ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ

Transkript

ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ
Ahmet Turan Alkan
– —
ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ
Üç Noktanın Söylediği
Bu kitap, anadilimiz, sevgilimiz ve dâr-ı dünyada bizi
ifade edebilecek tek ifâde vasıtası olan Türkçe'nin
güzelliğine sunulmuştur. Onu tarihî devamlılığı
içinde
bir bütün olarak anlıyor ve o haliyle kutsuyorum.
Bu anlamda, sunuşun ve yazıların ihtiva ettiği
bütün anlamı,
beni Türkçe'yle tanıştıran güzel insanlara:
Öğretmenlerime, hocalarıma,
bütün Osmanlı şairlerine, okuduğum bütün Türk
yazarlarına,
benimle aynı hassasiyeti paylaşan dostlarıma ve
harcımda emeği bulunan herkese tâzim ve şükranla takdim ederim.
İÇİNDEKİLER
Feth-i Kelâm ........................................................................................... 9
BÖLÜM 1
İNSANLıĞıN KıRıK KADEHİ
YA DA KAYBEDİLMİŞ DÂVÂ
İnsanlığın kırık kadehi ya da kaybedilmiş dâvâ ............................. 13
Yaşasın irrasyonalite.......................................................................... 23
Bir muzdarip, bir muhalif ve doğmamış bir jöntürk "Ferid
Nazmi" ................................................................................................... 31
Bir otobiyografi denemesi: Öncesi ve sonrasıyla seksenli yıllar ... 40
Cinayeti gördüm .................................................................................. 48
Muhalefet güzeldir .............................................................................. 53
Reşid Paşa savunuyor ........................................................................ 61
Benim aforizmalarım .......................................................................... 77
Eşyâya bakışımıza dair ...................................................................... 85
BÖLÜM 2
GÖNÜL İHTİLAFLARı
Kahramanlar çağı bitti mi? ............................................................... 93
Eşyâya ölüm ....................................................................................... 103
Gâvur dostlarım ................................................................................ 110
Uzaydan (mı) gelmişlerdi? .............................................................. 117
Kaderle coğrafya arasına çizilmiş haritalar .................................. 122
Kapılardan sığmayan yiğit hakkında bilmek istemedikleriniz... 131
BÖLÜM 3
RESİMALTı YAZıLARı
Halamın romanı niçin yazılmadı? .................................................. 141
Şairler ve şiir aleyhindedir .............................................................. 147
Bir resimaltına düşen resimler ....................................................... 154
Tren düşünceleri ............................................................................... 161
8
ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ Komik itaatsizlik ............................................................................... 169
Karlı dağdaki kulübe ........................................................................ 177
Bir sinema münâfıkının not defterinden: Ben yine de annemin
fikrine katılıyorum! .................................................................. 186
Kaside olsun dağlara ........................................................................ 194
BÖLÜM 4
HELE O ÇıKMAZ SOKAKLAR
Hele O Çıkmaz Sokaklar ................................................................... 203
Daktiloya mersiye ............................................................................. 207
Bir sülüs elifi ...................................................................................... 212
Zapta geçirilsin .................................................................................. 216
El Fâtiha ............................................................................................. 220
Hâdim-i devlet fikrinden içtimai tulumbacılığa Osmanlı paşaları ............................................................................................... 223
Üç noktanın söylediği ....................................................................... 226
Hasaneyn'in rûhu içün ..................................................................... 228
Kardır yağan üstümüze geceleri ..................................................... 230
Macbeth uykuyu öldürdü; biz de "şehir"i... .................................... 233
Ali Desidero ve "okumuş çocuklar"ımız! ........................................ 236
Servi ki, "Hüdâ-yı nâbittir" ............................................................... 240
Çek faytoncu ...................................................................................... 243
Her köprüyü bir melek bekler ......................................................... 247
Sizde bu şal satılır mı? ..................................................................... 251
Orda bir şehir vardı........................................................................... 254
Kaldırım Gülleri................................................................................. 257
Hatm-i kelâm ..................................................................................... 260
Feth-i Kelâm
Bed-nâm-ı aşk oldum ölürsem belâ budur
Mahşerde dahi diyeler: "Ol mübtelâ budur!"
Necâti
V
konulmuş her kitap, okuyucunun herhangi bir
türden ihtiyacına cevap vermek zorundadır. Doğruyu
söylemeli: Bu kitabın, muhtemel okurlarına nasıl bir fayda
sağlayacağını peşinen bilmiyorum.
İçerideki yazılar, çoğu son altı sene içinde muhtelif vesilelerle okuyucu önüne çıktı. Okumada rahatlık sağlar
düşüncesiyle yazıları dört bölüm altında topladım. Ne var ki
bir kitap tertibi ile okuyucuda nasıl bir intiba bırakacağını
önceden tahmin etmek pek müşkil bir iş; aynı sıkıntıyı, kitaba
isim koyarken de yaşadım.
Benim nokta-i nazarımdan bu yazıların taşıdığı değer,
yazarına Türkçe'nin mutfağında tadına doyulmaz lezzetli zamanlar yaşatmış olmasıdır. Şüphesiz kelâm mûcizedir ve sözün
kudretine daima iman ettim; imanımı büyük ölçüde hırçın bir
münekkid sıfatıyla okuduğum Türkçe metinlere ve kısmen
dahi olsa kendi yazı tecrübelerime borçluyum. Türkçe'yi güzel
konuşanlar zümresinden olmak isterdim ama bu vadide ne
kadar nasipsiz olduğumu tez zamanda öğrendim. O dakikadan
beri Türkçe üzerindeki hassasiyetim, onun kâğıt üzerindeki
görünüş, tertip ve plastiğine eğilmekle münhasır kaldı. Türkçe'nin büyük ustalarını daima zaptolunmaz bir hasetle
okudum, tamamen kendi zihnimde kalmak üzere onları tamir
etmek cür'etinde bulundum: "Daha iyisi ve güzeli nasıl
yazılabilir?" küstahlığını âdet edindim. Bilerek veya bilmeyerek
İTRİNE
10
ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ ustalarımı taklit ettim ve neticede taklidin öğrenme usullerinden biri olduğunu farkettim. Bana "üslûp sahibi" iltifatında
bulunan dostlarımı tekzib ederim: Sadece "Türkçe İşçisi"
olarak bilinmek, benim için yeterince ciddi bir sıfat olacaktır.
Anadilimi seviyorum ve ona hizmet etmek aşkın kendisidir.
Tevfik Fikret'in İstanbul için teşbih ettiği tâbirle Türkçe bir
"bîve-i bâkir", bâkire bir dul'dur: Tarihin misline tesadüf etmediği ihanetlere uğramış, izzeti pâmâl edilmiş ama havsalaya
sığmaz bir yaşama imanıyla iffetini daima koruyabilmiş bir dul;
üstüne getirilen sıska ve kokona bir "kuma"nın dayanılmaz
tahkirlerine rağmen mağrur; pörsümez güzelliği, sarsılmaz
vekarı ve bükülmeyen endâmı ile ben o "her dem tâze dul"un
meclûbu, mahkûmu ve mecbûruyum. Bu kitaptaki yazılar,
esasen onun şâhâne güzelliğine arzedilmek üzere derlediğim
bir kucak vahşi kır çiçeği. İhtimâl ki arasında diken ve ısırgın
da bulacaksınız: onlar benim kusurum ve eminim ki sevgilim
içindeki en güzel çiçeği (ümid ederim ki kırmızı bir karanfili)
tebessümle bağrına basarak beni affedecektir.
Siz de hoşgörünüz; bu kitapta rastlayacağınız bütün güzellikler, değerini arzedilmiş olduğu makamdan alıyor;
nâhoşluklar ise bana ait.
Tevfik Hak'tandır!
Sivas, Ocak 1995
BÖLÜM
1
İNSANLıĞıN KıRıK KADEHİ
YA DA KAYBEDİLMİŞ DÂVÂ
İnsanlığın kırık kadehi
ya da kaybedilmiş dâvâ
"Ve demiştik: ‘Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun ve orada
dilediğinizden bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Yaklaşırsanız
(nefsinize) zulmedenlerden olursunuz'. Şeytan ise (hile ile) onların
ayaklarını kaydırdı ve içinde bulundukları nimetten onları çıkardı.
Biz de ‘Birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin.
Yeryüzünde bir zamana kadar oturun ve rızkınızı orada bulun' demiştik."
(Bakara Sûresi- 35, 36)
problemi kaybedilmiş bir dâvâdır! ÇevrecileÇrin, iktisatçıların,
politikacıların ve tabiat âlimleEVRE
rinin gayretleri boşuna. Binlerce yıldan beri
Alâaddin'in lambasını kurcalayarak dışarıya çıkarıp
emrimize râm olmasını istediğimiz cin artık bize
hükmediyor: Teknoloji ve kitlevî üretim. Şimdi tabiat
hışmına ve intikamına uğramadayız. Siyasilerimiz
ve teknotratlarımız insanlığın yeni efendisine durup
dinlenmeksizin arz-ı ubûdiyet ederken çevrecilerin
ümitsiz çabaları insana burkuntu veriyor.
"Yeryüzünde Bir Zamana Kadar Oturun ve
Rızkınızı Orada Bulun"
Yazının epigrafında yer alan âyetler tarih felsefesi
bakımından ilginç yorumlara kapı açıyor: Âdem ve
eşinin cennette oturup, dilediklerinden bol bol istifade
edebilmeleri, âdetâ insanlık tarihinin "tarihsiz" dönemini tasvir etmektedir. Yaklaşılması istenmeyen ağaç
ise insanın tabiatında mevcut bulunan âsi ve serbest
iradeye hitap eder. O ağaç, orada mevcut tutulmuştur
14
ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ ve Âdem'in o ağaca yaklaşmaması emredilmiştir.
Âdem'in şahsında insan nesli bir tercih karşısındadır:
Tarihsiz ve tabii çelişkisiz bir dönemden tarihli bir
döneme geçişin dönemecinde o ağaç vardır. Ama şeytan Âdem'i aldatmış ve "içinde bulundukları nimetten
onları çıkar"mıştır. Yaygın anlamıyla tarihin başladığı
andır bu. Bu cürmün müeyyidesi ise "birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin. Yeryüzünde bir zamana
kadar oturun ve rızkınızı orada bulun" emridir. İşte
biz o andan beri yeryüzünde rızkımızı bulabilmek için
toprağı tırmalıyor, ısınmak için yerin yedi kat dibinde
köstebekler gibi didiniyor ve bulduklarımızı bölüşebilmek için birbirimize zulmediyoruz.
Eğer Âdem, memnû meyveyi tamahla koparıp
tadına bakmamış olsaydı, iktisat tarihçilerinin "toplayıcılık dönemi" olarak adlandırdıkları bir devr-i saadeti hâlâ yaşıyor olacaktık. Mülkiyet hissinin ve ilişkilerinin belirmediği, iktisadî kaynakların sınırsız derecede bol olduğu ve yarın endişesinin olmadığı bir devri saadet. Adı üstünde cennet! Orada tarih olmayacaktı, zira paylaşacak, yarın için saklayacak ve birbirimizden esirgeyecek kadar iktisadî değerlere bağlı
kalmayacaktık. Orada hiçbir keşfe ihtiyacımız olmayacaktı, ticaretten, maliyetten, fiattan habersiz yaşayacak, kazandıklarımızı korumak için silah edinmeyecek, alacakaranlıkda birbirimizden korkmayacaktık. Ne tarlamız olacaktı, ne sabanımız. Ne ambara
ihtiyaç duyacaktık, ne kervana.
Böylece tarih filan da olmayacaktı!
Tarih Başlıyor
Tarih insanın mutsuzluğunun hikayesidir ve oldukça da tatsızdır: Başka türlü olması da beklenemezdi! Cennetten kovulan Âdem, yeryüzünde
çıplaklığının farkına vardı ve örtünmek gereğini
duydu. İncir ağacından kopardığı yaprakla birlikte
insanın tabiatı istismarı da başlamış oldu. Âdem'in
İNSANLıĞıN KıRıK KADEHİ
15
nesilleri artık bütün ihtiyaçlarını "çevre"lerinden
edinmek zorundaydılar. Önce toplayıcılık yaptılar,
ağaçlardan yemiş, sulardan balık yediler. Bugünlere
göre yine daha mutlu olmaları gerekir; herkese yetecek kadar yemiş ve balık vardı. Sayıları arttıkça topladıkları kâfi gelmedi. Yürüyen, uçan ve yüzen hayvanlara diktiler gözlerini. Lâmbadaki cin ilk defa o
zaman başını dünyamıza uzatıp, insanoğluna taş
atmasını, bıçak, yay ve ok yapmasını öğretti. O da
yetmedi: Bu defa toprağı kullanmasını akıl ettiler. Bu
hoş bir şeydi ama havalar her zaman iyi gitmiyordu
ve kurak yıllar için erzak saklamaları gerekiyordu.
Bu senin tarlan, benim tarlam, senin bıçağın benim
bıçağım, senin yattığın yer, benim yattığım yer münakaşası o günlerde başlamış olmalı, yani Tarih!
Meşhur sosyolog Ali Şeriati'ye göre insanın tarımı
öğrenmesi hayatında, içinde yaşadığı toplumda ve
bütün düzende köklü değişikliklere yol açmıştır:
"Bence bu devrim en büyük devrimdir. Bu devrimle
birlikte ortaya yeni bir insan çıktı: Güçlü ve kötü bir
insan. Böylece medeniyet ve farklılaşma dönemi başladı" . Çünkü tarım, ürünün paylaştırılması, miras,
mülkiyet, kanun ve kölelik gibi kurumları gerekli
kılıyordu.
Ali Şeriati, Maide Sûresinin 27-31'nci ayetlerinde
anlatılan Hâbil ve Kâbil kıssasını da, geleneksel tefsir
usulünün dışında bir yaklaşımla yorumlar: Hâbil
çobandır ve Allah'a kızıl tüylü bir deve armağan etmiştir. Böylece Hâbil, tarihte toplayıcılık devri olarak adlandırılan kesiti temsil eder. Kâbil ise ancak
bir avuç buğday sunabilmiştir: O da tarıma dayalı
ekonomiyi temsil eder, zira çiftçidir. Aynı kökten
gelen, aynı çevreyi, dini ve ideali paylaştıkları halde
onları farklılaştıran şey Dr. Şeriati'ye göre onların
farklı işlerle uğraşmalarıdır. Farklı işler, iktisadi ve
sosyal konumları da farklılaştırmış ve onları
Ali Şeriati, Toplumbilim Üzerine, İstanbul 1985, s.100
16
ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ kaçınılmaz bir çatışmaya sürüklemiştir. Kâbil'in,
Hâbil'i öldürmesiyle gerilim doruk noktasına ulaşır.
Kâbil'i cinayete iten yaradılışı değil, sınıflı topluma
ve özel mülkiyete yol açan hayat tarzının ta kendisidir.
Tasadaylar Örneği
Dr. Şahin Uçar'ın yaklaşımı, anafikir itibariyle Ali
Şeriati'yi destekliyor. Dr. Uçar önce kültür ve medeniyet kavramlarını nasıl anladığını izah ediyor: "İnsanlık tabiatın normal ve gerçek bir üyesi olarak yeryüzünde yaşarken insan toplumları sadece kültürlere
sahip olmuştur. Bir toplum evcil hayvan veya tarımın
kullanımıyla tabiatın dengesini değiştirmeyi mümkün
kılınca, işte ancak bu anda medeniyetler ve sınıf farkı
da böylece başlar" . Medeniyetin ayırıcı vasfı, tabiatın
dengesini değiştirebilme kabiliyetine sahip olmasıdır.
Bir kültür ancak bu kabiliyeti kazandığı zaman bir
medeniyete dönüşür. Kültürler ancak tabiatın
yardımıyla varolurlar, onun tabii bir üyesi için bu
dengeyi değiştirmek imkansızdır. "Kendi amacı için
tabiatı değiştirme yeteneği"ne sahip insanlar, artık
tabiatın dengesine tabi değil, o dengeye hâkim yaratıklardır. Homo Faber! İçinde yaşadıkları tabiatın
dengesi tarafından sunulan şeylerle yetinen insanlar,
sayıları artınca, yiyecek yetecek derecede azalıyor,
bir başka bakışla dengeleniyordu. Tarımın temsil ettiği dönüşüm bu dengeyi kırdı, insanlar tüketebileceklerinden de fazla üretmenin yollarını bulmuşlardı. Tabiata karşı kazandıkları zaferle göçebe ve çiftçiler
dünyanın efendileri haline geldiler. Artık tarımın himayesinde bir şehir hayatının doğuşu için herşey
hazırdı. Bütün gününü gömlek dikerek, hububat tarŞahin Uçar, "Patterns And Trends in History," Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Edebiyat Dergisi, S. 3, 1986, s. 169
vd.
İNSANLıĞıN KıRıK KADEHİ
17
tarak, taş keserek başkalarına hizmet sunan bir meslek erbabını doyuracak tarım ürünü artık elde edilebiliyor ve saklanabiliyordu. Böylece şehir medeniyeti
"dev" adımlarla ilerledi ve insanlar "tabii bir yaratık
olma ve serbest bir hayat yaşama tabiatına yabancılaştılar". Dr. Şahin Uçar'a göre medeniyet denilen şey, kendine yabancılaşmış bir toplumdur; önce
yerli kültürüne ve tabiata yabancılaşmış, sonra da
ekonomik eşitsizliklerle sınıflara ayrılmış, böylece
sosyal adaletsizlik doğmuştur. Yazar, bu görüşlerine
delil olarak yeni keşfedilen ilkel topluluklar üzerinde
yapılan gözlem ve araştırmaları sunuyor. 1971
yılında Filipinlerin Mindanao ormanlarında keşfedilen ve kendilerini Tasaday'lar olarak adlandıran bir
ilkel topluluk sadece cins düzenlemesini (kadınerkek) ve lisanı kültürel özellikler olarak bilmeleriyle
dikkat çekmişlerdi. Ne herhangi bir zorbalık, ne de
aşağılayıcı herhangi bir insan özelliği bilmiyorlardı;
masum insanların son temsilcileri gibiydiler. Hayvan
bile avlamıyorlar, sadece toplayıcılıkla hayatlarını
sürdürüyorlardı . Dr. Uçar burada haklı olarak şu
soruyu soruyor: "İlk insan topluluklarının Tasadaylar
gibi yaşadıklarını bilebilir miyiz?" Bu suale verdiği
cevap şudur: Öyle olabilirdi ve olmalıdır da! Sonra J.J.
Rousseau'yu hatırlatıyor bize: "Hiçbir şey, ilkel durumdaki bir insandan daha soylu olamaz."
İnsan Eti ve Tabiat
İnsanın tabiata hakim olması ve tarımı öğrenmesiyle başlayan dönüşümün insanlar arısında eşitsizliğe, sınıf tezadına ve tabiatın sömürüsüne yol açtığı
yolundaki bu yorumlara katılmamak mümkün mü?
Bire en az iki veren toprak, fazladan bahşettiği
tanelerle sanayi ihtilalini doğuran sermaye birikimini besledi: Sanayi ihtilali ve modern teknoloji kana
a.g.m., s. 171
18
ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ susamış Güney Amerika tanrılarını andırıyordu:
Çeliğe, enerjiye, kömüre, hammaddenin her türlüsüne, insan teri ve kanına doymayan bir heyula icad
edilmişti. Yoktan var edemiyorduk: Bu canavarı beslemek için iki şey lâzımdı: İnsan eti ve tabiatın kendisi!
Peymâne-i Şikeste
Birkaç yıl önce Amazon yerlileri hakkında yapılan
bir belgesel seyretmiştim. "Keşfedilerek, uygarlaştırılmadan önce" kendi ölçüleri içinde mutlu ve
dengeli bir hayat sürdüren bu insanlar, tuhaf makinelerin sırtına binerek kendilerine, din, teknoloji ve
çağdaş dünyanın nimetlerini getiren yaratıklarla
karşılaştıktan sonra geleneksel hayat tarzlarından
zorla uzaklaştırılıyor ve büyük kısmı uyuşturucu
otlar
çiğneyerek,
vakitlerini
sağda
solda
ağızlarından salyalar sızdırıp yarı ölü gibi yatmakla
geçirmek zorunda kalıyorlardı. Kültürel şok onları
mahvetmişti. Dr. Şahin Uçar'ın Ruth Benedit'den
naklettiği enteresan bir muhavereyi hatırlayalım:
"Digger yerlilerinin (Bir Kızılderili kabilesi) başkanıyla, din değiştiren bir Hristiyan arasında şöyle
bir konuşma olmuştur. Bir gün Ramon ‘başlangıçta'
dedi. ‘Tanrı her topluma bir kadeh, kilden bir kadeh
verdi ve bu kadehten onlar hayatlarını içtiler.' Bu
mecâzi anlatımın onların halkına ait geleneksel bir
âyinden mi, yoksa onun hayâlinden mi olduğunu
bilmiyorum. ‘Hepsi de suya gömüldüler' diye devam
etti, ‘Fakat onların kadehleri farklıydı.' Bizim kadehimiz şimdi kırık. Her şey sona erdi!..."
Batı, sadece tabiatın değil, toplumların da kadehini kırdı. Çevrecilik söz konusu olduğunda Batı'nın katkısı veya önderliği olsun- yaklaşımı; bir günah
a.g.m., s.168
İNSANLıĞıN KıRıK KADEHİ
19
çıkarma hâletini aksettirmiyor. Onlar da aynı gemide
yolculuk etmek zorundalar!
Mahşerin Dört Atlısı
Bu noktadan sonra şimdi bize geriye dönüp, tabii
hayatla, insan ihtiyaçları arasında insanî bir denge
kurmamızı teklif ediyorlar? Bu artık mümkün mü?
Bunlar bizi şirke davet ediyorlar: Hem yeşile, hem de
teknoloji tanrısına nasıl tapınabiliriz? İktisat ilminin
her yerde genel kabul gören tarifi eğer, kıt kaynaklarla, sınırsız ihtiyaçlarımız arasında bir denge kurmaksa ve bunu yapabilmek için her ekonomik sistemin, en ideal durum olan tam istihdam halinde kazanları faryap etmesi gerekiyorsa, bu satranç tabiriyle "açmaz"ın ta kendisidir. Artık ne fabrikaların
kapılarına kilit vurabilir, ne hormonlu domates yetiştirmekten vazgeçebilir, ne de teknolojinin putunu
kırabiliriz: İşsizlik, açlık, isyan ve ölüm mahşerin
dört atlısı gibi ensemizin kökünde solumaktadır.
Plastik Poşet ya da Kesekağıdı Romantizmi
Geçenlerde bir dostum, artık plastik poşet kullanmayacağını, bunun yerine file ya da kesekağıdını
tercih ettiğini söyledi. Plastik kanserojen madde
taşıyormuş ve yakılsa bile bu zararlı maddeler tabiata yayılıyormuş, o da çevreci bir gayretle plastik
poşet'e boykot ilân etmiş.
Mizah yazarlarımızdan biri, Türkiye'de mizah
yapmanın hiç de güç olmadığını söylemişti.
Haklıymış!
Bodrum Körfezi'ni çöplerden temizleme kampanyası açan entel amca ve teyzelerin yaptığı da mizahın dikâlâsı değil mi? Bodrum'un çöplerini Torosların arka yakasına dökebilseler uykuları kaçmayacak. Gel de gülme!
20
ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ Tabii yanlış anlaşılmamalı: Konuyu bir bütün olarak ele alan çevrecilere saygı duyuyorum. Ama bütün kabahati deterjanın LAB'ında, spreyin kloroflorokarbon'unda, sanayinin atıklarında bulup, ancak
Ozon tabakası delindikten, kanser vakaları arttıktan
ve denizde yüzlerine petrol artığı bulaştıktan sonra
çevreciliğe soyunanlara taaccüp etmem fazla görülmemelidir. Bu ucuz romantizmlerin, bu temelsiz nostaljilerin, kirletilmiş ve hırpalanmış dünyamıza bir
faydası olacağına inanmıyorum. Politikacılar, sesleri
gür çıkan çevrecileri teskin etmek için birşeyler
yapmak yanlısı görünüyorlarsa da aslında bu gibi
problemler pek de umurlarında değil.
Az önce radyodan duyduğum bir haberi
yazıyorum: 1980 yılında dünyada 33 milyar 900
milyon dolarlık silah alış verişi yapılmış. Her ülkenin
kendisi için ürettiği silahın tutarı, bu rakamın
dışında!
Ama siz yine de kloroflorokarbonlu sprey kullanmayın: Belki bir faydası olur! Esasen delinen Ozon
tabakası değil, insanlığın ar damarıdır.
Güleryüzlü Teknoloji ya da Küçük Ne Kadar Güzeldir?
Dünyanın mağrur efendisi Batı, Alâaddin'in sihirli
lâmbasını kurcalayarak teknoloji cinini olanca
hışmıyla dışarı uğratırken nasıl haşarı bir çocuğu
andırıyorsa, özeleştiride de vekarlı bir bilge gibi davranabilmektedir. E.f. Schumacher, "Küçük Güzeldir"
isimli kitabında Batı'nın yanılgılarını sıralıyor. Kitabın
özetini epigraf olarak seçtiği R.H. Tawnen'in sözünde
bulmak mümkün: "Ekonomik ihtiraslar iyi hizmetçi
fakat kötü bir efendidir!" Sonra her biri taş ağırlığında
tenkidler: "Tabiatla savaş" kavramının ahlâkî değerlendirmesi, politikacıların giderek teknokratlaşması,
ekonominin bir sosyal ilim olmaktan çıkıp "ekonomizm dini" haline gelmesi ve Batılıların ağzından
çıktığında duyduğumuz zevkle iliklerimizi yumuşatan
İNSANLıĞıN KıRıK KADEHİ
21
bir hüküm: "Maddenin meşru yeri ikinciliktir, birincilik değil!" diye buyuruyor üstad. Oh, neyse ki Schumacher var: Ezelî doğrularımızı ve hakikatlerimizi,
nedense bir Batılının ağzından doğrulamadıkça şüphelerimizden sıyrılamıyoruz. Lübb'ün lübb'ünü arzetmek gerekirse Schumacher, endüstrinin azmanlaşması ve uzmanlaşması karşısında duyduğu ürküntüyü dile getirerek güleryüzlü teknolojiden dem
vuruyor: İnsancıl teknoloji, zararsız teknoloji! Fakat
"bâ'de harab'ül Basra". Vaktiyle Tolstoy'un söylediklerini ve hatta yaptıklarını tekrardan başka bir şey değil. İasnaya Poliana'da sırtında basit bir mujik gömleği
ile kunduralarını yamarken büyük şehirlerdeki sefaleti gördüğünde: "Böyle yaşanılmaz, olmaz böyle şey!
Olamaz!" diye hıçkıra hıçkıra ağlarken, Tolstoy,
Schumacher'in idealizmini ve çelişkilerini çok önceden yaşamış önemli bir örnek olarak belirir.
Mantığında ve naturasında gizli kalmış kahramanlığı,
onu hâlâ yüceltiyor:
"Çok sık tekrarlanan şu sözler her zaman şaşırtır
beni: ‘Evet kuram olarak iyi bir şey, ama uygulamada
nasıl oluyor?' Kuram konuşma için gerekli olan güzel
sözlerden başka bir şey değilmiş, gerçeği kurama uydurmak gerekmezmiş gibi!.. Üzerinde düşündüğüm
bir şeyi anladım mı, anladığımda başka türlü yapamam ben"
"İntikam Benimdir ve Ödeteceğim!"
Bay Schumacher'in güleryüzlü teknolojiden muradı herhalde, üretim ve tüketimde beşerî boyutun
gözden kaçırılmaması arzusudur. Endüstri ve teknolojinin tamamen reddi yerine onu atomize ederek
küçük işletmeler haline bölmek, çalışanları, kuru
mekanizm yerine üretirken haz duymasını sağlayaE.F. Schumacher, Küçük Güzeldir, İstanbul 1979, s.253.
Romain Rolland, Tolstoy'un Hayatı, İstanbul 1969, s.67.
22
ÜÇ NOKTANıN SÖYLEDİĞİ cak yaratıcılığa teşvik etmek ve insan ihtiyaçlarıyla
tabiatın imkanlarını beşerî ölçüler içinde dengelemek. Bunları düşünürken aklıma Onuncu Asır sularında İslam âlim ve teknisyenlerinin icadları geldi:
Hiç şüphesiz bu insanlar çağlarını bilgileri itibariyle
aşmış insanlardı ve çağdaşlarını hayrette bırakan ve
ilim ve teknik birikimine sahip idiler. Yaptıkları harikulade otomatları, bugün bir robot ya da oyuncak
firması görse herhalde seri üretimine geçmek için
patent kuyruğuna girerlerdi. Ama onlar için
yaptıkları icatlar sadece bir oyun anlamı taşıyor olmalıydı. Bir hüner gösterip, defteri kapatmışlar, "bir
özge temâşâ" ile kendilerince daha mühim ve ezelî
problemler üzerine eğilmişlerdi. İşte bu ahlâkî bir
tercih noktasıdır. Bu tercihte şuurun ne kadar rolü
vardı, bunu tartışmıyorum: Ama batılı insan, yani
Prometheus'un nesli "Demir Melekler"i keşfettiği
günden beri eşyaya, tabiata, diğer insanlara ve -şu
sıralarda anladığı kadarıyla- kendine zulmedip duruyor. Tabiatın cevabı ise şu: İntikam benimdir ve
ödeteceğim!
Sadece Yönünü Değiştirmelisin!
Tabii, "yakında kıyamet kopacak, tövbe edin"
çığlığıyla ve dramatik bir üslupla ortaya çıkan herkes, küçümsenemeyecek sayıda dinleyici bulmuştur.
Böyle çağrıların ve haberlerin önlenemez bir daveti
vardır. Dünya ahvâli her ne kadar dramatik bir
akıbeti haber veriyorsa da ben felâket tellâllarıyla
uygun adım yürümek yanlısı değilim. Çevre problemleri ve çevrecilik hareketi her geçen gün sesini biraz
daha duyuruyor ve etkili oluyor, zira teknoloji dünyayı durmadan küçültmektedir. Bunun hayır mı şer
mi getireceğini irdelemeden Franz Kafka'dan "Küçük
bir Fabl" sunarak hatm-i kelâm etmek istiyorum:
Walther Kiaulehn, Demir Melekler, İstanbul 1971.
İNSANLıĞıN KıRıK KADEHİ
23
"Heyhat" dedi fare, "dünya her gün biraz daha küçülüyor. Başlangıçta o kadar büyüktü ki korktum ve
devamlı koştum, durdum ve nihayet sağda solda
duvarlar görünce sevindim. Fakat bu uzun duvarlar
o kadar çabuk daraldı ki, şu anda son odadayım ve
işte köşeye koşup girmek zorunda olduğum bir tuzak
duruyor."
"Sen sadece yönünü değiştirmelisin" diyerek kedi
onu
yedi.