Çanakkale: 100 yıl önce bir devrin battığı yer
Transkript
Çanakkale: 100 yıl önce bir devrin battığı yer
Parlamento TPB Hakimiyet Milletindir Mart 2015 Sayı: 23 Ayl ı k sürel i yay ı n Çanakkale: 100 yıl önce bir devrin battığı yer...20 Ayşenur İslam: Kadına karşı her tür şiddet ve istismarın önlenmesi öncelikli politikalarımız arasında yer alıyor...30 Nevruz: Toprak ananın bağrında yanan ateş...46 Büyük, gizemli ve efsanevi Sümela Manastırı...54 ISSN 2147-6616 9 772147 661000 23 Parlamento TPB Hakimiyet Milletindir Mart 2015 Sayı: 23 Fiyatı: 20 TL/Kurum ve kuruluşlar için: 30 TL Yerel süreli yayın ISSN 2147-6616 Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. adına TPB Parlamento Dergisi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Eren Safi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet Editör Songül Baş Yazı İşleri Çağla Taşkın Deniz Varol Elif Çelik Gökçe Doru İrem Coşkunseven Nehir Öztürk Nil Özben Pınar Ünsal Zeynep Yiğit Katkıda Bulunanlar Dr. Ahmet Tetik Hakan Arslanbenzer Dr. Polat Safi Tasarım Evrim Uluçay Sinan Günçiner TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ GENEL BAŞKAN Nevzat PAKDİL Kahramanmaraş Milletvekili YAYIN KURULU Yahya AKMAN Şanlıurfa Milletvekili Cahit BAĞCI Çorum Milletvekili Kadir Ramazan COŞKUN Genel Sekreter 19. Dönem İstanbul Milletvekili İlknur İNCEÖZ Aksaray Milletvekili Alpaslan KAVAKLIOĞLU Niğde Milletvekili Nuri USLU Genel Sekreter Yardımcısı 23. Dönem Uşak Milletvekili Genel Koordinatör İsmail Demir Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir. Makul alıntılar dışında izinsiz iktibas yapılamaz. YAPIM Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. Uğur Mumcu Cad. 89/8 Çankaya/ANKARA T: 0312 446 15 72 F: 0312 446 15 82 www.buyukharf.com.tr BASKI Özel Matbaası Basım Yeri: Matbaacılar Sanayi Sitesi 1514. Sokak No: 6 İvedik/Ostim/ANKARA Basım Tarihi: 03.03.2015 T: 0312 395 06 08 MART 2015 İÇİNDEKİLER 20 ÇANAKKALE EFSANE DEĞIL, 100 YIL ÖNCE BIR DEVRIN BATTIĞI YER 42 Siyasette vefa İbrahim Özdemir: göstermezseniz vefa göremezsiniz 50 Siyasette ülkenin çıkarı ve Prof. Dr. A. Ziya Aktaş: halkın yararı her şeyin üstünde tutulmalıdır 30 AYŞENUR ISLAM: AILE VE SOSYAL POLITIKALAR BAKANI Kadına karşı her tür şiddet ve istismarın önlenmesi öncelikli politikalarımız arasında yer alıyor 70 Alkol ve madde Hacı Biner: bağımlılığıyla mücadelenin temeli eğitimdir 26 8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ 54 BÜYÜK, GIZEMLI VE EFSANEVI SÜMELA MANASTIRI 62 TÜRKIYE-ARNAVUTLUK PARLAMENTOLARARASI DOSTLUK GRUBU BAŞKANI RIFAT SAIT ILE SÖYLEŞI 4 BAŞKAN’IN MESAJI 5 BIRLIK’TEN 8 HABERLER 12 DÜNYADAN 16 TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI’NDE ŞUBAT 2015’TE KABUL EDILEN YASALAR 60 TARIHÎ VESIKALAR: TANZIMAT FERMANI 66 İSTIKLÂL MARŞI’NIN MECLIS’TEKI SESI: HAMDULLAH SUPHI TANRIÖVER 74 MECLIS ÇALIŞANLARI: RESTORASYON VE TEKNIK UYGULAMALAR BAŞKANLIĞI 78 TARIH SAHNESI 86 ERBAY KÜCET: BAK POSTACI GEL-E-MIYOR 88 KITAP 90 MÜZIK 91 FILM 92 VEKILLER NE OKUYOR / NE IZLIYOR 94 SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERI 95 CHP ISTANBUL MILLETVEKILI SEDEF KÜÇÜK ILE SOSYAL MEDYA SÖYLEŞISI 96 UNUTMAYACAĞIZ 36 İPEK YOLU’NUN ÖTESINDE SIYASET JAPONYA PARLAMENTOSU 46 TOPRAK ANANIN NEVRUZ: BAĞRINDA YANAN ATEŞ 82 MÜZEYYEN SENAR BIR SISLI HAZAN KALDI ARDINDA BAŞKAN’IN MESAJI ÇANAKKALE UNUTULMAZ 1 915’te bir vatanın nasıl savunulacağının en güzel örneğinin sergilendiği Çanakkale, askerimizin imkansızı başardığı, iman gücünün ve vatan sevgisinin en üst seviyede ortaya konulduğu bir destandır. Çanakkale’de sergilenen bu sarsılmaz vatan sevgisi ve millet olma bilinci en büyük zenginliklerimizdir. Millet olarak “Çanakkale geçilmez” dedirten bu sağlam inancın, sarsılmaz ruhun mirasçıları olduğumuzun bilincinde; bugün de dünle aynı ruh ve inançtayız. Çanakkale Zaferimizi geçmişimizin aziz bir hatırası olarak değil, vatanseverlik, fedakarlık, cesaret gibi yüksek faziletlerin kahramanca sergilendiği bir destan olarak bilmeliyiz. Şunu açıklıkla ifade etmeliyim ki hiçbir savaş tarihin akışını bu kadar değiştirmemiştir. Türlü sıkıntılar içindeki bir milletin çağın en güçlü devlet ve silahlarına karşı koyması ve dayanmasının gerçek bir destanıdır Çanakkale. Bu destanın her satırında insanlık gururu vardır. Milletimizi ihya edecek ve başarıya ulaştıracak kodları bünyesinde barındıran Çanakkale’de milletimiz bir bütün olarak mücadele vermiştir. Vatan söz konusu olduğunda aidiyetlerin hiçbir önemi olmadığının en güzel örneği yaşanmıştır. Din, vatan, namus tehlikeye girdiğinde canın, malın hiç düşünmeden verilebileceğinin göstergesidir Çanakkale. Tarihçilerimizin “253 bin şehit verdik, ama ülkemizi kimselere vermedik” dedikleri bu onur dolu mücadelede, askerlerimizin galibiyeti ve düşman devletlerin çekilmesi ile savaş sona erdiğinde dillerde “Çanakkale geçilmez” düsturu vardı. Bu nedenle Çanakkale’yi sadece bir savaş değil, “Söz konusu vatansa gerisi teferruat” sözünün yerine getirildiği bir zaman olarak görmekteyiz. Bugün bu ülkede yaşayan herkes şehitlerimize borçlu olduğunu unutmadan hayatını sürdürmelidir diye düşünüyorum. Zira bastığımız toprağın her bir karışı, Mehmet Âkif’in “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda” mısrasında ifade ettiği gibi, şehit kanıyla sulanmıştır. Millet olarak nereden geldiğimizi, hangi badirelerden kurtulduğumuzu unutmamalıyız. Âkif başka bir şiirinde Çanakkale’de çarpışan askerlerimizi İslam tarihimizin en fedakar askerleri olan Bedir ashabına benzetmiştir. Ecdadımız Çanakkale’de verdiği mücadeleyle sadece İstanbul’u değil Kudüs’ü, Medine’yi, Mekke’yi, hatta bütün İslam dünyasını korumuştur. Onun için bizim Çanakkale müdafaasını asla unutmamamız gerektiğini, bu destanı gelecek nesillere anlatmamızın bir vefa borcu olduğunu düşünüyorum. Yukarıda ifade etmeye çalıştığım nedenlerden dolayı Çanakkale Zaferi’yle ilgili yapılan sempozyum, konferans ve yayınları önemsememiz gerektiğinin altını çizerken düzenlenen etkinliklere katkı sağlamamızın bir insanlık borcu olduğunu da hatırlatma gereğine inanıyorum. Çanakkale Zaferi’nin yıl dönümünü kutluyor, 18 Mart Şehitler Günü’nde bu toprakları bize mukaddes bir vatan kılan tüm şehitlerimizi rahmetle, şükranla anıyorum. Çanakkale şehitlerimizi hiçbir zaman unutmayacağız. Şehitlerimizin ruhları şad olsun! 4 Nevzat Pakdil Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı, Kahramanmaraş Milletvekili TÜRLÜ SIKINTILAR IÇINDEKI BIR MILLETIN ÇAĞIN EN GÜÇLÜ DEVLET VE SILAHLARINA KARŞI KOYMASI VE DAYANMASININ GERÇEK BIR DESTANIDIR ÇANAKKALE. BU DESTANIN HER SATIRINDA INSANLIK GURURU VARDIR. BİRLİK’TEN NEVZAT PAKDİL: HOCALI’DA INSANLIK SUÇU IŞLEYENLER BUNUN HESABINI VERMELIDIR TÜRK Parlamenterler Birliği (TPB) Genel Başkanı Nevzat Pakdil, Hocalı Katliamı’nın hiçbir zaman unutulmayacağını belirterek yirmi üç yıl önce bu insanlık suçunu işleyenlerin uluslararası mahkemelerde yargılanması gerektiğini ifade etti. Nevzat Pakdil, Hocalı Katliamı’nın 23’üncü yıl dönümü dolayısıyla bir mesaj yayımladı. 26 Şubat 1992 tarihinde Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı kasabasında 106’sı kadın, 83’ü çocuk olmak üzere 613 Azerbaycan Türkü’nün Ermeni çeteleri tarafından katledildiğini hatırlatan Pakdil, “Silahsız ve masum sivil halkın işkence edilerek öldürüldüğü bu elim hadise hafızalarımızdaki tazeliğini ve insanlığın vicdanındaki yerini daima koruyacaktır. Hocalı kasabasında yaşanan vahşet insanlık tarihindeki en büyük dramlardan biridir. Türlü işkencelere maruz kalarak hayatını kaybedenlerin yanı sıra binlerce yaralı ve kayıp olması bizi derinden üzmektedir. Hocalı Katliamı hiçbir zaman unutulmayacaktır” dedi. “Katliama sessiz kalmak çifte standart uygulamaktır” Pakdil, yirmi üç yıl önce tüm dünyanın gözü önünde yaşanan katliamla ilgili belge ve fotoğraflar bulunduğunu, aynı zamanda bu vahim hadisenin birçok şahidi ile ölenlerin yakınlarının hayatta olduğunu ifade ederek, “Her şey apaçık ortadayken uluslararası kamuoyunun Hocalı Katliamı’na sessiz kalması kabul edilemez. Her fırsatta insan hakları, demokrasi ve özgürlüklerden bahsedenler, yaşanan olaylar karşısında çifte standart uygulamaktan vazgeçmelidirler. Nerede bir insan hakkı ihlali olursa tüm dünya sesini yükseltmelidir. Hocalı Katliamı’nı yapanlar mutlaka uluslararası mahkemelerde yargılanmalı ve işledikleri insanlık suçunun hesabını vermelidirler” dedi. Nevzat Pakdil yayımladığı mesajda Hocalı Katliamı’nda hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, Azerbaycan halkı ve Türk milletine başsağlığı diledi. HOCALI KATLIAMI’NIN 23’ÜNCÜ YIL DÖNÜMÜ DOLAYISIYLA BIR MESAJ YAYIMLAYAN TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI GENEL BAŞKANI NEVZAT PAKDIL, “SILAHSIZ VE MASUM SIVIL HALKIN IŞKENCE EDILEREK ÖLDÜRÜLDÜĞÜ BU KATLIAM HAFIZALARIMIZDAKI TAZELIĞINI DAIMA KORUYACAKTIR” DEDI. 5 TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI ŞUBELERINDE GENEL KURUL TOPLANTILARI TÜRK Parlamenterler Birliği’nin (TPB) İstanbul, İzmir ve Bursa şubeleri olağan genel kurul toplantılarına hazırlanıyor. Yeni şube yönetimlerinin belirleneceği toplantılar bu ay içinde gerçekleştirilecek. TPB İstanbul Şubesi’nin Genel Kurul Toplantısı 22 Mart 2015 tarihinde yapılacak. İlk toplantıda çoğunluk sağlanamazsa ikinci toplantı 29 Mart’ta düzenlenecek. TPB İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Demirtaş, konuyla ilgili olarak TPB Parlamento’ya şu görüşleri dile getirdi: “Zaman treni çok hür, çok bağımsız, kimseye tabi değil; durmadan dinlenmeden, gece gündüz, tatil, bayram demeden yürüyor, akıp geçiyor. 2012’nin Mart ayında göreve gelmişiz, aradan üç koca yıl akıp gitmiş nasıl olduğunun farkına varamadan. O günlerde seçimle işbaşına gelen yönetim kurulumuz; iktidar, muhalefet, hatta Meclis’te bulunmayan partilerin mensuplarından oluşan değerli parlamenterlerimizin temsilciliğinde oluşmuş bir koalisyon. Koalisyonlar ülkemizde başarılı olamıyor. Henüz bu kültürün bizde oluşmadığı bir gerçek. Ancak sivil toplum örgütlerinde kimin nereye ait olduğuna bakılmaz, kişilerin kabiliyet ve kapasiteleri, verimlilikleri dikkate alınır. Türk Parlamenterler Birliği çatısı altında böyle bir kültür ve zarafet uzun zamandan beri oluşmuş ve hayata geçirilmiş bulunmaktadır. 6 BIRLIK’TEN Mensuplarımız, aralarında birinci, ikinci, üçüncü gazi meclislerin mensuplarının çocukları ve torunları da dahil olmak üzere 2 bin iştirakçimiz ile 400 civarında İstanbul’da mukim Meclis Başkanı, Bakan ve parlamenterlerimizden oluşmaktadır. Bir aile sıcaklığı, birlik ve beraberlik içindeki Türk Parlamenterler Birliği İstanbul Şubesi üyeleri olarak, çoğulcu yapımızla, fikrî zenginliğimiz ve bilgi birikimimizi ülkemizin hizmetine sunma gayreti içindeyiz. Bu hedef doğrultusunda farklı düşüncelerimiz ve tercihlerimize rağmen ülkemizin geleceği için ortak paydalarda bir araya gelmeyi başarabilen arkadaş ve dost grubuyuz. Bu çatı altında mensuplarımıza sağlıktan ulaşım kolaylıklarına kadar çeşitli hizmetler vermenin gayreti içinde olduk. Öte yandan dışa açık faaliyet olarak geleneksel hale gelen konferansları aynen devam ettirdik. Konferanslar ve faaliyetlerimiz üyelerimiz ile katılımcılarımızın ilgi ve ihtiyaçları göz önünde bulundurularak düzenlenmiştir. Görevi, bu ay yapılacak Genel Kurul ile oluşacak yeni yönetim kuruluna devredeceğiz. Türk Parlamenterler Birliği Genel Merkezi’ne ve mensuplarımıza görevimiz süresince bize gösterdikleri ilgi için teşekkür ediyorum. Ayrıca farklı siyasi düşüncelere sahip olmalarına rağmen üç yıl fevkalade uyumlu bir yönetim örneği sergileyen yönetim kurulu üyesi ve denetim kurulu üyesi arkadaşlarıma içtenlikle teşekkür ediyorum.” TPB İstanbul Şubesi’nin düzenlediği konferanslardan bazıları şöyle: Günün Hukuki ve Siyasi Meseleleri (Oltan Sungurlu), Cumhuriyetimizin İlk Yüz Yılı 1923-2023 (Prof. Dr. İlber Ortaylı), Muhafazakarlık ve İstanbul Kültürü (M. Şevket Eygi), Nasıl Bir Anayasa ve Kimin İçin? (Prof. Dr. Ergun Özbudun), Sağlıklı ve Kaliteli Yaşamın Şifreleri (Prof. Dr. Canan Karatay), Atatürk’ün İhtilal Hukuku (Taha Akyol), 1969-1980 Arası TBMM (Sami Kumbasar), Asrımızın En Büyük Eseri: TDV İslam Ansiklopedisi (Tayyar Altıkulaç), Yeni Türkiye’nin Hedefleri Neler Olmalıdır? (Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş), Dış Politikamızda Ortadoğu (İsmail Müftüoğlu). Dikkat çekici etkinlikler düzenlendi Türk Parlamenterler Birliği İzmir Şubesi’nin Genel Kurul Toplantısı 20 Mart 2015 tarihinde yapılacak. İlk toplantıda çoğunluk sağlanamazsa ikinci toplantı 27 Mart’ta gerçekleştirilecek. TPB İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Metin Öney, 2012, 2013 ve 2014 yıllarında konferanstan geziye, söyleşiden yemekli toplantıya kadar çeşitli faaliyetler düzenlediklerini ifade etti. “Türkiye’de Neler Oluyor?” ana başlığı altında gerçekleştirilen etkinliklerde öğretim üyeleri ve uzmanların çeşitli konularda konferanslar verdiğini kaydeden Öney, konferans konuları ve konuşmacıları ile ilgili şu bilgileri aktardı: Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay (Alev Coşkun), Anayasa (Metin Öney), Medya Nereye Gidiyor? (Hasan Tahsin Kocabaş), Dış Politika-Arap Baharı ve Suriye (Onur Öymen), Yeni Büyükşehir Yasası Neyi Hedefliyor? (Bülent Baratalı), AB Süreci, Sevr ve Lozan İlişkileri (Yrd. Doç. Dr. Türkan Başyiğit), Sağlıkta Neler Oluyor? (Suat Çağlayan, Op. Dr. Ceyhun Balcı), Yeni Anayasa Çalışmaları (Kemal Anadol), Anılarla Siyasette Kadın-Erkek El Ele Toplantısı (Işılay Saygın, Yılmaz Karakoyunlu, Türkan Miçooğulları, Canan Aritman, Emel Denizaslanı, Ayşe Akın), Millet ve Milliyetçilik (Aytekin Sözen), Edebiyat, Tarih, Politika Üzerine Söyleşi (Kemal Anadol), Türkiye’de Neler Oluyor? (Yaşar Okuyan), Yargı Bağımsızlığı (Prof. Dr. Fevzi Demir), Misak-ı Milli-Lozan-Cumhuriyet (Prof. Dr. Ergün Aybars), Geçmişten Günümüze Ortadoğu (Yrd. Doç. M. Emin Elmacı), Ekonomi ve Yolsuzluklar (Doç. Dr. M. Ufuk Tutan), Basın Özgürlüğü (Serdar Kızık), Eğitim ve Sorunları (Yrd. Doç. Dr. Türkan Başyiğit), Cumhuriyetten Bugüne Seçimler (Prof. Dr. Kemal Arı), Seçmen Sorumluluğu ve Seçim Güvenliği (Metin Öney), İçimizden Biri: Kemal Atatürk (Prof. Dr. Kemal Arı), Uluslararası İlişkiler (Yrd. Doç. Dr. Kenan Kırıkpınar), 2015 Dünya ve Türkiye Senaryoları (Prof. Dr. Ümit Özdağ). Tanıtıcı faaliyetler yapıldı Türk Parlamenterler Birliği Bursa Şubesi’nin Genel Kurul Toplantısı 13 Mart 2015 tarihinde yapılacak. İlk toplantıda çoğunluk sağlanamazsa ikinci toplantı 20 Mart’ta gerçekleştirilecek. TPB Bursa Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Niyazi Pakyürek, 2012-2014 yılları arasında panel, yemekli toplantı, ziyaret, Türk Parlamenterler Birliği ile Bursa Şubesi’ni tanıtıcı televizyon programlarına katılım gibi çeşitli faaliyetler düzenlediklerini belirtti. TPB Bursa Şubesi’nin çalışmalarıyla ilgili mülakatların yerel gazete ve dergilerde yayımlandığını, Bursa’daki sivil toplum örgütleriyle iletişim kurulduğunu ifade eden Pakyürek, yeni anayasa hazırlık çalışmalarının yapıldığı dönemde gerçekleştirdikleri “Nasıl Bir Anayasa?” paneline ise Uludağ Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay’ın katıldığını bildirdi. 7 HABERLER STRUMA FACIASI DEVLET DÜZEYINDE YÂD EDILDI tutunmaları için gayret sarf ettiğimiz bu insanları kaybetmenin acısını paylaşıyoruz. Bulunduğumuz coğrafyada vuku bulmuş birçok insanlık trajedisine her zaman insani bir duyarlılıkla yaklaşmaya özen gösteren Türkiye, bu elim hadisenin hatırasını da gelecek nesillere yansıtmayı görev bilecektir.” Bakan Çelik: Bu acının unutulmamasını temin etmeye çalışıyoruz TARIH 24 Şubat 1942. II. Dünya Savaşı devam ederken, Nazilerden kaçan Yahudileri Filistin’e götürmek üzere Romanya’dan yola çıkan Struma adlı gemi İstanbul açıklarına geldiğinde, motorundaki arızalanma nedeniyle demir atmak zorunda kalır. Almanya’nın baskıları nedeniyle yolcularının karaya inmesine izin verilmeyen gemi, dokuz hafta boyunca oradan ayrılamaz. İçindeki yolcular hakkında görüşmeler bir sonuç vermeyince Struma 23 Şubat 1942’de Türk Hükümeti tarafından Şile açıklarına çektirilir. 24 Şubat sabahı, Türk kargo gemisi Çankaya’yı da batıran bir Sovyet denizaltısı tarafından torpido ile vurularak batırılır ve 103’ü çocuk 768 kişi hayatını kaybeder. Struma faciası, 73’üncü yıl dönümünde Dışişleri Bakanlığı tarafından yayımlanan bir mesajla yâd edildi. Mesajda şu ifadelere yer verildi: “II. Dünya Savaşı yıllarında neredeyse tüm Avrupa’yı saran Nazizm ve antisemitizmin etkisiyle yaşadıkları ülkeleri, şehirleri, köyleri terk etmek zorunda kalan kadın, çocuk, hasta, genç, yaşlı, bebek tam 768 kişinin hayatı, 73 yıl önce bugün elim bir şekilde son bulmuştur. Bu hadise, kurbanlarının dinî ya da etnik kökenlerinden bağımsız olarak, insanlık tarihinde yerini almış bir trajedidir ve tarihe böyle not düşülmesi gerekir. Bu anlayışla, Holokost’un 70’inci yıl dönümünü de vesile kılarak, ‘Struma’ gemisinde hayatını kaybedenleri saygıyla anıyor, yakınlarına ve olayın gözleri önünde cereyan etmesi nedeniyle konuya yönelik hassasiyet ve buruklukları devam eden Türk Musevi Cemaati mensubu yurttaşlarımıza başsağlığı diliyoruz. Hayata 8 Struma’da ölenleri anmak için geleneksel olarak düzenlenegelen törende bu yıl ilk kez hükümet temsilcisi ve devlet görevlileri de hazır bulundu. İstanbul Sepetçiler Kasrı’nda düzenlenen anma törenine hükümet adına Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik katıldı. Türk-Musevi Cemaati’ne hükümet adına taziyelerini sunan Bakan Çelik, “Bugün ilk defa böyle bir anma töreni yaparak ve buna hükümet düzeyinde katılarak, aslında bu acının unutulmamasını temin etmeye çalışıyoruz. Genelde bu tip acıların üstü örtülmeye çalışılır, unutulmaya terk edilir, ama biz bu acının unutulmasını istemiyoruz” dedi. Bakan Çelik sözlerini şöyle sürdürdü: “İnsan haklarının, hümanizmin evrensel bir değer olduğunu düşündüğümüz zamanlar maalesef hemen arkasından tarihin en ilkel sayfalarından, en korkunç tehditler fışkırıyor. Antisemitizm tehlikesi, İslam karşıtlığı tehlikesi yükseliyor, ırkçılıkla, yabancı düşmanlığı yükseliyor. Özellikle de Avrupa için son derece geçerli bir tehdit olarak bunlar önümüzdedir. Bu olay, kendisinden daha büyük olaylara işaret eden günümüzün gelişmeleri karşısında bizim aklımızın ve vicdanımızın her zaman diri ve her zaman uyanık olması gerektiğini bize anlatıyor. Çünkü bütün bu tehlikeler, antisemitizm, İslam karşıtlığı, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık, bunların hepsi aynı kaynaktan besleniyor. Bunlar, insanın bir parçası olan kötülük üretme kabiliyetiyle birtakım siyasi ve sosyal akımların birleşmesi neticesinde insanlığa büyük acılar yaşatıyor. Holokost’un 70’inci yılında, 73 yıl önce olan bu olayı anmamız bu bakımdan önemli. Asla unutmayacağız, unutturmayacağız. Bunlardan hep beraber ders çıkartacağız ve geleceğe hep beraber güçlü bir biçimde bakacağız.” REFORM EYLEM GRUBU TOPLANTILARININ IKINCISI GERÇEKLEŞTI REFORM Eylem Grubu (REG) İkinci Toplantısı Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun evsahipliğinde Ankara Palas Devlet Konukevi’nde gerçekleştirildi. Toplantıya AB Bakanı ve Başmüzakereci Volkan Bozkır, İçişleri Bakanı Efkan Ala, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam ile çeşitli kurum ve kuruluşlardan yetkililer katıldı. Ulusal Program’da yer alan hedefler doğrultusunda Kopenhag siyasi kriterlerinin yerine getirilmesine yönelik mevzuat uyumlaştırma çalışmalarının yapılmasını ve söz konusu mevzuat değişikliklerinin etkili bir şekilde uygulanmasını amaçlayan Reform Eylem Grubu toplantılarının ikincisinde, ülkemizde son dönemde gerçekleştirilen reform çalışmalarıyla önümüzdeki dönemde atılabilecek adımlar ele alındı. Bakan Çavuşoğlu toplantı sonrasında düzenlenen basın toplantısında grubun çalışmalarının siyasi reform sürecine de ivme kazandırdığını ve yaratılan ivmenin olumlu sonuçlarını da hep birlikte görmeye başladıklarını dile getirdi. Çavuşoğlu toplantı kapsamında suç mağdurlarının korunması, kadına yönelik şiddetle etkili bir şekilde mücadele edilmesi, ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik konularındaki kanun tasarısı taslakları, farklı inanç gruplarına mensup vatandaşlarla diyalog süreci ve AB müzakere sürecindeki önemli fasıllardan “Adalet, Özgürlük ve Güvenlik” başlıklı 24. fasla ilişkin gelişmeler gibi çeşitli konuları değerlendirdiklerini söyledi. “ADALET ALANINDA İŞ BIRLIĞI FIRSATLARI” TOPLANTISI İSTANBUL’DA YAPILDI GÜNEYDOĞU Avrupa Ülkeleri İş Birliği Süreci Parlamenter Asamblesi (GDAÜPA) Adalet, İçişleri ve Güvenlik İş Birliği Genel Komite Toplantısı TBMM’nin evsahipliğinde İstanbul’da düzenlendi. “Adalet Alanında İş Birliği Fırsatları” başlıklı toplantıya Türkiye’nin yanı sıra Bulgaristan, Bosna-Hersek, Makedonya, Arnavutluk, Sırbistan, Romanya, Karadağ ve Kosova’dan milletvekilleri ile bürokratlar katıldı. Toplantının açılış konuşmasını gerçekleştiren TBMM Başkanvekili Sadık Yakut, Türkiye’nin GDAÜPA katılımcısı ülkelerin hemen her biriyle ortak tarihî ve kültürel mirasa dayanan, sağlam beşeri bağlarla tahkim edilmiş köklü ilişkilere sahip olduğunu kaydederek Balkanlar’ın Türkiye için önemine dikkat çekti. Parlamenter diplomasinin başarısı için iş birliğinin somut projeler zemininde sürdürülebilir ve etkin kılınmasının elzem olduğunu belirten Yakut, “Bu itibarla, GDAÜPA’nın daimi bir sekretaryaya kavuşturulmasına yönelik çalışmalara başından bu yana aktif katkı sağlamaktayız. Bu sekretaryanın İstanbul’da tesis edilmesini içtenlikle arzu ediyoruz. Bu arzumuza bugüne kadar yazılı veya şifahi destek beyan eden bütün ortaklarımıza teşekkür ediyoruz. GDAÜPA ulusal delegasyonlarının değerli üyeleri, çalışmalarınızın bölgemizin refahı ve kalkınması yolunda faydalı olacağına inancımı ifade ediyor, çalışmalarınızda kolaylıklar diliyorum” dedi. Toplantının iki gün süren oturumlarında adalet alanında parlamenter iş birliği fırsatları, Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıların durumları, Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü tarafından yürütme boyutunda adalet alanında sürdürülmekte olan iş birliği faaliyetleri ele alındı. 9 G20 GÜNDEMININ MERKEZINDE “KALKINMA” OLACAK GIDA, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, merkezi Roma’da bulunan, Birleşmiş Milletler’e bağlı tarımsal finans kuruluşu IFAD’ın 38. Yönetim Konseyi Toplantısı’na katıldı. Bakan Eker, Türkiye’nin dönem başkanlığı sürecinde G20 gündeminin merkezine kalkınmayı koyacağını ifade ederek, “Öncelikli hedefimiz, büyüme odaklı faaliyetler ile gelişmekte olan ve düşük gelirli ülkelerin dünya ekonomisine entegrasyonunu daha da geliştirmek olacaktır” dedi. Bir tarafta israfla mücadele edilirken, diğer tarafta teknoloji yetersizliği veya kurumsal kapasite eksikliği nedeniyle düşük gelirli ülkelerin veya az gelişmiş ülkelerin gıda kayıplarının söz konusu olduğunu dile getiren Eker, “Birinin kaybı azaltması, dolayısıyla daha fazla gıda üretebilmesi lazım. Öteki taraf da israfı azaltmalı ki bir dengeye ulaşsın. Bu tabii tek boyutlu bir sorun değil, çok boyutlu bir mesele ve bununla ilgili görüşlerimizi paylaştık” diye konuştu. Bakan Eker, sözlerine şöyle devam etti: “Sadece gıda ithal etmek suretiyle vatandaşlarını beslemek zorunda kalıyorlarsa o ülkeler için durum zorlaşıyor. Çünkü rekabet edemiyorlar. Finansman durumları, ekonomileri buna müsait değil. Biz diyoruz ki, küçük çiftçiler de aile çiftçiliği yoluyla gıda üretebilse, özellikle gelişmekte olan ülkelerde bu mekanizma harekete geçirilebilse o zaman sorun bir ölçüde de olsa çözülmüş olur. Küresel piyasalarda tarıma yapılacak yatırımlarla, kapsayıcılıkla ve paylaşımla ilgili başlıklarımız var. Bu üç başlık çerçevesinde yapılacak birçok iş var ve biz G20 dönem başkanlığımız çerçevesinde bunları da projelendirip hayata geçirmeye çalışacağız.” MECLIS-I MEBUSAN VE MECLIS-I ÂYAN TUTANAK TERIMLERI SÖZLÜĞÜ YAYIMA HAZIR TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı tarafından Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Âyan Tutanak Terimleri Sözlüğü hazırlandı. TBMM Genel Sekreteri Dr. İrfan Neziroğlu, yayının gerek Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Âyan, gerekse Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Meclis tutanaklarının daha iyi anlaşılması amacıyla hazırlanan tek sözlük olması açısından önem taşıdığı değerlendirmesinde bulundu. Sözlük, bugünün parlamento terimlerini mevcut birikimlerden ve değişik yazılı kaynaklardan derleyip bir araya getirdi. Ayrıca Meclis uygulamalarının ana kaynağı olan Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Âyan içtüzükleri, dil yönünden kelime bazlı incelemeye tabi tutuldu. Sözlük hazırlanırken Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Âyan tutanak fihristleri taranarak gündem dışı konuşmalar, gelen kağıtlar, hoş geldiniz mesajları, fihrist ana ve alt başlıkları altında toplandı. Tüm kelime/ terim/tamlamaların günümüzdeki anlamları da açıklanarak, anlaşılmalarının kolaylaştırılması amacıyla cümle içinde nasıl geçtikleri dönemin tutanaklarından alıntılarla gösterildi. Sözlük, basılı versiyonunun yanı sıra TBMM’nin internet sayfasında da yayımlanacak. 10 HABERLER TEMAYÜL YOKLAMALARINDA “KADINA ŞIDDETE HAYIR” DENILDI AK Parti’nin 81 ilde gerçekleşen ve 6 bini aşkın milletvekili aday adayının katıldığı temayül yoklamalarında, kadına şiddetin önlenmesine yönelik imza kampanyası düzenlendi. Kampanyayla ilgili olarak Teşkilattan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Süleyman Soylu ile Genel Merkez Kadın Kolları Başkanı Azize Sibel Gönül tarafından imzalanarak 81 il başkanlığına gönderilen yazıda, 2015 milletvekili genel seçimleri için gerçekleştirilecek temayül yoklamalarında, aday adayı olanların “Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelede Biz de Varız” kampanyasına imza vermeleri istendi. Kampanya metninde şu ifadelere yer verildi: “Kadına yönelik her tür şiddetin; acı ve ızdırap veren, yaşam hakkını tehdit eden, temel bir insan hakkı ihlali olduğuna; toplumu derinden yaralayıp zayıflattığına; aile birliğini zedeleyip anne ve çocuk sağlığını bozan son derece önemli bir halk sağlığı sorunu olduğuna; kadına yönelik şiddetin katı töre, gelenek gibi hiçbir gerekçe ile asla meşrulaştırılamayacağına inanıyoruz. Hayat arkadaşlarımız, kardeşlerimiz, annemiz, geleceğimizi emanet ettiğimiz evlatlarımız kadınlar bu toplumun yarısını oluşturan erkeklerle aynı haklara sahip bireylerdir. Bu nedenle kadına yönelik şiddete Kampanyaya AK Parti Şanlıurfa Milletvekili Yahya Akman da katıldı. ortak olmayacağız, seyirci kalmayacağız. Kadına yönelik şiddete son vermek için el ele verelim. Kadına karşı şiddetle mücadelede, toplumun bütün bireyleri olarak üzerimize düşen görevi yapmak üzere kararlıyız. Biz de varız.” TBMM ILE MARMARA ÜNIVERSITESI ARASINDA SAĞLIK PROTOKOLÜ TBMM ile Marmara Üniversitesi arasında sağlık alanında iş birliği protokolü imzalandı. TBMM Genel Sekreteri Dr. İrfan Neziroğlu, Marmara Üniversitesi’nin TBMM ile sağlık alanında iş birliği yapan on altıncı üniversite olduğunu belirterek şöyle konuştu: “Bu protokoller sayesinde hem milletvekillerimize daha nitelikli sağlık hizmeti sunuyoruz hem de bunu çok daha uygun bir şekilde gerçekleştirerek bütçede önemli bir tasarruf sağlamış oluyoruz. Marmara Üniversitesi de bu noktada önemli üniversitelerimizden biri. Özellikle İstanbul’daki sağlık hizmetlerinin sunumunda çok katkı yapacaklarına inanıyorum. Ümit ediyoruz, sağlığın yanı sıra diğer alanlarda da TBMM ile Marmara Üniversitesi arasında iş birliğini geliştiririz.” Marmara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. M. Emin Arat ise Marmara Üniversitesi’nin Türkiye’nin en güçlü üniversitelerinden biri olduğunu ifade ederek, “Özellikle Tıp Fakültemiz ülkemizin en kuvvetli fakültelerinden biri. Çok değerli öğretim üyelerimiz var, teknik donanımlarımız da fevkalade üst seviyede” diye konuştu. Milletvekillerine ve diğer personele Marmara Üniversitesi tarafından fevkalade iyi hizmet verileceği inancında olduğunu belirten Arat, “Bu fırsatla beraber diğer alanlarda da iş birliğine hazırız. Sonuç itibarıyla bu ülkeye, bu topluma hizmet ediyoruz” dedi. 11 DÜNYADAN İNGILTERE’DEN YENI TERÖRLE MÜCADELE STRATEJISI İNGILTERE’DE, İngiliz vatandaşlarının yurt dışında terör eylemlerine katılarak ülkeye dönmelerini önlemek amacıyla hazırlanan “Terörle Mücadele ve Güvenlik Tasarısı” yasalaştı. Kraliyet tarafından onaylanarak yürürlüğe giren yeni yasayla İngiliz istihbarat ajansları ve güvenlik birimleri, terör tehdidi oluşturan kişileri daha yakından takip edebilecek. Ayrıca terör bağlantılı faaliyetlerde bulunmak amacıyla seyahat edeceğinden ya da terör eylemlerinde bulunduğundan şüphelenilen ve ülkesine dönmek isteyen kişilerin pasaportlarına geçici süreyle el konulabilecek. Yurt dışında terör bağlantılı faaliyetlerde bulunan İngiliz vatandaşlarının ülkelerine dönüşlerinin kontrol altında tutulabilmesi için bu kişilere geçici olarak ülkeye giriş yasağı getirilebilecek. İngiltere’de sınır polisi, yolcu bilgileri ve detaylarına sahip olacak. Buna göre, havayolu şirketleri, yolcu listelerini uçakları ülkeye iniş yapmadan önce İngiliz makamlarıyla paylaşacak. Aksi halde uçakların İngiltere’ye inişlerine izin verilmeyecek. Ayrıca üniversitelerden, okullardan, belediyelerden ve hapishanelerden kişilerin terör örgütlerine çekilmemesi ve aşırılaşmaması için önlemler almaları istenecek. Radikalleşmenin önlenmesi için gönüllü yardım programları başlatılacak. Polis, terör şüphelileriyle ilgili bilgi ve kimlik tespiti için internet şirketleriyle iş birliği yapacak. İngiliz hükümeti, ayrıca terör şüphelilerinin daha yakından takibi ve olası terör olayları ile radikalleşmeyi önlemek için 130 milyon sterlinlik ek bütçe ayırıyor. SANA BÜYÜKELÇILIĞI FAALIYETLERI ASKIYA ALINDI YEMEN’DEKI çatışmalar nedeniyle Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bazı ülkeler Sana Büyükelçiliği’ndeki faaliyetlerini askıya aldı. Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, Yemen’deki yönetim krizi ve buna bağlı istikrarsızlık, toplumsal 12 gösteriler ve karşıt güçler arasındaki çatışmaların ülkede ciddi güvenlik zafiyetine sebep olduğu belirtildi. Yemen’de bulunan Türk vatandaşlarına ilişkin gerekli düzenlemelerin yapılmasının ardından Sana Büyükelçiliği’nin faaliyetlerinin askıya alındığı ifade edilen açıklamada, “Başta başkent Sana olmak üzere tüm ülke genelinde, temenni ettiğimiz kamu düzeni ile güvenlik sağlandığında ve ulusal diyalog ile uzlaşıya dayalı meşru devlet otoritesi tesis edildiğinde Büyükelçiliğimiz faaliyetlerine yeniden başlayacaktır. Tarihî kardeşlik bağlarına sahip olduğumuz Yemen halkıyla dayanışmamız ve Yemen’de barış, güvenlik ve istikrarın sağlanmasına yönelik desteğimiz devam edecektir” denildi. Büyükelçilik faaliyetlerinin askıya alınmasının ardından Büyükelçi Fazlı Çorman, Ankara’ya geldi. Daha önce Birleşik Arap Emirlikleri, ABD, Fransa, İngiltere, İtalya ve Almanya da Sana’daki büyükelçilik çalışmalarını askıya almıştı. SCHENGEN SINIRLARINDA KONTROLLER SIKILAŞIYOR AVRUPA Birliği (AB) liderleri, terörle mücadele tedbirleri kapsamında Schengen sınır kontrollerini sıkılaştırma kararı aldı. Ayrıca Avrupa Parlamentosu’na havayolu yolcu verilerinin paylaşılmasına dair düzenlemeyi hızla onaylaması çağrısında bulunuldu. Brüksel’de toplanan zirvede alınan kararlarda, AB üyelerinin güvenlik birimleri ve yargı organları arasında bilgi paylaşımının ve operasyonel iş birliğinin artırılması, üye ülkelerin para aklamayla ve terörün finansmanının önlenmesiyle ilgili yeni kuralları hızla uygulamaya koyması ve silah kaçakçılığıyla mücadelede gereken yasal düzenlemelerin hızla yapılarak ilgili birimler arasında iş birliğinin artırılması istendi. Zirvede terörü ve aşırılığı teşvik eden internet içeriğinin tespiti ve kaldırılması için yeni önlemler alınması, internet şirketleriyle iş birliğinin artırılması kararlaştırıldı. Ayrıca hoşgörü, ayrımcılıkla mücadele, temel özgürlükler ve dayanışmayı teşvik için dinlerarası diyalog ve terör karşıtı propagandanın artırılması dahil iletişim stratejileri geliştirilmesi ve radikalleşmeye katkı sağlayan faktörlerin ortadan kaldırılması için eğitim, istihdam ve sosyal entegrasyonla ilgili inisiyatifler başlatılması kararı alındı. Zirve kararlarında Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Sahra gibi bölgelerde terörle mücadele angajmanının artırılması, temel özgür- lükleri ortaklaşa teşvik için kültürler ve medeniyetler arası diyalog kurulması, terörü besleyen kriz ve çatışmaların çözümüne yönelik stratejik yaklaşımlar geliştirilmesi talep edildi. ABD’DEN UKRAYNALI ASKERLERE EĞITIM ABD’NIN Avrupa’daki Kara Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Hodges, ABD ordusunun Rusya yanlısı ayrılıkçılara karşı savaşan Ukraynalı askerlere eğitim vereceğini açıkladı. Polonya’nın Szczecin kentini ziyaret eden Korgeneral Hodges, düzenlediği basın toplantısında ABD ordusunun Ukrayna İçişleri Bakanlığı tarafından belirlenen üç tabura mart ayında eğitim vereceğini söyledi. Eğitim programı, Ukrayna’nın batısındaki Lviv kentinde bulunan Yavariv Merkezi’nde düzenlenecek. Hodges, ABD ordusunun Ukraynalı askerlere Rusların ve ayrılıkçıların ağır silahları ve füzelerine karşı kendilerini nasıl koruyacaklarını öğreteceğini ifade etti. Eğitim sırasında yolların, köprülerin ve diğer altyapı tesislerinin güvenliğinin sağlanması ve yaralıların tedavisiyle tahliyesi konularında da bilgi verilecek. 13 BOSNA HERSEK’TE ZVIZDIÇ DÖNEMI BOSNA Hersek Üçlü Devlet Başkanlığı Konseyi tarafından başbakan olarak atanan Denis Zvizdiç, Temsilciler Meclisi’nden güvenoyu aldı. Oylamaya katılan milletvekillerinin 28’i “evet” oyu kullanırken, beş milletvekili “hayır”, iki milletvekili ise “çekimser” oyu verdi. Zvizdiç daha önce Saraybosna Kantonu Başbakanlığı, Saraybosna Kantonu Meclis Başkanlığı ve Bosna Hersek Federasyonu Temsilciler Meclisi Başkanlığı görevlerinde bulunmuştu. Zvizdiç, oylama öncesi yaptığı konuşmada, iyimser olduğunu ve bu iyimserliğini kurulacak yeni hükümete de aktarmak istediğini belirterek, “Öncelikle Bosna Hersek’e yönelik tutumumuzu değiştirmeli ve bu güzel ülkenin bizim vatanımız olduğunu kabul etmeliyiz” dedi. Önlerindeki görevin zorluğunun ve memnuniyetsizlikleri nedeniyle vatandaşların ülkeyi terk ettiklerinin bilincinde olduklarını ifade eden Zvizdiç, özellikle gençler için sorunlara çözüm bulmak zorunda olduklarını vurguladı. Kurulacak yeni hükümetin öncelikli hedeflerine değinen Zvizdiç, Bosna Hersek’in en önemli amacının Avrupa Birliği’nin (AB) talep ettiği reformları uygulamak ve toplumun her kesiminde iyileşme yaşanmasını sağlamak olduğunu dile getirdi. Bosna Hersek Bakanlar Konseyi dokuz bakanlığın, Ekim 2014’te yapılan seçimlerde başarılı olan partiler arasındaki dağılımı konusunda da uzlaşma sağladı. Buna göre milliyetçi Hırvat Demokrat Birliği’ne (HDZ) 3, Sırp milliyetçi partisi Sırp Demokrat Partisi (SDS) önderliğindeki Değişim İçin Koalisyon’a 3, Demokrat Cephe’ye (DF) 1, Boşnakları temsil eden en büyük parti olan Demokrat Eylem Partisi’ne (SDA) 2 bakanlık verilmesi konusunda karar alındı. MATTARELLA ITALYA’NIN 12’NCI CUMHURBAŞKANI İTALYA’DA Büyük Seçici Meclis’te yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin dördüncü turunda Sergio Mattarella ülkenin yeni cumhurbaşkanı oldu. Cumhurbaşkanlığı görevinden istifa eden 11’inci Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano’nun halefini belirlemek için yapılan oylamalarda iktidarın büyük ortağı Demokrat Parti’nin aday gösterdiği Anayasa Mahkemesi yargıcı ve eski bakanlardan Sergio Mattarella 1009 üyeli seçici mecliste 665 oy aldı. İtalya Başbakanı Matteo Renzi’nin partisinin cumhurbaşkanı adayı olarak belirlediği ve dördüncü turda diğer sol ve merkez partilerin de desteğini alarak cumhurbaşkanı olan Sergio Mattarella, ülkenin güneyindeki Palermo’da 1941 yılında dünyaya geldi. Mattarella, hukuk eğitimi aldıktan sonra aile geleneğinin Hıristiyan Demokrat olması sebebiyle bu kanattan siyasi hayata atıldı. 1983 ile 2008 yılları arasında Hıristiyan Demokratlar’dan merkez sola uzanan yelpazede milletvekili olarak görev yaptı. Merkezde bir 14 DÜNYADAN isim olarak tanımlanan Sergio Mattarella, 1987-1989 döneminde Parlamentolar ile İlişkiler Bakanlığı, 1989-1990’da Eğitim Bakanlığı, 1998-1999’da Başbakan Yardımcılığı, 1999-2001 yıllarında da Savunma Bakanlığı görevlerinde bulundu. Mattarella, 2011 yılından beri Anayasa Mahkemesi yargıcı olarak görev yapıyordu. PROKOPIS PAVLOPULOS YUNANISTAN’IN YENI CUMHURBAŞKANI YUNANISTAN’DA, SYRIZA lideri Aleksis Çipras başkanlığındaki koalisyon hükümetinin adayı Prokopis Pavlopulos, ülkenin yeni cumhurbaşkanı oldu. Pavlopulos, iki adayın yarıştığı seçimin dördüncü turunda parlamentonun oylamaya katılan 295 üyesinin 233’ünden “Evet” oyu alarak Yunanistan’ın 16’ncı cumhurbaşkanı seçildi. Nehir (Potami) Partisi tarafından aday gösterilen Nikos Alevizatos’un ise 30 oy aldığı seçimde, 32 milletvekili çekimser oy kullandı. Yunanistan’da, önceki koalisyon hükümeti tarafından desteklenen cumhurbaşkanı adayı Stavros Dimas’ın, ilk turu 17 Aralık’ta yapılan seçimin ilk üç turunda yeterli oyu alamayarak seçilememesi üzerine erken seçime gidilmişti. Pavlopulos, görevi 28 Şubat’ta ikinci 5 yıllık dönemini tamamlayan Cumhurbaşkanı Karolas Papulyas’tan devraldı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bugüne kadar en yüksek oyu (279) alan Papulyas, 2005’te Cumhurbaşkanı Kostis Stefanopulos’un ardından bu göreve gelmişti. Mora Yarımadası’nın Kalamata kentinde 10 Temmuz 1950 tarihinde doğan Yunanistan’ın yeni Cumhurbaşkanı Pavlopulos, Atina Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra Fransa’da yüksek lisans ve doktora yaptı. Yeni Demokrasi Partisi’nden 2000 yılında milletvekili seçilen Pavlopulos, 20052009 yılları arasında İçişleri Bakanı olarak görev aldı. AVUSTURYA YENI “İSLAM YASA TASARISI”NI KABUL ETTI AVUSTURYA’DA koalisyon hükümetinin sunduğu tartışmalı “İslam Yasa Tasarısı”, Anayasa Komisyonu’nda kabul edildi. Tasarının görüşüldüğü toplantıya katılan Yeşiller Partisi Milletvekili Alev Korun, Anadolu Ajansı’na yaptığı açıklamada, “İslam Yasa Tasarısı”nın Meclis Anayasa Komisyonu’nda yaklaşık 2,5 saat süren görüşmeden sonra kabul edildiğini söyledi. Hükümeti oluş- turan Avusturya Sosyal Demokrat Partisi (SPÖ) ve Avusturya Halk Partisi’nin (ÖVP) tasarıya ilişkin değişiklikleri içeren öneriler sunduğunu belirten Korun, kabul edilen tasarıda ciddi farklılıklar olmadığını dile getirdi. Tasarıda yapılan son değişikliklere göre, dinî bir cemaatin tanınması veya iptaline başbakan yerine bakanlar kurulu karar verecek. Yurt dışından finanse edilen imamlar, vizeleri bitinceye kadar değil, yasa yürürlüğe girdikten 1 yıl sonraya kadar görev yapabilecek. İslam cemaati, imam yetiştirmek üzere Viyana Üniversitesi’nde kurulacak İslam Teoloji Fakültesi’nde eğitim verecek öğretim görevlilerinin belirlenmesinde söz sahibi olabilecek. Dinî cemaatler tarafından düzenlenecek etkinlikler “güvenlik” gerekçesiyle iptal edilebilecek. Avusturya’da yaşayan yaklaşık 550 bin Müslüman’ın dahil olduğu Avusturya İslam Cemaati adına açıklama yapan Cemaat Başkanı Fuat Sanaç, yeni İslam Yasası’nın var olan endişelere çözüm getirmemekle birlikte bir önceki yasaya göre daha olumlu olduğunu ifade etti. 15 TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI’NDE ŞUBAT 2015’TE KABUL EDILEN YASALAR Kanun Numarası Kabul Tarihi 6591 04/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti ve Ürdün Haşimi Krallığı Arasında Hükümlülerin Nakline Dair Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun 6592 04/02/2015 Maden Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 6593 04/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Malezya Hükümeti Arasında Serbest Ticaret Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6594 04/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Birleşik Meksika Devletleri Hükümeti Arasında Gelir Üzerinden Alınan Vergilerde Çifte Vergilendirmeyi Önleme ve Vergi Kaçakçılığına Engel Olma Anlaşmasının ve Eki Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6595 04/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Birleşik Meksika Devletleri Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6596 04/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Birleşik Meksika Devletleri Hükümeti Arasında Gümrük Konularında Karşılıklı İdari Yardım ve Bilgi Paylaşımı Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6597 04/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Kolombiya Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6598 04/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Arjantin Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Kendi Ülkeleri Arasında Hava Hizmetlerine İlişkin Hava Ulaştırma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6599 04/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti ve Federatif Brezilya Cumhuriyeti Arasında Hükümlülerin Nakli Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun 6600 04/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti ile Brezilya Federatif Cumhuriyeti Arasında Ceza İşlerinde Karşılıklı Adli Yardım Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6601 04/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti ile Brezilya Federal Cumhuriyeti Arasında Diplomatik Misyon ve Konsolosluk Görevlilerinin Aile Üyelerinin Kazanç Getirici İşlerde Çalışmalarına İlişkin Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6602 04/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Şili Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Savunma Sanayi İş Birliği Mutabakat Muhtırasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6603 04/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Şili Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Gümrük Konularında İş Birliği ve Karşılıklı Yardım Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6604 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile İsveç Krallığı Hükümeti Arasında Çevre Teknolojileri Alanında Ticaret, Yatırım ve İş Birliğinin Geliştirilmesine İlişkin Mutabakat Zaptının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 16 Başlığı 6605 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Türkmenistan Hükümeti Arasında Eğitim Alanında İş Birliğine Dair Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun 6606 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti ile Kosova Cumhuriyeti Arasında Gelir Üzerinden Alınan Vergilerde Çifte Vergilendirmeyi Önleme ve Vergi Kaçakçılığına Engel Olma Anlaşması ve Eki Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6607 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Azerbaycan Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Uluslararası Kombine Yük Taşımacılığı Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6608 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Romanya Hükümeti Arasında Bükreş’teki Yunus Emre Türk Kültür Merkezi ve İstanbul’daki Dimitrie Cantemir Romen Kültür Enstitüsünün İşleyişi ve Faaliyetlerine İlişkin Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6609 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile İsveç Krallığı Hükümeti Arasında Askerî Alanda Eğitim, Teknik ve Bilimsel İş Birliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6610 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Singapur Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Sağlık ve Tıp Bilimleri Alanlarında İş Birliğine Dair Mutabakat Zaptının Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun 6611 10/02/2015 Nükleer Maddelerin Fiziksel Korunması Sözleşmesinde Değişikliğin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6612 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve Gürcistan Enerji Bakanlığı Arasında Türkiye-Gürcistan Elektrik Enterkonneksiyonlarının Geliştirilmesi Hakkında Mutabakat Zaptının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6613 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile Yunanistan Cumhuriyeti Çevre, Enerji ve İklim Değişikliği Bakanlığı Arasında Enerji Alanında İş Birliği Hakkında Mutabakat Zaptının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6614 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Birleşmiş Milletler Sınai Kalkınma Örgütü (UNIDO) Arasında İş Birliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6615 10/02/2015 30 Eylül 1957 Tarihli Tehlikeli Malların Karayolu ile Uluslararası Taşımacılığına İlişkin Avrupa Anlaşmasının (ADR) Madde 1 (a), Madde 14 (1) ve Madde 14 (3) (b)’sini Tadil Eden Protokole Katılmamızın Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6616 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Bulgaristan Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Karayoluyla Uluslararası Yük ve Yolcu Taşımacılığı Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6617 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Bosna ve Hersek Bakanlar Konseyi Arasında Sağlık Alanında İş Birliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6618 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Arnavutluk Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu Arasında Diplomatik Misyon ve Konsolosluk Üyelerinin Aile Bireylerinin Kazanç Getirici Bir İşte Çalışmalarına Olanak Sağlayan Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 17 6619 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Kosova Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunmasına İlişkin Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6620 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Türkmenistan Hükümeti Arasında Başta Terörizm ve Örgütlü Suçlar Olmak Üzere Ağır Suçlarla Mücadelede İş Birliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6621 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti ile Bulgaristan Cumhuriyetinin Demiryolu Bağlantısı Olan Limanları Arasındaki Uluslararası Demiryolu-Feribot Hattının Organizasyonu İle İlgili Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6622 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti ile Kazakistan Cumhuriyeti Arasında Hükümlülerin Nakli Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6623 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Hindistan Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Gümrük Konularında İş Birliği ve Karşılıklı Yardım Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6624 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Türkmenistan Hükümeti Arasında Türkmenistan’dan Türkiye Cumhuriyetine Doğalgaz Sevk Edilmesi Konusunda İş Birliğine Dair Çerçeve Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6625 10/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Kırgız Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Ormancılık Alanında İş Birliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6626 10/02/2015 14 Ekim 1994 Tarihinde Ankara’da İmzalanan Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Kırgız Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma Anlaşmasına Değişiklik Getirilmesine İlişkin Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6627 10/02/2015 Güneydoğu Avrupa Çokuluslu Barış Gücü Anlaşmasına Beşinci Ek Protokol ve Protokole İlişkin Teknik Hataların Düzenlenmesi Tutanağının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6628 10/02/2015 D-8 Üye Devletleri Arasında Tercihli Ticaret Anlaşmasının Ekini Teşkil Eden Taviz Listelerinin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6629 10/02/2015 Gümrük İşbirliği Konseyinin Gümrük İşbirliği Konseyini Kuran Sözleşmede Değişiklik Yapılmasına İlişkin Tavsiye Kararının Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun 6630 12/02/2015 Vişegrad’daki Sokullu Mehmet Paşa Köprüsünün Yapısal Unsurlarının Durumunun Tespit Edilmesi, Restorasyon Projesinin Hazırlanması ve Projenin Uygulanması Konusundaki İş Birliği Protokolünün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6631 12/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Türkmenistan Hükümeti Arasında Tarım Alanında Teknik, Bilimsel ve Ekonomik Alanda İş Birliği Protokolünün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6632 19/02/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Belçika Krallığı Arasında Diplomatik ve Konsüler Personelin Belirli Yakınlarının Kazanç Getirici Bir İşte Çalışmalarına Olanak Sağlayan Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 18 Türk Parlamenterler Birliği’nden Sağlık protokolü imzalanan hastanelerdeki TBMM Hattı Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Medipol Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi: Konya Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi : Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: İstanbul Bezmialem Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi (Pendik Devlet Hastanesi): 0312 202 44 91 0312 305 32 62-63 0312 508 30 03 0232 390 41 06 0242 249 65 91 0342 360 95 05 0212 534 86 86, 0212 631 20 50/4029, 0212 440 10 00/1212 0212 414 22 27 0212 414 34 54 0332 224 49 70 0462 377 54 22 0332 223 79 79 0312 291 27 01 0272 246 33 36 0212 453 18 58 0216 625 47 16 Sağlık Hattı: Sağlık uygulamaları, hastaneler ve anlaşmalı eczanelere ilişkin her türlü bilgi için 0312 420 0 112 ve 0312 420 72 24 numaralı telefonu arayabilirsiniz. Türk Parlamenterler Birliği TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin Kat No: 50-51 Bakanlıklar/ANKARA Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24 Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001 ÇANAKKALE EFSANE DEĞIL, 100 YIL ÖNCE BIR DEVRIN BATTIĞI YER 20 SÖYLEŞI 1914’ÜN SICAK BIR AĞUSTOS AKŞAMINDA YAZILDI ÇANAKKALE’NIN KADERI. ÇANAKKALE’YLE BIRLIKTE BIYIKLARI TERLEMEMIŞLERIN, YETIM BÜYÜMÜŞLERIN, KARIN TOKLUĞUNA ASKERE ALINMIŞLARIN, GAVURA KARŞI SAVAŞIYORUZ DIYE KANDIRILMIŞLARIN, BEYI YAKIN ZAMANDA BAŞKA SAVAŞTA ŞEHIT DÜŞMÜŞLERIN, BELKI GÜNAHSIZLARIN, BELKI TEK SUÇU VATANINI SEVMEK OLANLARIN KADERI. PINAR ÜNSAL 21 M edeniyetin sembolü o çok sevdiği melon şapkasını o akşam muhtemelen takmamıştı Winston Churchill. Cebinden çıkardığı beyaz ipek mendille gıdığındaki teri sık sık siliyordu çok büyük olasılıkla. Zira İngiltere’de bile olsa ağustos sıcaktı ve çift buzlu içkiden alınan yudumlar dahi üzerinde konuşulan pek heyecanlı, pek ateşli konunun hararetini gidermiyordu. Osmanlı’ydı mevzubahis. Topraklarında güneş batmayan imparatorluğun, bir dönem fethettiği alanlar üç kıtaya yayılınca aynı nitelemeye aday olmuş Osmanlı için birtakım planları vardı. Osmanlı Büyük Savaş’ta tarafsız kalırsa toprak bütünlüğü korunacaktı. Almanya ve Avusturya’nın yanında savaşa girerse Küçük Asya’nın bölüşüleceği konusunda tehdit edilecekti. İngiltere Hükümeti, Osmanlı galibiyetinin sadece Avrupa’da değil, Asya’da da ölüm çanı olduğu iddiasında bulunarak tüm dünyayı kışkırtacak açıklamalar yapmıştı. Osmanlı’nın henüz bir tarafı bile yokken İngiliz Denizcilik Bakanı Winston Churchill, savaş işleriyle görevli Devlet Bakanı Lord Kitchener ile İngiliz kuvvet komutanları, Gelibolu yarımadasını ele geçirme ve savaş gemilerini buradan yürütme planları yapmışlardı. “Biz saygıları dışında herhangi bir milletin hiçbir şeyini istemeyiz” sözü I. Dünya Savaşı’ndan yıllar sonra söylenmiş de olsa Mistır Churchill’a aitti. Demek ki zaman, insanı unutkan yapıyordu. Çanakkale Cephesi açılmalıydı. Almanya’ya karşı üstünlüğü sağlayabilmek için Rusya’nın insan gücünden faydalanmak gerekiyordu. Ve Boğazlar açılmadan gerekli işbirliği sağlanamazdı. Osmanlı gibi bir ülkenin saf dışı edilmesiyle -bundan emindi İtilaf Devletleri- Rusya’nın yiyecek imkanları Akdeniz’e akacak, Batı’nın besin bulma sorunu ortadan kalkacaktı. Ayrıca Boğazlar ve İstanbul’un ele geçirilmesi demek, İtilaf Devletleri’nin gücünü göstermesi, savaşa girme konusunda kararsız durumdaki Avrupalı devletlerin (Yunanistan, Romanya, Bulgaristan) kendi taraflarına kayması demekti. Efsaneler şehri Çanakkale dünyanın en büyük savaşlarına sahne olmuş, dilden dile dolaşan Troya efsanesini yazdırmıştı. Bir zamanlar denizlerin efendisi olduğuna inanılan Poseidon şehrin topraklarını ikiye bölerek Çanakkale Boğazı’nı açmıştı; mavi ve yeşille süslenmiş boğazın bir gün bu denli kızıl olacağı- 22 nı bilmeden... 1914’ün sonlarında Çanakkale analara ağıtlar yaktıracak, trajedisi filmlere konu olacak, nice kahramanıyla yeni efsaneler yazdıracak büyük bir savaşa gebeydi. Can pahasına istiklali kurtarmak Rusya ve İngiltere 1900’lerin başında candostu iki devletti. Ya da çıkarları ortaktı, zira iki ülkenin de I. Dünya Savaşı bittikten sonra birbirleri için dostluklarını ÇANAKKALE BOĞAZI’NDAKI BAZI LOKASYONLARIN IKI İNGILIZ, IKI FRANSIZ SAVAŞ GEMISI TARAFINDAN ATEŞE VERILMESIYLE RUSYA, İNGILTERE VE FRANSA OSMANLI’YA SAVAŞ ILAN EDIYORDU. pekiştirici (!) planları vardı. Yeri-yurdu, çoluğu-çocuğu bırakıp geldikleri Türk topraklarında beraber bir tarih yazacaklardı. Gerçi tarihi Türkler yazdı, onlar tarihi kaleme aldılar. Ziya Gökalp’in Moskof dedi İngiliz’e Çanakkale aşılmalı / Kızıl, Kara, Akdeniz’e hakimiz, anlaşılmalı... dizeleri Rusya ile İngiltere arasındaki müttefiklikten ve iki ülkenin savaşa dair planlarından bahsediyordu. Yalnızca edebi eserlere kulak vermek bile Çanakkale Muharebeleri’yle ilgili pek çok şey öğrenilmesine yeterdi. Vatan ve bayrak sevgisine, yiğitliğe, cesarete, düşmana duyulan kin ve öfkeye dair satırlara dökülen duygular savaşın toplum üzerindeki etkilerinin ne denli büyük olduğunun da göstergesiydi. Kasım 1914’te Rusya ve İngiltere’nin, birinin doğu sınırımızda, diğerinin Çanakkale Boğazı’nda gerçekleştirdiği bombardıman bir savaş ilanıydı. Çanakkale Boğazı’ndaki bazı lokasyonların iki İngiliz, iki Fransız savaş gemisi tarafından ateşe verilmesiyle Rusya, İngiltere ve Fransa Osmanlı’ya savaş ilan ediyordu. İngiliz Amiral Limpus Henry bu ilanda acele davranıldığını, Osmanlı Devleti’nin vaktinden evvel uyandırılmaması gerektiğini düşünmüştü. Lakin Churchill vaktin doğruluğundan emindi. Üç ay sonra, 19 Şubat 1915’te Birleşik Filo’nun gemileri neredeyse on iki saat boyunca taarruzdaydılar. Uzak mesafeden yapılan atışlar nedeniyle başarısız olan filo, 25 Şubat’ta daha yakına gelerek Çanakkale’yi kısa mesafeden bombardımana tabi tuttu. 18 Mart 1915 gününe kadar çekişme şeklinde gece-gündüz devam eden, yaklaşık 35 bombardıman meydana geldi. Osmanlı’nın Inflexible, Agemennon, Quenn Elizabeth, Irresistible gibi zihinde güçlü etkileri olan, karizmatik isimli gemileri yoktu. 23 TÜRK SAVAŞ TARIHINE 18 MART 1915 ÇANAKKALE BOĞAZI MUHAREBESI OLARAK GEÇEN MÜCADELE EL YOK BURADA, AYAK YOK, GÖVDE YOK / BIR ÇIFT SÖZ VAR BURADA / GEÇIYORUM DEDIĞI / GEÇEMEZSIN DEDIĞIM... DIYEN TÜRK’ÜN KESIN ZAFERIYLE SONUÇLANMIŞTI. Ancak Nusret, mütevazı ismine rağmen 18 Mart 1915 tarihinin ardından dünyanın en ünlü mayın gemisi olmuştu. Savaşın kaderini değiştiren bu geminin döşediği mayınlar ne deniz ne de hava taramaları sonucunda bulunabilmiş, düşman yanılarak sularımıza gönül rahatlığıyla, destursuz girmişti. 18 Mart’ın “zafer” olarak anılmasında büyük payı olan Nusret, düşman tarafından savaşın doğurduğu, binlerce insanın ölümü de dahil tüm olumsuz sonuçların nedeni ilan ediliyordu. Düşman, “Birinci Dünya Harbi’nde bu kadar insanın ölmesine, harbin ağır masraflara mal olmasına, denizlerde onca ticaret ve savaş gemisinin batmasına başlıca neden” olarak onu göstermiş, bir mayın gemisini ete-kemiğe büründürmüştü adeta. Nusret’in düşman ülkelerin gemilerinden teknolojik hiçbir üstünlüğü yoktu; yalnızca mürettebatı vardı geri dönmeyi düşünmeyen… Türk savaş tarihine 18 Mart 1915 Çanakkale Boğazı Muharebesi olarak geçen mücadele El yok burada, ayak yok, gövde yok / Bir çift söz var burada / Geçiyorum dediği / Geçemezsin dediğim... diyen Türk’ün kesin zaferiyle sonuçlanmıştı. Ağır bir kayıpla karşılaşan Birleşik Filo, tüm hayallerini tabiri caizse suya gömdü. Bu savaşla ilgili dünyanın en güçlü devletlerine layık birkaç söz lazım gelir, ancak 18 Mart İtilaf Devletleri için tam bir fiyaskoydu. İngilizler ise “Boğazı donanmayla zorlayıp geçmek için yapılan bu mağrur ve muazzam teşebbüsün ancak feci bir yenilgi sözüyle nitelenebilecek biçimde bitmesi mukadderdi” diyerek savaşın bir başarı-başarısızlık örneği değil, bir alınyazısı olduğunu söylüyordu. Winston Churchill, “İnsani değerler içerisinde en çok saygı gösterilmesi gereken değer cesarettir, çünkü söylenildiği gibi diğer bütün değerleri güvence altına alan değer cesarettir” sözünü Çanakkale Savaşı’ndaki tecrübesinden sonra sarf etmiş olmalıydı. Kraliyet Harp Okulu’ndan iyi bir dereceyle mezun olmak, Bahriye Nazırlığı şerefine erişmek, iyi strateji yapabilmeyi ve bu statejilerde başarı kazanmayı getirmiyordu beraberinde. Churchill’in Çanakkale planı teorikte muhteşemdi, ancak pratikte uygulanamadı. Kağıt üzerinde “mutlu son”la biten savaş hikayeleri yazma yeteneğine bakılırsa Churchill belki de edebiyatla ilgilenmeliydi. Onlarca yıl sonra Nobel Edebiyat Ödülü bile alabilirdi. “Our friend of enemy” Çanakkale’de Osmanlı devletinin düşmanları olan İngilizler, Ruslar ve Fransızlar yüzlerce yıldır Türkleri gayet iyi tanıyordu. 24 tında taşıyan düşman askerlerine, ama aynı zamanda dostlarına “our friend of enemy” (düşmanımız olan dostumuz) diyorlardı. Çanakkale Savaşları dünyanın belki de son centilmen savaşıydı. İngilizler dahi barbar ve ilkel sandıkları bir toplumda savaşta bile çirkinleşmeyen, tüm etik kuralları önemseyen Türkler karşısında şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi. Üstelik İngiliz Parlamentosu’nda “Türk, Prusya daha henüz ilkel, putperest ve barbarlık dönemini yaşarken, asker düşmanına centilmence davranmak gibi, takdir edilecek bir savaşçı olma meziyetine sahip olagelmiştir” sözleri dile getirilmişti. Çanakkale’de yaşamını yitiren düşman askerleri de tıpkı Türk askeri gibi sevenlerini gözü yaşlı bırakmıştı. OnAvustralyalılar ve Yeni Zelandalılar, Türk toplumunu Hıristiyan düşmanı olarak biliyordu. Çanakkale’de İngilizlerin yanında yer alan Müslümanlara ise Türklere değil, Almanlara karşı savaştıkları söylenmişti. Cepheye gelen herkes unspeakable Türkleri yenme arzusundaydı. Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk / Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk / Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ / Hani, tâûna da zuldür bu rezîl istîlâ! dediği gibi Mehmet Âkif’in, Çanakkale’de tüm dünyadan insanlar Türklere düşmandı sanki. Üstelik barbar Osmanlı’nın eline düşenlere eziyet ediliyor, esirler sakat bırakılıyordu güya. Düşman askerinin yamyam misali yendiği söylentileri bile vardı. Bir Türk’ün eline esir düşmektense ölmek daha iyiydi. Savaş meydanında düşman askeri bunun böyle olmadığını gördü; Türkler de ölüyor, korkuyor, ağlıyor, bağırıyordu. Onların da bekleyen anaları, bacıları vardı. Üstelik hakça savaşıyor, yeri geldiğinde düşman askerinin yarasını kendi mendiliyle sarıyor, Azrail’le yüzleşen yaralının kurumuş dudaklarına bir yudum su veriyordu. Bir Yeni Zelanda gazetesi bile “Hastaneye ateş edilmiyor, zehirli gaz kullanılmıyor. Triumph (savaş gemisi) isabet alıp batmaya başlayınca tekrar ateş edilmiyor. Türk, ikili oynamıyor. Bunun aksini iddia edenler Gelibolu’ya değil, en çok Mısır’a kadar gelenlerdir” diyordu. Avustralyalılar suyunu paylaşan, yaralarını saran, yaralandıklarında onları güvenli bir yere gerekirse sır- ların yüreğine su serpen en asil sözleri ise Çanakkale Savaşı’nda Anafartalar Grubu Komutanı Kıdemli Kurmay Albay olarak görev almış Mustafa Kemal söylemişti. İnsani duygularla sarf edilen bu sözler yenilgiye uğratılan milletlere karşı herhangi bir düşmanlık duygusu beslenmediğinin, “Yurtta barış, dünyada barış” felsefesiyle dünyaya dostluk eli uzatıldığının da göstergesiydi: “ (…) Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.” 25 8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ YASALAR ÖNÜNDE EŞIT STATÜ, EŞIT HAKLAR, EŞIT KOŞULLAR... EN AZ ERKEKLER KADAR BÜYÜK BAŞARILARA VE YENILIKLERE IMZA ATMIŞ, EN AZINDAN DEĞIŞIME KAPI AÇMA CESARETI GÖSTERMIŞ KADINLAR YAŞAMIN HER VEÇHESINDE YER ALIYOR ARTIK. 8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ, KADININ KUTSALLIĞINI HATIRLATMAKLA KALMIYOR, ONLARIN KARŞILAŞTIĞI OLUMSUZLUKLARLA ILGILI OLARAK DÜNYA ÇAPINDA FARKINDALIK YARATMAYA VESILE OLUYOR. DENIZ VAROL 26 8 MART, BIRLEŞMIŞ MILLETLER GENEL KURULU TARAFINDAN 1977 YILINDA “DÜNYA KADINLAR GÜNÜ” ILAN EDILDI. T arih 8 Mart 1857... Yer Amerika Birleşik Devletleri’nin New York kenti... Bir tekstil fabrikasında çalışmakta olan tam 40 bin işçi, daha iyi çalışma koşulları elde edebilmek için greve gidiyor. Polisin müdahale ettiği greve katılan insanların bir kısmının fabrikanın içine kilitlenmesi ise önü alınamayacak bir faciaya neden oluyor. Zira müdahale sırasında çıkan yangından kaçamayan 129 kadın, yanarak can veriyor. Bu acı olay, 8 Mart gününü “Dünya Kadınlar Günü” olarak literatüre yerleştiren hadise oluyor aynı zamanda. Kadınlar Günü kutlamasına ilk kez 28 Şubat 1909 tarihinde, yine New York’ta rastlanıyor. Ne var ki Amerika Sosyalist Partisi tarafından, 1908 yılında Uluslararası Kadın Konfeksiyon İşçileri Birliği’nin düzenlediği grevi anma amacıyla organize edilen bu etkinliğin devamı sağlanamıyor. 26-27 Ağustos 1910 tarihlerinde Danimarka’nın başkenti Kopenhag’daki İkinci Enternasyonal kapsamında bir kadın konferansı düzenlenir. Burada Amerikalı sosyalistlerden etkilenen bir Alman sosyalist, Luise Zietz, uluslararası bir “kadın günü” kutlanmasını gündeme getirir ve kutlama için kesin bir gün belirlenmese de sonraları Almanya Komünist Partisi adını alacak olan Bağımsız Sosyal Demokrat Parti lideri Clara Zetkin tarafından desteklenir. 17 ülkeden 100 kadın delege, oy kullanma hakkı da dahil olmak üzere eşit haklar elde etmeye yönelik iyi bir strateji sağlayacağı düşüncesiyle bu fikre sıcak bakar. Ertesi yılın 19 Mart’ında, Avusturya, Danimarka, İsviçre ve Almanya’dan bir milyonun üzerinde insanın katıldığı bir gösteri düzenlenir. Paris Komünü’nü onurlandıran pankartlar taşıyan göstericiler cinsiyet ayrımcılığına karşı sloganlar atar, kadınların oy kullanma ve kamuda iş edinebilme hakkını savunur. 1914 yılına kadar kadınların öncülük ettiği pek çok gösteri ve grev gerçekleşir, ancak bunların hiçbiri 8 Mart gününe rastlamaz. Bu yıl Dünya Kadınlar Günü Birinci Dünya Savaşı’na karşıt seslerin de yükseldiği bir mekanizma haline gelir ve aktivistler barış yanlısı gösteriler düzenler. Kadınlar, 8 Mart’ta ilk kez bir araya gelerek hem savaşı protesto eder hem de kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olabilmesi için çağrıda bulunur. 1917’de Rusya’da sürdürülen savaş karşıtı eylemlerde kadınlar yine sahneye çıkar ve “Ekmek ve Barış” için mücadeleye katılır. Gregoryen Takvimi’ne göre 8 Mart 1917’ye denk gelen bu tarihten dört gün sonra çar devrilir ve geçici hükümet kadınlara oy kullanma hakkı verir. 27 TÜRKIYE’DE 8 MART ILK OLARAK 1921 YILINDA, “DÜNYA EMEKÇI KADINLAR GÜNÜ” ADI ALTINDA KUTLANDI. İlerleyen yıllarda Dünya Kadınlar Günü kadın hakları konusuna küresel bir boyut kazandırır. Birleşmiş Milletler konferanslarının bazılarında kadın hareketleri de konu edilerek siyasi ve kültürel arenalarda kadınların daha çok yer alabilmesi için farkındalık yaratılır. Kadınlar Günü değişime, kadınların ülkeleri için ne denli olağanüstü işler başarabileceğine duyulan inancın göstergesi olur. Clara Zetkin (solda) ve Rosa Luxembourg, 1910. Dünyayı güzelleştirmeye giden formül: Küresel düşün, yerel hareket et, kadınları güçlendir! 8 Mart Dünya Kadınlar Günü Çin, Madagaskar ve Nepal’de sadece kadınlar için; Afganistan, Azerbaycan, Beyaz Rusya, Burkina Faso, Kamboçya, Küba, Gürcistan, Guinea-Bissau, Eritre, Kazakistan, Kırgızistan, Laos, Tacikistan, Türkmenistan, Uganda, Ukrayna, Özbekistan, Vietnam ve Zambiya’da ise genel resmî tatil kabul ediliyor. Türkiye’de 8 Mart ilk olarak 1921 yılında, “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” adı altında kutlanmış. Birleşmiş Milletler tarafından 1975 yılının “Uluslararası Kadınlar Yılı” ilan edilmesiyle Türkiye’de de 8 Mart’ta büyük çaplı bir kongre düzenlenmiş. Geçtiğimiz yıllardaki Dünya Kadınlar Günü kutlamaları için Birleşmiş Milletler’in belirlediği farklı temalar bulunuyor. Bu yılki tema, “Kadınları güçlendirmek insanlığı güçlendirmektir” mottosuyla yola çıkarak insanları bambaşka bir dünya resmetmeye çağırıyor. Rus Devrimi’nin 100’üncü yıl dönümü olacak 2017 yılında ise bu olayda oynadıkları rol göz önüne alınarak kadınların dünyayı değiştirebilen iradesine vurgu yapılması planlanıyor. Dünya Kadınlar Günü ile yasalar önünde kadın-erkek eşitliği başta olmak üzere yaşamın her alanında kadınların görünür kılınması için farkındalık yaratılması amaçlanıyor. Ayrıca 8 Mart hem kadınların varlığının ve başarılarının kutlandığı hem de eğitim ve iş hayatında bulunabilme, siyasete etkin olarak katılabilme gibi haklarının vurgulandığı, karşılaştıkları olumsuzlukların hatırlatıldığı bir vesile olarak görülüyor. Bu hedeflerle Dünya Kadınlar Günü’nde konferanslar, seminerler, medya/sosyal medya kampanyaları ve çeşitli etkinliklerle yerelden globale uzanan bir skalada “kadın” konusu ele alınıyor. Değişime giden yol ise şüphesiz her günü 8 Mart berraklığına kavuşturmaktan geçiyor. 28 Türk Parlamenterler Birliği’nden Üye aidatlarımız 16. Olağan Genel Kurul kararıyla 2015 yılında yıllık 120 TL’dir. Bankalar tarafından müşterilerine Uluslararası Banka Hesap Numarası (IBAN) verilmektedir. Üyelerimizin aidatlarını yatırırken problem yaşamamaları için Birliğin IBAN Numarası aşağıda belirtilmiştir. Bilindiği gibi 2002’de yıllık 30 TL olan üye aidatları 2004 yılından beri 60 TL ve 2013 yılından itibaren 120 TL’dir. Geriye doğru aidat borçlarının buna göre hesaplanması ve Birliğimizin aşağıdaki hesap numarasına yatırılması, 5253 sayılı Dernekler Kanunu’na göre, alınan aidatların belgesine üyelerin TC Kimlik Numaralarının yazılması gerekmektedir. Üyelerimizin TC Kimlik Numaralarını mektup veya telefonla Birliğe bildirmeleri rica olunur. TPB Haber Portalı www.tpb.org.tr Fax Hattı: 0312 420 66 24 Sayın Üyelerimiz her konuda bize ulaşabilirsiniz. Türk Parlamenterler Birliği Ankara Konukevi: Ankara Hotel Pino Bayraktar Mahallesi Vedat Dalokay Caddesi Bayraklı Sokak No: 35 GOP/ANKARA Tel: 0312 446 36 86 Türk Parlamenterler Birliği TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin Kat No: 50-51 Bakanlıklar/ANKARA Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24 Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001 AILE VE SOSYAL POLITIKALAR BAKANI AYŞENUR ISLAM: KADINA KARŞI HER TÜR ŞIDDET VE ISTISMARIN ÖNLENMESI ÖNCELIKLI POLITIKALARIMIZ ARASINDA YER ALIYOR SÖYLEŞI: SONGÜL BAŞ 30 SÖYLEŞI ÇOCUK, KADIN VEYA ERKEK, TÜM AILE BIREYLERININ HER TÜR IHTIYACININ EN IYI KARŞILANABILDIĞI KURUMUN AILE KURUMU OLDUĞUNU IFADE EDEN BAKAN İSLAM, “BU GERÇEKTEN HAREKETLE, AILENIN KORUNMASINI VE GÜÇLENDIRILMESINI POLITIKALARIMIZIN TEMEL HEDEFI OLARAK KABUL EDIYORUZ” DIYOR. AYŞENUR İSLAM, KADINA YÖNELIK ŞIDDETIN ISE BIR INSANLIK SUÇU OLDUĞUNU VURGULUYOR. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı geniş bir yelpazede önemli hizmetler sunuyor. “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” dolayısıyla biz özellikle kadın ve aileye yönelik çalışmalarla ilgili sorular yöneltmek istiyoruz. Şüphesiz, aile, toplumun temelini oluşturuyor. Güçlü bir aile yapısının oluşturulmasında kadınlara büyük görev düşüyor. Bu noktada kadınların hayatın her alanında söz sahibi olması önem taşıyor. Kadın ve ailenin güçlendirilmesine yönelik çalışmalarla ilgili bilgi verebilir misiniz? Biz aile odaklı yaklaşımı bakanlığımızın temel ilkesi olarak kabul ediyoruz. Çocuk, kadın veya erkek, bütün aile bireylerinin psikolojik veya fizyolojik tüm ihtiyaçlarının en iyi karşılanabildiği kurumun aile kurumu olduğunu düşünüyoruz. Bu gerçekten hareketle, ailenin korunmasını ve güçlendirilmesini politikalarımızın temel hedefi olarak kabul ediyoruz. Ailenin zayıflamasının ve temel fonksiyonlarını yerine getiremez hale gelmesinin hem aile bireyleri hem de bütün toplum için baş edilmesi oldukça zor sorunlara yol açtığını biliyoruz. Araştırmalar bize madde bağımlılığından çocukların ihmal ve istismarına, aile içi şiddetten bakıma muhtaç yaşlı ve engelli sayısının artmasına kadar birçok sorunla ailelerin zayıflaması veya parçalanmasının yakından ilişkili olduğunu göstermektedir. Bu gerçekten hareketle, ailelerimizin sosyal yardım veya sosyal hizmetlere muhtaç hale gelmeden desteklenmelerini politikalarımızın merkezine yerleştiriyoruz. Şu veya bu nedenle sosyal yardım veya hizmete muhtaç hale gelmişler ise biz bu konuyu yine kurumsal bakımla değil, aile içinde sağlanan desteklerle çözmeye yöneliyoruz. Çünkü bu yöntem hem çok daha iyi netice veriyor hem de maliyeti diğer yöntemlerle kıyaslanmayacak kadar az. Bütün bunların ötesinde, biz insanların temel maddi ihtiyaçları bulunduğu gibi bir aileye ait olma, ailede yaşama ihtiyaçlarının olduğunu ve bunun önemsenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Yani aile odaklı yaklaşımın bir gereği olarak insanlarımızın sorunlarını öncelikle aile içinde çözmeyi tercih ederken bu insani ihtiyaca özen gösteriyoruz, bu ihtiyacı önemsiyoruz. Kadınların her alanda desteklenmesi ve güçlendirilmesine yönelik çalışmalarımız kararlılıkla devam ediyor. Kadının insan haklarının ve toplumsal statüsünün korunması, geliştirilmesi, kadına karşı ayrımcılık ile her tür şiddet ve istismarın önlenmesi, bakanlığımızın öncelikli kadın politikaları arasında yer almaktadır. Kısa bir süre önce açıklanan “Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı”nın önemi ile kadın ve aileye yönelik çalışmalara sağlayacağı katkılara ilişkin değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz? Bu programı hazırlamaktaki temel hedefimiz, Türkiye’nin ekonomik ve sosyal gelişmesini desteklemek üzere dinamik nüfus yapısının korunması, aile kurumunun güçlendirilmesi ve böylece sosyal refah ve sosyal sermayenin artırılmasıdır. Bildiğiniz gibi göç ve hızlı kentleşme, kültürel değerlerdeki aşınma, aile eğitimindeki eksiklikler, yeni iletişim alışkanlıkları gibi sebeplerle zayıflayan aile içi iletişimi ve dolayısıyla aile kurumunu güçlendirmek sağlıklı bir toplumun devamlılığını sağlamak açısından hayati önem taşıyor. Ülkemizde yaşanan demografik dönüşüm sonucunda pek de uzak olmayan bir gelecekte genç nüfus yapısından yaşlı bir nüfus yapısına geçeceğimiz öngörülüyor. TÜİK’in nüfus projeksiyonuna göre yüzde 7 civarındaki 65 yaş üstü nüfus 2023’lerde yüzde 10’lara, 2050’lerde yüzde 20’lere yaklaşacak. Bu gerçekten hareketle, dinamik nüfus artışının teşvik edilmesi, yaşlı nüfusun sağlık ve bakım imkanlarının düzenlenmesine yönelik politikalar öncelik kazanmaktadır. Paketin bütününde nüfus politikalarının aile politikaları ile desteklendiğini göreceksiniz. Aslına bakarsanız AK Parti hükümetleri dönemini kapsayan son 13 yılda aileyi desteklemeye 31 “KADINLAR, ERKEKLER, KAMU KURUM VE KURULUŞLARI, STK’LAR VE SORUNUN TÜM TARAFLARI EL ELE VERMELI, BÜTÜN DÜNYANIN UĞRAŞTIĞI ŞIDDETI SONA ERDIRMEK IÇIN ÇALIŞMALIDIR. BU KONUDA ÇOK KAPSAMLI BIR DUYARLILIĞA VE ZIHNIYET DÖNÜŞÜMÜNE IHTIYACIMIZ VAR.” dönük kapsamlı politikalar uygulamaya konulmuş durumdadır. Engelli-yaşlı bakımı, yoksulluk ve çocuk bakımı gibi aile sorunlarını ailede çözmeye dönük önemli ve etkin uygulamalarımız var. Başbakanımız Ahmet Davutoğlu’nun geçtiğimiz haftalarda açıkladığı paket bu alandaki son halkadır. Bu halkanın en önemli özelliği çalışan kadınların çocuk sahibi olmaları durumunda işten ayrılmalarını engelleyen destek mekanizmaları içeriyor olma- 32 SÖYLEŞI sıdır. Yani nüfusun yaşlanmasını engellemek için doğurganlık oranlarının artırılmasını hedeflerken, bu durumun kadının işten ayrılmasını gerektirmeyecek ya da zorlamayacak şartları içermesi gerekiyor. Bir yandan doğum oranlarının artmasını teşvik etmek diğer yandan da genç nüfusu bebekliğinden itibaren korumak ve iyi eğitmek gerekiyor. Çalışan annelerin iş hayatı ile ev hayatını uyumlulaştırıp onlara fırsat eşitliği sağlayarak işinde başarılı ve üretken kadın, evinde mutlu ve huzurlu anneler hedefliyoruz. Bu pakette kadınlara herhangi bir hayat biçimi dayatılmıyor. Aksine onlara fırsat eşitliği sağlanarak bazı eşitsizlikler ortadan kaldırılıyor. Türkiye’de AK Parti iktidarıyla birlikte kadın istihdam oranımız yüzde 30’lara ulaştı. Fakat istihdam oranının, özellikle de kadın istihdamının yüksek olduğu ülkelerde esnek zamanlı çalışma uygulamalarının çok yaygın olduğunu görüyoruz. Bu bizim için de çok önemli bir alternatif ve Türkiye’nin de bir an önce hem erkekler hem de kadınlar için bu uygulamaya geçmesi gerekiyor. Yarı zamanlı çalışmada anne 16 hafta doğum iznini kullandıktan sonra isterse tam ücretli yarı zamanlı çalışma modeline geçebiliyor. İlk çocukta 2 ay, ikinci çocukta 4 ay, üçüncü çocukta 6 ay anne tam ücretli yarı zamanlı çalışabilecek. Özel sektörde ücretinin yarısını işveren, diğer yarısını da devlet karşılıyor. Kısmi çalışmada ise çocuk okul çağına gelene dek her iki ebeveyne de kısmi çalışma imkanı tanınıyor, ancak çalışan sadece çalıştığı sürenin ücretini alıyor. Kısmi çalışma imkanını hem anneye hem de babaya tanıyoruz. Hatta Kanun Meclis’ten bu haliyle geçerse aynı çocuk için hem annenin hem de babanın bu imkandan yararlanması söz konusu. Dolayısıyla anne-babalardan biri sabahları diğeri de öğleden sonraları evde olabilir ve böylece çocuk tamamen anne-baba bakımıyla büyüyebilir. Doğum sebebiyle alınan ücretsiz izinlerde annenin kıdem ve derece ilerlemeleri gerçekleşmiyordu. Bu ise ancak geriye dönük olarak borçlanarak yapılabiliyordu. Bu paketle birlikte borçlanma zaruretini ortadan kaldırıyoruz ve anne doğuma bağlı ücretsiz izindeyken derece kademe ilerlemesini kendiliğinden alıyor. Bu bir “BAKANLIK OLARAK GEREK ÇOCUK KONUSU OLSUN, GEREKSE ŞEHIT YAKINLARI, GAZILER VEYA ENGELLI, YAŞLI SORUNLARI OLSUN, BÜTÜN ÇALIŞMA ALANIMIZLA ILGILI KONULARI AILE KURUMU ÇERÇEVESINDE ELE ALIP DEĞERLENDIRMEYE ÇALIŞIYORUZ.” nevi askerlik yapan erkeğe verilen hakkın doğum yapan kadına verilmesi gibi bir yenilik. 2015 yılının 8 Mart’ına girerken kadın cinayetleri ülke gündeminde önemli yer tutmaya devam ediyor. Büyük acılara ve tepkilere yol açan kadına yönelik şiddetin önlenmesi konusunda yürütülen çalışmalarla ilgili bilgi aktarabilir misiniz? 2015 yılında bu konuda yeni tedbirler, yeni cezalar gündeme gelebilir mi? Sözlerime kadına yönelik şiddetin bir insanlık suçu olduğunu vurgulayarak başlamak istiyorum. Konuya daha bütünsel bir açıdan yaklaşmak ve toplumsal şiddeti masaya yatırmak lazım. Kadına yönelik şiddet, toplumsal şiddetin çok ciddi bir parçası. Dünyada şiddet olaylarında son yıllarda bir artış olduğunu görüyoruz. Bu günümüze taşınmaması gereken bir sorundu, ama ne yazık ki 21. yüzyıla olanca vahametiyle taşınmış durumda. Tüm dünyada toplumsal şiddette, aile içi ve kadına yönelik şiddette bir artış var; şimdiye kadar alınan tedbirler maalesef şiddeti ortadan kaldırmaya yetmedi. Bakanlık olarak bu konuyu geniş kapsamlı ve çok boyutlu ele alıyoruz. Şiddetle mücadele tek bir kurumun, tek bir bakanlığın üstesinden gelebileceği bir konu değildir. İş birliği ve güç birliği ile çözülebilecek bir sorundur. Kadınlar, erkekler, kamu kurum ve kuruluşları, STK’lar ve sorunun tüm tarafları el ele vermeli, bütün dünyanın uğraştığı şiddeti sona erdirmek için çalışmalıdır. Bu konuda çok kapsamlı bir duyarlılığa ve zihniyet dönüşümüne ihtiyacımız var. Bakanlık olarak uygulamada yaşanan sıkıntıları azaltmak için çalışmalar yapıyoruz. Şiddetin sebeplerini araştırıyoruz. Yaptığımız araştırmalar, sebepleri ortadan kaldırmak için bize yol gösterici olacak. Şiddete yönelenlerle ilgili iki tür çalışmamız var. Birincisi bilinçlendirme, ikincisi şiddet uygulayanların rehabilitasyonu. İkinci konudaki çalışmalarımız henüz başlangıç aşamasında, geliştiriyoruz. Bilinçlendirme konusunda ise aile eğitimlerimiz ön plana çıkıyor. 2013 ve 2014 yıllarında toplam 251 bin 510 kişiye aile eğitimi verdik. Yine son iki yılda Jandarma Genel Komutanlığı’nda üst rütbeli subaylara ve Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde 33 “AILE SOSYAL DESTEK PROGRAMI (ASDEP), AILENIN GÜÇLENMESINI SAĞLAMAK ÜZERE YÖNLENDIRME, YARDIM VE DESTEKLERIN AILEYE ARZ ODAKLI SUNULMASINI ESAS ALIR. YERINDE TESPIT, YERINDE YÖNLENDIRME, YERINDE HIZMET, YERINDE DENETIM MEKANIZMASIDIR.” görevli psikolog ve psikolojik danışmanlara eğitici eğitimleri verdik. Toplamda 3 bin 170 kişiyi eğitici olarak yetiştirdik. Bu eğiticilerle 145 bin 214 kişiye ulaştık. Jandarma er eğitimlerimizi yaygınlaştırıyoruz. Kitapları basıldı, bu yıl ders olarak okutulacak. Ayrıca sağlık çalışanlarına, Aile Mahkemesi çalışanlarına, kamu kurum ve kuruluşları ile belediye çalışanlarına verdiğimiz şiddeti önlemeye yönelik eğitimler yüz binleri buldu. Evlilik öncesinde ve sonrasında, boşanma öncesi, süreci ve sonrasında talep eden çiftlere danışmanlık hizmeti veriyoruz. Sistemimizi sürekli revize ediyoruz. Ağaç yaşken eğilir düşüncesiyle çocuklarımıza değerler eğitimi vermeye yöneliyoruz. Millî Eğitim Bakanlığımız da bu konuda çalışıyor. Diyanet İşleri Başkanlığımızla protokollerimiz var. Onlarla ve gönüllü olan tüm STK’larımızla birlikte çalışıyoruz. Herkese ulaşmamız lazım. Her destek, her katkı bizim için önemli. 34 SÖYLEŞI Bakanlığımız kadına yönelik şiddetle mücadelenin kapsamlı, eşgüdümlü ve bütüncül bir yaklaşım gerektirdiği bilinciyle hareket ediyor. Bu çerçevede kadına yönelik şiddetle mücadeleye ilişkin 2012-2015 yıllarını kapsayan Eylem Planı’nı uygulamaya koyduk. 2016-2019 Eylem Planı’nı hazırlıyoruz. Kadına yönelik şiddetle mücadelenin daha etkin gerçekleştirilmesi için en önemli araçlardan biri de göstergelerin değerlendirilmesidir. 2008 yılında ilki gerçekleştirilen Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması geçen yıl güncellendi. 2008 ve 2014 yılı araştırma verileri kullanılarak başta erken yaşta evlilikler olmak üzere çeşitli konularda ileri analizler yapmayı planlıyoruz. Ayrıca kadına yönelik şiddeti önlemek için uygulamaya başlanan panik butonu sistemini revize ediyoruz. Adalet ve İçişleri Bakanlıklarınca uygulanan ve kadına karşı şiddetle mücadelede de kullanılması planlanan “elektronik bileklik sistemi” var. Bu sistemi kadına yönelik şiddet konusunda hayata geçiriyoruz. Geçmeyi düşündüğümüz sistemde iki aparat kullanılıyor. Biri faile, diğeri mağdura veriliyor. Her ikisi karşılıklı çalışıyor. Bunlar bir sistem üzerinden takip ediliyorlar. Bu takip Emniyet’te yapılıyor. Mağdur ile failin birbirine yaklaşmaları, had sınırı aşması durumunda derhal mağdurun bulunduğu yere kolluk kuvvetleri gidiyor. Fail de uyarılıyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, çocuklar, yaşlılar, engelliler, şehit yakınları ve gazilere yönelik de önemli hizmetleri yerine getiriyor. Toplumun bu kesimleriyle ilgili olarak 2015 yılında hayata geçirilecek projelerle ilgili bilgi verebilir misiniz? Biz gerek çocuk konusu olsun, gerekse şehit yakınları, gaziler veya engelli, yaşlı sorunları olsun, bütün çalışma alanımızla ilgili konuları aile kurumu çerçevesinde ele alıp değerlendirmeye çalışıyoruz. Aile Sosyal Destek Programı (ASDEP), ailenin güçlenmesini sağlamak üzere yönlendirme, yardım ve desteklerin aileye arz odaklı sunulmasını esas alır. Yerinde tespit, yerinde yönlendirme, yerinde hizmet, yerinde denetim mekanizmasıdır. Her 500 aileye bir sosyal hizmet görevlisi atıyoruz, tıpkı aile hekimi gibi. Sosyal hizmet görevlilerimiz psikoloji, sosyoloji, sosyal hizmetler, PDR gibi alanlarda uzmanlaşmış kişilerden seçilecek ve mobil çalışacaklar. Belli bir büroları olmayacak. Öncelikle risk altındaki ailelerin sorunlarına yönelecekler. Tahlil edecekler, çözüm yollarını bulacaklar. Bunu aileye önerecekler, takibini yapacaklar, eğer takip sırasında bir sorunla karşılaşırlarsa önerilerini değiştirecekler, ta ki ailedeki sorun çözülünceye kadar. ASDEP aynı zamanda bir denetim mekanizmasıdır. Engelliyaşlı evde bakımı, sosyo-ekonomik yardımlar gibi yapılan tüm yardımlar amacına uygun kullanılıyor mu, doğru konuda doğru yere verilmiş mi konusundaki denetimleri de sosyal hizmet görevlileri yapacak. Görevlilerimizin sisteme girdiği bilgi anında tarafımızdan görülebilecek. Sosyal hizmet görevlilerimiz sorumlu oldukları bölgelerdeki karakollar, muhtarlar, kaymakamlar, din görevlileri, okul yöneticileri ve o bölgenin ileri gelenleri ile sürekli irtibat halinde olacak. Görevlilerimizin iletişim bilgileri temas kurdukları bu kişilerde bulunacak ve bir sorun olduğunda kendilerine bildirilmesi istenecek. Diğer önemli proje “ANKA” isimli psikososyal destek programımız. Çocukların gerçekleştirdiği suç teşkil eden normal dışı davranışlara karşı alınması gereken tedbirleri iki temel başlık altında ele almak mümkün ve gereklidir. Bunlardan birincisi kanun karşısında suç niteliğindeki eylemlerin soruşturulması, koğuşturulması ve yargı süreçlerinin işletilmesidir. Bu süreçlerin sonucunda suç faili durumunda olan ve cezai ehliyeti bulunan çocuklarımıza kanunun öngördüğü cezalar hükmedilmektedir. Çocuk özelinde üzerinde durulması gereken asıl husus ise normal dışı davranış sergileyen çocukların uygun psikososyal destek programlarıyla rehabilite edilmesi ve topluma kazandırılmasıdır. Bakanlığımız bu gerçekten hareketle, suça sürüklenen, suç mağduru olan, madde bağımlısı ve sokak geçmişi bulunan çocuklarımızın rehabilite edilmesi, ailesine ve topluma yararlı bireyler olarak hayatlarına devam edebilmelerinin sağlanması amacıyla “ANKA” isimli psikososyal destek programı hazırlamış ve tamamlamıştır. Programla, çocuğun kişilik gelişiminin sağlanması, yaşadığı travmalarının ortadan kaldırılması, suç ve madde bağımlılığı ile ilgili davranış değişikliği ile sokak ve özgür yaşam tarzından kurallı yaşam düzenine geçme becerisi kazandırılması hedeflenmektedir. Çocuk Destek Merkezleri ANKA Programı’nın uygulandığı bir kuruluş biçimidir ve şu anda 33 ilde 62 Çocuk Destek Merkezimiz var. Önümüzdeki yıl bu sayıyı 100’e doğru yükseltme arzusundayız. Son derece önemli kuruluşlar zinciri. Çünkü Çocuk Destek Merkezleri, istismara uğramış, yetişkinler tarafından suça sürüklenmiş, sokakta yaşamak zorunda kalmış, sokağın her tür riskiyle karşılaşmış, madde bağımlısı olmuş çocukların rehabilite edildiği merkezlerdir. 35 İPEK YOLU’NUN ÖTESINDE SIYASET JAPONYA PARLAMENTOSU 36 DÜNYA PARLAMENTOLARI JAPON PEYZAJI DENILDIĞINDE AKLA ZEN BAHÇELERI VE PAGODALAR GELIYOR DAHA ÇOK. UZAK DOĞU’NUN RUH DINGINLIĞINE VE AYDINLANMAYA DAYANAN KÜLTÜRÜ, ELBETTE MIMARIYE DE YANSIYOR. JAPONYA’DA SIYASETIN KALBI ULUSAL DIYET BINASI, BATI ETKILEŞIMLERI IÇERSE DE UZAK DOĞU KÜLTÜRÜNÜ YANSITAN KUSURSUZ BIR SIMETRIYLE BAŞKENT TOKYO’DA YÜKSELIYOR. ELİF ÇELİK 37 J aponya dünyanın diğer ucu, hatta neredeyse tek başına bir dünya. Benzersiz bir uygarlığın yeşerdiği bu topraklar, geleneğin sonuna kadar korunduğu, ama aynı zamanda “modern” ve “teknoloji” kavramlarının somut hale geldiği bir diyar. Bilhassa başkent Tokyo, parıltılı sokaklarıyla ziyaretçilerini geleceğin dünyasına bir adım daha yaklaştırıyor. Japonya’nın günümüzdeki adı, ülkenin Çin’e göre daha doğuda olması dolayısıyla 7. yüzyılda kullanılmaya başlayan ve “Güneşin doğduğu diyar” anlamına gelen nihon (veya nippon) kelimesinden türemiş. Bu kelime Batı dillerine İtalyan kaşif Marco Polo (1254-1324) zamanında aktarılarak yüzyıllar içinde bugünkü şeklini almış. Japon takımadalarındaki ilk yerleşimlerin 30 bin yıl önceye dayandığı biliniyor. Takip eden binyıllarda çağdaş Ainu ve Yamato topluluklarının ilk ataları sayılan avcı-toplayıcı insanların ürettiği süslü kil kaplar, günümüze ulaşabilmiş en eski çanak çömlek örnekleri arasında yer alıyor. MÖ 1. binyıl içinde Çin’den ve Kore’den öğrenilen pirinç yetiştiriciliği ile yeni çömlekçilik ve madencilik biçimleri Japon halkının gelişmesinde büyük rol oynamış. Japonya adı ise yazılı tarihte ilk kez Çin’in efsanevi Han hanedanının MÖ 206-MS 23 yılları arasını kapsayan tarihinin anlatıldığı Han Kitabı’nda anılmış. Budizm Japonya’ya yine Çin’in etkisiyle ulaşmış ve başlarda pek kabul görmese de 6. yüzyılda yönetici sınıfın desteğiyle yay- 38 DÜNYA PARLAMENTOLARI gınlaşmaya başlamış. 8. yüzyılda Budizm’den esinlenilen sanat ve mimarinin yanı sıra edebiyat da büyük gelişme göstermiş Japonya’da. Feodal sistem ise savaşçıların oluşturduğu yönetici bir sınıf olan samurayların hakimiyeti ele geçirmesi sonucu gelmiş. 1185 yılında, Taira ile Minamoto klanları arasında geçen Gempei Savaşı’nda Taira’nın yenilgiye uğraması üzerine, Samuray Minamoto no Yoritomo Tokyo yakınlarındaki Kamakura’da yeni bir yönetim merkezi oluşturarak kendini şogun ilan etmiş. Böylece 1867 yılında son şogun Tokugawa Yoshinobu iktidarı İmparator Meiji’ye bırakana dek şogunlar ülkeyi babadan oğula ve de facto yönetmiş. Söz konusu dönemde Japonya, samuraylar arasında pek rağbet gören Zen okulları ile tanışmış. Japonya’nın Batılı medeniyetlerle ilk teması ise 16. yüzyılda Portekiz’den tüccarların ve Cizvit misyonerlerin gelmesiyle olmuş, ilk kültürel ve ticari ilişkiler bu dönemde başlamış. Kadim savaşçı geleneği modern siyasete yansırsa Japonya’nın ilk modern yasama organı, 1889-1947 yılları arasında yürürlükte olan Meiji Anayasası’na göre kurulmuştu ve İmparatorluk Diyeti adını taşıyordu. Batı’nın askerî, adli ve siyasi yapılarının adapte edildiği bu yeniden yapılanma döneminde, endüstri ve askeriye alanlarında muazzam gelişme ve başarılar sağlanmıştı. 20. yüzyılın başlarında ülkede yayılma ve askerîleşme politikaları doruk noktasına ulaşmıştı. Birinci Çin-Japon Savaşı (1894-1895) ve Rus-Japon Savaşı (1904-1905) ULUSAL DIYET BINASI, YAPININ PEK ÇOK SÜTUNUNDA VE TAŞINDA FOSILLER BARINDIRMASI DOLAYISIYLA “FOSIL HAZINESI” OLARAK DA ANILIYOR. sonrası Japonya, Tayvan ve Kore’nin hakimiyetini ele geçirmiş, I. Dünya Savaşı’nın kazanan tarafına müttefik olması sayesinde söz konusu siyaset sürdürülebilmiş, 1935 yılına gelindiğinde ülkenin nüfusu 70 milyona ulaşmıştı. Japonya’nın yayılmacı politikaları, 1937 yılında İkinci Çin-Japon Savaşı ile devam eder. Ardından Japon ordusu Fransız hakimiyetindeki Hindiçin’i istila eder ve ABD Japonya’ya ambargo uygulamaya başlar. 7-8 Aralık 1941 tarihlerinde Japon kuvvetlerin Pearl Harbor’ı bombalaması ve Singapur, Hong Kong ile Malaya’daki İngiliz birliklerine saldırması ise Büyük Britanya ve ABD’nin II. Dünya Savaşı’na dahil olmasıyla sonuçlanır. ABD’nin 1945’te Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombalarıysa yüzyılın en büyük felaketleri arasında yerini alır. İkinci Dünya Savaşı, Japonya’nın yayılma arzusu nedeniyle Uzak Doğu ve Asya’da hem milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine neden olur hem de sanayi ve savunma alanlarında büyük kayıplar verdirir. Japonya’da günümüzde 1947 yılında kabul edilen ve liberal demokrat ilkelerin benimsendiği bir anayasa yürürlükte. 1956’da Birleşmiş Milletler’e üye olan ülke savaş yıllarında aldığı yaraları sararak ve hızlı bir gelişme göstererek dünyanın en büyük ekonomilerinden biri haline geldi. Meşruti monarşi ile yönetilen Japonya’da imparatorun gücü oldukça sınırlanmış durumda. Daha çok figüratif bir rol oynayan imparator, anayasada “devletin ve milletin birliğinin sembolü” olarak nitelendiriliyor. İktidar ise halkın seçtiği başbakan ve parlamento üyeleri tarafından yürütülüyor. Japonya’nın yasama organı Ulusal Diyet adını taşıyor. Japonya Anayasası’na göre Diyet iktidarın en üst kademesi ve devletin yegane yasa koyucu birimi. Halkın iradesini yansıtan Diyet aynı zamanda yasaları yürürlükten kaldırma, ülke bütçesini düzenleme, dış ülkelerle anlaşmalar imzalama, başbakanı atama ve anayasa değişikliği yapma yetkilerine de sahip. Çift meclisli bir parlamento olan Ulusal Diyet’i dört yılda bir yeniden seçilen 480 üyeli Temsilciler Meclisi ve 39 MEŞRUTI MONARŞI ILE YÖNETILEN JAPONYA’DA IMPARATORUN GÜCÜ OLDUKÇA SINIRLANMIŞ DURUMDA. DAHA ÇOK FIGÜRATIF BIR ROL OYNAYAN IMPARATOR, ANAYASADA “DEVLETIN VE MILLETIN BIRLIĞININ SEMBOLÜ” OLARAK NITELENDIRILIYOR. altı yılda bir yenilenen seçimlerle parlamentoya giren 242 üyeli Encümen Meclisi oluşturuyor. Japonya parlamentosunda bir yasanın çıkarılabilmesi için yasa tasarısının her iki meclisten de geçmesi gerekiyor. Uyuşmazlık meydana gelmesi durumunda ise komite toplanarak gerekli değişikliklerin yapılması yoluna gidiliyor. Yine uzlaşma sağlanamadığında anayasa gereğince üçte iki çoğunluk sağlanırsa Temsilciler Meclisi’nin kararı esas alınıyor. 40 DÜNYA PARLAMENTOLARI Halk egemenliğinin ve anayasal iradenin simgesi Başkent Tokyo, Ulusal Diyet’in ülke siyasetinde oynadığı rolü temsil eden saygın bir yapıya evsahipliği yapıyor. Bu yapı, Japonya parlamentosunun Temsilciler Meclisi ve Encümen Meclisi’nin toplandığı Ulusal Diyet binası. Ulusal Diyet için bir binanın inşa edilmesi fikri 1880’li yıllara kadar uzanıyor olsa da, bu karara yönelik somut adımların atılması ve mimari tasarım için yarışma düzenlenmesi 1900’leri bulur. YAPIMI 1936 YILINDA TAMAMLANAN ULUSAL DIYET BINASININ KUZEY KANADI ENCÜMEN MECLISI BIRIMLERINE, BURANIN BIRE BIR SIMETRIĞI OLAN GÜNEY KANADI ISE TEMSILCILER MECLISI BIRIMLERINE EVSAHIPLIĞI YAPIYOR. 1910 yılında, yeni bir parlamento binasının inşası sorumluluğunu Ekonomi Bakanlığı alır. Dönemin Başbakanı Katsura Tarō bir komisyon görevlendirir ve bu komisyon parlamentonun İtalyan Rönesansı’nı yansıtan bir mimariyle inşa edilmesi kararı alır. 1918 yılında düzenlenen yarışmaya 118 tasarım katılır, birinci gelen Watanabe Fukuzo’nun dizaynı sadece Avrupa veya sadece Asya mimarisini yansıtan diğer tasarımlar arasında hibrit üslubuyla dikkat çeker. 1920 yılında inşa edilmeye başlayan binanın kulesi ise yarışmada üçüncü gelen mimar Takeuchi Shinshichi’nin tasarımından alınır. Ancak söz konusu kule Halikarnas Mozolesi’nden esinlenildiği yönünde eleştirilere maruz kalır. Yapımı 1936 yılında tamamlanan Ulusal Diyet binasının kuzey kanadı Encümen Meclisi birimlerine, buranın bire bir simetriği olan güney kanadı ise Temsilciler Meclisi birimlerine evsahipliği yapıyor. Binanın ortasında bulunan ve dış cephesinin görünümünde baskın rol oynayan kule, yalnızca imparatorun veya resmî davetlilerin kullanabildiği ana girişi barındırıyor. Girişin açıldığı merkez salonda ise geçmişte parlamentoda önemli görevler yerine getirmiş Hirobumi Ito (1841-1909), Shigenobu Okuma (1838-1922) ve Taisuke Itagaki (1837-1919) gibi isimlerin bronz heykelleri yer alıyor. Boş bırakılan kısımlarla, gelecekte yetenekli devlet adamlarının parlamentoda yer alacağı mesajı verilmek istenmiş. Merkez salonun tavanı ve pencerelerini vitray çalışmalı camlar süslüyor, dört köşesinde ise dört mevsimi betimleyen duvar resimleri bulunuyor. Merkez salondan itibaren ilerleyen anıtsal merdivenler, imparatorun parlamentoyu ziyaret ettiği zamanlarda kullandığı odaya açılıyor. Yasama yılı açılışlarında imparatora bu odada her iki meclisin başkanları ve başkanvekilleri eşlik ediyor. Encümen Meclisi’nin toplandığı salon, Ulusal Diyet binasının ikinci katında yer alıyor. Tavanı girift cam bezemeli salonda, yarım daire şeklinde sıralanmış vekil koltuklarını ortalayan meclis başkanı kürsüsü ve koltuğu bulunuyor. Onun arkasında ise yeni yasama yılı açılışına katıldığı zaman kullanması için imparatora ait koltuk yer alıyor. Encümen Meclisi’nin olduğu kanatta ayrıca on altı komite odası bulunuyor. Encümen Meclisi ile aynı görünümdeki Temsilciler Meclisi salonu, en ön sırası hükümet bakanlarına ait olan yarım daire şeklinde bir oturma planına sahip. Ayrıca her iki salonun da ikinci katı basın mensupları ile ziyaretçilere ayrılmış balkonlar barındırıyor. Temsilciler Meclisi’nin bulunduğu kanattaki beş komite odası, ağırlıklı olarak bütçe görüşmeleri için kullanılıyor. Ulusal Diyet binasının önünde, siyasetin karmaşasından uzak dingin bir ortam sağlayan park yer alıyor. Gingko ağaçlarıyla çevrili bu parkın kuzey ucunda ise Parlamento Müzesi yükseliyor. Japonya parlamentosunun 80’inci yıldönümü şerefine 1971 yılında inşa edilen müze ülkenin gelişmesine katkı sağlamış devlet adamlarına ve diğer dünya parlamentolarına yer veriyor. Dünyanın en zengin kütüphaneleri arasında bulunan Ulusal Diyet Kütüphanesi ise 7 milyon 300 bin eser barındırıyor. 41 İBRAHIM ÖZDEMIR: SIYASETTE VEFA GÖSTERMEZSENIZ VEFA GÖREMEZSINIZ RÖPORTAJ VE FOTOĞRAFLAR: SONGÜL BAŞ DEVLET VE ULAŞTIRMA ESKI BAKANI İBRAHIM ÖZDEMIR, SIYASETIN TOPLUMA HIZMET ETMENIN BAŞLICA YOLU OLDUĞUNU BELIRTEREK, “SIYASETÇI DEVLET ORGANLARIYLA HALK ARASINDA BIR KÖPRÜDÜR” DIYOR. ÖZDEMIR, ŞU ANDA TÜRKIYE’NIN BIR KAMPLAŞMA HALINDE OLDUĞU UYARISINDA BULUNARAK ASGARI MÜŞTEREKLERDE BULUŞABILMENIN ÖNEMINI VURGULUYOR. 42 RÖPORTAJ Y ıl 1983… Türkiye’nin siyaset hayatında yeni bir sayfa açılıyor. Turgut Özal’ın genel başkanı olduğu Anavatan Partisi (ANAP) kuruluyor. Uzun yıllar tek başına iktidarda kalarak ülkenin geleceğine yön veren kararlara imza atan ANAP’ın kurucuları arasında İbrahim Özdemir de yer alıyor. Devlet ve Ulaştırma eski Bakanı Özdemir ile siyaset yolculuğunu, Turgut Özal’lı yılları ve ülke gündemindeki konuları konuştuk. İbrahim Özdemir Karadenizli bir ailenin çocuğu. 1949 yılında Giresun’un Görele ilçesinde başlıyor hayat yolculuğu. Ailenin yedinci çocuğu olarak dünyaya geliyor; annesi, babası ve altı ablasının ilgi ve sevgisiyle büyüyor. Ailenin en küçüğü, ama tek erkek evladı olması omuzlarına ayrı bir sorumluluk yüklüyor. Hayatı boyunca attığı her adımda bu sorumluluğu hissediyor. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü mezunu İbrahim Özdemir, yüksek lisansını restorasyon ve eski eserler üzerine Mimar Sinan Üniversitesi’nde yaparak yüksek mimar oluyor. Özdemir, siyasetle tanışma öyküsünü ise şöyle anlatıyor: “1980 öncesinde Türkiye’de terör kol geziyordu; sağ-sol çatışmalarında gencecik insanların öldüğü, kardeşin kardeşi vurduğu, siyasetçilerin ‘Akan kan yerde kalmayacak’tan öte bir şey söyleyemediği bir ortam vardı. Neticede 12 Eylül ihtilali oldu. O kötü günleri iyi gözlemlemiş, nedenleri üzerine çokça düşünmüş, terörden ekonomiye tüm sıkıntılarda siyasetçilerin rolünü sorgulamış biriyim. İhtilalle birlikte yasaklanan siyasi faaliyetlerin tekrar serbest bırakıldığı dönemde rahmetli Turgut Özal’la tanışma imkanım oldu. O zamanlar 33 yaşındaydım. Özal’ı basından takip eden ve ülkeye çok faydalı işler yaptığına inanan biriydim. 1982’nin sonlarıydı, Turgut Özal’ın yeni bir parti kuracağı konuşuluyordu. Bir gün bacanağı Ali Tanrıyar’a Özal’la tanışmak istediğimi söyledim. Birlikte partinin kuruluş çalışmalarının yapıldığı Şişli’deki Sadıkzade apartmanına gittik. Kapıyı iki genç açtı; bu gençlerden biri Adnan Kahveci, diğeri Metin Emiroğlu’ydu. Onlarla sohbet ederken rahmetli Özal geldi. ‘Efendim, yeni bir parti kuruyormuşsunuz. Ülke meselelerine duyarlı bir vatandaş olarak İstanbul’daki teşkilat çalışmalarınıza yardımcı olmayı istiyorum’ dedim. Görüşmeden sonraki akşam Ali Tanrıyar aradı, ‘Turgut Bey seni çok beğenmiş, partinin kurucuları arasında yer almanı istiyor’ dedi. Beklemediğim bir teklifti, üstelik aktif siyaseti hiç aklımdan geçirmiyordum, niyetim partiye maddi-manevi destek vermekti. Konuyu eşime açtım. Türkiye’nin yaşadığı sıkıntılardan şikayet etmek yerine elini taşın altına koymanın daha doğru olacağını düşündük. Rahmetli Özal’ın teklifini kabul ettim ve Anavatan Partisi’nin kurucuları arasında yer aldım.” İbrahim Özdemir, Devlet Bakanı olduğu dönemde katıldığı Karma Ekonomik Kurul Toplantısı sonrasında Fas Kralı II. Hasan tarafından kabulünde. “Özal zamanında neler değişmedi ki...” ANAP, girdiği ilk seçimde iktidar partisi olurken İbrahim Özdemir de İstanbul Milletvekili seçiliyor. 1983’ten itibaren üç dönem bu görevi üstlenen Özdemir, Devlet ve Ulaştırma bakanlıkları yapıyor. Tecrübeli siyasetçi, ANAP’ın iktidarda olduğu yıllara ilişkin şu değerlendirmelerde bulunuyor: “Turgut Özal çok zeki, cesur, öngörülü ve geniş vizyon sahibi bir insandı. Öyle fikirler ortaya atardı ki gerçekleşmesi imkansız diye düşünürdünüz, ama hepsi birer birer hayata geçerdi. Onun zamanında neler değişmedi ki Türkiye’de. Her şeyden önce kapalı devre bir ekonomiden liberal ekonomiye geçildi, ithalat serbest bırakıldı, Türkiye dünyaya açıldı. Eskiden siyasetçiler yurt dışı ziyaretlerinde yanlarında iki-üç iş adamı götürdüklerinde hemen ‘Hangi menfaatle bu yapılıyor?’ diye eleştirilirdi, rahmetli Özal zamanında bu konu tamamen aşıldı. Özal her gittiği yere özellikle genç işadamlarını götürdü, onları teşvik etti, ‘Elinizde bir çantayla dünyayı dolaşın, vizyonunuzu geliştirin’ dedi. Türk insanının kendine güveni arttı. Bizim zamanımızda Türkiye’de yatırımlar hızlandı, inşaat sektörü gelişti, yollar otoyollara dönüşmeye başladı. Bugün Türkiye dünyaya açık bir ülkeyse o dönemde alınan kararlar sayesindedir.” İbrahim Özdemir 1991 seçimlerinin ardından ANAP’ın ilk kez muhalefette yer aldığını anımsatmamız üzerine “Erken genel seçim kararı alınmasaydı Anavatan Partisi yaklaşık bir yıl daha iktidarda kalabilirdi. Fakat partinin genel başkanı Mesut Yılmaz erken seçime gitme ihtiyacı hissetti. O dönemde ‘Turgut Bey seçim kararı aldırdı’ diyenler oldu, ama bu doğru değildi. Hatta Sayın Özal bir gün bana ‘Niye seçime gittiniz?’ diye sordu. ‘Efendim, genel başkan öyle is- 43 “FRANSIZLARIN 1912 YILINDA İSTANBUL İSTINYE KOYU’NDA YAPTIĞI, TEKNOLOJISI ÇOK ESKIMIŞ VE KÖTÜ GÖRÜNTÜYE YOL AÇAN BIR TERSANE VARDI. ULAŞTIRMA BAKANLIĞI GÖREVINI ÜSTLENINCE ILK IŞIM BU TERSANEYI TAŞIMA PROJESI OLDU.” bir görüntüye yol açıyordu. Ulaştırma Bakanlığı görevini üstlenince ilk işim bu tersaneyi taşıma projesi oldu. Konuyu Cumhurbaşkanı Özal’a açtığımda ‘İbrahim bunu yapabilirsen senin heykelini dikerler’ dedi. Başbakan Yılmaz da destek verdi. Bir gün tersaneye gittim, ne kadar zarar ettiğini sorduğumda bir rakam söylediler, arkasından da ‘Efendim burası en az zarar eden müesseselerden biri’ dediler. Tersanede 700-800 kişi çalışmasına rağmen işleri taşeron yapıyordu. Biz yine de kimseyi mağdur etmeyecek şekilde çalışmamızı yürüttük. Tanınmış bir gazeteci arkadaşım ‘Bir ayda tersaneyi kaldıracağını söylüyorsun. Bu çalışma için iki sene bile yetmez’ dedi, ben yirmi beş günde yaptım. Kimse heykelimi dikmedi, ama bana verdiği manevi bir haz var.” “Siyasetçi vatandaşa verdiği sözün mesuliyetini hissetmeli” tedi’ dedim. Neticede yüzde 24 oy aldık ve milletvekili sayımız 115’e düştü. DYPSHP koalisyon hükümeti kuruldu, Anavatan Partisi bir daha tek başına iktidara gelemedi, bana göre Türkiye açısından kayıp yıllar yaşandı” diye konuşuyor. Türkiye’nin koalisyon kültürüne alışkın olmadığını kaydeden Özdemir, farklı partilerin ortak kararlar alarak hızlı icraat yapmalarının pek kolay olmadığını, hükümetteki anlaşmazlıkların topluma da yansıdığını ifade ediyor. Tecrübeli siyasetçi, TBMM 17, 18 ve 19. Dönem’de milletvekilliği yapıyor. 47. Hükümet’te Devlet Bakanı, 48. Hükümet’te ise Ulaştırma Bakanı olarak görev alıyor. İbrahim Özdemir, “Kısa bir süre yaptığımız, ama iz bıraktığımız bir bakanlık oldu” dediği Ulaştırma Bakanlığı ile ilgili şu değerlendirmelerde bulunuyor: “İstanbul İstinye Koyu’nda bir tersane vardı. 1912 yılında Fransızlar yapmışlar. Teknolojisi çok eskimişti, üstelik İstanbul’un en güzel koyunda kötü 44 RÖPORTAJ İbrahim Özdemir, milletvekilliği yıllarını konuşurken Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu’ndaki çalışmalarına da değiniyor. 1985 yılında çıkan 3194 Sayılı İmar Kanunu’nun hazırlanmasında büyük emeği bulunduğunu ifade eden Özdemir, “İmar planı yapma yetkisini Bakanlık’tan alarak belediyelere verdik. Buradaki amacımız, daha kısa sürede imar hareketleri olması ve konut projeleri üretilmesiydi. Tabii bunu istismar edenler olmadı değil, ama rahmetli Özal’da şu görüş hakimdi: ‘İmar konusunda siyasiler herhangi bir haksızlık yaparsa vatandaş da seçimde oy vermeyerek cezalandıracaktır.’ Şu anda imar planlarını yapma yetkisi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na verilmiş olsa da o günün şartlarında yerinde planlamaya dayalı, son derece açık, şeffaf bir imar kanunu hazırlamıştık” diyor. Tecrübeli siyasetçi, ANAP’ın ilk hükümet döneminde Boğaziçi’ndeki çarpık ve kaçak yapılaşmayı önleme, bu alandaki imar hareketlerine belirli kurallar çerçevesinde imkan tanıma amacıyla bir kanun çalışması yapıldığını ifade ediyor. İbrahim Özdemir, “Rahmetli Turgut Özal, bu kanunu Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e anlatmakta güçlük çektiğini söyledi ve kendisiyle görüşmemi istedi. Randevu alıp Sayın Evren’in yanına gittim. Avrupa’dan örnekler vererek konuyu anlattım ve kendisini ikna ettim. Bunu rahmetli Özal’a söylediğimde sarıldı ve teşekkür etti” diye konuşuyor. Özdemir, sohbetimiz sırasında uzun yıllar Anavatan Partisi’nin genel merkezi olarak kullanılan Ankara Balgat’taki binanın yapımıyla ilgili hatıralarını da paylaşıyor. “O zamanlar ‘Buradan araba bile geçmiyor, partililer nasıl gelecek?’ denilen yer daha sonra şehir merkezi oldu. Turgut Bey’in verdiği görevle binanın proje ve inşaatını bizzat yürüttüm. O güne kadar siyasi parti genel merkezleri ya apartmandan ya da iş hanından bozma yerlerdi. Biz ilk defa bir siyasi partinin çalışma fonksiyonuna uygun bir genel merkez binası inşa ettik. Bu diğer siyasi partilere de örnek oldu” diyen tecrübeli siyasetçi, binanın yapımına verdiği katkının da kendisi için sevinç ve gurur vesilesi olduğunu belirtiyor. İbrahim Özdemir’e “Siyaset yaparken en çok nelere dikkat edilmeli?” diye soruyoruz. Siyasetin topluma hizmet etmenin başlıca yolu olduğunu vurgulayan Özdemir, “Siyasetçi devlet organlarıyla halk arasında bir köprüdür. Siyaset, halkın istekleri ve ihtiyaçlarına uygun bir şekilde toplumu yönetme sanatıdır” diyor. Siyasette vatandaşın gönlünü kazanmanın önemine işaret eden Özdemir, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Siyasetçi elbette vaatlerde bulunur, ama bunu Türkiye’nin kaynaklarını göz önüne alarak yapmakla mükelleftir. Vatandaşa verilen sözün mesuliyetini hissetmek lazımdır. Anavatan Partisi’ni iktidardan düşürmek için seçim kampanyalarında Türkiye’nin kaldıramayacağı ekonomik vaatlerde bulunuldu. ‘Herkese iki anahtar’ dendi, bir tanesi bile verilemedi. Siyasette altı çizilmesi gereken en önemli konulardan biri de vefadır. Siyasette vefa göstermeyen vefa göremez. Ben Turgut Bey’e karşı her zaman vefalı davrandım. Eşi Semra Hanım’la da ilişkilerimiz sürüyor; kendisinin ülkemize ve partimize çok önemli hizmetleri olmuştur. Bir zamanlar rahmetli Özal’ı en ağır sözlerle eleştirenlerin bugün ‘Ne muhterem, ne büyük insanmış’ dediğini çok duyuyorum; ama geçmiş olsun tabii. Toplum olarak insanları hayattayken takdir ve taltif etmeyi maalesef pek beceremiyoruz. Turgut Bey de parti içinde bile yeteri kadar takdir edilemedi, hatta ‘gitse de yerine biz gelsek’ diye düşünenler oldu. Ben ve birçok arkadaşım ise vefat ettiği güne kadar yanındaydık. Vefatından önce yeni bir parti kurma düşüncesini hayata geçirmek üzereydi. 1992 yazında Marmaris Okluk’ta birlikteydik, ‘İbrahim maşallahım var, çok sağlıklıyım’ demişti. O gün ne kadar öngörülü bir siyasetçi olduğunu bir kez daha göstermiş ve ‘Türkiye iyi yönetilmiyor, ekonomisi kötü, on sene içinde dibe vuracak’ demişti. Maalesef bu öngörü sekiz sene sonra gerçekleşti.” İbrahim Özdemir’le ülke gündemindeki konuları da konuşuyoruz. “Şu anda Türkiye bir kamplaşma halinde. Bunu ülkemizin geleceği bakımından çok önemli bir tehlike olarak görüyorum” diyen Özdemir, iktidar ve muhalefetin asgari müştereklerde buluşabilmesi gerektiğinin altını çiziyor. Tecrübeli siyasetçi, 1995’ten bu yana Meclis çatısı altında yer almıyor. Yüksek mimar Özdemir, “Siyaset sırasında mesleğinizi yapmanız mümkün değil. Uzunca bir siyaset süreci yaşadıktan ve farklı mevkilerde görev aldıktan sonra da mesleğinizi yapma şansınız pek kalmıyor; şartlar değişmiş oluyor, sizin konumunuz uygun olmuyor. Ben şu sıralarda ziraatla uğraşıyorum. Siyaset yaptığım dönemde maalesef çocuklarıma pek zaman ayıramadım, şimdi torunlarımla vakit geçirmeye çalışıyorum. Eşime ve çocuklarıma yoğun siyasi çalışmalarım sırasında gösterdikleri özveriden dolayı teşekkür ediyorum” diye konuşuyor. 45 NEVRUZ: TOPRAK ANANIN BAĞRINDA YANAN ATEŞ TOPRAĞIN, SUYUN, HAVANIN, GÜNEŞIN, MAVININ, YEŞILIN HEP BIR AĞIZDAN SÖYLEDIĞI ŞARKIDIR NEVRUZ. DOĞANIN BEREKETLENIŞI, INSANIN YENI BIR GÜNE “MERHABA” DEYIŞI... ELIF ÇELIK 46 G üneşin ekvatora dik açıyla ulaştığı 21 Mart’ta gece ve gündüz süreleri birbirine eşitlenir. Hem kuzey hem de güney kutbu aynı gündoğumu hattına yerleşir ve güneş tüm cömertliğini göstererek ışınlarını iki yarıküre arasında eşit paylaştırır. Astronomik bir fenomen olarak bu şekilde basitçe tarif edilebilen bahar ekinoksu, tarih boyunca pek çok kültürde önemli roller oynamış, sembolik değerler atfedilmiş bir olaydır aslında. Kolay mı? Koskoca bir kış geride bırakılmış, ölü toprağını üzerinden atan doğa yeniden canlanmıştır. Bu uyanış sadece ağaçların yeşillenmesi, rengarenk çiçeklerin açması, dağların zirvesini taçlandıran karların eriyerek ırmakları beslemesi olarak tarif edilemezdi elbette; bahar demek, yenilik demekti insan için de. Farsçada “yeni gün” anlamına gelen Nevruz, kökenini binlerce yıllık bir gelenekte buluyor. Bahar bayramının günümüzde bilinen ve uygulanan haline ilk kez 2. yüzyıla tarihlenen Pers kaynaklarında rastlanıyor olsa da, tüm hayatını nehirlerin taşmasına, ekinlerin büyümesine, hasat zamanına, kısacası mevsimlerin düzenine göre planlayan kadim insanlar için çok daha eskilerde de önem taşıyordu baharın gelişi. Tabii sadece yerleşik tarım toplumlarında değil, göçebe topluluklarda da ekinokslar oldukça değerliydi; örneğin Orta Asya’nın Şamanik ve animistik inanç sistemlerinde seremonilerle kutlanıyordu. Baharın gelişi efsaneler anlatıyor Sadece zamanı ölçmek değildi mühim olan, tabiatın uyanışı sosyal yaşamın ve dinî ritüellerin temelini oluşturacak efsanelerde de yer alıyordu. Yazılı tarihi başlatan uygarlık Sumerlerde, bahar mevsimi kutsal evlilik mitiyle açıklanıyordu. Ekonomisi tarım ve hayvancılık üzerine kurulu olan Sumerler için ürünlerin bolluğu, toprağın verimliliği halkın refahını sağlayacak yegane şey sayılıyordu. Baştanrıça kabul ettikleri, bereketin ve aşkın simgesi İnanna’yı da bu amaçla çoban tanrısı Dumuzi ile evlendirmişlerdi. Ne var ki Dumuzi yaptığı bir hata sonucu yer altı dünyasına hapsolmuştu. İnanna’nın yardımıyla, kız kardeşi Dumuzi’nin yerine yılın yarısında yer altında kalmayı kabul etmişti. Tanrılar meclisinin de onayıyla Dumuzi yılın tam da bahar zamanında yeryüzüne çıkıyor, karısıyla bir araya gelebiliyordu. İşte bu dönemde bütün bitkiler yeniden büyüyor, hayvanlar yavruluyor, her tarafa bereket geliyordu. Sumerler için o gün, yeni yılın başlangıcı kabul ediliyordu. Bu öykünün Babil, Asur, Hitit, Yunan ve Roma mitolojilerinde, Yahudilikte, Hıristiyanlıkta, Avrupa pagan geleneklerinde, İskandinav söylencelerinde muadilleri bulunuyor. Firdevsi’nin Şehname’sinde, Nevruz kutlamaları Pers Kralı Cemşid’e dayanır. Zerdüştlüğün kutsal kitabı Avesta’da temelini bulan efsaneye göre Cemşid, yaratıcı Ahura Mazda’nın yardımıyla dünya üzerinde yaşayan tüm canlıları yok etmeye neden olacak bir kış felaketini önlemiştir. Mücevherlerle süslü tahtında tıpkı gökteki güneş gibi parıldayan Cemşid’in karşıladığı yeni gün, takvimin de ilk günü olur. Perslerde daha önceleri baharın gelişinin kutlanıp kutlanmadığına dair kesin bir bilgi olmamakla birlikte, onların ve kültürlerinde etkileri bulunan Hintlerin, ekinlerin büyümesini gözlemleyerek baharı törenlerle karşıladığını gösteren emareler bulunuyor ve bazı kaynaklarca özellikle Babil uygarlığındaki kutlamaların İran’da 47 21 MART, 2010 YILINDA BIRLEŞMIŞ MILLETLER GENEL KURULU TARAFINDAN DÜNYA NEVRUZ BAYRAMI ILAN EDILDI. UNESCO ISE 2009 YILINDA NEVRUZ’U SOMUT OLMAYAN KÜLTÜREL MIRAS LISTESI’NE DAHIL ETTI. karşılığını bulduğu varsayılıyor. Pers devletlerinden biri olan Ahameniş İmparatorluğu’nun (MÖ 550-330) göz alıcı mimarisine evsahipliği yapan Persepolis’in, başta Nevruz olmak üzere önemli günlerin kutlandığı ve gösterişli törenlerin yapıldığı kent olduğu biliniyor. Kaynağını yine Avesta’da bulan ve Firdevsi’nin yeniden yorumladığı bir başka anlatıya göre, “iyi”nin ve iyiliğin simgesi Ahura Mazda (Hürmüz), kendini temsil etmesi için dünyaya Zerdüşt’ü gönderir. Kötülüğün simgesi Angra Mainyu (Ehrimen) buna o kadar öfkelenir ki, zalim kral Dehak’ı kontrolü altına alarak İranlıların üstüne salar. Beyninde ur oluşan Dehak ölümcül bir hastalığın pençesindedir, tek çaresi ise gençlerin beynini yemektir. Yıllarca sürecek bir kıyım böylece başlar, halk artık çaresizdir. Ne var ki on yedi oğlunu bu şekilde Dehak’a kurban vermiş demir ustası Kawa, sıra en küçük oğluna geldiğinde mücadele etmeye karar vermiştir. Direniş Mart ayının 20’sini 21’ine bağlayan gece başlar ve zaferle sonuçlanır. Halk, birbiriyle haberleşmek için yaktığı ateşin etrafında dans ederek zaferi kutlar. İlkbahar ekinoksunda ateşin üzerinden atlama, Orta Asya ve Orta Doğu’da gözlenen bir ritüel haline gelmişti. Baharla birlikte doğanın arınması ve canlanması ateşle arınma ve yenilenme fikrinde karşılık bulabildiği gibi, ateşin güneşi ve aydınlığı simgelediği de söylenebilir. Kimi kadim pagan inanışlarda ateş yaşamın özü anlamına da gelmekteydi. Günümüzde Nevruz’un ilk hangi coğrafyada veya hangi toplum tarafından kutlandığından ziyade dünya çapında hangi çeşitlilikte varlığını sürdürdüğü ve uygulandığı önem taşıyor. 48 Çeşitli geleneklerde Nevruz Nevruz kutlama geleneği bugün Türkiye, İran, Irak, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Afganistan, Tacikistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Kuzey Kafkasya’da sürdürülüyor. Çağımızda da tıpkı eski çağlarda olduğu gibi İran’ın en önemli dinî ve millî günü Nevruz’dur. Kutlama hazırlıkları, Celali takvimine göre kış mevsiminin, dolayısıyla yılın son ayında başlar. İran’da Nevruz’un en önemli geleneksel simgesi olan Hacı Firuz, “Hacı Firuz’um, yılda bir günüm” tekerlemesi eşliğinde tef çalarak sokaklarda yeni yılın geldiğini haber verir. Yeni yılın ilk günü olarak kabul edilen Nevruz, Türki cumhuriyetlerde de özel yemeklerin hazırlanarak ziyafetlerin verildiği bir millî bayram olarak kutlanır. Şiîlikte Nevruz’un Hz. Adem’in yaratıldığı, Hz. İbrahim’in pagan putlarını yok ettiği, Hz. Ali’nin doğduğu gün olduğuna inanılır. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde millî bayram olarak kabul edilen Nevruz evlerde bahar temizliğiyle karşılanır, ziyafetlerle kutlanır, o günde küsler barışırdı. Mevleviler Nevruz’a selam eder, “Ey gece ve gündüzün tedbircisi, ey gözleri ve gönülleri başka hale çeviren, ey kudret ve halleri değiştiren! Halimizi en güzele çevir!” diye dua ederlerdi. Bektaşiler ise dergahlarda toplanarak ayin yapar, ahlak ve ruh temizliği için dua eder, ardından herkese süt ikram edilerek Nevrûziyeler okunurdu. GÖKTÜRKLER, UYGUR TÜRKLERI, TUNA BULGARLARI, İDIL BULGARLARI VE HUN TÜRKLERININ KULLANDIĞI 12 HAYVANLI TÜRK TAKVIMI’NIN ILK GÜNÜ, YANI ULUĞ KÜN (ULU GÜN), 21 MART’A RASTLAR. Anadolu’da bugün de geleneksel bir değer taşıyan Nevruz’un simgelerinden biri olan semeni, bir kaba yerleştirilip ıslatılan buğdayların yeşermesinin ardından filizlere kırmızı kurdele bağlanmasıyla oluşturulan demettir. Kökeni Sumerlere kadar uzanan bu gelenek toprağın canlanmasını, yeşermesini ve bereketi sembolize eder. Perslerden diğer kültürlere aktarılan uygulamalar arasında bulunan “Yedi S” (Farsça: Haft Sîn) sofrası, günümüzde de büyük önem taşır. Bu sofrada semeninin yanı sıra gökyüzünü simgeleyen bir ayna, yeryüzünü simgeleyen elma, ateşi simgeleyen mumlar, suyu simgeleyen gülsuyu, hayvanları simgeleyen bir akvaryum balığı ile insanı ve doğurganlığı temsil eden rengarenk boyanmış yumurtalar yer alır. Nevruz ateşi ise her kültürde bahar bayramının vazgeçilmez unsurları arasında gelmektedir. 49 PROF. DR. A. ZIYA AKTAŞ: SIYASETTE ÜLKENIN ÇIKARI VE HALKIN YARARI HER ŞEYIN ÜSTÜNDE TUTULMALIDIR RÖPORTAJ VE FOTOĞRAFLAR: SONGÜL BAŞ ENERJI VE TABII KAYNAKLAR ESKI BAKANI PROF. DR. A. ZIYA AKTAŞ, TOPLUMDAKI GERGINLIĞE IŞARET EDEREK SIYASETÇILERIN SÖYLEMLERINE VE DAVRANIŞLARINA DIKKAT ETMESI GEREKTIĞI UYARISINDA BULUNUYOR. AKTAŞ, MILLETVEKILLIĞI DÖNEMINDE HAZIRLIK ÇALIŞMALARINI YAPTIĞI BILGI TOPLUMU BAKANLIĞI’NIN KURULMASININ DA ÖNEMINI VURGULUYOR. 50 RÖPORTAJ B ilgi en değerli hazine... Bu hazinenin anahtarına sahip olmanın yolu ise eğitimden geçiyor. Bilgi ve bilgi teknolojileri alanında nice önemli çalışması bulunan Enerji ve Tabii Kaynaklar eski Bakanı Prof. Dr. A. Ziya Aktaş, bu ayki röportaj konuklarımız arasında yer alıyor. 1995 yılından itibaren iki dönem milletvekilliği yapan Aktaş ile akademik ve siyasi çalışmalarının yanı sıra ülke gündemindeki konuları konuştuk. A. Ziya Aktaş’ın hayat yolculuğu 1939 yılında Erzincan’ın Kemaliye ilçesinin Yeşilyurt köyünde başlıyor. Annesi, bağda çalıştığı bir sırada dünyaya getiriyor ilk çocuğunu; üstelik daha yedi aylıkken. O günün şartlarında doktor, hemşire bulmak kolay değil elbet, yaşlı bir teyze kesiyor el kadar bebeğin göbeğini. Bağdan eve gelindiğinde, kundak niyetine kullanılmış bez parçasının kan içinde kaldığı görülüyor. “Bu bebek yaşamaz” diyenler olsa da küçük Ziya dört elle tutunuyor hayata. İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı o yıllarda askerde olan baba Hüsamettin Bey, vatani görevini tamamladıktan sonra Ankara’da Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’nde memur olarak çalışmaya başlıyor. Bir süre sonra da eşini ve oğlunu yanına alıyor. Böylece A. Ziya Aktaş’ın yolu Ankara ile kesişiyor. Babasının tayinleri dolayısıyla ilkokulun ilk dört yılını Ankara, Trabzon, İstanbul ve Eskişehir’de okusa da sonraki eğitim hayatı başkentte geçiyor. Lise çağlarına geldiğinde o yıllardaki başarılı öğrenciler gibi A. Ziya Aktaş da meslek tercihini İnşaat Mühendisliği’nden yana kullanıyor ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nde okuyor. 1962’de mezun olduktan sonra yüksek lisansını ODTÜ’de, doktorasını ise kazandığı Fulbright bursu ile ABD’deki Lehigh Üniversitesi’nde yapıyor. O yıllarda yeni çıkan ve adına computer denilen alet ilgisini çekiyor ve doktora çalışmasını bu alanda gerçekleştiriyor. A. Ziya Aktaş, 1969 yılında Türkiye’ye döndüğünde akademik kariyerine ODTÜ’de yeni kurulmuş Hesap Bilimleri Bölümü’nde devam ediyor. “Diğer bölümlerin öğrencilerine servis dersleri vermek üzere kurulan bu bölüm, 1977’de kendi öğrencisi de olan Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’ne dönüştü. 1977-1981 yılları arasında bu yeni bölümün başkanlığını yaptım” diyen Aktaş, Türkiye’de Bilgisayar Mühendisliği alanında profesörlük unvanı almış ilk kişi olmanın gururunu yaşadığını ifade ediyor. 12 Eylül ihtilali sonrasındaki çalkantılı dönemde “biraz nefeslenmek” için ABD’deki Purdue Üniversitesi’ne ziyaretçi profesör olarak gittiğini belirten Aktaş, “İki sene Amerika’da kaldım. O dönemde hem ders verdim hem de Bilgi Sistemlerinin Analiz ve Tasarımında Yapısal Yaklaşım adlı bir kitap yazdım. Bu, bir Türk profesörün bizim alanımızda uluslararası düzeyde yazdığı ilk kitap olması bakımından gurur duyduğum bir çalışmadır” diyor. Aktaş, Anadolu’ya ithaf ettiği kitabı gösterirken o yıllarda ülkesine duyduğu özlem sadece sözlerine değil, gözlerine de yansıyor. “Ulusal Bilgi Sistemi projesi içimde ukde kaldı” Prof. Dr. A. Ziya Aktaş, Türkiye’ye döndükten sonra tekrar bölüm başkanlığı yapıyor ve bu görevi 1987 yılına kadar sürdürüyor. 1988’de ise YÖK yasasına dayanarak kısmi statüye geçip özel bir şirkette çalışmalarını sürdürüyor. Şirketin, bilgi sistemleri konusunda danışmanlık yapmak üzere Devlet İstatistik Enstitüsü ile imzaladığı sözleşme A. Ziya Aktaş’ın hayatında yeni bir sayfa açıyor. Enstitü Başkanı Prof. Dr. Orhan Güvenen’in teklifi ile Başkan Yardımcısı olan Aktaş, “Sayın Güvenen ile birlikte Ulusal Bilgi Sistemi kurma çalışmalarını başlattık. Dünya Bankası’ndaki uzmanlar ‘Harika bir proje, biz buna destek veririz’ dediler ve gittikleri her yerde örnek göstereceklerini söylediler. O dönemde, detayını bilemediğim bir nedenle Başbakan Tansu Çiller ile Dünya Bankası Başkanı arasında bir anlaşmazlık oldu ve Dünya Bankası kredi vermedi. Maalesef Türkiye için çok önemli bir çalışma ortada kaldı. Bir süre sonra da Sayın Güvenen, OECD Nezdinde Türkiye Daimi Temsilcisi tayin edildi. Orhan Bey’in Enstitü’den ayrılmasının ardından siyasette yer alma düşüncemi hayata geçirmeye karar verdim ve Sayın Bülent Ecevit’ten randevu talep ettim” diye konuşuyor. Aktaş, Ecevit’le yaptığı görüşmeyi ise şöyle anlatıyor: “ODTÜ’de okurken Köycülük Kulübü Başkanı’ydım. Bir gün düzenlediğimiz bir açıkoturuma Sayın Ecevit’i de davet ettik, çok güzel bir konuşma yaptı. Yıllar sonra tekrar bir 51 “MILLETVEKILI SEÇILINCE ILK IŞIM BILGI, TEKNOLOJI VE ILETIŞIM ALANLARINDA MECLIS’TE NELER YAPILDIĞINI ARAŞTIRMAK OLDU. HERHANGI BIR ÇALIŞMAYA RASTLAMAYINCA 35 MILLETVEKILI ARKADAŞIMLA BIRLIKTE BILGI GRUBU’NU KURDUK.” araya geldiğimizde o günü hatırlattım ve öğrencilik sonrasındaki çalışmalarımdan bahsettim. O dönemde Refah Partisi Ankara ve İstanbul’da belediye başkanlığını kazanmıştı. Ülkenin içinde bulunduğu ortamda, inandığımız değerleri savunmak için DSP’nin çalışmalarına katkıda bulunmayı istediğimi söyledim. Aklımda milletvekilliği yoktu, sadece partinin araştırma çalışmalarına yardımcı olmayı düşünüyordum. Sayın Ecevit, sohbetimiz sırasında Devlet İstatistik Enstitüsü’nde neler yaptığımı sorunca Ulusal Bilgi Sistemi’nden bahsettim. Beni dikkatle dinledi ve ‘Bu anlattıklarınızı yazılı bir not haline getirebilir misiniz?’ dedi. Ertesi gün bu çalışmayı yapıp kendilerine gönderdim ve ‘Müsait olduğunuz bir zamanda sizi tekrar ziyaret etmek isterim’ diye not düştüm. Aradan haftalar, hatta aylar geçti. Bir gün sekreterim ‘Efendim Bülent Bey telefonda’ dedi. Doğrusu konu o kadar aklımdan çıkmış ki ‘Hangi Bülent Bey?’ diye sordum. ‘Bülent Ecevit’ dedi. Telefon görüşmemizde ‘Sayın Aktaş, aralık ayındaki seçimlerde milletvekili adayımız olur musunuz?’ dedi. Öylesine şaşırdım ki, ‘Efendim, emin misiniz, yapabilir miyim?’ dedim. Güldü, ‘Evet’ dedi. Böylece siyaset maceramız başlamış oldu.” “Komisyona ‘Bilgi ve Teknoloji’ adını eklettik” A. Ziya Aktaş, İstanbul Milletvekili olarak Meclis çatısı altında yer aldığında ilk işlerinden biri bilgi, teknoloji ve iletişim alanlarında Meclis’te neler yapıldığını araştırmak oluyor. Bu konularla ilgili 52 RÖPORTAJ herhangi bir çalışmaya rastlamayınca bir komisyon kurulmasını teklif ediyor. Aktaş, “Tecrübeli arkadaşlarım içtüzükle ilgili çalışmaların yeni bittiğini, birtakım komisyonlar oluşturulduğunu, bu nedenle pek fazla şansım olmadığını söyledi. Bunun üzerine ‘Acaba mevcut bir komisyonda bu konulara yer verebilir miyiz?’ diye düşündüm. Görev tanımı bakımından en uygunu Sanayi, Ticaret, Enerji ve Tabii Kaynaklar Komisyonu’ydu. Bu komisyona ‘Bilgi ve Teknoloji’ adını da eklettik. Hâlâ da öyle. Bir süre sonra komisyonun başkanvekili oldum. Aradan bir, bir buçuk yıl geçti, gündeme bilgi, bilgisayar, teknoloji ile ilgili bir konu gelmedi. Bunun üzerine 35 milletvekili arkadaşımla birlikte Bilgi ve Bilgi Teknolojileri Grubu’nu, kısaca Bilgi Grubu’nu kurduk. O dönemde birkaç arkadaşım, ‘Sizden önce Meclis’te çiğköfteyi tavana kim yapıştıracak diye yarışma yapılıyordu, böyle bir ortamda bilgi ve bilgi teknolojisinden bahsetmek ne kadar mümkün olur?’ demişti, ama inanın oldu. Bir sonraki dönemde her partiden toplam 85 milletvekili üyeye ulaştık. Arkadaşlarımla birlikte çok güzel çalışmalar yaptık” diyor. Aktaş, ele alınan önemli bir konuyu ise şöyle anlatıyor: “O zamanki güncel konu 2000 yılı sendromuydu. 1999’dan 2000’e geçildiğinde bilgisayar sistemlerinde meydana gelebilecek sorunlar nedeniyle tüm dünyada bir panik havası vardı. O dönemde Prof. Dr. Orhan Güvenen DPT Müsteşarı olmuştu. Kendisiyle birlikte toplantılar yaptık, çeşitli kararlar aldık, sonuçta Türkiye büyük bir sorun yaşanmadan 2000 yılı sendromunu atlattı.” A. Ziya Aktaş’ın Meclis’te olduğu yıllarda Türkiye’yi sarsan 1999 depremi meydana geliyor. Tecrübeli siyasetçi, bu acı olayın ardından Başbakan Bülent Ecevit’le yaptığı bir görüşmede depremle ilgili çalışmaların da gerçekleştirileceği Bilgi ve Teknoloji Bakanlığı kurulmasını önerdiğini belirterek sözlerine şöyle devam ediyor: “Rahmetli Ecevit bu öneriye çok sıcak baktı. Bakanlığın kuruluşuyla ilgili taslağı hazırladığımız dönemde Avrupa Birliği ve Japonya’da bilgi toplumu kavramı gündeme geldi. İnternetin yaygınlaştırılacağı, bilginin doğru kullanılabilmesi için insanların eğitim düzeyinin yükseltileceği gibi çalışmalardan bahsedilir oldu. Bu gelişme üzerine Bülent Ecevit’in yanına tekrar gittim ve ‘Efendim, dünya artık bilgi toplumuna doğru gidiyor. Bakanlığın “BILGI TOPLUMU BAKANLIĞI’NIN KURULUŞ TASLAĞINI HAZIRLADIK, AMA KOALISYONDAKI ANLAŞMAZLIKLAR, EKONOMIK KRIZ DERKEN BU KONU GÜNDEME GELEMEDI. TÜRKIYE’YE ÇOK FAYDA SAĞLAYACAK BIR BAKANLIKTI.” adını Bilgi Toplumu Bakanlığı olarak değiştirebileceğimizi düşünüyorum, ama doğrusu biraz iddialı geliyor, size danışmayı istedim’ dedim. Rahmetli Ecevit güldü, ‘Sayın Aktaş siyasette biraz iddialı olmakta hiçbir sakınca yok’ dedi. Bunun üzerine Bilgi Toplumu Bakanlığı’nın kuruluş taslağını hazırladık, ama koalisyondaki anlaşmazlıklar, ekonomik kriz derken bu konu gündeme gelemedi. Yıllar sonra bir arkadaşım ‘O bakanlık niye kurulamadı, biliyor musun?’ dedi. ‘Niye?’ diye sordum. ‘Çünkü Sayın Ecevit, Sayın Yılmaz ve Sayın Bahçeli bu bakanlığın kendilerinde olmasını istedi. Bu konuda anlaşamadılar’ dedi. Türkiye’ye çok fayda sağlayacak bir bakanlıktı. Bugün insanların haksız yere hapiste yatmasına neden olan birtakım uygulamalara mahal vermeyecek bir yapı oluşturabilirdi.” Tecrübeli siyasetçi, Bülent Ecevit’le bilgi ve bilgi teknolojileri konusunda pek çok sohbetleri olduğunu da belirterek şunları söylüyor: “Rahmetli Ecevit, bilgi-halk-sevgi kavramlarını ‘Bilgi Çağı Türküsü’ adını verdiği bir şiirinde şöyle özetlemişti: Bu çağda gücün kaynağı bilgi / Bilgiyi halka sunmaktır sevgi...” “Ayrışmaya yol açacak söylemlerden kaçınılmalı” A. Ziya Aktaş 1999 yılında 56. Hükümet’te Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı yapıyor. Öncelikle üzerinde durduğu konulardan biri Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı oluyor. O dönemde boru hattıyla ilgili çalışmalarda bir duraklama ve belirsizliğin söz konusu olduğunu, ilgili taraflarla görüşmeler yaptığını ifade eden Aktaş, “1999 yılının nisan ayında İstanbul Protokolü’nü imzalayarak boru hattının inşası ve en kısa zamanda bitirilmesini karara bağladık. 2002’de AKP hükümeti geldi ve kısa zamanda çalışmalar tamamlandı, kendilerini kutluyorum, ama Bakü-Ceyhan Boru Hattı’nda nereden nereye gelindiğine dair tek bir laf edilmemesini de doğru bulmuyorum” diye konuşuyor. Aktaş, bakanlığı döneminde Türkmenistan’la Rusya ve İran’a göre daha uygun fiyatla doğalgaz anlaşması yapıldığını hatırlatıyor, ancak işleme konulmadığını belirtiyor. Tecrübeli siyasetçiyle ülke gündemindeki konuları da konuşuyoruz. Toplumdaki ve Meclis’teki gerginliğe işaret ederek “Milletvekillerinin yaralanmasına kadar giden olayları tasvip etmek mümkün değil. Başta iktidar partisi olmak üzere siyasetçilerin toplumda ayrışmaya yol açacak söylemlerden uzak durmaları gerekiyor” diyen Aktaş, “Siyaset yaparken nelere dikkat edilmeli?” sorusuna ise şu yanıtı veriyor: “56. Hükümet’in ilk Bakanlar Kurulu toplantısında Sayın Ecevit, ‘Arkadaşlar sizden tek bir ricam var; yapacağınız çalışmalarda ülkemizin çıkarını ve halkımızın yararını, kendinizin ve ailenizin çıkarının ve yararının önünde tutun’ dedi. Biz de bu anlayışla çalışmalarımızı yürüttük. Bugünün Türkiye’sinde tam tersi uygulamalar yapılıyor. Yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele edeceklerini söyleyenler bu vaatlerini yerine getirmedikleri gibi ülkeyi her geçen gün yeni sıkıntılar içine sürüklüyorlar.” Tecrübeli siyasetçi 2002 yılından beri Meclis çatısı altında yer almıyor. A. Ziya Aktaş, 2008’den bu yana Başkent Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışıyor. 53 BÜYÜK, GIZEMLI VE EFSANEVI SÜMELA MANASTIRI PINAR ÜNSAL 54 KÜLTÜR VARLIKLARI SÜMELA MANASTIRI, ONA ULAŞMAK IÇIN TIRMANMAYI GEREKTIREN ONLARCA BASAMAĞIN ARDINDAN BIR CENNET VADEDIYOR SANKI. NE FRESKLERIN BÜYÜSÜ NE MEKANIN KUTSALLIĞI BUNU SAĞLAYAN. OKSIJENIN BAŞ DÖNDÜREN BOLLUĞU, MANASTIRIN BULUT DENIZI MANZARASI SUNAN YÜKSEKLIĞI VE UÇSUZ BUCAKSIZ ORMANLARIN TAZE BIR HUZUR VEREN YEŞILLIĞI BU GÖNÜL RAHATLIĞINI MÜMKÜN KILAN. G üneş nadir gösterse de yüzünü yeşil cömert davranmış, her tonunu bağışlamıştı Trapezus’a. Dereleri alabalık kaynayan, denizinde balıklar oynaşan kent, orada yaşayanları hiç aç bırakmamış, havasını soluyanlara şifa dağıtmıştı aynı zamanda. Şehir, adeta topraktan fışkırmış ormanları ve hiç eksik olmayan gri bulutlarıyla da meşhurdu. Bir de sarp, ulaşılmaz ve siyah kayaları… Sümela Manastırı, Meryemana deresine komşu, devasa bir kaya üzerine inşa edilmişti. Hatta MS 300’lerde Panaghia tou melas (Kara Dağın Bakiresi) denmişti adına. Manastırın bu kadar yükseğe yapılma nedeni ne bu kara dağa bir süs kondurmak ne de keşişleri muhteşem bir manzaraya kavuşturmaktı. Asıl neden, bulutların üzerine çıkıp şehre cimri davranan güneşe yakınlaşmak olmalıydı. Manastırın yapımıyla ilgili pek çok soru işaretli cümleye efsaneler yanıt oldu. Birbirinden farklı bu efsanelerde Hıristiyanlarca saygın kabul edilen isimler başrolde yer aldı. En çok kabul gören efsane Barnabas ve Sophronios’un rüyalarıyla ilgili olandı. Neredeyse 1700 yıllık bu hikaye Sümela Manastırı’nı Hıristiyanların gözünde dünyanın en kutsal mekanlarından biri yapıyordu. Çünkü hikayenin ucu Dört Müjdeci’den biri kabul edilen, Luka İncili’nin yazarı, hekim ve ikon çizeri Aziz Luka’ya dayanıyordu. Efsaneye göre Luka görkemli bir ikon çizdi ve adına Panagia dedi. Bu ikonu her gittiği yere götüren Luka, Hz. Meryem tarafından da mutlu kılındı, yaptığı işler her daim kutsandı. Hıristiyanlarca Panagia -ki adı sonradan Panagia soumela olacaktı- mucizeler yaratan ve önemli kabul edilen üç ikonadan biriydi. Aziz Luka öldürüldüğünde, öğrencisi Ananias ikonayı Atina’ya götürdü. Manevi değeri çok büyük olan ikona için Atina yakınlarında bir kilise inşa edildi ve ikona ebediyen muhafaza edilmek üzere bu kiliseye konuldu. İşte Sümela Manastırı’nın yapımı bundan sonra başladı. Zira efsaneye göre ikona kaybolmuş ve Trapezus’taki yüksek bir kayaya gizlenmişti. 55 Bir manastırda yaşayan Barnabas ve Sophronios adlı iki keşiş bir gece aynı rüyayı görmüşlerdi. Bu rüyada Aziz Luka onlara görünüyor ve kayıp ikonanın yerini tarif ediyordu. Trapezus’ta, gür bir ormanın içinde döne döne yol alan, gümüş gibi parlayan bir derenin yamacında yükselen dik ve siyah bir kayadaki mağarada yer alan ikonayı bulacaklar, oraya bir kilise inşa ederek ikonayı saklayacaklardı. Rüyayı birbirlerine anlatan keşişler ertesi sabahı etmeden yola çıktı. Meryem’in Bahçesi diye de anılan Athos Dağı ve 1300 metre yüksekliğindeki Latmos Dağı’nı aşarak deniz yoluyla Ephesos’a gelen Barnabas ve Sophronios aylarca süren bir yolculuğun ardından Trapezus’a ulaştı. Ancak bu memlekette neredeyse bütün kayalar siyahtı, her yer gür ormandı, derelerin hepsi parıl parıl parlıyordu. Günler süren arayışın ardından yorgunluktan uyuyakaldıkları bir mağarada Panagia’yı karşılarında gördüler. 56 KÜLTÜR VARLIKLARI Küçük bir kiliseden devasa Sümela’ya Keşişler ikonayı buldukları kayaya iki odalı küçük bir kilise yapmışlardı. MS 375-395 yılları arasında inşa edildiği varsayılan kilise yerleşim yerlerinden ve besin kaynaklarından oldukça uzaktı. Ancak nasıl oluyorsa oluyor, keşişler bazen başka bir kilisenin keşişinin, bazen uzaktaki köylerden birinin getirdiği yemekler sayesinde hiç aç kalmıyordu. Kilise, Hıristiyanlığı Roma İmparatorluğu’nun resmî dini yapmış I. Theodosius döneminde (347-395) inşa edilmişti, ancak ondan yaklaşık iki yüz yıl sonra Bizans İmparatoru Justinianos (527-565) emriyle genişletilmişti ve büyük bir kütüphane eklenmişti. Bir manastır olması ise Trabzon İmparatoru III. Aleksios (1349-1390) sayesinde mümkün olmuştu. Öyle ki kilisenin büyümesine daha önce katkısı olan imparatorların adı daha az anılıyordu artık. Barnabas ve Sophronios’un naçizane kiliseleri III. Aleksios döneminde 40 metre genişliğinde, 17 metre yüksekliğinde, 72 odalı devasa BIR İSLAM DEVLETI OLAN OSMANLI’NIN HIRISTIYAN MABETLERINI YERLEBIR ETMESI BEKLENIRKEN SULTAN II. MEHMED SÜMELA MANASTIRI’NIN HAKLARINA DOKUNMAYACAĞINA DAIR BIR FERMAN YAYIMLAMIŞTI. bir manastıra dönüşmüştü. Kralların taç giyme törenleri dahi bu görkemli manastırda, Panagia soumela huzurunda yapılıyordu. Sümela Manastırı özellikle 600’lü yıllardan itibaren pek çok istilaya maruz kalmış, yakılmış, keşişler cinayetlere kurban gitmişti. Ancak hiçbir istila Panagia soumela’yı yok edememişti. Bu durumun Hz. Meryem’in bir lütfu olduğu söylentisi yayılmış, ikonanın büyük bir kutsal gücü olduğuna daha çok inanılmış ve Hıristiyanların gözündeki önemi katbekat artmıştı. Trapezus’un 1461 yılında Osmanlı egemenliğine girmesiyle Sümela Manastırı huzura kavuştu adeta. Bir İslam devleti olan Osmanlı’nın Hıristiyan mabetlerini yerlebir etmesi beklenirken Sultan II. Mehmed manastırın haklarına dokunmayacağına dair bir ferman yayımlamıştı. Başka bir dinin kutsalına bu denli saygı duyulması manastır keşişlerini oldukça mutlu etmişti. II. Mehmed’den sonra gelen padişahlar da manastır sakinlerini hiçbir baskı altına almamış, üstelik para yardımı ve hediyelerle onları memnun etmişlerdi. Yavuz Sultan Selim’in, annesi Gülbahar Hatun’un memleketi olan Trapezus’ta avlanırken yaralandığı ve manastırın keşişleri tarafından iyileştirildiğine dair bir rivayet bile vardı. 57 SÜMELA MANASTIRI’NDA KUTSAL OLDUĞUNA INANILAN VE ETRAFI SONRADAN ANADOLU SELÇUKLU DÖNEMINE AIT BIR SÜSLEME STILIYLE BEZENMIŞ AYAZMA YER ALIYOR. RIVAYETE GÖRE AYAZMANIN SUYU YÜZYILLAR BOYUNCA HASTA VE KISIRLARA ŞIFA OLMUŞ. Kayaların hakimi küçük şehir Hıristiyanların hac mekanlarından biri olan Sümela Manastırı iki bölümden meydana geliyor. Kutsal olduğuna inanılan ve etrafı sonradan Anadolu Selçuklu dönemine ait bir süsleme stiliyle bezenmiş ayazma bu bölümde yer alıyor. Rivayete göre ayazmanın suyu yüzyıllar boyunca hasta ve kısırlara şifa olmuş. Yalnızca Hıristiyanlar değil, Müslümanlar da adak ve kurbanlarla manastıra şifa bulmaya gitmişler. 1700’lü yıllarda yapıldığı tahmin edilen, duvar ve tavanlarında fresklerin bulunduğu birkaç küçük kilise de bu bölümde yer alıyor. Manastırın ikinci bölümü yatak odaları, salonlar, kitaplıklar, mahzenler ve tuvaletleri kapsayan dört kattan oluşuyor. Bütün odalarda ocak, ışık dolabı, kitap rafları ve çıkma balkonlar yer alıyor. Dışarıdan dört katlı bir yapı gibi görünen Sümela, içinde küçük bir şehir barındırıyor adeta. Sümela Manastırı’nı eşsiz kılan en önemli özelliklerinden biri de şüphesiz freskler. Çeşitli yüzyıllara tarihlenen bu fresklerde Hz. Meryem’in doğumu ve ölümü; İncil’de geçen konuların betimlemeleri; havariler; Hz. İsa’nın doğumu; Hz. Adem’in yaratılışı, Hz. Havva ile beraber yasak meyveyi yemeleri, cennetten kovulmaları ve yeniden dirilmeleri; Mikail ve Cebrail adlı meleklerin betimlemeleri konu edilmiş. Manastırın girişinde, kurucularından birine ithafen Barnabas Kilisesi yer alıyor. 58 KÜLTÜR VARLIKLARI KEŞIŞLER, 1931 YILINDA TÜRK HÜKÜMETI’NIN IZNIYLE KUTSAL EŞYALARINI ALMAK IÇIN MANASTIRA GERI GELDILER. KAZARAK ÇIKARDIKLARI, IÇINDE PANAGIA SOUMELA’NIN DA BULUNDUĞU KUTSAL EMANETLERI ATINA’YA GÖTÜRDÜLER VE BENAKI MÜZESI’NDE KORUMA ALTINA ALDILAR. 1923 yılındaki nüfus mübadelesi sırasında manastırda yaşayan keşişler Trapezus’u terk ederken Panagia soumela’yı yanlarına almamışlardı. Çünkü Aziz Luka manastırın kurucuları olan Barnabas ve Sophronios’a ikonanın bulunduğu yere kilise kurmalarını söylemişti. Rum keşişler Yunanistan’a giderken ikonayı kutsal saydıkları diğer birkaç eşyayla birlikte Barnabas Kilisesi’nin önüne gömmüşlerdi. Keşişler, 1931 yılında Türk Hükümeti’nin izniyle kutsal eşyalarını almak için manastıra geri geldiler. Kazarak çıkardıkları, içinde Panagia soumela’nın bulunduğu kutsal emanetleri Atina’ya götürdüler ve Benaki Müzesi’nde koruma altına aldılar. 1952 yılında ise Yunanistan’da ormanlık bir dağ sırası olan Vermio’da Panagia soumela için bir manastır yaptırılarak adına Sümela Manastırı dediler. Dünyanın en değerli üç ikonasından biri bu manastırda koruma altına alındı. Yaklaşık bin yedi yüz yıldır Trabzon’a hakim bir kaya üzerinde tüm ihtişamıyla sapasağlam duran Sümela Manastırı, Aziz Luka’nın hatırasını yaşatması sebebiyle Hıristiyan alemi açısından büyük önem taşıyor. Ayrıca her yıl on binlerce Hıristiyan buraya hacı olmaya geliyor. 2010 yılından beri ise yılda bir kere düzenlenen Ortodoks ayinine geniş bir katılım sağlanıyor ve ayin Trabzon’un turizm potansiyelini artırıcı bir faktör olarak görülüyor. 59 TANZIMAT FERMANI 3 KASIM 1839 DR. POLAT SAFI TANZIMAT FERMANI, DEVLETIN 150 YILDIR ESKI GÜCÜNDE OLMADIĞINDAN BAHISLE YENI KANUNLARLA DEVLETIN VE MEMLEKETIN IDARESININ TANZIM EDILMESI GEREKTIĞINE IŞARET EDEREK BAŞLAR. BU KANUNLARIN ESASI CAN EMNIYETI, IRZ, NAMUS VE MÜLKIYETIN KORUNMASI, VERGI DÜZENLEMESI, ASKERE ALIM VE HIZMET SÜRELERIYLE ILGILIDIR. T anzimat, hem mülki idareyi ıslah etme yönünde 3 Kasım 1839 tarihinde Gülhane Parkı’nda okunması dolayısıyla Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu adıyla da bilinen fermanın, hem de kendisiyle birlikte başladığı farz edilen ve genel kanıya göre 1878’de Meclîs-i Mebûsân’ın kapatılmasıyla birlikte bittiği düşünülen devrin adıdır. Nasıl ki 1808 yılında imzalanan Sened-i İttifak, saltanat makamının haysiyet ve iktidarının âyan kuvvetleriyle korunmasını taahhüt etmiş ve böylece mahallî otoriteler olarak adlandırılabilecek âyanların iktidarı kontrol altına alma teşebbüsü olarak görülebilirse, Tanzimat Fermanı da merkezileşmenin bürokrasi tarafından tekrar müesses hale getirilmesi yönündeki çaba olarak değerlendirilebilir. Bu çerçevede Halil İnalcık, Sened-i İttifak’ı gelenekçi, Tanzimat Fermanı’nı modern bir vesika olarak tanımlamakta, bu iki vesikayı birbirine sıkı sıkıya bağlı bir siyasi mücadelenin iki safhası olarak sunmaktadır. İçerik anlamında Tanzimat Fermanı, devletin 150 yıldır eski gücünde olmadığından bahisle yeni kanunlarla devletin ve memleketin idaresinin tanzim edilmesi gerektiğine işaret ederek başlar. Bu kanunların esası can emniyeti, ırz, namus ve mülkiyetin korunması, vergi düzenlemesi (özellikle iltizam usulünün kaldırılacağına işaret edilmesi), askere alım ve hizmet süreleriyle ilgilidir. 60 Mustafa Reşid Paşa Hatt-ı Hümâyûn, bir tarafıyla Osmanlı geleneğine bağlıdır. Otorite sahiplerinin tebaaya karşı güçlerini kötüye kullanmalarını yasaklayan ve adâletnâme grubunda değerlendirilebilir bir padişah fermanıdır. Örfi hukuka binaen çıkarılmıştır. Şeriata gösterilen saygıya karşın metindeki şeriata bağlılık şeklîdir. Yarı anayasal bir belge olarak Osmanlı yönetim anlayışında olduğu kadar geleneksel toplumsal yapıyı da ciddi biçimde şekillendirici bir etki yaratmıştır. Fermanla, halka devlet içinde merkezî bir konum verilirken, özellikle kanun önünde eşitlik prensibi çerçevesinde müslim ve gayrimüslim herkesin aynı haklardan istifade etmesinin önü açılmıştır. Böylece, “usûl-i atîkayı bütün bütün tağyir ve tecdîd” eden bir ıslahat projesi meydana getirilmiştir. Genellikle Mustafa Reşid Paşa’nın şahsına atfedilse de Tanzimat Fermanı gibi önemli bir ıslahat programını sadece Mustafa Reşid Paşa ve dış etkilere mal etmenin yanlış olduğu yönünde ciddi görüşler ortaya konulmuştur. Buna delil olarak Sultan Abdülmecid’in 17 Temmuz 1839’da yayımladığı cülûs hatt-ı hümayûnunda yer alan ilkeler ile Reşid Paşa’nın Londra’dan dönmesinden sonra, Tanzimat Fermanı’nın ilanından önce Bâb-ı Âli’de toplanan ve ilkeleri padişah tarafından da onaylanan bir meşveret meclisinin kararları gösterilir ki bu meşveret meclisinin aldığı kararlar Ali Akyıldız’a göre Gülhane Hatt-ı Hümayûnu ile neredeyse bire bir örtüşür. Bu durum elbette Reşid Paşa’nın Tanzimat’ın ilanında ciddi bir rol oynamadığı anlamına gelmemelidir. Reşid Paşa üzerinden tartışmalara konu edilen aslında dönem Avrupa’sının siyasi, sosyal ve ekonomik fikir ve müesseselerinin Hatt-ı Hümayûn üstündeki etkisinin boyutudur. Nitekim Şerif Mardin, Reşid Paşa’nın İngiliz Hariciye Nazırı Henry Palmerston ile yaptığı görüşmenin zaptına ve dönemin Viyana Büyükelçisi Sadık Rıfat Paşa’nın iki denemesine dayanarak Avrupa’da yaygın olan liberalizmin Gülhane Hatt-ı Hümayûnu üzerinde belirli bir noktaya kadar şekillendirici bir etki meydana getirdiğini ortaya koymuştur. 61 TÜRKIYE-ARNAVUTLUK PARLAMENTOLARARASI DOSTLUK GRUBU BAŞKANI RIFAT SAIT: BALKANLAR’DAKI EN ETKIN MILLETLERDEN BIRI OLAN ARNAVUTLARLA ORTAK TARIHÎ GEÇMIŞIMIZ VE GÜÇLÜ DOSTLUK BAĞLARIMIZ BULUNUYOR SÖYLEŞİ: ELİF ÇELİK AK PARTI IZMIR MILLETVEKILI RIFAT SAIT, BU YASAMA DÖNEMININ BAŞINDAN ITIBAREN TÜRKIYE-ARNAVUTLUK PARLAMENTOLARARASI DOTLUK GRUBU BAŞKANLIĞINI YÜRÜTÜYOR. SAİT İLE BALKANLAR COĞRAFYASINDA VE TÜRKİYE’DE YAŞAYAN ARNAVUTLARIN DURUMU İLE DOSTLUK GRUBU’NUN ÇALIŞMALARI ÜZERİNE KONUŞTUK. 62 DOSTLUK GRUPLARI Türkiye-Arnavutluk Parlamentolararası Dostluk Grubu ne zaman kuruldu, iki ülke ilişkileri açısından ne gibi hedefleri bulunuyor? Türkiye-Arnavutluk Parlamentolararası Dostluk Grubu bu yasama döneminin başında kuruldu. Arnavutluk, Türkiye Cumhuriyeti’nin kardeşlik ve dostluk bağlarının güçlü olduğu bir ülke. Ben de Arnavut kökenli bir milletvekiliyim. Türkiye ile Arnavutluk arasındaki dostluk daima canlıdır, çünkü ortak bir kültürel ve tarihî geçmişimiz söz konusudur. Bu sebeple Arnavutluk Parlamentosu ile aramızda gerçekleşen ziyaretler daha ailevi, daha samimi oluyor. Oradaki kardeşlerimizle aramızdaki bağlılık, sevgi ve saygı neticesinde tam bir kardeşlik havası hakim. Dolayısıyla “dostluk grubu” bizde adının gerçek karşılığını buluyor. Dostluk gruplarının esas amacının da bu olduğunu düşünüyorum, zira formalite için kurulmasının bir anlamı olmuyor. Devlet büyüklerinin ziyaretlerine heyet olarak eşlik etmenin dışında, ülkeler arasında faaliyetler gerçekleştirilmeli. Dostluk gruplarının kuruluş amacı budur. Başkanlık döneminizde yürüttüğünüz çalışmalardan bahseder misiniz? Arnavutluk Parlamentosu’nda Türk Dostluk Grubu bulunuyor mu? Arnavutluk Parlamentosu’nda Türk Dostluk Grubu bulunuyor, başkanı Durus milletvekili. Ondan önceki başkan İşkodra milletvekiliydi, ama Arnavutluk’ta geçtiğimiz yıl yapılan seçimle değişti. Dolayısıyla iki farklı hükümet döneminde, iki farklı dostluk grubu başkanı ile çalışma fırsatım oldu. Türkiye-Arnavutluk Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanı olmadan önce de birtakım çalışmalar yapıyorduk. Balkan Dernekleri Federasyonu kurduk İzmir’de. Kosova Rumeli Derneği ve Türkiye Arnavutluk Kardeşlik Derneği’yle de sivil toplum düzeyinde ilişkilerimiz vardı. Dostluk grubu kurulduktan sonra zaten mevcut olan çalışmalar hız kazandı. Arnavutluk’un önceki hükümet başkanı uzaktan akrabalık bağlarımın da bulunduğu bir dostumdu. Yapmış olduğumuz çalışmalardan biri de örneğin Arnavutluk vatandaşları ile Türkiye’deki Arnavut kökenli vatandaşların irtibatını sağlamaktı. Arnavutluk’ta dördüncü en büyük partinin genel başkanı davetimiz üzerine İzmir’e geldi. Bizlerle siyasal çalışmalar içinde bulundular. Özellikle İzmir’de Arnavut kökenli vatandaşlarımızın çalışmalarını izlediler. Çeşme, Urla ve Buca’da Arnavutluk, Kosova veya Yunanistan’ın bazı bölgelerinden gelen Arnavut kökenli vatandaşlarla onları buluşturduk. Bu çok sevindirici bir olaydı. Kosova’nın Arnavut kökenli eski cumhurbaşkanının eşinin akrabalarının da Manisa’da olduğunu öğrendik. Sadece mektuplaştıklarını söylemişlerdi, biz onları bir araya getirdik. Arnavutluk’un bağımsızlık yıl dönümü olan 28 Kasım 2011’de TBMM’de geniş çaplı bir toplantı yapıldı. Dört yüz civarında Balkan ve Rumeli dernek temsilcisini ağırladık. Bu toplantıda herkes konuşmasını yaptı, sorunlarını anlattı, dilek ve önerilerini sundu. Böyle güzel ve Meclis tarihinde ilk kez gerçekleşen bir etkinliğe evsahipliği yaptık. Bu çalışma da bizim için son derece değerliydi. Türkiye’de son dönemde gündemde olan çözüm süreci de bizim için oldukça önemli. Balkan göçmenleri ülkemizin yoğunluklu olarak batı bölgelerinde yaşıyor. Bunlar Bosna-Hersek, Bulgaristan, Makedonya, Kosova, Yunanistan ve Arnavutluk’tan göçmüş kimseler. Biz bu vatandaşlarımızdan oluşan bir grupla Diyarbakır ve Mardin’e bir gezi düzenledik. Balkan göçmenleri ülkesine çok bağlı, vatanı, bayrağı kutsal bir değer olarak gören insanlar. Askeri de polisi de dokunulmaz sayarlar. Çünkü bir Balkan göçmeni devlet olgusuna karşı manevi bağlarla bağlıdır, saygı duyar, onlara çocukluktan itibaren bu bilinç verilir. Bu sebeplerle televizyonda, medyada askere karşı saldırı veya çatışma gördükleri zaman herkesten daha fazla hassasiyet gösterirler; bu durum zamanla Doğu’ya karşı olumsuz hava oluşmasına yol açmıştır, ama şimdilerde algı değişiyor, daha normalleşiyor. Örneğin İzmir’de Balkan Anadolu Derneği’ni kurduk. Fikir bizimdi, başına da eş başkanlık sistemi getirdik. Başkanlardan biri Kosovalı Arnavut, diğeriyse Urfalı Kürt. Bu dernek aracılığıyla çeşitli geziler düzenledik, mesela Urfa’da Balıklıgöl etrafında hep beraber halay çektik. Hatta burası kutsal bir yerdir diye bizi uyardıklarında, “Bizim yaptığımız da kutsal bir şey; insanları birleştirmek. Bir Boşnak’la, Arnavut’la bir Kürt omuz omuza dans ediyor, bu çok değerli” dedik. Gerçekten de bu ilk kez gerçekleşen bir olaydı. Bu insanların büyük çoğunluğu sivil toplum kuruluşlarının önde gelenleri veya iş adamlarıydı. Doğu Anadolu’ya da ilk kez gidiyorlardı. Biz çözüm süreci başlamadan çok önce böyle önemli bir etkinlik gerçekleştirdik. Türkiye ile Arnavutluk arasındaki ilişkiler hangi düzeyde ve hangi alanlarda yürütülüyor? 63 Türkiye’den iş adamlarımızı Arnavutluk’a götürdük. Birtakım fizibilite çalışmaları yaptılar. Oradan iş adamlarını da İzmir’de ağırladık. Yakın dönemde Arnavutluk Meclis Başkanı önderliğinde ticari bir heyet Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ziyaret edecek. Amacımız iş adamlarını Arnavutluk başta olmak üzere Balkanlar’da yatırım yapmaya yönlendirmek. Balkanlar iş alanında iyi bir potansiyele sahip ve gittiğim her yerde iş adamlarımıza bu bölgeyi öneriyorum. Çünkü Balkanlar, Rusya’ya ürün satabilme konusunda iyi bir basamak. ABD’de de Balkan çıkışlı Türk menşeili ürünlerin satılması imkanı var. Bu alanda çeşitli birlikler söz konusu ve bunlar içinde diğer ülkelere de mal satabiliyoruz. Başta milletvekili olduğum İzmir olmak üzere çeşitli şehirlerimizden girişimcilerimizi bu birliklere yönlendiriyoruz, onlara fahri danışmanlık yapıp iş kurmalarını sağlıyoruz. Bunlar dışında festivaller, kültür panelleri düzenliyoruz. Sahibi olduğum Balkan Günlüğü gazetesini Yunus Emre Enstitüsü vasıtasıyla Arnavutluk’a, Kosova’ya, Bosna-Hersek’e gönderiyoruz. Oradaki tek Türkçe gazete olan bu yayın, soydaşlarımıza ücretsiz olarak dağıtılıyor. Arnavutluk ile turizm alanında da pek çok faaliyet yürütüyoruz. Bakanlarımızın veya Sayın Cumhurbaşkanımızın başbakanlığı döneminde bölgeye yaptığı gezilere bizzat katıldım. Arnavutluk Parlamentosu’ndan buraya geldiler, karşılıklı fikir alışverişinde bulunduk. İkili görüşmelerde pek çok katkımız oldu. Ayrıca Arnavutluk’ta madencilik konusunda oldukça yüksek bir potansiyel söz konusu. Ve orada iki Türk bankamız da var. Türkiye-Arnavutluk Parlamentolararası Dostluk Grubu’nun önümüzdeki dönemde ne gibi faaliyetleri olacak? İyi ilişkilerin geliştirilmesi ve sürdürülmesi bölge siyaseti bakımından nasıl bir önem taşıyor? 64 DOSTLUK GRUPLARI Arnavutluk’ta büyük bir cami yapmak istiyoruz. Osmanlı döneminden kalma küçük bir yapı olan Edhem Bey Camii orada yaşayan Müslüman kardeşlerimize hizmet veriyor, fakat yetersiz kalıyor. Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devreye girmesiyle hazırlıklara başlandı, yer tespiti ve altyapı çalışmaları da tamamlandı. İnşallah bu sayede Arnavutluk’a yeni ve büyük bir cami kazandırılmış olacak. Arnavutlar Balkanlar’da önemli bir millet. Çünkü sadece Arnavutluk’ta yaşamıyorlar. Balkanlar Osmanlı Devleti’nden ayrılırken, başta Fransa, İngiltere ve Almanya olmak üzere Batılı devletler bölgeyi parçalıyorlar. Böylece Arnavutlar Kosova, Makedonya, Bosna-Hersek, Karadağ, Sırbistan ve Yunanistan arasında dağılıyor. Arnavutluk bölgede çok güçlü bir devlet olabilecekken parçalanıp küçük bir hale geliyor. Örneğin Makedonya’nın %25’i Arnavut. Tüm bunları toplayınca 12 milyon civarında Arnavut söz konusu ve bunlar Osmanlı döneminde bir aradaydı. Günümüzde çeşitli ülkelere dağılmış olan Arnavutlar, diğer ülkelerin parlamentolarında yer alıyorlar, yani bulundukları yerlerde oldukça etkinler. Dolayısıyla Balkanlar’daki en güçlü, en etkili nüfus arasında yer alıyorlar. Bizimle geçmişe kadar uzanan dostluk ve kardeşlik bağı taşımaları da son derece önemlidir. Örneğin İstiklâl Marşımızın yazarı Mehmet Âkif Ersoy Arnavut kökenli bir Kosovalıdır. İlk Türkçe sözlüğü yazan Şemseddin Sami, aynı zamanda Ali Sami Yen’in de babasıdır, bir Arnavut’tur. Önceki Arnavutluk Hükümeti bizden Şemseddin Sami’nin mezarını istedi, ancak kendisi Türkiye’ye mal olmuş bir insan olduğu için biz bu talebi geri çevirdik. Türkiye’de, Osmanlı döneminden beri belli yerlere gelmiş önemli Arnavutlar var. Mesela Osmanlı’da 38 Arnavut sadrazam vardır. Abdülhamid Han’ın saray muhafızları komutanı Arnavut’tur. Teşkilat-ı Mahsusa ile İttihat ve Terakki Cemiyeti kurucuları arasında da Arnavutlar vardır. Arnavutlar bulundukları yere asla ihanet etmemeleri, güvenilir olmaları, verdikleri sözden dönmemeleri ile tanınırlar. Vatanı, bayrağı kutsal sayarlar. O nedenle de devletin önemli mevkilerine, etkin konumlara yükselmişlerdir. Tüm bu sebeplerle Arnavutlar Balkanlar’da ciddi bir güçtür. Kosova Balkanlar’ın tam kalbidir ve ABD’nin Avrupa’daki en büyük askerî üssü de oradadır. Bu derece önemli bir stratejik konumu bulunan Kosova’dan Arnavutluk’a, Türkiye firmaları karayolu yaptı. Böylece Kosova, Arnavutluk üzerinden limana ulaştı. Bir ülke için limanlar oldukça önemlidir. Kosova’ya bu imkan Arnavutluk ve Türkiye sayesinde tanındı. Kısacası bize dost insanlar olan, ortak bir tarihî, siyasi ve kültürel geçmişimiz bulunan Arnavutları yeterince tanımalı ve tanıtmalıyız. Bu insanlara sahip çıkmamız, stratejik olarak da iyi ilişkileri sürdürmemiz anlamına gelmektedir. İSTIKLÂL MARŞI’NIN MECLIS’TEKI SESI HAMDULLAH SUPHI TANRIÖVER 66 TARIH 12 MART 1921... HAMDULLAH SUPHI TANRIÖVER’IN COŞKULU VE GÜR BIR SESLE MECLIS KÜRSÜSÜNDE OKUDUĞU ŞIIR, BIR MILLETIN BAĞIMSIZLIĞININ EBEDI SEMBOLÜ HALINE GELECEKTI. “KORKMA, SÖNMEZ BU ŞAFAKLARDA YÜZEN AL SANCAK” DIZESIYLE BAŞLAYAN İSTIKLÂL MARŞI, VATAN EVLATLARINI AYNI DUYGU VE DEĞERLERDE BIRLEŞTIRECEKTI. İREM COŞKUNSEVEN 1 885 yılında, zengin kültür birikimi olan ve yüksek mevkilerde görev yapmış fertlerin bulunduğu bir ailede doğar Hamdullah Suphi Tanrıöver. Amcası Sergüzeşt’in yazarı Samipaşazade Sezai, dedesi Osmanlı Devleti’nin ilk maarif nazırıdır. Hamdullah Suphi’nin babası, tıpkı kendi babası gibi devlette önemli mevkilerde bulunmuş, maarif nazırlığından İstinaf Mahkemesi başkanlığına kadar birçok görev icra etmiştir. Hamdullah Suphi henüz bir yaşındayken vefat eden babasını tanıma fırsatı bulamaz, belki bu nedenle onun her şeyi olan annesi Ülfet Hanım’a bu kadar düşkündür. Hamdullah Suphi Tanrıöver’in üzerinde büyük emeği ve etkisi olan Ülfet Hanım, sevgi dolu ve hümanist bir kadındır. Hamdullah Suphi bir gün annesine bir tabur asker göl üzerinden geçerken buzların kırıldığını, askerlerin soğuk göl sularında donarak öldüğünü söyler. Annesinden bir çığlık yükselir. Hamdullah Suphi onun üzüntüsünü gidermek için “Anneciğim yanlış anladın, buzlar altında kalan Türk taburu değil, Rus taburu” der. Ancak Ülfet Hanım bu söze “Olsun evladım. Sen daha baba olmadın, evlat sevgisini belki bilmezsin. Ben dünyadaki bütün çocukların annesiyim” diye karşılık verir. İşte böyle bir annenin elinde yetişen Hamdullah Suphi belki bu nedenle bu kadar içli, bu kadar duyarlı, Türkçeyi en güzel konuşan hatiplerden biri olacaktır. Babası öldükten sonra maddi sıkıntılar içinde büyüyen Hamdullah Suphi, ortaokul ve liseyi II. Abdülhamid’in desteğiyle Galatasaray Sultanîsi’nde okur. İlk görevine 1905 yılında Reji İdaresi’nde tercüman olarak başlar. Daha sonra Darülfünun Edebiyat Fakültesi dahil olmak üzere çeşitli okullarda Kitabet, Fransızca, Edebiyat, Terbiye ve Estetik dersleri verir. Yetiştirdiği öğrencilerin arasında Reşat Nuri Güntekin de vardır. Öğretmenliğe yürekten bağlı olan Hamdullah Suphi, mesleğinden şöyle bahseder: “Bu meslek on binlerce evladı olan mübarek bir meslektir. İmzasını hatırlamadığınız bir eski öğrenciniz, memleketin görmediğiniz bir köşesinde sizin ikinci nüshanızdır. Orada ışığınızı tekrar eder, daha mutlu bir yarının mahsullerini verecek tohumlarınızı, genç vicdanların bakir topraklarına o dağıtır durur. Bir iken bin olursunuz; binler, yüz binler olur. Fâni kalıcılık yolunu bulmuştur.” Hamdullah Suphi öğretmenlik hayatına devam ederken siyasetten uzak kalmayı başaramaz. Yaklaşık 30 yıl boyunca başkanlığını yapacağı, milliyetçilik akımının merkezi olan Türk Ocakları’nın İstanbul’daki merkezinde faaliyetlerde bulunur. Hatta burada ileride eşi olacak Saide Hanım ile tanışır. Saide Hanım’la 1917 yılında evlenirler ve 2 aylığına Almanya’ya balayına giderler. Ancak Birinci Dünya Savaşı sebebiyle burada 11 ay mahsur kalırlar. Hamdullah Suphi yurda döndüğünde İstanbul 67 işgal altındadır ve bu nedenle Millî Mücadele’ye katılmak gayesiyle Anadolu’ya gider. Millî Mücadele hareketini “(...) Dağınık sürüye yol gösterebilecek çoban yıldızı, millî bir ümit halinde Anadolu topraklarının üzerinde yükselmiştir” şeklinde yorumlar. Mehmet Âkif’in dizeleri Hamdullah Suphi’nin sesiyle hayat buluyor TBMM’nin 1. Dönem’inde Antalya Milletvekili olarak Meclis’e giren Hamdullah Suphi, 1920 yılının sonunda Millî Eğitim Bakanı olur. Göreve geldiği sırada, adeta Anka Kuşu gibi, enkaz haline gelen imparatorluğun küllerinden yeni bir devlet kurulmaktadır. Bu devlet, kanının son damlasına kadar vatanını savunan Türk milletinin verdiği mücadeleyi ifade edecek, her vatandaşın iliklerine işleyecek, yapılan fedakarlıkları unutturmayacak bir marş arayışındadır. Bu amaçla bir yarışma düzenlenecek ve en beğenilen şiir bir ödül karşılığında yeni devletin ulusal marşı seçilecektir. Bu şiiri ancak Burdur Milletvekili Mehmet Âkif Ersoy’un yazacağına inanan Hamdullah Suphi Tanrıöver, ondan bir şiir kaleme almasını rica eder. Ancak Mehmet Âkif, milletin şiirini para karşılığında yazmayacak kadar asildir. Hamdullah Suphi bu durumu 68 Meclis kürsüsünde şöyle anlatır: “Arkadaşlar, hatırlarsınız Maarif Vekâleti son mücadelemizin ruhunu terennüm edecek bir marş için şairlerimize müracaat etmiştir. Birçok şiirler geldi. Arada yedi tanesi en fazla evsafı haiz olarak görülmüş ve ayrılmıştır. (...) Yalnız vekâlet yapmış olduğu tetkikatta fevkalâde kuvvetli bir şiir aramak lüzumunu hissettiği için ben şahsen Mehmet Âkif Beyefendi’ye müracaat ettim ve kendilerinin de bir şiir yazmalarını rica ettim. Kendileri çok asil bir endişe ile tereddüt gösterdiler. Bilirsiniz ki bu şiirler için bir ikramiye vadedilmiştir, halbuki bunu kendi isimlerine takrib etmek arzusunda bulunmadıklarını ve bundan çekindiklerini izhar ettiler. Ben şahsen müracaat ettim. Lâzım gelen tedabiri alırız ve icabeden ilânı yaparız dedim. Bu şartla büyük dinî şairimiz bize fevkalâde nefis bir şiir gönderdiler. Diğer altı şiirle beraber nazarı tetkikinize arz edeceğiz. İntihab size aittir. Arkadaşlar reyimi ihsas ediyorum. Beğenmek, takdir etmek hususunda haizi hürriyetim. İntihabımı yapmışım, fakat sizin intihabınız benim intihabımı nakşedebilir. Arkadaşlar bu size aittir efendim.” Mehmet Âkif’in 10 kıtalık şiiri, Türk milletinin bağımsızlık mücadelesini, bu yolda dökülen kanları, vatan evlatlarının yaptığı fedakarlıkları, bir hilal uğruna batan güneşleri kimsenin anlatamayacağı kadar güzel ifade ediyordu. Dönemin en iyi hatiplerinden biri olan Hamdullah Suphi’nin coşkulu sesi ise bu dizelere can veriyor, dinleyenlerin tüylerini diken diken ediyordu. Millî Şair’in kaleminden çıkan mısralar, artık bu topraklarda doğan herkesin ezbere bileceği, yıllar boyunca aynı vatanperverlik hislerini paylaşan evlatların tek bir ağızdan okuyacağı ulusal marşımız olmak üzere oy çokluğuyla kabul edilmişti. Mustafa Kemal ile yakinen çalışan Hamdullah Suphi, Tanrıöver soyadını da Atatürk’ün önerisi üzerine almıştır. Bir gün Hamdullah Suphi ile yemek yiyen Atatürk, Arapça kökenli Hamdullah isminin Türkçe çevirisi olan “Tanrıöver”i bir kağıda yazar, gümüş bir tasın içinde Hamdullah Suphi’ye sunar. “İkisini de yadigârım olarak sakla” der. Ailesi Kocamemi soyadını alan Hamdullah Suphi, o tarihten sonra Tanrıöver soyadını taşıyacaktır. İnönü Zaferi’ne yönelik söylenmiş “Türk milletinin makûs talihini de yendiniz” sözüne ilişkin Hamdullah Suphi’nin ilginç bir anısı vardır. İnönü Zaferi’nin haberini telgraftan önce Hamdullah Suphi’den duyan Mustafa Kemal, ona dönerek İsmet İnönü’ye tebrik telgrafını kendisinin yazmasını rica eder. Hamdullah Suphi o anı şöyle anlatır: “(...) Ben her sene gazetelerimizde tekrar edilen, mektep kitaplarına giren bildiğiniz tebriki yazdım. Bu telgraftan iki cümle ayrıca sevilmiştir: ‘Bulunduğunuz mevkiden yalnız şerefle dolu bir muharebe meydanı değil, ümitle dolu bir istikbal görünüyor. Siz, düşmanla beraber Türk milletinin makûs talihini ÜLKENIN KALKINMASINDA EKONOMININ GELIŞMESINI VE EĞITIM KALITESININ YÜKSELMESINI KILIT NOKTA KABUL EDEN HAMDULLAH SUPHI TANRIÖVER, GEÇMIŞ DEĞERLERIN MODERN DEĞERLERLE BIRBIRINE EKLEMLENEREK MUHAFAZA EDILMESI GEREKTIĞINE INANIR. de yendiniz.’ Ben bitirince Paşa düşüncesini söyledi: ‘Hamdullah Suphi Bey, hissiyatımıza ne güzel tercüman oldunuz.’ Kalemini aldı ve yazının altına Arap harfleriyle, bir yırtıcı kuşun çengel çengel tırnaklarla silahlı pençesini düşündüren Mustafa Kemal imzasını attı.” Eğitimden siyasete çok yönlü bir edip Hamdullah Suphi, 1920-1921 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı yaptıktan sonra 1925’te ikinci kez bu göreve gelmiştir. Ülkenin kalkınmasında ekonominin gelişmesini ve eğitim kalitesinin yükselmesini kilit nokta kabul eden Hamdullah Suphi, geçmiş değerlerin modern değerlerle birbirine eklemlenerek muhafaza edilmesi gerektiğine inanır. Gelişmek için Türk kültürünün ve millî değerlerin, Batı’nın değerleriyle harmanlanması gerektiğini düşünür. Onun öncelikli amacı millî ruhtan beslenen, yüzünü Batı’ya dönmüş gençler yetiştirmektir. Bakan olduğu dönemde eğitimi iyileştirmek için birçok girişimde bulunur. Örneğin, köylere inşa edilecek okulların masraflarını yine köylüden talep eden mevcut yasayı değiştirmekle işe başlamak ister. Bununla birlikte dağınık halde olan eğitim kurumlarını bir çatı altında toplamak için çabalar. Yatılı okuyan kimsesiz çocukları gözetmek için Millî Eğitim Bakanlığı olarak birtakım tedbirler geliştirir. Kısa süren görevi boyunca eğitimi iyileştirmek için canla başla çalışır. TBMM’nin 1, 2, 3, 7, 8 ve 9. Dönemlerinde milletvekili olan Hamdullah Suphi, 1932 yılında Bükreş Büyükelçiliği’ne atanmıştır. İlerleyen yıllarda Demokrat Parti’den özellikle Celal Bayar’ı destekleyerek aday olan Hamdullah Suphi, 1957 yılında DP’den ayrılır ve Hürriyet Partisi’ne geçer. Fakat seçilemeyince siyasi hayatı sona erer. Hamdullah Suphi Tanrıöver, edebiyat dünyasına henüz 14 yaşında “manevi babam” dediği Namık Kemal’e ithafen yazdığı bir şiirle adım atar. Henüz olgunluğa erişmeden yazdığı şiirleri, Tevfik Fikret ve Cenap Şahabeddin’den esintiler taşır. Önceleri Servet-i Fünûn, daha sonra Fecr-i Ati edebiyat akımını benimser. Sonraları ise başka bir doğrultuda ilerleyerek İkdam, Sabah ve Hak da dahil olmak üzere çeşitli gazetelere makale yazmaya başlar. Millî duygularla yazdığı, fikrî yönünü yansıtan makaleleri Günebakan adlı eserde bir araya getirilmiştir. Dağ Yolu I ve Dağ Yolu II olmak üzere iki kitap halinde neşredilen eserleri ise kendisinin söylevlerinden meydana gelmiştir. Kitabına neden bu adı verdiği sorulan Hamdullah Suphi, sonsuzluğu sembolize ettiği için “yol”, engeli ve bu engelleri aşmayı ifade ettiği için “dağ” sözcüğünü seçtiğini belirtmiştir. Kelimeleri bir zanaatkâr gibi incelikle işleyen Hamdullah Suphi, hitabet sanatına gönül vermiş bir edebiyatçıdır. Kullandığı jest ve mimikler, ses tonu, hiç dinmeyen coşku ve heyecanı, samimiyeti, şair ruhu ve edebiyatçı kimliği onu herkesin hayranlıkla dinlediği bir hatip yapar. O nedenledir ki İstiklâl Marşımızı dört kez arka arkaya okumuş; alkışlar, gözyaşları, duygu seli arasında tüm Meclis’te millî birlik ruhu uyandırmıştır. 69 HACI BINER: ALKOL VE MADDE BAĞIMLILIĞIYLA MÜCADELENIN TEMELI EĞITIMDIR SÖYLEŞI VE FOTOĞRAFLAR: NEHIR ÖZTÜRK ÜLKEMIZDE HER YIL 1 - 7 MART GÜNLERI ARASINDA “YEŞILAY HAFTASI” KUTLANIYOR. YAKLAŞIK 20 YIL TÜRKIYE YEŞILAY CEMIYETI’NDE GÖREV YAPAN VE ANKARA ŞUBESI’NIN KURUCULARI ARASINDA YER ALAN TBMM 22. DÖNEM VAN MILLETVEKILI HACI BINER, “ALKOL VE MADDE BAĞIMLILIĞIYLA MÜCADELEDE HEPIMIZE GÖREV VE SORUMLULUK DÜŞMEKTEDIR” DIYOR. 70 SIYASETTEN SIVIL TOPLUMA Söyleşimizde öncelikle Yeşilay ile yolunuzun ne zaman ve nasıl kesiştiğini öğrenebilir miyiz? 1969 yılında memleketim Van’dan Ankara’ya okumak üzere geldim. Hacı Bayram Camii’ne sık sık gider, vaazları ilgiyle dinlerdim. Bir gün içkiyle ilgili bir vaaz verilirken Peygamber Efendimizin (s.a.v) “İçki bütün kötülüklerin anasıdır” hadisi dikkatimi çekti. Bu hadisin manası üzerine düşünmeye ve içkinin sebep olduğu kötülükleri araştırmaya başladım. Alkol bağımlılığı bulunanların sadece kendilerine zarar vermediklerini, ailelerini de çeşitli sıkıntılar içine sürüklediklerini tespit ettim. Bu kişilerin çocuklarının sağlıklı ve düzenli bir aile ortamında yetişemediğini gözlemledim. Bunun üzerine bir vatandaş olarak alkol bağımlılığı ile mücadele konusunda bana düşen vazifeleri yerine getirmeye karar verdim. Evlatlarımızı başta alkol olmak üzere kötü alışkanlıklardan uzak tutmak için neler yapabileceğimi düşünürken Türkiye’de bu amaçla kurulmuş bir derneğin olduğunu öğrendim. Böylece Türkiye Yeşilay Cemiyeti ile tanıştım. O dönemde Yeşilay’ın Ankara şubesi feshedilmişti. Derneğin Ankara’daki faaliyetlerinin devam ettirilmesi amacıyla 1973 yılında yedi arkadaşımızla birlikte Ankara şubesini kurduk. Ben önce Şube Sekreterliği yaptım, bilahare Şube Başkanı oldum. da zarar verirsin” diyor. Okullarda faaliyetler yaptığımız dönemde bize gelip “Çocuğum evde sigara içirmiyor. Biz ne yapacağız?” diye yakınan çok anne-baba olmuştu. Oysa bu duruma sevinmeleri lazımdı. Günümüzde öğrencilere yönelik çalışmalar maalesef çok yeterli değil. Oysa bağımlılıkla mücadelede telkin büyük önem taşıyor, yasaklar tek başına yeterli olmuyor. Alkolü yasaklasanız, içki içmek isteyenler yine bir yolunu bulur. O nedenle insanlarımızı alkolün ve diğer kötü alışkanlıkların zararları konusunda küçük yaştan itibaren bilinçlendirmemiz gerekir. Yeşilay Ankara Şubesi olarak okullardaki çalışmalarımızın yanı sıra tüm halka yönelik faaliyetler de yaptık. Mesela Ankara’nın merkezî yerlerine herkesin görebileceği büyüklükte afişler astık, broşürler dağıttık. Bugün Ankara’nın çeşitli camilerinde yer alan Yeşilay levhaları bizim zamanımızda dikildi. Yeşilay’ın iki dergisi vardı; biri çocuklara yönelik Mavi Kırlangıç, diğeri ise bugün de çıkmakta olan Yeşilay. Bu dergilerin yaygınlaştırılarak daha çok kişiye ulaşması için çalışmalar yaptık. O dönemde arkadaşlarımızla beraber gerçekten çok güzel faaliyetler yürüttük. Türkiye Yeşilay Cemiyeti’nde 1973-1992 yılları arasında görev yaptım. Ankara Şube Başkanlığı’nın yanı sıra Genel Başkan Yardımcılığı görevinde bulunduğum dönem de oldu. O dönemde ne gibi faaliyetler yürüttünüz? Yeşilay Ankara Şubesi olarak pek çok faaliyette bulunduk. Özellikle çocuklarımızın ve gençlerimizin eğitimine önem verdik. İlkokuldan liseye kadar Ankara’nın bütün okullarında öğrencilerin yaş gruplarını dikkate alarak farklı faaliyetler gerçekleştirdik. Millî Eğitim Bakanlığı ile müşterek bilgi yarışmaları düzenledik. Bütün okullarda Yeşilay kolları kurduk. O dönemde toplam bir milyon öğrenciye ulaştık. Çocukları, gençleri bilgilendirdiğiniz zaman ailenin diğer fertlerine de ulaşmış oluyorsunuz aslında. Çünkü okulda yaptığımız faaliyetlerde alkol, sigara, madde bağımlılığı gibi kötü alışkanlıkların fiziksel ve ruhsal bakımdan insana verdiği zararları öğrenen çocuklar, eve gittiklerinde anne ve babalarına “Sigara içme” uyarısında bulunuyor veya “Yanımda sigara içersen bana Bağımlılıkla mücadele konusundaki çalışmalarınız milletvekilliği yıllarınızda da devam etti mi? Elbette. 2002-2007 yılları arasındaki TBMM 22. Dönem’de Van milletvekiliydim. Yeşilay’da görev yaptığım dönemde edindiğim tecrübelerden de faydalanarak bu konuları Meclis gündemine getirmeye gayret ettim. Mesela 9 Şubat Dünya Sigarayı Bırakma Günü’nde ve Yeşilay Haftası’nda gündem dışı konuşmalar yaptım. Bağımlılıkla mücadele konusuna ilgim bugün de devam ediyor. Bu hususta üzerime düşen vazifeleri yerine getirmeye çalışıyorum. Bu konuyla ilgili olarak Meclis çatısı altında yapılan önemli çalışmalar, çıkarılan yasalar var... Anayasa’nın 58. Maddesi’nde “Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır” hükmü bulunuyor. Bu çerçevede bugüne kadar önemli çalışmalar gerçekleştirildi. TBMM 23. Dönem’de uyuşturucu başta olmak üzere madde bağımlılığı ve kaçakçılığı sorunlarının araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla Meclis Araştırması Komisyonu kuruldu ve bir rapor hazırlandı. Sigara içme yasağı ile ilgili düzenlemeler ise toplum sağlığı bakımından çok faydalı oldu. Müfettişliğim döneminde teftiş için çok sık seyahat ediyordum. O zamanlar şehirlerarası otobüslerde sigara içilebiliyordu. Bir gün 71 “İNSANLAR GENÇ YAŞTA ÖZENME, MERAK DUYMA, ARKADAŞ ÇEVRESINDE KENDINI ISPATLAMAYA ÇALIŞMA GIBI SEBEPLERLE MADDE BAĞIMLISI OLABILMEKTEDIR. PEK ÇOK GENCIMIZ BIR KERE DENEMEKTEN BIR ŞEY OLMAZ DÜŞÜNCESIYLE ÖZELLIKLE ALKOL VE UYUŞTURUCU BATAĞINA SAPLANABILMEKTEDIR.” güçlerin hedefi olmuş ve aile yapımızın bozulması için her yola başvurulmuştur. Özellikle gençlerimiz millî ve manevi değerlerinden uzaklaştırılmak istenmiş; alkol, uyuşturucu, kumar gibi alışkanlıklar kazanmaları sağlanmaya çalışılmıştır. Gerek dış güçlerin bu çabalarını boşa çıkaracak gerekse sağlam aile yapımızı koruyacak en önemli şey eğitimdir. Çocuklarımızı ve gençlerimizi bedensel, ruhsal ve toplumsal sorunlara yol açacak her tür tehlikeye karşı uyarmak ve gerekli tedbirleri almak hepimizin görevidir. İnsanlar genç yaşta özenme, merak duyma, arkadaş çevresinde kendini ispatlamaya çalışma gibi sebeplerle madde bağımlısı olabilmektedir. Pek çok gencimiz “bir kere denemekten bir şey olmaz” düşüncesi veya çevresindekilerin bu yöndeki telkini neticesinde özellikle alkol ve uyuşturucu batağına saplanabilmektedir. Bu bataktan kurtulmak çoğu kez sadece kişinin kendi çabasıyla mümkün değildir, o sebeple ailenin ve toplumun da bu mücadele içinde yer alması önem taşımaktadır. Madde bağımlılığının sebep olduğu sorunlar çok çeşitlidir. Biraz önce ifade ettiğim gibi kişinin bedensel ve ruhsal sağlığının İzmir’den Ankara’ya gelirken yolculardan biri sürekli sigara içiyordu. Çok rahatsız oldum ve kendisini uyardım, fakat hiç aldırış etmedi. Bunun üzerine durumu şoföre ilettim, yine değişen bir şey olmadı. İnanın, çantamı alıp yolun ortasında otobüsten indim. Eskiden bir restorana gittiğinizde yoğun sigara dumanından rahatsız olup ağız tadıyla yemeğinizi yiyemezdiniz. İş yerinde oda arkadaşınız sigara içiyorsa siz de dumana maruz kalırdınız. Yasal düzenlemeyle beraber hem sigara içmeyenler pasif içici olmaktan kurtuldu hem de bu vesileyle sigarayı bırakan pek çok vatandaşımız oldu. Yüce Meclisimize birey ve toplum sağlığına duyarlı çalışmaları dolayısıyla teşekkür ediyorum. Bağımlılığın nedenlerine dair neler söylenebilir? Aile toplumun temelidir. Birbirine sevgiyle bağlı, millî ve manevi değerlere sahip, eğitimli bireyler sayesinde sağlam ve güçlü bir aile yapısı oluşur. Bir ülkeyi hedef alan dış güçler, sadece aile yapısını bozarak o ülkeyi içten çökertebilir. Ülkemiz yer altı-yer üstü zenginlikleri ve jeopolitik özelliği sebebiyle geçmişten bugüne dış 72 SIYASETTEN SIVIL TOPLUMA “TEKNOLOJI BAĞIMLILIĞI KIŞININ HEM SAĞLIĞINI HEM DE SOSYAL ILIŞKILERINI OLUMSUZ ETKILIYOR. UZMANLAR, ANNE VE BABALARA ‘ÇOCUKLARINIZIN UZUN SÜRE VE KONTROLSÜZ BIR ŞEKILDE BILGISAYAR VE INTERNET KULLANMASINA IZIN VERMEYIN’ UYARISINDA BULUNUYOR.” yaratılması açısından önem taşıyor. Sizin bu konudaki değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz? bozulmasının yanı sıra ailevi ve toplumsal sıkıntılar ortaya çıkmaktadır. Biliyorsunuz, boşanmalar çok arttı; iddia ediyorum, boşanmaların en önemli sebeplerinden biri alkoldür. Türkiye Yeşilay Cemiyeti’nde görev yaparken bize öyle mektuplar geliyordu ki inanın okurken insanın içi burkuluyordu; alkol bağımlısı eşlerinden şiddet gören kadınlar, parçalanmış aileler, perişan haldeki çocuklar… Alkol, uyuşturucu, kumar gibi alışkanlıkların manevi olduğu kadar maddi sonuçları da bulunuyor. Alkol bağımlısı bir kişi içkili halde direksiyon başına geçtiğinde kendisinin ve başkalarının ölümüne veya sakat kalmasına yol açabiliyor. Trafik kazalarının sonucunda meydana gelen maddi hasarlar ise başka bir sorun teşkil ediyor. Öte yandan alkol ve uyuşturucu bağımlılarının tedavileri için devletimiz çok ciddi miktarda harcamalar yapıyor. Bilindiği gibi alkollü içki satışlarından dolayı devlet kasasına bir miktar para giriyor. Ancak alkollü içkiler sebep oldukları problemlerle her zaman getirdiğinden çok daha fazlasını götürmüştür. Her yıl sadece tek bir aile bile içkiden dolayı parçalanıyorsa veya bir insan hayatını kaybediyorsa içkiden gelen parayı kâr saymamak gerekir. Ülkemizde her yıl mart ayının ilk haftası “Yeşilay Haftası” olarak kutlanıyor. Bu gibi önemli gün ve haftalar, ele alınan konuya ilişkin olarak kamuoyunda farkındalık “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” diye bir söz var. İnsanlar çabuk unutuyor, bu sebeple bazı konuları sık sık hatırlatmakta yarar var. Önemli gün ve haftalar, ifade ettiğiniz gibi, ele alınan konuların tekrar gündeme gelmesi, üzerinde konuşulması ve tartışılması bakımından bir fırsat yaratıyor. Yeşilay Haftası’nı da bu çerçevede değerlendirebiliriz. Ancak bana göre Yeşilay’ın ele aldığı ve mücadele ettiği konular sadece bir haftayla sınırlı tutulmamalı. Yılın her günü çeşitli faaliyetler yoluyla alkol, uyuşturucu, kumar, sigara ve tütün bağımlılığının zararları özellikle çocuklarımıza ve gençlerimize anlatılmalı. Tabii teknolojideki gelişmelerle beraber bir başka bağımlılık daha gündeme geldi. Özellikle bilgisayar ve internet bağımlılığı çocuk yaşlardan itibaren görülmeye başladı. Teknoloji bağımlılığı kişinin hem sağlığını hem de sosyal ilişkilerini olumsuz etkiliyor. Uzmanlar, anne ve babaları çocuklarının uzun süre ve kontrolsüz bir şekilde bilgisayar ve internet kullanmasına izin vermemeleri konusunda uyarıyor. Son olarak şunu bir kez daha ifade etmek istiyorum, alkol ve madde kullanımı sadece bireysel değil, toplumsal bir sorun olarak görülmelidir. Türkiye’de madde bağımlılığı oranları Batı ülkelerine göre daha düşük düzeyde olsa da içki tüketimi ve uyuşturucu kullanımı ülkemizde her geçen yıl yaygınlaşmaktadır. Bu sebeple madde bağımlılığı ile mücadelede hepimize görev ve sorumluluk düşmektedir. 73 ECDAT YADIGÂRI YAPI VE OBJELERI GELECEĞE TAŞIYORLAR RESTORASYON VE TEKNIK UYGULAMALAR BAŞKANLIĞI SÖYLEŞİ: ZEYNEP YİĞİT MILLÎ SARAYLAR BÜNYESINDEKI TAŞINIR VE TAŞINMAZ KÜLTÜR VARLIKLARI TARIHÎ DEĞERLERIYLE HAYRANLIK UYANDIRIYOR. ECDAT YADIGÂRI ESERLERIN ASLINA UYGUN OLARAK KORUNMASI VE BAKIMINA YÖNELIK FAALIYETLERI RESTORASYON VE TEKNIK UYGULAMALAR BAŞKANI SINAN BÖLEK’LE KONUŞTUK. 74 MECLIS ÇALIŞANLARI Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi restorasyon çalışmaları Restorasyon ve Teknik Uygulamalar Başkanlığı’nın görev ve sorumluluk alanına ilişkin bilgi verebilir misiniz? TBMM Başkanlığı İdari Teşkilatı Kanunu’nda Restorasyon ve Teknik Uygulamalar Başkanlığı’nın görevleri, Millî Saraylardan Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı’na bağlı birimlerin envanterindeki tarihî mekan, obje ve bahçelerin korunarak yaşatılmasına yönelik tüm teknik faaliyetleri yürütmek olarak belirlenmiştir. Bu kapsamda Millî Saraylar bünyesinde bulunan taşınır ve taşınmaz kültür varlıklarının konservasyon, restorasyon, periyodik bakım ve teknik altyapı hizmetleri gerçekleştirilmektedir. Başkanlığınız hangi birimlerden oluşuyor? Bu birimlerin yürüttüğü hizmetler nelerdir? Restorasyon ve Teknik Uygulamalar Başkanlığı, iki başkan yardımcılığı ve bunlara bağlı Yapı Restorasyon ve Konservasyon, Proje Uygulama ve Geliştirme, Teknik Atölyeler, Obje Restorasyon ve Konservasyon, Teknik İşler, Bilgi İşlem, Satınalma, İdari İşler ve Saray Bahçeleri birimlerinden oluşmaktadır. TBMM Millî Saraylar’a ait tarihî yapılar, tarihî bahçeler ve saray koleksiyonunda bulunan tarihî objelerin konservasyon, restorasyon, periyodik bakım ve teknik altyapı hizmetleri bu birimler tarafından gerçekleştirilmektedir. Restorasyon ve Teknik Uygulamalar Başkanlığı’nın, ülkemizde kültür varlıklarının korunması alanında çalışan kurumlardan farklılık gösteren yönü, korumakla yükümlü olduğu tarihî kültür varlıklarının araştırma, projelendirme çalışmalarının yanı sıra konservasyon-restorasyon uygulamalarının çok büyük bir kısmını bünyesinde kurulmuş olan 32 iş atölyesinde, kendi kurum personeliyle yapmasıdır. Bu kurumsal yapı ile saray yapıları ve koleksiyonunda bulunan objeler üzerinde uzmanlaşmış personel yapısı oluşturulmuş ve yapılan çalışmaların devamlılığı sağlanmıştır. Tarihî yapıların restorasyon, konservasyon ve periyodik bakım hizmetleri kapsamında gerekli araştırma, belgeleme çalışmaları, rölöve, restitüsyon ve restorasyon projelerinin yanı sıra müze ve sergi düzenleme projelerinin hazırlanması ile restorasyon, konservasyon, periyodik kontrol ve bakım uygulamaları Başkanlığımız tarafından yapılmaktadır. Ayrıca saray, köşk, kasırlar ile bağlı birimlerde ve şantiyelerde her tür elektrik, elektronik, mekanik, aydınlatma, sıhhi tesisatlarının ve telefon santrallerinin projelendirilmesi, işletilmesi, periyodik bakım ve onarımlarının yapılması hizmetleri gerçekleştirilmektedir. Tarihî bahçelerin restorasyon, konservasyon ve periyodik bakım hizmetleri kapsamında saray, köşk, kasır ve fabrikaların tarihî bahçelerinin rölöve ve projelerinin hazırlanması, restorasyonu, bakımı, tarihî binaların ve objelerin fümigasyonu hizmetleri yerine getirilmektedir. Tarihî objelerin restorasyon, konservasyon ve periyodik bakım hizmetleri kapsamında TBMM Millî Saraylar koleksiyonuna ait objelerin restorasyon, konservasyon, periyodik bakım faaliyetleri, sergiler ve diğer müzecilik faaliyetleri sırasında yapılan mekan organizasyonu ve nakil işlemleri gerçekleştirilmektedir. Yine Millî Saraylardan Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı’na bağlı üç başkanlığın bilişim, haberleşme, bilgi işlem ve bilgi güvenliği ile ilgili hizmetleri Başkanlığımız tarafından yapılmaktadır. Obje Konservasyon-Restorasyon Atölyeleri ile Teknik Atölyeler’in çalışmalarına ilişkin bilgi aktarabilir misiniz? Obje Konservasyon-Restorasyon Atölyeleri, Millî Saraylar koleksiyonunda bulunan taşınabilir kültür varlıklarının konservasyon, restorasyon ve periyodik bakımının yapılmasına yönelik olarak kurulmuştur. Eserlerin malzeme ve türlerine göre farklı atölyeler oluşturularak kurum imkanları ve personeli ile koleksiyonda bu- 75 Beykoz Kasrı restorasyon sonrası görünümü “TARIHÎ YAPILAR VE OBJELERIN KONSERVASYON VE RESTORASYON ÇALIŞMALARININ ULUSAL VE ULUSLARARASI KORUMA KURALLARINA UYGUN OLARAK YAPILMASINA DIKKAT EDILMEKTEDIR. ÇALIŞMALARDA KORUMA TÜZÜK VE BELGELERI ILE BILIMSEL YAYINLAR KAYNAK OLARAK KULLANILMAKTADIR.” lunan objelerin konservasyonu ve periyodik bakımının yapılması sağlanmıştır. Bu amaçla tablo, metal, ahşap, sedef, saat, tekstil, porselen-cam, çini soba, çilingir, hasır, halı ve cilt konservasyon ve restorasyon atölyeleri oluşturulmuştur. Teknik Atölyeler, Obje Konservasyon-Restorasyon Atölyeleri’ne benzer şekilde Millî Saraylar’a ait taşınmaz kültür varlıkları olan saray, köşk, kasır ve tarihî fabrika binalarının konservasyon, restorasyon ve periyodik bakım hizmetlerinin gerçekleştirilmesinde görev yapmaktadır. Bu amaçla kalemişi konservasyon-restorasyon, marangoz, cila, demir, kurşun, cam, boya, ştuk sıva, taş atölyeleri kurularak tarihî yapıların farklı yapı malzemeleri ile üretilmiş kısımlarının konservasyon-restorasyonunun bu alanda ustalaşmış kurum personeli tarafından yapılması sağlanmaktadır. 76 MECLIS ÇALIŞANLARI Teknik Atölyeler’e bağlı birimler dışında restorasyon şantiyelerine bağlı olarak çalışan sıva ve duvar ustası, dülger gibi geleneksel yapım tekniklerinin uygulamasını yapan ustalar da Başkanlığımız bünyesinde bulunmaktadır. Tarihî mekan ve objelerin restorasyon çalışmaları yürütülürken nelere dikkat ediliyor? Bu çalışmalar sırasında hangi kaynaklardan yararlanılıyor? Tarihî yapılar ve objelerin konservasyon ve restorasyon çalışmalarının ulusal ve uluslararası koruma kurallarına uygun olarak yapılmasına dikkat edilmektedir. Çalışmalarda ulusal ve uluslararası koruma tüzük ve belgeleri ile koruma disiplininin çok çeşitli konularına ilişkin ulusal veya uluslararası bilimsel yayınlar kaynak “KÜLTÜR VARLIKLARININ KORUNMASI FARKLI MESLEKLERI VEYA UZMANLIKLARI OLAN PERSONELIN BIR ARADA GÖREV YAPMASINI GEREKTIREN BIR EKIP ÇALIŞMASIDIR.” olarak kullanılmaktadır. Bunların yanı sıra Başbakanlık Osmanlı Arşivi ve benzeri arşivlerdeki Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi dokümanları, tarihî fotoğraflar ve haritalar da konservasyon-restorasyon projelerinin hazırlanmasında yararlanılan çok önemli kaynaklardır. Başkanlık’ta kaç personelle hizmet veriliyor? Bu birimde çalışanların sahip olması gereken nitelikler arasında hangileri ön plana çıkıyor? Restorasyon ve Teknik Uygulamalar Başkanlığı farklı mesleklerden 620 personelle görevini sürdürmektedir. Kültür varlıklarının korunması farklı meslekleri veya uzmanlıkları olan personelin bir arada görev yapmasını gerektiren bir ekip çalışmasıdır. Başkanlığımızın görev alanı da oldukça geniş bir yelpazeyi içermektedir. Bu nedenle personelimiz arasında çok çeşitli mesleklerden çalışanlar bulunmaktadır. Bunlar arasında restorasyon uzmanları, mimarlar, konservatörler, peyzaj mimarları, iç mimarlar, inşaat, elektrik, elektronik, kimya, makina, ziraat, orman mühendisleri, restorasyon, inşaat ve ziraat teknikerlerinin yanı sıra atölyelerde usta-çırak eğitimiyle yetişmiş olan zanaatkârlar yer almaktadır. Personelin kültür varlıklarını koruma bilgisi ve bilincinin yanı sıra çalışma yaptıkları alanlarla ilgili gerekli teknik bilgi ve beceriye sahip olmaları gerekmektedir. Restorasyon ve Teknik Uygulamalar Başkanlığı’nda görev yapmanın güzellikleri ve zorluklarına ilişkin değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz? Aynalıkavak Kasrı restorasyon sonrası görünümü Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi restorasyonu tamamlanarak Millî Saraylar Resim Müzesi olarak düzenlendi. Tarihî eserlerle ilgili çalışmaların yapılan işlerin hassasiyeti dolayısıyla birçok zorluğu bulunmaktadır. Korumak ve geleceğe taşımak zorunda olduğumuz yapılar halen yerli ve yabancı ziyaretçilere müze olarak hizmet vermektedir. Aynı zamanda konservasyonrestorasyon faaliyetleri ve bakım çalışmaları da sürdürülmektedir. Bu durumlar da yapılacak müdahalelere ayrı bir çalışma ve uygulama zorluğu oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu zorluklar ve yorgunlukların her biri esnasında yaşananlar unutulmaz anılara dönüşmektedir. Her şeye rağmen elimizdeki ecdat yadigârı tarihî ve özgünlük değeri olan anıtsal eserlerin aslına uygun olarak korunması çalışmalarını yürütmek ve geleceğe taşınmasına katkıda bulunmak biz mimarlar ve bütün teknik arkadaşlarımız için ayrı bir heyecan ve mutluluk kaynağıdır. Bununla birlikte tarihî ve güzel bir ortam içerisinde çalışmak da bizlere ayrı bir keyif vermektedir. 77 7 Mart 1984 - Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni temsil eden, beyaz zemin üzerine kırmızı ay-yıldızlı ve paralel şeritli bayrak, KKTC Meclisi tarafından onaylandı. 9 Mart 2007 - İsviçre’de sözde Ermeni soykırımını inkar yasasını ihlal ettiği gerekçesiyle Lozan’da yargılanan Doğu Perinçek’e 90 gün tecilli hapis ve 16 bin 873 İsviçre Frangı para cezası verildi. 3 Mart 1924 - Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanı mensuplarının yurt dışına çıkarılmasına ilişkin yasa kabul edildi. MART 3 7 Mart 1876 - İskoçyalı bilim adamı Alexander Graham Bell telefonun patentini aldı. 12 Mart 1921 - İstiklâl Marşı, Türkiye Cumhuriyeti’nin millî marşı olarak TBMM’de kabul edildi. 7 8 9 12 8 Mart 1921 - Dünya Emekçi Kadınlar Günü, dünyada ilk kez kutlandı. 12 Mart 1971 - Kuvvet komutanlarının imzasıyla Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bir muhtıra verildi. 12 Mart Muhtırası, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde meydana gelen dördüncü, başarılı olmuş ikinci, emir-komuta zinciri içerisinde yapılmış ilk askerî darbe eylemidir. 78 25 Mart 2009 - Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun da aralarında bulunduğu 6 kişiyi taşıyan helikopter Kahramanmaraş’ta düştü. Kazada kurtulan olmadı. 19 Mart 1957 - Türk ordusunun ilk kadın doktoru Sema Aran, teğmen rütbesiyle göreve başladı. 18 19 24 28 Mart 1930 - Konstantinopolis veya Konstantiniyye olarak anılan şehrin adı, Türk Posta Hizmet Kanunu’yla resmen İstanbul oldu. Yurt dışından gelen mektuplarda şehrin adı Konstantinopolis yazılı olanlar adrese ulaştırılmadı. 25 28 18 Mart 1915 - I. Dünya Savaşı sırasında boğazların kontrolünü ele geçirme niyetindeki İtilaf Devletleri, Gelibolu Yarımadası’nda bozguna uğratıldı. 24 Mart 1882 - Asırlar boyunca milyonlarca insanın ölümüne sebep olan, halk arasında “ince hastalık” veya “verem” olarak bilinen hastalığın etkeni tüberküloz basili, Alman bilim adamı Robert Koch tarafından ilk kez tanımlandı. 79 7 MART 1876 YOKLUĞU HAYAL DAHI EDILEMEZ BIR ICAT TELEFON PINAR ÜNSAL “A rtık bilimin bulabileceği bir şey kalmadı. Bilim bu noktada tıkandı. Bulabileceğimiz her şeyi bulduk ve bize artık gerek yok.” Amerikan Patent Bürosu Başkanı, 1899 yılında bu sözü söylediğinde ileride ne kadar meşhur olacağını bilmiyordu elbette. Bu söz, 21. yüzyıl icatlarına imza atanlar bir yana, 20. yüzyıl mucitlerine dahi komik geldi sonraları. Charles Duell her şey bulundu derken aslında 18. ve 19. yüzyıllara damga vuran telgraf, denizaltı, buharlı makine, pil, telefon ve kitle ölümlerine yol açan hastalıkların müsebbibi mikropları kastediyordu. Ancak daha zeplin, ampül, televizyon, bilgisayar, kitle ölümlerine yol açan o hastalıkların çaresi aşılar ve antibiyotikler tarih sahnesine çıkacaktı. Bugün, birbiri ardına o kadar çok bilimsel ve teknolojik gelişmeye imza atılıyor ki insanoğlu artık şaşırmamayı öğrendi. Ancak yaklaşık iki yüz yıl önce bir icatla tanışmak için denizaşırı yollar katediliyordu. 19. yüzyılda insanları şaşırtan ve heyecanlandıran buluşlardan biri de telefondu. Patenti 7 Mart 1876 tarihinde alınan bu alet, sesin kablolar aracılığıyla iletilmesini sağlıyordu. Bir mesajın at binen habercilerle, mektup yoluyla yerine ulaştırıldığı günlerden telgraf denen bir aletin icadından sonra anında ilgili kişiye iletildiği günlere gelinmesi zaten bir devrimdi. Ancak telefon, mesajın iletilmesi sırasında hem telgraftan daha az hataya mahal veriyordu hem de karşıdakinin sesini duymaya olanak sağlıyordu. Belki de ileride konuşulan kişiyi görmek dahi mümkün olacaktı. Şüphesiz ki telefonun mucidi Graham Bell, 1865 yılında dönemin en ünlü gazetelerinden birinde yer alan “Biraz eğitimli herkes sesin kablolar aracılığıyla bir yerden bir diğer yere aktarılamayacağını 80 bilir. Ve ola ki aktarılsa bile, böyle bir çabanın pratik bir değeri olmayacaktır” sözlerine kulak asmadığı, deneylerini büyük bir azim ve heyecanla sürdürdüğü için dünyanın en ünlü bilim adamlarından biri olmuştu. Üç nesil mucit İnsanlık var olduğundan beri ihtiyaçlar, tüm icatların tetikleyicisiydi. Graham Bell de sağırların duymasına ve insanlarla iletişimine katkı sağlamaya hayatını adamış dedesi ve babası gibi, duymayı mümkün kılacak aletler üzerinde çalışıyordu. Bell’in, çok az işiten annesi ve sağır iki erkek kardeşinin çevresindekilerle iletişimini kolaylaştıracak bir alet üzerinde deneyler yaparken, telefonu tesadüfen bulduğu rivayet edilir. Beş kişilik Bell ailesinde üç sağır vardı, ancak diğer iki kişi, Graham Bell ve babası Melville Bell, sorunlara çözüm bulma konusunda olağanüstü yetenekleri olduğu söylenen kişilerdi. Buğdayın kabuğunu soymak için bir alete ihtiyaç duyan değirmenci bile, böyle bir alet geliştirmeleri için Bell ailesinin kapısını çalmıştı. Melville Bell, “görüntülü konuşma” adını verdiği bir sistemin yaratıcısıydı. Bu sistem sağır-dilsizlerin derdini çeşitli işaretler aracılığıyla, duyabilen insanlara anlatmayı mümkün kılıyordu. Graham Bell ise suni sesler çıkaran bir cihazla kardeşlerinin sesli konuşmasını sağlayacak bir makine üzerinde çalışıyordu. Ancak kardeşleri iki yıl arayla veremden öldü. Bell ailesinin geriye kalan tek çocuğu Graham için anne ve babası endişelenmiş, Kanada’ya göç etmeye karar vermişlerdi. Ancak ta Edinburg’da Graham Bell’in aklına takılan, sesin teller aracılığıyla GRAHAM BELL AKADEMIK HAYATI BOYUNCA KAZANDIĞI BÜTÜN PARAYI İŞITME ENGELLILER KURUMU IÇIN HARCADI. BULUŞLARINDAN KAZANDIĞI PARA VE ÖDÜLLERLE ISE WASHINGTON’DA IŞITME ENGELLILER IÇIN ARAŞTIRMALAR YAPAN VOLTA ENSTITÜSÜ’NÜ KURDU. iletilip iletilemeyeceği konusu Kanada, Amerika ve İngiltere’de de hiç aklından çıkmamıştı ve çalışmalarını tamamen bu konu üzerinde yoğunlaştırdı. Boston Üniversitesi İnsan Sesi Fizyolojisi Profesörü olan Graham Bell, elektrik mühendisi Thomas Watson ile çalışmaya başlayarak tüm teorik bilgilerini hayata geçirme fırsatı buldu. Bell, sesini birkaç oda ötedeki yardımcısı Watson’a duyurduğunda tarihin ilk telefon görüşmesini de yapmış oluyordu. Büyük icatlar efsaneler doğurur Allessandra Lolita Oswaldo, uydurulmuş bir İspanyol kadın ismi. Güya bu kadın Graham Bell’in sevgilisiymiş. Telefonu açarken söylenen “Alo” ise ismin akronimi oluyor. Türkiye’de bu hikayeye herkes inanmış, ancak olayın elle tutulur hiçbir dayanağı bulunmuyor. “Alo”, “Hello” (Merhaba) sözcüğünün değişmiş hali yalnızca. Bu uydurma hikaye aracılığıyla, sağır olan, Bell’in deli gibi âşık olduğu ve ölene kadar yanından hiç ayırmadığı karısı Mabel’in ruhuna da büyük saygısızlık edilmiş. Telefonun icadıyla ilgili başka bir rivayet de mucidinin Graham Bell değil, Antonio Meucci olduğu yönünde. Üstelik Amerika Birleşik Devletleri Temsilciler Meclisi, 2002 yılında yaptığı bir oy- lamayla Bell’in Meucci’nin icadını çaldığına kanaat getirmiş. Bazı hastaların elektrik şoku tedavisiyle iyileştirilmesi üzerine çalışan Meucci, çalışmaları sırasında sesin bakır tel ve elektrik yardımıyla iletilebileceğini keşfetmiş. Daha sonra bu sistemi geliştirerek, felç olan eşinin yattığı odadan kendi atölyesine bir hat çekmiş ve sesi ileten “teletrofono” adını verdiği bir cihaz yapmış. Rivayete göre Meucci’nin icadından çok az kişinin haberi olmuş, çünkü makinesine patent almak için gerekli parayı biriktirememiş. Graham Bell akademik hayatı boyunca kazandığı bütün parayı İşitme Engelliler Kurumu için harcamıştı. Buluşlarından kazandığı para ve ödüllerle ise Washington’da işitme engelliler için araştırmalar yapan Volta Enstitüsü’nü kurmuştu. Yardıma muhtaçlara, özellikle engellilere sayısız yardımda bulunan Bell, çok büyük ihtimalle Meucci’nin icadının üzerine konmamış, farklı zamanda, farklı yerde aynı çalışmayı yapmıştı. Üstelik cihazına patent almıştı. Graham Bell, birtakım işler için doldurması gereken formlarda “Mesleğiniz” sorusuna dahi telefonla ilgili bir şey değil, her zaman “sağırların öğretmeni” yazardı. Bu mütevazılıkta birinin bir bilim hırsızı olabileceğine elbette kimse inanmadı. Graham Bell, telefonun mucidi olarak adını tarihe yazdırdı ve bilimin ölümsüzleri arasında yerini aldı. 81 BIR SISLI HAZAN KALDI ARDINDA 82 MUSIKI BILGISI, GÜÇLÜ DURUŞU VE SESIYLE TÜRK SANAT MÜZIĞI’NIN BIR ASRINI ŞEKILLENDIRDI MÜZEYYEN SENAR. NEREDEYSE CUMHURIYET TARIHIYLE YAŞIT SANAT YAŞAMI BOYUNCA SESIYLE HAYAT BULAN ŞARKILAR ÜÇ KUŞAĞI KENDINE HAYRAN BIRAKTI. ŞIMDI KIM KALDI ARDINDAN “BENZEMEZ KIMSE SANA” DEDIRTECEK… GÖKÇE DORU O smanlı’da askerî, siyasi ve mimari anlamda daha önceki yüzyıllarda başlayan alaturka-alafranga tartışması, müzik alanında 1900’lerde alevlendi. Batı’nın müzik anlayışı, gelenekten kopmak zor olsa da, önce saraylara girdi. Cumhuriyet’in ilanından sonra ise halk tabanına da yayılmaya çalışıldı. Aslında iyi de oldu. Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Ahmed Adnan Saygun gibi yüzü Avrupa’ya dönük müzisyenler tamamen alafranga olmasa da Türk ezgileriyle Batı müziğini sentezleyerek unutulmaz eserler verdi, dünyaca tanınan isimler haline geldi. “Hafızalarda sonsuza dek yaşayacak bir şarkı yaptığınızda bu asla kısa bir büyü değildir. Bilinen en ölümsüz şeydir.” Binlerce kilometre uzakta, dünyanın en ünlü bestecilerinin bile ölümünden yıllar sonra sarf edilmiş bu sözler müzik adına söylenmiş en anlamlı kelimeleri içeriyor. Sonsuzluk, büyü, ölümsüzlük… 20. yüzyıl Türkiye’sinde müzikteki alaturka-alafranga tartışmaları süredursun, 1918 yılında alaturka müziği “ölümsüz” kılacak bir isim dünyaya geldi. Modern Türkiye’nin kadın imajını -bakımlı, ekonomik özgürlüğü olan, kültürlü- tepeden tırnağa yansıtan bu isim “Yoksa özünde alaturkalık, alafranga olmak neye yarar” sözünü de söyleyecekti adının duyulmaya başladığı zamanlarda. Müzeyyen Senar, I. Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış ve toparlanmasına fırsat verilmeden art arda dayatılan anlaşmalarla siyasi buhrana sürüklenmiş bir devletin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yeryüzünün en güzel, coğrafi konumu nedeniyle en önemli ülkelerinden birinde doğmak bir şanstı belki; üstelik devletin eski başkenti yeşil Bursa’da. Ancak 1918’de Osmanlı’da doğmak bir şans değildi. Zira savaş sonrası meydana gelen yoksulluk pek çok aileyi vurduğu gibi Müzeyyen Senar’ın ailesine de zor günler yaşattı. Senar, yoksulluk nedeniyle teyzesi ve eniştesine evlatlık verildi. Gerçek annesi İstanbul’a yerleşen Senar, bir yerlerden denkleştirdiği üç kuruşluk parayla Bursa’dan İstanbul’a kaçtı. Sesi çok güzel olan annesi cenaze evlerinde mevlit okuyarak para kazanmaktaydı ve on iki yaşındaki Müzeyyen her eve onunla birlikte 83 vesile olacaktı. Sadettin Kaynak, Lemi Atlı, Selahattin Pınar gibi dönemin tanınmış bestecileri yeni bir şarkıya imza attıklarında Müzeyyen Senar’ın söylemesini istiyorlardı artık. Taş plağa ilk seslendirdiği, bestesi ve güftesi Yesari Asım Ersoy’a ait “Ümitlerim hep kırıldı yarim artık gelmeyecek” adlı Hüzzam makamındaki şarkının ardından Senar’ın sesi Anadolu’nun da pek çok yerinde duyuldu. Bir asrı dolu dolu yaşamak gitmekteydi. İyi bir aile terbiyesi almış, hanım hanımcık bu kız çocuğunun tek kusuru kekeme olmasıydı. Yalnızca şarkı söylerken sözcükler ağzından rahatlıkla akabiliyordu. “Allah şarkı söylememi istediği için beni kekeme yaptı” sözleriyle on beş yıl boyunca muzdarip olduğu bu konuşma bozukluğuna ufaktan minnettarlık duyduğunu da yıllar sonra dile getirecekti. Okul müsamerelerinde sesinin güzelliği keşfedilen Müzeyyen Senar, hocalarının teşvikiyle Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne başladı. Burası ülkenin en meşhur ve iyi eğitim veren cemiyetlerinden biriydi. Ardından kariyerine Şark Musiki Cemiyeti’nde devam etti. Burada Münir Nurettin Selçuk, Mesut Cemil gibi değerli bestekarlar da vardı. Bu cemiyet sesinin güzelliği sayesinde Müzeyyen Senar’ın İstanbul Radyosu sanatçısı olmasına da 84 Art arda plaklar dolduran ve pek çok yerde sahne alan Müzeyyen Senar bu yoğun programı içinde üç evlilik yaptı. O, güçlü bir ses olduğu kadar kendi ayakları üzerinde durmayı başarabilmiş güçlü bir kadındı da. Evlilikleri kısa sürmüştü, üç çocuğu ve kendi için toplumun deyimiyle “erkek” gibi ayakta durmayı başarabilmişti. Belki de bu yüzdendi şarkıları nazlı ve ürkek değil, külhani bir efelenmeyle okuması. Bir radyo programı sırasında söylediği eserin sözlerini unutup şarkıya başka bir eserin sözleriyle devam edince hocası Mesut Cemil Bey’den sağlam bir tokat yemişti Müzeyyen Senar. Ancak hocasından yediği bir tokadı sineye çekip “Haklıydı” diyebilirdi zaten. Zira ona Senar soyadını veren ilk kocasından dayak yemekten bıkmış ve boşanırken gözünün yaşına bile bakmamıştı. İkinci evliliğine de bir anda karar vermiş, saadeti kısa sürmüştü. Ama güzelliği ve kariyeri, ama doğal ve sıcak tavırlarıyla etrafındakilerin dikkatini çeken Müzeyyen Senar’ın çok uzun süre bekar kalması mümkün değildi. Dönemin ünlü bestekarlarının Senar’a duydukları aşktan, onun için yazdıkları eserler olduğu dedikodusu bile çıkmıştı. Beni ateşlere salan o kapkara siyah gözler / Beni çılgın gibi yakan o tatlı sözler, gülen yüzler sözlerine sahip eser gibi, Türk Sanat Müziği’nin dilden dile dolaşan en güzel güftelerinden bazılarına Senar ilham vermişti. “CUMHURIYET’IN DIVASI” DIYORLAR ONA. BAZILARINA GÖRE ISE “DIVA”LIK MÜZEYYEN SENAR’I NITELEYEMEYECEK KADAR DÜŞÜK BIR MERTEBE. KENDISINE SORSANIZ “MÜZEYYEN ABLA” ONA EN IYI HITAP ŞEKLI. MÜTEVAZI, CIVIL CIVIL, HAYATA BAĞLI BU DEV SES TÜRK SANAT MÜZIĞI’NIN CUMHURIYET DÖNEMINDEN SONRAKI DEĞIŞIM VE GELIŞIMININ BIZZAT TANIĞI. 1950’lerin başında gerçekleştirdiği ve “sefire” unvanını alacağı üçüncü evliliği Suudi Arabistan Elçisi Tevfik Hamza Bey ile oldu. O dönemde müzik hayatını da noktaladı ve tüm vaktini eşine ayırdı. Onunla birlikte hacca gitti; oradan dört tane Kabe kuşağı getirerek ikisini Ankara Çankaya ve Demirtepe’deki camilere, birini Şişli Camii’ne hediye etti sessiz sedasız, gösteri malzemesi yapmadan. Son kuşağı ise 24 yıl evinde muhafaza ettikten sonra Hacı Nimet Özden Camii’ne bağışladı, yine kimse duymadı. Senar’ın son derece mutlu bu evliliği bürokratik nedenlerle sonlandı. Elçilik, Tevfik Hamza Bey’in şarkı söyleyen bir kadınla evli kalmasına müsaade etmemekteydi. Müzeyyen Senar katıldığı davetlerde de gördü ki Ankara sosyetesi İstanbul’dakine hiç benzemiyordu ve burada şarkıcılar el üstünde tutulmak şöyle dursun, şarkıcılık aşağılık bir sıfatmış gibi değerlendiriliyordu. Müzeyyen Senar ve Tevfik Hamza Bey’in bir yıl süren evliliği gözyaşlarıyla sonlandı. Senar “Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır” şarkısını her söylediğinde Tevfik Hamza Bey’i hatırlıyordu. Müzeyyen Senar adı Atatürk’ü çağrıştırıyor akıllarda. Onu görmek bir yana, huzurunda şarkı söyleme ve bir açılışta onunla dans etme şerefine nail olan Müzeyyen Senar’ın büyük bir sanatçı olarak anılmasında bu olayların et- kisi var mıdır bilinmez. Ancak henüz çocuk yaşta sayılacak bu genç kadının modern bir görünüme kavuşması Mustafa Kemal’in tavsiyesiyle olmuş. Ensesinde topladığı uzun, dalgalı saçlarını kesmesini Atatürk istemiş ve o günden sonra Senar saçlarını hiç uzatmamış. “Cumhuriyet’in Divası” diyorlar ona. Bazılarına göre ise “diva”lık Müzeyyen Senar’ı niteleyemeyecek kadar düşük bir mertebe. Kendisine sorsanız “Müzeyyen Abla” ona en iyi hitap şekli. Mütevazı, cıvıl cıvıl, hayata bağlı bu dev ses Türk Sanat Müziği’nin Cumhuriyet döneminden sonraki değişim ve gelişiminin bizzat tanığı. “Ormancı”, “Kimseye Etmem Şikayet”, “Vardar Ovası”, “Feraye” gibi unutulmaz şarkıları dinlerken kulakların aradığı belki de tek ses. 85 BAK POSTACI GEL-E-MIYOR ÖNCELERI POSTACILAR VE HALK ARASINDAKI ILIŞKILER DAHA SICAKMIŞ. PENCERE ÖNLERINDE YOLLARI GÖZLENIR, GÜZEL HABER GETIRDIKLERINDE ONLARA HEDIYELER SUNULURMUŞ. ARTIK PEK DE GÜLERYÜZLE KARŞILANMAYAN POSTACILAR, KENDILERINE VERILEN GÖREVI BIHAKKIN YERINE GETIRMEYE DEVAM EDIYORLAR. ERBAY KÜCET A dına şarkılar yazarak yolunu gözlediğimiz postacılar şimdi neredeler acaba? Tutkallı kısmını yalayıp kapattığımızda dilimizde buruk bir tat bırakan zarflar ve o zarfların içindeki mektuplarla birlikte postacılarımız da yok oldu gitti adeta. Bu yok oluş o kadar hızlı ve hüzünlü gerçekleşti ki... Pek çok değerimiz gibi mektuplar da tarihe gömüldü. Genç nesil mektuplaşma zevkini hiç tatmadı, bundan sonraki nesiller de tadamayacak. Aileden mutlu bir haber, yârden bir koku, bazen keder ve hasret taşıyan mektuplar neredeyse hiç yok artık. Varsa da, geçmişe duyulan özlemle nostaljik bir gelenek haline geldi mektuplaşma. Postacılar ise günümüzde resmî evrak ve fatura taşıyıcısı olup çıktılar. Postacı bir babanın çocuğu olarak, onlardan bahsederken satır aralarına yaşanmışlıklarımdan da serpiştirmeye gayret edeceğim. Bak postacı geliyor / Selam veriyor / Herkes ona bakıyor / Merak ediyor dizelerini şimdiki çocukların hiç duymadıklarına eminim. Yaşı 86 benimkine yakın olanların hatırlayacağını ve bu yazıyı okurken şarkının devamını dillerine dolayacaklarını düşünüyorum. Postacılara ithaf edilmiş bu güzel şarkının Pek sevinçli haberler getirdin bana kısmı ise neredeyse tarih oldu. “Yine yakmış yâr mektubun ucunu, ‘askerlikte sevda çekmek zor’ diyor” yazan mektuplar yerine mahkeme ilamları, haciz evrakı, fatura gibi mazrufları getirir oldu postacılarımız ve toplumun neredeyse korkulu rüyası haline geldiler. Özetle ifade edecek olursak, postacılarımız gelişen iletişim imkanları sonucunda eski popülaritelerini kaybettiler. Sıradağlar aşıp gurbete düştüm / Yıllar var ki bunu düşte görmüştüm / Hayra yoranlara şaşıp gülmüştüm / Sıladan bir mektup yok mu postacı dizelerine sahip şiir de postacılara ithafen yazılmış. Bunun gibi şiirler, bu meslek mensuplarının halkla nasıl ilişkileri olduğunu da gözler önüne seriyor. Önceleri postacılar ve halk arasındaki ilişkiler daha sıcakmış. Pencere önlerinde yolları gözlenir, güzel haber getirdiklerinde onlara hediyeler sunulurmuş. Hatta sıcak yaz günlerinde yorgunluklarını gidersinler, birazcık soluklansınlar diye soğuk su veya ayran ikram edilirmiş. Artık pek de güleryüzle karşılanmayan postacılar, kendilerine verilen görevi bihakkın yerine getirmeye devam ediyorlar. Şu anda okumakta olduğunuz derginin de postacı kardeşlerimizin marifetiyle ulaştırıldığını hatırlatmak isterim. Peki, bu kadar önemli bir görevi yıllardır ifa eden kurumu biraz yakından tanımaya ne dersiniz? En azından ülkemizdeki posta teşkilatının tarihçesine kısaca göz atalım. İlk Posta Teşkilatı, Tanzimat Fermanı sonrası, posta ihtiyaçlarına cevap vermek amacıyla nezaret olarak 23 Ekim 1840 tarihinde kurulmuş. İlk postane ise İstanbul’da Yeni Cami avlusunda Postahane-i Amire adıyla açılmış. 1835 yılında telgrafın icat edilmesinin ardından 1855 yılında Telgraf Müdürlüğü kurulmuş, 1871 yılında Posta Nazırlığı ile Telgraf Müdürlüğü birleştirilerek Posta ve Telgraf Nezareti adını almış. Milletlerarası posta nakli şebekesi 1876 yılında kurulmuş, 1901 yılında ise koli ve havale işleminin kabulüne başlanmış. Cumhuriyet’in ilk yıllarında İçişleri Bakanlığı’na bağlı olan PTT Genel Müdürlüğü 1933 yılında Bayındırlık Bakanlığı’na, 1939’da ise Ulaştırma Bakanlığı’na bağlanarak hizmetine devam etmiş. 1954 yılında Kamu İktisadi Teşebbüsü (KİT) olan PTT Genel Müdürlüğü 1984 yılında Kamu İktisadi Kuruluşu (KİK) statüsüne geçirilmiş, 24 Nisan 1995 tarihinden itibaren müstakilen T.C. Posta İşletmesi Genel Müdürlüğü adıyla çalışmaya başlamış. 2000 senesinde T.C. Posta ve Telgraf Teşkilatı Genel Müdürlüğü (PTT) olarak, 2013 yılında çıkarılan Posta Hizmetleri Kanunu ile teşkilat yapısı değiştirilerek Posta ve Telgraf Teşkilatı Anonim Şirketi adı ile yapılandırılmış. Bu anlatılanları ve değişime ilişkin daha fazla bilgiyi İstanbul Sirkeci’deki PTT Müzesi’ni gezerek edinmeniz mümkündür. Postacıların tatili ve izni neredeyse yoktur desem bu yanlış olmaz. Postacıların meslekleri adına örgütlenmeleri elli küsur yıl önceye tekabül ediyor. 1960’lı yıllar, hat bakıcıları ve müvezzilerin bir araya gelerek sendikal etkinliklere adım attıkları yıllardı. Benim de çocukluğuma tekabül eden bu yıllarda postacıların mücadelelerini yasal zeminlerde vererek yıpranma tazminatı ve bazı sosyal haklar elde ettiklerini yakından biliyorum. Yılda iki defa yazlık ve kışlık olarak verilen giyim-kuşamlarına ek olarak yemek yardımları, bayram ve yılbaşı tatillerindeki fazla çalışma ücretleriyle az sevinmemiştik. Hele maaş dışında kendilerine verilen ufak hediyeleri babalık duygusuyla ailesiyle paylaşıyorsa değmeyin keyfine postacımızın. Bizim kurbanımızın kesilmesinde hiçbir zaman babamız yanımızda olmazdı. Vekaletini ya dayıma ya da bacanağına verirdi. Yılbaşlarında hiçbir zaman bizimle olamazdı. Çünkü babamın en çok mesai harcadığı zamanlardı. Biz üzülmezdik bizimle olmadığına, zira evimizin bütçesine katkı sağlanıyordu. Nazım Hikmet’in “Postacı” şiirinin mısralarıyla yazımı noktalarken posta emekçilerine selam ve sevgilerimi yolluyorum. Çocukken postacı olmak isterdim. Muradıma, Macaristan’da erdim, ellisinde. Çantamda bahar, Çantamda Tuna’nın pırıltısıyla, Kuş cıvıltısıyla, Taze çimen kokusuyla dolu mektuplar. Moskova’ya Budapeşte’den, Çocukların çocuklara mektupları. Çantamda cennet... Bir zarfın üzeri: “Memet, Nazım Hikmet’in oğlu, Türkiye” diye yazılı. Moskova’da mektupları birer birer Kendim dağıtırım adreslerine. 87 OSMANLI TARIHINDE EFSANELER VE GERÇEKLER HALIL İNALCIK NTV YAYINLARI İSTANBUL, 2015 200 S. Osmanlı tarihi üzerine çalışmalarıyla dünya çapında tanınan bir akademisyen olan Prof. Dr. Halil İnalcık’ın bu alandaki son eseri Osmanlı Tarihinde Efsaneler ve Gerçekler, doğru bilinen yanlışları düzeltmeyi ve bilinmeyen gerçekleri ortaya çıkarmayı amaçlıyor. Kuruluş dönemi, İstanbul’un fethi, önemli saray figürlerinin hayatı gibi konularla ilgili hayalî anlatımların yerine tarihî gerçekler sunan İnalcık, tarih derslerinde öğrendiklerimizi yeni bir boyuta taşıyor. PERGAMON-ANADOLU’DA HELLENISTIK BIR BAŞKENT ANDREAS SCHOLL, FELIX PIRSON ÇEVIREN: GILES STEPHARD, GÜLER ATEŞ YAPI KREDI YAYINLARI İSTANBUL, 2015 552 S. Geçtiğimiz sene UNESCO Dünya Miras Listesi’ne dahil edilen antik Pergamon kentinin geçmişini tarihöncesi çağlardan başlayarak anlatan Pergamon-Anadolu’da Hellenistik Bir Başkent, okuyuculara bölgenin çok katmanlı kültür mirasını tanıtma amacı taşıyor. Özellikle Helenistik Dönem’de bugün de bazıları ayakta olan birçok kültür varlığına kavuşan Pergamon’un bu mirasa nasıl sahip çıktığı ve farklı kültürlerin bu halihazırda zengin miras üzerine ne gibi eklemeler yaptığı kitabın ana başlıklarını oluşturuyor. GÖREMEDIĞIMIZ TÜM IŞIKLAR ANTHONY DOERR ÇEVIREN: HANDAN ÜNLÜ HAKTANIR KORIDOR YAYINCILIK İSTANBUL, 2015 576 S. II. Dünya Savaşı yıllarında Fransa’da geçen Göremediğimiz Tüm Işıklar, gözleri görmeyen Marie-Laure ile yetim bir Alman olan Werner’in kesişen hayatlarının hikayesini anlatıyor. Savaşın karanlık yüzünü kişisel trajedilerle birleştiren roman, taşıdığı gizem ögeleriyle de okuyucuyu içine çekiyor. Doerr’in çeşitli otoriteler tarafından “2014’ün en iyi kitabı” olarak gösterilen romanı, Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’nün de finalisti olmuştu. 88 OSMANLI ORDUSUNDA NIZAM-I CEDID 1793-1826 DAVID NICOLLE ÇEVIREN: ÖZGÜR KOLÇAK İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI İSTANBUL, 2015 56 S. Askerî tarih alanında uzmanlaşmış İngiliz akademisyen David Nicolle tarafından kaleme alınan Osmanlı Ordusunda Nizam-ı Cedid 1793-1826 Osmanlı ordusundaki yenileşme hareketlerini inceliyor. Kitapta, ordunun yabancı güçlerle daha etkin bir şekilde mücadele edebilmesi amacıyla hayata geçirilen ve askerî sistemde bir reform yapmayı amaçlayan Nizam-ı Cedid programının elde ettiği başarılar ile uğradığı başarısızlıkları ayrıntılı bir şekilde bulmak mümkün. Kitaptaki illüstrasyonlar ise aynı zamanda bir tarihçi olan İngiliz Angus McBride’a ait. FUTBOL! BIR AŞK... HALIT KIVANÇ NTV YAYINLARI İSTANBUL, 2015 408 S. Türkiye’nin en değerli spor yorumcuları arasında yer alan ve aynı zamanda sunuculuk, yazarlık ve gazetecilik görevlerini de yürüten Halit Kıvanç’ın mesleki anıları ile özellikle Türk futbol tarihinin dönüm noktalarını harmanladığı Futbol! Bir Aşk..., yeni baskısıyla adeta yazılı bir futbol belgeseli niteliğinde. Kitap, hem Kıvanç’ın spor yorumculuğu macerasını anlatıyor hem de Türk ve dünya futbolundan kesitler sunuyor. ANADOLU KÜLTÜR TARIHI EKREM AKURGAL PHOENIX YAYINEVI ANKARA, 2015 432 S. 2002 yılında vefat eden ve arkeoloji alanında yalnızca Türkiye’nin değil, aynı zamanda dünyanın en kıymetli isimlerinden olan Ordinaryus Prof. Dr. Ekrem Akurgal’ın altmış yılı aşkın araştırmalarının derlendiği Anadolu Kültür Tarihi, bu bereketli topraklardan çıkan medeniyetlerin öyküsünü sunuyor. Akurgal’ın akademik çalışmalarla popüler dili birleştiren eserlerinin bir örneğini teşkil eden kitap, akademisyenin hayatını adadığı alana keyifli bir pencere açıyor. 89 BAŞUCU ŞARKILARI 3 ZUHAL OLCAY ADA MÜZIK Zuhal Olcay’ın Türk müziğinin eşsiz parçalarını yorumladığı “Başucu Şarkıları” serisinin üçüncü albümü, unutulmaz besteleri Olcay’ın üslubuyla yine bir araya getiriyor. Müzik direktörlüğünü Cem Tuncer’in yaptığı albümde Olcay’a birçok müzisyen eşlik ediyor. Başucu Şarkıları 3’te yer alan parçalardan bazıları “Eksik Bir Şey”, “Dünya Dönüyor” ve “Sevda Kuşun Kanadında”. CIERRA TUS OJOS DANIEL MILLE, ASTOR PIAZZOLLA SONY MÜZIK Fransız akordeon sanatçısı Daniel Mille, Cierra Tus Ojos albümünde Arjantinli ünlü bandoneon ustası ve besteci Astor Piazzolla’nın en sevilen eserlerini orijinal bir üslupla yorumluyor. Şef Samuel Strouk’un yanı sıra üç çellist ve bir bas sanatçısının eşlik ettiği Mille, Piazzolla’nın “Libertango” ve “Oblivion” gibi klasiklerinde tango ile cazı buluşturarak dinleyicilere eşsiz bir müzik ziyafeti vadediyor. AŞIK MUSTAFA ZENGIN KALAN MÜZIK Kalan Müzik’in “Arşiv Serisi” bu kez Malatyalı halk ozanı Mustafa Zengin’i konuk ediyor. Zengin’in ölümünden otuz iki yıl sonra eserlerinin toplandığı derleme albümün hazırlık aşamasında TRT kayıtları ve halk ozanının ailesine başvurulmuş. Kayıtlı yaklaşık 130 eseri bulunan saz ve söz sanatçısının bu albüme dahil edilen çalışmalarından bazıları “Bana Diyorlar Ki”, “Zamanında Kıymetini Bilmedim”, “Acıyı Çileyi Derdi” ve “Dereden Duman Kalktı”. 90 MUCIZE YÖNETMEN: MAHSUN KIRMIZIGÜL SENARYO: MAHSUN KIRMIZIGÜL OYUNCULAR: TALAT BULUT, MERT TURAK, MAHSUN KIRMIZIGÜL, ERDEM YENER, BÜŞRA PEKIN YAPIM: 2014, TÜRKIYE TÜR: DRAM, KOMEDI Mahsun Kırmızıgül’ün dördüncü filmi “Mucize”, 1960’lar Türkiye’sinde geçiyor. Egeli idealist bir öğretmenin alışık olduğu topraklardan Anadolu’nun unutulmuş bir köşesine gidişini konu alan film, izleyenlere hem öğretmenin kişisel yolculuğunu hem de öğrencilerinin zorlu hayat koşullarını aktarıyor. Yönetmenin canlandırdığı enteresan karakter ise hikayeye farklı bir boyut katıyor. Kırmızıgül’ün “en zorlu yönetmenlik deneyimim” dediği “Mucize”, barındırdığı komedi unsurlarıyla izleyicilere birden fazla duygu yaşatıyor, dolu dolu ve eğlenceli bir seyir vadediyor. UNUTMA BENI STILL ALICE YÖNETMEN: RICHARD GLATZER, WASH WESTMORELAND SENARYO: LISA GENOVA, RICHARD GLATZER, WASH WESTMORELAND OYUNCULAR: JULIANNE MOORE, KATE BOSWORTH, SHANE MCRAE, ALEC BALDWIN, KRISTEN STEWART YAPIM: 2014, ABD-FRANSA TÜR: DRAM Columbia Üniversitesi’nde meşhur bir dilbilim profesörü olan Alice Howland’ın (Julianne Moore) kendisine alzheimer başlangıcı teşhisi konulmasıyla değişen hayatını konu edinen “Unutma Beni”, Alice’in eşi ve çocuklarıyla olan ilişkisindeki gerilimlerini ve iç çatışmalarını anlatıyor. Lisa Genova’nın aynı adlı romanından uyarlanan ve çekimleri yirmi üç günde tamamlanan film boyunca Alice’in alzheimer teşhisini kabullenme süreçlerine yakından tanıklık ediyor, hastalıkla nasıl mücadele ettiğini izliyoruz. 91 NE OKUYOR NE IZLIYOR YILDIRIM MEHMET RAMAZANOĞLU - AK PARTI KAHRAMANMARAŞ MILLETVEKILI Özellikle dilbilim ve hukuk kitapları ile teknik kitaplar okuyorum. Şu sıralar elimde dünyanın en şöhretli hackerı Kevin Mitnick’in kendi deneyimlerini de anlattığı kitap bulunuyor. Bir yandan farklı türde kitaplar okumayı sürdürürken diğer yandan hukuki metinler üzerine analizler yapıyorum. Takdim yazısını TBMM Başkanı Sayın Cemil Çiçek’in, önsözünü ise Anayasa Komisyonu Başkanı Sayın Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun yazdığı Farklı Bir Bakışla Anayasa Gerçeği isimli bir kitabım bulunuyor. Şu anda ilave kitap çalışmalarım da devam ediyor. Sinemaya sıkça gidiyorum. Son izlediğim filmlerden ikisi “Uyuyana Kadar” ve “Nuh: Büyük Tufan”. Müzik tercihimin ilk sırasında Türk Halk Müziği yer alıyor. Türkülerimizi büyük bir beğeniyle dinliyorum, aynı zamanda saz çalıyorum. İZZET ÇETIN - CHP ANKARA MILLETVEKILI İhtisas alanım olduğu için sosyal politikayla ilgili güncel yayınları takip etmeye çalışıyorum. Bununla birlikte zaman zaman felsefe, tarih ve siyasal rejimler üzerine kitaplar okuyorum. Plan ve Bütçe Komisyonu üyesiyim; Meclis’teki çalışmalarımıza katkı sağlaması amacıyla sık sık araştırma ve incelemelere de başvuruyorum. Sinemada şu sıralar Russell Crowe’un yönettiği, Yılmaz Erdoğan’ın rol aldığı “Son Umut” filmini seyretmeyi planlıyorum. Genellikle Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği dinliyorum. Zaman zaman yabancı müzikleri de tercih ediyorum. SELMA IRMAK - HDP ŞIRNAK MILLETVEKILI Genellikle inceleme kitapları, politik kitaplar ve roman okumayı tercih ediyorum. Şu sıralarda Emil Michel Cioran’ın yazdığı Çürümenin Kitabı’nı okuyorum. Bağımsız sinemayı tercih ediyorum. En son izlediğim film ise “Were Dengê Min” (Sesime Gel). Genellikle rock müzik dinlemeyi tercih ediyorum. Pink Floyd sevdiğim gruplardan biridir. 92 BÜLENT KUŞOĞLU - CHP ANKARA MILLETVEKILI Ekonomi, maliye, iş dünyası ve yönetim olmak üzere kendi alanımla ilgili kitapların yanı sıra felsefe, tarih ve sosyoloji kitapları okuyorum. Zaman zaman da roman tercih ediyorum. Kitap okumak beni dinlendiriyor. Şu sıralar Carl Gustav Jung’un anılarını ve Ayn Rand’in Hayatın Kaynağı adlı romanını okuyorum. Yoğun çalışma temposu nedeniyle sinemaya gitmeye pek fırsat bulamıyorum. Klasik Türk Müziği de, Türk Halk Müziği de, Klasik Batı Müziği de dinliyorum. Bununla birlikte Türk Halk Müziği’nin benim için ayrı bir yeri bulunuyor. BAYRAM ÖZÇELIK - AK PARTI BURDUR MILLETVEKILI Genellikle düşünce kitapları ve başta siyasi tarih olmak üzere tarih kitapları okuyorum. Kişisel gelişim üzerine çalışmalar da ilgimi çekiyor. Şu sıralar Muhammed Bozdağ’ın İstemenin Esrarı adlı kitabını okuyorum. Sinemaya pek fazla gidemiyorum. Bugünlerde “Kod Adı: K.O.Z.” adlı filmi izlemeye niyetlendim, ama henüz göremedim. Müzik konusundaki tercihimi ve dinlediğim sanatçıları genellikle parçalar belirliyor. Müziği ve sözleriyle beni etkileyen parçaları ve onları seslendiren sanatçıları dinlemekten keyif alıyorum. OĞUZ OYAN - CHP İZMIR MILLETVEKILI Bilimsel kitap ve dergiler, tarih incelemeleri, bazı alanlardaki edebiyat yapıtları öncelikli tercihlerim arasındadır. Yaklaşık yedi bin kitap/dergiden oluşan bir arşivim bulunuyor. Şu anda okuduğum kitaplar Finansallaşma, Devlet ve Politik İktisat (Derleyen: Hakan Mıhcı) ile Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital (Thomas Piketty). Ayrıca Thomas Piketty’nin kitabı üzerine eleştirel makalelerden oluşan özel bir sayı çıkaran SBF Dergisi’ni okuyorum. Sinemada yönetmen filmlerini ve bu arada bilimkurgu sinemasını takip ederim. Son zamanlarda izlediğim filmler “Interstellar”, “Birdman” ve “The Theory of Everything”. Dinlediğim müzikler çok çeşitli bir yelpazeye dayanır. Evde ve arabada en çok TRT 3’e bağlı kalırım. Klasik müzik (özellikle Barok dönem), Batı Ortaçağ müziği, caz, Türk Sanat Müziği ve türküler ilgi alanımdadır. Jacques Brel, Ray Charles, Paul Simon gibi eski ve yeni dönem sanatçılarının CD’lerini mutlaka arabamda bulundururum. 93 SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERİ @nursunamemecan @mahirunal Farklı düşünceler, yaşam tarzları, diller, dinler, kimlikler tehlike değil, zenginliktir. Farklılıkları değer olarak görmeyi öğrenmek lazım. Neşe ve coşku bir şükür biçimidir. facebook.com/nhavutca @mustafakabakci @Ondermatli Dostluk, ihtiyaç anında kenardan izlemek değil, gerekeni yapmaktır. Bu çocukların gözlerindeki ışık hiç sönmesin, hayat boyu ümitlerini kaybetmesinler. @salimuslu__ @LutfuTurkkan instagram.com/turgutdibekchp Merhameti var edene şükürler olsun. Kalaycılar hâlâ var, ama kalaylanacak bakır kap kimsenin evinde kalmadı artık. Bu resim bizlere çok şey anlatmıyor mu? İnsan sevgisi hayvanı sevmekle başlar! Onların da sevgiye ihtiyacı var. Sevgiler paylaşıldıkça çoğalır. Sevmekle başlar her şey. Sevdikçe anlarsın sevilmeyi... 94 Sedef Küçük @sedefkucuk CHP İstanbul Milletvekili, TBMM CHP Grup Yönetim Kurulu Üyesi, TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Üyesi Twitter’ı aktif biçimde kullanan siyasetçilerimiz arasında ilk sıralarda yer alıyorsunuz. Twitter’ı ne zamandır ve gün içinde hangi sıklıkla kullanıyorsunuz? 2012 yılından bu yana Twitter kullanıcısıyım. Gün içinde fırsat buldukça bakıyorum, ama sabah gözünü sosyal medya ile açıp akşam sosyal medya ile kapatanlardan da değilim. Toplumsal bir hareketlilik olduğunda daha sık kullanıyorum. Sosyal medya sizin için ne ifade ediyor, Facebook veya diğer sosyal paylaşım ortamları da ilgi alanınıza giriyor mu? Sosyal medya artık iletişimin ve habere erişimin yeni biçimi. On yıl önce iletişim kanallarının bu kadar yaygınlaşacağını düşünmek zordu. Sosyal medyanın bir tarafıyla mesafeleri yok edip herkese kendini ifade etme olanağı sunarken, diğer taraftan yüz yüze iletişimin azalmasına neden olduğunu düşünüyorum. Tabii ki her fırsat yeni sorunları da beraberinde getiriyor. Bir taraftan sosyal duyarlılığı artırıyor ve bazı olaylara dikkat çekiyor, diğer taraftan zaman zaman yanlış bilgilerin yayılmasına neden oluyor. Ben daha çok sosyal medyanın doğru ve anında haber yayma kısmının faydalı olduğunu düşünenlerdenim. Bu nedenle paylaşımların doğruluğunu muhakkak kontrol ediyorum. Twitter’ı bu açıdan daha verimli bir mecra olarak görüyorum. Facebook artık daha çok kedi videolarının paylaşıldığı, haber aktarma niteliğinin azaldığı bir platform. Twitter kadar olmasa da Facebook da kullanıyorum. lınıza geldiği gibi atamıyorsunuz. Çok tepki duyduğunuz bir olay olsa dahi kullandığınız dili yumuşatmak zorunda kalıyorsunuz. Bu açıdan siyasetçilerin sosyal medyayı daha özenli kullanması gerektiğini düşünüyorum. Kışkırtıcı mesajlara karşı daha duyarlı olunması gerekiyor. Sosyal paylaşım ortamında ilginç anılarınız oldu mu? Her kullanıcı gibi sıkıntı yaşatan durumlarla karşılaşıyoruz tabii ki. Siyasetçi olunca bu durum daha da artıyor. Takip isteği olan birilerini takip etmeyince küsen de oluyor, beddua eden de, her sorun nedeniyle size çatan da oluyor. Küfürleri ve bedduaları saymazsak, en ilginci “Sizi biz seçtik, tweetimi niye retweet etmiyorsunuz” diye mesaj atan biriydi sanırım. Üstelik bunu yazan kişi, partileri karıştırmıştı. Sosyal medyaya ilişkin en keyifli anım ise seksen yaşını aşmış annemin eczanesinden bilgisayara girip, bir Facebook profili oluşturup, bana arkadaşlık isteği göndermesiydi. Keyifli olanları bir tarafa bırakırsak şu acı gerçeği de görmemiz gerekir diye düşünüyorum. Artan toplumsal kutuplaşma nedeniyle nefret dolu söylemler ve mesajlarla hemen her gün sosyal medyada karşılaşıyor olmamız hakikaten çok ızdırap verici. Bu kutuplaşmanın yarattığı ve yaratacağı sonuçlar beni çok tedirgin ediyor. Toplumumuz adına, geleceğimiz adına gerçekten çok üzülüyorum. Sizce siyasetçilerin sosyal paylaşım sitelerini etkin ve doğru bir şekilde kullanması ne bakımdan önemli? Sosyal paylaşım sitelerinin ve sosyal medyanın iletişim açısından yeni bir mecra yarattığı kesin, ama nasıl kullanıldığıyla ilgili sıkıntılar var. Bu açıdan siyasetçiler için bir olanak sunduğu kadar bir handikap oluşturuyor. Takipçilerinize karşı sıradan bir kullanıcıya göre daha fazla sorumluluk hissediyorsunuz. Bazı tweetleri ak- 95 UNUTMAYACAĞIZ Mehmet Şemsettin Sönmez 14. Dönem Eskişehir Milletvekili Mehmet Şemsettin Sönmez, 1921 Eskişehir doğumludur. Ankara Tıp Fakültesi’nde gördüğü yüksek öğrenimin ardından Paris Tıp Fakültesi’nde kalp hastalıkları alanında ihtisas yapan Sönmez, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde kalp uzmanı olarak görev yaptı. Mehmet Şemsettin Sönmez’in cenazesi 14 Ocak 2015 tarihinde İsmet Oğultürk Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verildi. Mehmet Sezai Pekuslu 18. Dönem Ankara Milletvekili Mehmet Sezai Pekuslu, 1946 Ankara Beypazarı doğumludur. Ankara Üniversitesi Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi ile İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yüksek öğrenim gören Pekuslu, Beypazarı Lisesi Müdürü, Millî Eğitim Bakanlığı Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğü Şube Müdürü ve serbest avukat olarak görev yaptı. Mehmet Sezai Pekuslu’nun cenazesi 2 Şubat 2015 tarihinde TBMM’de düzenlenen törenin ve Kocatepe Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Doğan Güneş 16. Dönem İstanbul Milletvekili Doğan Güneş, 1931 Kayseri Develi doğumludur ve ticaretle uğraşmıştır. Doğan Güneş’in cenazesi 21 Şubat 2015 tarihinde İstanbul Ataköy 5. Kısım Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından Kızılçeşme Mezarlığı’nda toprağa verildi. OCAK VE ŞUBAT AYLARINDA ARAMIZDAN AYRILAN ARKADAŞLARIMIZ IÇIN CENAB-I ALLAH’TAN RAHMET DILIYOR, KEDERLI AILELERI IÇIN KALPTEN DUYGULARLA SABR-I CEMÎL NIYAZ EDIYORUZ. 96