Çanakkale: 100 yıl önce bir devrin battığı yer

Transkript

Çanakkale: 100 yıl önce bir devrin battığı yer
Parlamento
TPB
Hakimiyet Milletindir
Mart 2015 Sayı: 23
Ayl ı k sürel i yay ı n
Çanakkale: 100 yıl önce bir devrin battığı yer...20
Ayşenur İslam: Kadına karşı her tür şiddet ve istismarın önlenmesi
öncelikli politikalarımız arasında yer alıyor...30
Nevruz: Toprak ananın bağrında yanan ateş...46
Büyük, gizemli ve efsanevi Sümela Manastırı...54
ISSN 2147-6616
9 772147 661000
23
Parlamento
TPB
Hakimiyet Milletindir
Mart 2015 Sayı: 23
Fiyatı: 20 TL/Kurum ve kuruluşlar için: 30 TL
Yerel süreli yayın
ISSN 2147-6616
Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. adına
TPB Parlamento Dergisi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü
Eren Safi
Yayın Koordinatörü
Erbay Kücet
Editör
Songül Baş
Yazı İşleri
Çağla Taşkın
Deniz Varol
Elif Çelik
Gökçe Doru
İrem Coşkunseven
Nehir Öztürk
Nil Özben
Pınar Ünsal
Zeynep Yiğit
Katkıda Bulunanlar
Dr. Ahmet Tetik
Hakan Arslanbenzer
Dr. Polat Safi
Tasarım
Evrim Uluçay
Sinan Günçiner
TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ
GENEL BAŞKAN
Nevzat PAKDİL
Kahramanmaraş Milletvekili
YAYIN KURULU
Yahya AKMAN
Şanlıurfa Milletvekili
Cahit BAĞCI
Çorum Milletvekili
Kadir Ramazan COŞKUN
Genel Sekreter
19. Dönem İstanbul Milletvekili
İlknur İNCEÖZ
Aksaray Milletvekili
Alpaslan KAVAKLIOĞLU
Niğde Milletvekili
Nuri USLU
Genel Sekreter Yardımcısı
23. Dönem Uşak Milletvekili
Genel Koordinatör
İsmail Demir
Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir. Makul alıntılar dışında izinsiz iktibas yapılamaz.
YAPIM
Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti.
Uğur Mumcu Cad. 89/8 Çankaya/ANKARA
T: 0312 446 15 72 F: 0312 446 15 82
www.buyukharf.com.tr
BASKI
Özel Matbaası
Basım Yeri: Matbaacılar Sanayi Sitesi 1514. Sokak No: 6
İvedik/Ostim/ANKARA
Basım Tarihi: 03.03.2015
T: 0312 395 06 08
MART 2015
İÇİNDEKİLER
20
ÇANAKKALE
EFSANE DEĞIL, 100 YIL ÖNCE
BIR DEVRIN BATTIĞI YER
42 Siyasette vefa
İbrahim Özdemir:
göstermezseniz
vefa göremezsiniz
50 Siyasette ülkenin çıkarı ve
Prof. Dr. A. Ziya Aktaş:
halkın yararı her şeyin
üstünde tutulmalıdır
30 AYŞENUR ISLAM:
AILE VE SOSYAL POLITIKALAR BAKANI
Kadına karşı her tür
şiddet ve istismarın
önlenmesi öncelikli
politikalarımız
arasında yer alıyor
70 Alkol ve madde
Hacı Biner:
bağımlılığıyla mücadelenin
temeli eğitimdir
26 8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ
54 BÜYÜK, GIZEMLI VE EFSANEVI SÜMELA MANASTIRI
62 TÜRKIYE-ARNAVUTLUK PARLAMENTOLARARASI DOSTLUK
GRUBU BAŞKANI RIFAT SAIT ILE SÖYLEŞI
4
BAŞKAN’IN MESAJI
5 BIRLIK’TEN
8 HABERLER
12 DÜNYADAN
16 TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI’NDE ŞUBAT 2015’TE KABUL EDILEN YASALAR
60 TARIHÎ VESIKALAR: TANZIMAT FERMANI
66 İSTIKLÂL MARŞI’NIN MECLIS’TEKI SESI: HAMDULLAH SUPHI TANRIÖVER
74
MECLIS ÇALIŞANLARI: RESTORASYON VE TEKNIK UYGULAMALAR BAŞKANLIĞI
78
TARIH SAHNESI
86
ERBAY KÜCET: BAK POSTACI GEL-E-MIYOR
88 KITAP
90 MÜZIK
91 FILM
92
VEKILLER NE OKUYOR / NE IZLIYOR
94
SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERI
95
CHP ISTANBUL MILLETVEKILI SEDEF KÜÇÜK ILE SOSYAL MEDYA SÖYLEŞISI
96 UNUTMAYACAĞIZ
36
İPEK YOLU’NUN
ÖTESINDE SIYASET
JAPONYA
PARLAMENTOSU
46 TOPRAK ANANIN
NEVRUZ:
BAĞRINDA YANAN ATEŞ
82 MÜZEYYEN SENAR
BIR SISLI HAZAN KALDI ARDINDA
BAŞKAN’IN MESAJI
ÇANAKKALE UNUTULMAZ
1
915’te bir vatanın nasıl savunulacağının en güzel örneğinin sergilendiği Çanakkale, askerimizin imkansızı başardığı, iman gücünün ve vatan sevgisinin en üst seviyede ortaya konulduğu
bir destandır. Çanakkale’de sergilenen bu sarsılmaz vatan sevgisi ve millet olma bilinci en
büyük zenginliklerimizdir. Millet olarak “Çanakkale geçilmez” dedirten bu sağlam inancın, sarsılmaz ruhun mirasçıları olduğumuzun bilincinde; bugün de dünle aynı ruh ve inançtayız.
Çanakkale Zaferimizi geçmişimizin aziz bir hatırası olarak değil, vatanseverlik, fedakarlık,
cesaret gibi yüksek faziletlerin kahramanca sergilendiği bir destan olarak bilmeliyiz. Şunu açıklıkla ifade etmeliyim ki hiçbir savaş tarihin akışını bu kadar değiştirmemiştir. Türlü sıkıntılar
içindeki bir milletin çağın en güçlü devlet ve silahlarına karşı koyması ve dayanmasının gerçek
bir destanıdır Çanakkale. Bu destanın her satırında insanlık gururu vardır.
Milletimizi ihya edecek ve başarıya ulaştıracak kodları bünyesinde barındıran Çanakkale’de
milletimiz bir bütün olarak mücadele vermiştir. Vatan söz konusu olduğunda aidiyetlerin hiçbir
önemi olmadığının en güzel örneği yaşanmıştır. Din, vatan, namus tehlikeye girdiğinde canın,
malın hiç düşünmeden verilebileceğinin göstergesidir Çanakkale.
Tarihçilerimizin “253 bin şehit verdik, ama ülkemizi kimselere vermedik” dedikleri bu onur dolu
mücadelede, askerlerimizin galibiyeti ve düşman devletlerin çekilmesi ile savaş sona erdiğinde
dillerde “Çanakkale geçilmez” düsturu vardı. Bu nedenle Çanakkale’yi sadece bir savaş değil,
“Söz konusu vatansa gerisi teferruat” sözünün yerine getirildiği bir zaman olarak görmekteyiz.
Bugün bu ülkede yaşayan herkes şehitlerimize borçlu olduğunu unutmadan hayatını sürdürmelidir diye düşünüyorum. Zira bastığımız toprağın her bir karışı, Mehmet Âkif’in “Şüheda
fışkıracak toprağı sıksan şüheda” mısrasında ifade ettiği gibi, şehit kanıyla sulanmıştır. Millet
olarak nereden geldiğimizi, hangi badirelerden kurtulduğumuzu unutmamalıyız. Âkif başka bir
şiirinde Çanakkale’de çarpışan askerlerimizi İslam tarihimizin en fedakar askerleri olan Bedir
ashabına benzetmiştir. Ecdadımız Çanakkale’de verdiği mücadeleyle sadece İstanbul’u değil
Kudüs’ü, Medine’yi, Mekke’yi, hatta bütün İslam dünyasını korumuştur. Onun için bizim Çanakkale müdafaasını asla unutmamamız gerektiğini, bu destanı gelecek nesillere anlatmamızın bir
vefa borcu olduğunu düşünüyorum.
Yukarıda ifade etmeye çalıştığım nedenlerden dolayı Çanakkale Zaferi’yle ilgili yapılan
sempozyum, konferans ve yayınları önemsememiz gerektiğinin altını çizerken düzenlenen
etkinliklere katkı sağlamamızın bir insanlık borcu olduğunu da hatırlatma gereğine inanıyorum.
Çanakkale Zaferi’nin yıl dönümünü kutluyor, 18 Mart Şehitler Günü’nde bu toprakları bize
mukaddes bir vatan kılan tüm şehitlerimizi rahmetle, şükranla anıyorum.
Çanakkale şehitlerimizi hiçbir zaman unutmayacağız. Şehitlerimizin ruhları şad olsun!
4
Nevzat Pakdil
Türk Parlamenterler Birliği
Genel Başkanı,
Kahramanmaraş Milletvekili
TÜRLÜ SIKINTILAR
IÇINDEKI BIR
MILLETIN ÇAĞIN
EN GÜÇLÜ DEVLET
VE SILAHLARINA
KARŞI KOYMASI
VE DAYANMASININ
GERÇEK BIR
DESTANIDIR
ÇANAKKALE. BU
DESTANIN HER
SATIRINDA INSANLIK
GURURU VARDIR.
BİRLİK’TEN
NEVZAT PAKDİL: HOCALI’DA INSANLIK SUÇU
IŞLEYENLER BUNUN HESABINI VERMELIDIR
TÜRK Parlamenterler Birliği (TPB) Genel Başkanı Nevzat Pakdil, Hocalı Katliamı’nın
hiçbir zaman unutulmayacağını belirterek yirmi üç yıl önce bu insanlık suçunu işleyenlerin uluslararası mahkemelerde yargılanması gerektiğini ifade etti.
Nevzat Pakdil, Hocalı Katliamı’nın 23’üncü yıl dönümü dolayısıyla bir mesaj yayımladı. 26 Şubat 1992 tarihinde Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı
kasabasında 106’sı kadın, 83’ü çocuk olmak üzere 613 Azerbaycan Türkü’nün Ermeni
çeteleri tarafından katledildiğini hatırlatan Pakdil, “Silahsız ve masum sivil halkın
işkence edilerek öldürüldüğü bu elim hadise hafızalarımızdaki tazeliğini ve insanlığın
vicdanındaki yerini daima koruyacaktır. Hocalı kasabasında yaşanan vahşet insanlık
tarihindeki en büyük dramlardan biridir. Türlü işkencelere maruz kalarak hayatını
kaybedenlerin yanı sıra binlerce yaralı ve kayıp olması bizi derinden üzmektedir. Hocalı
Katliamı hiçbir zaman unutulmayacaktır” dedi.
“Katliama sessiz kalmak çifte standart uygulamaktır”
Pakdil, yirmi üç yıl önce tüm dünyanın gözü önünde yaşanan katliamla ilgili belge ve
fotoğraflar bulunduğunu, aynı zamanda bu vahim hadisenin birçok şahidi ile ölenlerin
yakınlarının hayatta olduğunu ifade ederek,
“Her şey apaçık ortadayken uluslararası kamuoyunun Hocalı Katliamı’na sessiz kalması
kabul edilemez. Her fırsatta insan hakları,
demokrasi ve özgürlüklerden bahsedenler,
yaşanan olaylar karşısında çifte standart
uygulamaktan vazgeçmelidirler. Nerede bir
insan hakkı ihlali olursa tüm dünya sesini
yükseltmelidir. Hocalı Katliamı’nı yapanlar
mutlaka uluslararası mahkemelerde yargılanmalı ve işledikleri insanlık suçunun hesabını
vermelidirler” dedi.
Nevzat Pakdil yayımladığı mesajda Hocalı
Katliamı’nda hayatını kaybedenlere Allah’tan
rahmet, Azerbaycan halkı ve Türk milletine
başsağlığı diledi.
HOCALI KATLIAMI’NIN
23’ÜNCÜ YIL DÖNÜMÜ
DOLAYISIYLA BIR MESAJ
YAYIMLAYAN TÜRK
PARLAMENTERLER
BIRLIĞI GENEL BAŞKANI
NEVZAT PAKDIL,
“SILAHSIZ VE MASUM
SIVIL HALKIN IŞKENCE
EDILEREK ÖLDÜRÜLDÜĞÜ
BU KATLIAM
HAFIZALARIMIZDAKI
TAZELIĞINI DAIMA
KORUYACAKTIR” DEDI.
5
TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI
ŞUBELERINDE GENEL KURUL TOPLANTILARI
TÜRK Parlamenterler Birliği’nin (TPB) İstanbul, İzmir ve Bursa
şubeleri olağan genel kurul toplantılarına hazırlanıyor. Yeni şube
yönetimlerinin belirleneceği toplantılar bu ay içinde gerçekleştirilecek.
TPB İstanbul Şubesi’nin Genel Kurul Toplantısı 22 Mart 2015 tarihinde yapılacak. İlk toplantıda çoğunluk sağlanamazsa ikinci toplantı 29 Mart’ta düzenlenecek. TPB İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Demirtaş, konuyla ilgili olarak TPB Parlamento’ya
şu görüşleri dile getirdi:
“Zaman treni çok hür, çok bağımsız, kimseye tabi değil; durmadan dinlenmeden, gece gündüz, tatil, bayram demeden yürüyor,
akıp geçiyor. 2012’nin Mart ayında göreve gelmişiz, aradan üç koca
yıl akıp gitmiş nasıl olduğunun farkına varamadan. O günlerde
seçimle işbaşına gelen yönetim kurulumuz; iktidar, muhalefet,
hatta Meclis’te bulunmayan partilerin mensuplarından oluşan
değerli parlamenterlerimizin temsilciliğinde oluşmuş bir koalisyon. Koalisyonlar ülkemizde başarılı olamıyor. Henüz bu kültürün
bizde oluşmadığı bir gerçek. Ancak sivil toplum örgütlerinde kimin
nereye ait olduğuna bakılmaz, kişilerin kabiliyet ve kapasiteleri,
verimlilikleri dikkate alınır. Türk Parlamenterler Birliği çatısı altında
böyle bir kültür ve zarafet uzun zamandan beri oluşmuş ve hayata
geçirilmiş bulunmaktadır.
6
BIRLIK’TEN
Mensuplarımız, aralarında birinci, ikinci, üçüncü gazi meclislerin
mensuplarının çocukları ve torunları da dahil olmak üzere 2 bin iştirakçimiz ile 400 civarında İstanbul’da mukim Meclis Başkanı, Bakan
ve parlamenterlerimizden oluşmaktadır. Bir aile sıcaklığı, birlik ve
beraberlik içindeki Türk Parlamenterler Birliği İstanbul Şubesi üyeleri
olarak, çoğulcu yapımızla, fikrî zenginliğimiz ve bilgi birikimimizi ülkemizin hizmetine sunma gayreti içindeyiz. Bu hedef doğrultusunda
farklı düşüncelerimiz ve tercihlerimize rağmen ülkemizin geleceği
için ortak paydalarda bir araya gelmeyi başarabilen arkadaş ve dost
grubuyuz.
Bu çatı altında mensuplarımıza sağlıktan ulaşım kolaylıklarına kadar çeşitli hizmetler vermenin gayreti içinde olduk. Öte yandan dışa
açık faaliyet olarak geleneksel hale gelen konferansları aynen devam
ettirdik. Konferanslar ve faaliyetlerimiz üyelerimiz ile katılımcılarımızın ilgi ve ihtiyaçları göz önünde bulundurularak düzenlenmiştir.
Görevi, bu ay yapılacak Genel Kurul ile oluşacak yeni yönetim kuruluna devredeceğiz. Türk Parlamenterler Birliği Genel Merkezi’ne
ve mensuplarımıza görevimiz süresince bize gösterdikleri ilgi için
teşekkür ediyorum. Ayrıca farklı siyasi düşüncelere sahip olmalarına
rağmen üç yıl fevkalade uyumlu bir yönetim örneği sergileyen yönetim kurulu üyesi ve denetim kurulu üyesi arkadaşlarıma içtenlikle
teşekkür ediyorum.”
TPB İstanbul Şubesi’nin düzenlediği konferanslardan bazıları şöyle: Günün Hukuki
ve Siyasi Meseleleri (Oltan Sungurlu), Cumhuriyetimizin İlk Yüz Yılı 1923-2023 (Prof.
Dr. İlber Ortaylı), Muhafazakarlık ve İstanbul Kültürü (M. Şevket Eygi), Nasıl Bir Anayasa ve Kimin İçin? (Prof. Dr. Ergun Özbudun), Sağlıklı ve Kaliteli Yaşamın Şifreleri
(Prof. Dr. Canan Karatay), Atatürk’ün İhtilal Hukuku (Taha Akyol), 1969-1980 Arası
TBMM (Sami Kumbasar), Asrımızın En Büyük Eseri: TDV İslam Ansiklopedisi (Tayyar
Altıkulaç), Yeni Türkiye’nin Hedefleri Neler Olmalıdır? (Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş), Dış
Politikamızda Ortadoğu (İsmail Müftüoğlu).
Dikkat çekici etkinlikler düzenlendi
Türk Parlamenterler Birliği İzmir Şubesi’nin Genel Kurul Toplantısı 20 Mart 2015
tarihinde yapılacak. İlk toplantıda çoğunluk sağlanamazsa ikinci toplantı 27 Mart’ta
gerçekleştirilecek. TPB İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Metin Öney, 2012, 2013
ve 2014 yıllarında konferanstan geziye, söyleşiden yemekli toplantıya kadar çeşitli
faaliyetler düzenlediklerini ifade etti. “Türkiye’de Neler Oluyor?” ana başlığı altında
gerçekleştirilen etkinliklerde öğretim üyeleri ve uzmanların çeşitli konularda konferanslar verdiğini kaydeden Öney, konferans konuları ve konuşmacıları ile ilgili şu
bilgileri aktardı:
Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay (Alev Coşkun), Anayasa (Metin Öney), Medya
Nereye Gidiyor? (Hasan Tahsin Kocabaş), Dış Politika-Arap Baharı ve Suriye (Onur
Öymen), Yeni Büyükşehir Yasası Neyi Hedefliyor? (Bülent Baratalı), AB Süreci, Sevr ve
Lozan İlişkileri (Yrd. Doç. Dr. Türkan Başyiğit), Sağlıkta Neler Oluyor? (Suat Çağlayan,
Op. Dr. Ceyhun Balcı), Yeni Anayasa Çalışmaları (Kemal Anadol), Anılarla Siyasette
Kadın-Erkek El Ele Toplantısı (Işılay Saygın, Yılmaz Karakoyunlu, Türkan Miçooğulları, Canan Aritman, Emel Denizaslanı, Ayşe Akın), Millet ve Milliyetçilik (Aytekin
Sözen), Edebiyat, Tarih, Politika Üzerine Söyleşi (Kemal Anadol), Türkiye’de Neler
Oluyor? (Yaşar Okuyan), Yargı Bağımsızlığı (Prof. Dr. Fevzi Demir), Misak-ı Milli-Lozan-Cumhuriyet (Prof. Dr. Ergün Aybars), Geçmişten Günümüze Ortadoğu (Yrd. Doç.
M. Emin Elmacı), Ekonomi ve Yolsuzluklar (Doç. Dr. M. Ufuk Tutan), Basın Özgürlüğü
(Serdar Kızık), Eğitim ve Sorunları (Yrd. Doç.
Dr. Türkan Başyiğit), Cumhuriyetten Bugüne
Seçimler (Prof. Dr. Kemal Arı), Seçmen Sorumluluğu ve Seçim Güvenliği (Metin Öney),
İçimizden Biri: Kemal Atatürk (Prof. Dr. Kemal
Arı), Uluslararası İlişkiler (Yrd. Doç. Dr. Kenan
Kırıkpınar), 2015 Dünya ve Türkiye Senaryoları (Prof. Dr. Ümit Özdağ).
Tanıtıcı faaliyetler yapıldı
Türk Parlamenterler Birliği Bursa Şubesi’nin
Genel Kurul Toplantısı 13 Mart 2015 tarihinde
yapılacak. İlk toplantıda çoğunluk sağlanamazsa ikinci toplantı 20 Mart’ta gerçekleştirilecek. TPB Bursa Şubesi Yönetim Kurulu
Başkanı Niyazi Pakyürek, 2012-2014 yılları
arasında panel, yemekli toplantı, ziyaret, Türk
Parlamenterler Birliği ile Bursa Şubesi’ni tanıtıcı televizyon programlarına katılım gibi
çeşitli faaliyetler düzenlediklerini belirtti. TPB
Bursa Şubesi’nin çalışmalarıyla ilgili mülakatların yerel gazete ve dergilerde yayımlandığını, Bursa’daki sivil toplum örgütleriyle iletişim
kurulduğunu ifade eden Pakyürek, yeni anayasa hazırlık çalışmalarının yapıldığı dönemde gerçekleştirdikleri “Nasıl Bir Anayasa?”
paneline ise Uludağ Üniversitesi’nden Prof.
Dr. Ali Yaşar Sarıbay’ın katıldığını bildirdi.
7
HABERLER
STRUMA FACIASI DEVLET
DÜZEYINDE YÂD EDILDI
tutunmaları için gayret sarf ettiğimiz bu insanları kaybetmenin
acısını paylaşıyoruz. Bulunduğumuz coğrafyada vuku bulmuş birçok insanlık trajedisine her zaman insani bir duyarlılıkla yaklaşmaya özen gösteren Türkiye, bu elim hadisenin hatırasını da gelecek
nesillere yansıtmayı görev bilecektir.”
Bakan Çelik: Bu acının unutulmamasını
temin etmeye çalışıyoruz
TARIH 24 Şubat 1942. II. Dünya Savaşı devam ederken, Nazilerden kaçan Yahudileri Filistin’e götürmek üzere Romanya’dan yola
çıkan Struma adlı gemi İstanbul açıklarına geldiğinde, motorundaki arızalanma nedeniyle demir atmak zorunda kalır. Almanya’nın
baskıları nedeniyle yolcularının karaya inmesine izin verilmeyen
gemi, dokuz hafta boyunca oradan ayrılamaz. İçindeki yolcular
hakkında görüşmeler bir sonuç vermeyince Struma 23 Şubat
1942’de Türk Hükümeti tarafından Şile açıklarına çektirilir. 24
Şubat sabahı, Türk kargo gemisi Çankaya’yı da batıran bir Sovyet
denizaltısı tarafından torpido ile vurularak batırılır ve 103’ü çocuk
768 kişi hayatını kaybeder.
Struma faciası, 73’üncü yıl dönümünde Dışişleri Bakanlığı tarafından yayımlanan bir mesajla yâd edildi. Mesajda şu ifadelere yer
verildi: “II. Dünya Savaşı yıllarında neredeyse tüm Avrupa’yı saran
Nazizm ve antisemitizmin etkisiyle yaşadıkları ülkeleri, şehirleri,
köyleri terk etmek zorunda kalan kadın, çocuk, hasta, genç, yaşlı,
bebek tam 768 kişinin hayatı, 73 yıl önce bugün elim bir şekilde
son bulmuştur. Bu hadise, kurbanlarının dinî ya da etnik kökenlerinden bağımsız olarak, insanlık tarihinde yerini almış bir trajedidir
ve tarihe böyle not düşülmesi gerekir.
Bu anlayışla, Holokost’un 70’inci yıl dönümünü de vesile kılarak, ‘Struma’ gemisinde hayatını kaybedenleri saygıyla anıyor,
yakınlarına ve olayın gözleri önünde cereyan etmesi nedeniyle konuya yönelik hassasiyet ve buruklukları devam eden Türk Musevi
Cemaati mensubu yurttaşlarımıza başsağlığı diliyoruz. Hayata
8
Struma’da ölenleri anmak için geleneksel olarak düzenlenegelen
törende bu yıl ilk kez hükümet temsilcisi ve devlet görevlileri de
hazır bulundu. İstanbul Sepetçiler Kasrı’nda düzenlenen anma törenine hükümet adına Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik katıldı.
Türk-Musevi Cemaati’ne hükümet adına taziyelerini sunan Bakan
Çelik, “Bugün ilk defa böyle bir anma töreni yaparak ve buna
hükümet düzeyinde katılarak, aslında bu acının unutulmamasını
temin etmeye çalışıyoruz. Genelde bu tip acıların üstü örtülmeye
çalışılır, unutulmaya terk edilir, ama biz bu acının unutulmasını
istemiyoruz” dedi.
Bakan Çelik sözlerini şöyle sürdürdü: “İnsan haklarının, hümanizmin evrensel bir değer olduğunu düşündüğümüz zamanlar maalesef hemen arkasından tarihin en ilkel sayfalarından, en korkunç
tehditler fışkırıyor. Antisemitizm tehlikesi, İslam karşıtlığı tehlikesi yükseliyor, ırkçılıkla, yabancı düşmanlığı yükseliyor. Özellikle de
Avrupa için son derece geçerli bir tehdit olarak bunlar önümüzdedir. Bu olay, kendisinden daha büyük olaylara işaret eden günümüzün gelişmeleri karşısında bizim aklımızın ve vicdanımızın her
zaman diri ve her zaman uyanık olması gerektiğini bize anlatıyor.
Çünkü bütün bu tehlikeler, antisemitizm, İslam karşıtlığı, yabancı
düşmanlığı ve ırkçılık, bunların hepsi aynı kaynaktan besleniyor.
Bunlar, insanın bir parçası olan kötülük üretme kabiliyetiyle birtakım siyasi ve sosyal akımların birleşmesi neticesinde insanlığa
büyük acılar yaşatıyor. Holokost’un 70’inci yılında, 73 yıl önce olan
bu olayı anmamız bu bakımdan önemli. Asla unutmayacağız,
unutturmayacağız. Bunlardan hep beraber ders çıkartacağız ve
geleceğe hep beraber güçlü bir biçimde bakacağız.”
REFORM EYLEM GRUBU TOPLANTILARININ IKINCISI GERÇEKLEŞTI
REFORM Eylem Grubu (REG) İkinci Toplantısı Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun evsahipliğinde Ankara Palas Devlet
Konukevi’nde gerçekleştirildi. Toplantıya AB Bakanı ve Başmüzakereci Volkan Bozkır, İçişleri Bakanı Efkan Ala, Adalet Bakanı Bekir
Bozdağ, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam ile çeşitli
kurum ve kuruluşlardan yetkililer katıldı.
Ulusal Program’da yer alan hedefler doğrultusunda Kopenhag
siyasi kriterlerinin yerine getirilmesine yönelik mevzuat uyumlaştırma çalışmalarının yapılmasını ve söz konusu mevzuat değişikliklerinin etkili bir şekilde uygulanmasını amaçlayan Reform Eylem
Grubu toplantılarının ikincisinde, ülkemizde son dönemde gerçekleştirilen reform çalışmalarıyla önümüzdeki dönemde atılabilecek
adımlar ele alındı.
Bakan Çavuşoğlu toplantı sonrasında düzenlenen basın toplantısında grubun çalışmalarının siyasi reform sürecine de ivme kazandırdığını ve yaratılan ivmenin olumlu sonuçlarını da hep birlikte
görmeye başladıklarını dile getirdi.
Çavuşoğlu toplantı kapsamında suç mağdurlarının korunması,
kadına yönelik şiddetle etkili bir şekilde mücadele edilmesi, ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik konularındaki kanun tasarısı taslakları,
farklı inanç gruplarına mensup vatandaşlarla diyalog süreci ve
AB müzakere sürecindeki önemli fasıllardan “Adalet, Özgürlük ve
Güvenlik” başlıklı 24. fasla ilişkin gelişmeler gibi çeşitli konuları
değerlendirdiklerini söyledi.
“ADALET ALANINDA İŞ BIRLIĞI FIRSATLARI” TOPLANTISI
İSTANBUL’DA YAPILDI
GÜNEYDOĞU Avrupa Ülkeleri İş Birliği Süreci Parlamenter
Asamblesi (GDAÜPA) Adalet, İçişleri ve Güvenlik İş Birliği Genel
Komite Toplantısı TBMM’nin evsahipliğinde İstanbul’da düzenlendi. “Adalet Alanında İş Birliği Fırsatları” başlıklı toplantıya
Türkiye’nin yanı sıra Bulgaristan, Bosna-Hersek, Makedonya,
Arnavutluk, Sırbistan, Romanya, Karadağ ve Kosova’dan milletvekilleri ile bürokratlar katıldı.
Toplantının açılış konuşmasını gerçekleştiren TBMM Başkanvekili Sadık Yakut, Türkiye’nin GDAÜPA katılımcısı ülkelerin hemen
her biriyle ortak tarihî ve kültürel mirasa dayanan, sağlam beşeri
bağlarla tahkim edilmiş köklü ilişkilere sahip olduğunu kaydederek
Balkanlar’ın Türkiye için önemine dikkat çekti.
Parlamenter diplomasinin başarısı için iş birliğinin somut projeler zemininde sürdürülebilir ve etkin kılınmasının elzem olduğunu
belirten Yakut, “Bu itibarla, GDAÜPA’nın daimi bir sekretaryaya
kavuşturulmasına yönelik çalışmalara başından bu yana aktif katkı sağlamaktayız. Bu sekretaryanın İstanbul’da tesis edilmesini
içtenlikle arzu ediyoruz. Bu arzumuza bugüne kadar yazılı veya
şifahi destek beyan eden bütün ortaklarımıza teşekkür ediyoruz.
GDAÜPA ulusal delegasyonlarının değerli üyeleri, çalışmalarınızın
bölgemizin refahı ve kalkınması yolunda faydalı olacağına inancımı ifade ediyor, çalışmalarınızda kolaylıklar diliyorum” dedi.
Toplantının iki gün süren oturumlarında adalet alanında parlamenter iş birliği fırsatları, Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıların
durumları, Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler
Genel Müdürlüğü tarafından yürütme boyutunda adalet alanında
sürdürülmekte olan iş birliği faaliyetleri ele alındı.
9
G20 GÜNDEMININ MERKEZINDE “KALKINMA” OLACAK
GIDA, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, merkezi Roma’da
bulunan, Birleşmiş Milletler’e bağlı
tarımsal finans kuruluşu IFAD’ın 38.
Yönetim Konseyi Toplantısı’na katıldı. Bakan Eker, Türkiye’nin dönem
başkanlığı sürecinde G20 gündeminin merkezine kalkınmayı koyacağını
ifade ederek, “Öncelikli hedefimiz,
büyüme odaklı faaliyetler ile gelişmekte olan ve düşük gelirli ülkelerin
dünya ekonomisine entegrasyonunu
daha da geliştirmek olacaktır” dedi.
Bir tarafta israfla mücadele edilirken, diğer tarafta teknoloji yetersizliği veya kurumsal kapasite eksikliği
nedeniyle düşük gelirli ülkelerin veya
az gelişmiş ülkelerin gıda kayıplarının
söz konusu olduğunu dile getiren
Eker, “Birinin kaybı azaltması, dolayısıyla daha fazla gıda üretebilmesi
lazım. Öteki taraf da israfı azaltmalı ki bir dengeye ulaşsın. Bu tabii tek boyutlu bir sorun değil,
çok boyutlu bir mesele ve bununla ilgili görüşlerimizi paylaştık” diye konuştu.
Bakan Eker, sözlerine şöyle devam etti: “Sadece gıda ithal etmek suretiyle vatandaşlarını
beslemek zorunda kalıyorlarsa o ülkeler için durum zorlaşıyor. Çünkü rekabet edemiyorlar.
Finansman durumları, ekonomileri buna müsait değil. Biz diyoruz ki, küçük çiftçiler de aile
çiftçiliği yoluyla gıda üretebilse, özellikle gelişmekte olan ülkelerde bu mekanizma harekete
geçirilebilse o zaman sorun bir ölçüde de olsa çözülmüş olur. Küresel piyasalarda tarıma yapılacak yatırımlarla, kapsayıcılıkla ve paylaşımla ilgili başlıklarımız var. Bu üç başlık çerçevesinde
yapılacak birçok iş var ve biz G20 dönem başkanlığımız çerçevesinde bunları da projelendirip
hayata geçirmeye çalışacağız.”
MECLIS-I MEBUSAN VE MECLIS-I ÂYAN TUTANAK TERIMLERI
SÖZLÜĞÜ YAYIMA HAZIR
TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı tarafından Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Âyan Tutanak
Terimleri Sözlüğü hazırlandı. TBMM Genel Sekreteri Dr. İrfan Neziroğlu, yayının gerek Meclis-i
Mebusan ve Meclis-i Âyan, gerekse Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Meclis tutanaklarının daha
iyi anlaşılması amacıyla hazırlanan tek sözlük olması açısından önem taşıdığı değerlendirmesinde bulundu.
Sözlük, bugünün parlamento terimlerini mevcut birikimlerden ve değişik yazılı kaynaklardan
derleyip bir araya getirdi. Ayrıca Meclis uygulamalarının ana kaynağı olan Meclis-i Mebusan ve
Meclis-i Âyan içtüzükleri, dil yönünden kelime bazlı incelemeye tabi tutuldu. Sözlük hazırlanırken Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Âyan tutanak fihristleri taranarak gündem dışı konuşmalar,
gelen kağıtlar, hoş geldiniz mesajları, fihrist ana ve alt başlıkları altında toplandı. Tüm kelime/
terim/tamlamaların günümüzdeki anlamları da açıklanarak, anlaşılmalarının kolaylaştırılması
amacıyla cümle içinde nasıl geçtikleri dönemin tutanaklarından alıntılarla gösterildi. Sözlük,
basılı versiyonunun yanı sıra TBMM’nin internet sayfasında da yayımlanacak.
10
HABERLER
TEMAYÜL YOKLAMALARINDA “KADINA ŞIDDETE HAYIR” DENILDI
AK Parti’nin 81 ilde gerçekleşen ve 6 bini aşkın milletvekili aday
adayının katıldığı temayül yoklamalarında, kadına şiddetin önlenmesine yönelik imza kampanyası düzenlendi.
Kampanyayla ilgili olarak Teşkilattan Sorumlu Genel Başkan
Yardımcısı Süleyman Soylu ile Genel Merkez Kadın Kolları Başkanı
Azize Sibel Gönül tarafından imzalanarak 81 il başkanlığına gönderilen yazıda, 2015 milletvekili genel seçimleri için gerçekleştirilecek temayül yoklamalarında, aday adayı olanların “Kadına Yönelik
Şiddetle Mücadelede Biz de Varız” kampanyasına imza vermeleri
istendi. Kampanya metninde şu ifadelere yer verildi: “Kadına yönelik her tür şiddetin; acı ve ızdırap veren, yaşam hakkını tehdit
eden, temel bir insan hakkı ihlali olduğuna; toplumu derinden
yaralayıp zayıflattığına; aile birliğini zedeleyip anne ve çocuk sağlığını bozan son derece önemli bir halk sağlığı sorunu olduğuna;
kadına yönelik şiddetin katı töre, gelenek gibi hiçbir gerekçe ile
asla meşrulaştırılamayacağına inanıyoruz. Hayat arkadaşlarımız, kardeşlerimiz, annemiz, geleceğimizi emanet ettiğimiz
evlatlarımız kadınlar bu toplumun yarısını oluşturan erkeklerle
aynı haklara sahip bireylerdir. Bu nedenle kadına yönelik şiddete
Kampanyaya AK Parti Şanlıurfa Milletvekili Yahya Akman da katıldı.
ortak olmayacağız, seyirci kalmayacağız. Kadına yönelik şiddete
son vermek için el ele verelim. Kadına karşı şiddetle mücadelede,
toplumun bütün bireyleri olarak üzerimize düşen görevi yapmak
üzere kararlıyız. Biz de varız.”
TBMM ILE MARMARA ÜNIVERSITESI ARASINDA SAĞLIK PROTOKOLÜ
TBMM ile Marmara Üniversitesi arasında sağlık alanında iş birliği
protokolü imzalandı. TBMM Genel Sekreteri Dr. İrfan Neziroğlu,
Marmara Üniversitesi’nin TBMM ile sağlık alanında iş birliği yapan on altıncı üniversite olduğunu belirterek şöyle konuştu: “Bu
protokoller sayesinde hem milletvekillerimize daha nitelikli sağlık
hizmeti sunuyoruz hem de bunu çok daha uygun bir şekilde gerçekleştirerek bütçede önemli bir tasarruf sağlamış oluyoruz. Marmara Üniversitesi de bu noktada önemli üniversitelerimizden biri.
Özellikle İstanbul’daki sağlık hizmetlerinin sunumunda çok katkı
yapacaklarına inanıyorum. Ümit ediyoruz, sağlığın yanı sıra diğer
alanlarda da TBMM ile Marmara Üniversitesi arasında iş birliğini
geliştiririz.”
Marmara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. M. Emin Arat ise Marmara Üniversitesi’nin Türkiye’nin en güçlü üniversitelerinden biri
olduğunu ifade ederek, “Özellikle Tıp Fakültemiz ülkemizin en
kuvvetli fakültelerinden biri. Çok değerli öğretim üyelerimiz var,
teknik donanımlarımız da fevkalade üst seviyede” diye konuştu.
Milletvekillerine ve diğer personele Marmara Üniversitesi tarafından fevkalade iyi hizmet verileceği inancında olduğunu belirten
Arat, “Bu fırsatla beraber diğer alanlarda da iş birliğine hazırız.
Sonuç itibarıyla bu ülkeye, bu topluma hizmet ediyoruz” dedi.
11
DÜNYADAN
İNGILTERE’DEN YENI TERÖRLE MÜCADELE STRATEJISI
İNGILTERE’DE, İngiliz vatandaşlarının yurt dışında terör eylemlerine katılarak
ülkeye dönmelerini önlemek amacıyla hazırlanan “Terörle Mücadele ve Güvenlik
Tasarısı” yasalaştı. Kraliyet tarafından onaylanarak yürürlüğe giren yeni yasayla
İngiliz istihbarat ajansları ve güvenlik birimleri, terör tehdidi oluşturan kişileri
daha yakından takip edebilecek. Ayrıca terör bağlantılı faaliyetlerde bulunmak
amacıyla seyahat edeceğinden ya da terör eylemlerinde bulunduğundan şüphelenilen ve ülkesine dönmek isteyen kişilerin pasaportlarına geçici süreyle el
konulabilecek. Yurt dışında terör bağlantılı faaliyetlerde bulunan İngiliz vatandaşlarının ülkelerine dönüşlerinin kontrol altında tutulabilmesi için bu kişilere
geçici olarak ülkeye giriş yasağı getirilebilecek.
İngiltere’de sınır polisi, yolcu bilgileri ve detaylarına sahip olacak. Buna göre,
havayolu şirketleri, yolcu listelerini uçakları ülkeye iniş yapmadan önce İngiliz
makamlarıyla paylaşacak. Aksi halde uçakların İngiltere’ye inişlerine izin verilmeyecek. Ayrıca üniversitelerden, okullardan, belediyelerden ve hapishanelerden kişilerin terör örgütlerine çekilmemesi ve aşırılaşmaması için önlemler
almaları istenecek. Radikalleşmenin önlenmesi için gönüllü yardım programları
başlatılacak. Polis, terör şüphelileriyle ilgili bilgi ve
kimlik tespiti için internet şirketleriyle iş birliği yapacak. İngiliz hükümeti, ayrıca terör şüphelilerinin
daha yakından takibi ve olası terör olayları ile radikalleşmeyi önlemek için 130 milyon sterlinlik ek bütçe
ayırıyor.
SANA BÜYÜKELÇILIĞI FAALIYETLERI ASKIYA ALINDI
YEMEN’DEKI çatışmalar nedeniyle Türkiye’nin
de aralarında bulunduğu bazı ülkeler Sana Büyükelçiliği’ndeki faaliyetlerini askıya aldı. Dışişleri
Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, Yemen’deki
yönetim krizi ve buna bağlı istikrarsızlık, toplumsal
12
gösteriler ve karşıt güçler arasındaki çatışmaların ülkede ciddi güvenlik zafiyetine sebep olduğu belirtildi. Yemen’de bulunan Türk vatandaşlarına ilişkin gerekli
düzenlemelerin yapılmasının ardından Sana Büyükelçiliği’nin faaliyetlerinin askıya alındığı ifade edilen açıklamada, “Başta başkent Sana olmak üzere tüm ülke
genelinde, temenni ettiğimiz kamu düzeni ile güvenlik sağlandığında ve ulusal
diyalog ile uzlaşıya dayalı meşru devlet otoritesi tesis edildiğinde Büyükelçiliğimiz faaliyetlerine yeniden başlayacaktır. Tarihî kardeşlik bağlarına sahip olduğumuz Yemen halkıyla dayanışmamız ve Yemen’de barış, güvenlik ve istikrarın
sağlanmasına yönelik desteğimiz devam edecektir” denildi. Büyükelçilik faaliyetlerinin askıya alınmasının ardından Büyükelçi Fazlı Çorman, Ankara’ya geldi.
Daha önce Birleşik Arap Emirlikleri, ABD, Fransa, İngiltere, İtalya ve Almanya da
Sana’daki büyükelçilik çalışmalarını askıya almıştı.
SCHENGEN SINIRLARINDA KONTROLLER SIKILAŞIYOR
AVRUPA Birliği (AB) liderleri, terörle mücadele tedbirleri kapsamında Schengen sınır kontrollerini sıkılaştırma kararı aldı. Ayrıca
Avrupa Parlamentosu’na havayolu yolcu verilerinin paylaşılmasına dair düzenlemeyi hızla onaylaması çağrısında bulunuldu.
Brüksel’de toplanan zirvede alınan kararlarda, AB üyelerinin
güvenlik birimleri ve yargı organları arasında bilgi paylaşımının ve
operasyonel iş birliğinin artırılması, üye ülkelerin para aklamayla
ve terörün finansmanının önlenmesiyle ilgili yeni kuralları hızla
uygulamaya koyması ve silah kaçakçılığıyla mücadelede gereken
yasal düzenlemelerin hızla yapılarak ilgili birimler arasında iş birliğinin artırılması istendi.
Zirvede terörü ve aşırılığı teşvik eden internet içeriğinin tespiti
ve kaldırılması için yeni önlemler alınması, internet şirketleriyle
iş birliğinin artırılması kararlaştırıldı. Ayrıca hoşgörü, ayrımcılıkla
mücadele, temel özgürlükler ve dayanışmayı teşvik için dinlerarası diyalog ve terör karşıtı propagandanın artırılması dahil
iletişim stratejileri geliştirilmesi ve radikalleşmeye katkı sağlayan
faktörlerin ortadan kaldırılması için eğitim, istihdam ve sosyal
entegrasyonla ilgili inisiyatifler başlatılması kararı alındı.
Zirve kararlarında Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Sahra gibi bölgelerde terörle mücadele angajmanının artırılması, temel özgür-
lükleri ortaklaşa teşvik için kültürler ve medeniyetler arası diyalog
kurulması, terörü besleyen kriz ve çatışmaların çözümüne yönelik
stratejik yaklaşımlar geliştirilmesi talep edildi.
ABD’DEN UKRAYNALI ASKERLERE EĞITIM
ABD’NIN Avrupa’daki Kara Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Hodges, ABD ordusunun Rusya yanlısı ayrılıkçılara karşı
savaşan Ukraynalı askerlere eğitim vereceğini açıkladı.
Polonya’nın Szczecin kentini ziyaret eden Korgeneral
Hodges, düzenlediği basın toplantısında ABD ordusunun
Ukrayna İçişleri Bakanlığı tarafından belirlenen üç tabura
mart ayında eğitim vereceğini söyledi. Eğitim programı,
Ukrayna’nın batısındaki Lviv kentinde bulunan Yavariv
Merkezi’nde düzenlenecek.
Hodges, ABD ordusunun Ukraynalı askerlere Rusların ve
ayrılıkçıların ağır silahları ve füzelerine karşı kendilerini nasıl
koruyacaklarını öğreteceğini ifade etti. Eğitim sırasında
yolların, köprülerin ve diğer altyapı tesislerinin güvenliğinin
sağlanması ve yaralıların tedavisiyle tahliyesi konularında
da bilgi verilecek.
13
BOSNA HERSEK’TE ZVIZDIÇ DÖNEMI
BOSNA Hersek Üçlü Devlet Başkanlığı Konseyi tarafından başbakan olarak atanan Denis Zvizdiç, Temsilciler Meclisi’nden güvenoyu
aldı. Oylamaya katılan milletvekillerinin 28’i “evet” oyu kullanırken,
beş milletvekili “hayır”, iki milletvekili ise “çekimser” oyu verdi.
Zvizdiç daha önce Saraybosna Kantonu Başbakanlığı, Saraybosna
Kantonu Meclis Başkanlığı ve Bosna Hersek Federasyonu Temsilciler Meclisi Başkanlığı görevlerinde bulunmuştu.
Zvizdiç, oylama öncesi yaptığı konuşmada, iyimser olduğunu
ve bu iyimserliğini kurulacak yeni hükümete de aktarmak istediğini belirterek, “Öncelikle Bosna Hersek’e yönelik tutumumuzu
değiştirmeli ve bu güzel ülkenin bizim vatanımız olduğunu kabul
etmeliyiz” dedi.
Önlerindeki görevin zorluğunun ve memnuniyetsizlikleri nedeniyle vatandaşların ülkeyi terk ettiklerinin bilincinde olduklarını ifade
eden Zvizdiç, özellikle gençler için sorunlara çözüm bulmak zorunda
olduklarını vurguladı. Kurulacak yeni hükümetin öncelikli hedeflerine değinen Zvizdiç, Bosna Hersek’in en önemli amacının Avrupa
Birliği’nin (AB) talep ettiği reformları uygulamak ve toplumun her
kesiminde iyileşme yaşanmasını sağlamak olduğunu dile getirdi.
Bosna Hersek Bakanlar Konseyi dokuz bakanlığın, Ekim 2014’te
yapılan seçimlerde başarılı olan partiler arasındaki dağılımı konusunda da uzlaşma sağladı. Buna göre milliyetçi Hırvat Demokrat
Birliği’ne (HDZ) 3, Sırp milliyetçi partisi Sırp Demokrat Partisi (SDS)
önderliğindeki Değişim İçin Koalisyon’a 3, Demokrat Cephe’ye (DF)
1, Boşnakları temsil eden en büyük parti olan Demokrat Eylem
Partisi’ne (SDA) 2 bakanlık verilmesi konusunda karar alındı.
MATTARELLA ITALYA’NIN 12’NCI
CUMHURBAŞKANI
İTALYA’DA Büyük Seçici Meclis’te yapılan cumhurbaşkanlığı
seçiminin dördüncü turunda Sergio Mattarella ülkenin yeni cumhurbaşkanı oldu. Cumhurbaşkanlığı görevinden istifa eden 11’inci
Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano’nun halefini belirlemek için yapılan oylamalarda iktidarın büyük ortağı Demokrat Parti’nin aday
gösterdiği Anayasa Mahkemesi yargıcı ve eski bakanlardan Sergio
Mattarella 1009 üyeli seçici mecliste 665 oy aldı.
İtalya Başbakanı Matteo Renzi’nin partisinin cumhurbaşkanı
adayı olarak belirlediği ve dördüncü turda diğer sol ve merkez partilerin de desteğini alarak cumhurbaşkanı olan Sergio Mattarella,
ülkenin güneyindeki Palermo’da 1941 yılında dünyaya geldi. Mattarella, hukuk eğitimi aldıktan sonra aile geleneğinin Hıristiyan
Demokrat olması sebebiyle bu kanattan siyasi hayata atıldı. 1983
ile 2008 yılları arasında Hıristiyan Demokratlar’dan merkez sola
uzanan yelpazede milletvekili olarak görev yaptı. Merkezde bir
14
DÜNYADAN
isim olarak tanımlanan Sergio Mattarella, 1987-1989 döneminde
Parlamentolar ile İlişkiler Bakanlığı, 1989-1990’da Eğitim Bakanlığı, 1998-1999’da Başbakan Yardımcılığı, 1999-2001 yıllarında da
Savunma Bakanlığı görevlerinde bulundu. Mattarella, 2011 yılından beri Anayasa Mahkemesi yargıcı olarak görev yapıyordu.
PROKOPIS PAVLOPULOS YUNANISTAN’IN
YENI CUMHURBAŞKANI
YUNANISTAN’DA, SYRIZA lideri Aleksis Çipras başkanlığındaki koalisyon hükümetinin adayı Prokopis Pavlopulos, ülkenin yeni cumhurbaşkanı oldu. Pavlopulos,
iki adayın yarıştığı seçimin dördüncü turunda parlamentonun oylamaya katılan 295 üyesinin 233’ünden “Evet”
oyu alarak Yunanistan’ın 16’ncı cumhurbaşkanı seçildi.
Nehir (Potami) Partisi tarafından aday gösterilen
Nikos Alevizatos’un ise 30 oy aldığı seçimde, 32 milletvekili çekimser oy kullandı.
Yunanistan’da, önceki koalisyon hükümeti tarafından
desteklenen cumhurbaşkanı adayı Stavros Dimas’ın,
ilk turu 17 Aralık’ta yapılan seçimin ilk üç turunda
yeterli oyu alamayarak seçilememesi üzerine erken
seçime gidilmişti. Pavlopulos, görevi 28 Şubat’ta ikinci
5 yıllık dönemini tamamlayan Cumhurbaşkanı Karolas
Papulyas’tan devraldı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bugüne kadar en yüksek oyu (279) alan Papulyas,
2005’te Cumhurbaşkanı Kostis Stefanopulos’un ardından bu göreve gelmişti.
Mora Yarımadası’nın Kalamata kentinde 10 Temmuz 1950 tarihinde doğan
Yunanistan’ın yeni Cumhurbaşkanı Pavlopulos, Atina Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’ni bitirdikten sonra Fransa’da yüksek lisans ve doktora yaptı. Yeni
Demokrasi Partisi’nden 2000 yılında milletvekili seçilen Pavlopulos, 20052009 yılları arasında İçişleri Bakanı olarak görev aldı.
AVUSTURYA YENI “İSLAM YASA TASARISI”NI KABUL ETTI
AVUSTURYA’DA koalisyon hükümetinin sunduğu tartışmalı
“İslam Yasa Tasarısı”, Anayasa Komisyonu’nda kabul edildi. Tasarının görüşüldüğü toplantıya katılan Yeşiller Partisi Milletvekili
Alev Korun, Anadolu Ajansı’na yaptığı açıklamada, “İslam Yasa
Tasarısı”nın Meclis Anayasa Komisyonu’nda yaklaşık 2,5 saat
süren görüşmeden sonra kabul edildiğini söyledi. Hükümeti oluş-
turan Avusturya Sosyal Demokrat Partisi (SPÖ) ve Avusturya
Halk Partisi’nin (ÖVP) tasarıya ilişkin değişiklikleri içeren öneriler
sunduğunu belirten Korun, kabul edilen tasarıda ciddi farklılıklar
olmadığını dile getirdi.
Tasarıda yapılan son değişikliklere göre, dinî bir cemaatin tanınması veya iptaline başbakan yerine bakanlar kurulu karar verecek.
Yurt dışından finanse edilen imamlar, vizeleri bitinceye kadar değil, yasa yürürlüğe girdikten 1 yıl sonraya kadar görev yapabilecek.
İslam cemaati, imam yetiştirmek üzere Viyana Üniversitesi’nde
kurulacak İslam Teoloji Fakültesi’nde eğitim verecek öğretim görevlilerinin belirlenmesinde söz sahibi olabilecek. Dinî cemaatler
tarafından düzenlenecek etkinlikler “güvenlik” gerekçesiyle iptal
edilebilecek.
Avusturya’da yaşayan yaklaşık 550 bin Müslüman’ın dahil
olduğu Avusturya İslam Cemaati adına açıklama yapan Cemaat
Başkanı Fuat Sanaç, yeni İslam Yasası’nın var olan endişelere
çözüm getirmemekle birlikte bir önceki yasaya göre daha olumlu
olduğunu ifade etti.
15
TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI’NDE
ŞUBAT 2015’TE KABUL EDILEN YASALAR
Kanun
Numarası
Kabul
Tarihi
6591
04/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti ve Ürdün Haşimi Krallığı Arasında Hükümlülerin Nakline Dair Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun
6592
04/02/2015
Maden Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun
6593
04/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Malezya Hükümeti Arasında Serbest Ticaret Anlaşmasının
Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6594
04/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Birleşik Meksika Devletleri Hükümeti Arasında Gelir
Üzerinden Alınan Vergilerde Çifte Vergilendirmeyi Önleme ve Vergi Kaçakçılığına Engel
Olma Anlaşmasının ve Eki Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6595
04/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Birleşik Meksika Devletleri Hükümeti Arasında Hava
Ulaştırma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6596
04/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Birleşik Meksika Devletleri Hükümeti Arasında Gümrük
Konularında Karşılıklı İdari Yardım ve Bilgi Paylaşımı Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun
Bulunduğuna Dair Kanun
6597
04/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Kolombiya Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6598
04/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Arjantin Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Kendi Ülkeleri
Arasında Hava Hizmetlerine İlişkin Hava Ulaştırma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun
Bulunduğuna Dair Kanun
6599
04/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti ve Federatif Brezilya Cumhuriyeti Arasında Hükümlülerin Nakli Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun
6600
04/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti ile Brezilya Federatif Cumhuriyeti Arasında Ceza İşlerinde Karşılıklı
Adli Yardım Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6601
04/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti ile Brezilya Federal Cumhuriyeti Arasında Diplomatik Misyon ve Konsolosluk Görevlilerinin Aile Üyelerinin Kazanç Getirici İşlerde Çalışmalarına İlişkin Anlaşmanın
Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6602
04/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Şili Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Savunma Sanayi İş
Birliği Mutabakat Muhtırasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6603
04/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Şili Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Gümrük Konularında
İş Birliği ve Karşılıklı Yardım Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6604
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile İsveç Krallığı Hükümeti Arasında Çevre Teknolojileri
Alanında Ticaret, Yatırım ve İş Birliğinin Geliştirilmesine İlişkin Mutabakat Zaptının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
16
Başlığı
6605
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Türkmenistan Hükümeti Arasında Eğitim Alanında İş
Birliğine Dair Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun
6606
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti ile Kosova Cumhuriyeti Arasında Gelir Üzerinden Alınan Vergilerde
Çifte Vergilendirmeyi Önleme ve Vergi Kaçakçılığına Engel Olma Anlaşması ve Eki Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6607
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Azerbaycan Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Uluslararası
Kombine Yük Taşımacılığı Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6608
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Romanya Hükümeti Arasında Bükreş’teki Yunus Emre
Türk Kültür Merkezi ve İstanbul’daki Dimitrie Cantemir Romen Kültür Enstitüsünün İşleyişi
ve Faaliyetlerine İlişkin Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6609
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile İsveç Krallığı Hükümeti Arasında Askerî Alanda Eğitim,
Teknik ve Bilimsel İş Birliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6610
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Singapur Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Sağlık ve Tıp
Bilimleri Alanlarında İş Birliğine Dair Mutabakat Zaptının Onaylanmasının Uygun Bulunduğu
Hakkında Kanun
6611
10/02/2015
Nükleer Maddelerin Fiziksel Korunması Sözleşmesinde Değişikliğin Onaylanmasının Uygun
Bulunduğuna Dair Kanun
6612
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve Gürcistan Enerji Bakanlığı Arasında Türkiye-Gürcistan Elektrik Enterkonneksiyonlarının Geliştirilmesi Hakkında Mutabakat
Zaptının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6613
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile Yunanistan Cumhuriyeti Çevre,
Enerji ve İklim Değişikliği Bakanlığı Arasında Enerji Alanında İş Birliği Hakkında Mutabakat
Zaptının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6614
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Birleşmiş Milletler Sınai Kalkınma Örgütü (UNIDO) Arasında İş Birliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6615
10/02/2015
30 Eylül 1957 Tarihli Tehlikeli Malların Karayolu ile Uluslararası Taşımacılığına İlişkin Avrupa
Anlaşmasının (ADR) Madde 1 (a), Madde 14 (1) ve Madde 14 (3) (b)’sini Tadil Eden Protokole
Katılmamızın Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6616
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Bulgaristan Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Karayoluyla
Uluslararası Yük ve Yolcu Taşımacılığı Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna
Dair Kanun
6617
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Bosna ve Hersek Bakanlar Konseyi Arasında Sağlık Alanında İş Birliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6618
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Arnavutluk Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu Arasında Diplomatik Misyon ve Konsolosluk Üyelerinin Aile Bireylerinin Kazanç Getirici Bir İşte Çalışmalarına Olanak Sağlayan Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
17
6619
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Kosova Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Yatırımların
Karşılıklı Teşviki ve Korunmasına İlişkin Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna
Dair Kanun
6620
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Türkmenistan Hükümeti Arasında Başta Terörizm ve Örgütlü Suçlar Olmak Üzere Ağır Suçlarla Mücadelede İş Birliği Anlaşmasının Onaylanmasının
Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6621
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti ile Bulgaristan Cumhuriyetinin Demiryolu Bağlantısı Olan Limanları
Arasındaki Uluslararası Demiryolu-Feribot Hattının Organizasyonu İle İlgili Anlaşmanın
Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6622
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti ile Kazakistan Cumhuriyeti Arasında Hükümlülerin Nakli Anlaşmasının
Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6623
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Hindistan Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Gümrük Konularında İş Birliği ve Karşılıklı Yardım Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna
Dair Kanun
6624
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Türkmenistan Hükümeti Arasında Türkmenistan’dan Türkiye Cumhuriyetine Doğalgaz Sevk Edilmesi Konusunda İş Birliğine Dair Çerçeve Anlaşmanın
Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6625
10/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Kırgız Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Ormancılık Alanında İş Birliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6626
10/02/2015
14 Ekim 1994 Tarihinde Ankara’da İmzalanan Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Kırgız Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Hava Ulaştırma Anlaşmasına Değişiklik Getirilmesine İlişkin
Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6627
10/02/2015
Güneydoğu Avrupa Çokuluslu Barış Gücü Anlaşmasına Beşinci Ek Protokol ve Protokole
İlişkin Teknik Hataların Düzenlenmesi Tutanağının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna
Dair Kanun
6628
10/02/2015
D-8 Üye Devletleri Arasında Tercihli Ticaret Anlaşmasının Ekini Teşkil Eden Taviz Listelerinin
Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6629
10/02/2015
Gümrük İşbirliği Konseyinin Gümrük İşbirliği Konseyini Kuran Sözleşmede Değişiklik Yapılmasına İlişkin Tavsiye Kararının Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun
6630
12/02/2015
Vişegrad’daki Sokullu Mehmet Paşa Köprüsünün Yapısal Unsurlarının Durumunun Tespit
Edilmesi, Restorasyon Projesinin Hazırlanması ve Projenin Uygulanması Konusundaki İş
Birliği Protokolünün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6631
12/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Türkmenistan Hükümeti Arasında Tarım Alanında Teknik,
Bilimsel ve Ekonomik Alanda İş Birliği Protokolünün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna
Dair Kanun
6632
19/02/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Belçika Krallığı Arasında Diplomatik ve Konsüler Personelin Belirli Yakınlarının Kazanç Getirici Bir İşte Çalışmalarına Olanak Sağlayan Anlaşmanın
Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
18
Türk Parlamenterler
Birliği’nden
Sağlık protokolü imzalanan hastanelerdeki TBMM Hattı
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Medipol Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi:
Konya Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi:
Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi :
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: İstanbul Bezmialem Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi:
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi (Pendik Devlet Hastanesi):
0312 202 44 91
0312 305 32 62-63
0312 508 30 03
0232 390 41 06
0242 249 65 91
0342 360 95 05
0212 534 86 86, 0212 631 20 50/4029, 0212 440 10 00/1212
0212 414 22 27
0212 414 34 54
0332 224 49 70
0462 377 54 22
0332 223 79 79
0312 291 27 01
0272 246 33 36
0212 453 18 58
0216 625 47 16
Sağlık Hattı: Sağlık uygulamaları, hastaneler ve anlaşmalı eczanelere ilişkin her türlü bilgi için 0312 420 0 112 ve 0312 420
72 24 numaralı telefonu arayabilirsiniz.
Türk Parlamenterler
Birliği
TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin
Kat No: 50-51 Bakanlıklar/ANKARA
Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24
Türk Parlamenterler Birliği
Ziraat Bankası TBMM Şubesi
IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001
ÇANAKKALE
EFSANE DEĞIL, 100 YIL ÖNCE
BIR DEVRIN BATTIĞI YER
20
SÖYLEŞI
1914’ÜN SICAK BIR AĞUSTOS AKŞAMINDA YAZILDI
ÇANAKKALE’NIN KADERI. ÇANAKKALE’YLE BIRLIKTE BIYIKLARI
TERLEMEMIŞLERIN, YETIM BÜYÜMÜŞLERIN, KARIN TOKLUĞUNA
ASKERE ALINMIŞLARIN, GAVURA KARŞI SAVAŞIYORUZ DIYE
KANDIRILMIŞLARIN, BEYI YAKIN ZAMANDA BAŞKA SAVAŞTA
ŞEHIT DÜŞMÜŞLERIN, BELKI GÜNAHSIZLARIN, BELKI TEK SUÇU
VATANINI SEVMEK OLANLARIN KADERI.
PINAR ÜNSAL
21
M
edeniyetin sembolü o çok sevdiği melon şapkasını o akşam muhtemelen
takmamıştı Winston Churchill. Cebinden çıkardığı beyaz ipek mendille
gıdığındaki teri sık sık siliyordu çok büyük olasılıkla. Zira İngiltere’de bile olsa
ağustos sıcaktı ve çift buzlu içkiden alınan yudumlar dahi üzerinde konuşulan
pek heyecanlı, pek ateşli konunun hararetini gidermiyordu. Osmanlı’ydı mevzubahis. Topraklarında güneş batmayan imparatorluğun, bir dönem fethettiği
alanlar üç kıtaya yayılınca aynı nitelemeye aday olmuş Osmanlı için birtakım
planları vardı. Osmanlı Büyük Savaş’ta tarafsız kalırsa toprak bütünlüğü korunacaktı. Almanya ve Avusturya’nın yanında savaşa girerse Küçük Asya’nın
bölüşüleceği konusunda tehdit edilecekti. İngiltere Hükümeti, Osmanlı galibiyetinin sadece Avrupa’da değil, Asya’da da ölüm çanı olduğu iddiasında bulunarak
tüm dünyayı kışkırtacak açıklamalar yapmıştı. Osmanlı’nın henüz bir tarafı bile
yokken İngiliz Denizcilik Bakanı Winston Churchill, savaş işleriyle görevli Devlet
Bakanı Lord Kitchener ile İngiliz kuvvet komutanları, Gelibolu yarımadasını
ele geçirme ve savaş gemilerini buradan yürütme planları yapmışlardı. “Biz
saygıları dışında herhangi bir milletin hiçbir şeyini istemeyiz” sözü I. Dünya
Savaşı’ndan yıllar sonra söylenmiş de olsa Mistır Churchill’a aitti. Demek ki
zaman, insanı unutkan yapıyordu.
Çanakkale Cephesi açılmalıydı. Almanya’ya karşı üstünlüğü sağlayabilmek
için Rusya’nın insan gücünden faydalanmak gerekiyordu. Ve Boğazlar açılmadan gerekli işbirliği sağlanamazdı. Osmanlı gibi bir ülkenin saf dışı edilmesiyle
-bundan emindi İtilaf Devletleri- Rusya’nın yiyecek imkanları Akdeniz’e akacak,
Batı’nın besin bulma sorunu ortadan kalkacaktı. Ayrıca Boğazlar ve İstanbul’un
ele geçirilmesi demek, İtilaf Devletleri’nin gücünü göstermesi, savaşa girme
konusunda kararsız durumdaki Avrupalı devletlerin (Yunanistan, Romanya, Bulgaristan) kendi taraflarına kayması demekti.
Efsaneler şehri Çanakkale dünyanın en büyük savaşlarına sahne olmuş, dilden dile dolaşan Troya efsanesini yazdırmıştı. Bir
zamanlar denizlerin efendisi olduğuna inanılan Poseidon
şehrin topraklarını ikiye bölerek Çanakkale Boğazı’nı
açmıştı; mavi ve yeşille süslenmiş boğazın
bir gün bu denli kızıl
olacağı-
22
nı bilmeden... 1914’ün sonlarında Çanakkale analara
ağıtlar yaktıracak, trajedisi filmlere konu olacak,
nice kahramanıyla yeni efsaneler yazdıracak büyük
bir savaşa gebeydi.
Can pahasına istiklali kurtarmak
Rusya ve İngiltere 1900’lerin başında candostu iki devletti. Ya da çıkarları ortaktı, zira iki ülkenin de I. Dünya
Savaşı bittikten sonra birbirleri için dostluklarını
ÇANAKKALE BOĞAZI’NDAKI BAZI LOKASYONLARIN IKI İNGILIZ, IKI
FRANSIZ SAVAŞ GEMISI TARAFINDAN ATEŞE VERILMESIYLE RUSYA,
İNGILTERE VE FRANSA OSMANLI’YA SAVAŞ ILAN EDIYORDU.
pekiştirici (!) planları vardı. Yeri-yurdu, çoluğu-çocuğu bırakıp
geldikleri Türk topraklarında beraber bir tarih yazacaklardı.
Gerçi tarihi Türkler yazdı, onlar tarihi kaleme aldılar.
Ziya Gökalp’in Moskof dedi İngiliz’e Çanakkale aşılmalı / Kızıl,
Kara, Akdeniz’e hakimiz, anlaşılmalı... dizeleri Rusya ile İngiltere
arasındaki müttefiklikten ve iki ülkenin savaşa dair planlarından bahsediyordu. Yalnızca edebi eserlere kulak vermek bile
Çanakkale Muharebeleri’yle ilgili pek çok şey öğrenilmesine
yeterdi. Vatan ve bayrak sevgisine, yiğitliğe, cesarete, düşmana
duyulan kin ve öfkeye dair satırlara dökülen duygular savaşın
toplum üzerindeki etkilerinin ne denli büyük olduğunun da
göstergesiydi.
Kasım 1914’te Rusya ve İngiltere’nin, birinin doğu sınırımızda,
diğerinin Çanakkale Boğazı’nda gerçekleştirdiği bombardıman bir
savaş ilanıydı. Çanakkale Boğazı’ndaki bazı lokasyonların iki İngiliz, iki Fransız savaş gemisi tarafından ateşe verilmesiyle Rusya,
İngiltere ve Fransa Osmanlı’ya savaş ilan ediyordu. İngiliz Amiral
Limpus Henry bu ilanda acele davranıldığını, Osmanlı Devleti’nin
vaktinden evvel uyandırılmaması gerektiğini düşünmüştü. Lakin
Churchill vaktin doğruluğundan emindi.
Üç ay sonra, 19 Şubat 1915’te Birleşik Filo’nun gemileri neredeyse on iki saat boyunca taarruzdaydılar. Uzak mesafeden yapılan
atışlar nedeniyle başarısız olan filo, 25 Şubat’ta daha yakına
gelerek Çanakkale’yi kısa mesafeden bombardımana tabi tuttu.
18 Mart 1915 gününe kadar çekişme şeklinde gece-gündüz devam
eden, yaklaşık 35 bombardıman meydana geldi.
Osmanlı’nın Inflexible, Agemennon, Quenn Elizabeth, Irresistible gibi zihinde güçlü etkileri olan, karizmatik isimli gemileri yoktu.
23
TÜRK SAVAŞ TARIHINE 18 MART 1915 ÇANAKKALE BOĞAZI
MUHAREBESI OLARAK GEÇEN MÜCADELE EL YOK BURADA,
AYAK YOK, GÖVDE YOK / BIR ÇIFT SÖZ VAR BURADA /
GEÇIYORUM DEDIĞI / GEÇEMEZSIN DEDIĞIM... DIYEN TÜRK’ÜN
KESIN ZAFERIYLE SONUÇLANMIŞTI.
Ancak Nusret, mütevazı ismine rağmen 18 Mart 1915 tarihinin
ardından dünyanın en ünlü mayın gemisi olmuştu. Savaşın kaderini değiştiren bu geminin döşediği mayınlar ne deniz ne de hava
taramaları sonucunda bulunabilmiş, düşman yanılarak sularımıza
gönül rahatlığıyla, destursuz girmişti. 18 Mart’ın “zafer” olarak
anılmasında büyük payı olan Nusret, düşman tarafından savaşın
doğurduğu, binlerce insanın ölümü de dahil tüm olumsuz sonuçların nedeni ilan ediliyordu. Düşman, “Birinci Dünya Harbi’nde bu
kadar insanın ölmesine, harbin ağır masraflara mal olmasına,
denizlerde onca ticaret ve savaş gemisinin batmasına başlıca
neden” olarak onu göstermiş, bir mayın gemisini ete-kemiğe
büründürmüştü adeta. Nusret’in düşman ülkelerin gemilerinden
teknolojik hiçbir üstünlüğü yoktu; yalnızca mürettebatı vardı geri
dönmeyi düşünmeyen…
Türk savaş tarihine 18 Mart 1915 Çanakkale Boğazı Muharebesi
olarak geçen mücadele El yok burada, ayak yok, gövde yok / Bir
çift söz var burada / Geçiyorum dediği / Geçemezsin dediğim...
diyen Türk’ün kesin zaferiyle sonuçlanmıştı. Ağır bir kayıpla
karşılaşan Birleşik Filo, tüm hayallerini tabiri caizse suya gömdü.
Bu savaşla ilgili dünyanın en güçlü devletlerine layık birkaç söz
lazım gelir, ancak 18 Mart İtilaf Devletleri için tam bir fiyaskoydu.
İngilizler ise “Boğazı donanmayla zorlayıp geçmek için yapılan bu
mağrur ve muazzam teşebbüsün ancak feci bir yenilgi sözüyle
nitelenebilecek biçimde bitmesi mukadderdi” diyerek savaşın
bir başarı-başarısızlık örneği değil, bir alınyazısı olduğunu söylüyordu. Winston Churchill, “İnsani değerler içerisinde en çok saygı
gösterilmesi gereken değer cesarettir, çünkü söylenildiği gibi diğer bütün değerleri güvence altına alan değer cesarettir” sözünü
Çanakkale Savaşı’ndaki tecrübesinden sonra sarf etmiş olmalıydı.
Kraliyet Harp Okulu’ndan iyi bir dereceyle mezun olmak, Bahriye Nazırlığı şerefine erişmek, iyi strateji yapabilmeyi ve bu statejilerde başarı kazanmayı getirmiyordu beraberinde. Churchill’in
Çanakkale planı teorikte muhteşemdi, ancak pratikte uygulanamadı. Kağıt üzerinde “mutlu son”la biten savaş hikayeleri yazma
yeteneğine bakılırsa Churchill belki de edebiyatla ilgilenmeliydi.
Onlarca yıl sonra Nobel Edebiyat Ödülü bile alabilirdi.
“Our friend of enemy”
Çanakkale’de Osmanlı devletinin düşmanları olan İngilizler,
Ruslar ve Fransızlar yüzlerce yıldır Türkleri gayet iyi tanıyordu.
24
tında taşıyan düşman askerlerine, ama
aynı zamanda dostlarına “our friend of
enemy” (düşmanımız olan dostumuz)
diyorlardı.
Çanakkale Savaşları dünyanın belki de
son centilmen savaşıydı. İngilizler dahi
barbar ve ilkel sandıkları bir toplumda
savaşta bile çirkinleşmeyen, tüm etik
kuralları önemseyen Türkler karşısında
şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi. Üstelik
İngiliz Parlamentosu’nda “Türk, Prusya
daha henüz ilkel, putperest ve barbarlık
dönemini yaşarken, asker düşmanına
centilmence davranmak gibi, takdir edilecek bir savaşçı olma meziyetine sahip
olagelmiştir” sözleri dile getirilmişti.
Çanakkale’de yaşamını yitiren düşman askerleri de tıpkı Türk askeri gibi
sevenlerini gözü yaşlı bırakmıştı. OnAvustralyalılar ve Yeni Zelandalılar, Türk toplumunu Hıristiyan düşmanı olarak biliyordu.
Çanakkale’de İngilizlerin yanında yer alan Müslümanlara ise Türklere değil, Almanlara karşı
savaştıkları söylenmişti. Cepheye gelen herkes unspeakable Türkleri yenme arzusundaydı.
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk / Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk / Kimi
Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ / Hani, tâûna da zuldür bu rezîl istîlâ! dediği gibi
Mehmet Âkif’in, Çanakkale’de tüm dünyadan insanlar Türklere düşmandı sanki. Üstelik
barbar Osmanlı’nın eline düşenlere eziyet ediliyor, esirler sakat bırakılıyordu güya. Düşman
askerinin yamyam misali yendiği söylentileri bile vardı. Bir Türk’ün eline esir düşmektense ölmek daha iyiydi. Savaş meydanında düşman askeri bunun böyle olmadığını gördü;
Türkler de ölüyor, korkuyor, ağlıyor, bağırıyordu. Onların da bekleyen anaları, bacıları vardı.
Üstelik hakça savaşıyor, yeri geldiğinde düşman askerinin yarasını kendi mendiliyle sarıyor,
Azrail’le yüzleşen yaralının kurumuş dudaklarına bir yudum su veriyordu. Bir Yeni Zelanda
gazetesi bile “Hastaneye ateş edilmiyor, zehirli gaz kullanılmıyor. Triumph (savaş gemisi)
isabet alıp batmaya başlayınca tekrar ateş edilmiyor. Türk, ikili oynamıyor. Bunun aksini
iddia edenler Gelibolu’ya değil, en çok Mısır’a kadar gelenlerdir” diyordu. Avustralyalılar
suyunu paylaşan, yaralarını saran, yaralandıklarında onları güvenli bir yere gerekirse sır-
ların yüreğine su serpen en asil sözleri
ise Çanakkale Savaşı’nda Anafartalar
Grubu Komutanı Kıdemli Kurmay Albay
olarak görev almış Mustafa Kemal söylemişti. İnsani duygularla sarf edilen
bu sözler yenilgiye uğratılan milletlere
karşı herhangi bir düşmanlık duygusu
beslenmediğinin, “Yurtta barış, dünyada barış” felsefesiyle dünyaya dostluk
eli uzatıldığının da göstergesiydi: “ (…)
Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve
huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar,
bu topraklarda canlarını verdikten sonra
artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
25
8 MART
DÜNYA KADINLAR GÜNÜ
YASALAR ÖNÜNDE EŞIT STATÜ, EŞIT HAKLAR, EŞIT KOŞULLAR...
EN AZ ERKEKLER KADAR BÜYÜK BAŞARILARA VE YENILIKLERE
IMZA ATMIŞ, EN AZINDAN DEĞIŞIME KAPI AÇMA CESARETI
GÖSTERMIŞ KADINLAR YAŞAMIN HER VEÇHESINDE YER ALIYOR
ARTIK. 8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ, KADININ KUTSALLIĞINI
HATIRLATMAKLA KALMIYOR, ONLARIN KARŞILAŞTIĞI
OLUMSUZLUKLARLA ILGILI OLARAK DÜNYA ÇAPINDA
FARKINDALIK YARATMAYA VESILE OLUYOR.
DENIZ VAROL
26
8 MART, BIRLEŞMIŞ MILLETLER GENEL KURULU TARAFINDAN
1977 YILINDA “DÜNYA KADINLAR GÜNÜ” ILAN EDILDI.
T
arih 8 Mart 1857... Yer Amerika Birleşik Devletleri’nin New York kenti...
Bir tekstil fabrikasında çalışmakta olan tam 40 bin işçi, daha iyi çalışma
koşulları elde edebilmek için greve gidiyor. Polisin müdahale ettiği greve
katılan insanların bir kısmının fabrikanın içine kilitlenmesi ise önü alınamayacak bir faciaya neden oluyor. Zira müdahale sırasında çıkan yangından
kaçamayan 129 kadın, yanarak can veriyor. Bu acı olay, 8 Mart gününü “Dünya Kadınlar Günü” olarak literatüre yerleştiren hadise oluyor aynı zamanda.
Kadınlar Günü kutlamasına ilk kez 28 Şubat 1909 tarihinde, yine New
York’ta rastlanıyor. Ne var ki Amerika Sosyalist Partisi tarafından, 1908
yılında Uluslararası Kadın Konfeksiyon İşçileri Birliği’nin düzenlediği grevi
anma amacıyla organize edilen bu etkinliğin devamı sağlanamıyor.
26-27 Ağustos 1910 tarihlerinde Danimarka’nın başkenti Kopenhag’daki
İkinci Enternasyonal kapsamında bir kadın konferansı düzenlenir. Burada
Amerikalı sosyalistlerden etkilenen bir Alman sosyalist, Luise Zietz, uluslararası bir “kadın günü” kutlanmasını gündeme getirir ve kutlama için
kesin bir gün belirlenmese de sonraları Almanya Komünist Partisi adını
alacak olan Bağımsız Sosyal Demokrat Parti lideri Clara Zetkin tarafından
desteklenir. 17 ülkeden 100 kadın delege, oy kullanma hakkı da dahil olmak
üzere eşit haklar elde etmeye yönelik iyi bir strateji sağlayacağı düşüncesiyle bu fikre sıcak bakar. Ertesi yılın 19 Mart’ında, Avusturya, Danimarka,
İsviçre ve Almanya’dan bir milyonun üzerinde insanın katıldığı bir gösteri
düzenlenir. Paris Komünü’nü onurlandıran pankartlar taşıyan göstericiler
cinsiyet ayrımcılığına karşı sloganlar atar, kadınların oy kullanma ve kamuda
iş edinebilme hakkını savunur.
1914 yılına kadar kadınların öncülük ettiği pek çok
gösteri ve grev gerçekleşir, ancak bunların hiçbiri 8
Mart gününe rastlamaz. Bu yıl Dünya Kadınlar Günü
Birinci Dünya Savaşı’na karşıt seslerin de yükseldiği
bir mekanizma haline gelir ve aktivistler barış yanlısı
gösteriler düzenler. Kadınlar, 8 Mart’ta ilk kez bir araya
gelerek hem savaşı protesto eder hem de kadınların
erkeklerle eşit haklara sahip olabilmesi için çağrıda
bulunur.
1917’de Rusya’da sürdürülen savaş karşıtı eylemlerde kadınlar yine sahneye çıkar ve “Ekmek ve Barış”
için mücadeleye katılır. Gregoryen Takvimi’ne göre 8
Mart 1917’ye denk gelen bu tarihten dört gün sonra
çar devrilir ve geçici hükümet kadınlara oy kullanma
hakkı verir.
27
TÜRKIYE’DE 8 MART ILK OLARAK 1921 YILINDA, “DÜNYA EMEKÇI
KADINLAR GÜNÜ” ADI ALTINDA KUTLANDI.
İlerleyen yıllarda Dünya Kadınlar Günü kadın hakları konusuna
küresel bir boyut kazandırır. Birleşmiş Milletler konferanslarının
bazılarında kadın hareketleri de konu edilerek siyasi ve kültürel
arenalarda kadınların daha çok yer alabilmesi için farkındalık
yaratılır. Kadınlar Günü değişime, kadınların ülkeleri için ne denli
olağanüstü işler başarabileceğine duyulan inancın göstergesi olur.
Clara Zetkin (solda) ve Rosa Luxembourg, 1910.
Dünyayı güzelleştirmeye giden formül: Küresel
düşün, yerel hareket et, kadınları güçlendir!
8 Mart Dünya Kadınlar Günü Çin, Madagaskar ve Nepal’de sadece
kadınlar için; Afganistan, Azerbaycan, Beyaz Rusya, Burkina Faso,
Kamboçya, Küba, Gürcistan, Guinea-Bissau, Eritre, Kazakistan,
Kırgızistan, Laos, Tacikistan, Türkmenistan, Uganda, Ukrayna,
Özbekistan, Vietnam ve Zambiya’da ise genel resmî tatil kabul
ediliyor.
Türkiye’de 8 Mart ilk olarak 1921 yılında, “Dünya Emekçi Kadınlar
Günü” adı altında kutlanmış. Birleşmiş Milletler tarafından 1975
yılının “Uluslararası Kadınlar Yılı” ilan edilmesiyle Türkiye’de de 8
Mart’ta büyük çaplı bir kongre düzenlenmiş.
Geçtiğimiz yıllardaki Dünya Kadınlar Günü kutlamaları için
Birleşmiş Milletler’in belirlediği farklı temalar bulunuyor. Bu
yılki tema, “Kadınları güçlendirmek insanlığı güçlendirmektir”
mottosuyla yola çıkarak insanları bambaşka bir dünya resmetmeye çağırıyor. Rus Devrimi’nin 100’üncü yıl dönümü olacak 2017
yılında ise bu olayda oynadıkları rol göz önüne alınarak kadınların
dünyayı değiştirebilen iradesine vurgu yapılması planlanıyor.
Dünya Kadınlar Günü ile yasalar önünde kadın-erkek eşitliği
başta olmak üzere yaşamın her alanında kadınların görünür
kılınması için farkındalık yaratılması amaçlanıyor. Ayrıca 8 Mart
hem kadınların varlığının ve başarılarının kutlandığı hem de
eğitim ve iş hayatında bulunabilme, siyasete etkin olarak katılabilme gibi haklarının vurgulandığı, karşılaştıkları olumsuzlukların
hatırlatıldığı bir vesile olarak görülüyor. Bu hedeflerle Dünya Kadınlar Günü’nde konferanslar, seminerler, medya/sosyal medya
kampanyaları ve çeşitli etkinliklerle yerelden globale uzanan bir
skalada “kadın” konusu ele alınıyor. Değişime giden yol ise şüphesiz her günü 8 Mart berraklığına kavuşturmaktan geçiyor.
28
Türk Parlamenterler
Birliği’nden
Üye aidatlarımız 16. Olağan Genel Kurul kararıyla 2015 yılında yıllık 120 TL’dir.
Bankalar tarafından müşterilerine Uluslararası Banka Hesap Numarası (IBAN) verilmektedir.
Üyelerimizin aidatlarını yatırırken problem yaşamamaları için Birliğin IBAN Numarası aşağıda belirtilmiştir.
Bilindiği gibi 2002’de yıllık 30 TL olan üye aidatları 2004 yılından beri 60 TL ve 2013 yılından itibaren 120 TL’dir.
Geriye doğru aidat borçlarının buna göre hesaplanması ve Birliğimizin aşağıdaki hesap numarasına yatırılması, 5253 sayılı
Dernekler Kanunu’na göre, alınan aidatların belgesine üyelerin TC Kimlik Numaralarının yazılması gerekmektedir.
Üyelerimizin TC Kimlik Numaralarını mektup veya telefonla Birliğe bildirmeleri rica olunur.
TPB Haber Portalı www.tpb.org.tr
Fax Hattı: 0312 420 66 24
Sayın Üyelerimiz her konuda bize ulaşabilirsiniz.
Türk Parlamenterler Birliği Ankara Konukevi: Ankara Hotel Pino Bayraktar Mahallesi Vedat Dalokay Caddesi
Bayraklı Sokak No: 35 GOP/ANKARA Tel: 0312 446 36 86
Türk Parlamenterler
Birliği
TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin
Kat No: 50-51 Bakanlıklar/ANKARA
Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24
Türk Parlamenterler Birliği
Ziraat Bankası TBMM Şubesi
IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001
AILE VE SOSYAL POLITIKALAR BAKANI
AYŞENUR ISLAM:
KADINA KARŞI HER TÜR ŞIDDET VE ISTISMARIN
ÖNLENMESI ÖNCELIKLI POLITIKALARIMIZ
ARASINDA YER ALIYOR
SÖYLEŞI: SONGÜL BAŞ
30
SÖYLEŞI
ÇOCUK, KADIN VEYA ERKEK, TÜM AILE BIREYLERININ HER TÜR
IHTIYACININ EN IYI KARŞILANABILDIĞI KURUMUN AILE KURUMU
OLDUĞUNU IFADE EDEN BAKAN İSLAM, “BU GERÇEKTEN
HAREKETLE, AILENIN KORUNMASINI VE GÜÇLENDIRILMESINI
POLITIKALARIMIZIN TEMEL HEDEFI OLARAK KABUL EDIYORUZ”
DIYOR. AYŞENUR İSLAM, KADINA YÖNELIK ŞIDDETIN ISE BIR
INSANLIK SUÇU OLDUĞUNU VURGULUYOR.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı geniş bir yelpazede önemli
hizmetler sunuyor. “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” dolayısıyla
biz özellikle kadın ve aileye yönelik çalışmalarla ilgili sorular yöneltmek istiyoruz. Şüphesiz, aile, toplumun temelini oluşturuyor. Güçlü bir aile yapısının oluşturulmasında kadınlara büyük
görev düşüyor. Bu noktada kadınların hayatın her alanında söz
sahibi olması önem taşıyor. Kadın ve ailenin güçlendirilmesine
yönelik çalışmalarla ilgili bilgi verebilir misiniz?
Biz aile odaklı yaklaşımı bakanlığımızın temel ilkesi olarak kabul
ediyoruz. Çocuk, kadın veya erkek, bütün aile bireylerinin psikolojik veya fizyolojik tüm ihtiyaçlarının en iyi karşılanabildiği
kurumun aile kurumu olduğunu düşünüyoruz. Bu gerçekten hareketle, ailenin korunmasını ve güçlendirilmesini politikalarımızın
temel hedefi olarak kabul ediyoruz.
Ailenin zayıflamasının ve temel fonksiyonlarını yerine getiremez hale gelmesinin hem aile bireyleri hem de bütün toplum
için baş edilmesi oldukça zor sorunlara yol açtığını biliyoruz.
Araştırmalar bize madde bağımlılığından çocukların ihmal ve
istismarına, aile içi şiddetten bakıma muhtaç yaşlı ve engelli
sayısının artmasına kadar birçok sorunla ailelerin zayıflaması
veya parçalanmasının yakından ilişkili olduğunu göstermektedir.
Bu gerçekten hareketle, ailelerimizin sosyal yardım veya sosyal
hizmetlere muhtaç hale gelmeden desteklenmelerini politikalarımızın merkezine yerleştiriyoruz. Şu veya bu nedenle sosyal yardım veya hizmete muhtaç hale gelmişler ise biz bu konuyu yine
kurumsal bakımla değil, aile içinde sağlanan desteklerle çözmeye
yöneliyoruz. Çünkü bu yöntem hem çok daha iyi netice veriyor
hem de maliyeti diğer yöntemlerle kıyaslanmayacak kadar az.
Bütün bunların ötesinde, biz insanların temel maddi ihtiyaçları
bulunduğu gibi bir aileye ait olma, ailede yaşama ihtiyaçlarının
olduğunu ve bunun önemsenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Yani
aile odaklı yaklaşımın bir gereği olarak insanlarımızın sorunlarını
öncelikle aile içinde çözmeyi tercih ederken bu insani ihtiyaca
özen gösteriyoruz, bu ihtiyacı önemsiyoruz.
Kadınların her alanda desteklenmesi ve güçlendirilmesine
yönelik çalışmalarımız kararlılıkla devam ediyor. Kadının insan
haklarının ve toplumsal statüsünün korunması, geliştirilmesi,
kadına karşı ayrımcılık ile her tür şiddet ve istismarın önlenmesi,
bakanlığımızın öncelikli kadın politikaları arasında yer almaktadır.
Kısa bir süre önce açıklanan “Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı”nın önemi ile kadın ve aileye yönelik
çalışmalara sağlayacağı katkılara ilişkin değerlendirmelerinizi
öğrenebilir miyiz?
Bu programı hazırlamaktaki temel hedefimiz, Türkiye’nin ekonomik ve sosyal gelişmesini desteklemek üzere dinamik nüfus
yapısının korunması, aile kurumunun güçlendirilmesi ve böylece
sosyal refah ve sosyal sermayenin artırılmasıdır.
Bildiğiniz gibi göç ve hızlı kentleşme, kültürel değerlerdeki
aşınma, aile eğitimindeki eksiklikler, yeni iletişim alışkanlıkları
gibi sebeplerle zayıflayan aile içi iletişimi ve dolayısıyla aile kurumunu güçlendirmek sağlıklı bir toplumun devamlılığını sağlamak
açısından hayati önem taşıyor. Ülkemizde yaşanan demografik
dönüşüm sonucunda pek de uzak olmayan bir gelecekte genç
nüfus yapısından yaşlı bir nüfus yapısına geçeceğimiz öngörülüyor. TÜİK’in nüfus projeksiyonuna göre yüzde 7 civarındaki
65 yaş üstü nüfus 2023’lerde yüzde 10’lara, 2050’lerde yüzde
20’lere yaklaşacak.
Bu gerçekten hareketle, dinamik nüfus artışının teşvik edilmesi, yaşlı nüfusun sağlık ve bakım imkanlarının düzenlenmesine
yönelik politikalar öncelik kazanmaktadır.
Paketin bütününde nüfus politikalarının aile politikaları ile
desteklendiğini göreceksiniz. Aslına bakarsanız AK Parti hükümetleri dönemini kapsayan son 13 yılda aileyi desteklemeye
31
“KADINLAR, ERKEKLER, KAMU KURUM VE KURULUŞLARI,
STK’LAR VE SORUNUN TÜM TARAFLARI EL ELE VERMELI,
BÜTÜN DÜNYANIN UĞRAŞTIĞI ŞIDDETI SONA ERDIRMEK IÇIN
ÇALIŞMALIDIR. BU KONUDA ÇOK KAPSAMLI BIR DUYARLILIĞA
VE ZIHNIYET DÖNÜŞÜMÜNE IHTIYACIMIZ VAR.”
dönük kapsamlı politikalar uygulamaya konulmuş durumdadır.
Engelli-yaşlı bakımı, yoksulluk ve çocuk bakımı gibi aile sorunlarını ailede çözmeye dönük önemli ve etkin uygulamalarımız var.
Başbakanımız Ahmet Davutoğlu’nun geçtiğimiz haftalarda
açıkladığı paket bu alandaki son halkadır. Bu halkanın en önemli
özelliği çalışan kadınların çocuk sahibi olmaları durumunda işten
ayrılmalarını engelleyen destek mekanizmaları içeriyor olma-
32
SÖYLEŞI
sıdır. Yani nüfusun yaşlanmasını engellemek için doğurganlık
oranlarının artırılmasını hedeflerken, bu durumun kadının işten
ayrılmasını gerektirmeyecek ya da zorlamayacak şartları içermesi
gerekiyor.
Bir yandan doğum oranlarının artmasını teşvik etmek diğer
yandan da genç nüfusu bebekliğinden itibaren korumak ve iyi
eğitmek gerekiyor. Çalışan annelerin iş hayatı ile ev hayatını
uyumlulaştırıp onlara fırsat eşitliği sağlayarak işinde başarılı ve
üretken kadın, evinde mutlu ve huzurlu anneler hedefliyoruz.
Bu pakette kadınlara herhangi bir hayat biçimi dayatılmıyor.
Aksine onlara fırsat eşitliği sağlanarak bazı eşitsizlikler ortadan
kaldırılıyor.
Türkiye’de AK Parti iktidarıyla birlikte kadın istihdam oranımız
yüzde 30’lara ulaştı. Fakat istihdam oranının, özellikle de kadın
istihdamının yüksek olduğu ülkelerde esnek zamanlı çalışma
uygulamalarının çok yaygın olduğunu görüyoruz. Bu bizim için de
çok önemli bir alternatif ve Türkiye’nin de bir an önce hem erkekler hem de kadınlar için bu uygulamaya geçmesi gerekiyor. Yarı
zamanlı çalışmada anne 16 hafta doğum iznini kullandıktan sonra
isterse tam ücretli yarı zamanlı çalışma modeline geçebiliyor. İlk
çocukta 2 ay, ikinci çocukta 4 ay, üçüncü çocukta 6 ay anne tam
ücretli yarı zamanlı çalışabilecek. Özel sektörde ücretinin yarısını
işveren, diğer yarısını da devlet karşılıyor.
Kısmi çalışmada ise çocuk okul çağına gelene dek her iki
ebeveyne de kısmi çalışma imkanı tanınıyor, ancak çalışan sadece çalıştığı sürenin ücretini alıyor. Kısmi çalışma imkanını hem
anneye hem de babaya tanıyoruz. Hatta Kanun Meclis’ten bu
haliyle geçerse aynı çocuk için hem annenin hem de babanın bu
imkandan yararlanması söz konusu. Dolayısıyla anne-babalardan
biri sabahları diğeri de öğleden sonraları evde olabilir ve böylece
çocuk tamamen anne-baba bakımıyla büyüyebilir.
Doğum sebebiyle alınan ücretsiz izinlerde annenin kıdem ve
derece ilerlemeleri gerçekleşmiyordu. Bu ise ancak geriye dönük
olarak borçlanarak yapılabiliyordu. Bu paketle birlikte borçlanma
zaruretini ortadan kaldırıyoruz ve anne doğuma bağlı ücretsiz
izindeyken derece kademe ilerlemesini kendiliğinden alıyor. Bu bir
“BAKANLIK OLARAK GEREK ÇOCUK KONUSU OLSUN,
GEREKSE ŞEHIT YAKINLARI, GAZILER VEYA ENGELLI,
YAŞLI SORUNLARI OLSUN, BÜTÜN ÇALIŞMA ALANIMIZLA
ILGILI KONULARI AILE KURUMU ÇERÇEVESINDE ELE ALIP
DEĞERLENDIRMEYE ÇALIŞIYORUZ.”
nevi askerlik yapan erkeğe verilen hakkın doğum yapan kadına
verilmesi gibi bir yenilik.
2015 yılının 8 Mart’ına girerken kadın cinayetleri ülke gündeminde önemli yer tutmaya devam ediyor. Büyük acılara ve tepkilere yol açan kadına yönelik şiddetin önlenmesi konusunda
yürütülen çalışmalarla ilgili bilgi aktarabilir misiniz? 2015 yılında bu konuda yeni tedbirler, yeni cezalar gündeme gelebilir mi?
Sözlerime kadına yönelik şiddetin bir insanlık suçu olduğunu vurgulayarak başlamak istiyorum. Konuya daha bütünsel bir açıdan
yaklaşmak ve toplumsal şiddeti masaya yatırmak lazım. Kadına
yönelik şiddet, toplumsal şiddetin çok ciddi bir parçası. Dünyada
şiddet olaylarında son yıllarda bir artış olduğunu görüyoruz. Bu
günümüze taşınmaması gereken bir sorundu, ama ne yazık ki
21. yüzyıla olanca vahametiyle taşınmış durumda. Tüm dünyada
toplumsal şiddette, aile içi ve kadına yönelik şiddette bir artış
var; şimdiye kadar alınan tedbirler maalesef şiddeti ortadan
kaldırmaya yetmedi.
Bakanlık olarak bu konuyu geniş kapsamlı ve çok boyutlu ele
alıyoruz. Şiddetle mücadele tek bir kurumun, tek bir bakanlığın
üstesinden gelebileceği bir konu değildir. İş birliği ve güç birliği
ile çözülebilecek bir sorundur. Kadınlar, erkekler, kamu kurum
ve kuruluşları, STK’lar ve sorunun tüm tarafları el ele vermeli,
bütün dünyanın uğraştığı şiddeti sona erdirmek için çalışmalıdır.
Bu konuda çok kapsamlı bir duyarlılığa ve zihniyet dönüşümüne
ihtiyacımız var.
Bakanlık olarak uygulamada yaşanan sıkıntıları azaltmak için
çalışmalar yapıyoruz. Şiddetin sebeplerini araştırıyoruz. Yaptığımız araştırmalar, sebepleri ortadan kaldırmak için bize yol gösterici olacak. Şiddete yönelenlerle ilgili iki tür çalışmamız var. Birincisi bilinçlendirme, ikincisi şiddet uygulayanların rehabilitasyonu.
İkinci konudaki çalışmalarımız henüz başlangıç aşamasında,
geliştiriyoruz. Bilinçlendirme konusunda ise aile eğitimlerimiz ön
plana çıkıyor. 2013 ve 2014 yıllarında toplam 251 bin 510 kişiye aile
eğitimi verdik. Yine son iki yılda Jandarma Genel Komutanlığı’nda
üst rütbeli subaylara ve Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde
33
“AILE SOSYAL DESTEK PROGRAMI (ASDEP), AILENIN
GÜÇLENMESINI SAĞLAMAK ÜZERE YÖNLENDIRME, YARDIM
VE DESTEKLERIN AILEYE ARZ ODAKLI SUNULMASINI ESAS
ALIR. YERINDE TESPIT, YERINDE YÖNLENDIRME, YERINDE
HIZMET, YERINDE DENETIM MEKANIZMASIDIR.”
görevli psikolog ve psikolojik danışmanlara eğitici eğitimleri
verdik. Toplamda 3 bin 170 kişiyi eğitici olarak yetiştirdik. Bu
eğiticilerle 145 bin 214 kişiye ulaştık. Jandarma er eğitimlerimizi
yaygınlaştırıyoruz. Kitapları basıldı, bu yıl ders olarak okutulacak.
Ayrıca sağlık çalışanlarına, Aile Mahkemesi çalışanlarına, kamu
kurum ve kuruluşları ile belediye çalışanlarına verdiğimiz şiddeti
önlemeye yönelik eğitimler yüz binleri buldu. Evlilik öncesinde
ve sonrasında, boşanma öncesi, süreci ve sonrasında talep eden
çiftlere danışmanlık hizmeti veriyoruz. Sistemimizi sürekli revize
ediyoruz. Ağaç yaşken eğilir düşüncesiyle çocuklarımıza değerler
eğitimi vermeye yöneliyoruz. Millî Eğitim Bakanlığımız da bu
konuda çalışıyor. Diyanet İşleri Başkanlığımızla protokollerimiz
var. Onlarla ve gönüllü olan tüm STK’larımızla birlikte çalışıyoruz.
Herkese ulaşmamız lazım. Her destek, her katkı bizim için önemli.
34
SÖYLEŞI
Bakanlığımız kadına yönelik şiddetle mücadelenin kapsamlı,
eşgüdümlü ve bütüncül bir yaklaşım gerektirdiği bilinciyle hareket ediyor. Bu çerçevede kadına yönelik şiddetle mücadeleye
ilişkin 2012-2015 yıllarını kapsayan Eylem Planı’nı uygulamaya
koyduk. 2016-2019 Eylem Planı’nı hazırlıyoruz.
Kadına yönelik şiddetle mücadelenin daha etkin gerçekleştirilmesi için en önemli araçlardan biri de göstergelerin değerlendirilmesidir. 2008 yılında ilki gerçekleştirilen Türkiye’de Kadına
Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması geçen yıl güncellendi. 2008 ve
2014 yılı araştırma verileri kullanılarak başta erken yaşta evlilikler
olmak üzere çeşitli konularda ileri analizler yapmayı planlıyoruz.
Ayrıca kadına yönelik şiddeti önlemek için uygulamaya başlanan panik butonu sistemini revize ediyoruz. Adalet ve İçişleri
Bakanlıklarınca uygulanan ve kadına karşı şiddetle mücadelede
de kullanılması planlanan “elektronik bileklik sistemi” var. Bu
sistemi kadına yönelik şiddet konusunda hayata geçiriyoruz.
Geçmeyi düşündüğümüz sistemde iki aparat kullanılıyor. Biri
faile, diğeri mağdura veriliyor. Her ikisi karşılıklı çalışıyor. Bunlar
bir sistem üzerinden takip ediliyorlar. Bu takip Emniyet’te yapılıyor. Mağdur ile failin birbirine yaklaşmaları, had sınırı aşması
durumunda derhal mağdurun bulunduğu yere kolluk kuvvetleri
gidiyor. Fail de uyarılıyor.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, çocuklar, yaşlılar, engelliler,
şehit yakınları ve gazilere yönelik de önemli hizmetleri yerine
getiriyor. Toplumun bu kesimleriyle ilgili olarak 2015 yılında
hayata geçirilecek projelerle ilgili bilgi verebilir misiniz?
Biz gerek çocuk konusu olsun, gerekse şehit yakınları, gaziler
veya engelli, yaşlı sorunları olsun, bütün çalışma alanımızla
ilgili konuları aile kurumu çerçevesinde ele alıp değerlendirmeye
çalışıyoruz.
Aile Sosyal Destek Programı (ASDEP), ailenin güçlenmesini
sağlamak üzere yönlendirme, yardım ve desteklerin aileye arz
odaklı sunulmasını esas alır. Yerinde tespit, yerinde yönlendirme,
yerinde hizmet, yerinde denetim mekanizmasıdır. Her 500 aileye
bir sosyal hizmet görevlisi atıyoruz, tıpkı aile hekimi gibi.
Sosyal hizmet görevlilerimiz psikoloji, sosyoloji, sosyal hizmetler, PDR gibi alanlarda uzmanlaşmış kişilerden seçilecek ve mobil
çalışacaklar. Belli bir büroları olmayacak. Öncelikle risk altındaki
ailelerin sorunlarına yönelecekler. Tahlil edecekler, çözüm yollarını
bulacaklar. Bunu aileye önerecekler, takibini yapacaklar, eğer takip sırasında bir sorunla karşılaşırlarsa önerilerini değiştirecekler,
ta ki ailedeki sorun çözülünceye kadar.
ASDEP aynı zamanda bir denetim mekanizmasıdır. Engelliyaşlı evde bakımı, sosyo-ekonomik yardımlar gibi yapılan tüm
yardımlar amacına uygun kullanılıyor mu, doğru konuda doğru
yere verilmiş mi konusundaki denetimleri de sosyal hizmet
görevlileri yapacak. Görevlilerimizin sisteme girdiği bilgi anında
tarafımızdan görülebilecek. Sosyal hizmet görevlilerimiz sorumlu
oldukları bölgelerdeki karakollar, muhtarlar, kaymakamlar, din
görevlileri, okul yöneticileri ve o bölgenin ileri gelenleri ile sürekli
irtibat halinde olacak. Görevlilerimizin iletişim bilgileri temas kurdukları bu kişilerde bulunacak ve bir sorun olduğunda kendilerine
bildirilmesi istenecek.
Diğer önemli proje “ANKA” isimli psikososyal destek programımız. Çocukların gerçekleştirdiği suç teşkil eden normal dışı
davranışlara karşı alınması gereken tedbirleri iki temel başlık
altında ele almak mümkün ve gereklidir. Bunlardan birincisi
kanun karşısında suç niteliğindeki eylemlerin soruşturulması,
koğuşturulması ve yargı süreçlerinin işletilmesidir. Bu süreçlerin
sonucunda suç faili durumunda olan ve cezai ehliyeti bulunan
çocuklarımıza kanunun öngördüğü cezalar hükmedilmektedir.
Çocuk özelinde üzerinde durulması gereken asıl husus ise normal
dışı davranış sergileyen çocukların uygun psikososyal destek
programlarıyla rehabilite edilmesi ve topluma kazandırılmasıdır.
Bakanlığımız bu gerçekten hareketle, suça sürüklenen, suç
mağduru olan, madde bağımlısı ve sokak geçmişi bulunan
çocuklarımızın rehabilite edilmesi, ailesine ve topluma yararlı
bireyler olarak hayatlarına devam edebilmelerinin sağlanması
amacıyla “ANKA” isimli psikososyal destek programı hazırlamış
ve tamamlamıştır. Programla, çocuğun kişilik gelişiminin sağlanması, yaşadığı travmalarının ortadan kaldırılması, suç ve madde
bağımlılığı ile ilgili davranış değişikliği ile sokak ve özgür yaşam
tarzından kurallı yaşam düzenine geçme becerisi kazandırılması
hedeflenmektedir.
Çocuk Destek Merkezleri ANKA Programı’nın uygulandığı bir
kuruluş biçimidir ve şu anda 33 ilde 62 Çocuk Destek Merkezimiz
var. Önümüzdeki yıl bu sayıyı 100’e doğru yükseltme arzusundayız. Son derece önemli kuruluşlar zinciri. Çünkü Çocuk Destek
Merkezleri, istismara uğramış, yetişkinler tarafından suça sürüklenmiş, sokakta yaşamak zorunda kalmış, sokağın her tür
riskiyle karşılaşmış, madde bağımlısı olmuş çocukların rehabilite
edildiği merkezlerdir.
35
İPEK YOLU’NUN
ÖTESINDE SIYASET
JAPONYA
PARLAMENTOSU
36
DÜNYA PARLAMENTOLARI
JAPON PEYZAJI DENILDIĞINDE AKLA ZEN BAHÇELERI VE
PAGODALAR GELIYOR DAHA ÇOK. UZAK DOĞU’NUN RUH
DINGINLIĞINE VE AYDINLANMAYA DAYANAN KÜLTÜRÜ, ELBETTE
MIMARIYE DE YANSIYOR. JAPONYA’DA SIYASETIN KALBI ULUSAL
DIYET BINASI, BATI ETKILEŞIMLERI IÇERSE DE UZAK DOĞU
KÜLTÜRÜNÜ YANSITAN KUSURSUZ BIR SIMETRIYLE
BAŞKENT TOKYO’DA YÜKSELIYOR.
ELİF ÇELİK
37
J
aponya dünyanın diğer ucu, hatta neredeyse tek başına bir
dünya. Benzersiz bir uygarlığın yeşerdiği bu topraklar, geleneğin sonuna kadar korunduğu, ama aynı zamanda “modern” ve
“teknoloji” kavramlarının somut hale geldiği bir diyar. Bilhassa
başkent Tokyo, parıltılı sokaklarıyla ziyaretçilerini geleceğin
dünyasına bir adım daha yaklaştırıyor.
Japonya’nın günümüzdeki adı, ülkenin Çin’e göre daha doğuda
olması dolayısıyla 7. yüzyılda kullanılmaya başlayan ve “Güneşin
doğduğu diyar” anlamına gelen nihon (veya nippon) kelimesinden türemiş. Bu kelime Batı dillerine İtalyan kaşif Marco Polo
(1254-1324) zamanında aktarılarak yüzyıllar içinde bugünkü
şeklini almış.
Japon takımadalarındaki ilk yerleşimlerin 30 bin yıl önceye
dayandığı biliniyor. Takip eden binyıllarda çağdaş Ainu ve Yamato
topluluklarının ilk ataları sayılan avcı-toplayıcı insanların ürettiği
süslü kil kaplar, günümüze ulaşabilmiş en eski çanak çömlek örnekleri arasında yer alıyor. MÖ 1. binyıl içinde Çin’den ve Kore’den
öğrenilen pirinç yetiştiriciliği ile yeni çömlekçilik ve madencilik
biçimleri Japon halkının gelişmesinde büyük rol oynamış. Japonya adı ise yazılı tarihte ilk kez Çin’in efsanevi Han hanedanının
MÖ 206-MS 23 yılları arasını kapsayan tarihinin anlatıldığı Han
Kitabı’nda anılmış.
Budizm Japonya’ya yine Çin’in etkisiyle ulaşmış ve başlarda
pek kabul görmese de 6. yüzyılda yönetici sınıfın desteğiyle yay-
38
DÜNYA PARLAMENTOLARI
gınlaşmaya başlamış. 8. yüzyılda Budizm’den esinlenilen sanat
ve mimarinin yanı sıra edebiyat da büyük gelişme göstermiş
Japonya’da. Feodal sistem ise savaşçıların oluşturduğu yönetici bir sınıf olan samurayların hakimiyeti ele geçirmesi sonucu
gelmiş. 1185 yılında, Taira ile Minamoto klanları arasında geçen
Gempei Savaşı’nda Taira’nın yenilgiye uğraması üzerine, Samuray Minamoto no Yoritomo Tokyo yakınlarındaki Kamakura’da
yeni bir yönetim merkezi oluşturarak kendini şogun ilan etmiş.
Böylece 1867 yılında son şogun Tokugawa Yoshinobu iktidarı
İmparator Meiji’ye bırakana dek şogunlar ülkeyi babadan oğula
ve de facto yönetmiş. Söz konusu dönemde Japonya, samuraylar
arasında pek rağbet gören Zen okulları ile tanışmış. Japonya’nın
Batılı medeniyetlerle ilk teması ise 16. yüzyılda Portekiz’den
tüccarların ve Cizvit misyonerlerin gelmesiyle olmuş, ilk kültürel
ve ticari ilişkiler bu dönemde başlamış.
Kadim savaşçı geleneği modern siyasete yansırsa
Japonya’nın ilk modern yasama organı, 1889-1947 yılları arasında yürürlükte olan Meiji Anayasası’na göre kurulmuştu ve
İmparatorluk Diyeti adını taşıyordu. Batı’nın askerî, adli ve
siyasi yapılarının adapte edildiği bu yeniden yapılanma döneminde, endüstri ve askeriye alanlarında muazzam gelişme ve
başarılar sağlanmıştı. 20. yüzyılın başlarında ülkede yayılma
ve askerîleşme politikaları doruk noktasına ulaşmıştı. Birinci
Çin-Japon Savaşı (1894-1895) ve Rus-Japon Savaşı (1904-1905)
ULUSAL DIYET BINASI, YAPININ PEK ÇOK SÜTUNUNDA VE
TAŞINDA FOSILLER BARINDIRMASI DOLAYISIYLA
“FOSIL HAZINESI” OLARAK DA ANILIYOR.
sonrası Japonya, Tayvan ve Kore’nin hakimiyetini
ele geçirmiş, I. Dünya Savaşı’nın kazanan tarafına
müttefik olması sayesinde söz konusu siyaset
sürdürülebilmiş, 1935 yılına gelindiğinde ülkenin
nüfusu 70 milyona ulaşmıştı.
Japonya’nın yayılmacı politikaları, 1937 yılında
İkinci Çin-Japon Savaşı ile devam eder. Ardından
Japon ordusu Fransız hakimiyetindeki Hindiçin’i
istila eder ve ABD Japonya’ya ambargo uygulamaya başlar. 7-8 Aralık 1941 tarihlerinde Japon
kuvvetlerin Pearl Harbor’ı bombalaması ve Singapur, Hong Kong ile Malaya’daki İngiliz birliklerine
saldırması ise Büyük Britanya ve ABD’nin II. Dünya
Savaşı’na dahil olmasıyla sonuçlanır. ABD’nin
1945’te Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombalarıysa yüzyılın en büyük
felaketleri arasında yerini alır. İkinci Dünya Savaşı,
Japonya’nın yayılma arzusu nedeniyle Uzak Doğu
ve Asya’da hem milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine neden olur hem de sanayi ve savunma
alanlarında büyük kayıplar verdirir.
Japonya’da günümüzde 1947 yılında kabul edilen
ve liberal demokrat ilkelerin benimsendiği bir anayasa yürürlükte. 1956’da Birleşmiş Milletler’e üye
olan ülke savaş yıllarında aldığı yaraları sararak
ve hızlı bir gelişme göstererek dünyanın en büyük
ekonomilerinden biri haline geldi.
Meşruti monarşi ile yönetilen Japonya’da imparatorun gücü oldukça sınırlanmış durumda. Daha çok figüratif bir rol oynayan imparator, anayasada
“devletin ve milletin birliğinin sembolü” olarak nitelendiriliyor. İktidar ise halkın
seçtiği başbakan ve parlamento üyeleri tarafından yürütülüyor.
Japonya’nın yasama organı Ulusal Diyet adını taşıyor. Japonya Anayasası’na
göre Diyet iktidarın en üst kademesi ve devletin yegane yasa koyucu birimi.
Halkın iradesini yansıtan Diyet aynı zamanda yasaları yürürlükten kaldırma,
ülke bütçesini düzenleme, dış ülkelerle anlaşmalar imzalama, başbakanı atama
ve anayasa değişikliği yapma yetkilerine de sahip. Çift meclisli bir parlamento
olan Ulusal Diyet’i dört yılda bir yeniden seçilen 480 üyeli Temsilciler Meclisi ve
39
MEŞRUTI MONARŞI ILE YÖNETILEN JAPONYA’DA IMPARATORUN
GÜCÜ OLDUKÇA SINIRLANMIŞ DURUMDA. DAHA ÇOK FIGÜRATIF
BIR ROL OYNAYAN IMPARATOR, ANAYASADA “DEVLETIN VE
MILLETIN BIRLIĞININ SEMBOLÜ” OLARAK NITELENDIRILIYOR.
altı yılda bir yenilenen seçimlerle parlamentoya giren 242 üyeli
Encümen Meclisi oluşturuyor.
Japonya parlamentosunda bir yasanın çıkarılabilmesi için yasa
tasarısının her iki meclisten de geçmesi gerekiyor. Uyuşmazlık
meydana gelmesi durumunda ise komite toplanarak gerekli
değişikliklerin yapılması yoluna gidiliyor. Yine uzlaşma sağlanamadığında anayasa gereğince üçte iki çoğunluk sağlanırsa
Temsilciler Meclisi’nin kararı esas alınıyor.
40
DÜNYA PARLAMENTOLARI
Halk egemenliğinin ve anayasal iradenin simgesi
Başkent Tokyo, Ulusal Diyet’in ülke siyasetinde oynadığı rolü
temsil eden saygın bir yapıya evsahipliği yapıyor. Bu yapı, Japonya parlamentosunun Temsilciler Meclisi ve Encümen Meclisi’nin
toplandığı Ulusal Diyet binası.
Ulusal Diyet için bir binanın inşa edilmesi fikri 1880’li yıllara kadar uzanıyor olsa da, bu karara yönelik somut adımların atılması
ve mimari tasarım için yarışma düzenlenmesi 1900’leri bulur.
YAPIMI 1936 YILINDA TAMAMLANAN ULUSAL DIYET BINASININ
KUZEY KANADI ENCÜMEN MECLISI BIRIMLERINE, BURANIN BIRE
BIR SIMETRIĞI OLAN GÜNEY KANADI ISE TEMSILCILER MECLISI
BIRIMLERINE EVSAHIPLIĞI YAPIYOR.
1910 yılında, yeni bir parlamento binasının inşası sorumluluğunu Ekonomi Bakanlığı alır. Dönemin Başbakanı Katsura Tarō bir
komisyon görevlendirir ve bu komisyon parlamentonun İtalyan
Rönesansı’nı yansıtan bir mimariyle inşa edilmesi kararı alır. 1918
yılında düzenlenen yarışmaya 118 tasarım katılır, birinci gelen
Watanabe Fukuzo’nun dizaynı sadece Avrupa veya sadece Asya
mimarisini yansıtan diğer tasarımlar arasında hibrit üslubuyla
dikkat çeker. 1920 yılında inşa edilmeye başlayan binanın kulesi
ise yarışmada üçüncü gelen mimar Takeuchi Shinshichi’nin tasarımından alınır. Ancak söz konusu kule Halikarnas Mozolesi’nden
esinlenildiği yönünde eleştirilere maruz kalır.
Yapımı 1936 yılında tamamlanan Ulusal Diyet binasının kuzey
kanadı Encümen Meclisi birimlerine, buranın bire bir simetriği
olan güney kanadı ise Temsilciler Meclisi birimlerine evsahipliği
yapıyor. Binanın ortasında bulunan ve dış cephesinin görünümünde baskın rol oynayan kule, yalnızca imparatorun veya resmî
davetlilerin kullanabildiği ana girişi barındırıyor. Girişin açıldığı
merkez salonda ise geçmişte parlamentoda önemli görevler
yerine getirmiş Hirobumi Ito (1841-1909), Shigenobu Okuma
(1838-1922) ve Taisuke Itagaki (1837-1919) gibi isimlerin bronz
heykelleri yer alıyor. Boş bırakılan kısımlarla, gelecekte yetenekli
devlet adamlarının parlamentoda yer alacağı mesajı verilmek
istenmiş. Merkez salonun tavanı ve pencerelerini vitray çalışmalı
camlar süslüyor, dört köşesinde ise dört mevsimi betimleyen
duvar resimleri bulunuyor. Merkez salondan itibaren ilerleyen
anıtsal merdivenler, imparatorun parlamentoyu ziyaret ettiği
zamanlarda kullandığı odaya açılıyor. Yasama yılı açılışlarında
imparatora bu odada her iki meclisin başkanları ve başkanvekilleri eşlik ediyor.
Encümen Meclisi’nin toplandığı salon, Ulusal Diyet binasının
ikinci katında yer alıyor. Tavanı girift cam bezemeli salonda, yarım daire şeklinde sıralanmış vekil koltuklarını ortalayan meclis
başkanı kürsüsü ve koltuğu bulunuyor. Onun arkasında ise yeni
yasama yılı açılışına katıldığı zaman kullanması için imparatora
ait koltuk yer alıyor. Encümen Meclisi’nin olduğu kanatta ayrıca on altı komite odası bulunuyor. Encümen Meclisi ile aynı
görünümdeki Temsilciler Meclisi salonu, en ön sırası hükümet
bakanlarına ait olan yarım daire şeklinde bir oturma planına
sahip. Ayrıca her iki salonun da ikinci katı basın mensupları ile
ziyaretçilere ayrılmış balkonlar barındırıyor. Temsilciler Meclisi’nin
bulunduğu kanattaki beş komite odası, ağırlıklı olarak bütçe
görüşmeleri için kullanılıyor.
Ulusal Diyet binasının önünde, siyasetin karmaşasından uzak
dingin bir ortam sağlayan park yer alıyor. Gingko ağaçlarıyla
çevrili bu parkın kuzey ucunda ise Parlamento Müzesi yükseliyor. Japonya parlamentosunun 80’inci yıldönümü şerefine 1971
yılında inşa edilen müze ülkenin gelişmesine katkı sağlamış
devlet adamlarına ve diğer dünya parlamentolarına yer veriyor.
Dünyanın en zengin kütüphaneleri arasında bulunan Ulusal Diyet
Kütüphanesi ise 7 milyon 300 bin eser barındırıyor.
41
İBRAHIM ÖZDEMIR:
SIYASETTE VEFA GÖSTERMEZSENIZ
VEFA GÖREMEZSINIZ
RÖPORTAJ VE FOTOĞRAFLAR: SONGÜL BAŞ
DEVLET VE ULAŞTIRMA ESKI BAKANI İBRAHIM ÖZDEMIR,
SIYASETIN TOPLUMA HIZMET ETMENIN BAŞLICA YOLU
OLDUĞUNU BELIRTEREK, “SIYASETÇI DEVLET ORGANLARIYLA
HALK ARASINDA BIR KÖPRÜDÜR” DIYOR. ÖZDEMIR, ŞU ANDA
TÜRKIYE’NIN BIR KAMPLAŞMA HALINDE OLDUĞU UYARISINDA
BULUNARAK ASGARI MÜŞTEREKLERDE BULUŞABILMENIN
ÖNEMINI VURGULUYOR.
42
RÖPORTAJ
Y
ıl 1983… Türkiye’nin siyaset hayatında yeni bir sayfa açılıyor. Turgut Özal’ın genel başkanı olduğu Anavatan Partisi (ANAP) kuruluyor. Uzun yıllar tek başına iktidarda kalarak
ülkenin geleceğine yön veren kararlara imza atan ANAP’ın kurucuları arasında İbrahim
Özdemir de yer alıyor. Devlet ve Ulaştırma eski Bakanı Özdemir ile siyaset yolculuğunu,
Turgut Özal’lı yılları ve ülke gündemindeki konuları konuştuk.
İbrahim Özdemir Karadenizli bir ailenin çocuğu. 1949 yılında Giresun’un Görele ilçesinde
başlıyor hayat yolculuğu. Ailenin yedinci çocuğu olarak dünyaya geliyor; annesi, babası ve
altı ablasının ilgi ve sevgisiyle büyüyor. Ailenin en küçüğü, ama tek erkek evladı olması
omuzlarına ayrı bir sorumluluk yüklüyor. Hayatı boyunca attığı her adımda bu sorumluluğu
hissediyor. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü mezunu İbrahim Özdemir,
yüksek lisansını restorasyon ve eski eserler üzerine Mimar Sinan Üniversitesi’nde yaparak
yüksek mimar oluyor. Özdemir, siyasetle tanışma öyküsünü ise şöyle anlatıyor: “1980 öncesinde Türkiye’de terör kol geziyordu; sağ-sol çatışmalarında gencecik insanların öldüğü,
kardeşin kardeşi vurduğu, siyasetçilerin ‘Akan kan yerde kalmayacak’tan öte bir şey söyleyemediği bir ortam vardı. Neticede 12 Eylül ihtilali oldu. O kötü günleri iyi gözlemlemiş, nedenleri üzerine çokça düşünmüş, terörden ekonomiye tüm sıkıntılarda siyasetçilerin rolünü
sorgulamış biriyim. İhtilalle birlikte yasaklanan siyasi faaliyetlerin tekrar serbest bırakıldığı
dönemde rahmetli Turgut Özal’la tanışma imkanım oldu. O zamanlar 33 yaşındaydım. Özal’ı
basından takip eden ve ülkeye çok faydalı işler yaptığına inanan biriydim. 1982’nin sonlarıydı, Turgut Özal’ın yeni bir parti kuracağı konuşuluyordu. Bir gün bacanağı Ali Tanrıyar’a
Özal’la tanışmak istediğimi söyledim. Birlikte partinin kuruluş çalışmalarının yapıldığı Şişli’deki Sadıkzade apartmanına gittik. Kapıyı iki genç açtı; bu gençlerden biri Adnan Kahveci,
diğeri Metin Emiroğlu’ydu. Onlarla sohbet ederken rahmetli Özal geldi. ‘Efendim, yeni bir
parti kuruyormuşsunuz. Ülke meselelerine duyarlı bir vatandaş olarak İstanbul’daki teşkilat
çalışmalarınıza yardımcı olmayı istiyorum’ dedim. Görüşmeden sonraki akşam Ali Tanrıyar
aradı, ‘Turgut Bey seni çok beğenmiş, partinin kurucuları arasında yer almanı istiyor’ dedi.
Beklemediğim bir teklifti, üstelik aktif siyaseti hiç aklımdan geçirmiyordum, niyetim partiye
maddi-manevi destek vermekti. Konuyu eşime açtım. Türkiye’nin yaşadığı sıkıntılardan
şikayet etmek yerine elini taşın altına koymanın daha doğru olacağını düşündük. Rahmetli
Özal’ın teklifini kabul ettim ve Anavatan Partisi’nin kurucuları arasında yer aldım.”
İbrahim Özdemir, Devlet Bakanı olduğu dönemde katıldığı Karma Ekonomik Kurul Toplantısı sonrasında Fas Kralı II. Hasan tarafından kabulünde.
“Özal zamanında neler
değişmedi ki...”
ANAP, girdiği ilk seçimde iktidar partisi
olurken İbrahim Özdemir de İstanbul
Milletvekili seçiliyor. 1983’ten itibaren
üç dönem bu görevi üstlenen Özdemir,
Devlet ve Ulaştırma bakanlıkları yapıyor.
Tecrübeli siyasetçi, ANAP’ın iktidarda
olduğu yıllara ilişkin şu değerlendirmelerde bulunuyor: “Turgut Özal çok zeki,
cesur, öngörülü ve geniş vizyon sahibi
bir insandı. Öyle fikirler ortaya atardı ki
gerçekleşmesi imkansız diye düşünürdünüz, ama hepsi birer birer hayata geçerdi. Onun zamanında neler değişmedi
ki Türkiye’de. Her şeyden önce kapalı
devre bir ekonomiden liberal ekonomiye
geçildi, ithalat serbest bırakıldı, Türkiye
dünyaya açıldı. Eskiden siyasetçiler yurt
dışı ziyaretlerinde yanlarında iki-üç iş
adamı götürdüklerinde hemen ‘Hangi
menfaatle bu yapılıyor?’ diye eleştirilirdi, rahmetli Özal zamanında bu konu
tamamen aşıldı. Özal her gittiği yere
özellikle genç işadamlarını götürdü,
onları teşvik etti, ‘Elinizde bir çantayla
dünyayı dolaşın, vizyonunuzu geliştirin’
dedi. Türk insanının kendine güveni arttı.
Bizim zamanımızda Türkiye’de yatırımlar
hızlandı, inşaat sektörü gelişti, yollar
otoyollara dönüşmeye başladı. Bugün
Türkiye dünyaya açık bir ülkeyse o dönemde alınan kararlar sayesindedir.”
İbrahim Özdemir 1991 seçimlerinin
ardından ANAP’ın ilk kez muhalefette
yer aldığını anımsatmamız üzerine
“Erken genel seçim kararı alınmasaydı
Anavatan Partisi yaklaşık bir yıl daha
iktidarda kalabilirdi. Fakat partinin genel
başkanı Mesut Yılmaz erken seçime gitme ihtiyacı hissetti. O dönemde ‘Turgut
Bey seçim kararı aldırdı’ diyenler oldu,
ama bu doğru değildi. Hatta Sayın Özal
bir gün bana ‘Niye seçime gittiniz?’ diye
sordu. ‘Efendim, genel başkan öyle is-
43
“FRANSIZLARIN 1912 YILINDA İSTANBUL İSTINYE KOYU’NDA
YAPTIĞI, TEKNOLOJISI ÇOK ESKIMIŞ VE KÖTÜ GÖRÜNTÜYE YOL
AÇAN BIR TERSANE VARDI. ULAŞTIRMA BAKANLIĞI GÖREVINI
ÜSTLENINCE ILK IŞIM BU TERSANEYI TAŞIMA PROJESI OLDU.”
bir görüntüye yol açıyordu. Ulaştırma Bakanlığı görevini üstlenince ilk işim bu tersaneyi
taşıma projesi oldu. Konuyu Cumhurbaşkanı Özal’a açtığımda ‘İbrahim bunu yapabilirsen
senin heykelini dikerler’ dedi. Başbakan Yılmaz da destek verdi. Bir gün tersaneye gittim, ne
kadar zarar ettiğini sorduğumda bir rakam söylediler, arkasından da ‘Efendim burası en az
zarar eden müesseselerden biri’ dediler. Tersanede 700-800 kişi çalışmasına rağmen işleri
taşeron yapıyordu. Biz yine de kimseyi mağdur etmeyecek şekilde çalışmamızı yürüttük.
Tanınmış bir gazeteci arkadaşım ‘Bir ayda tersaneyi kaldıracağını söylüyorsun. Bu çalışma
için iki sene bile yetmez’ dedi, ben yirmi beş günde yaptım. Kimse heykelimi dikmedi, ama
bana verdiği manevi bir haz var.”
“Siyasetçi vatandaşa verdiği sözün mesuliyetini hissetmeli”
tedi’ dedim. Neticede yüzde 24 oy aldık
ve milletvekili sayımız 115’e düştü. DYPSHP koalisyon hükümeti kuruldu, Anavatan Partisi bir daha tek başına iktidara
gelemedi, bana göre Türkiye açısından
kayıp yıllar yaşandı” diye konuşuyor.
Türkiye’nin koalisyon kültürüne alışkın
olmadığını kaydeden Özdemir, farklı
partilerin ortak kararlar alarak hızlı icraat yapmalarının pek kolay olmadığını,
hükümetteki anlaşmazlıkların topluma
da yansıdığını ifade ediyor.
Tecrübeli siyasetçi, TBMM 17, 18 ve
19. Dönem’de milletvekilliği yapıyor.
47. Hükümet’te Devlet Bakanı, 48.
Hükümet’te ise Ulaştırma Bakanı olarak
görev alıyor. İbrahim Özdemir, “Kısa bir
süre yaptığımız, ama iz bıraktığımız
bir bakanlık oldu” dediği Ulaştırma Bakanlığı ile ilgili şu değerlendirmelerde
bulunuyor: “İstanbul İstinye Koyu’nda
bir tersane vardı. 1912 yılında Fransızlar
yapmışlar. Teknolojisi çok eskimişti, üstelik İstanbul’un en güzel koyunda kötü
44
RÖPORTAJ
İbrahim Özdemir, milletvekilliği yıllarını konuşurken Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm
Komisyonu’ndaki çalışmalarına da değiniyor. 1985 yılında çıkan 3194 Sayılı İmar Kanunu’nun
hazırlanmasında büyük emeği bulunduğunu ifade eden Özdemir, “İmar planı yapma yetkisini Bakanlık’tan alarak belediyelere verdik. Buradaki amacımız, daha kısa sürede imar
hareketleri olması ve konut projeleri üretilmesiydi. Tabii bunu istismar edenler olmadı değil,
ama rahmetli Özal’da şu görüş hakimdi: ‘İmar konusunda siyasiler herhangi bir haksızlık
yaparsa vatandaş da seçimde oy vermeyerek cezalandıracaktır.’ Şu anda imar planlarını
yapma yetkisi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na verilmiş olsa da o günün şartlarında yerinde
planlamaya dayalı, son derece açık, şeffaf bir imar kanunu hazırlamıştık” diyor. Tecrübeli
siyasetçi, ANAP’ın ilk hükümet döneminde Boğaziçi’ndeki çarpık ve kaçak
yapılaşmayı önleme, bu alandaki imar
hareketlerine belirli kurallar çerçevesinde imkan tanıma amacıyla bir kanun
çalışması yapıldığını ifade ediyor. İbrahim Özdemir, “Rahmetli Turgut Özal, bu
kanunu Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e
anlatmakta güçlük çektiğini söyledi ve
kendisiyle görüşmemi istedi. Randevu alıp Sayın Evren’in yanına gittim.
Avrupa’dan örnekler vererek konuyu
anlattım ve kendisini ikna ettim. Bunu
rahmetli Özal’a söylediğimde sarıldı ve
teşekkür etti” diye konuşuyor.
Özdemir, sohbetimiz sırasında uzun
yıllar Anavatan Partisi’nin genel merkezi olarak kullanılan Ankara Balgat’taki
binanın yapımıyla ilgili hatıralarını da
paylaşıyor. “O zamanlar ‘Buradan araba
bile geçmiyor, partililer nasıl gelecek?’
denilen yer daha sonra şehir merkezi
oldu. Turgut Bey’in verdiği görevle binanın proje ve inşaatını bizzat yürüttüm.
O güne kadar siyasi parti genel merkezleri ya apartmandan ya da iş hanından
bozma yerlerdi. Biz ilk defa bir siyasi
partinin çalışma fonksiyonuna uygun bir
genel merkez binası inşa ettik. Bu diğer
siyasi partilere de örnek oldu” diyen tecrübeli siyasetçi, binanın yapımına verdiği
katkının da kendisi için sevinç ve gurur
vesilesi olduğunu belirtiyor.
İbrahim Özdemir’e “Siyaset yaparken
en çok nelere dikkat edilmeli?” diye soruyoruz. Siyasetin topluma hizmet etmenin başlıca yolu olduğunu vurgulayan
Özdemir, “Siyasetçi devlet organlarıyla
halk arasında bir köprüdür. Siyaset, halkın istekleri ve ihtiyaçlarına uygun bir
şekilde toplumu yönetme sanatıdır”
diyor. Siyasette vatandaşın gönlünü kazanmanın önemine işaret eden Özdemir,
sözlerini şöyle sürdürüyor: “Siyasetçi
elbette vaatlerde bulunur, ama bunu
Türkiye’nin kaynaklarını göz önüne alarak yapmakla mükelleftir. Vatandaşa verilen sözün
mesuliyetini hissetmek lazımdır. Anavatan Partisi’ni iktidardan düşürmek için seçim kampanyalarında Türkiye’nin kaldıramayacağı ekonomik vaatlerde bulunuldu. ‘Herkese iki anahtar’
dendi, bir tanesi bile verilemedi. Siyasette altı çizilmesi gereken en önemli konulardan biri de
vefadır. Siyasette vefa göstermeyen vefa göremez. Ben Turgut Bey’e karşı her zaman vefalı
davrandım. Eşi Semra Hanım’la da ilişkilerimiz sürüyor; kendisinin ülkemize ve partimize çok
önemli hizmetleri olmuştur. Bir zamanlar rahmetli Özal’ı en ağır sözlerle eleştirenlerin bugün
‘Ne muhterem, ne büyük insanmış’ dediğini çok duyuyorum; ama geçmiş olsun tabii. Toplum
olarak insanları hayattayken takdir ve taltif etmeyi maalesef pek beceremiyoruz. Turgut Bey
de parti içinde bile yeteri kadar takdir edilemedi, hatta ‘gitse de yerine biz gelsek’ diye düşünenler oldu. Ben ve birçok arkadaşım ise vefat ettiği güne kadar yanındaydık. Vefatından önce
yeni bir parti kurma düşüncesini hayata geçirmek üzereydi. 1992 yazında Marmaris Okluk’ta
birlikteydik, ‘İbrahim maşallahım var, çok sağlıklıyım’ demişti. O gün ne kadar öngörülü bir
siyasetçi olduğunu bir kez daha göstermiş ve ‘Türkiye iyi yönetilmiyor, ekonomisi kötü, on
sene içinde dibe vuracak’ demişti. Maalesef bu öngörü sekiz sene sonra gerçekleşti.”
İbrahim Özdemir’le ülke gündemindeki konuları da konuşuyoruz. “Şu anda Türkiye bir
kamplaşma halinde. Bunu ülkemizin geleceği bakımından çok önemli bir tehlike olarak görüyorum” diyen Özdemir, iktidar ve muhalefetin asgari müştereklerde buluşabilmesi gerektiğinin
altını çiziyor.
Tecrübeli siyasetçi, 1995’ten bu yana Meclis çatısı altında yer almıyor. Yüksek mimar
Özdemir, “Siyaset sırasında mesleğinizi yapmanız mümkün değil. Uzunca bir siyaset süreci
yaşadıktan ve farklı mevkilerde görev aldıktan sonra da mesleğinizi yapma şansınız pek
kalmıyor; şartlar değişmiş oluyor, sizin konumunuz uygun olmuyor. Ben şu sıralarda ziraatla
uğraşıyorum. Siyaset yaptığım dönemde maalesef çocuklarıma pek zaman ayıramadım, şimdi torunlarımla vakit geçirmeye çalışıyorum. Eşime ve çocuklarıma yoğun siyasi çalışmalarım
sırasında gösterdikleri özveriden dolayı teşekkür ediyorum” diye konuşuyor.
45
NEVRUZ:
TOPRAK ANANIN
BAĞRINDA YANAN ATEŞ
TOPRAĞIN, SUYUN, HAVANIN, GÜNEŞIN, MAVININ, YEŞILIN HEP BIR
AĞIZDAN SÖYLEDIĞI ŞARKIDIR NEVRUZ. DOĞANIN BEREKETLENIŞI,
INSANIN YENI BIR GÜNE “MERHABA” DEYIŞI...
ELIF ÇELIK
46
G
üneşin ekvatora dik açıyla ulaştığı 21 Mart’ta gece ve gündüz
süreleri birbirine eşitlenir. Hem kuzey hem de güney kutbu
aynı gündoğumu hattına yerleşir ve güneş tüm cömertliğini
göstererek ışınlarını iki yarıküre arasında eşit paylaştırır. Astronomik bir fenomen olarak bu şekilde basitçe tarif edilebilen bahar
ekinoksu, tarih boyunca pek çok kültürde önemli roller oynamış,
sembolik değerler atfedilmiş bir olaydır aslında.
Kolay mı? Koskoca bir kış geride bırakılmış, ölü toprağını
üzerinden atan doğa yeniden canlanmıştır. Bu uyanış sadece
ağaçların yeşillenmesi, rengarenk çiçeklerin açması, dağların zirvesini taçlandıran karların eriyerek ırmakları beslemesi olarak tarif
edilemezdi elbette; bahar demek, yenilik demekti insan için de.
Farsçada “yeni gün” anlamına gelen Nevruz, kökenini binlerce
yıllık bir gelenekte buluyor. Bahar bayramının günümüzde bilinen
ve uygulanan haline ilk kez 2. yüzyıla tarihlenen Pers kaynaklarında rastlanıyor olsa da, tüm hayatını nehirlerin taşmasına,
ekinlerin büyümesine, hasat zamanına, kısacası mevsimlerin
düzenine göre planlayan kadim insanlar için çok daha eskilerde
de önem taşıyordu baharın gelişi. Tabii sadece yerleşik tarım
toplumlarında değil, göçebe topluluklarda da ekinokslar oldukça
değerliydi; örneğin Orta Asya’nın Şamanik ve animistik inanç
sistemlerinde seremonilerle kutlanıyordu.
Baharın gelişi efsaneler anlatıyor
Sadece zamanı ölçmek değildi mühim olan, tabiatın uyanışı sosyal yaşamın ve dinî ritüellerin temelini oluşturacak efsanelerde
de yer alıyordu. Yazılı tarihi başlatan uygarlık Sumerlerde, bahar
mevsimi kutsal evlilik mitiyle açıklanıyordu. Ekonomisi tarım ve
hayvancılık üzerine kurulu olan Sumerler için ürünlerin bolluğu,
toprağın verimliliği halkın refahını sağlayacak yegane şey sayılıyordu. Baştanrıça kabul ettikleri, bereketin ve aşkın simgesi
İnanna’yı da bu amaçla çoban tanrısı Dumuzi ile evlendirmişlerdi.
Ne var ki Dumuzi yaptığı bir hata sonucu yer altı dünyasına hapsolmuştu. İnanna’nın yardımıyla, kız kardeşi Dumuzi’nin yerine
yılın yarısında yer altında kalmayı kabul etmişti. Tanrılar meclisinin de onayıyla Dumuzi yılın tam da bahar zamanında yeryüzüne
çıkıyor, karısıyla bir araya gelebiliyordu. İşte bu dönemde bütün
bitkiler yeniden büyüyor, hayvanlar yavruluyor, her tarafa bereket
geliyordu. Sumerler için o gün, yeni yılın başlangıcı kabul ediliyordu. Bu öykünün Babil, Asur, Hitit, Yunan ve Roma mitolojilerinde,
Yahudilikte, Hıristiyanlıkta, Avrupa pagan geleneklerinde, İskandinav söylencelerinde muadilleri bulunuyor.
Firdevsi’nin Şehname’sinde, Nevruz kutlamaları Pers Kralı
Cemşid’e dayanır. Zerdüştlüğün kutsal kitabı Avesta’da temelini
bulan efsaneye göre Cemşid, yaratıcı Ahura Mazda’nın yardımıyla
dünya üzerinde yaşayan tüm canlıları yok etmeye neden olacak
bir kış felaketini önlemiştir. Mücevherlerle süslü tahtında tıpkı
gökteki güneş gibi parıldayan Cemşid’in karşıladığı yeni gün,
takvimin de ilk günü olur.
Perslerde daha önceleri baharın gelişinin kutlanıp kutlanmadığına dair kesin bir bilgi olmamakla birlikte, onların ve kültürlerinde
etkileri bulunan Hintlerin, ekinlerin büyümesini gözlemleyerek
baharı törenlerle karşıladığını gösteren emareler bulunuyor ve
bazı kaynaklarca özellikle Babil uygarlığındaki kutlamaların İran’da
47
21 MART, 2010 YILINDA BIRLEŞMIŞ MILLETLER GENEL KURULU
TARAFINDAN DÜNYA NEVRUZ BAYRAMI ILAN EDILDI.
UNESCO ISE 2009 YILINDA NEVRUZ’U SOMUT OLMAYAN
KÜLTÜREL MIRAS LISTESI’NE DAHIL ETTI.
karşılığını bulduğu varsayılıyor. Pers devletlerinden biri olan Ahameniş İmparatorluğu’nun
(MÖ 550-330) göz alıcı mimarisine evsahipliği
yapan Persepolis’in, başta Nevruz olmak
üzere önemli günlerin kutlandığı ve gösterişli
törenlerin yapıldığı kent olduğu biliniyor.
Kaynağını yine Avesta’da bulan ve Firdevsi’nin yeniden yorumladığı bir başka anlatıya göre, “iyi”nin ve iyiliğin simgesi Ahura
Mazda (Hürmüz), kendini temsil etmesi için
dünyaya Zerdüşt’ü gönderir. Kötülüğün simgesi Angra Mainyu (Ehrimen) buna o kadar
öfkelenir ki, zalim kral Dehak’ı kontrolü altına
alarak İranlıların üstüne salar. Beyninde ur
oluşan Dehak ölümcül bir hastalığın pençesindedir, tek çaresi ise gençlerin beynini
yemektir. Yıllarca sürecek bir kıyım böylece
başlar, halk artık çaresizdir. Ne var ki on yedi
oğlunu bu şekilde Dehak’a kurban vermiş
demir ustası Kawa, sıra en küçük oğluna
geldiğinde mücadele etmeye karar vermiştir.
Direniş Mart ayının 20’sini 21’ine bağlayan
gece başlar ve zaferle sonuçlanır. Halk, birbiriyle haberleşmek için yaktığı ateşin etrafında
dans ederek zaferi kutlar.
İlkbahar ekinoksunda ateşin üzerinden atlama, Orta Asya ve Orta Doğu’da gözlenen bir
ritüel haline gelmişti. Baharla birlikte doğanın
arınması ve canlanması ateşle arınma ve yenilenme fikrinde karşılık bulabildiği gibi, ateşin
güneşi ve aydınlığı simgelediği de söylenebilir.
Kimi kadim pagan inanışlarda ateş yaşamın
özü anlamına da gelmekteydi.
Günümüzde Nevruz’un ilk hangi coğrafyada
veya hangi toplum tarafından kutlandığından
ziyade dünya çapında hangi çeşitlilikte varlığını sürdürdüğü ve uygulandığı önem taşıyor.
48
Çeşitli geleneklerde Nevruz
Nevruz kutlama geleneği bugün Türkiye, İran, Irak, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Afganistan, Tacikistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Kuzey Kafkasya’da
sürdürülüyor.
Çağımızda da tıpkı eski çağlarda olduğu gibi İran’ın en önemli dinî ve millî günü
Nevruz’dur. Kutlama hazırlıkları, Celali takvimine göre kış mevsiminin, dolayısıyla
yılın son ayında başlar. İran’da Nevruz’un en önemli geleneksel simgesi olan Hacı
Firuz, “Hacı Firuz’um, yılda bir günüm” tekerlemesi eşliğinde tef çalarak sokaklarda
yeni yılın geldiğini haber verir.
Yeni yılın ilk günü olarak kabul edilen Nevruz, Türki cumhuriyetlerde de özel yemeklerin hazırlanarak ziyafetlerin verildiği bir millî bayram olarak kutlanır. Şiîlikte
Nevruz’un Hz. Adem’in yaratıldığı, Hz. İbrahim’in pagan putlarını yok ettiği, Hz. Ali’nin
doğduğu gün olduğuna inanılır.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde millî bayram olarak kabul edilen Nevruz evlerde
bahar temizliğiyle karşılanır, ziyafetlerle kutlanır, o günde küsler barışırdı. Mevleviler
Nevruz’a selam eder, “Ey gece ve gündüzün tedbircisi, ey gözleri ve gönülleri başka
hale çeviren, ey kudret ve halleri değiştiren! Halimizi en güzele çevir!” diye dua ederlerdi. Bektaşiler ise dergahlarda toplanarak ayin yapar, ahlak ve ruh temizliği için dua
eder, ardından herkese süt ikram edilerek Nevrûziyeler okunurdu.
GÖKTÜRKLER, UYGUR
TÜRKLERI, TUNA BULGARLARI,
İDIL BULGARLARI VE HUN
TÜRKLERININ KULLANDIĞI
12 HAYVANLI TÜRK TAKVIMI’NIN
ILK GÜNÜ, YANI ULUĞ KÜN
(ULU GÜN), 21 MART’A RASTLAR.
Anadolu’da bugün de geleneksel bir değer taşıyan Nevruz’un
simgelerinden biri olan semeni, bir kaba yerleştirilip ıslatılan
buğdayların yeşermesinin ardından filizlere kırmızı kurdele
bağlanmasıyla oluşturulan demettir. Kökeni Sumerlere kadar
uzanan bu gelenek toprağın canlanmasını, yeşermesini ve bereketi sembolize eder. Perslerden diğer kültürlere aktarılan uygulamalar arasında bulunan “Yedi S” (Farsça: Haft Sîn) sofrası,
günümüzde de büyük önem taşır. Bu sofrada semeninin yanı sıra
gökyüzünü simgeleyen bir ayna, yeryüzünü simgeleyen elma,
ateşi simgeleyen mumlar, suyu simgeleyen gülsuyu, hayvanları
simgeleyen bir akvaryum balığı ile insanı ve doğurganlığı temsil
eden rengarenk boyanmış yumurtalar yer alır. Nevruz ateşi ise
her kültürde bahar bayramının vazgeçilmez unsurları arasında
gelmektedir.
49
PROF. DR. A. ZIYA AKTAŞ:
SIYASETTE ÜLKENIN ÇIKARI VE
HALKIN YARARI HER ŞEYIN ÜSTÜNDE
TUTULMALIDIR
RÖPORTAJ VE FOTOĞRAFLAR: SONGÜL BAŞ
ENERJI VE TABII KAYNAKLAR ESKI BAKANI
PROF. DR. A. ZIYA AKTAŞ, TOPLUMDAKI GERGINLIĞE
IŞARET EDEREK SIYASETÇILERIN SÖYLEMLERINE VE
DAVRANIŞLARINA DIKKAT ETMESI GEREKTIĞI UYARISINDA
BULUNUYOR. AKTAŞ, MILLETVEKILLIĞI DÖNEMINDE
HAZIRLIK ÇALIŞMALARINI YAPTIĞI BILGI TOPLUMU
BAKANLIĞI’NIN KURULMASININ DA ÖNEMINI VURGULUYOR.
50
RÖPORTAJ
B
ilgi en değerli hazine... Bu hazinenin anahtarına sahip olmanın yolu ise eğitimden geçiyor.
Bilgi ve bilgi teknolojileri alanında nice önemli çalışması bulunan Enerji ve Tabii Kaynaklar
eski Bakanı Prof. Dr. A. Ziya Aktaş, bu ayki röportaj konuklarımız arasında yer alıyor. 1995
yılından itibaren iki dönem milletvekilliği yapan Aktaş ile akademik ve siyasi çalışmalarının
yanı sıra ülke gündemindeki konuları konuştuk.
A. Ziya Aktaş’ın hayat yolculuğu 1939 yılında Erzincan’ın Kemaliye ilçesinin Yeşilyurt
köyünde başlıyor. Annesi, bağda çalıştığı bir sırada dünyaya getiriyor ilk çocuğunu; üstelik
daha yedi aylıkken. O günün şartlarında doktor, hemşire bulmak kolay değil elbet, yaşlı bir
teyze kesiyor el kadar bebeğin göbeğini. Bağdan eve gelindiğinde, kundak niyetine kullanılmış bez parçasının kan içinde kaldığı görülüyor. “Bu bebek yaşamaz” diyenler olsa da küçük
Ziya dört elle tutunuyor hayata. İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı o yıllarda askerde olan
baba Hüsamettin Bey, vatani görevini tamamladıktan sonra Ankara’da Devlet Meteoroloji
İşleri Genel Müdürlüğü’nde memur olarak çalışmaya başlıyor. Bir süre sonra da eşini ve
oğlunu yanına alıyor. Böylece A. Ziya Aktaş’ın yolu Ankara ile kesişiyor. Babasının tayinleri
dolayısıyla ilkokulun ilk dört yılını Ankara, Trabzon, İstanbul ve Eskişehir’de okusa da sonraki
eğitim hayatı başkentte geçiyor. Lise çağlarına geldiğinde o yıllardaki başarılı öğrenciler gibi
A. Ziya Aktaş da meslek tercihini İnşaat Mühendisliği’nden yana kullanıyor ve Orta Doğu
Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nde okuyor. 1962’de mezun olduktan sonra
yüksek lisansını ODTÜ’de, doktorasını ise kazandığı Fulbright bursu ile ABD’deki Lehigh
Üniversitesi’nde yapıyor. O yıllarda yeni çıkan ve adına computer denilen alet ilgisini çekiyor
ve doktora çalışmasını bu alanda gerçekleştiriyor.
A. Ziya Aktaş, 1969 yılında Türkiye’ye döndüğünde akademik kariyerine ODTÜ’de yeni
kurulmuş Hesap Bilimleri Bölümü’nde devam ediyor. “Diğer bölümlerin öğrencilerine servis
dersleri vermek üzere kurulan bu bölüm, 1977’de kendi öğrencisi de olan Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’ne dönüştü. 1977-1981 yılları arasında bu yeni bölümün başkanlığını yaptım”
diyen Aktaş, Türkiye’de Bilgisayar Mühendisliği alanında profesörlük unvanı almış ilk kişi
olmanın gururunu yaşadığını ifade ediyor. 12 Eylül ihtilali sonrasındaki çalkantılı dönemde
“biraz nefeslenmek” için ABD’deki Purdue Üniversitesi’ne ziyaretçi profesör olarak gittiğini
belirten Aktaş, “İki sene Amerika’da kaldım. O dönemde hem ders verdim hem de Bilgi
Sistemlerinin Analiz ve Tasarımında Yapısal Yaklaşım adlı bir kitap yazdım. Bu, bir Türk profesörün bizim alanımızda uluslararası düzeyde yazdığı ilk kitap olması bakımından gurur
duyduğum bir çalışmadır” diyor. Aktaş,
Anadolu’ya ithaf ettiği kitabı gösterirken o yıllarda ülkesine duyduğu özlem
sadece sözlerine değil, gözlerine de
yansıyor.
“Ulusal Bilgi Sistemi projesi
içimde ukde kaldı”
Prof. Dr. A. Ziya Aktaş, Türkiye’ye döndükten sonra tekrar bölüm başkanlığı
yapıyor ve bu görevi 1987 yılına kadar
sürdürüyor. 1988’de ise YÖK yasasına
dayanarak kısmi statüye geçip özel
bir şirkette çalışmalarını sürdürüyor.
Şirketin, bilgi sistemleri konusunda
danışmanlık yapmak üzere Devlet
İstatistik Enstitüsü ile imzaladığı sözleşme A. Ziya Aktaş’ın hayatında yeni
bir sayfa açıyor. Enstitü Başkanı Prof.
Dr. Orhan Güvenen’in teklifi ile Başkan
Yardımcısı olan Aktaş, “Sayın Güvenen
ile birlikte Ulusal Bilgi Sistemi kurma
çalışmalarını başlattık. Dünya Bankası’ndaki uzmanlar ‘Harika bir proje, biz
buna destek veririz’ dediler ve gittikleri
her yerde örnek göstereceklerini söylediler. O dönemde, detayını bilemediğim bir nedenle Başbakan Tansu Çiller
ile Dünya Bankası Başkanı arasında
bir anlaşmazlık oldu ve Dünya Bankası
kredi vermedi. Maalesef Türkiye için
çok önemli bir çalışma ortada kaldı. Bir
süre sonra da Sayın Güvenen, OECD
Nezdinde Türkiye Daimi Temsilcisi
tayin edildi. Orhan Bey’in Enstitü’den
ayrılmasının ardından siyasette yer
alma düşüncemi hayata geçirmeye karar verdim ve Sayın Bülent Ecevit’ten
randevu talep ettim” diye konuşuyor.
Aktaş, Ecevit’le yaptığı görüşmeyi
ise şöyle anlatıyor: “ODTÜ’de okurken
Köycülük Kulübü Başkanı’ydım. Bir gün
düzenlediğimiz bir açıkoturuma Sayın
Ecevit’i de davet ettik, çok güzel bir
konuşma yaptı. Yıllar sonra tekrar bir
51
“MILLETVEKILI SEÇILINCE ILK IŞIM BILGI, TEKNOLOJI VE ILETIŞIM
ALANLARINDA MECLIS’TE NELER YAPILDIĞINI ARAŞTIRMAK OLDU.
HERHANGI BIR ÇALIŞMAYA RASTLAMAYINCA 35 MILLETVEKILI
ARKADAŞIMLA BIRLIKTE BILGI GRUBU’NU KURDUK.”
araya geldiğimizde o günü hatırlattım ve öğrencilik sonrasındaki
çalışmalarımdan bahsettim. O dönemde Refah Partisi Ankara
ve İstanbul’da belediye başkanlığını kazanmıştı. Ülkenin içinde
bulunduğu ortamda, inandığımız değerleri savunmak için DSP’nin
çalışmalarına katkıda bulunmayı istediğimi söyledim. Aklımda
milletvekilliği yoktu, sadece partinin araştırma çalışmalarına yardımcı olmayı düşünüyordum. Sayın Ecevit, sohbetimiz sırasında
Devlet İstatistik Enstitüsü’nde neler yaptığımı sorunca Ulusal
Bilgi Sistemi’nden bahsettim. Beni dikkatle dinledi ve ‘Bu anlattıklarınızı yazılı bir not haline getirebilir misiniz?’ dedi. Ertesi gün
bu çalışmayı yapıp kendilerine gönderdim ve ‘Müsait olduğunuz
bir zamanda sizi tekrar ziyaret etmek isterim’ diye not düştüm.
Aradan haftalar, hatta aylar geçti. Bir gün sekreterim ‘Efendim
Bülent Bey telefonda’ dedi. Doğrusu konu o kadar aklımdan
çıkmış ki ‘Hangi Bülent Bey?’ diye sordum. ‘Bülent Ecevit’ dedi.
Telefon görüşmemizde ‘Sayın Aktaş, aralık ayındaki seçimlerde
milletvekili adayımız olur musunuz?’ dedi. Öylesine şaşırdım ki,
‘Efendim, emin misiniz, yapabilir miyim?’ dedim. Güldü, ‘Evet’
dedi. Böylece siyaset maceramız başlamış oldu.”
“Komisyona ‘Bilgi ve Teknoloji’ adını eklettik”
A. Ziya Aktaş, İstanbul Milletvekili olarak Meclis çatısı altında yer
aldığında ilk işlerinden biri bilgi, teknoloji ve iletişim alanlarında
Meclis’te neler yapıldığını araştırmak oluyor. Bu konularla ilgili
52
RÖPORTAJ
herhangi bir çalışmaya rastlamayınca bir komisyon kurulmasını
teklif ediyor. Aktaş, “Tecrübeli arkadaşlarım içtüzükle ilgili çalışmaların yeni bittiğini, birtakım komisyonlar oluşturulduğunu,
bu nedenle pek fazla şansım olmadığını söyledi. Bunun üzerine
‘Acaba mevcut bir komisyonda bu konulara yer verebilir miyiz?’
diye düşündüm. Görev tanımı bakımından en uygunu Sanayi,
Ticaret, Enerji ve Tabii Kaynaklar Komisyonu’ydu. Bu komisyona
‘Bilgi ve Teknoloji’ adını da eklettik. Hâlâ da öyle. Bir süre sonra
komisyonun başkanvekili oldum. Aradan bir, bir buçuk yıl geçti,
gündeme bilgi, bilgisayar, teknoloji ile ilgili bir konu gelmedi.
Bunun üzerine 35 milletvekili arkadaşımla birlikte Bilgi ve Bilgi
Teknolojileri Grubu’nu, kısaca Bilgi Grubu’nu kurduk. O dönemde
birkaç arkadaşım, ‘Sizden önce Meclis’te çiğköfteyi tavana kim
yapıştıracak diye yarışma yapılıyordu, böyle bir ortamda bilgi ve
bilgi teknolojisinden bahsetmek ne kadar mümkün olur?’ demişti, ama inanın oldu. Bir sonraki dönemde her partiden toplam
85 milletvekili üyeye ulaştık. Arkadaşlarımla birlikte çok güzel
çalışmalar yaptık” diyor. Aktaş, ele alınan önemli bir konuyu
ise şöyle anlatıyor: “O zamanki güncel konu 2000 yılı sendromuydu. 1999’dan 2000’e geçildiğinde bilgisayar sistemlerinde
meydana gelebilecek sorunlar nedeniyle tüm dünyada bir panik
havası vardı. O dönemde Prof. Dr. Orhan Güvenen DPT Müsteşarı
olmuştu. Kendisiyle birlikte toplantılar yaptık, çeşitli kararlar
aldık, sonuçta Türkiye büyük bir sorun yaşanmadan 2000 yılı
sendromunu atlattı.”
A. Ziya Aktaş’ın Meclis’te olduğu yıllarda Türkiye’yi sarsan
1999 depremi meydana geliyor. Tecrübeli siyasetçi, bu acı olayın
ardından Başbakan Bülent Ecevit’le yaptığı bir görüşmede depremle ilgili çalışmaların da gerçekleştirileceği Bilgi ve Teknoloji
Bakanlığı kurulmasını önerdiğini belirterek sözlerine şöyle devam
ediyor: “Rahmetli Ecevit bu öneriye çok sıcak baktı. Bakanlığın
kuruluşuyla ilgili taslağı hazırladığımız dönemde Avrupa Birliği
ve Japonya’da bilgi toplumu kavramı gündeme geldi. İnternetin
yaygınlaştırılacağı, bilginin doğru kullanılabilmesi için insanların
eğitim düzeyinin yükseltileceği gibi çalışmalardan bahsedilir
oldu. Bu gelişme üzerine Bülent Ecevit’in yanına tekrar gittim ve
‘Efendim, dünya artık bilgi toplumuna doğru gidiyor. Bakanlığın
“BILGI TOPLUMU BAKANLIĞI’NIN KURULUŞ TASLAĞINI
HAZIRLADIK, AMA KOALISYONDAKI ANLAŞMAZLIKLAR,
EKONOMIK KRIZ DERKEN BU KONU GÜNDEME GELEMEDI.
TÜRKIYE’YE ÇOK FAYDA SAĞLAYACAK BIR BAKANLIKTI.”
adını Bilgi Toplumu Bakanlığı olarak değiştirebileceğimizi düşünüyorum, ama doğrusu
biraz iddialı geliyor, size danışmayı istedim’ dedim. Rahmetli Ecevit güldü, ‘Sayın Aktaş
siyasette biraz iddialı olmakta hiçbir sakınca yok’ dedi. Bunun üzerine Bilgi Toplumu
Bakanlığı’nın kuruluş taslağını hazırladık, ama koalisyondaki anlaşmazlıklar, ekonomik
kriz derken bu konu gündeme gelemedi. Yıllar sonra bir arkadaşım ‘O bakanlık niye kurulamadı, biliyor musun?’ dedi. ‘Niye?’ diye sordum. ‘Çünkü Sayın Ecevit, Sayın Yılmaz ve
Sayın Bahçeli bu bakanlığın kendilerinde olmasını istedi. Bu konuda anlaşamadılar’ dedi.
Türkiye’ye çok fayda sağlayacak bir bakanlıktı. Bugün insanların haksız yere hapiste yatmasına neden olan birtakım uygulamalara mahal vermeyecek bir yapı oluşturabilirdi.”
Tecrübeli siyasetçi, Bülent Ecevit’le bilgi ve bilgi teknolojileri konusunda pek çok
sohbetleri olduğunu da belirterek şunları söylüyor: “Rahmetli Ecevit, bilgi-halk-sevgi
kavramlarını ‘Bilgi Çağı Türküsü’ adını verdiği bir şiirinde şöyle özetlemişti: Bu çağda
gücün kaynağı bilgi / Bilgiyi halka sunmaktır sevgi...”
“Ayrışmaya yol açacak söylemlerden kaçınılmalı”
A. Ziya Aktaş 1999 yılında 56. Hükümet’te Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı yapıyor.
Öncelikle üzerinde durduğu konulardan biri Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı oluyor. O
dönemde boru hattıyla ilgili çalışmalarda bir duraklama ve belirsizliğin söz konusu
olduğunu, ilgili taraflarla görüşmeler yaptığını ifade eden Aktaş, “1999 yılının nisan
ayında İstanbul Protokolü’nü imzalayarak boru hattının inşası ve en kısa zamanda
bitirilmesini karara bağladık. 2002’de AKP
hükümeti geldi ve kısa zamanda çalışmalar
tamamlandı, kendilerini kutluyorum, ama
Bakü-Ceyhan Boru Hattı’nda nereden nereye gelindiğine dair tek bir laf edilmemesini
de doğru bulmuyorum” diye konuşuyor. Aktaş, bakanlığı döneminde Türkmenistan’la
Rusya ve İran’a göre daha uygun fiyatla
doğalgaz anlaşması yapıldığını hatırlatıyor,
ancak işleme konulmadığını belirtiyor.
Tecrübeli siyasetçiyle ülke gündemindeki
konuları da konuşuyoruz. Toplumdaki ve
Meclis’teki gerginliğe işaret ederek “Milletvekillerinin yaralanmasına kadar giden
olayları tasvip etmek mümkün değil. Başta
iktidar partisi olmak üzere siyasetçilerin
toplumda ayrışmaya yol açacak söylemlerden uzak durmaları gerekiyor” diyen
Aktaş, “Siyaset yaparken nelere dikkat
edilmeli?” sorusuna ise şu yanıtı veriyor:
“56. Hükümet’in ilk Bakanlar Kurulu toplantısında Sayın Ecevit, ‘Arkadaşlar sizden
tek bir ricam var; yapacağınız çalışmalarda
ülkemizin çıkarını ve halkımızın yararını,
kendinizin ve ailenizin çıkarının ve yararının önünde tutun’ dedi. Biz de bu anlayışla
çalışmalarımızı yürüttük. Bugünün Türkiye’sinde tam tersi uygulamalar yapılıyor.
Yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele
edeceklerini söyleyenler bu vaatlerini yerine
getirmedikleri gibi ülkeyi her geçen gün
yeni sıkıntılar içine sürüklüyorlar.”
Tecrübeli siyasetçi 2002 yılından beri
Meclis çatısı altında yer almıyor. A. Ziya
Aktaş, 2008’den bu yana Başkent Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nde
öğretim üyesi olarak çalışıyor.
53
BÜYÜK, GIZEMLI VE EFSANEVI
SÜMELA
MANASTIRI
PINAR ÜNSAL
54
KÜLTÜR VARLIKLARI
SÜMELA MANASTIRI, ONA ULAŞMAK IÇIN TIRMANMAYI
GEREKTIREN ONLARCA BASAMAĞIN ARDINDAN BIR CENNET
VADEDIYOR SANKI. NE FRESKLERIN BÜYÜSÜ NE MEKANIN
KUTSALLIĞI BUNU SAĞLAYAN. OKSIJENIN BAŞ DÖNDÜREN
BOLLUĞU, MANASTIRIN BULUT DENIZI MANZARASI SUNAN
YÜKSEKLIĞI VE UÇSUZ BUCAKSIZ ORMANLARIN TAZE BIR HUZUR
VEREN YEŞILLIĞI BU GÖNÜL RAHATLIĞINI MÜMKÜN KILAN.
G
üneş nadir gösterse de yüzünü yeşil cömert davranmış, her
tonunu bağışlamıştı Trapezus’a. Dereleri alabalık kaynayan,
denizinde balıklar oynaşan kent, orada yaşayanları hiç aç bırakmamış, havasını soluyanlara şifa dağıtmıştı aynı zamanda. Şehir,
adeta topraktan fışkırmış ormanları ve hiç eksik olmayan gri bulutlarıyla da meşhurdu. Bir de sarp, ulaşılmaz ve siyah kayaları…
Sümela Manastırı, Meryemana deresine komşu, devasa bir
kaya üzerine inşa edilmişti. Hatta MS 300’lerde Panaghia tou
melas (Kara Dağın Bakiresi) denmişti adına. Manastırın bu kadar
yükseğe yapılma nedeni ne bu kara dağa bir süs kondurmak ne
de keşişleri muhteşem bir manzaraya kavuşturmaktı. Asıl neden,
bulutların üzerine çıkıp şehre cimri davranan güneşe yakınlaşmak
olmalıydı.
Manastırın yapımıyla ilgili pek çok soru işaretli cümleye efsaneler yanıt oldu. Birbirinden farklı bu efsanelerde Hıristiyanlarca
saygın kabul edilen isimler başrolde yer aldı. En çok kabul gören
efsane Barnabas ve Sophronios’un rüyalarıyla ilgili olandı. Neredeyse 1700 yıllık bu hikaye Sümela Manastırı’nı Hıristiyanların
gözünde dünyanın en kutsal mekanlarından biri yapıyordu. Çünkü
hikayenin ucu Dört Müjdeci’den biri kabul edilen, Luka İncili’nin
yazarı, hekim ve ikon çizeri Aziz Luka’ya dayanıyordu.
Efsaneye göre Luka görkemli bir ikon çizdi ve adına Panagia dedi. Bu ikonu her gittiği yere götüren Luka, Hz. Meryem
tarafından da mutlu kılındı, yaptığı işler her daim kutsandı.
Hıristiyanlarca Panagia -ki adı sonradan Panagia soumela olacaktı- mucizeler yaratan ve önemli kabul edilen üç ikonadan biriydi.
Aziz Luka öldürüldüğünde, öğrencisi Ananias ikonayı Atina’ya
götürdü. Manevi değeri çok büyük olan ikona için Atina yakınlarında bir kilise inşa edildi ve ikona ebediyen muhafaza edilmek
üzere bu kiliseye konuldu. İşte Sümela Manastırı’nın yapımı
bundan sonra başladı. Zira efsaneye göre ikona kaybolmuş ve
Trapezus’taki yüksek bir kayaya gizlenmişti.
55
Bir manastırda yaşayan Barnabas ve Sophronios adlı iki keşiş
bir gece aynı rüyayı görmüşlerdi. Bu rüyada Aziz Luka onlara
görünüyor ve kayıp ikonanın yerini tarif ediyordu. Trapezus’ta,
gür bir ormanın içinde döne döne yol alan, gümüş gibi parlayan bir
derenin yamacında yükselen dik ve siyah bir kayadaki mağarada
yer alan ikonayı bulacaklar, oraya bir kilise inşa ederek ikonayı
saklayacaklardı. Rüyayı birbirlerine anlatan keşişler ertesi sabahı
etmeden yola çıktı. Meryem’in Bahçesi diye de anılan Athos Dağı
ve 1300 metre yüksekliğindeki Latmos Dağı’nı aşarak deniz
yoluyla Ephesos’a gelen Barnabas ve Sophronios aylarca süren
bir yolculuğun ardından Trapezus’a ulaştı. Ancak bu memlekette
neredeyse bütün kayalar siyahtı, her yer gür ormandı, derelerin
hepsi parıl parıl parlıyordu. Günler süren arayışın ardından yorgunluktan uyuyakaldıkları bir mağarada Panagia’yı karşılarında
gördüler.
56
KÜLTÜR VARLIKLARI
Küçük bir kiliseden devasa Sümela’ya
Keşişler ikonayı buldukları kayaya iki odalı küçük bir kilise yapmışlardı. MS 375-395 yılları arasında inşa edildiği varsayılan kilise
yerleşim yerlerinden ve besin kaynaklarından oldukça uzaktı.
Ancak nasıl oluyorsa oluyor, keşişler bazen başka bir kilisenin
keşişinin, bazen uzaktaki köylerden birinin getirdiği yemekler
sayesinde hiç aç kalmıyordu.
Kilise, Hıristiyanlığı Roma İmparatorluğu’nun resmî dini yapmış
I. Theodosius döneminde (347-395) inşa edilmişti, ancak ondan
yaklaşık iki yüz yıl sonra Bizans İmparatoru Justinianos (527-565)
emriyle genişletilmişti ve büyük bir kütüphane eklenmişti. Bir
manastır olması ise Trabzon İmparatoru III. Aleksios (1349-1390)
sayesinde mümkün olmuştu. Öyle ki kilisenin büyümesine daha
önce katkısı olan imparatorların adı daha az anılıyordu artık. Barnabas ve Sophronios’un naçizane kiliseleri III. Aleksios döneminde
40 metre genişliğinde, 17 metre yüksekliğinde, 72 odalı devasa
BIR İSLAM DEVLETI OLAN OSMANLI’NIN HIRISTIYAN
MABETLERINI YERLEBIR ETMESI BEKLENIRKEN SULTAN
II. MEHMED SÜMELA MANASTIRI’NIN HAKLARINA
DOKUNMAYACAĞINA DAIR BIR FERMAN YAYIMLAMIŞTI.
bir manastıra dönüşmüştü. Kralların taç giyme törenleri dahi bu
görkemli manastırda, Panagia soumela huzurunda yapılıyordu.
Sümela Manastırı özellikle 600’lü yıllardan itibaren pek çok
istilaya maruz kalmış, yakılmış, keşişler cinayetlere kurban gitmişti. Ancak hiçbir istila Panagia soumela’yı yok edememişti.
Bu durumun Hz. Meryem’in bir lütfu olduğu söylentisi yayılmış,
ikonanın büyük bir kutsal gücü olduğuna daha çok inanılmış ve
Hıristiyanların gözündeki önemi katbekat artmıştı.
Trapezus’un 1461 yılında Osmanlı egemenliğine girmesiyle
Sümela Manastırı huzura kavuştu adeta. Bir İslam devleti olan
Osmanlı’nın Hıristiyan mabetlerini yerlebir etmesi beklenirken
Sultan II. Mehmed manastırın haklarına dokunmayacağına
dair bir ferman yayımlamıştı. Başka bir dinin kutsalına bu denli
saygı duyulması manastır keşişlerini oldukça mutlu etmişti.
II. Mehmed’den sonra gelen padişahlar da manastır sakinlerini
hiçbir baskı altına almamış, üstelik para yardımı ve hediyelerle
onları memnun etmişlerdi. Yavuz Sultan Selim’in, annesi Gülbahar Hatun’un memleketi olan Trapezus’ta avlanırken yaralandığı
ve manastırın keşişleri tarafından iyileştirildiğine dair bir rivayet
bile vardı.
57
SÜMELA MANASTIRI’NDA KUTSAL OLDUĞUNA INANILAN VE
ETRAFI SONRADAN ANADOLU SELÇUKLU DÖNEMINE AIT BIR
SÜSLEME STILIYLE BEZENMIŞ AYAZMA YER ALIYOR.
RIVAYETE GÖRE AYAZMANIN SUYU YÜZYILLAR BOYUNCA
HASTA VE KISIRLARA ŞIFA OLMUŞ.
Kayaların hakimi küçük şehir
Hıristiyanların hac mekanlarından biri
olan Sümela Manastırı iki bölümden
meydana geliyor. Kutsal olduğuna inanılan ve etrafı sonradan Anadolu Selçuklu dönemine ait bir süsleme stiliyle
bezenmiş ayazma bu bölümde yer alıyor.
Rivayete göre ayazmanın suyu yüzyıllar
boyunca hasta ve kısırlara şifa olmuş.
Yalnızca Hıristiyanlar değil, Müslümanlar
da adak ve kurbanlarla manastıra şifa
bulmaya gitmişler. 1700’lü yıllarda yapıldığı tahmin edilen, duvar ve tavanlarında
fresklerin bulunduğu birkaç küçük kilise
de bu bölümde yer alıyor.
Manastırın ikinci bölümü yatak odaları, salonlar, kitaplıklar, mahzenler ve
tuvaletleri kapsayan dört kattan oluşuyor. Bütün odalarda ocak, ışık dolabı,
kitap rafları ve çıkma balkonlar yer alıyor.
Dışarıdan dört katlı bir yapı gibi görünen
Sümela, içinde küçük bir şehir barındırıyor adeta.
Sümela Manastırı’nı eşsiz kılan en
önemli özelliklerinden biri de şüphesiz
freskler. Çeşitli yüzyıllara tarihlenen bu
fresklerde Hz. Meryem’in doğumu ve
ölümü; İncil’de geçen konuların betimlemeleri; havariler; Hz. İsa’nın doğumu; Hz.
Adem’in yaratılışı, Hz. Havva ile beraber
yasak meyveyi yemeleri, cennetten kovulmaları ve yeniden dirilmeleri; Mikail
ve Cebrail adlı meleklerin betimlemeleri
konu edilmiş.
Manastırın girişinde, kurucularından
birine ithafen Barnabas Kilisesi yer alıyor.
58
KÜLTÜR VARLIKLARI
KEŞIŞLER, 1931 YILINDA TÜRK HÜKÜMETI’NIN IZNIYLE KUTSAL
EŞYALARINI ALMAK IÇIN MANASTIRA GERI GELDILER. KAZARAK
ÇIKARDIKLARI, IÇINDE PANAGIA SOUMELA’NIN DA BULUNDUĞU
KUTSAL EMANETLERI ATINA’YA GÖTÜRDÜLER VE BENAKI
MÜZESI’NDE KORUMA ALTINA ALDILAR.
1923 yılındaki nüfus mübadelesi sırasında manastırda yaşayan
keşişler Trapezus’u terk ederken Panagia soumela’yı yanlarına
almamışlardı. Çünkü Aziz Luka manastırın kurucuları olan Barnabas ve Sophronios’a ikonanın bulunduğu yere kilise kurmalarını
söylemişti. Rum keşişler Yunanistan’a giderken ikonayı kutsal
saydıkları diğer birkaç eşyayla birlikte Barnabas Kilisesi’nin önüne
gömmüşlerdi.
Keşişler, 1931 yılında Türk Hükümeti’nin izniyle kutsal eşyalarını almak için manastıra geri geldiler. Kazarak çıkardıkları, içinde
Panagia soumela’nın bulunduğu kutsal emanetleri Atina’ya götürdüler ve Benaki Müzesi’nde koruma altına aldılar.
1952 yılında ise Yunanistan’da ormanlık bir dağ sırası olan
Vermio’da Panagia soumela için bir manastır yaptırılarak adına
Sümela Manastırı dediler. Dünyanın en değerli üç ikonasından biri
bu manastırda koruma altına alındı.
Yaklaşık bin yedi yüz yıldır Trabzon’a hakim bir kaya üzerinde tüm ihtişamıyla sapasağlam duran Sümela Manastırı, Aziz
Luka’nın hatırasını yaşatması sebebiyle Hıristiyan alemi açısından
büyük önem taşıyor. Ayrıca her yıl on binlerce Hıristiyan buraya
hacı olmaya geliyor. 2010 yılından beri ise yılda bir kere düzenlenen
Ortodoks ayinine geniş bir katılım sağlanıyor ve ayin Trabzon’un
turizm potansiyelini artırıcı bir faktör olarak görülüyor.
59
TANZIMAT FERMANI
3 KASIM 1839
DR. POLAT SAFI
TANZIMAT FERMANI, DEVLETIN 150 YILDIR ESKI GÜCÜNDE
OLMADIĞINDAN BAHISLE YENI KANUNLARLA DEVLETIN VE
MEMLEKETIN IDARESININ TANZIM EDILMESI GEREKTIĞINE IŞARET
EDEREK BAŞLAR. BU KANUNLARIN ESASI CAN EMNIYETI, IRZ,
NAMUS VE MÜLKIYETIN KORUNMASI, VERGI DÜZENLEMESI,
ASKERE ALIM VE HIZMET SÜRELERIYLE ILGILIDIR.
T
anzimat, hem mülki idareyi ıslah etme yönünde 3 Kasım 1839
tarihinde Gülhane Parkı’nda okunması dolayısıyla Gülhane
Hatt-ı Hümâyûnu adıyla da bilinen fermanın, hem de kendisiyle
birlikte başladığı farz edilen ve genel kanıya göre 1878’de Meclîs-i
Mebûsân’ın kapatılmasıyla birlikte bittiği düşünülen devrin adıdır.
Nasıl ki 1808 yılında imzalanan Sened-i İttifak, saltanat makamının haysiyet ve iktidarının âyan kuvvetleriyle korunmasını taahhüt etmiş ve böylece mahallî otoriteler olarak adlandırılabilecek
âyanların iktidarı kontrol altına alma teşebbüsü olarak görülebilirse, Tanzimat Fermanı da merkezileşmenin bürokrasi tarafından
tekrar müesses hale getirilmesi yönündeki çaba olarak değerlendirilebilir. Bu çerçevede Halil İnalcık, Sened-i İttifak’ı gelenekçi,
Tanzimat Fermanı’nı modern bir vesika olarak tanımlamakta, bu iki
vesikayı birbirine sıkı sıkıya bağlı bir siyasi mücadelenin iki safhası
olarak sunmaktadır.
İçerik anlamında Tanzimat Fermanı, devletin 150 yıldır eski
gücünde olmadığından bahisle yeni kanunlarla devletin ve memleketin idaresinin tanzim edilmesi gerektiğine işaret ederek başlar.
Bu kanunların esası can emniyeti, ırz, namus ve mülkiyetin korunması, vergi düzenlemesi (özellikle iltizam usulünün kaldırılacağına
işaret edilmesi), askere alım ve hizmet süreleriyle ilgilidir.
60
Mustafa Reşid Paşa
Hatt-ı Hümâyûn, bir tarafıyla Osmanlı geleneğine bağlıdır. Otorite sahiplerinin tebaaya
karşı güçlerini kötüye kullanmalarını yasaklayan
ve adâletnâme grubunda değerlendirilebilir
bir padişah fermanıdır. Örfi hukuka binaen
çıkarılmıştır. Şeriata gösterilen saygıya karşın
metindeki şeriata bağlılık şeklîdir. Yarı anayasal
bir belge olarak Osmanlı yönetim anlayışında
olduğu kadar geleneksel toplumsal yapıyı da
ciddi biçimde şekillendirici bir etki yaratmıştır.
Fermanla, halka devlet içinde merkezî bir konum verilirken, özellikle kanun önünde eşitlik
prensibi çerçevesinde müslim ve gayrimüslim
herkesin aynı haklardan istifade etmesinin önü
açılmıştır. Böylece, “usûl-i atîkayı bütün bütün
tağyir ve tecdîd” eden bir ıslahat projesi meydana getirilmiştir.
Genellikle Mustafa Reşid Paşa’nın şahsına
atfedilse de Tanzimat Fermanı gibi önemli bir ıslahat programını sadece Mustafa Reşid Paşa ve
dış etkilere mal etmenin yanlış olduğu yönünde
ciddi görüşler ortaya konulmuştur. Buna delil
olarak Sultan Abdülmecid’in 17 Temmuz 1839’da
yayımladığı cülûs hatt-ı hümayûnunda yer alan
ilkeler ile Reşid Paşa’nın Londra’dan dönmesinden sonra, Tanzimat Fermanı’nın ilanından
önce Bâb-ı Âli’de toplanan ve ilkeleri padişah
tarafından da onaylanan bir meşveret meclisinin kararları gösterilir ki bu meşveret meclisinin
aldığı kararlar Ali Akyıldız’a göre Gülhane Hatt-ı
Hümayûnu ile neredeyse bire bir örtüşür.
Bu durum elbette Reşid Paşa’nın Tanzimat’ın
ilanında ciddi bir rol oynamadığı anlamına gelmemelidir. Reşid Paşa üzerinden tartışmalara
konu edilen aslında dönem Avrupa’sının siyasi,
sosyal ve ekonomik fikir ve müesseselerinin
Hatt-ı Hümayûn üstündeki etkisinin boyutudur.
Nitekim Şerif Mardin, Reşid Paşa’nın İngiliz
Hariciye Nazırı Henry Palmerston ile yaptığı
görüşmenin zaptına ve dönemin Viyana Büyükelçisi Sadık Rıfat Paşa’nın iki denemesine
dayanarak Avrupa’da yaygın olan liberalizmin
Gülhane Hatt-ı Hümayûnu üzerinde belirli bir
noktaya kadar şekillendirici bir etki meydana
getirdiğini ortaya koymuştur.
61
TÜRKIYE-ARNAVUTLUK PARLAMENTOLARARASI DOSTLUK GRUBU BAŞKANI
RIFAT SAIT:
BALKANLAR’DAKI EN ETKIN MILLETLERDEN BIRI
OLAN ARNAVUTLARLA ORTAK TARIHÎ GEÇMIŞIMIZ
VE GÜÇLÜ DOSTLUK BAĞLARIMIZ BULUNUYOR
SÖYLEŞİ: ELİF ÇELİK
AK PARTI IZMIR MILLETVEKILI RIFAT SAIT, BU YASAMA
DÖNEMININ BAŞINDAN ITIBAREN TÜRKIYE-ARNAVUTLUK
PARLAMENTOLARARASI DOTLUK GRUBU BAŞKANLIĞINI
YÜRÜTÜYOR. SAİT İLE BALKANLAR COĞRAFYASINDA VE
TÜRKİYE’DE YAŞAYAN ARNAVUTLARIN DURUMU İLE DOSTLUK
GRUBU’NUN ÇALIŞMALARI ÜZERİNE KONUŞTUK.
62
DOSTLUK GRUPLARI
Türkiye-Arnavutluk Parlamentolararası Dostluk Grubu ne
zaman kuruldu, iki ülke ilişkileri açısından ne gibi hedefleri
bulunuyor?
Türkiye-Arnavutluk Parlamentolararası Dostluk Grubu bu yasama
döneminin başında kuruldu. Arnavutluk, Türkiye Cumhuriyeti’nin
kardeşlik ve dostluk bağlarının güçlü olduğu bir ülke. Ben de
Arnavut kökenli bir milletvekiliyim. Türkiye ile Arnavutluk arasındaki dostluk daima canlıdır, çünkü ortak bir kültürel ve tarihî
geçmişimiz söz konusudur. Bu sebeple Arnavutluk Parlamentosu
ile aramızda gerçekleşen ziyaretler daha ailevi, daha samimi oluyor. Oradaki kardeşlerimizle aramızdaki bağlılık, sevgi ve saygı
neticesinde tam bir kardeşlik havası hakim. Dolayısıyla “dostluk
grubu” bizde adının gerçek karşılığını buluyor. Dostluk gruplarının
esas amacının da bu olduğunu düşünüyorum, zira formalite için
kurulmasının bir anlamı olmuyor. Devlet büyüklerinin ziyaretlerine
heyet olarak eşlik etmenin dışında, ülkeler arasında faaliyetler
gerçekleştirilmeli. Dostluk gruplarının kuruluş amacı budur.
Başkanlık döneminizde yürüttüğünüz çalışmalardan bahseder
misiniz? Arnavutluk Parlamentosu’nda Türk Dostluk Grubu
bulunuyor mu?
Arnavutluk Parlamentosu’nda Türk Dostluk Grubu bulunuyor,
başkanı Durus milletvekili. Ondan önceki başkan İşkodra milletvekiliydi, ama Arnavutluk’ta geçtiğimiz yıl yapılan seçimle değişti.
Dolayısıyla iki farklı hükümet döneminde, iki farklı dostluk grubu
başkanı ile çalışma fırsatım oldu.
Türkiye-Arnavutluk Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanı olmadan önce de birtakım çalışmalar yapıyorduk. Balkan
Dernekleri Federasyonu kurduk İzmir’de. Kosova Rumeli Derneği ve Türkiye Arnavutluk Kardeşlik Derneği’yle de sivil toplum
düzeyinde ilişkilerimiz vardı. Dostluk grubu kurulduktan sonra
zaten mevcut olan çalışmalar hız kazandı. Arnavutluk’un önceki
hükümet başkanı uzaktan akrabalık bağlarımın da bulunduğu
bir dostumdu. Yapmış olduğumuz çalışmalardan biri de örneğin
Arnavutluk vatandaşları ile Türkiye’deki Arnavut kökenli vatandaşların irtibatını sağlamaktı. Arnavutluk’ta dördüncü en büyük
partinin genel başkanı davetimiz üzerine İzmir’e geldi. Bizlerle
siyasal çalışmalar içinde bulundular. Özellikle İzmir’de Arnavut
kökenli vatandaşlarımızın çalışmalarını izlediler. Çeşme, Urla ve
Buca’da Arnavutluk, Kosova veya Yunanistan’ın bazı bölgelerinden gelen Arnavut kökenli vatandaşlarla onları buluşturduk.
Bu çok sevindirici bir olaydı. Kosova’nın Arnavut kökenli eski
cumhurbaşkanının eşinin akrabalarının da Manisa’da olduğunu
öğrendik. Sadece mektuplaştıklarını söylemişlerdi, biz onları bir
araya getirdik.
Arnavutluk’un bağımsızlık yıl dönümü olan 28 Kasım 2011’de
TBMM’de geniş çaplı bir toplantı yapıldı. Dört yüz civarında Balkan ve Rumeli dernek temsilcisini ağırladık. Bu toplantıda herkes
konuşmasını yaptı, sorunlarını anlattı, dilek ve önerilerini sundu.
Böyle güzel ve Meclis tarihinde ilk kez gerçekleşen bir etkinliğe
evsahipliği yaptık. Bu çalışma da bizim için son derece değerliydi.
Türkiye’de son dönemde gündemde olan çözüm süreci de bizim
için oldukça önemli. Balkan göçmenleri ülkemizin yoğunluklu olarak batı bölgelerinde yaşıyor. Bunlar Bosna-Hersek, Bulgaristan,
Makedonya, Kosova, Yunanistan ve Arnavutluk’tan göçmüş
kimseler. Biz bu vatandaşlarımızdan oluşan bir grupla Diyarbakır
ve Mardin’e bir gezi düzenledik. Balkan göçmenleri ülkesine çok
bağlı, vatanı, bayrağı kutsal bir değer olarak gören insanlar. Askeri de polisi de dokunulmaz sayarlar. Çünkü bir Balkan göçmeni
devlet olgusuna karşı manevi bağlarla bağlıdır, saygı duyar, onlara
çocukluktan itibaren bu bilinç verilir. Bu sebeplerle televizyonda,
medyada askere karşı saldırı veya çatışma gördükleri zaman
herkesten daha fazla hassasiyet gösterirler; bu durum zamanla
Doğu’ya karşı olumsuz hava oluşmasına yol açmıştır, ama şimdilerde algı değişiyor, daha normalleşiyor. Örneğin İzmir’de Balkan
Anadolu Derneği’ni kurduk. Fikir bizimdi, başına da eş başkanlık
sistemi getirdik. Başkanlardan biri Kosovalı Arnavut, diğeriyse Urfalı Kürt. Bu dernek aracılığıyla çeşitli geziler düzenledik, mesela
Urfa’da Balıklıgöl etrafında hep beraber halay çektik. Hatta burası
kutsal bir yerdir diye bizi uyardıklarında, “Bizim yaptığımız da
kutsal bir şey; insanları birleştirmek. Bir Boşnak’la, Arnavut’la bir
Kürt omuz omuza dans ediyor, bu çok değerli” dedik. Gerçekten de
bu ilk kez gerçekleşen bir olaydı. Bu insanların büyük çoğunluğu
sivil toplum kuruluşlarının önde gelenleri veya iş adamlarıydı.
Doğu Anadolu’ya da ilk kez gidiyorlardı. Biz çözüm süreci başlamadan çok önce böyle önemli bir etkinlik gerçekleştirdik.
Türkiye ile Arnavutluk arasındaki ilişkiler hangi düzeyde ve hangi alanlarda yürütülüyor?
63
Türkiye’den iş adamlarımızı Arnavutluk’a götürdük. Birtakım fizibilite çalışmaları yaptılar. Oradan iş adamlarını da İzmir’de ağırladık.
Yakın dönemde Arnavutluk Meclis Başkanı önderliğinde ticari bir
heyet Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ziyaret edecek. Amacımız
iş adamlarını Arnavutluk başta olmak üzere Balkanlar’da yatırım
yapmaya yönlendirmek. Balkanlar iş alanında iyi bir potansiyele
sahip ve gittiğim her yerde iş adamlarımıza bu bölgeyi öneriyorum.
Çünkü Balkanlar, Rusya’ya ürün satabilme konusunda iyi bir basamak. ABD’de de Balkan çıkışlı Türk menşeili ürünlerin satılması
imkanı var. Bu alanda çeşitli birlikler söz konusu ve bunlar içinde
diğer ülkelere de mal satabiliyoruz. Başta milletvekili olduğum
İzmir olmak üzere çeşitli şehirlerimizden girişimcilerimizi bu birliklere yönlendiriyoruz, onlara fahri danışmanlık yapıp iş kurmalarını
sağlıyoruz.
Bunlar dışında festivaller, kültür panelleri düzenliyoruz. Sahibi
olduğum Balkan Günlüğü gazetesini Yunus Emre Enstitüsü vasıtasıyla Arnavutluk’a, Kosova’ya, Bosna-Hersek’e gönderiyoruz.
Oradaki tek Türkçe gazete olan bu yayın, soydaşlarımıza ücretsiz
olarak dağıtılıyor. Arnavutluk ile turizm alanında da pek çok faaliyet yürütüyoruz. Bakanlarımızın veya Sayın Cumhurbaşkanımızın
başbakanlığı döneminde bölgeye yaptığı gezilere bizzat katıldım.
Arnavutluk Parlamentosu’ndan buraya geldiler, karşılıklı fikir
alışverişinde bulunduk. İkili görüşmelerde pek çok katkımız oldu.
Ayrıca Arnavutluk’ta madencilik konusunda oldukça yüksek bir
potansiyel söz konusu. Ve orada iki Türk bankamız da var.
Türkiye-Arnavutluk Parlamentolararası Dostluk Grubu’nun
önümüzdeki dönemde ne gibi faaliyetleri olacak? İyi ilişkilerin
geliştirilmesi ve sürdürülmesi bölge siyaseti bakımından nasıl
bir önem taşıyor?
64
DOSTLUK GRUPLARI
Arnavutluk’ta büyük bir cami yapmak istiyoruz. Osmanlı döneminden kalma küçük bir yapı olan Edhem Bey Camii orada yaşayan
Müslüman kardeşlerimize hizmet veriyor, fakat yetersiz kalıyor.
Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) ile Diyanet
İşleri Başkanlığı’nın devreye girmesiyle hazırlıklara başlandı, yer
tespiti ve altyapı çalışmaları da tamamlandı. İnşallah bu sayede
Arnavutluk’a yeni ve büyük bir cami kazandırılmış olacak.
Arnavutlar Balkanlar’da önemli bir millet. Çünkü sadece
Arnavutluk’ta yaşamıyorlar. Balkanlar Osmanlı Devleti’nden
ayrılırken, başta Fransa, İngiltere ve Almanya olmak üzere Batılı
devletler bölgeyi parçalıyorlar. Böylece Arnavutlar Kosova, Makedonya, Bosna-Hersek, Karadağ, Sırbistan ve Yunanistan arasında
dağılıyor. Arnavutluk bölgede çok güçlü bir devlet olabilecekken
parçalanıp küçük bir hale geliyor. Örneğin Makedonya’nın %25’i
Arnavut. Tüm bunları toplayınca 12 milyon civarında Arnavut söz
konusu ve bunlar Osmanlı döneminde bir aradaydı. Günümüzde
çeşitli ülkelere dağılmış olan Arnavutlar, diğer ülkelerin parlamentolarında yer alıyorlar, yani bulundukları yerlerde oldukça etkinler.
Dolayısıyla Balkanlar’daki en güçlü, en etkili nüfus arasında yer
alıyorlar. Bizimle geçmişe kadar uzanan dostluk ve kardeşlik bağı
taşımaları da son derece önemlidir. Örneğin İstiklâl Marşımızın yazarı Mehmet Âkif Ersoy Arnavut kökenli bir Kosovalıdır. İlk Türkçe
sözlüğü yazan Şemseddin Sami, aynı zamanda Ali Sami Yen’in de
babasıdır, bir Arnavut’tur. Önceki Arnavutluk Hükümeti bizden
Şemseddin Sami’nin mezarını istedi, ancak kendisi Türkiye’ye mal
olmuş bir insan olduğu için biz bu talebi geri çevirdik. Türkiye’de,
Osmanlı döneminden beri belli yerlere gelmiş önemli Arnavutlar
var. Mesela Osmanlı’da 38 Arnavut sadrazam vardır. Abdülhamid
Han’ın saray muhafızları komutanı Arnavut’tur. Teşkilat-ı Mahsusa
ile İttihat ve Terakki Cemiyeti kurucuları arasında da Arnavutlar
vardır.
Arnavutlar bulundukları yere asla ihanet etmemeleri, güvenilir
olmaları, verdikleri sözden dönmemeleri ile tanınırlar. Vatanı,
bayrağı kutsal sayarlar. O nedenle de devletin önemli mevkilerine,
etkin konumlara yükselmişlerdir. Tüm bu sebeplerle Arnavutlar
Balkanlar’da ciddi bir güçtür.
Kosova Balkanlar’ın tam kalbidir ve ABD’nin Avrupa’daki en büyük askerî üssü de oradadır. Bu derece önemli bir stratejik konumu
bulunan Kosova’dan Arnavutluk’a, Türkiye firmaları karayolu yaptı.
Böylece Kosova, Arnavutluk üzerinden limana ulaştı. Bir ülke için
limanlar oldukça önemlidir. Kosova’ya bu imkan Arnavutluk ve Türkiye sayesinde tanındı. Kısacası bize dost insanlar olan, ortak bir
tarihî, siyasi ve kültürel geçmişimiz bulunan Arnavutları yeterince
tanımalı ve tanıtmalıyız. Bu insanlara sahip çıkmamız, stratejik
olarak da iyi ilişkileri sürdürmemiz anlamına gelmektedir.
İSTIKLÂL MARŞI’NIN
MECLIS’TEKI SESI
HAMDULLAH
SUPHI TANRIÖVER
66
TARIH 12 MART 1921... HAMDULLAH SUPHI TANRIÖVER’IN COŞKULU
VE GÜR BIR SESLE MECLIS KÜRSÜSÜNDE OKUDUĞU ŞIIR, BIR
MILLETIN BAĞIMSIZLIĞININ EBEDI SEMBOLÜ HALINE GELECEKTI.
“KORKMA, SÖNMEZ BU ŞAFAKLARDA YÜZEN AL SANCAK”
DIZESIYLE BAŞLAYAN İSTIKLÂL MARŞI, VATAN EVLATLARINI
AYNI DUYGU VE DEĞERLERDE BIRLEŞTIRECEKTI.
İREM COŞKUNSEVEN
1
885 yılında, zengin kültür birikimi olan ve yüksek mevkilerde
görev yapmış fertlerin bulunduğu bir ailede doğar Hamdullah
Suphi Tanrıöver. Amcası Sergüzeşt’in yazarı Samipaşazade Sezai, dedesi Osmanlı Devleti’nin ilk maarif nazırıdır. Hamdullah
Suphi’nin babası, tıpkı kendi babası gibi devlette önemli mevkilerde bulunmuş, maarif nazırlığından İstinaf
Mahkemesi başkanlığına kadar birçok görev
icra etmiştir. Hamdullah Suphi henüz bir
yaşındayken vefat eden babasını tanıma
fırsatı bulamaz, belki bu nedenle onun her
şeyi olan annesi Ülfet Hanım’a bu kadar
düşkündür.
Hamdullah Suphi Tanrıöver’in üzerinde
büyük emeği ve etkisi olan Ülfet Hanım,
sevgi dolu ve hümanist bir kadındır. Hamdullah Suphi bir gün annesine bir tabur
asker göl üzerinden geçerken buzların
kırıldığını, askerlerin soğuk göl sularında
donarak öldüğünü söyler. Annesinden bir
çığlık yükselir. Hamdullah Suphi onun üzüntüsünü gidermek için “Anneciğim yanlış
anladın, buzlar altında kalan Türk taburu
değil, Rus taburu” der. Ancak Ülfet Hanım
bu söze “Olsun evladım. Sen daha baba olmadın, evlat sevgisini
belki bilmezsin. Ben dünyadaki bütün çocukların annesiyim” diye
karşılık verir. İşte böyle bir annenin elinde yetişen Hamdullah
Suphi belki bu nedenle bu kadar içli, bu kadar duyarlı, Türkçeyi
en güzel konuşan hatiplerden biri olacaktır.
Babası öldükten sonra maddi sıkıntılar içinde büyüyen Hamdullah Suphi, ortaokul ve liseyi II. Abdülhamid’in desteğiyle Galatasaray Sultanîsi’nde okur. İlk görevine 1905 yılında Reji İdaresi’nde
tercüman olarak başlar. Daha sonra Darülfünun Edebiyat Fakültesi dahil olmak üzere çeşitli okullarda Kitabet, Fransızca, Edebiyat,
Terbiye ve Estetik dersleri verir. Yetiştirdiği
öğrencilerin arasında Reşat Nuri Güntekin
de vardır. Öğretmenliğe yürekten bağlı
olan Hamdullah Suphi, mesleğinden şöyle
bahseder: “Bu meslek on binlerce evladı
olan mübarek bir meslektir. İmzasını hatırlamadığınız bir eski öğrenciniz, memleketin görmediğiniz bir köşesinde sizin
ikinci nüshanızdır. Orada ışığınızı tekrar
eder, daha mutlu bir yarının mahsullerini
verecek tohumlarınızı, genç vicdanların
bakir topraklarına o dağıtır durur. Bir iken
bin olursunuz; binler, yüz binler olur. Fâni
kalıcılık yolunu bulmuştur.”
Hamdullah Suphi öğretmenlik hayatına
devam ederken siyasetten uzak kalmayı
başaramaz. Yaklaşık 30 yıl boyunca başkanlığını yapacağı, milliyetçilik akımının
merkezi olan Türk Ocakları’nın İstanbul’daki merkezinde faaliyetlerde bulunur. Hatta burada ileride eşi olacak Saide Hanım ile tanışır. Saide Hanım’la 1917 yılında evlenirler ve 2 aylığına Almanya’ya
balayına giderler. Ancak Birinci Dünya Savaşı sebebiyle burada 11
ay mahsur kalırlar. Hamdullah Suphi yurda döndüğünde İstanbul
67
işgal altındadır ve bu nedenle Millî Mücadele’ye katılmak gayesiyle Anadolu’ya gider. Millî Mücadele hareketini “(...) Dağınık sürüye
yol gösterebilecek çoban yıldızı, millî bir ümit halinde Anadolu
topraklarının üzerinde yükselmiştir” şeklinde yorumlar.
Mehmet Âkif’in dizeleri Hamdullah
Suphi’nin sesiyle hayat buluyor
TBMM’nin 1. Dönem’inde Antalya Milletvekili olarak Meclis’e giren
Hamdullah Suphi, 1920 yılının sonunda Millî Eğitim Bakanı olur.
Göreve geldiği sırada, adeta Anka Kuşu gibi, enkaz haline gelen
imparatorluğun küllerinden yeni bir devlet kurulmaktadır. Bu devlet, kanının son damlasına kadar vatanını savunan Türk milletinin
verdiği mücadeleyi ifade edecek, her vatandaşın iliklerine işleyecek, yapılan fedakarlıkları unutturmayacak bir marş arayışındadır.
Bu amaçla bir yarışma düzenlenecek ve en beğenilen şiir bir ödül
karşılığında yeni devletin ulusal marşı seçilecektir.
Bu şiiri ancak Burdur Milletvekili Mehmet Âkif Ersoy’un yazacağına inanan Hamdullah Suphi Tanrıöver, ondan bir şiir kaleme
almasını rica eder. Ancak Mehmet Âkif, milletin şiirini para karşılığında yazmayacak kadar asildir. Hamdullah Suphi bu durumu
68
Meclis kürsüsünde şöyle anlatır: “Arkadaşlar, hatırlarsınız Maarif
Vekâleti son mücadelemizin ruhunu terennüm edecek bir marş
için şairlerimize müracaat etmiştir. Birçok şiirler geldi. Arada
yedi tanesi en fazla evsafı haiz olarak görülmüş ve ayrılmıştır.
(...) Yalnız vekâlet yapmış olduğu tetkikatta fevkalâde kuvvetli
bir şiir aramak lüzumunu hissettiği için ben şahsen Mehmet Âkif
Beyefendi’ye müracaat ettim ve kendilerinin de bir şiir yazmalarını rica ettim. Kendileri çok asil bir endişe ile tereddüt gösterdiler.
Bilirsiniz ki bu şiirler için bir ikramiye vadedilmiştir, halbuki bunu
kendi isimlerine takrib etmek arzusunda bulunmadıklarını ve
bundan çekindiklerini izhar ettiler. Ben şahsen müracaat ettim.
Lâzım gelen tedabiri alırız ve icabeden ilânı yaparız dedim. Bu
şartla büyük dinî şairimiz bize fevkalâde nefis bir şiir gönderdiler.
Diğer altı şiirle beraber nazarı tetkikinize arz edeceğiz. İntihab
size aittir. Arkadaşlar reyimi ihsas ediyorum. Beğenmek, takdir
etmek hususunda haizi hürriyetim. İntihabımı yapmışım, fakat
sizin intihabınız benim intihabımı nakşedebilir. Arkadaşlar bu
size aittir efendim.”
Mehmet Âkif’in 10 kıtalık şiiri, Türk milletinin bağımsızlık mücadelesini, bu yolda dökülen kanları, vatan evlatlarının yaptığı
fedakarlıkları, bir hilal uğruna batan güneşleri kimsenin anlatamayacağı kadar güzel ifade ediyordu. Dönemin en iyi hatiplerinden
biri olan Hamdullah Suphi’nin coşkulu sesi ise bu dizelere can
veriyor, dinleyenlerin tüylerini diken diken ediyordu. Millî Şair’in
kaleminden çıkan mısralar, artık bu topraklarda doğan herkesin
ezbere bileceği, yıllar boyunca aynı vatanperverlik hislerini paylaşan evlatların tek bir ağızdan okuyacağı ulusal marşımız olmak
üzere oy çokluğuyla kabul edilmişti.
Mustafa Kemal ile yakinen çalışan Hamdullah Suphi, Tanrıöver
soyadını da Atatürk’ün önerisi üzerine almıştır. Bir gün Hamdullah
Suphi ile yemek yiyen Atatürk, Arapça kökenli Hamdullah isminin
Türkçe çevirisi olan “Tanrıöver”i bir kağıda yazar, gümüş bir tasın
içinde Hamdullah Suphi’ye sunar. “İkisini de yadigârım olarak sakla” der. Ailesi Kocamemi soyadını alan Hamdullah Suphi, o tarihten
sonra Tanrıöver soyadını taşıyacaktır.
İnönü Zaferi’ne yönelik söylenmiş “Türk milletinin makûs
talihini de yendiniz” sözüne ilişkin Hamdullah Suphi’nin ilginç bir
anısı vardır. İnönü Zaferi’nin haberini telgraftan önce Hamdullah
Suphi’den duyan Mustafa Kemal, ona dönerek İsmet İnönü’ye
tebrik telgrafını kendisinin yazmasını rica eder. Hamdullah Suphi o
anı şöyle anlatır: “(...) Ben her sene gazetelerimizde tekrar edilen,
mektep kitaplarına giren bildiğiniz tebriki yazdım. Bu telgraftan
iki cümle ayrıca sevilmiştir: ‘Bulunduğunuz mevkiden yalnız
şerefle dolu bir muharebe meydanı değil, ümitle dolu bir istikbal
görünüyor. Siz, düşmanla beraber Türk milletinin makûs talihini
ÜLKENIN KALKINMASINDA EKONOMININ GELIŞMESINI VE
EĞITIM KALITESININ YÜKSELMESINI KILIT NOKTA KABUL
EDEN HAMDULLAH SUPHI TANRIÖVER, GEÇMIŞ DEĞERLERIN
MODERN DEĞERLERLE BIRBIRINE EKLEMLENEREK
MUHAFAZA EDILMESI GEREKTIĞINE INANIR.
de yendiniz.’ Ben bitirince Paşa düşüncesini söyledi: ‘Hamdullah Suphi Bey, hissiyatımıza ne güzel tercüman oldunuz.’ Kalemini aldı ve yazının altına Arap harfleriyle, bir
yırtıcı kuşun çengel çengel tırnaklarla silahlı pençesini düşündüren Mustafa Kemal
imzasını attı.”
Eğitimden siyasete çok yönlü bir edip
Hamdullah Suphi, 1920-1921 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı yaptıktan sonra
1925’te ikinci kez bu göreve gelmiştir. Ülkenin kalkınmasında ekonominin gelişmesini
ve eğitim kalitesinin yükselmesini kilit nokta kabul eden Hamdullah Suphi, geçmiş
değerlerin modern değerlerle birbirine eklemlenerek muhafaza edilmesi gerektiğine
inanır. Gelişmek için Türk kültürünün ve millî değerlerin, Batı’nın değerleriyle harmanlanması gerektiğini düşünür. Onun öncelikli amacı millî ruhtan beslenen, yüzünü
Batı’ya dönmüş gençler yetiştirmektir. Bakan olduğu dönemde eğitimi iyileştirmek
için birçok girişimde bulunur. Örneğin, köylere inşa edilecek okulların masraflarını yine
köylüden talep eden mevcut yasayı değiştirmekle işe başlamak ister. Bununla birlikte
dağınık halde olan eğitim kurumlarını bir çatı altında toplamak için çabalar. Yatılı
okuyan kimsesiz çocukları gözetmek için Millî Eğitim Bakanlığı olarak birtakım tedbirler geliştirir. Kısa süren görevi boyunca eğitimi iyileştirmek için canla başla çalışır.
TBMM’nin 1, 2, 3, 7, 8 ve 9. Dönemlerinde
milletvekili olan Hamdullah Suphi, 1932 yılında
Bükreş Büyükelçiliği’ne atanmıştır. İlerleyen yıllarda Demokrat Parti’den özellikle Celal Bayar’ı
destekleyerek aday olan Hamdullah Suphi, 1957
yılında DP’den ayrılır ve Hürriyet Partisi’ne geçer. Fakat seçilemeyince siyasi hayatı sona erer.
Hamdullah Suphi Tanrıöver, edebiyat dünyasına henüz 14 yaşında “manevi babam”
dediği Namık Kemal’e ithafen yazdığı bir şiirle
adım atar. Henüz olgunluğa erişmeden yazdığı
şiirleri, Tevfik Fikret ve Cenap Şahabeddin’den
esintiler taşır. Önceleri Servet-i Fünûn, daha
sonra Fecr-i Ati edebiyat akımını benimser.
Sonraları ise başka bir doğrultuda ilerleyerek
İkdam, Sabah ve Hak da dahil olmak üzere
çeşitli gazetelere makale yazmaya başlar. Millî
duygularla yazdığı, fikrî yönünü yansıtan makaleleri Günebakan adlı eserde bir araya getirilmiştir. Dağ Yolu I ve Dağ Yolu II olmak üzere iki
kitap halinde neşredilen eserleri ise kendisinin
söylevlerinden meydana gelmiştir. Kitabına
neden bu adı verdiği sorulan Hamdullah Suphi,
sonsuzluğu sembolize ettiği için “yol”, engeli
ve bu engelleri aşmayı ifade ettiği için “dağ”
sözcüğünü seçtiğini belirtmiştir.
Kelimeleri bir zanaatkâr gibi incelikle işleyen
Hamdullah Suphi, hitabet sanatına gönül vermiş bir edebiyatçıdır. Kullandığı jest ve mimikler, ses tonu, hiç dinmeyen coşku ve heyecanı,
samimiyeti, şair ruhu ve edebiyatçı kimliği onu
herkesin hayranlıkla dinlediği bir hatip yapar.
O nedenledir ki İstiklâl Marşımızı dört kez arka
arkaya okumuş; alkışlar, gözyaşları, duygu seli
arasında tüm Meclis’te millî birlik ruhu uyandırmıştır.
69
HACI BINER:
ALKOL VE MADDE
BAĞIMLILIĞIYLA MÜCADELENIN
TEMELI EĞITIMDIR
SÖYLEŞI VE FOTOĞRAFLAR: NEHIR ÖZTÜRK
ÜLKEMIZDE HER YIL 1 - 7 MART GÜNLERI ARASINDA “YEŞILAY
HAFTASI” KUTLANIYOR. YAKLAŞIK 20 YIL TÜRKIYE YEŞILAY
CEMIYETI’NDE GÖREV YAPAN VE ANKARA ŞUBESI’NIN KURUCULARI
ARASINDA YER ALAN TBMM 22. DÖNEM VAN MILLETVEKILI HACI
BINER, “ALKOL VE MADDE BAĞIMLILIĞIYLA MÜCADELEDE HEPIMIZE
GÖREV VE SORUMLULUK DÜŞMEKTEDIR” DIYOR.
70
SIYASETTEN SIVIL TOPLUMA
Söyleşimizde öncelikle Yeşilay ile yolunuzun ne zaman ve nasıl
kesiştiğini öğrenebilir miyiz?
1969 yılında memleketim Van’dan Ankara’ya okumak üzere geldim.
Hacı Bayram Camii’ne sık sık gider, vaazları ilgiyle dinlerdim. Bir gün
içkiyle ilgili bir vaaz verilirken Peygamber Efendimizin (s.a.v) “İçki
bütün kötülüklerin anasıdır” hadisi dikkatimi çekti. Bu hadisin
manası üzerine düşünmeye ve içkinin sebep olduğu kötülükleri
araştırmaya başladım. Alkol bağımlılığı bulunanların sadece
kendilerine zarar vermediklerini, ailelerini de çeşitli sıkıntılar içine
sürüklediklerini tespit ettim. Bu kişilerin çocuklarının sağlıklı ve
düzenli bir aile ortamında yetişemediğini gözlemledim. Bunun üzerine bir vatandaş olarak alkol bağımlılığı ile mücadele konusunda
bana düşen vazifeleri yerine getirmeye karar verdim. Evlatlarımızı
başta alkol olmak üzere kötü alışkanlıklardan uzak tutmak için
neler yapabileceğimi düşünürken Türkiye’de bu amaçla kurulmuş
bir derneğin olduğunu öğrendim. Böylece Türkiye Yeşilay Cemiyeti
ile tanıştım. O dönemde Yeşilay’ın Ankara şubesi feshedilmişti.
Derneğin Ankara’daki faaliyetlerinin devam ettirilmesi amacıyla
1973 yılında yedi arkadaşımızla birlikte Ankara şubesini kurduk.
Ben önce Şube Sekreterliği yaptım, bilahare Şube Başkanı oldum.
da zarar verirsin” diyor. Okullarda faaliyetler yaptığımız dönemde
bize gelip “Çocuğum evde sigara içirmiyor. Biz ne yapacağız?” diye
yakınan çok anne-baba olmuştu. Oysa bu duruma sevinmeleri
lazımdı. Günümüzde öğrencilere yönelik çalışmalar maalesef çok
yeterli değil. Oysa bağımlılıkla mücadelede telkin büyük önem
taşıyor, yasaklar tek başına yeterli olmuyor. Alkolü yasaklasanız,
içki içmek isteyenler yine bir yolunu bulur. O nedenle insanlarımızı
alkolün ve diğer kötü alışkanlıkların zararları konusunda küçük
yaştan itibaren bilinçlendirmemiz gerekir.
Yeşilay Ankara Şubesi olarak okullardaki çalışmalarımızın yanı
sıra tüm halka yönelik faaliyetler de yaptık. Mesela Ankara’nın
merkezî yerlerine herkesin görebileceği büyüklükte afişler astık,
broşürler dağıttık. Bugün Ankara’nın çeşitli camilerinde yer alan
Yeşilay levhaları bizim zamanımızda dikildi. Yeşilay’ın iki dergisi
vardı; biri çocuklara yönelik Mavi Kırlangıç, diğeri ise bugün de
çıkmakta olan Yeşilay. Bu dergilerin yaygınlaştırılarak daha çok
kişiye ulaşması için çalışmalar yaptık. O dönemde arkadaşlarımızla
beraber gerçekten çok güzel faaliyetler yürüttük. Türkiye Yeşilay
Cemiyeti’nde 1973-1992 yılları arasında görev yaptım. Ankara
Şube Başkanlığı’nın yanı sıra Genel Başkan Yardımcılığı görevinde
bulunduğum dönem de oldu.
O dönemde ne gibi faaliyetler yürüttünüz?
Yeşilay Ankara Şubesi olarak pek çok faaliyette bulunduk. Özellikle
çocuklarımızın ve gençlerimizin eğitimine önem verdik. İlkokuldan liseye kadar Ankara’nın bütün okullarında öğrencilerin yaş
gruplarını dikkate alarak farklı faaliyetler gerçekleştirdik. Millî
Eğitim Bakanlığı ile müşterek bilgi yarışmaları düzenledik. Bütün
okullarda Yeşilay kolları kurduk. O dönemde toplam bir milyon öğrenciye ulaştık. Çocukları, gençleri bilgilendirdiğiniz zaman ailenin
diğer fertlerine de ulaşmış oluyorsunuz aslında. Çünkü okulda
yaptığımız faaliyetlerde alkol, sigara, madde bağımlılığı gibi kötü
alışkanlıkların fiziksel ve ruhsal bakımdan insana verdiği zararları
öğrenen çocuklar, eve gittiklerinde anne ve babalarına “Sigara
içme” uyarısında bulunuyor veya “Yanımda sigara içersen bana
Bağımlılıkla mücadele konusundaki çalışmalarınız milletvekilliği yıllarınızda da devam etti mi?
Elbette. 2002-2007 yılları arasındaki TBMM 22. Dönem’de Van
milletvekiliydim. Yeşilay’da görev yaptığım dönemde edindiğim
tecrübelerden de faydalanarak bu konuları Meclis gündemine
getirmeye gayret ettim. Mesela 9 Şubat Dünya Sigarayı Bırakma
Günü’nde ve Yeşilay Haftası’nda gündem dışı konuşmalar yaptım.
Bağımlılıkla mücadele konusuna ilgim bugün de devam ediyor. Bu
hususta üzerime düşen vazifeleri yerine getirmeye çalışıyorum.
Bu konuyla ilgili olarak Meclis çatısı altında yapılan önemli çalışmalar, çıkarılan yasalar var...
Anayasa’nın 58. Maddesi’nde “Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü
alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır”
hükmü bulunuyor. Bu çerçevede bugüne kadar önemli çalışmalar
gerçekleştirildi. TBMM 23. Dönem’de uyuşturucu başta olmak üzere madde bağımlılığı ve kaçakçılığı sorunlarının araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla Meclis Araştırması
Komisyonu kuruldu ve bir rapor hazırlandı. Sigara içme yasağı ile
ilgili düzenlemeler ise toplum sağlığı bakımından çok faydalı oldu.
Müfettişliğim döneminde teftiş için çok sık seyahat ediyordum.
O zamanlar şehirlerarası otobüslerde sigara içilebiliyordu. Bir gün
71
“İNSANLAR GENÇ YAŞTA ÖZENME, MERAK DUYMA, ARKADAŞ
ÇEVRESINDE KENDINI ISPATLAMAYA ÇALIŞMA GIBI SEBEPLERLE
MADDE BAĞIMLISI OLABILMEKTEDIR. PEK ÇOK GENCIMIZ BIR KERE
DENEMEKTEN BIR ŞEY OLMAZ DÜŞÜNCESIYLE ÖZELLIKLE ALKOL
VE UYUŞTURUCU BATAĞINA SAPLANABILMEKTEDIR.”
güçlerin hedefi olmuş ve aile yapımızın bozulması için her yola başvurulmuştur. Özellikle gençlerimiz millî ve manevi değerlerinden
uzaklaştırılmak istenmiş; alkol, uyuşturucu, kumar gibi alışkanlıklar kazanmaları sağlanmaya çalışılmıştır. Gerek dış güçlerin bu
çabalarını boşa çıkaracak gerekse sağlam aile yapımızı koruyacak
en önemli şey eğitimdir. Çocuklarımızı ve gençlerimizi bedensel,
ruhsal ve toplumsal sorunlara yol açacak her tür tehlikeye karşı
uyarmak ve gerekli tedbirleri almak hepimizin görevidir.
İnsanlar genç yaşta özenme, merak duyma, arkadaş çevresinde kendini ispatlamaya çalışma gibi sebeplerle madde bağımlısı
olabilmektedir. Pek çok gencimiz “bir kere denemekten bir şey
olmaz” düşüncesi veya çevresindekilerin bu yöndeki telkini neticesinde özellikle alkol ve uyuşturucu batağına saplanabilmektedir.
Bu bataktan kurtulmak çoğu kez sadece kişinin kendi çabasıyla
mümkün değildir, o sebeple ailenin ve toplumun da bu mücadele
içinde yer alması önem taşımaktadır.
Madde bağımlılığının sebep olduğu sorunlar çok çeşitlidir. Biraz önce ifade ettiğim gibi kişinin bedensel ve ruhsal sağlığının
İzmir’den Ankara’ya gelirken yolculardan biri sürekli sigara içiyordu.
Çok rahatsız oldum ve kendisini uyardım, fakat hiç aldırış etmedi.
Bunun üzerine durumu şoföre ilettim, yine değişen bir şey olmadı.
İnanın, çantamı alıp yolun ortasında otobüsten indim. Eskiden bir
restorana gittiğinizde yoğun sigara dumanından rahatsız olup
ağız tadıyla yemeğinizi yiyemezdiniz. İş yerinde oda arkadaşınız
sigara içiyorsa siz de dumana maruz kalırdınız. Yasal düzenlemeyle
beraber hem sigara içmeyenler pasif içici olmaktan kurtuldu hem
de bu vesileyle sigarayı bırakan pek çok vatandaşımız oldu. Yüce
Meclisimize birey ve toplum sağlığına duyarlı çalışmaları dolayısıyla teşekkür ediyorum.
Bağımlılığın nedenlerine dair neler söylenebilir?
Aile toplumun temelidir. Birbirine sevgiyle bağlı, millî ve manevi
değerlere sahip, eğitimli bireyler sayesinde sağlam ve güçlü bir
aile yapısı oluşur. Bir ülkeyi hedef alan dış güçler, sadece aile yapısını bozarak o ülkeyi içten çökertebilir. Ülkemiz yer altı-yer üstü
zenginlikleri ve jeopolitik özelliği sebebiyle geçmişten bugüne dış
72
SIYASETTEN SIVIL TOPLUMA
“TEKNOLOJI BAĞIMLILIĞI KIŞININ HEM SAĞLIĞINI HEM DE
SOSYAL ILIŞKILERINI OLUMSUZ ETKILIYOR. UZMANLAR,
ANNE VE BABALARA ‘ÇOCUKLARINIZIN UZUN SÜRE VE
KONTROLSÜZ BIR ŞEKILDE BILGISAYAR VE INTERNET
KULLANMASINA IZIN VERMEYIN’ UYARISINDA BULUNUYOR.”
yaratılması açısından önem taşıyor. Sizin bu
konudaki değerlendirmelerinizi öğrenebilir
miyiz?
bozulmasının yanı sıra ailevi ve toplumsal sıkıntılar ortaya çıkmaktadır. Biliyorsunuz,
boşanmalar çok arttı; iddia ediyorum, boşanmaların en önemli sebeplerinden biri
alkoldür. Türkiye Yeşilay Cemiyeti’nde görev yaparken bize öyle mektuplar geliyordu
ki inanın okurken insanın içi burkuluyordu; alkol bağımlısı eşlerinden şiddet gören
kadınlar, parçalanmış aileler, perişan haldeki çocuklar…
Alkol, uyuşturucu, kumar gibi alışkanlıkların manevi olduğu kadar maddi sonuçları da
bulunuyor. Alkol bağımlısı bir kişi içkili halde direksiyon başına geçtiğinde kendisinin ve
başkalarının ölümüne veya sakat kalmasına yol açabiliyor. Trafik kazalarının sonucunda meydana gelen maddi hasarlar ise başka bir sorun teşkil ediyor. Öte yandan alkol
ve uyuşturucu bağımlılarının tedavileri için devletimiz çok ciddi miktarda harcamalar
yapıyor.
Bilindiği gibi alkollü içki satışlarından dolayı devlet kasasına bir miktar para giriyor.
Ancak alkollü içkiler sebep oldukları problemlerle her zaman getirdiğinden çok daha
fazlasını götürmüştür. Her yıl sadece tek bir aile bile içkiden dolayı parçalanıyorsa veya
bir insan hayatını kaybediyorsa içkiden gelen parayı kâr saymamak gerekir.
Ülkemizde her yıl mart ayının ilk haftası “Yeşilay Haftası” olarak kutlanıyor. Bu gibi
önemli gün ve haftalar, ele alınan konuya ilişkin olarak kamuoyunda farkındalık
“Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” diye bir
söz var. İnsanlar çabuk unutuyor, bu sebeple
bazı konuları sık sık hatırlatmakta yarar var.
Önemli gün ve haftalar, ifade ettiğiniz gibi,
ele alınan konuların tekrar gündeme gelmesi,
üzerinde konuşulması ve tartışılması bakımından bir fırsat yaratıyor. Yeşilay Haftası’nı da
bu çerçevede değerlendirebiliriz. Ancak bana
göre Yeşilay’ın ele aldığı ve mücadele ettiği
konular sadece bir haftayla sınırlı tutulmamalı. Yılın her günü çeşitli faaliyetler yoluyla
alkol, uyuşturucu, kumar, sigara ve tütün
bağımlılığının zararları özellikle çocuklarımıza
ve gençlerimize anlatılmalı. Tabii teknolojideki
gelişmelerle beraber bir başka bağımlılık daha
gündeme geldi. Özellikle bilgisayar ve internet
bağımlılığı çocuk yaşlardan itibaren görülmeye
başladı. Teknoloji bağımlılığı kişinin hem sağlığını hem de sosyal ilişkilerini olumsuz etkiliyor.
Uzmanlar, anne ve babaları çocuklarının uzun
süre ve kontrolsüz bir şekilde bilgisayar ve
internet kullanmasına izin vermemeleri konusunda uyarıyor.
Son olarak şunu bir kez daha ifade etmek
istiyorum, alkol ve madde kullanımı sadece
bireysel değil, toplumsal bir sorun olarak görülmelidir. Türkiye’de madde bağımlılığı oranları Batı ülkelerine göre daha düşük düzeyde
olsa da içki tüketimi ve uyuşturucu kullanımı
ülkemizde her geçen yıl yaygınlaşmaktadır.
Bu sebeple madde bağımlılığı ile mücadelede
hepimize görev ve sorumluluk düşmektedir.
73
ECDAT YADIGÂRI YAPI VE OBJELERI
GELECEĞE TAŞIYORLAR
RESTORASYON VE TEKNIK
UYGULAMALAR BAŞKANLIĞI
SÖYLEŞİ: ZEYNEP YİĞİT
MILLÎ SARAYLAR BÜNYESINDEKI TAŞINIR VE TAŞINMAZ KÜLTÜR
VARLIKLARI TARIHÎ DEĞERLERIYLE HAYRANLIK UYANDIRIYOR.
ECDAT YADIGÂRI ESERLERIN ASLINA UYGUN OLARAK KORUNMASI
VE BAKIMINA YÖNELIK FAALIYETLERI RESTORASYON VE TEKNIK
UYGULAMALAR BAŞKANI SINAN BÖLEK’LE KONUŞTUK.
74
MECLIS ÇALIŞANLARI
Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi restorasyon çalışmaları
Restorasyon ve Teknik Uygulamalar Başkanlığı’nın görev ve sorumluluk alanına ilişkin bilgi verebilir misiniz?
TBMM Başkanlığı İdari Teşkilatı Kanunu’nda Restorasyon ve
Teknik Uygulamalar Başkanlığı’nın görevleri, Millî Saraylardan
Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı’na bağlı birimlerin envanterindeki tarihî mekan, obje ve bahçelerin korunarak yaşatılmasına
yönelik tüm teknik faaliyetleri yürütmek olarak belirlenmiştir. Bu
kapsamda Millî Saraylar bünyesinde bulunan taşınır ve taşınmaz
kültür varlıklarının konservasyon, restorasyon, periyodik bakım ve
teknik altyapı hizmetleri gerçekleştirilmektedir.
Başkanlığınız hangi birimlerden oluşuyor? Bu birimlerin yürüttüğü hizmetler nelerdir?
Restorasyon ve Teknik Uygulamalar Başkanlığı, iki başkan yardımcılığı ve bunlara bağlı Yapı Restorasyon ve Konservasyon, Proje
Uygulama ve Geliştirme, Teknik Atölyeler, Obje Restorasyon ve
Konservasyon, Teknik İşler, Bilgi İşlem, Satınalma, İdari İşler ve
Saray Bahçeleri birimlerinden oluşmaktadır. TBMM Millî Saraylar’a
ait tarihî yapılar, tarihî bahçeler ve saray koleksiyonunda bulunan
tarihî objelerin konservasyon, restorasyon, periyodik bakım ve teknik altyapı hizmetleri bu birimler tarafından gerçekleştirilmektedir.
Restorasyon ve Teknik Uygulamalar Başkanlığı’nın, ülkemizde kültür varlıklarının korunması alanında çalışan kurumlardan
farklılık gösteren yönü, korumakla yükümlü olduğu tarihî kültür
varlıklarının araştırma, projelendirme çalışmalarının yanı sıra
konservasyon-restorasyon uygulamalarının çok büyük bir kısmını
bünyesinde kurulmuş olan 32 iş atölyesinde, kendi kurum personeliyle yapmasıdır.
Bu kurumsal yapı ile saray yapıları ve koleksiyonunda bulunan
objeler üzerinde uzmanlaşmış personel yapısı oluşturulmuş ve
yapılan çalışmaların devamlılığı sağlanmıştır.
Tarihî yapıların restorasyon, konservasyon ve periyodik bakım
hizmetleri kapsamında gerekli araştırma, belgeleme çalışmaları,
rölöve, restitüsyon ve restorasyon projelerinin yanı sıra müze ve
sergi düzenleme projelerinin hazırlanması ile restorasyon, konservasyon, periyodik kontrol ve bakım uygulamaları Başkanlığımız
tarafından yapılmaktadır. Ayrıca saray, köşk, kasırlar ile bağlı
birimlerde ve şantiyelerde her tür elektrik, elektronik, mekanik,
aydınlatma, sıhhi tesisatlarının ve telefon santrallerinin projelendirilmesi, işletilmesi, periyodik bakım ve onarımlarının yapılması
hizmetleri gerçekleştirilmektedir.
Tarihî bahçelerin restorasyon, konservasyon ve periyodik bakım
hizmetleri kapsamında saray, köşk, kasır ve fabrikaların tarihî
bahçelerinin rölöve ve projelerinin hazırlanması, restorasyonu,
bakımı, tarihî binaların ve objelerin fümigasyonu hizmetleri yerine
getirilmektedir.
Tarihî objelerin restorasyon, konservasyon ve periyodik bakım
hizmetleri kapsamında TBMM Millî Saraylar koleksiyonuna ait
objelerin restorasyon, konservasyon, periyodik bakım faaliyetleri,
sergiler ve diğer müzecilik faaliyetleri sırasında yapılan mekan
organizasyonu ve nakil işlemleri gerçekleştirilmektedir.
Yine Millî Saraylardan Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı’na
bağlı üç başkanlığın bilişim, haberleşme, bilgi işlem ve bilgi güvenliği ile ilgili hizmetleri Başkanlığımız tarafından yapılmaktadır.
Obje Konservasyon-Restorasyon Atölyeleri ile Teknik Atölyeler’in
çalışmalarına ilişkin bilgi aktarabilir misiniz?
Obje Konservasyon-Restorasyon Atölyeleri, Millî Saraylar koleksiyonunda bulunan taşınabilir kültür varlıklarının konservasyon,
restorasyon ve periyodik bakımının yapılmasına yönelik olarak
kurulmuştur. Eserlerin malzeme ve türlerine göre farklı atölyeler
oluşturularak kurum imkanları ve personeli ile koleksiyonda bu-
75
Beykoz Kasrı restorasyon sonrası görünümü
“TARIHÎ YAPILAR VE OBJELERIN KONSERVASYON VE
RESTORASYON ÇALIŞMALARININ ULUSAL VE ULUSLARARASI
KORUMA KURALLARINA UYGUN OLARAK YAPILMASINA DIKKAT
EDILMEKTEDIR. ÇALIŞMALARDA KORUMA TÜZÜK VE BELGELERI
ILE BILIMSEL YAYINLAR KAYNAK OLARAK KULLANILMAKTADIR.”
lunan objelerin konservasyonu ve periyodik bakımının yapılması
sağlanmıştır. Bu amaçla tablo, metal, ahşap, sedef, saat, tekstil,
porselen-cam, çini soba, çilingir, hasır, halı ve cilt konservasyon ve
restorasyon atölyeleri oluşturulmuştur.
Teknik Atölyeler, Obje Konservasyon-Restorasyon Atölyeleri’ne
benzer şekilde Millî Saraylar’a ait taşınmaz kültür varlıkları olan
saray, köşk, kasır ve tarihî fabrika binalarının konservasyon, restorasyon ve periyodik bakım hizmetlerinin gerçekleştirilmesinde
görev yapmaktadır. Bu amaçla kalemişi konservasyon-restorasyon, marangoz, cila, demir, kurşun, cam, boya, ştuk sıva, taş atölyeleri kurularak tarihî yapıların farklı yapı malzemeleri ile üretilmiş
kısımlarının konservasyon-restorasyonunun bu alanda ustalaşmış
kurum personeli tarafından yapılması sağlanmaktadır.
76
MECLIS ÇALIŞANLARI
Teknik Atölyeler’e bağlı birimler dışında restorasyon şantiyelerine bağlı olarak çalışan sıva ve duvar ustası, dülger gibi geleneksel
yapım tekniklerinin uygulamasını yapan ustalar da Başkanlığımız
bünyesinde bulunmaktadır.
Tarihî mekan ve objelerin restorasyon çalışmaları yürütülürken
nelere dikkat ediliyor? Bu çalışmalar sırasında hangi kaynaklardan yararlanılıyor?
Tarihî yapılar ve objelerin konservasyon ve restorasyon çalışmalarının ulusal ve uluslararası koruma kurallarına uygun olarak
yapılmasına dikkat edilmektedir. Çalışmalarda ulusal ve uluslararası koruma tüzük ve belgeleri ile koruma disiplininin çok çeşitli
konularına ilişkin ulusal veya uluslararası bilimsel yayınlar kaynak
“KÜLTÜR VARLIKLARININ KORUNMASI FARKLI MESLEKLERI VEYA
UZMANLIKLARI OLAN PERSONELIN BIR ARADA GÖREV YAPMASINI
GEREKTIREN BIR EKIP ÇALIŞMASIDIR.”
olarak kullanılmaktadır. Bunların yanı sıra Başbakanlık Osmanlı Arşivi ve benzeri arşivlerdeki Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi dokümanları, tarihî fotoğraflar ve haritalar
da konservasyon-restorasyon projelerinin hazırlanmasında yararlanılan çok önemli
kaynaklardır.
Başkanlık’ta kaç personelle hizmet veriliyor? Bu birimde çalışanların sahip olması
gereken nitelikler arasında hangileri ön plana çıkıyor?
Restorasyon ve Teknik Uygulamalar Başkanlığı farklı mesleklerden 620 personelle
görevini sürdürmektedir. Kültür varlıklarının korunması farklı meslekleri veya uzmanlıkları olan personelin bir arada görev yapmasını gerektiren bir ekip çalışmasıdır.
Başkanlığımızın görev alanı da oldukça geniş bir yelpazeyi içermektedir. Bu nedenle
personelimiz arasında çok çeşitli mesleklerden
çalışanlar bulunmaktadır. Bunlar arasında restorasyon uzmanları, mimarlar, konservatörler,
peyzaj mimarları, iç mimarlar, inşaat, elektrik,
elektronik, kimya, makina, ziraat, orman
mühendisleri, restorasyon, inşaat ve ziraat
teknikerlerinin yanı sıra atölyelerde usta-çırak
eğitimiyle yetişmiş olan zanaatkârlar yer almaktadır. Personelin kültür varlıklarını koruma
bilgisi ve bilincinin yanı sıra çalışma yaptıkları
alanlarla ilgili gerekli teknik bilgi ve beceriye
sahip olmaları gerekmektedir.
Restorasyon ve Teknik Uygulamalar Başkanlığı’nda görev yapmanın güzellikleri ve
zorluklarına ilişkin değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz?
Aynalıkavak Kasrı restorasyon sonrası görünümü
Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi restorasyonu tamamlanarak Millî Saraylar Resim Müzesi olarak düzenlendi.
Tarihî eserlerle ilgili çalışmaların yapılan işlerin hassasiyeti dolayısıyla birçok zorluğu
bulunmaktadır. Korumak ve geleceğe taşımak zorunda olduğumuz yapılar halen yerli
ve yabancı ziyaretçilere müze olarak hizmet
vermektedir. Aynı zamanda konservasyonrestorasyon faaliyetleri ve bakım çalışmaları
da sürdürülmektedir. Bu durumlar da yapılacak
müdahalelere ayrı bir çalışma ve uygulama zorluğu oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu zorluklar
ve yorgunlukların her biri esnasında yaşananlar
unutulmaz anılara dönüşmektedir.
Her şeye rağmen elimizdeki ecdat yadigârı
tarihî ve özgünlük değeri olan anıtsal eserlerin
aslına uygun olarak korunması çalışmalarını
yürütmek ve geleceğe taşınmasına katkıda
bulunmak biz mimarlar ve bütün teknik arkadaşlarımız için ayrı bir heyecan ve mutluluk
kaynağıdır. Bununla birlikte tarihî ve güzel bir
ortam içerisinde çalışmak da bizlere ayrı bir
keyif vermektedir.
77
7 Mart 1984
- Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti’ni temsil eden,
beyaz zemin üzerine kırmızı
ay-yıldızlı ve paralel şeritli bayrak,
KKTC Meclisi tarafından onaylandı.
9 Mart 2007
- İsviçre’de sözde
Ermeni soykırımını inkar yasasını ihlal ettiği
gerekçesiyle Lozan’da yargılanan Doğu
Perinçek’e 90 gün tecilli hapis ve 16 bin
873 İsviçre Frangı para cezası verildi.
3 Mart 1924
- Halifeliğin
kaldırılması ve Osmanlı hanedanı mensuplarının yurt dışına
çıkarılmasına ilişkin yasa kabul
edildi.
MART
3
7 Mart 1876 - İskoçyalı bilim
adamı Alexander Graham Bell telefonun patentini aldı.
12 Mart 1921 - İstiklâl
Marşı, Türkiye Cumhuriyeti’nin
millî marşı olarak TBMM’de
kabul edildi.
7
8
9
12
8 Mart 1921 - Dünya
Emekçi Kadınlar Günü, dünyada
ilk kez kutlandı.
12 Mart 1971 - Kuvvet
komutanlarının imzasıyla Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bir
muhtıra verildi. 12 Mart Muhtırası,
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde
meydana gelen dördüncü, başarılı olmuş ikinci, emir-komuta zinciri içerisinde yapılmış ilk askerî
darbe eylemidir.
78
25 Mart 2009 - Büyük Birlik
Partisi (BBP) Genel Başkanı Muhsin
Yazıcıoğlu’nun da aralarında bulunduğu 6 kişiyi taşıyan helikopter
Kahramanmaraş’ta düştü. Kazada
kurtulan olmadı.
19 Mart 1957 - Türk ordusunun
ilk kadın doktoru Sema Aran, teğmen
rütbesiyle göreve başladı.
18
19
24
28 Mart 1930
- Konstantinopolis veya Konstantiniyye olarak
anılan şehrin adı, Türk Posta Hizmet
Kanunu’yla resmen İstanbul oldu.
Yurt dışından gelen mektuplarda şehrin adı Konstantinopolis yazılı olanlar
adrese ulaştırılmadı.
25
28
18 Mart 1915 - I. Dünya Savaşı
sırasında boğazların kontrolünü ele geçirme niyetindeki İtilaf Devletleri, Gelibolu
Yarımadası’nda bozguna uğratıldı.
24 Mart 1882 - Asırlar boyunca
milyonlarca insanın ölümüne sebep olan,
halk arasında “ince hastalık” veya “verem”
olarak bilinen hastalığın etkeni tüberküloz
basili, Alman bilim adamı Robert Koch
tarafından ilk kez tanımlandı.
79
7 MART 1876
YOKLUĞU HAYAL
DAHI EDILEMEZ
BIR ICAT
TELEFON
PINAR ÜNSAL
“A
rtık bilimin bulabileceği bir şey kalmadı. Bilim bu noktada
tıkandı. Bulabileceğimiz her şeyi bulduk ve bize artık gerek
yok.” Amerikan Patent Bürosu Başkanı, 1899 yılında bu sözü söylediğinde ileride ne kadar meşhur olacağını bilmiyordu elbette.
Bu söz, 21. yüzyıl icatlarına imza atanlar bir yana, 20. yüzyıl mucitlerine dahi komik geldi sonraları. Charles Duell her şey bulundu
derken aslında 18. ve 19. yüzyıllara damga vuran telgraf, denizaltı,
buharlı makine, pil, telefon ve kitle ölümlerine yol açan hastalıkların müsebbibi mikropları kastediyordu. Ancak daha zeplin, ampül,
televizyon, bilgisayar, kitle ölümlerine yol açan o hastalıkların
çaresi aşılar ve antibiyotikler tarih sahnesine çıkacaktı.
Bugün, birbiri ardına o kadar çok bilimsel ve teknolojik gelişmeye imza atılıyor ki insanoğlu artık şaşırmamayı öğrendi. Ancak
yaklaşık iki yüz yıl önce bir icatla tanışmak için denizaşırı yollar
katediliyordu. 19. yüzyılda insanları şaşırtan ve heyecanlandıran
buluşlardan biri de telefondu.
Patenti 7 Mart 1876 tarihinde alınan bu alet, sesin kablolar aracılığıyla iletilmesini sağlıyordu. Bir mesajın at binen habercilerle,
mektup yoluyla yerine ulaştırıldığı günlerden telgraf denen bir
aletin icadından sonra anında ilgili kişiye iletildiği günlere gelinmesi
zaten bir devrimdi. Ancak telefon, mesajın iletilmesi sırasında hem
telgraftan daha az hataya mahal veriyordu hem de karşıdakinin
sesini duymaya olanak sağlıyordu. Belki de ileride konuşulan kişiyi
görmek dahi mümkün olacaktı.
Şüphesiz ki telefonun mucidi Graham Bell, 1865 yılında dönemin
en ünlü gazetelerinden birinde yer alan “Biraz eğitimli herkes sesin
kablolar aracılığıyla bir yerden bir diğer yere aktarılamayacağını
80
bilir. Ve ola ki aktarılsa bile, böyle bir çabanın pratik bir değeri olmayacaktır” sözlerine kulak asmadığı, deneylerini büyük bir azim
ve heyecanla sürdürdüğü için dünyanın en ünlü bilim adamlarından
biri olmuştu.
Üç nesil mucit
İnsanlık var olduğundan beri ihtiyaçlar, tüm icatların tetikleyicisiydi. Graham Bell de sağırların duymasına ve insanlarla iletişimine
katkı sağlamaya hayatını adamış dedesi ve babası gibi, duymayı
mümkün kılacak aletler üzerinde çalışıyordu. Bell’in, çok az işiten
annesi ve sağır iki erkek kardeşinin çevresindekilerle iletişimini
kolaylaştıracak bir alet üzerinde deneyler yaparken, telefonu tesadüfen bulduğu rivayet edilir.
Beş kişilik Bell ailesinde üç sağır vardı, ancak diğer iki kişi,
Graham Bell ve babası Melville Bell, sorunlara çözüm bulma konusunda olağanüstü yetenekleri olduğu söylenen kişilerdi. Buğdayın
kabuğunu soymak için bir alete ihtiyaç duyan değirmenci bile,
böyle bir alet geliştirmeleri için Bell ailesinin kapısını çalmıştı.
Melville Bell, “görüntülü konuşma” adını verdiği bir sistemin
yaratıcısıydı. Bu sistem sağır-dilsizlerin derdini çeşitli işaretler
aracılığıyla, duyabilen insanlara anlatmayı mümkün kılıyordu.
Graham Bell ise suni sesler çıkaran bir cihazla kardeşlerinin sesli
konuşmasını sağlayacak bir makine üzerinde çalışıyordu. Ancak
kardeşleri iki yıl arayla veremden öldü.
Bell ailesinin geriye kalan tek çocuğu Graham için anne ve babası
endişelenmiş, Kanada’ya göç etmeye karar vermişlerdi. Ancak ta
Edinburg’da Graham Bell’in aklına takılan, sesin teller aracılığıyla
GRAHAM BELL AKADEMIK HAYATI BOYUNCA KAZANDIĞI
BÜTÜN PARAYI İŞITME ENGELLILER KURUMU IÇIN HARCADI.
BULUŞLARINDAN KAZANDIĞI PARA VE ÖDÜLLERLE ISE
WASHINGTON’DA IŞITME ENGELLILER IÇIN ARAŞTIRMALAR
YAPAN VOLTA ENSTITÜSÜ’NÜ KURDU.
iletilip iletilemeyeceği konusu Kanada, Amerika ve İngiltere’de
de hiç aklından çıkmamıştı ve çalışmalarını tamamen bu konu
üzerinde yoğunlaştırdı. Boston Üniversitesi İnsan Sesi Fizyolojisi
Profesörü olan Graham Bell, elektrik mühendisi Thomas Watson
ile çalışmaya başlayarak tüm teorik bilgilerini hayata geçirme
fırsatı buldu. Bell, sesini birkaç oda ötedeki yardımcısı Watson’a
duyurduğunda tarihin ilk telefon görüşmesini de yapmış oluyordu.
Büyük icatlar efsaneler doğurur
Allessandra Lolita Oswaldo, uydurulmuş bir İspanyol kadın ismi.
Güya bu kadın Graham Bell’in sevgilisiymiş. Telefonu açarken
söylenen “Alo” ise ismin akronimi oluyor. Türkiye’de bu hikayeye
herkes inanmış, ancak olayın elle tutulur hiçbir dayanağı bulunmuyor. “Alo”, “Hello” (Merhaba) sözcüğünün değişmiş hali yalnızca. Bu
uydurma hikaye aracılığıyla, sağır olan, Bell’in deli gibi âşık olduğu
ve ölene kadar yanından hiç ayırmadığı karısı Mabel’in ruhuna da
büyük saygısızlık edilmiş.
Telefonun icadıyla ilgili başka bir rivayet de mucidinin Graham
Bell değil, Antonio Meucci olduğu yönünde. Üstelik Amerika
Birleşik Devletleri Temsilciler Meclisi, 2002 yılında yaptığı bir oy-
lamayla Bell’in Meucci’nin icadını çaldığına kanaat getirmiş. Bazı
hastaların elektrik şoku tedavisiyle iyileştirilmesi üzerine çalışan
Meucci, çalışmaları sırasında sesin bakır tel ve elektrik yardımıyla
iletilebileceğini keşfetmiş. Daha sonra bu sistemi geliştirerek, felç
olan eşinin yattığı odadan kendi atölyesine bir hat çekmiş ve sesi
ileten “teletrofono” adını verdiği bir cihaz yapmış. Rivayete göre
Meucci’nin icadından çok az kişinin haberi olmuş, çünkü makinesine patent almak için gerekli parayı biriktirememiş.
Graham Bell akademik hayatı boyunca kazandığı bütün parayı
İşitme Engelliler Kurumu için harcamıştı. Buluşlarından kazandığı
para ve ödüllerle ise Washington’da işitme engelliler için araştırmalar yapan Volta Enstitüsü’nü kurmuştu. Yardıma muhtaçlara,
özellikle engellilere sayısız yardımda bulunan Bell, çok büyük ihtimalle Meucci’nin icadının üzerine konmamış, farklı zamanda, farklı
yerde aynı çalışmayı yapmıştı. Üstelik cihazına patent almıştı.
Graham Bell, birtakım işler için doldurması gereken formlarda
“Mesleğiniz” sorusuna dahi telefonla ilgili bir şey değil, her zaman
“sağırların öğretmeni” yazardı. Bu mütevazılıkta birinin bir bilim
hırsızı olabileceğine elbette kimse inanmadı. Graham Bell, telefonun mucidi olarak adını tarihe yazdırdı ve bilimin ölümsüzleri
arasında yerini aldı.
81
BIR SISLI HAZAN KALDI ARDINDA
82
MUSIKI BILGISI, GÜÇLÜ DURUŞU VE SESIYLE TÜRK SANAT
MÜZIĞI’NIN BIR ASRINI ŞEKILLENDIRDI MÜZEYYEN SENAR.
NEREDEYSE CUMHURIYET TARIHIYLE YAŞIT SANAT YAŞAMI
BOYUNCA SESIYLE HAYAT BULAN ŞARKILAR ÜÇ KUŞAĞI KENDINE
HAYRAN BIRAKTI. ŞIMDI KIM KALDI ARDINDAN
“BENZEMEZ KIMSE SANA” DEDIRTECEK…
GÖKÇE DORU
O
smanlı’da askerî, siyasi ve mimari anlamda daha önceki
yüzyıllarda başlayan alaturka-alafranga tartışması, müzik
alanında 1900’lerde alevlendi. Batı’nın müzik anlayışı, gelenekten
kopmak zor olsa da, önce saraylara girdi. Cumhuriyet’in ilanından
sonra ise halk tabanına da yayılmaya çalışıldı. Aslında iyi de oldu.
Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Ahmed Adnan Saygun gibi yüzü
Avrupa’ya dönük müzisyenler tamamen alafranga olmasa da Türk
ezgileriyle Batı müziğini sentezleyerek unutulmaz eserler verdi,
dünyaca tanınan isimler haline geldi.
“Hafızalarda sonsuza dek yaşayacak bir şarkı yaptığınızda bu
asla kısa bir büyü değildir. Bilinen en ölümsüz şeydir.” Binlerce
kilometre uzakta, dünyanın en ünlü bestecilerinin bile ölümünden yıllar sonra sarf edilmiş bu sözler müzik adına söylenmiş en
anlamlı kelimeleri içeriyor. Sonsuzluk, büyü, ölümsüzlük… 20.
yüzyıl Türkiye’sinde müzikteki alaturka-alafranga tartışmaları
süredursun, 1918 yılında alaturka müziği “ölümsüz” kılacak bir
isim dünyaya geldi. Modern Türkiye’nin kadın imajını -bakımlı,
ekonomik özgürlüğü olan, kültürlü- tepeden tırnağa yansıtan
bu isim “Yoksa özünde alaturkalık, alafranga olmak neye yarar”
sözünü de söyleyecekti adının duyulmaya başladığı zamanlarda.
Müzeyyen Senar, I. Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış ve toparlanmasına fırsat verilmeden art arda dayatılan anlaşmalarla
siyasi buhrana sürüklenmiş bir devletin çocuğu olarak dünyaya
geldi. Yeryüzünün en güzel, coğrafi konumu nedeniyle en önemli
ülkelerinden birinde doğmak bir şanstı belki; üstelik devletin
eski başkenti yeşil Bursa’da. Ancak 1918’de Osmanlı’da doğmak
bir şans değildi. Zira savaş sonrası meydana gelen yoksulluk pek
çok aileyi vurduğu gibi Müzeyyen Senar’ın ailesine de zor günler
yaşattı. Senar, yoksulluk nedeniyle teyzesi ve eniştesine evlatlık
verildi.
Gerçek annesi İstanbul’a yerleşen Senar, bir yerlerden denkleştirdiği üç kuruşluk parayla Bursa’dan İstanbul’a kaçtı. Sesi çok
güzel olan annesi cenaze evlerinde mevlit okuyarak para kazanmaktaydı ve on iki yaşındaki Müzeyyen her eve onunla birlikte
83
vesile olacaktı. Sadettin Kaynak, Lemi Atlı,
Selahattin Pınar gibi dönemin tanınmış
bestecileri yeni bir şarkıya imza attıklarında
Müzeyyen Senar’ın söylemesini istiyorlardı
artık. Taş plağa ilk seslendirdiği, bestesi ve
güftesi Yesari Asım Ersoy’a ait “Ümitlerim
hep kırıldı yarim artık gelmeyecek” adlı
Hüzzam makamındaki şarkının ardından
Senar’ın sesi Anadolu’nun da pek çok yerinde duyuldu.
Bir asrı dolu dolu yaşamak
gitmekteydi. İyi bir aile terbiyesi almış, hanım hanımcık bu kız çocuğunun tek kusuru
kekeme olmasıydı. Yalnızca şarkı söylerken sözcükler ağzından rahatlıkla akabiliyordu.
“Allah şarkı söylememi istediği için beni kekeme yaptı” sözleriyle on beş yıl boyunca
muzdarip olduğu bu konuşma bozukluğuna ufaktan minnettarlık duyduğunu da yıllar
sonra dile getirecekti.
Okul müsamerelerinde sesinin güzelliği keşfedilen Müzeyyen Senar, hocalarının
teşvikiyle Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne başladı. Burası ülkenin en meşhur ve iyi eğitim
veren cemiyetlerinden biriydi. Ardından kariyerine Şark Musiki Cemiyeti’nde devam etti.
Burada Münir Nurettin Selçuk, Mesut Cemil gibi değerli bestekarlar da vardı. Bu cemiyet
sesinin güzelliği sayesinde Müzeyyen Senar’ın İstanbul Radyosu sanatçısı olmasına da
84
Art arda plaklar dolduran ve pek çok yerde
sahne alan Müzeyyen Senar bu yoğun
programı içinde üç evlilik yaptı. O, güçlü bir
ses olduğu kadar kendi ayakları üzerinde
durmayı başarabilmiş güçlü bir kadındı da.
Evlilikleri kısa sürmüştü, üç çocuğu ve kendi
için toplumun deyimiyle “erkek” gibi ayakta
durmayı başarabilmişti. Belki de bu yüzdendi şarkıları nazlı ve ürkek değil, külhani bir
efelenmeyle okuması.
Bir radyo programı sırasında söylediği
eserin sözlerini unutup şarkıya başka bir
eserin sözleriyle devam edince hocası
Mesut Cemil Bey’den sağlam bir tokat yemişti Müzeyyen Senar. Ancak hocasından
yediği bir tokadı sineye çekip “Haklıydı”
diyebilirdi zaten. Zira ona Senar soyadını
veren ilk kocasından dayak yemekten
bıkmış ve boşanırken gözünün yaşına bile
bakmamıştı. İkinci evliliğine de bir anda
karar vermiş, saadeti kısa sürmüştü. Ama
güzelliği ve kariyeri, ama doğal ve sıcak
tavırlarıyla etrafındakilerin dikkatini çeken
Müzeyyen Senar’ın çok uzun süre bekar
kalması mümkün değildi. Dönemin ünlü
bestekarlarının Senar’a duydukları aşktan,
onun için yazdıkları eserler olduğu dedikodusu bile çıkmıştı. Beni ateşlere salan o
kapkara siyah gözler / Beni çılgın gibi yakan
o tatlı sözler, gülen yüzler sözlerine sahip
eser gibi, Türk Sanat Müziği’nin dilden dile
dolaşan en güzel güftelerinden bazılarına
Senar ilham vermişti.
“CUMHURIYET’IN DIVASI” DIYORLAR ONA. BAZILARINA GÖRE ISE
“DIVA”LIK MÜZEYYEN SENAR’I NITELEYEMEYECEK KADAR DÜŞÜK
BIR MERTEBE. KENDISINE SORSANIZ “MÜZEYYEN ABLA” ONA EN
IYI HITAP ŞEKLI. MÜTEVAZI, CIVIL CIVIL, HAYATA BAĞLI BU DEV SES
TÜRK SANAT MÜZIĞI’NIN CUMHURIYET DÖNEMINDEN SONRAKI
DEĞIŞIM VE GELIŞIMININ BIZZAT TANIĞI.
1950’lerin başında gerçekleştirdiği ve “sefire” unvanını alacağı üçüncü evliliği Suudi
Arabistan Elçisi Tevfik Hamza Bey ile oldu.
O dönemde müzik hayatını da noktaladı
ve tüm vaktini eşine ayırdı. Onunla birlikte hacca gitti; oradan dört tane Kabe
kuşağı getirerek ikisini Ankara Çankaya
ve Demirtepe’deki camilere, birini Şişli
Camii’ne hediye etti sessiz sedasız, gösteri malzemesi yapmadan. Son kuşağı ise
24 yıl evinde muhafaza ettikten sonra Hacı
Nimet Özden Camii’ne bağışladı, yine kimse
duymadı.
Senar’ın son derece mutlu bu evliliği bürokratik nedenlerle sonlandı. Elçilik, Tevfik
Hamza Bey’in şarkı söyleyen bir kadınla evli
kalmasına müsaade etmemekteydi. Müzeyyen
Senar katıldığı davetlerde de gördü ki Ankara
sosyetesi İstanbul’dakine hiç benzemiyordu
ve burada şarkıcılar el üstünde tutulmak
şöyle dursun, şarkıcılık aşağılık bir sıfatmış gibi değerlendiriliyordu. Müzeyyen
Senar ve Tevfik Hamza Bey’in bir yıl
süren evliliği gözyaşlarıyla sonlandı. Senar
“Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır”
şarkısını her söylediğinde Tevfik Hamza
Bey’i hatırlıyordu.
Müzeyyen Senar adı Atatürk’ü
çağrıştırıyor akıllarda. Onu görmek
bir yana, huzurunda şarkı söyleme ve
bir açılışta onunla dans etme şerefine
nail olan Müzeyyen Senar’ın büyük bir
sanatçı olarak anılmasında bu olayların et-
kisi var mıdır bilinmez. Ancak henüz çocuk
yaşta sayılacak bu genç kadının modern bir
görünüme kavuşması Mustafa Kemal’in
tavsiyesiyle olmuş. Ensesinde topladığı
uzun, dalgalı saçlarını kesmesini Atatürk
istemiş ve o günden sonra Senar saçlarını
hiç uzatmamış.
“Cumhuriyet’in Divası” diyorlar ona. Bazılarına göre ise “diva”lık Müzeyyen Senar’ı
niteleyemeyecek kadar düşük bir mertebe.
Kendisine sorsanız “Müzeyyen Abla” ona en
iyi hitap şekli. Mütevazı, cıvıl cıvıl, hayata
bağlı bu dev ses Türk Sanat Müziği’nin
Cumhuriyet döneminden sonraki değişim
ve gelişiminin bizzat tanığı. “Ormancı”,
“Kimseye Etmem Şikayet”, “Vardar Ovası”,
“Feraye” gibi unutulmaz şarkıları dinlerken
kulakların aradığı belki de tek ses.
85
BAK POSTACI
GEL-E-MIYOR
ÖNCELERI POSTACILAR VE HALK ARASINDAKI ILIŞKILER DAHA
SICAKMIŞ. PENCERE ÖNLERINDE YOLLARI GÖZLENIR, GÜZEL
HABER GETIRDIKLERINDE ONLARA HEDIYELER SUNULURMUŞ.
ARTIK PEK DE GÜLERYÜZLE KARŞILANMAYAN POSTACILAR,
KENDILERINE VERILEN GÖREVI BIHAKKIN YERINE
GETIRMEYE DEVAM EDIYORLAR.
ERBAY KÜCET
A
dına şarkılar yazarak yolunu gözlediğimiz postacılar şimdi
neredeler acaba? Tutkallı kısmını yalayıp kapattığımızda
dilimizde buruk bir tat bırakan zarflar ve o zarfların içindeki mektuplarla birlikte postacılarımız da yok
oldu gitti adeta. Bu yok oluş o kadar
hızlı ve hüzünlü gerçekleşti ki... Pek
çok değerimiz gibi mektuplar da tarihe gömüldü. Genç nesil mektuplaşma
zevkini hiç tatmadı, bundan sonraki
nesiller de tadamayacak.
Aileden mutlu bir haber, yârden bir
koku, bazen keder ve hasret taşıyan
mektuplar neredeyse hiç yok artık.
Varsa da, geçmişe duyulan özlemle
nostaljik bir gelenek haline geldi mektuplaşma. Postacılar ise
günümüzde resmî evrak ve fatura taşıyıcısı olup çıktılar. Postacı
bir babanın çocuğu olarak, onlardan bahsederken satır aralarına
yaşanmışlıklarımdan da serpiştirmeye gayret edeceğim.
Bak postacı geliyor / Selam veriyor / Herkes ona bakıyor / Merak
ediyor dizelerini şimdiki çocukların hiç duymadıklarına eminim. Yaşı
86
benimkine yakın olanların hatırlayacağını ve bu yazıyı okurken şarkının devamını dillerine dolayacaklarını düşünüyorum. Postacılara
ithaf edilmiş bu güzel şarkının Pek sevinçli haberler getirdin bana
kısmı ise neredeyse tarih oldu. “Yine
yakmış yâr mektubun ucunu, ‘askerlikte sevda çekmek zor’ diyor” yazan
mektuplar yerine mahkeme ilamları,
haciz evrakı, fatura gibi mazrufları
getirir oldu postacılarımız ve toplumun neredeyse korkulu rüyası haline
geldiler. Özetle ifade edecek olursak,
postacılarımız gelişen iletişim imkanları sonucunda eski popülaritelerini
kaybettiler.
Sıradağlar aşıp gurbete düştüm / Yıllar var ki bunu düşte görmüştüm / Hayra yoranlara şaşıp gülmüştüm / Sıladan bir mektup yok mu postacı dizelerine sahip şiir de postacılara ithafen
yazılmış. Bunun gibi şiirler, bu meslek mensuplarının halkla nasıl
ilişkileri olduğunu da gözler önüne seriyor. Önceleri postacılar ve
halk arasındaki ilişkiler daha sıcakmış. Pencere önlerinde yolları
gözlenir, güzel haber getirdiklerinde onlara hediyeler sunulurmuş. Hatta sıcak yaz günlerinde yorgunluklarını gidersinler, birazcık soluklansınlar diye soğuk su veya ayran ikram
edilirmiş. Artık pek de güleryüzle karşılanmayan postacılar, kendilerine verilen görevi
bihakkın yerine getirmeye devam ediyorlar. Şu anda okumakta olduğunuz derginin de
postacı kardeşlerimizin marifetiyle ulaştırıldığını hatırlatmak isterim.
Peki, bu kadar önemli bir görevi yıllardır ifa eden kurumu biraz yakından tanımaya
ne dersiniz? En azından ülkemizdeki posta teşkilatının tarihçesine kısaca göz atalım.
İlk Posta Teşkilatı, Tanzimat Fermanı sonrası, posta ihtiyaçlarına cevap vermek amacıyla nezaret olarak 23 Ekim 1840 tarihinde kurulmuş. İlk postane ise İstanbul’da Yeni
Cami avlusunda Postahane-i Amire adıyla açılmış. 1835 yılında telgrafın icat edilmesinin
ardından 1855 yılında Telgraf Müdürlüğü kurulmuş, 1871 yılında Posta Nazırlığı ile Telgraf Müdürlüğü birleştirilerek Posta ve Telgraf Nezareti adını almış. Milletlerarası posta
nakli şebekesi 1876 yılında kurulmuş, 1901 yılında ise koli ve havale işleminin kabulüne
başlanmış. Cumhuriyet’in ilk yıllarında İçişleri Bakanlığı’na bağlı olan PTT Genel Müdürlüğü 1933 yılında Bayındırlık Bakanlığı’na, 1939’da ise Ulaştırma Bakanlığı’na bağlanarak
hizmetine devam etmiş.
1954 yılında Kamu İktisadi Teşebbüsü (KİT) olan PTT Genel Müdürlüğü 1984 yılında
Kamu İktisadi Kuruluşu (KİK) statüsüne geçirilmiş, 24 Nisan 1995 tarihinden itibaren
müstakilen T.C. Posta İşletmesi Genel Müdürlüğü adıyla çalışmaya başlamış. 2000
senesinde T.C. Posta ve Telgraf Teşkilatı Genel Müdürlüğü (PTT) olarak, 2013 yılında
çıkarılan Posta Hizmetleri Kanunu ile teşkilat yapısı değiştirilerek Posta ve Telgraf
Teşkilatı Anonim Şirketi adı ile yapılandırılmış. Bu anlatılanları ve değişime ilişkin daha
fazla bilgiyi İstanbul Sirkeci’deki PTT Müzesi’ni gezerek edinmeniz mümkündür.
Postacıların tatili ve izni neredeyse yoktur desem bu yanlış olmaz. Postacıların meslekleri adına örgütlenmeleri elli küsur yıl önceye tekabül ediyor. 1960’lı yıllar, hat bakıcıları
ve müvezzilerin bir araya gelerek sendikal etkinliklere adım attıkları yıllardı. Benim de
çocukluğuma tekabül eden bu yıllarda postacıların mücadelelerini yasal zeminlerde
vererek yıpranma tazminatı ve bazı sosyal haklar elde ettiklerini yakından biliyorum.
Yılda iki defa yazlık ve kışlık olarak verilen giyim-kuşamlarına ek olarak yemek yardımları,
bayram ve yılbaşı tatillerindeki fazla çalışma ücretleriyle az sevinmemiştik. Hele maaş
dışında kendilerine verilen ufak hediyeleri babalık duygusuyla ailesiyle paylaşıyorsa
değmeyin keyfine postacımızın.
Bizim kurbanımızın kesilmesinde hiçbir zaman babamız yanımızda olmazdı. Vekaletini
ya dayıma ya da bacanağına verirdi. Yılbaşlarında hiçbir zaman bizimle olamazdı. Çünkü
babamın en çok mesai harcadığı zamanlardı.
Biz üzülmezdik bizimle olmadığına, zira evimizin bütçesine katkı sağlanıyordu.
Nazım Hikmet’in “Postacı” şiirinin mısralarıyla yazımı noktalarken posta emekçilerine selam ve sevgilerimi yolluyorum.
Çocukken postacı olmak isterdim.
Muradıma, Macaristan’da erdim, ellisinde.
Çantamda bahar,
Çantamda Tuna’nın pırıltısıyla,
Kuş cıvıltısıyla,
Taze çimen kokusuyla dolu mektuplar.
Moskova’ya Budapeşte’den,
Çocukların çocuklara mektupları.
Çantamda cennet...
Bir zarfın üzeri:
“Memet,
Nazım Hikmet’in oğlu,
Türkiye” diye yazılı.
Moskova’da mektupları birer birer
Kendim dağıtırım adreslerine.
87
OSMANLI TARIHINDE EFSANELER VE GERÇEKLER
HALIL İNALCIK
NTV YAYINLARI
İSTANBUL, 2015
200 S.
Osmanlı tarihi üzerine çalışmalarıyla dünya çapında tanınan bir akademisyen olan Prof. Dr. Halil İnalcık’ın
bu alandaki son eseri Osmanlı Tarihinde Efsaneler ve Gerçekler, doğru bilinen yanlışları düzeltmeyi ve bilinmeyen gerçekleri ortaya çıkarmayı amaçlıyor. Kuruluş dönemi, İstanbul’un fethi, önemli saray figürlerinin
hayatı gibi konularla ilgili hayalî anlatımların yerine tarihî gerçekler sunan İnalcık, tarih derslerinde öğrendiklerimizi yeni bir boyuta taşıyor.
PERGAMON-ANADOLU’DA HELLENISTIK BIR BAŞKENT
ANDREAS SCHOLL, FELIX PIRSON
ÇEVIREN: GILES STEPHARD, GÜLER ATEŞ
YAPI KREDI YAYINLARI
İSTANBUL, 2015
552 S.
Geçtiğimiz sene UNESCO Dünya Miras Listesi’ne dahil edilen antik Pergamon kentinin geçmişini tarihöncesi çağlardan başlayarak anlatan Pergamon-Anadolu’da Hellenistik Bir Başkent, okuyuculara bölgenin çok
katmanlı kültür mirasını tanıtma amacı taşıyor. Özellikle Helenistik Dönem’de bugün de bazıları ayakta
olan birçok kültür varlığına kavuşan Pergamon’un bu mirasa nasıl sahip çıktığı ve farklı kültürlerin bu halihazırda zengin miras üzerine ne gibi eklemeler yaptığı kitabın ana başlıklarını oluşturuyor.
GÖREMEDIĞIMIZ TÜM IŞIKLAR
ANTHONY DOERR
ÇEVIREN: HANDAN ÜNLÜ HAKTANIR
KORIDOR YAYINCILIK
İSTANBUL, 2015
576 S.
II. Dünya Savaşı yıllarında Fransa’da geçen Göremediğimiz Tüm Işıklar, gözleri görmeyen Marie-Laure ile
yetim bir Alman olan Werner’in kesişen hayatlarının hikayesini anlatıyor. Savaşın karanlık yüzünü kişisel
trajedilerle birleştiren roman, taşıdığı gizem ögeleriyle de okuyucuyu içine çekiyor. Doerr’in çeşitli otoriteler tarafından “2014’ün en iyi kitabı” olarak gösterilen romanı, Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’nün de
finalisti olmuştu.
88
OSMANLI ORDUSUNDA NIZAM-I CEDID 1793-1826
DAVID NICOLLE
ÇEVIREN: ÖZGÜR KOLÇAK
İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI
İSTANBUL, 2015
56 S.
Askerî tarih alanında uzmanlaşmış İngiliz akademisyen David Nicolle tarafından kaleme alınan Osmanlı Ordusunda Nizam-ı Cedid 1793-1826 Osmanlı ordusundaki yenileşme hareketlerini inceliyor. Kitapta, ordunun
yabancı güçlerle daha etkin bir şekilde mücadele edebilmesi amacıyla hayata geçirilen ve askerî sistemde
bir reform yapmayı amaçlayan Nizam-ı Cedid programının elde ettiği başarılar ile uğradığı başarısızlıkları
ayrıntılı bir şekilde bulmak mümkün. Kitaptaki illüstrasyonlar ise aynı zamanda bir tarihçi olan İngiliz Angus
McBride’a ait.
FUTBOL! BIR AŞK...
HALIT KIVANÇ
NTV YAYINLARI
İSTANBUL, 2015
408 S.
Türkiye’nin en değerli spor yorumcuları arasında yer alan ve aynı zamanda sunuculuk, yazarlık ve gazetecilik görevlerini de yürüten Halit Kıvanç’ın mesleki anıları ile özellikle Türk futbol tarihinin dönüm noktalarını harmanladığı Futbol! Bir Aşk..., yeni baskısıyla adeta yazılı bir futbol belgeseli niteliğinde. Kitap, hem
Kıvanç’ın spor yorumculuğu macerasını anlatıyor hem de Türk ve dünya futbolundan kesitler sunuyor.
ANADOLU KÜLTÜR TARIHI
EKREM AKURGAL
PHOENIX YAYINEVI
ANKARA, 2015
432 S.
2002 yılında vefat eden ve arkeoloji alanında yalnızca Türkiye’nin değil, aynı zamanda dünyanın en kıymetli isimlerinden olan Ordinaryus Prof. Dr. Ekrem Akurgal’ın altmış yılı aşkın araştırmalarının derlendiği
Anadolu Kültür Tarihi, bu bereketli topraklardan çıkan medeniyetlerin öyküsünü sunuyor. Akurgal’ın akademik çalışmalarla popüler dili birleştiren eserlerinin bir örneğini teşkil eden kitap, akademisyenin hayatını adadığı alana keyifli bir pencere açıyor.
89
BAŞUCU ŞARKILARI 3
ZUHAL OLCAY
ADA MÜZIK
Zuhal Olcay’ın Türk müziğinin eşsiz parçalarını yorumladığı “Başucu Şarkıları” serisinin üçüncü
albümü, unutulmaz besteleri Olcay’ın üslubuyla yine bir araya getiriyor. Müzik direktörlüğünü
Cem Tuncer’in yaptığı albümde Olcay’a birçok müzisyen eşlik ediyor. Başucu Şarkıları 3’te yer
alan parçalardan bazıları “Eksik Bir Şey”, “Dünya Dönüyor” ve “Sevda Kuşun Kanadında”.
CIERRA TUS OJOS
DANIEL MILLE, ASTOR PIAZZOLLA
SONY MÜZIK
Fransız akordeon sanatçısı Daniel Mille, Cierra Tus Ojos albümünde Arjantinli ünlü bandoneon ustası ve besteci Astor Piazzolla’nın en sevilen eserlerini orijinal bir üslupla yorumluyor.
Şef Samuel Strouk’un yanı sıra üç çellist ve bir bas sanatçısının eşlik ettiği Mille, Piazzolla’nın
“Libertango” ve “Oblivion” gibi klasiklerinde tango ile cazı buluşturarak dinleyicilere eşsiz bir
müzik ziyafeti vadediyor.
AŞIK MUSTAFA ZENGIN
KALAN MÜZIK
Kalan Müzik’in “Arşiv Serisi” bu kez Malatyalı halk ozanı Mustafa Zengin’i konuk ediyor.
Zengin’in ölümünden otuz iki yıl sonra eserlerinin toplandığı derleme albümün hazırlık aşamasında TRT kayıtları ve halk ozanının ailesine başvurulmuş. Kayıtlı yaklaşık 130 eseri bulunan
saz ve söz sanatçısının bu albüme dahil edilen çalışmalarından bazıları “Bana Diyorlar Ki”, “Zamanında Kıymetini Bilmedim”, “Acıyı Çileyi Derdi” ve “Dereden Duman Kalktı”.
90
MUCIZE
YÖNETMEN: MAHSUN KIRMIZIGÜL
SENARYO: MAHSUN KIRMIZIGÜL
OYUNCULAR: TALAT BULUT, MERT TURAK, MAHSUN KIRMIZIGÜL,
ERDEM YENER, BÜŞRA PEKIN
YAPIM: 2014, TÜRKIYE
TÜR: DRAM, KOMEDI
Mahsun Kırmızıgül’ün dördüncü filmi “Mucize”, 1960’lar Türkiye’sinde geçiyor. Egeli idealist bir öğretmenin alışık olduğu topraklardan Anadolu’nun unutulmuş bir köşesine gidişini
konu alan film, izleyenlere hem öğretmenin kişisel yolculuğunu hem de öğrencilerinin zorlu hayat koşullarını aktarıyor. Yönetmenin canlandırdığı enteresan karakter ise hikayeye
farklı bir boyut katıyor. Kırmızıgül’ün “en zorlu yönetmenlik deneyimim” dediği “Mucize”,
barındırdığı komedi unsurlarıyla izleyicilere birden fazla duygu yaşatıyor, dolu dolu ve eğlenceli bir seyir vadediyor.
UNUTMA BENI STILL ALICE
YÖNETMEN: RICHARD GLATZER, WASH WESTMORELAND
SENARYO: LISA GENOVA, RICHARD GLATZER, WASH WESTMORELAND
OYUNCULAR: JULIANNE MOORE, KATE BOSWORTH, SHANE MCRAE,
ALEC BALDWIN, KRISTEN STEWART
YAPIM: 2014, ABD-FRANSA
TÜR: DRAM
Columbia Üniversitesi’nde meşhur bir dilbilim profesörü olan Alice Howland’ın (Julianne
Moore) kendisine alzheimer başlangıcı teşhisi konulmasıyla değişen hayatını konu edinen
“Unutma Beni”, Alice’in eşi ve çocuklarıyla olan ilişkisindeki gerilimlerini ve iç çatışmalarını anlatıyor. Lisa Genova’nın aynı adlı romanından uyarlanan ve çekimleri yirmi üç günde
tamamlanan film boyunca Alice’in alzheimer teşhisini kabullenme süreçlerine yakından tanıklık ediyor, hastalıkla nasıl mücadele ettiğini izliyoruz.
91
NE OKUYOR NE IZLIYOR
YILDIRIM MEHMET RAMAZANOĞLU
- AK PARTI KAHRAMANMARAŞ MILLETVEKILI
Özellikle dilbilim ve hukuk kitapları ile teknik kitaplar okuyorum. Şu sıralar
elimde dünyanın en şöhretli hackerı Kevin Mitnick’in kendi deneyimlerini de
anlattığı kitap bulunuyor. Bir yandan farklı türde kitaplar okumayı sürdürürken
diğer yandan hukuki metinler üzerine analizler yapıyorum. Takdim yazısını
TBMM Başkanı Sayın Cemil Çiçek’in, önsözünü ise Anayasa Komisyonu Başkanı Sayın Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun yazdığı Farklı Bir Bakışla Anayasa Gerçeği
isimli bir kitabım bulunuyor. Şu anda ilave kitap çalışmalarım da devam ediyor.
Sinemaya sıkça gidiyorum. Son izlediğim filmlerden ikisi “Uyuyana Kadar” ve
“Nuh: Büyük Tufan”. Müzik tercihimin ilk sırasında Türk Halk Müziği yer alıyor.
Türkülerimizi büyük bir beğeniyle dinliyorum, aynı zamanda saz çalıyorum.
İZZET ÇETIN - CHP ANKARA MILLETVEKILI
İhtisas alanım olduğu için sosyal politikayla ilgili güncel yayınları takip etmeye
çalışıyorum. Bununla birlikte zaman zaman felsefe, tarih ve siyasal rejimler
üzerine kitaplar okuyorum. Plan ve Bütçe Komisyonu üyesiyim; Meclis’teki
çalışmalarımıza katkı sağlaması amacıyla sık sık araştırma ve incelemelere
de başvuruyorum. Sinemada şu sıralar Russell Crowe’un yönettiği, Yılmaz
Erdoğan’ın rol aldığı “Son Umut” filmini seyretmeyi planlıyorum. Genellikle
Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği dinliyorum. Zaman zaman yabancı
müzikleri de tercih ediyorum.
SELMA IRMAK - HDP ŞIRNAK MILLETVEKILI
Genellikle inceleme kitapları, politik kitaplar ve roman okumayı tercih ediyorum. Şu sıralarda Emil Michel Cioran’ın yazdığı Çürümenin Kitabı’nı okuyorum. Bağımsız sinemayı tercih ediyorum. En son izlediğim film ise “Were
Dengê Min” (Sesime Gel). Genellikle rock müzik dinlemeyi tercih ediyorum.
Pink Floyd sevdiğim gruplardan biridir.
92
BÜLENT KUŞOĞLU - CHP ANKARA MILLETVEKILI
Ekonomi, maliye, iş dünyası ve yönetim olmak üzere kendi alanımla ilgili
kitapların yanı sıra felsefe, tarih ve sosyoloji kitapları okuyorum. Zaman
zaman da roman tercih ediyorum. Kitap okumak beni dinlendiriyor. Şu
sıralar Carl Gustav Jung’un anılarını ve Ayn Rand’in Hayatın Kaynağı adlı
romanını okuyorum. Yoğun çalışma temposu nedeniyle sinemaya gitmeye
pek fırsat bulamıyorum. Klasik Türk Müziği de, Türk Halk Müziği de, Klasik
Batı Müziği de dinliyorum. Bununla birlikte Türk Halk Müziği’nin benim için
ayrı bir yeri bulunuyor.
BAYRAM ÖZÇELIK - AK PARTI BURDUR MILLETVEKILI
Genellikle düşünce kitapları ve başta siyasi tarih olmak üzere tarih kitapları
okuyorum. Kişisel gelişim üzerine çalışmalar da ilgimi çekiyor. Şu sıralar
Muhammed Bozdağ’ın İstemenin Esrarı adlı kitabını okuyorum. Sinemaya
pek fazla gidemiyorum. Bugünlerde “Kod Adı: K.O.Z.” adlı filmi izlemeye
niyetlendim, ama henüz göremedim. Müzik konusundaki tercihimi ve
dinlediğim sanatçıları genellikle parçalar belirliyor. Müziği ve sözleriyle beni
etkileyen parçaları ve onları seslendiren sanatçıları dinlemekten keyif alıyorum.
OĞUZ OYAN - CHP İZMIR MILLETVEKILI
Bilimsel kitap ve dergiler, tarih incelemeleri, bazı alanlardaki edebiyat yapıtları
öncelikli tercihlerim arasındadır. Yaklaşık yedi bin kitap/dergiden oluşan bir arşivim bulunuyor. Şu anda okuduğum kitaplar Finansallaşma, Devlet ve Politik
İktisat (Derleyen: Hakan Mıhcı) ile Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital (Thomas Piketty). Ayrıca Thomas Piketty’nin kitabı üzerine eleştirel makalelerden oluşan
özel bir sayı çıkaran SBF Dergisi’ni okuyorum. Sinemada yönetmen filmlerini ve
bu arada bilimkurgu sinemasını takip ederim. Son zamanlarda izlediğim filmler
“Interstellar”, “Birdman” ve “The Theory of Everything”. Dinlediğim müzikler çok
çeşitli bir yelpazeye dayanır. Evde ve arabada en çok TRT 3’e bağlı kalırım. Klasik müzik
(özellikle Barok dönem), Batı Ortaçağ müziği, caz, Türk Sanat Müziği ve türküler ilgi alanımdadır. Jacques Brel, Ray
Charles, Paul Simon gibi eski ve yeni dönem sanatçılarının CD’lerini mutlaka arabamda bulundururum.
93
SOSYAL MEDYA
GÜNLÜKLERİ
@nursunamemecan
@mahirunal
Farklı düşünceler, yaşam tarzları, diller,
dinler, kimlikler tehlike değil, zenginliktir.
Farklılıkları değer olarak görmeyi öğrenmek lazım.
Neşe ve coşku bir şükür biçimidir.
facebook.com/nhavutca
@mustafakabakci
@Ondermatli
Dostluk, ihtiyaç anında kenardan izlemek
değil, gerekeni yapmaktır.
Bu çocukların gözlerindeki ışık hiç sönmesin, hayat boyu ümitlerini kaybetmesinler.
@salimuslu__
@LutfuTurkkan
instagram.com/turgutdibekchp
Merhameti var edene şükürler olsun.
Kalaycılar hâlâ var, ama kalaylanacak bakır
kap kimsenin evinde kalmadı artık.
Bu resim bizlere çok şey anlatmıyor mu?
İnsan sevgisi hayvanı sevmekle başlar!
Onların da sevgiye ihtiyacı var.
Sevgiler paylaşıldıkça çoğalır.
Sevmekle başlar her şey.
Sevdikçe anlarsın sevilmeyi...
94
Sedef Küçük
@sedefkucuk
CHP İstanbul Milletvekili, TBMM CHP Grup Yönetim Kurulu Üyesi,
TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Üyesi
Twitter’ı aktif biçimde kullanan siyasetçilerimiz arasında ilk
sıralarda yer alıyorsunuz. Twitter’ı ne zamandır ve gün içinde
hangi sıklıkla kullanıyorsunuz?
2012 yılından bu yana Twitter kullanıcısıyım. Gün içinde fırsat
buldukça bakıyorum, ama sabah gözünü sosyal medya ile açıp
akşam sosyal medya ile kapatanlardan da değilim. Toplumsal bir
hareketlilik olduğunda daha sık kullanıyorum.
Sosyal medya sizin için ne ifade ediyor, Facebook veya diğer
sosyal paylaşım ortamları da ilgi alanınıza giriyor mu?
Sosyal medya artık iletişimin ve habere erişimin yeni biçimi. On
yıl önce iletişim kanallarının bu kadar yaygınlaşacağını düşünmek
zordu. Sosyal medyanın bir tarafıyla mesafeleri yok edip herkese
kendini ifade etme olanağı sunarken, diğer taraftan yüz yüze
iletişimin azalmasına neden olduğunu düşünüyorum. Tabii ki her
fırsat yeni sorunları da beraberinde getiriyor. Bir taraftan sosyal
duyarlılığı artırıyor ve bazı olaylara dikkat çekiyor, diğer taraftan
zaman zaman yanlış bilgilerin yayılmasına neden oluyor. Ben
daha çok sosyal medyanın doğru ve anında haber yayma kısmının
faydalı olduğunu düşünenlerdenim. Bu nedenle paylaşımların
doğruluğunu muhakkak kontrol ediyorum. Twitter’ı bu açıdan
daha verimli bir mecra olarak görüyorum. Facebook artık daha çok
kedi videolarının paylaşıldığı, haber aktarma niteliğinin azaldığı
bir platform. Twitter kadar olmasa da Facebook da kullanıyorum.
lınıza geldiği gibi atamıyorsunuz. Çok tepki duyduğunuz bir olay
olsa dahi kullandığınız dili yumuşatmak zorunda kalıyorsunuz.
Bu açıdan siyasetçilerin sosyal medyayı daha özenli kullanması
gerektiğini düşünüyorum. Kışkırtıcı mesajlara karşı daha duyarlı
olunması gerekiyor.
Sosyal paylaşım ortamında ilginç anılarınız oldu mu?
Her kullanıcı gibi sıkıntı yaşatan durumlarla karşılaşıyoruz tabii ki.
Siyasetçi olunca bu durum daha da artıyor. Takip isteği olan birilerini takip etmeyince küsen de oluyor, beddua eden de, her sorun
nedeniyle size çatan da oluyor. Küfürleri ve bedduaları saymazsak,
en ilginci “Sizi biz seçtik, tweetimi niye retweet etmiyorsunuz”
diye mesaj atan biriydi sanırım. Üstelik bunu yazan kişi, partileri
karıştırmıştı.
Sosyal medyaya ilişkin en keyifli anım ise seksen yaşını aşmış
annemin eczanesinden bilgisayara girip, bir Facebook profili oluşturup, bana arkadaşlık isteği göndermesiydi. Keyifli olanları bir
tarafa bırakırsak şu acı gerçeği de görmemiz gerekir diye düşünüyorum. Artan toplumsal kutuplaşma nedeniyle nefret dolu söylemler ve mesajlarla hemen her gün sosyal medyada karşılaşıyor
olmamız hakikaten çok ızdırap verici. Bu kutuplaşmanın yarattığı
ve yaratacağı sonuçlar beni çok tedirgin ediyor. Toplumumuz adına,
geleceğimiz adına gerçekten çok üzülüyorum.
Sizce siyasetçilerin sosyal paylaşım sitelerini etkin ve doğru bir
şekilde kullanması ne bakımdan önemli?
Sosyal paylaşım sitelerinin ve sosyal medyanın iletişim açısından
yeni bir mecra yarattığı kesin, ama nasıl kullanıldığıyla ilgili sıkıntılar var. Bu açıdan siyasetçiler için bir olanak sunduğu kadar bir
handikap oluşturuyor. Takipçilerinize karşı sıradan bir kullanıcıya
göre daha fazla sorumluluk hissediyorsunuz. Bazı tweetleri ak-
95
UNUTMAYACAĞIZ
Mehmet Şemsettin Sönmez
14. Dönem Eskişehir Milletvekili Mehmet Şemsettin Sönmez, 1921 Eskişehir doğumludur. Ankara Tıp Fakültesi’nde gördüğü
yüksek öğrenimin ardından Paris Tıp Fakültesi’nde kalp hastalıkları alanında ihtisas yapan Sönmez, Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesi’nde kalp uzmanı olarak görev yaptı.
Mehmet Şemsettin Sönmez’in cenazesi 14 Ocak 2015 tarihinde İsmet Oğultürk Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan
cenaze namazının ardından Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Mehmet Sezai Pekuslu
18. Dönem Ankara Milletvekili Mehmet Sezai Pekuslu, 1946 Ankara Beypazarı doğumludur. Ankara Üniversitesi Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi ile İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yüksek öğrenim gören Pekuslu, Beypazarı Lisesi Müdürü,
Millî Eğitim Bakanlığı Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğü Şube Müdürü ve serbest avukat olarak görev yaptı.
Mehmet Sezai Pekuslu’nun cenazesi 2 Şubat 2015 tarihinde TBMM’de düzenlenen törenin ve Kocatepe Camii’nde öğle
namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi.
Doğan Güneş
16. Dönem İstanbul Milletvekili Doğan Güneş, 1931 Kayseri Develi doğumludur ve ticaretle uğraşmıştır.
Doğan Güneş’in cenazesi 21 Şubat 2015 tarihinde İstanbul Ataköy 5. Kısım Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından Kızılçeşme Mezarlığı’nda toprağa verildi.
OCAK VE ŞUBAT AYLARINDA ARAMIZDAN AYRILAN ARKADAŞLARIMIZ IÇIN CENAB-I ALLAH’TAN
RAHMET DILIYOR, KEDERLI AILELERI IÇIN KALPTEN DUYGULARLA SABR-I CEMÎL NIYAZ EDIYORUZ.
96

Benzer belgeler