İndir
Transkript
İndir
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı ULUSLARARASI HUKUKA ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMLARI Göksu Uğurlu Yüksek Lisans Tezi Ankara, 2012 ULUSLARARASI HUKUKA ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMLARI Göksu Uğurlu Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi Ankara, 2012 1 ÖZET UĞURLU, Göksu. Uluslararası Hukuka Üçüncü Dünya Yaklaşımları, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2012. Tezin konusu Uluslararası Hukuka Üçüncü Dünya Yaklaşımları’dır (Third World Approaches to International Law-TWAIL). 1990’ların ortalarında, anaakım uluslararası hukuk yaklaşımlarını ve uluslararası hukukun kendisini eleştiren yeniakım uluslararası hukuk yaklaşımları arasında yer almaya başlamıştır. Bu eleştiri, post-kolonyalizmin – Avrupamerkezcilik karşıtlığı gibi- temel argümanlarını yansıtmakta ve bunları uluslararası hukuk alanına uygulamaktadır. TWAIL düşünürlerinin temel varsayımları, İkinci Dünya’nın yokluğu durumunda dahi Üçüncü Dünya’nın bir mevcudiyeti olduğudur. Bu bakımdan, TWAIL düşünürleri, uluslararası hukukta Batı ile “geride kalanlar”ın arasındaki eşitsizlikleri göstermek ve uluslararası hukuk normlarını Üçüncü Dünya halkları yararına dönüştürmek ve yorumlamak yoluyla bu eşitsizliği çözmek için önerilerde bulunmak amacını taşımaktadırlar. Bu tez, Uluslararası Hukuka Üçüncü Dünya Yaklaşımları’nı değerlendirmeyi ve bu süreçte Üçüncü Dünyacılık’ın dönüşümüne yol açan tarihsel koşulları ve mevcut küresel ekonomi politiği incelemeyi hedeflemektedir. Anahtar Sözcükler Üçüncü Dünya, Uluslararası Hukuk, Ekonomi Politik, Post-Kolonyalizm, TWAIL. 2 ABSTRACT UĞURLU, Göksu. Third World Approaches to International Law, Master Thesis, Ankara, 2012. The subject of this thesis is Third World Approaches to International Law (TWAIL). In the mid 1990s, TWAIL was inaugurated as one of the new stream approaches to international law which aims to criticize the mainstream international law approaches and international law itself. By this criticism, it reflects the main arguments of post- colonialism such as opposing Eurocentrism and applies them to the international law area. The basic assumption of TWAILian scholars is the existence of the Third World as an entity, even after the non-existence of the Second World. In that sense, TWAILian scholars try to show the unequal aspects between the West and “the rest” in international law and suggest certain practices to solve this inequality by transforming and interpreting the norms of international law in favor of Third World peoples. This thesis intends to evaluate Third World Approaches to International Law, including the historical circumstances and contemporary global political economy that caused the transformation of Third Worldism. Key Words Third World, International Law, Political Economy, Post-Colonialism, TWAIL. 3 İçindekiler ÖZET ............................................................................................................................................... 1 ABSTRACT....................................................................................................................................... 2 GİRİŞ ............................................................................................................................................... 4 1. BÖLÜM: ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMININ BELİRLEYENLERİ....................................................... 8 1.1. ULUSLARARASI HUKUKUN DÖNEMSELLEŞTİRİLMESİ.......................................................... 9 1.2.YENİ AZGELİŞMİŞLİK DURUMUNU BELİRLEYEN UNSURLAR ..............................................18 1.3. DEĞİŞEN KOŞULLAR İÇERİSİNDE “ÜÇÜNCÜ DÜNYA” KAVRAMI........................................34 1.4. EKONOMİ POLİTİK YERİNE KÜLTÜRELCİLİĞİN ÖNE ÇIKMASI ............................................47 1.5. SONUÇ ...............................................................................................................................60 2. BÖLÜM: ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMININ KURAMSAL ÇERÇEVESİ ..........................................62 2.1. KURAMIN ANAHATLARI ....................................................................................................62 2.2. ÜÇÜNCÜ DÜNYA BAĞLAMINDA ULUSLARARASI HUKUKUN SORUNLARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ ................................................................................................................................79 2.3. SONUÇ ...............................................................................................................................95 3. BÖLÜM: ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMININ ELEŞTİRİLERİ ..........................................................96 3.1. META-BİÇİM KURAMI ÜZERİNDEN ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMININ ELEŞTİRİSİ..............97 3.2. EKONOMİ POLİTİK PERSPEKTİFİ VE DEVLET TEORİSİ EKSENİNDE ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMI ELEŞTİRİSİ.............................................................................................................105 3.3. SONUÇ .............................................................................................................................121 SONUÇ ........................................................................................................................................123 KAYNAKÇA ..................................................................................................................................131 4 GİRİŞ 1950’lerin ve 1960’ların Üçüncü Dünyacılığı küresel alanda önemli değişikliklere yol açmıştır. Ortaya çıktığı dönemden itibaren Üçüncü Dünya ülkeleri/az gelişmiş ülkeler olarak birçok kazanım elde etmişlerdir. Ancak elde edilen kazanımların da kaybedilmesine koşut olarak, son onyıllarda dünyanın azgelişmiş kesimi sosyal bilimler alanının anaakım yaklaşımlarının öne sürdüklerinin aksine iyiye değil kötüye giden koşullara sahiptir. Bir dönemin Üçüncü Dünyası'nın oluşturduğu coğrafyada yerleşik toplumlar neo-liberal küreselleşme karşısında bir önceki döneme göre daha yoğun baskılara maruz kalmış, daha derin mahrumiyet yaşamaya başlamışlardır. Birçok ülkenin bulunduğu “az gelişmiş” konum ve bununla bağlantılı olarak bu ülke halklarının karşı karşıya kaldıkları kötü hayat şartları düşünüldüğünde, dünya üzerinde -özellikle de anılan ülkelerde yaşamakta olan- birçok akademisyen/düşünür bu duruma -çoğu kez anaakım yaklaşımların önerileri içerisinden- çare aramaktadır. Uluslararası Hukuka Üçüncü Dünya Yaklaşımları (TWAIL1: Third World Approaches to International Law) genel olarak 2000’lerin başında ortaya çıkan, özelde 2008 yılında açık emarelerini ortaya koyan küresel krizle birlikte yoğunlaşan Üçüncü Dünya taleplerinin anlaşılması sürecinde önemli veriler sağlayan yeni bir yaklaşımlar dizisidir. Üçüncü Dünya halklarının günden güne fakirleştiği, küresel çapta birçok insanın piyasa ilişkilerine dahi giremeyecek şekilde toplumsal ilişkiler alanının en ücra noktalarına itildiği ve Batılı güçlerin dünyanın dört bir yanına- 1945-1990 arasında geliştiği haliyle- uluslararası hukuka aykırı müdahaleler yaptığı bir Tezin bundan sonraki kısmında yaklaşım kısaca “TWAIL” olarak anılacaktır. Yaklaşımın İngilizce olan isminin baş harflerinden oluşan kısaltmanın kullanılmasının nedeni, ulusal ve uluslararası literatürde yaklaşımın TWAIL kısaltması ile anılıyor oluşudur. 1 5 dönemde, uluslararası hukuk yoluyla dünyanın içinde bulunduğu bu duruma çareler arayan ve eleştirel bir duruş sergileme iddiasında olan akademisyen/düşünürlerden oluşan böyle bir yaklaşımı incelemek önem kazanmaktadır. Tezin çalışma nesnesi uluslararası hukuk ekseninde Üçüncü Dünya taleplerini özgün bir biçimde ifade eden “Uluslararası Hukuka Üçüncü Dünya Yaklaşımları”dır. Bu bağlamda tez, söz konusu yaklaşımın uluslararası hukuk alanında geliştirdiği ve iyileştirici (progressive) etkiler beklediği önerilerin tarihsel bağlamını, toplumsal etkilerini ve bu öneri setine yönelik eleştirileri ele alacaktır. Bu bağlamda, tezin amacının TWAIL’in incelenmesi ve genel hatlarının ortaya konulması olduğu belirtilebilir. Genel hatlarının ortaya konulması sürecinde eleştirel tanımlama yöntemi tercih edilecek; bir başka deyişle ilgili yaklaşımın önce betimleyici olarak ele alınan unsurları sonradan yaklaşımı oluşturan temel argümanlar esasında eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutulacaklardır. Giriş kısmını takip eden bölümde (birinci bölümde) yukarıda belirtilen amaçla uyumlu olarak, Uluslararası Hukuka Üçüncü Dünya Yaklaşımları kapsamında üretilen tez ve pratiklerin belirleyenleri incelenecektir. Bu bölümün ilk alt başlığında TWAIL’in geliştirdiği iddiaların zamansal ve mekansal özelliklerinin anlaşılması açısından önemli veriler sunması nedeniyle uluslararası hukukun dönemselleştirilmesi sorunu üzerine kısaca değinilecektir. Ardından birinci bölümün ikinci alt başlığında, TWAIL önerilerine esas teşkil eden azgelişmişlik durumunun Sovyet sonrası dönemde edindiği içerik tartışılacaktır. Klasik azgelişmişlik tartışmaları, bu ülkelere başka bir 6 uluslararası işbölümüyle eklemlenme, yeni üretim ve tüketim normları edinme imkanları sunan İkinci Dünya’nın bulunduğu bir bağlamda gelişmiştir. Oysaki günümüzde azgelişmişlik kapsamında ele alınan ülkeler (başka bir dil içerisinden bakıldığında “gelişmekte olan” ülkeler) için geliştirilen öneriler, piyasa ekseninden uzaklaşamamaktadır. Anılan nedenle TWAIL önerilerinin anlaşılması öncelikle bu yeni azgelişmişlik durumunun anlaşılmasına bağlıdır. TWAIL’in ortaya çıkış koşullarının incelenmesi ve bu koşullar nedeniyle (kapitalizmin zaferini ilan ettiği dönemde) kendilerini içinde buldukları muhalif tavrın eleştirilmesi yukarıda anılan çerçeve dahilinde gerçekleştirilecektir. Birinci bölümün üçüncü alt başlığında, bir önceki konunun devamı olarak, “Üçüncü Dünya” kavramsallaştırmasının “İkinci Dünya” ortadan kalktıktan, diğer bir deyişle Soğuk Savaş sona erdikten sonra, analitik bir dayanak noktası olma özelliğini koruyup koruyamadığı ve bu kavramsallaştırma kullanılabilir ise Soğuk Savaş sonrasında kavramın nasıl bir biçime büründüğü irdelenecektir. Birinci bölümün dördüncü ve son alt başlığında özellikle 1990 sonrasına hakim olan “politik iktisat yerine kültürelciliğin öne çıkması durumu” incelenecek, bunun neden ve sonuçları araştırılacaktır. Daha geniş alanda ideolojik dönüşümlere karşılık gelen bu son husus TWAIL’i gündeme getiren teorik ve düşünsel dönüşümün ortaya konulması açısından önemlidir. Bölüm, bir sonuç değerlendirmesiyle sona erecektir. Tezin ikinci bölümü, TWAIL’in genel özelliklerini serimlemek ve uluslararası hukukta mevcut olduğu ileri sürülen sorunlar ile bunlara karşı önerilen çözümleri ortaya koymak amacını gütmektedir. Tezin “inceleme” kısmı ağırlıklı olarak bu bölümde gerçekleşecektir. Bölümün ilk alt 7 başlığında kuram ana hatlarıyla betimlenecektir. Takip eden alt başlıkta ise “Üçüncü Dünya” bağlamında düşünüldüğünde uluslararası hukuktaki sorunlar ve çözüm önerilerinin neler olduğu hem yaklaşım içerisinden bilgi üretiminde bulunan, hem de az gelişmiş ülkeler yararına çözüm arayışında olan yaklaşım dışındaki düşünürlerin savlarına yer verilecektir. Bölüm, sonuç kısmıyla tamamlanacaktır. Ardından, üçüncü bölümde, TWAIL’e bağlı yazarların uluslararası hukuk sorunlarını ortaya koyarken kullandıkları (içinden bilgi ürettikleri) teorik çerçevenin eleştirisi yapılacak ve bu bağlamda getirilen öneriler değerlendirilecektir. Alternatif sorunsallar “Uluslararası hukukun metabiçim teorisi” başta olmak üzere ekonomi politik yaklaşımı ve çağdaş devlet teorisi alanlarından türetilmekte olduğundan bu yaklaşımlar ayrı alt başlıklar altında tartışılacaktır. Eleştiri TWAIL sorunsalını, hem kendi iç tutarlılığı hem de alternatif sorunsallar tarafından getirilen eleştiriler karşısında geliştirdiği argümanlar üzerinden çözümlemeye tabi tutacaktır. Bu bağlamda son bölümde TWAIL’in, yalnızca altını çizdiği hususlar değil, tartışma dışı bırakarak göz ardı ettiği unsurlar da –bu unsurlar da sosyal bilimin ilgi alanında olduğu için- irdelenecektir. Belirli bir kuramın incelenmesi yapılırken bu kuramın gerçekliğin anlaşılmasını engelleyecek şekilde çalışma dışında bıraktığı unsurların belirlenmesi, bu unsurların toplumsal yapıyla ilişkisinin saptanmasında yol gösterici olacaktır. Bu şekilde gerçekliği yansıtmayan soyutlama düzeylerinin elenmesini sağlayacak bir kriterler dizisi elde edilecek ve eleştirellik sosyal bilimler teorisini geliştirecek şekilde kullanılabilecektir. Bu çalışma, özeti verilen bu genel yaklaşım doğrultusunda sona erecektir. 8 1. BÖLÜM: ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMININ BELİRLEYENLERİ Tezin birinci bölümünde, TWAIL’i ortaya çıkaran düşünsel ve tarihsel koşullar incelenecektir. Bu maksatla, ilk alt başlıkta, uluslararası hukukun dönemselleştirilmesi üzerinden tarihsel bir inceleme gerçekleştirilecektir. Uluslararası hukukun dönüşümünün incelenmesi ve bu dönüşümün dinamiklerinin ortaya konulması, uluslararası hukukun TWAIL düşünürleri tarafından yer yer eleştirilen ve yer yer sahiplenilen (ve bazı bakımlardan gözden kaçırılan) yönlerinin anlaşılması açısından önem arz etmektedir. İkinci alt başlıkta, TWAIL önerilerine esas teşkil eden azgelişmişlik durumunun Sovyet sonrası dönemde edindiği içerik tartışılırken küresel ölçekte üretimin ve tüketimin koordinasyonunda piyasanın belirleyici rol edinmesi olgusu ve Sovyet sonrası dönemin özelliklerine vurgu yapılacaktır. Bunun için yeni azgelişmişlik durumunu belirleyen unsurlar belirtilirken, eski azgelişmişlik ile o dönemin talepleri ve politikaları (kalkınmacılık) yalnızca uluslararası politik ekonomi perspektifi ile yetinilmeden ilgili ülkelerin yerel sınıf dinamiklerinin anlaşılmasına yarayacak dönüşümler hesaba katılarak incelenecektir. Bu bağlamda sosyal politika, emeğin anayasallaşması, devletin uluslararasılaşması gibi hususlara da kısaca değinilecektir. Takip eden alt başlık, bir önceki konunun devamı olarak, “İkinci Dünya”nın yokluğunda “Üçüncü Dünya”nın yerini tartışmaktadır. Dördüncü olarak küresel çapta düşünsel alanda göze çarpan “politik iktisat 9 yerine kültürelciliğin öne çıkması durumu” incelenecek ve kısa bir değerlendirmeyle bölüm sonuçlandırılacaktır. 1.1. ULUSLARARASI HUKUKUN DÖNEMSELLEŞTİRİLMESİ TWAIL kendisini ortaya çıkartan özgün koşullar içerisinden uluslararası hukuka içkin belirli tarihsel eğilim ve tezleri sahiplenmekte bu tezleri özgün bir şekilde eklemlendirerek kendi teorik bütünlüğünü oluşturmaktadır. Uluslararası hukukun farklı dönemlerde farklı biçimlere büründüğünün kabulüyle, önceki evrelerin özellikleri ortaya konulduğu takdirde TWAIL’in talepler ürettiği dönemin özgüllükleri daha net kavranabilecektir. Buna ek olarak, TWAIL’i bütünleştiren unsurlardan “Batı ve diğerleri” arasındaki hiyerarşinin karşısında olma durumunu (bkz. İkinci bölüm, birinci alt başlık) anlamlandırmak için uluslararası hukukun dönemselleştirilmesi önem kazanmaktadır. Ele aldığımız alt başlıkta TWAIL yorum ve eklemlendirmesine konu olan tarihsel tezleri gündeme getiren süreç, uluslararası hukuk kuramında hümanist Marksist çizgi içerisinden yazan ancak yer yer TWAIL toplantı ve tezlerine de katkı koyan Chimni’nin2 (1993) önerdiği taksonomi ile Özdemir’in (2012) yaklaşımı ekseninde sunulacaktır. Chimni’nin bu alt başlıkta ele alınan görüşleri, düşünürün son dönemdeki görüşleriyle belirli ölçülerde farklılık göstermektedir. 1993 tarihli eserinde daha net bir Marksist tutuma sahip olan düşünür, 2000’li yılların başlarından itibaren TWAIL düşüncesine yakınlaşmıştır. Ancak tezde ortaya konulacağı haliyle TWAIL’in içerimleri göz önünde bulundurulduğunda Chimni’ninTWAIL düşünürlerinden biri olarak sayılıp sayılmayacağı tartışmalıdır. Tezin sonuç bölümünde, düşünürün tutumu ve TWAIL ile ilişkisi hakkında bir değerlendirme yapılacaktır. 2 10 Çalışma bağlamında 1945 sonrası geliştiği haliyle uluslararası hukuk tarihi önceliklidir. Bununla beraber, dönemlerinin farklılığına rağmen kapitalist uluslararası hukukun bütünselliğini vurgulamak ve TWAIL argümanlarında geçtiği haliyle uluslararası hukuktaki eşitsizlikleri anlamlandırmak gayesiyle, bu alt başlıkta 1945 sonrası uluslararası hukukun yanı sıra uluslararası hukukun sömürgeci ve emperyalist dönemleri de kısaca ele alınacaktır. İlk olarak değinilmesi gereken husus, uluslararası hukukun başlangıcı ile ilgilidir. Uluslararası hukukun doğuşunu devletlerarası ilişkilerin başladığı, yani diplomasiden bahsedilebildiği bir zamana referansla ele almak olanaklı mıdır? Yoksa bir fikir olarak uluslararası hukukun başlangıcını, Hugo Grotius veya on altıncı yüzyıl düşünürü Francisco de Vitoria üzerinden mi okumak anlamlıdır (bkz. Kennedy, 1986)? Bu sorun, TWAIL’in uluslararası hukuka nasıl baktığı ile ilgili olduğu için önemlidir. TWAIL’in önde gelen düşünürlerinden olan Anghie’nin (2005) uluslararası hukukun gelişimi üzerinde belirleyici olduğunu belirttiği ve “farklılık dinamiği” olarak adlandırdığı süreç, anılan bakış açısıyla ilgili önemli ipuçları vermektedir. Buna göre, iki kültür arasında; bu kültürlerden ilkine “evrensel” ve uygar; diğerine de “tikel” ve uygarlaşmamış yaftası yapıştırılmış, modernleştirme aralarında bitmek teknikleriyle bu bilmeyen boşluk bir boşluk kapatılmaya yaratılarak çalışılmıştır. Uluslararası hukukun -başta egemenlik doktrini olmak üzere- birçok temel doktrininin gelişimine bu dinamik can vermiştir. Anghie’nin uygar olanla olmayan arasında yaptığı ayrım sömürgeciliğin ilk dönemlerinden itibaren gelişen Batılı (Hıristiyan) olanla olmayan arasında yapılan ayrımla örtüşmektedir. Bu bağlamda, TWAIL düşünürlerinin eğilimi, uluslararası 11 hukukun oluşumu ve gelişimini bu ikilik –Batılı ve Batılı olmayan- ikiliği üzerinden okumaktır. Diğer yandan TWAIL’i anlamlandırmak için daha açıklayıcı olacağı önkabulüyle, ekonomi politik perspektiften bakılarak uluslararası hukukun başlangıcını kapitalist üretim ilişkilerinin hakim hale gelişine referansla belirlemek ve değişimi bu eksende okumak mümkündür: “Bugünkü yapılanışı itibariyle uluslararası hukuk belirli bir dönemin ürünüdür; başlangıç tarihi devletlerin başlangıç tarihiyle değil, kapitalist üretim ilişkilerinin ilgili toplumsal formasyonlar bağlamında hakim hale geldiği döneme kadar geri götürülebilir. Zira uluslararası hukuku imkan dahiline sokan ve aralarında tüzel kişiliğin keşfi, sözleşme özgürlüğü ve hukuk önünde eşitlik prensiplerinin doğuşu gibi dönüşümlerin; belirli bir devlet yapısının tebarüzünün (önce mutlakıyetçi devlet ardından kapitalist devletin bugünkü formlarının); bu devletin kendi ulusal sınırları içerisindeki zenginliğin hamili ve maliki olarak (uluslararası) ilişkiler tesis edebilme kapasitesinin doğmasının bulunduğu bir takım unsurlar insanlık ya da devletin tarihi kadar eski değildir (Özdemir, 2012).” TWAIL yazarları tarafından üretilen tezlerin tarihsel arkaplanını ve koşullarını ele alan bu alt başlıkta uluslararası hukukun dönemselleştirme sorunu tartışılırken ekonomi politik yaklaşımın araçlarının kullanılması TWAIL önermelerini belirleyen koşulları ortaya koyacaktır. Bu bağlamda, uluslararası hukukun dönüşümü, üretim ilişkileri ve küresel işbölümündeki değişimler üzerinden anlamlandırılmaya çalışılacaktır. 12 Chimni'nin (1993) ortaya koyduğu haliyle sömürgeci dönem 1600-1875 yılları arasını kapsamaktadır. Bu dönem ise kendi arasında eski sömürgeci dönem (1600-1760 arası) ve yeni sömürgeci dönem (1760-1875 arası) olarak ikiye ayrılabilir. Eski sömürgecilik, Avrupa’da manüfaktür esasında örgütlenen üretici sektörlerin görece geri olması ve sermaye birikiminin ticari sermayeye dayanmasıyla yenisinden ayrıştırılabilir (Chimni, 1993, s. 227). Chimni’ye göre (1993, s. 228) İngiltere’nin Yedi Yıl Savaşları'nda (1756-1763) Fransa'yı bütün sömürgelerinden mahrum etmesiyle başlayan ve sanayi devrimi ile örtüşen yeni sömürgecilik, Avrupa’nın üretici kapasitesinin Asya karşısında yükselmesi ve dolayısıyla birikimin esasını bu kıtada yerleşik üretici etkinliğin oluşturması gibi yeni olgular ekseninde, eskisinden farklı dinamiklere dayanmaktadır. Sömürgecilik döneminde kapitalist üretim ilişkileri diğer üretim ilişkilerine baskın hale gelmektedir. Kapitalist üretim ilişkilerinin baskın hale gelmesi durumu ile ilkel birikim süreçleri arasında bir bağlantı kurulabilir. İlkel birikim süreçleri ilk olarak mevcut üreticilerin (esas olarak köylülerin) ücretli emekçilere -diğer bir deyişle “özgür işçi”lere; ikinci olarak, üretim araçlarının ve paranın sermayeye; üçüncü olarak da Avrupa dışarısından genelde talan yoluyla elde edilen materyalin sermayeye dönüştürüldüğü üç temel eksende karşımıza çıkmaktadır. Chimni, TWAIL ve öncüllerinin, Avrupa merkezci bir dünya sistemi ve uluslararası hukukun kuruluş temellerini ilkel birikimin yalnızca üçüncü ekseninde araması olasıdır. Ancak sömürgeci dönem bu eksen başta olmak üzere ilkel birikimin bütün boyutlarıyla ilgilidir (Özdemir, 2012). 13 Chimni'ye göre eski sömürgeci dönemde uluslararası hukuk “egemen eşitlik prensibi” ekseninde gelişmiştir (1993, s. yüzyılda sömürgeciliği düzenlemeye 224) ve on yedinci başlamıştır. Hollanda egemenliğindeki dünya sistemi içerisinde sömürgeciliği içermeye başlayan uluslararası hukuk, İngiltere hegemonyası döneminde merkantil düzenlemenin araçlarını sunmuş ve Avrupalı devletlerarası ilişkiler ekseninde gelişerek, sömürge topraklarını nesne konumunda bırakmıştır. Bu bağlamda, devletlerarası ilişkilerin düzenlenmesi ile devletin kurumsal dönüşüme uğraması el ele gitmiştir. Devletin tüzel kişilik edinmesi (hükümdarın özel mülkü ile devlet mülkünün ayrışması) ve merkezileşmesi (devletin kendi ülkesi üzerinde mevcut bütün siyasi iktidarın kaynağı haline gelmesi) gibi dönüşümler eski sömürgecilik döneminde mutlakiyetçi devletin çatısı altında tamamlanmıştır (Anderson, 1974; Özdemir, 2012). Egemenlik ilkesinin sistemin temeline yerleştirilmesi ile hukuk önünde eşitlik ve devletin ülkesi üzerinde tam egemenliği gibi kabullere dayanan anlaşmalar sistemi işleyebilmiş; iddialar ve karşı iddiaların değerlendirilebildiği bir yazılı hukuk sistemi doğmuştur (Mieville, 2005, s. 164-214). Fransız Devrimi ve onu izleyen savaşlar döneminde uluslararası hukuka zemin teşkil eden hanedanlık temelli meşruiyet prensibi yerini halk egemenliği kavramına bırakmış ve cumhuriyetçi tonlar içeren siyasi ilkeler uluslararası hukukta gündeme gelmiştir (Bhuta, 2006). Viyana Kongresi ertesinde pek çok uluslararası hukuk uygulamasının yazılı hale getirildiği, gelişmiş bir sistem ortaya çıkmıştır. Sistemi belirleyen ilkeler ise Avrupa-dışı, diğer bir deyişle kapitalist dünya ekonomisinin 14 merkezinde yer almayan ülkeleri kapsamamaktadır ve anılan ülkeler uluslararası hukukun nesnesi haline getirilmiştir (Anghie, 2005, s. 56). Doğal hukuk üzerinden sahneye çıkan uluslararası hukuk “hak” kavrayışını “egemenin hukuku tarafından korunan menfaat” şeklinde formüle eden bir anlayış hakimiyetine girmiştir. Bununla beraber, Avrupalı devletler için cumhuriyetçi meşruiyeti temel alan uluslararası hukuk, sömürge toprakları ile ilişkilerin düzenlenmesinde sömüren devletin egemenlik hakkının uzantısı olarak savaş ve diğer baskı biçimlerini tanıyan bir şekle bürünmüştür. (Anghie, 2005, s. 82). Bu değişimlerin ardındaki faktörün uygar olan - olmayan ayrımı değil; merkez ülkelerdeki çelişkilerin ihracından kaynaklanan nesnel toplumsal ilişkiler olduğu vurgulanmalıdır. Sömürgeci dönem boyunca “Avrupa ekseninde” gelişmiş olan uluslararası hukuk, emperyalist dönemde “Avrupa için” uluslararası hukuka dönüşmüştür. Dünyanın tümünü içerecek biçimde seküler bir dil uluslararası hukuka girmiştir. Medeniyet prensibi ve medenileştirme görevi gibi kavramlar uluslararası hukuka dahil edilmiş, bu suretle belirli bir devlet biçimine sahip olarak uluslararası ilişkiler sistemine girmeye hak kazananların diğerleri arasına kabul edileceği (hak süjesi sayılacağı) sistem oluşmaya başlamıştır (Özdemir, 2011). Yine bu dönemde sömüren ülkenin uyruklarının mülkiyet haklarının korunması esasında şekillenen uluslararası hukuk, ilerleyen dönemlerde bu korumanın artırılması maksadını devam ettirmiştir. Uluslararası ölçekte sermayenin üretim ve dolaşımının sağlanması bu durumun birincil hedefidir. TWAIL düşünürlerinin eşitsizliğinden şikayet ettikleri uluslararası hukukun Avrupa’nın emperyalist döneminin şekillendirdiği uluslararası 15 hukuka denk geldiği ve kabaca 1870-1945 arası dönemi kapsadığı belirtilebilir. Ancak aşağıda uluslararası hukuk bağlamında tartışılacak olan “emperyalizm” TWAIL yazarları için tezde kullanılan kavramdan farklı bir içeriğe sahiptir. Anılan farklılığa bu bölümün dördüncü alt başlığında değinilecek ve esas olarak tezin üçüncü bölümünde tartışılacaktır. Emperyalist dönemde uluslararası hukuk, ulus devletler içerisinde temsilini giderek arttıran ulusal sermayelerin, küresel ölçekte sermaye birikiminin koşullarını oluşturan ülkesel unsurları diğer ulusal sermayelere (rakiplerine) karşı kapatmak maksadıyla kullandığı bir araç haline gelmiştir (Magdoff, 2006). Yine aynı dönemde merkezi kapitalist dünyanın imparatorluk adını alan ulus devletleri (Hobsbawm, 2005), kendi ülkelerindeki sermaye birikimini arttırmak maksadı başta olmak üzere pek çok belirleyeni olan politikalar eşliğinde dünyanın geri kalanında hammadde, işgücü ya da pazar imkanlarını işgal yolu ile arttırma stratejisi benimsemişlerdir. Bu dönemde -tahmin edilebileceği gibi- işgal edilen ya da manda idaresi kapsamına alınan topraklardaki zenginlikler başka ülkelerin sermaye gruplarına kapatılmış, uluslararası hukuk da bu maksadı temin edecek anlaşmalar ve teamüllerle donatılmıştır. 1945-1990 döneminde ise daha farklı bir doğaya sahip bir uluslararası hukuk ile karşı karşıya olduğumuz savlanabilir. Anılan dönemde sömürgecilik karşıtı hareketlerin taleplerini uluslararası alanda duyurabildiğini ve hedeflerinin bir kısmını gerçekleştirebildiğini söylemek mümkündür. Liberal-korporatist olarak adlandırabileceğimiz bir aşamada olan kapitalist birikimin dinamikleri (1980'lerin başlarına kadar) bu durumun ilk belirleyicisi olmuştur. Amerikan hegemonyasına denk gelen bu aşamada merkez ülke sermayelerinin uluslararasılaştığı ve yabancı 16 yatırımları kendi ülkesine çekebilmek için gerekli düzenlemeleri yapacak bir devlet biçiminin eskisinin yerini almaya başladığı görülmektedir (Panitch ve Gindin, 2006; Özdemir, 2011). Uluslararasılaşmanın ilk dalgasının 1945 yılı sonrasında, liberal-korporatist dönemde Amerikan tüketim normlarının uluslararasılaşması ile gerçekleştiği belirtilebilir. 1980 sonrasında, ağırlıklı olarak darbeler (ve iç savaşlar), ekonomik yaptırımlar ve karşılıklı antlaşmalar yoluyla gerçekleştirilen belirli bir devlet formunun uluslararasılaşması olarak betimleyebileceğimiz ikinci dalga ise, Sovyetler Birliği sonrasında savaşa sıklıkla başvurulması ile gerçekleşmektedir. Takip eden alt başlıkta esas olarak bu süreç incelenecektir. Yine bu dönemde Sovyetlerin varlığı ile sermayenin ve devletin uluslararasılaşmasının etkisi nedeniyle eski döneme nazaran daha “barışçı” bir uluslararası hukukun ortaya çıktığı söylenebilir. Buna ek olarak, sermayenin uluslararasılaşması ile devlet harici hak süjelerinin uluslararası hukuktaki önemi artmış, düzenleyici mekanizma kararları uluslararası hukukta esaslı bir yer edinmeye başlamıştır. (Özdemir, 2012). İkinci bir belirleyen ise savaş sonrasında Sovyetler Birliği'nin küresel bir güç olarak uluslararası alanda belirmesi ve “İkinci Dünya”nın varlığını mümkün kılmasıdır. İkinci Dünya’nın mevcudiyeti İngiliz hegemonyası altındaki dünya sisteminde uluslararası hukukun nesnesi olmaktan öteye gidememiş ülkeleri uluslararası hukukun biçimlenmesinde (bir ölçüde) söz sahibi yapmış (Üçüncü Dünya’yı gündeme getirmiş), küresel güç eşitsizliklerinin ifade ediliş biçimlerini dönüştürmüştür. 17 Sömürgeciliğin tasfiye edildiği bu dönemde, emperyalizmin yeni bir aşamasından söz etmek mümkündür. Küresel ölçekte eşitsizlikler, yeni politika setleri ile sürdürülmüştür. Eşitsizliklerin farklı politika setleriyle sürdürülmesine alan açan bu dönem incelenirken ilk olarak uluslararası işbölümündeki dönüşümün ve ikinci olarak da sermayenin temsilindeki dönüşümün göz önünde bulundurulması gerekmektedir. On dokuzuncu yüzyılda kesin hatlarına kavuşan uluslararası işbölümü merkez ekonomilerin ürettiği mamul mallar karşısında birincil mallar ile dünya pazarına girmeye çalışan çevresel formasyonlardan oluşan bir görünüm sergilemekteydi. Emperyalizmin klasik döneminde, “azgelişmiş ya da (az)gelişmeye yeni başlamış ülkelerin sınırları içerisinde, dinamikleri merkez ülkelerdeki sermaye dolaşımı sürecine dayalı, dışsal bir sürecin yerel uzantısı şeklinde örgütlenmiş bir kapitalizm söz konusudur (Özdemir, 2011). 1945 yılı sonrasında Amerikan tüketim normlarının uluslararasılaşması ile başlayan ve 1960'ların sonunda yeni sanayileşen ülkelerin ortaya çıkması ile sonuçlanan iki uluslararasılaşma dalgası neticesinde farklı bir görüntü ortaya çıkmıştır. Artık tek bir sürecin çeşitli aşamalarından söz etmek yerine, farklı bölgesel merkezlerden başlayarak değerlenme süreçlerine giren farklı çevrimlerden bahsetmek daha uygun olacaktır. İki uluslararasılaşma dalgasının sonunda bir yerde üretim yapılmasından ziyade ürüne içkin değerin gerçekleştirildiği yerde hangi ülkenin bulunduğu önem kazanmaktadır. Yeni emperyalizm sürecinde, birçok farklı kaynak aktarma yöntemi belirmiştir. Sermayenin temsilindeki dönüşüme gelecek olursak; iki uluslararasılaşma dalgasının ardından sermayenin küresel ölçekte yeniden üretilebilmesinin 18 koşullarını sağlama işlevini artık yalnızca ulus-devletlerin yerine getirmedikleri belirtilmelidir. Bununla birlikte, uluslararası kurum ve kuruluşlarda temsil edilen çıkarları da sınıfsal bağlantıları doğrultusunda analiz etmek elzemdir. Bu noktada, devletin uluslararasılaşması (internationalization of the state) olgusunun sermayenin devlet içerisindeki temsili konusunda önemini vurgulamak gerekmektedir. Bu olguya tezin üçüncü bölümünün ikinci alt başlığında değinilecektir (Panitch ve Gindin, 2004; 2006). Uluslararası hukukun kapitalist üretim ilişkilerinin dönüşümü ekseninde dönemselleştirilmesi üzerine yapılan tespitlerin ardından TWAIL’in ortaya çıktığı dönemin özgüllüğüne –konumuz bağlamında yeni azgelişmişlik durumuna- değinilebilir. 1.2.YENİ AZGELİŞMİŞLİK DURUMUNU BELİRLEYEN UNSURLAR TWAIL yazarlarının içerisinden bilgi ürettiği kuram ve siyaset felsefesi belirli bir dönemin, özellikle de Sovyet sonrası dönemin izlerini taşımaktadır. Bu dönem artık azgelişmiş ülke insanlarının başka bir dünyayı olası kılacak somut işbirliği imkanlarından mahrum kaldığı, Batı kapitalizmine karşı pazarlık imkanlarını yitirdiği, kendi ülkelerindeki üretici aktiviteleri piyasa dolayımıyla koordine etmekten başka çarelerinin kalmadığı bir dönemdir. 19 Yeni dönemin, azgelişmiş ülke insanları menfaatine uluslararası hukuk ekseninde bilgi üretmek zorunluluğu ile karşı karşıya olan TWAIL yazarlarının eski kuşak Üçüncü Dünyacı yazar ve siyasi liderlerden farklı talepler üretmek durumunda kaldıkları açıktır. İçinde bulunulan küresel sistem ve buna tekabül eden uluslararası hukuk, önceki döneme göre yeni bir sermaye birikim modelinin varlığı ile Sovyetler'in yokluğunun belirleyici olduğu; eskinin Üçüncü Dünyacılığının taleplerini büyük ölçekte belirleyen ulusal kalkınmacılık projelerinin terkedildiği bir sistem ve onun uluslararası hukukudur. Birinici bölümün bu ikinci alt başlığı TWAIL'in içinde şekillendiği dönemin özelliklerini ve dolayısıyla TWAIL’in temel operasyonel kavramı olan Üçüncü Dünya kavramının özgüllüğünü oluşturan koşulları ortaya koyma amacını gütmektedir. Bunun için yeni azgelişmişlik durumunu belirleyen unsurlar belirtilirken, eski azgelişmişlik ile o dönemin talepleri ve politikaları (kalkınmacılık) yalnızca uluslararası politik ekonomi perspektifi ile yetinilmeden ilgili ülkelerin yerel sınıf dinamiklerinin de anlaşılmasına yarayacak dönüşümler hesaba katılarak incelenecektir. Bu bağlamda sosyal politika, emeğin anayasallaşması, devletin uluslararasılaşması gibi hususlara da kısaca değinilecektir. Ardından eski taleplerin terkedilmesine de neden olan kapitalizmin dönüşümüne değinilecek, devletin uluslararasılaşması ile biçimlendirilen “piyasanın hakimiyetinin hayatın her alanına genişletilmesi” süreci betimlenecektir. 1940’ların sonu ve 1950’lerin başında, Üçüncü Dünya fikri ortaya çıkmaya başlamıştır. O zamanlar, uzun süredir Avrupa ve Amerika tarafından idare edilmiş bulunan topraklardaki ülkelerin oluşturduğu bir gruba –dolayısıyla coğrafi bir alana- değil, siyasi bir düşünceye gönderme yapmaktaydı 20 (Harris, 1986, s. 7). İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya iki alternatif arasında, kapitalizm ve sosyalizm arasında bölünmüştür. Bu iki alternatif, Birinci ve İkinci Dünyalar olarak adlandırılmış, Üçüncü Dünya da insanlık için üçüncü bir yol, üçüncü bir alternatif olarak geçmişin enkazı üzerinde yaratılmıştır (Harris, 1986, s. 7). Üçüncü Dünya kavramının üçüncü bir yol olarak belirmesi, esas olarak eski sömürge topraklarında bulunan ve bağımsızlığını yeni kazanmış olan devletlerin yeni bir program ekseninde sahneye çıkmasıyla gerçekleşmiştir. 1955’te Bandung’da (Endonezya) gerçekleştirilen Asya-Afrika Konferansı,3 “dünya düzeninde büyük bir değişimi; Üçüncü Dünya olarak adlandırılmaya başlayacak yeni bir ülkeler grubunun uluslararası politikaya girişini işaretlemektedir (Harris, 1986, s. 11). “Bandung Konferansı’nın ruhu4 dünyaya dalga dalga yayılıyordu. 1954’te Fransızlar Vietnam’da ağır bir yenilgi yaşadılar. 1954-1962 arasında Cezayir bağımsızlık savaşı, 1959’da Küba devrimi… Üstelik pek çok Üçüncü Dünya ülkesinde ulusalcı rejimler popülist politikalar uyguluyorlardı: Mısır’da Nasır, Hindistan’da Nehru, Arjantin’de Peron, Brezilya’da Goulart, Endonezya’da Sukarno, Gana’da Nkrumah. Ayrıca Küba ve Çin’de sosyalist rejimler hüküm sürüyordu (Zabcı, 2009, s. 44).” Bandung’da gerçekleştirilen Asya-Afrika Konferansı yalnızca tarihin bir noktasında gerçekleşmiş bir olgu olarak ele alınmamalıdır. Üçüncü Dünya’nın ortaya çıkışını işaretleyen bu konferansta anılan ülklerin bir araya gelebileceği tarihsel koşulların Sovyetler Birliği’nin varlığıyla birlikte düşünülmelidir. 4 Zabcı, yukarıda alıntıladığımız paragrafın ilk cümlesinde dipnot olarak da aşağıdaki düşüncesini vurgulamıştır: “’Üçüncü Dünyacılık’ olarak da bilinen bu ruh, ‘küreselleşme’ söylemlerinin etkisi altında silindi, tıpkı diğer alternatif söylemler gibi, modası geçmiş, hükümsüz ilan edilerek unutulmaya bırakıldı (2009, s. 44).” 3 21 Sovyetler Birliği’nin varlığının da etkisiyle bağımsızlık mücadeleleri ile merkez kapitalist ülkelerin karşısında siyasi bağımsızlıklarını kazanan bu ülkeler, yeni edindikleri bu konumu koruyabilmek için ekonomik güce ihtiyaç duymaktaydı. Harris’in belirttiği gibi, birçok farklı yol en sonunda “ekonomik kalkınma”ya çıkmaktaydı. Bunun anlamı neydi? Avrupa ve Kuzey Amerika’daki ülkeler, emek gücünün çoğunun tarımı (ve kırsal alanları) bırakıp endüstriyel (en azından kentli) işçilere dönüştüğü, bazı durumlarda bir yüzyıldan daha uzun süren bir süreçten geçmişlerdi. Bu yapısal dönüşüm artan gelirlerin ve ulusal gücün anahtar unsuru olarak görülmekteydi. 1940’ların sonunda, bu süreçle ilgili görevlerin devlet tarafından gerçekleştirilmesi gerektiği düşünülüyordu. Yeni hükümetler, toplumlarının bu yoldaki dönüşümünü ele almışlardı (1986, s. 12-13). 1950'lerde başlayan5 ve Üçüncü Dünya'yı saran hareketler genellikle “kalkınmacılık” ekseninde şekillenmişlerdir. Bu durum, kapitalist sistemin “kalkınma”yı kurumsallaştırarak (bir dizi uluslararası kurum aracılığıyla) kendi güvenliğini (komünizm tehdidi-Üçüncü Dünya'nın komünist dalgalarını engellemek) sağlama alma çabasını da beraberinde getirmiştir. Batı'nın gelişmişlik düzeyine öykünen bu akımlar, devletin de (içeride uyguladığı baskıların görmezden gelinmesinin yardımıyla) bağımsızlığını kazanarak kapitalist sistem içinde kalkınma yolunu benimsemesinin meşruiyet zeminini hazırlamıştır (Rajagopal, 2003). Bu süreçte gerçekleştirilen, kalkınma için gerekli ekonomik düzenlemelerin teorik arka planının (kalkınma iktisadı) kurucularından Raul Prebisch, dünya ticaretine ortodoks yaklaşımın on dokuzuncu yüzyılda işlediğini, 1949 Truman'ın konuşması, manda sisteminin çöküp yerine “kalkınma”nın gelişini simgeler. Bunun da en büyük göstergesi, refahın ön plana çıkışıdır. Sağlık, eğitim gibi yeniden üretim alanları kalkınmaya dahildir, buralar geliştirilmelidir (Rajagopal, 2003, s. 29). 5 22 yirminci yüzyılda ise önemli dönüşümler neticesinde bunun artık işlemediğini belirtmiştir (Ercan, 2003). Buna göre, on dokuzuncu yüzyılda Britanya ve diğer Avrupa güçleri içerideki üretimlerindeki artışı doğal kaynak ithalatına dayandırmaktaydı. Latin Amerika’dan gerçekleştirilen ithalat (Avrupa yatırımlarını olanaklı kılarak) Latin Amerika ekonomilerinin büyümesine yol açmıştır. İşbölümü ve endüstriyel mallar karşısında tarımsal malların değişimi, karşılıklı fayda sağlamıştır (Harris, 1986, s. 14). Ancak yirminci yüzyılda ilişkilerdeki dönüşüm, karşılıklı fayda durumunu ortadan kaldırmıştır. Daha büyük ve kendi kendine yeterli olan ABD ekonomisi Britanya’nın yerini almıştır. Artık ABD’nin Latin Amerika’dan yapacağı ithalata çok az ihtiyacı bulunmaktadır. Bu nedenle endüstriyel malları alacak araçlardan yoksun kalan Latin Amerika bu alımları sınırlı altın kaynaklarına dayandırmak zorunda kalmıştır (Harris, 1986, s. 15). “20. yüzyıl uluslararası işbölümünden kaynaklanan bağımlılık ilişkilerinin sürdüğü ve metropol ülkelerle bağımlı ülkeler arasındaki aralığın (özellikle işgücü nitelikleri açısından var olan farkın) metropoller lehine iyice açıldığı bir çağ olmuştur. Örneğin ileri teknolojiyi ve bilgiyi kullanan veya üreten, yüksek derecede otomasyona bağlı nitelikli işgücü ordusu endüstrileşmiş ülkelerde gelişirken yarı nitelikli ve niteliksiz oranı yüksek bir emek ordusu bağımlı ülkelerde yığılmıştır (Öngen, 1996, s. 103104).” Büyük Buhran esnasında yaşanan ani düşüşü Prebisch, “değişimdeki büyüyen eşitsizliğe” bağlamıştır. Buna göre, mamul mal ihracatı yapan merkez ülkeler, bu malların arzı üzerinde tekel oluşturmaları nedeniyle 23 malların fiyatlarını kontrol edebilmekteydi. Ancak tarımsal mal ihracatçısı çevre ülkeler çok olduğundan, bu durum rekabet yaratıyor ve fiyatları düşürüyordu (Harris, 1986, s. 15). Ancak, bu durumdan bir çıkış bulunmaktaydı. Merkezin baskınlığı endüstriyel mal üretme tekeline dayandığına göre, çevrenin endüstrileşmesi dengeyi yeniden tesis edebilirdi. Böylece, Latin Amerika’nın ithalat bağımlılığı ve dolayısıyla ihracat ihtiyacı azalacak; iç piyasası ve daha üst seviyede endüstrileşme talebi genişleyecekti. Ancak, merkezden mamul mal ithalatı serbest bırakılmaya devam edilirse endüstrileşme mümkün olmayacaktı. Daha gelişmiş ve geniş ölçekli üretim yapan merkez endüstrileri ile çevrenin yeni endüstrilerinin rekabet etmesi olanaksızdı. Bu, “ithal ikameci endüstrileşme” olarak adlandırılan, fakir ülkelerde iç endüstriyel üretimi genişletmek için ithalatı kontrol altında tutma stratejisinin temeliydi (Harris, 1986, s. 16). “1960’lardan sonra Kuzey ile Güney arasındaki işbölümü yanında Güney ülkeleri arasında da benzer bir bağımlılık ilişkisi gelişmiştir. (…) Sonuç olarak eski uluslararası işbölümü tümden ortadan kalkmasa da işbölümü şemasında bazı önemli değişiklikler gerçekleşmiştir. Örneğin 1960’lara kadar ‘Üçüncü Dünya’ ülkelerini dünya ekonomisinin tarım ve hammadde ürünlerinin ya da ucuz işgücünün kaynağı olarak gören eski uluslararası işbölümü yerine bu ülkelere dünya pazarına yönelik endüstriyel üretimde bulunma fırsatı veren yeni bir işbölümü şeması geçmiştir (Öngen, 1996, s. 106).”6 6 Uluslararası işbölümündeki dönüşümün detaylı bir analizi için (bkz. Lipietz, 1987). 24 İthal ikameci modele yaslanarak ekonomik kalkınmayı gerçekleştirme fikri, Üçüncü Dünya’da büyük ölçüde kabul görmüştür. “Kendi kendine yeterlilik” maksadıyla birçok azgelişmiş ülke, sanayileşme sürecine ağırlık vermiştir. 1945 sonrası Sovyetler Birliği ile Sosyalist Blok’un varlığı ve bununla da ilişkili olarak kapitalist sistemin, “refah devleti” modelinin hakim olduğu, bağımsızlığını liberal-korporatist yeni kazanan aşamada ülkelerin bulunulması belirli bir sayesinde hareket alanı bulunmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalist blok ABD egemenliğinde küresel düzenlemenin dinamiklerini belirlerken, artık dünya üzerinde bir karşıt kuvvet bulunmaktadır. Artık, Sovyetler Birliği’nin önderliğindeki Sosyalist Blok (ya da Doğu Bloğu) kapitalist üretim ve tüketim normlarının karşısında farklı bir toplum önermesiyle durmaktadır ve bu da merkez kapitalist ülkelerin hem kendi iç politikalarında hem de uluslararası ilişkilerinde göz önünde bulundurmak zorunda kaldıkları bir gerçekliktir. Bu gerçekliğin itkisi; kapitalist ülkelerde işçi sınıfının baskısı ve 1930’lardan itibaren kapitalizmin içinde bulunduğu kriz, refah devletinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. 1945 sonrası dönemde refah devleti modeli ile emeğin yeniden üretimi için gerekli toplumsal koşulları sağlamada devlete esaslı görevler yüklenmiş, bu sayede işçi ücretlerinde görece bir artış ile tüketimin artırılması mümkün olabilmiştir. Kapitalist formasyon içerisinde işçi sınıfının önemli kazanımlar elde ettiği bu dönem, kolektif hakların da kolektif kimliklerle ön plana çıkabildiği, emeğin “anayasallaştığı” dönemdir (Hardt ve Negri, 2003, s. 87-186). “‘Anayasallaşma’ kavramı, en dar içeriğiyle, emeğin haklarının anayasal bir meşruiyet içermesi halidir. Ancak daha geniş anlamı 25 ile emeğin anayasallaşması kavramı, emeğin kurucu rolünün, hukuki düzenlemeye esas teşkil eden toplum tasavvur ve tahayyülü içerisine ‘apaçık’ bir gerçeklik olarak yerleşmesi durumudur. Üretimin sosyal demokratik söyleminin baskın olduğu dönemde, kolektif haklar öne çıktı. Bunlar anayasal düzenlemeye dahil edildiler. Hak nosyonunun kolektif/sosyal içerik kazanması durumu ise, sınıflar adına hareket eden kolektivitelerin bir parçasını oluşturmak iddiasını taşıyan hak süjelerinin taleplerinin toplum adına serbest piyasa düzenine ve ücret sistemine müdahale edebilmesini olası kılmıştır (YücesanÖzdemir ve Özdemir, 2008, s. 96).” Emeğin anayasallaşması ile işçi sınıfının kolektif talepleri devlet içerisinde temsil bulma imkanı edinmiştir. Bu şekilde sosyal politika alanında yeni düzenlemelerle sağlık, eğitim gibi yeniden-üretimin temel unsurları kamu kesimi tarafından üstlenilmiştir. “Geleneksel sosyal politikanın toplumsal bütünleşme yönündeki politika yönelimi ve bu çerçevede benimsediği “toplumsal uzlaşma, barış, denge” gibi kavramlar, toplumsal formasyonun çelişik ve çatışmacı bir karaktere sahip olduğu şeklindeki bir kabulün ürünüdür. “Keynesgil uzlaşma”, sosyal güvenlik ile iktisadi büyüme, toplumsal eşitlik ile iktisadi etkinlik arasındaki bir uzlaşıydı; ancak bu, kendi içinde zıtlıkları barındıran çelişkili bir uzlaşıydı ve başka birçok etkenin yanı sıra küresel ücret rekabetinin baskısıyla da dağıldı (Özuğurlu, 2003, s. 70).” Yine bu dönemde, IMF ve Dünya Bankası etkin uluslararası örgütler olarak belirmiştir. Merkezi kapitalist devletler arası düzenlemenin temel kurumları 26 olarak ortaya çıkan bu iki örgüt, Üçüncü Dünya ülkelerinin kalkınması için finansal destek sağlama ve gerekli düzenlemeleri önerme ve denetleme işlevlerini de üstlenmişlerdir. Diğer bir deyişle, kalkınma söylemi üzerinden Üçüncü Dünya devletlerinin politikalarını belirleyerek kapitalist üretim ilişkilerinden uzaklaşmalarına engel olma maksadı, büyük ölçüde bu iki kurum üzerinden gerçekleştirilmiştir. “1919 sonrasında Almanya, İngiltere ve ABD’nin kurdukları ticari bloklar, dünya ticaretini kısıtlayarak ekonomik krizi derinleştirmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında güçlü devletler daha dikkatli olmak, dünya ekonomisini daha ince ve süreklilik taşıyan düzenlemelerle krizden korumak zorundaydılar. Bu yüzden de elli yıllık bir refah ekonomisi ve barışa dayalı bir düzen öngördüler. Ancak, ‘Eski Dünya’nın sürekli bir barış ve refah durumuna sahip olması için, Yeni Dünya [Üçüncü Dünya] onun boyunduruğu altında olmalıydı ve olmaya devam etmeliydi.’ Bu sözler Dünya Bankası ve IMF’nin kuruluşunda İngiltere’nin temsilcisi olarak yer alan John Maynard Keynes’e ait. Kuruluşların fikir babalarından olan Keynes, bu ifadesiyle, kuruluşların kısa tarihine eşsiz bir ışık tutuyor (Zabcı, 2009, s. 30).” 1960’ların sonlarına gelindiğinde, kapitalizm yeni ve yıkıcı bir krizin emareleriyle yüz yüze gelmeye başlamış, bu kriz kendisini esas olarak 1973 OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü – Organization of Petroleum Exporting Countries) Krizi’nde açığa çıkarmıştır. Krizin ortaya çıkmasından sonra birikim rejiminin dönüşümü için küresel çapta yeni politika setleri keşfedilmesinin (Lipietz, 1987; Özdemir, 2010) ve bu 27 politika setlerinin dünya çapında yeni bir devlet biçimi ile yayılmasının önemi artmıştır. 1980’ler ile hakim hale gelmeye başlayan neo-liberal politikalar işçi sınıfının liberal-korporatist dönemde elde ettiği kazanımların tamamına saldırmıştır. Emek sürecindeki dönüşüme paralel olarak eski sosyal politika anlayışı terkedilmiş, yeniden-üretim alanları piyasanın biçimlendirmesine bırakılmaya başlanmıştır. “Yeni dönemde, (…) düzenleme tarzında da büyük bir değişim olmuştur. Meşruiyetini eklektik bir biçimde liberal ve neo-liberal teorizasyonlara dayandıran yeni düzenleme/kriz düzenleme tarzı iki önemli noktadan bakıldığında belirginleşirler: toplumdan bireye yöneliş ve devletten piyasaya yöneliş. Her iki hareket de küresel ölçekte emeğin metalaştırılması akımı içerisinde aynı yönde ve paralel olarak ilerlemektedir. (…) Toplumdan bireye yöneliş, “farklılık yerine tektipliliği öne çıkaran, bireyi sindiren ve azınlığı düşüncesiz kitleye tabi kılan baskının bir aracı olarak” görülen bütün kolektif yapıları ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. (…) Devletten piyasaya yöneliş açışından baktığımızda; çatışan tarafların çıkarları üzerinde arabulucu rolü olan devletin tasfiyesi, piyasaya yöneliş sosyal güvenlik için iki noktada çok müdahalesinden dönüştürülmesi önemlidir: arındırılması ve devletin Emek ve piyasalarının “piyasa” sorumluluğunda gibi olan devlet piyasaya sağlık, emeklilik, eğitim gibi kamusal hizmetlerin piyasaya devredilmesi (Yücesan-Özdemir ve Özdemir, 2008, s. 169 - 171).” 28 Neo-liberal dönemde kolektif kimliklerin yerine bireysel kimliklerin ön plana çıkarılması ve artık işçi-işveren arasındaki ilişkinin piyasa koşullarının belirleyiciliğine bırakılarak bireysel ve karşılıklı iş sözleşmesi haline getirilmesi söz konusudur. Görüldüğü gibi bu “bireye yönelme” durumu, kolektif kimlikler üzerine inşa edilebilecek olan sosyal politikanın temel öğelerinde de büyük bir dönüşüm gerçekleşmesine neden olmuştur. Sosyal politika disiplininin odağında yer alan işçi sınıfı, yerini “sınıf dışına” düşen yoksullara/yapısal işsizlere bırakmıştır; “bağımlı çalışanların’’ korunması ve güçlendirilmesi şeklindeki temel sosyal politika hedefi yerini “sosyal sermayenin” geliştirilmesine bırakmıştır; toplumsal bütünleşmeyi hedefleyen politika yönelimi, yerini “piyasanın rekabet ve etkinlik” stratejileriyle uyuma bırakmıştır (Özuğurlu, 2003, s. 64). Anılan durum, Dünya Bankası’nın bu dönemdeki politikalarında da açıkça görülebilmektedir. Artık sosyal politikanın konusu kolektif kimliğin bir üyesi olan işçilerden “yoksullar”a geçmiş, sosyal devlet olgusu kalkarak yerini yoksullara yardım eden, “sadakacı devlet”e bırakmıştır. “Bir hizmetin hak statüsünde genelleşmesi ile (statüde eşitlik) ‘ona gerçekten muhtaç olanlara' sunulması arasındaki fark, esasında sosyal politika ile diğer koruyucu politikalar (hayırseverlik, klentalizm, paternalizm gibi) arasındaki farktır (Özuğurlu, 2003, s. 69).” Yukarıda anlatılan sürecin temelini oluşturan olgu, birikim rejimindeki dönüşümdür. Bu dönemde kitlesel üretim; ölçek ekonomisi hakim olmaktan çıkmaya başlamış, yerini alan ekonomisine ve “moda ekonomisi”ne bırakmıştır. Artık büyük fabrikalarda üretilen homojen malların kitlesel tüketimi söz konusu değildir; yeni modalar yaratılarak bu 29 modaya göre veya bazı sektörlerde de sipariş üzerine üretim söz konusudur. Yeni birikim rejiminin bir başka özelliği de büyük fabrikalarda üretim yerine, üretim sürecinin parçalanması, küresel çapta örgütlenmesi ve en önemlisi taşeronlaşması ve enformelleşmesidir. Sermaye, küresel çapta artı-değer sömürüsünü en rahat gerçekleştirebileceği, biçimsel ve uygulama bakımından hukuki düzenlemelerinde buna en çok izin veren ülkeleri seçme yoluna gitmektedir. Esnek uzmanlaşma tezi, bu dönemde emek sürecinin belirleyici unsuru olmuştur. Lipietz’e göre, “1970’lerin başlarında gelişmiş ulusal ekonomilerin kendi sınırları içinde süren ‘talep-yönlü’ kriz yerini, üretkenlikteki, hızlı düşüşle birlikte ‘arz-yönlü’ bir krize bırakmıştır. Bu çerçevede Fordist emek ilişkilerinin iki temel özelliğine bağlı olarak iki farklı politika seti geliştirilmiştir. Fordist emek ilişkisi, bir yanıyla katı bir iş sözleşmesini diğer yanıyla da işgücünün üretim noktasındaki doğrudan kontrolünü içermektedir. Arzyönlü politika setleri ile birlikte katılık yerini esnekliğe, doğrudan kontrol ise yerini sorumlu özerkliğe bırakmıştır. ‘Esnek Uzmanlaşma’ tezi, farklı boyut ve düzeyleri dikkate almaksızın, liberal esneklik ya da uzlaşıya dayalı katılımı birlikte var olan nihai bir sözleşme gibi görmektedirler. Oysa Anglosakson çizgi, tümüyle liberal esnekliğe yönelirken, kimi ülkelerde uzlaşıya dayalı katılımın birey düzeyinde (Fransa), kimi ülkelerde büyük firmalar (Japonya), kiminde sektörel (Almanya), kiminde ise toplum (İskandinav ülkeleri) düzeyinde görülmektedir (aktaran Özuğurlu, 2003, s. 63).” gerçekleştiği 30 Hakim söylem içerisinden üretim yapan düşünürler, esnek uzmanlaşmanın ekonomik büyümeyi gerçekleştirerek toplumsal refahı artıracağı argümanını savunmaktadırlar. Bir başka deyişle, eski ekonomik modelin öngördüğü kalkınma politikaları terkedilip yerine neo-liberal ekonomik “kalkınma” yerleştirilmelidir. “Bazı yazarlar (örneğin Piore ve Sabel) esnek uzmanlaşmanın sonuçlarıyla ilgili olarak çeşitli senaryolar üretirler. Bunlara göre, gelişmiş ekonomilerin esnek uzmanlaşmaya yönelmeleriyle kitle üretimi Üçüncü Dünyaya ihraç edilecek ve dünya ekonomisinde (özellikle Birinci Dünya ve Üçüncü Dünya arasında) yeni bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi gelişecektir. Ayrıca esnek uzmanlaşmanın Üçüncü Dünya için alternatif bir kalkınma stratejisi olabileceği de düşünülmektedir. Pek çok gelişmekte olan ekonominin temelini oluşturan ‘enformel’ sektörde yoğunlaşmış olarak bulunan küçük ölçekli firmaya dayanan bu tür stratejiler yoluyla dar pazar sınırlılıkları yanında işgücü ve hammadde kıtlığının aşılabileceği öne sürülmektedir (Öngen, 1996, s. 128).” Bu, eski kalkınmacılık modellerine kaynak olan politikaların kalkması, yeni koşullar altında kapitalist yollarla kalkınma stratejisinin değişmesi anlamına gelmektedir. 1950’lerde Prebisch, kapitalist yollarla kalkınma için mukayeseli üstünlükler yaklaşımını reddederken ya da Keynezyen politikaların Üçüncü Dünya’daki yansımaları ithal ikameci model ekseninde korumacı politikalar üretirken, günümüzde “mukayeseli üstünlükler” Üçüncü Dünya için tekrar gündeme getirilmektedir (Özdemir, 2010). 31 Yukarıda içerimleri belirtilen neo-liberal politika setlerinin yayılışı, devlet biçimindeki dönüşüm ile gerçekleşmiştir. 1945 sonrasında Amerikan tüketim normlarının uluslararasılaşması olarak tanımlanabilecek ilk uluslararasılaşma dalgası, böylece esas olarak 1980’ler ile başlayarak dünyaya yayılan “belirli bir devlet biçiminin uluslararasılaşması” ile ikinci bir dalga tarafından takip edilmiştir. Devletin uluslararasılaşması (internationalization of the state) ile neo-liberal politika setlerini uygulayacak devlet merkez kapitalist ülkelerde dönemin hükümetlerince (ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher hükümetleri) veya yapısal uyum antlaşmaları yoluyla (Japonya ve Almanya) yerleştirilmiştir (Özdemir, 2011). Bu ülkelerin dışında kalan ülkeler ise daha baskıcı ve şiddetli dönüşümlere zorlanmıştır. Latin Amerika’da (ve Türkiye’de) devlet darbeleri yoluyla gerçekleşen bu dönüşüm, Orta Doğu ve Afrika’ya yayılışı için Sovyetler Birliği’nin çöküşünü beklemek zorunda kalmıştır. 1990’ların başında Sovyetler’in çöküşü oldukça derinden hissedilecek dönüşümlere yol açmıştır. “İki kutupluluk basit bir silahlı güç dengesinden ötesini ifade ediyordu: İki ayrı uluslararası işbölümü ve iki ayrı anayasal kuruluş. Bu iki ayrı dünyanın kesişme noktasında azgelişmiş ülkeler için bir Üçüncü Dünya’nın imkanı bulunuyordu (Özdemir, 2011, s. 173).” Bu dönüşüm hem küresel sistemin bütününü etkilemiş, hem de çevresel formasyonların merkez karşısında direnme olanağına çok önemli bir darbe indirmiştir. Zira kapitalizmin ihtiyacı olan belirli bir devlet biçiminin yayılması (ve devletin uluslararasılaşması) önündeki en büyük engel kalkmıştır. Uluslararası hukuk da bu eksende yeni bir içerik edinmeye başlamış ve yeni politikalar çerçevesinde araçsallaştırılan bir dil ve kavramlar seti doğrultusunda şekillenmiştir. 1990’lar ile birlikte eski Doğu 32 Bloğu ülkelerinden Yugoslavya’da; Ruanda örneğindeki gibi Afrika’da dönüşümün tohumları atılmış ve bu tohumlar iç savaş şeklinde filizlenmişlerdir. Bu filizlenme, “insani” sıfatıyla gerçekleştirilen dış müdahaleye olanak tanımış, uluslararası hukuk söylemindeki dönüşüm ile de müdahalenin meşruiyeti sağlamlaştırılmaya çalışılmıştır. IMF güdümündeki yapısal uyum programları ile sefaleti perçinlenen Afrika ülkeleri, 1990'lardan itibaren iç savaşlarla karşı karşıya kalmışlardır. Uluslararası hukukun yeni içeriğinin şekillenmesinde etkili olan iç savaşlara (bkz. Chossudovsky, 1999) dünyanın farklı bölgelerinde gerçekleştirilen müdahaleler (Bosna, Irak, Afganistan gibi) ve bu müdahaleler sürecinde açığa çıkan, BM hukukunun devlet biçimini uluslararasılaştıracak dinamikler için yetersiz kalması ve eleştirilmesi gibi olgular eşlik etmiştir (Özdemir, 2011). Üçüncü Dünya bağlamında bir başka gelişme, 1980’ler ile beraber, kalkınmacılığın başarısızlığının ilan edilmesi, kalkınmacılık için yeni bir içerik önerilmeye (ve dayatılmaya) başlanmasıdır. Yeni kalkınmacılık, “demokratikleşme” ve “insan haklarına saygı” gibi yükselişte olan söylemler ile birlikte düşünülmeye; kalkınma, azgelişmiş ülkeler için uluslararasılaşmış devlet biçimine dönüşüm ile aynı anlama gelmeye başlamıştır. Artık ithal ikameci modelin işe yaramadığı ve endüstrileşmenin toplumsal zararları olduğu iddiaları hakim hale gelmiştir. Buna göre, kalkınma retoriğine sırtını dayayan baskıcı devletler, sivil toplumun gelişme yollarının önünü tıkamışlardır. Oysaki kalkınmacılık, demokrasiden ödün verilmeden gerçekleştirilmelidir. İnsan haklarına ve çevreye duyarlı bir kalkınma modeli (bu alanları piyasanın adaletine bırakmak anlamına 33 gelmektedir), azgelişmiş ülkelere formül olarak gösterilmeye başlanmış, bu yola girmeyen (piyasa ilişkilerini toplumsal yaşamın her alanında hakim kılmayan) devletlere müdahale meşrulaştırılmıştır. Bu dönemde, azgelişmişlik ağırlıklı olarak ekonomik göstergelere gönderme yapan bir kavram olmaktan çıkmış, “demokratik olmayan” anlamı kavramın içeriğini doldurmaya başlamıştır. Kalkınma kavrayışının dönüşümüyle paralel bir biçimde, belirli şartları sağlayamayan devletler yetersizlikle itham edilmekte olup, başarının unsurları üretim alanından çıkartılarak kültürel-siyasal bir düzlemde yeniden belirlenmektedirler. “Başarısız devlet” (failed state) ve “haydut devlet” (rogue state) kavramları, bu devletleri tanımlamak için türetilen yeni kavramlar olarak hakim söylem tarafından dolaşıma sokulmaktadır. Yukarıda anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi süreç (yeni emperyalizm) artık tek tek ulus-devletler altında güdülen politikalar yoluyla işlememektedir. Herhangi bir ulus-devletin diğer bir ulus-devleti sömürge topraklarından uzak tutmak yoluyla gerçekleştirdiği emperyalizmden bahsetmek artık mümkün değildir. Buna ek olarak, Sovyetler Birliği'nin yokluğu ve bu yokluk durumunun yeni anlamlar yüklediği küresel kapitalist bir devletin (uluslarüstü siyasi bir otorite olarak da okunabilir) mevcut olmayışı durumu yeni içerik üzerinde esaslı etkiye sahiptir (Özdemir, 2011). Tezin üçüncü bölümünde daha detaylı analizi yapılacak olan “yeni emperyalizm, hegemon devlet başta olmak üzere bir seri devlet içerisinde aynı anda temsil edilen küresel sermayenin yeniden üretimi için gerekli tüm hukuki, siyasi, ideolojik ve iktisadi düzenlemelerin ortak etkisine verilebilecek addır (Özdemir, 2011, s. 171).” 34 Son olarak belirtilmelidir ki, içinde bulunduğumuz dönem, kapitalizmin yegane geçerli sistem olarak kabul gördüğü ve taleplerin ancak sistemin izin verdiği ölçüde radikal olabileceği; hatta çoğu durumda bu taleplerin sistemin bekası için araçsallaştırılabileceği bir dönemdir. Küresel ölçekte yapılan ve büyük oranda desteklenen taleplerin “yönetişim”, “demokrasi”, “insan hakları”, “hesap verilebilirlik” gibi yükselen terimler yoluyla şekillendiğini vurgulamak gerekmektedir. Bu alt başlıkta, yeni azgelişmişlik durumunu belirleyen unsurlar betimlenmiş ve TWAIL’in temel operasyonel kavramı olan Üçüncü Dünya kavramının ortaya çıktığı koşulların özgüllüğü ortaya konulmuştur. Bu şekilde, “Üçüncü Dünya kavramının geçerliliği” konusunda bu alt başlık önemli veriler sunmuştur. İncelediğimiz özgüllük durumunun Üçüncü Dünya’yı mümkün olmaktan çıkaran unsurlar olarak görülüp görülemeyeceği, bir sonraki alt başlıkta ele alınacaktır. 1.3. DEĞİŞEN KOŞULLAR İÇERİSİNDE “ÜÇÜNCÜ DÜNYA” KAVRAMI Soğuk Savaş'ın sonlanmasına rağmen birçok akademisyen/düşünür “Üçüncü Dünya” kavramsallaştırmasını hala analitik bir dayanak noktası olarak kullanmaktadır. Ancak, İkinci Dünya'nın olmadığı bir küresel ortamda, “Üçüncü Dünya”nın analitik bir kavramsallaştırma olarak kullanılmasının ne kadar doğru olduğu tartışmalıdır. Bir üst başlıkta 35 vurgulanan yeni azgelişmişlik durumu düşünüldüğünde, ortaya konulan koşuların “Üçüncü Dünya”yı mümkün olmaktan çıkarıp çıkarmadığı sorusu akla gelmektedir. Tezin ikinci bölümünün üçüncü alt başlığında, öncelikle TWAIL'in “Üçüncü Dünya” kavramsallaştırması üzerinden talepler üretmesi nedeniyle, TWAIL düşünürlerince ortaya atılan “Üçüncü Dünya”nın varlığını mümkün kılan koşul/olgular ile bu kavrama yükledikleri anlam incelenecektir (bkz. Fidler, 2003; Mutua, 2000; Rajagopal, 2006; Okafor, 2005). Diğer bir deyişle, yaklaşımın Üçüncü Dünya’yı tanımlarken kullandığı öğeler belirtilecektir. Beklenebileceği gibi eski “Üçüncü Dünya” kavramsallaştırmasının dayandığı dinamikler değiştiği ölçüde TWAIL tarafından şu anda kullanılan kavramsallaştırma da oldukça şekil değiştirmiştir. Ardından, “Üçüncü Dünya” kavramsallaştırmasını eleştiren ve bu kavramsallaştırmaya şüpheyle yaklaşan görüşlere yer verilecek (bkz. Dirlik, 2010; Harris 1986), kavramın geçerliliği tartışma konusu edilecektir. Chimni (2006, s. 4), “Üçüncü Dünya” kategorisinin bu ülke halklarının dertlerini yansıtmadığının sıklıkla savunulduğunu belirtmektedir. Yazar bu kategorinin “farklı devletler, büyük oranda değişkenlik gösteren kültürel miraslar, oldukça farklı tarihsel deneyimler ve ekonomik süreçlerden (Worsley’den aktaran Chimni, 2006, s. 4)” oluştuğunun reddedilmesinin zor olduğunu vurgulamakla beraber, küresel kapitalizmin bu devletleri bağladığını ve birleştirdiğini -bir bakıma TWAIL tutumuna yaklaşarak yokluk durumundan türetilen tanımın tutarlılığını- savunmaktadır: “Sömürgeciliğin boyunduruğundaki ortak tarihin ve/veya Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın azgelişmişliğinin ve marjinalleştirilmesinin devamının 36 önemi teslim edildiğinde, ‘Üçüncü Dünya’ kategorisi yaşamaktadır (Chimni, 2006, s. 5).” Chimni, uluslararası hukuk dünyasında “Üçüncü Dünya” kategorisinin anlamlı görünmesinin, kategorinin uluslararası hukukun evrenselleştirici soyutlaması nedeniyle farklılıkları yok eden hegemonik politikalarına karşı çıkmak için önemine de vurgu yapmaktadır (2006, s. 5). Okafor (2005, s. 174) ise, Çin, Tayvan ve Singapur ile Bhutan, Moritanya, Jamaika gibi kaynak ve güç bakımından büyük farklılıklara sahip ülkelerin nasıl aynı uluslararası siyasi kategoride yer almaya devam ettiğinin eleştirildiğini ve bu farklılıklar konusunda eleştirmenlerin haklı olduklarını belirtmektedir. Ancak Okafor’a göre, savların ortaya konuluşu yanlıştır. Yazar, önemli olanın, bir grup devlet ve halklarının kendilerini uygun gördükleri tanımlar olduğunu öne sürmektedir. Buna göre, küresel düzlemde tahakküm altına alınma deneyimlerini paylaştıklarını düşünen devletler, benzer şeylerden şikayet ediyorlar ise, her ne kadar belirsiz ve problemli de olsa, kendilerini tanımladıkları kategori gerçektir. Rajagopal, ekonomik ve siyasi güç farklılıklarının Üçüncü Dünya devletleri arasında kolektif hareket olanağını engellediğini öne sürmekle beraber, “Üçüncü Dünya” kavramının “yalnızca ekonomi politik, coğrafya, tarihsel deneyim veya genel ‘gerilik’ ile tanımlanmış devletleri değil, aynı zamanda toplumsal hareketleri de içeren farklı devlet-dışı aktörleri de kapsadığı”nı vurgulamaktadır (2006, s. 148). Chimni ve Anghie, ortak kaleme aldıkları bir başka makalede “Üçüncü Dünya” kavramının “uluslararası sistemin soğuk savaş ve dekolonizasyon ile meşgul olduğu bir zamanda, geniş anlamda, endüstrileşmiş (‘Birinci 37 Dünya’) veya Doğu Avrupa’nın komünist/sosyalist devletlerinden (‘İkinci Dünya’) olmayan ülkeleri tanımlamak için kullanıldığı”nı belirtmektedirler. Ayrıca, “Üçüncü Dünya’nın artık varolmadığı savlarına ve uluslararası sistemde birçok değişikliğin olmasına rağmen, eskiden Üçüncü Dünya devletlerini meşgul eden birçok konunun halen uluslararası toplumu ilgilendirdiği”ni düşündüklerini vurgulamaktadırlar (2003, s. 78). Son olarak, TWAIL yaklaşımının manifestosu niteliğindeki makalesinde Mutua’nın “Üçüncü Dünya” kavramı hakkındaki görüşlerini ele almak faydalı olacaktır: “Üçüncü Dünya gerçektir. O, Batı’daki bazı kişilerin algıladığı gibi, yalnızca Üçüncü Dünya bilginlerinin ve siyasi liderlerinin kafalarında değil; onun acımasızlığını gündelik hayatlarında yaşayanların yaşamlarında vardır (2000, s. 32).” Mutua ayrıca TWAIL’in, önceki kuşak Üçüncü Dünyacı seslerin ve siyasi liderlerin Batı’nın emperyal projelerine karşı araç olarak kullandıkları akademik ve siyasi hareketlerin öneminin postmodern ve postkolonyal bakış tarafından azaltılmasını reddettiğini belirtmektedir (2000, s. 32). Bu nokta özellikle önemlidir çünkü postkolonyal düşüncenin birçok boyutunu düşüncelerinde barındıran bir yaklaşımın kendi teorik tutarlılığını korumak adına postkolonyal düşünceye itirazını göstermektedir. “Benzer tarihsel deneyimler” vurgusu, Mutua’nın çalışmasında da karşımıza çıkmaktadır: “Üçüncü Dünya, daha çok entelektüel ve siyasi bilinçten gelen belirli bir sesin, hemen hemen bütün Avrupalı-olmayan toplumlarda yükselmesini sağlayan benzer tarihsel deneyimler dalgasıdır. Üçüncü Dünya terimi az-gelişmiş, kriz eğilimli, 38 endüstrileşmekte olan, gelişmekte olan, gelişmemiş ya da Güney terimlerinden farklıdır çünkü Avrupalı olan ile olmayan arasındaki karşıt diyalektiği doğru bir biçimde yakalar ve birincisinin ikincisi üzerindeki tahakkümünü tanımlar (Mutua, 2000, s. 35).” TWAIL düşünürlerinin Üçüncü Dünya’nın hala bir gerçeklik olarak ele alınması gerektiğine dair yaptığı yorumlar toparlanacak olursa ilk eksen, Batı karşısında devam eden marjinalleştirme ve tahakküm süreçlerine yapılan vurgu olmaktadır. Batı tarafından belirlenen evrensel değerlerin dışında kalan ülkeler, demokrasi ve insan hakları gibi yalnızca Batılı ülkelerin pratikleri gözetilerek oluşturulmuş kavramlara uymakla yükümlü kılınmıştır. Bu yolla marjinalleştirilen ülkelere, anılan değerler üzerinden baskı uygulanmaktadır. TWAIL düşünürlerine göre karşı karşıya kalınan bu süreçler bir “Üçüncü Dünya” ortaklığına yol açmaktadır. Bu eksene getirilebilecek ilk eleştiri bugün için marjinalleştirme süreçlerine maruz kalanların ortaklığından bahsedildiği takdirde, dünyanın geri kalanının neden bu ortaklığa dahil edilmediğine yönelik olacaktır. Günümüzde uluslararası hukukun dışladığı yalnızca Üçüncü Dünya’nın kültürel değer ve normları değil, aynı zamanda neo-liberal söylemin saldırısı altındaki kolektif (sosyal ve ekonomik) haklardır. Dışlanan bu haklar da yalnızca Üçüncü Dünya halklarını değil, aynı zamanda eski İkinci Dünya ülkelerini, genelde de dünya üzerindeki bütün üreticileri kapsamaktadır. Bununla birlikte dışlama ile dönüştürme pratiğinin beraber yürüdüğü göz önünde tutulursa ikinci eleştiri, dönüşüm için dolaşıma sokulan kavramların yalnızca “Üçüncü Dünya” ülkelerine karşı kullanılmadığı 39 yönünde gelecektir. Örneğin, 1990’ların ortalarından itibaren Afrika ülkelerinin dönüştürülmesinde aktif rol oynayan “demokratikleşme” söylemi, eski “İkinci Dünya” ülkelerini, başka bir deyişle eski Sovyet Bloğu ülkelerini de kapsayacak şekilde kurulmuştur. Bu nedenle, bazı düşünürlerin belirttiği gibi, “Üçüncü Dünya” kavramsallaştırması kullanılarak, mevcut düzende sistemin mağdurlarını kapsayıcı bir dil geliştirildiğini söylemenin ne kadar tutarlı olacağı tartışmalıdır. Ortak bir sömürülme pratiği ve “Batı” karşısında konumlanış üzerinden hala geçerli olduğu belirtilen “Üçüncü Dünya”, sistemin anılan ülke halkları kadar kurbanı olan eski “İkinci Dünya” halklarını dışlayan bir niteliğe bürünmektedir. İkinci eksene göre TWAIL, farklılıklara yapılan vurgu ile birlikte düşünülmesi gereken ortak bir tarih üzerinden Üçüncü Dünya’nın gerçeklik olarak görülebileceğini savunmaktadır. Farklılıklara vurgu yapılmasının temelinde yerel kültürlerin ve değerlerin göz ardı edilmesine karşı gelişen tepki yatmaktadır. Avrupa’nın uluslararası hukuktaki evrenselcilik iddiası ile farklılıkların görmezden gelinmesine karşı TWAIL, bu farklılıkların kutsandığı bir bütünlük olarak Üçüncü Dünya’yı öne sürmektedir. Ancak bu farklılıklar yalnızca Avrupa ile Üçüncü Dünya arasında değil, aynı zamanda Üçüncü Dünya’nın kendi içerisinde de bulunmaktadır. Buna rağmen TWAIL düşünürleri, Üçüncü Dünya’nın gerçekliğini Avrupa karşısında ortaklaşan tarih içerisinden çıkarmaktadır. Burada, postkolonyalizme (ve genel olarak postmodernizme) içkin bir düşüncenin belirleyiciliğinden söz etmek gerekmektedir. Üçüncü Dünya devletleri bağlamında incelenecek olursa bu düşünce, kalkınmacılığın gündemde olduğu dönemde ekonomik gelişme uğruna Üçüncü Dünya 40 devletlerinin, toplumun içindeki farklılıkları bastırdığını; en iyi ihtimalle görmezden geldiğini savlamaktadır (bkz. Rajagopal, 2003; 2006; Fidler, 2003). Bu nedenle sivil toplum içerisinde varolan farklılıkların devlete karşı kendi konumlarını savunmaya başladıkları bir siyasal ortam (bir çeşit radikal demokrasi) arayışı ön plandadır. Ancak bu farklılıkların nasıl bir bütünlük sağlayarak karşısında konumlandıkları baskıcı devleti sınırlayacakları belirsizdir.7 Zira bu hareketlerin eksenini belirleyen kimlik siyaseti, dışlayıcı bir niteliğe sahiptir (Özdemir ve Aykut, 2011). Bununla birlikte baskıcı devletin ortadan kaldırılması gerektiği fikri, günümüzde küreselleşme söylemi ile el ele giden sermayenin yeni birikim modeliyle uyum içerisindedir. Bu bağlam üzerine, postmodernist düşüncenin “muhalif” tavrı ile ilgili olarak bir sonraki alt başlıkta daha detaylı bir inceleme gerçekleştirilecektir. TWAIL de farklılıkların uluslararası hukuk tarafından görmezden gelindiğini öne sürmekte ve bunların uluslararası hukukun baskıcı öznesi olan Batı karşısında savunulması gerektiğini savlamaktadır. Ancak aynı sorun tekrar karşımıza çıkmaktadır. Her bir Üçüncü Dünya ülkesinin kendi içindeki farklılıklara ek olarak bu ülkelerin özgül yapıları düşünüldüğünde kimlik siyasetini benimsemiş toplumsal hareketlerin nasıl bir “Üçünü Dünya” kimliği oluşturacakları (TWAIL’in iddiasına göre halihazırda oluşturdukları) belirsizdir. Üçüncü ekseni ise Üçüncü Dünya devletlerinin ve halklarının kendilerini tanımlayış biçimi oluşturmaktadır. Buna göre Üçüncü Dünya’daki toplumsal hareketlerde de kendini gösteren bir şekilde, bu coğrafyadaki Biyo-iktidarın taşıyıcılarına dönüşmüş bedenlerin bir şekilde bu iktidardan sıyrılacağına; kendi aralarında örgütlülüğü ve izleri doğrudan takip edilemeyen şekilde bir bütünlük oluşturacaklarına dair argümanın Marksist düşünce içerisinden üretilmiş biçimi olarak “çokluk” kavramı için (bkz. Hardt ve Negri, 2011). 7 41 ülkeler Batı’nın kendilerine dayattığı değerlerle tahakküm altına alındıklarını düşünmekte ve bu şekilde bir başka ortaklık unsuru bulmaktadırlar. Bununla birlikte, benzer deneyimlerin yaşandığı görülse dahi, Üçüncü Dünyacı söylemin devam ettiğine dair net bir önermede bulunmak zordur. İçinde bulunduğumuz dönemde küreselleşme söyleminin hakimiyeti büyük ölçüde belirleyici olmaktadır. “Son yirmi yıldır, eski adlandırmayla ‘Üç Dünya’nın arasındaki sınırların, hem seçkinler hem de halk seviyesinde, yıkılışına tanıklık etmekteyiz. Sosyalizmin çöküşü ve biçimsel dekolonizasyon, Birinci, İkinci ve Üçüncü Dünyaların mekânsal olarak yeniden yapılanmasına yol açan koşulları yaratmıştır; sermaye küresel hale gelmiş, ulusötesi olduğu kadar ulusal boyutlarda da insan göçü ve iletişim hızlanmıştır. Bu değişimlerle gelen küreselleşme fikri dünyadaki akademik çevreler arasında anlamsız bir moda haline gelecek ölçüde yoğun bir ilgiyle karşılanmıştır (Dirlik, 2010, s. 1).” “Üçüncü Dünya” hükümetlerinin hakim söylemin taşıyıcısı olma konusunda Batı’dakilerden geri kalır yanı olmadığı gibi, coğrafyadaki toplumsal hareketler de Üçüncü Dünya’ya özgü taleplerden ziyade demokratikleşme ve kimlik siyasetleri doğrultusunda hareket etmektedir. Bununla beraber siyasal İslam’ın etkisinde kendini gösteren gelenekçi/gerici eylemlilik biçimleri de bir Üçüncü Dünya söylemi olarak görülebilecek nitelikte değildir. 42 Sivil toplum ve yeni toplumsal hareketler odaklı olan bu görüş, toplumdaki sınıfsal ilişkileri görmezden geldiği ölçüde, sivil toplumu baskıcı/ceberut devlet karşısında sınıfsal çıkarlarından arınmış garip bir bütünlüğe referansla tanımlamaktadır. Yukarıda da belirtildiği gibi, dışlayıcı (postmodern) kimlikler üzerinden böyle bir bütünlük iddiası tutarsız görünmektedir. Bu kimliklere sığınan toplumsal hareketler, sınıfsal bütünlüğün tektipleştirici olduğu iddiası ile sınıf siyasetini dışlamaktadırlar. “Bütünlük kimi çevrelerce yorumlandığı gibi durağan bir homojenlik gerektirmez, içerdiği kuvvetlerin etkileşimi sonucu sürekli değişme tabidir ve bu kuvvetlerce şekillendirilir. Kapitalizmin merkezinde yer alan ilişki olan sınıf ilişkisi bu devinim mantığı içinde kavranmalıdır. Küresel kapitalizmin ürünlerinden biri ulusötesi sınıflardır ve tüm çelişkileriyle günümüzü konu alan incelemelerde başvurulacak bir çerçeve sağlamaktadırlar. Bu sınıfın varlığının, Birinci ve Üçüncü Dünya arasındaki ayrımı geçersiz hale getirmiş olması doğaldır çünkü artık küresel egemenlikte pay sahibi bir Üçüncü Dünya kapitalist sınıfının var olduğu açıkça ortadadır. Bu da Avrupamerkezciliğin üstüne aşırı şekilde düşülmesiyle üstü örtülen bir başka fenomendir (Dirlik, 2010, s. 30).” Bu üç ana eksenin de işaret ettiği gibi, TWAIL düşünürleri “Üçüncü Dünya”yı birleştiren unsurları Batı karşıtlığı ekseninde kurmaktadır. Karşıtlık ekseninde gelişen, dolayısıyla bir negatif anlatıyı referans olarak kabul eden bu bakış açısına göre, “Üçüncü Dünya” terimi Avrupalı olmayanı imlemektedir. Ancak TWAIL Avrupalı olanın doğal üstünlüğü düşüncesini (Avrupamerkeziyetçiliği) de reddetmektedir. Bu durumda ele 43 almakta olduğumuz yaklaşımın teorik stratejisi (sivil toplum gibi) Avrupa’ya özgün kavramların, Avrupa sahipliğinden soyutlanarak evrenselleştirilmesinden sonra yeniden sahiplenilmesine dayanan bir “İyi” (Badiou, 2006) kurgusu savunmayı gerektirecek, somutta da böyle yapılacaktır. Eskinin Üçüncü Dünyacı taleplerinden farklı talepler içeren ve tarihsel olarak oldukça farklı koşullara dayandırılan kavram, önceki kuşak Üçüncü Dünyacılık ile aynı göstergeye sahip değildir. TWAIL düşünürlerinin belirttiği gibi ortak tahakküm süreçlerine maruz kalma deneyimleri (bu deneyimler birçok eski “Üçüncü Dünya” ülkesi için gerçekten devam ediyor olsa da) üzerinden kurulan bütünlüğe yaslanılması “Üçüncü Dünya” söylemini devam ettirilebilir bir niteliğe büründürebilir. Ancak günümüzde, bağımsızlık mücadelelerinin ve “kalkınma” retoriğinin eski biçiminin hakim olduğu düşünsel evrenden çok uzaktaki bir Üçüncü Dünyacılıktan bahsedilmektedir. Eski Üçüncü Dünyacı talepleri yetersiz bulan ve başarıya ulaşmadığını iddia eden TWAIL, kültürel vurguya daha çok yer veren bir eşitlik ve kalkınma söylemini benimsemiştir. Örneğin Natarajan’a göre, Eski Üçüncü Dünyacılar Üçüncü Dünya ülkelerini güçlendirmek için iç işlerine karışmama ve egemenlik ilkelerine yaslanırken, TWAIL Üçüncü Dünya ülkeleri yerine Üçüncü Dünya halklarının gerçek deneyimlerine dayanarak önemli bir dönüşüm gerçekleştirmişlerdir (2008, s. 66). Bu, Üçüncü Dünya halklarının romantize edilmiş bir görüntüsü üzerinden ortak talepler ürettiği, kendi kültürünü savunduğu varsayımına işaret etmektedir. Eski Üçüncü Dünyacılık toplumun değer ve inançlarını reddettiği için değil, o dönemde bu değer ve inançlar vurgusu sivil toplumcu bir kimlik siyasetinin hakim 44 olduğu bir söylemsel evrende bulunmadığı için böyle görünmektedir. Bu, eskinin Üçüncü Dünya devletlerinin baskıcı olmadığını iddia etmek değil; süreci sivil toplum üzerinden açıklama olanağının bulunmadığını öne sürmektir. “Eğer eski özgürlük mücadelelerinin kültürel kimlikler öne sürmesi bugün için yersiz görünüyorsa, bunun nedeni bu mücadelelerin yanlış amaçlara sapmış olması değil, küresel ilişkilerdeki yapısal dönüşümler nedeniyle, geçmişteki bölünmeleri içeren bu mücadeleler düzeninin, bugünkü durumla ilgisiz kaçmasıdır. Dünya ekonomisi artık yerküreyi tamamen farklı sınırlara ayırmışken, Üçüncü Dünya mücadeleleri ve antikolonyal mücadelelerden bahsedilmesi bir anlam taşımamaktadır (Dirlik, 2010, s. 41).” Diğer yandan yaptığımız saptamanın amacı ve hedefi eski Üçüncü Dünyacılığı savunulabilir bir program olarak betimleyip önermek değildir. Zira eski “Üçüncü Dünya” kavramı da baskın ideoloji tarafından yeniden biçimlendirilip sahiplenilmiştir (Harris, 1986, s. 185). Ancak şimdiki Üçüncü Dünyacılık ile belirlenecek farklılıklar, kavramın günümüzde kullanımının tutarsızlığına da işaret edecektir. Eskinin Üçüncü Dünyacılığı, Üçüncü Dünya ülkelerinin kendi toprakları üzerinde mevcut toplumsal zenginlikleri kolektif olarak sahiplenebilmesi ekseninde gelişmiştir. Bir başka deyişle eski Üçüncü Dünyacılık ilgili ülkelerdeki kolektif mülkiyetin piyasalar dolayımıyla özel mülkiyete dönüştürülmesini yer yer ve kısıtlı ölçülerde engelleme sonucu doğuran ulusal politikaları desteklemektedir. Anılan gayrı-metalaştırıcı (Yücesan- 45 Özdemir ve Özdemir, 2008) politikaların uygulanabilmesinin ön koşulu Soğuk Savaş döneminde dünya gücü seviyesinde bulunan Sovyet varlığıdır. “Üçüncü Dünya kavramı, onu meydana getiren koşullar ortadan kalktığı halde ve son yıllarda gerçekleşen düşünsel değişim onun yeniden tenkit edilmesine yol açmışken neden hala akademik, basına ait ve siyasi söylemlerin içinde var olmaya devam etmektedir? Bu kavramın içsel bir tutarsızlığa ve bir artakalmışlığa sahip olduğunun uzun süredir farkındayız. Ancak kapitalizm ve komünizm (Birinci ve İkinci Dünya) arasındaki karşıtlığın biçimlendirdiği küresel ayrımlar sürerken, bu kavram en azından göndergesel (referential) bir anlam taşıyormuş gibi görünüyordu. Sosyalist devletlerin yok oluşuyla, Üçüncü Dünya’ya bir anlam bahşeden yapısal koşullar da ortadan kalktı. Artık İkinci Dünya diye bir şey ortada yokken, bir Üçüncü Dünya’dan bahsetmek en azından sayısal bir absürtlüğe yol açmaktadır. Bu koşullar altında, bu kavramın hala varlığını sürdürüyor olması, yeni dünya halini cesaretle karşılama hatasına düşülüşü, düşünsel alışkanlık ya da uyuşukluk ve hatta dünyanın geçmişte aldığı biçimlere duyulan özlemden başka neyle açıklanabilir? (Dirlik, 2010, s. 247-248).” Dekolonizasyon ve “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” tartışmaları, büyük ölçüde Sovyetler Birliği’nin yarattığı itkilerin etkisiyle gerçekleşebilmiştir. Bu itkinin varolması için Sovyetler Birliği’nin aktif önlemler alması gerekmez. Yalnızca varolduğu ve küresel bir karşıt-güç olduğu ölçüde, kapitalizmin fütursuzca hareket etmesinin önüne engeller koymuştur. 46 “Her şeyden önce, Birinci ve İkinci Dünyalardan ayrı bir Üçüncü Dünya düşünülemez. İkinci Dünya, azgelişmiş ülkeler toplamı olmaktan fersah fersah öteye geçip politik program ve talepleri ile kendisini var eden Üçüncü Dünya’yı imkân dahiline sokan siyasi, ideolojik ve iktisadi kaynaklar sunarak dünyanın bölümlenmesine müdahale etmiştir. Onun yokluğunda bir Üçüncü Dünya’dan bahsetmek mümkün değildir. Onun yokluğunda Batı’nın küresel hegemonyasına karşı çıkışın temelleri ortadan kalkacaktır. Onun yokluğunda, menfaatini Batı’lı devletler içerisinde temsil ettiren güçlü gruplar karşısında talepler üretip siyasal iktidara dönüştüren insan gruplarının Üçüncü Dünyası da yoktur. Kendisini oluşturan ideolojileri, politikaları ve iktisat programlarıyla bir Üçüncü Dünya yoktur (Özdemir, 2011, s. 151).” Sovyet sonrası dönemde hiyerarşi karşıtlığı ekseninde Üçüncü Dünya'nın Batı karşısında ortak menfaat sahibi olduğu iddiasını ortaya atan Fidler (2003, s. 58-59), yukarıda yeni dönemin özelliklerini açıklarken vurguladığımız iki noktayı göz ardı etme eğilimindedir: sınıfsal temsil dinamikleri ve devletin uluslararasılaşması olgusu... Bu iki nokta, tezin son bölümünde TWAIL’e yöneltilebilecek eleştirilerin arka planı anlatılırken daha detaylı incelenecektir. Bu alt başlıkta, “Üçüncü Dünya” kavramının analiz için ya da en azından talepler üretebilmek için hala tutarlı bir varlığının bulunup bulunmadığı tartışılmıştır. Gelinen noktada belirtilebilir ki, kavram düşünsel alanda kullanılmaya devam ediyor olsa dahi onu oluşturan koşullar ile birlikte kavramın kendisi de ilk halinden oldukça farklıdır. Yaklaşımın adında 47 varolduğu haliyle kavramın yeni biçimini de belirleyen öğelerden biri olarak politik iktisat yerine kültürelciliğin teorik hesaplara dahil edilişi olarak tanımlayabileceğimiz TWAIL tutumunun analizine geçilebilir. 1.4. EKONOMİ POLİTİK YERİNE KÜLTÜRELCİLİĞİN ÖNE ÇIKMASI TWAIL'in taleplerini dile getirdiği dönem piyasanın üretimin koordinasyonunda yegane belirleyici mekanizma haline geldiği bir dönemdir. Liberal korporatist birikim modelinin çöküşü ile birlikte sosyal politikanın gayrı-metalaştırılması (decommodification) yoluyla yeniden üretimin koşullarını sağlayan kamu harcamalarının yerini tümüyle piyasa mekanizmaları almıştır. Bunun bir uzantısı olarak, devletin sivil toplumdan elini eteğini çekmesi talepleri ile piyasanın “adalet”ine sınırsız bir güven tesis edilmeye çalışılmaktadır. Böyle bir dönemde, (yaklaşımın öncüllerinden olan postkolonyalizm gibi) muhalif duruşunu üretim ilişkilerinin analizi yerine kültür alanından oluşturan TWAIL’in sürece karşı çıkmak için gerekli araçlardan yoksun olduğu öne sürülebilir. Bu alt başlıkta TWAIL yaklaşımının teorik geri planını oluşturan postkolonyal düşüncenin ve bununla bağlantılı olduğu ölçüde postyapısalcı siyaset felsefesinin temel önvarsayımları eleştirel bir bakışla ele alınacaktır. Bu eleştirel okuma, TWAIL yazarlarının ürettiği bilginin sınırları dolayısıyla açıklanamayan unsurları da tespit edecektir. 48 Postkolonyalizmin esas belirleyeni, ekonomi politik yaklaşım yerine söylem dışı alanla bağlantısı (dolayısıyla ekonomi politikle irtibatı) koparılmış türden bir kültürelcilik kullanarak uluslararası alandaki eşitsizlikleri anlamaya çalışmasıdır. Kültürelcilik üzerinden yapılan bir tarih okuması da, küresel karşıtlıkların sınıfsal temellerde değil, sivil toplumun bağrında, baskı altına alınmış kimliklerde aranmasıyla ilişkilidir. Başka bir deyişle, sivil toplum ve kimlik siyasetinin tercih edilmesi, politik iktisat yerine kültürelciliğin öne çıkmasının ardında yatan öncelikli sebeptir. Kapitalizm ile doğrudan bir sorunu bulunmayan, kapitalist üretim ilişkilerini analiz etmeyerek Avrupa merkeziyetçiliğin bu ilişkilerle arasındaki bağlantıyı görmezden gelen -TWAIL’in teorik öncüllerindenpostkolonyalizm için bu tercih anlaşılabilir hale gelmektedir. Postkolonyal düşünceye göre, küresel çaptaki eşitsizliklerin kaynağında Avrupa tarafından “ötekileştirilen” kimliklerin sesini duyuramaması, kendilerini ifade etme olanaklarının baskılanması yatmaktadır. Bununla birlikte, Avrupa’nın tahakkümüyle karşı karşıya kalan kitlelerin neden böyle bir dışlanmaya maruz bırakıldıkları sorusuna verilecek cevaplar, kültür alanından türetilmektedir. Buna göre, Avrupa kendi kültürel değerleri ve pratiklerinin dünyanın geri kalanından üstün olduğu savından hareketle, “modernleştirme” adı altında kendi dışarısını sömürgeleştirme hakkını kendinde görmektedir. Bu argümanın küresel eşitsizlik sürecinde önemli noktaları yakaladığı kabul edilebilir. Ancak, süreç bu şekilde okunduğu takdirde, Avrupa’nın uyguladığı tahakkümün ve sömürme pratiklerinin altında yatan üretim ilişkileri görünmez kılınacaktır. Bu da, sınıf ilişkisinin dışlanması ile Avrupa tarafından gerçekleştirildiği öne sürülen “ötekileştirme”nin (karşı 49 taraftan) sahiplenilmesi ve anılan “öteki” kimliklerin savunulması dışında herhangi bir çare bırakmamaktadır. “Postkolonyal argüman geçmişin ve günümüzün daha önceki liberal yorumlarını aşmak şöyle dursun, tıpkı bu yorumlardaki gibi, ezilenlere kendi maruz kaldıkları ezilmenin suçunu yüklemiş ve bunu sırf onların öznelliklerini olumlamak adına yapmıştır. Tüm bunların sonucu olarak postkolonyalizmin, kapitalizmin kültürel kurumlarınca böylesine çabuk kabul görmesi ve desteklenmesi kulağa pek de şaşırtıcı gelmemektedir (Dirlik, 2010, s. 8).” “Öteki” kimliklerin üzerine inşa edilen bir tarih okuması (maduniyet çalışmalarında kendini gösterir) ve çözüm üretme çabası, ezilenlerin öznelliklerini olumlamak adına- ellerindeki gerçek muhalefet imkanlarını yok etmektedir. Postkolonyalizm, Avrupamerkezci bir ideolojinin karşısına yine onun araçlarıyla çıkarak (onunla karşı-özdeşleşerek), onun kırılması yolunda gerçekleştirilebilecek eleştirel üretimi dışlamaktadır. “[Postkolonyal] epistemolojinin çıkış noktası, sosyal ilişkiler yönünden (pek de özgün olmayan) genel bir kimlik teorisi değil, etnik ve ırksal ilişkiler temelinde oldukça özgül sosyal ilişkilerdir. Postkolonyal epistemolojinin etnik, milliyetçi ve ırkçı özcülüklerle mücadele etme niyetiyle hareket ederek diğer ilişkileri gölgede bırakma pahasına bu özcülüklerde adı geçen ilişkileri ön plana alması ironik bir durumdur (Dirlik, 2010, s. 25).” 50 Üretim ilişkileri analiz dışı bırakıldığında, postkolonyal eleştirinin karşısında yalnızca Avrupa (ya da Batı) öznesi bulunmakta, kapitalizmin yarattığı yapısal eşitsizliklere karşı herhangi bir eylemlilik öngörülmemektedir. Bu şekilde yerel ve kültürel değerler ile normların savunusu esas hale gelecek, eleştiri bu değerlerin içerilmesini sağlayacak bir çoğulculaşma hedefine yönelecektir. “Postkolonyalist argümandan çıkan siyasi ve sosyal çözümler, yani çokkültürcülük ve ırksal ve patriyarkal tahakküme karşı çeşitlilik gibi tezler, yeni sosyal ve siyasi durumla örtüşmektedir. Bununla beraber, postkolonyalistler Avrupamerkezciliğe odaklanarak, Avrupamerkezci iktidar ile kapitalizm arasındaki yapısal bağları dışlamaktadırlar. Ayrıca kapitalizm tartışmasını ekonomi politik alanından kültür alanına kaydırarak, radikal kapitalizm eleştirilerine karşıt bahaneler sunmaktadırlar (Dirlik, 2010, s. 8).” Ekonomi politik analizin yerine kültürün ön plana çıkmasının sonuçları üç ana eksende incelenebilir. İlki, kapitalist üretim ilişkilerinin ve buna bağlı olarak sınıfsal etkiler ile sorunların analiz dışı bırakılmasıdır. İkincisi, ekonomi politikten boşaltılan eleştirel alanın kültürelcilik ile doldurulması ve bu anlayışın küresel çapta yaşanan eşitsizliklerin büyük bir bölümünü göz ardı etmesidir. Üçüncüsü de, postkolonyal çalışmaların (aynı zamanda TWAIL’in) sık sık kullandığı emperyalizm kavramının içinin boşaltılması, kavramın yalnızca kültürel tahakküm ilişkilerini işaret etmesidir. Eleştirel duruşunu sınıf ilişkilerinin görmezden gelinmesi üzerine kuran postkolonyal (ya da genel olarak postmodernist) düşünce, kapitalizmin 51 dinamiklerini açıklama araçlarından yoksun olduğu ölçüde, küresel eşitsizlikleri de kavramakta güçlük çekecektir. “Postkolonyal eleştirinin yetersiz kaldığı noktalardan biri onun, postkolonyalizmin kendisinin, özellikle de Küresel Kapitalizmin, yapısal koşullarına başvurulmadan anlaşılamayacak sınıf ilişkilerini inkar etmesidir. Postkolonyalizm, tam olarak, hem Üçüncü Dünya toplumlarının Birinci Dünya toplumlarıyla ilişkileri yönünden hem de ulusötesi kapitalizmin etkisi altındaki küresel sınıf ilişkileri yönünden kavranabilir: Sınıfların ulusal sınırların ötesine geçmiş olduğu bir durumda, sınıf-içi çelişkilerin ifadesi olarak. Etnisiteler, kültürler, vs. farklı biçimlerde de kavranabilir ve farklı değerlendirmelere tabidirler. Yakın zamanda ortaya çıktıkları halleriyle, ulusötesi bir sınıfın içinde birbiriyle çatışan erklenme iddialarını temsil ederler. Yine de, bu sınıfın, ona bu tanımı kazandıran ve adlarına söz söyleme iddiasında olduğu sosyal art bölgelerle arasına mesafe koyan, mevcut yapısal durumdaki ortak çıkarları yönünden ayırt edilmesi gerekmektedir (Dirlik, 2010, s. 11).” Kültürel öğelere aşırı yoğunlaşma sonucunda sınıf ilişkilerinin kültürel ve yerel sorunlarla eklemlenmesi üzerine söylenecek sözlerin tamamını reddeden postkolonyalizm, Avrupamerkezci düşüncenin ötekileştirdiği kimlikleri Marksizmin de görmezden geldiğini savlamaktadır. Oysaki üretim ilişkilerinin analizini ekonomi politik perspektiften gerçekleştiren Marksizm, bu kimlikler ile ilgili sorunların sınıf ilişkileri göz ardı edilerek açıklanamayacağını ve çözüme kavuşturulamayacağını savunmaktadır. 52 “Şimdiye kadar izini sürdüğüm gelenekte [Marksizm’de] kültür, cinsiyet, dil, ötekilik, farklılık, kimlik ve etnisite sorunları, devlet gücü, maddi eşitsizlik, emeğin sömürülmesi, emperyal yağma; kitlesel siyasi direnme ve devrimci dönüşüm sorunlarından ayrılamaz. Eğer sonuncuları, birincilerden çıkarırsanız elinizde, günümüzdeki post-sömürgecilik teorisine benzer bir şey kalır (Eagleton, 2011, s. 246).” Ekonomi politik perspektifin boşalttığı alan kültürelcilik ile doldurulmakta kültür sorununa indirgenen (küresel ve) toplumsal dinamiklerin bu şekilde anlamlandırılıp çözüme kavuşturulacağı iddia edilmektir. Dirlik, kültürelciliğin; “metodolojik olarak sosyal ve tarihsel sorunların, soyut kültür sorunlarına indirgenmesi çevresinde belirginleşen düşünsel yönelimler bütünü olduğu ve bu nedenle sadece toplumlar arasındaki hegemonyacı ilişkilerin meşrulaştırılmasından değil, aynı zamanda toplumların içindeki sömürü ve baskı gibi hegemonyacı ilişkilerin bulanıklaştırılmasından da sorumlu olduğu”nu ileri sürmektedir (2010, s. 54).” Bu açıdan bakıldığında postkolonyal eleştiri çözüm sunmak bir yana, küresel ve toplumsal ilişkilerin barındırdığı eşitsizlik durumunun analizini olanaksızlaştırmaktadır. Bu şekilde hakim bir “eleştirel” söylem olarak kendisini sunabildiği ölçüde de ezilenler için çözüm olmamakta; eşitsizlikleri derinleştirmek için kapitalizme olanak tanımaktadır. “[K]ültürelcilik düşüncesi potansiyel olarak birbiriyle çelişen pratik olasılıklarını barındırdığı için, onun sosyal bağlama 53 başvurmadan soyut düşünceler seviyesinde tartışılması sadece düşünsel bir kafa karışıklığına yol açmaz, aynı zamanda sosyal bir sorumsuzluk örneğidir (Dirlik, 2010, s. 53).” Kültür sorununa indirgeme konusunda, yukarıda ekonomi politik yaklaşımın terkedilmesinin sonuçlarından üçüncüsü olarak belirtilen emperyalizm kavramının postkolonyalizm tarafından kullanımına bakmak faydalı olacaktır. Postkolonyal düşüncenin ve TWAIL’in emperyalizm anlayışları, hem Marksizm hem de bir önceki kuşağın Üçüncü Dünyacılarından farklıdır. Avrupa’nın “öteki”si kimliğine dayandırılan postkolonyal düşünce ile ortaklık içerisinde TWAIL düşünürlerinin emperyalizm kavramsallaştırması kültürel içerimlerin ağır basmasıyla diğerlerinden ayrıştırılabilir (bkz. Fanon, 2007; Said, 2010). TWAIL’in emperyalizmi kendi argümanlarının aksine (bkz. Mickelson, 1998) kültür ve ekonomi alanlarını ayrıştırmasından kaynaklanmaktadır (bkz. Anghie, 2005; Natarajan, 2008) Batı tahakkümünün sermaye birikimi süreçlerinden ayrılması ile kendini gösteren kültürel emperyalizm, TWAIL’in “emperyalizm” olarak işaretleyip karşı çıktığı şeydir. Bu noktada, postkolonyal düşünce ile uyum içerisindeki TWAIL düşünürlerinin emperyalizm kavrayışlarına yer verilebilir. Natarajan’a göre emperyalizm “iktidarın askeri, ekonomik, ırksal ve kültürel hegemonya ile kurnazca ve karmaşık bir düzenlemesidir.” Birçok TWAIL düşünürüne göre emperyalizm dekolonizasyon sonrasında Batılı devletler ile Üçüncü Dünya arasındaki ilişkileri tam olarak tanımlamaktadır. Resmi sömürgecilik sonlansa dahi, emperyalizmin devamından söz edilebilir. 54 Ancak, emperyalizm kavramının Batılı devletler ile eş tutulabilecek bir coğrafi çağrışımı bulunmamaktadır. Emperyalizm, farklı birleşimlere sahip olabilen hegemonik bir kavramdır (2008, s. 60). Rajagopal (2006), uluslararası hukuk bağlamında emperyalizmin yalnızca güçlü olanın geri kalanlara (the rest) iradesini dayatması değil, aynı zamanda geri kalanların hukuk aracılığıyla baskının gerekliliği ve meşruluğunu içselleştirmeleri anlamına geldiğini savunmaktadır. Anghie ise başka bir düşünürden yaptığı alıntıyla emperyalizmi tanımlamakta ve “emperyalizm” ve “sömürgecilik” terimlerini birbirinin yerine kullandığını belirtmektedir. Buna göre emperyalizm, “bir devletin başka bir politik toplumun politik egemenliğini etkin biçimde kontrol ettiği, resmi veya gayrı-resmi, ilişkidir. Güç kullanımı; siyasi işbirliği; ekonomik, sosyal ve kültürel bağımlılık üzerinden elde edilebilir. Emperyalizm, basitçe bir imparatorluk kurulması süreci ve politikasıdır (Doyle’dan aktaran Anghie, 2005, s. 11).” Görülebileceği gibi, TWAIL düşünürlerine göre emperyalizm kavramı “baskınlık durumu”ndan ötesini işaret etmemektedir. İronik olarak, bu yaklaşım kendisinin karşısında olan burjuva milliyetçi söylem ile aynı dil ve teorik tutumu sergilemektedir. Sermayenin devlet içindeki temsili, ilkel birikim süreçleri, üretilen artı-değere el konulması gibi içeriklere sahip olan, Marksist emperyalizmin ekonomi politik yaklaşımla ortaya koyduğu emperyalizm kavramından oldukça farklıdır; iki özne (Batı ile “öteki”) arasındaki ilişkiye indirgenmiştir. Yukarıda bahsedilen ekonomi politik perspektifin yerine kültürelciliğin yerleştirilmesi durumu, eleştirinin aldığı yeni biçimle ilgilidir. Artık sınıfsal 55 temeller üzerine herhangi bir eleştirel duruş inşa edilmeyecek, bunu yapanlar da yetersiz ve indirgemeci olarak görülecektir. Postkolonyalizm, bu yeni eleştirellik iddiasına meşruiyet zeminini Marksizmin dar/yanlış bir okumasında bulmaktadır. Diğer bir deyişle, Marx’a yöneltilen eleştirilerin postkolonyalizmin kendi duruşunu meşrulaştırmak maksadıyla yaptığı bir okumadan çıkarıldığı belirtilebilir. Benzer bir okumayı TWAIL düşünürlerinin de gerçekleştirdiğini söylemek mümkündür (bkz. Rajagopal, 2003; Natarajan, 2008). Marx’ın yazılarında, kendisinin içinde bulunduğu dönemi analiz ederken kullandığı öğelere (bu öğelerin de yalnızca bir kısmına) gönderme yapılarak Marx’ın Avrupamerkezci ve erekselci bir düşünür olduğu savunulmaktadır. Ancak, Marx’a yönelik bu eleştirilerin kabul edildiği varsayılsa bile8 günümüzde Marksizmin dolaşıma soktuğu eleştirel araçların Marx’ın dar bir okumasına referansla dışlanması anlamsızdır. Eagleton’a göre, “Marx’ın sömürgecilik hakkında olumlu konuşması bir ulusun, öbürünü hor görmesini beğendiği için değildi. Nedeni, aşağılayıcı ve iğrenç diye düşündüğü bu tür baskıların ‘azgelişmiş’ dünyaya kapitalist modernitenin girişiyle bağlantısı olmasıydı. Bu da, o dünyaya sadece bazı yararlar sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda sosyalizmin yolunu da hazırlayacaktı. (…) O halde Marx da sömürgecilikte bazı ‘ilerici’ eğilimleri sezmiş olabilirdi. Ama bu, onun Hindistan’da ve başka yerlerde sömürge yönetiminin ‘barbarlığını’ kınamasına ya da 1857 büyük Hint Ayaklanması’nı coşkuyla karşılamasına engel olmadı. (…) Postkoloniyalist yaklaşımın Marksizme içkin Avrupamerkeziyetçilik eleştirilerinden farklı bir şekilde Marksizm’in Avrupamerkeziyetçilik eleştirisi için (bkz. Akbulut, 2007, s. 128-145; Blaut, 1999; 2000). 8 56 Gerçekten de Aijaz Ahmad’ın dile getirdiği gibi 19. Yüzyılın hiçbir Hintli reformcusu Hindistan ulusal bağımsızlığı konusunda Marx kadar açık bir tavır koymamıştır. (…) [Marx,] daha önceki şoven tavrını düzelterek, ister ‘tarihleri olmasın’, ister olsun, sömürgelerdeki ulusal özgürlük mücadelelerini desteklemiştir. Başka bir ulusu ezen bir ulusun kendi zincirlerini de oluşturduğundan İngiltere’deki emin sosyalist olarak İrlanda’nın devrimin bağımsızlığının önkoşulu olduğunu düşünmüştür. Komünist Manifesto’da işçi sınıfı ile efendileri arasındaki çelişki önce ulusal mücadele biçimini alır, demiştir (2011, s. 243-246).” Üçüncü Dünya ülkelerindeki kurtuluş mücadelelerine ilham kaynağı olan Marksizmin postkolonyal düşünce (ve TWAIL) tarafından reddedilmesi, Üçüncü Dünyacı tavrın değişiminde önemli bir değişkendir. Postkolonyalizm tarafından Üçüncü Dünya devletlerinin bağımsızlık mücadeleleri sonrasında benimsediği ekonomik kalkınma modellerinde, toplumdaki belirli kimlikleri dışladığı ve baskıladığı iddiası, Sovyetler Birliği’ne getirilen eleştirilerle birlikte ele alınmaktadır. Hem Üçüncü Dünya devletlerinin hem de Sovyetler Birliği’nin eleştirisine aşırı yoğunlaşmış olan bu görüş, sosyalizm ihtimalini gözden çıkarmış ve yarattığı olanaklara sırtını çevirmiştir. Oysaki “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” tartışmalarının Sovyetler Birliği’nin varlığı ve Lenin’in teorik katkılarının (Lenin, 1993; 2007) etkisiyle biçimlendiği akıldan çıkarılmamalıdır. Lenin’in düşüncesine göre “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” ilk elde toplumun kendi emek gücü ve doğal kaynakları üzerindeki kolektif hakimiyetinden bağımsız 57 düşünülemez.9 Bununla birlikte, bağımsızlık mücadelelerinin zeminini oluşturan bu hak kavrayışının Lenin’in “en zayıf halka” teorisi bağlamında pratik içeriğinden ayrılmaması gerekmektedir. Lenin’in bağımsızlık hareketleri sonrasında kurulan burjuva devletlerine sırt çevirmemesinin (Bowring, 2008) nedeni, bu eksende anlaşılabilir. “Marksizmin Üçüncü Dünya kurtuluş hareketlerine, yabancı kapitalist sınıfın yerine yerlisinin geçmesinden daha yapıcı önerileri oldu. Ayrıca ulus saplantısının ötesine geçerek daha enternasyonalist bir bakış açısı ortaya koydu. Marksizm, Üçüncü Dünya denen ülkelerdeki kurtuluş hareketlerini desteklediyse de aynı zamanda onların burjuva milliyetçisi değil, enternasyonalist sosyalist bir ufkunun olması gerektiği konusunda ısrarcı oldu. Çoğunlukla bu ısrara kulak asılmadı (Eagleton, 2011, s. 241).” Postkolonyalist eleştirellik, Marksist eleştirel ekonomi politik yaklaşımı reddederek hakim söylemi meşrulaştırma noktasına gelmiştir. Bu durum, kapitalizmin 1960’ların sonları ve özellikle 1970’ler ile kendini açığa çıkaran krizi sonrasındaki dönüşümü ile ilişkilidir. Hakim söylem hem Marksizmin görünmez kılınmasını sağlamaya çalışmış, hem de Marksizme dayanan devrimci söylemlerin dışlanması amacını taşımıştır. “Post-sömürgecilik teorisi, ulusal kurtuluş mücadelelerinin az çok sönümlendiği geç 20. Yüzyılda ortaya çıktı. Bu akımın kurucu eseri Edward Said’in Orientalizm [2010] kitabı tam da Leninist anlamda “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”nın pratik yönelimlerinin önemini belirtmek gerekmektedir. Ancak, anılan hakkı yalnızca pratik bir meseleye indirgeyerek Wilsoncu kavrayış ile farklı perspektiften de olsa aynı anlama geldiğini iddia etmek (bkz. Wallerstein, 2009) doğru değildir. Lenin’in bir hak olarak öne sürdüğü haliyle “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” pratik olduğu kadar teorik alanda da bir müdahaledir. Dönemin ABD Başkanı Wilson ise, Birinci Dünya Savaşı sonrasında parçalanan imparatorluklarla sınırlı olmak kaydıyla bu kavramı bir prensip olarak kurgulamıştır. 9 58 kapitalizmin Batı’daki keskin krizinin Batı’nın devrimci ruhunu gerilettiği 1970’lerin ortasında basıldı. Bu açıdan Said’in kitabının son derece anti-Marksist olması anlamlıdır; bir bakıma devrimci mirası korurken bunu bir diğeriyle değiştirmekteydi. Bu, post-devrimci dünyaya uygun düşen post-devrimci bir söylemdi (Eagleton, 2011, s. 246-247).” Bu bağlamda -hakim söylemin dönüşümüyle ilişkili olarak- kültürelciliğin ön plana çıkışı ile kapitalizmin gelişimi arasında bir bağlantı kurulabilir. Yeni sermaye birikim modeli neticesinde üretimde kültürel öğelere verilen önem ve bu çerçevede hakim olmaya başlayan anlayış ile sermaye birikimi farklı kültürleri dışlamak yerine onları içeren, onlara alan tanıyan bir biçime bürünmüştür. Buna ek olarak emek sürecindeki esnekleşme ve güvencesizleşme, liberal korporatist dönemde emeğin elde ettiği kazanımların tamamını silmeye odaklanmıştır. Piyasa ilişkilerinin hayatın her alanında hakim kılınmaya çalışıldığı bu süreçte, üretim ilişkilerinin analizini yapmak toplumsal dinamikleri anlamada bir yöntem olmaktan uzaklaşmaya başlamış, yerine piyasa mekanizmalarını meşrulaştırmaya fırsat tanıyabilecek analiz biçimleri ön plana çıkmıştır. Zira üretim ilişkilerinin nesnelliğinden hareket eden yaklaşımlar içerisinden piyasanın meşrulaştırılma imkanı bulunmamaktadır. Kültürelciliğin öne çıkışının arkasında yatan nedenler bu şekilde belirtildiğinde, anılan analiz biçiminin neden diğerlerine tercih edildiği de az çok açığa çıkacaktır. Kültürelcilik, piyasa ile barışık bir cemaatçiliğin teorik imkanlarını sunmaktadır (Özdemir, 2011). 59 Piyasa ilişkilerinin meşrulaştırılması yolunda postkolonyal düşüncenin hakim söylemle başka bir ortaklığı da Aydınlanma düşüncesine karşı giriştiği eleştiri ekseninde bulunabilir. Dirlik’e göre, “Aydınlanma’nın ussalcılığı sadece Avro-Amerikan olmayan düşünce biçimleriyle değil (tüketici ya da üretici olarak) bireyin şekillendirilebilir olmasına ihtiyaç duyan ve ussallığı bunun karşısında bir engel olarak gören günümüz kapitalizminin talepleriyle de uyuşmamaktadır. Aydınlanma’ya saldırmaları nedeniyle, burada da postkolonyalizm ve genel olarak postmodernizm, günümüz Küresel Kapitalizmi ile örtüşme içindedir (2010, s. 10).” Kapitalizmin içinde bulunduğumuz döneminde sınıfsal kimliklerin rafa kaldırılma çabası hakim durumdadır. Liberal-korporatist dönemde anayasallaşan emek, 1980’lerden sonra hukuki ve siyasi alandan çıkarılmaya çalışılmaktadır. Böyle bir dönemde, postkolonyal (genel olarak da postmodernist) eleştirinin sürece uygun bir biçimde, sınıf ilişkilerini görmezden gelmesi, kapitalizmin ideolojik yayılışına katkı sağlamaktadır. Süreci meşrulaştırmakla beraber, kapitalizmin karşısında durmak yerine, yeni bir eleştirel duruşu hakim kılmaya çalışan postkolonyalizm, ezilenlerin elindeki gerçek muhalefet olanaklarını da yok etmektedir. Kolektif kimliklerin bütünleştirici ve tektipleştirici olduğu savıyla, dışlayıcı ve bireysel kimliklerin kutsanması yoluna gitmektedir. Bu şekilde, yeni toplumsal hareketlere de zemin oluşturma, onların taleplerini dile getirme iddiasında olan postkolonyalizm, gerçekte kapitalizm karşısında suni bir eylemlilik yaratmaktadır. Zira teorik alanda ürettiği çözümler, kapitalizmin kendini yenilemesinde kullandığı araçlara dönüşmektedir. 60 “Postkolonyal eleştiri, bir savlar enflasyonuna ve gem vurulmamış genişlikte faaliyet alanına sahip kültürel eleştirinin, sonunda eleştirel enerjisini harcayarak nasıl eleştirel olmayan ve kendi getirdiği yeniliğin narsistçe kutlanmasından ibaret bir şeye dönüşebileceğine bir örnektir. Atası olan postmodernizm gibi postkolonyalizmin de düşünsel kökleri, Avrupamerkezci modellerin (hem liberal hem de Marksist biçimlerindeki) keskin sınırlandırmalarına karşı bir başkaldırı olan postyapısalcılıktan gelmektedir. (…) Postkolonyal eleştiride (ve genel olarak postmodernizmde) erekselliğin reddedilmesi, Avrupamerkezci modernlik karşısında seçenekler sunulabilmesi imkanının yolunu açan, geçmişte susturulmuş ya da tarihten dışlanmış olanlara söz hakkı veren düşünsel bir yer yaratmıştır. Ancak; diğer taraftan aynı postkolonyalizm, kolektif kimlikle ilgili savların gerçeklik olasılığını yadsıyarak, bahsedilen seçeneklerin altını oymuştur. Teori ortaya ne sunduysa, geri almıştır hem de sunar sunmaz! (Dirlik, 2010, s. 6-7)” Marksist eleştirelliğin reddedilmesiyle birlikte hakim hale gelen postmodernist (ve postkolonyal) düşünce anaakım fikir grupları karşısında konumlanma iddiasındadır. Kültürelciliğin ekonomi politik yaklaşımın yerine tercih edilme nedenleri bu şekilde ortaya konulduğunda, yeni eleştirelliğin anaakımın ne kadar dışarısında kalacağı şüpheli görünmektedir. TWAIL’in de kendi eleştirelliğini kültürelcilik üzerinden inşa ettiği düşünülürse, muhalif olma iddiasının ne kadar gerçekçi olduğu tartışmalıdır. Bu alt başlıkta yürütülen tartışmanın, bir sonraki bölümde TWAIL’in genel özellikleri belirtilirken bir zemin hazırlayacağı 61 umulmaktadır. Alt başlığı takip eden kısımda bölümün genel değerlendirilmesi yapılacaktır. 1.5. SONUÇ TWAIL tarafından kullanıldığı haliyle toplumsal kalkınma Avrupalı olmayan bir sivil toplumun demokratik-parlamenter yollarla geliştirilmesine bağlıdır. Buradaki haliyle sivil toplum, özgürlüklerini demokrasi ve insan hakları terimlerinin de içinde bulunduğu bir kavramsal set içerisinden koruyan bireylerin geliştirdiği eşit ve özgürlükçü ilişkiler alanı olarak tanımlanmaktadır. Yüklü olduğu değerlere ve kendisini oluşturan ilişkilerdeki yapısal çelişkilere bakılmaksızın “kendinde iyi” olarak algılanan sivil toplumu gerçekleştirmek TWAIL tarafından önerilen siyasal aktivitenin hedefini oluşturmaktadır. Öyle ki, sivil toplumun yokluğu olması gerekip de bulunmayan bir şeyin yokluğuna denk düşmekte; bu yokluk halini sürdürdüğüne inanılan unsurlar aynı anda sorun alanları olarak kavranmaktadır. Bu bölümde TWAIL’in anlamlandırılması için gerekli olan tarihsel ve teorik arka plan ortaya konulmuştur. Bu bağlamda kapitalist uluslararası hukukun, sermaye birikiminin dinamikleri ekseninde her dönemde aynı içeriğe ve biçime sahip olmadığı, azgelişmişliğin kendi içerisinde bir olgu olmaktan ziyade uluslararası ilişkiler alanı bağlamında farklı program, ideoloji ve politikaları içerdiği; aynı durumun Üçüncü Dünya’nın 62 tanımlanması sürecine de uygulanabileceği ve somut gerçekliğin farklı söylemler içerisinden oldukça değişik sonuçlar üretebileceği savlanmıştır. Tezin sonraki bölümünde, birinci bölümde gerçekleştirilen analiz ışığında TWAIL’in özellikleri ortaya konulacaktır. 2. BÖLÜM: ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMININ KURAMSAL ÇERÇEVESİ Çalışmanın daha önceki bölümlerinde TWAIL’i anlamlandırmamıza yarayacak olan tarihsel ve teorik arka plan ortaya konulmuştu. Bu bağlamda kapitalist uluslararası hukukun farklı uğrakları, yeni azgelişmişlik tartışması ve üçüncü dünya hususları ve TWAIL iddialarını biçimlendiren kuramsal arka plan ele alındı. Okumakta olduğunuz bölüm TWAIL çizgisini oluşturan yazarların taşıdığı söylemin, yani TWAIL’in geniş bir çerçevesini oluşturmak maksadını gütmektedir. Bu bağlamda, “Kuramın Anahatları” başlığı altında öncelikle İyileştirmeci yaklaşımlar ile ilişkisi belirtilecek, ardından yaklaşımın duruşunu belirleyen teorik çözümlemeleri Üçüncü Dünyacılık, hiyerarşi karşıtlığı, karşı-hegemonik duruş, Avrupamerkeziyetçilik karşıtlığı, teorik ittifak stratejisi eksenlerinde ele alınacaktır. Ardından yaklaşımın uluslararası hukuk alanında karşı çıktığı ve önerdiği temel unsurlar ortaya konulacaktır. Kısaca bu bölümde TWAIL özgün bir toplumsal/hukuki kuram olarak biçimlendiren öneri ve pratikler incelenecektir. Bölüm bir değerlendirme yazısıyla sonuçlandırılacaktır. 63 2.1. KURAMIN ANAHATLARI Bu alt başlıkta TWAIL’i birleştiren unsurlar ortaya konulacaktır. Yaklaşımın temel varsayımları esas olarak bir karşıtlık durumundan (Avrupa merkeziyetçilik karşıtlığı) türetildiği için ortak noktalar bu çerçevede ele alınmıştır. Yaklaşımın uluslararası hukuk üzerinden iyileştirmeler gerçekleştirmek gibi bir amacının bulunması, Uluslararası Hukuka İyileştirmeci (progressive) Yaklaşımlar olarak adlandırılabilecek (bkz. Özdemir, 2011, s. 31-74) yaklaşım ile ortaklıklarına vurgu yapılmasını gerektirmektedir. Ayrıca, önceki bölümde incelenen “yeni Üçüncü Dünyacılık”ın belirleyenlerinden biri olarak postkolonyalizm ile yaklaşımın ilişkisi, ortak noktalar arayışımızda değinilecek unsurlardandır. Bu nedenle, ilk olarak, “İyileştirmeci Yaklaşımlar” ile TWAIL’in arasındaki ilişkiye -yaklaşımın anahatlarını ortaya koymak amacıyladeğinilecektir. Zira TWAIL’in uluslararası hukuk üzerinden Üçüncü Dünya lehine olumlu sonuçlar beklemesinin altında, yaklaşımın teorik zeminlerinden biri olan “İyileştirmeci Yaklaşımlar”ın etkisi bulunmaktadır. Uluslararası hukuk üzerinden iyileştirme imkanı olduğuna dair teorik bir tutum düşünülemeyeceği takdirde, TWAIL’in bu haliyle ortaya çıkmasını oluşturacak bir zeminin oluşmasının mümkün olmayacağı savlanabilir. Ardından postkolonyal tutum ile TWAIL’in arasındaki ortaklığa (önceki bölümün dördüncü alt başlığında yapılan inceleme dikkate alınarak) kısaca değinilecektir. Anılan ortaklık hali, yeni azgelişmişlik durumu ile ilişkilendirilebilir. Zira, yaklaşımın ve teorik zeminlerinden olan 64 postkolonyalizmin ortaya çıkış koşulları, kapitalizmin dönüşümü ile bağlantılıdır. Zemini oluşturan yaklaşımlar incelendikten sonra, kuramı birleştiren unsurlar irdelenecektir. Bu unsurlar Üçüncü Dünyacılık, hiyerarşi karşıtlığı, karşı-hegemonik duruş, Avrupamerkeziyetçilik karşıtlığı ve teorik ittifak stratejisi şeklinde sıralanabilir. Önceki bölümde ortaya konulan tarihsel ve teorik arka plan göz önünde bulundurularak yapılacak bu inceleme sonucunda, kuramın genel bir çerçevesinin elde edilmesi amaçlanmaktadır. Bazı kaynaklarda (bkz. Natarajan, 2008; Okafor, 2008; Anghie ve Chimni, 2003) TWAIL'in birinci, ikinci ve üçüncü kuşaklarından bahsedip, klasik Üçüncü Dünyacılığı TWAIL’in birinci kuşağı gibi ele almaktaysa da, tez esas olarak yeni dünya düzeninde ve yeni “Üçüncü Dünyacılık” tartışmalarının var olduğu bir küresel ortamda belirdiği haliyle TWAIL'i (bu bağlamda TWAIL yazarlarının ikinci ve üçüncü kuşak dediği dönemi/yazarları) ele alacaktır. Tezin önceki bölümlerinde tartışılanlar göz önünde bulundurulduğunda açıktır ki klasik Üçüncü Dünyacı tezler TWAIL için bir devamlılık değil kopuş noktasını oluşturmaktadır. Oysaki içeriğini inceleyeceğimiz görüşler genelde 1990 öncesi TWAIL’i “zayıf TWAIL” ismiyle anmakta ve kopuş yerine süreklilik içerisinde bir dönüşümü işaretlemektedirler (bkz. Natarajan, 2008, s. 64-67). Tezde inceleneceği haliyle TWAIL'in ortaya çıkışını 1997 Mart'ında Harvard Hukuk Fakültesi'nde düzenlenen bir konferans ile işaretlemek mümkündür (Fidler, 2003, s. 29). Bir yer ve üniversite ismi olarak Harvard, hem –yeni haliyle- Üçüncü Dünyanın savunusu için yola çıktığını iddia eden TWAIL’in doğduğu yer olması hem de yeni akım olarak adlandırılan 65 uluslararası hukuka eleştirel yaklaşımların kalesi olması açısından önemlidir. 1990’ların ortalarından itibaren teorik üretime başlayan ve “Uluslararası Hukuka Yeni Yaklaşımlar” (NAIL: New Approaches to International Law) veya yeniakım (newstream) olarak adlandırılan akımın, TWAIL’in ortaya çıkışındaki etkisi (Natarajan, 2008, s. 55; Özdemir, 2011: 63; Sunter, 2007, s. 475-80) alt başlıkta değinilecek olan ilk noktadır. Akım, “İyileştirmeci (progressive)” yaklaşımlar olarak sınıflandırılmakta ve uluslararası hukuku savaş karşısında konumlandıran (Özdemir, 2011, s. 31-32) yaklaşımlardan “Eleştirel Hukuk Çalışmaları” Ekolü’nün (CLS: Critical Legal Studies) teorik çerçevesine tekabül etmektedir (Natarajan, 2008, s. 77). NAIL’in ortaya çıkışı, anaakım uluslararası hukuk disiplinine tepki ekseninde gerçekleşmiştir. Anaakım, uluslararası hukuk söyleminin şekillenmesinde en etkili olan yani disiplini domine eden akademisyen ve yaklaşımlar olarak tanımlanmaktadır (Natarajan, 2008, s. 77). Ancak, anaakım düşünürlerinin homojen bir kategori oluşturdukları da söylenemez. Natarajan’a göre, anaakım, kendisi gibi homojen olmayan karşıt akım –yeniakım- ile farklı özellikler, çıkarlar ve odak noktalarına sahip olmasıyla anlaşılabilir (2008, s. 78). Anaakımın aksine NAIL, yalnızca uluslararası aktörler ve uluslararası toplumun doğasına değil, aynı zamanda uluslararası hukuk disiplininin doğasıyla da eşit derecede ilgilenmektedir. Birçok farklı metodolojik yaklaşımdan yararlanan NAIL, hukukun geleneksel kavranışlarını postmodern öngörüler ışığında sorgulamakla kalmamış, dil ve kültürün hukuk kurallarını belirlemedeki önemini de açığa çıkarmaya çalışmıştır. NAIL’e mensup düşünürler hukukun dil, davranış ve inançlar dolayımıyla 66 nasıl inşa edildiği ile ilgilenmektedirler. Anaakım düşünce içerisinden, uluslararası hukukun daha düzenli bir dünya kurmadaki tarihsel ilerlemeye atıf yapılırken, NAIL düşünürleri tarihin birçok farklı okumasının mümkün olduğunu öne sürmektedirler (Natarajan, 2008, s. 78). Bu bağlamda Sunter (2007, s. 475), NAIL ile anaakımın gerçekte uluslararası hukuka farklı yaklaşımlar değil, aynı konuyla ilgilenmiş bulunan tamamen ayrı disiplinler olduklarını ileri sürmektedir. Farklılıklarına rağmen ortak eleştirel duruşu sahiplenen NAIL’in içerisindeki metodolojik ayrışmaların göstergelerinden bir tanesi de TWAIL’dir (2007, s. 476). TWAIL, siyasi açıdan Eleştirel Hukuk Ekolü ve NAIL ile ayrışmasına ve daha çok Eleştirel Irk Kuramı ve Feminist Hukuk Kuramı ile ortaklaşmasına rağmen, NAIL ile bağlantıları –entelektüel anlamda- önemlidir (2007, s. 483). Natarajan da TWAIL ile NAIL’in ortaklıklarını vurgulamakla beraber, doğrudan ırk ve etnisite konuları ile ilgisi nedeniyle ayrıştığını belirtmektedir (2008, s. 86). TWAIL’e olan etkileri açısından NAIL’in içerimlerine göz atılacak olursa, karşımıza çıkan ilk tutum uluslararası hukuk üzerinden küresel çapta yaşanan sorunlara çözüm üretilmesi maksadıdır. Hukukun üstünlüğünün tesis edilerek bu alanda iyileştirmeler yapılabileceği inancıyla hareket eden yaklaşım, bunun uluslararası hukuk normlarına içkin eşitsizlikleri düzeltmeyi kendine görev edinen uluslararası hukukçuların yapacakları yorumların etkisiyle (Frank, 2003; Koskenniemi, 2008) gerçekleşebileceğini savunmaktadır (Özdemir, 2011, s. 51-52). Natarajan’a göre, Koskenniemi’nin hukukun belirlenimsiz doğası üzerine öne sürdüğü sonuçlar (her ne kadar Koskenniemi hukukun işlevsiz olduğunu savlamasa da) TWAIL için sorunluyken, liberal savların 67 yapıbozumunu gerçekleştirmesi TWAIL için oldukça yararlı olmuştur (2008, s. 80). Liberal uluslararası hukuk ideallerinin nasıl kolonyalizm gibi eşitsiz pratikler ile birlikte varolabileceğini açıklamaları bakımından liberal felsefeye NAIL tarafından getirilen eleştiriler TWAIL düşünürleri için önemlidir. Liberalizme göre egemenlik, meşrulaştırılması gerekmeden – zaten- vardır. Ancak NAIL’e göre; egemenlik de özgürlük gibi, tanımlanma şeklinden bağımsız olarak varolmaz. Kendisini tarafsız bir sistem olarak sunarak, liberal görüş kendi siyasi ve ahlaki bağlılıklarını gizlemektedir (Natarajan, 2008, s. 82). NAIL’in ana argümanını belirleyen ve tezin bir sonraki bölümünde metabiçim teorisi üzerinden eleştirisi yapılacak belirlenimsizlik tezine göre, uluslararası hukukun iyileştirici potansiyelleri de, eleştirel/iyileştirici müdahalelere açık olması durumu da hukuki argümantasyonun doğasına içkin çift uçluluk özelliğinde yatmaktadır (Özdemir, 2011, s. 69). Belirlenimsizlik uluslararası makalesinde tezini savunanların hukukçuların Marx’ın Marx’tan başında neler diyalektiğinin gelen Koskenniemi, alabileceğini incelediği “sembollerin radikal belirlenimsizliğinin yapıbozum noktalarını gösterdiği”ni ve toplumsal sembollerin -kimin eylemlerini destekleyip kiminkileri mahkum edeceği bağlamında- anlamları üzerindeki toplumsal çatışmayı yeniden tanımladığını öne sürmektedir. Bu şekilde, “uluslararası hukukçuların uluslararası alandaki tarihsel gerilimlerin ışığında uluslararası hukuktaki ikilikleri –örneğin, devlet diplomasisinin kamu alanı ile uluslararası sivil toplum- yorumlayabilecekleri”ni savunmaktadır (2008, s. 39). “Buna göre, uluslararası hukuku yalnızca güçlü olanlar yararına kullanılabilir bir araç olarak görüp değersizleştirdiğinizde, bu 68 sistemin içinde yatan karşıt potansiyelleri de inkar eder hale düşersiniz. Oysaki hukuki süreci bütün unsurları ile irdelemek, hukuki karar alma sürecinin biçimsel olmayan ya da hukuk dışı unsurlarını inceleme konusu haline getirmek suretiyle, uluslararası hukuku sistemik konumları zayıf olanlar yararına kullanabilme imkanları doğacaktır (Özdemir, 2011, s. 70).” Yukarıda özetlenen tezin önkabulü, hukukun dil tarafından kurulduğudur: “Hukuk, (bunun onu daha az gerçek ya da daha güçsüz yapması gerekmese de) bir retorik biçimi ve tartışma pratikleri setinden daha fazlası olmayabilir. Yani ‘devlet’ veya ‘egemenlik’ gibi kavramlar aslında hukuk farzedilen bir şey ile toplum farz edilen bir şey arasındaki ilişki ile ilgilidir (Cass’tan aktaran Natarajan, 2008, s. 83).” Natarajan’a göre, NAIL düşünürleri uluslararası hukukun dilini, özgül gramerini ve kelime dağarcığını daha iyi anlamak için uluslararası hukuk söyleminin yapısını araştırmışlardır ve öngörüleri Üçüncü Dünya yaklaşımları için oldukça önemli olmuştur (2008, s. 83). İyileştirmeci yaklaşımlardan bahsedildikten sonra, TWAIL’in teorik öncüllerinden olan postkolonyalizm ele alınacaktır. İlk bölümün dördüncü alt başlığında postkolonyal düşünce (genel olarak da postmodernizm) kültürelciliğin öne çıkışı bağlamında tartışılmıştı. Bu nedenle, bu alt başlıkta TWAIL ile ortaklıklarına kısaca değinmekle yetinilecektir. İlk olarak, tezde de önemle üzerinde durulduğu üzere kültürelcilik postkolonyalizmin belirleyici öğelerindendir. Avrupa’nın, “uygarlaştırma misyonunun” arkasına sığınarak dünyanın geri kalanını kolonileştirmesi 69 (Anghie, 2005) ile kendini açığa çıkaran Avrupa ve diğerleri/ötekiler karşıtlığına referansla “öteki” kimliklerin ve kültürlerin/yerel unsurların savunusu postkolonyalizmin temelini oluşturmaktadır. Bu süreçte, Avrupa’nın sömürgeci dinamikleri “ötekileştirme” üzerinden, kültürel bir dil içerisinde ele alınmaktadır. Daha önce belirtildiği gibi, Avrupamerkezcilikte; kendi dışarısını Avrupa dinamikleri üzerinden “Avrupalı olmamak” ile yargılayan ve dış unsurları dönüştürmeyi görev olarak ortaya koyan düşüncelere karşıtlık esastır. Bu bağlamda, Liberalizm gibi sömürgeciliği meşrulaştıran düşünce akımlarıyla birlikte, kapitalist modernleşmeyi gerçekleştiremedikleri için Avrupa dışındaki ülkelerin proleter devrimi gerçekleştiremeyeceklerini düşündüğü ve yine Avrupa-içinde düşünce ürettiği TWAIL ve postkolonyalizm tarafından ileri sürülen radikal görüşler de aynı şekilde hedef alınmaktadır (Dirlik, 2010). Kültürelciliğin öne çıkışı ve Avrupamerkezcilik karşıtlığı ile karşılıklı ilişki içerisinde tarihin Avrupa-merkezci bir okumasına ve dışarıda kalan yerlerin kültürel ve ahlaki değerlerinin dışlanmasına karşı; postkolonyalizm “maduniyet çalışmaları” olarak isimlendirilen (Dirlik, 2010) akım ile edebiyat ve gelenekler üzerinden farklı bir tarih okuması yapmaktadır. Avrupalı dilin kurduğu tahakküm ilişkisini yerel dillere ve edebiyata yapılan vurgu ile karşısına almaktadır. TWAIL’in de kendisini Avrupalı-olmayan/öteki kimliği üzerinden kurduğu (bu kimliklerden en tutarlı ve dönüşüm potansiyeli barındıranı olarak Üçüncü Dünya seçimi ile birlikte) düşünüldüğünde, postkolonyalist düşünce etkisinde kalarak Avrupamerkezciliğe karşıtlık ve bu karşıtlığın kültürel öğelerin öne çıkarılmasıyla biçimlendirildiği öne sürülebilir. 70 Avrupamerkezci düşünce pratiklerine karşıtlığın dönüşen biçimi, TWAIL düşünürlerine göre yalnızca akademik alanda değil; aynı zamanda yeni toplumsal hareketlerde de kendini göstermektedir. Rajagopal’e göre; “sömürgeciliğe karşı post-kolonyal direnişin erken biçimleri olan milliyetçilik, tarafsızlık, Yeni Uluslararası İktisadi Düzen (NIEO: New International Economic Order), Marksizm ve devrimin etkisini yitirdiği gözükmektedir” (2003, s. 171). Buna ek olarak Marksizm’in, 1990’larda ortaya çıkan TWAIL tarafından son otuz-kırk yıllık bir döneminin göz ardı edilmesi ve dar bir okuması nedeniyle Marksist çözümlemenin yetersiz kaldığı düşüncesi yazarların tutumlarına hakimdir: “Marksizm tarihsel olarak anti-emperyalist olmasına rağmen, büyük oranda ekonomik belirleyenlere odaklanmış ve Batı ile Üçüncü Dünya arasındaki sömürgeci ilişkiyi kuramsallaştırmamıştır (Natarajan, 2008, s. 76).” Bu tutum, Marksizm’in dar bir okumasından kaynaklandığı kadar, TWAIL’in tıpkı postkolonyalizm gibi Batı-Üçüncü Dünya arasındaki emperyalist ilişkileri kültürel düzlemde ele alması ve emperyalizm kavramsallaştırmasının Marksizm’den büyük ölçüde farklı olmasından da kaynaklanmaktadır. Tezin bir sonraki bölümünde bu konuya ayrıca değinilecektir. Postkolonyalizm/postmodernizm etkisi ile dil ve uluslararası hukuk arasındaki ilişkiye odaklanan TWAIL (Natarajan, 2008), uluslararası hukukun günümüze kadar dışladığı ve dışlamaya devam ettiği Üçüncü Dünyacı dilin ve o coğrafyadaki kültürel ve ahlaki değer ve normların uluslararası hukuk tarafından içerilmesi gerektiğini savlamaktadırlar (bkz. Baxi, 2005; Anghie, 2005; Rajagopal, 2006). 71 TWAIL yaklaşımının teorik arka planına böylece değinildikten sonra, akıma mensup yazarların gözünden düşünürleri birleştiren öğeleri sıralamak anahatların belirlenmesinde faydalı olacaktır. Gathii (2000, s. 274-275) TWAIL’in 1) uluslararası hukukun Güney üzerindeki etkisinin çerçevesini çizmek için sömürgeci tarihi kullandığını; 2) evrenseli yerel üzerinde birincilleştirmekten kaçındığını ve 3) uluslararası sermaye ile Avrupalı-olmayan kültürel gelenekler arasındaki karşılıklı ilişkiye odaklandığını belirtmektedir. Mickelson (1998, s. 397) TWAIL arasındaki ortaklıkları şu şekilde özetlemektedir: 1) (ekonomi, insan hakları veya çevre gibi) hukukun farklı alanları arasında sınır çizmek konusundaki isteksizlikle kendini gösteren, alanlar arasındaki karşılıklı bağlantıya yapılan vurgu; 2) ahlak, etik ve adalet düşüncelerine yapılan vurgu, bir başka deyişle hukuku daha geniş alanlardan ayırmak veya hukuku dar “hukuki” gelenek çerçevesinde tanımlamak konusunda isteksizlik ve 3) herhangi bir soruna tarih-dışı olarak bakmak veya hukuku kendisinin geliştiği tarihsel bağlamdan ayırmak konusundaki isteksizlikle kendini gösteren, tarihe yapılan vurgu. Okafor (2005, s. 178-180) “TWAIL’in analitik teknikleri ve hassasiyetleri” olarak gösterdiği üç ana noktadan söz etmektedir: 1) dünya tarihini, birçok uluslararasılaşmacıdan daha büyük bir ciddiyetle ele almak, onu yalnızca Batı tarihinin karşısında konumlandırmak; 2) Üçüncü Dünya halklarının Kuzey ülkelerinin halklarıyla eşitliğini daha ciddi ele almak, üçüncü dünya halklarının da uluslararası eylemlerden aynı şekilde yararlanması gerektiğini savunmak ve 3) küresel hegemonyaya epistemik ve düşünsel karşı çıkış. 72 Son olarak Mutua (2000, s. 31-32) TWAIL’i sürükleyen, birbiriyle bağlantılı üç temel hedefini şu şekilde belirtmektedir: 1) hakim uluslararası hukukun ırkçı ayrımlara dayalı bir uluslararası normlar ve kurumlar hiyerarşisinin yaratılması ve sürdürülmesi için araç olarak kullanıldığını anlamak, yapıbozuma uğratmak ve ortaya çıkarmak; 2) uluslararası yönetişim için alternatif bir çatı inşa etmek ve sunmak; 3) fikir üretimi, siyasa ve politikalarla Üçüncü Dünya’da geri kalmışlığın koşullarını ortadan kaldırmak. TWAIL’in önde gelen dört düşünürünün birleştirici unsur olarak gösterdiği noktalar toparlanacak olursa: Yaklaşıma dahil olan yazarların öncelikli özellikleri Üçüncü Dünyacı duruşlarında bulunabilir. İkinci olarak, “yerel”e ve kültürün önemine yaptıkları vurgu doğrultusunda uluslararası hukukta evrenselcilik iddiasında bulunan Avrupamerkezci görüşlerin istenen türde bir evrenselcilik öne sürmediklerini savlamaktadırlar. Üçüncü olarak, uluslararası hukukun gelişiminin tarihsel (ve diğer alanlar ile birlikte) bir değerlendirmeye tabi tutulması ile karşımıza çıkan, Batı’yı Avrupalıolmayan halklar üzerinde konumlandıran uluslararası hukukun hiyerarşik yapısına karşı durmaktadırlar. Dördüncü olarak, uluslararası yönetişimin ve kurumlarının (hükümet içi ve hükümet dışı) demokratikleştirilmesini talep etmekte, yani uluslararası alandaki hegemonik oluşuma karşı gelmektedirler. Son olarak, yukarıdaki dört unsurun gerçekleşmesi için gerekli teorik bilgi üretimini gerçekleştirecek; gerekli tedbirleri alacak ve harekete geçecek herkesin katıldığı ortak bir düzlemde buluşmayı hedeflemektedirler. Bu ortak düzlem de uluslararası hukukun mevcut yapısının dışarıda bıraktığı unsurların, Üçüncü Dünya’nın yararına uluslararası hukukta iyileştirmeler yapmaktır. 73 Bu unsurlar incelendiğinde; TWAIL’in temel unsurlarından ilki, Üçüncü Dünyacılık olarak belirlenebilir. Üçüncü Dünya’yı oluşturan coğrafya için kullanılan azgelişmiş, gelişmekte olan, endüstrileşen, “Güney” gibi diğer kavramlardan daha tercih edilebilir olduğunu vurgulayan (bkz. Mickelson, 1998, s. 353-356; Mutua, 2000, s. 35) TWAIL yazarları, temel karşıtlıklarını bu kavram üzerinden şekillendirdiklerini belirtmektedirler. Birleştirici bir unsur olarak Üçüncü Dünyacılığın anlamının, tezin ilk bölümün üçüncü alt başlığında tartışılanlar göz önünde bulundurularak incelenmesi gerekmektedir. Chimni (2006, s. 5), uluslararası hukuk dünyasında “Üçüncü Dünya” kategorisinin anlamlı görünmesinin, kategorinin uluslararası hukukun evrenselleştirici soyutlaması nedeniyle farklılıkları yok eden hegemonik politikalarına karşı çıkmak için önemini vurgulamaktadır. Buna göre, Avrupamerkezci biçimlenişiyle uluslararası hukuk yerel unsurları göz ardı etmekte ve Avrupalı değerleri evrensel değerlermiş gibi göstermektedir. Üçüncü Dünya kavramı, bu anlamda farklılıkların gerçekte varolduğunu ve uluslararası hukukun evrensellik iddiasının gerçekleşebilmesi için bu farklılıkları içerecek hale gelmesi gerektiğini öne sürmektedirler. Bu tutum, TWAIL’in temeline yerleşmekle birlikte, yaklaşımın evrenselciliğe karşı olmadığını –yalnızca şu andaki biçimine karşı olduğunu- göstermesi açısından önemlidir. Üçüncü Dünyacılık aynı zamanda yaklaşımın iyileştirmeci tutumuna da damga vurmuştur. Yukarıda görüşlerine kısaca değinilen İyileştirmeci yaklaşımlardan farklı olarak TWAIL düşünürleri uluslararası hukukta elde edilebilecek çözümlere ulaşmada uluslararası hukukçulara Üçüncü Dünyacılık çerçevesinde görev yüklemektedirler. Diğer bir deyişle, 74 postyapısalcı yaklaşımlar uluslararası hukukun iyileştirici rolüne/işlevine ve bu çalışma alanının herkese açık içeriğine vurgu yaparken, TWAIL uluslararası hukuku önceden belirlenmiş bir hedefin (Üçüncü Dünyanın) aracı olarak görmektedir. Taleplerini kurduğu ekseni yokluk (Avrupalı olmama) durumuna dayandıran TWAIL, uluslararası hukuku hedefleri önceden belirlenmiş şekilde araçsallaştırma eğilimindedir. Hedef de, Batı'nın hegemonyasına karşı çıkış esasında oluşturulmaktadır (Özdemir, 2011). TWAIL’i birleştiren ikinci unsur olarak hiyerarşi karşıtlığı, Mutua’ya (2000) göre “ötekileştirme”nin reddi şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Buna göre, sömürge yöneticileri, misyonerler, tüccarlar, siyasal demokrasi ihracatçıları ve şimdi de “insan hakları seferleri”ne çıkanlar üzerinden ilerleyen Avrupa hegemonisinde uluslararası hukuk, Avrupamerkezciliğin en önemli silahı olmuştur. TWAIL ise kültürlerin ahlaki eşitliğini savunur ve modernleşme adı altında Avrupa’nın kopyalarının yaratılmasına karşı çıkar (Mutua, 2000, s. 36). Yukarıda da bahsedildiği gibi, uluslararası hukukta Avrupamerkezcilikten arındırılmış bir evrenselcilik belirli bir düzeyde arzu edilebilir görülmektedir (Mutua, 2000, s. 37). Bu nedenle, uluslararası hukukun, küreselleşme sürecinde ağır sonuçlarla karşı karşıya kalan Üçüncü Dünya halklarının üzerindeki tahakküm ve marjinalleştirme süreçlerini güçlendirdiğini iddia eden TWAIL düşünürleri, bu alanı barındırdığı eşitsizliklerden arındırma maksadıyla teorik üretim yapmaktadırlar. Bu iddia yeni veya TWAIL’e özgü olarak görülemese de, TWAIL’in anlatısı içerisinde ve çağdaş kapitalizm koşullarında yeni bir içerik kazanmıştır. 75 Mutua'nın -yukarıda betimlendiği haliyle- birleştirici hedef olarak belirttiği üç nokta, “Üçüncü Dünya”nın hala politik bir gerçeklik olduğu varsayımından hareket etmektedir. Avrupa merkezli ve Üçüncü Dünya taleplerini büyük oranda dışarıda bırakan bir uluslararası hukukun ürettiği hiyerarşiye karşıtlık, o halde, TWAIL düşünürleri için esastır. Ancak belirtmek gerekir ki, hiyerarşi karşıtlığı yeni bir şey değildir ve bu karşıt tutum farklı birikim dönemlerine göre farklı içerikler edinebilmektedir. Hiyerarşi karşıtlığının aldığı farklı biçimler, tezin birinci bölümünün ilk alt başlığında ele alınan uluslararası hukukun dönemselleştirilmesi esnasında karşımıza çıkan farklı hiyerarşik yapılanmalar doğrultusunda analiz edilebilir. Kısaca hatırlanacak olursa, sömürgecilik döneminde hiyerarşik biçim uluslararası hukukun sömürge topraklarını nesneleştirmesi şeklinde karşımıza çıkmaktadır. “Sömürgeci devletle sömürge toprakları arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde cumhuriyetçi meşruiyet anlayışı bütünüyle geri plana itilmiş, savaş ve diğer baskı biçimleri sömüren devletin egemenlik hakkının bir uzantısı haline getirilmiş, doğal hukuk argümanlarıyla hayata başlayan kapitalist uluslararası hukuk kuramı on dokuzuncu yüzyıl içerisinde sömürme hakkının ve sınıf tahakkümünün pozitivist formülasyonu ile tamamlanmıştı (Özdemir, 2011, s. 158).” Sömürgecilik döneminde Avrupa ekseninde gelişmiş olan uluslararası hukuk, pozitivist formülasyon ile birlikte, emperyalist dönemde Avrupa için uluslararası hukuka dönüşmüştür (Özdemir, 2011). Bu dönemde uluslararası hukukta Avrupalı ve Hıristiyan olmayan hak süjelerinin tanınması maksadıyla uluslararası hukukun dili sekülerleşmiş ve dünyanın 76 tümünü içerecek biçime bürünmüştür (Chimni, 1993, s. 233). Ancak bu içerme hiyerarşiyi farklı bir biçimde sürdürmüştür: Belirli bir devlet formuna sahip olup uluslararası ilişkileri belirli tarzlarda yürütmeye ehil olanlar bir yana, dünyanın çoğunluğunu oluşturan diğerleri öteki yana sıralanmışlardır (Özdemir, 2011, s. 160). Eşitsizlik durumu, emperyalist dönemde “medeniyet” kavramı üzerinde yerleşmiştir. Medeniyet prensibi ve medenileştirme görevi gibi kavramlar uluslararası hukuka dahil edilmiş ve mevcut durumda daha az medeni olanların ancak belirli (aslında tamamen belirsiz) bir medeniyet seviyesine ulaştıklarında diğerleriyle eşit kabul edileceği bir uluslararası hukuk biçimlenmiştir. Emperyalist dönemde uluslararası hukuk –diğerleri arasında- emperyalist ülkelerin tebaasına ait mülkiyet haklarının korunması esasında gelişmiş ve 1945 sonrası dönemde (yeni emperyalizm) yine merkez ülkelere ait teşebbüslerin korunması sürdürülmüştür (Özdemir, 2011, s. 162-163). Bu dönemde sömürgecilik karşıtı hareketler taleplerinin bir kısmını gerçekleştirmişlerdir. Ancak sömürgeciliğin tasfiyesi, emperyalizmin ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. Sömürgeciliğe ait silahlı ve dışlayıcı mekanizmalar yerini sermaye birikiminin küresel ölçekte korunmasına, kontrolüne ve idaresine dayalı bir başka sisteme bırakmıştır (Özdemir, 2011, s. 167). Bağımsızlıklarını kazanan devletler uluslararası örgütlerde temsil edilir hale geldikçe, uluslararası hukukun kaynakları üzerinde sınırlı da olsa etki sahibi olabilmişlerdir (Özdemir, 2011, s. 184). Ancak bu çoğulculaşma, esastan bir kapsayıcı eşitliği, toleranslı ve yeni bir uluslararası hukuku doğurmamıştır (Fidler, 2003). 77 Yukarıda kısaca betimlenen haliyle uluslararası hukuktaki eşitsizlik sürmektedir. Ancak TWAIL yazarları, tezin ilk bölümünde ele alınan dönüşümleri farklı bir biçimde okuma eğiliminde ve hiyerarşi karşıtlığını henüz çoğulculuğun tesis edilmemesi nedeniyle sahiplenmektedirler. Özetle, TWAIL düşünürlerine göre -hiyerarşiden arındırılmış- kapitalist uluslararası hukuk sistemi kendi iç tutarlılığı, (Avrupa merkeziyetçilikten kurtarılabilecek) evrenselciliği ve biçimselliği neticesinde Üçüncü Dünya lehine de sonuçlar üretebilecektir. Karşı hegemonik duruş, TWAIL düşünürlerinin buluştuğu başka bir ortak düzlemdir. BM ve küresel ekonomik düzenlemelerin merkezinde bulunan uluslararası örgütlerin yapıları ve işleyişlerine eleştiriler getiren yaklaşım, bu eleştiriler doğrultusunda demokratikleştirilmesinde çözümü aramaktadır. uluslararası “Avrupa yönetişimin merkeziyetçilik ve modernitenin kalıplarına uymayanların kendi ‘yönetişim’lerine katılması gerekliliğini savunan bir madunluk (subalternity) projesinde ifadesini bulan bir çeşit uluslararası radikal demokrasi önerisi” (Özdemir, 2011, s. 200) olarak tasvir edilebilecek olan düşünce, yönetişimin uluslararası ve ulusal düzeylerde tam demokratikleşmesi talebini öne sürmektedir (bkz. Mutua, 2000, s. 37). Tezin son bölümünde yaklaşıma getirilen/getirilebilecek eleştirilere değinirken, uluslararası örgüt yapılarının ve bu yolla yönetişimin demokratikleşmesinin ne kadar olanaklı olduğu daha detaylı tartışılacaktır. Ancak, bu noktada belirtilebilir ki, bahsedilen demokratikleşmenin Üçüncü Dünya halkları çıkarına işleyip işleyemeyeceği, diğer bir deyişle yönetişimin yapısı analiz dışı bırakılmaktadır. 78 Uluslararası hukukta hiyerarşinin aldığı biçim, TWAIL düşünürlerine göre Avrupamerkezciliktir. Bu nedenle, hiyerarşi karşıtlığı, aynı zamanda postkolonyal çalışmalar ile TWAIL’in önemli bir ortak noktasını oluşturan Avrupalı değerlerin hakim kılınmasına karşıtlık anlamına da gelmektedir. Örneğin Sunter, TWAIL’in uluslararası hukukun temel doktrinlerinin Avrupamerkezci olduğunu ve bu nedenle de dünya nüfusunun büyük bir kısmının değer ve inançlarını temsil etmediğini, somut tarihsel ve kültürel kanıtları kullanarak gösterdiğini belirtmektedir (2007, s. 476). TWAIL düşünürlerinin savundukları bir başka ortaklık unsuru ise yaklaşımın kendisini bir koalisyon hareketi olarak tanımlamasında yatar. Başka bir deyişle yaklaşım bir ekol ya da doktrin olmayı reddederek teorik ittifaklar ile kendi açılımlarından bazılarını yaygınlaştırma eğilimindedir. Üçüncü Dünya veya Batı'daki benzer tavırlar sergileyen aydın gruplarıyla (scholarly communities) ittifak kurmayı amaçlamaktadırlar (bkz. Mutua, 2000). Yaklaşım kendisini Avrupamerkezcilik-karşıtlığı üzerinden oluşturduğu ve bu minvalde uluslararası hukuk üzerinden Üçüncü Dünya yararına çıktılar elde etmeyi amaçladığından, bu yolda işine yarayabilecek her türlü teorik üretim yöntemini/yaklaşımını kullanmak konusunda tereddüt etmemektedir. Yaklaşıma hakim olan eklektizmin ana nedeni olarak belirtebileceğimiz bu tutum, TWAIL düşünürlerinin birbirlerinden oldukça farklılaşabilen analiz biçimlerine ek olarak, düşünürlerin çoğunun yazılarında da belirleyici olmaktadır (bkz. Anghie, 2005; Rajagopal, 2003). Siyaset felsefesi açısından ortak noktaları paylaşan postyapısalcılar ve TWAIL iş siyasi hedeflere geldiğinde ayrılmaktadır. Ancak TWAIL’in açmazı, bu şekilde özetleyebileceğimiz kendi siyasi hedefini postyapısalcı 79 dilin siyaset felsefesi ve politika araçlarıyla gerçekleştirmeye çalışıyor olmasıdır. Yaklaşıma dahil düşünürleri bütünleştiren esas olgu, dünya düzeninin ürettiği olumsuz etkilere yönelik muhalif duruştur. Daha önceki bölümde bahsettiğimiz gibi bir olumsuzluk üzerine inşa edilen TWAIL duruşu, yine bir şeylere (dünya düzeninin ürettiği olumsuz etkilere) muhalefetten kuramsal bir çıkarım yapma noktasına gelmiştir. Bu alt başlıkta anlatıldığı gibi, TWAIL’i birleştiren unsurlar hep bir şeye karşıtlık üzerinden şekillenmektedir. Bununla ilgili olarak, “öteki” olma durumu ve karşısına aldığı ideoloji ile “karşı-özdeşleşme” durumu hakkında sonuç bölümünde bir değerlendirme yapılacaktır. Bu alt başlıkta TWAIL’in uluslararası hukuk politikasının genel çizgileri üzerine yaptığı saptamalar ele alınmıştır. TWAIL’e bağlı yazarlar bu saptamaları biçimlendirirken, üretim ilişkilerinin nesnelliği yerine, mevcut uluslararası hukuk söyleminin istenilmeyen hususlarından hareket etmektedirler. Bu durumun daha önce “kültürel alanın önceliği”nin tartışıldığı kısımda yaptığımız saptamalarla uyumlu olduğu belirtilebilir. Üretim ilişkilerinin nesnelliğini göz ardı eden bu tutum, sadece bir hukuk kuramı olmakla kalmayıp, uluslararası hukuk politikası üzerine öneriler geliştiren bir pratik alan olarak da karşımıza çıkmaktadır. Bir alt başlıkta da TWAIL’in uluslararası hukukta varolduğunu öne sürdüğü sorunlar ve bunlar karşısında geliştirdiği öneriler incelenecektir. 80 2.2. ÜÇÜNCÜ DÜNYA BAĞLAMINDA ULUSLARARASI HUKUKUN SORUNLARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ Bir önceki alt başlıkta TWAIL’in kendi eleştirelliğini dayandırdığı genel ilkeler ele alınmıştır. Aynı ilkeler, yaklaşımın uluslararası hukukta tespit ettiği sorunları da gözler önüne sermektedir. Kendisini bir olumsuzluk üzerinden inşa eden TWAIL, uluslararası hukukta yapılacak iyileştirmeler için ileri sürdüğü önerileri de bu alanın sorunlu taraflarının yenilenmesi ekseninde şekillendirmektedir. Tezin bu alt başlığında TWAIL yazarlarının ve yaklaşımın içinde sayılmayan düşünürlerin de katkılarını içeren, Üçüncü Dünya yararına iyileştirmeler öngören öneriler öncelikle soyut düzeydekiler, ardından daha somut düzeydekiler olmak üzere incelenecektir. TWAIL düşünürlerinin uluslararası hukukla ilgili olarak öne sürdükleri sorunların başında uluslararası hukukun küresel ölçekte çoğulculuğun tesis edilmesini sağlayacak mekanizmalarla donatılmamış olması gelmektedir. Bu görüşe göre, Avrupamerkezci değer ve normların hakim olduğu uluslararası hukuk, diğer kültürleri dışlamaktadır. Uluslararası örgütlerde de temsil bulamayan Üçüncü Dünya halkları, kendilerine dışarıdan dayatılan ve söz haklarının bulunmadığı bir hukuki sisteme uymakla yükümlü kılınmaktadır. Süreci dayatan hegemonik söylemin unsurlarını Chimni (2006, s. 16-19) şu şekilde ortaya koymaktadır: 1) İyi yönetişim fikri: Bu fikir, Üçüncü Dünya halklarının kendi kendilerini yönetme kapasitesinden yoksun olduklarını varsaymakta ve bu yolla emperyalizm düşüncesini canlandırmayı ummaktadır. Buna göre, sürekli 81 içsel çatışmalar ve insan hakları ihlalleri, Kuzey’in insani desteğine ve müdahalesine ihtiyaç olduğunun göstergesidir. Sömürgeciliğin de insancıl argümanlarla (uygarlaştırma misyonu) meşrulaştırıldığını hatırlamakta fayda vardır. 2) Çare olarak insan hakları: İnsanilik düşüncesinin çerçevesi insan hakları söylemi ile oluşturulmuştur. İnsan hakları, Üçüncü Dünya ülkelerinin bütün sorunlarına çare olarak önerilmektedir. İnsan haklarının Üçüncü Dünya ülkelerindeki fakir ve dışlanmış insanlar için nemli bir zemin oluşturduğunu çok az kişi inkar edecektir. Ancak, neo-liberal gündem bireysel hakları toplumsal ve ekonomik hakların önünde görmektedir. Örneğin entelektüel mülkiyet hakları, bu gruba girmektedir ve bu düşünce halkların veya bireylerin sağlık hakkından bahsetmemektedir. 3) Özel mülkiyet haklarının uluslararasılaşması yoluyla kurtuluş: Son yıllarda belirli bir devlet biçimi (neo-liberal devlet), karların transferi dahil olmak üzere mülkiyet haklarının güncel içeriğini koruyabilecek siyasal yapılanmanın yegane rasyonel düzenlenişi olarak öne sürülmektedir. Bu biçim, egemenliğin erozyona uğramasına ve uluslararası kurumlara devredilmesini meşrulaştırmaya zemin hazırlamıştır. Yol açtığı şey ise kolektif kamu mülklerinin özelleştirilmesi ve uluslararasılaşmasıdır. 4) Azgelişmişlik fikri: Son yıllarda “kalkınma”nın ideolojik etkisiyle Üçüncü Dünya halklarının ve devletlerinin emperyalizmin kucağına itildiği öne sürülmektedir. Bu görüşe göre, Batı kültürünün örgütlenme prensibinin sahiplenilmesi ve sonsuz gelişmenin mümkün olduğuna dair bir inançla postkolonyal hayaller sömürülmüştür. Ancak Üçüncü Dünya devletleri “gelişmeme”yi seçmiş olsalardı, postkolonyal dönemde çekmiş olduklarından daha fazla acı çekeceklerdi. Esas olan, kalkınmanın daha 82 hoşgörülebilir seviyelere çekilmesidir. Açık olmak için, kalkınma adına postkolonyal dönemde büyük çapta insan hakları ihlalleri gerçekleşti. Ancak bunun nedeni kalkınmanın kendisi değil, kalkınma politikalarının belirli bir şekliydi. İnsanların daha yüksek yaşam seviyelerine ulaşma istekleri değil, “yapısal uyum programlarıyla” kalkınmanın veya neoliberal politikaların hedef alınması gerekmektedir. 5) Güç kullanımı: Güçlü devletlerin uluslararası sistemde güç kullanımı ile değil, düşünce dünyaları ile baskınlık kurduğu iddia edilmektedir. Ancak zaman zaman askeri üstünlüklerini göstermek ve dünya düzenine karşı çıkış imkanlarını ortadan kaldırmak için güç kullanmaktadırlar. Böyle durumlarda baskın devletler uluslararası hukuk tarafından sınırlandırılmış görünmemektedir. TWAIL pratik hedefini, hegemonik söylemin yukarıda belirtilen unsurlarına karşı oluşturmaktadır. TWAIL duruşuna göre (Chimni, 2006, s. 22) ilk olarak direniş tarihinin uluslararası hukuk anlatısının içsel bir parçası haline getirilmesi gerekmektedir. Uluslararası hukuk dünyasına yeni girenlerin hayallerini yakalamak için belki de sanat ve edebiyat (tiyatro, romanlar, filmler) bağlamında da düşünülmelidir. İkinci olarak, uluslararası hukuka neo-liberal yaklaşımların diğer eleştirileri ile ittifaklar kurulmalıdır. Örneğin, hem feminizm hem de Üçüncü Dünya akademisi uluslararası hukuk tarafından dışlanma sorununa işaret etmektedir. Bu şekilde anaakkım Kuzey akademisine tutarlı ve kapsamlı alternatifler üretme imkanı bulunmaktadır. Diğer bir deyişle uluslararası hukuku kadınları ve diğer dışlanmış ve baskılanmış grupları içerecek şekilde yeniden inşa etmek için feministlerle işbirliği yapılmalıdır. Üçüncü olarak, uluslararası hukuk rejimlerinde somut değişimler önerilmeli ve bunlar 83 üzerine çalışılmalıdır. Bu taleplerin eklemlenmesi yeni ve eski toplumsal hareketlerin düşüncelerini oluştururken Üçüncü Dünya halklarının zararına olmayacak şekilde biçimlendirmelerine yardımcı olacaktır. TWAIL'in uluslararası hukukta mevcut olduğunu ileri sürdüğü sorunlara karşı ortaya koyduğu çözüm önerileri “halkların ve kültürlerin ahlaki eşdeğerliliği”; “‘ötekileştirmenin’, ‘evrenselci akıl yürütme kalıplarının’ ve ‘Batı’nın kötü kopyalarının çıkartılması ile sonuçlanan politikaların’ reddi”; “heterojenliğin ve çoklu kültürlerin tanınması”; “küresel, ulusal ve ulus-altı ölçeklerde yönetişimi gerçekleştiren yapısal biçimlerin bütünüyle demokratikleştirilmeleri”; “insan hakları anlayışının yeniden düzenlenmesi” ve “alternatif bir kalkınmacılığın savunusu” şeklinde özetlenebilir (bkz. Chimni, 2006; Fidler, 2003; Gathii, 2000; Okafor, 2005; Rajagopal, 2003; 2006). Önerilerin ana eksenini oluşturan çoğulculaşma talebi, yaklaşımı bütünleştiren düşünüldüğünde unsurlardan eski hegemonya Üçüncü karşıtlığı Dünyacılıktan farklı çerçevesinde bir içerik kazanmaktadır. 1945-1990 arası dönemin belirleyici unsurlarından sömürgecilik karşıtı hareket ve yeni uluslararası iktisadi düzen (NIEO-New International Economic Order) çağrılarını göz ardı etmemekle birlikte, yaklaşım anılan hareket ve çağrının başarısızlığa uğradığını savlamaktadır. Bu taleplerin çok azı uluslararası hukuka dahil edilmiş, hareketin hedefi çoğulculaşma talebi ekseninde şekillenmişse de bu talep uluslararası hukukta esastan bir değişikliğe yol açmamıştır (Fidler, 2003). Dönüştüğü haliyle TWAIL’in çoğulculaşma talebi, yönetişim kavramına yapılan vurgu ekseninde şekillenmektedir (bkz. Mutua, 2000). 84 Buna ek olarak Rajagopal (2006), kalkınmanın ve insan haklarının içeriği üzerinde yapılacak değişikliklerle Üçüncü Dünya halkları için savunulabilir hale getirilebileceğini öne sürmektedir. Kalkınmanın içeriği şu anda Üçüncü Dünya için istenebilir görünen bütün amaçları –yoksulluğun azaltılması, demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, insan hakları, çevre konusunda sürdürülebilirlik, yolsuzluk karşıtlığı- içerecek biçimde genişlemiştir. Öyle ki kalkınma, hegemonik bir işlev kazanmıştır. Bunun nedeni, kalkınma teriminin belirlenimsizliğinin ve kapasitesinin çok geniş amaçların içerilmesini davet etmesidir. Buna rağmen, kalkınma fikrinin terkedilmesi yerine; kalkınma sonrası eleştiriler tarafından açığa çıkarılan radikal demokratik imkanların, mevcut uluslararası hukukun kozmopolitan izleklerle yeniden biçimlendirilmesine olanak tanıdığı söylenebilir. Günümüzde özellikle Dünya Bankası’nın kullandığı biçimiyle kalkınma söylemi, eskinin Üçüncü Dünyacılığının sahiplendiği kalkınmacılığın ekonomi odaklı bir düşünce ile diğer alanlardaki sorunları görmezden geldiği argümanına dayanmaktadır. Buna göre, bugünkü kalkınma, ekonomik boyutunun yanında demokrasi, insan hakları ve çevre gibi konularda da hassasiyet içermelidir. Diğer bir deyişle, Rajagopal’in de belirttiği gibi, insan hakları kalkınmanın esas bir parçası haline gelmiştir (Aykut, 2011). Rajagopal (2003), bu tür bir kavramsallaştırmada Üçüncü Dünya halkları için imkanlar bulunduğunu söylemektedir. Her ne kadar IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar hegemonyayı sağlamlaştıran kurumlar olsalar da, Rajagopal’e göre -uluslararası hukuku oluşturan öğeler arasında toplumsal hareketlere verdiği önem de düşünüldüğünde- yeni toplumsal hareketlerin kalkınmanın bu yönüne yapacağı bir vurgu, uluslararası hukukun istenilen biçimde dönüşmesine olanak tanıyabilir. 85 TWAIL düşünürleri arasında yer alıp almadığı tartışmalı olan ancak yaklaşımın birçok ortak özelliğini içselleştirmiş bir düşünür olarak Chimni’nin somut önerilerini ise aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür (2006, s. 23-26): 1) Uluslararası kurumların şeffaflığını ve hesap verebilirliğini artırmak: Küresel çaptaki yoksullara karşı IMF, Dünya Bankası ve DTÖ gibi uluslararası kurumların sorumluluklarının hukuki zemine oturtulması gerekmektedir. 2) Ulusüstü şirketlerin hesap verebilirliğini artırmak: BM çerçevesinde ulusüstü şirketlerin sorumlulukları uluslararası hukuka dahil edilmelidir. 3) Daimi egemenliğin devletlerin değil halkların hakkı olarak kavramsallaştırılması: “Doğal kaynaklar” üzerindeki daimi egemenlik prensibinin Üçüncü Dünya halklarının kendi yönetici elitleri karşısındaki çıkarlarını içerecek şekilde çevrilmesi için araştırmalar yapılmalıdır. 4) Haklar dilinin kullanımını etkin kılmak: İnsan haklarıyla ilgili mevcut kararlar derinlemesine incelenmelidir. Aynı şekilde, Birinci Dünya’nın uluslararası insan hakları hukuku gözetimindeki ikiyüzlülüğü açığa çıkarılmalıdır. 5) Ülkesel olmayan hukuki düzenlere halkların çıkarlarını dahil etmek: Uluslararası hukukun gelişimi perspektifinde küresel hukukun devletsiz bir şekilde belirmesi hem geliştirici hem de endişe vericidir. Sürecin halkaların perspektifiyle incelenmesi gerekmektedir. Gelişme odaklı eski ve yeni toplumsal hareketler, uygun uluslararası hukuk metinleri üreterek, alternatif bir dünya düzeni öngörüsü için kullanıldığı takdirde süreç geliştirici olacaktır. 86 6) Uluslararası hukuk aracılığıyla mali egemenliği korumak: Üçüncü Dünya devletleri ve halklarının endişelerine cevap verecek yeni bir finansal inşaya ihtiyaç duyulmaktadır. Bu da uluslararası hukukun müdahalesini gerektirmektedir. Ancak bugün dahi Üçüncü Dünya ülkelerinin mali egemenliklerinin kurumlarının erimesinde rolü çok uluslararası finans piyasalarının ve az anlaşılabilmektedir. Bu durum derhal düzeltilmelidir. 7) Sürdürülebilir kalkınmayı hakkaniyet çerçevesinde garantiye almak: Küresel çaptaki çevre sorunlarına kapsamlı cevapların üretilmesi acil bir ihtiyaçtır. Uluslararası hukuk perspektifinden bakıldığında, sürdürülebilir kalkınma kavramının boş olan içeriği Üçüncü Dünya ülkelerinin kalkınmalarını engellemeyecek biçimde hukuki içerikle doldurulmalıdır. 8) İnsan bedenlerinin hareketliliğini desteklemek: Bugün küresel çapta sermaye ve hizmetler artan bir şekilde hareketliyken, emeğin mekânsal sabitlenişi devam etmektedir. Daha önemlisi, zorunlu göç alanında Birinci Dünya’nın belirli yönetsel ve hukuki önlemleri ile beraber, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan sığınma kurumunun altı oyulmuştur. Soğuk Savaş sonrası dönem, azgelişmiş dünyadan Kuzey’e göçü engelleyen kısıtlayıcı pratiklere şahit olmuştur. Bu pratiklerin eleştirilmesi gerekmektedir. Diğerleriyle birlikte bu, Birinci Dünya’nın ahlaki zemini işgal etmesini engelleyecektir. Bu noktada, Chimni’nin Marksist bir düşünür olarak TWAIL ile ne kadar yakınlaştığını gösteren ve kendisinin de yazı içerisinde özellikle vurguladığı aşağıdaki ifadelerin belirtilmesi önem taşımaktadır: 87 “Bizce, sosyalizm fikrini yeniden ele almalıyız. (…) Bu ideal şiddet içermeyen araçlarla gerçekleştirilmeli, her türlü dogmatik düşünce biçimini ve demokratik olmayan pratiği dışlamalıdır. Demokratik sosyalizm ideali devrim değil reform yoluyla gerçekleştirilmeli ve pazar kurumlarına yaslanmayı dışlamamalıdır (2006, s. 21).” Yine TWAIL düşünürleri arasında yer almayan, ancak genel olarak dünyadaki ezilenler için yapılacaklar konusunda pratik öneriler ortaya koyan Samir Amin’in görüşleri, teorik ittifaka bir cevap niteliğinde ele alınacaktır. Amin’in önerilerine görece daha geniş yer verilecektir çünkü TWAIL düşünürlerinin daha soyut düzlemde öne sürdükleri çözüm önerileri ile uyumlu bir biçimde olmakla birlikte; oldukça somut önerilerde bulunmuştur.10 Amin (2006), “Birleşmiş Milletler Nereye? (Whither the United Nations?)” isimli makalesinde Birleşmiş Milletler’in, daha iyi bir gelecek için önemine vurgu yapmaktadır. Amin’e göre, iki olası senaryodan bahsetmek mümkündür: İlki, bütün devletler pazarın beklenilen emirlerine boyun eğeceklerdir ve bu senaryoda bugüne kadar bildiğimiz dünyadan çok farklı (çok daha kötü ve barbarca) bir dünya olacak ve BM’ye sahip olmanın anlamı kalmayacaktır. Daha istenebilir ve daha olası senaryoya göre ise, devletler, uzun bir geçiş dönemi sonrasında, yerel toplumsal sistemler ve küresel sistemlerin oluşturulmasını talep edeceklerdir. Bu sistemler ‘pazar’ın (genel anlamda ekonominin) demokrasiye dayalı toplumsallaşma ile kademeli olarak Amin ve Chimni’nin konumu ve Üçüncü Dünyacı tavırları üzerine tezin sonuç bölümünde bir değerlendirme yapılacaktır. Amin ve Chimni gibi Marksist düşünürlerin konumunu belirlemek, TWAIL’in bütünsel olarak anlaşılması için önem arzetmektedir. 10 88 uyuşmasını talep edeceklerdir. Bu senaryoda, BM önemli bir rol oynayacaktır (Amin, 2006, s. 352). Bu süreç için Amin, “Birleşmiş Milletler Rönesansı” için birtakım somut öneriler getirmektedir. BM’nin siyasi rolü için getirdiği öneriler şu şekilde özetlenebilir (2006, s. 353-355): 1) BM’nin asli görevlerinden olan halkların (ve devletlerin) güvenliğinin sağlanması için yeniden yapılandırılması; nedeninden bağımsız olarak barışın sağlanması ve saldırganlığın önlenmesi (bu durumda Irak Savaşı’nın gerekçeleri de yanlışlanacaktır) prensipleri güçlü bir şekilde yeniden ele alınmalı. 2) Bu temel görev, BM’nin kurumsal yapısını dönüştürmeyi de içermektedir. Ancak bu konuda dikkatli olunması gerekmektedir, çünkü BM’nin mevcut eleştirileri, ona gerçekte uygun olan rolden farklı dönüşümler talep edebilir. Örneğin, BM Güvenlik Konseyi’nin yeniden yapılanması konusundaki öneriler getirilmeden önce tekrar düşünülmelidir. BM Genel Kurul’un rolünü geliştirmek ve (hukuk eliyle ya da değil) Güvenlik Konseyi kararlarının açıklığını sağlamak iyi bir başlangıç noktası oluşturabilir. 3) BM’nin rolünü geliştirmek, devletin mutlak egemenliği pozisyonuna dönüş anlamına gelmemektedir. 4) BM’nin yeniden yapılandırılması günümüzün büyük krizlerini çözmede önemli gelişmeler sağlamalıdır. Bu krizlerden (başını ABD’nin çektiği) birkaç güç, büyük oranda sorumludur. BM’nin; (a) İsrail ve Filistin arasında arabulucu güç oluşturması ve (b) eski Yugoslavya bölgesinde – sözde “sivil” savaşların mağduru olan Afrika devletlerinde yapıldığı gibi- 89 barış koruma güçlerinin kurulması görevlerini üstlenmesi, gerekirse Avrupa Birliği ve Afrika Birliği gibi bölgesel örgütlerle işbirliğine girmesi gerekmektedir. 5) BM’nin kapsamlı bir silahsızlanma planının geliştirilmesinde aktif rol oynaması gerekmektedir. Silahsızlanma büyük güçler ile başlamalı ve kontrol mekanizması BM olmalıdır. Ulusal sınırlar dışındaki bütün askeri üslerin boşaltılması da bu plana dahil edilmelidir. 6) Gelecekteki insani müdahaleler için izleklerin ve çerçevelerin tanımlanmasında BM aktif rol almalıdır. Toplumların bazı durumlarda vahşete sürüklenmesi nedeniyle bu tür bir müdahalenin gerekli olacağı konusunda şüphe yoktur. Ancak, müdahale kararı veya uygulanması emperyalist güçlere bırakılmamalıdır çünkü onlar, müdahaleyi kendi çıkarları için yönlendirebilirler. 7) Aynı damardan, “terörizm”in tanımlanmasında BM, kolektif sorumluluk prensibi benimsemelidir. Aynı zamanda terörist eylemlerin ne zaman saf dışı edileceğine karar vermek ve süreci gözlemek de BM’nin işi olmalıdır. “Teröre karşı savaş”ı büyük güçlere, hele hele ABD’ye bırakmamalıdır. 8) Son olarak, ulusal parlamentoların temsilcilerinden oluşan bir “Dünya Parlamentosu” için getirilen öneriler gerçekdışı olmak zorunda değildir. Bu parlamentolar olgun bir küresel demokrasi oluşturamamış olsalar dahi bu alanda gelişme kaydetmek mümkündür. Görülebileceği gibi, Amin Birleşmiş Milletler’e önemli görevler yüklemekte, küresel düzenlemenin siyasi ayağında merkezi rol alacak BM üzerinden birtakım iyileştirmeler yapmayı önermektedir. Benzer şekilde ve yine BM ile bağlantılı olarak Amin’in (2006, s. 355-358) halkların hakları 90 ve uluslararası hukukun gelişmesi için yaptığı öneriler de aşağıdaki gibi ortaya konulabilir: 1) Mevcut öneriler devlet egemenliğinin yeniden tanımlanması gerekliliğiyle başlamaktadır. Bütün insanların yalnızca yerel, bir başka deyişle vatandaşı oldukları devlet sınırları içinde değil, küresel düzlemde gerçekleşen şeylerden de sorumlu oldukları görüşü yaygındır. Bu, kolektif bilinçte bir basamak yukarı çıkılması ve devlet egemenliğini mutlak ve dışlayıcı kabul eden eski kavramın sınanması anlamına gelmektedir. Ancak, şu anda halkların hakları ile egemenlik arasında çelişki bulunmaktadır ve bu çelişkiyi aşmanın tek yolu bütün toplumları demokratikleştirmektir. Her toplum bu ihtiyacı gözeterek kendi payına düşeni yapmalıdır. Uluslararası bir örgüt ve ideal forum olarak BM’nin oynayacağı rolün önemi de buradadır: Gelişmeyi savunabilir ve iktidarın kullanımındaki somut etkilerini hızlandırabilir. 2) Belirli deklarasyonlar, paktlar ve sözleşmeler insan hakları tanımlamalarının genişletilmesinde ilerleme kaydetmektedir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948) ile başlayan gelişmeler, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi (1968) ile Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi (1968) sayesinde daha da genişlemiştir. Kalkınma Hakkı Bildirgesi (1986) ile BM kalkınma hakkının insan haklarının içsel bir parçası olduğunu doğrulamıştır. Ancak bu sözleşmeler yeterli değildir çünkü en başta uygulanma sorunları bulunmaktadır. Bu nedenle BM’nin evrensel çerçevesi tamamıyla tanınmamış ve henüz kuruluş aşamasında olan hakların, açıkça ortaya konulması için kullanılmalıdır. Bazı realistler bu tür sözleşmelere çok az önem atfetse de, hukukun önemini azımsamak hata olacaktır. 91 3) BM, uluslararası iş ve ticaret hukukunun biçimlendirilmesine özellikle eğilmelidir. Küresel ekonomik ilişkilerin genişlemesi, uluslararası iş hukukunun geliştirilmesini önemli hale getirmektedir. Ancak hukukun bu alanı ulusal stratejileri veya bireylerin ve halkların temel haklarını çiğnememelidir. Bunun bir sonucu olarak, Çok Taraflı Yatırım Antlaşması (MAI) gibi antlaşmalar kabul edilemez. Uluslararası ticaret hukuku, yalnızca işveren gruplarının değil, aynı zamanda işçilerin ve süreçle ilgili bütün devletlerin de dahil olduğu şeffaf tartışmalar sonucunda düzenlenmelidir. Böyle bir tartışma için BM dışında bir platform bulunmamaktadır. Bu noktada bir parantez açarak iyileştirmeci bir tutumla Marksizm içerisinden fikir üreten Hardt ve Negri’nin ticaret hukukunun halihazırda aldığı biçim ve onun desteklediği süreç ile ilgili görüşlerine yer vermek uygun olacaktır. “(B)ugün bu kadar çok şikayette dile gelen adaletsizliklerin, sadece belirli hakları garanti eden uluslararası yasal yapıların yokluğunu göstermekle kalmayıp, daha önemlisi, bu tür hakların aleyhine işleyen küresel yasal yapıların oluşumuna da işaret ettiğini göstermeliyiz. Birçok akademisyen, Soğuk Savaş'ın bitişinden bu yana gelişen bir tür emperyal hukuktan bahsediyor. Bir tarafta, ABD hukuku öylesine güçlü bir hegemonyaya kavuştu ki, bütün ülkelerdeki yasama sürecini etkilemeyi ve yasal çerçeveyi dönüştürmeyi, özellikle de mülkiyet hukuku bağlamında, başarıyor. Diğer taraftan da ABD askeri gücü tarafından desteklenen yeni küresel emperyal yapılar oluşuyor, örneğin (...) lex mercatoria gibi. Bu hukukçulara göre, emperyal 92 hukuk vahşi kapitalist küreselleşmeye, o da çokuluslu şirketlerin ve hakim kapitalist ülkelerin çıkarlarına hizmet ediyor. (...) Emperyal hukuku temel alan yeni-muhafazakar teori ve pratiklerin ilgisi son zamanlarda ticari hukuk ve uluslararası ticaretten askeri müdahale, rejim değişikliği ve ulus inşasına; yani neoliberal küreselleşmeden silahlı küreselleşmeye kaydı. Emperyal anayasa gittikçe 'müdahale hakkı'na dayanıp, insan hakları askeri yollarla dayatıldıkça, emperyal divanların işlevi de zamanla muğlaklaştı. Her halükarda, emperyal yasal çerçevenin, protestolarda talep edilen hakları ve adaleti savunmak bir yana onları iyice baltaladığı açıktır sanırız (Hardt ve Negri, 2011, s. 294).” 4) Farklı alanlardaki güçlerin varlığı göz önünde bulundurulursa BM’nin bir gecede “dünya devleti”, “dünya hükümeti” veya ulusüstü bir otoriteye dönüşemeyeceği açıktır. Ancak bu olguyu bilmek, uzun vadede bu tür dönüşümlerin gerçekleşeceği bir süreci başlatma imkanını engellemez. Ayrıca bu dönüşümü önerirken dikkatli olunması gerekmektedir. Halihazırda (ABD’nin anladığı anlamıyla) “sivil toplum” ile BM’nin varlığı arasında bir ittifak önerisi bulunmaktadır. Bu ittifakta “şirketlerin dünyası”na öncü rol verme istediğinde olanlar da vardır. Bu tür bir dönüşüm talep edenler, milyarderler ile çatışma içerisinde olan işçi sınıfını sürekli görmezden gelmektedirler. Son olarak, Amin’in uluslararası mahkemeler konusundaki önerilerine yer verilecektir. Amin, uluslararası adaletin kurumsallaştırılması üzerine yaptığı önerilerde uluslararası mahkemelerin konumları ile ilgili görüşlerini şu şekilde belirtmektedir (2006, s. 363-365): 93 Uluslararası adalet mahkemeleri mevcut olmakla birlikte sınırlı yargılama yetkisine sahiptirler ve belirli güçler (başta ABD) meşruiyetlerini tanımayı reddetmektedir. Bu nedenle ilk görev, uluslararası adalet alanındaki varolan kurumların etraflıca gözden geçirilmesi, eksikliklerinin incelenmesi ve kapatılabilecek yasal boşlukların tanımlanması olmalıdır. Bunun gibi, yasal statüleri olmayan “küresel kamuoyu mahkemeleri” (örneğin, Irak Dünya Mahkemesi) bulunmaktadır. Bu örneklerin takip edilmesi, eylemlerinin desteklenmesi ve alanlarının genişletilmesi gerekmektedir. Ayrıca, BM sorumlulukları ile ilgili önerileri hayata geçirecek uluslararası adalet mahkemeleri sistemi oluşturulmalıdır. Yine bu noktada ikinci bir parantez açıp, Hardt ve Negri’nin uluslararası mahkemelerin rolüne ilişkin önerilerine de değinilebilir: “(K)üresel sistemde hakların ve adaletin eksikliğiyle ilgili şikayetler, yeni adalet kurumlarının ulus-devletlerin kontrolünden bağımsız olması gerektiğini gösterir, çünkü hakim ulus-devletler önceki girişimleri hep baltalamış ya da kendi lehine çarpıtmıştır. Eğer evrensel adalet ya da insan hakları ilkeleri küresel düzeyde uygulanacaksa, güçlü ve özerk bir kuruma dayanmaları gerekir. Öyleyse makul bir öneri, (...) Uluslararası Ceza Mahkemesi projesini genişletmek, mahkemeye küresel tüzel yetkiler ve yaptırım gücü tanımak ve belki Birleşmiş Milletler'e bağlamaktır. Benzer bir küresel adalet kurumu önerisi de, kalıcı bir uluslararası veya küresel araştırma komisyonunun kurulmasıdır. Bu tür bir komisyon, çeşitli ulusal araştırma ve uzlaşma komisyonlarından yararlanarak sadece ulusal düzeydeki iddiaları değil, büyük çaplı ve uluslararası 94 adaletsizlik iddialarını değerlendirebilir ve ceza ve tazminatları belirleyebilir (Hardt ve Negri, 2011, s. 312).” Ancak, yukarıdaki önerilerine rağmen düşünürler bu reformların gerçekleşmesinin zor olduğuna dikkat çekmektedirler: “Yine de bütün bunlar, bugün küresel hak ve adalet sistemlerinde demokratik reform yolundaki çabaların akıntıya karşı kürek çekmek olduğunu gösteriyor (Hardt ve Negri, 2011, s. 314).” Amin, yukarıda belirtilen önerileri getirdikten sonra, BM’nin hemen dönüştürülmesinin hükümetlerden istenmesi ile herhangi bir şey kazanılamayacağını öne sürmektedir. Mevcut güç ilişkileri açısından bakıldığı takdirde, dönüşümün egemen emperyalist stratejiler için kullanılabileceğinden uluslararası korkulması komisyonlar gerektiğini; üzerinden toplumsal bu nedenle, örneğin hareketlerle sürecin yürütülmesinin uygun olacağını savunmaktadır (2006, s. 365). Bu alt başlıkta Üçüncü Dünya bağlamında düşünüldüğünde uluslararası hukukun sorunlarının neler olduğu ve bunlara karşı ne gibi çözümler üretilebileceği TWAIL düşünürleri ve teorik ittifak stratejilerine cevap buldukları düşünürlerin bakış açılarından ele alınmıştır. Çözüm önerilerinin altında yatan temel argüman, devletlerin ve Batılı güçlerin karşısına çıkan bir sivil toplum savunusunda aranabilir. TWAIL düşünürleri, Üçüncü Dünya’da sivil toplumun öne çıktığı bir durum olduğunu, toplumsal hareketlerin ve taleplerin oluştuğunu fakat uluslararası yönetişimin antidemokratik ve Avrupamerkezci yapısı nedeniyle sivil toplum hareketlerinin alan bulamadığını ve taleplerini duyuramadıklarını öne sürmektedirler. Bu taleplerin ise üretim ilişkileriyle bağlantıları göz ardı edildiği ölçüde, 95 “Üçüncü Dünya”nın kendi içerisinden üretilen özgün talepler olmadıkları analiz dışı bırakılmaktadır. Bununla birlikte, çözüm önerilerini bu şekilde belirttiğimizde TWAIL’in iyileştirmeci çabası daha açık bir biçimde gözler önüne serilmiştir. Ancak, tezin üçüncü bölümünde daha net vurgulanacağı gibi, iyileştirme çabasına girişilirken uluslararası hukukun biçimi ve “temsil ilişkileri” göz ardı edilmektedir. 2.3. SONUÇ Bu bölümde, tezin çalışma nesnesi olan TWAIL’in içerimleri ortaya konulmuştur. Bir önceki bölümde (1. Bölüm: Üçüncü Dünya Yaklaşımları’nın Belirleyenleri) incelenen “yeni azgelişmişlik durumu” ile birlikte düşünüldüğünde, kuramın savlarının eski Üçüncü Dünyacılık ile ortaklıkları bulunsa dahi içeriklerinin önemli ölçüde dönüşüme uğradığı görülmektedir. Bir sonraki bölümde, yukarıda anahatlarıyla betimlenen yaklaşımın eleştirilerine yer verilecektir. 96 3. BÖLÜM: ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMININ ELEŞTİRİLERİ TWAIL'in eleştirilerinin ele alınacağı bu bölümde, öncelikle genel bir bakışla TWAIL'in temel varsayımları üzerine bir inceleme yapılacaktır. Ardından özellikle China Mieville'in (2005; 2008) öncülüğünü yaptığı “Uluslararası Hukukun Meta-Biçim Teorisi” olarak adlandırılabilecek yaklaşımının sundukları doğrultusunda TWAIL'in eleştirisi gerçekleştirilecektir. Son olarak, ikinci alt başlıkta ekonomi politik perspektifin dışarıda tutulması nedeniyle TWAIL'in devlet kavrayışına yönelik eleştiriler Marksist devlet kuramlarının kazanımları doğrultusunda tartışılacaktır. Alt başlıkta öncelikle “yönetişim” kavramının içerimleri tartışmaya açılacak; arkasından kapitalist devletin ne olduğu (ya da en azından ne olmadığı) incelenecek; devletin uluslararasılaşması olgusunun yarattığı biçim değişikliğine ve bunun yönetişim ile ilişkisine değinilecek; bu bağlamda emperyalizmin yeni bir biçiminden söz edilebileceği savunulacak; devlet içerisinde ve uluslararası örgütlerde sermayenin bulduğu temsil (ve etkileri) üzerine bir değerlendirme yapılacak ve son olarak TWAIL’in emperyalizm anlayışının açıklama kapasitesi irdelenecektir. TWAIL'in çözüm önerileri şunları içermektedir: “halkların ve kültürlerin ahlaki eşdeğerliliği”; “‘ötekileştirmenin’, ‘evrenselci akıl yürütme kalıplarının’ ve ‘Batı’nın kötü kopyalarının çıkartılması ile sonuçlanan politikaların’ reddi”; “heterojenliğin ve çoklu kültürlerin tanınması”; “küresel, ulusal ve ulus-altı ölçeklerde yönetişimi gerçekleştiren yapısal biçimlerin bütünüyle demokratikleştirilmeleri”... Yaklaşım, bu önerilerin 97 neden diğer önerilere göre daha iyi olduğu sorusunu cevapsız bırakmakla beraber, önemli bir sorun olarak “temsil meselesi”ni görmezden gelmektedir. Uluslararası hukukçuların yapısal sınırlılıklarını analiz dışında bırakan TWAIL, Birinci Dünya temsilcilerinin neden bu önerileri tercih etmeleri gerektiğini ve bunu nasıl yapabileceklerini hesaplamamaktadır. Uluslararası hukukçular, uluslararası örgütlerde belirli temsil mekanizmaları dolayımıyla bulunmaktadırlar. Kaldı ki, Üçüncü Dünya'nın sesini duyurmaya başlaması durumunda dahi bel bağlanacak olan Üçüncü Dünya devletlerinin temsilcilerini bağlayan çıkarlar her durumda Üçüncü Dünya halkları lehine çıktılar verecek diye bir kural yoktur. Bu bağlamda, devletin içerisindeki sınıfsal temsil mekanizmalarını göz önünde bulundurmanın önemi vurgulanmalıdır. 3.1. META-BİÇİM KURAMI ÜZERİNDEN ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMININ ELEŞTİRİSİ Bu alt başlıkta TWAIL’in tutumuna içkin olan iyileştirmeciliğin metabiçim kuramı üzerinden yapılan eleştirisine yer verilecektir. TWAIL’in Üçüncü Dünya yararına uluslararası hukuk normlarının içeriği üzerinden yapılacak iyileştirmelere bel bağladığı düşünüldüğünde, bunun olanaklarını incelemek ve yaklaşımın varsayımlarının eleştirilmesi açısından uluslararası hukukta biçim-içerik tartışmasına değinmek önemlidir. Bunun için, öncelikle “İyileştirmeci Yaklaşımlar”a (ikinci bölümün birinci alt başlığında vurgulanan noktalar göz önünde bulundurularak) değinilecek; 98 meta-biçim kuramı üzerine kısa bir inceleme gerçekleştirilecek; İyileştirmeci Yaklaşımlara dahil düşünürlerin iki ortak eksende (hukuksavaş karşıtlığı ve iyileştirme olanağı) birleştiği düşünülerek bu eksenlere yönelik meta-biçim kuramı eleştirisine başvurulacak ve ardından uluslararası hukuk normlarının içeriğine yapılacak müdahaleler ile Üçüncü Dünya lehine çıktılar elde etme olanaklarının sınırları ortaya konulacaktır. İyileştirmeci yaklaşımlar, hukuku savaşın karşısında konumlandırarak, onda özgürlük potansiyeli olduğunu öne sürmektedirler (bkz. Falk, 1983; Koskenniemi, 2005; Sands, 2005; Fitzpatrick, 2003). Falk (1983, s. 324), uluslararası hukuk üzerinden daha adil bir dünya düzeni için iyileştirici etkiler üretilmesinin mümkün olduğunu, bunun için liberal teorinin radikal bir biçimine ihtiyaç olduğunu vurgulamaktadır. Koskenniemi ise (2005, s. 59), uluslararası hukukun bir alan olarak uluslararası anlaşmazlıkların taraflarının kullanımı için açık ve yer yer çelişkili terimler ve savlar barındırdığını, bunun haklı olan ama zayıf pozisyonda bulunanlar için iyileştirici müdahale zemini oluşturduğunu belirtmektedir. Koskenniemi’nin bu yaklaşımı, “belirlenimsizlik tezi” olarak adlandırılan ve tezin önceki bölümlerinde değinilen çerçeveye işaret etmektedir. Sands (2005, s. 238) uluslararası hukukun başarısızlıkları olmasına rağmen, bu alandaki kuralların devlet davranışlarının asgari standartlarını yansıttığını ve bu devletlerin uluslararası eylemlerini yargılamak ve değerlendirmek için bağımsız bir standart getirdiğini savunmaktadır. Son olarak Fitzpatrick (2003, s. 429-466), Amerikan İmparatorluğu’nun eylemlerinin uluslararası hukuku aşması veya onunla çatışmasından yola çıkarak; her ne kadar uluslararası hukukun belirlenmiş içeriği baskın kuvvetin taleplerine cevap vermek için gelişmişse de, 99 hukukun kendisine içkin etik ilkeler sayesinde kendi sınırlamalarını aşabileceğini ileri sürmektedir. Yukarıda anlatılanlar doğrultusunda, İyileştirmeci Yaklaşımlar’ın temel vurgusuna ulaşmak mümkündür. Yaklaşıma göre, “hukukla barış (düzen) arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Barış olarak tanımlanan durumun sürdürülmesi esnasında ve sürdürülmesi için üretilen şiddet teorik hesaplara katılmaz. Barış kendinde iyidir. Barış düzeninin (hukukun) genelleştirilmiş soyutlamasını temsil eden hukukun üstünlüğü prensibi, tatbik edilebildiği ölçütte, kendini gerçekleştiren iyiliğin cisimleşmesi sürecinin ismidir adeta. Böylelikle, hukuk mücadelelerin ve çatışmaların meşruiyetinin en yetkin garantörü ve barışın kurucusu unvanlarıyla donatılmış olur (Özdemir, 2011, s. 31).” İyileştirmeci Yaklaşımların aksine “Uluslararası hukukun meta-biçim kuramı” (Mieville, 2005; 2008) ise uluslararası hukukun savaşın karşısında konumlandırılamayacağını savunmaktadır. Zira şiddet, hukuka içkindir. Bu varsayımı değerlendirmek için meta-biçim kuramının içerimlerine kısaca göz atmak faydalı olacaktır. Hukukun meta-biçim kuramının temeli, Sovyet hukuk teorisyeni Pasukanis’in çalışmalarında oluşmuştur. Pasukanis, Marksist bir hukuk kuramının, pozitivist teorinin içerisine sınıf mücadelesi unsurunu dahil etmekten daha fazlasını gerektirdiği savıyla meta-biçim kuramının ilk “taslağını” ortaya koymuştur (Pasukanis, 2002, s. 47; Mieville, 2008, s. 105). 100 Kuramın temel tezi Pasukanis’e göre, meta sahibi ile hukuk teorilerinin hukuki süjesi arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Bu, Marx’tan sonra daha ileri bir kanıtlama gerktirmemiştir (Mieville, 2008, s. 106). Bu teze göre, “Bir pazar var ise, burada değişim ilişkileri gerçekleşecek ise, zilyetlik, satım akdi, mülkiyet gibi hukuki kategoriler ve bunlara bağlı karineler de (belirtiler), pazarla birlikte vücut bulacaktır. Öyleyse, meta biçimin mantığı, hukuki biçimin mantığı ile özdeştir. Çıkarların izole hale gelip karşıt menfaat sahibi olanların bulunduğu bir ortamda öne sürüldüğü yerde (maddi değişimin meta biçim halini aldığı yerde), istediği metaı istediği şeyle değiştirmekte “özgür”, taşıdığı mal üzerinde “egemen”, metalar evrensel eşitleyicinin terimleri ile değerlendirildikleri için “eşit” insan taşıyıcılar arasındaki ilişkiler, “hukuki biçim” aracılığı ile düzenlenir (bkz. Özdemir ve Aykut, 2011).” Pozitivist argümanın aksine, mal sahibi ve hukukun süjesi olarak kabul edilen insan taşıyıcılar, “özgür”, “eşit” ve “egemen” sıfatlarına kendilerine yasa koyucu tarafından bahşedildiği için sahip olmazlar. Bu sıfatlar, karşıt menfaat sahibi olanların bulunduğu bir ortamda ileri sürülen izole çıkarların değişim ilişkilerine konu olması durumunun ürünüdürler. Kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim hale gelmesinden sonra egemenin, keyfi olarak bu ilişkiler ile bağlantılı olan biçimi reddetme olanağı bulunmamaktadır. Bu durumda hukukun kaynağı egemenin iradesi değil, “egemen güç ilişkileri sistemini” meydana getiren nesnel üretim ilişkileri olarak kabul edilecektir (Pasukanis, 2002, s. 109-135; 2005, s. 321-335). 101 Bu alt başlıkta ele alınan iki ana eksenden (hukuk-savaş karşıtlığı ve iyileştirme olanağı) ilki göz önünde bulundurularak, uluslararası hukukun meta-biçim kuramının baskı ve şiddet ile ilgili savlarına değinilmelidir. Pasukanis (2002), baskının değişim ilişkilerinin gerçekleşmesi için gerekli önkoşullar ile çelişkili olduğunu öne sürmektedir. Buna karşın Mieville’e göre, şiddet meta-biçime içkindir, onun kalbinde yer almaktadır. Bir metaı sahiplenmek, onu sahiplenme olanağı olan diğerlerinden ayırmak demektir. Başka bir deyişle, değişime konu olacak bir metaa “benim” demek, “senin değil” demektir. Bu durum, daha en başından güç uygulama kapasitesini gerektirir. Aksi halde, sahipliğinizin reddedilerek karşı tarafın sahiplenmesini engelleyecek herhangi bir şey bulunmamaktadır (2008, s. 113). Uluslararası ilişkiler alanına gelindiğinde Mieville, değişim ilişkilerinin ve dolayısıyla hukukun özneleri olan meta sahipliğinden devletin uluslararasındaki “egemenlik” konumuna bir sıçrama gerçekleştirmektedir. Değişim ilişkilerinin yapısı, devletleri de, uluslararası alandaki ilişkilerinde aynı toplum içerisindeki özneleri zorladığı gibi zorlamaktadır: “Çünkü bu sistemde ve uluslararası hukukun bu sistemin kaidesini oluşturan hükümlerinde, devletler, tıpkı bireyler gibi, mülk sahipleri olarak karşılıklı etkileşime girerler; her devlet kendi egemen bölgesine sahiptir (Mieville, 2005, s. 54).” Devletler uluslararası ilişkiler alanında kendi toprakları üzerinde sahiplik iddiasında bulunabildikleri müddetçe, diğer bir deyişle uluslararası hukukta egemenlik prensibi var olduğu sürece uluslararası hukukun hak süjesi olarak varolabilirler. Bu tez, egemenlik iddiasında bulunamayacak durumda olan, daha doğrusu uluslararası hukukun gelişimi esnasında 102 egemenlik doktrinine uymayanların neden hak süjesi sayılamayacağını anlamlandırmak için de bir araç olarak kullanılabilir. Uluslararası hukukun meta-biçim teorisi bu şekilde düşünüldüğünde, uluslararası ilişkilerde de şiddet, ilişkinin kendisine içkin hale gelmektedir. Pasukanis’in aksine meta-biçim kuramından yola çıkılarak bakıldığında şiddet ve baskının değişim ilişkilerinden bağımsız düşünülemeyeceğini belirten Mieville, bu argümanı uluslararası hukuk için bir zemin olarak kullanabilmektedir. Her ne kadar değişim ilişkilerine içkin şiddetten bahsedildiğinde siyaset (ya da baskıcı güç, şiddet) yakınlaşmış da olsa, onun özgül biçimi olan burjuva devletin doğrudan temel ve gerekli olmadığı sonucuna varmak mümkündür (Mieville, 2008, s. 113). Bu şekilde düşünüldüğünde, uluslararası ilişkiler alanında şiddet ve baskının meydana gelmesi için bir üst otoriteye (ulusüstü bir yapılanmaya) gerek yoktur. Şiddet, ya da Mieville’in vurguladığı biçimiyle “siyasi olan en başından itibaren hukukidir: Bunu kabul etmek, hukuk hakkındaki yaklaşımınız ister idealist ister skeptik olsun biçimcilikten kopmak demektir (Mieville, 2005, s. 24).” Yukarıda belirtilen noktalardan yola çıkılarak, Mieville’in “savaş, eylem halindeki uluslararası hukuktur” (2005, s. 148) düşüncesini anlamlandırmak mümkün olacaktır. Bu bağlamda, meta-biçim kuramı İyileştirmeci Yaklaşımlar’ın temel varsayımlarından olan savaşın karşına hukukun üstünlüğünün yerleştirilmesi gerektiğini reddetmektedir. İkinci eksen (uluslararası hukuk üzerinden iyileştirme olanakları) belirlenimsizlik tezine odaklanmaktadır. Ancak, belirlenimsizlik ilkesi veri kabul edilse bile bu, tarafların oluşum süreci ve karşı karşıya gelme 103 koşullarını da içermektedir (Mieville, 2008, s. 97). Hukukun biçimi nedeniyle ve kapitalist bir dünya düzeninde güç ilişkilerinin yapısı düşünüldüğünde iyi niyetli hukukçular ile uluslararası hukukta iyileştirmeler yapmak mümkün görünmemektedir. İkinci eksene getirilen eleştiriyi daha iyi anlamlandırmak için hem TWAIL’e yakın duruşu nedeniyle hem de Marksist düşüncenin içinde yer almasından dolayı Chimni’nin uluslararası hukuk eleştirisinin sınırlılıklarına değinmek gerekmektedir. Uluslararası hukuku içerik-odaklı bir yaklaşımla sınıfsal temele oturtmayı hedefleyen Chimni’ye göre, “Marksist perspektiften bakıldığında hukukun sınıfsal temelde sürekli gelişmesini destekleyen şey; prensipler, politikalar ve standartlara başvurulmasıdır. Zira bunlar egemen sınıfların etikpolitik hegemonyalarını açığa çıkarmaktadır. Eğer uluslararası hukuk sınıf hukukuysa, öyle olduğu için uluslararası bağlamın kendine özgü özellikleri bu anlayışı kendisi için de barındırmaktadır (1993, s. 102).” Mieville, bu yaklaşıma göre uluslararası hukukun sınıfsal doğasının “prensipler” ve “siyasalar”dan kaynaklandığının savunulduğunu belirtmektedir. Başka bir deyişle, hukuku sınıfın silahı haline getiren, uluslararası hukukun yapısındaki herhangi bir şeyden ziyade, tikel hukuki hükümlerin içeriğinin “egemen sınıflar” tarafından yürütülmesidir. Ancak, Pasukanis bu anlayışın sol pozitivizm olarak “sınırlı bir tatmin” sağladığını, çünkü hukuki biçimi dışladığını belirtmektedir (Mieville, 2008, s. 104105). 104 Tezin önceki bölümlerinde de vurgulandığı üzere, TWAIL'in hedefi uluslararası hukuk üzerinden Üçüncü Dünya halkları lehine iyileştirmeler yapmaktır. Bu önemli bir ayrımdır, zira İyileştirmeci Yaklaşımlar uluslararası hukuk üzerinde yapıbozumcu bir kavrayışla belirlenimsizlik ilkesi üzerinden düşünme eğilimindedir. Bu da, uluslararası hukukun içerisinden ezilenler lehine yorum ilkesi ile çıkarımlar yapabilecekleri varsayımına dayanmaktadır. Ancak, Mieville’in Marx’ın sözünü vurguladığı gibi “eşit haklar arasında, güç belirleyicidir (between equal rights, force decides)”. Bu vurgu göz önünde bulundurulduğunda ve hukukun “burjuva biçimi” düşünüldüğünde belirlenimsizlik ilkesi gücü olanın çıkarına hizmet edecek şekle bürünebilir. Bu alt başlıkta kısaca, TWAIL’in uluslararası hukuk üzerinden Üçüncü Dünya halkları yararına gerçekleştirmeyi düşündüğü iyileştirmelerin sınırlılıkları tartışılmıştır. Bunun için Mieville’in (2005; 2008), Pasukanis’in (2002) yaklaşımı üzerinden çerçevesini çizdiği “uluslararası hukukun meta-biçim kuramı”na başvurulmuştur. TWAIL’in uluslararası hukuk normlarının içeriği üzerinden yapmayı hedeflediği iyileştirmelerin meta-biçim nedeniyle sınırlarının bulunmasına ek olarak, iyileştirmeleri yapmasını beklediği uluslararası hukukçuların içinde bulundukları “temsil ilişkileri” de göz ardı edilmektedir. Uluslararası hukukçuların anılan temsiliyet durumu nedeniyle ikinci bir sınırlama ile karşı karşıya kalmaları, TWAIL’in pratik hedeflerinin gerçekleşme imkanını şüpheli kılmaktadır. TWAIL önerilerinin gerçekleşme imkanları tartışıldıktan sonra, takip eden alt başlıkta, TWAIL’in uluslararası hukukun sorunlarını analiz ederken kullandığı araçların yeterliliği ve buna dayanılarak üretilen çözümlerin ne 105 anlama geldiği politik iktisat perspektifi ve çağdaş devlet teorisi üzerinden incelenecektir. 3.2. EKONOMİ POLİTİK PERSPEKTİFİ VE DEVLET TEORİSİ EKSENİNDE ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMI ELEŞTİRİSİ TWAIL düşünürleri Batı tahakkümü ve bu bağlamda liberal söylemlere karşı çıkarken; karşılarındakinin ne olduğunu, görünenin arkasındaki mekanizmaları ekonomi politik perspektifin araçlarıyla analiz etmemektedirler. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, söylemsel düzeyin arkasında kalan dinamikler, üretim ilişkilerini inceleme dışı bırakılmakta ve görünmez kılınmaktadır. Bunun bir sonucu olarak da özel mülkiyet eleştirilmemekte, veri kabul edilmektedir. Diğer bir deyişle, TWAIL’in kültürelcilik ile ortaya koyduğu sorunlar ve bunlara getirdiği çözüm önerileri mevcut kapitalizm pratiklerini meşrulaştırma ihtimaliyle karşı karşıyadır. Bu nedenle ilk olarak, sürecin ardındaki üretim ilişkilerine vurgu yapılmasının önemi belirtilmelidir. Bu şekilde, TWAIL’in eşitsizliğinden şikayet ettiği uluslararası hukukun esas yapısı gözler önüne serilebilecektir. Üretim ilişkileri analizin merkezine oturtularak “yönetişim” incelendiğinde TWAIL’in küresel sorunların çözümlerinin temeli olarak gördüğü demokratikleştirilmesi” eleştirilebilecektir. “uluslararası yönetişimin 106 İkinci olarak, TWAIL yaklaşımı devlet teorisinin biriktirdiklerinin yardımıyla eleştiriye tabi tutulması gerekmektedir. TWAIL yaklaşımına dahil düşünürlerin uluslararası hukukta çoğulculaşma gibi bir amaç gütmesinin ardında yaklaşımın devlet kavrayışı bulunabilir. Bu anlayışa göre TWAIL devleti organik bir bütün olarak ele almaktadır. Her ne kadar sivil toplum karşısında devleti olumsuzlama eğiliminde olsalar da, TWAIL düşünürlerinin sivil toplumu da bir organizma gibi kavradıkları belirtilebilir. Yönetişim kavramına dayanarak çözüm üretme çabasının ana nedeni olarak gösterilebilecek bu tutum, yönetişim ile devlet biçiminin dönüşümü arasındaki ilişki; yeni devlet biçimi ve temsil ilişkisinin dönüşümü arasındaki ilişki gibi kilit unsurları görmezden gelmektedir. Anılan iki ana eksen etrafında birbirleriyle bağlantılı olarak öncelikle “yönetişim” kavramının içerimleri tartışmaya açılacak; arkasından kapitalist devletin ne olduğu (ya da ne olmadığı) Özdemir’in (2010; 2011; 2012) yaklaşımı çerçevesinde incelenecek; devletin uluslararasılaşması olgusunun yarattığı biçim değişikliğine ve bunun yönetişim ile ilişkisine değinilecek; bu bağlamda emperyalizmin yeni bir biçiminden söz edilebileceği savunulacak; devlet içerisinde ve uluslararası örgütlerde sermayenin bulduğu temsil (ve etkileri) üzerine bir değerlendirme yapılacak ve son olarak TWAIL’in emperyalizm anlayışının açıklama kapasitesi irdelenecektir. TWAIL, uluslararası hukukta tespit ettiği sorunlara karşı çözüm önerisini küresel yönetişimin demokratikleştirilmesi şeklinde formüle etmektedir. Gerçekte bu öneri, biçimsel parlamenter demokrasinin derinleştirilmesinden öte bir anlam taşımamaktadır. Çoğulculaşma hedefi, parlamenter demokrasinin bugünkü biçiminin küresel çapta yerleştirilmesi 107 ve bu yolla demokratik bir sisteme/uluslararası hukuka sahip olma anlamına gelmektedir. Belirtilmelidir ki, bu talep, beraberinde biçimin etkilerinin de derinleştirilmesini getirecektir. Bu nedenle, ilk olarak hakim söylem tarafından sık sık kullanılan ve TWAIL gibi eleştirel maksatla yola çıkan birçok yaklaşımın da içselleştirdiği yönetişim kavramını incelemek gerekmektedir. Yönetişim kavramını incelemeye Zabcı’nın yaklaşımı ile başlanacak, ardından Jessop’ın kavramın anlamına yönelik saptamaları belirtilecektir. Dünya Bankası, yeni kalkınmacılık söylemi ile birlikte “iyi yönetişim” kavramını dolaşıma sokmakta ve bunun kriterlerini saptayarak “Üçüncü Dünya” ülkelerinin “demokratikleşme” süreçlerini düzenlemektedir. Zabcı, yönetişimin işlevini ilk elde şu şekilde belirtmektedir: “Gelişmekte olan ülkelerin, küresel kapitalizmin başat güçleri olan uluslararası kuruluşların daha fazla hegemonyası altına girmesine ve bunların ulusal siyasetleri daha fazla belirlemesine son yıllarda ‘şık’ bir ad veriliyor: Yönetişim (2009, s. 55).” Zabcı, Dünya Bankası’nı incelediği eserinde kavramın ortaya çıkışını Üçüncü Dünya ülkeleri üzerinde önemli bir etkiye sahip olan bu kurum üzerinden incelemektedir. Tezin konusu açısından önemli olan bu yaklaşım, Üçüncü Dünya’ya sunulan bir kriter olarak yönetişimin, bir muhalefet aracı olup olamayacağını da gözler önüne serecektir. “Banka’ya göre, en genel nitelikleriyle yönetişim, siyasal çoğulculuğu, hesap vermeyi ve hukuk devletini içeriyor. Banka’nın daha sonra yönetişim ile doğrudan ilgili olarak hazırladığı çalışmada yönetişim şu şekilde tanımlanmaktadır: 108 ‘Bir ülkenin ekonomik ve sosyal kaynaklarını, kalkınma amaçlı bir bakış açısıyla yönetmede iktidarın kullanılma biçimi’ (Dünya Bankası raporlarından aktaran Zabcı, 2009, s. 65).” Yukarıdaki tanım üzerinden Zabcı, kavramın “devletin sınırlarını ya da devlet iktidarının kullanılma biçimini belirlemeye çalıştığını” saptamaktadır. Bu saptamaya göre, yönetişimin işaret ettiği kalkınma programı devletin sınırlarını belirliyorsa, ulusal iktidarlar kalkınma için uygulanacak politikaları (hedefleri ve yöntemleri) belirleyen güç olmaktan çıkmıştır (2009, s. 65). Birinci bölümün ikinci alt başlığında kalkınmanın edindiği yeni anlam üzerine belirtilenler göz önünde bulundurulduğunda, Dünya Bankası tarafından kullanıldığı haliyle yönetişimin (ve demokratikleşmenin) hedefinin ne olduğu daha rahat kavranabilecektir. “Banka’nın terminolojisinden hareket ettiğimizde, yönetişimin bir ‘kalkınma yönetimi’ olduğunun vurgulandığını görürüz. Bu ‘kalkınma yönetimi’ içinde, hükümet artık sadece daha az hükümet eden değildir, aynı zamanda etkinlik ya da müdahale alanını doğrudan yatırımlar üzerinde odaklamaktan çok, başkalarının yatırım yapmalarını sağlayacak şekilde kullanan bir hükümettir (Zabcı, 2009, s. 69).” Bir başka deyişle, devlet Üçüncü Dünya’da yatırım yapacak olan uluslararası sermayenin hareketini kolaylaştıracak düzenlemeleri yapma göreviyle donatılmıştır. Eski kalkınmacılık için öne sürülen, antidemokratik politikalar uygulandığı yönündeki iddiaların da bu çerçevede ele alınması gerekmektedir. Gerçekte, şu anda anti-demokratik olarak 109 adlandırılan olgunun, devletin kendi toprakları üzerinde yapılacak yatırımları gerçekleştirmesi veya denetlemesi olduğu belirtilmelidir. Buna göre, yatırımları ve yatırımların yönelecekleri alanları belirleme yeteneğinin piyasa mekanizmasına (yani bütünsel olduğu varsayılan sivil topluma) bırakılmaması baskıcı devletleri ortaya çıkarmıştır. Ancak, bu temel nokta haricinde, devletler parlamenter demokrasinin kurumsal yapısını edindikleri takdirde, Dünya Bankası biçimin nasıl bir içerikle doldurulacağı ile ilgilenmemektedir. Zabcı’ya göre, Dünya Bankası bu devletlerin “demokratik ya da otoriter olup olmaması sorunu üzerine eğilmemekte, yapısal uyum programının, ya da ekonomik liberalleşme programının, belirlenen biçimde uygulanmasını sağlayacak bir ‘kurumsal çerçeve’ yaratmayı hedeflemekte (2009, s. 66).” Anılan kurumsal çerçeve, yeni biçimini edinmiş devlete tekabül etmektedir. Artık devlet, dışarıdan gelecek yatırımlar için üzerinde bulunduğu topraklarda en uygun hukuksal zemini hazırlayacak, toplumun sürece karşı çıkması durumuna karşı da gerekli ideoloji ve baskı aygıtlarını işlevselleştirecek bir biçime bürünmelidir. “Yönetişim, aslında yeni liberal ideolojide de olduğu gibi ‘etkisiz ve yetkisiz’ bir devlet anlayışı da geliştirmez. Wolfensohn, 1997 Dünya Kalkınma Raporu’na yazdığı ‘Önsöz’de, Liberya ve Somali örneklerini vererek, ‘çökmüş devletler’in [Collapsed States] halklarını şiddetli acılara sürüklediklerini, etkili bir devletin toplumlar için lüks olmadığını vurgulamaktadır. Yönetişimin gerekleri olan şeffaflık ve hesap vermeye yönelik standartların yaratılmasında devlet aktif olarak yer alacaktır. Banka’ya göre, devlet bu anlamda özel sektörün ‘tamamlayıcısı’ 110 durumundadır; çünkü ‘hükümet eylemleri, pazar için kurumsal temelleri yerleştirmede yaşamsal olabilir.’ Özellikle özel mülkiyetin korunması ve yatırımların güvenli bir şekilde gerçekleşmesini sağlayacak, yani küresel pazar ekonomisinin rahatlıkla işleyebileceği bir hukuksal temeli oluşturacak bir devlete gereksinme vardır (Zabcı, 2009, s. 68).” Öyle ise, yeni devlet biçimi için hayati mesele, özel mülkiyetin ve yatırımların güvenini tesis edecek her türlü düzenleme ve politikayı gerçekleştirmektir. Özellikle “Üçüncü Dünya” ülkelerini küresel sermayenin ihtiyaçlarına uyumlu hale getirmekle yükümlü olan devlet, “anti-demokratik” uygulamaları terk etmelidir. “Yönetişimin bir bileşeni olarak ele aldığımız yasal ve siyasal düzenlemeler, sözde demokratik bir yönetim biçiminin yerleştirilmesi, devletin etkin ve verimli kılınması, ekonominin işleyişini ağırlaştıran hatta engelleyen siyasal çıkar gövdesinin kaldırılması gibi gerekçelerle gündeme getirilmiş veya getiriliyor olsa dahi, küresel ekonomik düzenin yeniden yapılanma sürecinde, Üçüncü Dünya ekonomilerinin bu sürece dahil edilmesi, küresel pazarın bir parçası kılınması amacından kökenini alıyor. Bu bütünleştirme sürecinde, uluslararası sermayenin akışının ve yeni pazarların sağlanması için Üçüncü Dünya ülkeleri makro ekonomik politikalardaki değişiklikle birlikte ‘yapısal reformlar’a tabi tutuluyor (Zabcı, 2009, s. 76).” Yapısal reformlar; kalkınmanın yeni anlamına içkin bir şekilde demokratikleşme, insan hakları, iyi yönetişim, sivil toplumun geliştirilmesi gibi eksenlerde dillendirilmektedir. Parlamenter demokrasinin küresel çapta 111 yerleştirilmeye çalışılan biçimi, en “iyi” ve demokratik devlet biçimi olarak sunulmakta ve dayatılmaktadır. Yeni biçimde artık sivil toplum aktif hale gelecek, daha önceki kalkınma politikalarının sık sık çeliştiği insan hakları yeni kalkınmanın merkezine yerleşecektir. “1997 Raporu’nda da görüldüğü üzere, Dünya Bankası’nın yönetişim programı, iki hat üzerinden gelişmekte: Birincisi, uluslararası sermayenin uzun dönemli çıkarlarını korumaya yönelik, yasal ve siyasal düzenlemelerin yerine getirilmesi, bu düzenlemeler sayesinde piyasa ekonomisine uygun bir piyasa demokrasisi modeli yaratma girişimi. İkincisi ise, yoksulun ve çevrenin korunması konuları etrafında sivil toplum unsurlarını devreye sokarak, yapısal uyum programlarının sosyal risklerinin azaltılması, bu programa bir siyasal meşruluk zemininin sağlanması (Zabcı, 2009, s. 67).” Dünya Bankası’nın çevre ve yoksullar ile ilgili öne sürdüğü politikalar da, yönetişim kavramı çerçevesinde ele alınmaktadır. Artık çevreye duyarlı bir kalkınma ve eskinin sosyal politikası yerine geçen “yoksullukla mücadele” için gerekli çerçeveyi, devletin alanıyla sınırlanmamış; hatta daha çok sivil toplum ve özel sektör ekseninde gerçekleştirilecek siyasalar ile oluşturmak gerekmektedir. Bu anlayışın ideolojik etkisinin (piyasanın adaletine güven tesisi) yanında özelleştirme ve metalaştırma süreçleriyle de ilgisi bulunmaktadır. Konuya bu alt başlığın ilerleyen kısımlarında tekrar değinilecektir. Devletin dönüşümü, sivil toplumun öne çıktığı bir demokratikleşme olarak gösterilmekte, bu şekilde sürecin söylemsel temeli oluşturulmaktadır. Artık muhalefet, bir bütün (sınıfsız) olduğu düşünülen sivil toplumun yine 112 organik bir bütün olarak görülen ulus-devlete karşı gelmesi şeklinde belirmektedir. Bunun dışındaki bütün muhalefet etme şekilleri, ya eski devlet biçimini savunduğu iddiasıyla ya da Sovyetler Birliği’ne gönderme yapılarak “ideolojik” sıfatıyla dışlanmaktadır. Bu tür muhalif duruşların yeni devlet biçiminin karşısında konum aldığı (neo-liberal politikalara karşı çıktığı) durumlarda, demokratikleşmeye karşı olan güçler olarak etiketlenmesi de söylemin bir başka unsurudur. “Yönetişim, ‘demokratik’ bir retoriğin arkasında, gelişmekte olan ülkelerde özel sektörün hareket alanını açan, uluslararası sermaye için oluşabilecek siyasal ve sosyal riskleri, maliyetleri azaltan, mülkiyet haklarını güvence altına alan bir devlet tablosu çiziyor. Dünya Bankası’nın geliştirdiği yönetişim anlayışının birinci boyutu, devletin uluslararası sermayenin uzun dönemli çıkarlarına hizmet edecek şekilde yeniden biçimlendirilmesi ise, ikinci boyutu da muhalif ilerici hareketlerin küresel kapitalizmin işlevsel parçaları haline getirilmesidir. (…) Yönetişimin ‘demokratik’ boyutunun temel bir bileşeni olarak sunulan sivil toplumun güçlendirilmesi, aslında, Dünya Bankası’nın muhalif hareketleri, yapısal uyum programının siyasi/ideolojik bir parçası olan yoksulluk politikalarına dahil ederek, alternatif siyasal hareketleri yeni liberal politikalarının dar duvarları içine hapsetmek sonucunu yaratmaktadır (Zabcı, 2009, s. 78).” Zabcı, yönetişim kavramının neden yönetim kavramı yerine kullanıldığını şu şekilde açıklamaktadır: Yönetişim kavramı esasında söylemsel bir araç olarak belirmektedir. İdeolojik bir işlev yüklenen kavram, Üçüncü Dünya 113 ülkelerinin bağımlılıklarının devam ettiğini gizlemek üzere dolaşıma sokulmuştur. “[Y]önetim yerine, Nedeninin şu yönetişim olduğunu terimi neden düşünüyorum: kullanılıyor? Üçüncü Dünya ülkelerinin, kapitalist dünya sisteminin egemen güçlerine, ki bunların başında DB, DTÖ ve IMF gibi kuruluşlar gelmektedir, daha fazla bağımlı kılınmasını gizleyecek, mistifiye edecek bir terim olarak dolaşıma sokulmuştur. Bu anlamda tamamen ‘ideolojik’ bir işlev görmektedir (Zabcı, 2009, s. 77).” Ancak, Zabcı’nın yukarıda bahsedilen teşhisinin ötesinde, “yönetişim” kavramının devlet biçiminin dönüşümüne tekabül ettiğini öne sürmek mümkündür. Bu şekilde yönetişim, “demokratikleşme” olarak sunulan politika setlerinin bütüncül bir süreç olarak ele alınmasında önemli bir kavram olmaktadır. Yani yalnızca bağımlılık ilişkilerini gizlemek için söylemsel bir araç olarak kullanılmayıp, devlet ve uluslararası örgütlerde sınıfların temsilindeki dönüşüm ile doğrudan bağlantılı bir yapıda bulunmaktadır. Jessop (2002), yönetişim teriminin, bağımsız sosyal ilişkilerin koordinasyonu olarak kavramsallaştırırken üç alanda yapılan düzenleyici faaliyeti kapsayacak şekilde kullanıldığını belirtir. Bu bağlamda yönetişim terimi, piyasa ilişkilerinin anarşik yapısını düzenleyen faaliyetin eşgüdümünü; hiyerarşik (buyruk içeren) ilişkilerin koordinasyonunu; ve (market dışı ve) eşitler-arası örgütlenmelerin yatay çeşitliliğini düzenleyen normların ve pratiklerin bütününü kapsar. 114 Yönetim teriminden farklı olarak yönetişim teriminin gönderme yaptığı faaliyet her durumda devlet iktidarının kullanımını içermediği gibi, yönetişimi gerçekleştiren failler de devleti oluşturan yapısal bütünlüğe dahil olmak durumunda değildirler. Bazı durumlarda yönetişim eylemi farklı hukuksal statülere sahip (ve hatta hepsi aynı anda aynı ulus-devletin normlarına tabi olmayan) faillerin katılımıyla gerçekleşir (Özdemir, 2011). Jessop’ın ortaya koyduğu haliyle yönetişim teriminin kapsadığı faaliyetlerden ilk ikisinin günümüzde uluslararası niteliği gittikçe öne çıkan piyasa toplumu ve devlet ilişkisi ile ilgili olduğunu söylemek mümkündür. Bu şekilde terimin devlet içerisindeki, uluslararası örgütlerdeki ve sivil toplum kuruluşlarındaki sınıfsal temsil ile ilişkisini vurgulamak gerekmektedir. Tezin ilk bölümünde anlatıldığı gibi, bir önceki birikim rejimi döneminde emeğin “anayasallaşarak”, işçi sınıfının toplumun kurucu unsurlarından kabul edildiği göz önünde bulundurulduğunda, yönetişim kavramının ilk elde işçi sınıfının devlet içerisindeki temsilinin zayıflamasına denk geldiği belirtilmelidir. Bununla birlikte artık, devlet içerisinde temsil imkanı bulan hakim sınıfın çıkarları, uluslararası boyutta ele alınmalıdır. Artık uluslararası ilişkileri gerçekleştiren devlet kurumları da kendi topraklarında yaşayan insanların çıkarlarından ziyade uluslararası sermayenin çıkarlarını temsil etme yoluna gidecektir. Bu noktada bir parantez açıp, devletin ne olduğu ve sınıfsal etki doğuran eylemlerin devletin içerisine nasıl girdiği konusunda bir değerlendirme yapmak faydalı olacaktır. Özdemir’in (2012) yaklaşımına11 göre “Devlet nedir?” sorusuna yönelik verilecek cevaplar üç tanım etrafında toparlanabilir. 11 Yaklaşımın arka planı için (bkz. Jessop, 2002; 2008; Althusser, 2008) 115 “İlki morfolojik bir tanımdır: Devlet sermayenin yeniden üretimi temel ekseninde bir araya gelmiş ve işleyişi çelişkilerden muaf olmayan yapısal biçimlerin, kurumların ve örgütlerin toplamıdır. İkinci tanım işlev üzerinden yapılabilir: Devlet, sermayenin değerlenmesinin koşullarını sağlama almak ya da sermayenin toplam karlılığını arttırmak; ardından, fiktif/kurgusal bir meta olarak emek gücünün yeniden üretiminin koşullarını güvenceye almak işlevleriyle donatılmış örgütsel ve kurumsal düzenektir. İki tanımın ortak noktalarından ilerleyip karma bir tanım sunmak da mümkündür. Bu durumda, devlet kendisi içerisinde temsil bulan çeşitli sınıfların güçlerinin kesiştiği noktada iktidarını kullanabilen yapılaşmış bir ilişkiler setidir denilebilir. Devlet iktidarı devletin bütünü tarafından kullanılmaz. Yapısal biçimler içerisine giren talepler bu biçimleri oluşturan örgütler içerisinde mevcut sınıfsal temsil oranları ile bağlantılı olarak değişip (içerik değiştirip), devlet iktidarına tahvil olurlar. Sisteme giren talepler yapısal bir belirlenime tabidirler. Bu nedenle devletin biçimi, kendisini oluşturan sınıflı toplumsal yapı üzerinde etki doğurur. Devlet denildiğinde, biçim belirlenimli (form determined) bir ilişkiler seti ile karşı karşıya bulunmakta olduğumuzu, devleti oluşturan aygıtların tümünün aynı düzeyde iktidar üretmediğini (bazı aygıtların kontrolünün diğerlerinin kontrolünden daha önemli olduğunu ve dolayısı ile iktidar stratejilerinin buna göre belirlendiğini) saptayabiliriz.” Bu arka plan doğrultusunda baktığımızda, dönüşen temsil olgusu ve yönetişim terimi, uluslararasılaşmış devlet biçimine tekabül etmektedir. Devletin uluslararasılaşması (internationalization of the state) olarak 116 betimleyebileceğimiz bu dönüşüm neticesinde ortaya çıkan yeni devlet biçimi ile “devletlerin birçok sermayeye, sermayelerin de birçok devlete bağımlı olması” olgusu belirmektedir. Bu dönüşüm neticesinde, artık devlet içerisinde temsil bulan sermayeyi yerel olduğu kadar yabancı sermayeyi de içerecek bir biçimde ve bunların uluslararası bağlantıları da göz önünde bulundurularak ele alınmalıdır. Artık devletler, kendi yerel kapitalist düzenlerini, küresel kapitalimin ihtiyaçlarına uygun bir biçimde düzenlemek zorundadırlar (Panitch ve Gindin, 2004). Bu durumda, eski emperyalizm teorilerinin açıklama kapasitesinin bulunduğu küresel ilişkilerin dönüşümüne tanık olunduğu belirtilebilir. Klasik emperyalizm teorilerinin öngördüğü ilişkiler, yerel (ulusal) sermayelerin ulus-devletlerde edindikleri temsil doğrultusunda diğer ülke sermayelerine karşı kendi ulusal devletlerini kullanma kapasitesine sahip oldukları bir dönemdeki ilişkilerdir. Oysaki yukarıda anlatılan devletin uluslararasılaşması olgusu sonucunda, devletlerin küresel kapitalizmin ihtiyaçlarına cevap vermesi durumu hakim hale gelmiştir. Bu durum, ABD için özel bir anlam ifade etmektedir. ABD, küresel hegemon güç olarak kendi ulusal sermayesinin çıkarını küresel kapitalizmin çıkarları ile bağlantılı bir şekilde temsil etmektedir. Bu süreçte, küresel pazar ekonomisinin yayılması, yerleşmesi ve yeniden üretimi için gerekli düzenlemeleri (gerektiğinde şiddetin araçsallaştırılması da buna dahildir) gerçekleştirmesi gerekmektedir (Panitch ve Gindin, 2006). Yukarıda anlatılanlardan çıkan sonuç, küresel ilişkilerde yeni bir emperyalizmden bahsetmenin mümkün olduğudur. Ancak, belirtilmelidir ki, emperyalizm Hardt ve Negri’nin (2008; 2011) iddia ettikleri gibi küresel düzlemde ulusüstü bir kılıfla gerçekleştirilen “İmparatorluk” şeklinde 117 belirmemektedir. Resmi bir imparatorluk yoluyla değil, tekil devletlerin varlıklarını sürdürdükleri ve küresel kapitalizme katkı koyacak bir biçimde kendi iç düzenlemelerini ve uluslararası ilişkileri gerçekleştirdikleri bir emperyalizmden bahsetmek daha anlamlı görünmektedir. “Buna göre, sermaye kendi yeniden üretimini bölgesellik bazında sağlama çabasından vazgeçememekle birlikte, bu bölgesellik artık bir ulus devletle sınırlı değildir. Ancak burada bloklar arası rekabet yaklaşımından farklı bir durum söz konusudur: Bloklaşma eğilimine benzetilebilecek gelişmelerin yanı sıra, bu eğilimsel dönüşümlerle aynı anda, birden çok ulus devletin Amerika Birleşik Devletleri ile kurduğu girift ilişkiler gündemi belirlemektedir. Emperyal iktidarın sınırların kalkmasıyla değil de içiçe geçmesi ile karakterize edilebilecek bu yeni enformel biçimi yalnızca merkez kapitalist ülkeleri değil, mümkün olduğu her yerde Üçüncü Dünya’yı da kapsamaktadır (Özdemir, 2011, s. 174-175).” Bu bağlamda, yeni emperyalizmin neo-liberal politikalar ile bağlantısına odaklanmak gerekmektedir. Yukarıda bahsedildiği gibi, neo-liberal politika setleri uluslararası alanda sermaye birikiminin önündeki engelleri aşmak üzere ülkelere sunulan/dayatılan süreçler olarak belirmektedir. Kapitalizmin 1970’lerdeki krizine çözüm olarak ortaya konulan devlet biçiminin dönüşümünün eşlik ettiği yeni birikim rejimi, esas olarak özelleştirmeler ve daha önce metalaşmamış alanlar ile refah devleti döneminde gayrı-metalaştırılmış alanların metalaştırılması ve yeniden metalaştırılması eksenlerinin üzerinde konumlanmaktadır. 118 Özelleştirme, sermayenin geçmişte üretilen artı-değere yönelmesi durumudur. Eski birikim dönemlerinde gerçekleştirilen yatırımların sonucunda biriken toplumsal emeğin, bu yatırımlar ile kurulmuş bulunan şirketler/kurumlar aracılığıyla özel sektöre aktarılması anlamına gelmektedir. Metalaştırma süreçleri ise daha önce alım-satım ilişkisine konu olamayan alanların (su, elektrik dağıtımı, fikri mülkiyet hakları, vb.) bu ilişkiye dahil edilmesi ile önceki dönemde gayrı-metalaştırılmış, yani sosyal politika alanının içerisinde kabul edilerek kamu harcamalarına dahil edilmiş alanların (eğitim, sağlık, vb.) yeniden metalaştırılması olarak betimlenebilir. Yeni emperyalizm bağlamında, metalaştırma süreçlerinin önemli bir yeri bulunmaktadır. Artık dünya üzerinde metalaştırılabilecek her türlü alanı kapsayan bir birikim sürecinden bahsetmek mümkündür. Uluslararası sermayenin giderek artan temsili doğrultusunda birikim, dünyanın farklı bölgelerindeki farklı alanlara rahatça yönelebilmektedir. Harvey’in (2008) “el koyarak birikim” adını verdiği bu birikim, Marksist yaklaşımda kapitalizmin doğuşu üzerine gerçekleştirilen tartışmalarda görülebilen “ilkel birikim”in yeni biçimi olarak görülmektedir. Sermaye küresel çapta değerlenebileceği yeni kar alanları aramaktadır. Önüne çıkan engelleri ortadan kaldıracak bir devlet biçimi bulunmadığında, devletin kendisi bir engel teşkil ediyor demektir. Bu durumda da artık insan hakları ve demokratikleşme söylemleri ile meşrulaştırılan savaş gerekli dönüşüm için kullanılmaktadır. Süreç yukarıda anlatılanlar çerçevesinde okunduğunda TWAIL eleştirelliğinin üç ana eksende eleştirel bir incelemesi gerçekleştirilebilir. İlk olarak, TWAIL sivil toplumcu bir çizgide muhalefetini oluşturmaktadır. 119 Bu anlayışın bir sonucu yönetişime yapılan vurgu iken, diğer bir sonucu da organik bir bütün olarak devletin karşısındaki sınıfsız bir toplumdaki (bkz. Natarajan, 2008, s. 66) kimlik savunusu olmaktadır. Yukarıda anlatılanlar göz önünde bulundurulduğunda sivil toplumcu eleştirelliğin hakim söylemin sınırları içerisinde kalarak hegemonik konumu içselleştirdiğini söylemek mümkündür. TWAIL’in pratik hedefleri doğrultusunda bu içselleştirmenin de kendi içerisinde bir anlamını bulmak mümkündür. Yaklaşımın iyileştirmeci tutumu gereği hakim söylem içselleştirildiği takdirde buradan yapılacak eleştiriler12 dinlenme imkanına ulaşmakta ve bu yolla Üçüncü Dünya halklarının sorunlarının çözüme kavuşturulması amaçlanmaktadır. Ancak, tezin üçüncü bölümündeki eleştiriler dikkate alındığı takdirde TWAIL’in aslında kolay değil, zor olan yolu seçtiği görülmektedir. Bununla bağlantılı ikinci eksen, devleti organik bir varlık olarak görme eğilimi şeklinde belirmektedir. Bu şekilde, devletin ve bununla beraber uluslararası örgütlerin içerisine girebilecek talepler ile bu taleplerin temsil bulma imkanları analiz dışı bırakılmaktadır. Uluslararası hukukta yapılacak olan iyileştirmeler için devletin ve uluslararası örgütlerin içerisindeki bireylere güvenmekten başka bir çaresi bulunmayan yaklaşım, bu bireylerin neden anılan çözüm önerilerini temsil etmeleri gerektiğini; bu önerilerin neden diğerlerinden daha iyi varsayılacağı gibi birçok sorunu görmezden gelmektedirler. “Birinci Dünya’nın temsilcilerinin yapısal sınırları göz ardı edilmektedir. Temsilci, adı üstünde bir şeyleri temsil etmektedir; Bu noktada, Hardt ve Negri’nin muhtelif yerlerde (bkz. Hardt ve Negri, 2008; 2011) vurguladığı içsellik-dışsallık ikiliğini hatırlamakta fayda vardır. Buna göre İmparatorluk’a dışsal herhangi bir alan kalmamıştır. Bu nedenle İmparatorluk’un kullandığı bedenler (biyo-iktidarın taşıyıcıları) üzerinden ve yine içeriden bir muhalefet devrimci dönüşüm için merkeze alınmalıdır. 12 120 kendi adına değil temsil edilen dolayımıyla var olmaktadır. Temsilci normatif pozisyonları benimseyip, temsil edilenin menfaatini reddettiğinde temsil ilişkisi de sona erecektir. Temsil edilene gelince; temsil edilen organik varlığını temsil ettirmemektedir. Öyle olsa temsil edenle edilen arasındaki ayrım anlamsızlaşırdı. Temsil edilen belirli bir pozisyonu (toplumsal konumu) doldurduğu için temsil edilmektedir. Pozisyonlar kişilere değil nesnel toplumsal ilişkiler içerisinde doldurulan yere göre belirlenir. Bir başka deyişle, pozisyonun gereğini talep etmeyen bir temsil edilen, yine bu pozisyonun gereği olarak temsil edilme iktidarını yitirebilecektir. Temsil edilen menfaati anlamak için normatif bir tutumun ötesine geçebilmek, temsil ilişkisini gündeme getiren ilişkilerin belirleyiciliğine eğilebilmek, temsil edilen menfaati değiştirmek istediğimizde de bu ilişkilere karşı talepler üretebilmek gerekmektedir (Özdemir, 2011, s. 202203).” Üçüncü eksen, “emperyalizm” kavramının kullanımı konusunda ortaya çıkmaktadır. TWAIL düşünürleri, emperyalizm kavramını sık sık kullanmaktadırlar. Batı’nın “Üçüncü Dünya” ülkeleri ile kurduğu tahakküm ilişkisini anlamlandıracak biçimde kullandıkları bu kavramın, kapitalist üretim ilişkileri ile bağlantısına değinmeden, “kültürel” bir emperyalizm vurgusu yapmaktadırlar. Oysa Marksist düşüncenin geliştirdiği ve esas kullanımını oluşturduğu haliyle emperyalizm, kapitalizmden, kapitalist üretim ilişkilerinin belirleyiciliğinden ve artı-değere el konulması için gerekli olan düzenlemeler bütününden bağımsız düşünülemez. Bu nedenle, TWAIL’in 121 kullandığı emperyalizm kavramının, günümüzdeki dinamikleri açıklamada bir araç olarak kullanılması mümkün değildir. Bu alt başlıkta, TWAIL’in merkezindeki Üçüncü Dünya halklarının ya da azgelişmiş ülke halklarının karşı karşıya oldukları süreç açıklanmaya çalışılmıştır. TWAIL’in tutumu, süreci açıklamakta yetersiz kaldığı ölçüde, çözüm üretmek için gerekli araçlardan da yoksun kalacaktır. Bu nedenle, küresel çaptaki sorunların çözümü amaçlanıyorsa, Marksist ekonomi politik yaklaşımın araçlarına başvurularak süreç açıklanmalıdır. 3.3. SONUÇ Tezin bu bölümünün ilk alt başlığında meta-biçim kuramı üzerinden TWAIL’e içkin iyileştirmeci tutum ve uluslararası hukuka dayandırılan çözümlerin sınırlılıkları eleştiriye tabi tutulmuştur. İyileştirmeci Yaklaşımlar ile ortak noktaları göz önünde bulundurulduğunda, TWAIL’in hukukun burjuva biçimini analiz dışı bıraktığı ve bu nedenle Üçüncü Dünya yararına gerçekleştirilmesini umduğu iyileştirmelerin çözüme ulaşmak için yetersiz olacağı öne sürülmüştür. İkinci alt başlık, ekonomi politik perspektif doğrultusunda TWAIL’in görmezden geldiği “devlet biçiminin dönüşümü” ve “yeni emperyalizm”in açıklanmasını amaçlamıştır. Bu şekilde, TWAIL’in beklediği çözümlerin olanaklılığı tartışmaya açılmıştır ve yaklaşımın tutumundan farklı bir eleştirelliğin mümkün ve gerekli olduğunu ortaya koymak hedeflenmiştir. 122 Tezin sonuç bölümü, genel bir değerlendirme ile birlikte, tez içerisinde açığa çıkan önemli noktaların vurgulanması amacını taşımaktadır. 123 SONUÇ Tezin sonuç bölümü, tezin bütünsel açıdan kısa bir değerlendirmesi ile başlayacaktır. Ardından, tezin yaklaşımı doğrultusunda açığa çıkan önemli noktaların belirtilmesi ve bu noktaların detaylandırılması amaçlanmıştır. Son olarak, tezin gerçekleştirdiği inceleme doğrultusunda, daha sonraki çalışmalar için nasıl bir zemin oluşturabileceği ortaya konulmaya çalışılacaktır. Tezin inceleme nesnesi “Uluslararası Hukuka Üçüncü Dünya Yaklaşımları – TWAIL”, uluslararası akademik düşünce içerisinde çok fazla üzerine düşülmeyen bir konuya, uluslararası hukuk teorisine eğilmiştir. Bu nedenle, yaklaşıma mensup düşünürlerin oluşturdukları bütünsellik çok büyük yankı uyandırmamış olsa da, ortaya incelenmeye değer bir yaklaşım çıkmıştır. Zira ilk elde uluslararası hukukun küresel ilişkiler açısından önemine vurgu yapılması ve ikinci olarak da bunu “Üçüncü Dünyacı” bir okumayla gerçekleştirme iddiası dikkate değerdir. Bununla birlikte, üçüncü bir boyut da yaklaşımın öncüllerinin (postkolonyalizm ve postmodernizm temelli Eleştirel Hukuk Çalışmaları-İyileştirmeci Yaklaşımlar) günümüzde hakim eleştirel paradigma olma iddiasının sorgulanması için TWAIL’in elverişli bir alan oluşturmasıdır. Tezin bütününden de anlaşılacağı üzere, tezin esas amacı TWAIL’in içerimlerini ortaya koyarak bir tanıtımını gerçekleştirmek değil; yaklaşımı eleştirel bir incelemeye tabi tutarak hakim paradigmanın unsurlarının ifşa edilmesidir. Bu şekilde hakim söylem ile anılan eleştirelliğin arasındaki ilişkinin açığa çıkarılmasının ve eleştirinin alması gereken biçimin ne 124 olabileceğine dair bir öneride bulunmanın mümkün olduğu düşünülmektedir. Yukarıda belirtilen amaç doğrultusunda tezin ilk bölümü, TWAIL’in ortaya çıktığı koşulları ve düşünsel evreni incelemeye adanmıştır. Birinci bölümün ilk alt başlığında, TWAIL’in barındırdığı eşitsizliklerden şikayetçi olduğu uluslararası hukukun başlangıcı ve tarihi üzerine kısa bir tartışma yürütülmüştür. Uluslararası hukukun başlangıcını kapitalist üretim ilişkilerinin hakim hale gelişiyle işaretlemek ve tarihsel dönemselleştirmeyi de aynı yaklaşım üzerinden gerçekleştirmek, TWAIL’in yönteminin açığa çıkarmakta yetersiz kalacağı dinamikleri gözler önüne sermek için gerekli görünmektedir. İkinci alt başlık, küresel çapta azgelişmişlik durumunu belirleyen unsurları ortaya koymayı amaçlamıştır. Ekonomi politik perspektiften eski Üçüncü Dünyacılığın oluştuğu koşullar ve sonrasındaki dönüşüm ile meydana gelen yeni küresel ortam incelenmiştir. Bu süreçte, kapitalist üretim ilişkilerinin ve dolayısıyla emeğin toplumsal konumunun dönüşümüne ek olarak küresel çapta gerçekleşen “uluslararasılaşma” olgusuna değinilmiştir. Üçüncü alt başlık, bir önceki alt başlığın incelemeye aldığı koşullardaki dönüşümün, “Üçüncü Dünya”yı mümkün olmaktan çıkarıp çıkarmadığına odaklanmıştır. İçinde bulunulan küresel ortamda böyle bir bütünlüğün analiz birimi olarak kullanılmasının yanında, pratik hedeflere yönelik bir biçimde araçsallaştırılmasının sınırlılıkları tartışılmıştır. Birinci bölümün dördüncü alt başlığı, TWAIL’in tutumunun belirleyicilerinden olan postkolonyalizm ve kültürelcilik eleştirisine ayrılmıştır. Ekonomi politik yaklaşımın terk edilmesi ile birlikte sosyal 125 bilimlerde hakim söylemin unsurlarından biri olarak öne çıkan kültürelci paradigmanın açıklayıcılığı sorgulanmıştır. Belirtilmelidir ki, ekonomi politik yaklaşımı dışlamayan ve Marksist eleştirelliğin araçlarını kullanan bir kültürel analiz, gerekli ve bilimsel çabayı geliştirici niteliktedir. Ancak kültürelcilik, bu tutumun karşısında yer almakta ve somut gerçekliğe yaklaşılmasının önünü kapatmaktadır. Birinci bölümün ortaya koyduğu tarihsel ve düşünsel arka plan doğrultusunda, ikinci bölüm TWAIL’in incelenmesini amaçlamıştır. Bu bölümün ilk alt başlığında yaklaşımın öncülleri olan postkolonyalizm ve İyileştirmeci Yaklaşımlar’ın içerimlerine değinilmiş ve TWAIL ile aralarındaki ilişki belirtilmiştir. Ardından TWAIL’i bütünleştiren unsurlar ortaya konulmuştur. İkinci bölümün ikinci alt başlığında ise, pratik hedefler doğrultusunda teorik üretimde bulunan TWAIL’in ve çağrısına cevap veren düşünürlerin, uluslararası hukukta Üçüncü Dünya bağlamındaki sorun tespitlerine ve çözüm önerilerine yer verilmiştir. Bu alt başlıkta, TWAIL düşünürlerinin eğilimi soyut önerilerde bulunmak olduğundan, daha çok dışarıdan cevap veren düşünürlerin (Chimni ve Amin) somut önerileri özetlenmiştir. Tezin üçüncü ve son bölümünde, TWAIL’in ve öncüllerinin eleştirilerine yer verilmiştir. İlk olarak, birinci alt başlıkta “uluslararası hukukun metabiçim teorisi” üzerinden yaklaşımın eleştirisi gerçekleştirilmiş, bu şekilde uluslararası hukuk üzerinden yapılacak iyileştirmenin sınırlılıkları ortaya konulmaya çalışılmıştır. İkinci alt başlık ise ekonomi politik perspektif ve Marksist devlet kuramına yaslanarak mevcut küresel ilişkileri açıklamayı hedeflemiştir. Bu nedenle, 126 yönetişim kavramı incelenmiş; kavramın işaret ettiği devletin ve sınıfsal temsil ilişkilerinin dönüşümüne (devletin uluslararasılaşmasına) değinilmiş ve “yeni emperyalizm” kavramının süreci açıklamak için önemine vurgu yapılmıştır. Bu şekilde, TWAIL’in çözüm önerilerinin temelini oluşturan “uluslararası yönetişimin demokratikleştirilmesi” talebinin anlamı ortaya konulmuş; bununla bağlantılı olarak sivil toplum-devlet ikiliği yaklaşımı eleştirilmiş ve postkolonyalist düşünce ile TWAIL’in “emperyalizm” kavramsallaştırmasının açıklayıcılığı sorgulanmıştır. Tezi yukarıdaki gibi değerlendirmek mümkün olmakla birlikte, bu değerlendirmeyi tamamlayacağı düşünülerek birkaç temel noktaya değinilecektir. Bu noktalardan ilki, B. S. Chimni’nin (1993; 2006) konumudur. Öncelikle belirtilmelidir ki, tezde kullanılan iki eseri arasında (Anghie ile ortaklaşa kaleme alınan dışarıda tutulursa) Chimni’nin yaklaşımı dönüşüme uğramıştır. 1993 tarihli çalışmasında net bir Hümanist Marksist tutum sergilerken, 2006 yılındaki çalışmasında TWAIL ile yakınlaşmış ve örneğin; devrim yerine reformu önermiştir. Buna rağmen, tezin ortaya koyduğu çerçeveye sadık kalınacak olursa, Chimni’yi (düşünür birçok yerde yaklaşımın içerisinde anılsa; hatta kendisi de bu duruma karşı çıkmasa dahi) TWAIL düşünürleri arasında saymak doğru olmayacaktır. Gerçekte, tamamıyla eklektik bir çerçeve çizen TWAIL’in sınırlarını belirlemek çok zorlayıcı olmaktadır. Buna yaklaşımın teorik ittifak stratejisi eklendiği takdirde, ortada birtakım düşüncelerin ve düşünürlerin tutarsızca bir araya geldiği bir merkezden başka bir şey bulunmamaktadır. Ancak, Chimni’nin ve hatta Amin’in, TWAIL’i eklektik, tutarsız ama 127 bütünsel bir yaklaşım olarak kavramak için önemli fikir insanları oldukları düşünülmektedir. Chimni ve Amin, tarihsel süreci ve uluslararası hukukun tekabül ettiği toplumsal ilişkileri anlamlandırma ve açıklama aracı olarak Marksist perspektifi kullanmaktadırlar. Ancak TWAIL’e dahil düşünürlerin çoğunun Marksist (ve ekonomi politik) perspektifi kullanmak bir yana, doğrudan Marksizm karşıtı oldukları belirtilebilir. TWAIL’in en önemli belirleyenlerinden olan ve tezde kültürelcilik olarak ortaya konulan tutum, Chimni ve Amin ile bağdaşmaz niteliktedir. Bu nedenle, her ne kadar bu iki düşünür de TWAIL ile benzer (uluslararası hukuk alanında incelemeler gerçekleştirip, bu alan üzerinden iyileştirmeler yapmak gibi) hedefleri paylaşıyor olsalar da, yaklaşım ile ayrışmaktadırlar. Ancak, bu iki düşünürün konumunu açıklama ihtiyacı, Marksizm içerisinde de çoğu zaman tartışmalı olan eleştirel bilimselliğin niteliği ve teori-pratik arasındaki ilişki sorununa işaret etmektedir. Tezin sahiplendiği duruştan bakıldığında, kuramsal açıklayıcılığın pratik hedeflerin hizmetine doğrudan sunulması durumunda eklektizme düşülmesi olasılığı çok yüksektir. Pratik hedefler doğrultusunda eleştirel bilimi sahiplenen düşünürler için bu bir sorun olarak görülmeyebilir. Hatta bunun sorun olarak görülmesinin “devrimci pratiğin terkedilmesi” olarak görüldüğü durumlar da olabilir. Ancak, hakim söylemin iç tutarlılığa sahip olmak gibi bir zorunluluğu bulunmamakta iken; üretim ilişkilerini dönüştürmek gibi zorlu bir hedefe yönelmiş olan eleştirel bilimselliğin tutarlı olmakla yükümlü olduğunu düşünmek gerekmektedir. Toplumsal ilişkilerin açıklanması ve anlaşılması, onları dönüştürmenin ön koşulu olarak görülmelidir. Kendisini eleştiren ve 128 dışarıdan gelecek eleştiriler doğrultusunda da dönüşüme açık olan Marksizm için, tutarlılık esastır. İkinci nokta, uluslararası alanda hakim eleştirel paradigma olarak görülen postmodernizm ile ilgilidir. Postmodernist düşünce, karşısına aldığı modernizm ve kurumlarını eleştirmekte, modernizmin baskı altında tuttuğunu iddia ettiği “ötekileştirilmiş” kimliklerin savunusunu eleştirelliğinin merkezine oturtmaktadır. TWAIL’in de kendisini bir “ötekilik” üzerinden; Avrupalı/Batılı olmama hali üzerinden inşa ettiği göz önünde bulundurulduğunda, bu durumun incelenmesi önemli hale gelmektedir. Postmodernist düşünce, ulus-devletin tektipleştirici politikalar uygulamış olduğunu ve modernizmin hakimiyeti süresince topumun içerisindeki “farklı” unsurların gelişme/ilerleme uğruna dışlandığını ya da baskılandığını öne sürmektedir. Buna göre, Aydınlanmacı kategoriler, farklı olanın ötekileştirilmesine zemin sağlamış, bir özgürlükler alanı olarak sivil toplum devlet karşısında ikinci konumda bırakılmıştır. Bu nedenle artık baskıcı devletin geri çekilmesi ve sivil toplumun bir özgürlükler alanı olarak öne çıkması gerekmektedir. Tezin içerisinde postkolonyalizm üzerine belirtilenler ile birlikte düşünüldüğünde, bu düşüncenin kolektif kimlikleri ve kapitalizme karşı geliştirilen radikal muhalefeti dışladığı hatta direk karşısında konumlandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Postmodernist düşünceye göre, bu tür (sınıf gibi) bütünleştirici kimlikler, farklılıkları dışlama ve oluşturulan bütünü tektipleştirme eğilimindedir. Kolektif kimlikler yerine bireylerin kendilerini özgürce ifade edebilecekleri kimlikler üzerinden muhalefet etmeleri gerektiğini öne süren bu düşünce, sivil toplumu 129 özgürlükler alanı olarak, organik bir bütünlük olarak gördüğü devletin karşısında olumlamaktadır. Yukarıda bahsedilen tutumun, kapitalizmin dönüşümüyle uyum içerisinde olduğunu söylemek mümkündür. Kolektif kimliklerin reddi, kapitalizmin refah devleti döneminde emeğin anayasallaşması ile içermiş olduğu sınıfsal kimlik ve kolektif hakların bireysel kimlik ve haklar ile sınırlandırılmasını (bu hakların da özel mülkiyetten ayrı düşünülememesini) amaçlayan neoliberal politika ile örtüşmektedir. Bunlara ek olarak, modernitenin “ötekileştirdiği” kimliklerin doğrudan savunusu, toplumsal eşitsizliklerin çözülmesi için bir araç olarak gözükmemektedir. Bu şekilde postmodernizmin savunduğu şey, ideoloji ile karşılaşan, kendisine “özne” olarak seslenilen taşıyıcıların (bkz. Althusser, 2008) bu ideoloji ile “karşı-özdeşleşmesi”nden başka bir anlam taşımamaktadır. TWAIL örneğinde bu durum, Avrupamerkeziyetçi ideoloji ile karşılaşan bireylerin kendilerini “Avrupalı-olmayan” olarak betimleyerek, bir “olmama durumu” üzerinden belirlemeleri anlamına gelmektedir. TWAIL’in “Üçüncü Dünya” olarak işaretlediği coğrafyada yaşayan halklar için önerdiği çözüm önerisi aslında hakim ideolojinin yeniden-üretilmesi sonucuna varmaktadır. Oysaki bilimsel çaba bu ideolojiyi kırmalı, söylem-dışı unsurları kuramsal analizinde hesaba katmalıdır. Son olarak değinilmesi gereken nokta, tezin yaklaşımına ilişkindir. Bu yaklaşım, bir söylemin incelenmesi esnasında o söylemin dışarıda bıraktığı unsurların da sosyal bilimlerin ilgi alanına dahil olduğunu varsaymaktadır. Başka bir deyişle, bir söylemin yalnızca somut gerçekliği düşüncedeki gerçekliğe aktarma imkanlarıyla değil aynı zamanda somut gerçekliğin 130 temsilini engelleme kapasitesiyle de düşünsel üretimi belirleyeceği önvarsayımına dayanarak belirli bir analiz biçiminin teorik alanda neden diğerlerinin önüne geçtiğini anlamlandırmak önemli görünmektedir. Bu nedenle, tezin yazılışı sürecinde, TWAIL’in dışarıda bıraktığı unsurların açıklayıcı ve eleştirel bir bilimsellik için belirtilmesi gerektiği düşünülmüştür. Bu şekilde hem TWAIL’in incelediği süreçlerin, söylemin görmezden geldiği yönleriyle de ele alınmasının mümkün olacağı, hem de bu unsurları dışarıda bırakan TWAIL’in yerleştirilmesi gereken düşünsel zeminin ortaya konulabileceği umulmuştur. Belirtilmelidir ki, küresel alandaki olguları eleştirel bilimsel bir temelde açıklayabilmek için söylem-dışını yani somut gerçekliği teorik hesaplara dahil etmek gerekmektedir. Ancak bu şekilde, küresel ve yerel eşitsizliklerin ortadan kalkması için zemin oluşturulabilecektir. 131 KAYNAKÇA Akbulut, Ö. Ö. (2007). Küreselleşme, Ulus-Devlet ve Kamu Yönetimi. Ankara: Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü. Althusser, L. (2008). Yeniden Üretim Üzerine. (A. Işık Ergüden- Alp Tümertekin, çev.). İstanbul: İthaki Yayınları. Amin, S. (2006). Whither the United Nations? Bartholomew, A. (der.) Empire’s Law: The American Imperial Project and the ‘War to Remake the World’ (340-365) içinde. Londra: Pluto Press. Anderson, P. (1974). Lineages of the Absolutist State. New York: Verso. Anghie, A. (2005). Imperialism, Sovereignty and the Making of International Law. Cambridge: Cambridge University Press. Anghie, A. ve Chimni, B.S. (2003). Third World Approaches to International Law and Individual Responsibility in Internal Conflicts. Chinese Journal of International Law, 2 (1), 77-103. Badiou, A. (2006). Etik: Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme. (Tuncay Birkan, çev.). İstanbul: Metis. Baxi, U. (2005). The Future of Human Rights. New York: Oxford University Press. Bhuta, N. (2006). A New Bonapartism? Bartholomew, A. (der.) Empire’s Law: The American Imperial Project and the ‘War to Remake the World’ (193-216) içinde. Londra: Pluto Press. 132 Blaut, J. M. (1999). Marxism and Eurocentric Diffusionism. Chilcote, R. (der.) The Political Economy of Imperialism: Critical Appraisals (127-140) içinde. Boston: Kluwer Academic Publishers. Blaut, J. M. (2000). Eight Eurocentric Historians –The Colonizer’s Model of the World-, Cilt 2. New York: The Guilford Press. Bowring, B. (2008). Positivism versus Self-determination: Contradictions of Soviet International Law. Marks, S. (der.) International Law On The Left: Re-examining Marxist Legacies (133-169) içinde. Cambridge: Cambridge University Press. Chimni, B. S. (1993). International Law and World Order: A Critique of Contemporary Approaches. Londra: Sage Publications. Chimni, B. S. (2006). Third World Approaches to International Law: A Manifesto. International Community Law Review, 8, 3-27. Chossudovsky, M. (1999). Yoksulluğun Küreselleşmesi. (Neşenur Domaniç, çev.). İstanbul: Çiviyazıları. Dirlik, A. (2010). Postkolonyal Aura: Küresel Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Eleştirisi. (Galip Doğduaslan, çev.). İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi. Eagleton, T. (2011). Marx neden Haklıydı? (Oya Köymen, çev.). İstanbul: Yordam Kitap. Ercan, F. (2003). Gelişme Yazını Açısından Modernizm, Kapitalizm ve Azgelişmişlik. İstanbul: Sarmal. 133 Falk, R. (1983). The End of World Order: Essays on Normative International Relations. New York: Holmes and Meier Publishers. Fanon, F. (2007). Yeryüzünün Lanetlileri. (Şen Süer, çev.). İstanbul: Versus. Fidler, D. P. (2003). Revolt Against or From Within the West? TWAIL, the Developing World, and the Future Direction of International Law. Chinese Journal of International Law, 31, 29-75. Fitzpatrick, P. (2003). ‘Gods would be needed...’: American Empire and the Rule of (International) Law. Leiden Journal of International Law, 16 (3), 429-466. Frank, T. M. (2003). What Happens Now The United Nations After Iraq. American Journal of International Law, 97 (3), 607-620. Gathii, J. T. (2000). Rejoinder: Twailing International Law, Michigan Law Review, 98, 2066-2067. Hardt, M. ve Negri, A. (2003) Dionysos’un Emeği: Devlet Biçiminin Bir Eleştirisi (Ertuğrul Başer, çev.). İstanbul: İletişim. Hardt, M. ve Negri, A. (2008). İmparatorluk. (Abdullah Yılmaz, çev.). İstanbul: Ayrıntı. Hardt, M. ve Negri, A. (2011). Çokluk: İmparatorluk Çağında Demokrasi ve İmparatorluk (çev. Barış Yıldırım), İstanbul, Ayrıntı. Harris, N. (1986). The End of the Third World: Newly Industrialising Countries and the Decline of an Ideology. Londra: Penguin. 134 Harvey, D. (2008). Yeni Emperyalizm. (Hür Güldü, çev.). İstanbul: Everest Yayınları. Hobsbawm, E. J. (2005). Devrim Çağı. (Bahadır Sina Şener, çev.). Ankara: Dost Kitabevi. Jessop, B. (2002). The Future of the Capitalist State. Cambridge: Polity Press. Jessop, B. (2008). Devlet Teorisi: Kapitalist Devleti Yerine Oturtmak. (Ahmet Özcan, çev.). Ankara: Epos. Kennedy, D. (1986). Primitive Legal Scholarship. Harvard International Law Journal, 27 (1), 1-98. Koskenniemi, M. (2005). From Apology to Utopia. Cambridge: Cambridge University Press. Koskenniemi, M. (2008). What Should International Lawyers Learn from Karl Marx?. Marks, S. (der.) International Law On The Left: Reexamining Marxist Legacies (30-53) içinde. Cambridge: Cambridge University Press. Lenin, V. I. (1993). Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları. Ankara: Sol Yayınları. Lenin, V. I. (2007). Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı. Ankara: Sol Yayınları. Lenin, V. I. (2009). Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması. Ankara: Sol Yayınları. 135 Lipietz, A. (1987). Mirages and Miracles: The Crises of Global Fordism. Londra: Verso. Magdoff, H. (2006). Sömürgecilikten Günümüze Emperyalizm. (Erdoğan Usta, çev.). İstanbul: Kalkedon. Mickelson, K. (1998). Rhetoric and Rage: Third World Voices in International Legal Discourse. Wisconsin International Law Jorunal, 16, 353-419. Miéville, C. (2005). Between Equal Rights: A Marxist Theory of International Law. Leiden: Brill Academic Publishers. Miéville, C. (2008). The Commodity-Form Theory of International Law. Marks S. (der.), International Law on the Left: Re-examining Marxist Legacies (92-132) içinde. Cambridge: Cambridge University Press. Mutua, M. (2000). What is TWAIL? Proceedings of the 94th Annual Meeting of the American Society of International Law (April 5-8, 2000 Washington, DC.), 31-38. Natarajan, U. (2008). The 2003 Iraq Invasion and the Nature of International Law: Third World Approaches to the Legal Debate. Yayınlanmamış doktora tezi. Australian National University. Okafor, O. C. (2005). Newness, Imperialism, and International Legal Reform in Our Time: A TWAIL Perspective. Osgoode Hall Law Journal, 43 (1 & 2), 171-191. Okafor, O. C. (2008). Marxian Embraces (and De-couplings) in Upendra Baxi’s Human Rights Scholarship: A Case Study. Marks, S. (der.), 136 International Law on the Left: Re-examining Marxist Legacies (252280) içinde. Cambridge: Cambridge University Press. Öngen, T. (1996). Prometheus’un Sönmeyen Ateşi: Günümüzde İşçi Sınıfı. İstanbul: Alan Yayıncılık. Özdemir, A. M. (2010). Ulusların Sefaleti: Uluslararası Ekonomi Politiğe Marksist Yaklaşımlar. Ankara: İmge. Özdemir, A. M. (2011). Güç, Buyruk, Düzen. Ankara: İmge. Özdemir, A. M. (2012). Uluslararası Hukukun nesnesi ve Tarihi Üzerine Deneme. Yayımlanmamış makale. Ankara. Özdemir, A. M. ve Aykut, E. (2011). Liberalizm ve Haklar. Bürkev, Y., Özuğurlu, M., Özdek, Y., Elgür, E.V. (der.), Kuramsal ve Tarihsel Boyutlarıyla Hak Mücadeleleri I (297-310) içinde. Ankara: NotaBene Yayınları. Özuğurlu, Metin. (2003). Sosyal Politikanın Dönüşümü ya da Sıfatın Suretten Kopuşu. Mülkiye, 239, 59-75. Panitch, L. ve Gindin, S. (2004). Global Capitalism and American Empire. Socialist Register 2004, 1-42. Panitch, L. ve Gindin, S. (2006). Theorizing American Empire Bartholomew, A. (der.), Empire’s Law: The American Imperial Project and the ‘War to Remake the World (21-43) içinde. Londra: Pluto Press. 137 Pashukanis, E. B. (2002). Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm. (Onur Karahanoğulları, çev.). İstanbul: Birikim. Pasukanis, E. B. (2005). International Law. Mieville, C. (yaz.) Between Equal Rights: A Marxist Theory of International Law (321-335) ekinde, Leiden: Brill Academic Publishers. Rajagopal, B. (2003). International Law from Below: Development, Social Movements and Third World Resistance. Cambridge: Cambridge University Press. Rajagopal, B. (2006). Counter-Hegemonic International Law: Rethinking Human Rights and Development as a Third-World Strategy. Third World Quarterly, 27(5), 767-783. Said, E. W. (2010). Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları. (Berna Ülner, çev.). İstanbul: Metis. Sands, P. (2005) Lawless World: America and the Making and Breakikng of International Rules, Londra, Penguin Books. Sunter, A. F. (2007). TWAIL as a Naturalised Epistemological Inquiry. Canadian Journal of Law and Jurisprudence, 20 (2), 475-507. Wallerstein, I. (2009). Liberalizmden Sonra. (Erol Öz, çev.). İstanbul: Metis. Yücesan-Özdemir, G. ve Özdemir, A. M. (2008). Sermayenin Adaleti: Türkiye’de Emek ve Sosyal Politika. Ankara: Dipnot. Zabcı, F. (2009). Dünya Bankası: Yanılsamalar ve Gerçekler. İstanbul: 138 Yordam Kitap.