MEÇHUL KÜTÜPHANECİ

Transkript

MEÇHUL KÜTÜPHANECİ
40
41
MEÇHUL
KÜTÜPHANECİ
Ferhat Özen
“Meçhul kütüphaneci’nin anısına bir anıt bile dikemeyen
“bu toplum, bu etikle(ahlakla) yaşayamaz ölür” Metin Erksan
Haziran - Temmuz
2012
Martin Esslin’in, “Televizyonla körleşen, walkmanle sağırlaşan toplumlar” dediği, günümüzün
teknoloji bağımlısı toplumlarının tipik bir örneğiyiz artık. Postman’ın dediği gibi televizyon, kültürümüzü ‘yeniden yapılandırdı ve yarattığı muazzam bir gösteri sahnesiyle’ öğrencilerin bile okuma hakkını elinden aldı. “Bunu masumca yaptı. Kitabı yasaklamadı, yerine geçti yalnızca.” (Gerbner)
Ekran şemsiyesi altında saydığımız televizyondan, bilgisayar, internet, cep telefonu akıllı tahta,
tabletler, e- kitap kullanmaya
değin, dünyada birinciliğe (birinci
lige) yükseldik.
Kültür Bakanlığı ve Kütüphaneciler Derneği’nin hem İstanbul’da
hem Ankara’da düzünlediği bir
iki etkinliğinde, konuşmacılardan
biri olarak “ kültürel ve zihinsel
beslenmemiz için yaşamda kitabın
da
olduğunu” anımsatmaya
çalıştım. Bu değişikliğin, müzik
efektiyle destekli tiyatral bir sunum olması dışında, ana özelliğini,
en başta, Adsız Kütüphanecimizin
destansı öyküsü oluşturuyordu.
150 okulda, 300’den fazla sunumda ve iki kitabımda yaptığım gibi yine Sayın Metin Erksan’ın bir bilgi notuna dayanarak ‘Meçhul
Kütüphaneci’mizin olağanüstü öyküsünü gün yüzüne çıkarmaya ve bu yıl da özellikle Ankara’ya
taşımaya çalıştım. İstedim ki bu kütüphanecimizin ya da adını bilemediğimiz tüm kütüphanecilerimizin anısına bir ‘Meçhul Kütüphaneci Anıtı’ diktirebilelim.
1939 Erzincan Depremi sırasında, kendi yaşamını kurtarmak yerine, kitapları kurtarmaya koşan
ve çöken kütüphanenin altında kalarak yaşamını yitiren bu kütüphanecimizin destansı öyküsünden
sonra, öğrenciler, yaşadıkları ‘kültür şoku’yla donuyor. Hemen ardından kendileriyle yüzleşiyorlar ve
O’nun Aydınlanmacı bir bakışla ve insanlığı ışığa kavuşturma uğruna (Prometheusça) yaşamını hiçe
saymasına karşın, kendilerinin ders kitabından başka kitap tanımazlıklarının utancını ve pişmanlığını
42
43
“Kitap Deyince Aklıma Gelenlerin Küçük
Bir Bölümü” başlığı altındaki o notu okuyunca
inanamadım. (*) Olayı anlatan Metin Erksan da
henüz öğrenci olduğu yıllarda o gazete haberini okuduğunda dehşete kapılmış gibi öfkeyle
soruyordu: “Kimdir bu memur? Bu memurun
anısına bir yazıt, bir anıt bile yok. Bu toplum,
bu etik (ahlak felsefesi) ile yaşayamaz ölür”.
(*)Metin Erksan,Kitap Deyince Aklıma Gelenlerin
Küçük
Bir
Bölümü,
Kitapçılıkta 50 Yıl,
Celal Güner 1994
İstanbul, sayfa 101
Filmleri
yanı
sıra, yazılarından
da tanıdığım Metin Erksan’la hiç
karşılaşmamıştım.
ama 60’lı yıllarda
yaptığı filmlerden,
sinemamızın
efsane ismi olduğunu
biliyordum.Onunla
bir gün yollarımızın
bir
kütüphanecinin
yaşamında
kesişeceğini
hiç
düşünemezdim…
Ama
yolu
aydınlanmadan
geçen herkes bir
yerde bir biçimde
buluşuyor demek
ki…
ÖYKÜNÜN ÖYKÜSÜ
Bu kütüphane memurunun kahramanlığından
bizi haberdar eden Sayın Metin Erksan görevini
yapmış; depremin enkazı altında 33.000 canla
birlikte bu kahramanın anısının da yitip gitmesini
önlemek için yazdığı notu, ağzı kapalı bir şişenin
içinde dalgalara bırakır gibi, bir kitapta sözünü
ederek, bu “kağıttan denize” bırakmıştı. Şişe
de gelmiş (‘bu kağıttan deniz’de)benim önümde
durmuştu. Bu, benim için kaçabileceğim bir
görev değildi.
Peki, bu adını bile bilmediğimiz kütüphaneci
neden önemliydi?
Ayrıntılı öyküsünde okuyacağınız gibi, Yıl
1939…Cumhuriyet’in büyük bir Aydınlanma
atılımı başlattığı yıllar…Genç Cumhuriyet, Millet Mektepleri, Okuma Odaları, Okuma Yazma
Seferberlikleri, Halkevleriyle yeni ABC’yi (alfabeyi) ‘işçiye, köylüye, hamala,sandalcıya…’
öğretmeye çalışıyor. Köy Enstitülerinin kuruluş
hazırlıkları başlatılmış… Tercüme Bürosunun
hazırlıkları yapılıyor. Kitap, ekmekle bir tutuluyor, kütüphaneler maabetle bir…”Bilgeliğin
mabetleri”… Aydınlanma yılları…Okumak bir
ulusun yaşamında ancak bu denli önemli olabilir… Bir kütüphaneci kitapları kurtarmak
için ölümü göze almışsa bir bildiği var demektir… Aydınlanma döneminde, Cumhuriyet’in,
tüm görevlilerini nasıl da okuma, aydınlanma
aşkıyla donattığını gösteriyordu.
Mustafa Necati, Saffet Arıkan, İsmail Hakkı
Tonguç, Hasan Ali Yücel…Onları izleyecek Vedat Günyol, Sabahattin Eyüboğlu, Fakir Baykurt,
Mahmut Makal, Mehmet Başaran…ve daha
niceleri.
O yıllarda (1944) bir de köylere eşek
sırtında yazı uygarlığını taşıyan Ürgüp’ün Eşekli
Kütüphanecisi Mustafa Güzelgöz’ün öyküsünü
anımsayın. Aydınlanmanın bu ‘Çılgın Türkler’ i
arasında bir de Erzincan Şehir Kütüphanesi memurunun, yaşamını hiçe sayarak kitapları kurtarmaya koşmasını düşünün….
İşte, Metin Erksan’ın anlatımına ve 70 yıl
önceki gazete arşivlerinde yer alan binlerce
depremzedenin yaşadıklarına dayanan, Cumhuriyet Aydınlanmasının ‘Çılgın Türkler’inden
kahraman kütüphanecimizin yarı belgesel
öyküsü…
ERZİNCAN’DA BİR GÜNEŞ VAR (GÜNEŞ
YİNE DOĞAR)
(Sinemamızın büyük ustası, düşün insanı Metin Erksan’ın ve Adsız Kütüphaneci’nin anılarına
saygıyla)
Gece….Ozanın (Ahmed Arif) dediği gibi
kurşun sıksan geçmez bir gece. Tüm kent uyuyor. Hitit, Urartu, Med, Pers, Hellen, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı uygarlıklarını görmüş
geçirmiş bu yorgun kent, yeni güne hazır olmak için şimdi uyuyor. Binlerce yıl öncesinden
yerleştiği zemini akarsu çökellerinden oluştuğu
için son bin yılda 11 kez yıkılmış, her yüz yıla
büyük bir deprem sığdırmış Erzincan uyuyor.
Erzincan’da bir kuş yok şimdi. Bir kış var,
bir kış, bir kış!.. 1939 kışı… 26 Aralık (Birinci
Kânun) tarihli gazeteler, Eksi 30 derece diye
yazdı. Yeniasır, Ulus, Tan, Yenisabah, Akşam,
Vakit, Son Posta gazeteleri…İstanbul Boğazı’nın
donduğunu, Kızılırmak Vapuru’nun
Sinop
Adası’na çarptığını da yazdılar. Yine, bir kaç gün
gecikerek yazacakları korkunç felaketten habersiz, yazdıklarına göre Finliler Sovyetleri çok kötü
sıkıştırmış. Milli Şef (İnönü) artık başlamış olan
İkinci Dünya Savaşının, ne içindeyiz ne dışında,
demiş…
Erzincan’da bir kuş yok şimdi. Bir kış var
yalnızca, insanın nefesini donduran.
Katran karası, hani kurşun sıksan geçmez
geceden…(*) “Evet, ağlamaklı oluyorum, demdir bu. Anlatamam, nasıl ıssız, nasıl karanlık...”
Sessizlik ve karanlık meydan okuyor karın
beyazlığına ve bir nefes sesine, bir kalp
vurmasına…Birazdan kopacak kıyamete inat…
Kalesiyle, hükümet konağı, tren istasyonu,
genel kütüphanesiyle uyuyan kenti, beyaz bir
kefen gibi sarmış kar örtünün altında iki kişi
var uyumayan…Şehir Kütüphanesi memuruyla
askeri lojmanlardaki evine dönen bir subay…
Şehir Kütüphanesi memuru, uykusu
kaçmış, yanında uyuyan eşini izliyor bir süre.
Kıskanır gibi mi? Hayır, kıskanmıyor.
Dahası, o, uykuda geçen zamanı yaşanmış
saymayan biri. Uyku ona göre
ölümün bir temsil edilişiydi. Öldükten sonra
işimiz ne?
Bir daha hiç uyanmamasına sonsuz bir
uykuya dalmayacak mıyız?
Yine de eşini uyandırmaya kıyamazmış gibi
yaparak kalktı. Üstünü
Haziran - Temmuz
2012
yaşıyorlar. (Çünkü Meçhul Kütüphaneci’den
hemen sonra, Immanuel Kant’tan, Atatürk’ten,
Sokrates, İbni Rüşd, Namık Kemal, Dante, Montaigne, Galile, Erasmus…ve tüm insan büyüklerinden öğreniyorlar ki “…İnsanlık tarihi yazıyla
başlar”; “İnsan, yeryüzüne insan olarak gelmez.
Sonradan, insan olur.“ “Yetişen zekalarını kitaplarla beslemeyen uluslar yok olmaya mahkumdur.”, “Kitapların aydınlatamadığı toplumları,
şarlatanlar aldatır.”
“ M e ç h u l
Kütüphaneci
Anıtı”mız
neden
yok?
1923’te askeri
işgale karşı zafer
kazanıldıktan sonra, bu kez, cehalete karşı bir savaş
açılmıştı.
Hatta
Mustafa
Kemal,
askeri
düşmanla
savaştan
sonra
Dolmabahçe’ye
taşınırken,
kitaplarını cephane
a r a b a s ı y l a
getirtmişti. Bununla
anlatılmak istediği
şuydu: “ Şimdi yeni
bir savaş başlıyor.
Bu kez düşmanımız
cehalet, silahımız
kitaplardır”
‘Şu Çılgın Türkler’, ‘Çok Satanlar
Listesi’nde uzun süre yerini korudu. Kurtuluş
Savaşımızın ‘çılgın’ Türklerini, nerdeyse bilmeyenimiz kalmadı.
Aydınlanmamızın çılgın Türkleriyse, hiç bilinmiyor. Oysa okuma, ‘Aydınlanma’ uğruna ölümü
göze almış, gerçek bir aydınlanmacıyla, efsane
kahramanı, bize ait, yerli bir Prometeus’la karşı
karşıya olduğumuzu anlıyoruz, ondan kalan
kısacık o bilgi notunu okurken.
44
45
burada insan var, sesleri geliyor... Aklını oynatanlar oluyor. Bazıları, Allahın zulmünden
kaçılmaz, diye söylenerek ‘tevekküle’ sığınıyor…
Suçlu aramayı aklından bile geçirmeyerek…
Aralıklarla tam 52 saniye sürüyor kıyamet
provası. Yaşayanlara ise 52 yıl gibi geliyor…
Ve baştan sona çökmüş evlerden mezarlığa
dönüyor Erzincan…
Bir hafta sonra, Yeniasır, Ulus, Tan, Yenisabah, Cumhuriyet, Akşam, Vakit, Son Posta gibi
gazetelerde, depremle ilgili değerlendirmeler,
yorumlar başlayacaktır.
“Fakat doğru olması lazım gelen bir itham;
zira gördük ki bu binalarda betonarmenin çimentosu, kumu ve demiri daha ilk günden
birbiriyle kaynaşıp anlaşmamıştır.(Ulus,1940, II.
Kânun)
-Beton hastane yıkıldı mı?
-Hayır
-Ahşap Hükumet Konağı?!
-Hayır.
- Falan ve filan binalar?!
-Hayır
-Öyleyse bunlar neden yıkıldı?!
Mistik düşünüş, cehaletin yardakçısı, provakatörü ve dalkavuğudur. Cehalet, tabiatın kör
kuvvetleri karşısında boyun eğen tembel tevekkülün ortak adıdır. .(Ulus,1940, II. Kânun)
Bir genç kız kalaslar ve kerpiç yığınları
arasında, dili ile toprağı yalayarak dört gün
yaşıyor.Canlarını, mallarını yitiren binlercesinin yanında bazıları aklını yitiriyor, deliriyor
düpedüz….Kurtar beni, diye bağıran kızını duymuyor bir baba…Duyamıyor. Deprem onun
gövdesine dokunmamış ama daha değerli bir
özelliğini almış, aklından etmiş onu.
İstiklal Marşını söyleyerek sesini duyurabilen bir çocuk, toprak altından kurtarılıyor.
Meğer öğretmeni, ölürken bile marşınızı söyleyin demişmiş. O da öleceğini anlayınca…. bu
sözü anımsayarak kurtulmuş.
Evlerin bir subayın üstüne yürüdüğü sırada
ya da bundan bir kaç saniye önce
Şehir Kütüphanecisi, gecenin sessizliğini
hızar gibi yırtan o gürültüyle dondu. Şehrin
saldırıya uğradığını sandı bir an. Sonra fırtına,
hortum benzeri bir uğultu ve ona karışmaya
başlayan çığlıklar, çığlıklar…Bu çığlıklar arasında
kütüphane memuruna bazıları tanıdık geliyor. Çocuklarının ve karısının susturulmuş gibi
yarım kalan bağrışlarını işitiyor…Kütüphaneci
donduğu yerden çözülemiyor. Heykel kesiliyor…
Üç katlı lojmanın önce akordion körüğü
gibi bastırılıp sıkıştırılmasının, sonra da yerle
bir oluvermesinin anlamını kavramak, onun
için zaman almıyor. Üstelik bir de şimdi donup kaldığı yerden gözleriyle de görebiliyor, üç
katın birden nasıl tek kat oluverdiğini.
O, şimdi, bu “görmenin” dehşetini yaşıyor
bir de. Ama depremin artçıları bırakmıyor.
Kaçıp kurtulabilir. Taş heykel durumundan
çözülür gibi oluyor. Hala kaçıp kurtulabilir.
Kütüphanenin bir duvarında derin bir çatlak
oluştu bile. Kısa süren kararsızlıktan kurtulunca,
bir düşünce beyninde yıldırım gibi yanıp sönüyor. Kararsızlık, kararlılığa dönüşüyor.
Dışarı kaçıp kurtulmak yerine daha içeri
koşuyor. Aşağıya fırlıyor, uçuyor sanki. Aynı
hızla ve ellerinde boş kutularla geri dönüyor.
Kitapların, en değerli olanlarını, özellikle el
yazmalarını önceleyerek, olabildiğince hızla
kutulara dolduruyor. Bir sandık kitabı sürükleyerek dışarı taşıyor. Hızla geri dönüyor. Deprem,
küçük artçılarla sürüyor. Bir birine dolanan
elleriyle ikinci kutuyu da dolduruyor. Bir artçı
sırasında başını bir direğe mi nereye vuruyor.
Sürükleyerek ikinci kutuyu da dışarı çıkarmayı
başarıyor. Bir kutu daha acaba kaçırabilir
mi? Yine hızla geri dönüp, şimdi bir duvarı
tamamen yıkılmış olan kütüphaneye dalıyor.
Gözü kurtarmak istediği kitaplardan başka
bir şeyi görmeyerek çılgınca kutuya fırlatıyor
onları. Yavrularını kurtarmak isteyen bir ana
gibi. Tamam, bunu da çıkarayım dışarı derken…
Aşağıdan yukarı doğru fırlatan bir darbeyle en
öldürücü yıkımını gerçekleştiriyor Büyük Anadolu Depremi…
Kütüphanecinin gövdesi, kütüphanenin
yıkıntısına gömülürken, yıkıntının biraz dışında
da, kurtarıldığı belli, iki büyük kutu dolusu kitap
kalıyor. Çöken kütüphanenin en şanslı kitapları
onlar. Kendini kurtarmak yerine, kurtarmaya
koştuğu kitaplar, kütüphaneciye sevgiyle gülümsüyorlar sanki. İki kutuyu dolduran çoğu el
yazması kitap, yepyeni bir anlam yükleniyor bu
anda…. Bizim ne demek istediğimizi en iyi sen
anladın, dermiş gibi bakakalıyorlar; dışarıda
kalan eliyle sanki onları selamlayan, çökmüş
kütüphanenin altındaki kütüphaneciye… “
Sayın Metin Erksan’ın önerisi üzerine,
Beyazıt Devlet Kitaplığında 70 yıl önceki gazete
arşivleri üzerinden iki gün deprem enkazının
altını araştırdım. Enkaz altında kalanlarla ilgili,
internet üzerinden de yaptığım aramalarda
onun okuduğu gazete haberine ulaşamadım
ama rastladığım bir fotoğraf korkunçtu. Kahraman kütüphanecimize ait olduğuna ilişkin
bir not yoksa da başka birine ait olduğu da belirtilmiyordu. 70 yıl önceki bu olayda ölenlerin
kimlik dökümüne de zaten rastlayamadım. Ancak bir kolu dışarıda kalmış toprak altındaki bir
depremzedenin dehşet verici bu fotoğrafının,
kahraman kütüphanecimize ait olduğunu kesin olarak ileri süremesek de onun öyküsüyle
örtüştüğü için bu olasılığın sıfırdan yüksek
olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Sayın Metin Erksan’ın da önermesiyle bu fotoğrafı
yayınlamaya karar verdim. İnternet üzerinden Alevi Forumu’ndan aldığım fotoğrafın kim
tarafından çekildiği de belli değildi. Böylece ölen
birinin organlarını başka birinde kullanır gibi,
aynı depremde ve bir kolu dışarıda ölen birinin
fotoğrafını belki de bu meçhul(adsız) kahraman
kütüphaneci için kullanmış olacağım. Onun
anısını kültür yaşamımıza kazandırmaktan çok
içimizdeki insanı UYANDIRMA adına.
Haziran - Temmuz
2012
aşamasındaki
Köy Enstitüleri, Tercüme
Bürosu, Bakanlık Klasikleriyle … yediden
yetmişe halkta okuma açlığı uyandırmaya
başlamıştı bile… Kitaplıklarda, çabucak
köylü çarığına, sürülmüş tarlaya dönüyordu
kitaplar.
Kütüphanenin saati şimdi 02’ yi gösteriyor.
Kütüphane memuru kitapların kopan,
yırtılan yerlerini onarmaya yeni başlamıştı.
Gecenin sessizliğini bir anda korkunç bir
gürültü, hızar gibi yırttı. Şehir, saldırıya
uğramıştı sanki. Sonra fırtına benzeri başka bir
ses ve ona karışmaya başlayan çığlıklar,
çığlıklar, çığlıklar…Erzincan çığırıyor.
Lojmandaki evine
doğru giden subay,
yürüdüğü caddedeki evlerin üzerine doğru
geldiğini görüyor. Binalar, sanki onu
kovalıyormuş gibiydi. Önce sağdan sola, sonra
tekrar sağdan sola; sonra aşağıdan yukarıya
doğru şiddetli bir darbe. (Çöküntü ve
yıkıntılar daha çok bu sonuncusunda oldu.)
Şehirde üç dört yerde birden yangınlar çıktı…
Kuzey Anadolu Fayı kudurmuş gibiydi. Hareketsiz, uykuda geçirdiği bütün zamanların öfkesini, enerjisini boşaltıyordu. 1045’ten 1784
‘ e dek yaşanmış 16 deprem az gelmişti ona
öfkesini boşaltmaya. Ya da sanki tabiat burada
bir kıyamet provası yapıyor.(1940, ikinci Kanun,
Son Posta). Bir ev ikiye ayrılıyor, evde uyuyanlar, bir an gökyüzünü görüyor uyku arasında.
Kulakları yırtan bir gürültüyle bina çöküyor.
Yalnızca burnu dışarıda kalıyor bir kadının...(4
gün sonra olağandışı biçimde kurtarılacaktır…
İmralı Cezaevinden,
Askeri cezaevinin
inşaatında çalıştırılmak üzere getirilen mahkumlar, barakalarda kaldıkları için
yara almadan kurtuluyorlar. Kaçmak yerine, çok asil bir
davranışla, yüzlerce insanı toprağın altından
kurtarıyor. Mahkumların kurtardıklarından biri
de Erzincan Ağır Ceza Hakimi…Ölen annesini
altı gün emmeyi sürdüren bir bebek de enkaz
altından kurtarılanlar arasında.)
Depremin yere serdiği Erzincan’da kurtulabilenler yakınlarını arıyor. Dehşet, korku, panik
içinde, ağlaşarak… Yerin altındansa, basmayın