8 Mart 2012 - Yeni Dünya İçin Çağrı

Transkript

8 Mart 2012 - Yeni Dünya İçin Çağrı
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
MART/NİSAN 2012/02 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X156
☛ Türk Şovenizminin Yaygınlaştırılması! ...
☛ Hrant Dink: Bitmeyen Bir Dava...
☛ 8 Mart: Mücadele bayrağını daha da yükseltmeye!
☛ Dünyada Durum ve Ekonomik Gelişmeler…
☛ Troçkist Grup ve Örgütler Hakkında...
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu,
yeni bir sayı ile tekrar birlikteyiz. Bu sayının ilk
yazısını mecliste kabul edilen ve Cumhurbaşkanının
jet hızıyla imzaladığı MİT yasasına ayırdık. İlgiyle
okuyacağınızı umuyoruz.
Halkların Kardeşliği sayfalarında Hocalı katliamının
yıldönümünde, şovenist çevrelerin örgütlediği miting
ve mitingde Ermeni halkı şahsında kışkırtılan ırkçılığı
ve ırkçı ve şovenist açıklamaları ile gündeme gelen
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in mitingde yaptığı
konuşmayı değerlendiren bir makale okuyabilirsiniz.
Hrant Dink davasında 17 Ocak tarihinde görülen karar
duruşmasında, gerçek suçluların ortaya çıkarılmaması
ve davanın kapatılmaya çalışılması ertesinde yaşanan
gelişmeleri ele alan bir yazı, Halkların Kardeşliği
sayfalarımızın bir diğer konusu.
Yeni Kadın Dünyası bölümünde 8 Mart; Emekçi
Kadınların Uluslararası Mücadele ve Dayanışma
Günü dolayısıyla, kadınlara yönelik her türlü şiddete
ve örgütsüzlüğe karşı mücadele çağrısı yapan bir
makalemiz var.
Panorama sayfalarımızda Arap Baharının gündeme
geldiği ülkelerde yaşanan gelişmeler ve andaki durum
ile ilgili kapsamlı değerlendirmeler yer alıyor. Merakla
okuyacağınızı tahmin ediyoruz.
Bir diğer geniş kapsamlı yazı, ‘Dünyada Durum
ve Ekonomik Gelişmeler’ başlıklı yazı. Yazıda hem
dünyada hem de Türkiye’de yaşanan ekonomik ve
siyasi gelişmeler detaylı bir şekilde ele alınıyor.
Devamında Almanya’dan bir okurumuzun Alman
Nazilerinin her yıl Dresden şehrinde düzenlemek
istedikleri ırkçı yürüyüş ve anti-faşistlerin karşı
yürüyüşünü haberleştirdiği bir yazısını yayınlıyoruz.
Geçen sayımızda ara verdiğimiz Troçkizm dizisine
bu sayıda devam ediyoruz. Bu sayıda dünya çapında
troçkist grup ve örgütler hakkında değerlendirmeler
bulabilirsiniz.
Son olarak, Serbest Kürsü bölümünde bir okurumuzun
getirdiği bir eleştiriyi ve cevap yazısını okuyabilirsiniz.
Editörü bitirirken; tüm okurlarımızın, özellikle
kadın okurlarımızın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar
Gününü kutluyor, 8 Mart’ın kadın mücadelesinin
daha da yükseltildiği bir gün olmasını diliyoruz.
Yeni bir sayıda buluşmak dileğiyle...
YDİ Çağrı
Mart 2012 ✓
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
“Kontrollü geçiş”te atanmış başkan seçimi! . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23
Kişiye özel yasa… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
GÜNCEL
Dünyada Durum ve Ekonomik Gelişmeler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Türk şovenizminin yaygınlaştırılması! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6
Bitmeyen bir dava!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9
YENİ KADIN DÜNYASI
8 Mart 2012: Mücadele bayrağını daha da yükseltmeye! . . . . . . . 12
PANORAMA
“Gerçekleşmeyen umutlar”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14
Askeri yönetimli “kontrollü geçiş”!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17
Despotizme karşı mücadele sürüyor!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21
2
OKUR MEKTUBU
Nazi Faşistlerine Geçit Yok! No Passaran!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 40
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN
KAVGASI
TROÇKİST GRUP VE ÖRGÜTLER HAKKINDA.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44
SERBEST KÜRSÜ
İşçi sınıfı içindeki milliyetçi yaklaşımlar ve enternasyonallik ilkesi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 65
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9
Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 156 · Mart / Nisan 2012 • ISSN
1301-692X156• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212)
613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • [email protected]
ilindiği üzere KCK operasyonları kapsamında
binlerce insan gözaltına alındı, tutuklandı. Tutuklamaların boyutu o kadar genişletildi ki hemen
hemen her gün yeni operasyonlar düzenleniyor. Tam
bir cadı avı başlatılmış gibi. Siyasetçiler, sendikacılar,
öğrenciler, sanatçılar, öğretim görevlileri, yazarlar
derken soruşturma gelip MİT’e kadar dayandı. Görevden el çektirilen İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Sadrettin Sarıkaya, MİT Müsteşarı Hakan
Fidan’ı da (ve daha 4 MİT görevlisini) KCK soruşturması kapsamında ifade vermesi için Savcılığa çağırdı.
MİT Müsteşarı Hakan Fidan ise işlerinin yoğun olduğunu bildirerek ifade vermeye gitmedi, ama hemen
Başbakan ve Cumhurbaşkanı ile görüşmeye gitti.
Bu görüşmeden sonra TBMM’ne sabah saat 5.30’da
getirilen yasa meclisin her zamanki hali olan kavga
gürültünün ardından hazır bulunan 329 milletvekilinin 266’sının oyu ile kabul edildi.
AKP İsparta Milletvekili Recep Özel’in meclise
sunduğu Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu’nda değişiklik önergesi yapılan tartışmalardan sonra küçük bir değişiklik ile aynen şöyle onaylandı: “MİT mensuplarının veya belirli
bir görevi ifa etmek üzere kamu görevlileri arasından
Başbakan tarafından görevlendirilenlerin; görevlerini yerine getirirken, görevin niteliğinden doğan veya
görevin ifası sırasında işledikleri iddia olunan suçlardan dolayı ya da 5271 sayılı kanunun 250. Maddesinin
birinci fıkrasına göre kurulan ağır ceza mahkemelerinin görev alanına giren suçları işledikleri iddiasıyla
haklarında soruşturma yapılması Başbakan’ın iznine
bağlıdır.” Ayrıca Adalet Komisyonu’nda eklenen geçici madde ile de değişikliğin şu an devam eden soruşturmalar için de geçerli olması sağlandı. Yapılan bu
değişiklik ile Hakan Fidan ve haklarında yakalama
kararı çıkarılan diğer 4 MİT görevlisi ifade vermekten kurtarıldı. Bundan sonra Başbakan izin vermediği takdirde MİT görevlileri Başbakan tarafından
verilmiş görevler hakkında soruşturulamayacak.
Yasa Meclis’ten akşama doğru 17.30 gibi geçti ve
aynı gün içerisinde Cumhurbaşkanı’na gönderildi.
Aradan bir buçuk saat sonra da Cumhurbaşkanlığı
sitesinde yasanın onaylandığına dair bir açıklama yayınlandı. Yasa ertesi gün Resmi Gazete’de yayınlana-
rak yürürlüğe girdi. Artık Hakan Fidan Başbakanlık
zırhı içerisinde. Hem de devletin jet hızıyla. İşçilerin,
halkın yüzlerce sorunu karşısında dilsiz kesilenler
söz konusu kendileri olduğunda işte böyle hızlı davranabiliyorlar.
PKK ile devlet adına görüşen heyet içinde yer alanların ifade vermeye çağrılması, özel yetkili savcının
görevden alınması, MİT kanununda değişiklik yapılması, İstanbul Emniyetinde KCK operasyonları
yapan müdürlerin görevden alınması vb. gelişmelerin
arka planında cemaatler arasındaki çelişme yatmaktadır. AKP bir cemaatler koalisyonu partisidir. Gülen
cemaati ve Milli Görüş kökenliler arasındaki taktik
farklılıklar, yer yer bu somutta olduğu gibi hükümeti
zora sokmaktadır. Emniyet ve yargıdaki Gülenciler
hükümeti zora sokan işler yapmaktadır. Fakat iki cemaat arasındaki çelişme, taktiksel farklılıklar, iktidar
için birbirlerine ihtiyaçları olan ve özde bir olan bu
gurupların birbirlerinden ayrılacakları, AKP’nin bölüneceği anlamına gelmez.
Hatırlanacağı üzere AKP daha önce de Fenerbahçe’li
yöneticilerin şike davası ile ilgili hapis cezalarının sürelerini aşağıya çeken bir kanun teklifi çıkarmıştı.
Bu teklif, AKP, CHP, MHP’lilerin oyları ile çabucak
Meclisten geçmiş ve onaylaması için Cumhurbaşkanına gönderilmişti. Ancak Cumhurbaşkanı kişiye
özel izleniminin olması ve toplum vicdanında kabul
görmeyeceği vb. gerekçelerle yasayı yeniden görüşülmek üzere Meclis’e göndermişti. Bugüne kadar
gönderilen tüm kanunları onaylayan, AKP’nin onay
makamı gibi çalışan Cumhurbaşkanı yasayı geri çevirmişti. Bu iki durum arasında, yasaların kişiye ve
gündemde olan bir olaya ilişkin olması bağlamında
oldukça yakın benzerlikler var. Ama ne hikmetse
Cumhurbaşkanı bu kez yasanın kişiye özel olmasını
önemsemedi. Artık Fidan ile ne görüşüldüyse…
Tüm bu fırtına MİT görevlilerinin PKK yöneticileri ile görüşmeleri, İmralı’da Abdullah Öcalan ile görüşmeler dolayısıyla koptu. Geçtiğimiz yıl içerisinde
yapılan bu görüşmeler basına yansımış ancak neler
görüşüldüğü açıklanmamıştı. Şimdi sürdürülen KCK
operasyonları nedeniyle bu konu yeniden gündeme
geldi.
Yasanın mecliste görüşülmesi sırasında Adalet Ba-
gündem
B
Kişiye özel yasa…
3
gündem
4
kanı Sadullah Ergin, “Bugüne kadar bu görüşmeler
yapılmıştır, devlet güvenlik birimleri, istihbarat birimleri ihtiyaç duyarsa bundan sonra da bu görüşmeler yapılır” açıklamasında bulundu. Sorulan so-
“Doğrusu bu görüşmelerde siz de biz de yoktuk. Bu
görüşmelerin sonucunda şayet Türkiye Cumhuriyeti
devletinin ve o devletin yönetiminde var olan parlamentonun içinden çıkmış yetkili hükümetin kabul
rular üzerine de Ergin, Abdullah Öcalan ile 1999’da
Türkiye’ye getirilişinden bu yana devletin ilgili birimlerinin, askeri bürokrasi, istihbarat bürokrasisi ve güvenlik bürokrasisinin görüşmeler yaptığını,
bundan sonra da ihtiyaç duyulursa bu görüşmelerin
yapılacağını açıkladı. Ancak bu görüşmeler sonrasında bir anlaşma olup olmadığı konusunda ise Ergin,
edebileceği bir zemin oluşmuş olsa, bunu getirip bu
Parlamentoda gereğini yapmak üzere harekete geçerdik. … Bu görüşmeleri yapan istihbarat birimlerinin
hükümetimize bu konuda yaptığı bir telkin yoktur.
Bizim bu noktada siyaset kurumunun verdiği herhangi bir söz, bir taahhüt söz konusu değildir. Bunu
açık ilan ediyorum” dedi.
Dili sürçmüşmüş!!!
Erzurum’da Yakutiye Emniyet Müdürlüğü geçtiğimiz günlerde bir huzur toplantısı düzenlemiş. Bu
toplantıya çok sayıda bürokrat, yönetici, eğitimciler
vb. katılmış. Katılanlardan biri de Dumlupınar İlköğretim Okulu Müdürü Mustafa Aydın. Toplantıda
konuşmacı olan Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Genel Sosyoloji ve Metodoloji Anabilim Dalı
Başkanı Doç. Dr. Yıldız Akpolat çocukların şiddete eğilimli olmalarının aile ve çevre ile sıkı bir bağı
olduğunu söyler. Daha sonra da bu konu hakkında
katılımcıların görüşlerini sorar. Söz alan Mustafa
Aydın, burjuva medyanın dediği gibi akıllara durgunluk veren şeyler değil, kendince normal olan ve
bizlerinde duymaya alışık olduğumuz şu sözleri söyler: … “çocuklara devamlı ‘Anneniz yoğurt mayalıyor
mu’ diye sorarım. ‘Evet mayalıyor’ diyorlar. Bir kere
yoğurt bozuksa, mayası bozuktur. Aile ne ise, çocuğu
odur. … İngiltere’de okullarda şiddetin dozunu ayarlamak için bir takım tartışmalar yapılıyor. Arjantin
ya da Brezilya’da emniyette, suçlu çocuklara ‘Nasıl
bir şiddet uygulayalım’ diye tartışılıyor. Ben bunu
bizzat okudum, kafadan atmıyorum. En önemli tespitim, suça meyilli çocukların yüzde 90’ının ailelerinin
geçimi sosyal yardımlaşma vakfı tarafından karşılanıyor. Yıllar önce Brezilya’da sokak çocuklarını yok
etmek için bir örgüt kurulmuştu. Kusura bakmayın,
belki biraz anormal gelebilir ama ben şunu istiyorum:
Tıp bu kadar gelişti yüz nakli yapılıyor. Emniyette
suçluların kanını alıp gen haritası çıkarsınlar. Çocuk
doğduktan sonra analizi yapılsın. Vatana, millete, bu
ülkeye zararlıysa yürümeden yok edilsin.”
Mustafa Aydın’ın sözleri gayet açık ve net. Yanlış
anlaşılmaya müsait değil. Mustafa Aydın’ın bu talebi 20. yüzyılın en büyük soykırımının, milyonlarca
insanın katledilmesinin mimarlarından faşist Adolf
Hitler’in kemiklerini sızlatacak cinsten. Mustafa Aydın sözlerinin basına yansımasından sonra “Biraz
heyecanlandım. … heyecandan olsa gerek ‘Tıp artık
çok gelişti. Suça meyilli çocukların genetik haritası
çıkarılıp, suça neden olan genler yok edilsin’ demek
isterken heyecandan ‘Çocuklar yok edilsin’ demişim.
Kastımı aşan sözler sarf ettim. … 30 yıllık eğitimci,
20 yıllık da yöneticiyim. Bu sözler bir eğitimciye de
insana da yakışmaz.” Mustafa Aydın tepkilerden ve
Milli Eğitim Bakanlığı’nın başlattığı soruşturmadan
olacak hemen çark ediyor. Oysa çıkıp paşa paşa “evet
söyledim böyle düşünüyorum” dese daha iyi olurdu.
Çünkü şimdi kıvır kıvırabilirsen. Sanki sözlerindeki tek sorun çocukların yürümeden yok edilmesini
savunmasıymış gibi “genler yok edilsin” demek istemiştim yalanını söylüyor.
Oysa toplumun kendini ileri sanan bu yöneticilerinde olduğu gibi, birçok insanda bu faşist düşüncelerin olduğunu iyi biliyoruz. Bunlar Van Depremi
ardından olduğu gibi bazı dönemlerde iyice ayyuka
çıkıyor. Hatırlanacağı gibi bu ülkenin Başbakanı dahi
“çocukta, kadında olsa gerekeni yapacağız” demiş ve
sonrasında polis Diyarbakır’da terör estirmişti. Bu
devletin tarihi “asmayalım da besleyelim mi” anlayışının örnekleri ile doludur.
Bugün Kuzey Kürdistan’da kazılan her bölgeden
insan kemiklerinin çıkması o dönemin apaçık meydanda olan yetkililerinin dillerinin sürçmesinden mi
kaynaklanıyor. Ülkelerimizin hakları bu faşist düşüncelere ve eylemlere hiçte yabancı değil. Bu nedenle
Mustafa Aydın boşuna dilinin sürçtüğünü anlatmasın. Çünkü biz olsa olsa onun aklının insan aklından
sürçtüğünü düşünebiliriz.
24.02.2012 ✓
gündem
Yapılan bu görüşmeler sırasında MHP’nin verdiği bir önerge ile Meclis 15 dakikalık kapalı görüşme
yaptı. Tüm basın görevlileri, katipler dışarıya çıkarıldı. Bu 15 dakika içerisinde neler konuşulduğu meçhul…
Yaşananlar yargının bağımsızlığının nasıl bir bağımsızlık olduğunu, Meclis’in kimin meclisi olduğunu net bir şekilde gösteriyor. Binlerce kişi hükümetin
emri ile göstermelik, komik gerekçelerle gözaltına alınıyor ve tutuklanıyor. Ancak iş gelip devletin yetkililerine çattığında onları korumak için özel önlemler
alınabiliyor. Bu olay, sözde olan yargı bağımsızlığının
aslında ne kadar da bağımlı olduğunu gözler önüne
seriyor.
Gerçekten de burjuva yönetimlerde yargının, meclisin bağımsızlığından vb. bahsedilemez. Devletin
tüm organları burjuvazinin çıkarları doğrultusunda
çalışır ve bu organlar kopmaz bir biçimde, dolaylı
veya dolaysız binlerce bağ ile burjuvaziye bağlıdır.
Yargının bağımsızlığı işçi sınıfını ve emekçileri kandırmak için uydurulmuş bir yalandır. Yargının bu
bağımsızlığının işçilerle ilgili olan sendikalaşma veya
alacak davalarında nasıl işlediğini çok iyi biliyoruz.
Gerçek adalet burjuva devletlerde olmaz. Burjuva
devletlerin adaleti ezenlerin çıkarına, ezilenlerin zararına bir adalettir.
5
✌
halkların kardeşliği için
Hocalı katliamının 20. yıldönümünde
H
6
Türk şovenizminin
yaygınlaştırılması!
ocalı katliamı, Karabağ Savaşı sırasında Ermeni
güçlerinin 25 Şubat’ı 26 Şubat’a bağlayan gece,
Azerbaycan resmi kaynaklarının verilerine göre, 83
çocuk, 106 kadın, 70’ten fazla yaşlı insan olmak üzere
toplam 613 sivil insanı katletmesi olayıdır. Katledilenlerin sayısı kimi Azeri örgüt ya da kesimlerce 1300
kadar verilmektedir. Ayrıca resmi Azeri kaynaklarına göre bu katliamda 487 kişi ağır yaralanmış, 1275
kişi rehin alınmış ve 150 kişi kaybolmuştur.
Hocalı katliamı, milliyetçiliğin ağusu bataklığına
batanların, barbarlıkta sınır tanımadıklarının bir
örneğidir. Bu bağlamda böylesi bir barbarlığı gerçekleştirenlerin ulusal kimliği, kökeni sorunun özünü
değiştirmiyor, değiştiremez de!
Somutta Hocalı katliamı –Azerbaycan ve kimi
Türkçü kesimler bunu soykırım olarak adlandırıyorlar- Ermeniler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu
katliamın siyasi olarak Ermeni milliyetçiliği, Azeri
düşmanlığı temelinde ve kimi Ermeni savaşçılarının
anlatımlarında dördüncü yıldönümünde Sumgayit’in
intikamını almak için de gerçekleştiği ortadadır.
Yine katliamı yapanların anlatımlarından sadece yakın zaman intikamı sözkonusu değildir. Aşağıdaki
alıntıdan da görülebileceği gibi bu 1915’e, Ermenilere
yönelik soykırıma kadar uzanmaktadır. “Daha sonra
bu 13 yaşındaki Türke onların atalarının bizim çocuklara yaptıklarını yaptım. Başından, sinesinden ve
karnından derisini soydum. Saate baktım, Türk çocuğu yedi dakika sonra kan kaybından öldü.” (aktaran Vikipedia, Hocalı katilamı şıkkında)
İnsanların ulusal kökeni, kimliği yapılan barbarlığı
ortadan kaldırmadığı gibi, bir barbarlığa karşı barbarlıkla yanıt vermek de, sorunun özünü değiştirmiyor! Bu temelde soruna bakıldığında, 1915’te soykırıma maruz kalması, Ermenilerin katliam yapmasını
haklı kılamaz, kılmıyor da!
Kısaca ifade edilirse, bir katliam ya da soykırım
bir başka katliam ve soykırımın gerekçesi, bahanesi
olamaz! Halkların kardeşliği için mücadelemizde her
türlü katliamı ve soykırımı kınıyor, lanetliyoruz! Her
türden milliyetçiliğe, şovenizme ve ırkçılığa karşıyız
ve gücümüzün elverdiği kadar bunlara karşı mücadele veriyor, işçileri emekçileri enternasyonalist yaklaşım temelinde bilinçlendirme görevimizi yerine getirmeye çalışıyoruz, çalışacağız da!
20. Yıldönümünde Hocalı katliamını kınarken, bu
yıldönümünü bahane ederek Ermenilere karşı Türk
şovenizminin ağusunu kusmayı sürdüren, halklar
arasında düşmanlığı kışkırtan Türkçü, ırkçı, faşist
kesimin insanlık düşmanı tavrını ortaya koyup teşhir
etmek de bu mücadelenin kopmaz parçasıdır.
20. YILDÖNÜMÜ ETKİNLİKLERİ, TAVIRLAR!
Hocalı katliamının 20. yıldönümü gerek Türkiye’nin
değişik kentlerinde, gerekse de Türklerin yaşadığı
kimi Avrupa ülkelerinde şimdiye kadar olmadığı yoğun bir düzeyde ele alındı ve etkinlikler gerçekleştirildi.
Etkinlikler içinde en öne çıkarılanı ise 26 Şubat’ta
İstanbul’da Taksim Meydanı’nda yapılan miting idi.
Mitingin reklamıyla, ya da mitinge çağrısıyla, günler boyunca İstanbul’da yaşayanların beyinlerine
“Ermeni yalanına sessiz kalma” düşüncesi enjekte
edilmeye çalışıldı. Hocalı katliamının yıldönümünde öne çıkarılan 1915 Soykırımının “Ermeni yalanı”
olduğu düşüncesiydi. Bilinçte tutulması gereken gerçeklik, sözkonusu bu mitingin İstanbul Büyük Şehir
Belediyesi’nin desteğiyle yapıldığı ve konuşmacılar
arasında İçişleri Bakanı Şahin’in de yer aldığı; bunun
da ötesinde Şahin’in, yaptığı konuşmada Ermenilere
düşmanlığı kışkırttığı gerçeğidir.
Hürriyet gazetesinin aktarımına göre Şahin konuşmasında şunları da söyledi:
“20 yıl önce bugün kan içiciler, katiller, acımasız-
E peki bu mu insanlık? Azeri Türklerinin başına
gelen bir felaketi, Ermenistan meselesi nedeniyle köşeye sıkıştırıldığını hissettiğin anda mı anımsayacaksın?” (aynı yerden)
Sadece Ahmet Hakan değil bu konuda kafatasçı
şoven yaklaşımdan kendisini biraz da olsa arındıranlardan, halklar arasındaki ilişkilerin düşmanlığı
dıştalayan ve dostluğu temel alan bir ilişki olmasını
istemede samimi olanlara kadar yapılan değerlendirmeler; Hocalı katliamının bu sene bu kadar kullanılmasının Fransa’nın “soykırımı inkar yasası”na karşı
kullanma siyaseti olduğu biçimindedir. Hocalı’dan
çok Ermenilere yönelik soykırım eksenindeki propaganda ve Ermenilere düşmanlığın kışkırtılması bu
tespitin savunulabilir bir tespit olduğunu gösteriyor.
Kuşkusuz ki TC hükümetinin Azerbaycan ile ilişkilerinde ve Karabağ sorunu ile bağıntılı Ermenistan ile
sınır kapısı açma vb. vb. noktalarda çok yönlü hesapları vardır. Bu da Fransa’ya “nazire” yapıldığı tespitini ortadan kaldırmıyor, bu “nazire” yapmanın sadece
çok yönlü hesap içinde öne çıkarılan yan olduğu anlamına geliyor.
Hocalı konusunda TBMM Dışişleri Komisyonu’nun
“Ortak Bildiri” yayınlaması bağlamında yürüyen
tartışmanın biri Hocalı katliamının “soykırım” mı,
“katliam” mı olduğuydu. CHP ve MHP kafatasçı kemalistliklerine uygun olarak “soykırım” denilmesini
savundu, AKP ise “katliam” denmesini savundu ve
bildiride katliam tanımı kullanıldı.
Hocalı katliamına “soykırım” denip denmeyeceği
ayrı bir tartışma konusudur. Soykırım tanımını kullanmada son yıllarda büyük bir enflasyon yaşanıyor.
Burada bilince çıkarmak istediğimiz nokta AKP’nin
Hocalı’ya hangi gerekçeyle “soykırım” demediği noktasıdır. Hürriyet’in aktarımına göre gerekçe şöyledir:
“Biz soykırım iddialarının parlamentolarda tarışılmasını istemiyoruz, bu konuların parlamento dışında
tartışılması gerektiğini söylüyoruz, şimdi bizim bunu
yapmamız uluslararası zeminde elimizi zayıflatır.”
(abç.) (Hür. 23 Şubat 2012)
Elleri zayıflamasın diye de “soykırım” denmiyor.
AKP devletin resmi siyasetinin “iyi” bir savunuculuğunu yapmaya, kendi çerçevesinde de “tutarlı” görünmeye çalışıyor.
Peki ama 613 insanın katledilmesini “soykırım”
olarak değerlendirip de 1915 soykırımını “Ermeni
yalanı” diye ortaya koymak nasıl açıklanabilir? Biz
katliamda, soykırımda öldürülen insan sayısıyla siyaset yapmayı reddediyoruz, öldürülen her insanın
✌
halkların kardeşliği için
lar, merhametsizler, korkaklar Hocalı’da 613 insanın
kadın, çocuk, yaşlı, haklı haksız demeden kanını içmişlerdir. Bu kan o günden bugüne yerde kalmadığı
gibi bundan sonra da kalmayacaktır. O kan o gün akmıştır ama hesabı bitmemiştir.” (Hür. 27 Şubat 2012)
Bakan Şahin bu konuşmayı, büyük bölümünün
BBP, MHP veya benzeri faşist kesimin taraftarlarından oluşan, pankart ve sloganlarıyla Ermenilere hakaret eden ve Ermenilere düşmanlığı körükleyen katılımcılara yönelik yapıyordu. Özde aynı olduklarını
bu somutta ortaya koyuyorlardı.
Pankart ya da devizlerde öne çıkarılan sloganlardan biri “Hepiniz Ermenisiniz, Hepiniz piçsiniz!”
sloganı iken atılan sloganların bazıları da şunlardı:
“Bozkurt Ogün”, “Bozkurt Çatlı”, “Dişe diş kana
kan intikam”, “Bozkurtlar burada Ermeniler nerede”,
“Hrant’ın piçleri yıldıramaz bizleri” vb. vb.
Bu ve benzeri slogan ve pankartlarla, bakan Şahin ve diğer konuşmacıların kışkırtıcılığı ile Taksim
Meydanı’ndaki miting Ermenilere karşı düşmanlığı
kışkırtma ve Ermenilerden intikam alma düşüncesini yaygınlaştırma mitingi olmuştur.
Türkiye’nin kimi diğer şehirlerinde de Hocalı katliamıyla ilgili etkinlikler yapılmış ve hepsinde de
Ermenilere yönelik düşmanlık kışkırtılmış, intikam
sesleri yükselmiş ve Ermenilere yönelik tehditler de
değişik biçimlerde savrulmuştur! Yozgat’taki etkinlikte bu, “Erivan şaşırma, sabrımızı taşırma” biçiminde dile gelirken, Bakan Şahin’in konuşmasında
“dökülen kanın” hesabı bitmemiştirin de ötesinde:
“Türk milletinin gerektiği zamanda yumruğu da birdir” biçiminde dile gelmektedir.
İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin desteği, Bakan
Şahin’in katılımı, TBMM Dışişleri Komisyonu’nun
“Ortak Bildiri” yayınlaması vb. birleşince, Hocalı
katliamının 20. yıldönümünü bu biçimde ve içerikte
“anma”nın “devlet eylemi” olduğunu söylemek yanlış
olmayacaktır. Devlet teelvizyonu TRT’nin bu etkinliği naklen yayınlaması da bunun bir başka kanıtı olarak görülebilir.
Hürriyet gazetesi yazarlarından Ahmet Hakan bile
geçen 20 yıl içinde: “Neden bu yıl ki kadar ‘Hocalı’
diye haykırılmadı? Neden bundan önceki yıllarda
Taksim’de etkili mitingler yapılmadı? Neden bu yılki
kadar köşe yazısı yazılmadı? Neden her 26 Şubat’ta
Hocalı ile dayanışma etkinlikleri yapılmadı?” (Hür.
27 Şubat 2012) diye sormakta ve cevabını şöyle vermektedir: “Çünkü Fransa’ya, Sarkozy’ye falan nazire
yapmak için ortada bir gereklilik yoktu.
7
✌
halkların kardeşliği için
fazla olduğunu düşünüyoruz. Ama şöyle bir beyin
jimnastiği yaparak soru sormak, kafatasçı, ırkçı kesimin tavrını bilince çıkarmak için rakamlarla biraz
uğraşalım...
Türk devletinin resmi tezlerinden biri “savaş döneminde 300.000 kadar Ermeninin öldüğü” yönlü tezdir. Biz bu sayıyı gerçekmiş diye kabul edelim ve şu
soruyu soralım: 613 kişinin katledilmesi “soykırım”
oluyor da, neden 300.000 kişinin katledilmesi “soykırım” olmuyor? Savaş döneminden dolayı mı? Karabağ
Savaşı savaş değil miydi? Hocalı katliamı savaş döneminde yaşanmadı mı? Ya da barış dönemlerinde soykırımlar yaşanır mı? Cevaplanması gereken sorular
çok! Ama biz bu soruların cevabını kafatasçılardan
beklemiyoruz!
OLUMLU TEPKİLERDEN İKİSİ...
8
Hocalı
katliamının
yıldönümü
bağlamında
İstanbul’da dev pano ilanları, otobüs duraklarının,
metro istasyonlarının vb. vb. ırkçı afişlerle, propagandayla donatılmasına karşı İHD İstanbul Şubesi
Irkçılığa ve Ayrımcılığa Karşı Komisyonu tavır takındı. Yaptığı çağrıda haklı olarak şunları da tespit etti:
“Afişlerin amacı Hocalı katliamını protesto etmek
değildir. Öyle olsaydı, başlık olarak, çarpıcı büyük
harflerle yazılı ‘Ermeni yalanı’ ifadesi seçilmezdi. Bu
sözle doğrudan Ermeni kimliği ve bütün Ermeniler
hedef alınmıştır. Yapılan ırkçılıktır. Nefret söylemidir. Bir toplumu ve onun bireylerini düşman olarak
hedef göstermektir. Bu afişler Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı Ermenileri hedef almaktadır.” (24 Şubat
2012)
Çağrının sonunda da şöyle denmektedir:
“Biz insan hakları savunucuları, milliyetçilik, ırkçılık, ayrımcılığa karşı olan herkesi, ama herkesi, bu
yükselen düşmanlık dalgasına karşı güçlü bir cepheyi, farklılıklara karşı nefretin ve şiddetin reddi, insan
hakları, adalet, kendi kendiyle yüzleşme kültürünü
besleyen bir cepheyi örmeye çağırıyoruz.” (aynı yerden)
Böylesi bir çağrıyı halkların kardeşliği ve demokrasi için mücadelede olumlu ve önemli buluyoruz.
Olumlu olarak aktarmak istediğimiz diğer örnek
ise “Türkiye Sosyalist Azerbaycanlılar Platformu”nun
takındığı tavırdır.
Ankara’da yaptıkları “Hocalı anması”nda yaptıkları açıklama, “Hocalıya adalet! Yaşasın Halkların Kardeşliği!” başlığını taşıyor. Sözkonusu açıklamanın bir
bölümü şöyledir:
“Özellikle, her iki ülkenin (Azerbaycan ve Türkiye
sözkonusudur BN) Ermenistan’la sorunları bulunması nedeniyle Ermeni halkına karşı kin ve nefreti
körükleyen söylemler, bu ilişkilerin neredeyse vazgeçilmez parçasına dönüşmüş durumda. Türkiye’nin
Ermenistan sınırını kapalı tutması için baskı yapan,
Türkiye’nin bir iç ve vicdan meselesi olan kendi geçmişi ve Ermeni olaylarıyla yüzleşmesine müdahale
etmeye çalışan Azerbaycanlı milliyetçilerle, Hrant
Dink’in katli sonrası Türkiye’de vurgusu iyice alevlenen Hocalı katliamını siyasi malzeme olarak kullanan Türkiyeli milliyetçiler bu iki ülke arasında ikinci
bir söz söylemeyi neredeyse bloke etmiş durumdalar.
Fransa’daki ‘Ermeni Soykırımını İnkar Yasası’nı
fırsat bilen aynı milliyetçi çevreler, tekrar Hocalı
katliamını ‘koz olarak’ kullanmak istemektedirler.
Yüzlerinde bu katliamdan dolayı en ufak acı ve keder bulunmayan bu insanlar, acıları birbiriyle tartarak gerçek niyetlerinin siyasi oyunda kendi ellerini
güçlendirmek olduğunu göstermektedir. Bütün katliamlar gibi Hocalı katliamını gerçekleştirenlerin
de bulunmasının ve cezalandırılmasının, bu tarz
katliamların bir daha yaşanmaması için önemli olduğunu düşünüyor ve bu yolda atılan her adımı destekliyoruz. Fakat bu katliamların önüne geçmek için
aynı zamanda halklar arasında düşmanlığı besleyen
eylemlere de son verilmesini istiyoruz. Unutmamak
gerekir ki, çıkarılan her savaşta kazanan yalnız burjuvazi ve onun araç olarak kullandığı devletdir. Halklar ise bu savaşlarda yalnız kaybeden taraflardır. Biz
hiç bir katliamın diğerinin bahanesi olamayacağına,
hiç bir acının diğerinden üstün olmadığına inanarak, Hocalı katliamının 1915’teki Ermeni olaylarıyla
kıyaslanmasına, Ermeni trajedisini inkar etmek için
malzeme olarak kullanılmasına itiraz ediyoruz.” (26
Şubat tarihli açıklamadan)
Açıklama “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganıyla
son buluyor.
Ermenilere karşı kışkırtılan ve yaygınlaştırılmaya çalışılan düşmanlık karşısında takınılan bu tavrı
halkların kardeşliğini sağlama mücadelesinde olumlu ve sevindirici buluyoruz.
Görev, böylesi tavırları çoğaltmak, değişik millet
ve milliyetlerden işçi ve emekçileri sömürü sistemine karşı mücadelede sınıf cephesinde birleştirmek ve
devrim için mücadele ile halkların kardeşliğine düşmanlığın kaynağını, sömürü sistemine son vererek
kurutmak için mücadeleyi güçlendirmektir.
27 Şubat 2012 ✓
halkların kardeşliği için
Bitmeyen bir dava!
✌
Sonuçta, Hrant Dink davasının “katiller ve kurbanlar” olarak
iki tarafı olduğu açıktır. Devlet kurumlarınca katillerin
gizlendiği, korunduğu ve ödüllendirildiği de açıktır!
H
rant Dink’in katledilmesiyle ilgili davada mahkeme, 17 Ocak 2012 tarihinde yapılan 25. duruşmada kararını açıkladı. Bu karar kamuoyunda
da büyük tepkilere yol açtı. Hrant’ın arkadaşları ve
avukatlarının dediği gibi “kapanan dosya, dava daha
bitmedi”. Bu düşünce “bu dava böyle bitmez” diye de
ifade edildi.
Mahkemenin kararının gerçek sorumlu ve suçluları ortaya çıkarmayacağı, birkaç “kurban” seçilerek
davanın bitirilmeye çalışılacağı bizler için daha önceden açıktı.
İşin ta başında buna karar verilmişti! Dava açmak
için gerekli olan soruşturma görevi, “kamu görevlerini ihmal” suçu işleyerek cinayete ortak olanlara,
yargılanması gerekenlere bırakılmış ve sonuçta sözkonusu soruşturma verilen kararın dayandığı çıkış
noktası olmuştur.
Hrant Dink’in katledilmesinin birinci yıldönümü
vesilesiyle yazdığımız 23 Ocak 2008 tarihli yazımızda soruşturma bağlamında şunları söylemiştik:
“İşin başında yapılmayan temel şey, soruşturmanın
kendisinin tam yapılmamasıdır. Evet, bu konuda bir
9
✌
halkların kardeşliği için
10
soruşturma yapılmış ve raporu da hazırlanmıştır. Bu
rapor temelinde 2 Temmuz ve 1 Ekim 2007 tarihlerinde iki kere duruşma yapılmış ve üçüncü duruşma
da 11 Şubat 2008 tarihine ertelenmiştir. İşin özü ama,
sözkonusu soruşturma, sorulması ve araştırılması
gereken soruları sorma ve ortaya çıkanların peşini
takip etme bağlamında bilinçli olarak sınırlanmış,
yapılmamıştır.” (abç.) (sayı 119, sayfa 7)
Gerek mahkeme yetkililerinin gerekse de bu davada sözkonusu olan tüm kurum ve şahıslar; Hrant
Dink’in avukatlarının bütün çabalarına ve uyarılarına rağmen gereken soruşturmaları engelleme, gerçek sorumlu ve suçlulara ulaşma yoluna set çekme
ve bunların gizlenmesi siyasetine uygun davranmış,
deliller ortadan kaldırılmıştır vb. vb.
Bu arada tabii ki davada adı geçen kimileri, örneğin Muammer Güler, Celalettin Cerrah ve en son da
Ramazan Akyürek, İçişleri Bakanı Şahin tarafından
Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkan’lığına terfi edilerek ödüllendirildi.
İçişleri Bakanı Şahin’in 26 Şubat’ta Hocalı katliamının yıldönümünde İstanbul Taksim’de Ermenilere
karşı düşmanlığı körükleyen, ırkçılık yaptığı konuşmada “Bu kan o günden bugüne yerde kalmadığı
gibi bundan sonra da kalmayacaktır.” (Hür. 27 Şubat
2012) diye ifade ettiği intikam çağrısının, Taksim’de
o gün toplananların çoğunun açık faşist, ırkçı olduğu
ve “Hrant’ın piçleri, yıldıramaz bizleri” vb. sloganların atıldığı, pankart ve devizlerin taşındığı bir ortamda, “yerde kalmayan kan”ın Hrant’ın katledilmesine
atıftan başka bir anlama gelmediği ve Hrant’ın gerçek
katillerinin kimler olduğunu tespit etmenin hiç de
zor olmadığını gösterdi.
Mahkemenin kararının gerçek katilleri gizleyeceği
konusunda bizler, Hrant’ın arkadaşları yanılmadık!
Tersini de beklemiyorduk.
Mahkeme kararı, davayı bitirmek için verilen “kurban” sayısını en aza indirdi. En önemlisi de cinayette
şöyle ya da böyle yer alan, tetiği çeken veya yardımcı
olan herkes, “örgüt yok” diye beraat edildi, evet ödüllendirildiler!
Verilen kararın kamuoyunda tepkiyle karşılanması,
kararı veren Mahkeme Başkanı Rüstem Eryılmaz’ın
bile –hakimlerin verdikleri karar hakkında kamuoyuna yönelik konuşmama geleneğini bozarak- konuşmasına yol açtı. Hakime göre “karar örgüt yok anlamına gelmiyor”du! Sadece “deliller yok”tu! Delillere
ulaşmak için kendilerinin üzerine düşeni yapmadıklarından söz edilmediğinin de ötesinde Eryılmaz şu
açıklamayı yapıyordu: “TİB’den mahkemeye gönderilen kayıtlarla ilgili Ergenekon bağlantısı veya başka
bir bağlantı varsa ya da belirlenemeyen faillerin tespiti yönündeki çalışmayı beklesek dava 4.5 yıl daha sürerdi. O zaman davalar bitmiyor itirazları olacaktı. O
nedenle davanın uzamaması için karar verdik.” (Hür.
20 Ocak 2012) Halkın kullandığı deyimle buna “özrü
kabahatinden büyük” denir! Kendisinin kanunlara
uygun davrandığını kamuoyuna açıklamaya çalışan
Eryılmaz iddianamenin 3 ay gibi kısa bir zamanda
hazırlandığına dikkat çekerek aynı konuşmasında
şunları da söyledi:
“Nisan 2007’de şu an görevli olduğum mahkeme
bu iddianameyi örgüt yok diye iade etmiş. Ancak üst
mahkeme bu kararı kaldırınca iddianame kabul edildi. Soruşturma daha uzun yapılsaydı belki bir örgüt
bağlantısı bulunabilirdi.” (aynı yerden)
Peki niye bunun üzerine gidilmedi? Neden “uzamasın diye karar” verildi? Eryılmaz bu sorulara cevap
vermiyor ama, işin başında gerektiği biçimde yapılmayan soruşturmanın, kendilerinin verdiği kararın
temeli ve dayanağı olduğunu da itiraf ediyor!
Davanın savcısı ise kararı temyize götüreceğini
açıklıyordu! Devletin en tepelerinde oturanlar ise kararın “kamuoyunun vicdanı”na sığmadığı, ama davanın henüz bitmediği, “mahkeme sürecinin bitmesini
beklemek gerekir” vb. tavırlarla tepkileri dindirmeye,
dikkatleri Yargıtay’ın temyiz hakkında vereceği karara çevirmeye çalıştılar.
TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner ise diğer şeylerin
yanısıra şunları açıkladı:
“Hrant Dink davası, bir gazetecinin öldürülmesinden daha büyük anlamlar taşıyan, temsili bir olaydır.
Bu davanın seyri, alınan kararlar Dink’in avukatlarının her aşamada gerçeğe ulaşmak için dişleriyle,
tırnaklarıyla mücadele etmek zorunda bırakılması,
davanın adil bir sonuca ulaşmasını sağlamak için
getirdikleri taleplerin geri çevrilmesi neredeyse sistematik denilebilecek özellikler taşıyor.
Aradan geçen zaman zarfında örtbas etme çabaları ortaya çıkarılmasına, eldeki delillere ve bulunan
bağlantılara rağmen bu cinayetin gerisindeki asıl sorumlulara erişmek mümkün olmadı.” (Hür. 20 Ocak
2012)
Boyner’in bu tavrı aslında TÜSİAD somutunda
büyük burjuvazinin istemini ortaya koymaktadır.
Boyner sonuçta “en önemli hedef gerçek anlamıyla
bir hukuk devleti olmayı başarmaktır.” diyerek anda
TC’nin gerçek anlamda bir hukuk devleti olmadığını
gerekçelendirmede yanıtlanması gereken esas soruların yanıtlanmasından kaçıldığını, bilinçli biçimde
katillerin gizlendiğini gösteriyor.
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ bile gerekçeli kararın “karanlığın üzerine bir de karanlık perde
gibi oldu” biçiminde değerlendirmede bulunuyorsa,
bu konuda egemenlerin kendi aralarında da sorun
yaşandığına emin olabilirsiniz.
Bu sorunların yaşandığı Devlet Denetleme
Kurulu’nun (DDK) Hrant Dink davasıyla ilgili raporu ve bu konudaki tartışmalarda da ortaya çıktı.
649 sayfa olduğu belirtilen Rapor’un sadece 31 sayfalık sonuç bölümü ve bu bölümün de 6 sayfasının
sansür edilmesinden sonra arta kalan bölümünün
basına yansıtılması, raporun esasının gizli tutulması
olgusu da, Cumhurbaşkanı Gül tarafından görevlendirilen bu DDK’nın da raporuyla gerçek sorumlu ve
suçluları gizlemeye çalıştığını göstermektedir. Sansürlenen sonuç bölümünün dayanıldığı söylenen verilere uygun olup olmadığı da ayrı bir soru.
Sonuçta, Hrant Dink davasının “katiller ve kurbanlar” olarak iki tarafı olduğu açıktır. Devlet kurumlarınca katillerin gizlendiği, korunduğu ve ödüllendirildiği de açıktır!
Mahkeme “örgüt yok” diyor! Oysa en büyük örgüt
devletin kendisidir. Hrant Dink’in yakınları, arkadaşları ve avukatları 5 yıldan beridir katilin kim olduğunu açıkça ortaya koyuyor: “... ‘Devlet’ diyorsak,
‘devlet’ ne demekse onu söylüyoruz. Yasamayı, yürütmeyi, yargıyı alın, bunlara bir de ‘devlet güdümlü
medya’ ve ‘devlet güdümlü sivil toplum kuruluşları’nı
ekleyin, bütün bunları alıp boynumuza beşi birlik yapan egemen ideolojiyi de unutmayın. Devlet budur.
Katil de budur.” (Arat Dink, bianet, 20 Ağustos 2010)
Buna eklenecek bir şey yoktur. Katil bellidir ve
mahkeme, amirinin dediğine uygun davranmıştır.
“Bu dava böyle bitmez!” Bu dava sadece Hrant’ın
katillerini bulma davası değildir! Bu dava, demokrasi,
halkların kardeşliğini sağlama, özgürce bir yaşamın
mümkün olduğu baskısız, sömürüsüz, sınıfsız ve de
coğrafya ve halklar arasındaki sınırların ortadan kaldırıldığı, sınırsız bir toplum yaratma mücadelesidir.
Bunun için mücadeleye değer!
Dergimizin iki aylık periyodunu gözönüne alarak,
Ermenilere yönelik soykırımın 97. yıldönümünde de
soykırımı unutmadığımızı, unutturmayacağımızı
şimdiden haykırıyoruz!
28 Şubat 2012 ✓
✌
halkların kardeşliği için
ortaya koymaktadır. Bu da Türkiye’de yasama, yürütme ve yargı’nın, kısacası devlet erkinin tavrı karşısında liberal-demokrat tavır olarak değerlendirilebilecek bir yaklaşımdır.
Sonuçta devlet yetkililerince ve tartışmaya katılıp tepkilerini dile getirenlerce yaratılan atmosferde,
Yargıtay’ın kararı bozmaması sürpriz gibi görünüyor,
ama “burası Türkiye!” ne olacağını önceden kestirmek zor.
Yargıtay ister kararı bozsun isterse de bozmasın,
Hrant Dink davası değişik biçimlerde sürüyor, sürecek de.
Şubat ayı ortalarında Dink ailesi avukatları İstanbul
Cumhuriyet Başsavcılığı’na ek dilekçe vererek Hrant
Dink cinayetiyle ilgili olduğu iddia edilen kamu görevlilerinin Türk Ceza Kanunu’nun 83. maddesine
göre “kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi” suçuyla yargılanması için başvuruda bulundu.
Bu arada Mahkemenin verdiği kararın gerekçesi,
“gerekçeli karar” da açıklandı. Medyaya yansıyan haberlere göre gerekçelendirmede herhangi bir örgütün
varlığının tespit edilemediği, bu bağlamda delillerin
elde edilemediği vb. anlatılmaktadır. 200 sayfadan
uzun olan gerekçelendirmeyi ayrıca değerlendirmek
gerekir ama burada medyaya yansıyan şu tavrın altını
çizmekte yarar var:
“Cinayet için ortada tahmin edilenden de daha büyük bir terör örgütü olmasaydı, delillere daha kolay
ulaşılacağı mantık düzleminde çıkarılabilecek bir
sonuçtur.” (Hür. 24 Şubat 2012) Fakat bunun “varsayıma dayalı ihtimal” olarak kaldığı belirtilmektedir.
Gerekçelendirmede, basına yansıdığı kadarıyla, “terör örgütü”nün varlığını tespit edebilmek için anlatılanların davaya açıklık getirme açısından tutulur bir
yanı yoktur. Ama gerçeğin üzerinin örtülmesi, gerçek sorumlu ve suçluların gizlenmesi için büyük bir
çaba vardır. Mahkeme, gerekçelendirmesinde Hrant
Dink cinayetinin örgütlü olarak planlandığının üzerini örtmek için, “Örgüt var ise nerede, ne zaman
hangi amaçla kurulduğu tespit edilememiştir. Örgütü kuranların karşılıklı iradelerinin hangi prensip ve
suçlar etrafında oluştuğu tespit edilememiştir.” (aynı
yerden) açıklamasında bulunuyor ve bu örgütün “devamlılık gösteren bir yapı”sının Hrant Dink’in katledildiği 19 Ocak 2007 tarihinden “sonra ne tür eylemler içerisinde olduğu” bilgisinin elde edilmediğini
de vurguluyor. Cevap verilmesi gereken soru 19 Ocak
2007 tarihinden sonra ne yapıldığı değildir. Hrant’ın
örgütlü, planlı biçimde katledilmesidir. Bu örnek bile
11
yeni kadın dünyası
8 Mart 2012:
Kadın katliamlarına, tacize, tecavüze ve örgütsüzlüğe karşı
Mücadele bayrağını daha da yükseltmeye!
8
12
Mart’ın, sosyalist kadınlar tarafından tüm dünyada; emekçi kadınların uluslararası mücadele
ve dayanışma günü olarak ilan edilmesinin üzerinden
100 yılı aşkın bir zaman geçti. Ezilen işçi ve emekçi
kadınların kötü çalışma ve yaşam koşullarına karşı
mücadelesi ise çok daha eski tarihlere dayanıyor.
O zamandan bu yana, tüm dünyada kadınların hak
alma mücadelesinde önemli kazanımlar elde edildi.
Özellikle Sovyetler Birliği deneyimi, kadının özgürlük yolunda nelerin mümkün olabileceğini herkese
gösterdi. Fakat bütün bu kazanımlar tek tek geri alındı, alınmaya devam ediyor.
Şimdi ise içinde yaşadığımız erkek egemen kapitalist, emperyalist dünyada kadının yeri cinsel meta
olmak, şiddet, taciz- tecavüz ve katliamlarla karşı
karşıya kalmak, emeğinin yok sayılması, acımasızca
sömürülmesi, örgütsüzlük…
En gelişmiş emperyalist ülkelerde kadınların durumu özde çok farklı değildir. Bu ülkelerde de işçi ve
emekçi kadınların gündemini hala yukarıda sıraladığımız sorunlar oluşturuyor. Zaten erkek egemenliği,
sömürü ve eşitsizlik üzerine kurulu olan bu dünyada
farklı birşeyin ortaya çıkması mümkün değildir.
Türkiye’de son dönemde kadına yönelik şiddet inanılmaz boyutlara ulaştı. Kadınlar inanılmaz işkencelere maruz kalıyor, vahşice katlediliyorlar. Bunda tabii ki kadınların, o güne kadar çektikleri zulmü artık
çekmek istememeleri ve artık başka bir yaşam talep
etmelerinin önemli bir payı bulunuyor. Kadın katliamlarının gerekçelerine şöyle bir baktığımızda bunların çok büyük oranda kadının erkeğin taleplerine
cevap vermediği için gerçekleştiğini görebiliyoruz.
Şu anda hükümet güya kadına yönelik şiddeti önlemek amacıyla bir yasa tasarısı üzerinde çalışıyor.
Çalışmalarına 2011 yılının Mart ayında başlanan
yasa tasarısı, 8 Mart’a yetiştirilerek kadınlara “hediye” edilecek. Tasarının aktif olarak gündeme alındığı
Eylül ayından bu yana bakanlık ile geniş çevrelerden
kadın kurumları arasında yaşanan yoğun görüşme
trafiğinin ardından yasa tasarısı, biz bu yazıyı hazırlarken meclis alt komisyonuna gönderilmişti. Her fırsatta kadın kurumlarının önerilerini ciddiye aldığını
dile getiren Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma
Şahin’in, yasa taslağının son hali ile kadın kurum-
yeni kadın dünyası
larının talepleri karşılaştırıldığında hiçte gerçekleri
ifade etmediği ortaya çıkıyor. Kadın kurumları ile
yapılan toplantılarda yasa taslağına konulan bir dizi
olumlu madde meclis yolunda ayıklanıyor! Hükümet
gerçekte hem kadın kurumları ile hem de kadınlarla
alay ediyor! “Siz istediğinizi söyleyin biz yine bildiğimizi yaparız” demeye getiriyor.
Meclise sunulan taslakta yasanın adı bile değiştirilmiş! Yasanın “Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunması” olan adı, “Ailenin Korunması ve
Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi” olarak değiştirildi! Böylece yasanın asıl amacı, kadına karşı şiddet,
ev içi/ aile içi şiddet olmaktan çıkartılıyor “ailenin
korunması”na indirgeniyor. Verilmek istenen mesaj
ise öncelikle “aileyi koruyun” mesajıdır. “Aile dağılacaksa, kadına karşı şiddete göz yumun” mesajıdır.
Ne de olsa ‘aile kutsaldır’ ve içinde şiddet bile olsa,
dokunulmazdır!
Bu pratikten de görülebileceği gibi egemenlerin
kadınları şiddetten korumak gibi bir dertleri yok.
Kadına yönelik şiddeti bütün kurumları ile; savcısı,
hakimi, kaymakamı, valisi, polisi, jandarması ile bizzat uygulayanlardan ve teşvik edenlerden böyle bir
dertlerinin olması da beklenemez.
Bu sistemde en doğal, en basit insani haklar için
bile çetin mücadeleler vermek gerekiyor. Bu hakların
olumluluk seviyesi ise bizim toplumsal hareketimizin
gücüyle bağıntılıdır. Bugün kadına yönelik şiddete
karşı mücadele toplumun geniş kesimleri ile karşılaştırıldığında henüz çok dar bir kesimi kapsıyor.
Yukarıda dile getirdiğimiz sorunların yanında kadınların örgütsüzlüğü, işçi ve emekçi kadınların en
önemli sorunlarından birisini oluşturmaya devam
ediyor. Kadınlar; partilerde, meslek örgütlerinde,
derneklerde ve sendikalarda yok denecek kadar azlar.
Sendika yönetimlerinde, işyeri temsilciliklerinde de
yok denecek kadar az temsiliyet sahibidirler. Kadınların örgütlenmeye karşı mesafeli oluşu sadece ‘geri
bırakılmışlıkları’ ile ilgili değildir. Bu örgütlerin erkek egemen yapılar olması ve sergilenen erkek egemen pratikler, kadınların örgütlenme konusunda geri
durmalarını beraberinde getiriyor. Türkiye’deki sendikal hareketin çalışan kadınlara yönelik kapsamlı
bir kadın politikası yok. Bazı işçi sendikaları henüz
daha yeni yeni işçi kadınların sorunlarına biraz daha
ciddiyetle eğilmeye başladılar.
Geçtiğimiz yıl içinde, işyerlerinde kadına yönelik
cinsel taciz sıkça gündeme gelen sorunlardan birisi oldu. Petrol İş Sendikası Eylül ayında yaptığı 26.
Genel Kurulda tüzük maddesi olarak kadına yönelik
cinsel tacizde ‘kadının beyanı esastır’ ilkesini koydu.
Bu karar diğer sendikalarda çalışan bilinçli kadınların mücadelesi açısından olumlu bir rol oynadı. Birleşik Metal İşçileri Sendikasının Aralık ayında yaptığı 18. Genel Kurulda ‘kadının beyanı esastır’ ilkesi
kabul edilmese de aktif kadın işçilerin yoğun çabaları sonucu kadına yönelik ‘pozitif ayrımcılık’ kararı
alındı vs.
8 Mart’ı karşıladığımız şu günlerde kadınların
içerisinde bulunduğu olumsuz koşullarda değişen
bir şey yok. Sorunlar bütün ağırlığıyla olduğu yerde
duruyor. Kadın hareketinin en zayıf dönemlerinden
birini yaşıyor olması bunda önemli bir rol oynuyor.
Fakat bu durumu tersine çevirmek yine biz işçi ve
emekçi kadınların mücadelesi ile mümkün olacaktır.
Bu olumsuz tablo bizi mücadeleden geri çekmemelidir. Ümitsiz olmamalıyız! Tam aksine kadına yönelik şiddetin vahşet boyutuna ulaştığı bu düzende, bu
düzene karşı savaşma azmimizi daha da kamçılamalıdır!
Biz biliyoruz ki bu erkek egemen barbarlık düzeni, er ya da geç tarihin çöplüğüne atılacaktır. Bunu
yakınlaştırmak bizim ellerimizdedir. Bu 8 Mart’ı bu
bilinçle karşılayalım, mücadele bayrağını bu bilinçle
daha da yükseklere kaldıralım!
Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü!
Kahrolsun erkek egemen düzen!
Mart 2012 ✓
13
panorama
PA NOR A M A
“Gerçekleşmeyen
umutlar”
- TUNUS -
Mohammed Bouazizi için
ölmek yaşamaktan kolay bir
hale gelmişti, “artık yeter!”
diyordu.
K
14
imilerine göre “Arap Baharı”, kimilerine göre
“Yasemin Devrimi” ya da başkalarına göre “facebook”, “twitter” kısacası “bilgisayar devrimi” olan
“Tunus Devrimi”, 2011 yılında Dünya kamuoyunun
gündemine gelen gelişmeleri, özellikle “Arap ülkelerinde” kendiliğinden patlayan halkların isyan ve mücadelelerini tetikleyen devrimdi.
Despot, gerici, faşist rejime karşı mücadele özetle
ifade edildiğinde “ekmek ve özgürlük” için verilen bir
mücadeleydi. 14 Ocak 2012 tarihinde Bin Ali’nin iktidardan alaşağı edilmesinin yıldönümüydü. Yıldönümünde de 2011 Ocak ayındaki kadar yoğun ve şiddetli olmasa da yine protestolar ve çatışmalar yaşandı.
Kitleler Bin Ali’yi iktidardan düşüren halk isyanını tetikleyen yoksulluktan, işsizlikten, baskılardan
kurtulmamış; tersine işsizlik oranı 2010 yılında %14
olarak verilirken 2011 yılında bu oran %19’a yükselmişti. Buna bağlı olarak da yoksulluk azalmamış
tersine çoğalmıştı. Bin Ali rejiminin halk üzerindeki
baskıları isyan tarafından geriletilmiş olmasına rağmen varlığını sürdürmektedir. Kimi insan hakları
savunucularının tespitine göre de “Eski çark olduğu
gibi çalışıyor, sadece daha yavaş.” Gerici bir burjuva
demokrasisi bile rejime monte edilmiş değildir.
Yıldönümü kutlamalarına paralel yaşanan protestolarda kendini yakma eylemleri de yaşandı, yaşanıyor.
Bin Ali’yi deviren halk isyanında yeşeren kurtuluş
umutları, kısa sürede solmuş ve yeniden umutsuzluktan, çıkış yolu bulamamaktan kaynaklı protesto
eylemleri, “Tunus Devrimi”ni tetikleyen Mohammed
Bouazizi’nin kendisini yakma eylemi örnek alınarak
gerçekleştirilmektedir.
17 Aralık 2010 tarihinde Mohammed Bouazizi, kolluk güçlerinin “ekmek teknesi”ni elinden almasına
karşı, çaresizliğinin vardığı noktada üzerine benzin
döküp kendisini yakma eylemiyle protestosunu gerçekleştirirken; bu eylemin Zeynel Abidin Bin Ali’nin
iktidarına son verecek isyanın tetikleyicisi olacağını
düşünmemişti.
Yoksulluğun pençesinden kurtulabilmek mümkün
görünmüyordu ama en azından ailesini geçindirebilmek için çalışmak zorundaydı ve bu yüzden lise’den
sonra okula gidememişti. Medyanın “yüksek enstitü
mezunu” yönlü haberleri, Mohammed Bouazizi’nin
BİN ALİ SONRASI DÖNEMDE ÖNE ÇIKAN
KİMİ NOKTALAR!
Dergimizin 150. sayısında Tunus hakkında tavır takındığımız yazıda 28 Şubat 2011 tarihine kadarki
gelişmelere değinmiştik. Bu nedenle 1 Mart 2011 tarihinden bu yana öne çıkan gelişmelerle kendimizi
sınırlıyoruz.
27 Şubat’ta Beci Caid Essebsi başbakanlığa atanmış
ve yeni bir geçici hükümeti kurmakla görevlendirilmişti.
1 Mart’ta geçici hükümet islamcı Ennahda’ya parti
kurma izni verdi. Bin Ali döneminde yasaklanmıştı
ve Ennahda liderlerinden Raşid Gannuşi 20 yıldan
fazla süren bir sürgünden sonra 30 Ocak 2011 tarihinde Tunus’a geri gelmişti. Bin Ali’nin devrilmesi ile
yasak olan Tunus İşçi Komünist Partisi gibi partiler
de legalleştiler, halk isyanı yasakları bir kenara atmıştı!
3 Mart’ta geçici Başkan Mebaza Kurucu Meclis için
seçimlerin 24 Temmuz’da yapılacağını ilan etti. Kurucu Meclis’in görevi yeni bir Anayasa hazırlamak/
yapmak, parlamento ve başkanlık seçimlerini örgütlemek olarak belirlendi. 8 Haziran’da seçimler 23
Ekim tarihine ertelendi.
Seçimler öncesinde öne çıkan noktalar kısaca şunlardı: 7 Mart’ta İçişleri Bakanı, “Devlet Güvenliği
Bakanlığı”nı böylece aynı zamanda devlet güvenlik
örgütünün lağvedileceğini açıkladı.
9 Mart’ta Tunus’taki bir mahkeme Bin Ali’nin partisi “Demokratik Anayasal Hareket”in (RCD) lağvedildiğini ve mallarına el konulacağı yönünde karar
verdi.
Bu arada geçici hükümete karşı yapılan protesto
eylemlerinde kolluk güçleriyle çatışmalar yaşandı,
hükümet gece sokağa çıkma yasağı ilan etti. Halkın
protestolarını dindirebilmek için atılan adımlardan
biri, Bin Ali ve ailesinin yargılanmasıydı.
20 Haziran’da yapılan ilk duruşmada Bin Ali’ye 35
yıl hapis ve 25 Milyon Avro para cezası verildi. Eşine
de 35 yıl hapis ve 20,5 Milyon Avro para cezası verildi.
4 Temmuz’da ise yapılan duruşmada, evinde uyuşturucu, silah ve arkeolojik buluntular bulundurduğu
nedeniyle Bin Ali’ye 15 yıl hapis cezası daha verildi.
“Jet” yargılamayla Bin Ali “cezalandırılmış”! ve kitlelere eski rejimle “hesabın” görüldüğü intibası sunulmuştur.
panorama
kardeşi Leila’nın verdiği bilgilere dayanıldığında
yanlış olduğu ortaya çıktı.
(Biz de sitemizde yazdığımız ama dergimizde, bu
konuda iki yazının yayınlanması nedeniyle basmadığımız yazıda, bu yanlış bilgiye dayanarak Mohammed Bouazizi’yi “enformatik yüksek enstitü mezunu”
olarak gösterdik. Dergide basılmasa da okurlarımıza
karşı olan sorumluluğumuz gereği, bu bilgiyi düzeltiyor ve okurlarımızdan –bilgi kaynağımız ne yazık ki
burjuva medyadır- özür diliyoruz. Bir de Mohammed
Bouazizi’nin ölümü 4 Ocak 2011 iken, 5 Ocak diye yazılmış, bunu da düzeltip özür diliyoruz.)
Mohammed Bouazizi için ölmek yaşamaktan kolay
bir hale gelmişti, “artık yeter!” diyordu.
Bu sefer, sayısı belli olmayan birçok insan, Mohammed Bouazizi’yi örnek alarak, içinde bulunduğu çıkmazı protesto ederken belki kitlesel protestoları tetikleyebilme umuduyla, Bin Ali rejiminin kalıntılarına
karşı mücadeleyi sürdürme umuduyla ya da amacıyla
kendisini yakmakta, yakmaya kalkışmaktadır.
Fakat bu yakmalar, intiharlar ne kitlelerin protestolarını tetiklemekte ne de eski rejime karşı mücadeleyi
güçlendirmektedir. Olan ölenlere oluyor ve toplumsal
gelişme ile mücadele kendi mecrasında yolunu alıyor.
Bu örnekleme ilk başta önemsiz görünebilir. Ama
Mohammed Bouazizi’nin kendisini yakma eylemi ve
bunun etkisi ile Bin Ali rejiminin yıkılmasından bir
sene sonra gerçekleştirilen yakma eylemleri ve etkisi
Tunus’taki gelişmelerin, “Tunus Devrimi”nin patlak
vermesi ile anda içinde bulunduğu çıkmaz arasındaki
farklılığı ortaya koymaktadır.
2010 sonu 2011 başlarında böylesi bir eylem kitlelerin kendiliğinden hareketini ve isyanını tetiklerken,
şimdiki yakma eylemlerinin önemli bir etkisi veya
rolü yoktur. Kendiliğinden harekete bilinçli devrimci, komünist bir önderlik gerekiyor ve bunun olmadığı yerde, siyasi iktidar bağlamında boşalan alanı
“Tunus Devrimi”ni boğan, boğacak olan gerici güçler dolduruyor! “Arap Baharı” yaz’a uğramadan güz’e
dönmüştür... Kısa vadede “baharı” yaz’a çevirecek bir
durum ne yazık ki görünmüyor.
SEÇİM VE SONUÇLARI
Kurucu Meclis için seçim 23 Ekim 2011 tarihinde
yapıldı. Kurucu Meclis 217 sandalyeden oluşuyor.
Bunun için 80’den fazla parti, sayısız seçim ittifakı
ve bağımsız adaylar seçimde yarıştı, adayların sayısı
11.618 olarak verildi. Seçimlere katılım yaklaşık %52
diye açıklandı. Kayıtlı seçmen sayısı, -Tunus ve yurtdışındaki Tunus’lular- toplam 8.289.900 olarak açıklanırken seçime katılanların sayısı 4.308.888 olarak
15
panorama
16
verildi. Buna göre en büyük “parti” seçime katılmayanların “partisiydi”!
Medyaya yansıyan haberlere bakıldığında sandalye
dağılımında farklı veriler var. Fakat seçimlerin galibi bellidir. İslamcı Ennahda geçerli oyların yaklaşık
%41,5’ini ve sandalyelerin 89’unu (bu sayı 90 olarak
da veriliyor) alarak büyük farkla birinci sırayı kaptı.
İkinci sırada yer alan “Cumhuriyet için Kongre” ise
oyların yaklaşık %14’ünü ve sandalyelerin 30’unu (29)
aldı. Üçüncü sırayı “Halkın Deklarasyonu”, dördüncü sırayı “Ettakatol” ve beşinci sırayı da “İlerici Demokratik Parti” alırken “Devrimci Alternativ” olarak seçimlere katılan “Tunus Komünist İşçi Partisi”
(TKİP) 3 sandalye elde etti.
Bu sonuçlara bakıldığında sıralama islamcılar, liberaller, sosyaldemokratlar vd. biçiminde görünüyor.
Ennahda’nın birinci parti olarak seçilmesinin perde
arkasında yatan gerçeklik, sadece islamcı olması değildir. Birçok etken bir arada... Ennahda’yı seçenlerin
bir bölümü Tunus’a şeriatın getirilmesini isteyen kesim değildir.
Bu bağlamda öne çıkan en önemli nokta,
Ennahda’nın, seçime katılan partiler arasında –TKİP
gibi kitleler içinde etkisi fazla olmayan partileri saymazsak- Bin Ali rejimiyle, rejimin temsilcisi olarak görülmemesi noktasıydı. 1980 askeri cuntasının
Türkiye’de seçim oyunu oynamaya kalkıştığında
halkın cuntanın adaylarını değil de Özal’ı seçmesine
benzer bir durum var. Bin Ali rejimine en uzak görülen parti en çok oyu aldı.
Medyaya yansıdığı kadarıyla önemli rol oynayan
bir şey de, Ennahda’nın özellikle Katar üzerinden
aldığı mali destek ile medya üzerindeki propaganda
olmuştur. Bu bağlamda Katar, Suudi Arabistan gibi
ülkeler üzerinden ABD emperyalizminin Ennahda’yı
desteklediği de medyaya yansıyan görüşler arasındadır.
Bu desteğe dayanarak Ennahda kitleler içindeki
çalışmalarını tüm diğer partilerden daha örgütlü ve
yoğun biçimde yürütmüş, yoksullara “yardım” adına
seçim rüşveti dağıtmıştır. Bu konuda AKP’yi örnek
aldıkları pratiklerinde görülmektedir.
Ennahda liderlerinden Gannuşi de AKP’yi örnek
aldıklarını ama kendilerinin laik olmadığını, kendilerini “ılımlı İslamcı parti” olarak tanımladıklarını açıkladı. (Hür. 25 Ekim 2011) Kuşkusuz ki
Ennahda’nın birinci parti olmasını açıklayacak daha
fazla nokta vardır, ama burada aktardığımız birkaç
nokta öne çıkanlar arasındadır.
Değerlendirebildiğimiz kadarıyla revizyonist akımdan gelen ve revizyonist siyaset geleneğini sürdüren
TKİP temsilcileri ise, kendilerinin TKİP olarak değil
de “Devrimci Alternatif” adıyla seçimlere katılmalarının oy oranını düşürdüğü ve bunun taktik hata olduğunu savunmaktadırlar. Bu özeleştiri olarak kabul
edilse de, TKİP adıyla seçime katılmak en iyi halde
birkaç sandalye daha elde etmeyi sağlayabilirdi ama
seçimlerin kaderini değiştirmeyecekti.
Seçimlerden çıkan bu sonuçlara uygun olarak da
Kurucu Meclis 22 Kasım 2011 tarihinde toplandı.
Ennahda, “Cumhuriyet için Kongre” ve “Ettakatol”
arasında koalisyon oluştu. Böylece önceki geçici hükümet ve başkanın yönetimi ve buna bağlı olarak Bin
Ali’nin sonrası döneminin geçici yönetimleri sürecinde kararlaştırılan kanunlar da otomatikmen geçersiz
hale geldi. Siyasi iktidar açısından esas karar verici
güç olan başbakanlık koltuğuna Ennahda adayı Hamadi Cebali seçilirken, Kurucu Meclis başkanlığına
“Ettakatol”dan Mustafa bin Cafer ve geçici başkanlığa da “Cumhuriyet için Kongre”den Muncef Marzuki
seçildi.
Kurucu Meclis’in bir sene içinde yeni anayasayı
hazırlaması, başkanlık ve parlamento seçimlerini örgütlemesi gerekiyor. Bu görevleri yerine getirdiğinde
yeni anayasa temelinde yapılacak seçimlerle başkan
ya da hükümet yenilenerek geçici yönetim son bulacak... Bu noktadan itibaren de Bin Ali sonrası rejimin
ne olduğu netlik kazanacak.
Ama oraya varılana kadar Tunus’ta, özellikle de
kitlelerin yıldönümündeki protestoları gibi “ekmek
ve özgürlük” için mücadeleyi nasıl sürdüreceğini kestirmek mümkün değil. Buna rağmen sancılı da olsa
genel olarak gidişatın emperyalizmle işbirliği içindeki burjuvazinin gerici burjuva demokrasisine doğru
olduğu, olacağı tespit edilebilir.
20 Ocak 2011 tarihli yazımızda da tespit ettiğimiz
gibi: “Halkların devrimlerinin yarı yolda kalmaması
için, halkların kendi kaderlerini kendi ellerine almaları için komünist önderlik, sosyalizm/ komünizm
hedefi mutlak gerekliliktir. Ve bugün en büyük eksiklik budur. Tunus’taki gelişmeler bugün komünistlerin
önündeki en önemli görevin, halklara önderlik edebilecek yetenekte bir örgütlenmeyi yaratmak olduğunu
gösterdi.” (sayı 150, sayfa 30)
Aradan geçen bir yıllık süreç ve deneyimler de bu
görevin aciliyetinden ve öneminden bir şey değiştirmedi.
22 Şubat 2012 ✓
- MISIR -
T
unus’taki isyanın en hızlı etkilediği ve başkanının yönetimden çekilmek zorunda kaldığı ülke
Mısır’dı. Mısır’daki gelişmeleri ve olayları rakamlarla ifade etmeye kalkışırsak, Mısır’ı, son bir yıl içinde
“Arap Baharı”ndan etkilenen ve protestoların yaşandığı ülkeler arasında en çok olayın ya da gelişmenin
yaşandığı ülke olarak tanımlayabiliriz.
Rakamlara değil de rejimdeki değişime baktığımızda ise, tüm bu olay ve değişikliklere rağmen sözkonusu ülkeler arasında Mısır’ı, rejiminde en az değişimin
yaşandığı ülke olarak değerlendirmek de gerçeğin
ifadesi olma durumundadır.
Kuşkusuz ki hiç bir şey yerinde saymıyor ve her şey
sürekli bir hareket ve değişim içindedir. Bu felsefi
olarak da toplumsal olarak da genelde tespit edilebilir. Ama bu tespit sözkonusu değişikliklerin öze ait
olup olmadığına yanıt vermemektedir. Somut olarak Mısır’daki gelişmelere baktığımızda, halk isyan
etmiş ve onlarca yıllık bir hükümdarı koltuğundan
etmiştir. Bu bağlamda, evet, ille de istenirse bir devrimin yaşandığı da tespit edilebilir. Fakat bir başkanın, hükümdarın tek başına rejimi oluşturamayacağı
bilindiğinde, o hükümdarın alaşağı edilmesinden
sonraki yönetimin ve rejimin karakteri özde bir değişiklik olup olmadığını gösterir.
Mısır’da Ordu, ister Nasır, Sedat dönemlerinde
olsun, ister Mübarek döneminde olsun, isterse de
Mübarek sonrası dönemde olsun esas yönetici, iktidarın sahibi güç olagelmiştir. Dergimizin 150. sayısında Mısır’daki gelişmelere değinirken özel olarak
Ordu’nun rolünü ortaya koymamız da bu yüzdendir.
Ordu sadece siyasi iktidarda değil ekonomik alanda
da büyük bir güçtür. Ordu’nun Mısır’ın ekonomisindeki gücü, kimi değerlendirmelere göre yaklaşık üçte
bir iken, kimi haberlerde verilen verilere göre ülkenin
ekonomisinin yaklaşık %40’ına sahiptir. Buna bağlı
olarak isyan ve protestoların, özellikle de grevlerin
yaşandığı dönemde gerileyen ekonomik durumda
Ordu da ekonomik olarak kayıplara uğradı. Bundandı Ordu yetkililerinin protestoculara bir an önce evlerine dönmeleri ve üretimin normale dönmesi gerektiği yönlü açıklamalarda bulunmaları.
Bu olgulara bakıldığında, Mübarek koltuğundan
edilse de, iktidarın sahipleri arasından birileri azalsa
da, Ordu yönetimdedir ve ekonomik gücünü iktidarı elde tutmak için, iktidarı da ekonomik çıkarlarını
korumak için kullanmaktadır. Bu temelde değerlendirme yapıldığında, Mübarek sonrası dönemde özde
bir şeyin değişmediğini tespit etmek, olgunun ortaya
konmasından başka bir anlama gelmiyor.
Burada hemen şunu da belirtmekte yarar var: Anda
rejimin özünde bir şey değişmediğini tespit etmek,
kendi başına ele alındığında tek tek çok şeyin de
değiştiğini reddetmek anlamına gelmiyor. Örneğin
kadınların mücadelesi ve isyandaki rolü, devlet denetimi dışındaki sendikal örgütlenmelerin rolü ve gelişmeleri, gençlerin mücadelesi ve isyanda rolü vb. vb.
konularda yaşanan gelişmeler, genel olarak toplumsal
gelişme için çok önemlidir. Fakat bunlar rejimdeki
değişiklik değil, rejimin değişmesini dayatan gelişmelerdir.
Ordu’nun rolüne ve konumuna dikkat çektikten
panorama
Askeri yönetimli
“kontrollü
geçiş”!
Protestocular, eylemlerinde
Ordu’nun Mübarek döneminden hiç
de farklı olmayan saldırganlığını
yaşadıkça, Yüksek Askeri Konsey
Başkanı Tantawi’yi “üniformalı
Mübarek” olarak adlandırmaya
ve giderek protestoların merkezine
“askeri yönetime son”, ya da
“Tantawi’ye ölüm” vb. taleplerini
koydular.
17
panorama
18
sonra özetle 1 Mart 2011’den bugüne kadarki gelişmelere bakalım.
GELİŞMELERDE ÖNE ÇIKAN BAZI
NOKTALAR
11 Şubat 2011 tarihinde Mübarek’in istifa ettiği ve yönetimin Yüksek Askeri Konsey tarafından devralınacağı açıklanmıştı. Ardından Yüksek Askeri Konsey
ülkeyi resmen yönetmeye başladı. Bu arada aldığı ilk
önlemler içinde Anayasa’yı askıya alma, yani geçersiz
ilan etme adımı da vardı. Aynı zamanda yeni anayasa
için bir komisyonun oluşturulacağı da açıklandı.
Fakat 4 Mart 2011 tarihinde Anayasa’nın kimi maddelerinde yapılmak istenen değişiklikler kamuoyuna
açıklandı ve referandumun 19 Mart’ta yapılacağı ilan
edildi. Sözde, bu değişiklikler adil ve demokratik parlamento ve başkanlık seçimlerini güven altına almak
için yapılıyordu.
Hukuki anlamda ele alındığında, sözkonusu maddelerdeki değişim, eski maddelere göre kimi iyileştirmeleri içeriyor. Örneğin başkanlığın en fazla iki kere
dörder sene sürebileceğiyle ilgili 77. madde “ömür
boyu başkanlığa” sınırlama getiriyor. Ya da 148. Madde, sıkıyönetimin Başkan tarafından ilan edilebileceğini, ama yürürlüğe girebilmesi için Başkanın bunu
bir hafta içinde parlamentoya sunması ve parlamentoda çoğunlukla onaylanması gerektğini belirliyor.
Bu da Başkanın yetkilerini kısıtlamadır.
Sözkonusu referandum 19 Mart’ta yapıldı ve seçmenlerin (45 milyon civarında olduğu söyleniyor)
%41’inin katılımıyla ve bunların %77,2’sinin oyuyla
değişiklikler yapıldı. Birçok örgüt ve kesim referandumu, özellikle askıya alınmış, geçersiz bir anayasada değişiklik yapılmasını anlamsız bulduklarından
reddetti.
Bu değişikliklere rağmen Ordu 30 Mart’ta “geçici bir anayasa” ilan etti. Medyaya yansıyan haberler
doğru ise ülke çapındaki hukukun dayandığı temel
kaynağın şeriat olduğu bu anayasada yazılmıştır. Bu
anayasanın parlamento ve başkanlık seçimlerine kadar geçerli olduğu ilan edildi. Bununla birlikte Ordu
kendi konumunu da güçlendirdi. Buna göre başbakanın ve bakanların rolü ve yetkisi danışma işleviyle sınırlandırılmıştır. Aynı biçimde Ordu kendisine parlamento ve başkanın seçilip seçilmemesi konusunda
karar verme yetkisini; ya da bu süreçte hükümeti
atama ya da görevden alma yetkisini de vermiştir...
Kısacası ordu ülkedeki gelişmeleri dizayn eden esas
güçtür. Bu da sözkonusu olacak yeni Anayasa’nın esas
olarak Ordu’nun kontrolü ve izniyle oluşturulacak bir
anayasa olacağını gösteriyor.
Bir yandan devlet kontrolündeki sendikalardan bağımsız sendikaların kurulmasına izin verilirken, diğer yandan grev ve eylemlere katılanlara cezalar için
yeni kanunlar çıkarılmaktadır. Örneğin 23 Mart 2011
tarihinde esasında “toplantı hakkı”nın kısıtlanmasını
içeren bir kanun onaylandı. Bu kanunun 1. maddesine göre, özetle protesto eden herkes, eğer olağanüstü hal durumunda –ki bu kanun çıkarıldığında hala
olağanüstü hal vardı ve pratikte grev yasağı anlamına
geliyordu- işi sürüncemede bırakma ya da durdurma durumunda, bir grev örgütleyen ya da grevde yer
alan herkes hapisle ya da en az 12.500 ile 25.000 TL
para cezasına çarptırılır. Aynı biçimde protesto ya
da grevleri yazılı ya da sözlü olarak teşvik eden ya da
yardımda bulunan herkese hapis ya da para cezası verilecektir...
Ülkenin en büyük tekeli ya da holdingi olarak Ordu
kurumu kuşkusuz ki bu kanunla kendi ekonomik çıkarlarının temsilciliğini de yapmaktadır.
Bu kanunun dışında “Partiler kanunu”nda da kimi
değişiklikler yapıldı. Hemen her burjuva devlet gibi,
partilerin ilkeleri, amacı, programı siyasi ve çalışma
metotlarının Anayasa’nın temel ilkeleriyle; ulusal güvenliği, ulusun birliğini, sosyal barışı ve demokratik
düzeni korumak için gerekli taleplerle çelişemeyeceği
belirlenmiştir. Böylece işlerine gelmeyen partilerin
“ulusal güvenliği” ya da “ulusun birliğini” zedeliyor
diye yasaklanmasının yolu kanunen garantiye alınmıştır.
7 Eylül 2011 tarihinde “askeri egemenlik altında
günlük” adıyla yayınlanan bir rapora göre, Ordu’nun
7 aylık yönetimi döneminde Yüksek Askeri Konsey
yaklaşık 12.000 sivil insanı yargılanması için askeri
mahkemelere çıkarmış. Bu rakam tüm Mübarek döneminde askeri mahkemelerce yargılanan sivillerin
sayısından çok fazlaymış...
Mübarek’in yargılanmasına gelince durum kısaca
şöyledir. Göstermelik olarak Mübarek ve ailesinin
kimi mensuplarına ve birlikte çalışanlarına karşı sorgulama ve yargılama başlatıldı. Savcı Mübarek hakkında ölüm cezası talep etmiştir. Aylardır mahkemesi
sürüyor. Ama Şubat ayı başlarına kadar bir tek gün
bile hapse konmamıştır. 7 Şubat’ta medyaya yansıyan
haberlere göre, Mübarek nihayet hapse konacakmış...
Ama hapse konup konmadığı belli değil. Tüm bu süreçte, sivil ya da askeri hastahanelerde bakım kontrolüne alınmıştır...
Mübarek sonrası dönemde de yüzlerce insanın yaşamını yitirdiğini tespit edebiliriz.
Protesto ve çatışmaların ya da katledilme olaylarında iki durum diğerlerinden farklı olduğundan
bilince çıkarmakta yarar var. Biri Kıptilere karşı
saldırılar, diğeri de 74 kişinin ölümüyle sonuçlanan
futbol maçındaki çatışmalardır. Olayların detayına,
yazıyı uzatacağından değinmiyoruz. Ama sözkonusu bu olaylarda ortaya atılan bir düşünceye dikkat
çekmek gerekiyor. O da, Ordu’nun kargaşa çıkararak
kendisini halka koruyucu güç olarak kabul ettirme
Mübarek’i alaşağı eden yoğunlukta olmasa da, protestolar sürekli yaşandı. Yer yer 100.000 civarında ya
da 1 milyona kadar katılımlı protestolar yaşandı, ama
çoğunlukla onbinlerce katılımlı diye ifade edilebilecek protestolar yaşandı.
Kuşkusuz ki bu protestolarda hemen hemen her
seferinde kolluk güçleriyle çatışmalar ve katletmeler
yaşandı.
Katledilenlerin sayısı konusunda net bir rakam verilmiyor. Nisan ayı ortalarında askeri konseyin de
onayladığı habere göre Mübarek’i istifaya zorlayan
isyan döneminde (yaklaşık üç hafta) 365 değil de 846
insan yaşamını yitirmiştir. İnsan hakları savunucularının görüşüne göre ise bu sayı 1500 civarındadır.
Günlük gazetelerde verilen haberlere baktığımızda
temelinde iktidarının süresini uzatmaya çalıştığı düşüncesidir. Ve bu düşüncenin maddi temeli de vardır. Futbol maçı bağlamında öne çıkan bir düşünce
de, “Tahrir Meydanı”nda Mübarek’in yönetimine son
veren protestolarda öne çıkan “Ultra” adıyla anılan
kesimden intikam alma amacıyla sözkonusu saldırıların planlandığıdır. 74 ölünün önemli kesiminin
“Ultra”lardan olması bu düşüncenin de doğru olabileceğine işaret etmektedir.
Bu dönemde ilginç olan bir gelişme, Mısır yönetiminin dış ilişkiler bağlamında ABD ve Alman emperyalizminin kimi STÖ ve çalışanlarına karşı takındığı tavır oldu. Sözkonusu STÖ büroları basıldı kimi
çalışanları tutuklandı ve toplam 44 kişinin mahkemeye çıkarılıp yargılanacağı açıklandı. ABD ve Al-
panorama
Ordu’nun halkın isyan ettiği dönemdeki fazla saldırgan olmayan, hatta protestocuları “koruma” yönlü
tavrına kanan kesimlerin “Ordu halk el ele” diye attığı slogan ve yaklaşımının yanlışlığı, pratikte fazla
zaman geçmeden kendisini kanıtladı.
Protestocular, eylemlerinde Ordu’nun Mübarek
döneminden hiç de farklı olmayan saldırganlığını
yaşadıkça, Yüksek Askeri Konsey Başkanı Tantawi’yi
“üniformalı Mübarek” olarak adlandırmaya ve giderek protestoların merkezine “askeri yönetime son”, ya
da “Tantawi’ye ölüm” vb. taleplerini koydular.
19
panorama
20
man emperyalizminin uyarıları ve tehditleri karşısında nasıl bir adım atılacağı belli değil.
PARLAMENTO SEÇİMLERİ...
Protestoların son bulmadığı ve Ordu’nun yönetimden
çekilmesi talebinin yükseldiği bir ortamda, 28 Eylül
2011 tarihinde Yüksek Askeri Konsey parlamento seçimleri için tarihleri açıkladı ve başkanlık seçimleri
için de yaklaşık bir zaman belirledi. 28 Eylül’de aynı
zamanda 12 Ekim’e kadar milletvekili adaylarının
tespit edilmek zorunda olunduğu da açıklandı. Yani
parti ya da seçim ittifaklarının aday belirlemek için
sadece iki hafta zamanları vardı.
Buna göre parlamento seçimleri üç aşamalı olacaktı
ve 28 Kasım, 4 Aralık 2011 ve 3 Ocak 2012 tarihlerinde yapılacaktı. Parlamento Meclisin alt kamarası
olarak belirlendiğinden bir de üst kamara olarak belirlenen Şura seçimi sözkonusuydu. Bu seçim de iki
aşamalı olup 29 Ocak ve Şubat ayın ortalarında yapılması planlanmıştı.
1 Kasım 2011 tarihinde de Başbakan yardımcısı
seçim kurallarını açıkladı. Buna göre diğer şeylerin
yanısıra Ordu parlamentonun üzerindeki kurumdu
ve Ordu’ya otonomi adına geniş yetkiler garanti ediliyordu. Bu açıklamaya karşı onbinlerce insan protestoda bulundu. Sonuçta medyada pek belli olmayan,
kimi değişikliklerin yapıldığı açıklandı.
Seçimlerle öngörülen şey, Meclisin bu iki kamarasının yeni anayasa için ortak olarak 100 kadar kişiyi
seçmesi, bunların anayasayı hazırlayıp referanduma
sunması ve referandumun sonucu belli olduktan sonra da 45 –60 gün içinde başkanlık seçimlerinin yapılması ve Ordu’nun devreden çıkmasıdır... Başkanlık seçimlerinin tarihi net değildi ama protestoların
dindirilmesi için de olsa en geç Haziran ayı sonuna
kadar yapılacağı sonradan açıklandı. Buna göre Ordu
Temmuz ayında yönetimi devretmesi gerekiyor!
Bu planın ilk ayağı, yani parlamento ve Şura seçimi gerçekleşti. Seçimlere katılım oranı konusunda
medya mümkün olduğunca veri vermekten kaçınıyor. Ama kullanılan oylara bakıldığında, 45 Milyon
kadar olduğu söylenen seçmenin 27 Milyonu oy kullanmıştır. Buna göre eğer veriler doğruysa seçimlere
katılım oranı %60 kadardır. Parlamentoda bağımsız
adaylar dışında 15 parti ya da seçim bloku temsil edilmektedir.
Seçimlerin açık farklı galibi islamcılardır, islamcılar içinde de “Müslüman Kardeşler”in seçim ittifakı
olarak gösterilen “Hürriyet ve Adalet Partisi” (HAP),
seçmen sayısı 45 Milyon olarak kabul edildiğinde 10
Milyondan biraz fazla oyla %22,5; ama kullanılan oyları temel aldığımızda %37,5 oy oranı ile birinci parti
olmuştur. 498 sandalyeden 235 sandalyeyi elde etmiştir. Parlamentoda 508 sandalye var, ama bunlardan
10’u seçilmiyor Ordu tarafından atanıyor.
“Müslüman Kardeşler”den daha aşırı islamcılardan Selefilere bağlı El-Nur Partisi ise kullanılan oyların %27,8’iyle 127 sandalye elde etmiştir. “Soft” ya
da “Hard” islamcılar parlamentonun yaklaşık dörtte
üçünü oluşturuyor. Kendilerini liberal olarak tanımlayanlar akımlar içinde ikinci güç durumunda. Sol
olarak gösterilen ama gerçekte sosyaldemokrat olanlar ise, üçüncü akım... ve en zayıfı!
“Devrim Sürüyor” adıyla seçimlere katılan ittifak,
özellikle Mübarek’i koltuğundan eden protestoların
başını çeken genç kesimin bir bölümünün de içinde
olduğu bloktu. Bunlar oyların %2,8 ile 9 sandalye elde
ettiler.
Şura seçimleri bağlamında ise kesin sonuçlar ne yazık ki elimizde yok. Bu yüzden güçler dengesini tam
olarak ortaya koyma durumu yok. Ama genel olarak
seçimlerden ortaya çıkan tablo islamcıların Ordu ile
işbirliği temelinde bir anayasanın oluşturulacağına
işaret etmektedir.
Oluşturulacak anayasanın ne kadar burjuva demokrasisini içereceği esasında protesto hareketinin
–ki bunların bir kesimi seçimleri boykot etti- örgütlülüğüne, gücüne ve mücadelesine bağlıdır.
25 Ocak 2012 tarihinde, isyanın yıldönümünde
protesto hareketinin yeniden onbinlerce insanın katılımıyla “Tahrir Meydanı”nı işgal etmesi ve Ordu
güçleriyle çatışmaların yaşanması, az da olsa umut
vericidir. Protesto hareketinin ordunun yönetimden
çekilmesi yönlü taleplerin sisteme karşı mücadeleye
dönüştürülmesi için mücadele, anda güçlendirilmesi
gereken mücadeleden biridir.
Bu arada Yüksek Askeri Konsey bu yıldönümünde
“sıkıyönetim”e son verildiğini, bunun sadece “şiddetle cürüm” işleyenlere karşı yürürlükte olacağını açıkladı.
“Kontrollü geçiş”in nasıl devam edeceğinin takipçisi olacağız elbette... Mısır’la ilgili önceki yazımızda
da belirttiğimiz gibi:
“Mısır’da da dayanışmamız ezilenlerin sömürücülere, zorbalara karşı demokrasi, özgürlük, ekmek için
verilen mücadeleyedir!” (sayı 150, sayfa 39)
25 Şubat 2012 ✓
panorama
Despotizme
karşı mücadele
sürüyor!
- BAHREYN -
“Ulusal diyalog” adına yürütülen görüşmelerde duruma yeniden hakim
olan Kral rejiminin temsilcileri sözü edilen basit reformları da bir
kenara atarak muhalefeti kendi içinde bölmeye ve hiç bir şey olmamış
gibi baskılarını sürdürmeye çalıştı, çalışıyor.
T
unus ve Mısır’daki isyanların etkilediği ülkelerden biri de Bahreyn idi. Kralın despotizmine
karşı mücadelede kitleler, Bin Ali ve Mübarek rejimine, faşizmine karşı mücadeleden cesaret almış, “Tahrir Meydanı”nı örnek alarak “İnci Meydanı”nı işgal
etmişlerdi.
14 Şubat 2011 tarihinde planlanan protesto eylemiyle Kral’a karşı eylemlere dönüşmeye başlayan gelişmeler ve çatışmalar yaklaşık bir ay sürmüş ve Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri’nin “Körfez
İşbirliği Konseyi” (KİK) adına Bahreyn’e askeri müdahalesiyle 14 Mart’ta bastırılmıştı. Sözkonusu gelişmeleri 15 Ağustos 2011 tarihli yazımızda ortaya koymuştuk. (bkz. Sayı 153, sayfa 37-40)
14 Şubat 2012 tarihini protesto eylemlerinin yıldönümü olarak gören kral rejiminin kimi muhalif güçleri, “İnci Meydanı’na geri dönüş” olarak gösterdikleri protesto eylemleri gerçekleştirdi. Rejimin kolluk
güçleri yine eylemcilere saldırdı, çatışmalar yaşandı.
Yine, “Kahrolsun Kral!” sloganları atıldı. 14 Şubat
2011 tarihinden bu yana yaşananlar hem Kral rejiminin despotizminin hem de buna karşı mücadelenin,
şu ya da bu biçimde ya da yoğunluktaki katılımla
protestoların sürdüğünü göstermektedir.
İlk başlarda “ılımlı” olarak tanımlanan, protestolarda şiddet eylemlerini reddeden muhalefet, militan
ve kolluk güçlerine karşı şiddete de başvuran muhalefete yamandı ve bu dönemdeki protesto eylemleri
Kral’a reformlar yapma sözü vermeye zorladı.
“Ulusal diyalog” adına yürütülen görüşmelerde duruma yeniden hakim olan Kral rejiminin temsilcileri
sözü edilen basit reformları da bir kenara atarak muhalefeti kendi içinde bölmeye ve hiç bir şey olmamış
gibi baskılarını sürdürmeye çalıştı, çalışıyor.
Bu arada “ılımlı” muhalefet yer yer protestolara
katılıp Kral’ın sözünü verdiği hükümetin parlamento tarafından denetlenmesi vb. yönlü reformların
yerine getirilmesi talebini yükseltseler de, militan
muhalefete de karşı konumlanmıştır. Genelde şiddet
eylemlerine karşı olma adına rejimin ayakta kalmasına hizmet etmektedirler. Radikal olarak gösterdikleri kesimi dıştalamaya çalışmaktadırlar. Bu temelde
muhalefet kendi içinde ayrışmıştır. Kuşkusuz bu da
Kral’ın, hem ABD emperyalizminin hem de “Körfez
İşbirliği Konseyi”nin hem askeri müdahalesi, hem de
mali desteğiyle kendisini muhalefete karşı güçlü gör-
21
panorama
22
mesine –ki gerçek durum da budur- ve verdiği reform
sözlerini sürüncemede bırakmasına hizmet etmektedir. Bırakın Kral rejimini devirmeyi, Kral’ı reform
yapmaya zorlamak için bile güçlü ve militan bir muhalefet, olmazsa olmaz koşullardandır.
15 Ağustos 2011 tarihinden bu yana olan gelişmelere göz attığımızda öne çıkan kimi noktalar şunlardır.
Parlamentonun alt kamarasında Şii’leri temsil eden
El Vifak’ın protestoculara yönelik saldırıları protesto
ederek 18 milletvekilini parlamentodan çekmesine
bağlı olarak, 24 Eylül 2011 tarihinde, bu 18 milletvekilinin yerini doldurmak için seçimler yapıldı...
Parlamentonun alt kamarası, gerçekte karar verme,
yasa yapma vb. durumda olmadığından; buraya seçilen milletvekillerinin “halkın temsilcileri” olarak
gösterilmesinden ve Kral’ın despotizminin üzerini
örtmeye hizmet etmekten başka önemli bir rolü olmadığından, seçimler ülkedeki gelişmeleri pek etkilemedi.
Buna rağmen seçimlerde herhangi bir terslik olmaması için devletin baskı makinası işletildi. O kadar ki,
hiç de alışık olmayan önlemler ya da tehditler gündeme getirildi. Örneğin, protestolara katılacak olanlar,
“Ehliyet”lerine el konulacak diye tehdit edildiler!
Rejimin insanlık düşmanı yüzü, 29 Eylül’de bir
Özel Mahkeme tarafından 13 doktor ve hemşireye
15er sene ve 7 sağlık çalışanına 5 ile 10 sene arası hapis cezasının verilmesiyle de kendisini açıkça gösterdi. Cezanın gerekçesi, sözkonusu kişilerin protestolara katılanları tedavi etmesidir.
Kasım ayı ortalarından itibaren protesto ve çatışmalar yeniden yoğunlaşmaya başladı ve değişik düzeylerde ve biçimlerde bugüne kadar varlığını sürdürdü.
Bu arada 14 Şubat 2011 tarihinden itibaren yaşanan
protesto eylemlerinde, katledilen insanların devlet
güçleri tarafından katledilip edilmediği, ya da durumun ne olduğunu, kısacası insan hakları ihlallerini
ortaya çıkarmak için oluşturulan “Bağımsız Araştırma Komisyonu”, 23 Kasım’da 500 sayfa olduğu
söylenen Raporunu açıkladı. Rapor Kral’ın huzurunda televizyonda yayınlanarak açıklandı. Verilen bilgiye göre rapor için 8000 kadar belgeye bakılmış ve
5000’den fazla tanıkla görüşülmüştür.
Basına yansıdığı kadarıyla sözkonusu raporda, devletin kolluk güçleri protesto eylemlerinin başından
itibaren “aşırı”, “dengesiz” güç kullanmış, keyfi tutuklamalarda bulunmuş, gözaltına aldığı eylemcilere
fiziksel ve psikolojik işkence yapmıştır, eylemcilere
karşı aşağılayıcı, onurlarını zedeleyici davranmıştır
vb. vb.
Yine sözkonusu rapora göre en az 4000 işçi protesto eylemlerine katıldığı gerekçesiyle işten atılmıştır.
14 Şubat’tan raporun yazılmasına kadarki dönemde
40 kişi yaşamını yitirmiştir. Bu arada son dönemdeki
çatışmalarda ölenlerin sayısıyla birlikte 60 kişinin öldüğü belirtilmektedir. Gözaltına alınan 2919 kişiden
741’i hala hapistedir.
Aralık ayı sonu ve Ocak 2012 başlarında protestolar –özellikle 15 yaşındaki bir gencin öldürülmesinin
protesto edilmesi vb.- gündemi iyice işgal ederken, 15
Ocak’ta Kral yeniden “Ulusal Diyalog Forumu”nun
önerilerini gözönüne alacağını ve anayasada reformlar yapacağı açıklamasında bulundu. Örneğin yeni
yasaların parlamentonun oyuna sunulması gibi,
Kral’ın yetkilerini formel olarak da olsa kıstlayan reformlar gibi değişiklikler sözkonusudur. Tabii ki bu
yöndeki açıklamaya uygun reform adımları atılırsa!
14 Şubat’ın yıldönümünde özellikle de “14 Şubat
Gençliği” adlı grubun –ki bu grup radikal olarak adlandırılıyor- “İnci Meydanı’na geri dönüş” çağrısıyla
yapılan protesto eylemlerine kolluk güçlerinin saldırıları ve yaşanan çatışmalar Kral’ın ciddi biçimde geri
adım atmadığını, atmaya da yanaşmadığını ortaya
koyuyor.
Olayların rayından çıkmaması için Kral’ın büyük
ağababası ABD emperyalizminin temsilcileri, taraflara şiddetten kaçınma ve “siyasi gelecek için gerçek bir
diyalog aracı” bulma çağrısında bulundu.
Bahreyn’de protestolar, devletin kolluk güçlerinin
eylemcilere saldırdığı ve onlarcasını katlettiği böylesi bir ortamda, Kral, Suriye Başkanı Esad’a “halkını
dinlemesi”ni öğütledi!
Sonuçta 14 Şubat protesto eylemlerinin başlangıcının yıldönümü olarak ele alındı ve yeniden protestolar yoğunlaştırıldı. Kral rejiminin despotluğuna rağmen mücadele sürüyor.
15 Ağustos 2011 tarihli yazımızda tespit ettiğimiz
gibi: “Kısaca ifade edilirse kitlelerin protestolarında
yavaş da olsa, henüz az sayıdaki insanın talebi de olsa
giderek rejime karşı bir tavır gelişmektedir. Ezilenlerin cephesinde bakıldığında bu gelişme iyidir ve desteklenmesi gereken bir gelişmedir.” (sayı 153, sayfa
40)
Bizim desteğimiz de “Kahrolsun Kral! Özgürlük istiyoruz!” diyerek rejime karşı demokratik hakları için
mücadele edenleredir.
23 Şubat 2012 ✓
- YEMEN -
T
unus’taki halk isyanının etkilediği ve başkanı somutunda andaki yönetime karşı olan kesimi cesaretlendirdiği ülkelerden biri de Yemen’di. Yemen’de,
Başkan Salih’in istifa etmesi talebinin yükseldiği eylemler, protestolar 27 Ocak 2011 tarihinde başlamıştı.
Yemen’deki gelişmelere değindiğimiz 14 Haziran
2011 tarihli yazımızda sonuçta şunu tespit etmiştik:
“...Salih yönetimine öyle ya da böyle son verileceği artık kesindir. Sorun, bunun nasıl bir yol ve gelişmeleri
izleyeceğidir. Salih’e alternatif birilerinin olmaması
da muhalefetin eksikliklerinden biridir.” (sayı 152,
sayfa 41)
Haziran 2011’den bu yana olan gelişmeleri değerlendirmede hatırlanması gereken bir olgu da, sözkonusu yazımız yazıldığı dönemde, uğradığı bir saldırı
sonucu yaralandığı söylenen Başkan Salih’in tedavi için Suudi Arabistan’a gitmiş olmasıdır. Salih’in
Yemen’e geri dönüp dönmeyeceği soru işaretiydi.
Yemen’deki genel durum ve gelişmeler bağlamında
tespit edilmesi ve bilince çıkarılması gereken olgulardan biri de, Salih’in başkanlığına karşı olan andaki
muhalefetin varlığı gibi, bu yönetimle çatışmalı durumda olan ve bu son bir yıllık süreçte de rejimin
kolluk güçleriyle –her gün olmasa da- sık sık çatışan
farklı kesimlerden oluşan bir muhalefetin var olduğu
olgusudur.
Buna bağlı olarak Yemen’de Temmuz 2011’den bu
yana protestolar, çatışmalar her zaman gündemde
kalmış ve sayısı tam belli olmayan onlarca insan yaşamını yitirmiştir. Öyle ki, sonuçta koltuğunu devretmek zorunda kalan Salih bile, bu durumunu: “yüzlerce insan öldürüldükten sonra barışçıl bir yönetim
değişikliğinden bahsedilemez” diye ifade etti. Medyada verilen bilgilere göre 27 Ocak 2011 tarihinden
27 Ekim 2011 tarihine kadar 1500 kadar insan yaşamını yitirmiştir. Son dört aylık dönemde de onlarca
insanın katledildiği gözönüne alınırsa öldürülenlerin
sayısının daha yüksek olduğu ortaya çıkmaktadır.
Ayrıca bu olguların dışında Yemen’de, “terörizme”,
“El Kaide” ve bağlantılı “teröristlere karşı mücadele”
adına ABD emperyalizminin insansız uçaklarla sık
sık bombalamalarda bulunduğu savaş da varlığını
sürdürmektedir.
Protestolar, çatışmalar ve ölümler Salih’in Suudi
Arabistan’da olduğu dönemde de yaşandı. Fakat 23
Eylül 2011 tarihinde Salih’in Yemen’e geri dönmesi ile
protestolar daha da yoğunlaştı.
Bu arada Ekim ayı ortalarında başkent Sanaa’da
son dönemlerin en yoğun çatışmalarının yaşandığı
haberleri medyaya yansıdı.
Bu gelişmeleri gözönüne alan BM Güvenlik Konseyi 21 Ekim’de oybirliğiyle Yemen’deki şiddeti kınadı
ve Salih’e yeniden “Körfez İşbirliği Konseyi” (KİK)
tarafından hazırlanan ve daha önce Salih tarafından
imzalanmayan anlaşmayı imzalama çağrısında bulundu. Bir yandan protesto ve çatışmalar sürerken
sözkonusu KİK tarafından hazırlanan anlaşma üzerine pazarlıklar da sürdü. Sonuçta, 23 Kasım 2011 tarihinde Salih, yönetimini adım adım devretmesini öngören anlaşmayı Suudi Arabistan’ın başkenti Riad’da
imzaladı.
KİK tarafından ABD ve AB temsilcileriyle görüşmeler temelinde hazırlanan anlaşma, “Arap Baharı”
sürecinde özellikle Mübarek’in görevini devretmesi
panorama
“Kontrollü
geçiş”te atanmış
başkan seçimi!
“Kontrollü geçiş” sürecinin hedefi
başkanlık seçiminden itibaren
“yeni” başkan ve hükümet/
parlamento tarafından iki sene
içinde “ulusal diyalog” sağlaması,
atanacak bir komisyonun yeni bir
anayasa hazırlaması ve bunun
referandumla kabul edilmesi ve de
parlamento seçimlerinin yapılmasının
gerçekleştirilmesidir.
23
panorama
24
planı üzerine görüşlerde ifade edilen “kontrollü geçiş” bakış açısıyla hazırlanmıştı.
Bu, gerçekte demokrasiye geçiş falan değildi. Hayır!
Esas olarak bu, halkın isyanını, öfkesini dindirmek
için anda hedefe konan başkanın görevi bırakması; kitlelerin taleplerinde kendi egemenliklerine pek
zarar vermeyen, ama kitleleri aldatmak için kimi
noktalarda verilebilecek tavizlerin verilmesinin göze
alınması; açık despot, faşist, askeri yönetim yerine gerici burjuva demokrasisinin monte edilmesidir.
Bu temelde hazırlanan anlaşma Salih’in 30 gün içinde başkanlığı, yardımcısı Hadi’ye devretmesini, 90
gün sonra da başkanlık seçiminin yapılmasını; ama
başkanlık seçimi yapılana kadar da Salih’in “Onursal
Başkan” titr’ini taşımasını, seçimlerle birlikte resmen
ne saldıranlar dışında, siyasi tutuklulara genel af ilan
etti. Başkanlık seçiminin de 21 Şubat 2012 tarihinde
yapılacağı açıklandı.
“Kontrollü geçiş” sürecinin hedefi başkanlık seçiminden itibaren “yeni” başkan ve hükümet/parlamento tarafından iki sene içinde “ulusal diyalog”
sağlaması, atanacak bir komisyonun yeni bir anayasa
hazırlaması ve bunun referandumla kabul edilmesi
ve de parlamento seçimlerinin yapılmasının gerçekleştirilmesidir. Kısacası, Yemen halkı 1994’ten beri
Salih’in yardımcılığını itirazsız yerine getiren ve
meslekten asker olan Başkan Yardımcısı Hadi’ye bu
sefer Başkan olarak “dayanmak” zorunda...
Sözkonusu anlaşmanın imzalanması Salih karşıtlarının protestolarını sonlandırma yerine teşvik etti.
Salih’in devrinin son bulmasını içeriyordu.
Buna karşılık Salih ve ailesine ve de Salih’in yönetimi sürecinde O’nunla çalışan “önemli şahsiyetler”
için dokunulmazlık garantisi öngörülüyordu.
Bunların yapılması için de muhalefetin bir kesiminin –daha önce “Ulusal Konsey” kuran ve Salih’in
yargılanmasını isteyen muhalefeti dıştalayan işbirlikçi kesimin- içinde yer aldığı bir “Ulusal Birlik” hükümetinin kurulması ve bu hükümetin parlamentoda
öngörülen dokunulmazlık hakkında karar aldırması
gerekiyordu.
27 Kasım’da Başkan Yardımcısı Hadi muhalefetten “bağımsız” biri olarak gösterilen Mohammed
Basindwa’yı Başbakan olarak atayarak yeni hükümeti
kurmakla görevlendirdi.
Salih ise Başkan olarak 3 Haziran 2011’de kendisi-
Örneğin 24 Aralık’taki protestoya 100.000 insanın
katıldığı haberi verildi. Bunların esas karşı oldukları
nokta Salih ve ailesinin dokunulmazlığı, tabii ki buna
bağlı olarak yargılanmaktan kurtulması noktasıydı.
Salih’e ölüm solganları bu protestolarda dile gelen
sloganlar arasındaydı.
Buna rağmen gerek muhalefetin kendi içinde bütünlük oluşturmaması, Salih’e karşı ortak noktada buluşamaması; özellikle de yeni çatışmalardan
kaçınmak adına muhalefetin önemli bir kesiminin
–“Ulusal Konsey”ciler- Hadi ile “kontrollü geçiş” konusunda işbirliği yapması durumu, Salih ve ailesine
dokunulmazlık kararının “Ulusal Birlik” hükümeti
ve parlamento tarafından alınmasını kolaylaştıran
etkenler arasındadır. Andaki güçler dengesi egemenlerin öngördüğü “kontrollü geçişi” engelleyecek du-
SEÇENEKSİZ BAŞKANLIK “SEÇİMİ”!!!
21 Şubat 2012 tarihinde yapılması planlanan “seçim”
yapıldı! Gerçekte ama buna seçim demenin kendisi
bile gerçeğin üzerini örtmek, kitleleri aldatmak; bunun da ötesinde kitleleri kelimenin gerçek anlamıyla
aptal yerine koymaktan başka bir anlama gelmiyor.
“Seçim”in oynadığı esas rol, Salih’in yönetiminin
resmen son bulması için gerekli görülen formaliteyi
yerine getirmesidir.
“Başkanlık seçimi” bağlamında bilince çıkarılması
gereken kimi olgular şunlardır.
En başta vurgulanması gereken olgu, Başkan Yardımcısı Hadi, gerek KİK tarafından hazırlanan anlaşma ile, gerekse de “Ulusal Konsey”i oluşturan güçlerin andaki yönetimle uzlaşması ile “geçiş dönemi”
olarak planlanan iki yıllık sürecin “Başkanı” olarak
tespit edilmiş, diğer bir deyimle atanmıştı!
Bu atamaya bağlı olarak da 21 Şubat 2012 tarihindeki “Başkanlık seçim”inde Hadi tek adaydı! Halkın,
“oyun” bile denemeyecek bu dayatmaya karşı, “seçim
sandığına” gitmesi durumunda bile, kendi istediği
herhangi bir aday yoktu. Pratik olarak Salih’ten kurtulmak isteyenlere Hadi’ye evet demeleri dayatılmıştı! Medyaya yansıyan haber ve yorumlara göre, gerçekten de çoğu seçmen, bu “seçimin” Salih dönemine
son verme anlamına geldiğinden, sandığa gidip oy
kullandığını açıklamıştır.
21 Şubat’ta “seçim”leri boykot edenlerin sayısı hiç de
küçümsenecek düzeyde değildi. Boykot ve protestolarda yeniden çatışmalar ve ölümler yaşandı. Özellikle Güney Yemen’de bölgenin daha fazla haklara sahip
bir özerkliğini isteyenlerden, Güney’in Kuzey’den ayrılmasının isteyenlere kadar –bu yüzden medya bunları “bölücü” olarak tanıtıyor- ve Kuzey’de de Salih
ve şürekasının yargılanmamasına karşı olanların bir
bölümü – aynı zamanda Şii’lerin çoğunlukta olduğu
bölgeler boykotçuydu! Güney’de “seçim” lokallerinin
büyük bölümünün (%70 civarı) kapalı kaldığı yönlü
haberler medyaya yansıdı.
Buna rağmen 24 Şubat 2012 tarihinde “seçim”e
katılımın %65 civarında olduğu ve Hadi’nin oyların
%99,8 ile “seçildiği” Yüksek Seçim Komisyonu tarafından kamuoyuna açıklandı! Buna göre yaklaşık
12 Milyon olarak gösterilen seçmenden, 8 Milyon’a
yakını Hadi’yi “seçmiştir”!!! Neresinden bakılırsa
bakılsın açık bir sahtekarlık sergilenmiş, atanmış
“geçiş süreci başkanı” böylece meşru ilan edilmiştir!
Medyaya yansıyan en son haberlere göre 27 Şubat’ta
Salih Yemen’e dönmüş olacak ve “kendi eliyle iktidarı
Hadi’ye devredecek”miş!
“Seçim” propagandasında Hadi tarafından verilen
vaatler içinde, Salih’in akrabalarının siyasi, askeri,
polis ve gizli hizmet örgütlerini, kurumlarını “terketmek zorunda” kalacakları bir “reform” yapma vaadi
de vardı. Bunun yerine getirilip getirilmeyeceği soru
işareti iken, iki yıllık “geçiş süreci”nde nelerin yaşanacağı da net değil.
Gidişat, önceden varolan –özellikle Güney Yemen
bağlamındaki- çelişki ve çatışmaların kolayca son
bulmayacağı; geçici Başkan Hadi ve hükümetin sözünü ettiği “ulusal diyalog” çabasının, Salih’in yönetimine karşı olanların protestolarını önemli ölçüde
dindireceği; ama burjuva anlamda da olsa demokratik bir Yemen için mücadelenin geçmişten daha fazla
verileceğine işaret etmektedir.
“Terörizme karşı mücadele” adına yıllardan beridir
Yemen’de başta ABD emperyalizmi ve işbirlikçisi Suudi Arabistan tarafından sürdürülen savaş ise değişik
biçim ve düzeyde de olsa varlığını sürdüreceğe benziyor.
Ne Salih rejimi ne onun devamı olan “kontrollü geçiş” rejimi ve ne de bu sürecin sonunda oluşturulacak
rejim Yemenli işçilerin, emekçilerin temel sorunlarına çözüm getiremez! Kurtuluşlarının yolunu açamaz!
14 Hazıran 2011 tarihli yazımızda da belirttiğimiz
gibi:
“Kurtuluş için tek yol, Yemenli işçilerin, emekçilerin, yoksul köylülerin, feodalizmin, dinin etkisinden
kurtularak sömürü sistemine karşı devrim mücadelesine sarılmalarıdır. İşçi sınıfı önderliğinde demokratik devrim Yemenli ezilenlerin, sömürülenlerin kurtuluşunun yolunu açacaktır. Bunun için mücadeleye
değer!” (sayı 152, sayfa 41)
24 Şubat 2012 ✓
panorama
rumda değil.
21 Ocak 2012 tarihinde parlamentoda sözkonusu dokunulmazlık kararı alındı. Böylece Salih ve
şürekası hem canını hem de malını kurtarmıştı! 22
Ocak’ta ise Salih, başkanlık yetkilerini –gecikmeli
olarak- yardımcısı Hadi’ye devretti. Bunun ertesinde
Salih önce Umman’a, birkaç gün sonra da “tıbbi tedavi” için ABD’ye gitti.
Bu gelişmeden sonra, Salih’e idam isteyenlerin protestolarının değişik düzeylerde sürmesinin yanısıra,
dikkatler esas olarak 21 Şubat 2012 tarihinde yapılması planlanan “Başkanlık seçimi”ne çevrilmişti!
25
güncel
D
26
Dünyada Durum ve
Ekonomik Gelişmeler
ünya ekonomisinde 2007’in üçüncü çeyreğinde başlayan devrevi ekonomik kriz devresinde,
devrenin kriz aşaması çok büyük bir hızla -takriben
bir yıl içinde- aşılarak 2008’in dördüncü çeyreğinde
depresyon aşamasına girildi. Bunda 2008 Eylül’ünde ABD’de Lehman Brothers’in iflası ertesinde yaşanan ve İkinci Dünya Savaşı sonrasının en derin krizi
olan mali kriz, bu krizin kısa süre içinde reel sektöre
yansıması belirleyici rol oynadı. 2009 yılında, yıl bazında dünya ekonomisi İkinci Dünya Savaşı’ndan bu
yana ilk kez sıfırın altında % - 0,9’luk bir “büyüme”
ile küçüldü. Birçok ülke 2009 yılının değişik 3 aylık
dönemlerinde İkinci Dünya Savaşı ekonomi tarihlerinin en derin diplerini yaşadılar.
Dünya ekonomisi bir bütün olarak ele alındığında,
2009 yılının son çeyreğinde yeniden büyümeye başladı.
2009’ un son çeyreğinde başlayan büyüme 2010’un
tümünde, dört çeyreğinde de sürdü. Bir bütün olarak
ele alındığında dünya ekonomisi 2010 yılında bir yıl
önceye göre kimi rakamlara göre % 4,6, kimi rakamlara göre ise % 5,1 oranında büyüdü. Tabii bu büyüme
, % - 0,9’luk bir tabandan yola çıkan bir büyümedir.
Bunun dışında bu büyümede motor rolünü, bundan
önceki dönemlerden ayrı olarak ABD ve diğer batılı
emperyalist ülkeler değil, yüksek tempoyla büyüyen
ve dünya ekonomisindeki ağırlıkları giderek artan
Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya gibi ülkeler oynuyor.
2010 yılı için Çin’in büyüme hızı % 10,3; Hindistan’ın
büyüme hızı % 10,4 idi. Buna karşı gelişmiş endüstri
ülkeleri başlığı altında anılan ABD ve diğer batılı emperyalist büyük güçlerin büyüme ortalaması % 3’tü.
2011 yılında da dünya ekonomisinde büyüme,
2010’a göre biraz hız keserek sürdü.
2011 yılındaki büyümenin kesin rakamları henüz
yok. Bunlar Mart/Nisan aylarında ortaya çıkacak.
Ancak değişik ekonomik araştırma kurumlarının
tahminleri % 2-3 arasında oynayan rakamlar veriyorlar. Bu oldukça düşük oranlı büyümede kimi doğal
afetlerin, kimi kapitalizm yapısı felaketlerin getirdiği muazzam kayıplar yanında (Japonya’da Tsunami;
ardından Fukuşima) aşılmış görünen mali krizin değişik biçimlerde ve boyutlarda hep yeniden gündeme
gelmesi ve bunun yine reel ekonomiyi olumsuz etkilemesi belirleyici rol oynuyor.
Bu rakamlar buna rağmen derin mali krizin yansıması sonucu çok hızlı girilen (1 yıl içinde) depresyon aşamasından, yine çok hızlı çıkıldığı ve bir yıl
içinde canlanma evresine geçildiğini gösteriyor. 2012
yılına devrevi ekonomik kriz devresinde canlanma
aşamasında giriyoruz. Dünya ekonomisi, son 35 yılın
ortalama büyüme hızının (ki bu % 3,5 civarındadır)
gerisinde bir hızla büyümeye devam ediyor. Normal
gelişme içinde bu büyümenin hızlanması ve iki yıl
içinde kalkınma evresinin yaşanması gerekir. Ancak
bu kriz devresinde hiçbir şey “normal” yürümüyor.
Çünkü yukarıda da açıklandığı gibi anormal boyutlardaki bir mali krizin reel ekonomiye de yansıması sonucu, reel ekonomide çok hızlı ve derin bir dip
yaşandı; mali krizin görünürdeki hızlı aşılması ile de
dipten çok hızlı bir çıkış yaşandı.
Burjuva ekonomik araştırma kurumları 2012 için
reel ekonomideki büyümenin 2011’e göre biraz daha
hız keseceğini öngörüyor. Avro bölgesi için hatta yeniden 0 altı büyüme, yani ekonomik küçülme öngörülüyor. Bu aslında normal değil, ama gerçekçi. Neden?
Çünkü görünürde çok hızlı aşılmış olan mali kriz
devletlerin borç balonunun şişirilmesi yoluyla “aşıldı”.
Zaten aşırı derecede borçlu olan emperyalist/kapitalist devletler batma noktasına gelen finans kuruluşlarının borçlarını üzerlenerek – yani finans kapitalin
“zarar”larını toplumsallaştırarak- çöküşü önlediler.
Bir dizi ülkede devlet borçlarının, GSYİH‘ya (Gayri Safi Yurt İçi Hasıla) oranı % 100!ü aştı! Özelikle,
GSYİH oranı düşük olan, borcu GSYİH’dan daha
fazla olan ülkeler için bu iflas anlamına gelir. Artık
öyle bir noktaya gelinir ki, çok yüksek faizlerle bile,
devletin mali yükümlüklerini yerine getirebilmek
için gerekli olan yeni borç bulmak mümkün olmaz.
Bu durum AB’de 2010’da İrlanda somutunda, ardından Yunanistan somutunda yaşandı. İlk dalgada
(yani yeni kredi) alacak.
Avrupa Destek Fonu’nda şu anda 250 Milyar Avro
var. Bunu “kaldıraç” yöntemi ile – Avro bölgesi devletlerinin en başta Almanya ve Fransa’nın EFSF’e
verilen kredilerin belli bir bölümüne garanti vermesi
yoluyla- 4 katına çıkartma umudundalar. Bu plana
göre bundan böyle herhangi bir AB üyesi devlet iflas
sınırına gelirse, böylece EFSF 1000 milyar (1 trilyon)
Avro’yu harekete geçirebilecek.
Bunun karşılığında Yunanistan mali ve ekonomi
politikası konusunda egemenlik hakkından vaz geçiyor. Bütün mali ve ekonomik politika doğrudan
EFSF, Avrupa Merkez Bankası tarafından, yani gerçekte Almanya/Fransa ikilisi tarafından belirleniyor.
Belirlenen bu politikanın köşe taşları da belli:
Çok sıkı bir para politikası, -devlet harcamalarında
büyük kesintiler- gelirlerin arttırılması, -bunun için
küçük ve orta sermayenin ve emekçilerin vergi yükünün arttırılması- devletin küçültülmesi,
-özelleştirme- sosyal hakların kısıtlanması. Bu
programın uygulanmasının doğrudan ve çok sıkı denetlenmesi.
güncel
diğer Avrupa devletleri devreye girerek, EFSF üzerinden (Avrupa Mali İstikrar Kurumu/ Bu Avro üyesi
devletlerin mali güçlerine oranla katkıda bulundukları ortak fon; fonda IMF’nin de payı var. Fon AB üyesi devletlerin mali yükümlülüklerin yerine getiremez
duruma düşmesini engelleme amaçlı. Kurulduğunda
fonun 750 milyar dolar avroluk bir fon olması planlanmıştı, de fakto 440 milyar Avro toplandı ) toplam
190 milyar Euroluk -110 milyarı Yunanistan olmak
üzere- “acil yardım” (yardım dedikleri aslında hiç de
düşük olmayan bir faizle kredi vermek) paketleriyle
doğrudan iflası geçici olarak önlediler. Çünkü AB
bölgesinde, hele hele 17‘lik Avro bölgesinde bir Avro
bölgesi üyesi devletin iflası, Avro bölgesinin bugünkü
yapısı ile çöküşü; Avro’nun dünya piyasalarında dolar
karşısında önemli ölçüde değer kaybetmesi anlamına
gelir; AB hem ABD, hem Rusya, Çin vb. ne karşı gerilerdi.
İlk “paket”le aşılmış gibi görünen iflas tehlikesi fakat tabii ki geçmedi.
2011 yazında Yunanistan yeniden ödemelerini gerçekleştirememe sorunuyla karşı karşıya geldi. İtalya,
İspanya, Portekiz de sırada idiler.
AB, en başta da Almanya/Fransa ikilisi bu durumun aşılması adına zirve üzerine zirve düzenlediler.
Sıkı pazarlıklar sonucu en son 27 Ekim’de yapılan
zirvede yeni bir “paket” bağlandı. Buna göre:
- Elinde Yunanistan Devlet Tahvili bulunan mali
kurumlar, bunları bunların üzerindeki değerin yarısı kadar değere sahip yeni devlet tahvilleri ile değiştirecek. Yani Yunanistan’ın özel mali kuruluşlara olan
devlet borcu yarı yarıya silinmiş olacak. Bunu özel
bankalar büyük pazarlıklar sonucu kabul ettiler. Bir
açık iflas halinde hiç bir şey alamama yerine, alacağın
yüzde ellisini almak daha uygun görüldü.
-Özel bankalar açısından bu 100 milyar Avro civarında kayıp demek oluyor. (Fakat bu tabii kağıt üzerinde nominal kayıp. Gerçekte Yunanistan şimdiye
kadar ödediği ve hep artan faiz ödemeleriyle aldığı
borçtan fazlasını ödemiş durumda.)
- Bankaların bu “feragat”ı karşılığında, Avro bölgesi devletleri Yunanistan’dan alacaklı olan mali kuruluşların yarısı silinmiş alacaklarının üçte biri için
garanti veriyorlar. (Bunun yarısının da Yunanistan’ın
özelleştirmelerden elde edeceği gelirle karşılanması
öngörülüyor.)
Yunanistan bu yeni “kurtarma paketi” çerçevesinde, Avrupa Devletleri Mali İstikrar Fonu’ndan 2014
yılına dek toplam takriben 100 milyar Avro yardım
Mali piyasalar nasıl işliyor?
Bu paket bu zirvenin hemen ardından Kasım başında
Cannes’da yapılan G20’ler toplantısında da onaylandı ve adeta kurtuluş planı olarak sunuldu.
Bu planın açıklanması ardından bütün dünya borsaları yükselişe geçti. Borsalar bir gün içinde % 5
civarında değer kazandı. Reel ekonomide hiç bir yenilik yoktu. Ama mali piyasada- spekülasyon alanında- bir gün içinde % 5 civarında bir değer yükselişi
oldu. Reel ekonominin 2010 yılındaki yıllık değer artışı oranı, borsalarda bir gündeki orana eşitti!
Sonra kendisine açıkça dayatılan bu planı kabul
eden Yunanistan başbakanı Papandreu Yunanistan’a
döndükten sonra, 2 Kasım’da bu planı halk oyuna
sunacağını açıkladı. Aslında üzerine çok konuşulan
demokrasi adına gayet normal olan ve demokrasi
açısından sevinçle karşılanması gereken bu açıklama
mali piyasalarda panik yarattı. Öyle ya, kurtuluş diye
sunulan plan cidden halkoyuna sunulmaya kalkılırsa
sonucun ne çıkacağı belli olmazdı. Hatta Yunanistan’daki kamuoyu yoklamalarına bakılırsa, halkın
bu planı reddetme olasılığı büyüktü. 3 Kasım’da dünya borsalarının değer kaybı % 5’in üzerinde oldu.
Papandreu’nun aslında taktik bir manevra olarak
ileri sürdüğü halkoyu resti, Merkel ve Sarkozy tarafından gerekirse Yunanistan’ı Avro bölgesinden dış-
27
güncel
lama tehdidi ile karşılandı.
Papandreu geri adım atarak, referandumu muhalefet partisini ekonomik paketin uygulanması konusunda sorumluluk almaya zorlamak için gündeme
getirdiğini açıkladı.
Referandumun gündemden kalkması ile dünya
borsalarında 3 Kasım’daki değer kaybı da bir iki gün
içinde değer kazançlarıyla dengelendi.
Yine reel ekonomide hiç bir değişiklik olmamıştı.
Ama mali piyasada kıyamet kopuyordu.
Borç balonu şiştikçe şişiyor..Bu balon
günün birinde mutlaka patlayacak!
28
2008 Eylül’ünde patlayan sınırsız spekülasyon balonunun beraberinde getirdiği finans krizi, devletlerin devreye girerek finans sektörünü borçlanarak
desteklemesi ile ve finans sektöründe kimi çürümüş
unsurların iflası ile görünürde aşıldı. Bu aşılma çok
daha büyük boyutlarda bir finans krizinin temelleri
döşenerek güya aşıldı. Gerçekte her önemli siyasi karardaki aşırı dalgalanmaların günlük trilyon dolarla
değer kayıpları, değer kazançlarının gösterdiği gibi
gerçekte aşılmış bir şey yoktur. Şimdi aşırı şişmiş ve
her gün biraz daha şişen bir devlet borçları balonu ile
karşı karşıyayız. Gerçekte olmayan değerlerle bunlar
gerçekten varmış gibi alış veriş yapılıyor. Dünyada
karşılığı olmayan trilyonlarca dolar değerinde kağıt,
gerçek değerlermiş gibi dolaşıyor. Bu dolaşım ağının
çökmemesi için devlet borç balonları şişmeye devam
ediyor. Öyle ki kimi devletler doğrudan iflas noktasını aşmış durumda, bir dizisi de bu noktaya giderek
daha fazla yaklaşıyor.
Önümüzdeki dönemde bu aşırı şişen balonların
patlaması kaçınılmaz. Bu patlamanın önce AB Avro
alanında Yunanistan’ın resmen iflasını ilan etmesi –
yani borç hizmetini yerine getiremeyeceğini resmen
açıklaması-, bunun ardından Yunanistan’dan yüksek alacaklı bankaların iflas etmesi ve dünya finans
sisteminde büyük kayıpların yaşanması, bugünkü
borsa değerlerinin geçen finans krizinde olduğundan daha fazla değer kaybetmesi (2008 Eylül’ü/2009
Ekim’i arasında borsaların değeri yarıya inmişti) yoluyla fiktiv sermayenin önemli bir bölümünün yok
edilmesi şeklinde gelişmesi olasıdır. Bu halde Yunanistan Avro bölgesinden çıkar, yeniden drahmiye ve
ulusal ekonomiye dönerek önemli ölçüde küçülerek
sağlıklı hale gelmeye çalışır. Avro bölgesi daralır. Bu
daralmanın ne ölçüde olacağını gelişmeler belirler.
Herhalde Yunanistan’ın iflası halinde Avro bölgesi-
nin bugünkü kapsamı ile sürdürülme imkanı yoktur.
Tabii bu senaryo dışında senaryolar da mümkündür. Mümkün olmayan tek şey vardır: Borç balonunun patlamadan şişmeye revam etmesi, kimi yamalarla büyük bir patlamanın uzun süre engellenmesi.
Boyutları itibarı ile 2008 Eylül krizinden çok daha
büyük bir mali kriz, bir büyük patlama kaçınılmazdır. Anda bilinmeyen tek şey bunun ne zaman olacağı –ki çok uzun süre daha sürdürülebilir değildir
durum- ve somut olarak nerde, nasıl patlayacağıdır.
Emperyalistler de aslında patlamanın kaçınılmazı
olduğunu biliyor. Bunun bir anlamda ayakları yerden
(gerçek üretiminden, reel ekonomiden) kesilmiş olan
finansal sistemin reel maddi temellere kabul edilebilir ve sürdürülebilir oranda yakınlaştırılması için
zorunlu olduğunu, piyasada büyük ölçüde bir temizliğin (fiktif sermaye tasfiyesinin) gerekli olduğunu
biliyorlar. Ancak bu patlamadan büyük zarar görecek
sermaye kesimleri (ki bu finans krizi bugüne kadarkilerden daha derin olduğu gibi, bunun reel ekonomiye yansıması da o kadar güçlü olacak) ve bunun
siyasi sorumluluğunun çok büyük olduğunu bilen
siyasetçiler balonu yamayarak şişirmeye devam ediyorlar. Yaptıkları günü kurtarmak, bir anlamda patlamayı mümkün olduğunca ertelemektir.
Şimdiye kadar yaşanan en büyük mali krizi beraberinde getirecek olan büyük patlama, tabii ki reel
ekonomiyi de olumsuz olarak etkileyecektir. Eğer bu
patlama önümüzdeki bir iki yıl içinde gerçekleşirse,
–ki bu mümkündür- bu içinde bulunduğumuz devrevi kriz devresinde iki dipli bir devre yaşayacağımız
anlamına gelir.
Büyük patlama mali alanda çok büyük kayıpları ve
iflasları beraberinde getirirken, reel ekonomiye yansıması birebir olmayacaktır. Mali alanda gerileme ve
kayıplar oran olarak, reel ekonomide olandan çok
daha yüksek olacaktır. Çünkü bu alanda rantlar da
reel ekonomide olduğundan çok daha yüksektir.
2008 mali krizi sonrasında bir yıl içinde finans alanında kayıp –gerileme % 50 iken, reel ekonomide %
5’lik büyüme % -0,9’a düştü. Yani % 6 civarında idi.
Bunun dışında şu da kesindir: Büyük patlama,
emperyalist dünyanın İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonraki en derin ekonomik krizine yol açsa da, bu
kapitalizmin sonu olmayacaktır. Kapitalizm kendiliğinden çökmez. O proleter devrim için objektif şartları olgunlaştırır. Onu tarihe gömmek için işçi sınıfının bilinçli, örgütlü eylemi gereklidir. Bu bağlamda
ne yazık ki işçi sınıfı ve emekçi yığınların olgunlaşan
Demokrasi yalanı
Emperyalistlerin en büyük yalanlarından biri onların demokrasi yanlısı olduğudur.
“Özgürlük ve Demokrasi”. Bu iki sözcük emperyalizmin propagandacılarının ağzında sürekli çiğnenen
bir sakızdır. Emperyalist politikacılar, savundukları
emperyalist devletin emperyalist rakipleri söz konusu olduğunda veya bağımlı ülkeler söz konusu olduğunda özgürlük ve demokrasi savunucusu kesilirler.
Hatta Yugoslavya’nın parçalanmasında olduğu gibi,
kullanıldı. Hükümet temsilcilerinin zirveleri de aslında mali krizin yaratıcısı da olan uluslararası finans kuruluşlarının mutfak çalışmasını yaptıkları
planların onay mercii olarak noterlik görevini yerine
getirdiler.
AB’de son dönemdeki gelişmelerde, seçilmiş siyasetçilerin dikte edilen ve halka rağmen uygulanması
gerçekten de zor olan ekonomik programları hayata
geçirmedeki çekingenliği ve beceriksizliği karşısında
onlar şimdilik bir kenara bırakılarak “demokrasinin
beşiği” olarak tanıtılan Yunanistan’da Avrupa Merkez Bankası müdür yardımcılarından Papademos
önderliğinde bir geçici hükümet kuruldu. İtalya’da
güncel
devrim şartlarını devrime dönüştürme için hazırlığı
çok yetersizdir.
Büyük patlama mali alanda çok büyük kayıpları ve iflasları
beraberinde getirirken, reel ekonomiye yansıması birebir
olmayacaktır. Mali alanda gerileme ve kayıplar oran olarak, reel
ekonomide olandan çok daha yüksek olacaktır. Çünkü bu alanda
rantlar da reel ekonomide olduğundan çok daha yüksektir.
Irak’ın, Afganistan’ın işgalinde olduğu gibi, Libya’da
Kaddafi’yi, Libya halkını bombalayarak devirdiklerinde olduğu gibi “demokrasi” adına savaşlar yürütürler. Rusya, Çin vb. söz konusu olduğunda bunlardaki demokrasi eksiklikleri dile getirir, protesto
ederler. Türkiye gibi ülkeler hakkında hazırladıkları
raporlarda demokratikleşme konusunda atılacak
adımlar bağlamında direktifler verir, taleplerde bulunurlar. Demokrasi tüyleri takınarak gezerler ortalıklarda.
Fakat demokrasi kendi çıkarları ile çeliştiğinde, bu
kaba maskede çatlaklar çıkar ortaya. O çatlakların
ardında kirli, gerçek yüzleri görülür.
Bunu örneğin 2008 mali krizi ertesinde yaşananlarda çok açık gördük, görmeye devam ediyoruz.
Emperyalist ülkeler güya belli aralıklarla yapılan
seçimlerde işbaşına gelen, halkın seçtiği kurum ve
kişilerce yönetiliyor.
2008 mali krizi ertesinde alınan ve uygulanan acil
eylem planlarında seçilmiş parlamentolar gerçekte
devre dışına çıkarıldı. G-8 /G 20 toplantılarında aslında büyük finans kuruluşlarının hazırladığı eylem
planları hükümet temsilcileri tarafından onaylandı
ve uygulamaya konuldu. Parlamentolar en iyi halde
sonradan bu planların açıklandığı forumlar olarak
Berlusconi önderliğindeki hükümet dağıtıldı, yerine
ekonomi bilimcisi Mario Monti önderliğinde parlamento dışından oluşturulan 12 kişilik bir hükümet
kuruldu. Tabii bu hükümetler programlarını parlamentoya sunup onay aldılar. Yani görünürde parlamenter demokrasi
–her ne kadar hükümetler parlamento tarafından
oluşturulmamış olsa da- işliyor. Ama nasıl işliyor?
Parlamentoların onay dışında bir tercihi mümkün
değil. Çünkü hem Yunanistan, hem İtalya somutunda Avrupa Merkez bankası; AB’nin yönetici güçleri Alman ve Fransız emperyalistleri ve hem de ABD
Dünya Bankası ve IMF’nin her iki ülkeye dayattığı
net: Ya bizim dayattığımız programı, bizim dayattığımız hükümetle yürütmeyi kabul edeceksiniz ya
da devlet iflasını ilan edeceksiniz. Emperyalistler
işlerine gelmediği zaman demokrasiyi –lafzını bir
yana bırakmadan- rafa kaldırmakta hiç bir sakınca
görmüyorlar. Lenin’in emperyalizmin siyaseti konusunda yaptığı “emperyalizm bütün çizgi boyunca
gericiliktir” tespiti somut pratikte her gün yeniden
kanıtlanıyor.
Fırsatlar ve tehlikeler
Bütün bu gelişmelerin sonucu burjuvazinin teşhiri
29
güncel
30
için bol malzeme çıkıyor. İşçi sınıfı ve emekçilerin
kendi doğrudan yaşadıkları üzerinden, komünist
propaganda ve ajitasyonun doğru olduğunu görmeleri için durum iyi.
Bir yandan kriz var denip, ücretler kısıtlanır, işçiler
işten çıkarılır kazanılmış haklar kısıtlanırken, diğer
yandan bankalara, tekellere milyarlarca dolar hibe
ediliyor. Bu devletin kimlerin devleti olduğunu açık
olarak gösteriyor.
Diğer yandan kitleler artık yeter, bundan ötesi olmaz deyip ayaklandıklarında, yıkılmaz, sarsılmaz
denen sistemler sarsılıyor. Devrimci faaliyetin başarısı için büyük fırsatlar var.
Dünya’da devrimci mücadeleyi büyütmenin objektif koşulları olgun. Sorun emekçi kitlelerin örgütsüzlüğünde, devrimci komünist önderliğin eksikliğinde
yatıyor. Bu eksiklik sonucu kitleler Mağripte olduğu
gibi ayaklansalar, nefret ettikleri diktatörleri devirseler bile, yerine kendi iktidarlarını kuramıyorlar. Komünist faaliyet bu eksikliği gidermek içindir. Çalışmalarımızda ekonomik verilerin olduğu gibi ortaya
konması ve doğru yorumlanması gereklidir. İşçilerin
güven duydukları bir yapının olması gerekir. Bu yapı
ajitasyon yapma adına palavra atmamalı, gerçek ne
ise onu ortaya koymalı, yapabileceklerini söylemeli,
söylemlerine uygun davranmalıdır. İşçilerin, emekçilerin özü-sözü bir olan güvenilir bir yapıyı mücadele
içinde görmeleri lazım. İşçi sınıfı içinde “sol” adına
iş yapanların pratikteki olumsuz ve yanlış duruşları,
işçilerin devrimcilere güvenini yitirmesine neden olmakta, işçiler güven duymamaktadır. “Sol”un yaptığı çalışmalar, yaptığı hatalar vb. nedenleri dolaysıyla,
işçiler içinde “sol”a güven yok, tersine güvensizlik
var. Devrimcilerin, sosyalist iddiasında olanların işçi
sınıfı içinde çalışmalarında tutarlı olmaları, kendi
yaşamlarında da sınıftan yana tavırlar içine girmeleri
lazım. İşçilere söylenmesi gereken şudur: devrim işçi
sınıfın, emekçilerin yapacağı iştir, başkasından beklenilmemelidir.
Şunun bilincinde olmalıyız: Devrim bir öncü örgütün işi değil, kitlelerin işidir. Fakat devrimin başarısı,
burjuvazinin bir kesiminin yerine bir başka kesiminin iktidarının kaldıracı olmaması için, öncünün faaliyeti belirleyici önemdedir.
Bir yandan devrim için, devrimci faaliyet için şartlar her geçen gün daha olgunlaşıyor. Diğer yandan
fakat gelişmeler, demagojik antikapitalist ve ırkçımilliyetçi söylemlerle ortaya çıkan açık faşist güçlerin
gelişmesi için fırsatlar yaratıyor, bu anlamda devrim-
ci gelişme açısından tehlikeler de içeriyor.
Avrupa’da açık faşist partilerin iktidarda olduğu
ülkeler var; örneğin Macaristan’da parlamentoda
2/3 çoğunluğa sahip hükümet partisi açıkça faşist
bir programa sahip. Onun da daha sağındaki Nazi
propagandası yapan parti ikinci büyük parti. Romanlara karşı pogromlar (yalnızca Macaristan da
değil, Bulgaristan’da) geliştiriliyor. Hollanda’da faşist parti % 20’lere yakın oy alıyor. Burjuvazinin faşist örgütleri nasıl besleyip büyüttüğü son dönemde
Almanya’da bir kez daha belgelendi. Görüldü ki, Alman “Anayasayı Koruma Kurumu” (Almanya MİT’i)
10 yıldır cinayetler işleyen bir Nazi terör örgütünün
esas finansörüdür! Almanya’daki faşist Parti NPD
(Almaya Ulusal Demokrat Parti), yönetim kademelerinin üçte biri devlet ajanı olduğu gerekçesiyle yasaklanamadı! Yine Almanya’da Sosyal Demokrat Parti
üyesi Sarrazin’in açık ırkçılık propagandası yapan ve
Nazilerin sahip çıktığı “Almanya kendi kendini yok
ediyor” kitabı aylardır en çok satan listesinde. Avrupa’daki toplumlarda krizin derinliğine paralel olarak
toplumda zaten var olan ırkçı yaklaşımlar, burjuvazi
tarafından körüklenerek daha da gelişiyor. ABD’de
“Tea party” (Çay Partisi) ismi altında Cumhuriyetçi
Parti içinde örgütlenen grup açıkça faşist görüşler
savunuyor. Bu tehlikeleri de görüp, buna karşı doğru taktikler geliştirmek görev. Antifaşist mücadelede
faşizmin kapitalizmin ürünü olduğunun, faşizmin
ancak kapitalizmin yıkılması ile bir daha dönmemecesine tarihe gömülebileceğinin gösterilmesi bizim
çalışmalarımızda merkezde durmak zorunda.
İşgal Et Hareketi
“Arap Baharı” bütün dünyada emekçiler, halklar açısından cesaret ve umut verici bir rol oynadı. Bir dizi
ülkede kitle hareketleri Arap Baharına atıflarda bulundu. Örneğin İspanya’da krizin yükünün emekçilerin sırtına yüklenmesine karşı başkentin en büyük
meydanını günlerce işgal eden eylemciler, meydana
“Tahrir meydanı” ismini verdiler.
Son dönemde öncelikle emperyalist ülkelerde yine
Arap Baharının silahsız kitle eylemlerine, kamusal
alan işgallerine atıfta bulunan bir “İşgal Et” hareketi
gelişiyor. Hareket önce ABD’de New York Borsasının
bulunduğu cadde olan “Wall Streeti İşgal Et” şiarı altında gelişti. Ve hala da, polisin yoğun saldırılarına ve
Wal Streetteki işgali şiddet kullanarak dağıtmasına
rağmen, en güçlü olarak ABD de sürüyor. Avrupa’da
finans merkezleri Londra, Frankfurt, Paris’te de ben-
yasi olarak bu slogan işçi sınıfı ve emekçilerin sınıfsal çıkarları ile burjuvazinin en zengin kesim içinde
yer almayan kesimi arasındaki çelişmeleri gözlerden
gizleyen bir slogan. Sonuç olarak bu sloganın hedefi
kapitalizmi yıkmak değil, en iyi halde yüzde bire ket
vurarak, kapitalizmi biraz “uygarlaştırmak”. Hareket katılımı itibarı ile de bir işçi hareketi değil. Zaten
eylemin biçimi (sürekli işgal) çalışan bir işçinin bugünkü şartlarda katılımına imkan veren bir biçim de
değil. Daha çok işsiz gençlerin katıldığı, küçük burjuva nitelikli bir hareket.
Bütün zaaflarına rağmen, bu hareket emperyalist
ülkelerde de sessizliği bozan, toplumda bir tartışma
ve hareketlenmeyi körükleyen bir hareket olarak
olumlu rol oynuyor. Hareket içinde hareketin andaki
küçük burjuva reformcu ve pasifist çizgisini eleştirerek yer almak, güç oranında doğru bir siyaseti bu
hareket içine taşımak da görevdir.
güncel
zer eylemler yapıldı, yapılıyor. Yalnızca finans merkezleri değil, Waşington, Berlin gibi yönetim merkezlerinde de işgal hareketleri var. Bu eylemlerin bir
özelliği eylemlerin örgütlenmesinde internetin oynadığı rol. Eylemlere çağrı internet üzerinden yapılıyor.
Kamusal alanda “işgal” eylemi, caddelerde, parklarda
vb. uzun süreli kamplar kurma biçiminde gerçekleştiriliyor. Böylece uzun süreli bir protesto eylemi başlatılıyor.
İşgal Et hareketi homojen bir hareket değil. İçinde kapitalizmin yıkıcı etkilerine karşı olan her çeşit
örgüt ve insan var. Hareket içinde yer yer gerçekten
antikapitalist güçler yer almasına ve bunlar hareket
içine antikapitalist görüşler taşımasına rağmen, hareket geneli itibarı ile genelde kapitalizme karşı değil,
sömürüyü fazla kaçıran “aç gözlü spekülatörlere, bankerlere” karşı; finans kapitalin spekülasyonlarının sınırlandırılmasını, kuralsızlığın kaldırılmasını, kapitalizmin “uygarlaştırılmasını” talep eden bir hareket.
Hareket kendisinin “ %99 ‘un % 1 e karşı” hareketi
olduğu iddiasında. “Yüzde 99 Yüzde Bire Karşı” İşgal
Et Hareketinin en temel sloganı. Bir yanı ile doğru
bir biçimde var olan ve neo liberal politik ekonomi
ile son on yıllarda iyice bozulan gelir dağılımındaki
muazzam eşitsizliğe dikkat çekiyor bu slogan. Gerçekten toplumun çok küçük bir bölümünün elinde,
toplumun tüm zenginliğinin çok büyük bir bölümü
toplanmış bölümde. Toplumun çok küçük bölümünü
oluşturan (% 1 bunu ifade ediyor) en zengin kesim,
toplumun zenginliğinin çok önemli bölümüne el koyuyor. Örneğin ABD’de ülkenin en zengin 400 kişisinin elinde bulunan değer, toplumun en az ve az
gelirli 150 milyon kişisinin elinde bulunan değere
eşit. (Der Spiegel 43/2001, s74) 1983 ile 2007 arasındaki dönemde ABD’de en zengin % 1’lik kesimin net
geliri % 103 artarken; en alttaki % 40’lık kesimin net
geliri % 63 azalmış! Bu kadar büyük farklar olmasa
da, bütün emperyalist dünyada gelir dağılımındaki
eşitsizliklerin büyümesi genel eğilim. %1, % 99’a karşı, bu gelişmeye karşı duyulan tepkinin ifadesi olarak
ele alındığında, abartılı da olsa belli bir gerçekliğe
işaret eden, dikkat çeken bir ajitasyon sloganı olarak
kullanılabilir.
Fakat bu slogan aynı zamanda hareketin sınıfsal
ve siyasi niteliği hakkında da bilgi verici bir slogan.
Sınıfsal olarak bu slogan burjuvaziyi en zengin %1’e
indiren, bir bütün olarak burjuvaziyi, kapitalizmi
değil, onun en üstteki kesimini hedef alan bir slogan. Burjuvazi % 1’den daha kapsamlı bir sınıf. Si-
Ülkelerimizde Durum ve Gelişmeler
Ekonomik gelişmeler
Antakya (Arabistan), Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de
(AA/KK/T) ekonomik gelişmeler genel hatları itibarı
ile dünya ekonomisinde yaşanan gelişmelere paralel oldu. 2008 mali krizi AA/KK/T ekonomisine de,
zaten içinde bulunulan devrevi ekonomik kriz devresinde kriz aşamasından depresyon aşamasına çok
hızlı geçilmesi ve dibin çok derin olması biçiminde
yansıdı. Ancak farklar da vardı. Mali kriz Türkiye’de
finans sektöründe herhangi bir banka ya da mali kurum iflasına yol açmadı. Bunun nedeni 2001 krizi
ertesinde mali sektörün bütünüyle yeniden düzenlenmiş olmasıdır. Bu anlamda AA/KK/T ekonomisi
mali krize, diğer batılı ekonomilerden daha hazırlıklı
girmişti, daha az zararla çıktı. Bunun dışında AA/
KK/T ekonomisi yerleşik emperyalist batılı ekonomilere göre depresyon evresinde canlanma evresine
daha yüksek büyüme temposu ile geçti. 2010 yılında
ekonomi yıl bazında % 9 büyüdü. 2011’in ilk üç aylık döneminin büyüme hızı % 12 büyüme ile Çin’in
de önünde, bu üç aylık bazda dünya rekoru anlamına geliyordu. 2011’in ilk dokuz ayı sonunda büyüme
ortalama % 9,6 idi. (Bkz. TÜİK Haber Bülteni, sayı
252,12 Aralık 2011, s 1) Dördüncü üç ayda büyümenin hızında düşüş olduğu biliniyor. Bunun ne kadar
olduğu Mart’ta rakamlar çıkıncı belli olacak. Fakat
yıl bazında %8 civarında bir büyüme olacağı görünüyor. Bu hem dünya ortalamasının, hem de en baş-
31
güncel
32
ta batılı emperyalist ülkelerin büyüme oranının çok
üzerinde bir büyümedir.
AA/KK/T’de “sol” un önemli bir bölümü bu büyüme gerçeğini yok sayıyor. İki gerekçe getiriliyor: 1.
“Gerçek durum bu değildir. Bunlar AKP’nin denetimindeki resmi istatistiklerdir. Gerçek durumu yansıtmamaktadır vs.”
Bu bağlamda söylenecek şey şudur: Bu kendi kendini kandırmadır. Yalnızca AKP denetimindeki TÜİK
istatistikleri değil Dünya Bankası, IMF, bir dizi yabancı ekonomi enstitüsünün rakamları da Türkiye’de
yüksek oranlı büyümeyi gösteriyor. Kaldı ki, burjuvazinin de kendi karlarını arttırmak için gerçek durumun bilgisine ihtiyacı vardır.
2. “Ne büyümesi? İşçilerin, köylülerin emekçilerin
durumuna bakın. Onlar gün geçtikçe yoksullaşıyor.
Büyümüyor, küçülüyoruz vs.”
Bu gerekçe, bu gerekçeyi getirenlerin kapitalist ekonominin mekaniğinden zerrece bir şey anlamadıklarını gösterir. Bunlar kapitalizmi halk için, emekçi için,
işçi için bir refah aracı olarak görüyor. Emekçilerin
refah durumuna bakarak, büyüme olup olmadığına
karar veriyor. Hayır, kapitalizm emekçiler için refah
sistemi değildir. Kapitalizmde büyüme öncelikle ve
esas olarak burjuvazinin zenginliğini arttıran bir büyümedir. AA/KK/T’de burjuvazi açısından, en başta
da tekelci burjuvazi açısından – ama yalnızca onlar
açısından değil, daha az da olsa, KOBİ’ler açısından
da- işler tıkırındadır. Tekellerin karı son dönemlerin
en yüksek karlarıdır.
Kaldı ki veriler halkın durumunun gittikçe kötüleştiğini de göstermiyor. İki önemli veri:
Uluslararası alanda gelir dağılımında eşitliği/eşitsizliği göstermek için kullanılan 0-1 arası bir skalada 0’a yaklaşıldıkça bir iyileşmeye işaret eden Gini
Katsayısı bağlamında, Türkiye’nin Gini Katsayısı
2002’de 0.44 idi, 2010’da bu rakam 0.402 ye gerilemişti. Bu gelir dağılımı adaletsizliğinin ortadan kalktığı vs. anlamına gelmiyor, (2010’da nüfusun en düşük gelirli % 20’si, gelirlerin % 5,8’ne sahipken; en üst
gelirli % 20’nin gelirlerden aldığı pay % 46,4 idi) ama
yüzde 20’lik nüfus dilimlerinin toplumsal zenginlikten aldıkları pay bağlamında 2002-2010 arasında en
az kazanan % 20’lik bölümün payının az miktarda
da olsa arttığını gösteriyor.
Son yayınlanan işsizlik rakamları, işsizlik oranında
da bir gerileme olduğunu gösteriyor.
Eylül 2011 itibarıyla işsizlik oranı % 8,8 ile son 7 yılın en düşük seviyesinde idi.
AA/KK/T ekonomisinde beklenti büyümenin
2012’de de hız keserek sürmesidir. Bu hız kesmede
cari açığı küçültmek için ithalatta belli ölçüde kısıntıya gidilerek (ithalat mallarının önemli bölümü üretimde kullanılan ara mallar olduğu için bu üretimde
de hız kesme anlamına geliyor) “ekonominin soğutulması” siyaseti rol oynayacak. Bunun yanında tabii
dıştan kaynaklı tehlikeler büyük. Uluslararası alandaki olası bir büyük patlama kaçınılmaz olarak son
dönemde ihracatı önemli ölçüde artan TC ekonomisi
açısından (2011 yılı ihracat tutarı 135 milyar dolara
yakın!) büyük olumsuz etki yapacaktır. Büyüme oranının ne kadar düşeceği bu dış faktörlere de bağlıdır.
Şunu tespit etmek zorundayız, Türkiye ekonomisi
burjuvazinin çıkarları temel alındığında, son dönemde eski dönemlere oranla çok daha iyi yönetiliyor.
“Sol” genelde bu gerçekleri olduğu gibi kavrayıp,
bu gerçekler temelinde siyaset geliştirme yerine, “her
geçen gün daha kötüye gidiyoruz” temelinde siyasetsizlik üretiyor, bu yüzden de bir türlü siyasi alternatif
olamıyor.
AKP Hükümet olmaktan, İktidar olmaya
yürüyor
2011’in en önemli siyasi olaylarından biri kuşkusuz
seçimlerdi. Seçim kampanyası sırasında “Sol” un
beklentisi AKP’nin geriletilmesi idi. Öyle ya halkımızın durumu her geçen gün kötüleşiyordu. Halkımız
AKP‘ne sandıkta dersini verecekti. CHP’nin video
kaset ile başa gelmiş yeni “umut” başkanı, AKP’ni
sandığa gömme çağrıları yapıyor, CHP’nin % 40 oy
alacağını söylüyordu. Bu durumda bir CHP MHP koalisyonu bile kurulabilirdi.
Sonuçta seçimler yapıldı. Sandıktan üçüncü kez
AKP, oylarını da arttırarak tek başına iktidar olarak
çıktı.
Seçime katılım geçmiş seçimlere göre daha yüksekti. AKP’nin oyu bu kez neredeyse % 50 idi. Geçerli her
iki oyun biri AKP lehine kullanılmıştı.
Bu açıkça halkın önemli bölümünün AKP hükümetinden hoşnut olduğu anlamına gelir.
Bu gerçeği tespit edip, bunun nedenlerini araştıracak yerde, seçim ertesinde yine bu “yanlış seçim” in
nedenleri üzerine gerekçeler üretildi. Kemalist kesimin en ilk gerekçesi, seçim sahtekarlığı. AKP katiyen %50 oy alamazdı. Aldığına göre mutlaka seçim
sahtekarlığı yapılmıştı vs. Bu gerekçe kendi kendini
avutmaktan başka bir şey değildir. Hemen her sandık
başında her partinin temsilcisinin olduğu bir ortam-
gerek minimum sayı 330. Anayasa değişikliği, hatta
AKP’nin iddiası olan yeni Anayasa yapma işini AKP
tek başına yapacak güce sahip değil. Diğer tüm yasaları istese değiştirebilir gücü var.
Yürütmede:
Şimdi 10 yıldır hükümet tek başına ellerinde. Polis teşkilatının çok büyük bölümü ellerinde, bürokrasinin %90’ı ellerinde. Ordu ellerinde değil, fakat
orduyu da siyaseti belirleme durumundan çıkardılar.
Ordu hala siyaseti etkiliyor, fakat artık belirleyemiyor. Ordu ile AKP ilişkileri/gücü “pat” durumunda.
Bunun en açık örneğini 2011 yazında YAŞ öncesinde ve YAŞ’ta gördük. Türkiye tarihinde ilk kez Ergenekon ve Balyoz davalarından tutuklu generallerin
terfileri konusunda AKP hükümeti ile anlaşamayan
Genel Kurmay Başkanı ve üç kuvvet komutanı istifa ettiler. Genel Kurmay başkanı kamuya yayınladığı
istifa mektubunda TSK’nın hain bir saldırı altında olduğunu, bunu protesto ettiklerini vs. söyledi. Aslında
bu istifalar isyan çağrısı idiler. Ama çağrıya uyan olmadı. Hükümet resti gördü, 4 saat içinde yeni Genel
Kurmay başkanını atayarak, zamanın değişmiş olduğunu gösterdi. YAŞ’ta da asker kanatla hükümet kanadı arasındaki çelişmeler sürdü. Asker kanat tutuklu
generallerden terfisi gelenlerin terfilerinin yapılmasını (hüküm giymedikçe suçsuz sayılırlar gerekçesiyle)
talep etti; hükümet yargıda olanların hepsinin emekli edilmesini istedi. Sonunda ne asker kanadın, ne de
hükümetin istediği oldu.
Mahkemeler sonuçlanana kadar statülerin korunması noktasında uzlaşma sağlandı. Pat durumu dediğimiz güç dengesinin bir ifadesidir bu.
Son olarak ordunun belirleyici olmaktan çıktığının
çok açık bir örneğini daha yaşadık. İnternet Andıcı
davasında ifade verenlerin büyük bölümü siteleri komutanlarının (Dönemin Genel Kurmay Başkanı Başbuğ) emri ile yaptıklarını söylediler ve bu ifadeler sonucu Başbuğ tutuklandı. İfadeyi verenler Başbuğ’un
tutuklanamayacağını düşündüler, ama tersi oldu.
Başbuğ’un tutuklanmasından Başbakan da rahatsızlığını dile getirdi, tercihlerinin tutuksuz yargılanma
olduğunu açıkladı, ama buna rağmen yargı tutukladı.
Türkiye tarihinde ilk defa bir sivil mahkeme eski
bir genelkurmay başkanını hükümeti devirmeye teşebbüsten tutukluyor.
Ordu-hükümet ilişkisi bağlamında henüz “pat” durumu var, ağırlık yavaş yavaş hükümet, AKP yönüne
kayıyor.
Yargıda:
güncel
da, seçim sahtekarlığı seçim sonuçlarında büyük değişiklikler yaratacak boyutlarda olmaz. Olmadı.
İkinci gerekçe: AKP oyları satın aldı. Halk rüşvetle
oy verdi. Bu da oy verme işinin gizli olduğu ortamda
kendi kendini kandırmadır. AKP evet halkın önemli
bölümü tarafından bu seçimlerde de onaylanmıştır,
yetki almıştır. Bu yetki verenler içinde evet en yoksullar, yoksullar, işçiler, emekçilerin önemli bölümü vardır. Gerçek budur. Bu gerçeğin temelinde yukarıda
verileri konan ekonomik durum yatmaktadır. Kuşkusuz AKP’ye verilen oylarda ideolojik siyasi yaklaşımlar, eğilimler de rol oynamaktadır.
Evet AA/KK/T’de seçim sistemi çok adaletsizdir.
Yüzde 10 ülke barajı çok yüksek bir barajdır. Ve bu
çok yüksek baraj küçük partilere gitmesi muhtemel
oyların büyük partilerde toplanmasına yol açmaktadır. Bu olgudur. Bu olgu olduğu kadar son seçim sonuçlarının gösterdiği bir başka olgu daha var. Baraj
bu seçimlerde % 3’e bile çekilmiş olsa, parlamentonun
yapısı değişmeyecekti. Bugün parlamentoya giren 4
Parti (BDP de aslında bağımsızlar üzerinden parti
olarak girdi parlamentoya) dışındaki partilerden hiç
biri yüzde ikiyi bile geçemiyor.
AKP çok önemli hatalar yapmazsa önümüzdeki
bir kaç dönem iktidarda olacak görünüyor. Şu anda
burjuva partiler içinde AKP’nin alternatif olacak bir
parti yok. Devrimci sol ise halk nezdinde zaten şu an
alternatif değil. AKP burjuvazinin çıkarları açısından
yapılması gerekli her işi yapıyor; belediyeler hizmet
veriyor, oy tabanı esasen yoksul ve orta kesimden oluşuyor.
Bütün bunlar göz önünde tutulduğunda AKP çok
önemli bir yanlış yapmazsa gelecekte de kazanır.
Egemen sınıfların kendi aralarında dalaşı açısından
değerlendirildiğinde AKP artık yalnızca hükümet
değil; o artık gerçek anlamda tek başına iktidar olma
yönünde ilerliyor. Bürokrat Kemalist devlet iktidarı
adım adım tasfiye ediliyor, devlet AKP tarafından ele
geçiriliyor.
Bu bağlamda 2010’daki Anayasa Referandumu’ndan
sonra, 2011’deki seçim zaferi önemli kilometre taşları, dönüm noktaları oldu.
İktidarın üç alanı ele alındığında gelinen yerde egemen sınıfların kendi aralarındaki iktidar dalaşında
durum şu:
Yasamada:
Yasamada AKP 327 (Meclis Başkanı çıktığında 326)
Milletvekili ile istediği yasayı tek başına çıkarabilecek
konumda. Anayasa hariç. Anayasayı değiştirmek için
33
güncel
34
Yargının alt ve orta kesimlerinde AKP egemen.
Bunu “sahadaki” bütün yargıçlar ve savcıların katıldığı (toplam 12000’e yakın) HSYK seçimleri açıkça
gösterdi. Adalet Bakanlığı’nın gösterdiği liste, Kemalist YARSAV listesinin iki mislisi oy aldı. HSYK
yargıyı belirleyen, yeni yargıç atamalarını yapan esas
kurum. Bu kurumu elinde tutan, uzun vadede tüm
yargıyı kontrol eder. Bu bağlamda Kemalistlerin kendi gerçek güç(süzlük)lerinin farkında bile olmadıkları çıktı ortaya. Bilindiği gibi Referanduma sunulmak
için AKP oylarıyla karara bağlanan Anayasada değişiklikler öngören yasada, HSYK seçimlerinin usulü
de belirlenmiş, her hakim ve savcının bir kişiye oy vereceği bir yöntem yasaya yazılmıştı. YARSAV ve CHP
ortak çalışmayla yasanın usulle ilgili maddesini Anayasa Mahkemesi’ne götürdüler. Seçimlerin bu biçimde yapılmasının demokratik olmayacağı gerekçesiyle,
liste seçimi istediler. O dönemdeki Kemalist Anayasa
Mahkemesi çoğunluğu da bu isteği kabul etti. Hesap
YARSAV’ın listesinin kazanacağı üzerine kurulu
idi. Hesap seçimden döndü! HSYK’da sonsuza dek
iktidar olma hesapları yapanlar, baş aşağı gidip, yeni
HSYK üyelerinin atanmasında hiçbir rol oynayamaz
duruma geldiler.
Yargının alt ve orta kesimlerinde AKP’nin egemenliği mutlak bir egemenlik değil; burada hala Kemalist yargıç ve savcılar da varlığını sürdürüyor. Fakat
azınlıkta oldukları kesinlikle görüldü. Uzun vadede
de bunlar tasfiye olacaktır.
Yüksek yargıda Kemalistler hala egemendir. Yargıtay ve Danıştay’da egemenlikleri sürmektedir. Ancak
yeni atamalar HSYK üzerinden yapılacağından bu
egemenliğin zamanı sınırlıdır.
Anayasa Mahkemesi’nde son gelişmelerin gösterdiği, Kemalist egemenliğin yıkılmış olması, fakat henüz
Anayasa Mahkemesi’nin AKP’nin de eline geçmemiş
olması, bir pat durumunun varlığıdır. CHP’nin 30’un
üzerinde KHK hakkında yürütmenin durdurulması
ve iptal istemiyle açtığı davalarda red kararı ancak
başkanın oyunun iki sayılması ile çıktı.
Yargının tümüyle AKP’nin eline geçmesi AKP’nin
bir dönem daha hem hükümeti hem Cumhurbaşkanlığını elinde tutmasına bağlı. En geç bir dahaki dönemde bu süreç tamamlanmış olacaktır.
Bir bütün olarak ele alındığında, AKP ile yerleşik
bürokrat Kemalist iktidar sahipleri arasındaki iktidar
dalaşı esas olarak AKP lehine çözülmüş durumdadır.
AKP esas olarak yalnızca hükümet olmaktan çıkmış
iktidar olmuş durumdadır. Fakat henüz tam olarak
ele geçiremediği “son kale”ler vardır. Bunlar ordu ve
yüksek yargıdır. AKP’nin hedefi 2023’e kadar %100
iktidar olmak, yeni bir anayasa ile Kemalist cumhuriyet yerine kendi cumhuriyetini kurmaktır.
AKP’nin kendi içindeki çelişkiler
Bugünkü perspektifle AKP’nin bu hedefe varmasını
demokratik seçimlerle vb. engelleyecek bir güç görünmüyor. Olağandışı gelişmeler olmazsa (örneğin
Ortadoğu’da bir genel savaş; TC’nin bu savaş içinde
yer alması ve savaştan çok ağır kayıplar, yenilgi ile
çıkması vb.) ve AKP çok önemli siyasi hatalar yapmazsa, AKP’nin 2023’e kadar iktidarda olması şaşırtıcı olmaz. Tabii askeri darbe ile AKP’ni devirme
olasılığı Türkiye şartlarında hiçbir zaman bütünüyle
dıştalanamaz. Fakat bu bugünkü perspektifler çok
küçük bir ihtimaldir. Ordunun açık darbeci unsurları Ergenekon/Balyoz/Andıç operasyonları ile çok ağır
darbe almış, ayrıca darbelerin kötü olduğu noktasında toplumsal bir algı ve yargı da oluşmuştur. Sembolik de olsa, sonuçta belki bir şey çıkmasa da, şimdi 12
Eylül’ün arta kalan paşalarının ağırlaştırılmış müebbet hapis istemiyle mahkemeye çıkartılması da, darbe
heveslilerini iki kez düşünmeye itecektir. Ayrıca darbenin dış desteği de yoktur.
Bu durumda Kemalistler umutlarını AKP’nin bölünmesine, bölünerek küçülmesine, yok olmasına
bağlıyorlar. AKP’nin içindeki her çelişme, acaba bölünürler mi umuduyla dikkatle izleniyor ve körükleniyor. Fakat bu umudun da pek gerçekliği yok. Görünen AKP’nin kurumlaşmış olduğu; lider kadrosunu
da –Erdoğan’ın yerinin doldurulması çok zor olmasına rağmen- yenileyip yolunu sürdürebileceğini
gösteriyor. Başlangıçta ve bir süre R. Tayyip’in devreden çıkması halinde (örneğin bir suikast sonucu)
AKP’nin dağılma ihtimali yüksekti. Gelinen yerde
böyle bir durumda AKP’nin çok ağır bir yara almasına rağmen varlığını sürdürecek kadar kurumlaşmış
olduğu görülüyor.
AKP içinde tabii ki çelişmeler var. AKP cemaatler bağlamında esas olarak bir cemaatler koalisyonu
görünümünde. Esas iki güç F.Gülen cemaati ve Milli
Görüş kökenliler. Bunlar arasında esasta birlik olmasına rağmen, aralarında örneğin Ergenekonun tasfiyesinde kullanılacak yöntemler vs. konusunda taktik
farklılıklar vardır. Partideki bu ayrılık emniyette ve
yargıda da kendini göstermektedir. Gerek emniyet
içinde, gerekse yargıdaki F. Gülenciler, yer yer hükümeti de zora sokan işler yapabilmektedir. Örneğin
AKP genel seçimlerde halka yeni bir Anayasa yapacağını vadetti. Bunun yeni yasama döneminde önceliklerinden biri olduğunu açıkladı. Halktan yeni
Anayasa için de oy istedi. Erdoğan seçim sonrası ilk
konuşmasında bir kez daha yeni Anayasanın öncelikleri içinde olduğunu ilan etti.
le ve bunu geçirme imkanının olmadığını gördüğü
noktada geri çekti. Bunun yerine siyasi iktidarı ele
geçirme mücadelesinde elzem olan kimi değişiklikler
yapma yolunu tuttu. Şimdi yeni Anayasayı yeniden
gündeme getirdi. AKP yeni Anayasa ile 30’lu yılların Atatürkçü- devletçi- Türkçü temellerden uzaklaşmak istiyor. AKP’nin yapmak istediği kendi ideal
Anayasasında “ideoloji” (kastettikleri Atatürkçülüğe
atıflardır) olmayacak; Türkler dışındaki milliyetleri
yok sayan inkarcı ırkçı Türkçülük olmayacak; laiklik
yer alırsa tanımı “bütün dinlere eşit uzaklık” biçiminde yapılacak, aşırı merkezi yapılanma olmayacak,
yerel yönetimlere çok daha geniş yetkiler tanınacak.
Bütün bunlar gerçekte egemen burjuvazinin talepleri.
Bu taleplere uygun bir Anayasa, tabii ki en başta özel
mülkiyetin korunmasını, bireysel hakları koyacak,
grev hakkını karşısına lokavtı koyacak vs. Yani bu
Ardından yeni Anayasa için herkesten, her kurumdan katkı istendi. Bir Anayasa Komisyonu kuruldu.
Yeni Anayasa tartışmalarında ilk sorulması gereken soru şudur: AKP gerçekten de yeni bir Anayasa
istiyor mu? Yoksa yalnızca şov mu yapıyor? Bu soruya aslında bugün Türkiye’de egemen burjuvazi –
AKP onun sözcülüğünü yapıyor- ne istiyor sorusunu
sorarak ve buna cevap vererek tamamlamak gerekir.
KK/T’in egemen burjuvazisinin iki temel örgütü TÜSİAD ve MÜSİAD yeni bir Anayasa isteklerini açıkça
ortaya koymuşlardır. Onlar yeni bir Anayasa istiyorlar. Esasta Türkiye’nin andaki durumu ve gelişmesine
ters gelen, uluslararası alanda işbirliği yapılan emperyalist ülke ve kurumların talepleri ile çelişen, gelişmeye dar gelen bu Anayasanın değişmesini istiyorlar.
TÜSİAD bu isteğini daha 1990’larda ortaya koydu.
Yani AKP yeni Anayasa konusunda gayet ciddidir.
AKP yeni bir Anayasa yapmak istiyor. Bu AKP’nin
programında da var. Geçen dönem bir taslağı tartıştırmaya başladı, ardından Kemalist tepkiler nedeniy-
Anayasa gerici bir burjuva demokrasisinin Anayasası
olacak.
AKP böyle bir Anayasa yapmak istiyor. Fakat böyle
bir Anayasayı tek başına yapacak gücü yok. 326 Milletvekili Referanduma sunulacak bir Anayasa değişikliği yapmaya yetmiyor. Kaldı ki, Anayasal anlamda
şimdiye kadarki Kemalist faşist cumhuriyetin yerine
yeni bir cumhuriyet geçirme anlamına gelecek böyle
bir yeni Anayasaya bizzat AKP içinden itiraz getirecek güçler vardır. Anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi bile teklif edilemez ilk üç maddesinin AKP
içinde de –çok olmasa da- savunucuları vardır. Yani
AKP tek başına Anayasa yapmaya katlığında bizzat
kendi içinden fire verecektir. Kaldı ki yeni Anayasa
bağlamında, AKP içinde bir bölüm –başta Erdoğan
olmak üzere- devlet örgütlenmesinde Başkanlık sisteminin bugünkü parlamenter sistemden daha iyi olduğu görüşünde. Onun ideal Anayasası aynı zamanda Başkanlık sistemini içeren bir Anayasa. Buna ise
AKP de karşı olanlar, şu anda taraftar olanlar kadar,
Yeni Anayasa tartışmaları
güncel
Erdoğan ve AKP’nin Milli Görüş kökenli kanadı Kemalistlerin iktidardan tasfiyesinde daha dikkatli ve
temkinli yürünmesinden yanadır. Bu bağlamda örneğin kimi tutuklulukların uzunluğundan, gereksiz
gördükleri, her şeyin siyasi sorumlusu olan hükümeti zor duruma sokan tutuklamalardan vb. rahatsızdırlar. Ancak bütün bunlar iktidar için birbirlerine
ihtiyaçları olan ve özde bir olan bu gurupların partiyi
bölecekleri vb. anlamına gelmez.
35
güncel
36
belki hakta onlara göre daha güçlü görünüyor. Yani
olmaz.
Bu dönemde yeni Anayasa yapılabilmesi için AKP
ya, CHP ve MHP ile; ya da BDP ile uzlaşmak, anlaşmak zorundadır. Ancak bu halde 330 bulunabilir.
Ancak CHP ve MHP en baştan, “değiştirilemez üç
madde” den yana olduklarını açıklamışlardır. O halde bunlarla yeni Anayasa mümkün değildir.
Sayısal olarak çok zorlama ile BDP ile kurulacak
bir ittifakla yeni bir Anayasa yapılabilir. Yeni Anayasa aslında Kürt sorununun barışla bağlanabilmesi
için de olmazsa olmaz ön şarttır. Bu anlamda böyle
bir anlaşmanın mantıki, maddi temeli vardır. Ancak
BDP’nin AKP’ni baş düşman ilan ettiği; AKP’nin
BDP’ni PKK ile eşitlediği bir ortamda böyle bir birliktelik siyaseten imkansızdır. BDP ile birlikte yapılacak
yeni Anayasanın AKP’ne getireceği artı Kürt oyları
ve liberal oylarla; AKP’nin kaybedeceği Türk milliyetçisi oylar karşılaştırıldığında, AKP’nin kaybı kazancından büyük olur. BDP açısından da baş düşman
ilan edilen AKP ile ortak iş yapma, ona oy kaybettirir.
O halde bu dönemde yeni bir Anayasa yapılma ihtimali yok denecek kadar azdır.
Şimdi atılan “anayasa hazırlama turları” bu anlamda nafile turlardır.
Fakat bir başka açıdan bunlar nafile turlar değildir.
AKP bir yandan Anayasayı tartıştırarak, gündemi
istediği gibi belirleme şansına sahip olmakta; diğer
yandan bu Anayasa tartışmaları içinde kendi Anayasa taslağını olgunlaştırmaktadır.
Bu olgunlaşmanın belli bir aşamasında, AKP kendi
Anayasa taslağını, bu benim taslağımdır, toplumda
tartışılarak ortaya çıkarılmış, toplumsal uzlaşmayı
ifade eden taslaktır diyerek, meclis gündemine getirip – çıkmayacağını bile bile oylatması da, küçük bir
ihtimal de olsa- mümkündür. Bu durumda BDP köşeye sıkıştırılmış olur. AKP’de bir dahaki seçimlere
“Biz demokratik bir Anayasa yaptık. Ve bunu meclisten geçirmek, yasa haline geçtirmek, halka sunmak
için elimizden gelen her şeyi yaptık. Ama engellendik. Şimdi sizden bize tek başımıza Anayasa yapacak
çoğunluk vermenizi istiyoruz” şeklinde bir propaganda ile seçimlere gidebilir.
Bu arada bu dönemde, yeni Anayasa yapılmaksızın,
1982’nin delik deşik olmuş Anayasası üzerinde CHP
ve MHP’nin yapmaya hazır olduğu kimi Anayasa değişiklikleri de yapılabilir. Bu CHP ve MHP açısından,
biz Anayasa değişikliklerine karşı değiliz deme avantajını verir. AKP açısından ise iktidar yolunda yürü-
menin kimi başka engelleri ortadan kaldırılmış olur.
PKK’nin Anayasa konusunda getirdiği minimum
talep “1921 Anayasası”nın temel alınmasıdır. Aslında
1921 Anayasasında öngörülen özerklik adına geniş
yerel yönetim yetkilerinden başka bir şey değildir.
Bu yerel yönetimler ulusal kimlikler üzerine kurulmadıkça ki 1921 Anayasası bunu öngörmüyor zaten,
AKP bunu zaten yapmak istemektedir. Bunu burjuvazi istemektedir. Ve eninde sonunda olacaktır.
Bu anlamda bir “özerklik” yeni bir Anayasa olmadan da, Anayasa değişikliği yapılarak da getirilebilir. Bu AKP açısından “Kürt sorununun çözümü”
konusunda adım atmak olarak satılabilir. Ancak ilk
üç madde yerinde durdukça, Kürt sorununun barışçı
çözümü için Anayasal çerçeve henüz yoktur.
Toplumun geniş kesimi gelinen yerde esas olarak
T.C de farklı ulusal-etnik kimliklerin yaşadığını,
olduğunu kabullenmiş durumdadır. Toplumun küçük bir bölümü buna karşı çıkmakta, yoğun biçimde
gürültü koparmaktadır. Hal böyle olduğu için gidiş
Anayasanın toplumun çoğunluğunun kabullendiği
doğrultuda düzenlenmesi yönündedir.
Cumhurbaşkanlığı sorunu
A.Gül’ün cumhurbaşkanlığı 2014 yılında doluyor. Bu
konuda burjuva muhalefet Cumhurbaşkanlığı süresinin 2012’de dolduğu konusunda elinden geldiğince
gürültü kopardı. Fakat bu AKP’nin meclisteki kahir
çoğunluğu göz önüne alındığında boşa gürültüydü.
AKP kanunda açık olmayan bu noktada istediği kararı alacak konumdaydı. Nitekim bu konuda bir yasa
çıkarıldı.
Bir dahaki Cumhurbaşkanı 2014 yılında 5. yıllığına halk tarafından seçilecek. Bir kişinin en fazla iki
kez seçilme hakkı var. Birinci turda % 50’yi aşamayan
adaylardan en çok oy alan ikisi ikinci turda yarışacak.
Bugünkü şartlar ve gelişme perspektifinde 2014
yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde
AKP’nin göstereceği adayın seçileceğinden yola çıkmak gerekir.
Bir çok burjuva yorumcusu, Türkiye’de Rusya’da
olana benzer bir görev değişikliği olacağını öngörüyor. Yani R.Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olacak;
Gül ise 2015’de yapılacak genel seçimler ertesinde
başbakan olacak. Bir yıllık dönem geçici bir başbakanla idare edilecek.
Bu tabii ki eğer AKP böyle isterse kolaylıkla gerçekleşebilecek bir senaryodur. Ancak AKP’nin bunu
böyle isteyip istemediği belli değildir. AKP bu konu-
Ortadoğu’da gelişmeler ve TC
Ortadoğu’da bu hükümetin bir süre önce savunduğu
ve uygulamaya koymaya çalıştığı “komşularla sıfır
sorun” siyaseti, yerini bir dizi komşuyla karşı karşıya gelmeye bıraktı. Bu aslında T.C hakim sınıflarının
aktif tercihi değil, dıştaki gelişmelerin ve batı ile birlikte hareket etme stratejik tercihinin dayattığı bir
siyaset değişikliği.
Türkiye şu anda Ortadoğu’da batının Türkiye ile
birlikte en önemli müttefiklerinden biri olan İsrail ile
karşı karşıya. Bu karşı karşıyalık one minute kriziyle
başladı, Mavi Marmara ile devam etti, T.C elçisinin
aşağılanması ile zirve yaptı. Gelinen yerde İsrail’deki
hükümet gidene, o hükümetin ırkçı Siyonist küçük
ortağı hükümetten dışlanana kadar da bu karşı karşıyalık sürecek görünmektedir. İsrail ile karşı karşıya
olmak veya öyle görünmenin hem içerde hem dışarıda siyaseten getirdiği avantajlar da vardır. Şimdi
T.C’nin etkisi ve çekiciliği Arap yığınları arasında, en
başta da Filistin’de İsrail ile “sıfır sorun” döneminden daha fazladır.
Türkiye şu anda ABD’nin yıllardır devirmeye çalıştığı İran rejimi ile de karşı karşıyadır. Bu karşı karşıya
gelmede NATO’nun, aslında (Amerika’nın) Rusya’ya
karşı oluşturduğu füze kalkanı için kullanılan radar
sisteminin bir bölümünün Türkiye’de konuşlandırılması çıkış noktası olmuştur. İran bunu kendine
karşı yönelen bir tehdit olarak algılamaktadır. Bu
karşı karşıya gelme fakat iyi ticari ilişkileri fazla etkilememektedir; ayrıca konjonktürel olarak PKK’nin
bastırılmasında da işbirliği yapılabilmektedir. Orta
ve uzun vade açısından İran’daki radikal Şii Molla
rejimi ile, Türkiye’deki Sünni ağırlıklı batıcı ılımlı
İslam rejimi, Müslüman ağırlıklı nüfusa sahip ülkeler
için iki ayrı model oluşturmaktadır. Bu noktada bu
iki rejim birbirinin rakibi ve düşmanıdır.
Bu arada İran üzerinde ABD’nin başını çektiği
uluslararası baskı arttırılmakta; İsrail’de açıkça bombalama tehditlerini arttırmaktadır. Bu gelişme karşısında İran Çin ile Rusya ile, Latin Amerika’da sosyalist geçinen ülkelerle ilişkilerini sıklaştırmaktadır.
Irak’ta ABD askerleri resmen Irak’tan çekildikten
sonra, beklendiği gibi işler karışmış; Şii ağırlıklı merkezi hükümet, hükümet içinden Sünni kanadı tasfiyeye yönelmiş, Maliki yönetimi, başkan yardımcısı
Haşimi hakkında tutuklama kararı çıkartmış; Haşimi Sünni ağırlıklı özerk Kürt bölgesine sığınmış,
T.C hükümeti de Haşimi’ye sahip çıkmıştır. Bu arada
Irak’ta Sünni gerillaların bomba ve intihar eylemleri
artmıştır. Merkezi rejim istikrarlı değildir. De fakto
üç ayrı iktidar vardır. TC hükümeti Irak’taki gelişmelere seyirci kalmayacağını açıklayarak, açıkça İran
tarafından desteklenen Şii Maliki yönetimine karşı
tavır almıştır. Gelişmelerin ucu açıktır.
Suriye bağlamında nüfusun çoğunluğunun Sünni
olduğu bir ülkede, Şii Beşar Esat yönetimi işbaşındadır. Halkın bir bölümü, ağırlıklı olarak Sünni kesim,
Arap Baharı sürecinde Beşar Esat yönetimine karşı
başlangıçta silahsız gösterilerle demokrasi talepleri
ile ayaklanmıştır. Bu aşamada “kardeş” Esatla iyi
ilişkiler içinde olan T.C hükümeti, Beşar Esat’a reform yapma çağrıları yapmış; Batıya karşı da Esat’ı
ikna ettiği yönünde açıklamalar yapmıştır. Başlangıçta oynamaya soyunduğu rol arabuluculuk rolüdür.
Fakat Beşar Esat yönetimi silahsız ayaklanmaları silahla, kanla boğmaya girişmiş, bu zaten Arap Baharı sürecinde bu güvenilmez yönetimi devirmek için
fırsat kollayan ABD ve batılı emperyalistlere, Beşar
Esat rejimini defterden silme fırsatı vermiştir. “Suriye’deki gelişmeleri kendi iç işlerimiz gibi görüyoruz “
güncel
da aynen bir önceki Cumhurbaşkanlığı seçiminde
olduğu gibi “zamanı gelince konuşur, istişare eder,
sonucu söyleriz” tavrı içindedir.
R.T. Erdoğan aslında başkanlık sisteminde başkan
olmak istediğini açıkça beyan etmiştir. Fakat 2014’te
Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dek başkanlık sisteminin Anayasal hüküm haline getirilmesi imkansızdır. Siyasi sorumsuz bir Cumhurbaşkanlığı RTE’nin
isteği değildir.
Diğer yandan AKP tüzüğüne göre RTE yanında,
70’e yakın öne çıkan AKP yöneticisinin, bir dahaki
seçimlerde milletvekili adayı olma hakkı yoktur.
Yani eğer tüzüğü ciddiye alıp değiştirmezlerse –ki
bu yönde bir eğilim yok şu anda- bir dahaki mecliste
AKP grubunda bugünkü yöneticiler olmayacak. Bu
durumda partiyi, mecliste parti grubunu yönlendirme işleri bugünkünden biraz daha zor olacak. RTE
gibi tartışmasız bir liderin parti yönetiminde doğrudan müdahalesi gerekli olacak.
Bunlar göz önüne alındığında, RTE’nin Cumhurbaşkanı olmama ihtimali de vardır.
Cumhurbaşkanlığını tercih ederse, bunu sağlık nedenleriyle, biraz daha sakin sulara çekilmek için yapacağından yola çıkmak gerekir.
AKP’nin planı, cumhurbaşkanının ve başbakanın
kim olacağından bağımsız olarak, 2023’e kadar hem
hükümeti, hem cumhurbaşkanlığını elde tutmaktır.
37
güncel
38
açıklamaları yapan AKP hükümeti için bu noktadan
itibaren artık Esat’ın gidici olduğu değerlendirmesi
yapılmış ve Beşar Esad’a karşı açık tavır takınılmıştır. Beşar Esat yönetimine karşı silahlı mücadelenin
–en azından bir bölümünün- Türkiye’de ve Türkiye
üzerinden örgütlenmesi başlamıştır. “Kardeş Esat”,
devrilecek düşman haline gelmiştir. Artık Beşar Esat
reformlar da yapsa, AKP hükümeti ile Beşar Esat yönetimi kendi ülkelerinde iş başında kaldığı sürece
dostluk ilişkileri mümkün değildir. Şimdi 21 üyeli
Arap Birliği üzerinden Beşar Esat, reformlar yapmaya ve sonuçta geri çekilmeye ikna edilmeye çalışılıyor.
Batı yanlısı, işbirlikçi Arap rejimleri kanlı çatışmalar
sonrası zorla bir devrilme haklara kötü örnek olacağı
için, sorunu bu biçimde fazla kan dökülmeden hal etmeye çalışıyorlar. Bu arada tabii Libya’daki gibi doğrudan bir müdahaleyi de engellemeye çalışıyorlar.
Suriye’de Beşar Esat rejiminin Ortadoğu’daki tek
dostu olarak İran’la Türkiye karşı karşıyadır. Beşar
Esat gidicidir. Zamanı belli değildir. ABD Türkiye’ye
bu işi çözmesi için, açık çağrı yapmaktadır. Fakat T.C
egemen sınıfları, T.C hükümeti Suriye’ye karşı tek
başlarına bir askeri saldırıdan yana değildir. Suriye’ye
karşı ancak Libya’da olduğu gibi bir BM kararı ertesinde, bir NATO operasyonu içinde yer alır Türk
ordusu. Fakat bu bugünkü şartlarda, Çin ve Rusya,
Libya’daki hatalarından öğrendikleri (BM Güvenlik
Konseyinde veto koymayıp çekimser oy kullandılar.
Müdahale kararı böyle çıktı.) için olmaz. Şimdilik bir
süre batılı emperyalistler tarafından Türkiye üzerinden de silahlandırılan muhalefetin Beşar Esad’ı çekilmeye zorlaması beklenecektir. Beşar Esat bir yandan
şiddetin dozunu arttırırken, bir yandan da genel af
gibi reformlarla iktidarını korumaya çalışmaktadır.
Beşar Esat rejiminin yıkılması, batılı emperyalistler
açısından İran’ın izole edilmesi açısından da önemlidir. İran nasıl Ortadoğu’da Suriye’nin tek dostu ise;
Suriye de İran molla rejiminin tek dostudur.
Bir bütün olarak Ortadoğu tam bir kaynayan kazan
görünümündedir.
Çelişmelerin açık çatışmaya ve savaşa dönüşme ihtimali giderek yükselmektedir.
Kürt ulusal hareketi bu çelişmeli ortamdan kendi
çıkarları için yararlanmaya yönelik politikalar geliş-
KCK operasyonları/yükseltilen saldırılar ve
savaş
Türkiye’de egemen burjuvazi gelinen yerde net olarak
eğer Kuzey Kürdistan bir sömürü alanı olarak elde
tutulmak isteniyorsa, inkarcı politikalardan uzaklaşıp, gerçekleri kabul etmenin; Kürtlerin ulusal kimliklerini tanımanın ve onlara belirli ulusal hakları
vermenin kaçınılmaz olduğunu görüyor. Türkiye’de
egemen burjuvazinin andaki AKP hükümeti, Anayasa sorununun tartışmasında ortaya konulduğu gibi,
aslında Kürt sorununun Anayasal çerçevede çözülmesinden yana. Bunu RTE seçim sonrası konuşmasında ortaya koydu. Bunu son olarak Bülent Arınç
mecliste yaptığı bir konuşmada açıkça ortaya koydu.
Bu arada seçim ertesinde, AKP hükümetinin sorumluluğunda MİT ile PKK arasında yapılan bir görüşmenin tape çözümü internette yayınlandı. Kaynağı
belli olmayan bu yayınlanma ertesinde yürüyen tartışmalarda, toplumun önemli bir bölümünün barış
sağlanacaksa böyle görüşmelerin normal olduğunu
düşündüğü çıktı ortaya. Gelişmeler seçim öncesi sağlanan çatışmasızlık ortamının süreceği yönünde idi.
Bu ortamda gelen bir- iki PKK eylemi ertesinde hava
değişti.
Devlet güçleri bir yandan KCK operasyonları adı
altında, öncelikle Kürt ulusal hareketinin legal ve silahsız kanadına karşı saldırılarını, diğer yandan PKK
gerillasına karşı askeri saldırılarını yoğunlaştırdı.
AKP’de genel tavrı itibarıyla bu geniş çaptaki saldırıların siyasi sorumluluğunu üzerlendi.
Savaşın böyle yükseltilmesi tavrı bir dizi yorumcu,
bu arada savaşın tarafı olan PKK tarafından da, AKP
açısından şimdi sorunun barışçıl çözümünden, silahlı çözümüne geri dönen bir siyaset değişikliği olarak
yorumlanıyor.
Bu yorum doğru ve gerçekçi bir yorum değil. Evet
savaşın yükseltildiği, bunun siyasi sorumluluğunu
AKP’nin üzerlendiği, ordunun, emniyetin operasyonlarının siyasi sorumluluğunu AKP hükümetinin
taşıdığı, söylemde de düne göre daha sert söylemlerin varlığı olgu. Binlerce silahsız Kürdün, bu arada
seçilmiş onlarca belediye başkanının tutuklandığı
da olgu. Fakat Türkiye’de egemen burjuvazi ve onun
AKP hükümeti, sorunun salt silahlı çözümünün
mümkün olmadığını; Türkiye’nin Sri Lanka olmadığını, Kürtlerin Tamiller, PKK’nin Tamil Tiger örgütü
olmadığını biliyor. Savaşın eninde sonunda evet PKK
ile oturup konuşularak da bitirileceğini biliyor. Kendi egemenliği şartlarında çözümün yeni bir Anayasal
çerçeveyi gerektirdiğini biliyor. Aynı bilgiler tersten PKK için de geçerli. PKK’da Kuzey Kürdistan’ın
T.C’den koparılıp, ayrı bir Kürdistan devletinin parçası olmasının, emperyalist bir büyük gücün doğrudan desteği olmaksızın gerçekleşmeyeceğini biliyor.
Böyle bir desteğin olmadığını, ufukta görünmediğini
bildiği için zaten T.C’nin devlet bütünlüğünü sorgulayan bir siyasetten çoktan vaz geçmiş, taleplerini en uç
noktada 1921 Anayasasında öngörülen biçimdeki bir
bölgesel özerklikle, belirli ulusal hakların elde edilmesi (ana dilde eğitim gibi) sınırlamış durumda. O
da çözüm için yeni bir Anayasa gerektiğini biliyor ve
bunu talep ediyor. Bu durumda eninde sonunda anda
savaşan bu iki güç masaya yeniden oturacaktır. Şimdi
T.C açısından savaşın yükseltilmesinin mantığı masaya oturmadan önce karşı tarafı mümkün olduğunca zayıflatmaktır, pazarlıkta elini güçlendirmektir.
KCK operasyonları da aynı mantık çerçevesindeki
operasyonlardır. PKK pazarlık gücünü arttırabilmek
için Arap Baharı’nı Türkiye’ye taşıma yönünde çağrılar yapmıştır. T.C böyle olası bir gelişmenin önünü
almak için serhildanları örgütleyebilecek örgütlü kesimi tutuklayarak devreden çıkarmaya çalışmaktadır. Bu sorunun Anayasal çözümünden vaz geçildiği
anlamına gelmiyor.
Murat Karayılan’ın Ocak ayı başında yaptığı açıklama, burjuva medya tarafından, “PKK savaş çağrısı
yapıyor” şeklinde aktarıldı. Bu açıklamada gerçekte
devrimci bir savaş için çağrı yok. “2012 yılını kader
yılı yapalım” çağrısının içeriği, Murat Karayılan tarafından, gerillaların kendini saldırıları karşı koruması, Abdullah Öcalan’ın sahiplenilmesi, KCK tutuklarının mahkemelerde Kürtçe konuşması, tüm
yurtseverlerin devlete karşı Kürtçe konuşması ile doldurulmaktadır. PKK içinde şu anda hakim olan anlayış aslında savaşı yükseltme anlayışı değildir. Fakat
PKK içinde bu anlayış dışında savaşı yükseltmekten
yana olanlar da var.
Biz bütün gücümüzle devletin saldırıları karşısında
Kürt halkının yanında olduğumuzu göstermeliyiz.
Bunu yaparken ama gerçekler neyse onu anlatmalıyız. Saldırıları Kürtlere karşı soykırım vb. olarak nitelemek, gerçekleri kavramamaktır.
15.01.2012 ✓
güncel
tirmeye çalışmakta ve fakat verili güç dengelerinde,
kurulu kurtlar sofrasında bir çok halde kendisi başkalarının çıkarları için kullanılan bir araç haline dönüşebilmektedir.
39
✒
okur mektubu
Nazi Faşistlerine Geçit Yok!
No Passaran!
“Gücümüz çeşitliliğimizdir’. Bu inanç doğrultusunda ilerledik ve
ilerliyoruz. Antifaşist grupların, partilerin, sendikaların, yerel
girişimlerin, gençlik kollarının ve dindar grupların ittifakı ile açıkça
gösterdik ki barikatlar yasaldır ve Dresden hepimizindir!...”
67
40
yıl önce Kızıl Ordu’nun Almanya’ya doğru hızlı ilerleyişini gören Batılı müttefikler, Batı cephesinde yoğun bir bombalama harekâtı
başlattı. Bu çerçevede birçok kent savaş uçakları tarafından bombalandı. 13-14 Şubat 1945’te İngiliz ve
Amerikan hava kuvvetleri Almanya’nın Dresden
kentini bombalamıştı. Nazi faşistleri, 13-15 Şubat
1945’te Dresden kentinin bombalanmasını bahane
ederek her yıl yürüyüş izni alıyor. Faşistlerin yürü-
yüşlerini engellemek için de yıllardır karşı gösteriler
yapıldı, yapılıyor. Son üç yılda Nazilerin Dresden’in
67 yıl önce bombalanmasının yıldönümünde yapmak
istedikleri yürüyüşler engellendi.
Avrupa ve Almanya’da faşist hareketler gelişiyor.
NPD (Almanya Ulusal Demokrat Partisi) vb. faşist
partiler, ‘70’li yılların sonlarına kadar ağırlıklı olarak İkinci Dünya Savaşı döneminden kalma Nazilere ev sahipliği yapan nostalji dernekleri görüntüsü
okur mektubu
2010’da Nazilerin Dresden’de yapacakları gösteriyi engelemek için, antifaşistler, Dresden caddelerini
doldurma çağrısı yaptı. Böylece şehre ulaşan 5.000
Nazi, polisin yürüyüşü bloke etmek isteyen antifaşist
eylemcileri şiddet kullanarak uzaklaştırma girişimine rağmen yürümeyi başaramadı. 2011’de de antifaşistlerin Dresden sokaklarını bloke etmesi sonucu
Naziler yürüyemedi, yürütülmedi.
Öte yandan Neonazilerin gövde gösterisi yapmak
istedikleri Dresden’de ırkçılara karşı çıkmak, ırkçı
propaganda yapmalarını engellemek ve Nazilere karşı barikat oluşturulmasını istemek, Dresden savcılığı
tarafından suç haline getirildi. 2011 yılında yapılan
protesto gösterilerine katılanların telefonları, emniyet müdürlüğü tarafından kurulan özel bir sistemle
dinlendi ve bütün görüşmeler kaydedildi. Bu skandalın ortaya çıkması sonucu Dresden emniyet müdürü
istifa etmek zorunda kaldı. Nazi faşistlerini engellemek için sokağa çıkan 200 kadar antifaşist hakkında
soruşturma açıldı, barikat çağrısı yapan afişler toplatıldı ve eylemlere katılan iki Sol Parti milletvekilinin dokunulmazlığı kaldırıldı. Dresden Savcılığının
isteği üzerine Federal Parlamento Dokunulmazlık
Komisyonu, Sol Parti Milletvekilleri Caren Lay ve
Michael Leutert’in dokunulmazlığını kaldırarak yargılanmalarının önünü açtı. Mecliste grubu bulunan
CDU/CSU, FDP ve SPD antifaşist eyleme katıldıkları
için Sol Parti milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için oy verdi. Nazi faşistlerinin yapmak istediği yürüyüşün engellenmesi sonucu, Alman
polisi başarılı eylemleri organize edenlerin peşine
düştü. Evler basıldı, soruşturmalar açıldı. Hatta kimileri hakkında “terör yasasına” dayanarak davalar
açtı.
Nazilerin Dresden yürüyüşünün iki yıl üst üste
engellenmesinin ardından gözler 2012 Şubat ayına
çevrilmişti. Almanya’da birçok grup ve parti Dresden Nazi yürüyüşünün engellenmesi için bir birlik
oluşturdu. Zira yürüyüşün iki yıl üst üste engellenmesi, Naziler açısından büyük stratejik öneme sahip
bir propaganda ve örgütlenme zemininin ortadan
kalkması olasılığını beraberinde getirmişti. 13 Şubat 2012’de Naziler Dresden’de Alman polisinin
koruması altında 1600 kişinin katıldığı bir yürüyüş
yaptılar. 13 Şubat günü, antifaşist eylemciler insan
zincirleri ve blokaj noktaları oluşturarak yolları kapadılar. 10 binden fazla insan Neonazileri kent merkezine sokmamak için ellerinde mumlarla insan zinciri
oluşturdu. Şehir merkezinden uzak yerde Nazi fa-
✒
taşıyordu. 1980’lerden itibaren yeni bir Nazi kuşağı
ortaya çıkmaya başladı. Bu kuşağın temel siyaseti
“yabancı düşmanlığı” ve Nazi Almanya’sına duyulan
özlem idi. Duvarın yıkılmasının ardından kötüleşen
ekonominin ve neo-liberal ekonomi politikasının yarattığı hoşnutsuzluğu kendi amaçları doğrultusunda
kanalize etmekte başarılı olan Naziler, bir yandan
göçmenlere ve solculara yönelik şiddetin dozunu arttırırken, diğer yandan seçim başarıları üstünden belediye meclislerine ve eyalet parlamentolarına girerek
meşru bir siyasi aktör olarak kabul görme çabalarını
yoğunlaştırdılar. Öte yandan Naziler, gerek Doğu,
gerek Batı Almanya’da birçok belediye ve eyalet meclisine seçilmeyi başardılar. Naziler, siyasi aktör olarak kabul görme çalışmalarını yürütmenin yanısıra,
ırkçı temelde cinayet işlemeye devam ediyorlardı.
1990’dan bugüne kadar ırkçı temelde, faşistlerin işlediği cinayetlerin sayısı 182’dir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından
Dresden’e yapılan hava saldırısının kurbanlarını
anma etkinlikleri düzenlenmeye başladı. Özellikle
iki Almanya’nın birleşmesinin ardından Federal Alman Devleti, Dresden’in bombalanmasını tarihsel
bağlamından kopartarak kurbanların anıldığı resmi
yas etkinlikleri düzenlemeye başladı. Bu etkinlikler,
Nazi Almanya’sının 60 milyon insanın ölümüne yol
açan, İkinci Dünya Savaşı’nı başlatan faşist devlet
olarak değil, müttefiklerin ölçüsüz şiddetine maruz
kalan etkinliklere dönüştürüldü. Böylece 90’lı yıllardan itibaren Nazi faşistleri de resmi anma etkinliklerinin bir parçası olmaya başladılar. Nazi faşistleri,
2000 yılında “bomba terörünün kurbanlarını onurlandıralım” sloganıyla ilk kez resmi 13 Şubat etkinliklerinden bağımsız, 500 kişilik bir “yas yürüyüşü”
düzenlediler. Bu sayı dört yıl içinde iki bini geçti.
2005 yılında yürüyüş, ilk kez resmen NPD tarafından
düzenlendi ve katılımcı sayısı 6.500’e ulaştı. Böylece Dresden yürüyüşü, Hitler’in vekili olan ve 47 yıl
hapiste kaldıktan sonra intihar sonucu ölen Rudolf
Heß’i anmak amacıyla, Bavyera Eyaleti’nin kuzeyinde küçük bir şehir olan Wunsiedel’de düzenlenen ve
tüm Avrupa’dan Nazilerin katıldığı yürüyüşün antifaşist direniş sonucunda olanaksız hale gelmesinin
ardından, Avrupa çapında Nazilerin bir araya gelerek
güç gösterisi yaptığı en önemli etkinliğe dönüştü.
Alman hakim sınıfları, yıllarca Nazilerin yürüyüşünü görmezden gelerek resmi anma etkinliklerinde
Dresden’de yaşananların Naziler tarafından propaganda amaçlı kullanılmasını kınamakla yetindiler!
41
✒
okur mektubu
42
şistlerinin yürüyüş yapmalarına izin verildi. Alman
polisi Nazilerin yürüyüş güzergahını değiştirerek,
Nazilerin planlanandan daha kısa süren bir yürüyüş
yapmalarına yardımcı oldu. İstenildiği gibi yürüyüşlerini yapamayan Nazi faşistleri, 18 Şubat’ta yeniden
Dresden’de yürüyüş yapacaklarını ilan ettiler.
Nazilerin Dresden’de yürümelerini engellemek isteyen gruplar şu çağrıyı yaptılar:
“Geçtiğimiz iki sene içinde bazılarının ‘imkansız’
denileni başardık ve Dresden’deki Nazi gösterilerini
engelledik. Binlerce Nazi insanlık dışı ideolojilerini
gösterme amaçlı yürüyüşlerini gerçekleştiremedi.
Naziler geçen sene Şubat ayındaki gösteriyi, Şubat 1945’te müttefiklerce bombalanmasına ithafen
‘masum şehir Dresden’ efsanesine dayandırmışlardı. Şehir yönetiminin göz ardı etme çabası ve halkın
kararlılık konusundaki yetersizliği yüzünden bu organizasyon 7000 kişi ile Avrupa’nın en büyük Nazi
yürüyüşü olacaktı. Ama 2010 ve 2011 gösterilerini
kuşatmalar ve ablukalarla engelleyen insanlar sayesinde Naziler amaçlarına ulaşamadılar.
Biz her türlü tarihsel revizyonizmin karşısındayız.
Neonazilere Alman tarihini çarpıtma ve nasyonal
sosyalist akımları yüceltme fırsatı verilmemelidir. Bu
yüzden biz de 13 Şubat 2012’ de Dresden’deki nasyonal sosyalist tarihi hatırlatmak için ‘Täterspuren’ yürüyüşünü gerçekleştireceğiz.
‘Söylediklerimizi yapar, yaptıklarımızı söyleriz’.
Bu şiar ışığında ilerledik ve ilerliyoruz. Ortak amacımız Nazi gösterisini yığınların barikatlarıyla durdurmaktır. Amacımız polislerle herhangi bir çatışma
içine girmek değildir. Nazileri engellemek konusunda
kararlıyız, bizden kaynaklı bir gerginlik yaşanmayacaktır. Bizimle aynı amacı hedefleyen herkes ile dayanışma içinde olacağız.
‘Gücümüz çeşitliliğimizdir’. Bu inanç doğrultusunda ilerledik ve ilerliyoruz. Antifaşist grupların, partilerin, sendikaların, yerel girişimlerin, gençlik kollarının ve dindar grupların ittifakı ile açıkça gösterdik ki
barikatlar yasaldır ve Dresden hepimizindir!
Antifaşistler geçtiğimiz aylardan beri giderek artan
devlet baskısıyla karşı karşıyadırlar. Hukuk dışı telefon dinlemeleri, yanlı ceza yargılamaları ve hatta dokunulmazlıkların kaldırılması bile bizi yıldıramaz.
Bizi dışarıdan ‘aşırıcılık’ suçlamalarıyla bölmeye çalışıyorlar, biz ise kararlılığımızla cevap veriyoruz. Bölünmeyeceğiz. Sivil itaatsizlik hakkımızdır, blokajlar
yasaldır!
Bizi yıldırmalarına izin vermeyelim. Şubat ayında
Dresden’deki protestomuz aynı zamanda devletin
toplanma hakkımızı peyderpey elimizden almasına ve casus devlete düzenine karşıdır. Dresden’deki
göstericileri daha da gözlemlenebilir kılmak amacıyla
orantılı hukuk düzeni prensibinin bilinçli bir şekilde
ertelenmesi istenmektedir. Buna kati suretle karşıyız.
Bunun yanında her türden yıldırma politikasına ve
vatandaşlık haklarının kısıtlanmasına itiraz ediyoruz.
2012’de de Nazi yürüyüşünü durduracağız.
Sachsen’de saklanan Nazilerin işlediği seri cinayetler
kararlı bir Antifaşist oluşumunun önemini bir kere
daha göz önüne sermiştir. Antifaşist oluşum karalanmamalı, bilhassa desteklenmelidir. Yıllardır Nazi şiddeti, saldırılar ve Nazi ortamlarındaki silahlanmanın
boyutu küçümsenmektedir.
Artık yeter!
Sokaklarda Nazilere bir metrekare dahi yer yoktur.
Onları Dresden’de durduracağız: renkli ve sesli, yaratıcı ve kararlı.
Faşizme hayır, savaşa hayır!“
18 Şubat 2012’de, Nazilerin yürüyüşüne engel olmak için binlerce insan Dresden’e akın etti. Polis, yoğun güvenlik önlemleri almıştı. Nazilerin Dresden’de
yürüyüş yapmalarını engellemek için tüm katılımcılar kararlı görünüyordu. Her renkten grup ve parti,
merkezi tren garının önündeki alanda bir araya gelmişti. Alman düzen partisi olan Sosyal Demokrat
Partisi’nin gençlik kolu da alanda yerini almıştı. Geçen yıl eyleme katıldıkları için Sol Parti milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için SPD’de
oy vermişti. Nazi faşistlerine karşı yapılan eylemlere
katıldıkları için, yargılamalarının önünü açmak için
dokunulmazlıkların kaldırılmasına onay verenler,
dostlar alışverişte görsün misali alandaki yerlerini
almışlardı!
Yürüyüş saat 12’de başladı ve saat 16’da sona erdi.
Yürüyüş kolunun en önünde “BLOK DRESDEN 2012.
Nazi yürüyüşü tarihe karışana kadar onu engelleyeceğiz!“ başlıklı pankart açıldı. Oldukça uzun bir yürüyüş rotası seçilmişti. Yürüyüşün bitiş noktası da ilginçti. Geçen yıl Dresden’de Nazilerin yürüyüşünün
engellenmesinin ardından polis birçok eve ve kurumlara baskın yapmıştı. Baskın yapılan yerlerden bir tanesi de Gençlik Evi binasıydı. Gençlik Evi binasında
arama yapılmış ve burada bulunan insanlar hakkında
“Terör Yasasına” muhalefet ettikleri iddiasıyla dava
açılmıştı. Polis helikopteri havadan yürüyüş kolunu
izliyordu. Üç yıl önce 7 bin Nazi Dresden’de yürüyüş
Naziler 1 Eylül 1939’da Polanya’ya saldırarak II. Dünya Savaşı’nı başlatmışlardı. Nazi orduları 22 Haziran
1941’de sosyalizmin anavatanı Sovyetler Birliği’ne
saldırmışlardı.
1941 yazı ve sonbaharı boyunca, Nazi Birlikleri Sovyetler Birliği’nin içinde ilerledi, ama Kızıl Ordu’nun
kararlı direnişi, Nazilerin Leningrad ve Moskova gibi
kentleri ele geçirmesini engelledi. Nazi sürüleri, işgal
ettikleri diğer ülkelerin tersine, Sovyetler Birliği’nde
istedikleri gibi ilerleyemiyorlardı. 6 Aralık 1941’de,
Sovyet Birlikleri, Nazi güçlerini Moskova’nın dışından kalıcı olarak çıkaran önemli bir karşı saldırı
başlattı. Bir gün sonra, 7 Aralık 1941’de, Japonya Hawai’deki Pearl Harbor’ı bombaladı. Amerika Birleşik
Devletleri anında Japonya’ya savaş ilan etti.
Doğu Cephesi’nde, 1942 yazı süresince, Naziler,
Volga nehrindeki Stalingrad’ı olduğu kadar Kafkas
petrol alanlarındaki Bakü şehrini de ele geçirmek
okur mektubu
73 Yıl Önce Ne Olmuştu?
amacıyla Sovyetler Birliği’ne saldırılarını yenilediler.
Ağustos 1942’de Nazi orduları Stalingrad’a saldırdı.
Stalingrad kuşatıldı ama teslim alınamadı. 2 Şubat
1943’te Stalingrad’ta, Alman Altıncı Ordusu Sovyetler
Birliği’ne teslim oldu. Nazi faşistlerinin Stalingrad’ta
bozguna uğramaları savaşın kaderini değiştirmişti.
Stalingrad savaşında Kızıl Ordu’nun kazandığı zafer sonucu, savaşın seyri Sovyetler Birliği lehine değişmeye başladı. ABD ve İngiltere savaşın Sovyetler
Birliği lehine gelişmeye başladığını gördükleri andan
itibaren, Nazi sürülerine karşı savaşmaya başladılar.
1945 başlarında, Nazilerin artık uzun süre savaşamayacağı ortaya çıkmıştı. Müttefik liderler, ABD
Başkanı Roosevelt, İngiltere Başbakanı Churchill ile
SSCB’nin önderi Stalin Kırım’daki Yalta kentinde
toplandılar ve Almanya’nın koşulsuz olarak teslim
alınması konusunda anlaştılar. Ocak 1945’te SSCB askerleri Budapeşte’ye, Nisan başında da Viyana’ya girdiler ve Berlin’e doğru ilerlediler. 25 Nisan’da Berlin’i
kuşattılar. Kentin merkezinde ki sığınağında ordularını yönetmekte olan Hitler 30 Nisan’da intihar etti.
Yerine Amiral Karl Dönitz’i atamıştı. Ama Nazilerin
savaşacak güçleri kalmamıştı ve beklenen oldu. Naziler, 8 Mayıs 1945’te teslim bayrağını çektiler.
Saksonya Eyaleti’nin başkenti olan Dresden, Doğu
Almanya’nın Berlin ve Leipzig’in ardından en büyük
üçüncü şehri. İngiliz ve Amerikan uçakları, İkinci
Dünya Savaşı’nın sonuna yaklaştığı 13 Şubat 1945’te
iki gün sürecek ve Dresden’i yerle bir edecek bir hava
saldırısı başlatmış, saldırının sonucunda şehrin askeri ve sivil altyapısı büyük ölçüde tahrip edilmişti. Koalisyon güçlerinin Dresden’i bombalamasının
haklı nedenleri vardı. Dresden’in bombalanması,
Kızıl Orduyu korumanın ve savaşı kazanmanın bir
parçasıydı. Dresden, Nazilere güçlü destek veren bir
kitle potansiyeline sahipti. Nazi faşistlerinin ikinci
askeri kışlalarının olduğu bir şehirdi Dresden. Dresden, silah endüstrisine ev sahipliği yapıyor ve askeri
malzeme üreten fabrikalarda ellibin işçi çalışıyordu.
Kısacası Nazi ordularının savaşı yürütmesinde Dresden kentinin önemli bir rolü vardı.
Faşizme karşı mücadelenin iktidar mücadelesine
bağlı olarak yürütülmesi gerekir. Faşizm, emperyalist
dünya sisteminin bir ürünüdür. Bizim mücadelemiz,
kapitalizmin yıkılması ve yerine sosyalizmin kurulması içindir. Faşizme geçit vermeyeceğiz. No Passaran...
Berlin’den YDİ Çağrı Okuru
19 Şubat 2012 ✓
✒
yapmıştı. Üç yıl sonra binlerce insanın katılımı ile
Nazilerin yürüyüş yapmalarına fırsat verilmedi. Beklenen oldu ve Naziler Dresden’de planladıkları yürüyüşü yapamadılar. Yürüyüş boyunca sloganlar atıldı,
konuşmalar yapıldı. Almanya’da 2000 ile 2006 yılları
arasında sekiz Türkiyeli ve bir Yunanlı, Nazi faşistleri
tarafın¬dan öldürülmüştü. Konuşmalarda, Nazilerin
yabancılara yönelik saldırıları ve yabancıların öldürülmesine pek fazla değinilmedi.
Yürüyüşe, Alternatif Göçmen Politikaları ve Kültür
Evi (Allmende), Almanya Bolşevik İnisiyatif tarafları da Dresden’de idi. Allmende ve Bolşevik İnisiyatif
taraftarları, 2000 ile 2006 yılları arasında öldürülen
sekiz Türkiye’li ve bir Yunanlı’nın resimlerinin yer
aldığı tişörtler giyerek bir sıra halinde kortejdeki
yerlerini aldılar. Ayrıca “Irkçı Ölümlerden Devlet Sorumludur” yazılı bir pankart taşıdılar. Öldürülenlerin resimleri ve isimlerinin yazılı olduğu tişörtlerin
giyilmesi ve tek sıra halinde yürünmesi, dikkatleri bu
grubun üzerine çekilmesine neden oldu.
Bolşevik İnisiyatif taraftarları ayrıca “Dresden 2012,
Tarihin Tahrifatı, Devlet ve Naziler Elele... Faşizm Bir
Düşünce Değil Aksine Suçtur!” başlık bildiri dağıtıp, yayın satışı yaptılar. Yürüyüşün rotasının uzun
olması, katılımcıların yorulmasına neden olmuştu.
Ama bu yorgunluk tatlı bir yorgunluktu. Çünkü Nazi
faşistleri amaçlarına ulaşamamış ve planladıkları yürüyüşü yapamamışlardı. Dresden’de Nazilere geçit
verilmemişti.
43
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
TROÇKİZM ÜZERİNE IV
T
44
TROÇKİST GRUP VE
ÖRGÜTLER HAKKINDA...
roçkizm Rus devrimci işçi sınıfı hareketi içinde
küçük burjuva akımlardan biri olarak ortaya
çıktı. Devrimin tayin edici yılı olan 1917’de, Temmuz ayından sonra pratik olarak Leninizme yaklaştı. 1917’de Ekim devriminin ön günlerinde Troçki,
RSDİP(B)’e (1925’de Partinin adı SBKP(B) olarak değişti) parti program ve tüzüğünü kabul etme temelinde katıldı. Buna rağmen Troçkizm SBKP(B) içinde
fraksiyon olarak varlığını sürdürdü ve Ekim Devriminden sonra Sosyalizmin inşası sürecinde Leninist
çizgiye karşı küçük burjuva-bozguncu muhalefet olarak ortaya çıktı. Bunu izleyen yıllarda Troçkizm teori
ve pratikte Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasına
karşı mücadele tugayı biçimini aldı. 1930’lu yıllarda
Troçkizm dünyanın ilk işçi devletine karşı uluslararası burjuvazinin sol maskeli saldırgan rolünü üstlendi. Troçkizm objektif olarak emperyalizmin maşası
haline geldi ve haklı olarak karşı devrimci siyasi akım
ve örgüt ilan edilerek üzerine gidildi. Bu mücadelede kimi yanlışlar yapılmış olsa da, karşı devrimci bir
ideoloji ve Sovyet devletine saldıran örgütlenmeler
olarak Troçkizme karşı mücadele haklılığını korumaktadır.
1938’de Troçki ve yandaşları, hareketlerini kurumsallaştırmak için Dördüncü Enternasyonal’i kurdular. Troçki, Dördüncü Enternasyonal’in „devrimi
gerçekleştirebilecek tek güç” olduğunu ve gerek kapitalizme gerekse „Stalinizme“ karşı mücadele edeceğini söylüyordu. Bu yıllarda Troçkizm özellikle küçük
burjuvazi ve aydınlar içinde, fakat yer yer işçi sınıfı
içinde de belirli bir kitle tabanı da kazandı. Sözüm
ona „Stalinizm“e ve sosyalizmin anavatanı olan Sovyetler Birliği’ne karşı mücadele ediyorlardı! Troçkizmin gelişmesi içinde uygun ortam vardı. II. Dünya
Savaşı yıllarında Dördüncü Enternasyonal’den kopmalar yaşandı. Bazı Troçkistler, SSCB’nin artık “yoz-
laşmış bir işçi devleti” sayılamayacağını söyleyerek,
Dördüncü Enternasyonal’den ayrıldılar.
Dördüncü Enternasyonal Uluslararası Sekreteryası, II. Dünya Savaşı sonrası siyasi durumu ve Doğu
Avrupa’daki Halk Demokrasisi Devletleri değerlendirmek amacıyla 1946, 1948 ve 1951 yıllarında bir
dizi uluslararası kongre topladı. 1951 kongresi, Doğu
Avrupa Devletlerini “deforme olmuş işçi devletleri”
olarak tanımladı. Aynı kongre, Michael Pablo’nun,
Troçkistleri „Stalinist komünist partilerin“ içinde
daha etkin olmaya çağıran görüşlerini de benimsedi.
Pablo’ya göre „Stalinist Komünist Partiler“ gerçek bir
işçi hareketine dayanmaları halinde Stalin’in etkisinden kurtulabilirdi. Pablo’ya göre; Yugoslavya’nın kendi yolunu seçmesi, bunun olabilirliğini göstermişti!
1951 kongresinde Troçkistlerin „Stalinist Komünist
Partiler içinde faaliyet göstermesi“ (İçten fethetme/
entrizm) yönünde karar alındı.
1951 kongresinin ele aldığı bir sorun, Doğu Avrupa’daki yeni “Halk Demokrasisi” ülkeler idi. Troçkist
görüşe göre SSCB, kendi varlığı için tehdit olmadığı
sürece kapitalizmle uyum içinde yaşayacak, devrimi
yaymaya çalışmayacaktı. Doğu Avrupa ülkelerindeki durum bu tezle çelişiyor gibiydi. Tartışmalar
sonucunda Kongre; SSCB yönetiminin hâlâ „karşıdevrimci“ olduğunu, Doğu Avrupa’daki yeni rejimlerin II. Dünya Savaşı’nın askeri ve siyasi bir sonucu
olduğunu, SSCB’nin rejimini bu ülkelere yaymasının
devrimcilikten değil, varlığını koruma güdüsünden
kaynaklandığını açıkladı.
Bugün, aradan onyıllar geçmiş durumda ve ne biz
ML güçler, ne de Troçkistler işçi sınıfı hareketi içinde geçen yüzyılın 30’lu yıllarındaki öneme ve güce
sahibiz. 1950’li yıllardan itibaren burjuvazinin işçi
sınıfı hareketi içindeki ana tahribatı Troçkistlerden
değil, Kruşçov modern revizyonizminden kaynak-
Mandelcilik: İkinci Dünya Savaşından sonra yeniden
toparlanan Dördüncü Enternasyonal içerisinde Michel Pablo ve Ernest Mandel’in başını çektiği bir akım
ortaya çıktı. Onlara göre, „Stalinist partilerin içinde“
“devrimci unsurlar” bulunmaktaydı, hatta bazı „Stalinist örgütler“ gerçekten de devrimciydi. Bu nedenle
Troçkistler Stalinist Komünist Partilere “derin giriş”
yapmalıydılar ve onların içinde çalışma yürütmeliydiler. Aynı çizgiye göre, o dönemde yeni ortaya çıkan
Yugoslavya bürokratik devlet değildi ve gerçek bir işçi
devleti idi. Dördüncü Enternasyonal, pek çok militanını bu dönemde Yugoslavya’ya gönderdi. Böylece
Dördüncü Enternasyonal’in, “her koşul altında işçi
sınıfının partisinin bağımsızlığı” ve “Stalinist, merkezci, sendikalist, ulusalcı ve benzeri akımlarla kesin
olarak ayrılarak uzlaşmacılığı reddetme” ilkelerin-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Troçkist Akımlar
den vazgeçilmiş oluyordu. SSCB, bürokratik rejimin
egemen olduğu bir ülke olarak değerlendiriliyordu!
Aynı zaman da SSCB’de ki rejimin, kapitalizm ile
sosyalizm arasındaki bir “geçiş aşaması” olduğu iddia
ediliyordu! Pablo-Mandel akımı, işçi sınıfı dışında
devrim için yeni öncüler aramaya başladılar ve ilk
olarak ulusal kurtuluş hareketlerini buldular. Cezayir
Ulusal Kurtuluş Hareketine koşulsuz destek verildi,
hatta Cezayir’in bir “yarı işçi devleti” olduğu iddia
edildi. Bunun yanlış olduğu daha sonra kabul edildi.
Daha sonra Küba’nın da bir işçi devleti olduğu ileri
sürüldü. En sonunda “bürokratik bir işçi devletinin,
gerçek bir işçi devleti ile aynı işlevi görebileceği” iddiasında bulunuldu. Yeni kitle öncüleri düşüncesiyle
gerillacılığa, ulusal kurtuluş hareketlerine, „Stalinist“
ve merkezci partilere, eşcinsel ve feminist hareketlere destek verildi. Troçkist Enternasyonal’in Mandel/
Pablo’cu kesiminin Bolivya seksiyonu ülkede hızla yükselen işçi hareketini görmezden gelip gerilla
mücadelesine koşulsuz bir biçimde katıldı ve Che’ye
koşulsuz destek verildi. Che’nin öldürülmesinden
sonra, gerillalarla birlikte bütün Bolivya seksiyonu
yok edildi. Yıllar sonra ise bu tip gerillacılığın yanlış olduğu kabul edildi ama bu kez de onun yerine
“anayasalcılık”benimsendi. Troçkist Enternasyonal
içindeki bütün seksiyonlar ise kendi bölgelerinde ve
iç işlerinde tamamen serbest bırakıldı, böylece Dördüncü Enternasyonalin tüzüğündeki “demokratik
merkeziyetçilik” ilkesi fiilen terk edilmiş oldu. 1985
yılından itibaren SSCB’de başlayan Glastnost ve Perestroyka hareketleri ise Sovyetler Birliğinin “bürokrasiden kurtarılması” ve “gerçek bir işçi iktidarına
dönüşmesi” olarak kabul ediliyor, bu hareketlerin
en sonunda yaşanan dağılma ise bir “işçi devrimi”
olarak tanımlanıyordu. Mandel bizzat SSCB’ye seyahat edip Gorbaçov’u kutluyordu. Pablo-Mandel
çizgisinin ortaya çıkışından sonra James P. Cannon
tarafından yazılan “Dünyanın Dört Bir Yanındaki
Troçkistlere Açık Mektup” ile buna tepki gösteren
bazı bileşenler ayrılıp Dördüncü Enternasyonal’in
uluslararası Komitesi(DEUK)ni kurdu. Daha sonra
Cannon’un başını çektiği ABD seksiyonu Dördüncü
Enternasyonal Uluslararası Sekreterliği(DEUS) ile
tekrar birleşti ve Dördüncü Enternasyonal Birleşik
Sekreterliği(Birsek)ni kurdu.
Morenoculuk: Bu akım, ismini Nahuel Moreno’dan
alır. 1940’lı yıllarda Arjantin’de Moreno’nun başını
çektiği bir grup Marksist İşçiler Grubu’nu kurdu. Peronculuğu gerici ve sağcı bir akım olarak değerlendir-
✒
landı. Troçkistler modern revizyonizm ile marksistleninistler arasındaki mücadelede ortayolcu bir hat
izlediler.
Troçkizmin siyasi etkisi salt açıktanTroçki’ye atıfta bulunan örgütler tarafından gündeme gelmiyor.
Sol ve Marksist-Leninist hareket içinde Troçkizmin
önemli ölçüde etkisi sürüyor. Örneğin Çin’de Lin
Biao Kültür Devriminde “Emperyalizmin toptan
çöküşü” gibi tezlerle Troçkizmin etkisi altındaydı. Küba’daki Castro-Gueveracı ortayolcu çizgi de
Troçkizmden etkilenmişti. Bugün “21. yüzyıl Sosyalizmi” yakıştırmasıyla Heinz Dieterich’in tezleri ve
buna bağlı olarak Chavez önderliğindeki Venezüela
“devrimi” Troçkizmden epey etkilenmiştir. 2009’da
Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, Caracas’ta
gerçekleştirilen Uluslararası toplantıda dünya sosyalist hareketinin en üst otoritesi olarak “V. Sosyalist
Enternasyonal”in kurulmasını önerdi.
Troçkistler bugün tarihin kendilerini haklı çıkardığını söylüyorlar! Ya dünya devrimi ya da hiç! Onlara
göre tek ülkede sosyalizmin zaferinin mümkün olduğu Leninist tezi yozlaşmaya, bürokratik diktatörlüğe
ve sosyalizmin yıkılmasına yolaçmıştır. Son derece
sol radikal şiarlarla özellikle gençliğin ve entellektüellerin dikkatini çekiyor ve dinleniyorlar. Troçki,
içsavaş ve emperyalist müdahale döneminde Kızıl
Ordu’nun komutanlığını yapmış olmasına rağmen,
bugün burjuva çevrelerde de sözümona komünizmin
“caniliklerine” bulaşmadığı için “iyi adam” sayılıyor.
Troçkist aydınler Troçki’ye “devrimin temiz vicdanı”
yaftasını asıyorlar.
45
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
46
mekle kalmadı onu faşist olarak da tanımladı. 1958
yılında işçi hareketinin desteğini hızla yitiren Peron,
sağcı Frondizi ile işbirliğine girişti. Bu durum, işçi
hareketinin, sendika bürokrasisinin, sol grupların ve
hatta Peroncuların büyük tepkisini çekerken sadece
Moreno onu destekledi. 1958 seçimleri Peron açısından büyük bir yenilgiyle sonuçlandı. Pabloculuğa sert
eleştiler getiren Moreno aslında onlardan farklı yönelişlere girmedi. Küba Devrimi’ne kadar gerillacılığa karşı çıkan ve Kastro’yu “goril” olarak tanımlayan
Moreno daha sonra Kastroculuğun savunuculuğunu
yaptı ve gerillacılığa destek verdi. 1969 yılında ise gerillacılığa tekrar karşı çıkmaya başladı. Burjuva anayasalcılığı destekleyen Moreno 19.yüzyıldaki Arjantin anayasasını savunmaya başladı.1970’lerde tekrar
kurulan askeri diktatörlüğü “en demokratik askeri
hükümet” olarak tanımladı. Bu askeri hükümetin
İngiltere ile yaptığı savaştan yenilgiyle çıkmasından
sonra büyüyen işçi hareketine destek vermedi. Daha
önce Deuk ve Birsek içinde faaliyet göstermiş olan
Moreno, kendi enternasyonali olan Uluslarası İşçiler Birliği-Dördüncü Enternasyonal(LIT-CI)i kurdu.
LIT-CI 1987’de Moreno’nun ölümünden sonra büyük
bir krize girdi. Moreno, modern revizyonizmin çöküşünü işçi devrimi olarak selamladı. Büyük bir krize
giren LIT-CI pek çok parçaya bölündü.
Lambertcilik: Bu akım ismini Pierre Lambert’ten
almıştır. Lambert Troçki’nin yaşadığı yıllarda Dördüncü Enternasyonal’e katılmış daha sonra DEUK
saflarında bulunmuştur. DEUK’dan ayrılan Enternasyonalist Komünist Örgüt, 68 Fransa’sındaki olaylarda „Kızıl Üniversite“ gibi sol sekter sloganları savunarak kendisini gençlik hareketine uyarladı. Bir
dönem Moreno ile birlikte Enternasyonal kurma çabasına giren örgüt bu anlaşmayı gerçekleştiremedi ve
Moreno, kendi enternasyonalini kurdu.
Uluslararası Sosyalist Akım: Bu akım Tony Cliff’in
teorilerini kabul etmektedir. Uluslararası Sosyalist Akım’ın diğer troçkist akımlardan ayrıldığı en
önemli nokta SSCB’nin sınıfsal analizidir. Akım dünya devriminin yenilmesi ve Rusya’daki iç savaş nedeniyle işçi sınıfının deklase olduğunu vurgulayarak,
bu sayede bürokrasinin iktidara geldiğini savunur.
SSCB’de iktidar işçi sınıfında değil, bürokrasidedir.
Bu yüzden SSCB devlet kapitalistidir. Bu görüş ilk
defa Cliff’in Rusya’da Devlet Kapitalizmi adlı kitabında dile getirilmiştir. Akım’a üye örgütler 1999
Seattle gösterilerinden sonra tüm dünyada antikapitalist hareketin inşasının gerekli olduğunu savunma-
ya başladılar.
Ortodoks Troçkizm: Aslında yukarıdaki akımların hepsi kendisini “Ortodoks Troçkist” olarak görmektedir ama bunların dışında doğrudan bu ismi
kullanan bir başka akım vardır. Bu akım yukarıdaki
akımların hepsini pabloculuğun farklı fraksiyonları
olarak değerlendirmektedir. İşçi sınıfının partisinin
bağımsızlığını savunarak reformist olarak tanımladıkları pablocu, Stalinist, merkezci, reformcu, gerillacı, sendikacı, ulusal kurtuluşçu hareketlerin hiçbiri
ile ittifaka yanaşmaz, onların devrimcileşebileceğini
düşünmez. İşçi sınıfının marksist bir parti altındaki birleşik cephesini savunur. Bu akım, diğer akımlardan farklı olarak küreselleşmeyi reddetmez. Bu
akıma göre; Küreselleşme dünya ekonomisinin hızla uluslararasılaşması, üretimin dünya çapında yeni
teknolojilerle planlanması olgusudur. Bu nedenlerle
küçük burjuva sınıfının hızla mülksüzleşmesine ve
işçi konumuna gelmesine neden olmaktadır. Bu durum kendisine küçük burjuva ve ulusal burjuva gibi
sınıflara dayandıran, küçük burjuva perspektife sahip olan pablocu, „Stalinist“, merkezci, ulusal kurtuluşçu akımların hızla gerilemesine neden olduğunu
iddia etmektedir.Bu durum Ulusal kurtuluş hareketlerinin ve gerillacı hareketlerin emperyalizmle
uzlaşmasına neden olmuştur. Dünya ekonomisinin
uluslararasılaşmasına paralel olarak ulusal sınırlar
içindeki direnişler, grevler, devrimler başarısızlığa
uğramıştır. Bu durum sendika bürokrasisinin gücünü pekiştirmesine ve işçi sınıfının haklarının ve ücretlerinin gaspedilmesinde kullanılan örgütler olarak
sendikaların benimsenmesine neden olmuştur. İşçi
sınıfı sendika bürokrasisine karşı geçiş talepleri doğrultusunda karşı çıkmalıdır. Sendikaların devrimci
dönüşümü imkânsızdır. Zaten sendikalar kapitalizm
içindeki sömürü üzerine pazarlık örgütleri olarak
var olurlar sosyalizm gibi bir perspektifleri yoktur.
Fakat en geniş işçi örgütleri olduğu için Marksistler
bu örgütlerde propaganda ve işçi kazanma faaliyetleri
içine girmelidir. Küreselleşmenin bir başka yönü ise
üretimin dünya çapında örgütlenmesine giden yolu
döşeyerek, üretimde yeni teknolojileri devreye sokarak,, işçi sınıfını olağanüstü büyüterek ve birleştirerek sosyalist bir dünyanın alt yapısını hazırlamasıdır!
Bu akım, ulusal sınırlar içinde yapılan direnişlerin
hızla erimesine pararlel olarak dünya devrimi için bir
enternasyonal görüşünü benimser. Fakat Enternasyonali (Örneğin Bir-Sek gibi) farklı ülkelerdeki devrimci partilerin birliği değil, demokratik merkeziyetçi bir
Sol Troçkistler
Bu akım Entrizmi reddediyor ve “Bolşevik-Leninist
İşçi Partileri” inşa etmeyi ve bunları kitlesel örgütlere
geliştirmeyi hedefliyor. Ajitasyon ve propagandalarında çok sol, laf radikali ve “devrimci”ler. Ancak çok
açık olmasa da şu ya da bu ölçüde bunlar da entrizmi
uyguluyorlar.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
sızılacak hedeflerin alanı son derece genişti. Burjuva
partilerinden sendikalara ve kültürel örgütlere kadar
uzanıyordu.
✒
dünya partisi olarak ele alır.
Entristler: Entrizm Fransızca kökenlidir ve “içine
girmek” anlamını taşır. Troçkizmin entrist taktiği
kendi pozisyonlarını kabul ettirmek için örgütlere
girmek ve bunlar içinde politik faaliyet yürütmektir.
Troçkist entristler tüm sendikalarda, sosyal-demokrat partilerde, SOL’lar içinde, Sivil Toplum Örgütlerinde (STÖ) ‘demokratik sol’lar olarak çalışmakta
ve bu örgütleri içten fethetme stratejisini izlemektedirler. Bu şekilde işçi sınıfının çoğunluğunu kazanmayı, ve demokratik seçimlerle politik iktidara
gelmeyi istiyorlar. Bu kesim için devrimci şiddet ancak ve ancak, bu kurumlarda çalışmanın yolları tıkandığında ve legal çalışma imkanları egemenlerce
engellendiğinde gereklidir. Troçkistler, «Dördüncü
Enternasyonal»in yazgısını «entrizm» stratejisi yardımıyla değiştirebileceklerini düşünüyorlardı. Kaçak
güreşme ve ideolojik provokasyon taktiklerinin öncüsü Troçki’ydi. Ona ve onun fikirlerine hayran olan
Isaac Deutscher kitaplarından birinde, Troçki’nin,
«Dördüncü Enternasyonal»i ayakta tutmanın bir yolu
olarak «Entrizm»e başvurmaya karar verdiği ortamı
anlatır. Deutscher, Troçki’nin «Dördüncü Enternasyonale ilişkin plânları üzerine şunları yazar: «Onun
‘Entrizm’e ne büyük umutlarla bağlandığını kişisel
deneyimden biliyorum. O zamanlar, ben de dahil
olmak üzere onun düşüncesini paylaşanlardan bir
grup, ona sonu gelmeyecek bir talih oyununa giriştiğini boşuna anlatmaya çalıştık. Sonunda, «Dördüncü
Enternasyonal» gerçekten ölü doğdu. Troçki, buna
rağmen, ona umutsuzca hayat vermeye çalıştı ve kendisini izleyenlere öğrettiği tek şey, sosyalist partilere
girmek ve orada yeni Enternasyonal için taraftar toplamaya çalışmak oldu.» (I. Deutscher, Ironies of History. Essays on Contemporary Communism (Tarihin
Cilveleri. Çağdaş Komünizm Üzerine Denemeler)
Londra, 1966, s. 175-176. Aktaran Stalin Arşivi)
İkinci Dünya Savaşından sonra «Dördüncü Enternasyonal» «entrizm» politikasını yeniden, büyük
ölçüde geliştirmeye girişti. 1950 ve 1960’larda «Dördüncü Enternasyonal»in çeşitli gruplarından Troçkistler düzenledikleri «kongreler»de bulundukları
ülkelerdeki Komünist partilerin etkilerinin ve işçisınıfının devrimci geleneğinin göreli gücüne bağlı
olarak, partilere ve kitle örgütlerine çeşitli biçimlerde
sızma politikasını geliştirmeye çalıştılar. «Entrizm»in
varlıklarını sürdürecek ve konumlarını güçlendirip,
genişletecek son bir çare olduğunu açıkça belirttiler.
Dördüncü Enternasyonal tarafından belirtilen gizlice
Çeşitli Troçkist gruplar hakkında genel
bilgiler
Bazı Troçkist gruplar ve açılımları şöyledir:
Uluslararası Birlik Komitesi (International Liaison
Committee / Comité de Enlace Internacional)
Birleşik Sekreterlik(BirSek)
Dördüncü
Enternasyonal’in
Uluslararası
Komitesi(DEUK)
Uluslararası
İşçi
Birliği-Dördüncü
Enternasyonal(UİB-DE)
Dördüncü Enternasyonal’in Yeniden Kuruluşu
Koordinasyonu(CRFI)
Uluslararası Marksist Akım(IMT)
Uluslararası Sosyalist Akım(ISTENDENCY)
Bir dizi Troçkist örgüt IV. Enternasyonal’e üye. Diğerleri ya “Enternasyonal Liga”ya (IL) ya da “Enternasyonal Sekreterlik”e (IS) ya da bazılarında olduğu
gibi her ikisine karşı da “tarafsızlar”!
Dördüncü (IV.) Enternasyonal
Dördüncü Enternasyonal’e dahil olduklarını söyleyen yüzlerce küçük örgüt var. Ve her fraksiyon da
kendisini “gerçek” Troçkist olarak görüyor ve diğerlerini “gerçekte Troçkist olmamak”la suçluyor. Bu
anlamda kimin Dördüncü Enternasyonal’e dahil olduğu ve kimin olmadığını söylemek zor.
Dördüncü Enternasyonal 1938’de henüz Troçki hayattayken ve onun çağrısıyla Paris’te kuruldu. Dördüncü Enternasyonal’in örgütsel birliği 1953’de resmen çözüldü. Bunun ana nedeni IV. Enternasyonal’in
önderlerinin II. Dünya savaşı sonrasında ‘yozlaşmış
işçi devleti Sovyetler Birliği’nin yıkılacağı öngörüsünün boş çıkmış olmasıydı. Tam tersine 2. Dünya
savaşı ertesinde Sovyet iktidarı siyasi olarak daha da
güçlenmişti. Ayrıca Tito’nun “devrimci” değerlendirilmesi ve “Entrizm” konularında da ayrılıklar mevcuttu. Bütün bu fraksiyon ve ayrılık mücadelelerinde
1944’ten beri Dördüncü Enternasyonal Avrupa Büro-
47
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
48
su Başkanı olan M.Pablo özel bir rol oynuyordu.
1948 yazında Tito önderliğindeki Yugoslavya Komünist Partisi Kominform’dan (Komünist Enformasyon Bürosu – dağıtılan III. Enternasyonal’in
devamı olan örgüt) dışlandığında Pablo Tito’yu
devrimci olarak selamladı. “Yugoslavya’daki gerçek
devrimci olayların diğer Doğu Avrupa ülkelerine de
yansıyacağı”ndan yola çıkıyordu. (bkz.www.arbeitermacht.de/ni/ni83/vierte.htm, Eylül 2003) Pablo’nun
bu pozisyonları 1951’de IV. Enternasyonal’in 3.
Dünya Kongresi’nde kabul gördü. Tüm seksiyonlar
ve önderler bunları imzaladı. Devamen Pablo ilerici
programın uzun süreli gizlendiği “yeni biçimde bir
Entrizm” politikası izliyordu. Buna karşı gelen herkes IV. Enternasyonal’den atıldı. 1953’de Amerikalı,
Britanyalı ve bir bölüm Fransız Troçkisti Pablizm
olarak adlandırdıkları bu rotaya karşı çıktılar. IV.
Enternasyonal’i terkedip IV. Enternasyonal Enternasyonal Komitesini (IK) kurdular. Bölünmeden sonra
Pablo önderliğindeki çoğunluk fraksiyonu kendine
Enternasyonal Sekreterlik (IS) adını verdi. 1963’de
Enternasyonal Sekreterlik ile Enternasyonal Komitenin yeniden birleşmesi yönünde çeşitli akımların
gayreti oldu ve bunlar Pablo’yu birleşmenin önündeki ana engel olarak değerlendirdi ve aynı yıl Birleşme
gerçekleşti ve Dördüncü Enternasyonal’in Birleşik
Sekreterlik’i oluşturuldu. (http://de.wikipedia.org/
wiki/Michel_Pablo) O günden bu yana IV. Enternasyonal parçalanmış bir akım olarak varlığını sürdürüyor.
Bugün IV. Enternasyonal her birinin kendini esas
IV. Enternasyonal gördüğü üç enternasyonal örgüte
bölünmüş durumda.
Yeniden birleşen, “Yürütme Büro”lu IV. Enternasyonal
(geçmişte “Birleşik Sekretarya”ydı) örgütsel sürekliliğini 1938’de kurulan IV. Enternasyonal’e kadar
dayandırıyor. Bu Birliğe Almanya’da “Enternasyonal
Sosyalist Sollar” (isl) ve “Devrimci Sosyalist Birlik”
(RSB) dahil.
İsl, VSP’nin dağılmasından sonra, Mart 2001 yılında kuruldu. 2002’den beri IV. Enternosyonal’in üyesi
olarak propaganda yapıyor. Sosyalist Gazete (Sozialistische Zeitung SoZ)nin yayımlanmasına destek
oluyor. Ayrıca, Avusturya Sosyalist Alternatif (RSB)
ve Sosyalist Alternatif/Dayanışma (Basel) ile birlikte
Inprekor’u (Enternasyonal Basın Organı) çıkarıyorlar.
RSB: Devrimci-Sosyalist Birlik (RSB) kendini IV.
Enternasyonal’in sol kanadı olarak görüyor. “Avanti”
adlı bir gazete çıkarıyor. Brazilyalı kardeş örgütü Lula
Hükümetine katıldı ve bundan ancak 9 ay sonra “sol
kanat” RSB’den eleştiri geldi. Ancak, bugüne kadar
Brazilyalı kardeş parti DC’yi IV. Enternasyonalden
atmayı talep etmiş değiller.
“Enternasyonal Komite”li IV. Enternasyonal
ABD’li David North önderliğindeki “Workers League” (İşçi Ligası) etrafında birleşen bir yönetim organı. Seksiyonlarının hemen hepsi “Social Equality”
(“Sosyal Eşitlik”) ekini adlarında taşıyorlar. Dünyaçapında görece çok sayıda taraftar kazanmayı başarmış durumdalar. Internette “World Socialist Website
(WSWS)” siteleri var.
Bu Birlik’in Almanya’daki üyesi olan “Sosyal
Eşitlik Partisi” (PSG), “Eşitlik” adlı bir gazete çıkarıyor, Almanya’da genel seçimlere katılıyor ve kendini SPD (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) ve
Sol Parti ye alternatif olarak göstermeye çalışıyor.
Kendini“ortodoks” Troçkist olarak yansıtıyor. Seçimlere reformist, sol-sosyal demokrat bir programla
katıldı. Troçkist akımların birbirleriyle mücadelesinde hangi yöntemleri kullandıklarına dair bir örneği,
Spartakist dergisinde PSG hakkında yayınlanan değerlendirmeden şu alıntıda görmek mümkün: “Bunlar 1979’daki 21 Iraklı KP üyesinin idamını haklı
gösteriyor ve destekliyorlar. 1977’den beri Gaddafi’yle
sıkı bir anlaşmaları var ve bu sayede sözde-kitle-günlük gazetesi News Line’ın yayımlanması için 1 Milyon pound elde ettiler.” (Spartakist Özel Sayı, Almanya Federal Seçimleri 2005: PSG- ortodoks-troçkist
maskeli siyasi haydutlar, www.spartacist.org/deutsch/
spk/wahl/psg.html)
1933’de Fransa Partisi CORQI etrafında oluşan IV.
Enternasyonal
Pierre Lambert önderliğindeki Fransa Partisi CORQI ve LIT önderliğinde oluşan IV.Enternasyonal’e
Almanya’dan “Enternasyonalist Sosyalist İşçi Örgütü” (ISA) üye ve bu şimdilerde SPD içinde aktif!!!
IV. Enternasyonal’in örgütlerinin hepsi entristlerden
oluşuyor. Bunlar açık reformist örgütler.
Uluslarasası alanda IV. Enternasyonal’e ait örgütler
şunlar: Cezayir: Socialist Workers Party; Belçika: Revolitionary Communist League (French) + Socialist
Workers Party (Flemish); Brazil: Partido Socialismo
e Liberdade (PSOL); Britanya: Socialist Resistance;
Canada: New Socialist Group + Canada/Quebec: Socialist Left; Danimarka: Socialist Workers Party; RedGreen Alliance; France: Nouveau Parti Anticapitalis-
Enternasyonal Marksist Eğilim (Almanya ve Avusturya’daki seksiyonu: “Der Funke” (Kıvılcım)
İşçi Enternasyonali İçin Komite (Almanya’daki
seksiyonu: SAV)
Enternasyonal İşçi Partisi Örgütlenmesi için Koordinasyon Komitesi “Coordination Commitee for the
Construction of the International Workers Party”
Enternasyonal Bolşevik Eğilim (Almanya’da:
“Spartaküs Grubu”)
Enternasyonal Ortodoks Troçkizm Merkezi
Enternasyonal Komünist Liga (Almanya’da: Spartakist-İşçi Partisi)
International Liaison Committee for a Workers International
International Workers League
International Workers’ Unity (Fourth International)
Internationalist Communist Union (Fransa’da:
“Lutte Ouvriere” – İşçi Mücadelesi)
Almanya’da varlığını gösteren belli başlı Troçkist
örgütler hakkında bilgiler: (Bu bölümü bütünüyle Almanya’da yayınlanan ML “Herşeye Rağmen”
(Trotz Alledem) dergisi, sayı 57’den çevirdik.
ITO-Germany: 1992’den beri var ve kendini Sosyalist Dünya Devriminin Partisi IV. Enternasyonal’in
oluşturulmasının aracı olarak görüyor. Üyeleri kısmen diğer Troçkist akımlardan geliyor. Örneğin Almanya ITO’nun kökleri, RSB’ (Devrimci Sosyalistler
Birliği)nin kuruluş aşamasında azınlık olan “RSB Leninist Eğilim”e dayanıyor. 1997’de ITO-Destekçileri,
RSB o zamanki PDS (2007’den beri Die Linke (Sollar))
içinde entrist çalışma imkanı gördüğü için RSB’yi terkettiler. PDS/Sollar içinde Komünist Forum, Komünist Platform ve Marksist Çalışma Grubu içinde çalıştılar. Federal seçimlere adaylarını da gösterdiler. ITO
2001’den bu yana PDS/Sollar dışında bir akım olarak
ortaya çıkıyor. ITO bugün Italya, Büyük Britanya,
Danimarka, Ukrayna, ABD ve Hindistan’da üyelere
sahip. Kendi verdikleri bilgilere göre Yunanistan, Filistin, İspanya, Arjantin ve Latin Amerika’nın başka
devletlerinden örgütlerle “IV. Enternasyonal’in yeniden kurulması hareketi” çerçevesinde sıkı işbirliği
içinde. “Sosyalist Partilerin burjuva hükümetlerine
katılmasını kesinlikle reddediyoruz. İşçi Partileri –
eğer inandırıcı olmak istiyorlarsa- sınıfsal özerklik-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Enternasyonal Troçkist Muhalefet
IV. Enternasyonal Geleneğine dayandığını söyleyen
diğer örgütler:
✒
te (NPA); Almanya: International Socialist Left (isl)
+ Revolutionary Socialist League (RSB); Yunanistan:
Organization of Communist Internationalists of Greece (OKDE); Irlanda: Socialist Democracy; Italya:
Bandiera Rossa Association + Critical Left; Japonya:
Japan Revolitionary Communist League; Fas: The militant; Hollanda: Socialist Alternative Politics; Pakistan: Labour Party Pakistan; Portekiz: Combate.Info +
Left Bloc; Puerto Rico: Political Education Workshop;
Sri Lanka: Nava Sama Samaja Party (NSSP); Spanish
State/Catalonia: Revolta Global + Anticapitalist Left;
Isveç: Socialist Party (SP)
IV. Enternasyonal’i yeniden kurmak isteyen birlikler:
Bolshevik Current for the Fourth International –
IV. Enternasyonal için Bolşevik Akım
IV. Enternasyonal için Komünist Örgüt. Almanya’daki seksiyonu “KOVI BRD”
Bu grup kendini şöyle konumlandırıyor: “ABD ve
Avusturalya’da da üyeleri bulunan “IV. Enternasyonal için Komünist Örgüt (KOVI)” dünya çapında gerçek Marksizmin yeniden inşası ve işçi sınıfının siyasi
bağımsızlığı için mücadele eder. IV. Enternasyonal’in
yeniden kurulması KOVI’nin faaliyetinin merkezinde durmaktadır. ABD’de Proletarian Revolution adlı
dergi yayımlıyoruz, Almanca dilinde ise düzensiz
aralıklarla KOVI Belgelerini ve Bildiriler yayınlıyoruz. (www.Irp-cofi.org, 7 Eylül 2008) KOVI Federal
Almanya, Sovyetler Birliğinde devlet kapitalisti bir
oluşumun varolduğuve bürokrasinin yeni sınıf olarak
ortaya çıktığı pozisyonunu savunuyor. Diğer Troçkist
grup ve Partiler KOVI tarafından “merkezci” olarak
adlandırılıyor ve “sınıfsal olmayan ya da küçük burjuva sosyal hareketlere oportunist yaltaklık”la eleştiriliyor. Almanya Spartakist İşçi Partisi (SpAD) “stalinophil” (Stalin sevici) olmakla suçlanıyor. Ve bunun
daha yumuşak biçimiyle Spartakus grubu için de
geçerli olduğu söyleniyor. (Frank Nitzsche, Aus dem
Schatten in die Reichweite der Kameras, 2006, s. 76)
Workers International to Rebuild the Fourth International
International Trotskyist Commmittee for the Political Regeneration of the Fourth International (4.
Enternasyonal’in yeniden canlandırılması için Enternasyonal Troçkist Komite)
Liaison Committee for the Reconstruction of the
Fourth International : Sadece Arjantin ve Bolivya’da
var.
Troçkist Fraksiyon (Troçkist Fraksiyon Avrupa)
49
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
50
lerini korumalıdırlar. Burjuva parlamentosu Marksistler için ancak sınıf mücadelesinin bir tribünü
olabilir. Biz bunun yerine parlamento dışı hareketi
ve emekçilerin ve gençliğin öz örgütlenmesini savunuyoruz. Kapitalizm dünya sistemi olduğundan, ona
karşı direniş de enternasyonal örgütlenmek zorundadır. Nasıl ki sosyalizm bir tek ülkede inşa edilemezse, sağlıklı bir devrimci örgüt ulusal yalıtılmışlık
içinde yaratılamaz. Bu nedenle bizler Enternasyonal
Troçkist Muhalefet içinde örgütlendik ve Sosyalist
Devrimin Dünya Partisi olarak IV. Enternasyonal’in
yeniden inşasını hedefliyoruz.” (bkz:http://home.igc.
org, Januar 2010)
İşçi sınıfını reformist bir parti için örgütlemek,
kapitalizmin reform edilebilirliği hakkında hayaller
yaymak anlamına gelir. Bu aynı zamanda devrimin
gerekliliği ve devlet aygıtının şiddetle yıkılması gerektiğinin inkarı anlamına gelir. ITO şimdi Sollar’ın
dışına çıkmış olsa da, hala daha sosyal demokrat partilerin işçi partileri olduğu görüşünü savunuyor. Ve
hala daha bunları yeniden İşçi Partilerine dönüştürmeyi planlıyor.
Devamen, ITO gibi Troçkistler bir ülkede sosyalizmin inşasının mümkün olduğu teorisinin Stalin’e
ait anti-marksist bir teori olduğunu iddia ediyorlar.
Bu Troçki’nin de merkezde duran pozisyonuydu:
“Öncelikle hatırlatalım ki, tek ülkede Sosyalizm teorisi ilk kez 1924 güzünde Stalin tarafından formüle
edilmiştir ve sadece Marksizmin ve Lenin okulunun
geleneklerine taban tabana zıt olmakla kalmamakta,
aynı zamanda Stalin’in aynı 1924 yılının baharında
yazdıklarıyla da çelişmektedir.” (Leo Troçki, Sürekli
Devrim, Fischer Bücherei, s. 8, Almanca) Buna karşın
Lenin daha 1915’deki bir makalesinde “Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Hakkında” makalesinde emperyalizmin politik-ekonomik eğilimleri temelinde şu
analizi yapmıştır: “Ekonomik ve politik gelişmelerin
eşitsizliği kapitalizmin temel bir yasasıdır. Buradan,
sosyalizmin zaferinin önce az sayıda, hatta bir tek kapitalist ülkede dahi olabilirliği çıkar.” (Lenin, Avrupa
Birleşik Devletleri Şiarı Hakkında, cilt 21, s. 345, Almanca) Sovyetler Birliği’nde Proletarya Diktatörlüğü
altında bir tek ülkede Sosyalizmin inşasında başlanmış olduğu da olgudur. Emperyalist ablukaya ve karşı
devrimin tüm sabotajlarına rağmen – buna Troçkist
muhalefetin yaptıkları da dahildir- büyük kazanımlar elde edilmiştir.
Enternasyonal Marksist Eğilim’in Almanya’daki
seksiyonu: “Der Funke” (Kıvılcım)
Der Funke, uluslararı sosyal demokrat partilerin
sınıf karakterlerinin belirlenmesi konusundaki görüş
ayrılığı nedeniyle 1992 yılında CWI’den (İşçi Enternasyonali için Komite – İngilizce kısaltması CWI)
koptu. “Gelecek dönemde kapitalizmin krizmi kendisini işçi-kitle örgütlerinin krizi olarak gösterecek.
Oportunist ve uyumlu yönetimlerin engellemeleri kırılacaktır. Sendikalar ve Partiler iyice bir sarsılacak ve
daha sonra buradan sol reformist ve merkezci akımlar oluşabilecektir. Biz sola kayan işçilere ve gençlere hitap etmeyi ve kazanmayı becermek zorundayız.
Bundan dolayı işçi sınıfının kitle örgütlerine yönelimimizden vazgeçmemeliyiz.” (bkz.:Marksist Düşünceler İçin Enternasyonal Girişim, www.der-funke.de/
rubrik/programm/standort.html, Nisan 2005)
Almanya’da SPD-Yeşiller Koolisyon Hükümeti döneminden bu yana (1998-2005) Der Funke, PDS ve
WASG (şimdi ikisi Sol Parti içinde birleşti) yoğunlaştı. Sol Parti PDS ve WASG’ı iki yeni sosyaldemokrat
Parti olarak değerlendiriyor ve bunların içinde Troçkistlerin kendi programlarıyla çalışmaları gerektiğini
savunuyorlardı. Daha sonra, bunlar Sol Parti’de birleşti ve Der Funke Sol Parti’ye yakın gençlik grubu
“Solid!” ile birlikte çalışmaya başladı. Avusturya’daki
Der Funke hala Avusturya Sosyal Demokrat Partisi
(SPÖ) içinde çalışıyor.
SPD içinde varlığına devam ve Sol Parti içinde çalışma şöyle savunuluyor: “Yukardan dayatılan sınıf
mücadelesine karşı biz tabandan tutarlı angajmanla
yanıt vermeliyiz. Gerçek bir dönüşüm ancak çalışan
nüfusun, sendikaların ve sosyal demokrat partilerin
(SPD, PDS, WASG) ve sosyal hareketlerin tabanından
gelebilir.” (Biz kimiz ve nerde duruyoruz, Der Funke, Sayı 56, 2005 yazı, s. 27) Ve devamen: “Sol Parti
son seçimlerden güçlenerek çıktı. O sosyal adalet ve
savaşa karşı açık tutumu nedeniyle seçildi. 2009 yılında oy kullanmayan kitleleri harekete geçirebilen
tek partiydi. Bu anlamda şimdi umutları kırmamak
zorunda.” (Sol’u inşa etmek, marksist profili güçlendirmek, www.funke.de, 26 Haziran 2010) “Haydi SOL
saldırıya! SOLLAR’ın hareketi ücretli emekçilerin çıkarlarına hizmet etmelidir. Kapitalist dayatmalar ve
Sosyal Demokrat önderlere taviz ve onların önünde
diz çökmek yok! SOLLAR sınıf savaşında önder rolünü oynamalıdır. Ancak bu şekilde parlamentoda çalışan nüfus için çalışması mümkün olabilir. SOLLAR
SPD’de hala varolan işçi tabınını kendi siyaseti için
kazanmalı ve sosyal demokrasinin yönetimini baskılamalı ve hamle yapmaya zorlamalıdır.”(SOLLAR
Troçkizm bugünün şartlarına uygun olarak varlığını
sürdürmektedir. Özellikle 80’lerin sonu ve 90’ların
başında, Doğu Bloğu ülkelerinde çöken revizyonizmin ardından, Troçkizmin çekiciliği artmaya başladı. Troçkistler, modern revizyonizmin çökmesini,
tek ülkede sosyalizmin inşa edilemeyeciği tezini ileri
sürerek haklı çıktıklarını anlatmaya başladılar! Bilhasa küçük burjuvazi Troçkist “saf devrim” teorile-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Türkiyeli Troçkist örgütler
rinin çekiciliğine kapıldı. Modern revizyonizmin
ihaneti sonucu ve burjuvazinin bilinçli propagandasıyla, Troçkizm bugün yeniden canlanma evresine
girmiştir. Bugün dünyada Troçki’nin ortaya koyduğu şekliyle “saf” troçkizmi savunan, kendini açıkça
Troçkist olarak da tanımlayan bir çok akım vardır.
4. Enternasyonal içinde ,yalnızca kendilerinin gerçek
Troçkist olduğunu iddia eden ve diğerlerini ihanetle
suçlayan bir çok fraksiyon vardır.
Bu “saf” Troçkistlerin dışında, Troçkizmden kaynaklanan düşünceleri savunan çok sayıda örgüt gurup ve kişi vardır. Bunlar Troçkizm suçlamasını red
etmektedirler. Ama Troçkizmden geniş çapta etkilendikleri açıktır. Dünya çapında “emperyalizm toptan
çöküşe gidiyor, her yerde hemen sıcak savaşa girişmek gereklidir” şeklinde görüşleri savunan, “öncü savaş, foko örgütlenmesi” görüşlerini savunan, CastroGuevara-Debray maceracı çizgisi, bugün yaygın olan
yarı-troçkist akımdır.
Türkiye’de Hikmet kıvılcımlı ana hatlarıyla Troçkist bir çizginin temsilcisiydi. Ama o açıkca Troçkist
olduğunu söylemekten titizlikle kaçınıyordu. Troçkizmi revizyonist düşüncelerle sulandırmıştı. Mahir
Çayan yarı-troçkizmin ülkemizde teorik savunuculuğunu yapmış ve kesintisiz devrimde görüşlerini
sistemli bir şekilde ortaya koymuştu. THKO’nun savunduğu görüşler esas olarak yarı-troçkist görüşlerdi. Kızıl Bayrak ve KÖZ vb yapılarda açıkca Troçkist
olduklarını söylemiyorlar, ama savundukları görüşler itibarı ile yarı Troçkist bir konumda konaklıyorlar.
Bir zamanlar ülkelerimizde açıkca Troçkist olduğunu söyleyen gurup, guruplar çok azdı. Ülkelerimizde daha çok açık “saf” Troçkizm’den çok yarı-troçkist akım olarak nitelediğimiz akımlar vardı.
Sosyal emperyalist kampın çöküşü ertesinde, Troçkizmin çekiciliği ülkelerimizde de artmaya başladı.
Son yıllarda bir çok açık Troçkist guruplar oluştu.
Dünün yarı utangaç Troçkistleri bugün açıkca Troçkist olduklarını ilan ettiler.
Bugün ülkelerimizde Troçkizm kendisini, köylülüğün devrimci rolünün inkarı, saf proleter devrim
teorisi, Sovyetler Birliği kazanımlarını red etme,
Troçki’nin görüşlerini Lenin’e mal etme, Türkiye’de
feodal artıkların varlığının inkarı, dünya devrimci
hareketi konusunda merkezci bir tavır takınma, emperyalizmin ülkeyi geliştirdiği teorilerini savunma
ve “foko” teorilerini savunmak vb şekillerinde kendini gösteriyor. Ülkelerimizde bulunan ve kendilerini açıkca Troçkist olarak nitelendiren kimi guruplar
✒
için devrimci bir program! www.derfunke.de/content/view/671/81, Ocak 2009)
Der Funke dergisi yılda dört-altı sayı çıkıyor. Bu
dergide siyasal arkaplana ilişkin makaleler yer alıyor,
ancak bunlarda çoğunlukla gerçekten açık bir siyasi
yönelim eksik. Ne bir partinin yaratılması gerektiğinin ne de sistemin şiddetle yıkılması gerektiğinin
propagandasını yapıyorlar.
“Marksistler/Troçkistler bugünkü dönemde güçlerini abartmamalıdırlar. Toplumsal bir bazı olmaksızın hızlı Marksist bir kitle partisinin inşası konusunda kendimizi kandırmayalım! Bu sadece ve sadece
bizi yolumuzdan alıkoyar. Yapmamız gereken daha
önemli şeyler var, yoldaşlar! Bu nedenle: Sol Parti,
PDS ve WASG içinde sosyal demokrat önderliğe alternatif bir ciddi marksist/troçkist yönelim rota için!
Ucuz sloganlar ve kişisel suçlamalar yerine tabanda
sabırlı ikna çalışması için! Birleşik Sol Parti içinde
(şu an reformist olsa da!) antikapitalist muhalefetin
sistemli inşası için! (Troçkistler bölücülük yapmıyor!
www..derfunke.de/content/view/822/75, Kasım 2009)
Der Funke kendisini “Komünist Manifestonun yayınlanmasından 150 yıl sonra hala Marks, Engels,
Lenin ve Troçki’nin Düşüncelerinin geleneğinin takipçisi görmektedir. Biz kendimizi Birinci, İkinci
ve Üçüncü Enternasyonalin zengin deneyimlerinin
mirasçısı görüyoruz. Enternasyonal Sol Muhalefetin
geleneğinin (ILO) ve IV. Enternasyonal’in Kuruluş
Kararlarının sürdürücüsüyüz. Ted Grant’ın kişiliğinde Troçki’nin düşüncelerinin sürekliliği yaşamaktadır. 2002 yılı Leo Troçki’nin ve Sol Muhalefetin Rus
Komünist Partisinden dışlanmasının 75. yıldönümüdür. Ted Grant başından itibaren Troçki tarafından
kurulan Enternasyonal Sol Muhalefetin üyesiydi. O,
Bolşevizmin, Leninizmin ve Ekim Devriminin günümüze kadar taşınmasının simgesidir.” (Siyasi yerin
belirlenmesi; Marksist Düşünceler için Enternasyonal Angajman, www.derfunke.de/content/view/45,
Nisan 2002)
51
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
52
şunlardır:
Marksist Tutum
Proletarya bir ülkede iktidarı ele geçirdiğinde tek ülkede sosyalizmi inşa edebilir mi?” ML ile Troçkistler arasındaki temel ayrım noktalarından biri budur.
Esasında Stalin, 1924’ten sonra Troçkistlerin temel
tezlerine karşı ideolojik mücadele yürütmüş ve Troçkist tezlerin anti-ML olduğunu ispatlamıştır. Troçki
ve takipçileri, kendi tezlerini Lenin’e malederek, Lenin’inde kendi tezlerini savunduğunu iddia ediyorlar! Lenin, Troçkizmin yanında değil karşısındadır.
Lenin’e karşı saldırıya geçildiği noktada, Troçkizm
iflas eder. Troçki’nin görüşlerine inanan bir çok insan
Troçki’nin görüşleri ile Lenin’in görüşleri arasında
bir paralellik olduğunu sanır. Çünkü Troçkislerin yalan makinaları, gerçekleri çarpıtmakta ve kendi görüşlerini Lenin’e maletmektedir. Troçkistler, Lenin’i
çarpıtarak, Lenin’e saldırırken, Stalin’e de emperyalist burjuvazinin paralelinde saldırmaktadırlar.
“Sınıf Mücadelesinde Marksist Tutum” adlı Troçkist grupta temel tezlerini şöyle formüle ediyor:
“Sosyalizm, yerel ya da ulusal ölçekte değil, ancak
dünya ölçeğinde inşa edilebilecek sınıfsız ve devletsiz
bir toplumdur. Tarihsel deneyim, Stalinizmin yerleştirdiği “tek ülkede sosyalizm” sözde teorisinin ve
onun pratikteki ifadesi olan “ulusal sosyalizmin” gerici bir ütopya olduğunu kanıtlamıştır.”
“Proleter devrim sürekli devrimdir. Dünya proleter
devriminin ilerleyebilmesi ve işçi iktidarlarının yaşayabilmesi için, esas olarak ileri kapitalist ülkelerde
peşpeşe kazanılan zaferlere ihtiyaç vardır. Kapitalizm
özellikle ana merkezlerinde vurulmadıkça yıkılamaz.“
“Sosyalizm hedefi ulusal değil, dünyasal bir hedeftir. Keza, sosyalizm için gereken maddi önkoşulların
olgunlaşıp olgunlaşmadığı sorusu da, tek tek ülkeler bazında değil dünya ölçeğinde yanıtlanabilecek
bir içeriğe sahiptir. Çünkü kapitalizm, kendisinden
önceki üretim tarzlarından farklı olarak, yerel ya da
ulusal düzeyle sınırlı kalmayıp, dünya ölçeğinde yaygınlaşmış ve dünya sıstemi yaratabilmiş bir üretim
tarzıdır. Bu bağlamda, insan toplumlarının ayrı ayrı
tarihlerini bir dünya tarihine dönüştüren de kapitalizm olmuştur. O halde kapitalizmi tarihsel olarak
aşma iddiasını taşıyan sosyalizm de, yerel ya da ulusal ölçekte değil, ancak dünya ölçeğinde örgütlendiği
zaman gerçek içeriğiyle yaşanabilecektir. Bu nedenle
Stalinizmin yerleştirdiği “tek ülkede sosyalizm” sözde
teorisi ve bunun pratik ifadesi olan “ulusal sosyalizm”
hedefi, Marksizmden köklü bir sapış ve işçi sınıfının
tarihsel çıkarlarıyla örtüşmeyen gerici bir ütopyadır.”
(bkz http://www.marksist.net/marksist_tutum/temel_goruslerimiz.htm)
Sosyalizm tek ülkede inşa edilemezmiş! Tek ülkede
sosyalizm teorisini Stalin icat etmiş! Lenin, emperyalizmi kapitalizmin yeni bir aşaması ve en son aşaması
olarak tahlil etti. Tek tek kapitalist ülkelerde sosyalizmin zaferinin mümkün olduğunu söyledi. Bir ülkede proletaryanın iktidarı ele geçirdiğini varsayalım.
„Kapitalizmin ana merkezlerinde“ beklenen devrim
olmadı ve kapitalizm yıkılmadı! Peki, tek bir ülkede iktidarı ele geçirmiş olan proletarya ne yapacak?
Troçkistlere göre, proletarya geri bir ülkede iktidarı
ele geçirebilir ancak dünya devrimin gerçekleşmediği
koşullarda tek ülkede sosyalizmi inşa edemez! Çok
Leninist geçinen Troçkistlere, Lenin’inden alıntılar
ile cevap verelim.
İşte Lenin’den örnekler:
“Dünya (ama Avrupa değil) Birleşik Devletleri, komünizmin tanı zaferi demokratik devlet de dahil bütün devletlerin kesin olarak ortadan kalkmasına yol
açmadıkça, sosyalizmle ilişkilendirdiğimiz ulusların
birliği ve özgürlüğünün devlet biçimidir. Kendi başına bir şiar olarak “Dünya Birleşik Devletleri” şiarı ise
pek doğru değildir, çünkü birincisi, sosyalizme tekabül eder; ikinci olarak, bu şiar, tek ülkede sosyalizmin
zaferinin imkansızlığı yönünde ve böyle bir ülkenin
diğer ülkelerle ilişkileri hususunda yanlış düşünceler
yaratabilir.
Ekonomik ve politik gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Buradan sosyalizmin
zaferinin başlangıçta az sayıda ya da hatta tek bir kapitalist bir ülkede mümkün olduğu sonucu çı¬kar.
Kendi ülkesinde kapitalistleri mülksüzleştirdikten
ve sosyalist üretimi örgütledikten sonra, bu ülkenin
muzaffer proletaryası, diğer ülke¬lerin ezilen sınıflarını kendi yanına çekerek, o ülkelerde kapitalistlere
karşı ayaklanmayı körükleyerek ve hatta gerekirse
sömürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı askeri şiddete başvurarak kapitalist dünya¬ya karşı ayaklanacaktır. Proletaryanın burjuvaziyi alaşağı ederek
zafer kazandığı toplumun politik biçimi, söz konusu
ulusun ya da ulusların proletaryasının güçlerini, henüz sosyalizme geçmemiş devletlere karşı mücadelede gittikçe daha çok merkezileştiren demokratik
cumhuriyet olacaktır.” (Lenin, Seçme Eserler Cilt V
sf. 151 İnter Yayınları)
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
juva devrimcileri, bundan 125 yıl önce, devrimlerinin büyüklüğünü zorbalara, toprak sahiplerine karşı
olduğu gibi kapitalistlere karşı da terör uygulayarak
güvence altına almışlardı!)
“Burjuvazinin uşakları kesilen ve böyle düşünen
ve sosyalist-devrimcilerin de kendilerine katıldıkları
sözde-marksistler (eğer düşüncelerinin teorik temelleri incelenirse) emperyalizmin ne olduğunu, kapitalist tekellerin ne olduğunu, devletin ne olduğunu,
devrimci demokrasinin ne olduğunu anlamıyorlar.
Çünkü, eğer, bunu anlasalardı, sosyalizme gitmeden
öncülük edilemeyeceğini kabul etmek zorunda kalırdı.” (Lenin, Ekim Devrimi Dosyası, Sf. 404, Yaklaşan
Felaket ve Önlemenin Yolları)
“Çeşitli ülkelerde kapitalizm, son derece farklı bir
biçimde gelişir. Bundan da şu kaçınılmaz sonuç çıkar
ki sosyalizm, bütün ülkelerde aynı anda zafer kazanamaz. Sosyalizm ilkin bir tek ya da birkaç ülkede
zafer kazanırken öteki ülkeler, belli bir süre boyunca
burjuva ya da burjuva öncesi ülkeler olarak kalacaktır.” (Lenin, Ekim Devrimi Dosyası, Sf. 18-19, Proleter
Devrimin Askeri Programı,-abç- )
Lenin 1923’te şöyle söylüyordu:
“Onların (II. Enternasyonal kahramanlarının) Batı
Avrupa sosyal-demokrasisinin gelişme seyri içinde
ezberlemiş olduğu ve bizim sosyalizm için henüz olgun olmadığımız, onlar arasında çeşitli ‘allame’ bayların vurguladığı gibi, bizde sosyalizm için objektif
ekonomik önşartların olmadığı şeklindeki argümanı... son derece basmakalıptır. Ve hiçbirinin de aklına
kendi kendine şöyle sormak gelmiyor: Devrimci bir
durumla, birinci emperyalist savaşta ortaya çıkmış
olduğu gibi bir durumla karşılaşan bir halk, durumunun çaresizliğinin sonucu, kendisine hiç olmazsa,
uygarlığın daha da ilerlemesinin pek de alışılmış olmayan koşullarım elde etme şansını sunan bir mücadeleye atılamaz mı”(...)
“Eğer sosyalizmi yaratmak için belirli bir kültür
düzeyi gerekli ise (ki bu belirli ‘kültür düzeyi’nin
ne olduğunu kimse söyleyemez), neden işe ilk önce
bu belirli düzeyin koşullarını devrimci yoldan elde
etmekle başlayıp, ve sonra da işçi-köylü iktidarı ve
Sovyet düzeni temeli üzerinde ilerleyip diğer halklara
yetişmeyelim”(...)
“Sosyalizmi yaratmak için, diyorsunuz, uygarlık
gereklidir. Mükemmel. Peki ama, daha sonra sosyalizme doğru ileri harekete başlamak üzere niçin ilk
önce çiftlik sahiplerinin kovulması ve Rus kapitalistlerinin kovulması gibi uygarlığın böylesi önkoşul-
✒
Görüldüğü gibi Lenin “Dünya Birleşik Devletleri”
sloganını bu şekliyle yanlış buluyor. Bu slogan sosyalist bir Avrupa Birleşik Devletlerini ifade etse dahi,
‘sosyalizmin tek bir ülkedeki zaferinin olanaksızlığı’
gibi yanlış sonuçlara yol açabileceğini söylüyor. Çünkü Lenin, sosyalizmin tek bir ülkede de gerçekleşebileceğini belirtiyor. Sosyalizmin tek ülkede zaferi ile
sosyalizmin nihai zaferi arasında fark vardır. Troçkistler bu farkı kavramadıkları için yanlış sonuçlara
varıyorlar. Sosyalizmin nihai zaferi ancak sosyalizmin dünya çapında egemen olması veya kapitalist kuşatmanın yerini sosyalist kuşatmanın almasıyla söz
konusu olabilir. Sosyalizmi, sadece tek ülke sınırları
içerisindeki proletarya değil, birçok ülke proletaryasının ortak mücadelesi ile nihai zafere götürebilir.
Sosyalizm dünya genelinde egemen olduğunda, kapitalist kuşatma ortadan kaldırıldığında, ancak bu koşullarda sosyalizmin nihai zaferinden söz edilebilir.
Lenin, sosyalizmin tek ülkede nihai zafer kazanamayacağını, ancak ileri ülkeler proletaryasının çabalarıyla yani dünya genelinde sosyalizmin kurulmasıyla
ancak sosyalizmin nihai zafer kazanabileceğini belirtiyor. Troçki ve takipçileri tam da bu noktada Lenin’i
çarpıtıyor. Lenin daha 1914’te Troçki’nin kim olduğunu şöyle anlatıyordu:
“1901-1903 yıllarında Troçki, ele avuca sığmaz bir
‘Iskra’ taraftarıydı ve Ryazanov, onun 1903 yılındaki
Parti Kongresi’ndeki rolünü, “Lenin’in sopası” olarak
niteliyordu. 1903 sonunda Troçki bu kez ele avuca sığmaz bir Menşevik olmuştu. Yani “Iskra” taraftarlığından “Ekonomistler”e geçmişti; “eski ‘Iskra’ ile yenisi
arasında bir uçurum olduğunu” açıkladı. 1904/1905
yılında Menşeviklerden ayrılıp, yalpalayan bir tutum
alarak kah (“Ekonomist”) Martinov’la birlikte çalışır,
kah kaba-solcu “sürekli devrim”i ilan eder. 1906/1907
yıllarında Bolşeviklere yakınlaşır. 1907 ilkbaharında
ise Rosa Luxemburg’la dayanışma içinde olduğunu
açıklar.” (Bkz Lenin seçme eserler cilt IV İnter Yayınları sf. 216)
Lenin’in söyledikleri açık ve net. Troçki’nin “sürekli
devrim teorisi” ile hemfikir olmadığını anlatıyor Lenin. Deniliyor ki; Lenin 1917 Ekim Devrimi ile birlikte Troçki’nin çizgisine gelmiştir. Troçkistlerin iddiası
budur. Ekim devriminden sonra da Lenin’den bir çok
alıntı yapılabilinir. İşte Lenin’den bazı örnekler:
“Sosyalizm için henüz olgun olmadığımız söyleniyor; sosyalizmi ‘kurmak’ için henüz çok erkendir;
devrimimiz burjuva bir devrimdir; bu nedenle burjuvazinin uşakları olmak gerekir (oysa Fransa’nın bur-
53
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
54
larını bizde yaratamayacak olalım? Normal tarihsel
düzenin böylesi biçim farklılaşmalarının caiz olmadığını ya da imkansız olduğunu hangi kitapta okudunuz ki?”(Lenin ‘Son Mektuplar ve Makaleler’ Başak
Yayınları sf. 36-37)
Kısacası sosyalizmin tek bir ülkede inşa edilmesi tezi Lenin’e aittir. Stalin, bu tezi geliştirmiş ve
SSCB’de pratikte uygulamıştır. Sorulacak soru şudur: Proletarya, dünya devrimi olmaksızın tek bir
ülkede iktidarı ele geçirebilir mi? Evet, Proletarya tek
bir ülkede iktidarı ele geçirebilir ve bu teorik olarak
mümkündür. Emperyalizm koşullarında devrim,
emperyalist zincirin en zayıf halkasında patlak verir.
Çünkü kapitalizm çarpık ve dengesiz gelişmektedir.
Proletaryanın tek bir ülkede iktidarı ele geçirmesi tarihsel olarakda kanıtlanmıştır. Proletarya Rusya’da
bir dünya devrimi gerçekleşmeksizin iktidarı ele geçirmiştir. İktidarı ele geçiren proletarya yerinde saymayacak ve sosyalist toplumu inşa etmeye başlayacaktır. Eğer proletarya sosyalizmi inşa etmeyecekse,
neden iktidara gelsin ki? Troçki ve takipçilerine göre;
proletarya geri bir ülkede iktidarı ele geçirebilir ancak dünya devrimin gerçekleşmediği koşullarda tek
ülkede sosyalizmi inşa edemez! Bu düşünce ML bilimi ile örtüşmeyen bir düşüncedir.
Devam edelim. Marksist Tutum’un devlet, komünizmin evreleri ile ilgili savunduğu düşünceler antiML’dir. Şöyle diyorlar:
Komünist toplum, gerek alt gerekse üst aşaması itibarıyla sınıfsız ve devletsiz bir toplumdur. Komünist
toplumun alt aşaması olan sosyalizm, özel mülkiyetin ve sınıfların olmadığı, meta üretiminin ortadan
kalktığı, devletin tamamen sönümlendiği, üretimin
ve sosyal yaşamın tüm alanlarında özgür üreticilerin
doğrudan karar verdikleri ve uyguladıkları bir dönem olacaktır. “Herkesten yeteneğine göre, herkese
ihtiyacına göre” biçiminde ifade edilebilecek bir bolluğa erişildiğinde ise komünist toplumun üst evresine
ulaşılmış olacaktır.”
Marksist Tutum, Komünist toplumun evreleri bağlamında sap ile samanı birbirine karıştırıyor. Markizm-Leninizm biliminde komünist toplum ikiye
ayrılır. Alt ve üst evre. Alt evresine sosyalizm üst
evresine de komünizm denilir. Bu iki evre arasında
bir Çin seddi yoktur ama önemli farklılıklar vardır.
Komünist toplumun ilk evresi, henüz kendine özgü
temeller üzerinde gelişmiş biçimiyle bir komünist
toplum değil, kapitalist toplumun bağrından çıkmış
biçimi ile bir komünist toplumdur. Bu toplum eko-
nomik, entellektüel bütün ilişkilerinde, içinde çıktığı eski toplumun izlerini taşır. Bu toplumda üretim
araçları bireylerin özel mülkiyetinden çıkarılır, toplumsal mülkiyet haline gelir.
Proletarya iktidarı ele geçirdiği andan itibaren üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti adım adım
kaldırır, üretim araçları üzerinde kamu mülkiyetini adım adım gerçekleştirme yoluna girer. Sanayide
devletleştirme; tarımda kollektifleştirme; giderek
kömünleşme proletarya iktidarının tutması gereken
yoldur. Tüm bu yolun sonunda sömürücü sınıflar ortadan kaldırılır.
Yani önce işçi sınıfının siyasi iktidarı kurulacak ve
sömürücü sınıflar yok edilecektir. Geriye aralarında
farklılıklar olmasına rağmen dost sınıflar kalacaktır.
Dost sınıflar arasındaki çelişme antagonist bir çelişme değildir. Buradan itibaren komünist toplumun
üst evresi kendine özgü temeller üzerinden gelişmeye başlayacaktır. Gelişme içinde üretim araçları üzerindeki mülkiyet kamu mülkiyetine dönüştürülecek;
kafa emeği ile kol emeği; kır ile kent arasındaki farklar kalkacak, bu dost sınıflarda yok olacaktır. Sınıfların bütünü ile ortadan kalkmasıyla birlikte, bütün
bireyler özgür bir toplumun özgür bireyleri haline
gelecektir.
Ne diyor Marksist Tutum? Komünizmin ilk evresinde sınıflar kalkacak, devlet yok olacaktır. Çokca
Lenin’i savunduğunu söyleyenler Lenin’i çarpıtıyor. (Bkz Lenin, Seçme Eserler,Cilt 7 Sf. 99-109, İnter Yayınları) Sınıfların ve devletin tümüyle kaldırılması ancak komünist toplumun üst evresinde
gerçekleşecektir. Sosyalist toplumda “her¬ke¬se
ye¬te¬ne¬ği¬ne gö¬re, her¬kes¬ten kat¬kı¬sı¬na
gö¬re” il¬ke¬si¬ geçerlidir. Komünist toplumun üst
evresinin ilkesi ise “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesidir. Bu konuyu Lenin’in
‘komünist toplumun üst aşaması’ başlığı altında söylediği iki alıntı ile bitirelim:
“Toplum, ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre’ ilkesini gerçekleştirdiğinde, yani
insanlar toplumsal ortak yaşamın temel kurallarına
uymaya alıştıklarında ve emekleri, onların yeteneklerine göre gönüllü olarak faaliyet gösterebilecekleri
kadar verimli olduğunda, devlet tamamen sönüp gidebilecektir.” (Lenin Seçme Eserler Cilt 7,Sf. 102. İnter Yayınları)
“Sosyalizm ile komünizm arasındaki bilimsel fark
ise açıktır. Genellikle sosyalizm olarak nitelenen şeyi
Marx, komünist toplumun ‘ilk’ ya da alt aşaması diye
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Elif Çağlı, bildiğimiz Troçki’nin devrim aşamaları
teorisini alt alta sıralıyor. Bunun için de “Marksizmin Işığı Altında” kitabını yazmasına da gerek yoktu. Çünkü Troçki takriben bu görüşleri 105 yıl önce
savunmuştu. Bu görüşlerin anti-ML görüşler olduğu
bizzat Lenin ve Stalin tarafından, ondan da önemlisi
pratik tarafından mahkum edilmişti. Ne diyor Elif
Çağlı? Tek bir ülkede “işçi iktidarı” kurulamaz, ancak
tüm kapitalist ülkelerde ezilen nufusun çoğunluğu
proletaryasının önderliği altında birleşirse işte o
zaman işçi iktidarı kurulabilinir! Ayrı bir demokratik devrim aşamasına gerek yok vb. Tek ülkede sosyalizmin inşa edilmesini ve emperyalizmin en zayıf
halkasından kırılması gerektiğini yukarda açıkladık.
Şimdi bir kez daha tarihi gerçeklere ve Lenin ile Troçki arasındaki ayrım noktalarının neler olduğuna bakalım.
Lenin ile Troçki arasında devrimin itici güçleri, önderliği, ittifaklar, devrimin zaferi ve sonrasında kurulacak iktidarın yapısı, sosyalist devrimle ilişkisi vb
konularında nitel bir çelişme vardı. Troçki, sosyalizm
öncesi bir ara aşama olan demokratik devrimin zaferini imkansız görüyordu. Troçki’ye göre emperyalizm
çağında demokratik devrimlerin çağı geçmiştir. Bu
yüzden Lenin’in burjuva devrimin sonucunda oluşturulması hedeflenen iktidarın sınıf karakterini belirten proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik
diktatörlüğü sloganı yanlıştır. (bkz. Troçki, Sürekli
Devrim, Sf. 10) Demokratik devrim bağımsız bir aşama olarak değil, proletarya diktatörlüğü koşullarında
yani sosyalist devrimin içinde gerçekleşebileceğini
savunuyordu Troçki.
1917 Şubat’ın da ne oldu? Çarlık yıkıldı. Siyasal özgürlükler kazanıldı. Bolşevik parti yasal hale geldi.
Lenin ülkeye döndü. Devrimci basın, Sovyetler, sendikalar, dernekler özgür bir ortama kavuştu. Çarlığın devrilmesinden sonra, Rusya’da ikili bir iktidar
ortaya çıktı. Bir yandan emperyalizm, burjuvazinin
önderliğinde “Geçici Hükümet”; diğer yanda ise işçilerin, köylülerin, askerlerin iktidar organı olan
İşçi-Köylü-Asker Sovyetleri. Ancak Şubat Devrimi
ertesinde bu İşçi-Köylü-Asker Sovyetlerinin içinde, Bolşevik Partisi değil, aslında zengin köylülerin
ve küçük-burjuvazinin çıkarlarını savunan “Sosyal
Devrimciler” ve “Menşevikler” hakimdi. Lenin Nisan
Tezlerinde “Rusya’da Burjuva Demokratik Devrimin
tamamlandığı”nı belirtir. Evet Çarlığın yıkılması anlamında demokratik devrim tamamlanmıştı. Fakat
Demokratik devrimin daha çözmesi gereken bir dizi
✒
adlandırıyordu. Üretim araçları ortak mülkiyet haline geldiği ölçüde, ‘komünizm’ sözcüğü buraya da
uygun düşer, fakat bunun tam komünizm olmadığı
unutulmadıkça, Marx’ın açıklamalarının büyük önemi, burada da, komünizmi kapitalizmden gelişen bir
şey olarak değerlendirerek, diyalektik materyalizmi,
gelişim öğretisini tutarlılıkla uygulanmasında yatmaktadır. Skolastik olarak icat edilmiş, ‘uyduruk’ tanımlar ve (sosyalizmin ne olduğu, komünizmin ne olduğu üzerine) yararsız laf cambazlıkları yerine Marx,
komünizmin ekonomik olgunluğunun basamakları
olarak nitelenebilecek şeyin bir tahlilini yapıyor.
İlk aşamasında, ilk basamağında komünizm henüz
tamamen olgun olamaz, kapitalizmin geleneklerinden ya da izlerinden tamamen kurtulmuş olamaz.
Komünizmin ilk aşaması sırasında ‘burjuva hukukunun dar ufku’nun korunması gibi ilginç bir olgu
bununla açıklanır. Tüketim maddelerinin paylaşımı
alanında burjuva hukuku elbette ki burjuva devletini
önşart koşar, çünkü hukuk, hukuk nırmlarına uymayı zorlayacak durumda olan bir aygıt olmadan bir
hüçtir.” (Lenin age sf. 104-105)
Marksist Tutum Grubunun yazarlarından Elif
Çağlı şöyle yazıyor:
„Dolayısıyla günümüzde tüm kapitalist ülkelerde
toplumsal devrimin ilerleyişi, bir işçi iktidarını kurmak üzere fiilen örgütlenmiş proletaryanın hegemonyası altında nüfusun ezilen çoğunluğunun birleşmesi
halinde mümkün olabilir. Devrimin demokratik görevlerini gerçekleştirmek için, başlangıç olarak ayrı
bir “demokratik devrimci” iktidar aşamasına (proletarya ile köylülüğün ya da genel olarak küçük-burjuvazinin “demokratik” diktatörlüğü) gerek duyulacağı
biçimindeki aşamalı iktidar anlayışları, işçi sınıfının
devrim stratejisini oluşturamaz. Bu türden aşamalı
devrim stratejileri, teorik açıdan proletaryanın iktidar hedefini gölgeleyen, pratik açıdan ise devrimi
ilerletme şansı olmayan stratejilerdir. Küçük-burjuva devrimci iktidarlar ya da proletarya hegemonyası
altında gerçekleşmeyen sözde devrimci koalisyonlar,
son tahlilde burjuva işbirliğiyle sonuçlanır. Tarihsel
deneyimlerin kanıtladığı üzere, emperyalizm çağında demokratik dönüşümlerin de, kapitalizmi tasfiye
edecek sosyalist dönüşümlerin de üstesinden gelebilecek devrim, proleter devrimdir. Devrimci proletaryanın iktidar hedefi, proletarya diktatörlüğünün,
yani işçi demokrasisinin kurulmasıdır.“
(Bkz. http://www.marksist.net/elif_cagli/MI_proletaryanin_tarihsel_misyonu.htm)
55
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
56
görev vardı.
Lenin’deki değişiklik neydi? Lenin gerçekten özeleştiri yapıp Troçki’nin sürekli devrim teorisini mi
savundu? Tabiki hayır. Lenin demokratik devrim,
sosyalizm, köylülük, proletaryanın önderliği, devrim aşamaları vb. konularda görüşlerini yanlış ilan
edip değiştirmedi. Lenin’de öze ilişkin değişen bir
şey yoktu. Değişen yalnızca objektif koşullar, sınıflar
arası güç ve ilişkilerdi. Troçki şöyle diyordu:
“Biz demokratik devrimi, başka herhangi bir yerden daha derinlemesine, daha kararlı, daha kusursuz
bir biçimde tamamlamış olmamıza rağmen, bağımsız
bir demokratik devrim yaşamadık.” (Troçki, Sürekli
Devrim, Sf. 109) Troçki’ye göre, 1917 Şubat’ında bir
demokratik devrim gerçekleşmemişti. Ancak Ekim
devrimiyle hem sosyalist hem de demokratik devrim
gerçekleşmişti. Lenin şöyle yazıyordu: “Rusya’da Şubat Devrimi ile devlet iktidarı yeni bir sınıfın, burjuvazinin ve burjuvalaşmış toprak ağalarının eline
geçmiştir. Bu anlamda Rusya’da Burjuva Demokratik
Devrimi tamamlanmıştır. İçinde bulunduğumuz dönemin özelliği, devrimin birinci aşamasından – ki bu
aşamada proletarya bilinçlenme ve örgütlenme düzeyi geri olduğundan iktidarı burjuvaziye kaptırmıştırikinci aşamasına geçiş içinde bulunmamızdır... Bu
ikinci aşamada iktidar burjuvazinin elinden alınmalı
ve proletaryanın ve köylülüğün en yoksul kesiminin
eline geçmelidir.” (Lenin, ‘Taktik Hakkında Mektuplar’ Nisan tezleri ve Ekim Devrimi)
Lenin, Çarlığın yıkılması ertesinde Burjuva Demokratik Devrimin tamamlandığını söyler. Demokratik devrimin bütün görevleri çözüldükten sonra
sosyalist devrime geçilmesi anlayışına karşı çıkar
ve devrimin sosyalist aşamaya geçişinin Rusya şartlarında mümkün ve zorunlu olduğunu söyler. Lenine göre, sosyalist devrim demokratik devrimin arta
kalan görevlerinide çözecektir. Troçki, Lenin’in fikir
değiştirdiğini ve Troçkizm’i savunduğunu ilan eder.
Tabi o bunu Lenin öldükten sonra yaptı. Troçki’ye
göre Lenin, Şubat Devriminden sonra Nisan tezleri ile ‘sürekli devrim’ kuramını benimsemiştir. Demokratik devrimi savunmaktan vazgeçmiş sosyalist
devrimi savunmuştur. Bu tarihten itibaren Lenin
proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü tezinin yanlış olduğunu görmüş, hayatı boyunca savunduğu bu tezden vazgeçmiştir! Bu tarih
Lenin için bir dönüm noktasıdır. Gerçek Leninizm
asıl olarak bu tarihten sonra başlar denilebilir! Troçki
ve takipçilerinin savunusu budur. Troçki şöyle diyor:
“1905-17
Bolşevik
deneyimi
‘demokratik
diktatörlük’ü kapatıp, üzerine süngüyü vurabilmiştir. Kapının üzerine Lenin kendi elleriyle ‘Girilmez, Çıkılmaz’ ibaresini yazmıştır.” (Troçki, Sürekli
Devrim, Sf. 109) Lenin demokratik devrimden vazgeçmiş! proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğünü yanlış ilan etmiş! Troçki, Lenin’in hiçbir
zaman sosyalist devrim sloganını kullanmayacağını
düşünüyordu. Çünkü Troçki, Bolşevikleri, sürekli
olarak sosyalist devrimi belirsiz bir geleceğe ertelemekle, demokratik devrimi savunarak, sosyalist
devrimi unutmakla, proletaryayı kapitalizm sınırları
içerisinde tutmakla eleştirmiştir. Lenin zamanı geldiğinde, sosyalist devrim sloganını ortaya attığında
Troçki şaşırmış kalmıştır. Bolşevizm’den hiçbir şey
anlamamış olan Troçki, objektif koşullardaki değişikliğe bağlı olarak Lenin’in parti programına tamamıyla sadık kalarak sosyalist devrimi savunmasını
“büyük bir değişiklik” olarak nitelemiştir.
Oysa Lenin değişmemişti. Lenin Troçki’nin çizgisinede gelmemişti. Lenin, demokratik devrim ve sosyalist devrimin ayrı olgular olduğunu, ancak aralarında
geçiş olabileceğini 1905’te de, 1917 Şubat devriminden sonra da savundu. Lenin Şubat devriminden sonra Troçki’nin ‘sürekli devrim’ teorisini savunmak bir
yana şöyle diyordu:
“Fakat burjuva-demokratik devrimin kazanımlarını Rusya’nın halklarının sahip olduğu şeylerin sağlam bir parçası yapmak için ilerlemeye devam etmek
zorundaydık, ve ilerledik de. Burjuva demokratik
devrimin sorunlarını; ilerlerken, geçerken, bizim esas
ve gerçek, bizim proleter-devrimci, sosyalist çalışmamızın “yan ürünü” olarak çözdük. Reformlar –bunu
her zaman söyledik- devrimci sınıf mücadelesinin bir
yan ürünüdür. Burjuva-demokratik dönüşümler –dedik ve bunu olgularla ispatladık- proleter, yani sosyalist devrimin bir yan ürünüdür. Geçerken değinelim
ki, “ikibuçukuncu” Marksizmin Kautsky, Hilferding,
Martov, Çernov, Hillquit, Longuet, MacDonald, Turati ve ‘ikibuçukuncu’ Marksizmin tüm diğer kahramanları... Burjuva-demokratik ve proleter-sosyalist
devrim arasındaki karşılıklı ilişkiyi anlayamadılar.
Birincisi, ikincisine geçer. İkincisi, geçerken birincisinin sorunlarını çözer. İkincisi, birincinin eserini
pekiştirir. İkincisinin birinciyi ne derece geçmeyi başaracağını mücadele ve yalnızca mücadele tayin eder.”
(Lenin, Seçme Eserler, C. 6, Sf. 519 İnter Yayınları )
Lenin, demokratik devrimin önemini her zaman
sosyalizm mücadelesi açısından ele almıştır. Yığınla-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
çağrımız; Lenin’den ellerini çekmeleridir.
Devam edelim. Temel görüşlerinde şöyle yazıyorlar:
“Emperyalizm çağında siyasal bağımsızlığını kazanmış, yani kendi burjuva ulus-devletini kurmuş az
ya da orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerin sömürge, yarı-sömürge ya da yeni-sömürge kavramlarıyla ifade edilmeleri kesinlikle yanlıştır.” (bkzhttp://
www.marksist.net/marksist_tutum/temel_goruslerimiz.htm)
Burada savunulan düşüncelerin ML bilimi ile hiç
bir ilgisi yoktur. Bugünkü emperyalist dünya ezen ve
ezilen ülkeler olarak ikiye ayrılmaktadır. İleri derece
gelişmiş kapitalist ülkeler var. Emperyalizme bağımlı
ülkeler var. Emperyalizme bağımlı ülkelerde de kapitalizm gelişir. Bağımlı ülkelerde gelişen kapitalizmin
sınırmları önemli ölçüde emperyalizm tarafından
belirlenir.Görünüşte siyasi bağımsız bir dizi devlet
var. Ancak bunlar ekonomik, askeri, siyasi, kültürel
vb. emperyalizme bağımlıdır. Bugün kural olarak
sömürgecilik emperyalizmin siyaseti değildir. Tabi
ki kural dışı kimi örnekler var. Ama kural olarak 2.
Dünya Savaşı sonrasında emperyalizm yeni-sömürgecilik dediğimiz politikayı hayata geçirdi. Emperyalist dünya sistemi bütünlüğü içinde ele alındığında
kendisi ezilen ülke kategorisi içinde olan birçok çok
uluslu devlet kendi iç ilişkileri açısından ezen konumundadır. Bu ülkelerin iç sömürgeleri var. Ve bu kural dışı değil kural olandır.
Marksist Tutum’a göre; bugün dünyada varolan
bütün ülkeler eğer ulusal devletlerini kurmuşlarsa,
bunlar kapitalist ülkedir, emperyalizme bağımlı değildir. Bu düşünce silsilesi anti-ML’dir. Çokca Lenin’i
savunduğunu iddia edenler Lenin’in 1916’da yazdığı
Emperyalizm kitabından hiçbir şey anlamamışlardır.
Anlasalardı bu saçma sapan görüşleri de savunmazlardı.
Marksist Tutum temel tezlerinde şöyle diyorlar:
“Stalinizm egemen bürokrasinin sınıf çıkarlarını
yansıtan ideolojik-politik-örgütsel çizginin adıdır.
Kaba tutarsızlıklar, inanılmaz zigzaglarla dolu olsa
da, bu çizginin temelinde tüm Stalinistlerin ortak
olarak savunmakta duraksamadıkları “ulusal çıkarlar” anlayışı yatmaktadır. Bu yüzden Stalinizm, dünya işçi sınıfının enternasyonal mücadelesini zayıflatan ve Marksizmin özüne tamamen aykırı düşen bir
ideolojidir. Nasıl ki bürokratik diktatörlük işçi devletinin karşı-devrimci inkârıysa, Stalinizm de aynı
şekilde Leninizmin inkârıdır. 1917 Ekim Devrimiyle
hayata gözlerini açan işçi iktidarı ile bu iktidara son
✒
rın bilinç, örgütlenme ve hareket düzeyine denk düşen demokratik evresini aşan devrim artık sosyalist
devrim evresine girmiş demektir. Sosyalist devrimin
gündeme gelmesi için, bütün demokratik görevlerin
çözülmesi gerektiği sonucu çıkmaz. 1917’de de böyle
oldu. Demokratik devrim gerçekleşti, hareket demokratik evresini genel olarak aştı ve sosyalist devrim
için koşullar olgunlaştı. Burjuva devrim gerçekleştikten sonra görev, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyine göre en kısa sürede sosyalist devrime
geçiştir. Bu Lenin’in Troçkizm’e geçmesi değil bizzat
Leninizm’in ta kendisidir. Bu Leninist düşüncenin,
Troçki’nin yığınların bilinç ve örgütlenme düzeyini
dikkate almayan oportünist ‘sürekli devrim’ teorisiyle uzaktan yakından hiç bir ilgisi yoktur. 1917 Şubat
ve Ekim devrimi Troçki’nin ‘sürekli devrim’ anlayışını doğrulamaz; Lenin’in kesintisiz devrim anlayışını
kanıtlar. Bu ikisinin üzerinde yükseldiği tezler birbirine karşıttır. Bu konuyu Lenin’in 10 Kasım 1918’de
yazdığı ve Kautsky’nin dönekliğini ispatladığı eserinden bir alıntı ile sonlandıralım.
“Ve her şey dediğimiz gibi oldu. Devrimin seyri
düşüncemizin doğruluğunu gösterdi. Önce “tüm”
köylülükle birlikte monarşiye karşı, ortaçağa karşı (ve
devrim o noktaya kadar bir burjuva devrimi, burjuva-demokratik devrim olarak kaldı). Sonra, yoksul
köylülükle birlikte, yarı-proletarya ile birlikte, tüm
sömürülenlerle birlikte, zengin köylüler, Kulaklar,
spekülatörler dahil kapitalizme karşı, ve bu ölçüde
devrim sosyalist olacaktır. Bu ikisi arasında yapay bir
Çin Seddi çekmeye, ikisini birbirinden proletaryanın
hazırlık derecesi ve yoksul köylülükle birleşme derecesinden başka bir şeyle ayırmaya çalışmak, Marksizmin en büyük tahrifidir, onu yüzeyselleştirmektir,
onun yerine liberalizmi geçirmektir. Bu, ortaçağa
kıyasla burjuvazinin ilericiliğine yapılan sahte bilimsel atıflarla sosyalist proletaryaya karşı burjuvazinin
gerici savunuculuğunu üstlenmek anlamına gelir.”
(Lenin Seçme Eserler, Cilt 7, Sf. 204, İnter Yayınları)
Lenin’in söyledikleri açık ve net. Ne diyordu Troçki?
Lenin 1917’de Troçki’nin çizgisine gelmiş! İyi ama
Lenin bu satırları 1918’de yazdı. Troçki ve takipçileri, Stalin’e saldırdıkları gibi Lenin’e saldıramıyorlar
ama Lenin’i Troçkistleştirmeye çalışıyorlar! Lenin’in
çizgisi ve savunduğu düşünceler çok açık olmasına
rağmen, Lenin’i çarpıtıyorlar. Lenin’e açıktan saldırdıkları zaman biteceklerini biliyorlar. Bu yüzden
güya Leninist geçinerek, birçok iyi niyetli insanların
kafasını bulandırıyorlar. Troçkist ve takipçilerine
57
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
58
verip egemen olan Stalinist rejim arasında, nice Bolşevik önder ve militanın kanıyla boyanmış bir karşıdevrim süreci uzanmaktadır.”
Marksist Tutum’un bu tezleri hakkında önce
Lenin’e başvuralım. Şöyle diyor Lenin: “Marksizmin
hiçbir ciddi sorununda hiçbir zaman Troçki sağlam
görüşlere sahip olmadı, her zaman şu ya da bu görüş
farklılıklarının ‘yırtık ve yarıklarına sızdı’ ve bu arada bir taraftan bir tarafa sıçradı.” (Lenin Seçme Eserler Cilt 4 Sf. 296, İnter Yayınları)
“Troçki bolşevizmi çarpıtıyor, çünkü o hiçbir zaman Rus burjuva devriminde proletaryanın rolü
hakkında bir ölçüde kesin görüşlere sahip olmayı
becerememiştir.”(Lenin Seçme Eserler Cilt 3 Sf. 475,
İnter Yayınları)
“Sonuç: Troçki ve Buharin’in tezleri bir dizi teorik
hata, bir dizi ilkesel yanlışlık içeriyor. Siyasi olarak,
meseleye tüm yaklaşım tarzı tam bir densizliktir.
Troçki yoldaşın “tez”leri politik olarak zararlıdır.
Onun politikası son tahlilde sendikaları bürokratikçe
hırpalama politikasıdır.” (Lenin Seçme Eserler Cilt 9
Sf. 51, İnter Yayınları)
Kendilerine Leninist demeyi, Troçkiye ihanet
saydıklarından; kendilerini “marksist devrimciler”, “devrimci marksizm” olarak nitelendiriyorlar.
Lenin’e saldırmak çok zor oldugundan, Troçkistlerimiz, Stalin nezdinde dünyada bir ilk olan proletarya devletine saldırmakta ve bu saldırı için de yalan
makinalarını devreye sokmaktadır. Lenin’in ölümü
ertesinde Stalin, Leninizmin bayrağını devraldı ve
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasına önderlik
etti. Sosyalizmin anavatanını ortadan kaldırmak
için emperyalistler harıl harıl çalışıyordu. Ne yazık
ki, emperyalistlerin saldırılarının yedeğinde hareket
edenlerde vardı. Bunlar SB’inde sosyalizmin inşasına
karşı çıkıyorlardı. Karşı çıkışlarına rağmen sosyalizm
muazzam başarılar kazanıyordu. Sosyalizmin inşasını engellemeyeceklerini anlayan Troçkistler sabotajlara başvurmaktan çekinmiyorlardı. Stalin, Troçki ve
takipçilerinin gerçek yüzünü açığa çıkardı ve O’nun
ML ile bir ilgisinin olmadığını ispatladı. Bundan dolayı Stalin’e saldırıyor Troçkistler.
Marksizmin kuramcıları olan Marks-Engels, pratik
sosyalizmi yaşayamadılar. Marksizm, Lenin’in ustaca katkısıyla Bolşevik Parti önderliğinde Sovyetler
Birliği’nde şekilleniyordu. Sosyalizmin hayal olduğunu savunan „ütopik sosyalistler“ tarih karşısında
ağır yenilgiye maruz kalmışlardı. Karşı-devrimciler,
Sovyet Devrimini boğmanın hesabını yapıyordu.
Lenin’in beklenmeyen ölümü, Sovyet devletine bu
genç devrimi devam ettirmeye, ileri taşımaya yetmezken bu şanlı görev Stalin’in omuzlarına yükleniyordu. Stalin, ilk işçi devletinin pratik devamcısı ve
ilerleticisi idi. O, emperyalist burjuvazinin korkulu
bir rüyası idi. Nazi ordularını yenen ve Berlin’e kadar kovalayan Sovyet Kızıl Ordusunun baş komutanı
idi Stalin. Emperyalist burjuvazi, Sovyetler Birliği’ni
yıkamamış tam tersine emperyalist dünya sisteminin
birçok ülkesi, emperyalist sistemin dışına çıkmış ve
Halk Demokrasili Devletlerini kurmuştu. Emperyalist burjuvazinin Stalin düşmanlığı anlaşılır bir
durumdur. Anlaşılır olmayan emperyalizmin yedeğinde hareket eden ve kendilerine „marksizm“ adını
takıp burjuvaziyle aynı safta duranların durumudur.
„Marksizm“ adını takanlar, emperyalist burjuvazi ile
kendilerini nasıl ayırıyorlar sorusuna Troçkistler cevap vermek zorundadır.
Stalin’e saldıran emperyalist burjuvazinin temel
yöntemi yalan makinası ve tarih çarpıtıcılığıdır. Gizli
servislerin labaratuvarlarında üretilen sahte belgeler
ile bilinçler karartılıyor ve Stalin ile Hitler aynılaştırılıyor. Emperyalist burjuvazi, Nazizm ve Stalin’i aynı
çuvala koymakta, Kızıl Ordunun Stalin önderliğinde
verdiği tarihin en fedakar savaşımını görmezden gelmektedir. Ne yazık ki, Stalin ile Hitler’i aynı kefeye
koyma işini sadece burjuvazi yapmıyor, kendilerine
„Marksizm“ adını takanlarda bu koraya katılıyor.
Sosyalizm düsmanlığını, Stalin’e saldırarak gizlemek
nafiledir. Zira söz konusu olan dünya halklarının faşizme karşı topyekun baskaldırısıdır. Troçki ve Troçkizm başkaldırı bir yana o sıralar Sosyalist anavatanı
yıkma çağrıları yapıyordu. İşte Troçkizmin gerçek
yüzü budur.
“Stalinizm” diye bir öğreti yoktur. Bu Troçkistlerin
uydurmasıdır. Stalin’i “zigzaglı” bir çizgi izlemekle
suçlayanlara önerimiz, Troçki ve Stalini karşılaştırarak okumalarıdır. Fırıldak gibi dönen ve izlediği zigzaglarla ünlenen kişinin adı Troçki’dir. Oysa Lenin’in
öğrencisi olan Stalin, Troçki’nin aksine istikrarlı bir
çizgi izlemiş ve SB’de sosyalizmin inşasına önderlik etmiştir. Tek ülkede sosyalizmin inşa edilmesini
“ulusal çıkarların” temel alınması olduğunu savunanlar, ML’den hiç bir şey anlamadıklarını ortaya
koyuyorlar. Stalin’in izlediği çizginin Lenin’in izlediği çizgi olduğunu yukarda uzun uzun anlattık. Leninizme aykırı çizgi izleyenler Troçki ve takipçileridir.
(bkz http://www.marksist.net/marksist_tutum/temel_goruslerimiz.htm)
Bolşeviklerle menşevikler arasındaki ayrılığın kökleri
“proletaryanın derinliklerinde” değil, ama Rus devriminin iktisadi içeriğinde yatıyor. Bu içeriği görmezlikten geldikleri için Martov’la Troçki , Rusya’daki
parti-içi savaşımın tarihsel anlamını kavrama olasılığından, kendilerini yoksun bırakmaktalar. Sorunun
özü, ayrılıkların teorik ifadesinin proletaryanın şu ya
da bu katına “derinden” işleyip işlemediği değildir.
Sorunun özü, 1905 devriminin iktisadi koşullarının,
proletaryayı liberal burjuvaziyle, sadece işçilerin gündelik yaşam koşullarını iyileştirme sorununda değil,
ama aynı zamanda tarım sorununda, devrimin bütün siyasal sorunlarında, vb. düşmanca ilişkiler içine
soktuğu gerçeğidir. “Sekterlik” gibi, “kültür eksikliği”
gibi etiketler dağıtarak Rus devrimindeki eğilimlerin
savaşımından dem vurmak, ama proletaryanın, liberal burjuvazinin ve demokratik köylü yığınlarının
temel iktisadi çıkarları hakkında tek söz söylememek,
ucuz gazetecilerin düzeyine düşmek demektir.
( ...)
“Bu gerçekten “sınırsız” laf cambazlığı, liberalizmin
“ideolojik gölgesi”nden başka bir şey değildir. Hem
Martov, hem Troçki başka başka tarihsel dönemleri
birbirine karıştırıyorlar.”
(...)
“Şimdi biz Martov’u tasfiyeciliğin önderlerinden
biri olarak görüyoruz. Martov, marksist görüntülü
sözlerle tasfiyecileri daha “akıllıca” savundukça, daha
tehlikeli oluyor. Ama Martov, 1903-1910 arasında yığınsal işçi hareketindeki bütün eğilimlere damgasını
vuran görüşleri herkesin önünde açıklayıp yorumluyor. Öte yandaysa Troçki , sadece kendi kişisel yalpalayışlarını temsil ediyor, başka bir şeyi değil. 1903’te
menşevikti, menşevikliği 1904’te bıraktı, 1905’te
yeniden menşeviklerin arasına döndü ve sadece
ultra-devrimci sözler parlatmakla yetindi, 1906’da
menşeviklerden bir kez daha ayrıldı, 1906’nın sonlarında kadetlerle seçim anlaşması yapılmasını savundu (yani bir kez daha menşeviklerle birlik oldu), 1907
ilkyazında, Londra kongresinde “siyasal eğilimlerden
çok bireysel görüş tonlarında” Rosa Luxemburg’dan
ayrıldığını söyledi. Troçki bir gün hiziplerden birinin
ideolojik stokundan, ertesi gün ötekinin stokundan
çalar ve bu nedenle de kendisinin hizipler üstü olduğunu ilan eder. Teorik olarak, Troçki , tasfiyeciler ve
otzovistlerle hiçbir noktada görüş birliğinde değildir,
ama uygulamanın kendisinde goloscular ve vperyodcularla tam bir görüş birliğindedir.”(Bkz. Lenin Seçme Eserler Cilt 3, Sf. 467-486, İnter Yayınları)
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
İlk sayısı Aralık 2004’te çıkan Marksist Bakış dergisinin, Ankara’da iki İstanbul’da ise bir dergi bürosu
var. 2009 Nisan ayında “Sürekli Devrim Hareketi”
ilan edildi. İnternet sitelerinin başlığıda “Sürekli Devrim Hareketi”dir. Marks, Engels ve Lenin’in
yanına Troçki’nin de resmi konulmuştur. Bu tabiki
Troçki’yi de klasik usta olarak görülmesi anlamına gelmektedir. Marksist Bakış’ın yanında; İşçinin
Yolu(15 günlük gazete) ve Marksist Liseliler(dergi)
dergileride çıkarılmaktadır.
Troçkist gruplar arasında belirli farklılıklar olmasına rağmen, birçok konularda ortak paydaları da var.
Birçokları Lenin ile Stalin arasına Çin Seddi çekmekte ve Lenin mirasının Troçki tarafından üzerlenildiği safsataları yaygınlaştırılmaktadır. Marksist Bakış
şöyle diyor:
“Nasıl zamanında Marks’ın devrimci öğretisinin
içini boşaltıp yarattıkları “ulusal-Alman” Marksizmi
ile işçileri eğitenler(!) Lenin’e hakaretler savurarak
Marksizmin gerçek devamcılarının kendileri olduğunu dillerine doladılarsa, Stalin ve şürekası da Menşevizmi Leninizm, Leninizmi de Menşevizm olarak
yutturmaya çalışırken, Ekim devriminin mirasına
sahip çıkan Troçki’ye akıl almaz iftiralar, kara çalmalar, “hain” suçlamaları yöneltmekten, onu ve takipçilerini katletmekten geri kalmadılar.”(Bkz. http://
www.bolsevik.org/1277.htm)
Burada tarihsel olgular açıkça çarpıtılıyor. Troçki
1903 sonlarında Menşevik olmuştu. 1904-1905 yılında Menşeviklerden ayrılıp ekonomist Martinov’la
bir araya gelmişti. Lenin’i savunduğunu söyleyenlere
Lenin ile cevap verelim. Lenin Troçki hakkında şunları yazıyordu:
“Troçki, Menşeviklerin peşinden koşuyor ve özellikle tantanalı laflara sarılıyor.”
(...)
“Bolşevizmle menşevizm arasındaki savaşımın,
olgunlaşmamış bir proletarya üzerinde etkinlik kazanma savaşımı olduğuna ilişkin teori yeni değildir.
Birçok kitapta, broşürde,liberal basındaki yazılarda
(1903’ten bu yana değilse bile) 1905’ten beri bu görüşle karşılaşmaktayız. Martov’la Troçki , Alman yoldaşların önüne, marksist bir kılıf geçirdikleri liberal
görüşleri koyuyorlar.”(...)
“Troçki ilan ediyor: Menşevizmin ve bolşevizmin,
diyor, “proletaryanın derinliklerinde kök saldıklarını” düşünmek, “bir hayaldir”. Bu, Troçki ‘nin ustası
olduğu, yankı yapıcı ama boş sözlere iyi bir örnektir.
✒
Marksist Bakış
59
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
60
Troçki ise, Stalin’e saldırdığı gibi daha önceleri Lenin’e saldırıyordu. Troçki 1904 yılında yazdığı
“Politik Görevlerimiz” adlı yazının IV. Bölümünde
Lenin’e şöyle saldırıyordu:
“Lenin ve destekçileri bir bütün olarak toplumun ya
da Partinin gelişiminin yasaklanamayacağı gerçeğini
reddettikleri ölçüde yenilgilerinin nedenlerini de anlamayacaklar.”(...)
“Partimizin gerici kanadını başının, Lenin yoldaşın, Sosyal Demokrasiyi tanımlarken, Partimizin sınıf karakterine teorik bir saldırı oluşturacak biçimde
Jakobenizmin bir karikatürüne özgü taktiklere başvurması bir tesadüf değil, karakteristik bir konumlanıştır. Evet, teorik bir saldırı, Berstein’ın ‘eleştirel’
görüşlerinden daha az tehlikeli değil.” (…)
„Yoldaş Lenin eğer kendisinin yegane ilke olarak
-utanmaz (şayet kusursuz değilse) bir ilke- benimseyip yaydığı slogandaki gibi ‘iki adım’ geri atmak
istemiyorsa, kendi tanımı doğrultusunda bir adım
ileri atması ve bundan kaynaklanan bütün sonuçları
kabullenmesi ve Partili yoldaşlarına yeni kartvizitini
yollaması gerekecektir.“ (…)
„ Ya, burjuva-devrimci demokrasisiyle (Jakobenizm) proleter demokrasisi arasında kurduğun köprüyü tamamlayacaksın, Marksizmi terk ederek burjuva liberalizmiyle proleter sosyalizmi arasında bir
köprü kuran liberaller gibi, ya da seni bir teorik saldırıya sevk eden pratikten cayacaksın. Ya biri/ya öteki
Yoldaş Lenin!“ (Bkz. www.marksist.org)
Lenin’e saldıran Troçki, Lenin’i partinin „gerici
kanadını“ın temsilcisi olarak görüyor! Lenin’in sosyal demokrasiyi tanımlaması Jakobenizmin bir karikatürü imiş! Lenin’in görüşleri revizyonizmin babası
Berstein’in görüşlerinden daha tehlikeli imiş! Lenin,
burjuva demokrasisi ile proleter demokrasi arasında
bir köprü kurmuş vb. Troçki açıkca Lenin’e küfrediyor. Troçki, daha sonra aynı argümanlarlaı Stalin’e
saldırıyordu.
Menşevizmi kim savunuyor? Lenin’den uzun yaptığımız bu alıntıları yorumlamaya gerek olmadığını düşünüyoruz. Lenin’in Troçki hakkında yaptığı
onlarca değerlendirme var. Troçki asla bir Bolşevik
değildi. O sadece rüzgâr kimin arkasından esiyorsa
onunla hareket eden bir konumdaydı. Bolşevik-Menşevik ayrışmasında Menşeviklerden taraf olan Troçki
bir süre sonra da kendinin hizipler üstü olduğunu iddia ederek Menşeviklerden ayrılmıştır. Bu süre içinde
Alman oportünistleriyle yediği içtiği ayrı gitmeyen
Troçki Bolşeviklere karşı da savaşa devam etmiştir.
Lenin her zaman Troçki’nin güvenilmez biri olduğunu söylemiştir. Lenin’in Stalin hakkında yaptığı
bir siyasi eleştiri var mı? Stalin, yanlış bir çizgi savunuyorduysa bunun tarihsel kökleri Lenin döneminde yokmuydu? Lenin’in vasiyetinde Stalin hakkında
söylediği “aşırı kaba” olduğu dışında bir eleştiri var
mı? Vasiyette de söylenen siyasi bir eleştiri değil. Oysa
Lenin vasiyetinde Troçki’yi bolşevik olmamakla eleştirmiştir. Lenin, yaşamı boyunca Troçki’nin yanlışlarına karşı mücadele etmiştir. Tarihi gerçek budur.
Marksist Bakış dergisi şöyle yazıyor:
“Sovyet sisteminin ilkeleri neden uygulanamadı?
Aynı zamanda Ekim devriminin yenilgisi anlamına
gelen bu süreç, dünya devrimi dalgasının yenilgisiyle
başladı. Ekim Devrimi’nin önderleri Rusya’da devrimin yalnız başına uzun süre ayakta kalamayacağının
farkındaydılar.
Lenin: En küçük bir şüphe duyulmamalıdır ki
gerçekleştirdiğimiz devrim, eğer tek olmaya devam
ederse, eğer başka hiçbir ülkede devrimci hareket olmazsa, amaçladığı zafere ulaşamayacaktır... Bütün bu
zorluklar karşısında tek kurtuluşumuz, tekrar söylüyorum, tüm Avrupa’yı kapsayan bir devrimdir. Başka
bir yerde de Lenin bu düşüncesini şöyle ifade eder:
Yalnız tek bir ülkede değil bir ülkeler sisteminde yaşıyoruz ve Sovyetler Cumhuriyeti’nin emperyalist
devletler ile yan yana uzun bir süre varolacağı düşünülemez. Sonunda ya biri ya da öbürü kazanmak
zorundadır.“
Marksist Bakış ve bütün Troçkistlerin yaptığı gibi
Troçki’yi de Ekim Devrimin önderi olarak görüyorlar. Üç ay önce partiye alınan Troçki bir anda Ekim
Devriminin lideri oluveriyor! Troçki’nin görüşlerini
biliyoruz. O, geri bir ülkede proletaryanın iktidarı ele
geçirebileceğini ancak dünya devrimi gerçekleşmediği koşullarda tek ülkede sosyalizmin inşa edilemezliğini savunuyordu. Marksist Bakış, Lenin’in de böyle
düşündüğünü ve kaynağını vermediği Lenin’inden
alıntılar yapıyor. Lenin hiç bir zaman Troçki’nin
savunduğu görüşleri savunmadığını biliyoruz. Aksine Lenin tek ülkede sosyalizmin inşa edilmesinin
olanaklı ve mümkün olduğunu savunuyordu. Lenin
devlet, sosyalizm ve komünizm üzerine yaptığı teorik
değerlendirmelerde her zaman sosyalizmin tek ülkede inşa edilebileceğini, bunun geri bir kapitalist ülkede bütün zorluklarına rağmen mümkün olduğunu
belirtmiştir.
Bolşevikler, Ekim Devriminden hemen sonra devrimin Avrupa’da yayılacağını ve Avrupa proletarya-
“Bu politikanın komünizm görüşüyle nasıl geçindiği ve nasıl olup da komünist Sovyet iktidarının, özel
ticaretin gelişmesini teşvik ettiği sorununa değinmek
istiyorum. Bu, komünizm bakış açısından onaylanabilir mi? Bu soruyu yanıtlayabilmek için, köylü ekonomisinde vukubulmuş olan değişiklikleri dikkatle
incelememiz gerekir. Başlangıçta durum öyleydi ki,
tüm köylülüğün çiftlik sahiplerinin iktidarına karşı
bir taarruzunu görüyorduk. Çiftlik sahiplerine karşı
aynı şekilde hem yoksul köylüler hem de Kulaklar
karşı çıkıyorlardı, elbette farklı niyetlerle olsa da:
Kulaklar, çiftlik sahibinin elinden toprağı almak ve
onun üzerinde kendi işletmesini geliştirmek hedefiyle. Burada o zaman Kulakların ve yoksul köylülerin
farklı çıkarları ve gayretleri gün yüzüne çıkıyordu.
Ukrayna’da bu çıkar karşıtlığı bugün de bizde olduğundan çok daha berrak görülebilir. Yoksul köylülük
bu çiftlik sahiplerinin toprağının ellerinden alınmasından dolaysız olarak pek az yararlanabildi, çünkü
bunun için elinde ne malzeme ne de alet-edevat vardı.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
ele yürüdükleri bir dönemdi.“
Savaş komünizmden NEP’e geçişe ilişkin 10. Parti
Kongresi önemli kararlar alır. Parti Kongresi kararında, teslim yükümlülüğü yerine ayni verginin geçirilmesinden söz ediliyordu. Besin maddelerindeki
ayni vergi, teslim yükümlülüğü temelindeki vergiden
daha azdı. Savaş Komünizmi, şehir ve kırdaki kapitalist unsurların kalesini baskınla, cepheden saldırıyla
ele geçirme teşebüsüydü. Lenin, biraz geri çekilme,
kuvvet topladıktan sonra yeniden saldırıya geçip
kalenin kuşatılmasını öneriyordu. Lenin X1. Parti
Kongresinde, geri çekilmenin sona erdiğini açıklayıp,
„Özel sermayeye karşı taaruza hazırlanın“ şiarını attı.
NEP Lenin döneminde başlayan ve 1928’lere kadar sürdürülen bir politikadır. NEP ekonomik alanda
kapitalizmin gelişmesine izin veren bir politikanın
adıydı. Lenin, NEP’ten ilk başta herşeyden önce kapitalistlerin, tüccarların ve Kulakların yararlanacağını biliyordu. NEP politikası köylülükle işbirliğini
koruma ve sağlamlaştırmak için tavizler verilmesi
anlamına geliyordu. Çünkü köylülük, hakim şartlar altında meta satışı olmadan, kapitalizmin belli bir
canlanması olmadan varolamazdı. Köylülükle işbirliği ticaretten başka bir yolla gerçekleştirelemezdi.
Köylülükle ancak bu yolla işbirliği sağlamlanabilinir
ve sosyalist ekonominin temelleri atılabilinirdi. Tavizler sorununa Lenin böyle yaklaştı. Lenin bu politika ile ilgili olarak şöyle yazıyordu:
✒
sının ileri ülkelerin bir kısmında iktidara geleceğini
umuyorlardı. Özellikle Almanya’da proletaryanın iktidara geleceğini düşünüyorlardı. Bu bir beklentiydi.
Ama bu beklenti gerçekleşmedi. Lenin, sosyalizmin
nihai zaferi anlamında kesin zaferinin asla tek ülkede gerçekleşemeyeceğini söylüyordu. Sosyalizmin
nihai zaferi ile bir ülkede sosyalizmin inşa edilmesi farklı şeylerdir. Troçkistlerin kavramadığı tam da
bu noktadır. Onlar Lenin’in sosyalizmin nihai zaferi
bağlamında söylediklerinden yola çıkarak, Lenin’in
tek ülkede sosyalizmin inşa edilemeyeceği tezini savunduğunu iddia ediyorlar. Bu Lenin’in açıkça çarpıtılmasıdır. Lenin’in savunmadığı görüşlerin Lenin’e
maledilmesidir. Lenin 1923’te şöyle yazıyordu:
“Eğer sosyalizmi kurmak için belli bir kültür seviyesi gerekiyorsa (gerçi bu belli “kültür seviyesi”nin ne
oldugunu kimse açıklayamaz), neden önce bu belli
seviye için koşulları devrimci yoldan elde etmekle işe
başlayıp ve sonra, isçi¬ köylü iktidarı ve Sovyet sistemi ile, diğer halklara yetişmeye devam etmeyelim?
Sosyalizmi kurmak için uygarlık gerekiyor diyorsunuz. Çok güzel. Fakat neden önce kendi ülkemizde,
toprak ağalarını ve Rus kapitalistlerini kovmak gibi
önkoşulları yaratıp, daha sonra sosyalizm yürüyüşüne başlayamayalım? Bilinen tarihsel düzende bu tür
değişikliklerin uygunsuz ya da imkânsız olduğunu
nerede ve hangi kitapta okudunuz?” (Bkz. Lenin Son
Mektuplar ve Makaleler, N.Sukhanov un notlarıyla
ilgili olarak, Başak Yayınları Sf. 36)
Devan edelim, Troçkist Marksist Bakış şöyle yazıyor:
„İç savaştan sağ çıkmayı başaran işçi devletini
önemli bir tehlike daha bekliyordu: şehirleri beslemek istemeyen köylüler. Yeni Ekonomik Politika
(NEP) ile birlikte köylülere istedikleri tavizler verildi;
özel sektörün bir serbest pazar oluşturmasına imkan
sağlandı. Şehirlere gıda arzını artırmak için girişilen
bu politikanın bedeli, işçi sınıfının gücünün mülk
sahipleri lehine azalması ve bürokrasinin hem partide hem de işçi devletinde konumunu hızlı bir şekilde güçlenmesi oldu. Devrim ülkesinde canlanan
serbest piyasa, para merkezli ilişkileri ve değerleri üst
düzeyde tetikliyordu. NEP zenginleri esip gürlerken
başkentin sokaklarında geceleri fahişeler devrimden
sonra yeniden görülmeye başlanmıştı. Para, güç, imtiyaz, ayrıcalık ilişkilerinin hızla kendine yeni alanlar açtığı NEP dönemi bürokrasinin güçlenmesine
en elverişli şartları yaratıyordu. Bu, kürklü hanımlar,
fraklı beyefendiler ile koltuk sahibi bürokratların el
61
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
62
Ve şimdi görüyoruz ki, yoksul köylülük, Kulakların
müsadere edilen topraklarını gasbetmesini önlemek
için örgütleniyor. Sovyet iktidarı bizde ortaya çıkan
yoksul köylü komitelerini ve Ukrayna’daki ‘mülksüz
köylü komiteleri’ni destekliyor. Ve en sonu sonuç ne
oldu? Sonuç şu oldu ki, orta köylüler köyde çoğunluk
unsur haline geldi... Gerek Kulaklık doğrultusundaki
gerekse yoksulluk doğrultusundaki aşırı uçlar geriledi, ve nüfusun çoğunluğu orta köylü tipine yakınlaşmaya başladı. Eğer köylü ekonomimizin üretkenliğini yükseltmek istiyorsak, o zaman ilk plânda orta
köylülere dayanmalıyız. Komünist Partisi politikasını
buna göre kurmalıydı... Yani köylülüğe karşı politika
değişikliği, bizzat köylülüğün durumunun değişmiş
olmasıyla açıklanır. Köy daha orta köylüleşmiştir ve
eğer üretici güçleri geliştirmek istiyorsak, bunu hesaba katmak zorundayız.” (Lenin Seçme Eserler Cilt 9,
Sf. 184-185, İnter Yayınları)
Görüldüğü gibi Nep politikası, serbest ticaretin yapılması, alt yapıda kapitalizmin canlanmasına izin
verilmesi, üretici güçlerin geliştirilmesi, ülkedeki
ürün miktarının artırılması ve köylülükle işbirliğinin sağlanmasıdır. Lenin, köylülüğe verilen tavizlerden spekülatörlerin, kapitalistlerin, Kulakların yararlanacağını biliyordu. Ama meselenin özü itibariyle
spekülatörlere ve Kulaklara verilen tavizler değildi.
Çünkü genelde NEP ve özelde ticaretten, yalnızca
kapitalistler ve Kulaklar değil, aynı zamanda devlet
ve kooperatif organları da yararlanıyordu. Ticareti
sadece kapitalistler ve Kulaklar değil, devlet organları ve kooperatifler de yapıyordu. Devlet organları
ve kooperatifler, ticaret yaparak, özel ticaret üzerinde
üstünlük kazanıyorlardı. Böylelikle Sovyet sanayisi
köylü ekonomisiyle birleştiriliyordu. Bir köylü ülkesinde orta köylü kazanılmadan sosyalizmin inşası
mümkün değildi. Bu politika Leninist bir politikaydı. Marksist Bakış, NEP dönemini eleştirecekse önce
Lenin’i sorgulamalıdır.
Ama biz Troçki ve takipçilerinin köylülük konusundaki yaklaşımlarını biliyoruz. Troçki’ye göre; proletarya diktatörlüğü sosyalist önlemler almaya başladığında köylülüğün tamamıyla çatışmaya girmelidir!
Troçki, köylülükle proletarya arasında büyük çatışmalar çıkacağını ve proletarya diktatörlüğü, Avrupa
sosyalist devrimi gerçekleşmezse ayakta kalamayacağını söylüyordu! Troçki, köylülüğün (kır proletaryası
ve yoksul köylülüğün) de sosyalizm mücadelesine kazanılmasına karşı çıkıyordu. O şöyle diyordu:
“Böyle yapmakla proletarya, yalnızca, devrimci
mücadelesinin ilk aşamaları boyunca kendisini destekleyen tüm burjuva gruplarla değil, kendisiyle işbirliği yaparak iktidara geldiği köylülüğün geniş kitleleriyle de düşmanca bir çatışmaya girecekti.” (Troçki,
1905, Önsöz, Tarih Bilinci Yayınları) Troçki’ye göre
köylülük baştan sona sosyalizme karşıdır. Lenin ve
Troçki arasında nitel bir fark olduğu açıkça ortadadır. Leninizm köylülüğü tek bir bütün olarak görmez.
Köylülük içinde çıkarları birbiriyle çelişen farklı sınıf
ve katmanlar vardır. Topraksız köylüler, yoksul köylüler, orta köylüler ve zengin köylüler. Sosyalist devrim mücadelesinde, köylülüğün büyük çoğunluğunu
oluşturan topraksız ve yoksul köylülük sosyalizmden
yana kazanılmalı, orta köylülük tarafsızlaştırılmalı
ve zengin köylülüğe karşı savaşılmalıdır. Leninizmin
köylülüğe bakış açısı budur.
Şöyle devam ediyor Marksist Bakış:
“Ekim’in iki lideri bu sefer de bürokrasiye karşı
büyük bir işbirliği yapacaklardı. Lenin’in hastalığı
ve ardından ölümü bu işbirliğinin yaşama geçmesini
engelledi. Troçki, Lenin olmadan açık kavgayı başlatacak ve Bolşevizmi ve Sovyetleri savunmak için Sol
Muhalefeti örgütleyecekti.”
Troçki’nin Ekim Devrimi lideri olmadığını daha
önce yazdık. 1998’de RSDİP’in kuruluşu, şekillenişi,
yürüttüğü mücadele, geçirdiği aşamalar, parti çizgisinin oluşturulması vb bağlamında Troçki’nin rolü
nedir? Üç ay önce partiye alınan birisi nasıl oluyorda
bir anda Ekim Devriminin lideri oluveriyor? Lenin
ölmeseymiş, Troçki ile “büyük işbirliği” yapacakmış
ve bürokrasiye karşı mücadele edeceklermiş!!! Lenin
ölümü ile Troçki yalnız kalmış ve “Bolşevizmi” savunmak için harekete geçmiş!!!
Diğer tarafta ama gerçekler var. Troçki’nin en
önemli özelliklerinden biri onun ilkesiz olması, bugün söylediğinin tersini yarın aynı bağnazlıkla savunabilmesidir. 1918’den Lenin’in ölümüne kadar olan
dönemde, Troçki ile Lenin arasında görüş ayrılıkları
devam eder. Bu dönemde en önemli ayrılık noktaları
köylülere karşı tavır ve çalışma tarzı konusunda çıkar. Troçki köylük bölgelerde “derhal kollektifleştirme, her türlü özel mülkiyete derhal el koyma” ülkenin sanayini kalkındırmak için köylülerden alınacak
artık değerin artırılmasını savunuyordu. Köylülere
karşı gerekirse şiddet kullanılmalıydı. Böyle bir politika nufusunun coğunluğunu köylülerin oluşturduğu
Rusya’da, işçi sınıfını bir anda tecrit eder, devrimci
yenilgiye götürürdü. Ama Troçki “saf proleter devrimi” teorileri içinde bu objektif durumu görmüyordu.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
ti kongresinde seçilir. Kongre Merkez Komitesine, bir
dahaki kongreye kadar partiyi yönetme yetkisini verir. Parti üyeleri, parti merkez komitesinin ve yönetici
organların çalışmalarını ve çizgisini onaylamıyorsa,
kongrede, parti yönetici organlarının değiştirilmesi
mücadelesini verir. En yüksek organ parti iradesini
temsil eden Parti Kongresidir. Parti içi demokrasi gereği kongrenin çoğunluğu parti yönetici organlarını
seçer. Parti azınlığı çoğunluğun seçimine saygı duymalı ve kabul etmelidir. Azınlık partiye kendi görüşünü zorla dayatamaz. Parti içi demokrasi azınlığın
çoğunluğa uymasını ifade eder.
Stalin parti içi demokrasi hakkında şöyle diyor:
“İşçi sınıfının aktivitesinin yükseltilmesinden bahsettim, işçi sınıfının milyonluk kitlelerinin iktisadımızı inşa eserine, sanayimizi inşa eserine çekilmesi
gerektiğinden söz ettim. Ancak işçi sınıfının aktivitesinin yükseltilmesi ciddi ve büyük bir görevdir. İşçi
sınıfının aktivitesini yükseltebilmek için, her şeyden
önce, Partinin kendisi aktifleştirilmelidir. Bizzat
Parti, sağlam ve kararlı biçimde Parti-içi demokrasi
yolunu izlemeli, örgütlerimiz, Partimizin kaderini biçimlendiren Parti üyelerinin geniş kitlelerini inşa sorunlarımızın tartışılmasına çekmelidir. Bu olmadan
işçi sınıfının aktifleştirilmesinden hiç söz edilemez.”
(Stalin, Eserler, Cilt 8 Sf. 128, İnter Yayınları)
Parti içi demokrasinin anlamı budur. Troçki ve
takipçilerinin parti içi demokrasiden anladıkları,
Leninist parti teorisini inkar eden, parti içinde fraksiyonların ve grupların varlığını öngören, partiyi hiziplerin ‘at koşturduğu’ bir tartışma kulübüne çeviren
burjuva demokrasi anlayışıdır. Troçki, şöyle diyordu:
“Parti yaşamında gerçek bir özgürlük, tartışma
özgürlüğü, parti çizgisini kolektif biçiminde ve de
gruplar aracılığıyla oluşturma özgürlüğü olmaksızın,
bu partiler asla belirleyici bir devrimci güç haline gelemeyeceklerdir.” (Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü
Enternasyonal, Sf. 137)
Parti içerisinde Troçki’nin tartışma özgürlüğünü
temel alması doğrudur. Partinin aldığı her karar üzerine, pratik eylemi zedelemediği sürece son noktaya
kadar tartışılmalıdır. Ancak bu tartışma özgürlüğü
nasıl olacaktır? Troçki tartışma özgürlüğü sloganını
çarpıtıyor ve onu hizipler özgürlüğü sloganına dönüştürüyor.Troçki’nin bundan çıkardığı sonuç; tartışma
özgürlüğü grup ve hizip özgürlüğüdür! Parti yalnızca
bir tartışma ve düşünce kulübü değildir. Parti aldığı
kararları yaşama geçiren bir sınıf örgütüdür. Karar
alınmadan önce parti içinde sonuna kadar tartışılır,
✒
1924’te parti köylülük bölgelerde özel mülkiyete izin
veren yeni ekonomik politika programını (NEP) kabul edince, parti yöneticilerini “ihanetle” suçlayacak
kadar ileri gidiyordu. Troçki’nin bu dönem içinde
geliştirdiği çalışma tarzı ise, her şeyi kararnamelerle
çözmeye çalışan bürokratik bir çalışma tarzıydı. Lenin bu konuda Troçki için “O kendini beğenmiştir.
Kararnamelerle yönetmeye ise de meraklıdır” der.
Temel niteliklerinden biri bürokrat çalışma tarzı olan
Troçki’nin ilerki dönemde, SBKP yöneticilerini “bürokratizmden” ötürü suçlaması ilginçtir.
Şimdi Troçki’nin “Sol Muhalefet”i nasıl örgütlediğine bakalım. Troçki Lenin’in hastalanması ve ölümüyle birlikte Bolşevik partiye karşı açıktan ve hizipçi savaşımına hız verdi. Lenin’in ölümünden hemen
önce yapılan (16-18 Ocak 1924) 13. Parti Konferansında Troçkist muhalefet kendini açıkça ortaya koyuyordu. Zor dönemlerde Troçki ya partiyi terkediyor
veya karşı cepheden partiye saldırması ile biliniyordu. 1923 Sonbaharında Almanya ve Bulgaristan’daki
devrim yenilgiye uğramış ve ülke içinde ekonomik
sıkıntılar yaşanıyordu. Lenin, hasta yatağında yatıyordu. Tam da bu dönemde Troçki, Bolşevik Partiye karşı saldırıya geçti. Troçki, parti içindeki tüm
anti-Leninist unsurları etrafında topladı ve muhalif
bir platform ortaya çıkarttı. Platforma 46 Muhalifin
Açıklaması adı verildi. Açıklamalarında, ciddi bir iktisadi kriz doğacağı ve Sovyet iktidarının yıkılacağı
kehanetinde bulundular. Muhalefet, bu durumdan
çıkış yolu olarak parti içinde hiziplere ve gruplaşmalara özgürlük talep ediyordu.
46’lar Platformunun hemen ardından, Troçki’nin,
Parti kadrolarına yazdığı bir mektup devreye sokuldu. Bu mektupda Troçki daha önce bilinen eski Menşevik görüşlerini tekrarlıyordu. Bu iki belge Troçkistler tarafından Parti üyelerinin tartışmasına sunuldu.
Troçkistler açıkca partiye meydan okuyor ve parti
içinde genel bir tartışma açılmasını istiyorlardı. Parti
bu isteği kabul etti ve parti içinde genel bir tartışma
açıldı. Bu genel tarışma sonrasında Troçkistler parti
içinde ağır yenilgi aldılar. Sadece üniversite ve devlet
dairelerindeki hücrelerin küçük bir kısmı, Troçkistler
lehinde oy kullandı. Ocak 1924’te XII. Parti Konferansı toplanır. Konferans, Troçkist muhalefeti mahkum eder. Konferansın aldığı kararlar, daha sonra
XIII. Parti Kongresi ve Komintern V. Kongresi tarafından da onaylanır.
Şimdi biraz geriye dönelim. SBKP(B)’de, parti merkez komitesi başta olmak üzere yönetici organlar par-
63
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
64
görüşler çatışır, pozisyonlar netleşir. Geniş tartışma
ertesinde Parti Kongresi bu tartışmalar ışığında karar alır. Ancak demokrasi gereği azınlık çoğunluğun
aldığa karara uymak zorundadır. Karar alındıktan
sonra partinin tümü, kararı yanlış bulan azınlıkda,
kararın hayata geçirilmesi için üzerlerine düşen görevleri yapmak zorundadır. Parti içi demokrasinin ve
parti üyeliğinin temel kıstası budur.
Lenin’in ölümü Troçki ile yapacağı ittifakı engellemiş! İddia bu idi. Şimdi birde Lenin’in ne dediğine
bakalım. Lenin, 1921’de partinin X. Kongresine parti
içi gruplarla ilgili karar taslağı yazar. Bu taslak kongrede kabul edilir ve karara bağlanır. Bu kararın 6.
maddesi şöyledir:
“Bu yüzden Parti, şu ya da bu platformda oluşturulmuş olan (örneğin “işçi muhalefeti”, “Demokratik merkeziyetçilik” grupları vs. gibi) istisnasız tüm
grupların feshedilmiş olduğunu açıklar ya da derhal
feshedilmesini emreder. Bu Kongre kararının yerine
getirilmemesi, Parti’den kesin ve derhal ihracı gerektirir.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt 9, Sf. 160, İnter Yayınları)
Görüldüğü gibi Lenin, parti içindeki gruplar hakkında söylediği ve Parti Kongresinde onaylanan karar budur. Lenin’in önerdiği ve X. Parti Kongresinin
aldığı karardan Troçki’ memnun değildir. Parti içinde grupların ve hiziplerin olmaması, partinin irade
ve eylem birliğine sahip olması Troçki’yi rahatsız ediyordu. Troçki bu rahatsızlığından dolayı parti içinde
gruplara özgürlük istiyordu. Yani partinin platformunun dışında başka platforma sahip, kendi yönetimi ve
ilkeleri olan gruplar partinin içerisinde varolacak!
Parti bir irade ve eylem birliği değil, gruplar toplamı
veya hizipler karmaşası olacak! Troçki’nin parti içi
demokrasiden anladığı, partinin tasfiye edilmesi anlamına gelen, onu bir hizipler toplamına indirgeyen
demokrasi budur. Troçki’nin savunduğu parti modeli, parti içinde hizipler ve gruplar olacak, bu hizip ve
gruplar, parti kararlarına karşı kendi platformları ile
ortaya çıkacak, partinin irade ve eylem birliğinin ortadan kaldırıldığı bir parti modelidir. Lenin, parti içi
gruplardan bahsederken şöyle söyler:
“Parti içinde ve tüm Sovyet çalışmalarında sıkı
bir disiplin sağlamak ve her türlü fraksiyonculuğun
bertaraf edilmesinde en büyük birliği sağlamak için
Kongre MK’yı, disiplin ihlali veya fraksiyonculuğun
yeniden canlandırılması ya da ona gözyumulması
hallerinde, Partiden ihraca varana dek tüm Parti cezası önlemlerini, MK üyelerine karşı ise adaylık ko-
numuna indirme ve en uç önlem olarak hatta Partiden ihraç cezasını uygulamakla yetkili kılar.” (Lenin,
Seçme Eserler, Cilt 9, Sf. 160, İnter Yayınları)
Lenin’in görüşleri kısaca böyle. Lenin ile Troçki
arasında Parti meselesinde de nitel bir farkın olduğu açıkca ortada. X. Parti Kongresinin aldığı karar
var. Bu karara rağmen, Troçki 46’lar platformunu
açıklıyor, partiye karşı cepheden saldırıya geçiyor ve
partinin genel bir tartışma açmasını istiyor. X. Parti
Kongresinin kararına göre Troçki’nin derhal partiden atılması gerekiyor. Fakat Troçkistlerimizin çokça
eleştirdiği Stalin, X. Parti Kongresi kararına rağmen
Troçki’yi partiden atmıyor ve genel tartışma önerisini
kabul ediyor.
Troçkistlerin iddia ettiklerinin tersine Stalin önderliğindeki Merkez Komitesi, Troçki ve muhalefet
üzerinde amansız bir baskı uygulamadı. Muhalefetle
her tartışmayı, parti birliğini güçlendirme çalışmasına dönüştürdü. Çünkü Merkez Komitesi muhalefetin gittiği hizipçi yoldan döneceğini, partinin ve
proletaryanın çıkarlarını savunacağını düşünüyordu.
XIII. Parti Kongresi ertesinde Leningrad’lı bir grup
Troçki’yi partiden ihraç etme başvurusunda bulundu. Leningrad il komitesi Troçki’yi partiden ihraç
eden bir kararı kabul etti. Merkez Komitesi çoğunluğu bu kararla hem fikir değildi. Leningrad il komitesi, yürütülen mücadeleden sonra ikna edildi. Bir süre
sonra Leningrad’lılar bu defa Kamanev ile birlikte
Troçki’nin Politbüro’dan derhal ihracını istedi. Ancak Stalin ve MK çoğunluğu Kamanev ve Zinovyev
ile aynı görüşte değildi ve Troçki’nin ihracı engellendi. Troçki’nin atılmasını, bir yıl sonra Troçki’nin yanında saf tutan Kamanev ve Zinovyev istiyordu ama
Stalin engelliyordu. Ne ilginç değil mi?
İşte Troçki’nin Lenin’in hastalığı esnasında başladığı, Marksist Bakış’ın “Bolşevizmi ve Sovyetleri savunmak için Sol Muhalefeti örgütle”diği tarihi gerçek böyleydi. Uzun uzun anlatmamızın nedeni de,
gerçekleri çarpıtan ve Troçki’den başka kitap okumayan Troçkistlerin gerçek yüzünü birkez daha ortaya
koymak içindir.
Marksist Bakış’ın savunduğu diğer Troçkist argümanlar üzerinde burada durmayı gerekli görmüyoruz. Çünkü Troçkizm üzerine yazdığımız yazılarda
bunlara zaten değindik. Aynı şeyleri yeniden tekrarlamanın gerekli olmadığını düşünüyoruz.
(bkz http://www.bolsevik.org/1278.htm)
(Devam edecek) ✓
leri bölmek ve sınıf çıkarları temelinde örgütlenmesine engel olabilmek için işçileri ulusal ve kültürel
farklılıklarından dolayı bölmek, egemenler için güçlü
bir fırsat zemini oluşturmaktadır. Egemenlerin bu
siyasetlerini boşa çıkarabilmenin tek yolu, işçi sınıfı
içinde her türden milliyetçiliğe ve ayrılıkçılığa geçit
vermemek ve hayır demekle mümkündür.
Bütün ülkelerin bütün işçileri, dünyanın bütün işçi
ve emekçileri, hangi ulus, soy, topluluğundan olurlarsa olsunlar, sömürücü sınıflarının bütün baskıcı, gerici ve milliyetçi politikalarına karşı tek başına sınıf
kardeşliği bilinciyle hareket etmek zorunluluğunu
kendini gerekli kılar. Bu işçi sınıfının enternasyonallik ilkesinin temelini oluşturur.
Bu temelde yürütülen çoğu siyasi oluşumların siyaset yapmak adına içine düştükleri hataların da ortaya çıktığı günümüz emek hareketlerinin de zaafları
görülmektedir. Demokratik Kürt hareketi karşısında hayırhah ve şovenist bir tutum sergileyen TKP
(Türkiye Komünist Partisi) ve ya da her durumda
Yurtsever Kürt hareketinin peşinden kopmayanların
(son olarak kongre hareketi içinde sol ve “sosyalist”
kesimlerinde eleştirisiz yer alma çabaları) bütün hatalara rağmen ilkesiz davranmaları özünde milliyetçiliğinde yedeğine düşüldüğünü göstermektedir. En
iyi halde dahi sahiplenilen yurtseverlik bilinci işçi sınıfının kendi öz sorununun üzerini örtmekte ve sınıf
temelli örgütlenmesine engel olmaktadır.
Bütün bu bilgiler göz önüne alındığında, işçi ve
emekçilerin her türden milliyetçiliği, ayrılıkçılığı ve
farklılıkları sınıfa yönelik çalışmalarında araç olarak
kullanmaması gerektiği anlaşılmalıdır. Başta sosyalistler olmak üzere bütün işçi ve emekçiler kapitalizm
koşullarında ortaya çıkan ulusal farklılıkların bilincinde olarak, bu en hassas meselelerde dahi bütün işçi
ve emekçilere tek bir sınıfın, işçilerin, emekçilerin
üyesi olduğu vurgusunu yinelemelidir. Bunun dışında hiçbir farklılık kabul edilemez. Bizler ulusların ve
azınlıkların sorunlarının ne kadar can alıcı ve acil
sorunlar olduğunu bilerek, her türlü milli ve şovenist
yaklaşımlardan uzak durarak, ulusların ve azınlıkların tam hak ve eşitliğinden yana, ezilen ulusların öz-
serbest kürsü
İ
şçiler arasındaki bölünmelerin başlıca etkenlerden
biri de milliyetçilik düşüncesidir. İşçi ve emekçilerin ulusal özellikleri sebebiyle sürekli bir ayrışmaya
tabi tutulmaları düzen sahiplerinin bilinçli ve sistemli uyguladıkları politikaların başında gelmektedir.
Bu politikaların amacı işçilerin bir sınıf, ortak yaşam
koşullarına mahkum edilmiş, diğer bütün sosyal ve
ekonomik yaşam biçimlerinden ayrı bir topluluk olarak bilinmesini istememelerinde yatmaktadır. Nedeni ise bir sınıf olarak ayırt edilmenin kendi içinde
örgütlenmeyi de gerektirdiği bilinciyle yüzleşmesidir.
Bu sebeple sıklıkla dile getirilen söylemler arasında
din kardeşliği, aynı geminin yolcuları gibi safsatalar
özellikle işçiler ve ezilen yoksullar arasında çokça
yaygınlaştırılmıştır. Oysaki gerçek bu bilinçli yaygınlaştırılan safsatalardan çok farklıdır. Zengin bir
Müslüman ile fakir bir işçinin aynı dine, ulusa mensup olması her ikisinin de aynı kaderi paylaştığı, kardeş olması anlamına gelmez, gelemez. Burada ayırt
edilmesi gerekilen nokta ekonomik koşullar, yaşam
biçimleri ve üretim araçları üzerinde ki mülkiyet
ilişkisinin biçimleridir ve buda sınıfsal bir ayrımla
mümkündür. İşçilerin bu doğal örgütlenme dürtüsünü engelleyebilmek için yaygınlaştırılan milliyetçi,
yurtsever, hemşerici vb. düşüncelerin işçi sınıfı içinde
ki örgütlülüğü de parçalamanın bir aracı olarak kullanılmaktadır.
Kürt sorunu temelinde gelişen Kürt ulusal hareketinin boyutlarını incelediğimizde, diğer ulus ve
azınlıkların büyük bir çoğunluğunun bu hareketin
kendisini düşman olarak yargılaması egemen olan
milliyetçi düşüncelerin ürünüdür. Bunun sonuçları içinde ise Kürt ulusuna mensup bütün bireylerin
halklar arasında potansiyel teröristler gibi ön yargıların oluşması ve böylelikle Kürt ulusundan olanların
işçi, emekçi çevreleri arasında da ayrılıkçılığa maruz kalması günümüzde karşılaştığımız bir örnektir.
Bu durum Ermeni, Rum, Yahudi kabaca söyleyecek
olursak “Türkiye’de” yaşayıp ta Türk olmayan bütün
milliyetler ve azınlıklar için de geçerli bir durumdur.
Bütün bu gerçekler bir tek açıklamayla özetlenebilir.
Egemen olan siyasetlerin ve sermaye çevrelerin işçi-
✒
İşçi sınıfı içindeki milliyetçi
yaklaşımlar ve enternasyonallik ilkesi
65
✒
serbest kürsü
66
gürce ayrılma hakkını sonuna kadar gözeterek, azınlıkların özgürce gelişimini güvence altına alınarak
savunulabileceğini bilmeliyiz.
Buradan yola çıkarak 8 Ekim 2011’de Ankara’da
sendikaların gerçekleştirdiği “Demokratik Bir Türkiye” mitinginde ve daha önce bir bölgede yapılan
“1 Mayıs 2011” mitinginde oluşturulan kortejler ve
yürüyüşler boyunca YDİ Çağrı Çalışanlarının ve
okurlarının atıkları sloganlardan birisi olan “Arabız, isyancıyız, kavgada ısrarlıyız.” sloganının Çağrı
düşüncesine aykırı olduğunu görmek gerekir. Kısa
bir tartışmanın ardından sloganın atılmasında bir
sakınca olmadığı kararı alınarak slogan miting boyunca birçok kez söylenmiştir. Burada yapılması gerekilen alınan karar doğrultusunda eylem birliğini
bozmamak için bu slogana bütün Çağrı okurlarının
katılması olmalıdır ve öylede yapılmıştır. Fakat bu
tartışmayı genişletmekte ve bizi geliştirmesine hizmet etmesi için tartışmayı buraya taşımak gerektiğini
düşündüm.
Atılan bu sloganın genel olarak içeriği, bir dizi
Arap ülkelerindeki yaşanılan halk hareketlerine empati duyulmasından kaynaklı Arap ulusuna mensup
Çağrı okurlarının bölgelerimizdeki Arapları da etkilemesi düşüncesinden yola çıkıldığı anlaşılmaktadır. Bu genel niteliğinin dışında bir başka sakıncalı
biçimi ise okurların istem dışı Arap milliyetçiliğini
de yapmış olduklarıdır. Kuşkusuz buradaki niyet iyi
bir niyetten ibaret olarak devletin Araplar üzerindeki bir takım olumsuz yaptırımları karşısında bir isyan niteliği taşımaktadır. Fakat sorunda burada baş
gösteriyor. İşçilerin mücadeleleri ve örgütlenmeleri
içinde bu milli karakterlerinden dolayı kolayca kendi
milli kabuklarına çekildikleri yadsınamaz ve bunun
sonucunda şiddetli milli yaklaşımlarında gelişmesine
yol açabilir. Bu gelişebilecek bir olgu olmakla birlikte
yaratılan milli karakterli atmosfer miting ve yürüyüşlerin heyecanıyla kendini daha da çarpıcı göstermektedir. Bu tür yaklaşımların yukarıda açıklamaya
çalıştığım işçi sınıfının enternasyonallik ilkesiyle de
uyuşmadığını söylemekte fayda var. Niyet her ne kadar iyi olursa olsun Lenin’in de dediği gibi “cehenneme giden yolda iyi niyetli taşlarla döşenmiştir” sözünü hatırlatır bizlere.
Bu eleştirinin Çağrı okurları tarafından da dikkate
alınarak, sonraki eylem ve etkinliklerinde bu türden
milli karakterli yaklaşımlardan kendilerini sakınmaları gerektiği bilincinde olmak ve bu sloganın hatalarını gözden geçirerek, işçi sınıfı içindeki çalışmaları-
mızda bizi ilerleteceğini düşünmeliyiz.
Milliyetçilik ve şovenizmin kışkırtıldığı günümüzde Maksim Gorki’nin “ANA” adlı romanın da ki şu
paragrafın işçi ve emekçiler için büyük bir önem taşıdığını yinelemekte de fayda var;
“ –Haklısın anacığım! Dedi Andre. Hepimizin
ortak malı. Bizim için ırk, ulus diye bir şey yoktur,
yoldaş ve düşman vardır. Tüm dünyanın tüm işçileri
bizim yoldaşımız, dünyadaki bütün zenginler ve hükümetler ise bizim düşmanımızdır. Tüm dünyada biz
işçilerin ne çok ve ne büyük bir güç olduğunu görmek,
bizleri nasıl mutlu ediyor, bilsen! Dünyadaki bütün
insanlar, Alman’da Fransız’da İtalyan’da aynı şekilde
seviniyor, aynı şekilde üzülüyor. Biz hepimiz bir ananın; tüm işçilerin kardeşliği düşüncesinin çocuklarıyız. Bu düşünce adalet göklerinin bizleri aydınlatan
güneşidir. Adalet gökleri ise işçilerin gönlündedir.
Bir işçi dünyanın neresinde olursa olsun bunun adına
ne derse desin, sosyalist düşünce açısından daima bizim kardeşimizdir.”
Yaşasın işçi sınıfı enternasyonalizmi
Dünyanın bütün işçileri birleşin!
YDİ Çağrı Okuru
Ekim 2011 ✓
Eleştiri üzerine…
Ö
ncelikle bazı olguları vurgulamak gerektiğini
düşünüyoruz. Eleştirilen slogan “Arabız isyancıyız, kavgada kararlıyız” sloganıdır. Bu slogan 1 Mayıs 2011’de Adana’da düzenlenen 1 Mayıs mitingine
katılan Yeni Dünya İçin Çağrı kortejinde atılmıştır.
Bu slogan ve kortejimizde atılan daha birçok slogan
güncel gelişmeleri kapsayan yeni sloganlar üretilmesi çabasının bir ürünüdür. Devrimci hareket sloganı
ilk defa duymuştur. Bu slogan bölgedeki Çağrı okurlarının ortaklaşa ürettikleri ve kararlaştırdıkları bir
slogandır. Ne bu slogan üretildiğinde, ne de 1 Mayıs ertesinde bu slogan ile ilgili herhangi bir eleştiri
getirilmemiştir. Böyle olduğundan 8 Ekim 2011’de
Ankara’da düzenlenen “Demokratik Bir Türkiye”
mitinginde de bu slogan sık sık atılmıştır. Bu miting
sırasında yoldaşımız sloganı milliyetçi bulduğunu
söylemiş ve eleştirmiştir. Yoldaşımızın eleştirisini
yazıya dökmesinin konuyu tartışmak açısında önemli olduğunu düşünüyor ve okurumuza teşekkür ediyoruz. Ancak getirdiği eleştiri konusunda aynı fikirde değiliz.
serbest kürsü
Arapları bir ulus olarak kabul etmemiz bağlamında ayrılmaktayız. Bugün TC’de yaşayan Araplar bir
ulus oluşturmaktadırlar. Elbette bu konuda Arap ulusunun anda bir direnişi, bir talebi yoktur, ancak bu
onları bir ulus olarak kabul edip etmememizde bir
kıstas değildir. Bir ulusu ulus yapan temel özellikler
Stalin tarafından ortaya konulmuştur.
Arapları bir ulus olarak kabul ettiğimize göre Arap
ulusundan işçi ve emekçileri örgütlemek ve bu ulusal sorunun çözümü bağlamında da onları komünizme kazanmak YDİ Çağrı’nın görevidir. Bu görevde
önemli bir pay doğal olarak Arap ulusundan gelen
komünistlere de düşmektedir. Esas olarak bölgede
bulunan Çağrı okurlarının bu konuda çok daha fazla
katkıda bulunmalarıdır bir zorunluluktur. Bu temelde de atılan slogan YDİ Çağrı’nın bu farklılığına ve
görevine uygun düşmektedir.
Bizler nasıl ki Hrant Dink’in katledilmesinden sonra “Hepimiz Ermeniyiz” sloganını attıysak, “Arabız
isyancıyız, kavgada kararlıyız” sloganı da aynı temel
düşüncededir. Hepimiz Ermeni değiliz, ama hepimiz
Hrant Dink şahsında Ermenilere yönelen bu saldırının karşısında Ermenilerin yanındayız. “Arabız
isyancıyız, kavgada kararlıyız” sloganı ile de sadece
TC’de değil, tüm dünyada aşağı görülen, miskin, sessiz, tevekkül içerisinde her şeye boyun eğen halklar
olarak görülen Arap ulusuna aynı mesaj gönderilmektedir.
Tüm bunların yanında sloganların temel görevi
kitlelere bir konu hakkında çarpıcı bir mesaj vermek,
ajite etmektir. Sloganlar bir görüşün manifestosu değildir. Bu nedenle tek başına bir slogandan tüm bir
içerik açıklaması beklenemeyeceği gibi “milliyetçi
yaklaşım” eleştiride çıkarılamaz. Örneğin bu sloganın atıldığı yerde atılan diğer sloganlar da bir görüş
oluşturmak açısından önemlidir. Sadece bir ulusa
vurgu yapan sloganlar atılıyorsa buradan bir fikir
edinebiliriz. Ama bu sloganın yanında halkların kardeşliğine, işçi ve emekçilere, devrime ve sosyalizme
vurgu yapılıyorsa buradan başka sonuçlar çıkarabiliriz. Biz bunların birbirinden farklı olduğunu düşünüyor ve bizim kortejlerimizde sadece bir ulusa
vurgu yapılmadığını, halkların kardeşliğinin savunulduğunu biliyoruz.
Bu açıklamalarımız doğrultusunda bundan sonraki eylemlerde de bu sloganın atılmasında bir sakınca
görmüyoruz.
20.02.2012 /
YDİ Çağrı ✓
✒
“Arabız isyancıyız, kavgada kararlıyız!” sloganı
Mısır’da, Tunus’ta ve daha birçok Arap ülkesinde
yaşanan isyanlara gönderme yapan bir slogandır. Bu
slogan ile bu ülkelerdeki Arap halklarının kendi burjuva diktatörlüklerine başkaldırmış olmaları selamlanmaktadır. İsyan edenlerin Arap halkları olduğu
bilindiğinden, sloganın içeriğinde “Arabız” sözünün
geçiyor olmasını bir sorun olarak görmüyoruz. Bunun yanında slogan Arap halklarının isyanının selamını Çukurova bölgesinde yaşayan Arap ulusuna
da taşımaktadır. Yaşanan isyanlar örnek gösterilerek
TC’deki Arap ulusuna da bir mesaj gönderilmektedir.
Çağrı kortejinde yer alanların önemli bir bölümünü
Arap ulusundan gelen komünistler oluşturmaktadır.
1 Mayıs mitingine katılanların azımsanmayacak bir
bölümünü de yine Arap ulusundan işçi ve emekçiler
oluşturmaktadır. Bu nedenle sloganın bulunduğu
bölge itibariyle de “Arabız” sözünü içeriyor olması
anlaşılır bir durumdur.
Ancak bunlara rağmen okurumuz işçi sınıfı içerisindeki milliyetçi yaklaşımlar ile bu sloganı yanlış
bir şekilde karşılaştırmaktadır. Çünkü ezen ulusların milliyetçiliği ile bu uluslara başkaldıran ulusların milliyetçiliği, yani ezilen ulusların milliyetçiliği
arasında fark vardır. Biri iktidar olması dolayısıyla
kendinden olmayan diğer ulusları ezmek için çaba
göstermekte ve gerici bir pozisyonda durmaktadır.
Ancak diğeri kendisine yönelen baskılara karşı bir
ulus olarak direnmekte ve bu yanıyla demokratik bir
içeriğe bürünmektedir. Bugün Kürt ulusunun özgürlük mücadelesi de böyledir.
Öte yandan ulusal sorun çözümü için ezilen ulusların sadece işçi ve emekçileri değil, burjuvaları da söz
sahibidir. Örneğin Sovyetler Birliği’nde ayrılıp ayrı
devlet kurma veya Sovyetler Birliği içerişinde birleşme yönünde yapılan referandumlara sadece o ulusların işçi ve emekçileri değil, tamamı katılmıştır ve bu
doğrudur. Eğer ortada ulusal bir sorun varsa bu sorun o ulusa mensup olan herkesin sorunudur. Çünkü
ezen ulusun baskısı sadece (onlara bir kat fazla olarak
ta olsa) işçi ve emekçilere değil, o ulusun küçük-burjuvazisine, burjuvazisine de yönelmektedir.
Bugün ulusal sorunun gerçek çözümünün demokratik halk devriminde çözüleceğini savunmaktayız.
Bu sorunu tüm uluslardan işçi ve emekçilerin mücadelesi çözecektir. Ulusal sorunun çözümü ulusal hareketlerden beklenemez. Ancak gerçekten komünist
olan hareketler bu sorunu nihai anlamda çözebilirler.
Biz ülkelerimizdeki devrimci hareketlerden TC’deki
67
8 Mart 2012:
Kadın katliamlarına,
tacize, tecavüze ve
örgütsüzlüğe karşı
Mücadele bayrağını
daha da yükseltmeye!

Benzer belgeler

2011`e damgayı kitlelerin protestoları vurdu!

2011`e damgayı kitlelerin protestoları vurdu! İşçi sınıfı içindeki milliyetçi yaklaşımlar ve enternasyonallik ilkesi. .

Detaylı