SÖZÜN ÖZÜ ATASÖZÜ - Atasözleri Konulu Örnek Kompozisyonlar -
Transkript
SÖZÜN ÖZÜ ATASÖZÜ - Atasözleri Konulu Örnek Kompozisyonlar -
SÖZÜN ÖZÜ ATASÖZÜ - Atasözleri Konulu Örnek Kompozisyonlar - RIFKI KAYMAZ Atasözlerimizin penceresinden 40 Söz Kırk Yazı 1 Sunuş İnsan yaratılmışların en şereflisi. Canlı, cansız her varlık ona hizmet için var. Doğumla başlayan bu dünya hayatı ölümle sona ererken yeni bir dünyaya da adım atılıyor. Yaşadığımız bu dünya, bu yeni dünyanın, öte dünyanın tarlası. Bu tarlaya diktiğimiz çiçekler, hem bu dünyamızı hem de öte dünyamızı renklendirecek, aydınlatacak. Hayatımız, yaşadığımız bu dünyaya bakışımızla bir anlam kazanır. Hayat, armağan, bir fırsat, bir sınav bizim için. Yaratıcımızın bu armağanını bizden sonrakilere daha güzel bir biçimde sunmak da görev ve sorumluluğumuz. Hayata nasıl bakıyoruz? Bakış açımızı, duygularımız, düşüncelerimiz, inançlarımız, alışkanlıklarımız belirliyor. Hayatı bir sınav olarak gören de, ölümü bir yok oluş biçiminde değerlendiren de bir insan. Bu iki insanın hayata bakışı elbette farklı. Biri inanç perspektifiyle hayata bakıyor ve sınavı kazanmak adına gününe, iyiyi, güzeli, doğruyu egemen kılmak için çabalıyor. Diğeri ise inançsızlığın karanlığıyla ölüm ötesini göremiyor. Hayata bakışımızı belirleyen değerler içinde atasözlerimiz de önemli bir yer tutar. Yüzyıllar ötesinden tecrübelerle beslenen değerler, yargılar, öneriler, dilden dile aktarılarak atasözleri biçiminde günümüze kadar uzanabilmiştir. Atalarımızın inanç değerleriyle, hayat tecrübeleriyle şekillenen halk kültürünün sözlü, özlü ifadeleridir atasözlerimiz. Hayatta karşılaştığımız her durumda onlar hemen yanı başımızda belirir. Bize sabrı, alçakgönüllülüğü, yardımlaşmayı, engin gönüllü olmayı, çalışmayı, kanaat etmeyi, kısaca insanî her davranışı bize hatırlatır. Her olumsuzluğa dikkatimizi çeker, bizi uyarır. İyiliği emreder, kötülükten uzak durmamızı, onu engellememizi söyler. Atasözlerimiz, bu anlamda helallerin onaylandığı, haramlarım yasaklandığı, atalarımızdan miras kalan söz birikimlerimizdir. Hangi atasözlerimizin milletimize ait olmadığını da kolayca anlamak mümkündür. Hangi atasözü inanç değerlerimizle çelişiyor, o atasözü bizim değildir. Atasözlerimizden beslenmek, onlarla ifade edilen değerleri davranış hâline getirerek, onları hayatımıza taşımak, hayatımızın anlamlandırmak adına önemli adımlardır. Sözün Özü Atasözü, atasözlerimizin penceresinden hayata dair kırk yazıyı içeriyor. Sözün Özü Atasözü’ndeki, açık, sade bir dille, söyleşi niteliğinde kaleme alınan yazıların, hayata olumlu ve insanî bakma adına okuyucuya katkıda bulunacağına inanıyoruz. Not: Yazılar, yazı başlıklarındaki ilk kelimeye göre alfabetik olarak kitapta yer almıştır. 2 İÇİNDEKİLER Acele mi, Ecele mi? Ağaca Dayanma Kurur Ağlarsa Anam Ağlar Ağzından Çıkanı Kulağı Duymamak Altın Bilezik Ayağa Değmedik Taş Ayağını Yorganına Göre Uzat Âyinesi İştir Kişinin, Bakarsan Bağ Bakmazsan Dağ Olur Bâki Kalan Hoş Sada Bana Arkadaşını Söyle Beşer Şaşar Bir Bardak Suda Bir Elin Nesi Var? Bir Kulağından Girip… Bir Nefes Sıhhat Gibi Danışan Dağ Aşmış Doğru Ol! Edebini Takınmak Elbette Olur Ev Yıkanın Hanesi Viran Ele Verir Talkını Elinle Ettiğin Hayrı Dilinle Zâyi Etme Erken Kalkmak Yol Almak Gelen Göçer/ Bir Değirmendir Dünya Gençliğin Kıymeti Bilinse Güzel Düşün Güzel Gör Hareket Berekettir Hatasız Kul Her İşte Bir Hayır Vardır İlim: Kendini Bilmek İnsanı Yaşatan Umut İyilik Yap Denize At Kem Âlât ile Kemâlat Ne Ekersen Önce Selâm Sabreden Derviş Sevelim Sevilelim Ya Hayır Söyle Ya Sus! Yaratandan Ötürü Zamana Uymak 3 “Acele bir ağaçtır, meyvesi pişmanlık” Atasözü ACELE Mİ, ECELE Mİ? Atasözleri; atalarımızın uzun gözlem ve tecrübeleri sonunda vardıkları değerlendirmeleri, hikmetli düşünce ve öğütleri örneklemeler yoluyla veren değerli sözlerdir. Bu sözler; tarihimizin, inancımızın, kültür ve medeniyetimizin değerlerini yansıtır. Atasözlerinin birçoğu mecazî anlam taşımaktadırlar. Halkımızın ortak, anonim sözlü ürünleri olan atasözlerimizin birçoğu, manzum, yani ölçülü-kafiyeli bir özellikler de gösterirler. “Atalar sözünü tutmayan, yabana atılır.” diye, bizden önce yaşamış atalarımızın, tecrübeleri ve bilgilerinden yararlanmamızı tavsiye eden büyüklerimiz, bu sözleri dinlemeyenlerin zararlı çıkacaklarını belirtirler. Atasözlerimiz; bizler için bir rehber, bir öğüttür aynı zamanda. Doğumla başlayan ve ölümle noktalanan bu dünya hayatımızı nasıl yaşayalım? Nasıl davranalım? Olayları nasıl değerlendirelim? Hayata nasıl bakalım? Biliyoruz ki hayat, bizim ona bakışımızla şekillenir çoklukla. Hayata umutla bakan bir insanla, hayatını olumsuz bir dönem olarak gören bir insanın hayatı nasıl bir olur? Her birimiz, benzer olaylar karşısında bile farklı tepkiler ortaya koyarız. Bu tepkilerimiz, duygu, düşünce, kültürel değerlerimiz, inancımız, aile ve çevremiz vb. etkisinde davranışlarımıza dönüşmüştür. Kimimiz, içe dönük bir ruh hâli içinde yaşamayı, kimilerimiz hayatı sosyal etkinlerle dolu dolu yaşamak isteriz. Kimimiz, atalarımız deyimiyle çık canlıyızdır. Çevremizde ağırkanlı insanlar bize nasıl da sıkıntı verir. İnsan, işlerinin bir an önce bitmesini ister çoklukla. Öyle ama; çoğu zaman da aceleyle yaptığımız işin sonunun hiç de iyi bitmediğini ve bizi üzdüğünü görmüşüzdür. Atalarımız, aceleyle yapılan işin sonunun pişmanlıkla sonlanacağını öğütler bize: “Acele bir ağaçtır, meyvesi pişmanlık.” Düşünerek, sağlıklı değerlendirmeler yapılarak gerçekleştirilen işlerin olumlu olarak biteceği söylenir: “Acelede nedamet (pişmanlık), teennide selâmet vardır.” Atalarımız, “Acele işe şeytan karışır.” sözüyle, aceleci tavrın olumsuzluğunu belirterek, “Aceleyle menzil (yol) alınmaz”, hükmünü ortaya koymuşlardır. Alelacele yapılan işin aslında biz de sağlıklı olamayacağını biliriz. Acele verilen kararlardan çokça dönüldüğü, düşünülmeden ağza gelen her sözü söylemenin de yine çoğu zaman amacına ulaşmadığı, yanlış anlaşılabildiği, ardından yapılan düzeltmelerin de bir işe yaramadığı bir gerçek. Söz ağızdan çıkmıştır bir kere. Belki de kalp kırılmış, dost incitilmiştir. Her işin belirli bir gerçekleştirilme süresi vardır. Bir yemek, şu kadar dakikada pişer. Bir sanat eserinin tamamlanması aylarca sürebilir. Duygular, bir şiir hâline belirli sürede gelebilir. Bir sanat, yıllarca ustadan alınan derslerle öğrenilebilir. Çıraklıktan kalfalığa, sonradan ustalığa ulaşma elbette kolay değil. Sabırla, tecrübeyle kazanılan bir beceridir sanat. Mimar Sinan, Selimiye Camiini acaba kaç yılda bitirdi? Mevlâna 52 bin dizelik Mesnevi’sini kaç yılda tamamladı? Bir el dokuması halının kaç bin ilmiği, ne kadar zamanda atılabildi? Bütün bu sanat ve edebiyat eserlerinin, kalıcı olmasında; sabrın, azmin, zamanın, tecrübenin damgası vardır. Temeli alelacele bir tavırla atılan bir temel üzerine, kalıcı bir eser inşa etmek mümkün mü? Aceleyle ancak bir gecekondu ortaya konulabilir. İşler, sakin, bilinçli, plânlı bir biçimde yapılmalı ki kalıcı, olumlu, yararlı olabilsin. Programsız, plânsız, azıksız, ilerisini düşünmeden, alelacele verilen bir kararla yola çıkılırsa, istenilen yere elbette varılamaz. Çünkü atalarımızın sözüyle: “Ağır giden yol alır; hızlı giden yolda kalır.” Davranışlarını düzenleyemeyen, nerede oturup, nasıl konuşacağını bilemeyenlere atalarımızın öğüdü: “Ağır ol batman gelesin!”, “Ağır otur ki bey desinler!” Bu atasözlerinden çıkarılacak öğütleri özetlemek mümkün: Telâşla hareket edenler, çabuk heyecan ve öfke gösterenler, hafif meşrep davrananlar sevilmezler. Ağır olsa bile, güvenli ve plânlı bir çalışma daha verimlidir. Ağırbaşlı olanlar; sevilir, sayılırlar. Davranışları, sözleri temkinli olanlar, her işte başarı gösterirler. Davranış ve sözlerinde aşırılığa sapanlar, her işe burnunu sokanlar, yerli yersiz konuşarak huzuru bozulanlar sevilmezler. Atasözlerimizin kılavuzluğunda her zaman şu soruyu soralım; kendimize, çevremize, dostlarımıza: Acele mi, ecele mi? 4 “Kendine güven ki hep bütün işler, Senin gayretinle büyür, genişler. Unutma: “Ağaca dayanma kurur, İnsana dayanma ölür.” demişler.”(R.Kaymaz) AĞACA DAYANMA KURUR... İnsan toplum halinde yaşayan bir varlık. Doğumla başlayan hayatı ailesiyle beraber sürer. Büyür, eğitim çağına gelir, okula gider, okul arkadaşları edinir, evlenir, çocukları olur... Bir değirmen misali dönen hayatta güzel işler yapmak, başarmak, mutluluğu yaşamak, hayırlı insanlardan olmak ister. Hayatta başarılı olmak elbette kolay değil. Huzur ve mutluluğu yakalamak da. Bu nedenle düşünmek, çalışmak, üretmek, paylaşmak gerek. Toplum halinde birlikte yaşadığı insanlarla bir araya gelmek, birlik ve beraberlik içerisinde yardımlaşarak hayatın ağır yükünü paylaşmak zorunda insan. İnsan, görev ve sorumluluklarla iç içe yaşadığı hayatı en güzel bir biçimde değerlendirmek durumunda. Edindiği bilgiler, yaşadığı tecrübeler hayatını olumlu açıdan etkiler. Başarılı olma yolunda edinilen bilgiler, tecrübeler kadar, verilen desteklerin önemi de büyüktür. Pek çok insan; ailesinden, çevresinden gördüğü maddî ve manevî desteklerle başarıyı yakalayabilmiş, iyi bir makam ve mevkie gelmede yine böylesi destekler etkili olagelmiştir. Sırtını güçlü çevrelere dayayan pek çok insanın bu güç nedeniyle önemli makamlara yükseldiği, başarılı ve etkili isimler olduğu da çoğu kez görülmüş ve duyulmuştur. Zenginliğiyle tanınan kimi insanların zenginlikleri, zengin bir babaya ya da önemli bir mirasa çoğu kez dayandırılmaktadır. Bu ve benzeri örnekler başarıda, makam ve mevkide ya da zenginlikte maddi ve manevi desteğin önemini elbette belli ölçüde yansıtmaktadır. Ne var ki işin daha önemli bir yönü bu desteklerin çekilmesi halinde, destek alanın acı durumu. Desteğe güvenen, ona dayanan, onsuz olamayan insanın ani düşüşü... Atalarımız, “Ağaca dayanma kurur, insana dayanma ölür” sözüyle bu acı hali ne güzel ifade ederler. İnsan elbette çevresinden güç, kudret ve destek alacak. Ama nereye kadar? Kendine güvenmeyen, kendi ayakları üzerinde duramayan insanı hiçbir destek ayakta tutamaz. Boş bir çuval dik durur mu? Taşıma suyla değirmen döner mi? Ne zamana kadar? Su bittiğinde hangi güç değirmen taşını çevirecek? İnsan için asıl sermaye kendi birikimidir. Kalıcı olan; alın teriyle, beyin gücüyle, güven duygusuyla geliştirdiği gerçek sermayedir. Zenginlik tükenir. Mal yanar, sermaye biter. Bir yangınla her şey kül olur. Destek aldığımız insan ölür. Yalnız ona dayandığı için yapayalnız kalırız. Ama sermayemiz; kendimiz, beynimiz, emeğimizse... bu tür sıkıntıları aşmak kolay. Kısa bir süre sonra emanet sermaye ile değil gerçek sermayemiz ile yolumuza yürürüz. Şirin’ine kavuşmak isteyen Ferhat dağları deldi kendi gücüyle. Büyük kahramanlar iradeleriyle, kararlılıklarıyla nice zaferler kazandılar. Sevgili Peygamberimiz, “Sağ elime güneşi, sol elime ay’ı verseler yine de bu ilahi gerçekleri dile getirmekten vazgeçmem” dedi. Ölene, bitene, eskiyene, çürüyene değil, eskimeyen değerlere bağlanmamız gerek. Sevgili Peygamberimiz Allah’a kul olmamızı istedi bizden. Ebedi ve ezeli olan Allah’a dayanmamızı, yalnızca ona ibadet edip yalnızca ondan yardım dilememizi öğütledi. Ecdadımız zilletle yaşamaktansa, izzetle ölmeyi tercih ettiler, kendileri oldular, kendilerine güvendiler, sırtlarını başkalarına dayamadılar. Başkalarına minnet etmediler. Kendi değerleriyle var oldular. İzzete sarıldılar, aziz oldular. Yaşadığımız sürece yalnızca başkalarının desteğiyle değil, asıl kendi değerlerimizle ayakta durmaya çalışalım. Ağacın kuruyacağını, insanın öleceğini unutmayalım. Kendimize güvenelim, kendimizi yetiştirelim, öğrenelim, eğitelim. Birikimlerimizi artıralım. Kendi değerlerimizle; başarıya, mutluluğa, huzura koşalım. 5 “Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar.” AĞLARSA ANAM AĞLAR İnsan hayatı, sevinçlerle, acılarla birlikte doğumdan ölüme akıp gider. Doğumla hayata merhaba deriz. Annemizin ak sütüyle beslenir, gelişir, büyürüz. Annemiz, çocukluğumuzun bin bir zahmetine annelik sevgisiyle katlanır. Çoğu zaman uyumaz. Adeta yemez yedirir. Üzerimize titrer. Üzerimize şefkat kanatlarını gerer. Anne sabrıyla hastalıklarımızı, sıkıntılarımızı göğüsler. Onun kucağı bizim için, sevginin, ilginin, merhametin, emin bir sığınağıdır. “Cennet annelerin ayakları altındadır” sözüyle annelerimizin değerini ortaya kor Sevgili Peygamberimiz. Annemize sevgimiz, saygımız ölçüsünde hayatımız bir anlam taşır. İslam tarihinde Veysel Karanî bu konuda unutulmaz bir örnektir. Özünü inancımızdan alan atasözlerimize bir göz atalım: ”Ana gibi yar olmaz”, “Ana başa tâç imiş Her derde devâ imiş Bir evlât pîr olsa da Anaya muhtaç imiş” sözleri milletimizin anaya bakışını ne güzel ifade eder. Annemizin hayatımızdaki öneminin ne derece farkındayız? Ona karşı görev ve sorumluluklarımızı ne ölçüde yerine getiriyoruz? Onun bize karşı gösterdiği karşılıksız sevgiyi neyle ve nasıl karşılıyoruz? Doğumumuzdan ölümümüze bir yığın sıkıntı ve problemle karşılaşıyoruz. Bu problem ve sıkıntıları aşmada, eşimiz, çocuklarımız, dost ve arkadaşlarımız elbette kendi ölçüleriyle yardımcı oluyorlar. Bu insanların maddî ve manevî yardımları bizim için çok önemli. Ne var ki bu insanların yardımları da bir yere kadar… Ya annelerimizin bu konudaki tavrı! Onlar, eşimizden, dostumuzdan, çocuğumuzdan çok daha yakın bize. Bizim için gerçek dost, gerçek yar, gerçek yardımcı annelerimiz. Hiçbir hesabı olmadan her şeyini çocuğu için verebilecek annelerimiz. Başımıza gelen bir sıkıntı, bir hastalık, bir ölüm en çok kimi üzer? Bu ve benzeri olaylar en çok kimi etkiler? Açık ve net bir cevap: Annelerimizi. Atalarımız, “Ağlarsa anam ağlar” demişler. Analarımız, acımızı, sıkıntımızı gidermek için hiçbir karşılık beklemeden yalnızca anne olduğu için bin bir fedakârlığa katlanır. Dokuz ay karnında taşıdığı yavrusu ne kadar büyürse büyüsün, evlensin, askere gitsin, yaşlansın, onun için bir evlat, bir yavru, bir çocuktur. Yanlış davranışlarımıza, sorumsuzluklarımıza, düşüncesizliklerimize rağmen, o hep bizim için yaşar. Bizim için üzülür, bizim için ağlar. Onun karşılıksız sevgisine, güzel davranışlarımızla karşılık vermek, hem insanî hem de İslâmî görevlerimiz arasındadır. 6 “Sözüne dikkat et, “Söz baş yitirir.” Güzel konuş, bil ki “Söz iş bitirir.” “Dilin cirmi küçük, cürmü büyüktür.” Kavgayı başlatır, savaş bitirir.(R.Kaymaz) AĞZINDAN ÇIKANI KULAĞI DUYMAMAK Bir insanı değerli kılan onun söz ve davranışlarıdır. Sözler ve davranışlar arasındaki uyum onun tutarlı bir insan olduğunu gösterir çoğu zaman. Duygu ve düşüncelerimizi sözle ya da yazılı olarak ifade ederiz. Tersinden söylemek gerekirse, sözlerimiz çoklukla duygu ve düşüncelerimizi yansıtır. Çirkin söz ve davranışlar ortaya koyan bir insanın: “Bakmayın siz benim sözlerimin ve davranışlarımın çirkinliğine, ben aslında çok iyi, temiz bir insanım.” Demesine ne derece inanılır? Duygularımız güzel, düşüncelerimiz doğru ve sağlıklı ise, sözlerimiz de güzelliği ve doğruluğu yansıtır. Yüreğimiz iyilik, doğruluk ve güzellikle dolu. Dilimiz yüreğimizin güzelliklerini ortaya kor. Yok, içimiz çirkin duygularla, yanlış düşüncelerle yoğrulmuş. Ağzımızdan güzel sözler çıkabilir mi? Öncelikle yüreğimizi temiz duygularla doldurmak, aklımızı yerinde ve sağlıklı kullanmak durumundayız. Kısacası iyi, güzel olmak zorundayız. Kim, toplumda istenmeyen, beğenilmeyen bir insan olmak ister? Hiç kimse! Ne var ki toplumda kimi insanlar, söz ve davranışlarını; iyilik, güzellik ve doğrulukla yoğuramadıkları için sevilmeyen, beğenilmeyen, kötü diye isimlendirilen insanlardan sayılırlar. Kendilerini eğitmedikleri için de ömürlerini yanlış yollarda harcarlar. Maddî ve manevî sıkıntılarla başarısız ve mutsuz olurlar. Atalarımız, “İnsan beşer, şaşar.”derler. Sözlerimize ve davranışlarımıza dikkat etsek de zaman zaman bizler de; yanlış, kötü, çirkin sözler söyleyebilir, yanlış davranışlarda bulunabiliriz. Önemli olan: Söz ve davranışlarımıza dikkat! Burada özellikle sözlerimize dikkatin öneminden söz etmek istiyorum. İnsanlarla nasıl konuşacağız? Sözlerimizin hem gönüller kuracağını, hem de yanlış kullanmayla insanları kıracağını unutmayacağız elbette. Ağzımızdan çıkan söz bir daha geri dönmez. Özür dilemek kırdığımız yüreği kolay kolay onaramaz.O halde konuşurken, ağzımızdan çıkan sözlere, kelimelere dikkat etmek zorundayız. Atalarımız,”Ağızdan çıkanı kulağı duymamak” deyimiyle bu konuyu öne çıkarır. Ağzımızdan çıkanı kulağımız duymalı. Daha doğrusu kulağımız duyduğunda rahatsız olmayacağımız, pişmanlık duymayacağımız sözler söylemeliyiz. Düşünmeden, tartmadan, ölçüp biçmeden söylediğimiz söz; kalp kırar, kavga ettirir, sıkıntı ve probleme neden olur, bizi pişman eder. İnsanlar arasındaki dostluk köprülerini yıkar, düşmanlığı körükler. Dinî anlamda düşünmeden söylediğimiz sözler, inancımızı tehlikeye sokabilir. İnsanız. İnsanlarla iletişimimizin önemli bir kısmı; sözlerimizle ve kelimelerimizle gerçekleşir. O halde sözlerimize, konuşmalarımıza, kullanacağımız kelimelere:”Aman dikkat!” 7 “Sanat altın bileziktir.” ALTIN BİLEZİK Her insan, gerek ruh gerekse beden açısından birbirinden farklı olarak yaratılmıştır. Fizikî görüntüsüyle, ruhî yapısıyla bin bir çeşit insan… Milyarlarca insanın her birinin parmak izi farklı. Yaratıcı, hepimizi bir insan olarak yaratmış. Ana hatlarıyla aynı yapıdayız: Baş, el, ayak, yüzü, göz… Ama ayrıntılarda milyarlarca farklılık… Bir marangoza aynı özellikleri taşıyan on adet masa siparişi verelim. Dört ayaklı, dikdörtgen, malzemesi meselâ ceviz ağacından, boyası aynı… Bu siparişimizin, aynı malzeme, boya ve ölçülerle istediğimiz güzellikte yerine getirilmesi mümkün mü? Ya milyarlarca insan. Yalnızca dış görünüşü ile değil, ruh yapısıyla da farklı milyarlarca insan. Hepsi farklı, hepsi insan. Ne büyük bir kudret! Her birimizin ilgi alanı, becerisi, zevki, tercihleri farklı. Hepimizde az ya da çok ortak özellikler var: İyiliği sevme, sanata ilgi duyma, okuma, düşünme, üretme, birlikte yaşama, görev ve sorumluluk üstlenme… Sanata, bir şeyler üretmeye ilgi duyarız. Sanatçıyı takdir ederiz. Güzel sanat eserlerini hayranlıkla seyrederiz. Geleneksel el sanatlarımızın kaybolmaması için çalışırız. Ne var ki biz de bir sanat türüyle amatörce de olsa ilgilenmeyi düşünmeyiz. Çoklukla da “bu işi beceremem ki…” diyerek ilgisizliğimizin gerekçesini (!) savunuruz. Sanatçı olmak elbette kolay değil. Ancak, içimizdeki sanat duygusunu, becerilerimizi fark etmek, onları geliştirmek yolunda ilk adımları atmak durumundayız. Nelere ilgimiz ve becerimiz var? Kendimizi keşfetmeliyiz. Geçmişten günümüze sanatımız zengin bir birikime sahip. Geleneksel sanatlarımız, usta çırak ilişkisiyle devam ediyor. Sanat eserlerimiz müzelerimizde büyük hayranlıkla izleniyor. Sergiler açılıyor. Ödüller veriliyor. Ressamlarımız, mimarlarımız, bestecilerimiz, hattatlarımız, geleneksel süsleme sanatçılarımız… Güzel sanat eserlerinin ruha seslendiğini, onu dinlendirdiğini biliyoruz. Gözlerden ruhlara akan güzelliklerin, insan ruhunu güzelleştirdiği, incelttiği de bir gerçek. Bu nedenle güzellikleri paylaşmak, ruhumuzu güzelleştirmek durumundayız. Günümüz insanı bir koşuşturmanın içinde bu güzelliklerden uzak kalıyor ne yazık ki. Ruhunu doyuramıyor yeterince. Ruhî sıkıntılar, streslerle uğraşıyor. İnancımız çalışmayı ibadet sayar. Kutsal kitabımız, “İnsan ancak çalıştığına erişir. Onun çalışması şüphesiz görülecektir. Sonra ona karşılığı eksiksiz verilecektir.”(Necm,39-41), Sevgili Peygamberimiz, “Allah mutlak güzeldir ve güzeli, güzel işleri sever” buyurur. Fıtratımızdaki güzelliklerin, zenginliklerin hayatımıza da yansıtılması, elimizin işlemesi, ruhumuzun dile gelmesi tabiî bir ihtiyaç. Sanat, bir yandan ruhumuzu onarır, diğer yandan ekonomik bir değer halinde ortaya çıkar. Ekonomiye, bütçemize katkı da sağlar. Sanatın bu yönünü atalarımız, “Sanat altın bileziktir.” sözüyle özetler. Sanatçı bu altın bilezikle hiçbir zaman aç kalmaz. Her zaman üretir, kazanır, kazandırır. Kamu, özel kurumlar, halk eğitim merkezleri, yerel idareler düzenledikleri meslek edindirme ve sanat kurslarıyla bu anlamda önemli hizmetleri gerçekleştiriyorlar. Çocuklarımızın, bizlerin benzeri kurslarla “altın bilezik”ler edinmemiz ne güzel! İşimizden arta kalan zamanı hobilerimizle değerlendirmek, ruhumuzu dinlendirmek, aile bütçemize katkıda bulunmak istemez miyiz? Zamanımızı kahve köşelerinde, kaldırım taşlarında, boş, gereksiz meşguliyetlerle, harcamak, israf etmek bir Müslüman’a yakışır mı? Çalışmak, hayırlı eserler üretmek görevimiz. Peygamberlerin hemen hepsi bir yandan çalışmış, hayatlarını kazanmış, bir yandan da insanları doğru yola çağırmışlardır. Âdem peygamber çiftçilik, Nuh peygamber marangozluk, Davut Peygamber demircilik, Musa peygamber çobanlık, İdris peygamber de terzilik yapıyordu. Osmanlı padişahlarından II. Abdülhamit usta bir marangozdu. Pek çok padişah; şair, hattat, bestekârdı. Geçmişte pek çok devlet, bilim adamı aynı zamanda belli sanat dallarında da eser veriyordu. Günümüzde sanat dünyamızın önemli isimlerinin çoğu, sanatı dışında farklı mesleklerde çalışıyor. İş ve sanat birlikte yürütülerek, hayat daha anlamlı ve üretken kılınıyor. Başarı, kazanç ve mutluluk hayata yansıyor. Müslüman, inancı gereği çalışkan ve üretken olmalı. Zamanı israf etmemeli. “Allah çalışanı sever.” , “Veren el alan elden üstündür.” gibi kutlu sözleri, “İşleyen demir paslanmaz.” atasözünü hayatında ilke edinmeli, başta kendisi olmak üzere çocuklarının, eşinin dostunun “ altın bilezik” ler edinmesi için günümüzün her imkânını değerlendirmeli. Üretmek, başarılı olmak için sanat. Ruhumuzu dinlendirmek için… 8 “Ayağa değmedik taş, başa gelmedik iş olmaz.” AYAĞA DEĞMEDİK TAŞ Hayat her varlık için değişik anlamlar ifade eder. Canlı varlıklar arasında hayatı birkaç dakikalık süre olarak yaşayanlar, yüzyılı aşan bir ömrü kısacık bulanlar da var. Yüce Allah, her varlık için değişik yaşama biçimleriyle birlikte, hayatın süresini de farklı olarak belirlemiş, takdir etmiştir. Hayata anne karnında başlayan bir çocuk, doğumla başlayan dünya hayatını nerede, nasıl geçirecek? Ömrü ne zaman ölümle kesintiye uğrayacak? Bütün bunlar bilgimiz dışında. Bu noktada bize düşen, bu hayatı en güzel bir biçimde, hayırlı bir yolda, Yaratan’ın rızası dahilinde yaşayabilmek. Hayatımızı anlamlı kılabilmek. Hayattan çok şeyler bekliyoruz. Sağlık, başarı, mutluluk, zenginlik, güzel bir meslek... Beklentilerimiz çok. Ne var ki bu beklentilerin gerçekleşmesi her zaman mümkün olmuyor. Ciddî bir sağlık sorunu bizi perişan edebiliyor. Maddî ve manevî sıkıntılarla boğuştuğumuz oluyor. Umduğumuz sorun istemediğimiz bir biçimde önümüze çıkabiliyor. Ya da tam tersi: Olumsuz gibi gördüğümüz bir olay, bizi bir mutluluğa taşıyabiliyor. Bu noktada atalarımız, ''Her şeyde bir hayır vardır.'' ilkesini unutmamamızı hatırlatıyor. Hayatta her şeyle karşılaşmak pek âlâ mümkün. Yolda yürürken düşmemiz, kalp krizi geçirmemiz, ölmemiz... Bir depremde günlerce kaldığı toprak altında canlı çıkan bir çocuk. Binlerce insanı bir çırpıda ölüme taşıyan sel, felâket... Bütün bunlar, ''Ayağa değmedik taş, başa gelmedik iş olmaz.'' atasözüyle özetlenebilir. İnsan ömrü boyunca pek çok güçlükle karşılaşabilir... Yapılması gereken, hayatın bu yönünü unutmadan, onu en güzel, en iyi ve en doğru bir biçimde yaşamaya çalışmak. Bir sıkıntı karşısında pes etmeden, ayakta kalmak. Bunun için de her türlü tedbiri almak. Büyük şair Akif’in sözüne kulak vermek: ''Hüsrana rıza verme, çalış azmi bırakma!' 9 “Ayağını yorganına göre uzat!” AYAĞINI YORGANINA GÖRE UZAT Her birimiz gerek fizikî, gerekse ruhî açıdan farklı yapılarda yaratılmışız. Boyumuz posumuz, huy ve davranışlarımız, becerilerimiz çeşit çeşit... Farklılıklarımız bir toplum için bir zenginlik. Birbirimizin eksikliklerini, farklılıklarımızla tamamlıyoruz. Farklı becerilerimiz, ilgilerimiz hayatımızı renklendiriyor, onu monotonluktan kurtarıyor. Kimi insanlar bu farklılıklara yanlış açıdan bakarak hayatı kendilerine zindan ederler. Başkalarının yeteneklerine, imkânlarına özenirler. Onları kıskanırlar. Onlar gibi olmak isterler. Bu insanlar, kendilerindeki zenginlikleri ise bir türlü göremezler, görmek istemezler. Kendi imkânlarını değerlendirmeyi düşünmekten çok, kıskançlıkla kendi gelişimlerini yine kendileri engellerler. Bu noktada insan, öncelikle kendisini tanımalı. Maddî ve manevî imkânlarını bilmeli. Eğilimlerini keşfetmeli. Kendine güvenmeli, kendini fark etmeli. Kendini fark eden insan, hayatı da anlamlandırır, hayatı keşfeder. Kendi imkânlarını en güzel biçimde değerlendirerek başarıyı ve mutluluğu yakalar. Sevgili Peygamberimiz, ''Nefsini bilen Rabbi’ni bilir'' buyuruyor. Kendimizi tanımamız, kul olduğumuzu unutmamamız şart. Allah'ın bize armağan ettiği; akıl, düşünce, hayal gibi maddî ve manevî bütün değerlerimizi fark ederek davranmak gerek. Yorganımıza göre ayaklarımızı uzatmak, İmkânlarımıza göre yaşamak. Zenginliğimizi sorumsuzca, har vurup harman savurarak harcamak değil; ölçülü, plânlı, programlı, düzenli bir hayatı tercih etmek. Hayatta mutlu olmanın olmazsa olmaz şartı budur. Kendi birikimlerini, yeteneklerini ve onu en güzel bir biçimde kullanmayı bilmeyen insanın ise varacağı nokta; pişmanlık, başarısızlık ve mutsuzluktur. 10 “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, Şahsın görünür rütbe-i ilmi aklı eserinde.” Ziya Paşa ÂYİNESİ İŞTİR KİŞİNİN... İnsanoğlu sözleri ve davranışlarıyla toplumda kendine bir yer edinir. Duygu ve düşüncelerini kelimelerle, sözlü ya da yazılı bir biçimde ifade eder insan. Duygu ve düşünceler hal diliyle, davranış biçiminde de ortaya konulabilir. Duygu ve düşüncelerin sözle ifadesi “kal”, davranışlarla anlatılması ise “hal” diliyle tanımlanır. İnsan yaşadığı toplumun değerlerine uyum sağlamak durumundadır. Ortak değerler, ortak bir anlayışı doğurur. Anlayış birliği ise toplumun birlik ve beraberliğini olumlu yönden etkiler. O toplumdaki insanların huzur ve mutluluk içinde yaşamalarına neden olur. İçinde yaşadığımız toplumda bin bir çeşit insanla karşılaşırız. Söz ve davranışlarıyla tutarlı insanlar, sözlerini davranışlarına yansıtamayanlar... Kendisiyle, ailesiyle, toplumuyla barışık olamayanlar, kişilik açısından olgunluğa ulaşamayanlar. Söz ve davranışları uyumlu, olgun insanlar çoklukla toplumda saygıyla karşılık görürler, takdir edilirler, örnek gösterilirler, örnek alınırlar. Sözleri ve davranışlarıyla olgunluğa ulaşamayanlar başta kendileri olmak üzere herkes için bir sıkıntı kaynağı oluştururlar. Problemleri büyütürler, toplumu gerer, sosyal ilişkileri zedelerler. İnsan toplum halinde yaşamanın gereği bir sorumluluk taşır. Topluma karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirmeye çalışır. Ne var ki bu görev ve sorumluluğu yerine getirmek konusunda başarılı olmak herkese nasip olmaz. Görev ve sorumluluk nasıl yerine getirilir? Her insan, birikimi, yeteneği ölçüsünde kendine düşen görev ve sorumluluğu yerine getirmeye çalışır. Topluma, hayata ilişkin duygu ve düşüncelerini söyler, yazar, anlatır. Bu anlamda söz söylemek, fikir beyan etmek elbette kolaydır. Çünkü “Dilin kemiği yok”tur. Ağza gelen bir çırpıda söyleniverir, ahkâm kesilir, fetva verilir, yol gösterilir, yorumlar yapılır, eleştirilir. Bunlar kolay gelir insanoğluna. Ya söylenenleri davranış haline, sözü işe dönüştürmek, üretmek, yerine getirmek! İşte zor olan da bu. Bu konuyu “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde” mısraları da bir güzel örnekler. Kişinin değeri, aklı, eserinde ve yaptığı işte görülür. Onu yalnızca söylediği sözlerle değerlendirmek yanlıştır. Toplumda iş yapmak yerine yalnızca konuşmayı, söz söylemeyi iş edinenler ne yazık ki çok. Pek çok insan bu anlamda yalnızca konuşur, hep eleştirir. Yapması gerekenler hatırlatıldığında ise bin bir mazeret hemen hazırdır. Dersine çalışmayan öğrenci tembelliğinin gerekçelerini (!) bir bir sıralar. Görevini yapmayan işçi, memur, amirini suçlar, aldığı ücretin azlığını gündeme getirir. Hırsızın, suçlunun, caninin, herkesin kendine göre mazeretleri vardır. Hemen herkes görev ve sorumluluğunu bir türlü üstlenmek istemez. Ne var ki bütün mazeretlerin, sudan gerekçelerin gerçekten hiçbir değeri yok. Konu açık, yanlış ortada. İnsan laf değil iş üretmelidir. Lafla peynir gemisi yürür mü? İnsan özellikle yaptığı işle, ürettiğiyle, davranışıyla vardır. Söylediği sözden ziyade, görevini yerine getirip getirmediği ölçüde bir değer ifade eder. Yaptığı inşaatı çöken bir müteahhidin inşaat tecrübesi, sözüne mi, yıkılan binasına mı bakılarak değerlendirilir. Caninin “bakmayın cinayet işlediğime, istemeden yaptım, üzgünüm” sözleri ne ifade eder? Yanlışlıkla kapkaççılık yapılır mı? Sokaktaki bir kediyi diri diri yakan bir zalimin “hayvan sevgisiyle doluyum” demesi ne derece ciddiye alınır? Bir kişiyi değerlendirmek, onun iyi, kötü ya da yardımsever, sorumlu, çevreye duyarlı olup olmadığını mı anlamak istiyoruz, nesine bakarız? Sözlerine mi, işlerine mi? Kişilik, yapılan işlere yansır elbet. Güzel işler üreten, elbette “güzel insan”dır. İnsanlara yardım eden, yardımseverdir. Yalnızca yardım etmeyi sevdiğini söyleyen insanın yardımseverliği, ancak davranışa dönüştüğü takdirde bir gerçeği ifade eder. Hayat bir sınavdır. Davranışlarımız, hayat aynasında göründüğü oranda gerçeğe dönüşür, yaşandığı sürece bir anlam kazanır. Hayatı yalnızca laf üreten bir biçimden çıkarıp, iş, davranış, eyleme dönüştüren bir anlayışı ilke edindiğimiz gün, sözümüzün de, davranışlarımızın da bütünleştiği gün, hayatımız bir anlam kazanacaktır. 11 “Yaptığına önem er, özen gösterip ona, Başarmak, mutlu olmak, elbette bağlı sana. Derler ki “Bakarsan bağ bakmazsan dağ olur.” Ecdadına kulak ver, işine sarılsana! (R.Kaymaz) BAKARSAN BAĞ BAKMAZSAN DAĞ OLUR İnsan, yaratılmışların en değerlisidir. Eşref-i mahlûktur. İnsanın Yaratıcısına, kendisine, ailesine, toplumuna, bütün insanlığa karşı görev ve sorumlulukları olması, onu diğer varlıklardan üstün kılar. Bu görev ve sorumlulukları yerine getirmesi, hayatına anlam kazandırır. Yaşadığımız çevre, hepimize geçmişten bir miras, geleceğimize vereceğimiz bir emanettir. Onu tabiî dokusunu bozmadan, fıtrata uygun bir biçimde kullanmak durumundayız. Toprağı, suyu, yeşili, ağacı kısacası çevreyi kirletmeden, yok etmeden kullanmak zorundayız. Yaşamanın elbette bir amacı var. Hayat denilen süreyi insana yakışan bir biçimde değerlendirmek, iyi doğru ve güzel adımlarla onu yararlı hale dönüştürebilmek, mutlu olmak. Hayatı, çevremizdeki varlıklarla birlikte paylaşmak zorundayız. Çevre bilinci, yalnızca çevre günlerinde, haftalarında hatırlanmakla değil, hayatın her ânında onlarla birlikte olduğumuz düşüncesiyle gelişir. Bu bilinç, insanı insan kılar. Yaratıcı, çevreyi de bizim için yarattı. Onu hoyratça kullanmak, asliyetini bozmak, bu anlamda hem günah, hem de sorumsuzluktur. Atalarımız,''Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur'' demişler. Ona baktığımız, onu önemsediğimiz ölçüde, çevremiz yaşanacak bir mekân olmaya devam eder. Toprakla, yeşillikle ruhlar dinlenir. Tabiî çevre, fıtrî yapımızla uyuşur. Bu nedenle, bu fıtrî yapıyı bozmak, çevreyi hor kullanmak, yeşili yok etmek, beton yığınları arasında hayatımızı karartmak değil midir? Nerede ve nasıl yaşamak istiyoruz? Yeşille, çevreyle, toprakla dost ve kardeş olarak yaşamayı mı istiyoruz? Yoksa diriltici yeşili kurutarak, masmavi göğü kirleterek, ağacı keserek, tabiî çevreyi, ekolojik dengeyi bozarak, hayatımızı karartmayı mı istiyoruz? Bu kararımızı âcilen vermek durumundayız. 12 “Avazeyi bu âleme Davud gibi sal, Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sada imiş.” Bâkî HOŞ SADA İnsan hayatı bu dünyada doğumla başlar, ölümle noktalanır. Bu hayat, Yaratan’ın emir ve yasakları doğrultusunda yaşandığı ölçüde de bir anlam kazanır. Yaşamanın elbette bir amacı var: Hayat denilen süreyi insana yakışan bir biçimde değerlendirmek, iyi, doğru ve güzel adımlarla yararlı hâle dönüştürebilmek, mutlu olmak; Peygamberimiz’in ifadesiyle, hayırlı insanlar sınıfında bulunmak. Toplumda her çeşit insanla her zaman karşılaşmak mümkün. Yardımsever, iyi niyetli, fedakâr, çalışkan, güler yüzlü... Olumsuzluğu yaşayan, bencil, hain, kindar, tembel, riyakâr... pek çok çirkin huy ve davranışı ortaya koyanlar... Olumlu davranışlarla kendilerini bezeyenler, Allah rızası yanında toplumda da sevilir, sayılır, kabul görür. Herkes onlardan memnundur. Bu insanlar güven telkin ederler, dost olarak pozitif enerji yüklerler çevrelerine. Sıkıntıları, problemleri aşmaya uğraşırlar. Acılara ortak olur, dertleri paylaşarak azaltırlar. Birlikte olduğumuz zamanlarda takdirle karşılarız bu insanları. Ölümle hayata veda ettiklerinde ise hayırla anarız her zaman. Çünkü onlar arkalarında güzel hatıralar, güzel sadâlar bırakmışlardır. Ya olumsuzluğu kendilerine âdeta ilke edinenler... Büyük şair Bâki, ''Bâkî kalan bu kubbede, bir hoş sadâ imiş.'' derken, bu dünyada hoş bir sesin, güzel bir davranışın, sonsuza dek kalacağını, hayırla anılacağını ifade ediyor. Mimarî eserleriyle Sinan, ilâhileriyle Yunus, dünyamızı bilgiyle, insanlıkla aydınlatan, davranışlarıyla bizlere örnek olan, arkalarında bir hoş sadâ bırakan insanlar! Sizi rahmetle anıyor, hoş sadânızı doyasıya paylaşıyoruz. 13 “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” Atasözü BANA ARKADAŞINI SÖYLE… İnsan, doğumla bu dünya hayatına adım atar. Ailede başlayan, okul ve çevreyle devam eden ömür, ölümle ebedi âleme açılır. Toplumun en küçük çekirdeği olan ailede büyüyen ve gelişen çocuk, ilköğretimle, eğitim ve öğretim basamaklarını çıkmaya başlar. Ardından orta ve yüksek öğretim, meslek hayatı… İnsan, yaşantısında ve okulda sürdürdüğü eğitim sürecinde, gerekse okul dışı hayatında arkadaşlar, dostlar edinir. Sınıf, okul, mahalle, meslek arkadaşı vb… Sınıf, okul arkadaşlarımızla eğitim dönemimizi birlikte yaşarız. Sınıf içi davranışlarımızla birbirimizi etkiler, iyi kötü, yeni davranışlar ediniriz. Bu davranışların şekillenmesinde öğretmenlerimiz de önemli bir biçimde etkili olur elbette. Ya mahalle arkadaşlarımız… Davranışlarımıza yaşadığımız sokak ve mahallenin izleri de yansır. Kimi sokak ve mahallelerde sergilenen davranışlar, o bölgede yaşayan insanların ortak tavırlarıdır. Olumsuz davranış, âdet ve geleneklerin kabul gördüğü bir sokağa adımını atan çocuk/genç elbette çevresindeki egemen davranışları, az ya da çok benimser, benimsemeye başlar. Hangi komşularımızla görüşüyor, gidip geliyor, hatırlarını soruyoruz? Aynı mekânı, aynı binayı paylaşmamıza rağmen, niçin kimi komşularımızla karşılaşmak bile istemiyoruz? Ya da niçin bazı komşularımızla çok samimî bir biçimde görüşüyoruz? Bizi birbirimizden uzaklaştıran ya da birbirimize dost kılan; huylarımız, davranışlarımız, hayata bakış tarzımız, değerlerimizdir. Aynı iş yerinde çalışan iş arkadaşları, yaptıkları işin havasını birlikte teneffüs ederler. Aynı iş yerinde yeni işe başlayan bir kişi, o iş yerinin şartlarıyla tanışır ilkin. Kendi alışkanlıkları ve davranışlarına ters düşse de işyerindeki ortak davranışlara yöneltir kendisini. Akan bir ırmağı tersine çevirmek mümkün mü? Suyun yönü, suyun akışı ancak ciddî önlemlerle, yapılan setlerde, engellerle değiştirilebilir ancak. Alışkanlığa dönüştürülen davranışların değiştirilmesi çok zor. Bu değişimi ancak büyük insanlar, büyük kahramanlar, büyük önderler gerçekleştirebilirler. Kalabalıklara “dur!” diyerek, onların yanlışa yürüyüşlerini doğruya, hayra çevirebilirler. Sevgili Peygamberimiz, cehalet karanlığıyla gerçeği göremeyen, bâtıla doğru akan cahiliyeyi, saadet asrına çevirdi. O, büyük bir dönüşümü gerçekleştirdi. Etkiledi, değiştirdi. Onun örnek davranışlarıyla kendilerini değiştiren insanlık, ortaçağ karanlığını aydınlatarak, bedevîlikten sıyrılarak, insanî, medenî bir hayat tarzını benimsediler, büyük medeniyetler ortaya koydular. Tarihe altın bir dönem yaşattılar. El ele, gönül gönüle verdiler. Aydınlığa yürüdüler. Arkadaşımız, dostumuz el ele verdiğimiz, birlikte olduğumuz, hayatı paylaştığımız insandır. Bir soruyla konuyu biraz daha açalım: “İnsan, arkadaşlarını, dostlarını neye göre, nasıl seçer?” Bilindiği gibi dost ve arkadaşlığın temelinde, ortak duygu, düşünce ve davranış vardır. Dostluklar, bu ortak noktaların çokluğu veya yoğunluğu oranında büyür ve anlam kazanır. Arkadaşımız, bir anlamda bizi yansıtır, bizi hatırlatır. Arkadaşımız, dostumuz bizim aynamızdır bir bakıma. Biz onu, o bizi hatırlatır. “Üzüm üzüme baka baka kararır.” der atalarımız. Aynı ortak duygu ve düşünceler, davranışlarımızı da şekillendirir. Bizi birbirimize benzetir. Atalarımızın “atı atın yanına bağlayın ya huyundan, ya suyundan” dediği gibi, alışkanlıklarımız, huylarımız da birlikte yoğrulur. Arkadaşlarımızla sürekli bir iletişim sürdürürüz. Birbirimizi etkileriz. Bir arkadaşımızın uygun bulmadığımız davranışını benimseyebilir ya da onu bu davranışa yabancılaştırabiliriz. Bu etkileyiş, çoğu zaman davranışı daha etkin olanın yönünde gerçekleşir. Şöyle ya da böyle, arkadaşlarımızdan etkileniriz. Olumlu, olumsuz tepkileri, davranışları huy edinebiliriz. Arkadaşımız, aynı yöne birlikte yürüdüğümüz insandır. Ortak yönlerimiz, bizi dost ve arkadaş kılar. “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” diyen atalarımız, arkadaş seçiminin önemini de vurgulamak istemişler. Arkadaşımızı sevdiğimiz, beğendiğiniz, onayladığımız hâl ve davranışları gösterdiği için beğeniriz, seçeriz. Kiminle birlikteyiz? O, bizim arkadaşımızdır. Arkadaş ve dost seçimi konusunda Sevgili Peygamberimizin bir kutlu sözü de bize yol gösterir: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” Pek çok şeyi paylaştığımız için, dost ve arkadaş olduğumuz kişiyle birlikte olmak, elbette bize mutluluk verir. Çünkü sevdiğimiz insan; duygu, düşünce ve davranış açısından benimsediğimiz, beğendiğimiz insandır. 14 Huyu huyumuza benzemeyen bir insanla nasıl dost olabiliriz? Bizim ak dediğimize kara diyenle nasıl bir noktada birleşebiliriz? İnanç ayrılığı, manevî dünyamızı nasıl da olumsuz etkiler değil mi? Ancak uzlaşmayla belli bir ölçüde birbirimize yaklaşmamız mümkün. İyilik, güzellik ve doğruluk yolunda yürümek, başarılı ve mutlu olmak mı istiyoruz? Atacağımız ilk adım, öncelikle iyi, güzel ve doğru dostlar, arkadaşlar, komşular edinmek, onlarla birlikte başarıya ve mutluluğa doğru yürümeye başlamaktır. 15 İnsan doğar, büyür, yaşar… Düşer, kalkar, dağlar aşar. Günahıyla sevabıyla, “İnsan beşer, bazen şaşar.” (R.Kaymaz) BEŞER, ŞAŞAR Hepimiz hayatı en güzel bir biçimde yaşamak isteriz. Bu isteğimizi gerçekleştirebilmek için; planlar kurar, hazırlıklar yaparız. Ne var ki, bu planlarımızı her zaman gerçekleştiremeyiz. Atalarımızın dediği gibi; “evdeki hesap çarşıya uymaz.” İşlerimiz aksar, üzülür, kahroluruz. Halbuki geleceğimize ilişkin planlarımız için gerekenler yapılmıştır, altyapı hazırlanmıştır. Bütün bunlara rağmen yine de sonuç istediğimiz şekilde gerçekleşmemiştir. Hayat bu, her şey olabilir. İsteklerimizin istediğimiz biçimde şekillenmesinde hatalarımızın da rolü büyüktür. Bilerek veya bilmeyerek yaptığımız hatalar, başarımızı, mutluluğumuzu olumsuz yönde etkiler. İnsan elbette hata yapabilir, yanlış tercihlerde bulunabilir. Uyarılmasına rağmen inatla yanlışta ısrar edebilir. Önemli olan bu yanlışın farkına varmak, onu tashih etmek, düzeltmek, bir inat uğruna yanlışta ısrarcı olmamak. Atalarımız, “insan beşer, bazen şaşar” demişler. Beşeriz, şaşarız, şaşırabiliriz. Dünya hayatı inişi çıkışı, acısı sevinciyle ölüme kadar geçen bir süreci ifade eder. Hayat her zaman başarı ve sevinci değil, acıyı, üzüntüyü de birlikte yaşatır. Düşüncelerimiz, davranışlarımız, çabalarımız, olumlu ya da olumsuz sonuçlarla hayatımızı belirler. Kimi zaman izahını dahi yapamadığımız bir biçimde ortaya çıkan olaylarla karşılaştırabilir bizi. İnsan hata yapmadan yaşayabilir mi? Hiç hata yapmamak için hiç yaşamamak gerek. Allah, insanın hatalarını azaltması, doğru yolu bulması, gerçek bir kul halinde yaşaması için ona kutsal kitaplar ve peygamberler göndermiş, onu uyarmıştır. Bu anlamda yanlışlarımızın giderilmesi, azaltılması yolunda kılavuzumuz, rehberimiz: Allah ve Resulünün emirleri, öğütleri... Ölçümüz sağlam, pusulamız düzgün ise, yolumuz da elbet doğru olacaktır. Yaptığımız hatalardan pişmanlık duyarız. Bu hataya nasıl düştüğümüzü kendi kendimize sorarız. Bir daha yapmamaya söz veririz, özür dileriz. Bu özür ve sözün Yaratıcıya arz edilmesi demek olan tövbeye sığınırız. Hatalar bin bir çeşit: büyük, küçük... Küçük diye zaman zaman önemsemediğimiz hatalar, büyük hatalar gibi acı ve felaketlere dönüşebilir. Bir küçük kıvılcım bütün bir ormanı yakabilir. Küçük bir ihmal aileleri parçalayabilir, hastalıklara ve felaketlere neden olabilir. Bu açıdan her hatanın, her yanlışın faturası büyük. Hataları nasıl karşılarız? Her insanın hataya bakış açısını, yetiştiği ortam, aldığı terbiye, duygu, düşünce ve inançla izah etmek mümkündür. İmanî hassasiyeti zayıf olan bir insanın gözünde “günah” ne kadar küçüktür! Titiz yapıda bir ailede hata ne büyük bir suçtur! Hataları küçük görmek kadar büyütmenin de anlamı yok. Hayati olmayan bir hata için kıyametler koparmak ne derece yersiz ve yanlıştır ya da çok ciddi bir hatayı sorumsuzca bir tavırla yok saymak... Hatalar yeri geldiğince affedilmeli. Özellikle istenmeden oluşan hataları affetmek bir olgunluk belirtisidir. Hata yapanın olgunlaşması için ona bir fırsat vermektir. Ne var ki bu affı istismar ederek hatayı bir alışkanlığa dönüştürmeye de kimsenin hakkı yok. Her hatanın bir cezası var. Hata, işleyene belli bir bedel ödetir. Bedenen, ruhen ona zarar verir. Her hata cezalandırılmalı mı? Af mı, yoksa ceza mı? Af, hata işleyene yeni hatalar işleme yolunu açacaksa elbette hayır. Onun kişisel gelişmesine katkıda bulunacaksa evet. Hatalarımız, yanlışlarımız, günahlarımız... İnsanız, beşeriz, şaşarız. Hatalarımıza günahlarımıza tövbe. Allah şaşırtmasın! 16 “Bir bardak suda fırtına koparmak…” FIRTINA İnsan toplum hâlinde yaşayan bir varlık. Yaşadığı çevreyle, insanlarla sürekli bir iletişim kurar insan. İhtiyaçlarını çevresinden karşılar. Karşılaştığı davranışlara tepki gösterir. Kimini beğenir, kimini beğenmez. Toplumda karşılaştığımız, aynı işyerini, mahalleyi, apartmanı paylaştığımız her insan elbette bizim kopyamız değil. İnsanlar, farklı yapıda, farklı beceri ve eğilimde yaratılmışlardır. Her birimiz farklı huydayız. Olaylara değişik davranışlarla tepkiler gösteririz. Birimizi derinden etkileyen bir olay, bir başkası için önemsiz gelebilir. Düşünce yapımız, duygularımız çok çok farklıdır. Bu anlamda bizlere en yakın olanlarla iletişimimiz daha bir sıcak olur. Ortak düşünce ve duygular bizi dost ve arkadaş kılar. Hayata bizden farklı açıdan bakan insanlara karşı hoşgörülü davranmak ta, bize düşen önemli bir görev. Farklılıklarımız, bizi birbirimizden ayırmaz, bizi birbirimize yaklaştırır çoğu zaman. Böylece birbirimizin eksikliklerini de tamamlarız. Bu, bize zenginlik katar. Allah bizleri; farklı ırkta, cinsiyette, renkte, coğrafyada ya-şayan insanlarla tanışmamız, hayırda yarışmamız, olgunlaşmamız için yarattı. Tıpa tıp aynı düşünce ve yapıdaki insanlardan oluşan bir dünya, mekanik bir monotonluğu getirirdi hayatımıza. Çeşitli olaylar karşısında farklı tepkiler gösteririz. Ne var ki tepkilerimizi, ölçülü bir biçimde ortaya koymak da bizim görevimiz. Çok önemli bir olayda tepkisiz kalmak da, küçük bir olay karşısında kıyametler koparmak da insana yakışmaz. Hayatta mutlu olmanın yolu, orta yolu izlemektir. Aşırılıklarımız bizi, mutsuz ve huysuz, çevremizdekileri huzursuz kılar. Bir bardak suda fırtına koparmanın yerine, ölçülü davranmayı başarabiliyor muyuz? Önemli olan bu! 17 Birliğin her zaman gücü, sesi var. İnsanlar birlikse, bu sesi duyar. “Bir elin nesi var.” Demiş atalar, Eklemişler, “İki elin sesi var!” (R.Kaymaz) BİR ELİN NESİ VAR? Atasözlerimiz, yüzyılların tecrübelerini, kısa, özlü bir biçimde ifade ederler. Söz sanatlarından, ses benzerlikleriyle de yararlanarak, söyleyiş güzelliğiyle de şiirleşirler âdeta. “Bir elin nesi var, iki elin sesi var.” Birlik ve beraberliği özetleyen güzel bir atasözümüz. Hepimiz toplum halinde yaşıyoruz. Allah, insanı varlıkların en değerlisi olarak yaratmış. Onu bin bir nimetle donatmış. Toplum içinde yaşayabilecek, düşünce, konuşma, yardımlaşma, hoşgörü gibi özellikleri vermiş ona. Toplumda yaşayabilmenin, sosyal bir varlık olabilmenin görev ve sorumluluklarını yüklemiş. Yaratılışı gereği, yalnız başına yaşayamıyor insan. Maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılayabilmek için diğer insanlara, varlıklara muhtaç. Hayatını diğer insanlarla birlikte paylaşarak sürdürmek zorunda. Yiyeceğe, içeceğe, giyinmeye, üretmeye, hayatın zorluklarını aşabilmek için yardımlaşmaya, dayanışmaya ihtiyacı var. Konuşma, dertleşme, mutlu olma gibi manevî yönünü de doyurmak durumunda. Hayat bizler için böyle takdir edilmiş. Görev ve sorumluluklarımız belirlenmiş. Hem bu dünyada hem öte dünyada mutluluğumuz için bir yol çizilmiş. Kurallar belirlenmiş. Her şey açık. Bu kurallara uyarak mutluluğu yakalamak da, hevâ ve hevesimizin tutsağı olup ebedî mutsuzluğa gömülmek de elimizde. Hayatı güzel bir biçimde değerlendirebilmenin en önemli şartlarından biri, toplumda birlik ve beraberlik içinde yaşamayı sürdürebilmektir. Birbirini seven ve sayan bir topluluğun aşamayacağı hiçbir engel yoktur. Çünkü el ve gönül birliği, maddî ve manevî bir güce dönüşerek insanı başarı ve mutluluğa taşır. İnancımız, bencillikten kurtulup sosyalleşmemizi, topluma yararlı insan olmayı emreder. Cemaat halinde kılınan namazın, yalnız başına kılınandan çok daha makbul olduğu vurgulanır. Birlikte ibadetin bereketi ifade edilir. Özellikle Cuma, bayram namazları ve ziyaretler, bu anlamda insanı “ben” olmaktan çıkarır onu “biz” yapar. Millet, aynı inanç ve değerler etrafında bir arada bulunan topluluk olarak tanımlanır. Birbirinden ayrı olan bireyler birlik ve beraberlikle millet adını alır. Büyük şairimiz Mehmet Âkif, Safahat’ında İstiklâl Savaşı’ndaki başarımızın reçetesini birlik ve beraberliğimize bağlar: “Girmeden bir tefrika bir millete düşman giremez, Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.” Bir toplum için kıyamet ise “sen ben kavgası”dır: “Sen ben desin efrat aradan vahdeti kaldır, Milletler için kıyamet işte o zamandır.” Bir araya gelmenin, dayanışmanın önemi şöyle bir örnekle de ortaya konulur: Bir kişi tek başına “bir” değer ifade eder. Bir’ler alt alta ya da birbiriyle ilgisiz bulunduklarında yalnızca toplam sayı olarak değerlendirilir. İki, üç gibi. Eğer bu “bir” ler, yan yana gelirse, el ele tutarsa, iki tane “bir” yan yana geldiğinde on bir, üç kişi ise yüz on bir’lik bir güç oluşturur. Bu örnek birliğin gücünü ne güzel özetler. Atasözlerimiz içinde birlik ve beraberliği konu alan pek çok örnek var: “Yalnız taş duvar olmaz.”, “ Sürüden ayrılanı kurt kapar.”, “El eli yıkarsa, iki el de yüzü yıkar.”, “Baş başa vermeyince taş yerinden kalkmaz.”, “Bir kanatla kuş uçmaz.”, “Nerde birlik, orda dirlik.” gibi. Bu konu ile ilgili bir güzel bir hikâye de anlatılır: Bir çiftçinin üç oğlu varmış. Kardeşler birbiriyle geçinemez, hep kavga ederlermiş. Baba, “Birbirinizi sevin, yardımlaşın.” dermiş. Ama onlar bu güzel öğüdü tutmazlarmış. Bir gün baba çocuklarını çağırmış. Bana on çubuk getirin, demiş. Çocuklar, çubukları getirmişler. Baba, bunları birbirine bağlayıp oğullarına vermiş. Haydi, kırın, demiş. Kardeşler, çubuk demetini kırmaya çalışmışlar. Ama kıramamışlar. Çiftçi demeti alıp çözmüş. Çubukları bu kez birer birer vermiş. Üçü de çubukları kolayca kırmış. Olay üzerine çiftçi şöyle demiş: Görüyorsunuz işte. Tek olunca çabucak parçalanan çubuklar, bir araya gelince kırılamıyor. Siz de bir araya gelmez, tek tek durursanız kırılırsınız. Bir araya gelmek bir güç oluşturur. Birbirinizle anlaşıp bir araya gelen. O zaman size kimsenin gücü yetmez. Her güçlüğü yenersiniz böylece. Başarılı ve mutlu olursunuz. Birlikte rahmet ve bereket, ayrılıkta yokluk ve yoksulluk vardır. Birbirimizi sevelim, sevilelim, sayalım, saygılı, hoşgörülü davranalım, birlik olalım, diri olalım. 18 “Bir kulağından girip öbür kulağından çıkmak.” DİNLEMEYİ BİLMEK Sevgili Peygamberimiz, ''Din nasihattir'' buyuruyor. İnsan eğitiminde; nasihatin, öğüdün önemi elbette büyük. İnsan öncelikle Yaratıcısının emir ve yasaklarına, öğütlerine uyarak kendini olgunlaştırır. Atalarımızın yüzyıllardan bu yana, dilden dile aktarılarak gelen sözlerinin büyük bir kısmı pek çok öğüdü içerir. Onlara kulak vermek, insana aynı zamanda bir tecrübe de kazandırır. Danışmak, istişare etmek, tecrübelerden yararlanmak bizi başarılı kılar. Öğüt vermenin ya da öğüt dinlemenin de elbette bir kuralı var. Yerli yersiz biçimde, uygun olmayan bir söylemle öğüt vermenin, faydadan çok zarar verdiği de bir gerçek. Özellikle gençlerimizin bu tarz öğütlere, âdeta inadına karşı çıkmalarına çoğu kez tanık da olmuşuzdur. Öğüt veren, başta verdiği öğüde uygun bir davranışı ortaya koymalıdır. ''Ele verir talkını, kendi yutar salkımı'' tarzındaki öğüdün ne faydası olur? En güzel öğüt; örnek olunarak, yaşanarak verilir. Dilden çok, davranışla sergilenen öğüt bu açıdan etkili olur. Kimi insanlar öğüde kulaklarını tıkarlar. Onlar, her şeyi bildiklerini zannederler. Böylesi insanların öğüde ihtiyaçları olur mu (!) Kimi insanlar da öğüt dinler gibi görünürler. Dinlediklerini önemsemezler. Böylesi insanlar için atalarımız, ''Bir kulağından girip bir kulağından çıkmak'' deyimini kullanırlar. Öğüt, dinlenilmediği ya da davranışa yansımadığı sürece insana fayda sağlamaz. Çünkü öğüt, dinlenildiği ve ders alındığı ölçüde hayatımıza yansır. 19 Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi. Kanuni Sultan Süleyman (Muhibbî) BİR NEFES SIHHAT GİBİ Muhteşem lakabıyla tanınan Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman, Muhibbî imzasıyla şiirler yazan önemli bir şairdi aynı zamanda. Divan sahibi Kanunî’nin halk arasında adeta atasözüne dönüşmüş bir beyti var: “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.” Osmanlı gibi bir devletin başında oylan bir padişaha bu beyti söyleten gerçek: Sağlık. her şeyin başı oylan sağlık. Halkın devlete, makama, rütbeye verdiği değerin, sağlığın yanında ne derece önemsizleştiğini iki mısraya sığdırır şair padişah. İnsanın hayatında önem verdiği pek çok değer var. Para, makam, mevki, konut, meslek… Para bu değerlerin çoklukla önünde gelir. Para isteği kimi insanlarda bir hırsa dönüşür. İnsanı yöneten bir efendi olur para. İnsan ise bir köle. Bu durumda bütün insanî değerler anlamını yitirebilir. İnsan, bir makineye, bir canavara dönüşebilir. Para insanın yaşaması için gerekli bir araç olmaktan çıkar, eşrefi mahlûk olan insanı bir eşya konumuna indirebilir. Paranın bu saltanatı ne zamana kadar sürer? Para her şeyi, her işi halledebilir mi? Her kapıyı açabilir mi? Sözün gelişi, bu sorular genellikle olumlu bir biçimde cevaplanır: Evet! Ne zaman bir hastalık, bir ölüm kapımızı çalar, işte o zaman insan paranın ne olduğunu, ne ifade ettiğini, işlevini anlar. Artık paranın sağlık karşısında hiçbir değeri yoktur. Sevgili Peygamberimiz bizlere ölümü sıkça anmamızı öğütler. Hasta ziyaretleri inancımız açısından önemli bir görevdir bizim için. Ziyaret etmek, hatır sormak, gönül almak tavsiye edilmiş bizlere. Hasta ziyaretleri bizlere sağlığın nemini en çarpıcı bir biçimde yansıtır.Hasta yataklarında acılarıyla, sıkıntılarıyla dolu bir yığın insan.Bu insanların yakınları…Hastalıkların, acıların , sıkıntıların bitmesi için neler vermezler? “Sağlığın değeri kaybedilince anlaşılır.”derler. Sağlığın kıymeti kaybedilmeden bilinmeli. Onu kaybettikten sonra bulmak ne kadar zor… Sağlığın önemini kim inkâr edebilir? Herkes için ortak kanaat: Her şeyin başı sağlık. Meselâ, bir kazada gözünü kaybeden bir hasta görebilmek için neler vermez? Aklını değil, onun küçük bir bölümünü, hafızasını kim ne kadar bir ücretle kiraya verir, satar? Yaratıcımızın bize armağan olarak hiçbir ücret ödemememize rağmen sunduğu organlarımızın, nimetlerin bedelini kim ödeyebilir? Bu nimetleri bedeli ödense dahi onları para karşılığında almak mümkün mü? Dünyada bir nefes sıhhat kadar değerli ne olabilir, diyor Kanunî. Devlet, makam, mal, mülk nedir ki… Bir nefes alıp vermenin dahi ne derece hayatî olduğunu düşünelim. Nefes alabilmek ne büyük bir nimet! Hastanelerde nefes alamayan bu nedenle makineye bağlanan, oksijen tüpleriyle hayatını sürdürmeye çalışan insanlar “bir nefes sıhhat” karşılığında neler vermezler? Yaratıcımız, yaşamamız için gerekli olan havayı armağan etmiş bizlere. Ya gerekli olan bu havayı almak için bir bedel ödemek zorunda olsaydık! En hayatî ihtiyacımız ücretsiz… Nefes alıp vererek hayıtımızı devam ettirebiliyoruz. Nefesi aldık, ya veremezsek! Almak kadar vermek de ne derece önemli değil mi? Dünyalar dolusu malı, mülkü, parası olmasına rağmen hastalığı nedeniyle mutsuz nice insanlar var. Her şeyleri olmasına rağmen kaybettikleri sağlıklarını bulmak için “her şeyler”ini verebilecek insanlar… Hastane köşelerinde tedavi için sıra bekleyenler, derman umanlar, Allah’tan şifa dileyenler. Ya Şâfî diyerek dua edenler. Bedenî ve ruhî hastalıklarına çare bulmaya, mutlu olmaya çalışan insanlar… Bütün bunlar Yüce Allah’a binlerce teşekkür ekmemiz gereğini hatırlatıyor bizlere. Sağlıklı mıyız? Binlerce şükür. Hasta mıyız? Dua ediyoruz Yaratıcıya. O, dualarımıza icabet edecek, inanıyoruz buna. Hayat, sevinç ve mutlulukla, acı ve sıkıntılarla iç içe. Pek çok dert ve sıkıntımız olabilir. Maddî imkânsızlıklar, problemler… Bunlardan hiç biri, sağlık kadar önem arz etmiyor. Bunu unutmayalım. Bir nefes sıhhatin değerini bilelim. Şükredenlerden olalım. Çünkü Allah, şükredenleri sever. 20 Ne kadar bilsen de sen yine danış. Yoldasın, gidene gelene danış. Sor, öğren, ara, bul ve “keşke!” deme, “Bin bilsen yine bir bilene danış!” (R.Kaymaz) DANIŞAN DAĞ AŞMIŞ… Hepimiz hayat denilen süreyi, en güzel, en verimli, en mutlu bir şekilde geçirmek isteriz. Para, mal, meslek, evlât, sağlık, mutluluk gibi isteklerimizi karşılamak amacıyla; çalışır, uğraşır, didiniriz. Geleceğe ilişkin plânlar kurarız. İnancımız gereği ölüm sonrasını düşünür, Allah’ın rızası doğrultusunda yaşamak isteriz. Bu isteklerimizden bazılarını elde eder, bazılarını gerçekleştiremeyiz. İmkânlarımız, şartlarımız, yeteneklerimiz, sağlığımız ölçüsünde hayatımızı şekillendiririz. Hayatımızı, başarılı ve mutlu mu kılmak istiyoruz? Kutsal kitabımızın emir ve yasakları, sevgili Peygamberimizin kutlu sözleri ve örnek hayatı doğrultusunda yaşamak durumundayız. Bizi yaratan, bize hayatımızın rehberi olarak Kur’an-ı Kerim’i göndermiş. Başarının, mutluluğun sırları bu kitapta. Bu sırlardan biri de, yapacağımız işlerde işin ehli insanlarla danışmak, onlarla istişare etmektir. Kitabımız:”Onların işleri aralarında danışma iledir. Şura,38”,”İş hakkında onlara danış.Ali İmran 159”buyurarak, bizlere istişareyi emrediyor. İnsan çok şey bilebilir. Büyük bir tecrübeye sahiptir. Hayatta karşılaştığı olaylardan ders almasını bilebilir. Ne var ki, bilginin, tecrübenin, birikimin sınırı, sonu yoktur. Bu bakımdan insan her zaman yeni bilgilere, tecrübelere muhtaçtır. Her konuda bilgi sahibi olamaz. Mutlaka birilerine danışmak, sormak, öğrenmek durumundadır. Bilginin anahtarı sorudur. Sordukça, danıştıkça öğreniriz. Atalarımız,”Bin bilsen de yine bir bilene danış” demişler. Danışan kaybetmez, kazanır. Aradığımız adresi, sordukça daha kolay buluruz. Kaliteli, ucuz, istediğimiz mal ya da eşya yine aranarak bulunur. Bir iş mi yapacağız? Eğitimde hangi tercihi yapacağız? Bir eşya mı satın almak istiyoruz? Keşke dememek, pişman olmamak için, büyüklerimize, işi bilen insanlara, ana babamıza sormak gerekmez mi? Kim pişman olmuş istişare etmekten? Doğruyu, uygunu bulmak için sormak, soruşturmak şart… “Danışan dağ aşmış, danışmayan yol şaşmış.” Diyor atalarımız. Bilmediğimiz bir yoldayız. Adresimiz yeterli değil. Varmak istediğimiz yere danışmadan, sormadan nasıl gidebiliriz? Kimi insanlar, başkalarından bilgi almayı, sormayı kendilerine yediremezler. Sorarlarsa, güya kendi cahillikleri ortaya çıkar diye düşünürler. Çünkü onlar her şeyi bilirler(!).Sormak başkalarından akıl almaktır böyleleri için. Çünkü onlar akıllarına güvenirler. Bilmezler ki insanın bilgisi, tecrübesi, birikimi sınırlıdır. Uçsuz bucaksız bir evrende bir insanın yeri neyse, sonsuz bilginin yanında insan bilgisinin yeri de o kadardır. Sonsuz bir deryada, bir zerre… İnsan sorduğu ölçüde kendini geliştirir. Yeni bilgilerle kendini yeniler. Her an yeni bir adım atar. “İki günü birbirine eşit olan zarardadır” kutlu sözünün ışığında aydınlığa yürür. Bilmediği dinî bilgilerle dinî hayatını düzenler. Eksikliklerini tamamlar. Olgunlaşır. Kendine güvenini geliştirir. Danışmak, istişare etmek Allah’ın bir emridir. Bu bakımdan danışan, karanlıkları, dağları, engelleri aşar, huzur ve mutluluğa uzanır. 21 Dokuz köyden kovulsan da doğru o! Eğri olma, dövülsen de doğru ol! “Doğruda aç, eğride tok bulunmaz!” Kırılsan da dökülsen de doğru ol! (R.Kaymaz) DOĞRU OL! Doğruluk; doğru olma, iki yüzlülükten uzak durma, dürüstlük gibi anlamlara gelir. Bir olay karşısında, iyi veya kötü davranışlar gösterebiliriz. İçimizde bir ses, bizi iyiliğe çağırır. İyi davranışlar göstermemizi ister. Kötü davranışlar yaptığımız zaman, bize pişmanlık duygusu verir. Bizi, iyiliğe, doğruluğa çağıran bu sese, vicdan diyoruz. Doğruluk, vicdanımızın sesine kulak vererek hareket etmektir. Doğruluk; toplumda kardeşlik, dostluk, sevgi ve saygı, adalet, acıma duygularını geliştirir. Yüce dinimiz, kişinin, düşünce, söz ve davranışlarında doğru olmasını ister. Doğruluğun karşıtı, yalancılık, iki yüzlülüktür: Bunlar, toplumda sevgi, saygı ve güveni sarsan, çirkin huylardır. İnsan, toplumda söz ve davranışları ile değerlendirilir. Doğru sözlülükle ve doğru davranışlarla toplumda yerimizi almalıyız. Doğruluk, önce içimizde gerçekleşmelidir. Yüce Allah’ın emir ve yasaklarına uymak, doğru düşünmemizi sağlar. Doğru düşünme, inanç ve düşüncelerimizin doğru olmasıyla belirir. Kimi insanlar, inançlarını sağlam temellere oturtamadıkları için doğruyu bulamazlar. Geçmişte peygamberleri dinlemeyen, Allah’ı yalanlayarak, putlara, ateşe, aya, yıldızlara tapan insanlar vardı. İnançları doğru olmayan bu insanların yanıldıkları ve pek çok yanlışa, “doğru” diye sarıldıkları görülmüştür. Meselâ o dönemde, “atalarımızdan böyle gördük” diyerek, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen insanlar vardı. Doğru düşünmenin bir önemli şartı da, bilgili olmaktır. Bir konuda doğru karar vermemiz, o konu ile ilgili bilgileri bilmemize bağlıdır. Yanlış bilgiler, doğruyu bilmemizi ve bulmamızı engeller. İlk emri “Oku!” olan dinimiz, tüm insanlara öğrenmelerini ve öğrendikleriyle doğruyu bulmalarını emretmektedir. Yalancılık münafıklığın belirtisidir. Doğruluksa inanmanın, gerçeğe sarılmanın, kurtuluşa ermenin adıdır. Atalarımız doğrunun yardımcısını yüzyıllar boyu haykırır: “Doğrunun yardımcı Allah’tır” İyi bir Müslüman, sözü özüne, özü sözüne uyan insandır. O, konuşurken doğruyu söyler. Verdiği sözü yerine getirir, yapamayacağı iş için, söz vermez. Her zaman doğruyu söylemeliyiz. Yaptığımız bir hatayı, “ben yapmadım” diyerek inkâr etmek ya da bir başkasının üzerine atmak, çirkin bir davranıştır. Hele hele, mahkemelerde yalancı şahitlik yapmak, yalan yere yemin etmek, insanlığa sığmaz. Bu durumda, haklı ile haksızı ayırmak mümkün olmaz, ortaya adaletsizlik çıkar. Doğru sözlü insanlar, kişilikli insanlardır. Onlar, sözün önemini bilir, bu nedenle doğru konuşurlar. Büyük şairimiz Mehmet Akif Ersoy doğru söylemenin önemini şöyle vurgular: “Sözüm odun gibi olsun hakikat olsun tek.” Atalarımız, “Doğru gidenin başı duvara çarpmaz.” diyor. Sırat-ı Müstakim’de gitmenin ödülü kutlu cennettir elbette. Doğruluk, doğru söz kalıcıdır. Unutulmaz, kaybolmaz. Bu anlamda atalarımızın ifadesiyle “Doğru söyleyene ölüm yoktur.” Doğru sözlü ölmez, ebediyetle, ölümsüzlükle ödüllendirilir. Atalarımızın deyimiyle : “Doğruya zeval yoktur, çekseler bin divana.” “Doğru söze akan sular durur.” diyen atalarımız, “Doğru söze canım kurban” , “Doğru söze ne denir” sözleriyle doğruluğu önemser, doğruluktan yana tavrını ortaya koyar. Hiç yalan söylemeyen, kendisine teklif edilen bütün ödüllere rağmen, doğruluktan ve doğru sözlülükten ayrılmayan Peygamberimize “Muhammed-ül Emin (Güvenilir Muhammed)” denildiğini biliyoruz. İyi bir Müslüman, Peygamberimizin; “Doğru sözlülük iyiliğe, iyilik de cennete götürür” sözünü unutmaz, doğru sözden, iyilikten ayrılmaz. İyi bir Müslüman, her zaman ve her yerde doğru davranmayı kendisine ilke edinir. Düşünce, söz ve davranışlarda doğru insanlardan oluşan bir toplum, huzur ve güven içindedir. Böyle toplumlarda; kötülükler azalır, insanlar birbirlerine güvenir, sevgi ve saygıya dayalı bir hayat yaşanır. Doğruluğu hayatına yansıtamayan, yalanın öne çıktığı toplumlarda, belki “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.” İnanan, mü’min olduğunu söyleyen bir insan “dokuz köyden kovulsa” da doğruluktan ayrılmaz. 22 “İnsanın hayvandan farkı edeptir.” Mevlâna EDEBİNİ TAKINMAK Edep, sözlüklerde; hayâ, utanma, zerâfet, nezaket, iyi ahlâk, güzel terbiye gibi kelimelerin anlamını karşılar. Toplumda saygısızca davrananlara “edepsiz” sıfatı yakıştırılırken, davranışlarını beğendiğimiz kişiler ise “edep sahibi bir insan” olarak tanımlanır. Toplumsal bir varlık olarak insan, genel anlamda iyi ya da kötü olarak anılır. Güzel davranışlar sergileyen insan takdirle karşılanır, beğenilir, sevilir, örnek gösterilir. Bizi yaratan, söz ve davranışlarıyla güzellikler ortaya koyan insanlardan olmamızı öğütler yüce kitabında. Sevgili Peygamberimiz “insanların ahlâkça en güzeli” olarak, örnek hayatıyla bizlerin yolunu aydınlatır. Bizler, neyin iyi, güzel ve doğru olduğunu, kitabımızdan ve sevgili Peygamberimizden öğreniriz. İnancımız ve inancımızdan beslenen gelenek ve göreneklerimiz bizlere her zaman iyi insanlar olmamızı ister. İyi ve güzel insan olmanın olmazsa olmaz şartlarından biri de şüphesiz edep duygusudur. İnsan, zaman olur, nefsine uyar, beşerdir şaşar. Yanlış davranışlar ortaya kor. Çirkin işler yapabilir. Ne var ki yaptıklarından pişman olur, utanır, tevbe eder. Ne var ki kimi insanlar yaptıkları çirkin davranışlardan utanmazlar. Atalarımız, böylesi insanları “Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz.” Sözleriyle ifade eder. Bu insanlarda olmayan duygu “edep”tir. Mevlâna, “İnsanı hayvandan ayıran edeptir.” Der. Edepsizce bir hayat ortaya koyanları bu sözüyle uyarır. Edebin önemini işaret eder. İnsanlarla güzel ilişki kuramayan, kurmayan, söz ve davranışlarına dikkat etmeyen insanlara atalarımız: “Edep ya hu!”diye seslenir. Bu sözle, bu insanlara, “edebini takın, davranışlarını düzenle, iyi insan ol!” öğüdü verilmek istenir. Edebini takın! Atalarımızın bu öğüdü, hayatımızın her anını kuşatmalı elbette. Ana babamızdan başlamak üzere, evimizdeki, okulumuzdaki, işyerimizdeki, çevremizdeki, mahallemizdeki, apartmanımızdaki her insana edepli davranmak zorundayız. Edep, insan üzerinde bir süstür. Bir zenginliktir. Söz ve davranışlarımızda bulunması gereken bu güzel ahlâkı, her zaman ve her yerde yaşamak bizi yüceltir, olgunlaştırır. Bizleri toplumda sevilen ve sayılan insanlardan kılar. Güzel ahlâkın temel taşlarından olan edebin; toplumumuzda, ailemizde, çevremizde nasıl algılandığına, ne derece önemsendiğine dikkat edelim. Bu konudaki olumsuz tablonun yarınlarımızı karartacağını unutmayalım. Edep duygusunun, kendimizden başlamak üzere, toplumumuzun her kesiminde canlı bir biçimde yaşanması için “illa edep!”diyerek edebe sarılalım. Aman dikkat: Edepsiz olmayalım! 23 Mazlum duasından sakın a dostum! Mazlum ki Allah’a yakın a dostum. “Zâlim yine bir zulme giriftar olur,” Hakkanî tavrını takın a dostum! (R.Kaymaz) ELBETTE OLUR EV YIKANIN HÂNESİ VİRÂN… İnsan; yaratılmışların en şereflisi olarak; iyi, doğru ve güzel davranışlarla yücelir. Kötü, çirkin davranışlarla da, hayvanlardan dahi daha aşağı bir duruma düşebilir. Tercih, insanın elinde. Bir asansör düğmesine basarak yukarılara da çıkabilir, aşağılara da inebilir.Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda yaşamak, ya da yaşamamak…Önemli olan nokta bu! İnsanı aşağılara düşüren davranışlardan belki de en önemlisi, zulümdür. İnsan zulmettiği, adaletten ayrıldığı, zalimliğini sürdürdüğü ölçüde değersizleşir. Kimi insanlar, insanlar arası ilişkilerinde ne yazık ki sağlıklı davranmazlar, davranamazlar. Taraf tutarlar, haksızlık ederler, ölçüyü kaçırırlar, zulmederler. Ölçüde, tartıda doğruluktan ayrılırlar. Kendi çıkarları için, yalancı şahitlik yaparlar. Haksız oldukları halde haklılıklarını savunurlar. Karşısındaki insan; mazlumsa, garipse, yalnızsa, çaresizse, zulümlerini daha çok artırırlar. İnancımız, adaletten ayrılmayı zulüm sayar. Zulmetmeyi yasaklar. Kimilerimiz, zulmetmek deyince yalnızca başkalarına işkence yapmayı hatırlar. Bu eksik anlayışı düzeltmek gerekir. Yaptığımız her haksız hareket, adaletten ayrıldığımız her durum bir zulümdür. Atalarımız, “Alma mazlumun âhını çıkar âheste âheste!”diyerek, hak ve adaletten ayrılmamamızı öğütlerler. İnancımız, “Mazlumun duasından sakınınız!” emriyle aynı konuda bizi uyarır. İnsanoğlunun tarihi, zalim insanların dehşetli sonlarını yansıtan olaylarla doludur. Firavunlar, Nemrutlar, insanlara zulmetmekten adeta zevk duyan zalimler…Onları ne korkunç sonlar beklemektedir. Atalarımız, yapılan haksızlıkların eninde sonunda yine zalime döndüğünü, döneceğini görmüşler ve bu gerçeği şöyle dile getirmişler: ”Zâlim yine bir zulme giriftâr olur ahir Elbette olur ev yıkanın hânesi virân.” İlahî adalet, hiçbir şeyin karşılıksız kalmayacağı gerçeğini sıkça gözlerimiz önüne serer. Ondan ibret almamızı ister. Zerre miktar dahi olsa iyiliklerimizin de kötülüklerimizin de karşılığını göreceğiz. Allah, adl-i mutlaktır. Mutlak adalet sahibidir. Yaptıklarımızın karşılığını âdil biçimde verir. Ne ekersek, onu biçeriz. Atalarımız, eden bulur anlamında bir Arap atasözünü bizlere aktarırlar:”Men Dakka dukka…” Dünya, yaptığımız iyiliklerle bize cennetin kapısını açacaktır. İnsan olarak yapmamız gereken görev ve sorumluluklar dururken, zulmeden, haksızlık eden insan da elbette cehennemdeki yerini hazırlar. Evinin virân olmasını kim ister? Hep birlikte gönüller yıkmaya değil, gönüller yapmaya tâlip olalım. Evlerimizi viran etmeyelim. 24 Her zaman ahkâm keser, eleştirir, söylenir… Dediğini yapmaz o ama her şeyi bilir (!) Herkese yol gösterir, “Ele verir talkını, Kendi yutar salkımı!” Böylesine ne denir?(R.Kaymaz) ELE VERİR TALKINI... Toplum hayatı, bin bir çeşit insanla karşılaştırır bizi. Okul, mahalle, iş arkadaşlarımız, akrabalarımız, aynı sokağı, ülkeyi, dünyayı paylaştığımız binlerce insan. Her biri maddî ve manevî açıdan binlerce farklı insan tipi: Beyaz, sarı, zenci, uzun, şişman, erkek, kadın, çocuk, yaşlı, genç... Bütün bu insanlar arasında, fizikî ve ruhî yapımızla biz de farklı biri olarak yaşıyoruz. Bütün bu farklılıklar, “insan” denilen bir noktada birleşiyor. Düşünen, duyan, konuşan, sosyal ve toplumsal varlık olarak insan. Yüce Allah, insan denilen bu varlığı, eşref-i mahlûk olarak yaratmış. Onu, bin bir çeşit armağanla donatmış. Bütün bu nimetler yanında, kul olmanın görev ve sorumluluklarını bilmesi ve bunları yerine getirmesi için ona peygamberler ve kitaplar göndermiş. Yüce Kitabımız, biz müminler için bir uyarıcı, yol gösterici, dünya ve ahiret mutluluğumuz için bir kılavuz. Dünya ve ahiret mutluluğumuz için gönderilen Kur’an-ı Kerim, söz ve davranışlarımızla bizim nasıl bir insan olmamızı istiyor? Bu anlamda gerçek bir mümini, hayatını Allah rızası doğrultusunda düzenleyen insan olarak tanımlamak mümkün. Gerçek mümin olabilmenin bir önemli şartı da, söz ve hareketleriyle bir uyum sergileyebilmektir. Söz ve davranış tutarlılığı, insanı kişilikli kılar. Söylediği söze uymayan, başkalarına öğüt verdiği halde kendisi yapmayan insan, “ele verir talkını, kendi yutar salkımı” atasözümüzün tipik bir örneğidir. Bu insan, tutarlı değildir her şeyden önce. Güvenilirlik notu ise “sıfır”dır. Ya söylediği söze kendisi de inanmamakta ya da sözlerini davranışlarına yansıtabilecek bir kişilikten uzaktadır. İradesi zayıf, kişiliği oturmamıştır. Sevgili Peygamberimizin hayatı, bu konuda da bize en güzel örnektir. Sözüyle, davranışıyla örnek bir bütünlük abidesidir Peygamberimiz. İnançlı inançsız her insan, onu şöyle tanımlar: Muhammedül Emin. Sözüyle, davranışıyla emin, güvenilir... Sevgili Peygamberimizi örnek aldığımızı söyleyen bizler, bu anlamda kendimizi yeniden değerlendirmeye almalıyız. “Gerçek sanatkâr, sözüyle davranışını akort edebilendir” diyor bir düşünür. Herkese öğüt vermek, sözle yol göstermek elbette kolay. “Lafla peynir gemisi yürümez” diyor atalarımız. Herkesi eleştirmek “ben olsaydım şöyle yapardım” diyerek ahkâm kesmekte, iş değil söz üretmekte ne var? Söyle, anlat, konuş, akıl öğret... Söylenen şeyleri yerine getirmek bir sorumluluk değil böyleleri için. Öyle ama işi kim yapacak? “Tembele iş buyur, sana akıl öğretsin” atasözü, bir yönüyle konuya açıklık da getiriyor. İş yapmak yerine akıl öğretmek, nutuk atmak, paylamak, azarlamak... Toplumumuzda herkese ders vermeyi, onlara yol göstermeyi seven insanlar çok. Bu insanlar kendilerine düşen görevleri yerine getirmek yerine, yalnızca yargılamayı, hüküm vermeyi kendileri için görev sayarlar. Her şeyi bildiklerine inanan bu insanlar, her konunun uzmanı kabilinden hep ahkâm keserler. Devleti yönetirler, ekonomiyi düzeltirler, dünyayı kurtarırlar sözleriyle. Şair; kendi perişanlığına, beceriksizliğine, düzensizliğine bakmadan herkese ahkâm kesenler için diyor ki: “Onlar ki verir dünyaya laf ile nizamat, Bin türlü teseyyüb bulunur hanelerinde.” (Onlar dünyaya lafla nizam, düzen getirirler/Ne var ki evlerinde, kendilerinde bin türlü çirkinlik, düzensizlik, eksiklik vardır.) Söz, insanın duygu ve düşüncelerini ses ve kelimelerle başkalarına aktarma ifadesidir. Davranışlarsa bu duygu ve düşüncelerin hâl ile anlatımıdır. Söz ve davranışlarını uyumlu kılamayan insan, başlı başına bir kargaşayı, bir çelişkiyi ortaya koyar. İnancımızın şekillendirmek istediği, sözüyle de, davranışıyla da iyiyi, güzeli ve doğruyu temsil eden “örnek insan” tipidir. Eskilerin deyimiyle; hem hâl, hem kal (söz) diliyle bu insan tipini kendimize örnek almak, aynı zamanda örnek olmak durumunda değil miyiz? Ne dersiniz? 25 “Elin ile ettiğin hayrı, dilin ile zâyi etme!” Atasözü ZÂYİ ETME! Toplum halinde yaşayan insanların birbirlerine karşı görev ve sorumlulukları da vardır. Birbiri ile iletişim kurma, yardımlaşma, komşuluk gibi toplumsal ilişkiler ne ölçüde sağlıklı olursa, o toplum sağlam temeller üzerine oturuyor demektir, Toplumu ayakta tutan en önemli temeller; yardımlaşma, dayanışma duygularıdır. Atalarımız, bu duygunun önemini,”Bir elin nesi var, iki elin sesi var.”, “Birlikten kuvvet doğar.”gibi atasözleriyle ortaya koymuşlardır. İnancımız, gerek ferdî gerekse toplumsal dayanışmaya çok önem verir. Bu görev, insan için Allah’ın emridir.Fakire, yoksula, ana babaya, komşuya, ihtiyacı olan herkese hatta bizimle birlikte bu dünyayı paylaşan diğer canlılara yardım etme, inancımızın gereğidir.Fitre, zekât, sadaka gibi malî yardımlar yanında manevî yardımlaşmayı da emreder yüce dinimiz. Fitre, zekât, sadaka zenginden fakire bir sıcak köprü kurar. Fakir ihtiyacını karşılar, zengin görevini yerine getirmenin manevî rahatlığıyla mutlu olur. İnsanlar arasında sevgi, saygı ilişkiler kurulur. Toplum, birlik ve beraberliğin sağlam temelleri üzerinde varlığını sağlıklı bir şekilde sürdürür. Sevgili Peygamberimiz ,”İnsanların en hayırlısı insanlara en yararlı olanıdır.” buyuruyor. En hayırlı insanın önemli özelliğini vurguluyor: İnsanlara yardımda bulunma… Yardımda bulunmanın da bir yolu yordamı var. Yaptığı yardımı başa kakmak bu konuda en çirkin davranıştır. Yardım edilen kişinin gururunu kırmadan, incitmeden ona yardımda bulunmak gerekir. Atalarımız, ihtiyaç sahiplerine yardımı kimsenin görmediği saatlerde kapılarını çalarak iletmişler ve bu davranışı bizlere öğütlemişlerdir. Başkalarının yanında yapılan yardım, yardım edileni incitir. Niçin yardım ediyoruz? Yalnızca Allah rızasını gözeterek, insanî görevimizi yerine getirmek için. Yoksa yaptığımız yardımı başkalarına söylemek, toplumda yardımsever bir insan olarak tanınmak için değil. Bu durumda yaptığımız yardım, yardım olmaktan çıkar, bir reklâm biçimine dönüşür. Atalarımızın;”Elin ile ettiğin hayrı dilin ile zâyi etme!” sözünde de belirtildiği gibi yaptığımız hayrı zâyi etmiş oluruz. Yaptığımız hayırların karşılığını Allah’tan bekleriz. Çünkü yardımlarımızı yalnızca onun rızası için yaparız. Yaptığımız yardım, Allah rızasından başka amaçlar uğruna yapıldığında, anlamını yitirir. En hayırlı insanlardan olmak için, insanlara yardım etmek durumundayız.”Sadaka malımızı eksiltmez, artırır.” gerçeğini unutmamalıyız. Yaptığımız hayrı, aman dikkat, başa kalkarak, başkalarına anlatarak dilimizle zâyi etmeyelim. 26 “Erken kalkan yol alır.” Atasözü YOL ALMAK Atalarımızın her sözünde bir ders, bir öğüt vardır. Onlar, yılların tecrübeleriyle bizleri özlü sözleriyle aydınlatırlar. Hangi olaylar karşısında, hangi davranışlarımızı sergilememiz gerektiğini hatırlatırlar. Bizleri uyarırlar. Bu sözler bizler için, hayatımızı aydınlatan ışıklardır. Atasözlerimizdeki öğütlerin kaynağı; inancımız, ondan beslenen gelenek ve göreneklerimizdir. Her atasözü, verdiği mesajı ile bizleri, inancımızı, kültürümüzü, gelenek ve göreneklerimizi yaşamaya çağırır. Kutsal kitabımız, dünya ve ahiret mutluluğu için yapmamız gerekenleri açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır. Nasıl yaşayacağız? Hayatımızı nasıl düzenleyeceğiz? Görev ve sorumluluklarımız nelerdir? Hayatımızın her anına ilişkin bu emir ve yasaklar, bizleri ebedî mutluluğa götürmek için vardır. Hepimiz, çoklukla zamanın bereketsizliğinden söz ederiz. Ancak söz ve davranışlarımızı karşılaştırdığımızda, karşımıza garip bir tablo çıkar. Kahve köşelerinde vaktini israf eden de zamanın yeterli olmadığından şikâyetçi. Ona, “Günün nasıl geçiyor?” Diye sorduğumuzda, alacağımız cevap çoklukla ,”Ne yapayım, vakit geçiriyoruz!”Günün büyük bir kısmını TV ekranları karşısında tüketenlere ne demeli! Onlar da işlerini bitirememekten dert yanmakta. Gün, yirmi dört saat. Bu süre, iyi değerlendirildiği ölçüde bereketlenir. Tarihte, ciltler dolusu kitaplar kaleme alan âlimler ve yazarlar, yüzlerce mimarî eser ortaya koyan Mimar Sinanlar için de gün yirmi dört saatti. Önemli olan, bu süreyi, en güzel ve en etkili biçimde kullanmaktır. Günümüzde, kişisel gelişim uzmanları, zamanı değerlendirmek konusuna özellikle dikkatleri çekiyorlar. Zamanı, verimli bir şekilde etkili kullanmak, bizim yaşama biçimimizle çok yakından ilgili. Müslümanın günü, sabah ezanıyla başlar. Atalarımız işyerlerini sabah namazı sonrası açarlardı. Sabahın bereketini beklerlerdi. Erken kalkmak konusuna dikkat ederlerdi. Sabah namazı sonrasıyla başlanan hayat, nasıl da bereketli… Sabah vakti; zihin, hayal, hafıza nasıl da boş, temiz ve her şeye hazırdır! Vakit bereketlenir. Aşımız, kazancımız tatlılaşır. Aşımıza şeker katılır adeta. Birkaç saatlik okuma, ya da çalışma, belki bir gün yapacaklarımızdan daha verimli hâle dönüşür. Atalarımız, sabahın bereketini, “Erken kalktım işime, şeker kattım aşıma.”sözüyle ifade ederler. Erken kalkmak, erken yola koyulmaktır. Zamanın bereketidir. Ömürlerini uykuya endeksleyenlerin, günün belki de yarısına kadar uyuyanların (hastalık vb. nedenler dışında) günleri, yirmi dört saat olur mu? Hayatımızı mutluluğa çevirmek, güzel, verimli işler ortaya koymak mı istiyoruz? Yapacağımız ilk iş; hayata erken başlamak, erken kalkmak! O zaman, günümüzün, saatimizin bereketleneceğine şahit olacağız. Adeta zaman içinde zaman kazanacağız. En azından denemeye değmez mi? 27 “Gelen geçer, konan göçer…” Atasözü BİR DEĞİRMENDİR DÜNYA Hazreti Âdem ile başlayan dünya hayatı yüzyıllardır bir su misâli akıp gidiyor. Her gün milyonlarca bebek dünyaya geliyor. Yine milyonlarca insan çeşitli nedenlerle ölüyor. Dünya bir değirmen gibi dönüyor. Doğumlar, ölümler, savaşlar, kıtlıklar, gelenler, göçenler, hep bu dünya denilen mekânda belli bir plân içerisinde cereyan ediyor. Dünyayı bugün bizler milyarlarca insan ile birlikte paylaşıyoruz. Geçtiğimiz yüzyıl kimler vardı bu dünyada? Hazreti Âdem’den bu yana nice peygamberler, halifeler, dünyalara sığmayan sultanlar, malı ve servetiyle övünen zenginler, açlık ve yoksullukla kıvranan fakirler, gençler, ihtiyarlar, beyaz tenliler, zenciler… Onlar bugün yok! Ama yine onlara benzeyen başkaları günümüzü temsil ediyorlar. Dünya kimsenin mülkü değil. Çünkü dünya,“Sultan Süleyman’a bile kalmayan bir dünya”dır. Bizler de yarın yerimizi çocuklarımıza, gençlerimize bırakacağız. Onlar da sonrakilere… Bütün bunlar, atalarımızın şu sözünü bizlere hatırlatıyor:”Gelen geçer, konan göçer.” Atalarımız kısa ve özlü sözleriyle her zaman bizlere ışık tutmaktadırlar. Hayatın geçiciliğini, dünyaya gelenin elbette bir gün gideceğini, ardından başkalarının geleceğini hatırlatırlar bize Derler ki, dünya gelenin geçtiği, konanın göçtüğü bir yer. Burası fanî bir mekân. Dünyayı bâkî zannederek onun tutsağı olma sakın. Ömrün kısa, vakit az. Bu dünyada kalacağın süreyi iyi değerlendir, nasıl yaşaman gerekiyorsa öyle yaşa. Dünyaya gönlünü bağlama! Gelenin geçtiği, konanın göçtüğü yer, nasıl bir yerdir? Bir misafirhane, bir istasyon, bir bekleme salonudur bu dünya. Bizleri asıl mekâna ulaştıracak bir köprüdür. Yüce kitabımız, dünya hayatının bir oyun ve oyalama olduğunu belirtir. Dünya hayatını ebedî mutluluğa çevirmek için yapılacak şey, Allah’ın rızası ölçüsünde hayatımızı düzenlemektir. Kimi insanlar dünya hayatının fanîliğini unuturlar. Onun tutsağı olurlar. Bu insanlar için hayat bu dünyadır. Bu nedenle ahireti düşünmezler. Bütün hayallerini, umutlarını bu dünya için kurarlar. Helâl haram demeden günü gün etmeye çalışırlar. Yarını unuturlar. İnsan, bu dünyaya değeri kadar önem vermeli. Ona tapınırcasına bağlanmak, karşılaştığımız her olumsuz sonuçta bizi ümitsizliğe düşürür. Ruhî sıkıntılara sokar. Çünkü bu dünyada her şey umduğumuz gibi sonuçlanmayabilir. Gün gelir sağlığımız bozulabilir, maddî ve manevî sıkıntılarımız artabilir, en yakınımız vefat edebilir. Dünya hayatı bu… Bize düşen görev ve sorumluluğumuzu yerine getirmek. Sonrası takdir… Atalarımız, mutluluğumuz için bize çok önemli bir reçete sunmuşlar:”Bu da geçer ya hu!” Hasta mıyız, geçer. Zenginliğimize güvenmeyelim, yarın fakirleşebiliriz. Derdimiz biter, derman buluruz. Ya da onulmaz bir yarayla kavruluruz. İlkemiz :”Bu da geçer!” Hepimiz bu dünyaya bir sınav için geldik. Gelenler gidiyor, konanlar göçüyor, ölüyor. Biz de bir su gibi sonsuzluğa akacağız. Bir kir ve günah seli gibi değil, bir nur ırmağı olarak akmak. Önemli olan bu! 28 Çalışmak, hayatta her işin başı, Yaşamanın, mutluluğun yoldaşı. “Gençlikte taş taşı!” ki günler geçer, İhtiyarken “Kocalıkta ye aşı!” (R.Kaymaz) GENÇLİĞİN KIYMETİ BİLİNSE… Yüce Allah, insanı yaratılmışların en şereflisi olarak yaratmış, onu bin bir türlü nimetle donatmıştır. Uçsuz bucaksız kainatı onun için hazırlamıştır. Her bir nimetin kıymetini ne yazık ki çoğu zaman kaybedince anlıyoruz. Nefes alamadığımızda oksijen, susuz kaldığımızda bir damla su nasıl da değerlidir! Hastalandığımızda sağlığın ne kadar önemli olduğunu daha bir kavrarız. Kaybettiğimizde hayıflandığımız, “keşke”lerle üzüldüğümüz pek çok nimetten biri de şüphesiz gençliğimizdir. Hemen her yaşlı insan, gençliğinin kıymetini yeterince bilemediğinden şikayet eder, gençleri uyarır. Ne yazık ki gençler de onların bu uyarılarına çoğu kez kulak vermez. Genç için nasihat adeta bir ukalalıktır. Şöyle ya da böyle gençliğimizin kıymetini bilemiyoruz. Onu kötü ve hor kullanıyoruz çoklukla. Gençliğimizin tükenmeyeceğini zannediyoruz. Yaşlılık ise bize çok çok uzaklarda görünüyor. Sonra, adeta göz açıp kapayıncaya kadar yıllar geçiyor ve yaşlanıyoruz. Yaşlılık şikâyetlerimiz başlıyor, pişmanlıklarımızı yaşıyoruz. Atalarımız bu konuda, “Gençliğin kıymeti bilinince kocalığın şikayeti az olur.”diyerek gençliğin kıymetine dikkatleri çekiyorlar..Gençliğini güzel bir biçimde değerlendiren insanın elbette yaşlılıkta şikayeti az olur. Gençliğinde kazandıklarını yaşlılıkta planlı bir şekilde harcar. Geleceğini, yaşlılığını düşünmeden, har vurup harman savuran bir insanın yaşlılıkta şikâyete hakkı olur mu? “Yazın başı pişenin kışın aşı pişer.” Diyen atalarımız, gençliğinde çalışanın ihtiyarlığında sıkıntılarının az olacağını tecrübeye dayanarak belirtirler. Sevgili Peygamberimiz, “İki nimet vardır ki insanların çoğu (o nimetlerin kıymetini bilmekte) aldanıyorlar. Bunlar; sağlık ve boş vakittir.”, “Kıyamet gününde âdemoğlu şu beş şeyden sorguya çekilmedikçe yerinden ayrılmaz: Ömrünü nerede ve ne şekilde geçirdiğinden, öğrendikleriyle ne yaptığından, malını nerede kazandığından ve nelere harcadığından, vücudunu, sıhhatini nerede yıprattığından…” buyuruyor. En sağlıklı dönemimiz gençliğimizdir genellikle. Gençken boş vakit konusunda daha şanslıyızdır. Yaş ilerledikçe, gerek sağlık ve gerekse boş zaman konusunda sıkıntılarımız büyür. Bin bir gaile arasında boş zaman bulmak elbette zordur. Gençliğimiz nerede ve nasıl geçirdik? Onu Allah’ın rızası ölçüsünde kullanabildik mi? Yoksa; helâl haram demeden, içki, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklarla hor ve kötü mü kullandık? Kâinat belli bir düzen içinde sonsuzluğa akıyor. İnsan gençliğini görev ve sorumluluk anlayışıyla, fıtratına uygun bir biçimde geçirmeli. Ruh ve beden temizliğini önemsemeli. Bir mümin nasıl yaşaması gerekiyorsa öyle yaşamalı. Yoksa ihtiyarladığında yapmak istediğine hem sağlığı, hem yaşı, hem de içinde bulunduğu şartlar müsait olmayacaktır. Bu gerçeği gözden uzak tutmak mümkün mü? O halde! Gençliğimizin kıymetini bilelim ki yaşlılığımızın şikâyeti az olsun! 29 “Dallarda yeşil yaprak, Dağ, deniz, ufuk, toprak… Sen her şeye güzel bak, Göreceksin ne güzel! (R.Kaymaz) GÜZEL DÜŞÜN GÜZEL GÖR Yaşadığımız dünyada her gün binlerce olay meydana geliyor. İyi, kötü, çirkin davranışlar sergiliyor milyarlarca insan. Bu olaylar, çok farklı biçimlerde, birbirinden farklı yorumlarla değerlendiriliyor. İnsanlar farklı bakışlarla olaylara bakıyorlar. Konu ile ilgili görüşlerini belirtiyorlar: “Çok güzel”, “Yazıklar olsun!”, Beğendim.”, “Helâl olsun!” gibi. Bütün bu farlılıklar, önemli bir gerçeği gösteriyor: Olaylara farklı açıdan bakanlar, onları ister istemez farklı biçimde yorumlarlar. Olaylara bakışımızı farklılaştıran nedir? Olay aynı, görüntü aynı, niçin farklı yorum? Bakışlarımızı, bakış açılarımızı, inançlarımız, alışkanlıklarımız, değerlerimiz, kültürel birikimlerimiz, düşüncelerimiz belirliyor. Biz hayata, olaylara onların objektifinden bakıyoruz. İslâm inancını özümsemiş, onunla hayıtını anlamlandırılmış bir mü’minle, inançsız bir insanın olayları yorumlaması nasıl bir olsun! Ölüm, inanan insan için sonsuz bir âleme geçiş, bir dünya değişimidir. İnanmayan içinse bir son, bir yok oluş… Susuzluktan yanan bir insan için bir damla su ne büyük bir nimettir! Vatan sevgisinden mahrum bir insan için şehadet ne ifade eder? Bütün bunlar, hayatı anlamlandırmada bakış açısının önemini vurgulayan örnekler. Atalarımız , “Güzel gören, güzel düşünür.”, “Güzel düşün, güzel gör!” gibi sözlerle bizleri güzel düşünmeye, olaylara müspet gözle bakmamızı öğütlüyorlar. Mutlak güzel (Hüsn-ü Mutlak) olan yaratıcımız, bizi en güzel biçimde yaratmış. Hayata güzel bir bakışla bakmamız gerektiğini öğütlemiş. Sevgili Peygamberimizin, arkadaşlarıyla birlikte giderken gördüğü bir köpek ölüsü karşısında, onun dişlerini göstererek, “nasıl da güzel dişleri var!” tarzındaki ifadesi, ölüde, leşte dahi bir güzelliği görebilme inceliğini işaret ediyor. Hayata bakışımız olumlu mu, olumsuz mu? Bu, çok önemli. Kişisel gelişim uzmanları, psikologlar insanlara “hayata olumlu bakılabildiği oranda insanın olumlu ruhsal yapıya kavuşabileceği”ni söylüyorlar. Daha işe başlarken, “ben bu işi yapamam, beceremem” diye başlayan bir kişinin o işte başarılı olması elbette mümkün değil. Mesleğini sevmeden yapan, işine kerhen sarılan bir işçinin, memurun başarılı ve mutlu olması beklenebilir mi? Atacağımız adımlar, olumlu bir bakışla başarıya ve mutluluğa götürür bizi. Hayata müspet bakışımız, bir anlamda dua da değil midir? Bu bakışla Yaratıcıya sığınıyor ve işimizin olumlu ve hayırlı bir biçimde devamını da diliyoruz böylece. Hayata güzel ve olumlu bakışımızın başta kendimiz olmak üzere çevremize de olumlu bir enerji yaydığı gerçek. Son yüzyılda bu konuda yapılan araştırmalar çok ilginç. Bir çiçeğe, bir hayvana, bir insana yaklaşımımızda, onunla iletişimimizde takındığımız tavrın olumlu yansımaları, sonuçları rahatlıkla görülebiliyor. Olumsuz bir tavırla iletişimin sağlanamadığı, bu nedenle de başarısızlık ve mutsuzluğun yaygınlaştığı da… Apartmanımızdaki komşumuzun, işyerinde bir arkadaşımızın somurtkan yüzü, her şeye olumsuz bakışı, bizi de elbette etkiler. Bir güler yüz, bir tebessüm, bir selâm iletişimi nasıl da olumlu kılar. Etrafa olumlu bir enerji yayar. İnancımız, güler yüzlülüğün bir sadaka hükmünde olduğunu belirtir. İnanan insanın tebessümü dahi ibadet. Türkülerimize giren, atalarımızın şu sözü nasıl unutulur? “Güler yüze tatlı dile doyulur mu? Şahit olduğumuz güzel bir olay bizi mutlu kılar. Seyrettiğimiz güzel bir tablo, bir hat eseri, tabiî güzellikler nasıl da içimizi açar. Camilerimizdeki çiniler bizi çiçek bahçelerine götürür. Gördüğümüz güzel bir rüyadan uyanmak bizi nasıl da üzer. İnsanoğlu hayat sınavını, hayata bakışıyla, onu yorumlayışıyla, onu anlamlandırışıyla verir. Hayat, kendisine olumlu bakan gözlere güzellikler sunar. Gözlerden yüreklere bir mutluluk çağlayanı akar ardından. Gözlerden gönüllere akan bu ırmakta, sıkıntılarımız yıkanır. Irmakla birlikte mutluluk deryasında kendimizi buluruz. Bir Arap atasözünü hatırlayalım: Men Dakka dukka. Eden, bulur. Atasözlerimizden “Ne ekersen onu biçersin” anlamında bir söz. Biz, hayata güzel bakalım ki güzellikler bizi kuşatsın. Güzellikler ekelim, olumlu bir tavrı davranış olarak benimseyelim ki, güzel ürünler alalım. Gül olalım, gül kokalım. Hayat bir gül. Onun dikenlerine takılıp kalmayı kim ister! 30 Çalışan kazanır, her yerde her an, Çalış, didin, uğraş, çabala, davran. Derler ki “İşleyen demir ışıldar.” Çalışmakla olur başarı inan.(R.Kaymaz) HAREKET BEREKETTİR Günler akıp gidiyor. İnsan, hayatın bu akışına karşı, başarı ve mutluluğu yakalamak için koşturuyor. Baba, ailesini geçindirmek, anne ev işlerini görmek, çocuk eğitimini tamamlamak üzere güne başlıyor. Kimi ailelerde anne de iş kadını olarak kendisine düşeni üstleniyor. Maddî kazanımlarımızla geçimimizi şöyle ya da böyle sürdürüyoruz. Çalışmalarımız oranında, yalnızca rakamla ifade edilemeyen bir bereket de kuşatıyor bizi. Gelirimiz bereketleniyor. Atalarımızın deyimiyle ömrümüz bereketleniyor. Geleneğimizde “Ömrüne bereket!”, “Bereketli olsun!” dileklerinin hayatımıza olumlu katkılarını fark ediyoruz. Atalarımız, bereketi her şeyden önce çalışmaya bağlıyor. Şu sözü ilke edinmemizi, unutmamamızı hatırlatıyorlar: “Hareket, berekettir.” Hareket, canlı olma hâli. Hareketsizlik ölümü çağrıştırıyor insana. Yaratıcı, düşünen, konuşan, hayatın anlamını fark edecek bir yapıda, canlı olarak yaratmış bizi. Canlıyız, hareket hâlindeyiz. Her hücremiz, her an kendini yeniliyor. Durmadan, dinlenmeden çalışan, aynı zamanda canlı bir makineyiz âdeta. Kalbimiz, uykuda dahi çalışıyor. Akciğerlerimizle nefes alıyoruz her an. Bütün bu canlılık, harekete, verime, üretime, maddî ya da manevî anlamda kazanımlara dönüşüyor. Ne var ki çalışarak, hareket ederek güzel işler üretme görevimizi yerine getirmede notumuz, düşük, hatta zayıf. Tembellik denilen hastalığı yenmek, canlı, sağlıklı kalabilmek çok da kolay değil elbette. Ne var ki Allah, çalışmayı, yaratılmışlar için güzel şeyler üretmeyi farz kılmış. Bu görevi yerine getirmek için de akıl, düşünce gibi yeteneklerle bizi donatmış. Namaz, oruç, hac, zekât gibi önemli bir farz, bir görevdir çalışmak. Çalışmakla başarıyı yakalar insan. Mutluluğu tadar. Üretir, hayatı kolaylaştırır, yararlı olur. Sevgili Peygamberimizin: “İnsanların en hayırlısı insanlara en yararlı olanıdır.” kutlu sözüyle ifadesini bulan “en hayırlı” insanlar arasına katılır. Atalarımızın, “”Hareket etmedikçe, bereket olmaz.” sözü, hayatımız ve mutluluğumuz için önemli bir ilke. Hareket ettikçe, çalıştıkça bereketlendiriyoruz hayatı/hayatımızı. Vücudumuz, hareket ettikçe daha sağlıklı oluyor. Organlarımız çalıştıkça hastalıklar yeniliyor. “İşleyen demir pas tutmaz, ışıldar.” elbette. “Çalışan kazanır, perişan olmaz, Bir ömür boyunca, çalış, oku, yaz. Tembellik yakışmaz insanoğluna, Derler ki: “İşleyen demir paslanmaz.” “İki günü birbirine eşit olan zarardadır.” buyuran bir peygamberin ümmetiyiz. Kendi işini kendisi yapan, Mescid-i Nebevî’ye taş taşıyan bir peygamberin… Büyük şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, Safahat’ında Kur’an’dan aldığı ilhamla çalışmanın önemini vurgular. “Çalış, azmi bırakma!”, “Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası/Dostunun yüz karası düşmanının yüzkarası.” der. “Allah’a dayan sa’ye (çalışmaya) sarıl hikmete râm ol!/Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol!” diye haykırır. Bugün dünya ülkeleri arasında yerimiz neresidir? Ülkemizin, Türkiye’mizin nerelerde olmasını isteriz? Bu soruların cevabını gönül rahatlığıyla verebilmek kolay mı? Toplumsal anlamda da çok çalışmak durumundayız.”Lafla peynir gemisi “yürür mü? “Helva helva demekle ağız” tatlanır mı? Çalışmaktan başka yol yok. “Kişinin elinin emeğinden daha kıymetli bir şeyi yoktur.” gerçeği çalışma ibadetinin ne derece önemli olduğunu ortaya koyuyor. Başta kendimiz olmak üzere, çevremize bakalım. Kendimizi, yakınlarımızı, çevremizi, dost ve arkadaşlarımızı “çalışma” konusunda değerlendirelim. Sonuç? Yapabileceğimiz hâlde yapamadıklarımız işlerden sorumlu olduğumuzu unutmayalım. 31 Tembelliğimize gerekçe olarak, aldığımız ücretin düşüklüğünü göstermek bize yakışır mı? Tembelliğin hiçbir mazereti olamaz. “Çalış, didin, uğraş, yorulma sakın! İnsana yakışan bir tavır takın. Çalışana elbet verir Yaratan, Bugün çalış, yarın ücretin yakın.” Çalışmanın bir ibadet, bir farz olduğunu bir kere daha hatırlayalım, hatırlatalım. “Karıncadan ibret al, yazdan kışı karşılar.” atasözümüze kulak verelim. Çalışmayı bir ibadet bilerek, gayret ederek, yalnızca bu dünyamızı değil, geleceğimizi, ahiretimizi de imar edelim. Öte dünya mutluluğunu da kazanalım. Biliyoruz ki: “Dünya ahiretin tarlasıdır.” 32 Atalar, “Dikensiz gül olmaz!”demiş. Unutma; “Hatasız kul olmaz!” demiş. Eksiksiz, kusursuz insan arayan, Bir arkadaş, bir dost bulamaz, demiş.(R.Kaymaz) HATASIZ KUL İnsan, doğumla başlayıp ölümle noktalanan bu dünya hayatını en güzel şekilde değerlendirmek durumundadır. İnsan, dünya denilen bu sınavı başarmak için kendisine rehber olarak gönderilen Kur’an-ı Kerim’i okumak, anlamak ve onu yaşamak zorundadır. Bizi en değerli bir varlık olarak yaratan Yüce Allah’a karşı kulluk borcumuzu ödemek, hayatımızı en güzel davranışlarla anlamlandırmakla mümkündür. Ne var ki insan, her zaman, her yerde güzel davranışlar ortaya koyamaz. Yanlış eğitimden kaynaklanan yanlış davranışlar sergiler, hatalar yapabilir. Beşerdir, şaşabilir. Doğru ve sağlıklı düşünemeyebilir, yanılabilir. Önemli olan; yapılan yanlışlıkta ısrar etmemektir. Yanlış davranışlar nedeniyle insanlardan özür, yaratıcıdan af dilemektir. Tövbe edip, pişman olup, bir daha aynı yanlışı yapmamaya söz vermektir, çalışmaktır. Çevremizdeki insanların da zaman zaman yanlış davranışlar ortaya koydukları bir gerçek... Bu davranışlar isteyerek yapılmadığı sürece hoşgörüyle karşılanır. Ama bile bile yanlışta, çirkinlikte ve kötülükte ısrar etmek, insan için yüzkarası bir davranıştır. Atalarımız, yaşadığımız hayatta mutlu olabilmemiz için pek çok güzel ilkeler ortaya koymuştur. Atasözlerimiz bu anlamda bizim için yolumuzu aydınlatan ışıklardır. Evet, atalarımızın dediği gibi “hatasız kul olmaz.” Elbette hata yapabiliriz. Çevremizdekilerin hatalarıyla karşılaşabiliriz. Bu hataları, düzeltilmesi gereken davranışlar olarak görmek, her gün daha güzele, iyiye ve doğruya yürümek görevimiz. Hataları olduğundan çok daha büyüterek onlar takılmak, bizi başarısız ve mutsuz kılar. Bir dostumuzun, akrabamızın, oğlumuzun, kızımızın iradesi dışında gerçekleşen hatasını zaman zaman olduğundan çok büyütürüz. Bir hata dostluğumuzu, mümin kardeşliğimizi, komşuluğumuzu, aile mutluluğumuzu dahi sarsabilir. Onu yok edebilir. Bir yanlış, yüzlerce güzel davranışın önüne geçebilir. Bu konuda ölçüyü kaçırmamak gerekir elbet. Yüce Allah edilen tövbeleri kabul eder. Bir yanlış davranış, belki de bize yanlış gelen bir davranışa tahammül edememek, özrü kabul etmemek, hoşgörüsüzlükle sevgi köprülerini yıkmak doğru bir davranış mıdır? Bir dostumuzun beğendiğimiz veya beğenmediğimiz huy ve davranışlarını göz önüne getirelim. Pek çok güzel huya, davranışa rağmen bir yanlış, bir eksik hareketi nasıl da büyütürüz. Atalarımızın dediği gibi vur deyince öldürürüz. Dikensiz gül olur mu? Elbette olmaz. Ya hatasız kul? Hoşgörü, bir çirkin davranışı güzel görmek değildir elbette. Bundan böyle güzel davranışlar ortaya koymanın yolunu açmaktır hoşgörü. Bir diken nedeniyle gülü kırmak değil, bir gülün hatırına dikenleri güle benzetebilmenin çabasıdır hoşgörü. Hepimiz mutlu olmak istiyoruz. Başarılı olmaya çalışıyoruz. Yolumuza çıkan dikenleri temizlemek zorundayız. Dikenler arasındaki gülü ortaya çıkarmalıyız. Yüreklerimizde lekeler halinde iz bırakan hataları, günahları, güzelliğe, sevaba dönüştürmek elimizde. 33 Her şeyde hayır var, unutma bunu. Hayatın hayr üzre kurulduğunu. “Hayır söyle, hayır gelsin başına.” Her şeyin başının hayr olduğunu.(R.Kaymaz) HER İŞTE BİR HAYIR VARDIR Bir vezir, her hadise karşısında, “Her şeyde bir hayır vardır.” der, bu inanışın insan hayatı için önemli bir ilke olduğuna inanırmış. Bir gün, padişahın kolunda dayanılmaz bir ağrı başlamış. Tedavisi için her şey yapılmış, ülkenin bütün doktorları getirilmiş, her ilâç denenmiş ama ağrı bir türlü geçmemiş. Kolun kesilmesinden başka bir çare kalmamış. Doktorlar, hastalığın ve ağrının bütün vücudu sarmaması için, kolun kesilmesine karar vermişler. Kol kesilmiş. Vezir bütün bu olup bitenler karşısında “Her şeyde bir hayır vardır!” diyormuş. Padişah vezirine: Ey vezir, kolum kesildi, sen hâlâ “Her şeyde bir hayır var!” diyorsun. Hayır bunun neresinde. Vezir, yine teslimiyetle, “Padişahım bunda da bir hayır var.” diyerek cevap vermiş. Padişah, vezirinin pişkinliğine artık dayanamamış. Büyük bir öfke ile vezirin zindana atılmasını emretmiş. Yıllar geçmiş. Günlerden bir gün padişah âdeti olduğu üzere yine ava çıkmış. Çevresiyle birlikte yamyamlar tarafından yakalanmış. Yamyamlar büyükçe bir kazanı, yaktıkları ateş üzerine koymuşlar. Kazanda pişirilme sırası padişaha gelmiş. Padişahın kolunun bir hastalık sonucu kesildiğini öğrenen yamyamlar hastalıklı et yememek için onu diğerlerinden ayırmışlar, serbest bırakmışlar. Padişah, saraya dönerken birden zindana attığı vezirini hatırlamış. Veziri, “Bunda da bir hayır var!” dememiş miydi? İşte kurtulmuştu. Hayır gerçekleşmişti, kolu kesilmemiş olsaydı, yamyamlar onu bırakırlar mıydı? Yaptığına bin pişman olmuş, doğruca zindana koşmuş, vezirinden özür dilemiş. Haksızlık ettiğini söylemiş, ondan helâllik istemiş. Vezir: “Padişahım üzülmeyiniz, her şeyde bir hayır vardır. Benim zindana atılmamda da bir hayır var. Siz beni zindana atmasaydınız, ben de sizinle avda olacaktım. Yamyamların midesine girecektim. “Her şeyde bir hayır var, efendimiz!” demiş. Anlatılan her kıssadan alınacak bir hisse vardır. Bu kıssa da önemli bir ilkeyi hisse olarak hatırlatıyor. ”Her şeyde bir hayır vardır!” Hayatta her şey olabiliyor. En beklenmedik sonuçlarla her an karşılaşabiliyoruz. Yolda giderken ayağımız bir taşa takılır, düşer, yaralanabiliriz. Büyük umutlarla beklediğimiz “yarın”bizim için doğmayabilir. Mikroskopla bile görülemeyen bir mikrop, güçlü bedenimizi perişan edebilir. Bin bir özenle hazırladığımız plânımız bozulabilir. Evlerimiz bir depremle beşik gibi sallanabilir, her taraf yıkılabilir, beş katlı apartman üzerimize çökebilir, belki de biz enkaz altından sağ çıkabiliriz. Tsunami gibi bir felâket ülkeleri, insanları alıp götürür. Her şey mümkün, her an her şey olabilir. Bütün bunları düşünerek hayatımızı karartalım mı? Elbette hayır! Hayat; acısıyla, tatlısıyla, doğumuyla, ölümü, hastalığı, umudu, sıkıntısıyla devam ediyor. Önemli olan bu hayatın içinin güzel ve doğrularla doldurulması, hayatımızın anlamlandırılması. Her şeye hazırlıklı olma bilinciyle, hayatımızın ebedî hayata hazırlanması. Yarın ne olacak. Dün geçti gitti. Hayat dünün üzerine nasıl kurulacak. Bize göre olumlu ya da olumsuz gelen olaylar gerçekten “olumlu” veya “olumsuz” mu? Bunu yalnızca bizim ölçülerimize göre belirlemek doğru mu? Kader çizgimizin rengine ancak onu yaşadıktan sonra varmıyor muyuz? Bir olayın istediğimiz gibi şekillenmesinde her şey bizim elimizde mi? Elbette değil! Biz tedbirimizle, hazırlığımızla, çabamızla geleceğimizi en güzel ve hayırlı bir biçimde oluşturmaya çalışmakla sorumluyuz. Ya sonrası! Takdir, kader. Her zaman her durumda sığınacağımız varlık: Yaratıcı’mız. İlkeyse; “Hayırlısı olsun!”, “Allah hakkımızda hayırlısını versin!” Hayır söylemek, hayır getirir. “Allah hayırlısını versin!”, “Allah hayra tebdil etsin.”, “Hayrola!” Allah hayırlı etsin! Hayırsız hayat nasıl yaşanır. Hayat hayırla donanmış. Önemli olan onu görebilmek, yaşayabilmek, onunla hayatımızı şekillendirebilmek. 34 İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen, Bu nice okumaktır? Yunus Emre KENDİNİ BİLMEK Yunus Emre, “İlim, ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsen/Bu nice okumaktır” diyor. İlmin amacının insanın kendini tanıması olduğunu dört mısrada özetliyor. İlmin amacı, insanın kendisini, çevresini tanıması, böylece görev ve sorumluluklarının farkına varmasını sağlamaktır bir bakıma. İlâhi emir ve yasakların özü, öncelikle insanı, canlı ve cansız varlıklar ile insanlardan oluşan dünyayı kuşatarak, toplumu gerçek mutluluğa götürmektir. Onu yanlıştan, sapıklıktan, çirkinden, kötülükten arındırabilmektir. Yaratıcımız, insanı varlıkların en üstünü, en şereflisi olarak yaratmıştır. İnsan, kâinatın adeta özüdür. Bütün varlıklar ona hizmette adeta yarışır. Arılar ballarını, meyve ve ağaçlar meyvelerini onun için hazırlar. Güneş, ay, yağmur, deniz, ırmak, her şey, Yaratıcının emriyle insan için kendilerine verilen görevi yerine getirirler. Kutsal Kitabımız Kur’an-ı Kerim, insana gönderilmiş, peygamberler ona doğru yolu göstermek için görevlendirilmişlerdir. Yazılan bütün kitapların muhatabı insandır. İlim adamları, sanatçılar, şairler, ekonomistler vb. daha yaşanabilir, daha sağlıklı bir dünya hazırlamak için çalışmalarını sürdürürler. Tıp, onun ruhî ve bedenî sağlığı, edebiyat, onun duygu ve düşüncelerini aktarmak için vardır. İnsan, Yaratıcımızın bir sanat eseri olarak yaratılmıştır. O, kendisine verilen binlerce nimet karşılığında kendi yaratıcısını tanımak, O’nun emir ve yasakları doğrultusunda hayatını sürdürmek, dünyadaki sınavını vererek öte dünya mutluluğa kavuşmak durumundadır. Sevgili Peygamberimiz, “Nefsini bilen Rabbini bilir” buyuruyor. Hayat bir sınav. İnsan bu sınavı başarıyla vererek, öte dünyada ebedî mutluluğa kavuşacaktır. Hayat sınavında başarının yolu bu sınav için gerekli adımları atmaktır. Bu yolda ilk adım insanın kendi kendisini tanımasıdır. İnsan kendisine sormalı: Ben kimim? Beni kim var etti? Görevim, sorumluluklarım nelerdir? Beni bunca nimetle birlikte yaratan Rabbim benden ne istiyor? Söz ve davranışlarım açısından hangi noktadayım? İki günüm birbirine eşit mi? Çirkin huylarım, zaaflarım neler? Bunları nasıl düzeltebilirim? Neleri biliyor, neleri bilmiyorum? Hangi yeteneklerim var? Bu yetenekleri nasıl insanların yararına kullanabilirim? Bu ve benzeri sorular, insanın kendisini tanımasına yol açacak ve insan o yolda gerçeği bulacaktır: “Ben bir kulum. Yaratıcım: Allah. O’na, kendime, insanlara karşı görev ve sorumluluklarım var.”Bu noktadan sonra atılacak adım, yapılabildiği ölçüde görev ve sorumlulukları yerine getirmeye çalışmaktır. Bundan böyle yanlıştan uzaklaşılıp, iyiye, doğruya, güzele yürünecektir. Hatalar telafi edilecek, hayat, bir beyaz sayfa olarak yeniden açılacaktır. Nefis dizginlenecek, terbiye edilecektir. Kişisel gelişim uzmanları da insanın her şeyden önce kendisini tanımasını, kendisiyle ve toplumuyla barışık olmasını, hayata olumlu bakmasını tavsiye etmektedirler. Bu, insanın başarılı ve mutlu olmasına yönelik bir tavsiyedir. Toplumumuzdaki huzursuzlukların çoğu insanın kendisiyle ve toplumuyla olan anlaşmazlığından kaynaklanmaktadır. İnsan öncelikle kendisine, ardından çevresine “yaratılmışı hoş gör Yaratandan ötürü” anlayışıyla, sevgi ve hoşgörü ile bakabildiği takdirde kendisiyle ve çevresiyle barışık olmaya adımlarını atabilecektir. Kendini hakkıyla tanıyamayan insan, başarısız ve mutsuzdur. Hayatı kendisine de, çevresine de zehir eder. İnsan olduğunu unutur. İnsana yakışmayan davranışlar sergiler. Zulmeder, zarar verir. Allah’ın kulu olduğunu unutur; nefsine, paraya, mevkie, kötülüğe, çirkinliğe kul olur; onların dediğini yapar. Gerçek kul ise, bunlara kul değil, efendi olur. Hayatın gerçek anlamını fark eder. Öğrendiklerini, iyilikte, güzellik ve doğrulukta kullanır. Başarıyı ve mutluluğu yakalar. En hayırlı insanlardan olmak için insanlara yardım eder, yol açar, üretir, katkıda bulunur. Kendimizi ne derece tanıyoruz? İnsanı tanıyor muyuz? Kul olduğumuzu unutmamak için neler yapıyoruz? Bu soruların cevabını doğru bir biçimde vermek için kılavuz ve şaşmaz ölçü: “Nefsini bilen Rabbini bilir.” 35 Ruhunu her zaman umutla doldur! Duygunu yaşatan umutla doldur! “İnsanı yaşatan umuttur.”derler, Umut, mutluluğa götüren yoldur.(R.Kaymaz) İNSANI YAŞATAN UMUT Her canlının hayatı er geç ölümle noktalanır. İnsan, doğar, büyür, ölür. Doğumla ölüm arasındaki süre, nasıl takdir edilmişse, öyle gerçekleşir: Anne karnında, doğumda, ya da uzun yıllar yaşadıktan sonra ölmek… Hastalık çekerek, bir kalp kriziyle, bir trafik kazasında aniden ölmek. Her şey mümkün. Ölüm her an yanı başımızda. O halde. Ölünceye de kadar, insana düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmek durumunda insan. Hayat, kendi inanç, duygu ve düşüncelerimiz, davranışlarımız doğrultusunda şekillenir. Hayatımızı yaşanamaz bir hâle sokmak ta, onu mutluluğa dönüştürmek te çoğu zaman elimizde. Hayatımızın nasıl bir çizgide akıp gittiğine bir bakalım. Yaşamaktan mutlu muyuz? Kendimizle, ailemizle, çevremizle barışık mıyız? Hayattan neler bekliyoruz? Nasıl bir hayat özlüyoruz? Bütün bu soruları yine mutlu bir hayat için soruyoruz kendi kendimize. Bizi yaratan, bize hayat veren, mutlu bir hayat için yapılması ve yapılmaması gerekenleri bildirmiş. Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim ve sevgili Peygamberimizin sözleri, öğütleri ve davranışları bizler için başarı ve mutluluk reçetesi. Hayattan pek çok şey bekleriz. Ne var ki bütün beklentilerimiz gerçekleşmez. Bu konuda yapabileceklerimizi yerine getirmek zorundayız. Yapabileceklerimizi yaptıktan sonrası yine takdir elbette. Hayatımızı anlamlı ve mutlu kılmada en önemli reçete yaşama umudunu hiçbir zaman kaybetmemektir. Her doğum bir umuttur. Her umut bir doğuma kapı açar. Umutlarımız, hayallerimiz ölüme kadar yanı başımızdadır. Doğumla başlayan hayatımızın her döneminde farklı umutlar doldurur içimizi. Anne baba olarak çocuğumuzun doğumuyla onun için bin bir umut taşırız yüreğimizde.Onun sağlıklı olarak büyümesi, güzel okullarda okuması, iyi bir meslek edinmiş olması, evlenmesi, çocuk sahibi olması çocuklarımız için büyüttüğümüz umutlar. Çocuklarımız da güzel umut ve hayallerle hayatlarını başarılı, sağlıklı ve mutlu kılmak ister. Zaman zaman umutlarımızın kırıldığı da olur. Umutsuzluk girdabında boğulmaktan umudun kurtarıcı eline yapışırız. Biliyoruz ki Allah’tan umut kesmek inançsızlığın belirtisi. Biliyoruz ki Allah’tan umut kesilmez. Ellerimiz ona acarız: “Ey kapılar açan Allah’ım bize hayırlı bir kapı aç!” O, en sıkıntılı anımızda dahi bize yeni kapılar açar. Her kışın ardından baharın geldiğini, her gecenin bir sabahı olduğunu hiçbir zaman unutmayız. Her umut kırıklığında “Bu da geçer ya Hu!” diyerek yeni bir umut kıyısına yöneliriz. Doğrusu bu çünkü. Umutsuzluğa düşerek bütün kapıları kapatmak insana yakışmaz. Mehmet Akif’in dediği gibi: Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak/ Alçak bir ölüm varsa eminim budur ancak.” “İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar. “denir. Hayallerimiz, umutlarımız tükenmemişse, varsa hayat devam ediyordur. Hayat devam ediyorsa umutlar da hayaller de o hayatı yaşanabilir kılacaktır. Hayatımızı karartmak ta aydınlatmak ta bir anlamda elimizde. İyi, kötü, sıkıntılı, aç, tok gibi zıtlıklar içerisinde akıp giden hayat umutla yönünü mutluluğa çevirecektir. Umudumuzu kaybettiğimiz bir anda içimizde yeni umutların yeşerdiğini de görürüz. En ciddî bir hastalığın şifa bularak atlatılabildiğine, başarısız bir sınavın ardından önemli bir başka başarıya sıçranabildiğine, maddî imkânsızlıklarla bunalan dünyanın bin bir bereketle dolup taşabildiğine çoğu kez tanık olmuşuzdur. Başarısız denemelere rağmen umudunu kesmeyen bir bilim adamı başarıyı er geç yakalar. Başarı umudu kaybetmemekle elde edilir. Her umut, yeni umutlara da taşır insanı. Küçük umutlar büyük umutlara dönüşür. Gelecek bu umutlarla şekillenir. Geleceğe ilişkin bilimsel ve teknolojik gelişimler umut ve hayallerle beslenir. Kuşlar gibi uçma hayali uçağın icadıyla gerçeğe dönüşmüştür. Dünyada insan her şeyini kaybedebilir. Ama umudunu kaybeden her şeyini kaybetmiştir derler. Hayatımız umut ve hayallerle bir anlam kazanır. Umutlarımızı ve hayallerimizi hayata taşımak elimizde. İyi, güzel umutlar mutlu bir dünyaya taşıyacaktır bizleri. 36 Güzellik, iyilikle, Dikenler döner güle. Herkes için her zaman, Hep güzel şeyler dile!(R.Kaymaz) İYİLİK YAP DENİZE AT... İyilik, kötülük, güzellik, çirkinlik, doğruluk… Bu dünya hayatında söz ve davranışları olumlu ya da olumsuz olarak karşılayan kelimeler, kavramlar… Hayata bakışımızı, yaşayışımızı yansıtan değer yargıları. Hepimiz inandığımız, benimsediğimiz değerler penceresinden hayata bakarız. Yüce kitabımız, Sevgili Peygamberimizin kutlu sözleri ve davranışları ve toplumumuzun değer ölçüleri bakışımızı belirler. İnsanları, onların söz ve davranışlarını, bu bakış açımızla değerlendiririz. İnancımız, hayatımızın her yönünü, insanı yaratılmışların en şereflisi olarak gördüğü için, insanî değerlerle dolmamızı, bu değerlerle yaşamamızı öğütler. İnsanlara yardım etmek bu anlamda bir ibadettir. Sevgili Peygamberimiz, “insanların en hayırlısı insanlara en yararlı olanıdır.” diyor. Bu kutlu ilke, bizi bir amaca götürür: İnsanlara yardım etmeye, onların sıkıntılarını gidermeye… Karşılığı verilmese de, kıymeti bilinmese de bize düşen insana yardım, iyilik… Atalarımız, inançlarından aldıkları bu ilkeyi atasözü hâlinde ifade etmişlerdir: “İyilik yap denize at, balık bilmezse Hâlık bilir.” Yaptığımız iyiliklerin karşılığını her zaman göremiyoruz elbette. Kimi insanlar bu anlamda vefasız, düşüncesiz. Kadir kıymet bilmeyen bu insanlara bakarak “yardımlaşınız” emrini görmezlikten gelebilir miyiz? Biz, her zaman yardım etme sorumluluğunu taşıyan insanlar olmak durumundayız. Sevgili Peygamberimiz ve O’nu hayatlarında örnek alan atalarımız bu konuda nasıl davrandılar? Peygamberimiz, kendisine kötülük yapmak isteyenler hakkında “onlar gerçeği bilmiyorlar” diyerek onlar için dualar etti. Atalarımız, fakir, yoksul ve kimsesiz insanlar için vakıflar, yardımlaşma kurumları kurdular, darülacezeler açtılar. Yardım etmek elbette soylu bir davranış. Ama yardım etmenin de bir yolu yordamı var bizim geleneğimizde. Yapılan yardımı başa kakmak, yardım edilenin onurunu kırmak nasıl da çirkin bir davranış… Atalarımızın, “sağ elin verdiğini sol el bilmesin” tarzındaki öğüdü bu konuda bize en güzel yolu göstermektedir. Niçin yardım ediyoruz? Desinler için mi? Yoksa Allah rızası için mi? Önemli olan bu. Medeniyetimizde yardım edilenin onurunu kırmamak için yardımların gizliden verildiğini, fakir insanların kapılarının kimse görülmeden çalındığını biliyor, okuyoruz. Atalarımız, yardımın yalnızca Allah’ın rızası doğrultusunda verildiğinde bir anlam taşıyacağını biliyorlardı. Günümüzde pek çok yardımlaşma kurumu var. Bu kurumlar, ihtiyaç sahibi insanlarla yardım etmek isteyen insanları bir araya getiriyorlar. Allah rızasını amaçlayanlar yanında, bu kurumlarda da “gösteriş” ve “reklâm”ı öne çıkaranlar olabilir. Bizler, özellikle kendimizden sorumluyuz. İnsanlara maddî ya da manevî anlamda ne derece yardım ediyoruz? Yardım etmenin pek çok yolu yordamı var: Bir hastayı ziyaret, bir fakire sadaka, bir güler yüz, bir hatır sorma… Elimizdeki imkânlar ölçüsünde yardımda bulunma. Zekâtla, sadaka ile fakir ve yoksul insanlarla aramızda sıcak köprüler kurma. “Allah için yardım”ı amaçlayan insanlar olarak bu sıcak köprüleri kurmak durumundayız. İnsanlara iyilik etmenin, onlara yardımda bulunmanın dinî, toplumsal bir sorumluluk olduğunu unutmadan, atalarımızın “iyiliğe iyilik her kişinin, kötülüğe iyilik er kişinin kârı”dır sözü doğrultusunda yüreklerimizi yardımlaşmanın sıcaklığıyla dolduralım. Yardım etme güzel bir ahlâk, insanî bir adımdır. Bu duygu, yardım edildiğince gelişen, gitgide büyüyen bir halkadır, paylaşıldıkça artan bir değerdir. Bu değeri hayatımızın her anında canlı ve sıcak tutmaya var mıyız? 37 Sert tahtaya paslı çivi çakılmaz! Islak odun kolay kolay yakılmaz. Kemâlat olur mu kem âlât ile, “Çürük merdivenle dama çıkılmaz!”(R.Kaymaz) KEM ÂLÂT İLE KEMÂLAT İnsan diğer varlıklardan üstün bir biçimde yaratılmıştır. İnsanoğlu, bu nedenle düşünmüş, konuşmuş, yorumlamış, üretmiş, maddî ve manevî alanda büyük gelişmelere imza atmış, medeniyetler kurmuştur. Her insan kapasitesi ölçüsünde hayata ve olaylara yine kendi bakış açısından baka gelmiştir. Yeteneğiyle ilgisi, yaptığı işe yansır insanın. İş; orta, iyi, güzel, mükemmel gibi şekillerde ortaya çıkar. Yetenek ve ilgi yanında, birikim ve tecrübe de insanın ürettiği düşünceyi, işi, sanatı etkiler. Çevremizde güzel düşünceler, işler, ürünler üreten insanları hep takdirle anarız, onlara benzemek isteriz. Onları örnek alırız. Onlar bizim için birer model olurlar. Başarılı bir yazar, şair, iyi bir usta, üstün bir sanatçı... Bütün bu insanların başarılı olmalarında; yetenek ve birikim yanında, kullandıkları metot ya da malzemenin de önemli bir yeri vardır. Bir sanatçının kullandığı araç, malzeme, eseri hem görsel hem de nitelik açısından zenginleştirir. Günümüzün teknik, ekonomik şartları önceki yıllara, yüzyıllara oranla çok daha kolaylıklar getirmiştir. Günlerce insan gücü harcanarak ortaya konulan bir inşaat, günümüzde gelişen alet ve araçlarla, çok daha kısa bir sürede, hem de çok daha iyi, güzel ve sağlam bir biçimde yapılabilmektedir. Kalitesiz ve eksik malzemeyle yapılan nice inşaatların depremlerde nasıl da yerle bir olduğunu üzülerek gördük çok kereler. Kaliteli malzeme, kaliteli işçilikle birlikte bir sanata dönüşür. Atalarımız, ses benzerliğinin kulaklarda oluşturduğu ahenkle “Kem âlât ile kemâlât olmaz” demişler. Kötü aletlerle güzel, olgun işler yapılamaz. Kötü ve kalitesiz malzeme, çok başarılı bir ustayı bile mahcup edebilir. Kem âlât sözünü, kötü, çirkin, kaba, yanlış düşünce, malzeme, metot yerine de kullanmak mümkün. Kötü düşüncelerle nasıl iyiliğe ulaşılabilir. Çirkin hareketlerden güzel davranışlar beklemek mümkün müdür. Yanlış metotlar bizi başarılı sonuçlara elbette götürmez. Yanlış ve eksik bilgi bizi yolda bırakır. Yanlış sonuçlara, çıkmaz sokaklara götürür. Dinî bilgilerimizdeki eksiklikler, tutarsızlıklar, inancımızı yaralar. Bütün bunlar bizlere şu atasözünü de hatırlatır: Yanlış pusulayla hedefe varılmaz. Pusulası bozuk bir gemi, sahil-i selamete nasıl ulaşabilir. İnancımız; iyi, güzel ve doğru hedeflere varmada; yine iyi, güzel ve doğru yolları tercih etmemizi önerir. Kötüden, çirkinden, haramdan uzak durmamızı emreder. İçkiyle, kumarla, günahla yola çıkanın varacağı nokta neresidir. Kemâlât olgunluğu ifade eder. İnsan-ı kâmil olgun insan demektir. Olgunluğa; kemlikle, yani kötü araçlarla, yanlış ve eksik bilgilerle, zararlı düşüncelerle, kinle, düşmanlıkla varılamaz. Güzel huylar, davranışlar, sözler, düşüncelerle olgunlaşır insan. Olgunluğun karşıtı; hamlık, kabalık, gelişmemişlik, cahillik, edepsizlik... Olgunlaşmak, kâmil insanlardan mı olmak istiyoruz. Yol belli, metot açık. Kemliği, hamlığı, yanlışı, çirkinliği değil, olgunluğu, doğruyu, güzelliği tercih etmek, ardından bu tercih istikametinde yaşama arzusu... Kendimizi, çevremizi bu anlamda sağlıklı bir biçimde değerlendirme ihtiyacımız var. Kem âlâtlarımızı atıp, yerine güzellerini koymamız şart. Yanlış bilgilerimizi düzeltmek, eksiklerimizi tamamlamak zorundayız. Kötü arkadaşlarımızı iyiliklerle tanıştırmalıyız. Yanlış pusulamızı bir an önce tamir ettirmeliyiz. Bizi cehenneme taşıyacağını bildiğimiz günah ve çirkinliklerden uzaklaşıp cennetin aydınlık yoluna koyulmalıyız. Kem âlatlarımızı tamir ederek ya da devre dışı bırakarak, kemâlât yoluna ancak ve ancak güzelliklerle, iyiliklerle varılabileceğini hiç mi hiç unutmamalıyız. 38 Nere gitsen gölgen seninle gider, Ne eksen toprağa, yine o biter. Ne yapsan yanına kâr kalır sanma, “Herkes ne ederse kendine eder!”(R.Kaymaz) NE EKERSEN İnsan en şerefli varlık olarak yaratılmıştır. İnanmak, düşünmek, görev ve sorumluluk gibi özellikler onu hayvanlardan ayırır. İnsan inanmalı, inancını yaşamalı, düşünmeli, görev ve sorumluluklarını yerine getirmeli. Söz ve hareketlerine dikkat etmeli, davranışlarını Yaratıcı’nın rızası dâhilinde düzenlemeli. Yaptığı her hareketin karşılığını er geç göreceğini hiç mi hiç unutmamalı. Toplum hayatı, güzel söz ve davranışlarla güzelleşir, mutluluğa dönüşür. Yaptığımız hareketler bizim toplumumuzdaki yerimizi şöyle ya da böyle belirler. Çirkin sözlerimiz ve davranışlarımız toplum aynasından tekrar bize yansır. Aynada kendimizi görürüz. Kendimizi değiştirdikçe aynada görüntümüz de değişir. Nasıl görünmek istiyoruz: Takdir mi görmek istiyor yoksa, “yazıklar olsun!” denilen bir kişi mi olmak istiyoruz. Hareketlerimizden, diğer insanlara karşı davranışlarımızdan hesaba çekileceğimiz bir gerçek. Sevgili Peygamberimiz, “İnsanların en hayırlısı insanlara en hayırlı olanıdır.”diyor. Ya insanlara yararlı olmayanlar! Atalarımız, yaptığımız davranışların zamanla bize döneceğini hatırlatır: “Ne ekersen onu biçersin.”, “ Ne doğrarsan aşına o gelir kaşığına.”, “Herkes ne ederse kendine eder.” Ekilen her tohum kendi fidanıyla boy gösterir. Büyür, meyve verir. Elma fidanı armut ağacına dönüşmez. “Men dakka dukka.”eden bulur anlamında bir Arap atasözü olarak bizim kültürümüzde de sıkça kullanılır. İnancımız, zerre kadar da olsa her hareketin mutlaka hesabının verileceğini bildirir. Hayır ya da şer, her davranışın bir faturası olacaktır. Toplumumuzda kimi insanlar, bencilce davranışlarla, diğer insanların haklarını çiğner, onlara zulmederler. Kendilerini haklı görerek, elde ettiklerini kâr sayarlar. Bu tür davranışlardan rahatsızlık duymaz, bunlardan da sorulacaklarına inanmazlar. Konuyu önemsemezler. Bizler Cenab-ı Hakk’ın âdil-i Mutlak olduğuna inanırız. O, zulmetmez, zulmedenleri sevmez. Bizim de adil olmamızı öğütler. Toplumu inciten, gönül kıran, hak ölçüsünden ayrılan insanların çoğu zaman yaptıklarının karşılığını bu dünyada da gördüklerine şahit oluruz. Çirkin, yersiz davranışları, haram helâl demeden kazanılan haksız kazançları kâr olarak görmek mümkün mü? Dikilen dikenin güle dönüştüğü görülmüş mü? Dikene benzetebileceğimiz çirkin söz ve davranışlarımız, kendimizi eğitmekle, tövbe edip davranışlarımızı ibadetlerle güzelleştirdiğimiz ölçüde güle dönüşebilir ancak. Dikeni güle dönüştürmenin yolu: İnancımızın bizi cennet ve ebedî mutluluğa hazırlayan öğütlerine kulak vermek, bu ilkeleri elimizden geldiğince hayatımıza yansıtabilmek. Cennete lâyık davranışlarla bu dünyada da öbür dünyada da mutluluğa adım adım yürümek. Hangimiz bu yolda yürümeyi istemeyiz! 39 “Önce selâm, sonra kelâm.” ÖNCE SELÂM Toplum halinde yaşayan insan, yaşadığı toplumun; âdet, anane, dil, inanç, kültür gibi değerlerini dikkate alarak yaşamak durumundadır. Çünkü toplum, belirli ortak değerleri benimseyen, onları hayatlarına yansıtan insan topluluğudur. Ortak kültürel değerler, ortak bir yaşama biçimi oluşturur. Bu ortak değerlere aykırı davranan insan, kendi toplumuna yabancılaşır. Ortak değerler benimsendikçe ve yaşandıkça gelişir. Bu değerler, toplumun bütün insanlarını bir arada, birlik ve beraberlik içinde huzurlu ve mutlu bir biçimde yaşatır. Toplumda yaşayan insanların bu ortak değerlerle hep birlikte yaşayabilmeleri için kendi aralarında ciddî, samimî, sağlam köprüler oluşturmaları ve sağlıklı bir iletişim kurmaları gerekir. Bu iletişimin ilk basamağı selâmlaşmaktır. Selâm, insanlar arasında kurulacak iletişimde önemli bir adımdır. Selâm, iletişim köprüsünün ilk halkasıdır. Sevginin, dostluğun harcı, olmazsa olmazıdır. Okulda, çarşıda, pazarda, camide, selâmla kurulan yakınlık, dostluğa, kardeşliğe dönüşür. Aynı apartmanda yaşayan, aynı kurumda görev yapan kimi insanların birbirlerine selâm vermeden, iyi günler, iyi akşamlar, iyi görevler dilemeden, merhaba demeden yaşadığı ne yazık ki bir gerçek. Apartmanı paylaşan, birkaç dakika da olsa bir asansörde selâmsız, sabahsız birbiriyle selamlaşmayan asık suratlar, insanlara tebessüm etmenin, güle yüzlü davranmanın bir ibadet olduğunu bilmiyorlar mı? Selâm vermek, “selâmünaleyküm, merhaba” demek güler yüzün, iyi niyetin kelimelerle bir ifadesidir aynı zamanda. Selâmdan uzak böylesi insanlardan oluşan bir toplum, sağlıklı bir iletişimi kuramaz ve birlikte yaşamanın mutluluğunu hakkıyla yaşayamaz. Sevgili Peygamberimiz, insanların birbirini sevmesinin, birbiriyle kaynaşmasının reçetesini şöyle veriyor: "İman etmedikçe Cennete giremezsiniz: birbirinizi sevmedikçe, olgun bir îmana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız!..." (Müslim, İman, 93). Bir sahabi Hz. Peygamber (s.a.s)'e: "İslâm’ın hangi işi daha hayırlıdır" diye sorduğunda, Allah Resulü şöyle buyurmuştur: "Yemek yedirmen, tanıdığına ve tanımadığına selâm vermendir." (Buharî, İman, 6- 20). Peygamber Efendimiz yanında büyüttüğü Enes (r.a)'e şöyle buyurmuştur: "Oğlum! Ailenin yanına girdiğinde selâm ver ki, sana ve ev halkına bereket olsun" (Tirmizî, İstizân, 20). Birbirimizi sevmek inancımızın gereği. Birbirimiz için iyi ve güzel şeyler dilemek görevimiz. Birbirimizi sevmenin, sevememe hastalığının en önemli reçetesi ise selâm. Selâmı vermek sevmeye; selâmı yaymak, selâmlaşmak, sevgiyi topluma yaymaya vesile olur. Selâmlaşan iki insan arasında; sevgi, saygı, kaynaşma canlanır ve büyür. Bir selâm, bir güler yüz, iletişimin altın anahtarı olur. Selâm, konuşmanın önünü açar: “önce selâm” verilir “sonra kelâm”a, söze geçilir. Atalarımız “önce selâm, sonra kelâm” demiyorlar mı? Hâl hatır sorulur, iltifat edilir, sohbetler yapılır. İnsanlar birbirini daha yakından tanır, ortak zevkler, duygular, fikirler ortaya çıkar. Sıcak dostluklar kurulur. Konuşarak anlaşılır. Ortak noktalarda buluşulur. Ya da farklı fikirlere, zevklere tahammül etmeye alışılır. Hoşgörü yaygınlaşır. Konuşa konuşa iletişimin sıcak yüzü, yüreğimizi ısıtır. Dostluk, kardeşlik, birlik ve beraberlik duyguları toplumu kuşatır. Dünyevî hiçbir kaygı gütmeden, belki hiç de tanımadığımız bir insana “Allah’ın selâmı üzerinize olsun!”demek, ne güzel bir dilek, ne güzel bir duadır! İnsan verdiği selâmla, verilen insana bir adım daha yaklaşır. Alınan selâmla, bir adım daha atılır dostluğa, kardeşliğe. Yüzler tebessümle daha bir güzelleşir. Gönüllerde sevgi çiçekleri açar. Günümüz insanı, yoğun bir tempo ile yaşıyor. Selâma, konuşmaya, hatır sormaya, ziyarete gitmeye nedense pek vakit ayıramıyor. Selâmın insanî ve İslâmî bir görev olduğunu unutuyor, ya da önemsemiyor. Böylece dostluğun sıcak ortamını yakalayamıyor. Daha bireysel bir yaşayışı tercih ediyor. Bencilleşiyor. Paylaşmayı bilmiyor. Daha az konuşuyor, dertleşiyor. Mutlulukların paylaşıldıkça artacağını, dert ve sıkıntıların ise azalacağını gerçeğinin farkına varamıyor. Bu durum, onu strese, sıkıntıya sokuyor, sinirli, çekilmez bir hale getiriyor. Kendisiyle barışık olmadığı için, yalnızca kendisine, ailesine değil, çevresine de, etrafına da hep sıkıntı veriyor. Bu olumsuz tabloyu sağlıklı kılacak şifre; selâmdır. Selâm, sevgi, saygı ve insanlığın anahtarıdır. İnsanı insana yakınlaştıran, sevdiren, saydıran, anlaştıran iletişimin iki hecelik adı; selâm. Bu şifre, bu anahtar, bu dilek, ilişkilerimizi ısıtacak, dostluk, kardeşlik kapılarını açacak, bizi daha olgunlaştıracak ve mutlu bir insan kılacaktır. 40 İnsanın önünde; sevinç, dert, keder… Hayat bu: Doğumdan sonsuza gider. Başarmak mutluluk, Allah resulü: Diyor ki: “Sabreden zafere erer.” (R.Kaymaz) SABREDEN DERVİŞ... İnsan yaşadığı toplumda bin bir türlü olayla, insanla karşılaşır. İyiliklerle, çirkinliklerle karşılaştığında onlara; olumlu, olumsuz tepkiler gösterir, üzülür, kızar, sevinir, mutlu olur. Çevremizdeki insanlara ve olaylara bakışımız, tepkilerimizi belirler. Aldığımız terbiye ve eğitim, düşüncelerimiz, hayata bakışımız bu tepkimizin ölçüsünü ve biçimini artırır, eksiltir. Düşünce ve duygu dünyamıza uymayan her söz ve davranış bizi kızdırır, üzer. Tepkimiz, söz, davranış ve hâl dilimizle belirir. Çoğu kez de bu tepkimizin dozunu ayarlayamayız. Kızdığımız her söz ve davranışta haklı olup olmadığımızın hesabını da yapmayız. Ne ki bizim istediğimizin dışında şekillenmiştir, o yanlıştır, kötüdür! Aslında tepkimizi gösterdiğimiz insanlara zaman zaman haksızlık ettiğimizi de düşünürüz. Ne yapalım, tepkilerimizi her zaman olumlu bir biçimde göstermek elbette kolay değil! Bu noktada en önemli adım; şüphesiz sabırdır. Sözün arkasını, davranışın nedenini düşünmeden aceleci bir tavırla hemen tepki göstermek çok kolay. Öfkemizi sınırlamak, insanlara Müslüman’a yakışan olgun bir tavırla cevap vermek ve tepkimizi göstermek zor. Ama önemli olan da bu. Günümüz insanı çok sabırsız, tahammülsüz. Açlık, sıkıntı, hastalık, sabırsızlığımızla daha bir büyüyor. Önü alınamaz stres ve problemlere dönüşüyor. Bizi Yaratan’ın; her sıkıntının, problemin, hastalığın reçetesini, dermanını, çaresini verdiğine inanırız bir mümin olarak. Sıkıntıların da bir sınav olduğuna... Sevgili Peygamberimiz, sıkıntılara sabretmenin önemini “sabreden zafere erer” sözüyle vurgular, sabrı öğütler. Sabırla yollar, dağlar aşılır. Hayatın sıkıntıları onunla azalır. Hayata bakışımız onunla bir anlam kazanır. Bir sanat sabırla öğrenilir, kazanılır. Başarıya sabırla ulaşılır. Emekler onunla üretime dönüşür. Büyük eserler, mimari yapılar, buluşlar, müesseseler, büyük projeler sabırlı bir çalışmanın ürünüdür. Bilimsel bir çalışma yıllarca süren araştırmalarla sonuçlanabilir. Kültür, bilim ve sanatta önemli adımlar ancak sabırla atılabilir. Mimar Sinan, yüzlerce eserini sabırla şekillendirmişti. Yunus Emre, ilahi aşk yolunda mısralarını sabırla oluşturdu. Mevlana, yirmi altı bin beyitlik mesnevisini yine sabırla kaleme aldı. Kolayca elde edilebilen değerler kısa bir sürede kaybolur, unutulur. Ama sabırla, azimle yürütülen işler kesintiye uğramaz, kazanılan bilgiler kolay kolay unutulmaz. Bu nedenle bir işin değeri, ona verilen emek ölçüsündedir. Sabırla üretilen iş, eser, önemli bir değeri ifade eder. Atalarımız bizi olgunlaştıran sabra “sabreden derviş muradına ermiş” diyerek dikkatimizi çekiyor. Hedefe ancak sabırla varılabileceğini öğütlüyor. Sınavda başarı, sabırla çalışmakla elde edilir. Başlanılan bir iş sabırsızlıkla kesintiye uğrar. O halde sabır; başarının, olgunluğun, dolayısıyla mutluluğun olmazsa olmaz şartı... Sabır Hazreti Eyüp’ü çağrıştırır hepimize. “Eyüp sabrı” bizler için bir örnek. Sıkıntılarımızı sabırla aşabiliriz. Acılara sabırla tahammül edebiliriz. Büyük insanlar, İslam büyükleri, mutasavvıflar zorluklara göğüs gerdiler. Alay edildiler, taşlandılar; ama yılmadılar. Doğru bilgileri yolda sabırla yürüdüler. Sevgili Peygamberimiz bu konuda bizler için büyük bir örnek. O sabırla cehalet içinde kıvranan insanlara yol gösterdi, sabretti. İlk Müslümanların çektikleri sıkıntıları İslâm tarihinden okuyoruz. Onlar da sabrettiler. Sabırları zulmün ateşini söndürdü. Anneler, dokuz ay yavrusunu karnında taşıyarak çocuğuna gösterdiği sevgiyi sabırla iç içe ölümüne kadar yüreğinde yaşatır. Sabır, sabır, sabır... Sabır bizim için ne ifade ediyor? Sabır kavramını doğru bir biçimde algılayabiliyor muyuz? Bir iş üretmede, zorlukları aşmada, pısırıklığımızı, tembelliğimizi sabırla ilişkilendirmek yanlış. Yapmamız gerekenleri yapmadan “ne yapayım sabrediyorum” diyerek kendimizi sorumluluktan kurtaramayız. Sabır, zorluğa karşı bir duruşu ve ardından iyiye doğru bir yürüyüşü ifade eder. Hayat bir sınav. Bu sınava sabırla hazırlanmak gerek. Sınavı başarmak ve mutluluğu yakalamak yine sabırla mümkün. Sabredelim, zafere erelim. Sabredelim, muradımıza erelim. 41 “Sevelim, sevilelim, Dünyaya kimseye kalmaz.” SEVELİM SEVİLELİM Hayat sevinç ve mutluluklarla iç içe devam ediyor. Dünya denilen bu mekanda en güzel ve mutlu biçimde yaşamaya çalışıyor insan. Hayatı insanî değerlerle birlikte anlamlı, yararlı kılmak da bir sorumluluk aynı zamanda. Yaratıcı insanı, herhangi bir canlı olarak değil, insan olarak yarattı. Onu bütün kâinatın en değerli varlığı, eşrefi mahlûk olarak dünyaya gönderdi. Bitki, hayvanlardan ayrı olarak pek çok görev ve sorumlulukları da üstlendi insan. İyiyi kötüden, güzeli çirkinden, eğriyi doğrudan ayırabilme melekesiyle düşündü, yorumladı, üretti, takdir etti. Tercihini cüzi iradesini de kullanarak ortaya koydu. Her insan hayata maddî ve manevî birikimleriyle birlikte bakar. Hayatı o açıdan yorumlar. Kendine bir yol çizer. Çevremiz, hayatı çok farklı biçimlerde algılayan insanlarla dolu. Herkes hayat için farklı tariflerde, tanımlarda bulunuyor. Alınana eğitim, düşünce dünyası bu tanımları farklılaştırıyor. Bütün bu tanımlar ortak bir tanımda buluşuyor. Hayat bir sınav. Aşılması, kazanılması, başarı ve mutluluğa dönüştürülmesi gereken bir süre. Hayatın pek çok farklı boyutu var. Hayatın merkezindeki insanın maddî, manevî değerleriyle bu boyut derinleşiyor ya da sığlaşıyor. Hayatı yalnızca yeme, içme, eğlenme biçiminde algılayan insan için hayat bir eğlence yeri. Kimi insanlar için hayat bir mücadele. Bu mücadeleyi kazanmak için adeta her şey mubah… Hayat elbette bir mücadele yeri. İnsanın maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamak zorunda olduğu bir mekân. Ama bu mücadelenin, yeme, içme, eğlenmenin içini doğru biçimde doldurmak gerektiğini unutmayalım. Hayat bir mücadele diyerek, diğer insanları ezen, onların haklarını gasp eden bir insan hayatın mücadele yönünü doğru olarak algılayamamıştır. Yeme, içme, beslenme gibi maddî ihtiyaçların giderilmesini hayatın amacı noktasına taşımak hayatı bu ihtiyaçlarla eşitlemek, hayatın manevî yönünü görmezden gelmek doğru bir yaklaşım mıdır? Hayat nasıl yaşanacak? Hayatın ne olduğu, hangi sınırlar ölçüsünde yaşanılması gerektiğini bizi Yaratan Kur’an-ı Kerim’inde belirtmiştir. Bu kuralları, ölçüleri sevgili Peygamberimiz hayatında uygulamış ve bizlere örnek olagelmiştir. Hayat insanî değerlerle birlikte Hakkın rızası doğrultusunda yaşanacaktır. Hayatın ne olduğu, Görev, sorumluluk, yol, bakış, belli ve açıktır. Hayatın da insanın da fânî olduğu bir gerçek. Önemli olan bu faniliği bakî duygularla besleyerek, onu ebedîleştirebilmek. Hayatı ebedîleştirebilmenin en önemli bir kuralı sevgiyle dolu olmaktır. Bütün yaratılmışları Allah için sevmek, onlara sevgiyle karşılık vermek. Sevgiyle yoğrulmak, sevgiyle doğrulmak… “Sevelim, sevilelim.”diyor bir büyük şair. Arkasından ekliyor:”Dünya kimseye kalmaz!” Dünya bir değirmen gibi dönüyor. Gelen gidiyor, giden geri dönmüyor. Geride kalan yalnızca güzel işler, güzel hatıralar, sevgiler… Dünyalara sığmayan Firavunlar, krallardan bugün ne kaldı geriye? Dünya denilen istasyonda bir süre bekleyen yolcular aslî makamlarına uğurlanıyorlar. Şairin dediği gibi: Artık demir almak günü gelmişse zamandan Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden Çok seneler geçti dönen yok seferinden Biz de bir gün, belki hiç beklemediğimiz bir zamanda ölüm yolculuğuna çıkacağız. Tabut denilen ata bindirilip, öte dünyaya uğurlanacağız. Önemli olan ölümle noktalanan bu dünya hayatımızı ölümsüzleştirebilmek. Arkamızdan rahmetle anılmak. Sevmek, ölümsüz bir duygu. Sevgi ölümsüzlük. Allah’ı seven elbette ölmez. Şehitler, Allah aşkı ve sevgisiyle canlarını verirler, ölümsüzleşirler. Şehitler ölmez. Allah’ı seven, O’na inanan ölümsüz cennetle ödüllendirilir. “Sevelim, sevilelim.” Ölümsüzleşelim. Kin ve düşmanlıklarla, kıskançlıklarla yaşanamaz noktalara getirilmeye çalışılan dünyamıza sevgi tohumları ekelim. Sevgiyle sulayalım onları. Allah sevgisiyle, insanlara el uzatalım. Okullar, camiler, çeşmeler, vakıflar, aş evleri… Bütün bunlar sevgiyle açılan hayır kapıları.Onun sevgisiyle yaşatılan hizmet birimleri.Sevgi kurumları. 42 Hayat sevgiyle bir anlam kazanır. Çocuk sevgiyle büyür. Fidan sevgiyle çınara dönüşür. Başarı sevgiye, mutluluğa… Allah sevgiyle kâinatı yarattı. Bize yolumuzu aydınlatmak üzere peygamberler gönderdi. Bizi sevgiyle donattı. Gönül sarayımıza sevgi sultanını oturttu. Yüreklerimizde O’nun sevgisi. Hayatımızı O’nun sevgisiyle aydınlatmak ne güzel! O’nu ve yarattığı bütün varlıkları sevelim. Sevelim, sevilelim. Sevilmek de sevmek kadar güzel. Sevilmek bir mutluluk aynı zamanda. Dünya madem kimseye kalmıyor. Genç, ihtiyar, zengin, fakir, sultan, köle her insan mezara doğru akıyor. Ölüme doğru akan bu ırmağı ölümsüzlük şelâlesine dönüştürmek elimizde. “Sevelim, sevilelim!” “Dünya kimseye kalmaz!” 43 Sakın ha boş söze sarılmayasın! Geveze namıyla anılmayasın. “Çok söyleyen çok yanılır.” demişler, Yerinde konuş ki yanılmayasın! (R.Kaymaz) YA HAYIR SÖYLE, YA SUS! İnsan, en şerefli bir varlık olarak yaratılmıştır. Yaratıcımız, bu nedenle her zaman insana yakışan bir biçimde yaşamamızı emreder. Duygu, düşünce, sosyal ilişkiler, toplum halinde yaşama, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluk taşımamızı da gerekli kılar. Yüce Kitabımız, toplumda insanca yaşamamız için gerekli şartları ve özellikleri sıralar. Hayatımızı anlamlandırmak için bize kılavuzluk eder. Nasıl düşünmemiz, nasıl davranmamız gerektiğini ondan öğreniriz. Ona uyduğumuz ölçüde mutlu ve başarılı olacağımızı biliriz. Bir olay karşısında tepkimizi yine onun ışığında belirlemeye çalışırız. Çalışmamız, uyumamız, konuşmamız, insanlarla iletişimimiz… Hayatımızın her dönemine ilişkin bu ilâhî emir ve öğütlere uyduğumuz ölçüde olgunlaşırız. Yaratıcımızın rızası ölçüsünde “hayırlı” insanlardan oluruz. Bu öğütler nelerdir? Bu konuda ilk kaynak, şüphesiz Yüce Kitabımızdır. Sevgili Peygamberimizin örnek hayatı da kutlu sözleri de, yaşantımızda bize yol gösterir, ders alacağımız örnekleri oluşturur. Davranışlarımız yanında, konuşmalarımıza, sözlerimize de dikkat etmek durumundayız. Ne zaman konuşmalı? Nasıl konuşmalı? Nerede susmalı? Bunu, çoğu kez, olaylar ve davranışlarımız belirler. Sevgili Peygamberimizin temel bir ölçü olarak bizlere öğütlediği bir sözünü unutmamak durumundayız: “Ya hayır söyle, ya sus!” Atalarımız, "Söz gümüşse, sükût altındır" diyerek bizlere yeri geldiği zaman konuşmamızı tavsiye ediyorlar. Konuşmalarımız; bir işe yaramalı, güzel duyguları, doğru düşünceleri yansıtmalı. Yapıcı, ders verici, gönül alıcı, arabulucu, yararlı, yol gösterici olmalı. Kısacası “hayır”lı olmalı. Duygu ve düşüncelerimizi konuşmalarımızla aktarırken, sözlerimiz bu özellikleri taşımalı. Kırıcı olmak, çirkin ve kaba sözlerle karşılık vermek, gıybet etmek, söz taşımak, gevezelik etmek, nerede, nasıl konuşulacağını bilememek, insan için önemli kusurlardandır. Başta kendi sözlerimize olmak üzere, çevremizdeki insanların; yolda, toplu taşım araçlarında, işyerlerinde, spor karşılaşmalarında, okulda kendi aralarındaki konuşmalara bir dikkat edelim. Neler görürüz, neler duyarız? Çoğunu onaylayamayacağımız; yanlış, çirkin, kaba sözler… Ağızlara yakışmayan bu sözler niçin sarf edilir? Niçin boş, kırıcı sözlerle çok kıymetli zaman yerinde kullanılmaz, çar çur edilir? Susmak gereken yerde konuşularak problemler niçin büyütülür, çirkinlikler yayılır, kalpler kırılır? Sözümüzün nereye varacağını düşünmeliyiz de. Sözümüz, nasıl bir tepki uyandıracak? Yapıcı mı, kırıcı mı olacak? Sevgi ve dostluk köprülerini kuracak mı yıkacak mı sözlerimiz? "Dilin cirmi küçük, cürmü büyüktür” diyor atalarımız. Söylediğimiz sözler; anlamı, söyleniş biçimi, yerli yersiz söylenmesiyle, zaman zaman yanlış anlaşılmasıyla bizi zor durumlarda bırakabilir. Sözlerimiz, iyilik ve güzellik adına bir işe yaramalı. Atalarımızın “İki ölç, bir biç!”, “İki dinle bir söyle!”öğütleri unutulmamalı. Düşünmeden yaptığımız konuşmalar, bizi geri dönülmez pişmanlıklara da düşürebilir. "Atılan ok geri dönmez" atasözünde belirtildiği gibi, söylediğimiz sözlerden pişman olarak, özür dilemek gerekebilir. Çoğu zaman, yaptığımız hatanın karşılığı olmamakta, bizi utandırmaktadır, ama artık iş işten geçmiş, ok bir kere yaydan çıkmıştır. Kırılan bir kalbin onarılması ne kadar zordur! Özür dilemelerle kırgınlığı silmek kolay değil. Bu açıdan "Dilin kemiği yok" sözünü hatırımızdan çıkarmayarak konuşmalıyız. Akla gelen her söz düşünülmeden söylenmemeli elbette. Söylediği sözler sebebiyle başlarına büyük sıkıntılar gelen nice insanlar vardır. Düşünmeden söylediği sözler sebebiyle, hayatını kaybeden insanların halini atalarımız, "Bülbülün çektiği dili belasıdır" diyerek ifade etmişlerdir. Bize verilen bütün nimetler, yetenekler, değerler gibi ağzımız, dilimiz, sözlerimiz de, iyi, güzel ve doğruyu söylemek için bize verilen bir emanettir. Bu nedenle onu yerinde, istenildiği biçimde, israf etmeden kullanmak bilincini içimize yerleştirmeliyiz. “Sözüne dikkat et, “söz baş yitirir.” Güzel konuş, bil ki: “Söz iş bitirir.” “Dilin cirmi küçük, cürmü büyüktür.” Kavgayı başlatır, savaş bitirir.” 44 “Söz var iş bitirir, söz var baş yitirir”, “söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı” diyen atalarımız; sözün, konuşmanın, yeri geldiğinde susmanın ölçülerini inancımızdan alarak günümüze kadar taşımışlardır. Yaşadığımız hayatta elbette, duygu ve düşüncelerimizi, isteklerimizi belirtmek durumundayız. Atalarımızın dediği gibi, “İnsanlar, konuşa konuşa anlaşır.” Ancak yerinde ve zamanında konuşmak şartıyla. 45 Elif okuduk ötürü, Pazar eyledik götürü, Yaratılmışı hoş gör, Yaratandan ötürü. Yunus Emre YARATANDAN ÖTÜRÜ İnsan, doğumla birlikte bu dünyaya adımını atar. Anne ve babasının mutluluğuyla hayata “merhaba” der. Günler, haftalar, aylar… Çocuk, ailenin sevgi çiçeği halinde büyür, emekler, yürür. Dünya denilen mekânda, başarılı ve mutlu biçimde yaşamak için. Yıllar geçer, çevresiyle tanışır. Onun için hayat, toplumsal yönüyle öne çıkmaya başlar. Allah, insanı sosyal bir varlık olarak yaratmıştır. Bir toplum içerisinde insanî değerlerle birlikte insan olmanın görev ve sorumluluklarıyla iç içe yaşar insan. Dünyanın düzeni böyle kurulmuş: Her doğan, bu düzenin yeni bir bireyi olarak hayata katılır. Toplumsal kurallarla tanışır. Yaratıcının emir ve yasakları, onun hayatını düzenlemesinde ona kılavuzluk eder. Ya da çeşitli nedenlerle ilahî çağrıya yüreğini kapatır, hevâ ve hevesleriyle hayatını yaşar (!) Hayat, insanın duygu, düşünce ve davranışlarıyla bir anlam kazanır. Başarı ve mutluluğun paylaşıldığı, ebedî hayata hazırlanıldığı bu süre, ne yazık ki kimi insanlarca “sorumsuzca yaşanılacak bir zaman dilimi” biçiminde algılanır. Bu yanlış anlayışla bu sürenin içi doldurulmaya çalışılır. Toplum halinde yaşayan insan, ilahî ve toplumsal kurallara uyduğu sürece sosyalleşir, başarıyı yakalar, mutluluğu tadar. Bizleri yaratan, mutluluğumuz için rehberler, kılavuzlar göndermiştir. Peygamberler ve kutsal kitaplar, ilahî emir ve yasaklar yolumuzu bu anlamda aydınlatan ışıklardır. Bu ışıklarla birlikte, toplum hayatımızda mutlu olmak için reçeteler de sunulmuştur. Bu reçetelerden biri de hoşgörülü olmaktır. Hoşgörü penceresinden hayata, insanlara bakmak… İnsana saygı ve sevgi duymak. Bütün varlıkları Yaratıcının eseri olarak görmek ve Yunus Emre gibi: “Yaratılmışı hoş gör/Yaratandan ötürü .” demek. Hoşgörüyü ilke edinmek. Çevremizdeki insanların söz ve davranışlarını, kendi duygu ve düşüncelerimizle değerlendiririz. Beğendiklerimizi onaylarız, takdir eder, alkışlarız. Beğenmediğimiz söz ve davranışlara da tepkilerimizi gösteririz. Ama nasıl ve hangi boyutta?. Bu tepkilerimizin saygı, sevgi ve hoşgörü çerçevesinde ortaya çıkması önemli. Tepkilerimiz, hoşgörülü yaklaşımla kırıcı olmaktan çıkar, yapıcı bir hüviyet kazanır. Bu yaklaşım, bizim gibi düşünmeyen, davranmayan insanlara tahammül etme alışkanlığını da kazanmamıza katkı sağlar. Herkes bizim gibi düşünmek zorunda da değil ayrıca. Bunu da fark ederiz. Zaman zaman, “Onların yerinde olsaydım, ben de öyle davranırdım?”, “Davranışı pek de yanlış değil hani!” gibi düşüncelere kapıldığımız da olur. Hoşgörüyle, bencil yanımızı paylaşımcı olmaya çeviririz. Paylaşmayı öğreniriz. “Acılar paylaştıkça azalır, sevgiler paylaştıkça artar.” gerçeğini fark ederiz. Paylaşırız, rahatlarız, mutlu oluruz. Hayat, ona nasıl bakıyorsak bize öyle görünür. Olumsuz, hırçın, mutsuz, bencil bakış bizi mutsuzluğa sürükler. Hayata olumlu ve hoşgörülü baktığımız ölçüde mutluluğu doyasıya tadarız. Birlikte yaşıyoruz. Akrabalarımız, iş arkadaşlarımız, komşularımız... İstesek de istemesek de birlikte görev yaptığımız insanlar var. Bu insanlarla aynı iş yerini, aynı dünyayı paylaşmak zorundayız. İşin, hayatın gerçeği bu! Bu noktada hoşgörü, tahammül ve saygıya sığınmak durumundayız. Yalnızca insana değil, bütün yaratılmışlara hoşgörü... Yaratılmış bütün varlıklara. Hayvana, bitkiye, cansız varlıklara bile hoşgörü, saygı, sevgi… Vahşet ve dehşetle insan öldüren, zulmeden, merhametsizlerin bulunduğu bu dünyada, yolda yürürken bir körpe fidanı kıran, yola tüküren, yalan söyleyen, insanları rahatsız edecek boyutta bağıran, küfreden, hakaret eden, trafikte canavarlaşan, bir hayvanı taşlayan, ona eziyet etmekten adeta zevk duyan vb. insanların varlığı, bu saygı, sevgi ve hoşgörüye ne derece muhtaç olduğumuzu göstermiyor mu? Kâinat büyük bir gemi. Güneş dünyamızı aydınlatan ışığımız, lambamız. Bizler, bütün varlıklar bu gemide yol alan yolcular. Gemimizin kazasız, belâsız yol almasını mı istiyoruz? Lütfen birbirimize saygı, sevgi, hoşgörü… Yaratandan ötürü… 46 “Zaman sana uymazsa, sen zamana uy!” Atasözü ZAMANA UYMAK Toplumumuzda zaman zaman yeterince anlaşılmadan, yerli yersiz kullanılan atasözlerimiz de vardır. Atalarımız bu sözleriyle ne demek istemişlerdir? Neyi amaçlamışlardır? Bu nokta çok önemli. ''Zaman sana uymazsa sen zamana uy'' da bu atasözlerimizden biri. İnsan, elbette zamana, zemine uyacak. Çağın gereklerini yerine getirecek. Yaşamak, başarmak, mutluluk için neler yapılmalı? Zaman geçiyor, değişiyor. Teknoloji dev adımlarla ilerliyor. İletişimdeki gelişim son hızla toplumumuzun hemen her alanına yayılıyor. Bilgi ve teknoloji çağı, ona yetişebildiğimiz ölçüde bizi de geleceğe taşıyacak. Bu sözlere kim hayır der? Bundan otuz kırk yıl öncesinin şartlarına kim dönmek ister? Atasözünün ''zamana uy!'' öğüdünden yola çıkarak, yozlaşan, bozulan bir toplumun olumsuz kurallarını benimsemek mümkün mü? Toplumdaki ahlâkî bozulmayı düzeltmek yerine, ''Ne yapalım? Elimizden bir şey gelmez.'' diyerek yozlaşmayı onaylayabilir miyiz? Çoğunluk, hırsız ve ahlâksızsa, biz de mi hırsız ve ahlâksız olalım? Elbette hayır! Atalarımızın zamana uyma öğüdü, şartların olumlu ve insanî olması ölçüsünde atasözünün mesajıyla uyuşur. Aksi takdirde, atalarımızın bu sözü ''zamanın bozulmasıyla'' anlamını da yitirir. Günümüz şartları neler gerektiriyor? Yapılması gerekenleri görmezlikten gelerek, ''ille de benim zamanımda böyleydi, böyle olmalı!'' diyerek, gelişmeye ayak diremek ne acı! Zaman değişiyor. Toplum kendini yeniliyor. Değişim ve gelişim rüzgârları esiyor. Bu durum hayatın her anına belirgin bir biçimde yansıyor. Değişime, gelişime elbette evet! Ama yozlaşmayı ve bozulmayı değişim ve gelişim olarak görmeye, dolayısıyla da yozlaşmaya ve bozulmaya hayır! 47 KOMŞUNUN KÜLÜ İnsan, toplumsal bir varlık olarak yaratılmıştır. Toplum hâlinde yaşar. Toplumda kendisine düşen görevi yerine getirmeye çalışır. Bu açıdan görev ve sorumlulukları vardır. Diğer varlıklardan bu yönüyle de ayrılır. İnsan, ailede kendisine verilen görev ve sorumlulukları yerine getirerek toplumda yaşamaya hazırlanır. Toplum, büyük bir ailedir onun için. Birlik ve beraberlik, yardımlaşma, hoşgörü içinde paylaşılan bir hayatı ifade eder toplum. Toplumda herkesin, her kesimin bir görevi ve sorumluluğu vardır. Toplumun huzur ve güveni, bu görev ve sorumlulukların düzenli ve adaletli bir biçimde yaşanmasıyla sağlanır. Toplum, hayat denizinde yol alan bir gemiye benzer. Gemide herkesin bir görevi vardır. Gemiye zarar verenler olabilir. Sorumsuzlukla geminin altını delmek, deniz suyunun bir fıskiye halinde yükselişini görerek eğlenmek isteyenler de çıkabilir. Onların bu hareketlerine izin verilebilir mi? Onların; “siz kendi işinize karışın. Bizden size ne? Bize karışamazsınız!” sözlerine hak vermek mümkün mü? Onlara “evet” demenin sonu, geminin su alarak batması, onlarla birlikte gemideki tüm yolcuların boğulmasıdır. Hayatı da, mahalleyi, sokağı, apartmanı da, dostlarımızla, arkadaşlarımızla, komşularımızla paylaşırız. Aynı sokakta, aynı apartmanda, yan yana, karşı karşıya birlikte yaşadığımız komşularımız, toplumsal hayatımızın en önemli kişileridir. Onlarla sık sık karşılaşır, görüşürüz. Hâl ve hatırlarını sorar, ziyaretlerine gideriz. Aynı bina kapısında karşılaşır, selâmlaşırız. Aynı asansörle dairemize çıkarız. Komşularımızla âdeta ortak bir hayatı yaşarız. Komşularımızla yaşadığımız bu ortak hayat, hepimize ayrı ayrı görev ve sorumluluklar yükler. Onlarla olan hak ve hukukumuz bu anlamda daha bir önem kazanır. Hayat, iyi komşularla daha bir yaşanır hâle gelir. Anlaşamadığımız komşumuzla aynı binayı paylaşmak, insana nasıl da sıkıntı verir? İnancımız, komşu hakkının önemini vurgularken, onunla iyi geçinmenin yollarını da hatırlatır. Kul hakkı, hoşgörü, güler yüz gibi güzel huy ve davranışlarla kurar ve devam ettirir komşuluk ilişkilerini. Atalarımız, bu konuda bize önemli bir ders verir: “Ev alma, komşu al!” Hayat, anlaştığımız, ortak duygu ve düşüncelerde buluştuğumuz, kul ve komşu hakkını önemseyen, bunu bir ibadet anlayışıyla korumaya çalışan insanlarla birlikte paylaşıldığı sürece mutlu bir biçimde yaşanır. Günümüzde komşuluk ilişkileri ne yazık ki arzu edilen noktada değil. Aynı mekânı paylaşmalarına rağmen birbirleriye sağlık iletişim kuramayan, aradaki komşuluk köprülerini olumsuz söz ve davranışlarla yıkan komşular… Birbirlerine tahammül edemeyen kavgalı komşular… Komşusunun derdiyle, acısıyla dertlenmeyen, sevincini paylaşmayan duyarsız komşular… Komşuluk hak ve hukukuna uzak, söz ve davranışlarla yara alan komşuluk ilişkilerimizi inancımızın gereği, iyi huy ve davranışlarımızla onarmak durumundayız. Sevgili Peygamberimiz “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” sözüyle komşuluk ilişkilerimizin temel noktasını ifade ediyor. Komşumuzun derdiyle dertlenmek bu derece önemli. Atalarımız, komşu hakkına dikkatimizi çekiyor: “Komşu hakkı Tanrı hakkı.” “Komşu hakkı büyük, saymayan hödük.” Komşumuzun bize, bizim de komşumuza, her bakımdan ihtiyacımız var. Atalarımızın ifadesiyle: “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.”Toplumsal yaşayışın bir sonucu bu… Acımızı azaltacak, sevincimizi paylaşarak artıracak insanlara, komşulara elbette ihtiyacımız var. Hemen yanı başımızda, bize en yakın mesafede bulunan komşularımızla, acılarımızı, sevinçlerimizi paylaşabilmek ne güzel! İnancımız, bu güzelliğin, komşularımızla başlayıp, gönül gönül büyüyerek çevremizi, dünyamızı kaplamasını istiyor bizden. 48 Dünyamızı iyilik ve güzelliklerle âdeta cennete dönüştürebilmek elimizde. Sevgili Peygamberimizin ahlâkı, insanlarla, komşularıyla ilişkisi bizim için en güzel örnek. O, nasıl yaşadı, insanlara nasıl davrandı? Çevresindekilere nasıl hoşgörülü davrandı? Örnek davranışlarıyla onları cahiliye döneminin karanlığından, İslâm’ın aydınlığına nasıl taşıdı? Hepimiz, yaşadığımız hayatta mutlu olmak isteriz. Ailemizle birlikte bu mutluluğun çevremizi kuşatmasını arzu ederiz. Bu isteğimiz, yalnızca sözlerimizle değil, hareket ve davranışlarımızla da beslendiği takdirde gerçekleşir. Kendimiz, ailemiz ve bize en yakın mesafedeki komşularımızla birlikte, Sevgili Peygamberimizin övdüğü “iyi ve güzel ahlâklı” insanlar olmak durumundayız. Sevgili Peygamberimizin uyarısına rağmen, aç komşumuza rağmen tok yatabiliyor muyuz? Komşumuzun derdiyle dertlenebiliyor muyuz? Komşularımızın yanlış davranışlarını bahane ederek, kötü davranışlar sergilemeye hakkımız yok. Hepimiz öncelikle kendimizden sorumluyuz. 49