İSTANBUL: PLANLAMA ve SİYASET

Transkript

İSTANBUL: PLANLAMA ve SİYASET
TMMOB
Şehir Plancıları Odası
5. İSTANBUL BULUŞMALARI
“İSTANBUL: PLANLAMA ve SİYASET”
Yayına Hazırlayanlar:
Kumru Çılgın
Alev Karadeniz
Ece Özden Pak
Pınar Tutaşı
Sezi Zaman
Ekim, 2011
İSTANBUL
1
İletişim ve Sekreterya
TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi
Adres
: Cihannüma Mahallesi Akdoğan Sokak Başar Apartmanı No:6-7
Beşiktaş / İstanbul
Telefon
: 0212 275 4367 – 0212 288 9960
Faks
: 0212 272 9119
e-posta
: [email protected][email protected]
Web
: www.spoist.org – www.spo.org.tr
2
İS TA NBUL: PLANLA MA ve SİYASET
Tarih: 11 - 12 Ekim 2011
Yer: İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Taşkışla 127
1. GÜN
09.30 – 10.00 Kayıt İşlemleri
10.00 – 10.30 Açılış Konuşmaları
Prof. Dr. Handan TÜRKOĞLU (İTÜ ŞBP Bölüm Başkanı)
Tayfun KAHRAMAN (TMMOB ŞPO İstanbul Şube Başkanı)
Necati UYAR (TMMOB ŞPO Genel Başkanı)
Prof Dr. Orhan HACIHASANOĞLU (İTÜ Mimarlık Fakültesi Dekanı)
Prof. Dr. Muhammed ŞAHİN (İTÜ Rektörü)
10.30 – 11.15 Tematik Sunuş
Prof. Dr. Ruşen KELEŞ
11.15 – 11.30 Çay-Kahve Arası
11.30 – 13.30 Açılış Oturumu: Planlama ve Siyaset
Moderatör: Erhan DEMİRDİZEN (ŞPO)
Raportör: Arş. Gör. Gökçer OKUMUŞ
Konuşmacılar:
Prof. Dr. Yılmaz BÜYÜKERŞEN (CHP Eskişehir Büyükşehir Bel. Bşk.ı)
Ahmet TURGUT (Şehir Plancısı – MHP MYK Üyesi)
Prof. Dr. Fatma ÜNSAL (MSGSÜ)
Hami YILDIRIM (Şehir Plancısı – AKP Burdur Milletvekili)
13.30 – 14.30 Yemek Arası
14.30 – 16.30 2. Oturum: İstanbul’da Planlar ve Büyük Kentsel Projeler
Moderatör: Prof. Dr. İclal DİNÇER (YTÜ)
Raportör: Yard. Doç. Dr. Tuba İNAL ÇEKİÇ
Konuşmacılar:
Nazmi DURBAKAYIM (İstanbul İnşaatçılar Derneği Başkanı)
Adnan GÜRDAL (Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığı)
Doç. Dr. Hatice KURTULUŞ (İstanbul Üniversitesi)
Doç Dr. Pelin Pınar Özden (İstanbul Üniversitesi)
Asuman YEŞİLIRMAK (Mimar)
3
2. GÜN
09.30–10.00 Kayıt İşlemleri
10.00 – 12.00 3. Oturum: Planlama, Siyaset ve Ulaşım
Moderatör: Tayfun KAHRAMAN (ŞPO)
Raportör: Kumru ÇILGIN
Konuşmacılar:
Prof. Dr. Mesture AYSAN BULDURUR (İTÜ)
Dr. Orhan DEMİR (Şehir Plancısı – Ulaşım Uzmanı)
Adnan EKİNCİ (Ulaştırma Bakanlığı-Bakanlık Müşaviri)
Prof. Dr. Haluk GERÇEK (İTÜ)
Metin KÜÇÜKOĞLU (Karayolları I. Bölge Müdürlüğü Etüt, Proje ve Ulaşım
Başmühendisliği)
12.00 – 13.00 Yemek Arası
13.00 – 15.30 4. Oturum: Kent ve Muhalefet
Moderatör: Prof. Dr. Fatma ÜNSAL (MSGSÜ)
Raportör: Yard. Doç. Dr. Hale MAMUNLU
Konuşmacılar:
Dr. Şükrü ASLAN (MSGSÜ)
Esra BALCI (İstanbul S.O.S)
Yard. Doç. Dr. Erbatur ÇAVUŞOĞLU (MSGSÜ)
Cemal EJDER (Sarıyer Mahalle Dernekleri Platformu)
Prof. Dr. Deniz İNCEDAYI (Mimarlar Odası İstanbul Şube Başkanı)
15.30 – 16.00 Çay-Kahve Arası
16.00 – 17:00 Kapanış Oturumu: Değerlendirme ve Serbest Kürsü
Moderatör: Prof. Dr. Aykut KARAMAN (MSGSÜ ŞBP Bölüm Başkanı)
Konuşmacılar:
Erhan DEMİRDİZEN (ŞPO)
Prof. Dr. İclal DİNÇER (YTÜ)
Tayfun KAHRAMAN (ŞPO)
Prof. Dr. Fatma ÜNSAL (MSGSÜ)
4
Sunarken …
Bu yıl İstanbul Buluşmaları, özellikle Genel Seçim süreci ve
düşündürdüklerinin ardından Planlama ve Siyasetin bir aradalığının yarattığı
tabloya odaklandı. Önceki yıllarda “İstanbul’da Büyük Projeler”, “Belirsizlik
Ortamında İstanbul’un Planlama Gündemi”, “Kriz ve İstanbul” ve ‘İstanbul:
Kültür, Başkent, 2010’ başlıklarıyla düzenlenen ‘İstanbul Buluşmaları’
etkinliğinin beşincisi, planlama ve kent gündemine düşen siyasetçilerin
ürettikleri yeni projeler sonucu ‘siyaset ve planlama’ özelinde bir tartışmayı
başlatmak üzere yapıldı.
Bu gündem üzerine şekillenen İstanbul
Buluşmaları’nın beşincisi 11–12 Ekim 2011 tarihlerinde “İstanbul: Planlama
ve Siyaset” başlığıyla her yıl olduğu gibi, TMMOB Şehir Plancıları Odası
İstanbul Şubesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge
Planlama Bölümü, İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlaması
Bölümü ve Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü
ortaklığıyla İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü ev
sahipliğinde gerçekleştirildi.
Kentsel mekanı şekillendirme isteğindeki siyasetin yarattığı İstanbul’un
mekansal, toplumsal, ekonomik ve yönetimsel açıdan açıklanması gereken
yönlerini ele alan etkinlikte, ‘Planlar ve Büyük Kentsel Projeler İkilemi’, ‘Kent
ve Muhalefet’ ve ‘Planlama, Siyaset ve Ulaşım” alt başlıkları ile planlamanın
evrensel ilkeleri üzerinden çok değerli değerlendirmeler yapıldı. Planlar ve
Büyük Kentsel Projeler İkilemi başlığı altında siyasetin genel seçimler ile
daha görünür olan İstanbul politikasının gerekçeleri nelerdir, neden planlama
kurumu bu kadar parçalı hale getirilmektedir, neden her kurum kendi içinde
merkezileşmektedir, projelerin yatırımlara katkısı ne olmaktadır, uzun vadede
kente ve kentliye getireceği yararlar var mıdır? sorularının cevapları
yanıtlarını buldu. En önemlisi ise bu başlık ile merkezi yönetimin kentlerin üst
ölçekli plan kararları ile yönetilmesi için yeni düzenlemeler gerçekleştirirken
planları devre dışı bırakan projelere imza atması ile oluşturduğu çelişki ortaya
kondu.
Planlama, Siyaset ve Ulaşım oturumu ise İstanbul’un ulaşımının ilk akla
gelen kent sorunu olma özelliğini, geçmişte olduğu gibi, bugün de korumakta
5
olduğunu gösterdi. Oturumda ulaşımın tüm kente etkisi tartışılırken, bu
etkilerin artık araç sayıları ve kullanım oranlarındaki değişimler, trafikteki
rahatlama veya sıkışıklığın artması gibi alışılagelmiş yansımaların ötesine
geçtiğini; ulaşımın arazi kullanım kararlarıyla birlikte ele alınmadığı ve
parçacı bir yol izlendiği vakit ne denli geri dönüşü zor izler bıraktığı ortaya
kondu. Özellikle plan değişiklikleri ile plan bütünlüklerinin tamamen
bozulması sonucu, ulaşım sorununun nasıl içinden çıkılmaz bir hale getirildiği
vurgusu ön plana çıktı.
Planlama ve siyaset ana gündemi oluştururken kaçınılmaz bir başlığımız ise
kentlilerin siyasi projelere karşı geliştirdikleri muhalefet biçimlerini tartışan
Kent
ve
Muhalefet
oturumu
oldu.
Kentsel
muhalefetin
kavramsallaştırılmasına yönelik tartışmalara odaklanarak, uygulama
süreçlerine ışık tutacak pratik sonuçlar elde etme amacının altının çizildiği
oturumda, ilk olarak planlama paradigmasının araçsal akılcılıktan iletişimsel
akılcılığa doğru tarz değiştirmesi ve kentlinin özne olduğu planlama karar
süreçleri çerçevesinde kentsel muhalefetin nasıl konumlandırılması gerektiği
tartışması gerçekleştirildi. Mekanın metalaşması ve planlamanın mekan için
mücadele eden bir konum almasının gereği vurgulanırken; sosyal devleti
zayıflatan politikalara karşı güçlenen ve sınıf temelli toplumsal hareketlerin
yerini alan kentsel toplumsal hareketler ile planlamanın kesişme noktası olan
kentsel muhalefetin durumu ele alındı.
Planlama ve Siyaseti konuşurken birçok değinilmeyen başlığın ortaya
çıkmasına ve tartışılmasına olanak sağlayan, başarılı ve heyecanlı bir
tartışma ortamı hazırlayan etkinliğin gerçekleşmesinde emeği olanları tebrik
etmek gerekiyor. Bir yıl boyunca etkinliğin şekillenmesi için sürekli bir araya
gelen ve etkinliğin oluşmasını sağlayan Düzenleme Kurulu ve Etkinlik
Sekretaryası başta olmak üzere, tüm Meslektaşlarımıza, Konuşmacı
Dostlarımıza ve Danışma Kuruluna katkıları ve verdikleri emek için teşekkür
ederiz.
Her İstanbul Buluşmalarında söylediğimiz gibi bu tartışmalar ve bundan önce
gerçekleşen İstanbul Buluşmaları umarız, İstanbul’un kentsel yaşamında
ilerici fikirler üretmek ve bilgiyi yaşam ile sentezlemek için çıkılan yolda tarihe
güncel olduğu kadar içerikli notlar düşülmesini sağlayacak ve İstanbul’un
sürekli değişen gündemini takip edenler için başvuru kaynakları olacaktır.
İstanbul’un çok sıcak gündemini tartışmaya açan TMMOB Şehir Plancıları
6
Odası İstanbul Şubesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve
Bölge Planlama Bölümü, İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge
Planlaması Bölümü ve Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama
Bölümünün ortak gayretleri ile ortaya çıkan bu kitabın da gelecekte yapılacak
olan çalışmalara katkı sağlamasını ve yol gösterici olmasını bekliyoruz.
Tayfun KAHRAMAN
TMMOB Şehir Plancıları Odası
İstanbul Şubesi Başkanı
7
8
İSTANBUL BULUŞMALARI 2011
11-12 Ekim 2011, istanbul Teknik Üniversitesi
EREN KÜRKÇÜOĞLU- Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın
Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen, İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi
Dekanı Sayın Prof. Dr. Orhan Hacıhasanoğlu ve saygıdeğer misafirler; 5.
İstanbul Buluşmaları etkinliğine hoş geldiniz.
İstanbul Buluşmaları etkinliği; 2007 yılından itibaren her yıl belirli
temalar çerçevesinde Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi, İstanbul Teknik
Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümlerinin, farklı konuları ele alan bir
tartışma platformu oluşturma amacıyla ortaklaşa düzenledikleri bir
organizasyondur. . Bu etkinlik çerçevesinde politikacılardan meslek
uzmanlarına, merkezi yönetimden yerel yönetimlere, meslek odası
temsilcilerinden sivil toplum örgütlerinin temsilcilerine, uluslararası, ulusal ve
yerel düzeydeki geniş kesimlerin bir araya getirilmesi hedeflenmektedir. Bu
yıl 5.si düzenlenmekte olan İstanbul Buluşmaları etkinliğinin teması,
“İstanbul: Siyaset ve Planlama” olarak belirlenmiştir. İki gün sürecek etkinlik
boyunca gerçekleşecek oturumlarda kent ve planlama-siyaset ilişkisi
mekansal, toplumsal, ekonomik ve yönetimsel açıdan ele alınacaktır. Etkinliği
başlatmak ve açılış konuşmasını yapmak üzere İTÜ Şehir ve Bölge Planlama
Bölüm Başkanı Sayın Prof. Dr. Handan Türkoğlu’nu kürsüye davet ediyoruz.
Prof. Dr. HANDAN TÜRKOĞLU- Sayın Dekanımız, sayın
katılımcılar; İstanbul Buluşmaları 2011 kapsamında gerçekleştireceğimiz
“İstanbul: Siyaset ve Planlama” konulu iki gün sürecek olan etkinliğimize hoş
geldiniz. İlk kez 2007 yılında “İstanbul’da Büyük Projeler” ve daha sonraki
yıllarda “Belirsizlik Ortamında İstanbul’un Planlama Gündemi”, “Kriz ve
İstanbul”, “İstanbul Kültür Başkent 2010” başlıklarıyla düzenlenen İstanbul
Buluşmaları etkinliğinin 5.si bu yıl İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık
Fakültesi’nin ev sahipliğinde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Yıldız
Üniversitesi ve Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi işbirliğiyle
gerçekleştirilecektir.
9
Etkinliğin amacı, İstanbul’daki şehir planlama eğitimi veren
üniversitelerimiz ve şehir plancıları tarafından İstanbul’un güncel sorunlarının
tartışılmaya açılmasıdır. Sağlıklı, doğal kentsel çevrelerin oluşturulması,
sürdürülebilirliğin sağlanmasında fiziksel, sosyal, ekonomik, kültürel ve
siyasal kriterlerin göz önüne alınması, kentler için doğal ve yapay eşiklerin
belirlenmesi, kentsel büyüme ve değişim süreçlerinin tanımlanması, farklı
boyutlarının ve etkilerinin araştırılmasıdır. Planlı bir gelişme için kentsel
yayılmanın kontrolü amacıyla öngörülerde bulunabilmek, kentsel planlamanın
en önemli faaliyet alanıdır. Planlama disiplini çerçevesinde kentlerin
geleceğini ilgilendiren arazi kullanımı, ulaşım, yapılaşma ve hassas alanların
korunmasıyla ilgili kararlar planlama hiyerarşisi içinde bütüncül bir bakış
açısıyla mevcut durum analizlerine dayalı olarak verilir. Oysa son yıllarda
ülkemizde karar vericiler ve planlama disipliniyle meslekler arasında
tartışmalara neden olan kentleşme sorunlarına çözüm bulmak amacıyla
üretilen hızlı projeler, evrensel planlama ilkeleri ve kentsel planlama disiplini
açısından bakıldığında, planlama hiyerarşisi içinde yer bulamamaktadır.
İstanbul’un tarihi, coğrafi, kültürel, ekonomik ve mekansal
karakteristikleri göz önüne alındığında, alt ölçekte verilecek kararların,
üretilecek projelerin üst ölçekli plan ana ilkelerinde yer alan doğal ve tarihi
çevrenin korunması, sürdürülebilir gelişmenin sağlanması ve büyümenin
kontrolü, kentsel dayanıklılığın artırılması gibi kavramlarla ele alınması gereği
vardır. 2009 yılında yapılan 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı’nda doğal
hassasiyet gösteren alanların korunması ve kentin kuzeye gelişim eğiliminin
kontrol altına alınması, kent merkezindeki ulaşım yükünün hafifletilmesi,
kentsel yaşam kalitesinin artırılması ilke olarak benimsenmiştir. Ancak kentin
geleceğini ilgilendiren kararların parça parça tasarlanmış projelerle (dermatit
alanları) ve üst ölçekli planların temel yaklaşımlarının göz ardı edilerek
verildiği izlenmektedir.
İstanbul Buluşmaları’nın bu yılki teması çerçevesinde, düzenlenen
planlar ve büyük kentsel projeler ikilemi, planlama ve siyaset arasında kalan
ulaşım, kent ve muhalefet başlıklı oturumlarla planlama ve siyaset ilişkisinin
değerlendirildiği tartışmaların yapılması planlanmaktadır. Toplantının
gerçekleşmesinde bizden desteğini esirgemeyen dekanımız Prof. Dr. Orhan
Hacıhasanoğlu’na, Düzenleme Kurulu üyelerine, bizi kırmayarak davetimizi
kabul eden ve deneyimlerini bizlerle paylaşan değerli konuşmacılara
10
teşekkürlerimi, şükranlarımı sunuyor ve toplantının başarılı ve verimli
geçmesini diliyorum. Teşekkür ederim.
EREN KÜRKÇÜOĞLU- Sayın Bölüm Başkanımıza konuşması için
teşekkür ediyor ve Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Şehir Plancıları
Odası İstanbul Şube Başkanı Sayın Tayfun Kahraman’ı konuşmasını yapmak
üzere kürsüye davet ediyoruz.
TAYFUN KAHRAMAN- Sayın Dekanım, değerli hocalarım, değerli
meslektaşlarım, çok değerli öğrenci arkadaşlarımız; hepiniz hoş geldiniz.
Öncelikle Sayın Prof. Dr. Handan Türkoğlu’nun da aktardığı üzere, bu yıl
İstanbul Buluşmaları’nın 5.sini düzenliyoruz. Daha önce her yıl İstanbul’da o
yılın gündemini oluşturan ve İstanbul’daki planlama gündemini belirleyen
konulara ilişkin yaptığımız etkinliklerin bu yıl 5.sindeyiz. İlki Sayın Prof. Dr.
Handan Türkoğlu’nun bahsettiği gibi, o yıl İstanbul’da neler tartışılıyordu,
onlardan bahsettik. Bugün İstanbul’da 2010 yılında en çok bahsettiğimiz
gündemimiz, siyaset oldu. Elbette ki, 12 Haziran seçimlerinin tam öncesinde
açıklanan seçim beyannamelerinden İstanbul’daki tüm siyasi partilerin
açıklamalarına baktığımızda hepsi kent ve özellikle İstanbul üzerine büyük
vurgular içeriyordu. Değerli Düzenleme Kurulu’nun da takdiri bu doğrultuda
oldu ve 2011 yılının gündeminin İstanbul’da planlama ve siyaseti tartışmak
üzerinden şekilleneceğini öngördü. Hepiniz çok iyi biliyorsunuz çılgın projeler,
İstanbul’daki büyük altyapı projeleri, iki yeni şehir projesi ve benzeri pek çok
proje telaffuz edildi. Bizler de etkinliğimizde, bu projelerin özellikle de
planlama gündemimize ve kent planlamaya etkilerini tartışacak bir program
hazırlamaya çalıştık.
Tabii ki, burada üç üniversitenin Mimar Sinan, İstanbul Teknik ve
Yıldız Teknik Üniversitelerinin desteklerini, değerli hocalarımızın katkılarını
unutmamak gerekir. Bizler Şehir Plancıları Odası olarak bu üç bölümle bugün
beşincisini düzenlediğimiz etkinliğe devam etmekten ve bunu
gelenekselleştirmekten büyük bir gurur duyuyoruz. İnşallah bundan sonra da
bu etkinlik gelenekselleşerek, İstanbul gündemine ilişkin tarihe not
düştüğümüz etkinliklerimiz daha da zenginleşecektir. Tabii hep birlikte
tartışmaları izleyeceğiz, hep birlikte tartışmalara yön vereceğiz. Fakat en
önemlisinin, İstanbul’a yön veren siyaseti ve planlamayı belirleyen bu
tartışmalarda pek çok fikre ve çok farklı katılımcılara yer veren bir platform
hazırladığımız için de bu ortamın sizlerin izlemesi anlamında da ilginç
11
sonuçları olacağı düşüncesindeyim. Umarım bu zengin tartışma ortamı, her
düşünceye ve her fikre bir zemin hazırlayacak ve herkese kendini ifade etme
şansını sunacaktır. Tekrar tüm katılımcılara ve tüm değerli konuşmacılara
katkıları için teşekkür ediyorum. Özellikle Düzenleme Kurulu’na ve bu
etkinliğin gerçekleştirilmesine yardımcı olan tüm arkadaşlarımıza buradan
tekrar teşekkür etmek istiyorum, hoş geldiniz.
EREN KÜRKÇÜOĞLU- Sayın Kahraman’a konuşması için teşekkür
ediyor ve Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Şehir Plancıları Odası
Genel Başkanı Sayın Necati Uyar’ı konuşmasını yapmak üzere kürsüye
davet ediyoruz.
NECATİ UYAR- Sayın Dekanım, değerli hocalarım, değerli
meslektaşlarım,
İstanbul Şubemizin düzenlemiş olduğu İstanbul
Buluşmaları’na katıldığınız için hepinize Şehir Plancıları Odası Yönetim
Kurulu adına teşekkür ediyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum. 5.si
gerçekleşen İstanbul Buluşmaları’nın bu yılki konusu “Siyaset ve Planlama”.
Tayfun Bey’in de söylediği gibi bu yıl gerçekten planlamayla siyasetin iç içe
geçtiği medyanın da etkisi ve desteğiyle belki bütün Türkiye’de çılgın
projelerin, siyasi kararların ya da siyasi birtakım elma şekerlerinin halka
sunulduğu, belki bazı aldatmacaların siyaset eliyle doğrudan planlama
kararıymış gibi halka sunulduğu bir yılı yaşadık. Gerçekten çok ciddi bir
tartışmalı dönem geçtik. Gelecekte nasıl anılacaktır, bu projelerden hangileri
gerçekleşecektir, gerçekleştiğinde nasıl sonuçları olacaktır, bu sağlıklı
tartışmalar yapılamadan anılan projelerin gerçekleşmesi durumunda Türkiye
kentleri nasıl bir şekil alacaktır bunu yaşayarak göreceğiz sanıyorum. Ancak
siyaset ve planlama ilişkisi Türkiye’de iki kurumsal yapının yıllardan bu yana
var olan ilişkisi, yani kentsel mekana yönelik gerek mekansal, toplumsal,
ekonomik, yönetsel birtakım kararları veren bir arada olması gereken
ayrışamayacak iki kurumsal yapının, siyaset kurumunun ve planlama
kurumunun yaşadığı çelişkiler son yıllarda giderek büyüyor. Bu çelişkinin
önemli bir noktasında da Türkiye’de Şehir Plancıları Odası duruyor ve
gerçekten geçmiş yıllarda belki tartışma ortamlarında siyasetle planlama iç
içe bir arada olabilirken, tartışabilirken ne yazık ki bu tartışmayı son yıllarda
ancak yargı yoluyla yapmaya başlamış durumdayız.
Planlama ve siyaset ilişkisine Türkiye gündeminde bakıldığında yargı
üzerinden yürüyen yargı kararlarıyla, mahkemelerde verilmiş kararlarla,
12
bilirkişiler tarafından verilmiş kararlarla yürüyen bir süreç yaşıyoruz. Bunun
yanı sıra son yıllarda planlamaya yönelik siyasetin müdahalesi her yargı
kararından sonra bu yargı kararını devre dışı bırakmaya çalışan birtakım
siyasi kararları da ardı ardına gözlemliyoruz. Türk Mühendis ve Mimar
Odaları Birliği’ne bağlı odalar içinde yargıda bugün için devam eden dava
sayısı en çok olan oda, üye sayısı diğer odalarla kıyaslanamayacak kadar az
olsa da Şehir Plancıları Odası’dır. Ne yazık ki bugün geldiğimiz bu durum,
mesleğimiz açısından dava konusu yapılan planların da şehir plancıları
elinden çıkmış olması nedeniyle üzücü bir tabloyu karşımıza koyuyor. Şehir
Plancıları Odası’nın, farklı siyasi müdahaleler ya da yasal düzenlemelerle
karşılaşmazsak önümüzdeki yıllarda en önemli gündemlerinden biri de,
yargının yanı sıra başlamış olan disiplin süreçleri ve bu süreçlerin sonunda
diplomasıyla bu işi yapan meslektaşlarımızın bir bölümünün de gerçekten bu
planlama alanından uzaklaştırılmasıyla sonuçlanacak bir gidişin görülüyor
olmasıdır. Ne yazık ki, şu anda içinde bulunduğumuz durum mesleğimiz
açısından, şehir planlama mesleği açısından, ülkemiz kentleri açısından hiç
iç açıcı bir tabloyu karşımıza koymamaktadır. Böyle bir durumda siyaset ve
planlamanın İstanbul açısından tartışılacağı bu etkinlikte iki gün boyunca bazı
konuların daha açık, daha net konuşulabileceği bir ortam yaratılmasını
diliyorum. Siyasetle planlamanın tartışma ortamlarını ne yazık ki son yıllarda
kendi içimizde de yaşayabiliyoruz meslek insanları olarak. Ne yazık ki geçmiş
yıllardan farklı olarak siyasetçilerle doğrudan bu tartışmaları yapamaz hale
geldik. Karşılıklı konuşmalarda umarım tüm katılımcılar buradaki iki günlük
etkinliğe katılırlar ve bu tartışma ortamını bize sunarlar. Ancak ne yazık ki
Türkiye’nin her yerinde siyasetle planlamanın, bundan sonra da önümüzdeki
birkaç yıl için en azından net ve belli olan gündemi; tartışmalar, yargıda süren
hesaplaşmalar ve karşılıklı suçlamalarla sürecek gibi görünüyor ve böyle bir
gündem içinde Şehir Plancıları Odası’nda Yönetim Kurulu üyeliği yapmak,
Oda’nın genel başkanlığını yapmanın beni açıkçası üzdüğünü de belirtmek
istiyorum. Hepinize bugün burada olduğunuz için, katıldığınız için teşekkür
ediyorum, etkinliğe destek veren bütün bölümlerimize de ayrıca teşekkür
etmek istiyorum, sağ olun, var olun.
EREN KÜRKÇÜOĞLU- Sayın Uyar’a konuşması için teşekkür ediyor
ve İTÜ Mimarlık Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. Orhan Hacıhasanoğlu’nu
konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ediyoruz.
13
Prof. Dr. ORHAN HACIHASANOĞLU- Saygıdeğer hocalarım, değerli
başkanlar, öğretim üyeleri ve sevgili öğrencilerimiz; önce toplantıya katılmak
isteyip, ancak yurtdışındaki görevleri nedeniyle burada bulunamayan
rektörümüz Prof. Dr. Muhammed Şahin ve rektör yardımcımız Prof. Dr.
Ahsen Özsoy’un sevgi ve selamlarını ileterek başlayayım.
İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Taşkışla binasına hoş
geldiniz. İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesinin Şehir ve Bölge
Planlaması Bölümü, Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlaması
Bölümü ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir
ve Bölge Planlaması Bölümleriyle Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği
Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi’nin birlikte düzenledikleri İstanbul
Buluşmaları 2011’e ev sahipliği yapmaktan büyük gurur ve onur duymaktadır.
Bu yıl buluşmanın ana teması: “İstanbul: Planlama ve Siyaset” olarak
belirlenmiş. Sevgili konuşmacılarımız, hem Bölüm Başkanımız, hem Oda
Başkanımız konuyla ilgili 2011’de neden bu konunun seçildiğiyle ilgili
açıklamalarda bulundular. Aslında sadece 2011 yılında değil, herhalde pek
çok yerde planlama ve siyaset aslında kol kola gitmesi gerekirken, tabii ki
çıkar çatışmalarının olması nedeniyle pek çok zaman da karşı karşıya
gelmektedir. Aslına bakarsanız sadece planlama değil, biraz daha
genişletirsek planlama ve tasarım, siyasetçilerin ideolojilerine bağlı veya
popüler yaklaşımlarına bağlı olarak zaman zaman araç olarak
kullanılmaktadırlar. Bunu çok rahatlıkla gene önceki konuşmacıların belirttiği
gibi son dönemlerde daha yaygın olarak görmekteyiz. Ancak öte yandan
tasarım ve planlama, siyasetten bağımsız olarak veya siyasetle kol kola
toplumsal fayda, refah ve gelişme için vardır. Çünkü tasarımcı ve plancının
en temel amacı, toplumun daha da öznel olarak belki kullanıcısının faydasına
birtakım işleri gerçekleştirmektir. Bu noktada zaten karşı karşıya gelme
durumu gündemde olabilir.
Siyaset ve planlama, genellikle yapıları ve temel amaçları nedeniyle
karşı karşıya geldiğinde -bu çarpışma veya karşı karşıya gelmenin
demokratik ve katılımcı olması durumunda- ortak sonuçlara ulaşan yaratıcı
fikirler geliştirilebilir. Burada önemli olan anahtar sözcük, herhalde demokratik
ve katılımcı olmaktır. Konunun uzmanı olmadığım için bu konuyu çok
uzatmayayım ve teşekkürlerle tamamlayayım. Bildiri sunarak, konuşmacı
olarak, moderatörlük yaparak katılımda bulunan tüm katılımcılara, değerli
14
hocalarımıza, politikacılara, yerel yöneticilere, Oda’ya, temsilcilerine ve
toplantıyı düzenleyen İstanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi
ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölüm
Başkanları’na ve değerli öğretim üyelerine, Türk Mühendis ve Mimar Odaları
Birliği, Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi’ne, Başkanına, Yöneticilerine
ve üyelerine tüm katkıları için teşekkürlerimi sunarım. İTÜ Mimarlık Fakültesi
Dekanlığı öğretim üyeleri, öğrencileri, çalışanları adına tüm katılımcıları sevgi
ve saygılarımla selamlıyorum, hoş geldiniz.
EREN KÜRKÇÜOĞLU- Sayın Dekanımıza konuşması için çok
teşekkür ediyoruz. “İstanbul: Siyaset ve Planlama” temalı etkinliğin ilk
oturumuna geçmeden önce tema sunuşunu yapmak üzere Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Sayın Prof. Dr. Ruşen
Keleş’i kürsüye davet ediyoruz. Duayen hocamız uzun yıllar şehircilik
mesleğine yayınlarıyla değerli katkılar yapmıştır. Kendisine tema
konuşmasını yapmayı kabul ederek, toplantımızı onurlandırdığı için
teşekkürlerimizi sunarız.
Prof. Dr. RUŞEN KELEŞ- Heyecanlandım, siz bitirmeden kürsüye
koştum gördüğünüz gibi. Sayın Dekan, Şehir Plancıları Odası’nın değerli
Başkanı, değerli öğretim üyesi arkadaşlarım, sevgili öğrenciler ve konuklar;
bu toplantıyı düzenleyenlerin burada bugün bu açılış konuşmasını bana ödev
olarak vermelerinden dolayı çok mutluyum, kendilerine teşekkür ediyorum.
Uzun yıllar İstanbul Teknik Üniversitesi ile yakın ilişkilerim oldu. O
yıllarda gördüm ki, İstanbul’da tasarım, planlama ve mimarlık konularında
öğretim yapılan belli başlı üç kurum arasında sürekli bir kopukluk olmuştur. 5
yıldan beri bu kopukluğun böyle çok verimli bir işbirliğine dönüşmesini
görmekten duyduğum mutluluğu bu vesileyle ifade etmek istiyorum ve
arkadaşlarımızı bu başarılarından dolayı kutluyorum. Konuşmama
başlamadan önce uzun yıllar kendileriyle çok yakından işbirliği yapmış
olduğumuz rahmetli Prof. Kemal Ahmet Aru’yu, Sayın Prof. Dr. Gündüz
Özdeş’i ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğretim üyelerinden
rahmetli Sefa Erkün’ü bu vesileyle saygıyla anmak istiyor, önlerinde saygıyla
eğiliyorum.
Planlama ve siyaset ilişkileri üzerinde duracağımız bu iki günlük
toplantıda beni konuşmacı olarak çağırırken arkadaşlar Siyasal Bilgiler
15
Fakültesinde 50 yıldan uzun bir süre öğretim üyeliği yapmış olmamı
düşünmüş olmalıdırlar. Planlama konularıyla da bir nebze meşgul olan bir kişi
sayıyorlar galiba beni, o nedenle çağırmışlardır, tekrar teşekkür ediyorum.
Öğrencilerimden bir kısmı toplantı salonunda, onlar yakından bilirler ki, ben
insanların gözüne bakarak derslerimi yapmayı tercih ederim. Fakat burada
pek çoğunuzun bilmediği bir sözcüğü kullanmak istiyorum, o da kıraat
etmektir. Kıraat etmek elindeki bir metni okumaktır, kıraathane okunulan bir
yer değil, tavla oynanan yerdir, o ayrı bir şeydir. Fakat ben kıraat etmekle,
elimdeki metni okumakla bana ayrılan zamana sadık kalmak, onu aşmamak
gibi bir amaç güttüğümü belirteyim.
Planlama ve siyaset ilişkileri üzerine olacak olan konuşmamı dört
bölüme ayırdım. Kavramlar hakkında kısa birkaç söz söylemek istiyorum.
Sonra planlama ve siyaset, siyasetçi-planlama ve siyaset ilişkileri üzerine
konuşacağım. Üçüncü bölümde Türkiye ve İstanbul için birkaç söz söylemek
istiyorum. Sonra da birkaç cümleyle toplantıda bana ayrılan konuşmayı
sonuçlandırmaya çalışacağım.
Varmak istediğimiz hedeflerle elimizdeki kaynaklar arasında denge
kurmak, o hedeflere bizi yaklaştıracak olan araçlar içinden tercihler yapmak
anlamına gelen planlamanın bir rasyonel davranış biçimi olduğunu biliyoruz.
Ülkemiz ve sizin meslek topluluğunuz planlama kavramına hiç de yabancı
değildir. Toplumumuz yerel düzeyde imar faaliyetlerinin planlanmasına
1930’lu yıllardan bu yana, bölge ve ülke çapındaki planlama girişimlerineyse
1960’lı yıllardan beri yakından tanık olmuştur. Öte yandan siyaset geniş
anlamda erk, iktidar savaşımı, mücadelesi anlamına geliyor. Bazen siyaseti
partizanlık olarak değerlendirenler de vardır. Dar anlamdaysa politika veya
siyaset belli sektörlerde hayata geçirilmesi istenen ilkeler bütününü anlatmak
amacıyla kullanılıyor. Bu anlamda siyasete ‘policy’ diyenler de vardır. Tıpkı
eğitim politikası, sağlık politikası, para politikası, dış politika denildiğinde
siyaset nasıl bu ikinci anlamında kullanılıyorsa, öyle anlaşılmaktadır.
İster dar anlamda olsun, ister geniş anlamda olsun siyasal yaşamın
temel kurumları dediğimiz zaman aklımıza belli başlı üç kurum geliyor.
Bunlar; yasama, yürütme ve yargıdır. Her üç erk de kentleşme sürecini
etkileyen, kentleri biçimlendiren kararların alınmasında ve uygulanmasında
çok belirleyici bir rol oynarlar. Her ne kadar sık sık erkler ayrılığından söz
ediliyorsa da, erkler ayrılığı diye bilinen ilkeye göre sözünü etmiş olduğum
16
yasama, yürütme ve yargıdan herhangi birinin ötekilerin görev alanına giren
konularda yetki sahibi olmamaları gerekiyorsa da, uygulamada bu kurala
gereği gibi uyulmadığını gösteren sayısız örnekler vardır. Kentleşme, imar ve
planlama bu iç içeliğin çok sık ve en iyi biçimde gözlemlenebileceği konuların
başında gelmektedir. Planlama, genel yasal çerçevesini Anayasanın ve
yasaların, yani yasama organının çizdiği, fiilen uygulanmasındaysa yürütme
organının görevli olduğu bir kamusal etkinlik türüdür. Dolayısıyla imar ve
planlama ile siyasetin iç içeliği konular niteliğinden kaynaklanmaktadır. Bu
çok açık bir gerçektir. Burada bir yatay birliktelik söz konusudur Bu yatay
birlikteliğe yürütmenin her türlü eylem ve işlemini hukuki açıdan denetim
yapmakla görevli olan yargıyı da katabiliriz.
Öte yandan bir başka birliktelik daha söz konusudur. Kentleşme, imar
ve planlama konularında kimi ülkelerde ve Türkiye’de merkezi yönetimle
yerel yönetimler arasında da görünüşte bir dikey birliktelik söz konusudur.
Görünüşte diyorum, çünkü ülkemizde planlama yetkileri açısından uzunca bir
süreden beri, ama özellikle son yıllarda, birliktelikten çok bir merkezileşme
olgusuyla karşı karşıya olduğumuz dikkat çekiyor. Bu duruma sadece 3194
sayılı İmar Yasası’nın 9. maddesi değil, bir dizi başka yasal düzenlemeler de
olanak vermektedir. GAP İdaresi Başkanlığı, Özel Çevre Koruma Kurumu,
Özelleştirme Yönetimi, Devlet Demiryolları, TOKİ, Çevre ve Şehircilik, Turizm
ve Kültür, Orman ve Su Bakanlıkları bu merkezileşme eğilimine verilebilecek
örneklerden sadece birkaçıdır. 3 ay kadar önce 645 sayılı Yasa gücünde bir
kararnameyle kurulmuş olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın görevleri
gözden geçirilirse, planlamada merkezileşme eğiliminin devam etmekte
olduğunu açıkça görebiliriz. Kararnamenin birkaç maddesinde yeni kurulan
Bakanlığa, sayıları çoğaltılan işlev alanlarında her tür ve ölçekteki nazım ve
uygulama imar planlarıyla parselasyon planlarının yapılması yetkisinin
verildiği görülmektedir. Kuşku yok ki, sağlıklı ve düzenli bir kentleşmenin
gerçekleştirilmesinde Merkezi Yönetim Kuruluşlarının bu sürece karışmasının
hizmetin niteliği ve etkinliği, kalitesi yönünden sağlayabileceği yararlar
olabilir. Ancak bu konuda ölçünün kaçırılması kamu yönetiminin
gereksinmesi olan eşgüdüm ve denetim ilkelerinin kağıt üzerinde kalmasına
yol açar. Öte yandan merkezi kuruluşlara tanınan planlama yetkilerinin çoğu
kez kentlerin yürürlükteki nazım planlarıyla bütünleşmeyen büyük çaplı
yatırım projelerini gerçekleştirme amacında olmaları düzenli kentleşmenin bu
koşullar altında hayal bile edilemeyeceğini gösterir.
17
Ülkemizdeki durum bunun da ötesinde bir başka açıdan daha
sakıncalar taşıyor. O da Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na taraf
olmuş olan Türkiye’nin attığı merkezileşme adımlarıyla ve üstelik siyasal
sorumluluk taşıyan kişilerin yerelleşme doğrultusundaki sürekli söylemlerine
karşı uluslararası bir sözleşmeden kaynaklanan bir yükümlülüğün gereğini
görmezden geliyor olmalarıdır. Bütün ısrarlı demokratikleşme söylemlerine
karşın son yapılan yasal düzenlemelerde meslek odalarının yetkilerinin
tırpanlanmış olması ve Koruma Kurulları’nın göreceli özerkliğinin bile
sınırlandırılması, planlama ve siyaset arasındaki ilişkiler açısından tabiri
caizse hiç de seviyeli bir birliktelikten söz edilemeyeceğini göstermektedir.
Şimdi izin verirseniz planlama, plancı ve siyaset ilişkileri üzerine
birkaç düşüncemi dikkatlerinize sunayım. Rahmetli Kemal Ahmet Arû
Hocamız ve sevgili dostum Mehmet Çubuk 1990’lı yılların başında Dünya
Şehircilik Günü’nde İzmir’de yapılan bir toplantıya, bugün olduğu gibi beni bir
açılış konuşması yapmaya davet ettiler. Onların isteği üzerine “Siyaset Dışı
Planlamadan Plansız Siyasete” başlıklı bir konuşma yaptığımı anımsıyorum.
O toplantıda yaptığım gözlemlerden bugün de buradaki konuşmamda
yararlanmak istiyorum izninizle. Savunduğum görüş özetle şuydu: Ülkemizde
belli bir dönem boyunca planlamanın ve plancının siyasetin dışında tutulması
amaçlanmıştır. Ne yazık ki, çok zaman geçmeden bunun hem olanaksız,
hem de yararsız olduğu görüldü. Çünkü planlama süreciyle, planlamayla ve
plancıyla siyasal kurumlar ve kişiler arasında sağlıklı bir etkileşimin
sağlanması planlı çalışmaların başarısı için şarttır. Ülkemizde bu gerçek geç
de olsa bir ölçüde kavranmıştır. Siyasetin partizanlık ve siyasetçinin
buyruğuna girmek olarak algılanmadığı koşullar altında bu etkileşimden
yararlı sonuçlar da doğabilir. Çünkü belediyeciliği ve plancılığı salt birer
teknik bilim dalı olarak öğrenmek ve uygulamaya çalışmak sorunları çözmeye
yetmiyor. Bu konular kurumsallaşmış uzmanlık gerektiren konular olarak ele
alınıp, tümüyle teknokratlara bırakıldığı zaman başarılı bir belediyecilik ya da
plancılık yapılmış olunmuyor. Siyaset adamına, siyasal partilere ve siyasi
sürece karşı da büyük bir güven duymayan plancı teknokrat kendi kafasında
kurduğu alemin birden bire çöküverdiğini görerek, genellikle düş kırıklığına
uğrayabiliyor.
Ülkemizde hem merkezi plancıların, hem de yerel yönetimlerde
görevli teknokrat belediyecilerin çoğu kez birbirleriyle rahatça anlaşabilen,
anlaşabildikleri halde dileklerini, özlemlerini, önerilerini bir türlü
18
gerçekleştiremediklerine ve yalnız kaldıklarına sık sık tanık olmuşuzdur.
Çünkü kullandıkları dili yalnız kendileri anlamış çoğu kez, onu halkın ve
siyasetçinin anlayacağı biçime sokmak zahmetine hiçbir zaman
katlanmamışlardır. Bir İngiliz bilim insanı bu siyaset dışı olmaya çalışan
plancıları kendi aralarında rahatça anlaşabilen ama uçmaya güçleri
yetmeyen sevimli penguen sürülerine benzetmektedir. Başarısızlığın
kuşkusuz başka ve daha yapısal nitelikte olan nedenleri de vardır. Genel
yarar, kamu yararı, toplum yararı ve ussallık gibi ilkeleri bir yana iten özel
çıkar kümeleri kentin gelişme sürecinde her zaman kendi öznel isteklerini
egemen kılmak için merkezi ve yerel yönetimler ve seçilmiş teknik kurullar
üzerinde baskı yapmaktan geri kalmaz, teknokrat plancıları etkisiz duruma
düşürürler. Onlar için rasyonellik kendi kazançlarının artması, rant açlıklarının
giderilmesidir. Toplum yararı, kamu yararı ancak kendi çıkarlarıyla örtüştüğü
oranda önem taşır. Geleceğin kuşakları için bir kaygı taşımazlar, planlar ve
programlar kendi çıkarları için her şeyi her çareye başvurarak yozlaştırmak
onların gündemindedir. Amaçlarını planlama sürecine katılarak değil, siyasal
baskı ve nüfuz araçlarını kullanarak gerçekleştirirler. Teknokrat plancının iyi
niyeti, kendi rasyonellik ve kamu yararı anlayışını bu karşı güçlere üstün
kılmaya genellikle yetmez.
Bunun tam karşıtı olan bir uygulama teknokrat plancıyı siyaset
adamının seçilmiş kişilerin ve seçilmiş kurulların buyruğu altına sokmaktır.
Plancının patronu gücünü halktan alan ve günün birinde halka hesap vermek
durumunda olan politikacı olunca, halk, seçmen birden önem kazanır. Liberal
demokrasilerde özel sektör kuruluşları da, sivil örgütler de halkın
parçasıdırlar, onları halktan koparmaya olanak yoktur. Bu çerçevede siyasal
güçler dengesi içinde teknokrat plancı, siyasal kadrolarca kendisine verilen
görevi sessizce yerine getirmekle yetinen öteki bürokratlardan hiç de farkı
olmayan bir kişidir artık. Bilgisini, teknik yeteneklerini ve kişiliğini görev
alanına yansıtabilmesi, patronunun çizeceği sınırlara ve ona tanıyacağı
özgürlüğe bağlıdır. Kentin bugünkü ve gelecekteki sorunlarının çözümünde
kentliye kaynak, rant ve hizmet dağıtımında teknokratın fazla sözü yoktur
artık. Buyruğu altında olduğu siyasetçinin ve siyasal kadroların isteklerine
gerekçe hazırlamak, bu gerekçeleri sözde bilimsel kılıflara sokmak, bu
modeldeki plancının başlıca görevidir. Çoğu zaman partizanlığı
rasyonelleştirmek işini görev bilen bu tip plancıların kişiliklerini de geniş
ölçüde yitirmek zorunda oldukları hiç kuşku götürmez.
19
Şimdi planlamayı etkili bir uğraş durumuna getirmek ve plancıyı kendi
kurduğu düş aleminden çıkarıp ayaklarının yere basmasını sağlamak,
planlamayla siyaset arasında sıkı bir bağ kurulmasını, planlamayla siyaset
arasında bu bağın uygulamada da gerçekleşmesini zorunlu kılmaktadır. Ne
yapılabilir? İlk adım, plancının politikacıya biraz daha fazla benzemeye
çalışmasıdır. Bununla kastettiğim şey teknokrat plancının mesleki kişiliğini
yitirecek ölçüde politikacının hizmetine girmesi, partizanlığa araç olması
değildir. Amaç; siyaset olgusunu, siyasal güçler dengesini, halkın bileşimini
ve kentlinin hak ve özgürlüklerini yakından tanıyacak duruma gelmesi,
patronunun siyasi ideolojisiyle karar ve davranışları arasında tutarsızlıklar
görürse onu uyarması, belediyeyi yöneten siyasal partinin ideolojik dileklerini
devletin temel niteliklerinden ödün vermeye yanaşmaksızın kent yönetimine
yansıtmanın yollarını bulabilmesidir. Plancının siyasallaşması gereğinin
dayandığı temel neden yapacağı her önerinin kabul edilme ve uygulama
şansının geniş ölçüde siyasal güçlere ve siyasal süreçlere bağlı olmasıdır.
Planlamayı bir bilim ve teknik uğraş olarak görmeyi ihmal etmeksizin karar
organlarına gerekçeli, ciddi ve inandırıcı görüşler sunmak onun görevidir. Her
şeyi en iyi biçimde kendisinin bildiği, siyasetçinin kural olarak bilgisiz,
anlayışsız, halkı düşünmeyen bir kimse olduğu görüşünde direnen plancılar
yalnız kalmaya mahkûmdurlar.
İkinci adım, politikacıların kendilerine çeki-düzen vermeleridir. Bu
birinciden daha az önemli bir nokta değildir. Belediyecilikteki en yeni
gelişmeleri izlemeleri, çalıştırdıkları plancılarla iletişim kurabilecek ölçüde
teknik konulara yaklaşmalarını planı ve planlı çalışmayı kendi hareket
özgürlüklerini ve siyasal davranışlarını kısıtlayıcı bir faktör olarak görme
alışkanlığından uzaklaşmalarını gerektirir bu adım. Politikacı plancıyı,
kendisine oy kaybettirecek değil fakat oy kazandıracak bir yardımcı olarak
gördüğünde onunla işbirliği yapmaktan çekinmeyecektir. Kuşkusuz oy
kazanma arzusu siyasetçiyle plancının işbirliğini her ne pahasına olursa
olsun haklı çıkarmaz, oy artışına toplumsal adaletten, ekonomik
rasyonellikten, genel yarardan, kentin doğal, tarihsel ve kültürel
değerlerinden özveride bulunmaksızın elde edilmesi gereğini politikacılar ve
plancılar sınırlayıcı bir etken olarak her zaman hatırlarında tutmak
zorundadırlar.
Son bir noktaya daha bu bağlamda değinmek isterim. O da halkı,
kentin yönetimine ve bu arada planlama sürecine olabildiği ölçüde çok
20
katılmaya çağırmaktır ve bunu gerçekleştirmektir. Halkın kent planlama
sürecine artan oranda katılması yalnız siyasetçinin, belediyenin, seçilmiş
organların ve plancının görevlerini kolaylaştırmakla kalmaz; kentlinin birinci el
bilgilerinin görüşlerinin, değerlerinin, özlemlerinin yönetime yansıyarak planlı
çalışmalarının kalitesinin yükselmesini de sağlar. Avrupa Konseyi yetkili
organlarının 2009 yılında Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın katılıma
ilişkin kurallarını bir ek protokolle güçlendirilmiş olması çok önemli bir
gelişmedir bu bakımdan. Yine Avrupa Konseyi’nin 1992 tarihinde kabul ettiği
ve 2008’de “Yeni Bir Kentsel Manifesto” adıyla yenilediği, güncelleştirdiği
“Kentli Hakları Şartı” adını taşıyan bir uluslararası sözleşmenin katılım
konusuna ilişkin kuralları belediyeciler ve plancılar tarafından çok yakından
ve ilgiyle izlenilmesi, öğrenilmesi gereken değerdedir.
Bizim 5393 sayılı Belediye Yasamızın 2005 yılında getirdiği “Kent
Konseyi” adını taşıyan katılım ihtiyacını karşılamak amacıyla oluşturulan
kurulların, Kent Konseyleri’nin, belediyelerde ne ölçüde çalıştıklarını, yararlı
olduklarını belediyeci arkadaşlarımızdan duymak, bu konularda araştırmalar
yapmak aradan geçen 5-6 yıl içerisinde son derece önemlidir diye
düşünüyorum. 1990’da başta bahsettiğim Kemal Ahmet Arû hocamızla
Mehmet Çubuk’un benden istedikleri “Siyaset Dışı Planlamadan Planlamasız
Siyasete” başlığını taşıyan konuşmada şimdiye kadar söylediklerime ek
olarak şu nokta üzerinde de durmuşum: Açıkça görüyoruz ki, devletimiz
1980’li yıllardan itibaren planlamayı göstermelik bir fonksiyon olarak
algılamaya başladı. “1980’lerden itibaren” bunun altını çiziyorum. Artık devlet
planlamayı, salt bir biçimsel yaklaşımla gündemde bulundurmaktadır. Bu
gelişmede hiç kuşku yok ki, dünyanın bir küreselleşme olgusuyla karşı
karşıya olduğu gerçeğinin büyük payı var. Yeni bir liberalizm çağını
simgeleyen bu değişiklik, kapitalizmi bütün dünyada egemen kılmanın
ötesinde insanların tavırlarında ve davranışlarında, toplumların temel değer
sistemlerinde bencilliği ve kısa yoldan varlıklı duruma gelmesi hareket
noktası olarak alan bir dünya görüşünü temsil etmektedir.
Dünya Bankası’nın 1990’lı yıllarda her türlü planlamaya karşı bir tavır
alması ve gelişmekte olan ülkelere bu yolda telkinlerde bulunması sonucunda
ülkemiz de dahil olmak üzere plancılığa neredeyse tarihe mal olmuş bir
yöntem gözüyle bakılmaya başlandı. Artık geçmiş yüzyıllar içinde Adam
Smith’in sözünü ettiği gizli el gizli olmaktan çıkmış, uluslararası finans
kuruluşlarının resmi bir önerisi durumuna gelmiştir. Dünya Bankası’nın resmi
21
yayınlarında “Planı Bırak, Piyasaya Bak” kuralı açıkça yer alıyor. Ülkemizde
de merkezi yönetim, geçen aylar içinde yapılan yeni düzenlemeler
sonucunda Devlet Planlama Teşkilatı’nı kaldırmış ve Devlet Planlama
Teşkilatı’nın görevlerini sıradan bir bakanlığa devretmiştir.
İzin verirseniz bu genel kuramsal diyebileceğimiz girişten sonra
Türkiye ve İstanbul üzerine birkaç noktaya değinip, sözlerimi tamamlamaya
çalışayım. Planlama ve siyaset ilişkileri konusunda Türkiye için söylenecek
olan her söz, yapılacak olan her değerlendirme İstanbul için fazlasıyla doğru
ve geçerlidir. Bu nedenle İstanbul’un planlama sorunlarını siyaset ve
planlama ilişkileri bağlamında çözümlemeyi, bu iki günlük toplantıda
konuşma yapacak olan çok değerli bilim insanlarının ve uygulayıcıların
konuşmalarına bırakarak, ben Türkiye’yle ilgili birtakım gözlemler yapmakla
yetineyim. Siyasal iktidarlar, yeni liberal dönemin benimsetmeye çalıştığı
kurallara ülkemizde genellikle karşı çıkmamakta, yeni düzenin gereklerine
uyum sağlamaya çalışmaktadırlar. Birinci gözlem budur. Özellikle ulusal ve
bölgesel planlar konusunda bu tavır çok açıktır. Kentsel planlamaya karşı
açıkça tavır alındığı görülmemekle birlikte merkezi yönetimin ve sermayeyi
temsil eden güçlerin türlü müdahaleleri sonucunda yerel planlar da
uygulanamaz duruma gelmektedirler. Salt İstanbul’da birkaç yıl içinde
Belediye Meclisi’ne getirilen plan değişikliği önerilerinin sayısı birkaç yüzü
geçmektedir. Bu durumda genel planda devletçe benimsenen siyasal
ideolojik tavırların işveren örgütlerinin, kimi sivil örgütlerin ve hatta üniversite
öğretim üyelerinin davaya bağlılıklarının da büyük payı vardır. İstanbul’un
pazarlanmasından söz edilmesi, Anadolu kentlerindeki ticari ve sınai
hareketlenmenin büyük bir kalkınma hamlesinin uçuşun göstergeleri
olduğunun savunulabilmesi kadar ileri gidilmesi bu anlayışın açık bir
sonucudur.
İkinci nokta şudur: Planlar ve plan değişiklikleri esas olarak toprakta
rant yaratmayı ve belli çevrelere özellikle öncelikle aktarmayı amaçlıyorsa,
planlamanın siyasetin dışında olduğunu söylemeye olanak kalır mı? Açılış
konuşmalarında bu buluşmalardan bir tanesinin konusunun “Belirsizlik
Ortamında İstanbul” olduğu söylenmiştir. Bence bu başlık doğru değildir.
İstanbul’da her şey çok belirlidir ve önceden belirlenmiş durumdadır,
söylediğim koşullar içerisinde. Rant yaratmayı ve paylaştırmayı özendirici
politik kararlarla İstanbul’da geleneksel olarak kuzey doğrultusunda
gelişmeye olanak tanımayan planlarda büyük gedikler açılmıştır. Bunlardan
22
su havzaları başta olmak üzere tüm ekolojik değerler payına düşeni almıştır.
Ülke çapında ekolojik kaygıların planlamaya gereğince yansıtılmakta
olduğunu söylemeye olanak yoktur. Jean François Pérouse isminde
Galatasaray Üniversitesi’nde bir bilim insanının İstanbul üzerine yaptığı kimi
gözlemlere göre “İstanbul’un kentleşmesi siyasi arenada yaşanan gidişatın
bir sonucudur. Belediye himayesinde kurulan tek vücut hayali
doğrultusundaki organik şehir modelinin ötesinde kamu düzenlemesi ve
müdahalesi çok sınırlı ölçülerde kalmaktadır. Sınıf gerçeği dikkate
alınmamaktadır” vesaire diye gidiyor.
Toprak koruma ve arazi kullanımı adını taşıyan 5403 sayılı bir
Kanunumuz var. Esas olarak tarım topraklarının korunması amacıyla
çıkarılmış bir yasadır bu, fakat bu yasa tarım topraklarının yasadışı işgaller
sonucunda açılan kullanımlara ayrılmasına olanak tanıyor. Bunun anlamı
şudur: Yasaya aykırı davrananlar birtakım olup-bittiler oluşturmuşlarsa tarım
toprakları üzerinde, bunlar için yasa bir tür imar affı getirmektedir. Bu yasada
en son 2 yıl önce yapılan bir değişiklikle Bursa Ovası yeşilliğini tümden
kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Çünkü bu değişiklik, sadece
bu değişiklik özel yasa bu konularda çıkarılmaması gerektiği halde Kargil
isimli bir firmaya orada tarım topraklarını işgal etmek şansını tanımıştır.
Üçüncü nokta: Gerçekte küreselleşme; kent, kültür, doğa, tarih, çevre
değerlerine duyulan saygıda da büyük bir erozyona yol açmaktadır. Plan
karşıtlığının dışında değer sistemlerindeki genel yozlaşmadan bütün bu
değerler derece derece zarar görmektedir. Anayasamızın öngördüğü ve
uluslararası sözleşmelerde de güvence altına alınmış olan çevre hakkı fiilen
kullanılamaz duruma gelmiştir. Medyanın kullandığı reklamlar arasında kısa
yoldan zengin olmayı özendiren sayısız sloganlar var. Ben radyoyu açtığım
zaman bazılarına rastlıyorum, iki tanesini size okuyayım: “Factoring, paralar
tring”. Bir başkası şöyle: “Alın, verin, bize kulak verin, ekonomiye can verin”,
Bunlardan birkaçı.
Dördüncü nokta: Özellikle taşınmaz mal piyasasının hareketliliğinin
arttırılması ülkemizde resmi politika olarak adeta benimsenmiştir.
Günümüzde sonradan önemli bir Bakanlıkta bakan olarak görev yapmaya
başlayan bir kişi bir dergiye birkaç yıl önce yazmış olduğu yazıda bakınız ne
diyor; “Ülkemizde devlet en büyük toprak ağasıdır, ağalık toplumsal,
ekonomik, sosyal -burada bir yanlış yapmış, toplumsalla sosyal aynı
23
şeylerdir, tekrar etmiş onu, benim yanlışım değildir bu- ve siyasal
gelişmelerin önünde ciddi bir engeldir. Devlet özellikle büyük şehirlerin
civarında bulunan arazilerine sahip çıkmamakla ülkemizdeki çarpık
kentleşmenin ve hazine arazilerinin yağmalanması sonucu yüksek arazi
rantlarının doğmasının temel sorumlusudur. Bu durum yurttaşlarımızı çarpık
rant ekonomisi düzeninde suçlu konumuna düşürmektedir. O halde devlet
bütün taşınmazlarını, elindeki arazileri ekonomiye kazandırmak için
satmalıdır”.
Benzer görüşler başka bir Bakanlar Kurulu üyesince de dile getirildi.
2007 bütçe sunuş konuşmasında o günkü Çevre ve Orman Bakanı sanki
Bakanlığının görevi ormanların korunması değil de, elden çıkarılmasıymış
gibi Türkiye Büyük Millet Meclisi Plan ve Bütçe Komisyonu’na şu görüşleri
yansıtıyor: “Ormancılık politikamızın hedefi -dikkat buyurun- ormanların imarı
ve ıslahıdır”. Islahını anlamak mümkündür, ama imarını anlamak mümkün
değildir. Tekrar ediyor: “Ormancılık politikamızın hedefi devlet
ormancılığından millet ormancılığına geçmektir”. Bu çok açık ifadedir. Bu
düşünceler nedeniyledir ki değerli dinleyiciler, bilim ve fen bakımından orman
niteliğini tam olarak yitirmiş olan ormanların 2B diye bilinen yasal kural
çerçevesinde kullanıcılarına satılması sürekli olarak gündemdedir. Son
seçimler öncesinde 2B yarışmasına ana muhalefet partisi sözcülerinin de
sahip çıkmış olmaları işin vahametinin bir başka ölçüsü olarak
değerlendirilebilir. Turizmin özendirilmesine ilişkin 2634 sayılı Yasada,
hazineye ait taşınmaz mallarla ormanların kültür ve turizm amaçlarına
ayrılmasına ilişkin düzenleme Danıştay’ın başvurusu üzerine Anayasa
Mahkemesince iptal edilmişse de, yasama organı yargıyla adeta didişircesine
sürekli olarak yapılaşmaya yol açan yetkileri genişletmeyi sürdürmüştür.
Buna Şehir Plancıları Odası Başkanı arkadaşımızın açılış konuşmasında da
kısaca değinildi. Oysa Danıştay’ın yorumunda şöyle deniliyor: “Her ne kadar
orman arazilerinin turizm yatırımlarına tahsis edilmesinde, ayrılmasında
kamu yararı olduğu düşünülebilirse de, ormanların orman olarak
korunmasındaki kamu yararı üstün nitelikli bir kamu yararıdır. Ormanlık
alanlarla hazine arazilerinin siyasal iktidarların takdirine bağlı olarak turizm ve
benzeri amaçlarla yapılaşmaya açılması doğal kaynakların sürdürülebilirliği
konusunda devletin uluslararası planda vermiş olduğu sözlerle de
bağdaşmamaktadır.”
24
Taşınmaz malı ve özellikle toprağı hızla el değiştirmesi gereken bir
meta sayan ve öyle olduğu için ancak ekonomiye kazanç sağlayabileceği
anlayışı taşınmaz malı bir ulusal servet ve doğal kaynak olarak değil, rant
aracı olarak görmenin bir sonucudur. Rant emek ürünü olmayan
kazanılmamış bir gelir anlamına gelir ekonomide. Ankara’da tarihsel Kızılay
Binası’nın yıkılması kararından sonra yeni yapılacak yapının şantiyesine bir
tabela astılar, tabelanın üzerindeki büyük harflerle şu dikkati çekiyordu:
“Kızılay Rant Tesisleri”. Kent bilimde rant ve rantçılık övünülebilecek değil,
utanılacak, sıkılma duygusu yaratan sözcükler olarak bilinir. Bu durumun
günümüzde tersine döndüğünü gösteren o kadar çok örnek var ki, yalnız
Ankara’da, İstanbul’da değil, her yerde maalesef. Böylece kentsel toprak
kullanım değeri için değil, fakat değişim değeri nedeniyle aranan ve sürekli
olarak el değiştirmesi öngörülen bir araç durumuna indirgenmektedir. Ünlü
kent bilimci David Harvey’in deyişiyle, insan onuruna ve doğal değerlere
saygılı kentler yaratmak, insanlara kent hakkı sağlamak yerine kapitalist
düzenin kendi varlığını sürdürebilmesi ve ayakları üzerinde durabilmesi için
toprak bir araç durumuna gelmiş olmaktadır.
Son olarak izninizle TOKİ’den bahsetmek isterim. TOKİ felsefesine ve
uygulamalarına kısaca bakmak, günümüzün kentleşme imar ve planlama
anlayışları açısından son derece de öğretici dersler içerir. Çünkü planlamayla
siyaset ilişkileri konusunda bunların öğretici, bundan sonra atılacak adımlar
için ders alınması gereken yönleri vardır. Gerçekte henüz yasalaşmış
olmayan Kentsel Dönüşüm Yasası’nın yasal dayanağını oluşturan birtakım
parçacıl düzenlemeler bugüne kadar yapıldı. Sayın Belediye Başkanımıza
da, Büyükşehir Belediye Başkanımız sevgili kardeşim Yılmaz Büyükerşen’e
hoş geldin diyorum. Henüz Kentsel Dönüşüm Yasası yasalaşmış değildir,
kadük olmuştur. Fakat onun felsefesini yansıtan birtakım düzenlemeler başka
yasalara girmiştir. Bu yasalardan bir tanesi 2005 yılında “Yıpranan Tarihi ve
Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak
Kullanılmasına” ilişkin 5366 sayılı Yasadır.
İkincisi, Kuzey Ankara girişiyle ilgili bir yasadır. Bu da 2004 yılında
çıkmıştır. Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Yasası ve nihayet 5393
sayılı Belediye Yasamızın bir maddesinde belediyelere kentsel dönüşüm
girişimlerinde bulunmak için yetki veren kuraldır. Dolayısıyla kentsel
dönüşümle ilgili yasa çıktığı takdirde aynı felsefe uygulamaya yansıtılmış
olacaktır. Tasarıdaki esaslar da zaten bunun böyle olduğunu göstermektedir.
25
Buna göre kentsel dönüşüm projelerinin dayandığı temel düşünce gecekondu
alanlarında kamunun harcamalarıyla oluşturulmuş olan artı değerin, rantın
paylaştırılmasıdır. Tamamen bu esasa dayanmaktadır. Bu yöntem 1990’lı
yıllarda Ankara Büyükşehir Belediyesince Portakal Çiçeği ve Dikmen Vadisi
projelerinde uygulanan yöntemden farklı değildir.
İkinci olarak; devlet içinde devlet olma yolunda hızlı adımlarla
ilerleyen TOKİ, uygulamalarını proje temeline göre gerçekleştirmekte, kent
planlarının bütünlüğünü bozmaktadır. Konut edindirmede önceliğin dar gelirli
ve yoksul sınıflara verilmesi gerekirken TOKİ’nin yaptığı hasılat paylaşımı
adıyla varlıklı sınıflar için de harcama yapabilmektedir. Hatta daha da ileri
giderek sınır karakolları, okullar, hastaneler ve yabancılar için konut yapmayı
tasarlayabilmektedir. Bütün bunlar eldeki kaynağın almaşık maliyetinin,
alternatif maliyetinin iktisatçıların terimleriyle TOKİ için çok yüksek düzeylere
vardığını gösteren örneklerdir. Bunlar önemsiz hizmetler değildir. Fakat
bunlar başkalarının yapması gereken TOKİ’nin kuruluş amacına ters düşen
kamu hizmetleri türleridir.
Öte yanda burada konuşmacı olan iki değerli arkadaşımızın da sizlere
anlatacağı gibi Sulukule ve benzeri yerlerde olduğu gibi yoksullar yerinden
edilmekte, kent hakkı, hatta temel insan haklarına aykırı davranışlar
gösterilebilmektedir. Planlama ilkelerinden sapmanın ulusal düzeyde
benimsenmiş siyasal tavırlarla çok yakından ilişkisi olduğu düşüncesindeyim.
TOKİ projelerinin genellikle gereksiz ölçüde yüksek yapılardan oluşan ve
çevreye uyum koşullarından yoksun topluluklar olduğu açıkça dikkat
çekmektedir. Ekonomik ve toplumsal yaşamla bütünleşmiş olmayan konut
topluluklarının gerçek anlamda bir dönüşümü ne ölçüde gerçekleştirebildikleri
akla gelen sorular arasındadır. Az önce de değindiğim gibi ayrıca TOKİ’ye
yasalarla tanınmış olan yetkiler, planlama yetkileri yerel yönetimlerin özerkliği
açısından o kadar büyük sorunlar yaratıyor ki, Türkiye uluslararası arenada
vermiş olduğu sözlerin gereğini nereden neden yerine getiremediğini
açıklamakta zorluk çekecektir. Bu durumda son söz olarak şunu söyleyeyim
TOKİ çalışmalarıyla ilgili olarak: Kentsel dönüşüm anlayışımızı süratle
dönüştürmek zorundayız.
Bitirirken ne diyebilirim? Planlama ve siyaset arasındaki dengenin
planlama aleyhine giderek bozulmakta olduğu, plan düşüncesine saygının
sarsıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu gidişten İstanbul da payına düşeni
26
almakta gecikmiyor. Kent kimliğinin korunması çabalarının sonuçsuz kaldığı
açıkça görülmektedir. Kenti ve çevresini biçimlendiren güçler daha çok
küreselleşmenin istemlerini karşılamaya yönelmiş durumdadır. Küreselleşme
ulusal politikalar belirleme ve uygulama şansını giderek azaltıyor. Egemenlik
kavramının bile sorgulanmakta olduğu bu dönemde siyasetçi halktan aldığı
güce dayanarak kendisini her dilediğini gerçekleştirebilecek konumda
görüyor. Bu yanlıştır. Teknokrat plancıyı fiilen dışlama eğiliminden kentler ve
bu arada İstanbul geniş çapta zarar görmektedir. Siyasal güç sahipleri
uzmanlığın sesine, sivil örgütlenmelere, meslek odalarının görüşlerine kulak
vermenin demokrasinin gereği olduğunu öğrenmelidirler.
Kentsel çevrenin yozlaşmasında etkili olan denge bozukluklarının
giderilebilmesi için şimdi işaret edeceğim bozulan dengelerin eski durumuna
getirilmesi gerekir. Korumayla kullanma, ekolojiyle ekonomi, bireysel
çıkarlarla toplumsal çıkarlar, kısa erimli çıkarlarla uzun erimli çıkarlar ve son
olarak devlet ve siyaset adamlarının söylemleriyle eylemleri arasındaki
bozulan dengelerin yeniden kurulması için çaba harcanmalıdır. Örgütlü ya da
örgütsüz rant arayışları dışında toplumun hiçbir kesimine uzun erimde
kazanç sağlamayan toplumsal maliyeti çok yüksek bir kentleşmeyi planlarla
denetim altına almanın yeni bir düşünce olmadığını her zaman hatırlamalıyız.
Ama kesin çözümün de, unutmamalıyız ki, halkın bütün bu konuları rahatlıkla
kavrayabilecek bir bilinçle sorunlarına sahip çıkmasında çözümün saklı
olduğunu hiç unutmamalıyız diyor, sizleri, hepinizi sevgiyle, saygıyla
selamlıyorum arkadaşlar.
EREN KÜRKÇÜOĞLU- Sayın Hocamıza tema sunuşu için teşekkür
ediyoruz. Etkinliğimiz 15 dakikalık çay, kahve arasından sonra “Planlama ve
Siyaset” başlıklı açılış oturumuyla devam edecektir.
27
1. OTURUM
“PLANLAMA ve SİYASET”
ERHAN DEMİRDİZEN- Efendim, 5. İstanbul Buluşmaları’nın
“Planlama ve Siyaset” başlığını taşıyan ilk oturumumuza, ben izin verirseniz
konuşmacılarımızı buraya davet ederek başlamak istiyorum. İlk konuğumuz
olan Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanımız Prof. Dr. Sayın Yılmaz
Büyükerşen Hocamızı davet etmek istiyorum.
İkinci olarak Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık
Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Sayın
Fatma Ünsal’ı davet ediyorum.
Son olarak şehir plancısı meslektaşımız, aynı zamanda Milliyetçi
Hareket Partisi Merkez Yürütme Kurulu üyesi Sayın Ahmet Turgut’u davet
ediyorum.
Ben tabii konuşmalar başlamadan önce, davetimizi kırmayarak kabul
eden ancak birkaç gün önce sağlık sorunları nedeniyle katılamayacağını
üzülerek bildiren ve bugün aramızda olamayan Adalet ve Kalkınma Partisi
Burdur Milletvekili meslektaşımız Sayın Hami Yıldırım’ı duyurmak istiyorum.
Katılamama nedeni bu şekildedir, yoksa dediğim gibi kendisi de planlama ve
siyaset ilişkilerini hem bir plancı, hem de bir siyasetçi olarak bugün aramızda
olarak tartışacaktı. Ancak bugün ne yazık ki aramızda yok.
Bugünkü oturumumuzda üç konuşmacımız var. Aslında ilk konuşmayı
Sayın Fatma Ünsal’a vermek üzere kendimi programlamıştım ama şimdi
Sayın Başkanımız programı nedeniyle yola çıkmak durumunda olduğu için
O’nu biraz önce almak istiyorum izninizle. Çünkü konuşmaların birbirini takip
etmesi ve tamamlaması açısından belli bir oturum kurgusuna burada
ihtiyacımız var doğrusu. Planlama ve siyaset ilişkileri Sayın Ruşen Keleş’in
sabahki tematik konuşmasıyla belirli bir çerçeveye oturdu hepimizin
kafasında. Sayın Fatma Ünsal o konuşmayı aslında devam ettirerek kendi
konuşmasına girecek, planlama ve siyaset ilişkisi üzerine konuşacak ve biraz
daha planlamadan bahsedecekti.
28
Prof. Dr. YILMAZ BÜYÜKERŞEN- Planlama olduğu için planı da öyle
yapmışsınız, o zaman Fatma Hanım başlasın, ben geç yola çıkayım.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Benim için hiçbir sakıncası yok Sayın
Başkan.
Prof. Dr. YILMAZ BÜYÜKERŞEN- Yok, bozmayalım.
ERHAN DEMİRDİZEN- Çok teşekkür ediyoruz. Sayın Fatma Ünsal’a
söz veriyoruz. Sayın Fatma Ünsal, sabahki tematik konuşmaya biraz daha
planlama perspektifinden bakarak anlatacaktır belki. Çünkü sabahki
konuşmayı, bizim de biraz kavramsal olarak uzağında olduğumuz siyaset
bilimi açısından algılamaya çalıştık. Plancılar olarak siyaseti nasıl görüyoruz,
siyaset bizim açımızdan planlamayı kendi içeriğinden uzaklaştıran, kendi
teknik niteliğini kaybettiren bir alan mı, yoksa bizim açımızdan da sabahki
tematik konuşmanın ruhuna uygun olarak düzeyli bir ilişki tanımlanabilir mi?
Ruşen Hocamın deyimiyle söylemek gerekirse, bu düzeyli ilişkinin kriterlerinin
çerçevesi ne olmalı? Sayın Fatma Ünsal, buyurun efendim.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Teşekkürler Sayın Başkan. Her şeyden
önce tüm katılımcıları saygıyla selamlayarak başlamak istiyorum. Ben bugün
sizlere Sayın Başkanın da belirttiği gibi planlamayla siyasetin ilişkisini bir kent
plancısı perspektifinden ele almaya çalışacağım. Özellikle formasyonum
gereği elbette ki böyle yapmak durumundayım ama zaman zaman hukuk,
zaman zaman kamu yönetimi alanlarına gireceğiz. Bu konularda özellikle
Sayın Hocamın yanında sürçülisan edersem affola.
Sunumu üç kısımdan oluşmak üzere planladık: İlk kısımda
planlamayla siyaset arasındaki kurumsal temellerinden başlayan kavramsal
ilişkisini irdelemeye çalışacağım. İkinci aşamada çok hızlıca Türkiye’deki son
dönem planlama mevzuatındaki değişikliklerle ilgili kısa bir eleştirel
değerlendirme yapmaya çalışacağım. Son aşamada ise İstanbul’da yakın
dönemde bitirdiğimiz bir araştırma projesinin bulgularından hareket ederek,
İstanbul’un o patolojik gelişme yapısının geri planındaki siyasi süreçleri
kısaca yorumlamaya çalışacağım, sürenin elverdiği oranda.
Planlamanın çok temel, belki de kalın çizgileriyle tanımını hatırlayarak
başlamakta yarar var. Her ne kadar salon ağırlıklı olarak kent plancılarından
oluşsa da -ki sabah Ruşen Hocamız da bu tanımı daha kapsamlı biçimde
29
yaptı- planlama aslında arazi dahil tüm kaynakların eşitlikçi düzenleme
aracıdır. Dolayısıyla planlama özünde hareket noktası bu olan bir meslek
alanıdır. Bunu her zaman aklımızda tutmamızda yarar var. Fakat kaynak
dağılımında içinde bulunduğumuz ekonomik yapının, ekonomik-politik
yapının temel yapısal özellikleri belirleyici olduğu için ve şu anda küresel
liberal iktisadi bir düzenden söz ettiğimiz için, kaynak dağılımı içinde
eşitsizlikler barındıran bir dağılım ve eşitsizliğin olduğu her yerde siyaset
olduğu için, eşitsizlik temel siyaset konusu olduğu için piyasa güçleri
tarafından belirlenen bu siyaset ortamıyla, eşitsizlikler barındıran bu siyaset
ortamıyla planlama aslında bir mücadele içindedir.
Temel işlevini hatırlarsak planlama da, en başta tanımladığımızın gibi
aslında siyasetle iç içe olması gereken bir pozisyondadır. Fakat bugün
yanıtını aramamız gereken sorular; “Planlama bu siyasi bütünlük içinde
kiminle beraber hareket ediyor?, Planlama bir iktidar aracı mı, planlama bir
mücadele silahı mı, muhalefetin bir silahı mı ya da ikisi birden mi?” olmalıdır.
Dolayısıyla ben bugün geri planda korumaya çalıştığım bakış açımla
başlamak istersem eğer; planlama, siyasi düzeneğin yarattığı eşitsizliklerle
mücadelenin cephesinde yer alan bir meslek aslında. Tabii bu meslek
alanının içinde bulunduğumuz küresel liberal iktisatla arasındaki doku
uyuşmazlığı, kan uyuşmazlığından biraz önce söz ettik zaten. Bu iktisadi
düzen içinde planlamanın, bugün içinde bulunduğu koşulları ve açmazları
anlayabilmek için aslında bir önceki dönemdeki iktisadi düzen içinde ne
şekilde yapılandığını ve bugün okullarımızda öğretmeye çalıştığımız
planlama öğretisinin geri planındaki iktisadi düzeni hatırlamaya çalışmakta
yarar var. Keynesyen iktisattan söz ediyorum, Keynesyen iktisat ve
planlamanın ilişkisinden söz ediyorum. Keynesyen iktisat hepinizce malum,
iktisadi süreçlere müdahale eden bir devlet anlayışından söz ediyor ve tabii ki
bunun doğal bir uzantısı olarak da devlet arazi piyasalarında aktif rol alıyor ve
bu aktif rolünü gerçekleştirebilmek için de Planlama Kurumu donatılıyor.
Dolayısıyla, Keynesyen iktisat döneminde -tabii ki Keynesyen iktisat
öncesinde de- planlamanın bir tarihselliği ve geçmişi var. Ama Keynesyen
iktisat, yani refah ekonomisi ve refah devletiyle birlikte planlama içindeki
teknik ve estetik konuları elbette ki, her zaman tutuyor. Fakat bunun ötesinde
geniş kapsamlı bir içeriğe kavuşarak, refahın yaygınlaştırılmasının ve eşitlikçi
paylaşımının temel aracı haline geliyor.
30
Aslında Keynesyen iktisatla olan ilişkisi planlamanın tepe noktasıdır.
Planlamanın belki de tarihi boyunca en güçlü, en etkin olduğu dönemden söz
ediyoruz. Buna rağmen Keynesyen iktisat içinde planlamanın siyasal boyutu
çok da baskın değildir. Planlamaya çok güçlü bürokratik mekanizmalar eşlik
etmektedir. Fakat bu bahsettiğimiz bürokrasi çok güçlü bir bürokrasi. Yani
atanmışlarla seçilmişler arasındaki dengeyi gözeten ve atanmışların siyasal
otorite üzerinde dengeleyici, denetleyici işlev üstlendiği bir bürokratik yapıdan
söz ediyoruz. Yani planlamanın bugün, bürokrasi anlayışından daha farklı bir
bürokrasi anlayışına sahip olduğuna zaman zaman üzülerek tanık oluyoruz.
Keynesyen iktisatla birlikte hareket eden Planlama Kurumu karmaşık karar
süreçleri ve çıkar çatışmalarından ziyade, tanımlı sistem analizlerine
dayanan, çok güçlü bir meslek alanıdır.
Küresel liberal iktisat dönemine geldiğimiz zaman hepimizce yine
malum olan ekonominin büyümesi üstün ve öncelikli kabul ediliyor.
Dolayısıyla bu ekonominin üstün ve öncelikli büyüme hedefleri içinde de
planlama adeta bir engel teşkil ediyor ve planlama artık toplumsal refahın
yaygınlaştırılması görevinden, o tarihsel işlevinden azat ediliyor. Projeci
yaklaşım; hızla, her ölçekteki kentte, planın bütünlüğünü yok sayarak
yayılıyor. Özellikle 1980’li yıllarda bu durumun olumsuz sonuçlarının
hissedilmesinin kavranmaya başlamasıyla birlikte 1990’lı yıllardan itibaren,
özellikle çevre kalitesi ve sürdürülebilirlik konularında toplumda bir
farkındalığın yükselmeye başlamasıyla birlikte, arazi kullanımı ve çevresel
değerler arasındaki denge arayışının arazi piyasasının iç dinamiklerine terk
edilemeyecek kadar hassas ve kritik bir konu olduğu ortaya çıkıyor. Fakat bir
önceki dönemle karşılaştırdığımız zaman bütün bu toplumsal farkındalığa ve
yaşanan bütün çevresel trajedilere rağmen, planlamanın artık içinde
yuvalanabileceği güçlü ve istikrarlı bir devlet yapısı yok. Hiyerarşik bürokrasi
anlayışı da çözülüyor. Yani o yasamızda var olan -ama sadece artık
yasamızda var olan- o plan kademelenmesi ve ona eşlik eden hiyerarşik
bürokrasi anlayışının da giderek çözülmeye başladığını görüyoruz ve yatay
örgütlenmelerin özellikle birtakım yapısal uyum programları ve yeniden
yapılanma ikileminde gelişmekte olan ülkelere empoze edildiği bir yapıdan
söz ediyoruz.
Planlama, giderek sistem analizlerine tutunmaya çalışıyor. Fakat bu
sistem analizleri de bahsettiğimiz o küresel liberal iktisadın devingen ve hızla
değişen yapısı içinde neredeyse geçerliliğini kaybediyor. Siz daha sistem
31
analizini tamamlayana kadar, o kentin koşulları değişmiş oluyor. Uygulama
araçları yine bu sözünü ettiğimiz yeniden yapılanma çerçevesinde birer birer
işlerliğini ve geçerliliğini kaybetmeye başlıyor. Dolayısıyla planlamaya
1990’lardan sonraki yapı içinde itibarı iade ediliyor ama dayanakları elinden
alınmış olarak. Ve planlama, yeni bir çıkış yolu arıyor. Planlama bu yeni çıkış
yolunu ararken elbette ki, içinde bulunduğu -ve tekrar ediyorum, doku
uyuşmazlığına sahip olduğu- küresel liberal iktisadı anlamaya çalışıyor ve
onun piyasa dinamikleri içinde kendi varlığını koruyabilmenin peşine düşüyor.
Bu arayış içinde planlama sonuç yerine süreç vurgulu, süreç odaklı
yaklaşıma doğru bir paradigma kaymasına neden oluyor.
Piyasa aktörlerinin kentsel gelişmeye dair çok farklı birbiriyle çatışan
çıkarları olduğu, aslında bu çıkar çatışmalarının planlamanın gündemi olduğu
fark ediliyor ve planlamanın arazi üzerinde farklı beklentileri uzlaştırmasının
önemini kavrayarak arabulucu kimliğini ön plana çıkarılmaya başlanıyor.
Paradoksal biçimde planlamaya aykırı olduğu piyasa ekonomisi içinde yer
açılmış oluyor. İktisadi düzen, planlama süreçlerini iletişimsel rasyonaliteyle
yeniden düzenleyen planlama kurumuna itibar etmeye başlıyor ama tabii bu
biraz şüphe uyandıran bir iade-i itibar. Neden piyasa ekonomisi planlamaya
tekrar itibarını iade ediyor? Çünkü bunun tarihsel olarak aslında iki tane
önemli nedeni var: Bunlardan bir tanesi, piyasa ekonomisi için büyük
potansiyel taşıyan arazi piyasasındaki, bu giderek kıt kaynak haline gelen
arazi dağılımında arazi kullanımına ilişkin karar üreten planlama; ikincisi de,
yine toplu talep kaynağı olduğu için piyasadaki yatırımcıların her zaman
ilgisini çeken kentsel kullanımlar, kentsel hizmetler, konut gibi, ulaşım gibi
diğer altyapı hizmetleridir.
Arazi piyasası üzerinden planlamayı siyasetin içine iten koşullara
baktığımız zaman yine hatırlarsak; klasik iktisat içinde mekan, aslında
üretimin, tüketimin, dağıtımın mekansal düzenlemesi, konfigürasyonundan
ibarettir. Oysa bugün kapitalizmin geldiği evrede kentsel mekanın kendisi
metalaşmış durumdadır. Ruşen Hocam bunları çok güzel kapsamlı biçimde
ele aldı. Arazi alım satımının ve finans yaratmaya yönelik Mortgage
kullanımının da bu metalaşmayı hızlandırdığı, giderek üretim sürecinin yerini
almaya başladığı yine ortada. Artık üretim ilişkilerine dayalı mekansal
konfigürasyonun öneminin kaybedildiği, buna karşılık kentsel mekanın iktidar
mücadelesinin temelini oluşturmaya başladığı bir düzenden söz ediyoruz.
32
Artık maalesef kentsel mekan, metalaştığı oranda da siyasetin konusu
olmaya devam ediyor ve siyasetin ilgisini artıran süreçlere şahitlik ediyoruz.
Kentsel hizmetler üzerinden planlamayı siyasetin içine iten koşullara
baktığımız zaman, kentsel hizmetler kolektif tüketim konusudur. Yani yine bir
önceki iktisadi düzeni hatırlarsanız, her birimizin birey olarak üretimde
üstlendiğimiz pozisyonun gereği bir eşitsizliğe maruz kalırız. Yani mülkünüz
arazinizi koyabilirsiniz üretime, kas gücünüzü koyabilirsiniz veya yatırım
yapabilirsiniz. Bu pozisyonunuz sizin toplumdaki refahtan pay almanızın
belirleyicisidir aslında ve bu düzende eşitsizlikler barındırır. Keynesyen İktisat
içinde kolektif tüketim, bu eşitsizliğin daha az hissedilmesi için, daha eşitlikçi
bir düzenin yapılabilmesi için araç olarak kullanır. Yani siz üretimden
aldığınız payın az olmasını kolektif tüketimden daha fazla yarar sağlayarak
bir parça kompanse etmeye çalışırsınız. Fakat yeni küresel liberal iktisadi
düzen içinde o devletin küçülmesi, deregülasyon, liberizasyon gibi kavramlar
hızla kolektif tüketimi de kapsamına alır ve kolektif tüketim, toplu bir talep
kaynağı olarak görüldüğü için zaten cazip yatırım alanları oluştururlar.
Kolektif tüketim artık toplum yararının genel yararın çerçevesinde değil, kar
maksimizasyonuyla ele alınan ve malum ve mevcut eşitsizlikleri daha da
derinleştiren bir hal almaya başlar. Kısaca arazi piyasası ve kolektif tüketimin
denetlenme kapasitesi -burada belki parantez içinde şunu söylemek lazım;
arazi piyasası da aslında olumladığımız bir ifade değil, arazi piyasası
olmaması gereken bir şey, fakat mevcut düzenek içindeki işleyiş biçimi alımsatım değerine referansla bu ifadeyi kullanıyorum- planlama kurumu üzerinde
varlık sebebinden ve temel ilkelerinden sapmasına yönelik baskı oluşturur.
Bu genel kavramsal çerçeve içinde Türkiye’de son dönemde olup
bitenlere çok hızlıca değinmeye çalışacağım. Çünkü bu neredeyse ayrıca bir
sunum konusu. Fakat Türkiye’de aslında planlama mevzuatı elbette ki, kamu
yönetimi bütünü içinde bir parçadır, onun içine gömülüdür ve dolayısıyla
Anayasa’da bir bütün olduğu için kamu yönetimi alanındaki temel yasalar ve
planlama mevzuatı teorik olarak birbirlerinden kopmaz biçimde ilişkilidir.
Anayasamıza göre de idare bir bütündür, merkezi ve yerel yönetimler de bu
bütünün birbirlerini tamamlayıcı parçalarıdır. Planlama alanına baktığımız
zaman hala 3194 sayılı Yasamız her ne kadar çok fazla değişiklik ve diğer
yasalarla işlerliğini büyük ölçüde değiştirmiş olsa da, bu yasaya göre 1985
yılından beri planlama yetkisi yerel yönetimlerdedir ve planlamada kademeli
bir birliktelik bulunur. Buna karşılık özellikle 1980 ve 2000 sonrası pek çok
33
yasal düzenlemeyle merkezle yerel arasında yaratılmış olan yapay rekabet,
yerel yönetimlerin kapasitelerini arttırmalarına, arttırdıkları kapasitelerini etkin
olarak kullanmalarına ket vurmaktadır.
Siyasi
gücün
desantralizasyonu
olarak
tartıştığımız
ve
demokratikleşme adına savunduğumuz yerelleşme, özellikle son dönem
yasal düzenlemeler ve uygulamalardan ekonomideki serbestleşme
felsefesinin bir tür dışa vurumu olduğunu gösterir niteliktedir. Gerçek
demokratik yapılanmalar kapasite artırmaya yönelik uzun dönemli girişimler
ve üretici sektörlerin desteklendiği odaklar olarak gelişmek yerine maalesef
sözde demokratik kalıpların ardında daha kısa vadeli avantaj yaratmanın ve
belki de en önemlisi meslek alanımız açısından rant ekonomisinin geçici
rehavetinin egemen olduğu bir yönetim anlayışına teslim olmuş vaziyetteyiz.
Yine planlama alanında 3194’ün yanı sıra plan üretmeye yönelik pek
çok kurumu yetkili kılan yasalara baktığımız zaman, aslında bunların
birbirleriyle sarmal bir ilişki içinde olduğu görülmektedir; pek çok noktada
hangi planın hangi yasal dayanakla hangi kurum tarafından yapıldığının veya
yapılması gerektiğinin çok net olmadığı bir düzenden söz ediyoruz. Bir önceki
slaydımızı hatırlarsanız yerel yönetimle merkezi yönetim arasındaki, yani
farklı yönetim kademeleri arasındaki bir rekabetten söz ederken, burada farklı
ve birbirine paralel kurumlar arasında farklı ruhla, farklı yaklaşımlarla
yapılmış yasaların sonucundaki bir yetki çatışmasından söz ediyoruz. Bazı
yasalarımızı 1966’dan beri belki popülist bir yaklaşım altında toplamak
mümkünken, bazı yasalarımızı daha korumacı bir yaklaşımın mücadelesi
içinde görmek mümkün veya özellikle 2000 sonrası pek çok yasamız ve
güçlenen kurumlarla projeci bir yaklaşımı yansıtan yasalarımız ve bunların
dağıttığı planlama yetkileri de söz konusu. Dolayısıyla özellikle Türkiye
kısmını biraz hızlıca geçmek durumundayım, özellikle son dönemdeki bazı
düzenlemeler 3194’ün zaten sorunlu olan 9. maddesinde yapılan
değişiklikler, hocamızın da söz ettiği 5366 sayılı Kanun, 5394 sayılı Belediye
Kanunu’nun 73. maddesi gibi çok spesifik bazı düzenlemelerle bugün genel
olarak planlamada bütünlüğü parçalayan, planlamada bir ayrıcalıklı kurum
statüsü yaratan TOKİ gibi, Özelleştirme İdaresi gibi kırsal alanlardaki
yapılaşma baskısını artıran, korunması gereken değerleri bir rant kaynağı
olarak gören, ranta dönüştüren ve kentsel dönüşüm adına toplu
mağduriyetler yaratan bir ortamla karşı karşıyayız.
34
Bu yönetim anlayışı mekansal anlamda iki düzlemde hasat ediliyor:
Birinci düzlem; devlet-piyasa eksenine meydan okuyan kayıt dışı sektör ve
usulsüz konutlaşmadır. Bunun mekansal karşılığı yayılmayı ve çevresel
değerlerden ödün vermeyi gerektiriyor. İkinci düzlem ise, rekabetçi üst
kimliktir. Empoze edilen rekabetçi üst kimliğin gereği olarak sunulan ve imaj
yükselttiği iddia edilen prestij projelerinin mekansal karşılığı sıçramadır.
Bunlar, yaşam kalitesinden ve sosyal adaletten ödün verilmesini gerektiren
projelerdir.
İstanbul’a
baktığımız
zaman,
İstanbul’un
mekansal
organizasyonunun bütünlükçü ve eşitlikçi planlama rasyonelini geçersiz kılan,
farklı düzeylerde ve ölçeklerde rant yaratmaya odaklanmış planların bir
eklektik bütünlüğünü sergilediğini söylemek mümkündür. Diyebilirsiniz ki, “bu
söylenti, böyle bir şey yok.” Geçtiğimiz yıl bu durumu sorgulamaya yönelik
çok değerli araştırmacı arkadaşlarım Ebru Firidin Özgür ve Asuman
Yeşilırmak ile birlikte bir araştırma projesi tamamladık. Elbette ki materyalin
çoğu, boyutları nedeniyle burada yansıtmaya uygun değil. Fakat en sonda
geleceğim yorumun, daha doğrusu fikir üretmeden bilginin peşine
düştüğümüzün bir tür göstergesi olarak bu araştırma projesinin, bazı
kesitlerini çok hızlıca sunmaya çalışacağım.
Bu araştırma projesinde önce, İstanbul’un gelişme yapısının
hepimizce malum olan makro belirleyicilerinin peşine düştük. Fiziksel
sınırlarını ve nüfus dinamiklerini ortaya koyduk. Daha sonra makro formun
gelişmesini belirleyici yönetim kademelerini teşhis etmeye çalıştık. Fakat
daha sonra asıl çalışmamızda varmak istediğimiz nokta, saptadığımız kritik
gelişme odaklarında neredeyse parsel bazında planlama süreçlerinin, bu
süreçlerdeki etkin aktörlerin ve bu alanlardaki mikro göstergelerin, yani
yapılaşma oranlarının, yaşam kalitesinin ve toplumsal dinamiklerin ortaya
konulmasıydı. Yine bu çalışmada hava fotoğrafları, mekansal analizler, nüfus
verileri, idari yapı, mevcut planlar, yapılmış araştırmalar büyük yer tuttu.
Fakat bizim için en kritik veri tabanımız İstanbul Büyükşehir Belediye
Meclisi’nin 1995’ten araştırmanın yapıldığı güne kadar imara ilişkin vermiş
olduğu her bir kararın tek tek indirilmesiydi. Yaklaşık 20.000 küsur sayfa
doküman elde ettik, onu da nasıl verdiler hala hayretler içindeyiz. Ama şimdi
bir kısmı internette var, ama onun öncesinde de büyük bir çaba gerekti ve
buradan yine sağ tarafta gördüğünüz parametrelerle bir analiz yaptık.
Yine dediğim gibi aslında materyal; daha büyük boyutlarda olması
gereken ama hepinizce malum olan İstanbul’un fiziksel sınırları, İstanbul’un
35
ne kadar yayılmasının zor olduğu ve arazinin çok dikkatle kullanılmasını
gerektiren bir doğal yapıya sahip olduğudur. Elbette, sizlerin buradaki
haritada hiç göremediği ancak her yağmur yağdığının akşamında
televizyonlarda izlediğimiz trajik sahnelerin yaşandığı o mor su taşkın
noktalarının hiçbiri sürpriz ve bilinmeyen şeyler değil. Hocamızın biraz önce
dediği gibi; hiçbiri belirsiz değil, hepsinin yeri belli, nerede neyin taşacağı
belli. Dolayısıyla, trajik sahnelerin yaşandığı o kuru dere yataklarının olduğu
bir fiziksel altlığımız var. Tabi İstanbul’a bir bütün olarak bakmak mümkün
değildir. Çünkü İstanbul aslında Türkiye ortalamalarının her zaman üzerinde
bir gelişme kaydetmiş, ama homojen gelişme gösteren bir kent değil.
İstanbul’un içinde farklı bölgelerin, farklı nüfus gelişme dinamikleri var ve
negatif gelişme gösteren, buna karşılık çok yüksek hızla gelişen bölgelerimiz
de var. Bu bölgeleri iki farklı nüfus parametresiyle konumlandırmaya
çalıştığımız zaman, yani hem nüfus artış hızına ve bu oranların dağılımına,
hem de ilçe nüfusunun toplam nüfus içindeki değişimine baktığımız zaman,
İstanbul’un merkezden çepere doğru büyük bir büyüme baskısı içinde
olduğunu söylemek mümkün. Çalışmanın 2007 ile sınırlandırılmasının sebebi
2007’den sonra ilçe sınırlarının değişmesi nedeniyle nüfus ile geriye dönük
karşılaştırma yapmak ilçe düzeyinde mümkün olmadığı içindir. Bu nüfusun en
hızlı geliştiği ilçelerin de ekolojik eşiklere göre konumuna baktığımız zaman,
İstanbul’un gelişmesinin ekolojik açıdan kabul edilemez, sürdürülemez bir
gelişme yapısı sergilediği ortadadır.
Elbette bu makroformun ortaya çıkmasında belirleyici birtakım
süreçler var. Bu süreçler içinde hangi yönetim kademesinin daha belirleyici
olduğunu düşündüğümüz zaman, köprülerin İstanbul makroformundaki
belirleyiciliği üzerine Azime Tezer Hocamızın yapmış olduğu doktora tezi ve
sonrasında yaptığı yayınlar, her şeyi zaten ortaya koyuyor. Onu hatırlatmak
açısından böyle bir analiz, köprülerin ve köprü bağlantı yollarının İstanbul’un
bu gelişme yapısı üzerinde ne kadar belirleyici olduğu ve merkezi yönetimin
İstanbul’un makroformu üzerinde ne kadar etkin ve dominant olduğunu
gösteren bir şemadır. Bu yine merkezi yönetimin toplu konut ve organize
sanayi bölgeleriyle makroformun nasıl kenarlarından adeta çekercesine
gerçekleştirildiği dönemlerde belirleyici rol oynadığını, yani merkezi yönetimin
bu sorunlu patolojik makroformun oluşmasındaki etkin rolünü gösteren bir
şemaydı. Fakat demokratik süreçler açısından baktığımız zaman, bizi bir
öbür uca savuran başka bir şey de; belde belediyeleri ve ilçe belediyeleri
tarafından onaylanmış olan ıslah imar planlarıdır. Makroform içindeki
36
konumuna baktığımız zaman ise, özellikle çeperlerdeki baskının -açık
kahverengi ve koyu kahverengi olan alanlar- bize çok net olarak diğer
yönetim kademesi olarak, yani demokratikleşme adına belki de savunulması
gereken bir yönetim kademesinin de makroform üzerindeki yıkıcı etkisini
göstermektedir. “Bu makroformun oluşumunda üst ölçek planların pozisyonu
neydi” diye sorduğumuz zaman, 1980 yılındaki yapılaşma lekemiz bu, 1980
yılında yapılan planın, üst ölçek planın öngördüğü gelişme alanları, buna
karşılık 1995 yılında plan yapmak üzere masaya oturulduğunda ellerindeki
yapılaşma lekesi de budur. Bir sonraki döneme geldiğimizde, 1995’teki
yapılaşma lekemiz, 1995 planıyla öngörülen gelişme alanları ve daha sonra
2006’da plan yapmak üzere masaya oturulduğunda elimizdeki makroform ise
bu şekildedir. Dolayısıyla, 1980 sonrasından söz ediyorum, İstanbul’da
yapılan üst ölçekli planların makroform üzerindeki belirleyici etkisinin
olmadığı çok net ortadadır. Fakat anlatmaya zorlandığımız, özellikle
uluslararası platformlarda bir türlü açıklayamadığımız şey; İstanbul’un plansız
bir kent olmamasıdır. İstanbul’un Anadolu yakasında plansız kentsel alan %1
ve 1/5.000 meri planlara göre planlı alanların da dağılımı gördüğünüz gibi
%64,9’lardadır. Aynı şekilde Avrupa yakasına baktığımızda, plansız kentsel
alan %0,1 ve bunların da yine büyük oranda dağılım 1/5.000 meri planlar
halindedir.
Şimdi dediğim gibi, bu materyal bizim çok büyüterek üzerinde
çalıştığımız bir materyal. Ancak takip etmeyi kolaylaştırmak açısından kırmızı
tonlara odaklandığımızda, bu bölgeler planlı olup düzenli olarak anılan, fakat
buna rağmen ekolojik eşiklerin ötesinde ve jeolojik olarak sakıncalı alanlarda
gelişen bölgelerdir. Bu bölgelerin dağılımına alansal büyüklüklerine
baktığımız zaman, toplam konut alanlarının %24’ünün ekolojik eşiklerin
ötesinde olduğunu, yani İstanbul’daki her 4 konuttan birinin ekolojik eşiği ihlal
etmiş olduğunu görüyoruz. Orman alanları ve su toplama alanlarındaki bu
bahsettiğimiz nitelikte yapıların planlı olanları, plansız olanların yaklaşık iki
katıdır.
Jeolojik risk açısından aynı değerlendirmeye baktığımız zaman,
İstanbul’daki her 5 konuttan birinin jeolojik eşikleri ihlal ettiğini ve bu alanlarda
da planlı olanların plansız olanların yaklaşık 4 katı olduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla İstanbul’da plansız bir durum yok, her şey planlı programlı. Ben
özellikle bu alanların isimlerini yazmadım. Amacım burada kimseyi kimseye
şikayet etmek değil, tabii ki biz bunları çok detaylı analiz ettik. 13 odağımız
37
vardı. Burada sadece görünür olması için birkaç tanesini gösteriyorum. Bu
alanlarda yine özellikle adını belirtmediğimiz alanlarda, ekolojik ve jeolojik
eşiklerin çakışmasıyla elde ettiğimiz şemayla ne trajik bir durumdur ki, en
sakıncalı olan bölgeleri kırmızı olarak gösterdik. 1/5.000 ölçekli planlardaki
ticaretin kırmızı lekesi neredeyse hepsinde çakıştı. Yani jeolojik açıdan hiçbir
şekilde yerleşilmemesi gereken alanların 1/5.000 ölçekli planlarımızın
çoğunda en yoğun yapılaşmanın ve ticaretin olduğu alanlar olarak
yapılandığını ve diğer odakları da dikkate aldığımızda bunların bir kısmında
üst ölçek planın daha dirençli olduğunu ama bir kısmında da emrivakilere
boyun eğerek 1/5.000’lerin adeta küçültülmüş versiyonları olduğunu gördük.
Bu çalışma çok kısa sürede anlatılabilecek bir çalışma değil. Fakat
burada dediğim gibi bir bilginin peşine düştükten sonra fikir üretme noktasına
gelebildiğimizi göstermek için çok hızlıca anlatmaya çalıştım. Ama
İstanbul’un gelişme yapısının planlı, programlı ve yaygın bir uzlaşının ürünü
olduğunu söylemek mümkün. Yani batılı demokrasiler uzlaşıdan söz
ediyorsa, paylaşılan vizyondan söz ediyorsa, bizim gerçekten paylaşılan bir
vizyonumuz var rant üzerine. Gerek farklı gelir gruplarının, gerek yaşam
tarzlarının, gerekse de farklı yönetim kademelerinin çevresel değerlerden
ödün vererek rant elde etme konusunda çok büyük bir uzlaşı içinde olduğunu
görmek mümkün. Hepsinin aynı hızda ve aynı mekansal yayılmada
büyümediği,- aktörlerinin politik gücüyle, lobi kabiliyetiyle ve mülkiyet
deseniyle yani mülkiyetin çok parçalı veya toplu olmasıyla ilişkisi olduğunu
deşifre etmenin mümkün olduğu gelişmenin mekansal tetikleyicilerinin,
çoğunlukla ana ulaşım arterleri ve büyük ticaret merkezleri olduğunu
söylemek mümkün.
Belde belediyelerinin ve ıslah imar planlarının yapısına baktığımızda;
demokratik süreçlerin bir yandan eşgüdümsüz olarak veya yok sayılarak
devam ettiğini ama diğer yanda da reddedildiğini ya da aşırı abartılı, farklı bir
demokrasi anlayışının -sözde demokratik bir anlayışın- hüküm sürdüğünü
söylemek mümkün. Planların parçalı mozaik yapısının birbirleriyle hiç ilişki
kurmaya çalışmadığını, bitişik alanlar için yapılmış planların ve üst ölçek plan
kararlarının neredeyse yok sayıldığını söylemek mümkün. Belki de en acı
olan, karlılık hedefli kamu yönetimi anlayışının giderek sosyal devlet
anlayışının yerini almasıdır. Özellikle kent çeperlerinde öyle mahallelerimiz,
öyle ilçelerimiz var ki; bunların kentsel yaşam göstergeleri Anadolu’nun en
ücra kentlerinden neredeyse geridedir. Dolayısıyla kentsel planlamanın
38
toplumsal farkındalıktan başlayarak gerçek demokratik oluşumlar
çerçevesinde yeniden yapılanmasının kaçınılmaz olduğu ortada. Sabrınız için
çok teşekkür ediyorum.
ERHAN DEMİRDİZEN- Sayın Fatma Ünsal’a çok teşekkür ediyoruz.
Şimdi ben ikinci konuşmayı Sayın Büyükerşen’e vereceğim ama Sayın
Başkan’a bir-iki soru sormak istiyorum. Fatma Hocamız’ın da altını çizdiği
konu, aslında bizim bugün planlama ve siyaset ilişkisini kurmakta neden
güçlük çektiğimizi de gösteriyor. Geçmişten beri planlamayı biz hep bir
kaynak dağıtma, bir sosyal adaletçi işleviyle algıladık. Planlama, kendini öyle
tarif etti, öyle de hayat alanı bulmaya çalıştı. Bizim de eğitimimizde kuramsal
altyapımız da hep bu yöndeydi. Ancak planlamadan böyle bir toplumsal
beklenti artık kalmadı. Çünkü o dönem Sayın Fatma Ünsal’ın da ayrıntılı
olarak anlattığı gibi sona erdi.
Şimdi İstanbul’un çeperindeki tablonun ortaya çıkmasında, herhalde
planlamanın o kaynak dağıtıcı işlevini bir kenara bırakmasının bir ürünü
olduğunu düşünmek lazım. Şimdi bazı siyaset bilimciler de planlamanın,
dolayısıyla sosyal devlet işlevi olan planlamanın, kaynak dağıtıcı işlevini bir
kenara bıraktığını ama onun yerine kaynakları yeniden dağıtmaya talip olan
başka bir mekanizmanın çıkmış olduğunu tartışıyorlar. İşte o da Türkiye’nin
2000’li yıllardaki yeni muhafazakar politikalarının bir devamı niteliğinde olan
sosyal yardımlaşma ve dayanışma mekanizmalarıdır. O başka bir konu tabii,
ama burada Sayın Büyükerşen de üç dönemdir yeni muhafazakar çizgide
olmayan, sosyal demokrat çizgide bir kent yönetimini aramızda temsil ediyor.
Üç dönemdir de kentten, kentin seçmenlerinden onay aldığına göre demek
ki, planlama yoluyla veya başka bir yolla o sosyal adaletçi mekanizmayı bir
şekilde işletiyor olduğunu varsayıyoruz. Ben kendisinden biraz bu yönüyle
Eskişehir’de planlamayı hangi araçlarla ve ne şekilde kullanarak bir sosyal
adalet çizgisini hayata geçirmeye çalıştığını sormak istiyorum. Bir de tekrar
Ruşen Hoca’nın sabahki tematik konuşmasına bir gönderme yaparak,
Başkan’ın Eskişehir’deki plancılarla nasıl bir ilişki içinde olduğunu, plancıların
patronu mu, yoksa onlarla bir ortak ekip çalışması mı yaptığını, yoksa
plancıların kendisine karşı gergin ve küs mü olduğunu, Necati Bey’in
söylediği gibi meslek odalarının sürekli belediyeye dava mı açtıklarını sormak
istiyor ve biraz o ilişkileri açıklamasını rica ediyorum.
39
Prof. Dr. YILMAZ BÜYÜKERŞEN- Sayın Başkan, izin verirseniz ben
de bu konulardan bahsedeceğim ama ben akademik veya tematik bir
konuşma yapmayacağım. Hasbelkader belediye başkanlığı kazasına
uğramış bir eski akademisyen olarak, bir belediye başkanının planlama ve
siyaset konusunda yaşadıklarını anlatacağım. Bir örnektir, vakadır,
yorumlarda
siz
bulunacaksınız.
Ben
uzun
boylu
yorumlarda
bulunmayacağım, sadece başıma gelenleri, şehrin başına gelenleri
anlatacağım eğer izin verirseniz. Tabii Fatma Hanım gibi de çok hızlı
konuşma şansına da sahip değilim. Genç öğrenci arkadaşların özellikle çok
rahat anlayabilmeleri için, biraz da toplantıya katılmayan Sayın Milletvekili
Yıldırım’ın da zamanından çalacağımı peşinen söylemeliyim.
ERHAN DEMİRDİZEN- Sayın Yıldırım’ın süresini iki partiye eşit
dağıtıyoruz.
Prof. Dr. YILMAZ BÜYÜKERŞEN- Sevgili arkadaşlar ve çok değerli
hocalar; evvela böyle bir tartışma platformu yarattığınız ve buraya da beni
çağırdığınız için son derece mutluyum. Çünkü bizim sesimizi duyan, dinleyen
yok. Ama geleceğin plancıları olarak sizlerin Türkiye’deki tabloyu çok çıplak
bir şekilde görmeniz lazım.
Evvela hemen şunu belirteyim ki, ben doğma büyüme Eskişehirliyim.
Eğitim nedeniyle yurtdışında bulunduğum ve askerlik için Eskişehir dışında
bulunduğum süreler dışında kader beni hep Eskişehir’e mahkûm etti. 16 sene
akademisyen yönetici olarak, akademi başkanı rektör olarak görev yaptım.
Görev yaptıktan sonra da bir gün bir parti lideri rahmetli Ecevit: “Kampüsler
kurdun, üniversiteler kurdun, şimdi de örnek bir sosyal demokrat anlayışla bir
şehir kurmanı rica ediyorum” dedi ve aldı beni bu siyaset havuzunun içerisine
attı. Yalnız rektörken yaptığım bir iş vardı: 1993’ün sonunda beni görevden
aldılar, o zamana kadar geçen 16 senelik süre içerisinde üniversitede bir
enstitü kurmuştum. 2000’li yıllara doğru Eskişehir nasıl olmalı? Yani bütün
asistanlar, doçentler, profesör arkadaşlardan rica ediyordum, her yıl
çalışıyorlardı, projeksiyonlar yapıyorlardı ve onun sonunda yerel
yöneticilerden ve merkezdeki politikacılardan katılabilenleri çağırıp, 2000’li
yıllarda şehirleri ve insanları neler bekliyor, Eskişehir nasıl bir şehir olmalıdır
konusunda tebliğlerin verileceği toplantıya davet ediyordum. Geliyorlardı
hepsi, biliyorsunuz bu tür akademik toplantılarda önce protokol konuşmaları,
açılış konuşmaları yapılır, arkasından 10 dakika kahve molası verilir. O 10
40
dakika kahve molasında hepsi kaçıyorlardı, tebliğleri biz bize dinliyorduk.
Basın mensuplarına da diyordum ki: “Bakın, onlar için hazırlandı bilim
adamları, genç insanlar, 2000’li yıllara vizyon getirmeye çalışıyorlar
şehircilikte, hiçbirisi yok, kaçıyorlar.” Onlar tabii yazıyorlar, çiziyorlar, onun
üzerine gelen cevap: “Hoca bize akıl vereceğine para versin, fikir
yürüteceğine para kaynağı göstersin.” Benden de cevap: “Eğer
oturabilselerdi bir oturum, iki oturum; paranın da nasıl bulunacağını
öğreneceklerdi o bildirilerden” diyordum ve biz bunları kitap halinde
basıyorduk.
Gün geldi, belediye başkanı olduk. Şimdi elimizde akademik olarak
geçmişte yapılan çalışmalar var. Yani en azından, düşünsel bazda bir fikri
projeleri topluluğu var elimizde ve bu projeler birtakım vizyonlar gösteriyor.
Fakat dedim ki, bir de halk var. Hani derler ya bazıları, “hocalar sırça köşkte
otururlar” diye, sırça köşkte yalın bilimle uğraştıkları zaman ortaya çıkan
düşünceler elimizde., ama bir de halk ne düşünüyor? Bu, ilk defa Türkiye’de
belediyeler arasında yapılan ortak akıl toplantısıdır, arama konferansıdır; 3,5
ay sürdü. Şehrin bütün aktörleri, üniversitelerden akademisyenler, esnaf
temsilcileri, sanayiciler, iş adamları, ticaret odaları ve kamudaki bütün üst
düzey bürokratlar, merkezi hükümete bağlı dairelerin bürokratları dahil olmak
üzere toplandık, hatta bazı toplantılara dışarıdan da akademisyenler çağırdık.
“Nasıl bir Eskişehir istiyor Eskişehirliler? Çocukları, torunları gelecekte nasıl
bir şekilde yaşasınlar ve nasıl şehirleriyle övünsünler, neler istiyorlar?” diye
sorduğumuzda orta yere çıkan sonuçlara ve isteklere baktık ki, bizim
üniversitede yaptığımız bilimsel çalışmalarla hemen hemen %90 çakışıyor.
Yani “akıl için yol birdir” cümlesinin en güzel örneği. Böylece halkın da
onayını aldıktan sonra kolları sıvayıp projeleri yapmaya başladık.
Başlangıçta ilk göreve geldiğimiz zaman nereden işe başladık, onu en
sona atıyorum. Çünkü son zamanlarda bizim 1/25.000’lik planlar, yani
belediyecilikte biraz daha eskiyip daha çok araştırma, daha çok mevcut
veriler nelerdir elimizde, neler var, neler yok, neler yapılabilir bilgilerini
aldıktan sonra yasalardaki değişikliklerin emrettiği takvimler içerisinde de
yaptığımız çalışmalarda neler oldu, çarpıcı bir örnektir; şimdi onu örnek
göstermek istiyorum. Evvela Eskişehir’in 1/100.000 ölçekli planı için geçici bir
madde vardı kanunda: “İl onaylar, il yapar, valilikler yapar” diyordu. Valilik
planı bize, belediyeye devretti. Çünkü valiliğin elinde bunu yaptıracak ne
ödenek vardı, ne de imkan vardı ve yapılan plan kabul edilerek yürürlüğe
41
girdi. 1/100.000 ölçekli plan; biliyorsunuz mevcudu, ormanları, su
kaynaklarını, gölleri gösterir, onlar yapıldı. Arkasından 2006 yılına kadar
şehirleri, kanunda yapılan değişiklikle 1/25.000 ölçekli planları yapma
mecburiyetinde bıraktılar, emir olarak verdiler. Zaten elimizde çalışmalar
vardı.
Ben hemen şunu da söyleyeyim: 1999’da belediyeye geldiğimde 3-5
tane şehir planıyla uğraşan arkadaş vardı. Yaşları bir hayli ileriydi, yaşlarının
ileri olması tecrübeyi gösterir ama mevcut gelmiş geçmiş siyasetçilerin
baskısı altında ezilmişler, adeta onların her istediklerini plan tadilatlarında
yapan insanlardı. Eskişehir’de zaten 1980’lerde üst ölçekli planlar olmadan
1/5.000 ölçekli bir plan yapılmıştı. Eskişehir, Türkiye’de 1/5.000 ölçekli planı
en geç yapılan kentlerden biridir. Tabii çarpık kentleşmenin de ana
nedenlerinden biri budur. Bir de Meclislerde bu planı alabildiğine
değiştirmişler. Kısacası ilk işim tabii genç yeni mezun şehir plancısı
arkadaşları belediyeye almak oldu. Şehirde serbest zaten 4-5 şehir plancısı
var, bu kişiler dışındakiler belediyedekilerdir. O plancı arkadaşlara da zaten
talimat vermiştik “hazırlayın, bir gün başımıza gelecek bu iş” diye, zaman
zaman ben de denetliyordum işleri. Şu gördüğünüz plan, Eskişehir’in Meclis
onayından geçmiş 1/25.000’lik planıdır.
Şimdi şu gördüğünüz kahverengi yer Eskişehir’in mevcut teşekkül
etmiş halidir. Küçük mavi ile gösterilen yer de Anadolu Üniversitesi
kampüsüdür. Buradaki yer ise Osmangazi Üniversitesi Kampüsüdür. Şu
Bozdağ dediğimiz dağdır. Gördüğünüz gibi etraf bütün tarladır. Eskişehir’i
Ankara-İstanbul demiryolu hattı ortadan ikiye böler, Porsuk da ortadan ikiye
böler. Ayrıca Porsuk’tan, Eskişehir dışında Polatlı istikametindeki sulama
alanlarına su taşıyan kanallar vardır, onlar da hem güneyden, hem kuzeyden
şehri böler. Gördüğünüz gibi bu leke de, 1/25.000 ölçekli planda Bozdağ’dır,
belki de şehrin yerleşmesi en doğru olabilecek yerlerinden bir tanesidir. Üstü
orman, altta şu gördüğünüz sarı kısımlar meralar ve hazine arazileridir.
Güney tarafıysa şehrin engebeli tepelerin olduğu bir bölgedir, bunun dışında
bir de şurada bakın, gene Ankara’dan gelen ve böyle gidip şöyle Bursa,
İstanbul istikametine giden bir de yol vardır. Bu il yoluydu, yıllar önce
çevreyolu diye yapılmış ama şehir hem Porsuk’un, hem demiryolunun, hem
de bu yolun iki tarafında yayıldığı için -şu kısım şöyle, şunlar Tepebaşı
bölgesi, bunlar Odunpazarı bölgesidir- şehrin kuzeyiyle güney arasında
ulaşım ana sorunu teşkil etmektedir. Üstüne üstlük demiryolları da vaktiyle
42
yapılırken, şehir dışındayken şehir içinde kalmıştır. Bir tek ana yolla,
caddeyle, daha doğrusu caddeyle şehre bağlı olan bir gar binası var, onun
dışında geçitler var, hemzemin geçitler, hemzemin geçitlerin dışında
demiryolları şu istikamette durmadan triyaj dediğimiz manevralar yaparlar.
Hemzemin geçitler kapanır, saatlerce demiryolu trafiğini bekler Eskişehir.
Şimdi arkadaşların yaptığı planda üniversite yerlerini ayırdılar. Çünkü
ben arkadaşlara plan çalışması yaparken dedim ki: “Çocuklar, en çok 60-70
yıl, en az 50 yıllık geleceği projeksiyonlayacaksınız. Yani ona göre plan
yapacaksınız.” Türkiye’nin ana sorunu ileriyi görmeyen, projeksiyonları iyi
yapamayan planlardır. Hızlı nüfus artışını bir tarafa koysak bile, hızlı göç ile
sanayileşme hareketleri kısa süre içerisinde yapılan planları yetersiz hale
getiriyor. “Onun için vizyonunuz alabildiğince geniş, alabildiğince ileriye doğru
gitsin” diye bıraktım ve “okuduğunuz bütün kitaplarda doğru olanları da
uygulamaya çalışacaksınız ama bir şeyi unutmayacaksınız: Neticede plan
yaptığınız zaman planın etkileyeceği arazilerin, gayrimenkullerin sahiplerini
rahatsız edecektir. Sosyal adaletçi olarak bir tarafta bir plan yapıyorsanız, bir
rant yaratıyorsunuzdur, bu kaçınılmaz. O zaman yarattığınız rantı, o ranttan
yararlanmayacak olan bölgelere de kaydırmayı düşüneceksiniz. İster özel
sektör mülkiyeti üzerinde olsun, ister kamu sektörü yatırımlarına yönelik
olsun” diye tembihlemiştim.
Büyük bir heyecanla, hevesle çalıştılar ve ortaya bu plan çıktı. Çıktı
da ne yaptılar arkadaşlar? Bakın, bir güney çevreyolu bir de kuzey çevreyolu
yaptılar. Ayrıca şehir içerisinde bir iç daire yaptılar yine, bunlar üç gidiş üç
gelişli yollardır böyle. Bu plan yapıldı, Meclis’ten geçti, geçerken 2009
seçimleri arifesi eski Maliye Bakanı -Eskişehir’den aday gösterilmişti,
milletvekiliydi- Eskişehir’e hiç yatırım yapmadıklarını söyledi ve seçime
gittiklerini düşünerek alelacele talimat verdi, Karayolları da hızla işe başladı.
Ne yaptı? Bu şehir içindeki yolu -iki gidiş iki gelişti bu- banketlerine asfalt
dökmek suretiyle ve de bu mesafeye 7 tane üstgeçit yapmak suretiyle dümdüz ovadır burası, onu da söyleyeyim- çevreyolu haline getirdiler.
Dolayısıyla Eskişehir Türkiye’de şehir içinden, ortasından geçen çevreyoluna
örnek gösterilecek bir şehir haline geldi. Hala da bitirmediler, problemler
kıyamet gibi. Söyledik, “yapmayın” dedik, “sadece kavşak noktalarını,
çevreyolundu şu plana uyun, kavşak noktalarında da birer roundabout yapın,
ışıklar koyun, onunla çözün” dedik. Hayır dinlemediler, hatta başka bir
tavsiyemiz oldu. Dedik ki: “Bakın, biz plan değişikliğine de razıyız, gelin bu
43
Ankara çevreyolunu şuradan geçirin böyle, Bozdağ’ın eteklerinden dışarıya
çıkarın. Hatta şu şehri ortadan ikiye bölen demiryolunu da yerin altına alın,
tünel yapın ki, şehir trafiğini kuzeyle güneyin arasındaki iletişimleri trafiği
rahatlıkla sağlayabilelim.” Çünkü 1999’da biz göreve geldiğimizde ilk
yaptığımız, şehrin kentsel ulaşım sorunundan işe başlamak oldu. Onu
çözersek ondan sonra yolumuzun açılacağına inanıyorduk. Bu son derece
önemliydi, tabii yapmadılar. Dedik ki, “kazalar olacak bakın, demiryolunu da
böyle taşıyın, şu alan boş bir alan, bu alanda istediğiniz gibi yepyeni bir gar
binası, büyük meydanlar, yanında bir sürü alışveriş tesisleri vesaire olur ve
şehri de bu tarafa doğru taşırız, taşınmasına vesile teşkil eder.”
Her demiryolu, karayolunun şehri nasıl etrafına çektiği malum,
dolayısıyla bu kuzeye sırtını dayamış Bozdağ rüzgarlara kapalı, güneşle
devamlı böyle seyrediyor. Üstelik hafif de bir meyli var ve de şurada
gördüğünüz bir köy var bakın, Mutallip Köyü dedikleri bir köydür bu. Bu köy
hayvancılıkla uğraşır, şehrin mahallesidir. Tepebaşı bölgemizin mahallesidir
şurası, yani yürüyerek 20 dakika, arabayla 5 dakikalık bir mesafededir,
hayvancılıkla uğraşmaktadır. Buralarda tarlaları vardır ama gelin görün ki,
çiftçilik yerine hayvancılıkla uğraşmayı tercih ettiler -ki, şehir içerisinde
hayvancılık yapılamaz biliyorsunuz. Dolayısıyla mera arazileri konuta
açılabilir, ticarete açılabilir. Uşak, Kütahya, Denizli’deki kiremit ve tuğla
fabrikaları için tarlalar satılıyor, 3’er, 4’er metre kazılar halinde bitkisel
toprağını alıp, altındaki kili de alıp götürüyorlar. Ay yüzeyinden daha beter bir
görünümdedir. Ne yazık ki bir siyasetçi, şehrin mahallesindeki arazilere
maden ruhsatı vermiş. Yapacağımız bir şey yok, 2016 yılına kadar da
ruhsatlılar. Yani kim dur diyecek buna? Herhalde siyasi irade, iktidar dur
diyecek, ilgili bakanlık dur diyecek.
Düşününüz, bir santimetre toprağın 60-70 senede teşekkül ettiği
doğada 3-4 metreye varan çok geniş alanlarda alabildiğine çukurlar var.
Dolayısıyla buraya maden ruhsatı veren bir zihniyet -hemen şehrin dibi bakın,
şuralar bütün maden ruhsatı- şehri yeni imar planlarıyla imara açacağımız
yerler için izin istediğimizde, Tarım Müdürlüğü önce olmaz diyor, itiraz
ediyoruz, olur gibi diyorlar, sonra Bakanlığa gidiyor, Bakanlık’tan hayır
diyorlar. Peki diyoruz, biz bu şehri nereye büyüteceğiz? Nüfus artıyor, iki
üniversite var, hızla büyüyor nüfus, göçler hızlanıyor. Hayır efendim, olmaz.
Yani yukarıya mı çıkalım? Büyük depremden sonra yüksek katlı bina
yapımını da tahditledik imar yönetmeliklerini değiştirerek, çünkü şu arazi
44
alüvyonal arazi ve Eskişehir bire yakın ikinci derece deprem bölgesi, altı da
fay kırıkları. Şimdi faylarla ilgili bir noktaya geleceğiz. Özellikle Bursa’dan
gelen arkadaşlarımız varsa iyi dinlesinler.
Bu planı süresinde yetiştirdik ama Tarım Bakanlığı’ndan veya Tarım
Müdürlüğü’nden, Ziraat Müdürlüğü’nden izin verilmeyen yerler de burada
konut alanı olarak gözüküyor. Yani konuta açılacak alanlar olarak lekelenmiş
vaziyette. Takvim zamanı sıkıştırdığı için de altına dedik ki: “Alt ölçekteki
planlar ilgili kuruluşların görüşleri dikkate alınarak yapılacaktır.” Çünkü yasa
bir yandan sıkıştırıyor, 2006 sonuna kadar 1/25.000’liği yetiştirin diye, bir
yandan da böyle bir durum var. Efendim, ne oldu? Hemen sistem böyle
çalışır. Evvela siz muhalefet partisi belediyesiyseniz iktidar partisine mensup
yerel yöneticilerin hiç hoşuna gitmeyen bir iş yapmış olmanız, acele hemen
sağa-sola başta şu Mutallip köylüleri olmak üzere yüzlerce irili ufaklı tarla
sahibi -ki, kiraya vermiş tarlalarını, topraklarını alıyor-satıyor- onlar başta
olmak üzere dava açmaya başladılar. Artı Ticaret Odası Başkanı -popülizme
biraz meraklı, belki siyasette bir gelecek bekliyor- o da tuttu Ticaret Odası
olarak “ben şehirde ne olursa her şeye de görüş bildirmek, her şeye de karşı
çıkmak zorundayım” diye internette bir tip dava dilekçesi açarak ne kadar
esnaf varsa hepsine gönderdi ve dava açtırdı. Hiç planla ilgisi olmayan,
planın getirdiği rantla veya uğrayacağı zararla ilgisi olmayan kişiler de dava
açmaya başladılar. Yüzlerce dava karşımıza dikildi. Haydi bu neyse, çünkü
adamları tahrik etmeniz, yönlendirmeniz bu konuları bilmeyen, anlamayan
insanları hele 1/25 000’lik plan tekniği konusunda hiçbir bilgi sahibi olmayan
insanlara dava açtırmanız kolay, ama Bursa Plancılar Odası da dava açtı.
Önce bana geldiler, anlattık durumu.
Yerel basınla civar basın, bakın ne diyor okuyalım: “Eskişehir’e
Bursa’dan plan iptal davası açıldı. Eskişehir’in DSP’den devşirme CHP’li
Büyükşehir Belediye Başkanı’nı birileri yere göğe sığdıramıyor. İstanbul’daki
İkitelli sırça köşklerinden sırf ideolojik sahiplenmeyle heykeli dikilecek veya
şapka çıkarılacak adam diye lanse edilen Başkan Yılmaz Büyükerşen
hakkında Bursalı şehir plancıları aynı şeyi düşünmüyor. Prof. Dr.
Büyükerşen’i Porsuk çayını temizlediği için adeta Paris belediye başkanı ilan
edenler planlamada bir kenti nereye sürüklediğinin farkındalar mı acaba?
Açılan davalar Eskişehir’de işlerin çok da yolunda gitmediğini gösteriyor.
Bursa Şehir Plancıları Odası sorumluluk sahasındaki Eskişehir’in 1/25.000’lik
nazım imar planları hakkında yürütmenin durdurulması ve iptali için dava
45
açmış. Oda Başkanı Füsun Uyanık’tan haberi alınca demek ki, çok şişirilen
solcu Belediye Başkanı buymuş diye geçirdik içimizden. Sayın Belediye
Meclisi’nin kabul ettiği plana 2.500 civarında itiraz geliyorsa -bu kadar değil
tabii- o plan doğru bir plan mıdır? Kaldı ki, Bursa Şehir Plancıları Odası
Başkanı Uyanık, Başkan Büyükerşen hakkında çok ciddi bir iddia daha
ortaya atıyor. Büyükerşen ve Eskişehir Büyükşehir Belediye Meclisi’nin kağıt
üstünde fay hatlarında değişikliğe gittiğini söylüyor -Oda Başkanı söylüyor,
dikkatinizi çekerim- İnanılır gibi değil, bir bilim adamı ve koca bir kentin
Belediye Meclisi Bursa Şehir Plancıları Başkanı’nın iddia ettiği gibi fay
hatlarını hiçe sayıyorsa, orası göklere çıkarılacak bir şehir midir?” Peki, niçin
dava açmış Şehir Plancıları Odası? Eskişehir’in 1/100.000 ölçekli çevre
düzeni planıyla 1/25.000 ölçekli nazım imar planı arasında uyuşmazlıklar
tespit etmişler -bu arada fay hatlarını değiştirdiğimizi de tespit etmişler. Alt
ölçekli planların üst ölçek ilkeleriyle çeliştiğine dikkat çekmişler, tarım
alanlarının yapılaşmaya açıldığını, ilgili kurumların görüşleri alınmadan
Eskişehir’e 4 yeni üniversite alanı daha ayrıldığını görmüşler. Yani ileride
üniversite kuracaksa devlet veya vakıflar neyse, orada yer göstermişiz.
Herhalde 50 yıl öteyi düşünen bir planda bunun da dikkate alınması
normaldir, üniversite olmaz da meslek yüksekokulu olur, herhangi bir şey olur
değil mi? Efendim, 1/25.000 ölçekli plan raporlarının Eskişehir Büyükşehir
Belediyesi İmar Yönetmeliğince aykırılıklar içerdiğine vurgu yapmışlar: “Yer
sıkıntısıyla daha sayamayacağımız -Başkan kim bilir daha neler söylemiş ki,
yer sıkıntısından sayamıyor yazar- onlarca teknik gerekçeyle Eskişehir’in
1/25 000 ölçekli nazım imar planı hukuka, kamu yararına, şehircilik ilke ve
esaslarına aykırılıktan iptalini talep etmişler.” Yorum yapmıyorum.
İki numaralı dosyaya dönelim. Bunları, şehir plancısı olacak öğrenci
arkadaşlarım için, özellikle üzerinde durmaları ve meslek hayatlarında dikkat
etmeleri gereken bir nokta olduğu için örnek verdim. Şimdi bakın, bu da şehir
merkezi, şimdi şurası bizim Eskişehir’in şehirlerarası otobüs terminali, şu
gösterdiğim beyaz kısım tramvay deposunun ve bakım yerinin olduğu kısım,
şu maviyle çizili olan kısım da şuradan itibaren Eskişehir Şeker Fabrikası fabrika şurada görüyorsunuz, şu siyahla gösterilenler- burası da boş alan.
Eskiden fabrika çalışırken köylüler pancarları getirir, bu arazilere yığarlardı.
Şurası da Ankara-Eskişehir-İstanbul demiryolu hattı, burası demiryolları
fabrikası şehrin göbeğinde, biz şehirdeki bütün fabrikaları organize sanayi
bölgesine taşıdık, şehir içerisinde kirliliğe yol açıyor diye yeni alanlar açtık.
Efendim, şurası da tren garı, halihazırdaki Eskişehir tren garı ve şehre bir tek
46
şu caddeyle bağlı. 1893’ten beri böyle, tek bu hat var şehre bağlı şurada da
meydana benzer küçücük bir şey var. Yani eskiden şehir buralarda değilmiş
kuzeyde, güneyde, şehir daha aşağılarda bir yerde Odunpazarı dediğimiz
bölgedeymiş, bu yolla da gara gidiliyormuş ve trene biniliyormuş.
Şimdi sorunları çözmek için bizim planlarımızda istedik ki, bu eskiden
beri gelen bir tartışmaydı şehirde: Trenin şehre girişinden çıkışına kadar 2,53 km tünel altına alınıp, oranın ana bir bulvar haline getirilmesi, bu suretle
hemzemin geçitlerden kurtulmak. Ayrıca şehrin kuzeyiyle güneyi arasındaki
yollar hep o bulvara çıkarsa ulaşım kolaylaşır ama hızlı tren meselesi olunca
hızlı treni tünel altına alalım dediler. Hükümet önce karar verdi ve başladılar
şuradan bir yerden -halbuki buralarda bizim köprülerimiz vardı. Bu köprüler
yıkıldı, buradan tünele geldiler, tam garın oraya geldiklerinde baktılar
gördüler ki, bizim bir de tramvay köprümüz var burada, tramvay köprüsünü
yıkmak gerekecek, köprünün pabuçlarından dolayı tüneli yapamıyorlar altına.
Ona yardımcı olalım dedik, ya geçici bir yer yaparsınız ama mutlaka trenin
şehir çıkışına kadar götürülmesi gerekir ki, bu ana bir bulvar olsun ve şehrin
gelecek 50 yılda da trafik sorunlarının çözülmesinde çok önemli bir rol
oynasın. Burası için ayrılan parada da önce ihaleyi gara kadar yapmışlardı,
ondan sonrasını ayrıca ihale ettiler. Gara kadar yapılan ihalede para da
galiba bitti ki, tuttular şimdi diyorlar ki, şu ana geçit, yani bizim tramvay
köprüsünün de olduğu ve şehrin kuzeyiyle güneyini birleştiren ana cadde,
ana bulvar -ki, aort damarı gibidir- ondan evvel çıkalım, ondan sonra dümdüz
açık gidelim diyorlar. Şehri terk edinceye kadar demiryolu gene toprağın
üstünden gidecek. Buraya kadar yapılan masraf da boşa gidecek. İstanbul
hızlı treni başlayınca, bir de demiryolunun iki tarafında güvenlik duvarı
yapmak zorundalar. Düşünebiliyor musunuz, Majino hattı yahut da Berlin
duvarı gibi şehrin iki tarafına bir de duvar çekilecek. Bizim hayal ettiğimiz ya
da Eskişehir’in tercih ettiği şehrin ortasından doğu-batı doğrultusunda geçen
ve bütün kuzeyle güney arasındaki semtlerin yollarını birleştiren ana bulvar
orta yerden kalkacak. Şimdi bunun mücadelesi yapılıyor. Belediyeler olarak
toplandık, dedik ki; ne yapalım? Gelin, burası artık gar olarak kullanılmaz,
çünkü bir tek şehrin güneyine bu hatla bağlı, kuzeyle bağlantısı yok. Gelin
şeker fabrikasının şu boş arazisinde -ki, şeker fabrikası da özelleştirmede
Maliye Bakanlığına verildi, satılacak. Senede sadece 2 ay kampanya, şeker
kampanyası yapıyor- size bir yer ayıralım imar planında, şurada gördüğünüz
beyaz yere de gar yapınız, önünü meydan yapın, sağına, soluna tesisleri
koyun, oteller yapın, tramvaydan biz oraya bir hat çekelim, tramvay
47
şebekesine bağlanmış olsun. Şehirlerarası terminal burada, şehirlerarası
terminalden otobüsle Eskişehir’e gelip trene binecek olanlar tramvayla bir
dakika sonra gara gelsinler. Orada inenler otobüse binip gidecekse Afyon,
Kütahya, Emirdağ diğer yerlere, onlar da tramvaya binsinler, şehir
şebekesine dahil olsunlar. Ayrıca bu bulvar burası da bakın, o şehir içine
yaptıkları çevre yoludur şu. Şimdi “hayır” diyorlar, “biz yetkiye sahibiz, biz
istediğimiz gibi yaparız.” Siz istediğiniz gibi yaparsınız ama iktidar olarak bu
şehrin önünü tıkarsınız, geleceğini tıkarsınız, gelecek kuşaklar için bir daha
telafi edilemez bir plana yol açarsınız.
Şimdi son asıl çarpıcı şeye geleceğim. 9 numaralı dosyayı açar
mısınız? Bu da çok ilginç. Bakın bu, Porsuk Bulvarı’dır. Köprübaşı dediğimiz
kilit noktası Eskişehir’in, şu kırmızılar hariç diğer renkteki yapılar teşekkül
etmiş yapılar, şu tarihi bir yapıdır 1930’larda Turing Kulüp ve Porsuk Oteli
diye yapılmış ve bir ada oluşuyor burada. Şu kısma dikkat edin bakın, şu
kısımda biz Eskişehir’e bir dostunu ziyarete gelip bir hafta kalan Amerikalı bir
şehir plancısına neler yapmak istediğimizi söyleyince birtakım eskizler de
çizdi, onu da gösteririm. Burayı bir nehir, bir çay limanı gibi açalım bu bölgeyi,
rahatlatalım, şuralarda da sıcak sular var, oralarda da hidroterapi merkezleri
yapalım dedik. Plansız bir bölgeydi burası, ilk yaptığımız plan budur.
Şimdi geçin 10. dosyaya, bunlar o söylediğim eskizler. 12’ye geçelim.
Demin size işaretlediğim yerde dikkat edin halkevi binası vardı, benim
ortaokul ve ilkokul talebeliğim zamanında. Türkiye’deki halkevleri,
cumhuriyetin ilk dönemi mimarisine sahip binalardır biliyorsunuz ve halkevleri
kapatıldıktan sonra -yalnız Eskişehir için büyük bir talihsizlik- Eskişehir’deki
bu halkevi 4’er, 5’er metre cepheli uzun bir binaydı böyle, dilim dilim satılarak,
peynir dilimi gibi satılarak elden çıkarılmıştır ve yoktur. Şimdi yerinde şu bina
vardır, İş Bankası başta olmak üzere arkaya doğru bakın, eski halkevi binası,
uzantısı, sahnelerinin falan olduğu kısım, burası devlet büyüklerinin -Atatürk
dahil- gelip nutuk attıkları yer, işte bu hale geldi. Şimdi bu projemiz, o size
önceki projede gösterdiğim yeri temizleyip liman haline getirmek ve plansız
bir alan olduğu için İş Bankası’nı ve oradaki esnafı da caddenin karşı
tarafında yine plansız bir bölgeye taşımaktır.
Bir sonraki eskize bakalım. Bakın, burada daha rahat görüyorsunuz.
Şu halkevi, şu da aynı halkevinin yerinde yapılan binalar dilim dilim satılmış
bakın, hiç bu görüntü yok görüyorsunuz. Biraz sonraki fotoğrafta daha rahat
48
göstereceğim, buradaki 4 metre cephesi olan yer -arkası Porsuktur bu
binanın- işte o liman gibi yapacağımız yerdir. Geçen dönem AKP milletvekili
olan bir şarküteri sahibinin yeri var. Biz o planları yapınca -1/5.000 ölçekli
planı da yaptık ve yürürlüğe soktuk, 1/1.000 ölçekli plan da yapıldı, o da
yürürlüğe girdi- buradaki dükkanları, halkevini dilim dilim alıp da bu binaları
yapanlar “bunu tescil edin, burası halkevidir” diye Kültür ve Tabiat Varlıkları
Kurulu’na başvurdular. Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulu baktı, halkevinden
eser yok, geçmiş ola, Allah rahmet eylesin, “burası tescil edilemez, bunlar
yeni binalar” dedi. Bu sefer aynı kişi -o milletvekili- ve buraları dükkan haline
getirenler, o parça parça alanlar; Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulu’nun
kararına karşı iptal edilmesi için idare mahkemesine müracaat ettiler. Yani
herkes “Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu aman, tescilden çıkarsın,
benim yeri SİT ilan etmesin” diye bakar, bunlar edilsin diye bakıyorlar. Konu
mahkemelik olunca idare mahkemesi de Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden
doçent bir şehir plancısını bilirkişi tayin etti. O genç bilirkişi yanında bir de bir
asistan mıydı, kimdi, birisi vardı, onunla birlikte burası halkevidir diye rapor
verdiler. Şehir plancısı dikkatinizi çekerim, şehir plancıları verdiler ve
mahkemeyi kaybettik. Mahkemeyi kaybettik ama üst mahkemeye gidip itiraz
edebiliriz. Kim edecek? Biz değil, Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu.
Çünkü onların kararının iptali için dava açıldı. Halkevidir burası, Kültür ve
Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu da “hayır, halkevi değildir” diyor. Fakat Kültür
ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’nun kararına karşı açılan davanın temyiz
edilebilmesi için Kültür ve Turizm Bakanı’nın bürokratik açıdan izin vermesi
lazım. Erkan Mumcu Turizm Bakanı temyiz edilmesine gerek yoktur diye
karar verdi ve gitti. Şimdi şu binalar hala halkevi diye gözüküyor ve bu
bölgenin de planı yapılamadı. Bunu mesleki etik açısından özellikle gelecekte
şehir plancısı olarak yetişecek arkadaşlarıma, Bursa örneğinde olduğu gibi,
hatırlatırım.
Şimdi o arada biz ne yaptık müdahil olmak için? Bakın, şu
gördüğünüz üstteki halkevi yine, altta sarı çizgiler var. Altta sarı çizgiler eski
halkevinin aynı yerden çekilmiş yeni yerdeki fotoğrafın üstüne sarıyla
oturtulmasıdır. İlgisi var mı? Alttaki fotoğrafa bakın, alttaki fotoğrafta üstteki
mavi yapılan değişiklikten sonra, halkevi yıkıldıktan sonra yapılan kısımlardır
şu kısımlar, ilave edilen kısımlar, şunlar da sarı o eski halkevinin işgal ettiği
yerdir. Bakın, bu da yine Porsuk tarafından, yani şu binanın arkasından
çekilmiş fotoğraflar ve şurada gördüğünüz şu bina da milletvekilinin binasıdır.
49
İşte size siyaset ve planlamadan çarpıcı örnekler. Son kısma gelerek
bitiriyorum.
Kentsel dönüşüm kararı çıktı, bahsetti arkadaşlar. Kentsel dönüşüm
için kanun çıkar çıkmaz değişiklik yapılır yapılmaz hemen Eskişehir Belediye
Meclisi toplandı, 11 bölgede kentsel dönüşüm kararı aldık. Biliyorsunuz o
kanunda eğer kamu arazisi varsa veya kamu yapısı varsa kentsel dönüşüm
yapılacak yerde Büyükşehir Belediye Meclisi’nin kararından sonra Bakanlar
Kurulu’nun da onayı gerekir. Yani biz aldıktan sonra kararı, Bakanlar
Kurulu’na bildirmemiz lazım. 11 yerin 9’unda böyle bir yer yok, var olan
yerleri de dönüşüm dışında tuttuk, çizgiyle belirledik. 11 tanesi de boş arazi yani orada artık hani kamunun bir yapısının yıkılması falan söz konusu değil,
aldık valiliğe gönderdik. Vali telefon etti: “Hocam, boşuna uğraşıyorsun Valiliğe niye gönderdik? Vali İçişleri Bakanlığı’na gönderecek, İçişleri
Bakanlığı da Bakanlar Kurulu’na sevk edecek- sana yaptırtmazlar burayı”
dedi. “Kim yaptırtmaz?” dedim. “Yaptırtmazlar” dedi. Ne dersiniz? Ses
çıkartmadım: “İyi yaptırmazlarsa yaptırmasınlar, siz yollayın” dedim. Baktım,
bir hafta sonra Vali’nin davası geldi. İdare Mahkemesi’ne gitmiş dönüşüm
kararına karşıyım ben diye, olacak iş değil, yani kanun bize veriyor yetkiyi.
Vali atanmış bir adam -tabii yukarıdan emirle oluyor bütün bu işler- mahkeme
reddetti: “Senin görevin Bakanlar Kurulu’na sevk etmektir, İçişleri
Bakanlığı’na sevk et” dedi. İçişleri Bakanlığı’na yeniden gönderdik, -yazıyı
tekrar gönderdik Valiye, göndermek zorunda kaldı. Bu sefer İçişleri
Bakanlığı’ndan yazı geldi: “Efendim, Vali dönüşüm kararlarınızı göndermiştir
ancak kendisinin de itirazları vardır. O nedenle Bakanlar Kurulu’na sevk
edemiyoruz.” İşte size Türkiye, gelirler meselesi var, finansman meselesi var.
Yani belediyeler tamam, imar planlarını yaparlar, peki o imar planlarını
uygulamak için istimlaklar yapacaklar, yollar açacaklar, onların kaynağı,
finansmanı nereden gelecek?
En son okuyorum teker teker kanundaki değişikliği ve bir cümleyle
bitireceğim. Efendim, yeni kurulan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın görevleri
önce daracık yapılmış, sonra ikinci bir kararnameyle, Kanun Hükmünde
Kararname ile daha da genişletmişler. Biz, Meclis’ten kanunlar tartışılarak
çıkacağı yerde, torba kanun geleneğine alışmıştık. Bu gidişle çuvallama
kanunu da çıkar, çuvallama usulü de gelir diye bekliyorduk ama şimdi Kanun
Hükmünde Kararname ile idare ediyorlar. Bakın ne diyor? “Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı’nın görevi: Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan
50
veya mülkiyeti hazineye, kamu kurum ve kuruluşlarına -belediyeler de dahil
buna- veya gerçek kişilere -şahıslara- veya özel hukuk tüzel kişilerine şirketlere, firmalara- ait olan taşınmazlar üzerinde kamu veya özel sektör
tarafından gerçekleştirilecek olan yatırımlara ilişkin olarak ilgililerince
hazırlandığı -yani bunlar hazırlayacaklar- veya hazırlatıldığı -veya bunların
hazırlattığı- halde yetkili idarece 3 ay içerisinde onaylanmayan etüt, harita,
her tür ve ölçekteki çevre düzeni, nazım ve uygulama imar planlarını,
parselasyon planlarını ve değişikliklerini ilgililerin valilikten talep etmesi -eğer
bunlar valilikten talep ederlerse- ve valiliğin Bakanlığa teklifte bulunması
üzerine bedeli mukabilinde yapmak -bir de para verecekler, valiliğe müracaat
edeceksiniz, parayı da vereceksiniz bütün bunlar yapılacak- yaptırmak veya
sizin adınıza yaptıracak veya onaylamak. Başvuru tarihinden itibaren 2 ay
içinde yetkili idarece verilmemesi halinde -yani belediyeler dahil- bedeli
mukabilinde resen yapı ruhsatı ve yapı kullanma izniyle işyeri açma ve
çalışma ruhsatını vermek” Belediyeler için iki yol var: Ya sadece belediyeler
çöpçüdür, her yıl büyük şehir, küçük şehir çöpçü, çöp hizmetlerini görmek
üzere seçim yaparsınız demokrasi olsun diye ya da belediyeleri Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı’nın aynı merkezi hükümetin sağlık müdürü, bayındırlık
müdürü, milli eğitim müdürü gibi bir uzantısı haline getirirsiniz. Böyle olur
Çelebi işte bizde demokrasi dediğin, hepinize teşekkür ediyorum.
ERHAN DEMİRDİZEN- Çok teşekkür ediyoruz, Sayın Başkan’a.
Sayın Başkan hem plancılarla, hem de siyasetçilerle sıkıntılı. Hem planlamasiyaset ilişkilerinde, hem siyaset-siyaset ilişkilerinde Eskişehir gergin
durumda. Yani ben de kendisine bir dokundum, bin ah işittim diye hissettim.
Gerçekten bilerek sormadım o soruyu, dava konusunu özellikle.
Sayın Ahmet Turgut; meslektaşımız, odamızın uzun yıllar yöneticiliğini
yaptı. Dolayısıyla masanın bu tarafından baktı yıllarca, siyaset kadrolarına,
siyasi alana hep bu yönden yaklaştı. Zaman zaman siyasi kadrolarla,
aktörlerle gerginlikler yaşadı. Zaman zaman onlara Eskişehir’de olduğu gibi
davalar açtı, onlarla hukuk yoluyla mücadele etmeye çalıştı. Ama en sonunda
bildiğiniz gibi 2009 yerel seçimlerinde Milliyetçi Hareket Partisi’nden İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkan adayı olarak siyaset alanına geçiş yaptı. Şimdi
o yüzden bu oturumda Sayın Ahmet Turgut’un masanın diğer tarafına geçiş
öyküsünü biraz dinlemek istiyoruz. O dönemde proje üretirken, politika
geliştirmeye çalışırken belirli bir siyasi parti içerisinde bir siyasi faaliyette
bulunmaya çalışırken plancı kimliği engel mi oldu, köstek mi oldu, yoksa çok
51
daha farklı ufuklar mı açtı? Biraz bu çerçeve içerisinde kendisini dinlemek
istiyorum, buyurun efendim.
AHMET TURGUT- Sayın Başkan, kıymetli hocalarım, odamızın
değerli yöneticileri, çok kıymetli meslektaşlarım; hepinizi saygıyla ve sevgiyle
selamlıyorum. Başkanıma da sitemlerimi iletiyorum, başarılı çalışmalarını
tebrik ediyorum ama sitemlerimi de iletiyorum.
Şehir Plancıları Odası ve bölümlerimiz, oturumun 5.sini düzenliyor ,
bu başarılı gidişatları nedeniyle ben de gerçekten kendilerine takdirlerimi
sunuyorum. İstanbul ile ilgili önemli başlıkları tartışıyorlar, yol haritası
oluşturuyorlar. Bundan mutlaka akademisyenler de, meslek adamları da,
siyasetçiler de, İstanbul’u yönetenler de faydalanıyordur diye düşünüyorum.
Hayat öğrenmekle geçiyor, böyle bakmak lazım meseleye, ancak Erhan
Başkanım bir soru yöneltti, öncelikle onunla başlayarak gündemimize girmek
istiyorum.
Fatma Hocam da, duayenimiz Ruşen Hocam da çok önemli şeyler
söylediler, çok özel konuların altını çizdiler. Aslında bugünün Türkiye’sinde
planlamanın geldiği noktayı, sadece planlama cephesinden bakarak
tariflemek ya da yönetmenin mümkün olmadığını bize bir daha algılattılar.
Böyle bakıyorum ben de meseleye. Planlama, eşitlikçi ve adaletçi bir düzenin
tesis edilmesinde önemli bir araçtır. Sadece şunu gördük ki, özellikle
Türkiye’de son 30 yıl gösterdi, bazı siyasi partiler ve siyasi aktörler
tarafından, planlama sadece bir fiziki müdahale aracı olmaktan çok bir
ekonomik araç haline getirildi. Bunun bilinçli bir tercih olduğunu ve bu yönde
kararlar alındığına da hep beraber şahit olduk. Hiçbiri tesadüf değildi. Ben
Fatma Hocam’ın yaklaşımına son derece katılıyorum. Belki uygulanış tarzı
itibariyle, araçlarıyla çok düzenli bir sistemi görmediğimiz İstanbul’da, belirli
bir tercihi görmek mümkün bu noktada. İstanbul bilerek ve isteyerek bu
noktaya getirilmiştir ve bu şekilde de 2,5 yıldır -ben İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’ne aday olduğumdan beri- muhalefet görevini yapmaya
çalışıyorum Milliyetçi Hareket Partisi Merkez Yönetim Kurulu üyesi sıfatımla,
şehir plancısı sıfatımla, İstanbul adayı sıfatımla. 2,5 yılda da çok fazla şeyin
değişmediğini hepiniz bazı örneklerin üzerinden biliyorsunuz ama ben de
bunların altını çok kısa süre içinde çizeceğim.
52
Planlama formasyonunun hep çok önemli olduğu dile getirildi, böyle
büyüdük, böyle yetiştik. Aramızda öğrenci kardeşlerim de var, böyle de
inansınlar gerçekten. Ben siyasete adım attığımda İstanbul Büyükşehir
Belediye seçimlerinin yapılmasına yaklaşık 42 gün vardı. Ben 42 günde
birçoğu da şehir plancısı meslektaşlarım olan çalışma arkadaşlarım ile bir
kampanya yürüttüm. Şehir plancısı birikimimizle biz bu 42 günü
toparlayabildik. İstanbul için bazı şeyler söylemeye çalıştık. Bugün bazılarının
uygulandığını görmekten mutlu olduğumu yöneten seçilmişlere de, bürokrat
arkadaşlarımıza da iletiyorum, tebriklerimi de iletiyorum. Bir şey
sorduklarında da çaba ve gayretimi İstanbul adına onlara vermeye
çalışıyorum.
Aslında bugünkü oturumun genel başlığına baktığımızda planlama ve
siyaset ilişkisini konuşuyoruz. Oda başkanlarımız da, Ruşen Hocam da altını
çizdi, planlamayı siyasetten koparmak mümkün değil, kopmuyor da zaten.
Plancı kimliğinizle bu sürecin içerisinde yer almak -kent yöneticisi olma çaba
ve gayreti adına söylüyorum bunu- son derece kolay. Onun için şehir
plancıları daha fazla siyasetin içinde yer almak durumundalar. Bu siyaseti, bir
siyasi partinin içerisinde aktif görev olarak yerine getirmek olarak
algılamayınız. Ben, bugün çok dile getirilen ama zerre kadar
uygulanmadığına inandığım ileri demokraside siyasi partilerin aktör olduğu
kadar, her bir toplum bireyinin de, sivil toplum kuruluşlarının da, mesleki
örgütlerin de, gönüllü birlikteliklerin de, kooperatiflerin de birer siyasi aktör
olarak yaşamın içinde var olması gerektiğine inanan bir yurttaşım ve bu
çerçevede siyaset yapıyorum. Onun için siyasetin içinde olunuz. Bugün
aramızda bazı mahallelerde beraber olduğum, mesleki kimliğimin ötesinde
son 2,5 yıldır da siyasetçi kimliğimle çaba ve gayretlerine destek olmaya
çalıştığım mahallelerden, şehir plancısı olmayan ama İstanbul’un çilekeşleri
de var. Onlar da siyasetin içindeler aslında, bu yaşam mücadelesinin bir
parçası. Onun için şehir plancıları bu yapının içinde olunuz. Ama muhatabım
yok bu salonda, ben de onun için siyaset üslubuyla yapmaya çalışacağım.
Sayın Başkanım, konuğumuz, Cumhuriyet Halk Partili ama İstanbullu değil,
onun için alınmasın. Üç kere seçilmiş olmasını da, onun için tebrik ettim. Bir
başarı olduğuna inanan bir siyasetçiyim. Bu tescillenir çünkü seçimlerde
başarı kazanmak önemlidir, bir daha seçilmek önemlidir. Büyük kentlerde
birkaç kere seçim kazanmanın da çok önemli olduğuna inanıyorum ayrıca.
Seçmen kitlesinin çok farklılaştığı, birebir ilişkilerin daha fazla koptuğu,
homojen yapının dağıldığı kentler açısından da önemsiyorum. Ama bugün bu
53
salonda Adalet ve Kalkınma Partili ya da Cumhuriyet Halk Partili siyasetçiler
yer alamadılar, alamazlar. Toplumun karşısında hocam söyledi, ders
verirken: “Gözünüzün içine bakarak anlatıyordum, bugün bunu
yapamayacağım.” Bir özür gibi algıladım ben ya da farklı bir tarz gibi koydu.
Siyasetçi de toplumun gözünün içine baktığında Cenab-ı Allah’ın yarattığı bir
fani olarak o saflığı ve temizliği devam ettirir. Hep buna inanırım, yalan
söyleyemez. Onun için bu toplumun huzuruna gelip, gözünüzün içine bakıp
da bunu söyleme cesaretini gösteremedikleri için bu davetleri kabul edip de
buralara gelemezler. Bunun içine il yöneticisi, il başkanı, ilçe başkanı ya da
belediye başkanı ya da belediye meclis üyeleri de dahil. Nerede bu salonda
İstanbul’da şehir plancısı kimliğiyle Adalet ve Kalkınma Partisi ve Cumhuriyet
Halk Partisi’nde Meclis Üyesi olan meslektaşlarım? Neredeler? İstanbul İmar
Komisyonu’nda ben her Meclis’i takip ediyorum. Bir tane Meclis üyem var
İstanbul’da, onunla da takip etmeye çalışıyorum İstanbul’u. Gidiyorum o
oturumları da izliyorum, utansınlar. Bakın, bu lafımdan alınmasınlar, dirsek
çürüttüler, emek verdiler bu İstanbul’a. Ama mensubu olduğu siyasi partiler,
İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde yer alan şehir plancılarına İhtisas
Komisyonu olan İmar Komisyonu’nda yer vermiyor. Bir baksınlar meslek
gruplarına Adalet ve Kalkınma partisinden görevli 6 arkadaşımızın,
Cumhuriyet Halk Partisi’nden görevli 3 arkadaşımızın ne yaptıklarına.
Şimdi siyaset bilime saygı duymazsa, hocamın biraz önce bahsettiği
gibi, ağırlıkla siyasi çekişme var olur. Ama siyaset bilime saygı duyarsa,
siyasetin topluma hizmet için ve sadece Allah rızası için yapıldığı
felsefesinden hareket edenler mutlaka uzlaşırlar ve toplum için muhalefette
de olsalar doğruları söylerler. Biraz önce de söyledim, siyaset her alanda
yapılabilir, siyaseti genel bir yelpazede tanımladığınızda bu mümkündür.
Siyasi partiler mutlaka bu noktada bir araç olarak ortaya çıkabilirler. Ama
bugün kentte, ağırlıkla kentsel dönüşüm adı altındaki eziyet, zulüm, cefa, çile
nasıl derseniz böyle uygulanan bir süreçte toplumun, muhalefetin beklenti ve
isteklerini de bu noktada iktidarın alması gerekir. Bunun altını çizmek isterim.
Planlamayla siyaset ilişkisine, sadece teorik bir bazda bakma
şansına sahip değilim. Planlamayı ve siyaseti kimin, nasıl yaptığı, siyasi
partilerin dünya görüşleri ve kuruluş felsefelerini hayata nasıl geçirdikleri
noktasında önem kazanıyor. Yoksa salt planlama ve siyaset ilişkisi, bence
yolunda gittiğinde, olması gereken bir ilişki. Ben Ruşen Hocam’ın
söylediklerinin hepsine katılıyorum, çok da teşekkür ediyorum tekrar. Mutlaka
54
Erhan Başkan’ın söylediğine tekrar bir noktada dönersem, kentsel yaşamın
içinde olmak buradaki birçok arkadaşım ve hocam açısından bir gerçektir.
Ama toplumun beklentilerini, bireyin beklentilerini ve ihtiyaçlarını planlama
sürecinde algılayabilmek sadece dikdörtgen imar adaları yapmakla olmuyor.
Onun için eğer planlama sistemini ve sürecini yönetenler, yönlendirenler,
içinde olanlar; halkın beklenti ve istekleriyle planlamanın evrensel ilke ve
değerlerini çakıştırabilirlerse, plancılar, planlama kurumu siyasetle uzlaşı
oluşturabilir. Ama burada Türkiye’de, İstanbul’da çirkin olan; siyasetin,
siyaset kurumunun ve siyaset kurumunun içerisinde rol alan aktörlerin
planlama kurumuna ve evrensel değerlerine saygılı davranmaması sorunuyla
karşı karşıya kalmamız. Eğer siyaset kurumu da bunu algılar ve kabul
ederse, bazı sorunlar daha çabuk çözülür diye düşünüyorum. On dakikam
bitti, yarın son forum bölümünde açarsanız, tartışma ortamı da oluşabilir.
Orada da devam edebiliriz hep beraber ancak siyaset İstanbul’da ikiyüzlüdür.
Bunun altını kalınca çizmek lazım.
Bakın, siyaset, siyaset derken iktidarı yöneten hükümet, İstanbul’da
belediyeleri yöneten Adalet Kalkınma Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi
planlamada ve kentsel proje sürecinde hiç demokratik değil. Yani ben bazı
örnekler de verebilirim, zamanım yetmeyecektir ama kalırsa veririm.
Planlamada ve kentsel projelerde hiç katılımcı değiller. Özellikle de şeffaf
olmayacak düzenlemelerin peşinde koşuyorlar. Nedir planlamada ve proje
üretim sürecinde şeffaf olmamak? Nedir proje üretim ve planlama üretim
safhası? Üretirken, onaylarken, uygularken böyle koymaya çalıştım adını.
Üretirken ne yapmaya çalışıyorlar? Kapalı üretmeye çalışıyorlar, yani bu
planlama için de böyle, proje üretim süreçlerinde de böyle. Şeffaf olabilecek
yöntemler tercih edilmiyor. Bunun ötesinde Türkiye’nin kör topal giden bir
Kamu İhale Kanunu var ve bir sistemi var. İhale mevzuatıyla son 10 yılda
oynandığı kadar başka mevzuatlarla oynanmadı. İhale mevzuatıyla
oynanıyor, bu şeffaf üretim süreci ortadan kaldırılmak adına yapılıyor. Sonra
özel yasal düzenlemeler çıkarılıyor, şeffaf üretim süreci ortadan kaldırılmak
için yapılıyor. Peki, onaylarken şeffaflar mı? Tabii ki değiller. Merkezileşmiş
yetkili kurullar oluşturulmaya çalışılıyor. Burada gene de şunu ayırmak lazım;
merkezileşmiş yetkili kurulların üretilmesindeki temel faktör yerel ölçekte
üretilmesinden,
onaylanmasından
ve
yerel
ölçekte
seçilmişlerle
onaylanmasından merkezi idaredeki seçilmişler kaçınıyorlar. Çünkü ben şu
2,5 yıllık deneyimim içerisinde şunu gördüm ki; her ne kadar temel
eleştirilerim olmuş olsa da yerel siyasetçi, yerel siyasetin içindeki aktörler bu
55
metropolde bu büyük ölçekte merkezi yönetimde görev alan aktörlerden daha
fazla toplumla kaynaşıyorlar ve hesap verebilir bir pozisyondalar.
Tekrar dönelim, Sayın Büyükerşen ya da Türkiye’de başka belediye
başkanları, büyük kent ölçeğinde iki kere, üç kere, dört kere seçilmişler var.
Hesap verebilirlik mekanizması bu noktada önem kazanıyor. 3.000.000’luk,
5.000.000’luk, 10.000.000’luk ya da 13.000.000’luk kentte, kentin belediye
başkanlarını sayın dediğimizde firesiz cevap alabilirsiniz. Bir değer yargısı
oluşmuştur. Ama bu şehrin milletvekillerinin ya da bu şehirden seçilmiş
milletvekillerinden bakan olmuşları sayın dediğinizde oran son derece
düşüktür. Bir diğeri; merkezi hükümet onaylama süreçlerinde şeffaflığı, yetkiyi
dağıtarak almaya çalışıyor. Şimdi Adnan Bey alınmaz, biz dost olduk.
Galataport sürecinden bu yana aynı şeyleri söylüyoruz, ihaleyi de iptal ettiler
onun için, şakası tabii. Ama Özelleştirme Kurumu’na geldiği için teşekkür
ederim, biraz önce de söyledim; o cesareti birçok kurum temsilcisi
göstermiyor. Onun için biraz önce çay sohbetinde de tebrik ettim,
görmüyordum uzun süredir. Ama bazı kurumların planlama disiplini içerisinde
aslında yeri yok. Bu kurumların yerinin olmadığını biz de biliyoruz. Ama
hükümet, hükümeti yönlendiren küresel sermaye, yetkiyi parçalayarak takibini
zorlaştırıyor ya da kurumsal yapılardan her yetkiyi alma becerisini çıkarmak
aslında o kurumları yönetenlerin kendilerini daha fazla başarılı lanse
edebilme adına bir süreç oluşturmalarıyla ortaya çıkıyor.
Uygulama süreçlerine girmeyelim, uzun bir yol. Kamu eliyle, özel
sektörle ya da diğerleriyle ama siyaset-planlama ilişkisine Türkiye’de şöyle
bakmak lazım: Bunlar hangi siyasi partiler, yereldeki uzantıları ne kadar
etkileniyorlar, ne kadar direniyorlar, ne kadar toplum için siyaset yapıyorlar
buna bakmak lazım. Türkiye’de bugünün koşullarında planlama ve siyaset
ilişkisinde, Türkiye’de ben buna tartışmasız inanan bir yurttaşım. Siyaseti
Türkiye’de uluslararası piyasalar yönlendiriyor. Şöyle davranış tarzlarına,
1983’ten itibaren güçlü şekilde iktidara gelen partilerin davranış tarzlarına
baktığınızda farklılık olmadığını, bugünün siyasetçilerinin de o dönemlere
atıflar yaparak kendi siyasi geçmişlerinden gelen partileri değil, bu tarz
davranan partileri tespit ettiklerini, tercih ettiklerini ve teveccüh gösterdiklerini
görüyorsunuz, bu da bir tesadüf değil bana göre.
Planlama artık bu piyasa sürecinin içerisine girmiştir. Biraz önce de
Fatma Hocam da, Ruşen Hocam da söyledi; kent toprağı artık metalaştı,
56
uluslararası sermaye kent toprağını öyle görüyor. Türkiye’deki siyasi uzantılar
ve siyasi çevreler böyle algılıyor bugün için ve bununla da bir rant
ekonomisiyle ülkeyi yönetiyorlar. İşte bir haftadır dolar 1,4’lerden 1,9’lara,
2’lere çıktı. Avrupa’da Euro bölgesinde neler oldu hep beraber görüyoruz.
Mutlaka şöyle hemen hafızanızı 10 gün geriye götürün, mutlaka
ilişkilendirildiği en önemli alan, hocamın da biraz önce söylediği gibi, faktöring
kuruluşları, bankalar ve gayrimenkul piyasasıdır. Çünkü gayrimenkul
piyasasındaki yurtdışı aktörlerinin, İstanbul’da sayısı bugün 130’ları geçen
AVM’lerin, Türk Dil Kurumu’nda karşılığı olmayan rezidans projelerinin temel
yaklaşımının içerisinde mutlaka Avrupa fonları ve sermayeleri vardır. Son 6
ayda, bir senede de ağırlıkla Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi
körfez sermayesi ve fonları vardır, bunu iyi görmek lazım. Türkiye’yi bağımsız
yönetecek siyasi kadrolar oluşmadığı sürece Türkiye’de planlamanın
bağımsız yönetilmesi mümkün değildir. Onun için plancılar ve planlama
kurumu; bu sürece direnen, bu konuda direnç gösteren bir kurum olarak
varlığını sürdürüyor. Mutlaka farklı dünya görüşlerindeniz bu salonda da.
Ama planlama adına aynı şeyleri söylüyoruz, aynı bileşenlerde buluşuyoruz.
Onun için planlama kurumu derken bütün camiayı, bu kuruma emek veren
bütün aktörleri içine katarak söylüyorum, planlama bu süreçte direniyor.
Sizin sunuşunuzda bir tespitte bulunmuş Şehir Plancıları Odası ve
bölümlerimiz: “Kentlerin üst ölçekli plan kararlarıyla yönetilmesi için yeni
düzenlemeler gerçekleştirmekte diğer taraftan bu planları devre dışı bırakan
gelişmeler vardır” diyor. Bakın, İstanbul’da, Ankara’da, yani 12 Haziran 2011
seçimlerinde de bu derece popülist projeler, planlama kavramından kopuktur.
Biraz sonra tartışacağımız büyük projeler-planlama ikilemini oluşturan
yaklaşımın altında da bu vardır. Seçim döneminde İki Yeni Şehir gibi yeri belli
olmayan bir kent projesi olabilir mi? Böyle bir yaklaşımı neyle
açıklayabilirsiniz? Ben İstanbul’a iki tane kent kuracağım ama yerini
bilmiyorum. Niye kuruyorsun, kimin için kuruyorsun? Kentin neresinde
kuruyorsun bilmiyorsunuz çünkü arsasını bulmadınız, alelacele söylediniz. Bu
kadar açık ve nettir ya da İstanbul için açıklanan bizim de sıkça eleştirdiğimiz
Kanal İstanbul projesini bir popülist yaklaşım olarak ortaya koyuyorsunuz
ama arkasından sermaye grupları hemen çıkıyorlar, çok güzel olduğunu ifade
ediyorlar. Gayrimenkul geliştiriciler doğru olduğunu söylüyorlar. İşin sadece
gayrimenkul boyutu değerlendiriliyor Kanal İstanbul projesinde de. Ne kadar
yakında? “Peki, niye yapıyorsunuz?” diye iktidara sorduğunuzda; sunumda
da, 1979’daki, 1980’in başındaki patlama gösteriliyor, boğaz geçiş güvenliği
57
öne çıkarılıyor. Peki, hiç boğazın en kesiti, önerilen kanalın en kesiti, çekme
mesafeleri olabilirliği, su akışı, doğal çevre vb. de geçtim, bugünkü boğaz
geçişinin güvenliğiyle yeni kanalda oluşturacağınız güvenlik, bugünkü boğaz
geçişine Montrö Sözleşmesi ile yönlendiremediğiniz yılda yaklaşık 50.000
geminin buraya nasıl yönlendirileceği ve çabuk geçeceğiyle ilgili,
kamuoyunda hiçbir hukuki ve teknik tartışma yapılmıyor ama sunan bunu
böyle sunuyor. Bu nedir diye kimse değerlendirmek zahmetine katlanmıyor
ya da katlananlar kamuoyunda yer bulmuyorlar. Ancak bu projeyi
gayrimenkul sektörü nasıl değerlendireceği ve İstanbul’u geliştireceği
konusunda
çarşaflarca
gazetelerde
röportajlar,
televizyonlarda
değerlendirmeler yapıyorlar ya da yurtdışı odaklı İstanbul’da yatırım yapan
gayrimenkul geliştirici firmaların temsilcilerinin “çok da önemli para değil, ben
de şu kadar milyon doları bu işe yatırırım” gibi demeçlerini görüyorsunuz.
Cebini sökseniz bir kuruş yok, öbür cebini sökseniz dolarlar var.
Şimdi onun için Türkiye’de planlama kurumunu siyasetle
ilişkilendirmek., siyasetin, planlama kurumuna saygı duyarak, planlamanın
eşitlikçi, adaletçi, hak dağıtan ve hukuk düzeninin gelişmesine katkı sağlayan
bir araç olarak gelişmesini ve yönlendirmesini beklemek, bugünün
Türkiye’sinde hayaldir. Onun için ben bu salondaki kitleyi de, İstanbul’daki
büyük kitleyi de nerede olursa olsun ama hakça, eşitçe, adaletlice ve Cenabı
Allah’ın bana verdiği, doğarken vermiş olduğu saf duygularla bu işi
yapacağım diyen herkesi, siyasi kurumun içerisinde yer almaya çağırıyorum.
İnsan şaşar ve beşer, buna da katılıyorum. Ama Adalet ve Kalkınma Partisi
ile Cumhuriyet Halk Partisi’nde Meclis Üyesi olup da, İmar Komisyonu’na
girme becerisini dahi gösteremeyen, bu projeler onaylanırken bu sıralardan
yetişip, o siyasi partinin kimliği altına girmeden beraber mücadele ettiğimiz
arkadaşların da oybirliğiyle geçen ya da sadece Adalet Kalkınma Partisi ya
da Cumhuriyet Halk Partisi’nin çoğunluk olduğu yerlerde oy çokluğuyla geçen
kararlara evet demesini de anlayışla karşılayamıyorum, karşılamamı da
beklemeyiniz lütfen.
İdarenin, genel idarenin bakış açısı budur üst ölçekli planlar
meselesine; göz boyamadır. Sayın Başkanım da yaşadıklarını anlatıyor işte,
yani çevreyolu mantığına Karayolları Genel Müdürü’nün nasıl baktığını çok iyi
anlatıyor. Ben Sayın Osman Pepe adını da buradan vereyim. Geçmişte çok
kapıştığım İstanbul’daki bazı projelerle ilgili, beni bazı projelerle de
ilişkilendirmeye çalışıp, “Şehir Plancıları Odası Başkanı’na bakın hele” diye
58
gazetelere demeç verdiği için adını geçireceğim. Burada cevap hakkı
olmadığını da bilerek geçireceğim. Ben, Sayın Pepe’ye 100.000 ölçekli Çevre
Düzeni Planlarıyla ilgili -bir otelde toplantı yapıyorlardı, bizler konuşmacı
değildik ama dinleme lütfuyla gitmiştim- şunu söylemiştim kürsüde: “Biz ıslah
planlarını Türkiye’de yıllardır konuşuyoruz, açmış olduğunuz bu 100.000
ölçekli yol, 100.000 ölçekli ıslah planlarının da önümüzdeki dönemde yıllarca
konuşulmasına vesile oldunuz. Planlama camiasının içinden değilsiniz ama
planlama camiası sizi unutmayacak” demiştim, ben unutmuyorum. Şimdi
yerel ölçeğe geçtiğinizde de yerel yönetimlerin plan tadilatları aracılığıyla
kenti yönettiği gibi bir tespitte bulunmuş düzenleyici kurumlar, bu İstanbul
açısından artık bir vaka. Ben bunun sebebini de iki noktada tarifleyip
bitiriyorum. Bir diğeri şu; aramızda kamu kurumlarında çalışan
meslektaşlarım var layıkıyla bu işi yapmaya çalışan arkadaşlarım, hepsine
takdirlerimi sunuyorum.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde ya da ilçe belediyesinde büyük
ölçekli bir plan geldiğinde -büyük ölçekliden kastım alansal büyüklük- İmar
Komisyonu’ndaki arkadaşlarımızın, Belediye Meclis Üyesi arkadaşlarımızın,
bunu yakalama şansları yok. Meslektaşlarım aldıkları eğitimin gereği bir etik
anlayış içerisinde, o sınırların içerisinde bir doğru plan üretmeye çalışıyorlar,
verilmiş görev o. Yapılan imar planı onaylanırken, imar planı onaylama süreci
içerisinde Belediye Meclis mekanizmasına ulaşabilecek bir yöntem olmadığı
için, plancı arkadaşlarıma da bunu böyle çizin deme cüretini
gösteremeyecekleri için -ki bu kadar aleni de yapmıyorlar- o imar planları
bütünsel olarak onaylanır İstanbul’da. Onaylanan imar planlarında, o imar
planı süreçlerinde kentin tahrip edilmediğini görürsünüz. Uzlaşabiliriz o
planda, eksikler bulabiliriz, yanlışlar bulabiliriz, beğenmeyebiliriz, eleştirebiliriz
ama bir noktada uzlaşırız ve o planları beğeniriz asgari müşterekte. Ama o
imar planlarına noktasal talepler gelmeye başladığında, itirazlar gelmeye
başladığında, kenti yönetenler sisteme hakim olurlar ve planlama gene rant
odaklı, rant ekonomisine hizmet odaklı ve mülkiyet eksenli bir hale dönüşür
ve sonuçta o planlara onun için öyle müdahale ederler.
Bir diğer yöntem, kent toprağı metalaştı. Yani Meclis Üyelerimiz, kenti
yönetenler, bütünsel planda sisteme hakim olamıyorlar. Onun için noktasalı
tercih ediyorlar, ilgi alanları buna giriyor. Bir diğeri de siyaset kurumu; kent
toprağının metalaştığını hep beraber görüyoruz. Bizden daha iyi gören
yöneticiler var bugün, o ekonomiyi yönetmek istiyorlar. O ekonomiyi sizlerin
59
oluşturduğu 300, 400, 500, 600 hektarlık nazım imar planı, uygulama imar
planlarıyla yönetemezler. Bu ekonomi öyle bir ekonomi değil, bu ekonomi
üreten bir ekonomi değil, bu üreten ekonomi istihdam yaratan bir ekonomi de
değil, katma değer üreten, vergi veren bir ekonomi de değil. Fatma Hocam
altını çok kalın çizdi; gayrimeşru bir sektörden bahsediyorsunuz,
vergilendirilemeyen bir sektörden bahsediyorsunuz ağırlıkla. Onun için bu
ekonomiyi Türkiye’de yönetmek isteyen siyasi kadrolar var, siyaset bunun
peşinde koşuyor Türkiye’de. Onun için kent ölçeğine indiğinizde, siyasetplanlama ilişkisini kurduğunuzda, karşınıza plan tadilatları çıkar. Bakın, dün
gene Büyükşehir Belediye Meclisi’ne gelen dosya sayısı 300’e yakındı. Her
Meclis’te gelen dosya sayısı böyle, belki 50 tanesi, 60 tanesi, 80 tanesi,
bilemediniz 100 tanesi zorunluluk olan tadilatlardan olsun. Ama büyük
çoğunluğuna baktığınızda daha sonrasında kente aykırı olanı, Sayın
Bakanların “Sultanahmet’i kapatmış bu bina” dediğini, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’nde projeyi onaylayanlar görmüyorlar mı? Bir yere verdiğiniz
emsal değerinin nasıl bir siluet oluşturacağını, bu yapı hakkının nasıl
kullanılacağını değerlendirecek kadrolara sahip değil misiniz? Evet değilsiniz,
maalesef değilsiniz, onun için bu kent yönetilemiyor, ben de onun için bu
sözleri söylemek zorunda kalıyorum.
Hepinize çok teşekkür ediyorum. Ancak planlamayı düzenlemenin,
planlama-siyaset ilişkisini yoluna sokmanın, siyasi kurumların içinin
düzeltilmesinden geçtiğinin tekrar altını çiziyorum. Bu konuda hep beraber
çaba sarf etmek zorundayız, etmek zorundasınız. Türkiye’deki siyaseti
yönlendiren ekonomik tercihleri terse çevirmediğimiz sürece, bugün ezilen
“ezildim” deme hakkını bulamadığı sürece, “sana bunu veriyorum,
yetiniyorsun” dediğinde, başını öne eğer. İstanbul’daki mahalleliye ya da
biraz önce hocamın da verdiği Sulukule örneğinde -çok bayrak olduğu için
söylüyorum;-; “Arnavutköy’e git” dediğinde, “hiç olmazsa sokakta
bırakılmadım, buna da çok şükür” diyen bir anlayışla planlama-siyaset
ilişkisini haklı kuramayız. Onun için başkaldıracaksın, onun için eşitlikçi ve
adaletçi yaklaşımın sonuna kadar peşinden gideceksin, onun için siyaset
kurumlarının içinde olunuz diyorum, hayatın içinde olunuz diyorum. Hepinize
çok teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.
ERHAN DEMİRDİZEN- Çok teşekkür ederim Sayın Turgut’a. Ben
sözü geçmişken küçük bir mesaj okumak istiyorum. Bugün aramızda
olmayan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin İstanbul İl Başkanı Sayın Aziz
60
Babuşcu, sizlere şöyle bir mesaj yolladı: “Nazik davetinizi aldım, teşekkür
ederim. Çok arzu etmeme rağmen önceden belirlenen program nedeniyle
aranızda olamayacağım, bu vesileyle tüm konuklara selam ve saygılarımı
sunarım” diyor.
Ben şimdi çok kısa bir açıklama yapmak üzere -bu oturumda özellikle
meslek odası açısından bazı konular sıkça tartışıldı- Odamız’ın Genel
Başkanı Sayın Necati Uyar’ı davet ediyorum.
NECATİ UYAR- Teşekkür ediyorum Sayın Başkan. Sayın Büyükşehir
Belediye Başkanımız, Odamız’ın özellikle Bursa Şubesine yönelik burada
haksız olduğunu düşündüğüm konularda birtakım söylemler geliştirdi.
Basında kendisini destekleyen demeçlerine yer vermeden, Şehir Plancıları
Odası’nın ağzından çıkmış bir haber gibi köşe yazısını da burada özellikle
sizleri de eğlendirecek biçimde sundu. Başarılı bir Belediye Başkanı ile bu
konularda yarışacak değilim. Ancak Sayın Başkan bazı şeyleri tam olarak
açıklamadı. Bursa Şubemiz’in açtığı davayı baştan sona tümüyle Genel
Merkez olarak takip ettik ve biliyoruz. Öncelikle Bursa Şubemiz haklı
itirazlarını dile getirdi, yazılı olarak belediyeye itirazlarını yaptı. Süresi içinde
yanıt alamadı, dava açma için var olan son güne kadar bekledi. Ancak Sayın
Başkan, dava açmak için son günden bir gün önceye sanıyorum, Şube
Başkanımız’a randevu verdi. Bu, şu demekti açıkça; “dava açmayın.” Son
güne kadar bekleyip, Şehir Plancıları Odası’nın dava açmasını engelleme
yoluna gitmişti. Bu konuyu biz müzakere ettik şubemizle. Biz Genel Merkez
olarak kendilerine, görüşmeye giderken davayı açıp öyle gitmelerini söyledik
çünkü Eskişehir Büyükşehir Belediyesi’nin yapmış olduğu, Sayın Başkan’ın
da burada anlatmaya çalıştığı plana yüzlerce eleştiri sunabileceğim, kentin
her tarafına halkalar şeklinde, tarım alanlarının içinden geçen çevreyollarıyla
donatan o planın yüzlerce eleştirisini yapabiliriz. Ancak hiç ona
girmeyeceğim. Orada fay hatlarının kaldırılması gibi birtakım basına çıkan
demeçlerin dayanağı şudur: Bu planın öncesinde yapılması zorunlu olan
jeolojik etütler yoktur, yapılmamıştır. Tarım alanlarına ilişkin eleştirilerin
dayanağı şudur: 5403 sayılı Toprak Koruma Kanunu gereğince alınması
gereken tarım görüşleri alınmamıştır. Çok ciddi eksiklikler vardır, bu plan
tartışılmamıştır;
kamuoyuyla
tartışılmamıştır,
meslek
odalarıyla
tartışılmamıştır. Şehir Plancıları Odası’nın görüşü yazılı olarak iletildiğinde de
cevap vermeye dahi tenezzül etmemiştir belediye, son güne kadar dava
açılması için beklenmiştir.
61
Konuşmamda söylediğim gibi Şehir Plancıları Odası’nın birçok şubesi
davalar açarak yargıda mücadele etmek zorunda kalıyor, siyasetle
mücadelesini şu anda yargı aracılığıyla götürüyor. Ancak yargıda da son
zamanlarda hepinizin bildiği malum gelişmeler nedeniyle çok ciddi sorunlar
yaşıyoruz, kararlarda çok ilginç sonuçlar alıyoruz. Aynen Eskişehir’de olduğu
gibi Sayın Büyükşehir Belediye Başkanı’nın ilk baştan beri söylediğinin
aksine, çokça Danıştay kararları, emsal kararları olmasına rağmen,
mahkemeden birebir aynı karar çıkmıştır. Sayın Büyükşehir Belediye
Başkanı, “Bursa’nın ne işi var burada, Bursa’daki bir şube nasıl olur
Eskişehir’de dava açar” dedi ve mahkeme de aynı kararı verdi. Yazık,
üzücüdür bu geldiğimiz tablo, Şehir Plancıları Odası’nın şubelerinde özveriyle
görev yapan arkadaşlarımız sürgünlerle, tehditlerle, baskınlarla karşı
karşıyalar. Bursa Şubemiz de özellikle ranttan pay bekleyenlerin baskılarıyla
çok ciddi tehditler almaktadır. Ölüm tehditlerine kadar varan tehditler
şubelerimizde oluşmuştur, işten atma tehditleri şube yöneticilerimize karşı
oluşmuştur. Siyasi baskılar, tehditler, rantın özellikle yoğun olarak el
değiştirdiği ve planlamanın da bu amaçla kullanıldığı bir ortamda sevimsiz bir
tabloyla karşı karşıya koymuştur bizleri.
Diğer yandan parti ayrımı gözetmeksizin her belediyede aynı şeylerle
karşılaşıyoruz. Sayın Başkan burada örneğini verdi, kentsel dönüşüm alanları
ilan ettiklerini söyledi. Ancak Sayın Başkan’ın mensubu olduğu parti: “Bu
düzenleme Anayasaya aykırıdır” dedi ve bizden yardım istedi. Biz de katıldık
çalışmalara ve Anayasa Mahkemesi’ne gitti. “73. maddeyle ilgili kentsel
dönüşümün bugünkü haliyle Anayasaya aykırıdır” dedi partiniz ve biz de
buna katılıyoruz, biz de bu görüşteyiz. Uygulanmaması gerekir, bugünkü
haliyle kentsel dönüşüm yetkisini kullanmak isteyen her belediye başkanı
Anayasal suçu işliyor. Lütfen vazgeçin, kentsel dönüşümün bugünkü bu
maddesi olduğu sürece, bırakın hükümetin izin vermesini-vermemesini, kaldı
ki sizin verdiğiniz örnekte de hatalar var, yetkiliyiz dediğiniz yerlerde de
kamuya açık kadastral yolların olması bile sizin yetkinizi devre dışı bırakıyor.
Çünkü yasayı iyi okuyun, yasanın maddesini iyi okuyun. Orada diyor ki:
“Kamuya ait parseller ya da kamunun kullanımında olan alanlar olması
halinde yetkiniz yoktur.” Dolayısıyla yetkiniz yoktur, başladığınızda da
çalışma yarıda kalacaktır. Benzer davalar açıldığında da lütfen bizlere
kızmayın, hukuk içinde kalırsa belediyelerimiz; Şehir Plancıları Odası da
yanlarında olacaktır, destekleyecektir. Hepinize teşekkür ediyorum.
62
ERHAN DEMİRDİZEN- Çok teşekkür ediyoruz. Oturumu sabırla
dinlediniz, acıktınız. Hızla yemek yiyebilmek için hemen bu oturumu burada
bitiriyor, öğleden sonra görüşmek üzere diyoruz.
63
2. OTURUM
“İSTANBUL’DA PLANLAR ve BÜYÜK KENTSEL PROJELER İKİLEMİ”
Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- “İstanbul: Planlama ve Siyaset” başlıklı
toplantımızın öğleden sonraki oturumunu açıyorum. Öğleden sonraki
oturumumuzun konu başlığı: “İstanbul’da Planlar ve Büyük Kentsel Projeler
İkilemi” olarak tayin edildi. Konuşma sırasına göre konuşmacılarımızı davet
etmek istiyorum: İlk olarak Sayın Adnan Gürdal, Başbakanlık Özelleştirme
İdaresi Başkanlığı adına katılıyorlar. İstanbul İnşaatçılar Derneği Başkanı
Nazmi Durbakayım davetliydiler fakat son anda çıkan bir toplantıları
nedeniyle katılamadılar. Onu, Derneğin Genel Sekreteri Sayın Abdullah
Baysal Beyefendi temsil edecek. Kendilerine çok teşekkür ediyoruz ve yerine
alıyoruz. Üçüncü konuşmacımız, İstanbul Üniversitesi Siyasal Fakülteler
mensubu Doç. Dr. Pelin Pınar Özden. Yine aynı fakülteden Doç. Dr. Hatice
Kurtuluş’u davet ediyorum. Son olarak da uzun yıllar İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Planlama Müdürlüğü’nde görev yapan ve yeni emekli olan, bu
arada da bir yüksek lisans tezi bitirerek bu süreci tamamlayan Asuman
Yeşilırmak’ı davet etmek istiyorum.
Şimdi sırasıyla konuşmacılarımıza söz vereceğim. Bir açılış
konuşması hazırlamıştım fakat sabahki konuşmalar çerçeveyi çok net bir
biçimde çizdi. Bu konuşmalardan çıkan mesajlarla şimdiki oturumda
anlatılacak olanları herhalde birleştireceğiz fakat şunu söylemeden
geçemeyeceğim: Daha önce de belirtildi, ilk İstanbul Buluşmaları’nı
gerçekleştirdiğimiz 2007 tarihinde konu başlığı “İstanbul’da Büyük Projeler”di.
“İstanbul’da Büyük Projeler” başlığı bütün oturumların başlığını oluşturuyordu
ve çeşitli sektörler tartışılmıştı. Ben o toplantının kitabına göz atarak ve bu
sabahki konuşmaları da dinleyerek şöyle bir değerlendirme yapma ihtiyacı
hissettim: O gün, 2007 tarihinde, plancılar gene de bir umut taşıyorlarmış.
Çeşitli akademisyen hocalarımız önerilerde bulunmuşlar. Planlamanın
projeler bütünü olarak nasıl organize edilebileceği yönünde öneriler
geliştirmişler. Siyasetle planlamanın nasıl bütünleşeceği yönünde bir umut
taşındığını yazıları okurken izleyebiliyorsunuz. Ama bugün gelinen noktada,
yani aradan geçen 5 yılın sonunda, bu umutların biraz kırılmış olduğu ne
yazık ki sabahki konuşmalarla tespit edildi. Sayın Ruşen Keleş Hocam, çok
64
açık biçimde ortaya koydu ve Fatma Ünsal Hoca çerçeveyi tamamladı. Bütün
bunlar ve sabahki oturumdaki konuşmalar umutların çökmeye başladığını
gösteriyor. Bugünkü oturumdan itibaren genç plancı arkadaşlara biraz
heyecan ve umut vermek zorundayız diye düşünüyorum. Evet, işimiz çok zor
ama mücadele ederek süreci yeniden tanımlamak durumundayız. Gücü
tekrar planlamanın yeni tanımlanmış biçimiyle başlatmamız gerekiyor diyerek
ve özellikle genç arkadaşlara hitap ederek ben yerime geçeceğim ve
sırasıyla konuşmacı arkadaşlara söz vereyim.
İlk konuşmacımız Adnan Gürdal Beyi davet ederek oturumu
başlatıyorum, buyurun.
ADNAN GÜRDAL- Hanımefendiler, beyefendiler; hepinize çok
teşekkür ediyor ve saygılar sunuyorum. Hocam merak ediyorum, burada
özellikle hangi bölüm öğrencileri var? Daha çok şehir plancıları mı? Mimar ya
da mühendislik dalları var mı? Niye bunu sordum biliyor musunuz
arkadaşlar? Hocam “gençlere biraz hareket verelim” dedi. Ben akademisyen
değilim, siyasetçi hiç değilim ama hayatın öbür tarafından, sizin gelecekteki
beklentilerinize cevap verecek birtakım ipuçları vermek istiyorum.
Hocam şehir planlama bölümlerinde ekonomi, iktisat, işletme dersleri
okutuluyor mu? En azından ben bilmiyorum. Çalışma hayatım boyunca;
mühendislerin ekonomi, işletme ve iktisadi bilgileriyle mühendisliği
birleştirememelerinden kaynaklanan handikaplar nedeniyle otorite olamama
gibi bir riskleri olduğunu gördüm. Dolayısıyla sizlere bir ağabeyiniz, bir
kardeşiniz ve hayat tecrübesi olan birisi olarak derim ki; eğer mümkünse
eğitim hayatınızı ekonomi, iktisat ve işletmeyle bir şekilde bir yerinden
destekleyin. Mesela kamu sektöründe çalışmak isteyeceksiniz. Ankara’nın en
güzide kurumları size inanın birçok kapıyı rahatlıkla açacaktır. Ama sadece
mühendislik, şehir planlama ya da mimarlık vizyonuyla bir yerlere gelme
imkanınız olmayabilir. Benim en azından kendi departmanımda çalışan
uzman arkadaşlarımın bu deneyim ve birikimlerine ihtiyacım var. Onları
öncelikle tercih ediyorum. Hocam, böyle bir birikime daha çok ihtiyaç
duyulduğu gerçeğini inşallah siz de dikkate alırsınız. En azından ben öyle
arzu ediyorum, buna çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum, Ankara’da
böyle.
65
Şimdi, Özelleştirme İdaresi kentin herhangi bir yerinde niçin plan
yapar, neden planlama ihtiyacı duyar? Bunu size kısaca biraz anlatmak
istiyorum. Biz çok meraklı olduğumuzdan ya da kentin bir yerlerine müdahale
etmek istediğimiz için değil. Yöneticilerin ya da kenti yönetenlerin ellerindeki
yetkileri alma ya da sağdan soldan kırpma gibi bir düşüncemiz de yok, hiç
olmadı. Ama şöyle oldu: Belki birçoğunuz burada özelleştirme vizyonuna,
felsefesine karşı olabilirsiniz. Hiç önemli değil, karşı da yandaş da olabilir,
farklı da olabilir, bilgi eksikliği de olabilir. Her şeyi sorabilirsiniz, her türlü
konuyu tartışabiliriz. Ama biz şu gerçekle bu yola çıktık: Az önce Yılmaz
Büyükerşen Hocam bir yer gösterdi, Eskişehir Şeker Fabrikası ve kentin
merkezinde kalmış. Siz bir plancı olarak, kent vizyonuna sahip insanlar
olarak, artık kentin merkezinde bir fabrikanın olmasını düşünebilir misiniz? Bu
mümkün değil, şehrin dışına taşırsınız. Ama zamanında bu fabrikalar şehrin
dışındaydı. O zaman için genişleme alanları, çok büyük alanlar olarak
kamulaştırılmıştı. Ama zamanla kent geliştikçe fabrikalar kentin tam
merkezinde kaldı. Ama hala 1960 model çok ilkel görüntülerle o fabrikalar
orada faaliyetlerini sürdürmeye çalışıyorlar. Bu ne ekonomiye, ne kent
vizyonuna, ne başka bir algıya hiçbir şekilde uygun değil. Ne yapmanız
gerekiyor? Burayı bir şekilde kente katmanız gerekiyor. Kente katarken bunu
çok basit bir ifadeyle tutup hemen yeşil alan ilan edersiniz, park-bahçe
yaparsınız, bu da bir kente katılımdır. Ama kaynaklar o kadar kısıtlı ki,
kaynakları dağıtırken, devletin elindeki varlıklarla bireyin ve tüzel kişilerin
elindeki varlıkları eşit dağıtmanız gerekiyor. Yani bütün sosyal donatıları
kamu kaynaklarından kesmeye kalkarsanız ya da onlardan sağlamaya
kalktığınız zaman plancılar olarak bir yere haksız kazanç sağlamış
oluyorsunuz; vatandaşa ya da özel sektöre ya da başka bir şeye. Ama bu
kentte yeşil alana ihtiyaç varsa; nimetine de, külfetine de hem devlet olarak
biz, hem de birey olarak, hem de tüzelkişi olarak herkesin katılması gerekir.
Dolayısıyla biz bunu yapmaya çalışıyoruz.
Kentin yetkilileriyle konuşuyoruz ve diyoruz ki; “artık bu fabrika
ekonomik ömrünü tamamlamıştır.” Bizden birileri burayı fabrika olarak alsa
bile yarın sizin kapınıza gelecek ve diyecek ki “ben buraya rant tesisi yapmak
istiyorum, otel yapmak istiyorum, alışveriş merkezi yapmak istiyorum” ve siz
de buna bir şekilde, bir yerde razı olacaksınız. Peki bu rant değil mi? Rant.
Benden alırken ne aldı? Fabrika alanı. Peki ben fabrika alanı ya da yeşil alan
ya da sanayi alanı olarak şehrin merkezindeki bir yeri özelleştirdiğim zaman
ne olacak? Buradaki katma değer fark, sonradan yaratılacak bir imar planıyla
66
vatandaşın eline geçecek. Zamanında bu hataları yaptık ve bunun bedellerini
de çok ağır ödedik. Biz ne yapıyoruz? Gidiyoruz, kentin yetkilileriyle
konuşuyoruz. Diyoruz ki; “biz bu fabrikayı ya kaldıracağız, ya kapatacağız.”
Bunun artık faaliyetini sürdürmesi imkansız. Neden sürdürmesi imkansız?
Çünkü ekonomik verimliliği bitmiş, teknolojiye ayak uyduramamış, bir şekliyle
teknolojisinin gerisinde kalmış, yenileme yatırımları yapılamamış. Ama
zamanında çok büyük kaynaklar, bu vatandaşın kaynakları oralara
kullanılmış. Artık bu kaynaklar yürütülemez ve sürdürülemez. O zaman
bunun sürdürülebilmesi için yeni trendlere ayak uydurmak zorundasınız.
Şöyle düşünün; Mecidiyeköy’de eskiden bir sürü fabrika vardı. Hiçbir özel
sektör Mecidiyeköy’de fabrikasını bıraktı mı? Çerkezköy’den daha ucuz bir
arazi aldı ve gitti. Mecidiyeköy’de ise kente katılacak yeni trendlere uygun
mekanlar yarattı. Tartışırsınız, beğenmezsiniz, beğenirsiniz ayrı bir şey ama
bu trende devlet olarak biz de uyuyoruz.
Burada şunu da yapıyoruz aynı zamanda; külfet-nimet dengesini
sağlamaya çalışıyoruz, kentle konuşuyoruz, kentin yöneticileriyle
konuşuyoruz. Biz burada kentin ihtiyacı olan otopark, yeşil alan, belediye
hizmet alanı gibi alanları sağlamak koşuluyla birlikte bir plan yapmayı
arzuluyoruz ve bunu sağlamaya çalışıyoruz. İnanın Özelleştirme İdaresi
olarak ve ben bu birimin başında en yetkili şahıs olarak, hiçbir yerde rant
amaçlı, sırf devlet para kazansın ya da bir şey yapsın diye plan yapmadık.
Kimse de bana yap diye bir talimat vermedi. Bazı konuşmacılar haklı ya da
haksız bunun böyle olduğunu zannedebilirler. Bir başka yerde olabilir ama
bizde olmuyor, inanın olmuyor. Kimse müdahale etmiyor. Bizim planlama
sürecimiz, bizden sonra Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 4 tane Bakan ve
Sayın Başbakan’ın da olduğu bir Kurul tarafından onaylanıyor. Şu anda
Türkiye’de en yüksek planlama otoritesi olarak Özelleştirme Yüksek Kurulu
bulunmaktadır. Dolayısıyla böyle bir şey söz konusu değil. Ancak şimdi
büyük kentlerde bu çok kolay. Belki kentin etkili, yetkili departmanları var.
Geçen gün beni Mudurnu Belediye Başkanı ziyarete geldi. Mudurnu
Belediye Başkanı’nın derdi şu: “Orada, birçoğunuz belki biliyor belki
bilmiyorsunuz, tarihi dokuda konaklar var, hafta sonu konuklar gidiyor,
Mudurnu’yu geziyor, misafir oluyor. Ama hafta içi kimse gelmiyor benim
şehrime. Benim bu hafta sonunu, hafta içini de, yani 7 gün 24 saat
ekonomiye, esnafa, halkıma yönelik canlandıracak bir şeyler yaratmam
lazım. Orada şeker fabrikalarının 30 dönümlük bir arazisi var. Bize bunu ver,
67
birilerine tesis yapması için fırsat yaratalım.” Sen bunu nasıl yaratacaksın,
kaynağın var mı, belediyende böyle bir bütçen var mı? Yok. Peki, yatırımcı
buldun mu? O da yok. Peki, nasıl sağlayacaksın? “Yapacağım, zilyet terkibi
verin.” Peki, niyetin bu mu? “Bu.” Peki, o zaman ben size söyleyeyim, dedim
ki: “Ben geleyim, göreyim. Eğer böyle bir potansiyelin olduğunu tespit
edersem, gerçekten yatırımcı varsa, böyle bir talep varsa ben planlayayım.
Hem planlayayım, hem özelleştireyim. Eğer orada katma değer yaratacak bir
tesis oluşturmak istiyorsan, sen elini taşın altına koymadan, hiç beş kuruş da
harcamadan ben bunu özel sektör eliyle yapayım.” Artık devletin ticari
aktiviteye girip, başka alanlar yaratmasına fırsat vermeyelim. Çünkü sonuçta
hüsranla bitiyor. Eğer boşluk bırakırsanız, hangi alanda olursa olsun, hangi
dönem siyasi iktidar olursa olsun birileri doldurur. Nedir boşluk? Yani orada
bir yönetim ya da bir başka alan, iş alanı fırsatları varsa birileri onu otorite
olduğu dönemde kullanır. Siz o alanları kapatacaksınız. Kapatmadığınız
sürece bu alanları birileri dolduracaktır. Bugüne kadar da kamu elindeki
kaynakların, verimsiz kullanılması, birtakım siyasiler tarafından farklı
gerekçelerle, rantabl, fizibıl kullanılamaması, sürdürülememesinden
kaynaklanmış, bugüne gelinmiş. Özelleştirme de bunun sonucu olarak
çıkmış.
Demek istediğim arkadaşlar; kente, İstanbul’a belki benim Ankara’dan
müdahale etmem doğru değil, katılıyorum. Ama bazen öyle yerler oluyor ki,
makro projeler, İstanbulport, Salıpazarı projesi, İzmir’de bir kurvaziyer planı.
Kurvaziyerin ne olduğunu aranızda belki bazıları biliyor, bazıları bilmiyor:
Dünyada gemilerle yolculuk yapmak, dünyayı dolaşmak. Kurvaziyer
turizminin bir konsepti var. Bu konsepte Türkiye ayak uyduramamış,
Dünyada 18 milyar dolarlık bir pasta var, biz bundan 1 milyar dolar
alamıyoruz, 200-300 milyon dolarlık bir rakam. Oysa ki destinasyonlarımız
çok fazla, ülkemizdeki egzotik limanlar, birçok yerler çok fazla. Ona rağmen
biz bu turizmden pay alamıyoruz. Çünkü altyapımız yok. Çünkü o turizm
şirketleri güvenli liman istiyor. Aynı konseptte, aynı trendde ve aynı
standartlarda limanlar istiyorlar ki, sizi destinasyonlarına alsınlar. İki yıl
önceden programlar yapılıyor, iki yıl sonra size gelecekler. Ama iki yıl
önceden sizin eğer Salıpazarı’ndaki İstanbul limanınız o standarda uygun
değilse sizi programına almıyor ve yolcularına da satmıyor. Siz de bu
gelirden pay alamıyorsunuz, ‘homeport’ olamıyorsunuz, yani ana liman
olamıyorsunuz. İzmir öyle, Kuşadası öyle, Bodrum öyle, dünyanın her
yerinde bu böyle. Ama biz kaynaklarımızı iyi kullanamıyoruz. Niye? Kör
68
dövüşüne, “o öyle olmasın, böyle olmasın” diyoruz. Ya tamam, öyle olsun.
Sivil toplum örgütleri, Plancılar Odamız burada. Ben kendilerine her zaman
da söylüyorum, planın her aşamasını tartışmaya hazırım. Sıkıntı şu;
hepimizin kendimize özeleştiri yapması lazım. “Birisi benim düşüncemde
değilse mutlaka yanlış yapmıştır.” Böyle bir şey yok, o senin düşüncende
olmayabilir, onu sevmek zorunda değilsin ama bir onu dinlemek, bir onu
anlamaya çalışmak, bence işin bir boyutu.
Şehir Plancıları Odamızın, sivil toplum örgütlerimizin bazen -genelde
demiyorum- böyle hataları var, yanlışları da var. Gelin tartışalım, yanlışını
söyleyin, düzelteyim ama teknik anlamda, kafadan karşı çıkış olmasın.
Kafadan karşı çıkış, bilimsel insana, teknik bir insana yakışmaz. Kafadan,
siyaseten karşı teknik olarak çıkamazsınız, çıktığınız zaman ben sizi ciddiye
almam. Ama bana derseniz ki; “şurada şu eksiği yaptın, bu planlamayla
kente şu zararı veriyorsun, ulaşıma şu kadar yük getiriyorsun, şu kadar
etkiliyorsun ve siz buna çözüm bulmamışsınız.” Bu kente bir külfettir, bu
külfetin bedelini ben ödemek zorunda değilim, kamu kurumu olarak, kamu
adına işleme. Haklıdır, başımın üstünde yeri var. Benim de önerim, “evet,
pardon, yanlış yapmışım”, ulaşım etüdümü yaptırırım, tekrar gözden
geçiririm, başka bir şey yaparım, bunları yaparım, ben açığım, yani biz açığız
bu konularda, ama bazen böyle, kusura bakmayın. Bir tane örneği size
anlatacağım: Taşucu’na gidildi. Burada uzman arkadaşım var, bilirkişiyle
gidiyor. Taşucu’nda bir tane bizim eski SEKA Fabrikamızın limanı var,
uluslararası sulak alan ilan edilmiş. Artık orada limancılık faaliyetleri
yapılması yasak bizim Ramsar Sözleşmemize göre. Demiş ki, “burada liman
yapamazsın, fabrika yapamazsın, tersane yapamazsın, başka bir şey
yapamazsın, hiçbir şey yapamazsın o anlamda.” Yapamayacaklarını saymış.
Onları yapamadığına göre yapabileceklerin kalıyor geriye; turizm tesis alanı
yaparız. Biz plan yaptık ya, Şehir Plancıları Odası hemen dava açtı. Dönüşte
söylediğini size söyleyeyim: “Ela Hanım bizim sizinle aynı yerde olmamız
gerekiyormuş, ama ben farkında değilim.” Avukatınızın söylediği bu, yoksa
benim istediğim bu değil. Çünkü öteki taraf sanayi olsun, tersane olsun diye
bize dava açmış iptali için, Şehir Plancıları Odası da onların yanında olmuş.
Oysa ki benim yanımda olması gerekiyor, ben doğru plan yaptım. Yani
kurallara, hukuka, uluslararası sözleşmelere uygun plan yaptım. Birlikte
olmamız gerekirken karşı olmak niye? “Nasıl olsa bunlar yanlış yapmıştır,
ben baştan dava açayım.” demek olmamalı, biz tartışabilmeliyiz,
konuşabilmeliyiz.
69
Az önce Başkanımın söylediği gibi, ben son gün randevu filan
vermiyorum, bana gelse ben ilk gün veririm, randevuya gerek yok, direkt kapı
gelir. Bizde böyle bir şey yok, kimsenin niteliği, kişiliği, partisi, siyaseti beni
ilgilendirmiyor. Ben her belediye başkanıyla, ya da biz idare olarak, herkesle
rahat konuşuyoruz. Kenti konuşuyoruz, beni onun kimliği ilgilendirmiyor.
Mudurnu Belediye Başkanı, dediğimiz gibi hükümetin dışında siyasi partiye
sahip bir arkadaş ama niyeti iyi, kentini düşünüyor. Kentini düşünüyorsa, ben
onun yanındayım. Bilmiyordur belki mevzuatı, benim öyle onun önünü
açacağımı bilmiyordur ama ona ben yol gösteriyorum, memnun olup gidiyor.
Demek istediğim şu; Özelleştirme İdaresi olarak bizim asla kente müdahale
ederken, kenti hançerlemek, kente külfet oluşturmak ya da rant yaratmak gibi
bir niyetimiz yok. Belki adında özelleştirme olduğu için nasıl olsa bunun
altında rant vardır diye düşünmeyin. İnanın kentin içerisinde kente katma
değer yaratan projeler üretiyoruz. Kente sosyal alanlar kazandırıyoruz. Bakın,
İzmit’te sahille kentin arasında anayol var, E5 var. Fakat sahille halkın
bütünleşmesi mümkün değil. Ya körfezden dolanacak ya da başa bir yerden,
giremiyor. Ya fabrikalar kapatmış ya da TÜPRAŞ’tır, PETKİM’dir, şudur,
budur, İzmit’i bilenler bilir. Kentin denizle bütünleşmesi imkansız, başka bir
yolu yok. Biz orada ne yaptık? 500.000 m2’’lik SEKA Fabrikası’nı kapattık ve
şehre devrettik, SEKA Park olarak kente katıldı. Bunun gibi bir sürü örnekler
var.
Özelleştirme İdaresi olarak, otorite olarak, inanın kentin içindeki hiçbir
yere isteyerek müdahale etmiyoruz. Sıkıntı şuradan kaynaklanıyor: Tepedeki
yönetim, Bakanlar ya da Başbakan işin acil ve ivedi olmasını ister her zaman.
Siz süreci ne kadar uzatırsanız o kadar yük alırsanız, ne kadar kısaltırsanız o
kadar rahat edersiniz. Dolayısıyla bürokratik, oligarşik alanda alanınızı
daralttığınız zaman, işinizi doğru yaptıktan sonra merkezden ya da yerelden
kaynaklanan hiçbir sorun yoktur. Önemli olan işinizi kurallara, kaidelere,
şehircilik ilkelerine uygun olarak yaratabilmek ve yapmak. Bunu yaptığınız
sürece, kentten mi müdahale etmişsiniz ya da merkezden mi, Ankara’dan mı
önemli değil. Önemli olan kentle konuşarak, kentin içinde, kentin bütün
öğelerini dikkate alarak planlamanızı yaparsanız hiçbir sıkıntı yoktur diye
düşünüyorum. Her yer İstanbul değil, her yer İzmir değil. Biz Van’ın
Bahçesaray’ında da bazen plan yapabiliyoruz. Oradaki insanların ne plancısı
var, ne vizyonu var, ne de böyle hukuku anlayacak ekibi var. Onlara da
yardımcı oluyoruz, orada da bizim yerlerimiz olabiliyor. Trabzon’da da oluyor,
Isparta’da da oluyor, Antalya’da da oluyor, İstanbul’da da, İzmir’de de. Bazı
70
projeler dediğim gibi makro projeler, merkezi otoritenin idaresinde olması
gerekiyor. Yerel otoriteler bunu her zaman organize edemiyorlar ve kent geri
kalabiliyor. O nedenle bazı kaynakların etkin, verimli değerlendirilmesi için
merkezi otoritenin ağırlığının olması gerektiği kanaatindeyim. Bu her zaman
değil, ama bazen diyorum, dolayısıyla biz bunu asgari olarak kullanıyoruz.
Beni dinleme zahmetinde bulunduğunuz için çok teşekkür ediyorum, hepinize
saygılar sunuyorum.
Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Teşekkür ederiz. Herhalde çok soru
gelecektir. Toplantı sonunda tekrar size söz vereceğiz. İkinci söz sırası,
Sayın Baysal’ın. Kendisi İstanbul İnşaatçılar Derneği Başkanlığı adına
konuşacak. Bir özelliği daha var konuşmacımızın, kısa bir süre de olsa
belediye başkanlığı deneyimi söz konusu, dolayısıyla iki tarafı birlikte
değerlendirmesini bekliyoruz kendisinden.
ABDULLAH BAYSAL- Teşekkür ederim efendim. Sayın Başkan,
değerli dinleyiciler; İstanbul İnşaatçılar Derneği adına, şahsım adına hepinizi
saygıyla selamlıyorum. Ben dersimi bu sabah çalışmaya başladım çünkü bu
görevi sabah yeni aldım. Onun için konuşmamda bazı eksik gelebilecek
şeyler olursa peşinen bağışlanmasını istiyorum.
Plan ve siyaset; zor örtüşen iki tanım, iki ifade. Planda amaç insan,
yani planlamanın amacı insan. Ne demek bu? İnsanın kaliteli yaşayabilmesi
için, sürdürülebilir bir yaşam biçimine ortak olabilmesi için yapılan bir
değerlendirme. Bildiğiniz bir tanımı hep beraber sizlerle paylaşmak istiyorum.
Planı kısaca tanımlamaya çalıştığımız zaman; siyasal, dinsel, sanatsal,
hoşgörüden, özgürlükten, laik düşünce ve demokrasiden, bilimsel bilgi ve
nesnellikten oluşan bir bütün olarak tanımlayabiliriz. Şimdi olaya böyle
baktığımız zaman plan, tanımı olarak uzun dönemli bütün ayrıntıları içeren bir
tasarım olmalıdır. Bir başka yanlış algı daha yapıyoruz: Plan dediğimiz
zaman, ilk önce İstanbul aklımıza geliyor. Yani Anadolu’da bütün şehirlerin
plan kavramıyla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Benden önceki konuşmacı da
plandan bahsediyorken belli illeri saydı ama Anadolu’da bugün 80’in üzerinde
il var.
Şimdi bu noktaya geldiğimizde birinci aşama şu olmalı bize göre,
İstanbul İnşaatçılar Derneği’ne göre: Plan sadece yarın için değil, gelecek
için yapılmalıdır. Günü kurtarmak için asla ve asla yapılmamalıdır. Bugüne
71
değin baktığımızda, özellikle İstanbul’da, bu ifadeyi Sayın Mehmet
Bekaroğlu’ndan alarak kullanmak istiyorum, son 10 yılda İstanbul’da yapılan
plan tadilatlarında 110.000.000.000 dolarlık bir rant elde edilmiş. Gereksinim
var plan yapılmasına, niye gereksinim var? Çünkü arazi bitti İstanbul’da, bina
yapılacak yer kalmadı. Yeni yerleşim alanları bulmak zorundayız ama yeni
yerleşim alanlarını bu uğurda bulma ihtiyacı da doğuyor. Çünkü İstanbul’a
ciddi bir akım var, göç var. İstanbul’da çok ciddi bir nüfus artışı var. Tüm
bunların gereksinimi olan konutu karşılamak zorundasınız veya çarpık
şehirleşmenin öncüleri olmak durumundasınız. Bu bağlamda biz İstanbul
İnşaatçılar Derneği olarak planı ciddi olarak önemsiyoruz. Plan erkini
kullanıyorken, özellikle bunun üzerinde titizlikle durulmalı, bilimsel bilgiden
yararlanılmasını özellikle istiyoruz. Bilimsel bilgiyle donatılmayan bir plan
sürdürülebilir bir plan olamıyor galiba. Ayrıca bir başka şey de var, plan erkini
elinde tutan güçlerin o gücü, çok özür dileyerek, hovardaca kullanma hakları
yok. Planı yaparken gelecek için yapıyorsak… Genç kardeşlerim içinizde
şehir plancısı olmayan ve tek işletmeci olan benim, şehir planlamasıyla ilgim
yok, hasbelkader belediye başkanlığı da yaptım, şehri tanıma fırsatı buldum.
Şehir nedir, onu tanıma fırsatı buldum. Kent sadece fiziksel anlamda bir
mekan değildir, kenti kendi yapan ruhu olmalıdır. Siz Avrupa yakası
diyorsunuz, Anadolu yakası diyorsunuz. Bunlar sadece coğrafi bölge
ayrımından değil yapısının çatısında, sokağında, içinde yaşayan insanların
yöresel ayrımlarından doğan kavramlar.
Bir gün Balat’ta bir çalışma için bulunuyordum. Oranın çok meşhur bir
sokağı var. Şekerim düştü. Çikolata alayım diye bir bakkala uğradım. Yaşlı
bir teyze, ismi de Ayşe, teyze baktı bana böyle. Dışarıda da arkadaşlarım
var. Baktı baktı: “Ne arıyorsunuz burada” dedi, Karadeniz şivesiyle. “Bir şey
aramıyoruz teyze” dedim. “Yok, yok ne arıyorsunuz burada, bunun cevabını
vermelisin” dedi. Ne diyeyim? Biz geldik, Balat’ı tanımaya çalışıyoruz.
“Buraya giremezsiniz. Siz o büyük binalarda, yüksek binalarda
oturuyorsunuz, komşuluk nedir bilmiyorsunuz, insanlık nedir bilmiyorsunuz,
sevgi nedir bilmiyorsunuz, paylaşma nedir bilmiyorsunuz. Bu sokağın insanı
yüzyıldır burada yaşıyor, bu gördüğünüz sokak -sokağı gösterdi- iyi günde
de, kötü günde de hepimizin ortak yaşam alanıdır. Gençler burada kızlarla,
arkadaşlarıyla tanışır, burada nişanlanır, burada evlenir. İyi günümüzde de,
kötü günümüzde de hep birlikteyiz. Siz bizim bu yaşamımızı bozamazsınız,
bozdurmayacağız” dedi ve arkasından da Karadenizce okkalı bir küfür
söyledi bana. Şimdi bunu, şunun için sizlerle paylaşmak istiyorum: Plan erkini
72
elinde bulunduranlar, şimdi merkezi yönetim, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı;
yeni bir bakış açısı geliştirmeye çalışıyor. Net olarak da bilmiyoruz ne
diyecek. Ama bugüne değin alışageldiğimiz, İstanbul Metropoliten Plan
Bürosu adında bir büro var. Kurulalı 7 seneye yakın oldu. Kocaeli’nden
Tekirdağ’a kadar, Edirne’ye kadar bir plan yapmaya kalktı. Şu ana kadar
benim bildiğim üç kez başkan değiştirdi. Halen yaptığı planların ne kadar
uygulanabilir olduğu tartışılıyor, ciddi olarak tartışılıyor.
Aslında plancı tarafından bu yörelerdeki kentsel yerleşim alanlarının,
tarım alanlarının, sanayi alanlarının birbirinden ayrılması zorunludur. Avrupa
kriterlerine göre, insanca yaşamak için... Bu plan bürosunda çalışan
arkadaşlarımın hiçbirini kınamak istemiyorum, hepsi bu üniversitelerden
yetişmiş arkadaşlarım, bilimsel bilgiyle donatılmış arkadaşlarım. Ama planı
yapıyorken orada yaşayan insanların hiçbirine bir şey sormamışlar. Gidip
yerinde bir araştırma yapmamışlar. Bir alanı birinci sınıf tarım arazisi veya
üçüncü sınıf tarım arazisi ilan etmiş ama kimseye sormamış. O yöredeki sivil
toplum örgütlerinin hiçbirini karıştırmamış. Plan askı süreleri bir ay, araştırdım
Amerika’da 6 aymış. 6 ayda sadece yerel yönetimlerin veya plan erkini elinde
tutan büroların küçük salonlarında değil, toplumun görebileceği her yerde o
planlar askıya çıkıyor. İnsanlar inceliyor, düşünceleri varsa düşüncelerini
yazabilecekleri, şikayetlerini bildirebilecekleri veya övgüleri varsa onu
iletebilecekleri yerler var. Bunların tümü dikkate alınıyor, plan tekrar gözden
geçiriliyor. Bunu çok önemsiyoruz biz; katılımcı bir planın yapılmasını hem
ülkemiz açısından çok önemsiyoruz, hem de sahiplenme açısından
önemsiyoruz. Yani bakıyorsunuz bir gün mahallenizde bir plan tadilatı
yapılmış, hiç haberiniz yok, 30 katlı bina dikmişler. Şaşırıp kalıyorsunuz,
sabahleyin yanımızdan dozerler geçiyor, binaların temelini atmaya başlıyor,
yıkmaya başlıyor. Haberiniz yok olup bitenden, bu anlamda katılımcı
planlamayı ciddi olarak önemsiyoruz.
Bir başka şeyin üzerinde durmak istiyorum. İstanbul İnşaatçılar
Derneği olarak olaya baktığımız zaman olay şöyle görünüyor: Bir proje
geliyor. Bu arsa kıtlığı içerisinde bir arsa geliyor. Gidiyorsunuz belediyeye,
imar durumu alıyorsunuz. İmar durumunuzu alıyor proje yapıyorsunuz. Bina
yapacaksınız. Biraz daha iyisini yapayım, daha iyi bir mimar bulayım
istiyorsunuz. Daha lüks bir bina nasıl yapabilirim diye düşünürken aradan
belli bir süre geçiyor. Gidip tekrar baktığınızda plan değişmiş, sizin hiç
haberiniz yok. Aldığınız imar durumu, yaptığınız tüm çalışmalar, oradaki
73
insanların beklentileri bir anda yok oluyor. Şimdi bu bağlamda yerel
yönetimlerin çok duyarlı olması gerekir. Yerel yönetimler plan erki elinde diye
istediği planı yapmamalıdır. Yaptırmamalıyız. Biz sahiplenmeliyiz. Burada
konuşuyoruz. Birçok yerde de söylüyorum. Kiminle paylaşıyoruz burada
konuştuklarımızı? Sokaktaki insanlarla, Kağıthane’de oturan adamla,
Gültepe’de oturan insanla nasıl paylaşıyoruz? Hangi haklı meselemize onları
ortak edebiliyoruz? Yapamıyoruz.
Özellikle genç kardeşlerimden rica ediyorum. Lütfen ülkemizi
seviyorsak, yarınlarımızı seviyorsak bu meselelerde katılımcı olalım.
Alınmadan, sıkıntıya katlanarak, her yerde doğru bildiğimiz, ülkemizin yararı
için, geleceği için doğru bildiğimiz şeyleri insanımızla paylaşalım. Onlar
bilmiyor demeyelim. İnanın ki, şunu çok samimiyetle söylüyorum: İnsanlarla
bunu paylaşarak ciddi bir birliktelik kurmaya çalıştık. Anarşi yaratarak değil,
yetkilileri uyararak, ciddi tavır koyarak planı değiştirdik. Şimdi bunu çok
önemsiyoruz. Bu anlamda genç arkadaşlarıma çok ciddi sorumluluklar
düşüyor. Üstadıma katılıyorum. Bunun bir yolu da siyasetin içerisinde
olmaktır. Siyaset planlamanın içerisinde var. Bu nedenle örtüşmesinin çok
zor olduğunu söyledim. Mutlaka ve mutlaka siyasetin içerisinde, herhangi bir
siyasi parti içerisinde görev alınız. Ülkemize olan ve kendimize olan
sorumluluğumuz gereği bunu mutlaka yerine getirmeliyiz. Belediye Meclis
Üyeliği’ni, İl Genel Meclis Üyeliği’ni meslek haline getirmiş partililer var. Hiçbir
parti ayrımı yapmıyorum, hepsinde var bu. Adam siyasete başlıyor, Belediye
Meclisi Üyesi oluyor, Belediye Meclis Üyeliği’nden emekli oluyor. Dünyanın
hiçbir tarafında böyle bir şey yok. Nasıl elde ediyorlar onu da bilmiyorum. Ne
tür bir beceri gösteriyorlar onu da bilmiyorum. Ülkemizde bugün bizi yöneten
İstanbul Belediyesi’ne bir bakın. Yerel belediyelere de bakın. Şehir dediğiniz
zaman, kent dediğiniz zaman, kültür dediğiniz zaman ne algıladığını
anlayamadığınız, küçümsemek için söylemiyorum, insanlar var. Orada görev
almak istiyorsanız, önce bu kavramları bilmek zorundasınız. Bazı insanlar hiç
hak etmedikleri halde İmar Komisyonları’nda, Plan Komisyonları’nda görev
alıyorlar. Hak etmediğimiz planların, projelerin kaderiyle oynuyorlar.
Kaderimizle oynuyorlar. Bu bağlamda da buna sahip çıkmamız gerektiğine
inanıyorum. Sayın Başkanım, söz verdiğiniz için teşekkür ederim. Sürçülisan
ettiysek affedin. Teşekkür ederim.
Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Evet, şimdi söz sırası Sayın Doç. Dr. Pelin
Pınar Özden’de, buyurun.
74
Doç. Dr. PELİN PINAR ÖZDEN- Değerli konuklar, hocalarım, sevgili
öğrenciler, Şehir Plancıları Odası mensupları; ben de hepinize hoş geldiniz
diyorum. 2. oturumun 3. konuşmacısıyım. Bildiğiniz gibi İstanbul
Buluşmaları’nda her sene gündemdeki konular üzerine yoğunlaşıyoruz. Şimdi
ben de konuşmamda belli başlıklara değineceğim. Ama sadece
değinebileceğim. Çünkü sadece 15 dakikalık bir sürem var. Ama bu konulara
değinmeden de İstanbul Buluşmaları 2011’e geçemeyeceğiz diye
düşünüyorum. O yüzden belki tartışmalarda biraz daha açabiliriz bu konuları.
Şimdi 2000 sonrası döneme süreç olarak bakıldığında; sürekli artan bir
yayılmayı, kentsel yayılmayı ve küresel sermayenin beklentilerindeki artışı
görmek mümkün. Bu süreç içinde 2001 krizi sonrasında gelişen bir yerel
sermayeden ve onun da değişiminden söz etmek mümkün. Yerel sermaye
bugün ne kadar yerel belki buna da tartışmak mümkün ve bununla birlikte
siyaset ve kent ilişkisinde de değişimleri görmek mümkün.
Şimdi kentin sürekli yayılmasından bahsettim. İşte 1980’lerle 2000’ler
arasından küçük bir görüntü sizlere. Yine aynı şekilde Sultanbeyli’den bir
görüntü. Yine 1982 ve 2010 hava fotoğraflarıyla gelişmeyi görmek mümkün.
Şimdi bu sürece baktığımızda, giderek kent çeperlerinin özellikle önem
kazandığını görüyoruz. Oralara doğru eğilimin arttığını ve bu çeperlerde yer
alan özellikle tarımsal toprakların, konut ya da sanayi işlevlerine doğru
evirilmesini görmek mümkün. Tabii ki tarım alanlarının yanında, orman
alanları ve su havzaları da bu değişimden payını alıyorlar. Son dönemde,
tabii ki çok tartıştığımız bir konu da bu alanların, bu son boş alanların
dönüşümüyle, farklı işlevlerle kullanılmasıyla ve tahsisiyle birlikte kimliğini,
özgünlüğünü, özelliklerini kaybetmesi. Şimdi yine bu sürecin içinde, özellikle
kırsal karakterin kentsel karaktere doğru dönüşümünden söz etmek de
mümkün. Burada artık ne kır, ne kent olan melez yerleşmelerden belki söz
edebiliyoruz.
Bu sürecin içinde sanayi alanları, tarım alanları, üniversite alanları,
hastaneler, havaalanları ve -bunu daha çok uzatabiliriz- birçok fonksiyon
2000 sonrası dönemde kentin çeşitli alanlarında biçim değiştirerek yer
almaya daha da artarak devam ettiler. Burada sermaye talepleri, biraz önce
söylediğimiz gibi -ama sadece küresel sermayeden de bahsetmiyorum
burada, yerel sermayenin de değişiminden bahsettim. Yerel sermayenin artık
ne kadar yerel olduğundan ve o büyük küresel sermaye ne kadar yaklaşmış
olduğundan da söz etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü artık yerel
75
sermaye dediğimizde sadece küçük girişimcileri, küçük inşaatçıları, küçük
şirketleri de kastetmiyoruz. Özellikle 2000 sonrası dönemde çok gelişmiş,
palazlanmış büyük bir yerel sermayeden söz ediyoruz ve bu anlamda
sermaye sadece küresel sermaye diye de talepler açısından
tanımlanmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu sürecin içinde kentlerin
evirilmesi ve bununla birlikte mekanın yeniden üretimi de devreye giriyor.
Şimdi 1980’lerle 2000’ler arasında baktığımızda süreç içinde değişen
ne var? Aslında diğer oturumlarda da bu oldukça irdelendi. Değişen bir
toplum var ama toplum yerinde duruyor, siyaset yerinde duruyor fakat mekan
değişiyor. 1980’lerde yasadışı mekan üzerinden geliştirilen bir politika söz
konusuyken 2000’lerde yasallaştırılmış, meşrulaştırılmış bir planlama ve
mekan süreci üzerinden yürütülen bir politika söz konusu. Burada mekan
değişiyor ama toplum da, siyaset de tabii değişiyor, değişmediğini söylemek
zor. Hepsi açısından değişiklik var ama biz bunu belki en çok mekan
üzerinde yansımalarını görebiliyoruz. Burada 1980’li yıllarda kent mekanı
üzerinde çok belirgin ve bilinçli bir politikasızlık sürecinden bahsedebiliriz.
Daha önceki konuşmalarda da dile getirildi, yasadışı yapılaşmalar, imar afları
üzerinden yürütülen popülist politikalar ve 2000’lerde bunun tam tersine
aslında aynı siyaset, aynı politika başka bir şey üzerinden yürütülüyor. Çok
belirgin ve bilinçli bir politika üzerinden yürütülüyor. Burada meşrulaştırılmaya
çalışılan bir kent örüntüsü var, sermayenin talepleri var, küresel ve yeni yerel
sermayenin talepleri var ve kentsel dönüşüm en çok konuşulan konulardan
biri olarak mekanı meşrulaştırılmakta kullanılan önemli araçlardan biri.
Peki, buradan 2011 İstanbul Buluşmaları’nın gündemine geldiğimizde,
bugün İstanbul neleri tartışıyor diye baktığımızda; bütün bu süreçlerin
ardından altı tane başlığı ben buraya aldım. Bunları artırmak mümkün,
mesela, ulaşım bunun içinde olmazsa olmaz, ama ayrı bir oturumda da ele
alınacak. O yüzden ona hiç değinmek istemedim. Bun başlıkların içindeki;
çılgın projeler -hepimizin bildiği tam seçim arifesinde gündeme gelen-, finans
merkezi projesi, çok yakın zamanda çıkan bir kararname, merkezileşme
konusunu yeniden gündeme taşıyan tartışmayı gerekli kılan bir konu olarak
2B alanlarıyla ilgili yeni gelişmeler, yabancılara gayrimenkul satışıyla ilgili
yeni girişimler ve tarım arazilerinin dönüşümü gibi konuların tartışılmaya
değer olduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi bunların hepsine tek tek girip
analiz edecek bir süre yok, o yüzden çok yüzeysel geçebileceğim, ama
sadece dikkat çekmek istiyorum bu konulara.
76
İlk başlık çılgın projeler konusuydu, aslında sayın Ahmet Turgut bu
projeden bahsetti, oldukça da iyi açıkladı. Her boyutuyla tartışılması gereken
çok büyük bir çevre projesi, çok büyük bir planlama yaklaşımı, çok büyük bir
siyaset alanı olarak tartışılması gereken bir proje olduğunu düşünüyorum.
Buradaki yeni şehir kararlarının, ‘İki Yeni Şehir’ kararının nasıl alındığı,
nerelerde olduğu konusundaki belirsizlikler, bunların hepsi devam ediyor.
İkinci başlık: ‘Finans Merkezi İstanbul’ Projesiydi. Bu aynı zamanda 9.
Kalkınma Planı’nda yer alan bir konu. Hepinizin bildiği gibi 9. Kalkınma
Planı’nda “İstanbul’un uluslararası finans merkezi olması sağlanacaktır.” diye
belirtilmiş. Resmi Gazete’de süreç böyle devam ediyor; 2009 yılında finans
merkezi strateji belgesi kabul ediliyor, 2010’da idari yapılanmasına ilişkin
genelge çıkıyor ve hem finans merkezi, hem de çılgın proje kapsamında
bunları bir bütün olarak belki düşünmek lazım, bir senaryonun parçaları
olarak düşünmek lazım. İki Yeni Şehir projesi, işte Taşocakları’nın yeniden
kullanımı, Ataşehir Finans Merkezi gibi projeler arka arkaya gündeme geliyor.
2011 Ağustos ayında da Ataşehir’deki bazı alanlar iyileştirilmek, yani finans
merkezi olmak üzere iyileştirilmek, altyapılarının ıslahı yapılmak üzere Çevre
ve Şehircilik Bakanlığı’nın yetkisine bırakılıyor. Bu oldukça taze bir haber.
Evet, kalkınma planında İstanbul’un bir finans merkezi olma kararı var
ama bu kararlar ne kadar katılımcı ve ne kadar ortak zeminlerde alınıyor
doğrusu onu da çok fazla kestiremiyoruz. O da belki tartışılması gereken
konulardan bir tanesi, çoğumuz belki de “İstanbul finans merkezi oluyor”
haberini gazetelerden okuduk, televizyonlardan duyduk, yeterince
tartışılmadan gündeme gelmiş bir konuydu.
Üçüncü başlık Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın kurulmasıyla ilgili bir
kararnameydi. Bu da çok gündemde, çok yeni bir gelişim, biliyorsunuz.
Orman ve Su Bakanlığı da kuruldu ama Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın
oluşumu, teşkilat yapısı ve eline aldığı yetkiler gerçekten çok tartışılması
gerekli diye düşünüyorum. Daha önce TOKİ’nin aldığı diyelim, 2516 no.lu
Kanunla 2004 yılından itibaren TOKİ’nin üstlendiği neredeyse bütün yetkiler,
bu sefer eski TOKİ Başkanı ile birlikte yeni Bakanlığa devrolmuş görünüyor.
İşte her türlü ölçekte fiziki plan yapma, proje yapma, çevre düzeni, nazım
plan, uygulama imar planı yapma, ruhsatlandırma, onama, dönüşüm projeleri
yapma gibi birçok konu yeni kararnameyle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın
yetkisine verildi: Tabiat varlıkları konusu kültür varlıklarından ayrılarak
77
Bakanlığın yetkisi altına verildi, özellikle doğal SİT alanlarıyla ilgili olarak
projeler yapma, taşınmaz satın alma, trampa etme, kamulaştırma,
toplulaştırma yapma, dönüşüm alanları, transfer alanları, yenileme alanları
geliştirme, kentsel tasarım projeleri yapma, imar hakkı transfer etme, acele
kamulaştırma yoluna gitme -ki, mesela şu günlerde resmi gazeteleri takip
ederseniz birbiri ardına çeşitli illerde ciddi boyutlarda acele kamulaştırma
uygulamaları yapıldığını izleyebilirsiniz. Yine aynı kararname üzerinde
tartışılmasını düşündüğüm bir şey söylüyor. Diyor ki: “Bu devir sürecinde
tarihi kentsel SİT alanlarının bulunduğu alanlarda bu alanların mevcut doğal
SİT statüsü göz önünde bulundurularak Kültür Varlıklarını Koruma Bölge
Kurullarınca değerlendirme yapılır. Kültür ve Turizm Bakanlığının talebi
üzerine Bakanlıkça kısmen veya tamamen yürütülmesini Çevre ve Şehircilik
Bakanıyla Kültür ve Turizm Bakanı birlikte karar verir.” Tuhaf bir tanımlama
da var burada. Çok üzerinde tartışılması gerektiğini düşündüğüm ve bütün
planlama yetkilerini doğrudan merkezileştiren, bu anlamda yeni bir
merkezileştirmeyi belki de tartışmayı gerekli kılan yetki paylaşımında yeni
değişmelere yol açan bir kararname bu. Kimler arasında? Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Toplu
Konut İdaresi ve belediyeler arasındaki bütün yetkilerin, yani neredeyse
bütün bu yetki paylaşımının yeniden yazılmasını, bu hikayenin yeniden
yazılmasını gerekli kılacak boyutta değişiklikler getiriyor kararname.
Dördüncü başlığımız, 2B alanlarının satışı. Aslında çok uzun yıllardır
konuştuğumuz, üzerinde tartıştığımız bir konu ama bununla ilgili çok da yeni
gelişmeler var. Mesela, Sultanbeyli’yle ilgili az sonra söz edeceğim. 2009’da
biliyorsunuz 5831 sayılı Kanunla, Tapu Kanunu’ndaki değişiklikle 2B
arazilerinin satışının teknik zemini hazırlanmış oldu. Burada gazetelerden
öğrendiğimiz kadarıyla, bu hesabı yapmak zor ama 16 küsur milyar liralık da
bir pazar söz konusu 2B alanlarının. İstanbul’da 9.251 hektar 2B alanı olduğu
söyleniyor. Fotoğraflarda da görebilirsiniz alanların devasalığını,
büyüklüğünü.
Şimdi çok yeni bir karar var, bu ay Resmi Gazete’de yayımlandı, bir
Bakanlar Kurulu kararı: Maliye Bakanlığı’na Sultanbeyli ilçesindeki bazı
alanlarda yürütülecek projelerde yetki veren, yetkilendiren bir karar. Şimdi
Sultanbeyli alanında bu kararla birlikte hem Maliye Bakanlığı, hem de Çevre
ve Şehircilik Bakanlığı, buralarda iyileştirme, yenileme, dönüşüm çalışmaları
yapmak üzere yetkilendirildi. Bakanlar Kurulu kararı, Eylül ayında çıkmış.
78
Burada Toplu Konut İdaresi ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı arasında da bir
yetki paylaşımı gerçekleştirildi. Bundan sonra Sultanbeyli ilçesinde
dönüşümün önü açılıyor gibi görünüyor. Tabii bu diğer 2B alanları için de
örnek teşkil edecek.
Bir başka önemli başlık ise yabancılara mülk satışı konusu. Bu da
2008’deki Tapu Kanunu’ndaki değişiklikle başlamayan ama onunla birlikte
hızlanan bir süreç. Karşılıklık ilkesi çerçevesinde daha önceden yapılan
satışlar, yabancı uyruklu kişilerin taşınmaz mal edinimiyle ilgili karar kanun
değişikliğe uğradı 2008’de. Belli oranlarda gayrimenkul edinme yetkisi
yabancılara verildi. Burada Bakanlar Kurulu’na bir yetki verildi; merkez
ilçelerin ve ilçelerin altyapıları, ekonomileri, enerjileri, çevre, kültür, tarım,
güvenlik gibi önemleri dikkate alınmak üzere.
Bu kanunun 36. maddesinde bir değişiklik oldu; değişiklikte, yabancı
yatırımcıların da Türkiye’de kurdukları veya ortaklık yaptıkları şirketlerde
taşınmaz mülkiyeti elde edinmelerine karar verildi, 35. maddede yine aynı
şekilde değişiklikler oldu. Bu süreç aslında şu bakımdan önemli bizim için:
Yabancıların mal edinmesinin ne faydası ya da zararı olabilir diye
düşünülebilir belki ama şu anda gazetelerde belki sık sık gayrimenkul
sayfalarında da izliyorsunuzdur, yabancı yatırımcıların İstanbul’a ilgisinin ne
kadar büyük olduğu, rezidans projelerinden yüzde 15’lere, 20’lere kadar
varan neredeyse paylar satın aldığı gibi veya büyük projelere büyük
yüzdelerle ortak oldukları gibi konular sık sık karşımıza çıkıyor. Şimdi burada
şöyle bir problem de var tabii; bu projeler özellikle kamu yararı açısından ele
alınacak bir bakış açısıyla bakıldığında karşımıza şu çıkıyor: Yabancı
sermayeyle yapılan yatırımlar kendi toplumumuza, kamuya ne kadar geri
dönüyor, ne kadar kamuya geri dönüşü olabiliyor bu projelerin? Bu bakımdan
baktığımızda önemli bir tartışma konusu yine oluşturabilir diye düşünüyorum.
Mesela, burada bir gayrimenkulde gelişen trendler raporundan, 2009 yılında
İstanbul’la ilgili bir değerlendirme var. Gelişim fırsatları açısından birinci
sırada, yatırım öngörüleri bakımından da üçüncü sırada olarak
değerlendiriliyor. Tabii şunu sormak lazım belki de: Yabancı yatırımcılar
İstanbul’a neden bu kadar ilgi duyuyorlar, neden kendi ülkelerinden çok
İstanbul’da projeler yapmak istiyorlar? Burada da acaba karşımıza şöyle bir
cevap mı çıkıyor: Burası her şeyi yapmak için çok uygun, yani siyaset bu işin
önünü açmak üzere her türlü kolaylığı sağlıyor, yasalar bunun zeminini
hazırlıyor. Dolayısıyla belki kendi ülkelerinde mevcut yasalar çerçevesinde,
79
mevzuat çerçevesinde gerçekleştiremedikleri hayallerini acaba burada bu
zeminde, bu kent mekanında gerçekleştirmek daha mı kolay, onun için mi
İstanbul’a bu kadar ilgi büyük diye düşünmek mümkün.
Gene Köy Kanunu, Turizmi Teşvik Kanunu, Endüstri Bölgeleri
Kanunu, Petrol Kanunu gibi kanunların her birinin içinde yabancı uyruklulara
gayrimenkul tahsisi ve satışına yönelik düzenlemeler olduğunu ve bunların
da sık sık değiştiğini dikkate alırsak, belki bu sorular aklımızda biraz daha
biçimlenebilir. Mesela, burada 2008, oldukça yeni değerler var. Mısırlılar
başta olmak üzere yabancıların İstanbul’da aldıkları gayrimenkullerin tapu
kayıtları 4257’ymiş. Bu 2011’den bir haber, 74.000.000 m2 neredeyse alan
İstanbul’da yabancılara satılmış görünüyor. Oldukça büyük rakamlar diye
düşünüyorum.
Altıncı başlığım, tarım arazilerinin dönüşümü konusu. Bu konu kendi
içinde belki günlerce tartışılması gereken de bir konu. Ben bu konuyu daha
önce de başka bir çalışmada çok inceledim ve gördüm ki, toprak koruma ve
arazi kullanımıyla ilgili bütün yasal düzenlemeler aslında tarım arazilerinin
amacı dışında kullanımını düzenleyen yasalardan, yönetmeliklerden ve
tüzüklerden oluşuyor. Mesela, şurada bazı maddeler göreceksiniz; Bakanlık,
“Tarım arazilerinin korunması, geliştirilmesi, kullanımıyla ilgili farklı
sınıflandırmalar yapılabilir. Bu alanlar yerleşim alanları, sosyal, ekonomik
amaçlı altyapı tesisleri ve diğer arazi kullanım şekillerine verilebilir” diyor.
Tarım arazilerinin amaç dışı kullanımı gene bu kanunun içinde tanımlanıyor.
Alternatif alan bulunamaması halinde, kırmızıyla yazdığım, özellikle doğal
afet sonrası geçici yerleşim bölgeleri. Bu, kamu yararı kararı alınmış plan. Ve
yatırımlarla -ki, kamu yararı da biliyorsunuz çok lastik gibi bir kavram bu
kanunda da tanımlanıyor- her türlü şekilde tarım alanlarını kullanmak
mümkün. Özellikle de İstanbul gibi kent arazisinin, kent arsasının kıymetli
olduğu alanlarda son kalan tarım alanları gerçekten de son derece kıymetli
ve çok çeşitli kurumlarca farklı amaçlara tahsis edilebiliyorlar.
Burada gene tarım arazilerinin korunması ve kullanılmasına dair 2000
tarihli yönetmelikte “Daha uygun araziler bulunmadığı takdirde çeşitli
amaçlarla tarım arazileri kullanılabilir” diye belirtilmiş. Hangi amaçlarla?
Köylerin planlı yerleşimi için, mevcut yerleşim alanlarına ilave belediye
mücavir alan sınırları içinde belediye tarafından imar planı yapılmak istenen
yerler, organize sanayi bölgeleri, küçük sanayi siteleri gibi -daha bunu arka
80
arkaya sıralıyor- çeşitli tarım dışı amaçlarla kullanılabileceğini söylüyor. 2009
tarihli tüzükte her ölçekteki imar ve çevre düzeni planlarının yapılması ve
değiştirilmesiyle tarım arazilerinin tarım dışı amaçlı faaliyetlere ayrılmasına
bakanlıklarca veya valiliklerce izin verilebileceğini söylüyor. Gene burada
Bakanlıklar ve valilikler aynı gerekçelerle yetkilendiriliyorlar. Teknik
talimatlarda da aynılarını görebilirsiniz. Sanayi bölgeleri, havaalanları, işte
turistik tesisler, sportif alanlar, imar planı talepleri bu şekilde belirtiliyor
talimatın içinde, benzeri yatırımlar için zorunlu olursa tarım dışı amaçlarla
kullanılabilir deniliyor.
Şimdi buradan İstanbul’a yansımalarına geldiğimiz zaman da şunu
görüyoruz: İstanbul Çevre Düzeni Planı’na baktığımız zaman, tarım
arazilerinin üzerinde de plan kararlarında da tarım dışı birtakım işlevlerin yer
aldığını görmek mümkün. İşte üniversite ve teknoloji geliştirme parkları, konut
alanları, üniversiteler, turizm alanları gibi birçok fonksiyon şu anda
İstanbul’un son tarım alanları üzerinde yer seçmiş durumda. Bunları da çok
hızla geçiyorum, İstanbul ilinin Tarım Master Planı’nda da aynı konular
gündemde. Şimdi buradan baktığımız zaman altı başlık saydım size, dediğim
gibi bunları çeşitlendirmek mümkün. Planlama ve siyasetin bu altı başlıkla ve
çoğaltabileceğimiz daha birçok başlıkla ne kadar iç içe olduğunu,
planlamanın ne kadar siyasetin bir aracı haline geldiğini, zaman içinde bu
hep böyleydi, ama bunun ne kadar arttığını görmek mümkün. Burada
değişen neler var? Mesela, aktörlerde çeşitli, piyasa aktörlerinin sayısında
artış var, belki değişen olarak bunu söylemek mümkün. Kaynak dağılımındaki
eşitsizliklerde artıştan tekrar bahsetmek mümkün, mekanın giderek
siyasallaşmasından, giderek siyasetin bir aracı olmasından, iktidarın gücünü
göstereceği bir arena olmasından bahsetmek mümkün ve bunun için de
mekan bir şekilde değişiyor ve bu süreçte zannediyorum ki, daha da artarak
2012 İstanbul Buluşmaları’nda tartışılacak. Umarım zamanında bitirebildim,
ben dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Biz teşekkür ediyoruz. Pınar Özden’in
dediği gibi, her bir konu ayrı ayrı uzun tartışmalara muhtaç. Bunlardan bir
tanesini galiba Sayın Hatice Kurtuluş sunacak bize, biraz daha ayrıntıda bir
konuyu ele alarak bakacak. Teşekkür ediyoruz Pınar arkadaşımıza.
Doç. Dr. HATİCE KURTULUŞ- Teşekkür ederim beni davet ettiğiniz
için İstanbul Buluşmaları’nın beşincisine. Aslında bir sunuşum var, daha çok
81
İstanbul üzerinden orta sınıfın mekanla imtihanı dediğim bir sunum, yani
İstanbul’da büyük konut projeleri, konut sunumundaki radikal dönüşümden
sonra İstanbul’un sadece Sulukule gibi ya da gecekondu alanlarındaki
dönüşüm projelerinin gecekondu halkını etkilediği gibi çok yaygın olarak
çalıştığımız bir alan dışında da bu yeni konut sunumunun ve büyük projelerin
İstanbul’un eski orta sınıflarını ve yeni orta sınıflarını nasıl yeniden mekanda
yerleştirdiği ve nasıl bir rekabet, bir savaş alanına dönüştürdüğü ya da bir
pazarlık, bir uzlaşma, bir ruhunun teslim edilmesi, yani bir rant adına gibi bir
süreci açıklamak istiyorum aslında size. Ama ondan önce çok önemli bir şey
var benim için, söylemeden geçemeyeceğim: Tabii Özelleştirme İdaresi
Başkanımız -yetkilimiz diyelim- size, öğrencilere bir şey önerdi. Dedi ki:
“Kendinizi düşünün.” Yani benim ondan çıkarttığım şuydu: “Gidin işletme
okuyun, mühendisler mutlaka pazarlamayı öğrenin, ne alınır, ne satılır,
nereden nasıl kar edilir bunu öğrenin” dedi size değil mi? Yani siz onu mu
anladınız? Ben onu anladım. Kabaca söylüyorum tabii affınıza sığınarak,
çünkü alınmayacak bir karakterde karşımızdaki arkadaşım, ama kabaca ben
öyle anladım diyeyim.
ADNAN GÜRDAL- Sadece şu: Bir mühendisin bir yol geçirilirken
maliyetini bilmezse, oradan geçirdiği maliyet hesaplamazsa, mühendislik
olmuyor; onu anlatmaya çalıştım.
Doç. Dr. HATİCE KURTULUŞ- Tabii çok haklısınız ama bütün
mühendisler bunu çok iyi biliyorlar. İkincisi, şehir planlama öğrencileri ve
mimarlık öğrencileri için söylüyorum; ben aslında sosyolojide ve kamu
yönetiminde ders veriyorum ama o kadar severim ki, mimarlık ve şehir
plancıları öğrencilerini çünkü onlar o kadar uyanıktırlar, dünyayı dönüştürmek
konusunda heveslidirler. Çünkü tarihleri öyle, yani onların geçmişine
baktığınızda, bu alanların geçmişine baktığınızda bir felsefi arka planı var.
Yani o arka plan onlara sadece kendi çıkarlarını, kendi ceplerini
doldurabilmeyi ya da kendi geleceklerini düşünmekten daha çok şey yaptırır.
Tarihsel kişilikler onlardır, yani kendi cebini herkes doldurabilir. Arazi
spekülasyonunun bu kadar yoğun olduğu bir ülkede o kadar kolaydır ki cep
doldurmak, 40’lı yaşlarına geldiğinde bu çocukların hepsi zengin olabilirler
isterlerse ama onlar daha iyi bir dünya tasarlamak istiyorlar. Özelleştirme
İdaresi’nin de bugünkü siyasetinde neoliberalizmde anlamadığı şey bu
aslında ve direniş de burada. Yani bu çocuklar daha iyi bir dünya hayal
ediyorlar, herkes için daha iyi bir dünyayı kurmak üzere plan ya da mimari
82
eser ya da hayal kurmak istiyorlar. Bizim de onlardan beklediğimiz budur,
benim karşımda para kazanacak öğrenci geldiğinde vasattır o, kazanır
nasılsa, karşıma bir kent kuracak ve o kentteki bütün o sosyal ilişkileri,
adaleti, eşitliği hayal edebilen bir öğrenci geldiğinde ben karşımda zekayı
görüyorum. Kusura bakmayın, ben 20 yıldır öğrencimle ilişkimi böyle
kuruyorum ve eğer akademik eğitim yapıyorsak, yani meslek lisesi, meslek
yüksek okulu değil, İTÜ gibi, Yıldız gibi ya da başka üniversitelerin mimarlık
fakülteleri gibi yerlerde o kadar emek vererek bir meslek ediniyorsak; o
mesleğin bir etiği var, o mesleğin bir dünyayı dönüştürme gücü var. O
nedenle bu kadar eziyeti çekiyor bu çocuklar, çekiyorsunuz. Yani o nedenle
hiç katılmayacağım size; işletme değil, bol bol iktisat okuyun, iktisat
okuduğunuzda -çünkü çok temel bir bilimdir- iktisat size adalet ve eşitlik
konusunda da çok şey söyler. Sadece büyüme, iktisadın çok küçük bir
alanıdır. Yani o kıt kaynakların nasıl bölüşüleceğine dair teoridir iktisadı
iktisat yapan, yani bölüşüm büyümeden daha önemli bir kuramıdır iktisadın.
Onun için iktisadı da okurken, hani işletmeci gibi değil de, iktisatçı gibi, yani
bir temel bilim olarak okumanızı öneriyorum. Mademki siz bir öneride
bulundunuz, ben de bir öneride bulunmak istedim.
Planlama-siyaset ilişkisi buradaki öğrencilerin pek çoğunun bildiğini
zannettiğim bir tarihsel ilişkiye çok benziyor aslında. Gothe’nin “Faust”unu
okuduysanız, Faust ile Mephisto arasındaki ilişkiye çok benzer. Faust aslında
çok temiz birisidir başlangıçta, hayalleri vardır, umutları vardır, dünyayı
değiştirebileceğine dair inançları vardır. Sonra aşık olur, aşık olunca o aşkını
elde edebilmek için, ona sahip olabilmek için bazı şeylerden vazgeçer. O
hayalci Faust yerini aşık Faust’a, yani o aşk için her şeyi göze alabilen
Faust’a bırakmıştır. Bu aşkı, bugünün dünyasında siyasi rant ya da ekonomik
rant olarak düşünebilirsiniz. Faust’u bugüne uyarladığımızda , arkasından
getireceği şey de şudur ama: O aşka çok da sahip, arkasından onu
meşrulaştıracak şey de ilerlemedir. İlerlemeci gelişmeci Faust’tur üçüncü
Faust, yani Faust’un üç aşaması vardır.( Marshall Berman’ın “Katı Olan Her
Şey Buharlaşıyor”unu okuyabilirsiniz, mekan çalışan herkes için öneriyorum.)
Faust’un üçüncü aşaması ilerlemeci Faust’tur. Artık başka çaresi yoktur. Bu
kaybettiklerini ve bu aşkın da gerçekleşmemiş olmasını, yani o aşk üzerinden
kaybettiklerini ancak bir gelişme, bir ilerleme meşruiyetiyle kendine de meşru
kılabilir. Onun için bugün siyasetin planlamadan beklediği, büyümedir.
Ekonomik büyümenin motoru olsun planlama diye bekler.
83
Planlama; bir kapitalist modern deneyimin sonucu ortaya çıkan bir
süreçtir, bir araçtır. O aracı siyasetin nasıl kullandığı da planlamanın
felsefesindeki sürekli değişimlerle gerçekleşir. Yani siz eğer planı, hiç
değiştirilemez etik değerlerle kurulmuş bir teori ya da içinde çok değişkenli bir
teorik çerçeve olarak düşünürseniz, siyasetçi planı kolay kolay istediği gibi
kullanamaz. Örneğin; kapitalizmin büyüme teorisinden çok hoşlanan
iktisatçılar, iktisadi bölüşüm teorisini kullanmayı tercih etmez. Buna rağmen
o teori vardır ve çok yerleşik, matematiksel olarak açıklanmış bir teoridir
ancak onu göz ardı etmeyi tercih ederler. Çünkü işe yaramaz, o bölüşüm
meselesi başka bir meseledir. İşte plan da böyle bir şey, plan eğer böyle
güce sahip olsa, o zaman siyasetçinin elinde bu kadar kolay değişebilir bir
araç olmaz. Ama plan kendi ortaya çıktığı dönemin felsefi ortamından
uzaklaşa uzaklaşa, sadece kapitalizmin üretiminin sıkıştığı, aşırı birikim
krizine girdiği zamanlarda mekansal üretimle, yani kentsel mekanı bir meta
olarak yeniden yeniden üreterek, üretimi genişletip krizden çıkma aracı olarak
kullanır. Onun için sabah Fatma Hoca’nın sunuşu çok güzeldi, ben de çok
şey öğrendim. İstanbul’un planlı olduğunu... Gerçekten planlı İstanbul, ama
biz planlı dediğimiz zaman şunu anlıyoruz: Planlı değil, çünkü planlı olsa
daha iyi olması gerekirdi, daha insanca olması gerekirdi.
Eşitliğin göreceli olarak -yani kapitalizmin altında ne kadar olabilirsemekansal dağılım içerisinde olması gerekirdi. Ama aslında siz; 19.
Yüzyıl’daki radikal sınıfsal çatışmaları engellemek ve düzenlemek üzere,
sınıfların mekanlarda yerleştirildiği, daha sonra da sosyal refah devletiyle
birlikte planın bir sosyal refah devleti aracı olduğu, öyle kimliklendiği bir
plandan bahsediyorsunuz. O nostaljik plan, size ahlaki geliyor, oysa plan öyle
olmak zorunda değil. Plan siyasetçinin elinde bir araç olduğu müddetçe,
kendi özerk, yani devletten, siyasetten, sermayeden özerk bir ahlaki alan,
felsefi bir alan olmadığı müddetçe, araç olduğu müddetçe her siyasetçi planı
kendine uygun bir şekilde tabii ki uygulayacaktır, dünyayı birikim açısından
da dönüştürmek için harika bir araçtır. O nedenle siyasetle plan arasındaki
ilişkiyi hem Faustiyan bir bakış açısıyla görebiliriz, hem de aynı zamanda
planın aslında her konuda ne kadar dönüştürücü bir yanı olduğunu görebiliriz.
Gerçekten 1983’ten sonraki döneme baktığımızda, yani 1984 yılından
itibaren, Türkiye neoliberal politikaları benimsiyor. Onu benimseyebilmek için
de koskoca kaybedilmiş bir 10 yıl var belki. O politikalara geçebilmek üzere
Türkiye’nin üzerinde oynanan oyunlara baktığımızda o yıllardan sonra da biz
açıkça şunu görüyoruz mekanda: 1980’lerin sonlarına kadar bunu çok
84
hissetmiyoruz. Birkaç proje var, o projeler de kente çok uzak ve insanların
çok ilgisini çeken projeler değil. Bildiğimiz gibi Bahçeşehir ya da Ankara’da
göreceli olarak bölüşüm meselesine biraz daha yakın olan Batıkent projesi
gibi bazı projeler var. 1990’lardan itibaren bu süreç hızla değişiyor ve kentsel
mekan bu büyük projelerle -ben konut projelerinden bahsediyorum ama Pınar
bahsetti diğer büyük projelerin ve planların neler olduğundan- dönüşmeye
başlıyor.
Şimdi buradaki çoğu kişi plancı ve mimarlık öğrencisi olduğu için
birçoğunuz İstanbul’un planlarındaki o lekeleri görüyorsunuz, biliyorsunuz.
İstanbul’un 1995’teki master planına baktığımızda; şu toplu konut projelerinin
mekansal yani coğrafi dağılımına baktığımızda, başka hiçbir şey
görmediğimizde haritanın üzerinde şunu çok açık görüyoruz ki; İstanbul aynı
zamanda bu toplu konut projeleriyle büyüyor. Buna baktığımda aslında ben
şöyle bir şey görüyorum: İstanbul yeni bir duvarla çevreleniyor, yani bu
çeperdeki İstanbul’un metropoliten üçüncü çeperi. Surların birinci çeper
olduğunu düşünelim, 1960’lardan itibaren kent surların dışına doğru
büyümeye başlıyor. İkinci çeper, boğaz köprüleri; birinci boğaz köprüsüyle
birlikte oluşan ikinci çeper. Üçüncü boğaz köprüsü ve otobanlarıyla oluşan da
üçüncü çeper. İstanbul, Avrupa’nın pek çok kentinde olduğu gibi yuvarlak bir
kent olmadığı, lineer bir kent olduğu için; çeper de o lineer olarak belirleniyor
tabii, öyle yayılıyor. Ama şu fotoğraf ve haritaya baktığımızda; o İstanbul’un
üçüncü çeperinin nasıl bir duvar gibi büyük kentsel konut projeleriyle
şekillendiğini görürsünüz. Bir duvarla çeviriyoruz İstanbul’u aslında
baktığımızda, gerçekten de duvarla çeviriyoruz. Çünkü bu siteler, bu konut
alanlarının kendileri de duvarlarla çevrilidir. Yani hem bir blok beton duvar
yapar kentin çeperini, hem de aynı zamanda kendileri de içlerinde bir duvarın
içinde yaşarlar. Şimdi bu projelerin mekanda dağılımına bakalım: Son 400
proje -yaklaşık 1.000 küsur proje var şu anda İstanbul’da sürdürülen- yani bu
söylediğimiz rakam 2000’lerden bugüne kadar elde edilmiş rakamlar. Ondan
önce bitmiş projelerin rakamlarına da tamamen ulaşmış değiliz. Nasıl
İstanbul’un konut sayısını bilmiyorsak, yani bina sayımı elimizde tam bir veri
olarak yoksa bu meselede de benzer şeyler var. Yani ulaşabildiklerimiz
üzerinden çıkarıyoruz. Bu son 400 proje 2000’lerin sonundan itibaren son 4-5
yıllık projeler. Ondan önceki projeler de çok sayıda, ama bunlar şu anda
devam eden ya da yeni bitmiş satışta olan projeler. İşte bunların dağılımını
görüyorsunuz, yani hem kentin çeperini sarıyor, hem de kentin merkezinde
de bir şeye dönüşüyor, bir radikal müdahale başlıyor kentin merkezine.
85
Kentin merkezine başlayan, bu sınıfsal bölüşüm meselesine gelmeden önce,
şu resmi size göstermek istiyorum, en güzel haritada görünüyor çünkü.
Şimdi kentin çeperindeki arazilerin büyük bir kısmı eski çiftlik
arazileridir. Daha önceki pek çok toplantıda da ben bundan bahsetmişimdir, o
konudaki doktora tezimde kullandım çünkü o çiftlik arazilerini. Bu çiftlik
arazileri çok büyük dönümlerde ve çok parçalanmamış arazilerdir. Çünkü
parselasyonun yapılamadığı, onun için aile içinde bölüştürülemeyen
arazilerdir ve çok uzun zamandır üzerlerindeki imar yetkisi ve köy arazisi tarla
olarak geçtiği için kendi evlerinin dışında bir şey yapamamıştır buranın
sahipleri. Bu arazilerin fiyatları çok ucuzdur o nedenle. Çünkü üzerinde bir
şey yapılamaz, artık tarım da yapılamaz. 19. Yüzyıl’ın sonundan beri tarım
yapılmıyor İstanbul’un büyük bir bölümünde. Bu tarım arazileri dönüşsün
anlamında söylemiyorum, sakın yanlış anlamayın, tabii ki rezervlere
ihtiyacımız var, ama üzerinde tarım yapılmayan boş küçük mandıra arazilerdi
bunlar ve bu araziler 1980’lerde kapatılmaya başlanmıştı. Daha doğrusu
darbeden sonra kapatılmaya başlanmıştır, 1983-1984’ten sonra -kendi
yaptığım sözlü tarih görüşmelerinden biliyorum- bizatihi rahmetli Turgut
Özal’ın kendi prenslerine: “Gidin, şurada şuradaki arazileri alın” diyerek
kapatılmıştır. Onlar bile -o zamanın Süzer’leri- şaşırmışlardı: “Ne yapalım
orada o koca araziyi alıp?” “Yani siz alın” demişti. Onun için bu araziler
mesela, Bahçeşehir’in olduğu Dereköy Çiftliği, Ispartakule Çiftliği -Ispartakule
konutlarının olduğu şu anda- bunların hepsi eski çok parçalanmamış özel
mülk çiftlik arazileridir ve çok ucuza alınmışlardır. Çünkü kurtların indiği bir
yer gibi görünen yerlerdir buralar, insanların “Burada ne yapılır ki?” dediği
yerler.
Şimdi buna benzer bir şekilde, Kurtköy’e kadar olan bölgede de büyük
çiftlik alanları var. Buralar şu anda Ağaoğlu’nun büyük projelerinin
gerçekleştiği yerlerdir. Başka kişilerden de bahsedebilirim ama Ağaoğlu çok
popüler bir kişilik, bir inşaat starı olduğu için ondan bahsederek
söyleyeceğim, sizin de daha çok ilginizi çekecek. Ağaoğlu’nun projelerinin
büyük bir kısmı, Ümraniye’deki Hekimoğlu Çiftliği vb. gibi merkez dışındaki
projeleri, eski çiftlik arazileridir. Çok ucuz arazi kapatıldıktan ve imar
çıkartıldıktan sonra, işte o siyaset-planlama ilişkisi, o Faustiyan ilişki yeniden
orada devreye girer. Kentin merkezine geldiğimizde, bu çevreyle ilgili çok
önemli bir şey daha söyleyeyim: Bu ‘çeperdeki arazilerin kapatılması’ terimini
çok rahat kullanabiliriz, çok namusluca kullanabiliriz, çünkü tam da öyledir.
86
Düşünebiliyor musunuz, dünyanın herhangi bir ülkesinde, demokratik bir
ülkede 10.000 dönüm bir araziyi hiçbir vergi vermeden yıllarca tutabilir
misiniz elinizin altında? Kentsel bir arazidir üstelik artık bu, içinde
gecekondular var, şu var bu var etrafında, tutabilir misiniz? Ruşen Hoca
sabah anlatmıştır mutlaka bunun nasıl bir avantajlı sistem olduğunu, o
sayede olur. Yani babasının Ümraniye’de nalbur dükkanı olan bir insanın bu
kadar büyük sermayeyi bu kadar zamanda biriktirebilmesi için Latin
Amerika’daki altınları Avrupa’ya getiren tüccarlar gibi bir iş yapıyor olması
gerekirdi. Yoksa böyle bir birikimin birikmeyeceğini biliyoruz iktisadi kurallara
göre, ama nasıl birikiyor? Arazinin mülkiyetini hiçbir yasal engel olmadan ele
geçirmekle birikiyor bu arazi ve bu örnekte çok net bir şey var, onu da
vereyim geçeyim: Ağaoğlu o kadar önemli olduğu için söylemiyorum ama
televizyonda bir reklam var. Diyor ki Ağaoğlu: “Kentin üstüne yatırım
yapacaksınız, altına değil.” O reklamdan üç gün sonra Türkiye’de seller
oluyor ve kentin altına yapmadığımız yatırımlar nedeniyle insanların
öldüğünü görüyoruz. Cinayet bu, yani o reklam size bir cinayet işlemeyi
öneriyor aslında, diyor ki; “Alta değil, üste.” Alta yatırım yapmak ne demek?
Maden çıkaracak halimiz yok, altın çıkaracak halimiz yok. Yani “altyapı yerine
üstyapı yapın” diyor adam, “üste yapın, toprağın üstüne yapın.” Yaptınız
gördünüz işte Antalya yerle bir, İstanbul’da her sene defalarca sel felaketi
oluyor değil mi? Onun için o çok ironik bir şey aslında, o reklamın hala
dönüyor olması bile bir dava konusu olabilir. Çünkü tersinde insanlar
ölüyorlar, sadece evlerini kaybetmiyorlar. Bir kamusal hata yüzünden bir
insan öldüğü zaman bambaşka bir durumdur. Diyebilirsiniz ki, “insanlar da
dere yataklarına ev yapmasalardı.” Evet ama başka yerde arazi mi vardı
oraya yapmasınlar? Yani arazinin bu kadar radikal bir biçimde eşitsiz
bölündüğü bir kentte başka bir yere imkanı var mı insanın ev yapmasının?
Yani o da risk alıyor tabii ki, o dere yatağına ev yapan birini savunacak halim
yok ama bunun çaresizliğin üzerinden alınan bir risk olduğunu
düşünebilirsiniz.
Şimdi kentin merkezine gelelim, orta sınıfa oradan geçeceğim çünkü.
Kentin merkezinde çok yakın zamana kadar, hatta 2000’lerin neredeyse
sonlarına kadar, aslında çok büyük bir dönüşüm yoktu. Yani merkez dediğim,
eski orta sınıf düzenli kentsel mahallelerden bahsediyorum. İki tane şey
göstereyim size; bugüne merkezde ve çevrede konutların dağılımı ve o
dağılımın konut tipiyle ilgili olarak da dağılımını gösteriyor bunlar. Yani
rezidanslar, apartmanlar, vesaire falanın nasıl dağıldığını görüyorsunuz.
87
Rezidansların merkezde oluştuğunu burada görürsünüz, morlar rezidanstır,
yeni orta sınıf konut alanları da daha çeperdedir, yani merkezden çevreye
doğru giden biraz daha gelirleri yükselen, bazen yükselmeyen ama çok
borçlanabilme kapasitesi olan düzenli bir işi olan, iyi geliri olan, o nedenle
borçlanabilen orta sınıflar da çeperde arazi alırlar ve onlar sistemin en büyük
destekleyicileri olurlar. Çünkü eğer sistemde en ufak bir aksilik olur da onların
ayda 5.000-10.000 dolar arasındaki diyelim ki, gelirleri aniden kaybolursa çok
borçludurlar bankalara, bu evi almışlardır, bir araba almışlardır, yatırım
yapmışlardır, çok kaybedeceklerdir. Onun için varsıllaşma ve riskli bir
varsıllaşma, yani krediyle bir yere bağlı olarak varsıllaşma, borçlu olarak
varsıllaşma tırnak içinde söylüyorum, bütün dünyada insanları sisteme çok
bağımlı kılıyor. Yani kaybedecek çok şeyleri oluyor ve çok borçlu oluyorlar. O
nedenle bizim çeperde yaptığımız bu çalışmada, gerçekten çok borçlu
olduklarını gördük. O yüksek düzeyde gelir elde eden Türkiye standartlarına
göre yeni sektörlerde, hani eskiden ‘yuppie’ denilen -tam açıklamasa bile o
terim- kesimin, yani hizmet sektöründe orta-üst düzey yönetici olan kesimin
çok borçlu olduğunu bizim çalışmamızda da gördük. Borçlular, ama onlar
kentin çeperine taşınıyorlar.
İkinci şey, kentin merkezi onların arzularını, yeni tüketim
alışkanlıklarını, güvenlik ihtiyaçlarını, paranoyalarını karşılamıyor. Yani başka
nedenleri de var, borçlanarak ev alabildikleri yerler de orada, kentin
merkezinde o kadar borçlanarak konut da alamıyorlar. Çünkü eski konut
stoku biliyorsunuz ketin ve bankalar pek çoğuna kredi vermiyor. Şimdi bu
kentin merkezine bakalım. İki eksenden bahsedeceğim size, İstanbul için çok
spesifik olduğu için bu iki ekseni aldım: Kadıköy-Bostancı ekseni. KadıköyBostancı
ekseni;
İstanbul’un
modern
kentleşmesinin,
modern
mahalleleşmesinin önemli örneklerinden bir tanesidir. Göreceli olarak düzgün
planlanmıştır gerçekten, eski parsel üzerinde yapılmış yap-satçılık sistemiyle
oluşmuştur. Ama eski parseller de büyük parseller olduğu için, yani büyük
bahçeli köşkler, bahçeli evler olduğu için, o bölgede ya da o eski köşklerin
parsellenmiş arazileri olduğu için, göreceli olarak daha planlı yerleşmiştir.
Yani boşluklar bırakarak hani bahçeli nizam apartman, yap-satçı
apartmanlaşmayla yerleşmiştir ve o zaman, yani 1960’lar, tabii 1950’ler
Avrupa yakasında, ama Kadıköy-Bostancı yakasında 1960’lar ve 1970’ler
çok önemli.
88
Bu model açısından baktığımızda 1960’lardan sonra özellikle bu yapsatçı konut sunumu gelişmesi bu bölgede oluyor. Buraya yerleşenler de
modern orta sınıflar. Neden böyle söylüyorum? Çünkü zaten o yıllarda
biliyorsunuz kırdan kente göçen, daha kırsal, eğitimi daha düşük kırsal
kültürel sermayeleriyle kente gelenler gecekondulara yerleşiyorlar. Zaten
düzenli bir miktar ödeyerek konut alabilecek bir güçleri yoktu. Kimler alıyordu
bu konutları? Düzenli geliri olan orta sınıf memurlar alıyordu. Kimdi bunlar?
Askerler, öğretmenler, kamu çalışanları, özel sektör beyaz yakalıları, yani işi
garanti olan insanlar bir miktar peşin veriyorlardı, geri kalanını da faizsiz bir
sistemde taksitle ödeyip, konut sahibi oluyorlardı. Yap-satçı sistem buydu.
Benzer bir sistem Şişli’de de vardı. Taksim-Mecidiyeköy hattı da yine
19. Yüzyıl’ın sonundan ve 20. Yüzyıl’ın başından itibaren modern
kentleşmenin, mahalleleşmenin olduğu bir yerdir gene, İstanbul çalışanlar
bilir. Orada da Kadıköy’dekine benzer bir doku var ama daha sıkışık bitişik
nizam konutlar bunlar. Kadıköy’deki kadar ferah, yeşil falan değil, ama
sonuçta modern bir mahalleleşme modeli görürüz. Orada da yaşayanların
büyük bir kısmı eski modern orta sınıflardır. Şimdi buralar çok yakın zamana
kadar baskı altında değildi. Yani basit yenilemeler oluyordu. Özellikle
depremden sonra Kadıköy bölgesinde bazı yenilemeler oldu. Fakat 2000’lerin
sonlarından itibaren, 2008-2009 yıllarında özellikle yeni bir yap-satçılık
sistemiyle bu binaların hepsi müteahhit baskısının altında kaldı. Bu binaların
çok büyük bir kısmında yenileme baskısı var. Bu yenileme baskısı eski orta
sınıfı; bu kentin yeni planına göre, kültür ve turizm merkezlerine bu kadar
yakın ve düzgün mahalleleşmiş alanları çok lüks hale getirdi. Bu birikim
mantığı, bu paylaşım sistemi çerçevesinde, eski orta sınıfın buralarda
yaşamaması gerekiyor artık, onların oradan çıkıp, çevredeki görece daha
ucuz konutlara gitmesi ve bu alanın dönüşmesi lazım. Ve işte bunun baskısı
başladı. O nedenle bu baskı buradaki orta sınıfların üzerinde. Sürekli
apartmanlara geliyorlar ve görüşüyorlar burada yaşayanlarla, dönüştürmek
istiyorlar buraları. Bunlar 30-40 yıllık apartmanlar olduğu gibi aralarında 20
yıllık apartmanlarda da var, tabii deprem bu konuda ciddi bir konu.
Size çok küçük bir anekdot vereyim bu yaptığımız çalışmayla alakalı.
Görüştüğümüz bir müteahhit -Karadenizli ve iktidara çok yakın bir müteahhiteski yap-satçı ama şimdi de yap-satçılığa devam edebilecek bir sermaye
gücüne sahip. Çünkü eski yap-satçı müteahhitlerin %90’dan daha fazlası
istatistiksel olarak gördüğümüz kadarıyla konut piyasasından çekildiler
89
1980’lerin son ortalarından itibaren ve yeni bir radikal bir dönüşüm oldu konut
sunumunda. Finans sektörünün de işin içine girmesiyle bunlar ona uyum
sağlayamadılar ve yok oldular. Geri kalan yaklaşık %10’luk kısmın içindeki bir
müteahhitten, tabii ki iktidara yakın bir müteahhitten bahsediyorum. Şunu
söyledi bana: “Ben doğrudan Başbakanla görüştüm, gittim ona dedim ki: Bu
apartmanlarda oturan şu yaşlı, inatçı insanlar var ya, onlar için bir yasa
çıkarmamız gerekir.” Ne yapıyor o yaşlı inatçı insanlar? Diyorlar ki; “Ben 80
yaşıma geldim, çocuklarım bu evde doğdu, burada yaşadı, ben ölene kadar
burada oturacağım kardeşim, evim değil mi, parasını verip almadım mı, Kat
Mülkiyeti Yasası yok mu? Var. Sen beni buradan çıkaramazsın.” Ama 10
dairelik bir apartmanda mesela bir tane yaşlı teyzeyle amca böyle itiraz
ediyorlar, dokuz kişi ise “dönüşsün, daha küçük olsun konutumuz, ama daha
lüks bir konut olsun, depreme dayanıklı olsun” diyorlar. İşte bu direnme çok
küçük bir direnme aslında, biraz daha iddialaşılsa, o pazarlık biraz daha
sürse o yaşlı teyzeyle amca ikna olacak belki, ama ona bile sabır yok bu
birikim modelinde. Bir şey daha var; şöyle bir yasaya zorlanıyor hükümet
müteahhitler tarafından: Apartmanın %70’i evet derse, öbürlerinin hiçbir
önemi yok, apartmanı dönüştürebilirler. Bu yasayı çıkarmak için inanılmaz bir
mücadele verdiklerini anlatıyor, başarılı olamadıklarını, çünkü Anayasa’ya
aykırı olduklarını mülkiyetin, ama devam ettiklerini ve bunu değiştireceklerini.
“Bu değişmezse bu kent değişmez” diyor. Bir müteahhidin söylediğinden
bahsediyorum size.
Diğeri, yani bu işin daha naif ve daha radikal olan tarafıysa, yine bu iki
bölgede belediyelerle de bir işbirliği yaparak sermayenin hani büyük projeleri
de devreye sokmaları ki, Şişli’deki bütün bu büyük rezidanslar örneğinde
bunu görebiliyoruz. Kent içi rezidansların büyük bir kısmı Şişli’de
gerçekleşiyor. Biliyorsunuz işte Anthller, Oftonlar, şimdi Sinpaş girdi oraya,
yani Şişli’de Bomonti gibi sıkışık bir konut alanına eski sanayi, üst tarafı da
konut alanı olan bir bölgeye Sinpaş inanılmaz büyüklükte bir rezidans
yapıyor. İçinde 400 konut falan olacak. Yine aynı alana Ağaoğlu girdi,
Ağaoğlu Dolapdere bölgesinde büyük bir hazine arazisinin üzerine yerleşmiş
olan bir gecekondu alanını dönüştürecek. Bütün Dolapdere bölgesinin bu
baskı altında olduğu şu anda çok açık. İşte kentin içi o kadar radikal bir
şekilde dönüşmeye başlıyor ki bu yeni projelerle, kent içi hem insani açıdan
yaşanmaz hale gelecek -yani bu alt yapı kapasitesi buna yetmeyecek- hem
de eski orta sınıflar oradan uzaklaştırılmaya çalışılacaklar.
90
Bu eski orta sınıflar kim biliyor musunuz? Kentin çevresine ve
merkezindeki yerleşime bakın, bunlar genellikle aslında beyaz yakalı
dediğimiz, yani memurlar dediğimiz kesim ve bir sonraki slayt onların meslek
yapısını gösteriyor, bir önceki slaytta da eğitim yapılarını görüyordunuz.
Genellikle orta üstü, hatta lise üstü eğitime sahip. Kentin bu eski kentsel
mahallelerinde oturan eski orta sınıf aslında donanımlı bir orta sınıf. Bütün
dünyada bildiğimiz bir şey var: Kentler sosyo-mekansal olarak kurulmuş
ölçeklerdir. Fizik mekan değildir bir kent, bir kente fizik mekan dersek eğer,
bu tamamen mühendislik bir açıklama olur. Kentsel anılarınızı düşünün,
bütün anılarınızla bir mekan vardır. Sizin bütün kimliğiniz, hepimizin kimlikleri
o mekanla oluşur. Yani mekanla kendinizi ifade edersiniz, onun için mekan
öyle basitçe içine girilir bir şeydir. Şeker fabrikasının dönüştürülmesi gibi
kaldıralım, yerine turizm alanı yapalım. İyi de, o şeker fabrikasının orada
bulunduğu zaman içinde diyelim ki, 50-60 yıl, 100 yıl, o süre içinde orada
nasıl bir sosyo-mekansal ölçek oluşmuştu? Oradaki o işçi sınıfı, o işçi
sınıfının çocukları o mekanda nasıl yerleşmişlerdi, nasıl mülklenmişlerdi?
Bütün bunları hesaba katıyor muyuz? Fabrikayı mühendislik olarak
kaldırabilir, yerine de çok güzel binalar yapabiliriz, ama o sosyo-mekansal
ölçeği bir ur gibi çıkarabilir miyiz vücuttan? Çıkartmayı deniyorlar tabii,
Sulukule’de başka yerlerde olduğu gibi. Onun için bu haritaya baktığımızda
şunu görüyoruz: Kentin dışına atılmaya çalışılan bu orta sınıf, kentin dışına
gidemeyecek bir orta sınıftır. Kentin dışında uyum yapamayacak da bir orta
sınıftır. O eski modern orta sınıf ölene kadar bu alanlardan çıkmamaya
çalışacaktır. Onların çocukları da, yani o mesleki şeyleri devam ettiren
çocukların bir bölümü de buralarda oturmayı tercih ediyorlar. O nedenle
burada ciddi bir baskı var ve ciddi bir pazarlık, eşitsiz bir pazarlık var.
İstanbul’a baktığımızda -bence belki başka kentlerde de oluyordur,
ama ben İstanbul’a bakıyorum- iki tür büyüme var İstanbul’da: Bir yandan
radikal bir şekilde merkezden çevreye doğru büyüyor, eski plan anlamında
plansız, büyümeye odaklı yeni plan anlamında çok planlı büyüyor. Bu yeni
orta sınıfa sunulan ütopyadaysa başka bir şey ortaya çıkıyor. Bu alanlarda
yapılan çalışmalarda tavsiye ediyorum şehircilik ve mimarlık öğrencilerine;
gidin, o sitede kullanım planını okuyun. O siteye gireceğiniz zaman size bir
kullanım planı imzalatılıyor ya da satın alırken Tapu Dairesi’nde bir de plana
imza atıyorsunuz, nasıl davranacağınızı belirten bir plana. O plana bakın, bir
de askeri lojman yönetmeliğine bakın, ben karşılaştırdım, tıpatıp aynısı, çok
küçük farklar var, o da çağdaşlık farklılıkları.
91
Bir diğeri onu da söyleyeyim size; Ağaoğlu’nun konutlarında
Mycity’de, Mytown’da, Myzabazingo neyse oralarda sitelerin yöneticileri kim
biliyor musunuz? Emekli askerler. Gerçekten, gidin bakın, emekli
astsubaylar, ağırlıkla alt düzey askerler. Lojman planıyla site yönetiyorlar.
Böyle bir yaşam biçiminin 21. Yüzyıl’da askeri yönetimin otoritesine bu kadar
karşıyken, askerin gücünü bu kadar azaltmaya çalışırken, bizim hayatlarımız
askerileşiyor aslında. Yani nasıl yönetilirseniz ona göre, orası nasılsa ona
göre davranacaksınız. Bir misafiriniz geldi, sarhoş o gece, içeri girmeye
çalışıyor, giremez yani, dışarıda yatmak zorunda ya da çıkacaksınız,
utanmazsanız kapıdan onu alacaksınız.
Diğer taraftan merkezde ikili bir büyüme var; yani merkez hep yeni
yap-satçılıkla büyüyor, hep rezidanslarla büyüyor. Yani merkezde de
yoğunluk artıyor ve bu orta sınıf oradan dışarı çıkarılmaya çalışılıyor, ama
gideceği yer de bu özgürlükçü olmayan bir yer. Y Onun zorlandığı yer, o
modern orta sınıfa git denilen yer de askeri bir yer aslında. İlginçtir ki, yeni
orta sınıf askeri yönetimi daha çok seviyor, bu kadar askere karşı bir liberal
yeni orta sınıfın, bu kadar askeri bir yönetim altında bir sitede nasıl
yaşadığını ben sosyolojik olarak açıklayamıyorum arkadaşlar. Buna
inanamazsınız. Yazılanlara-çizilenlere bakın, liberal sol diye düşündüğümüz
kesimin bile yazdıklarına, çizdiklerine bakın, askerin “a”sını duymak
istemiyorlar. Duymayalım tabii, askerin hayatımızda ne işi var, ama bu kadar
askeri bir sistemde nasıl bu kadar uyumlu halde yaşıyorsun? Tek tek itirazlar
var özellikle IT sektöründe çalışanlar biraz itiraz ediyorlar, “bu kadarı da çok
fazla” diye, orada çok zeki mühendisler falan var. Aslında liberalizmle araları
iyi, ama çok da zekiler, bunda bir tuhaf demokratik problem olduğunun
farkındalar, bir şikayetleri var. “Bu kadar da sıkı kontrol hoşumuza gitmiyor,
açıkçası bundan da rahatsızız” falan diyen az sayıda insan var ve orta sınıfın
inanın mekanda bir pazarlık gücü yok. Olduğunu zannediyor orta sınıflar,
ama daha önce yılların birikimiyle elde ettikleri mesela o 100-120
m2’likkonutların yerine 70 m2’lik konuta razı olduklarında pazarlık etmiş
oluyorlar. Onun dışında hiçbir pazarlık güçleri yok. Pazarlık gücü var
zannettiğimiz sınıfların pazarlık gücü yok ve bu önümüzdeki 10-15 yılda
zaten göreceğiz ne kadar güçsüzleştiğini bu sınıfın. Çok teşekkür ederim.
Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Çok teşekkür ediyoruz. Söz sırası Asuman
Yeşilırmak’ın. Açılışta da söylediğim gibi kendisi İstanbul’un planlama
süreciyle ilgili yapmış olduğu yüksek lisans tezi bağlamında bir sunuş
92
yapacak bize. Sabah Fatma Ünsal Hoca’nın giriş yaptığı araştırma projesiyle
de bağlantılı bir çalışma bu, biraz daha ayrıntıya gireceğiz Asuman Hanım’ın
çalışmasıyla. Buyurun.
ASUMAN YEŞİLIRMAK- Teşekkür ederim Sayın Başkan. Değerli
katılımcılar, hepinizi saygıyla selamlıyorum. Sayın Hocam’ın da söylediği gibi
daha önce yapmaya fırsat bulamadığım bir isteğimi yaptım ve tam
Büyükşehir Belediyesi’nden emekli olma aşamasında Mimar Sinan
Üniversitesi’nde bir yüksek lisans çalışması yaptım. Böylece İstanbul’un
planlama pratiği içinde geçirdiğim ya da edindiğim 30 yıllık birikimin akademik
bilgiyle buluştuğu bir tez çalışması yapma şansı buldum. İstanbul’da planlar
ve büyük kentsel projeler ikilemi konusunu, bu tez çalışmasından da
yararlanarak, 1980’lerden bu yana bu plan kavramının giderek etkisizleştiği,
çok parçalı, çok başlı planlama sürecinin sorunlarının bütünlüğü içinde ele
almaya çalışacağım.
Şu soruyla başlıyorum: Çoğu kez İstanbul’un büyük bir kısmının
yasadışı yapılaşmalarla plansız ve çarpık geliştiğini ifade ederiz, ama
yalnızca yasadışı yapılaşmalarla mı plansız ve çarpık gelişmiştir? Aynı
zamanda kademeli plan bütünlüğünü sağlamayan aykırı, çok parçalı, çok
başlı ara kademe imar planları ve plan değişiklikleriyle yasal ve çarpık bir
planlama düzeni ya da düzensizliği içinde gelişmekte ve büyümekte İstanbul.
Bu, bugün birkaç defa zaten ifade edildi. İstanbul için üç tane metropoliten
ölçekte plan yapıldı. Biri, İstanbul’un, daha doğrusu kentlerin, tam da çok hızlı
bir dönüşüm sürecine girdiği 1980’de başlayan ve yürürlüğe giren bir plan;
ikincisi, 1995 yılında; üçüncüsü de, son 2009 Çevre Düzeni Planı. Bunların
hepsi kent makro formunun lineer gelişimini temel strateji olarak alan ancak
bugüne kadar kent makro formunun hem plansız, hem de planlı olarak bu
alanları tahrip edecek biçimde gelişmesinin engellenemediği planlar oldu.
2009’da Çevre Düzeni Planı’nın da benzer hedef ve stratejileri vardı ancak
gündeme gelen bu üçüncü kuzey köprüsü, sözü edilen yeni İstanbul ve Kanal
İstanbul projeleriyle önceki dönemlere göre daha da tırnak içinde “planlı” bir
biçimde aşılacağı, bozulacağı, etkisizleşeceği de şimdiden görülebilmekte.
İstanbul için yapılan her yeni plan, bir önceki dönemin plan kararlarını aşan
gelişmeleri önleme ya da rehabilite etme yönünde hedefler içermektedir.
Bununla birlikte bu gelişmeleri de veri olarak almak durumunda kalmışlardır.
Metropoliten ölçekteki bu planlar amaç, ilke ve hedeflerine uymayan
93
planlama bütünlüğü dışında gelişen kentsel projelerin sonradan üzerine
işleneceği ya da işlendiği altlıklar durumuna düşmüş ve etkisizleşmiştir.
1980 sonrası ekonomi-politik ortamda kentsel politikaların ürünü olan
İstanbul’un bu büyük kentsel projeleri, bir yandan büyük sermayenin seçtiği
merkezi iş alanlarında bildiğiniz gibi odaklanırken, diğer yandan toplu konut,
organize sanayi bölgeleri, büyük ulaşım projeleri ve benzeri projelerle kent
makro formunun kuzeye doğru gelişmesinin en önemli tetikleyicileri oldular.
Bu projeler başta Bayındırlık ve İskan Bakanlığı olmak üzere planlama yetkisi
verilen yirmiden fazla merkezi hükümet birimi tarafından parsel boyutuna
kadar inen her ölçekteki plan değişiklikleriyle Büyükşehir Belediyesi
tarafından yapılan ve onaylanan, kademeli plan bütünlüğünü sağlamayan ara
kademe imar planları ve parsel ölçeğindeki plan değişiklikleriyle ve son
olarak bağımsız ilçe, belde belediyelerinin hiçbir üst çerçeveye uymayan,
kendilerinin yapıp onayladığı imar planlarıyla gerçekleşiyor. Tabii bu projeler
kamu ya da özel sektörün güçlü yatırımcılarının talepleriyle gündeme geliyor
ve kapsamın, projenin boyutuyla orantılı olarak üst düzeydeki makamlarla da
pazarlıklar söz konusu olabiliyor gayet tabii. Merkezi ve yerel yönetimler
kendi aralarında aynı siyasi görüşte olduklarında, bu işbirlikleri daha kolay
olabiliyor; farklı siyasi görüşte olduklarında da dayatmalarla gerçekleşmesi
mümkün oluyor.
Üst ölçekli plan kararları değişmez doğrular mıdır? Yani değişen
koşullar plan kararlarında değişiklik yapmayı gerektirmez mi? Tabii ki
gerektirebilir, ancak plan değişikliklerinin planın bütünlüğü içindeki etkilerinin
tartışılarak karara ulaşacağı katılım mekanizmalarının, kurumlarının ve
kurallarının oluşturulmamış olmasıyla, çeşitli kurumlara planlama yetkisi
verilirken eşgüdüm sağlayacak yapıların oluşturulmamasıyla, bir kurumun
yaptığı planı diğer kurumun bu yasaların verdiği yetkilerle sorumsuzca
bozabilmesi ve kendi planlarını dayatabilmesiyle, eşgüdüm, katılım, şeffaflık,
sürdürülebilirlik ve benzeri yenilikçi planlama kavramlarının plan raporlarını
süsleyen içleri doldurulmayan sözcükler olarak kullanılmasıyla -ki, bu
sözcükler hemen her yerde karşımıza çıkar, ama altı boştur- bu çok parçalı,
çok başlı ve planlama hukuku içinde yasalara uydurulmuş olmalarına karşın
hiçbir bütünün parçası olmayan imar planları ve değişiklikleriyle; planlama bir
kaos haline gelmektedir.
94
Nasıl gelmektedir? Benim yaptığım çalışma iki dönemi ele alıyor:
1980-1995 ve 1995-2009 yılları arasındaki üç plan dönemini ele alıyor. Kent
makro formunu etkileyen yapılaşma karakterinin çözümlenmesi bağlamında
üst ölçekli planların ne ölçüde uygulamalara yön verebildiğini sorgulayan bu
çalışmayı, dönemlerin ekonomi politik ortamları ve kentsel politikalarıyla
birlikte yorumlayarak ve bugünkü oturumun temel sorularına da bu yanıyla
cevap vermeye çalışacağım. Burada ilk yapılan çalışma, 1980 planının
önerdiği makro formuyla 1995 makro formunun karşılaştırılması oldu. 1995’te
ulaştığı fiili makro formunun karşılaştırılmasıyla makro formunun yüzde 50
oranında büyüdüğü ortaya çıktı. Bu büyüme yalnızca yasadışı yapılaşmalarla
olmamıştı, bu açık sarıyla görünen bölgeler plansız yapılaşan alanlar, ama
onun dışında bu dönemde, yani 1980-1995 döneminde, ağırlıklı olarak
1/25.000 ölçekli planlarla makro formun ciddi oranda esnetildiğini ve
büyüdüğünü görüyoruz.
Bir diğer aradığımız, ıslah planlı alanlarda nazım plan kararlarını aşan
uygulamalardı. Bu daha çok Ümraniye, Sultanbeyli bölgesinde yoğunlaşmıştı,
ama o bölgede aynı zamanda yine örtüşen aşağı-yukarı aynı zamanlarda
yapılmış yine 25.000 ölçekli planlardı. Burada bazıları, bu planların gelişmeyi
kontrol amaçlı olmakla birlikte; bir kısmı da yine İkitelli Sanayi Alanı gibi,
Kurtköy bölgesindeki havaalanı ile çevresindeki toplu konut ve yine organize
sanayi bölgeleri ve yine batıda da toplu konut alanları gibi büyük projeler de
bu 25.000 ölçekli planlarla gündeme gelmiştir. Elipslerle gösterilen alanlara
ve oranlara şöyle çok kısaca bakalım: Demin fiili büyümenin %50 oranında
gerçekleştiğini söylemiştim, ancak plansız yapılaşmış alanlarla bu dönemde
makro form %33 oranında büyürken 25.000 ölçekli çevre düzeni ve bağımsız
belediyelerce yapılan nazım imar planlarıyla toplam %39 oranında büyüyerek
aslında plansız yapılaşmalardan çok daha fazla bir büyüme oranı karşımıza
çıkarıyor. Bu odakları geçiyorum, ama bu Kurtköy bölgesinde şunu
göstermek istiyorum: Bu 1981 ile 1994 arasında çok sayıda 25.000 ölçekli
çevre düzeni planı yapılmıştır. Bu 25.000 ölçekli planlar görüldüğü gibi aşağıyukarı kuşaklar biçimindedir ve bunlardan Ömerli ve Adalar’ın koruma amaçlı
planlarken onların dışındaki planların birçoğu geliştirme amaçlıdır. 1981 ile
1984 arasında, yani Büyükşehir Belediyesi kurulmadan önce 8 tanesi İmar
İskan Bakanlığı tarafından, 1984-1994 arasında 18 tanesi Büyükşehir
Belediyesi tarafından onaylanmıştır. Bunlardan 15 tanesi 1984-1984 seçim
dönemi, yani ANAP döneminde onaylanmış planlardır. Bu dönemden sonra
son çevre düzeni planına kadar 25.000 ölçekli plan görmüyoruz. İstanbul’da
95
zaten bunlar, Büyükşehir Belediyesi’nin onayladıkları planlar. Bu 1995
planıyla birlikte Büyükşehir Belediyeleri’nin bu ölçekte plan yapma yetkisi
olmadığı için yok hükmünde sayılmıştır. Ancak bu planlarla birlikte başlayan
alt ölçekli planlara göre uygulamalar sürmüş ve 1995 planında da bu alanlar
planlı alanlar olarak kabul edilmişlerdir.
Plansız bu alanlar 1995 planında planlı alanlar olarak kabul edilirken,
yasadışı yapılaşmalarda yoğunluğu denetim altında tutulacak alanlar olarak
geçmiştir. Bu dönemde 25.000 ölçekli planlarla ortaya çıkan fiziki etki tabii
sadece makro formun çekiştirilmesi, esnetilmesi değil, bunların çekim etkisi
de önemlidir bu büyük projelerin. 50.000 ölçekli nazım planla alt ölçekli nazım
imar plan-uygulama imar planları arasında bütünlüğü sağlamak amacıyla bir
ara kademe plan olarak yapılması amaçlanan 25.000 ölçekli bu planlar; 1980
sonrası hızla değişen ekonomi, kentleşme, planlama politikalarına bağlı
olarak amacının dışına çıkmıştır. 1980 nazım plan koşullarına sığamayan
gelişmelerin değişen ihtiyaçların ve çeşitli dinamiklerin baskısıyla imar
planlarında yapılması gündeme gelen değişiklik taleplerini bir üst ölçek planla
çözülmesi, meşrulaştırılması amacını taşımıştır.
Bir diğer konu, makro form kararlarını zorlayan bu bağımsız belde
gelişme odakları. Bu dönemde bunların etkisini henüz çok az görüyoruz.
Hadımköy’de sanayicilerin başlattığı bir projeyi ve yine Emlak Bankası’nın
Bahçeşehir toplu konut projesini görüyoruz. Bunların her ikisi de farklı
süreçler izlemekle birlikte, merkezi hükümet projesi olarak yine kademeli plan
bütününün dışında gelişen odaklardır. Ancak bu bağımsız ilçe belde
belediyesi olayı İstanbul’un gelişiminde gerçekten çok önemlidir. Af Yasaları
kapsamına girmeyen havza ve ormanlardaki yasadışı yerleşmeler ilçe veya
belde yapılarak bir anlamda meşrulaştırılmış, o nedenle bu belde
belediyelerinin kurulmasındaki yıllar önemlidir. 1987 ile 1989 arasında İBB
dışında 7, sınırlarının içinde 2 belediye kurulmuşken; 1992 ile 1999, yani
merkezi hükümetle yerel hükümetin farklı siyasi görüşte oldukları yıllarda,
büyük bir patlama olduğunu görüyoruz. Büyükşehir sınırları dışında 11, içinde
16, toplam 27 ve genel toplamda 36 tane belde belediyesi koparılmıştır.
Büyükşehir Belediyesi’nin denetimi dışında bırakılarak kurulan bu
belde ve ilçe belediyelerinin kuruluş nedenleri iki özellik gösteriyor: Birincisi,
siyasi iktidarın yasadışı yapılaşan bölgelere kentsel hizmet götürme amaçlı
siyasi tercihleri ve oy beklentisi; ikincisi, konumuzla ilgili merkezi hükümetin
96
çeşitli etki ya da tercihleriyle gündeme gelen sanayi, toplu konut ve benzeri
büyük projelerinin -tabii ulaşım- büyük şehir belediyelerinin denetimi dışına
çıkarılarak, plan prosedürlerini daha kolay aşma yolu olarak gündeme
gelmiştir. 1995-2009 döneminde de yine 1995 planının önerdiği makro formla
2009’da ulaştığı fiili durum karşılaştırılmış ve öncekinden farklı bir durum
ortaya çıkmıştır. Sadece %11 büyüme görüyoruz fiili olarak, bu dönemde
%10 olmasına karşın kentsel alanın nüfus artış oranı -ki, bu konuda yapılmış
bir analiz de var- dikkate alındığında bu makro formdaki büyümenin, yatayda
yayılmaktan çok düşeyde yoğunlaşma biçimindeki bir dönüşümün göstergesi
olduğu ortaya çıkıyor. Zaten bu plan nüfuslarıyla da belli, Şehir Planlama
Müdürlüğü’nün yaptığı bir çalışmada planlanan alanların 2007 itibariyle
nüfusu 13.000.000 zaten.
Burada da yine makro formun fiili olarak çok büyümediğini, ama planlı
alanların aslında yeni planlarla büyüdüğünü görüyoruz. Bu dönemin en çok
dikkat çeken özellikleri, planı olmayan yerleşmenin yok denecek kadar az
olması. Sabah Fatma Hoca da söylemişti, artık İstanbul’un her yeri planlı,
plansız alanı yok. 1980-1995 döneminde yasadışı olarak gelişen ve 1995
nazım planında yoğunluğu denetim altında tutulacak alanlar üst başlığı
altında tanımlanan alanlar bu yoğunlukları denetim altına alınmadan imar
planı olan alanlar haline geldiler. Yani geçmişte ıslah planlarıyla
yasallaştırılırken planlar, şimdi imar planlarıyla yasallaştırılıyor. Bağımsız ilçe,
belde ve mücavir alanlar da makro formu ciddi oranda etkileyen imar planları
ve bu planların hemen hepsinin büyük şehir belediyelerine bağlandıkları 2004
yılından hemen önce onaylanmış olmaları bir başka özellik. 2004 yılı İstanbul
için bu anlamda önemli, sınırlarının il sınırına çekildiği ve belde
belediyelerinin büyükşehre bağlanmadan hemen öncesinde planları
onaylandı.
Yine gelişme odaklarıyla ilgili burada şunu görüyoruz: Bir önceki
dönemde 25.000 ölçekli planlarla makro formun ciddi oranda büyüdüğünü
görüyorduk. Burada aslında yapılaşmış alanlardaki büyüme düşük, ama
25.000 ölçekli planlarla şu solda Silivri bölgesinde ve bir de Hadımköy
bölgesinde planlanan alanlar var ki, %16 oranında büyütüyor. Pek fazla
yapılaşma yok, ama planlanmış, yani planlarla geliştirilmesi umuluyor. Yine
bağımsız belediyelerce yapılan nazım planlarla %28 oranında çok hızlı
yapılanmış, taralı olan yerler yapılanmış, diğerleri henüz yapılanmamış, ama
bu bölgeler geliştirilmeye çalışılıyor. Yani yine herhangi bir üst ölçek
97
çerçevesi olmadan geliştirilen, geliştirilmeye çalışılan alanlar ve bir önceki
dönemde plansız yapılaşmış olan ama bu dönemde nazım imar planları
yapılan alanlar da bu %16 oranında -ki, bu koyu maviyle gösterilen alanlarve toplam planlı alanlarla büyüme oranı %44 olarak gerçekleşmiş durumda.
Odakları geçiyorum ama yalnız şunu söyleyebilirim ki, çok sayıda planlarla
gerçekleşmiş odaklar var. Yani hem 25.000 ölçekli plan olarak, hem de 5.000
ölçekli plan olarak sayısız adette planla gerçekleşmiş durumda.
Burada bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Bu Sultanbeyli ve
çevresindeki Çekmeköy ile Reşadiye bölgelerinin büyük bir kısmı; kaçak
yapılaşmanın tipik örnekleriyle oluşmakla birlikte, yüksek gelir grubuna
yönelik lüks villalar ve kapalı konut siteleri de bu bölgede yer almakta. Bu
bağımsız belde ve ilçe belediyeleri kurularak bu alanların üst ölçekli plan
çerçevesi ve kurumsal denetimin dışına çıkarılmış olması yalnızca dar
gelirlilerin konut ihtiyaçlarını karşılamakta kolaylık sağlamamış, üst gelir
grubu konut yatırımcıları için de cazip olmuştur.
2009 Çevre Düzeni Planı’na geldiğimizde ise dağıtılan plan
yetkileriyle parçalanan planlama ortamının son örneği; Ulaştırma
Bakanlığı’na verilen, yine kanunlarda değişiklik yapan bir kanun. Denizlerin
iki yakasını deniz altından birbirine bağlayan her türlü ulaşıma ilişkin tüp tünel
gibi ulaşım altyapı işlerini yap-işlet-devlet dahil olmak üzere planlamak,
yapmak, yaptırmak. Zaten bir yandan Ulaştırma Bakanlığı’na bu yetki
verilirken, diğer yandan da 100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı’nın da
yürürlüğe girmesinden tam bir yıl sonra Belediye Meclisince ilave boğaz
geçiş güzergahları alt ölçekli planlarda değerlendirilecek olarak düzenlenen
kısa bir plan notuyla, hem bu planın makro form kararlarını, hem de tüm
kentsel ilişkileri kökten değiştirebilecek iki büyük ulaşım projesi gündeme
geldi: Köprü ve tüp tünel.
Burada çok konumuzla ilgili değilmiş gibi görünen ama benim önemli
bulduğum bir konu daha var: DPT tarafından Bölgesel Kalkınma Ajansı’na
yaptırılan 2010-2013 İstanbul Bölge Planı. Bu bölge planı, , 2009 planını
İstanbul bölgesi mekansal gelişme aşaması olarak kabul etmiştir. Müteakip
süreçte gerçekleşecek olan sektörel ve mekansal araştırmalar doğrultusunda
ulusal planlarla uyumlu yerel planlarla ilişki içerisinde İstanbul bölgesinin
mekansal şemasının revize edileceği de vurgulanmış raporunda. Tabii 2009
planının 2023 yılı hedefiyle hazırlanmıştı, ama bu planı plan şeması olarak
98
kabul eden bölge planı; daha üst bir çerçeve teşkil ettiği için -bölge planı
olması bakımından- bu planın süresini de böylece 3 yıla indirmiş oldu. Bu
süreç sonunda ya da süreç içinde revize edileceğini de zaten dikkat çekilmiş.
Bilmiyorum, belki bu Kanal İstanbul, Yeni İstanbul projeleri de böyle
gerçekleşebilir.
Sonuçları kısa kısa geçeceğim. Hiyerarşik planlama-kentsel proje
ilişkisiyle ilgili olarak 1980 sonrasında yasal, yönetsel yapılanmalardaki büyük
değişimlere karşın İmar Kanunu’nda planlama mantığının da gereği olan
hiyerarşik kademeli planlama yapısının korunmuş olmasıyla, neoliberal
küresel ekonominin büyük projeler için imar planlarında yapılması gereken
değişiklik talepleri önemli bir çelişki ortaya çıkarmış durumda ve bu çelişki
çeşitli yollarla aşılmıştır. Bu aşma biçimlerinde merkezi ve yerel yönetimin
aynı siyasi görüşte olması, işbirliği konusunda avantajlar sağlamış; farklı
görüşlerin hakim olduğu dönemlerdeyse merkezi hükümetin müdahale
araçları işlemiş, gerekirse merkezi hükümet yerele verdiği yetkileri geri almak
üzere kanunlarda çeşitli değişiklikler yapma yoluna gitmiştir.
Burada farklı partilerin etkin olduğu 1990’lı yıllarda, planlama
yetkilerini dağıtma yönünde yeni yasal düzenlemelerde bir durgunluk
olduğunu görüyoruz. Bununla birlikte, yeni yasal düzenlemeye gerek
duyulmadığını ama çok sayıda bağımsız belediye kurularak bu alanların İBB
denetimi dışına çıkarıldığını görüyoruz. 2002’den sonra hem merkezi, hem
de yerel yönetimlerde tek partinin tekrar güçlü ve etkin olmasıyla, planlama
yetkilerinin merkezi hükümet birimlerine dağıtılan yasal düzenlemelerin
arttığını görüyoruz. Bayındırlık İskan Bakanlığı’nın yanı sıra Kültür Bakanlığı,
TOKİ, Turizm Bakanlığı, TOKİ Özelleştirme İdaresi, Devlet Demiryolları ve
son olarak Ulaştırma Bakanlığı ile merkezi hükümet birimlerinin her ölçekte
plan yetkisiyle donatılması ve giderek bazı kanun ve yönetmeliklerde yapılan
değişikliklerle proje uygulamalarında imar planına uygun olma koşulunun
kaldırılması yine bu dönemde gerçekleşti. Son genel seçimden sonra
merkezi ve yerel yönetimlerin büyük oranda aynı siyasi görüşte olmasına
rağmen Kanun Hükmünde Kararnameler ile planlama yetkilerinin daha fazla
hükümet birimlerine aktarıldığını görüyoruz. Neden buna gerek duyuluyor?
Daha kolay işbirliği yapabilirler ama sanırım çok doğru düzgün işlemese de
yerel yönetimlerin Meclis’ten geçen bir onama süreçleri var. Sanıyorum
bunun amacı, bütün plan değişikliklerini ve onama süreçlerini tümüyle
demokratik süreçlerden çıkarmak olabilir.
99
Kent makro formunu etkileyen ve mevcut yerleşme alanlarını
dönüştüren konut geliştirme ya da dönüşüm projelerinin de hemen hepsinin
arkasında özel olarak bu alanlar için yerleşim yoğunluğunu arttıran parçalı
imar planları bulunuyor. Kanunlaşan ya da tasarı halinde kalan bütün
düzenlemelerin ve Kanun Hükmünde Kararnameler’in gerekçe ve amaç
metinlerinde; afet riskinin azaltılması, kentsel dönüşüm, katılım, ekonomik,
sosyal boyut ve benzeri kavramlara sık sık yer verilmişse de, düzenlemelerin
genel mantığı içinde bu kavramlar yoğunluk arttıran plan değişikliklerinin kılıfı
olmaktan öteye gidemediler. Son çevre düzeni planına da son dönemde bir
plan notu daha eklenmiş: “Deprem ve diğer afetlere karşı güvenli yapı
yapılması ve yaşam kalitesi yüksek bir çevre oluşturulmasına katkı sağlamak
amacıyla” diye başlıyor, “alt ölçekli planlarda imar haklarını yeniden
düzenleyen gerekçeli değişiklikler yapılacaktır” diye sonlanıyor. Şimdi böyle
bir plan notuna ne gerek var çok anlamıyorum, yani yapılacaksa yapılır
zaten, ama herhalde bir amacı var bunların. Bundan sonra da kentsel
dönüşüm konusu yoğunluk arttırmaktan öteye geçemiyor. Asıl vurgulamak
istediğim konu şu; 1970’lerde de yoğunluk artış planları adıyla planlar
yapılmıştı. O zaman küçük müteahhitler, yap-satçı müteahhitler tarafından
yapılan yapılarla yoğunluklar yükselmişti. Şimdi çok daha büyük boyutlarda
ve büyük sermayeli inşaat şirketleri ve devletin yine TOKİ gibi büyük
yatırımcılarıyla bunlar daha rahat yapılıyor.
İstanbul’un kentleşme sürecindeki plan kavramına gelelim: İstanbul’un
kentleşme sürecindeki yasadışı plansız, düzensiz yapılaşmış alanlar ve
yasal, planlı, düzenli yapılaşmış alanlar temelindeki ikili yapısının, incelenen
her iki dönemde de biraz daha karmaşıklaşarak aslında devam ettiğini
görüyoruz. İstanbul’da plansız alan kalmamasına karşın yasadışı plansız
yapılaşan alanlar bir yandan plansız gelişmelerin getirdiği sorunlar
giderilmeksizin, yasal ve planlı hale gelirken, diğer yandan da hiçbir üst ölçek
plan ya da stratejinin parçası olmayan kademeli plan bütünlüğü dışındaki
planlarla çeşitli kent parçaları ya da kentsel projeler, kente bütüncül anlamda
plansız olarak eklenmekte. Görüldüğü gibi artık hangi alanların plansız,
hangilerinin planlı gelişmeler olarak tanımlanacağı ve sınıflandırılabileceği
konusu ciddi anlamda çözümü zor bir problem. Bu durum plan kavramını
gerçek anlamından çıkarıp, bir prosedür belgesi durumuna düşürüyor.
Sonuç olarak; 1980’den bugüne bir yandan kentin planlı gelişimini
yönlendirecek uzun soluklu fiziki planlar yapılırken, diğer yandan benimsenen
100
ana yaklaşım, bu planları bir kenara bırakmaktadır. Bunların yerine çok
parçalı ve uygulama ağırlıklı bir planlama düzeni ya da düzensizliği ortaya
konmaktadır ve bu anlamda tabii planların yapılmış olması yine de çok
önemli. Plan yapılacak, yasal bir altlık olacak ama onun üzerinden
değişiklikler yapılacak. Bütün bu sürece bakıldığında; mevcut planlama
sistemimizin, yöntemlerimizin ve pratiğimizin gelişmeleri yönlendirmede çok
büyük yetersizlikler taşıdığı açık, ancak çözüm hem mevcut yetersiz
planlama sistemini koruyup, hem de bizzat kanun koruyucu tarafından birçok
yönden sistemin parça parça edilip, tümüyle bir sistemsizliğe, karmaşaya,
kaosa sürükleyen yöntemlerle olamayacağı açıktır. Günün bu son saatinde
son konuşmacı olarak sizi çok fazla sıkmak istemedim ve hızlı bir sunum
yapmaya çalıştım. Teşekkür ederim.
Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Çok teşekkür ediyoruz. Bütün
konuşmacılara çok teşekkür ediyorum. Şimdi salondan sorular ve katkılar
alma vaktimiz. Herhalde sorulacak çok soru var, çok katkı olabilir.
Konuşmacılarımızın belki kendi aralarında da soruları ve tartışmaları olabilir.
Buyurun.
NECATİ UYAR- Adnan Bey’e bir soru sormak istiyorum. Özelleştirme
İdaresi’nin elinde böyle bir bilgi var mıdır? Özelleştirilmiş fabrika sayısı, yani o
kent içinde artık işlevsiz kalmış başka bir plana dönüştürdüğünüz fabrika
sayısı ile Özelleştirme İdaresi’nin elde ettiği gelirlerden yapılan ve insanları
çalıştıracak herhangi bir fabrika sayısı, bunlar var mıdır? Yani bu
yapılanlardan satılan, bunca yıl Cumhuriyet’in birikimi olan sanayi
tesislerinden çok sayıda yerleri kötü olduğu için diyelim sizin söylediğiniz gibi,
kentin içinde kaldığı için kapatılıp, özelleştirilip, alışveriş merkezi yapılan,
farklı kullanımlara verilen sanayi tesislerinden -varsayalım Özelleştirme
İdaresinin söyledikleri doğru ve bunlar bu amaçla değerlendirdiler- edinilen
bu kaynaklar ne oldu, hiç tesis yapılabildi mi? Örneğin, Van’da Et Balık
Kurumu kapatıldı, durum ortada. Sürekli göç alan kentlerimiz var, doğuda,
güneydoğuda da artık göç alan kentler var. Özelleştirme İdaresi’nde bu
kararlar alınırken Türkiye’nin en üst planlama kurulu dediniz, Başbakan ve üç
bakandan oluşan, orada bu tartışmalar yapılabiliyor mu? Fabrikalardan elde
edilen, satılan fabrikalardan, özelleştirilen fabrikalardan elde edilen gelirlerin
ne yapılırsa yapılsın herhangi bir şekilde başka bir sanayi tesisine aktarılması
ya da o kente bir şekilde kazandırılması düşünülüyor mu? Bununla ilgili
herhangi bir veri var mı? Kaç fabrika satıldı, yerine kaç fabrika yapılabildi?
101
Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- İsterseniz önce soruları hızla alalım,
ardından konuşmacılarımıza da bir düşünme fırsatı tanıyalım, devam edelim.
CEMAL EJDER- Öncelikle ben salonu dolduran, geleceğin plancısı
genç arkadaşlarıma sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Çünkü içimizde var
olmaları yeni bir şehir yaratmaları, yeni bir hayat yaratacaklarını, yeni bir
yaşam hedeflerin inancımla hepsini saygıyla selamlıyorum ve siz değerli
katılımcıları ve panelistleri de ayrı ayrı selamlıyorum. Değerli Hocam, ben
dinlerken bu paneli iki tane değerli hocamın iki konusuna katılmadığımı
belirtmek istiyorum. Yaşama dair şehrin yapılanması için birçok çizgi
çizerlerken, gelecek kuşakların daha nasıl yaşanılabilir bir hayata sahip
olabilmesine dair birçok söylemler oldu şehir planlanması üzerine, ama bir
“kaçak yapı”, bir de “kaçak, meşru olmayan bir yolla” diye tabirler kullanıldı.
Aynen şu: “kaçak yapılaşma” ve “yasadışı yapılaşma”. Evet, ben yasadışı bir
yapılanmada yaşıyorum, orada yaşamaktan onur duyuyorum. Eğer ben
orada yaşıyorsam devletin de var olduğuna inanıyorum. Çünkü o yasadışı
yapılanmalarda, bu ülkenin Başbakanı da oradan çıktı, bu ülkenin bakanları
da oradan çıkıyor, bu ülkenin Belediye Meclis Üyeleri de, İl Genel Meclis
Üyeleri de oradan çıkıyor, hatta sizin gibi değerli akademisyenlerin de bir
dönem oralarda yaşadığına inanıyorum. Ben bu söylemlerin biraz burada
yaşayan halklara hakaret olduğuna inanıyorum, düzeltilmesi gereken bir
sunum olması gerekirdi. Yaklaşık 20.000’e yakın bir halk yaşıyor benim
yaşadığım bölgede, ama genel bir istatistik çizersek bu yasadışı
yapılanmalarda milyonları aşan bir halk yaşıyor. Hatta bu ülkenin vatan millet
bölünmez bütünlüğü içerisinde diyelim tırnak içerisinde “şehitlik” kavramı
içerisinde ne kadar şehit varsa nedense hep yasadışı yapılardan çıkıyor.
Yani o zaman bu şehitler de mi yasadışıydı, bunlar da mı yasadışıdır? Lütfen
lafınızı doğrultup, bir özre sizi davet ediyorum. Teşekkür ediyorum, adım
Cemal Ejder’di. Sarıyer’den katılıyorum, Sarıyer Mahalle Dernekleri
Platformu’ndan.
ALİ BİRER- Bütün konuşmacı arkadaşlara bizi bilgilendirdikleri için
teşekkür ediyorum. Şimdi plancı arkadaşlar, benim gördüğüm kadarıyla
burada konuşulanlar belli, her şey planlanmış olarak geliyor. Biz
gecekondularda yahut da yasal olmayan yerlerde yaşayan insanlar olarak
burada bizim hakkımızda yapılan özelleştirme, TOKİ tarafından bize hiç
soruldu mu orada yaşayan insanların neler çektiğini, Anadolu’dan gelirken
orada çamurlu, topraklı yollarda neler çektiğini? Bu kadar zahmete katlanıp,
102
buralarda yıllardır ezilen yoksul bu halka özelleştirme -Sayın Başkanım da
orada- adı altında buraları TOKİ’ye devredip, bizi şehrin başka yerlerine
göndermeyi düşünürken -ben 40 yıldır burada oturuyorum- bizi hiçbir şeye
katmadan o planlar yapılırken, bizim görüşlerimiz alınıyor mu burada? Yok,
kendi kendilerine planlıyorlar. Yıllardır oturduğumuz mekanları, zamanında
oralar çöplük alanları, insanların yaşamayacağı yerler iken biz oraya alanlar
kurarak oluşturduk. Gerçekten orada sadece mekansal olarak yaşıyoruz,
affedersiniz bir köpeği bile sokağından aldığın zaman götürüp tedavisini
yaptıktan sonra kulağına bir barkot takıyorlar, yeniden sokağına bırakıyorlar.
Biz o alanlarda yıllardır dostluklar edindik, komşular edindik. Bunca yıldır bizi
bu dönüşüm adı altında, kentsel dönüşüm adı altında şehrin bir kenar
mahallesine götürüyorlar. Bu sadece bizim için mi, sürekli biz mi yaşamı zor
yaşayacağız bu koşullarda, kaderimiz mi bu? Onun için ben bunu başkanıma
soruyorum, özelleştirme adı altında TOKİ bu yerleri rant alanına çeviriyor, her
gelen kendini düşünerek yapıyor. Teşekkür ediyorum.
Prof. Dr.
Sarıyer’densiniz?
İCLAL
DİNÇER-
Teşekkür
ediyorum.
Siz
de
mi
ALİ BİRER- Ben de Sarıyer Armutlu Mahallesi’nden.
YUNUS
ÇOLAKÇok
teşekkür
ederim.
Yıldız
Teknik
Üniversitesi’ndenim. Hatice Hocam’a soru soracaktım. Bugün orta sınıfın,
mekansal anlamda bir pazarlık gücünün olmadığından bahsetti. 30 yıl önce
orta sınıfın durumu neydi, o zaman bir pazarlık gücü var mıydı yap-satçı
müteahhitlerle bir anlaşma içerisine girerken?
Prof. Dr. HANDAN TÜRKOĞLU- Şimdi bir önceki soruyla bağlantılı
olarak söyleyebilirim ki, gerçekten bu süreci ilk defa yaşamıyoruz. İki katlı
ahşap evler de dönüştüler ve orada da neredeyse sıfır kapitalle şehirler
yenilendi. Çünkü aradaki farkı müteahhit ödeyerek evleri teslim etti, insanlar
da 40-50 yıldır yaşıyorlar. Şimdi aynı süreci daha da yükselerek
yapabildiğimiz gibi, aynı kat yüksekliğinde de yapma durumunda
kalabiliyoruz. Her yere de daha yüksek emsal verilmiyor kent içinde. Şimdi
çok önemli bir fark var bir öncekine oranla; bir önceki binalar ahşaptı, taştı,
vesaire, onlar uzun süreli kalabilirlerdi aslında, ama şimdi bu binalar
betonarme ve ömürleri dolmuş durumda. Yani orta sınıf orada direniyor belki,
ama aslında daha güvenli evleri hak ediyorlar bence. Mesela, aynı evler
103
direniyorlar ve betonarmenin ömrünün dolduğunu hatırlatıyorum ben onlara,
yeni bina yapılması gerektiğini söylüyorum, ama o direnç devam ediyor, ama
haksızlar, o evin yenilenmesi lazım, çünkü korozyona uğramış durumda.
Şimdi bu çelişkide nasıl bir çözüm öneriyor Hatice Hanım, merak ediyorum.
Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Başka herhalde yok. Konuşmacıların kendi
aralarında soruları var mıydı? Sizin vardı galiba.
ÖZGE ÖZTÜRK- Yıldız Teknik Üniversitesi’ndenim. Benim de Adnan
Bey’e bir sorum olacaktı. İddialarınıza göre yine bu kentteki özelleştirmelerin
tamamen rant kaygısı olmadan, kamu yararı için, her zaman bunun önde
olduğunu, bunu gözettiğinizi söylediniz. Hatta şehir plancılarına bir eleştiride
bulundunuz, “bazen çok dinlemeden karşı duruyorlar” diye. Ben de şunu
soruyorum: Ben de yeni mezun bir öğrenci olarak, acaba biz bu dönüşümlere
ne kadar katılıyoruz? Şehir plancıları, mimarlar ne kadar dahil edilebiliyor,
halkımız ne kadar dahil edilebiliyor? Hatta biz okurken de birçok projemizi yine kentsel dönüşüm alanları hakkında projeler- Bakırköy’de, İstanbul’un
birçok yerinde projeler yürüttük. Adana’da, başka şehirlerde de, fakat bunlar
genelde ya makaleler olarak, ya projelerin yayınlandığı dergiler olarak kaldı.
Biz acaba ne kadar destek görüyoruz ya da acaba daha kilit bir noktada
bulunmalı mıyız? Yani bu görüşler daha mı çok alınıp verilmeli, daha
iyileştirmek için nasıl yararlanabilirsiniz siz de bizlerden, profesyonellerden?
Teşekkürler.
Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Teşekkür ederiz. Şimdi bitti galiba sorular,
sizden başlayalım mı? En çok size geldi soru galiba.
ADNAN GÜRDAL- Her şeyden önce Özelleştirme İdaresi, kentsel
dönüşüm adı altında bir proje üretmiyor. Onu baştan size söyleyeyim, ama
kentsel dönüşümü üretenler, benim bilebildiğim kadarıyla söyleyeyim, size
daha kaliteli bir yaşam, yani insanca yaşanılabilir ortam düşüncesiyle kentin
nimetiyle külfet dengesi arasındaki o ince çizgide size de en azından modern
bir hayatı layık gördükleri için dönüştürmeye çalışıyorlar. Bu tür dönüşümleri
kentin altyapısıyla, üstyapısıyla bütün nimetlerinden birlikte yararlanalım,
birlikte paylaşalım diye bu kenti dönüştürmeye çalıştıklarını en azından
biliyorum. Bu dönüşüm sırasında yeterince halkın katılımı olmadığını sevgili
Özge Hanım, katılırım, yeterince kent planlamasında yaşayan hane halkının,
bölgenin, mahallenin parsel bazında bile olsa ya da bölge bazında ya da o
104
bölgeyi planlayan açısından yeterince katılımın olduğunu düşünmüyorum.
Ben de o konuda sizlere katılıyorum, yeterince bunu sağlayamıyoruz, her
zaman bu mümkün olmuyor. Muhtemelen kenti planlayanlar da bunu
sağlayamıyor. Bu konuda özeleştiri yapmak gerekirse yeterince bu
konsensüs sağlanamıyor, evet. Bazen tam demokratik ya da tam konsensüs
sağlamak, bütün insanları mutlu etmek zaten mümkün değil, mutlaka bir
asgari müştereklerde buluşmak zorundasınız. Yani o kentin ihtiyaçlarıyla
sizin hedef projeniz arasında bir uyum olması lazım. Nedir bu uyum? Bazen
bu bir ekonomik gerekçe olabilir, bazen oradaki jeolojik gerekçe olabilir,
bazen bir doğal ya da kültürel doku gerekçesiyle olabilir, sizle de örtüşmez
yani. Siz dersiniz ki, modern bir bina yapılsın, oysaki o tarihin ya da o
bölgenin öyküsünde kaybolmuş bir bina vardır ya da bir tarih vardır, onun
restitüsyonu yapılarak çıkarılmasını bir başkası talep eder. Dolayısıyla bunlar
her zaman örtüşmeyebilir, ama asgari müştereklerde en azından tartışılması
gerekir diye düşünüyorum. Yani derdim şu: Hep rant anlamında gerçekten
düşünmüyoruz. Kente katarken sadece de kentin bütün ihtiyaçlarını biz
karşılayalım, kimse bu külfete katlanmasın demiyorum.
Söylediğim şudur: Kamu, özel sektör, vatandaş; herkes bu nimet ve
külfetten eşit yararlansın istiyorum, ben şahsen öyle diyorum. Dolayısıyla
zaman içerisinde kentler önceden plansız bir şekilde gelişmiş, ama yeşil alan
ihtiyacınız vardır, okul, cami, üniversite, başka sosyal donatı alanlarına
ihtiyacınız vardır. Dolayısıyla bu ihtiyaçlar için zaman içerisinde yer
bulamıyorsunuz, kamunun alanlarından karşılamaya çalışıyorsunuz. Bu
dengeleri korumaya çalışıyoruz. Bazen bu haksız yere belediyeler ya da
yerel yönetimler kolayına, kolay yoldan nasıl olsa orada devletin bir yeri var,
hiç kamulaştırmayalım, donatıyı az tutalım, öbür tarafta %15 tutalım, ama
devletin de orada 150 dönüm arazisi var, orayı bu sosyal donatı alanına
ayıralım, ondan sonra da vatandaşa da rantı dağıtalım mantığıyla baktıkları
zaman dur diyoruz. Diyoruz ki, “evet, biz de verelim, ama vatandaş da
katılsın, herkes katılsın”, ben bunu söylemeye çalışıyorum. Biz bu anlamda
dengeyi koruyoruz, ama ihtiyaç duyulduğu zaman da; anlatmıştım, İzmit’te
500 dönüm alanı hiçbir rant kaygısı, hiçbir beklenti, hiçbir şey olmadan da
verebiliyoruz. Bu Antalya’da oldu, İstanbul’da, diğer yerlerde, her yerde
olabilir. Zaman zaman da kentin çok makro ölçekte büyük projelerinin de
merkezi idare tarafından yönetilmesi gerektiğine inanıyorum. Yani bazen
yerel ölçekli çözemeyebilirsiniz, yerel ölçeğin bazen buna kapasitesi hem
fiziki olarak, hem ekonomik olarak, hem vizyon olarak yetmeyebilir. Ama şu
105
eleştirilere katılırım: “Her şey nasıl olsa merkezden yönetiliyor, vay ey
belediye, sen yapmazsan ben sana gösteririm, iki satır kanun çıkarırım,
istediğimi de yaparım” mantığı bana göre de kent planlama açısından doğru
değil. Son zamanlarda bu dengeler biraz kaçtı gibi, ama zaman içinde
oturacaktır yerlerine. Henüz bazı kanunlar yeni, ama zaman içerisinde bazen
hukuki denetimlerle, bazen kentin katılımı, bazen tartışmalarla bu
düzelecektir, eksiklikler giderilecektir, hiç endişeniz olmasın, hiç kimse kötü
niyetli düşünmüyor. İnanın bir de şöyle sorgulayın merak edip: “Bu kanun
yazıcılar ya da orada bir madde koyanlar neden buna ihtiyaç duydu?”
sorusunu sorun bir de. Durup dururken kimse kanun maddesi yazmak
istemiyor. Ben özelleştirmeyi niye aldığımı size şurada saatlerce anlatabilirim
ama zamanımız yok. Ben meraklı olduğum için değil, gidip Kars’ta plan
yapmak gibi bir lüksüm yok. Kars’taki bir araziyi ya da devletin kamu kurumu
alanını değerlendiremiyorsam, bu fırsatı bana vermiyorsa, oradaki yerel
yönetim bir şekliyle kente katamıyorsam, diyelim ki kamu arazisinde orada
liman var, İskenderun limanı var, devlet zamanında ne imar yapmış, ne
mülkiyetini çözmüş, ne de inşaatına ruhsat vermiş. Ben yaptım, oldu.
Bakırköy’de hepinizin bildiği gibi, Ataköy’de Ataköy Marina, Ataköy Turizm,
Ataköy Otel, hiçbirisinin imar planı yoktu ben göreve geldiğimde, hiçbirinin
mülkiyet sorunu da çözülmemişti, ama 5 yıldızlı otel yapılmış, bir tane
alışveriş merkezi Galeria yapılmış, önüne de marina yapılmış, hiçbirisi yok.
Şimdi böyle bir durumda ne yapmanız lazım? Sizin buna yasal bir statü
kazandırmanız lazım, bina orada yapılmış duruyor, ruhsat da verilmiş, ne
yapacaksınız? Mülkiyetini çözeceksiniz, hukuki sorunlarını çözeceksiniz, imar
planını yapacaksınız, yasal kurallar içerisinde ruhsatlandıracaksınız. Aksi
takdirde özelleştirdiğinizin ertesi günü hemen kapısına kilit vururlar, siz bunu
yapamazsanız. Bizim aldığımız yetkiler bu anlamda devletin yani bu kıt
kaynaklarını daha ekonomik, daha fizibıl kullanabilmek için kullanıyoruz.
Yoksa rant yaratmak ya da başka bir şey için değil, gerçekten değil, kesinlikle
buna katılmıyorum. O anlamda bu yetkilerimizi kullanıyoruz ve kent
üyeleriyle, sizlerle bunları paylaşmak isterim, ama zamanımız çok kısıtlı.
Belki birebir, belki çok özel bir konferansta çok daha ayrıntılı tartışırız. Çok
özel örnekler var, şaşacağınız örnekler var, şaşıracağınız projeler var.
Uygulama çok farklı bir şey, hiçbir şey yazıldığı gibi olmuyor. Bir Belediyenin
Meclisine -evet planı Meclis onaylıyor ama- gelinceye kadar 40 tane adamı
ikna etmeniz gerekiyor basit bir plan için. Keyfi oluyor, öbür tarafta başka iş
oluyor, bilmem ne oluyor, bir iş için müracaat ediyorsunuz, aylar, yıllar alıyor.
Sizin Ankara’da otoritenizin onu-bunu beklemeye lüksü yok, yasal olmayan
106
bir şey istemiyorsunuz; yasal, ama süreç çok yavaş işliyor. Süreç yavaş
işlediği zaman merkezi idare bu sefer baskı altında kalıyor. Ondan sonra
yasal düzenlemelere ihtiyaç duyuluyor. Bunlardan kaynaklanan sorunlar
oluyor; yoksa meraklanmayın, herkesin yetkisini alalım, kısalım, bizim olsun,
bütün otorite ben olayım, böyle bir şey yok diye düşünüyorum.
Sevgili Başkanım’ın sorduğu soruya geçeyim. Başlangıçta, kanun ilk
yazıldığı aşamada, özelleştirme gelirleri bütçeye aktarılmadan tamamen
yeniden yatırımların istihdamında ya da yeni yatırımların projesinde
kullanılmak üzere ayrılıyordu, kanunun ruhunda bu var. Ancak 2002 krizinden
ondan önce bizim Toplu Konut ve Kamu Ortaklık İdaresi Fonu diye bir
fonumuz vardı. Bu fonda biz projeleri otoyol projesidir, sanayi projesidir, diğer
projelerdir, destekliyorduk, ancak 2002 yılında ülkenin geldiği çok kötü durum
muaccelinde hükümet özelleştirme gelirlerini bütçeye aktardı. Bütçeye
aktarınca ayrıca bir fon oluşmadı. Yani bir başka yerde yatırımda kullanılması
dahil her şey genel bütçeye aktarıldı, dolayısıyla genel bütçeden herhangi bir
yer için nasıl dağıtım yapılıyorsa, aynen o şekilde yapılıyor. Sayın Başkanım,
özellikle bir sanayi ya da diğer bir projenin desteklenmesi 2002’den bu yana
hiç mümkün olmadı bu gerekçeyle. Şöyle söyleyeyim, özelleştirme
programına şirketler alınıyor. Diyelim ki, şeker fabrikaları alınıyor, 25 tane
fabrikası var, 4 tane makine fabrikası var. Bunlar portföy bazında satıldığı
zaman, sayıları çıkıyor. Dolayısıyla şirket özelleştirmeleri var, varlık
özelleştirmeleri var, yani böyle birebir, böyle spesifik bilgiler, şu anda en
azından benim elimde yok, ama istenirse bu çok basit bir şekilde analiz edilip
çıkarılabilir diye düşünüyorum.
SALONDAN- … (deşifre yapılamamıştır.)
ADNAN GÜRDAL- Hayır, var da benim şu anda elimde yok. Yoksa
dediğim gibi 26 tane çimento fabrikası vardı, hepsi özelleştirildi. Mesela bildiğimi hemen diyorum- diyelim ki, 15 tane süt fabrikası vardı, özelleştirildi.
SALONDAN- … (deşifre yapılamamıştır.)
ADNAN GÜRDAL- Estağfurullah canım, niye ki?
SALONDAN- … kentlerin Özelleştirme İdaresinin rüşvetlerine ihtiyacı
yok. Yani SEKA, Sümer … duymaktan ben bıktım. Ben Sümerbank … …
kamu yararı … bu temel tartışma zaten burada. (deşifre yapılamamıştır.)
107
ADNAN GÜRDAL- Şimdi özelleştirmeye o anlamda Sayın Başkanım,
şöyle katılmam, niye katılmam biliyor musunuz? 1954 yılında dediğiniz
fabrikalar kuruldu. 1937’de Sümerbank Kuruluş Kanunu’nda ne diyor biliyor
musunuz? Fonksiyonunu Atatürk yazmış: “Fonksiyonu tamamlandıktan sonra
bu müesseseler özelleştirilmelidir” diyor. Tamamlandı ya da tamamlanmadı
ama benim demek istediğim şu: Hilton’un özelleştirilmesini bizzat kendim
organize ettim. Hilton Türkiye’ye getirilen ilk beş yıldızlı otelin timsalidir ve
örneğidir. Önünde eşeklerle taş çekiyorlardı, fotoğrafı var bende, ama bunu
devlet o zaman yapmak zorundaydı. İlk tatil köyünü Foça’da ve Kuşadası’nda
devlet yaptı, ilk basma fabrikasını tabii ki devlet yapacak, ilk şeker fabrikasını
tabii ki devlet yapacak, ama bugün teknolojileri eskimiş, yatırımları
yapılmamış, artık ayak uyduramıyor. Siz bir liraya üretirken o beş liraya
üretiyor, piyasada sizin tutunma şansınız yok, yatırım imkanımız yok.
Devletin bürokratik işlemi arasında bunların sürdürülebilme şansı yok. Az
önce söyledim, boşluk bıraktığınız zaman hangi iktidar gelirse gelsin -ben
1993’ten bu yana Özelleştirme İdaresinde çalışıyorum, her iktidar döneminde
çalıştım- birileri doldurur, oydu, buydu, şuydu hiç önemli değil. Dolayısıyla
özelleştirme bu anlamda artık zorunluluk haline geldi. Bunu dünyanın ister sol
fraksiyonu olsun, ister sağ fraksiyonu, artık özelleştirmeye kimse karşı değil,
sadece yöntemini eleştiriyorlar. Demek istediğim o, sağlayamayız.
SALONDAN- Et Balık Kurumu için de geçerli mi bu söylediğiniz?
ADNAN GÜRDAL- Et Balık Kurumu’nun şimdi tarım destekleme
politikası farklı bir şey, Türkiye’nin tarım destekleme politikasında yanlışlıklar
yüzünden hayvancılık ölmüş olabilir. Et Balık Kurumu’nun özelleştirilmesiyle
ilgili de söyleyeceğim şudur; tarım destekleme makro politikanızı siz yanlış
kurarsanız sonucu da yanlış alırsınız, bu böyledir. Süt Kurumu’nda niye böyle
bir sorun çıkmadı? Çok güzel süt sistemi çalışıyor.
SALONDAN- Hayvancılık politikasını geliştirenle özelleştirme
politikasını geliştiren aynı kişiden, aynı kurumdan söz ediyoruz. Birini doğru
yapıp ötekini mi yanlış yapıyor?
ADNAN GÜRDAL- Diyorum ki, hatalar olabilir, katılıyorum.
Hayvancılık
politikanızı,
tarım
politikanızı hangisini ne zaman
destekleyeceğinizi iyi bilmezseniz böyle sonuçlar olabilir. Diyelim ki, mısır bu
yıl para etti. Herkes mısır ekiyor. Herkese mısır veriliyor, ondan sonra ertesi
108
sene mısır 1 lira etmiyor. Oysaki herkes mısır ekeceğine, ihtiyacı kadar mısır,
ihtiyacı kadar domates ekseydi böyle olmayacaktı. Dolayısıyla bunları devlet
eliyle yürütmek yerine, devletin bunların önünü açmasının daha doğru
olduğunu düşünüyorum. Devlet kendisi yapamıyor, bunun örneklerini gördük.
Denemesini yaşadık, gördük, dolayısıyla olay budur. Bu benim fikrim.
SALONDAN- Ekimden vazgeçip imara açıyoruz ondan sonraki sene.
ADNAN GÜRDAL- Sarımsaklı’da 18.000.000 m2’lik tarım çiftliği var,
inanın tarımı bozmasınlar diye hatta parsellemesinler diye özel imar şartları
koydum, tarım alanı olarak da özelleştirdim. Devlet yapamıyor, ekemiyor,
ama diyorum ki, koydum, dedim ki “kimse bozmasın”, “şu kadar alana
küçültmesin, tarım dışı kimse kullanmasın.” Oysaki zaten tarım alanı, ekstra
bir de plan yaptım. Yani bu hepimizin ortak paydası, hepimiz bunu düşünmek
zorundayız. Sadece rant olsun diye orayı böleyim, burayı parçalayayım;
böyle bir derdimiz yok, en azından bizim yok. Biz sadece kamu alanları ile
ilgileniyoruz ancak bir fabrika alanı artık kentin içinde fonksiyonunu yitirdiyse
onu da kente katmamız lazım, ama öyle, ama böyle, bazen bu üniversite
alanı olur, bazen bir yeşil alan olur, bazen bir prestijli hizmet alanı olur, olur
yani, bir şekilde kente katılması, orası kimsenin giremediği tel örgülerle
çevrilmiş bir alan olmaktan çıkmalı, bundan hepimiz rahatsız oluyoruz. İşte az
önce Sayın Büyükerşen söyledi, kentin göbeğinde iki tane fabrika kalmış; biri
vagon fabrikası, biri şeker fabrikası, kentin ortasında kalmış, kente ne faydası
var? Bir sürü de zararı var, o kente katılsa fena değil mi? “Alttan geçirelim”
diyor, doğru, ben de biliyorum o projeyi, alttan o treni oradan geçirebilse, o
kaynak sağlanabilse Eskişehir rahatlayacak. Şimdi dolanıyorsunuz şehrin
merkezine girmek için yolu, bir de Başkan’ın aynen dediği gibi hızlı treni de
koydular şimdi ortaya. Ama nihai çözüm bu değil ki, kısa sürede belki çözüm,
ama uzun sürede değil. Şimdilik öyle, ama yarın mutlaka o tünel oradan
geçecektir. Belki şimdi kaynak bulunamamıştır, acele yapılmıştır, ama
mutlaka o tünel oradan geçecektir bu akıllar eşit olduğu sürece diye
düşünüyorum.
Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Peki, şimdilik keselim mi? Tartışılacak çok
konu var tabii, sırasıyla konuşmacılara söz vermek istiyorum. Sırayla
vereceğim, çünkü yöneltilmeden sorulan sorular da var. Buyurun efendim.
109
ABDULLAH GÜRSOY- Teşekkür ederim. Efendim, öncelikle bir
sataşma olduğunu söylemek istemiyorum, ama hafif bir sataşma var Hatice
Hanım tarafından bize, onu özellikle düzeltmek istiyorum. Bir araştırmaya
göre İstanbul’da eski yapının %40’ı ekonomik ömrünü tamamlamış binalar,
%27’si de depreme dayanıklılığını yitirmiş. Bu bilimsel bir gerçek, amacımız
insanı daha müreffeh, daha çağdaş, daha iyi koşullarda daha insanca
yaşamasıysa; bu binalarda hiç kimsenin yaşamaması gerekir. Bir an önce bu
binalar yenilenmeli, çünkü yarın İstanbul’un neyle karşılaşacağını, belki bu
bölgenin neyle karşılaşacağını bilemiyoruz. Bu bağlamda Kat Mülkiyeti
Yasası’nda yapılan değişikliğin doğru olduğuna inanıyoruz. Nitelikli
çoğunlukla bu binaları yenileme olanağımız yok. Hanımefendi söyledi, yaşlı
insanlar haklılar, ama bunu yaparken bir konuya çok özen göstermeliyiz.
Şehrin ruhunu, tarihi dokusunu mutlaka ve mutlaka bozmamalıyız. En çok
önem vermemiz gereken konulardan bir tanesi bu olmalı, ama bu gerçeği de
göz ardı etmemeliyiz. İstanbul’da yapı müteahhitliği veya yap-satçılık 1967
yılında başlamış. 1967 yılında daha çok Karadeniz’den gelen yapı ustaları,
mahallede yapı müteahhitliğine başlamışlar, kat karşılığı hiçbir hukuki temeli
olmadan kendiliğinden başlamış. Daha sonra bu projelere öncü olan
mimarlar oluşmuş. Bir araştırmamızda Fatih yöresinde, Eminönü yöresinde
bu tür proje yapan -ismini de söylemekten çekinmiyorum- bir dönem de Fatih
Belediye Başkanlığı yapan Eşref Albayrak var, 2000’in üzerinde projede
imzası var. Şimdi geldiğimiz nokta itibariyle bu binaların deniz kumundan
yapıldığını, hiçbir statik hesabı olmadığını, hiçbir bilimsel veriye
dayanmadığını
düşünürsek,
değişimin
mutlaka
gerçekleştirilmesi
gerekmekte.
İkinci bir şey daha söylediniz, yönetim planlarında Sayın Ağaoğlu’nu
örnek vererek “tek tip yönetim planı var” dediniz, katılmıyorum. Yani biraz
önce söylediğim gibi 1967 yılından itibaren kat karşılığı müteahhitlikle
beraber Cağaloğlu’nda, Sirkeci’de hazır yönetim planları vardı. Kat irtifakı
kuruluyorken o Yönetim Kurulları imzaladığı tapuyu veriyor, ama son 5
senedir özellikle İstanbul İnşaatçılar Derneği İNDER’in bu hususta ciddi bir
Ar-Ge çalışması var, ciddi bir mücadelesi var: Yönetim planlarını, yönetim
planından o yörede yararlanan tüm insanların katılımıyla oluşturmak. Artık
eskiden olduğu gibi her önümüze konulan yönetim planını imzalama gibi bir
zorunluluğumuz da yok, bu getirilen yasayla bu da sağlanıyor. Bu bağlamda
yönetim planlarını tek tip olarak düşünmek yanlış gibi geliyor bana ve birçok
yeni binada bu yönetim planları çok çağdaş, insanca yaşama fırsat veren,
110
özürlüsünden yaşlısına kadar o mekanda yaşayan birçok insanı koruyan
özellikler taşımaya başladı.
Bir başka şey söyleyeyim, yapı müteahhitleri yüksek bina yapmaya o
kadar çok hevesli değiller. Bu bir arz-talep meselesi. Şişli’ye baktığınız
zaman katılıyorum size, gerçekten Şişli’de yüksek bina çirkinliği kadar bir
başka şey yok. Geçen Sayın Belediye Başkanımız da söyledi,
Zeytinburnu’ndan geçiyorken binaları görmüş, silueti bozuyor demiş. Sayın
Başkan, neredeydin o bina çıkıncaya kadar? O ayrı bir mesele, ama şu bir
gerçek: Biraz önce bahsettiğimiz binaları yenilerken, yeniden yapılanı doğru
temellerle yapmak siz bilim adamlarına düşüyor, bunun önerisini yapmak
sizlere düşüyor. Şişli’de bugüne değin ne üniversitelerden, ne
akademilerden, ne sivil toplum örgütlerinden o yüksek yapılanmaya karşı
hiçbir tepki görmedim. Ben Şişli’de yaşıyorum.
SALONDAN- … Mimarlar Odasının tünelleri (deşifre yapılamamıştır.)
ABDULLAH GÜRSOY- Efendim, izin verin bir şey söyleyeyim; siz bu
kürsülerde bunu ifade edersiniz ama Feriköy’de, Paşa Mahallesi’nde,
Bozkurt’ta, Harbiye’de oturan insanlar kendisine yenilik getirildiğini, kendi
yerinin değerlendiğini düşünüyor ve projelerin arkasında oluyor. Mesele sizin
söylemeniz değil; mesele, böyle düşünen insanlara böyle olmadığını
anlatabilmek, bunu geliştirebilmek. Ben özellikle yine İNDER olarak, Yapı
Müteahhitleri Derneği olarak Sayın Ağaoğlu’nun bahsettiğiniz “Yer altına
değil, yer üstüne yatırım” ifadesini anlamamış olabilirim çünkü orada o binalar
yapılıyorken zaten teknik altyapısı yapılarak geliyor. Bağışlayın ama oradaki
ifadeyi, doğru yaşam biçimini önermenin bir yöntemi olarak görüyorum.
Doğru ve hakça yaşam biçimi hepimizin hakkı. Onu bir satış sayısı olarak
düşünmekte yarar var. Teşekkür ederim.
Doç. Dr. HATİCE KURTULUŞ- Şimdi ben cevap vereyim. Önce
arkadaki öğrenci arkadaşımın sorusunu cevaplayacağım: 30 gün önce
pazarlık gücü var mıydı orta sınıfın? Evet vardı. Şimdi bu böyle havadan
konuştuğumuz bir şey değil, araştırmalara dayanarak konuşuyoruz
akademide; 30 yıl önce küçük, iki katlı ya da tek katlı evi ve bahçesi olan bir
aile evini müteahhide verdiğinde, yaklaşık önce %70’le başlıyor. Yani mülk
sahibi %70’ine sahipti. Bu şimdi tersine döndü, artık %30’a düştü şu anda.
Kentsel arazinin azalmasıyla doğru orantılı, bu oran da %30’larla başlıyor.
111
Sonuçta bugün müteahhit, yaptığı binanın %30’unu alıyor; bu 1960’ların
sonlarına doğru %40’lara, 50’lere; 1970’lerin sonlarına doğru %50’lerin
üzerine, %60’lara çıkıyor ve bugün %70’lerde. Yani merkezden
bahsediyorum, bu çalıştığımız bir şey, biliyoruz ne olduğunu.
Konuşmamda bahsettiğim o pazarlık gücü her sınıfın vardı, çünkü o
dönemin gecekonducunun da pazarlık gücü vardı. Yani hazine arazisine girip
orayı işgal ettiğinde tırnak içinde söylüyorum, olumsuz anlamda
söylemiyorum yanlış anlamayın, bir haktı o ve devlet de o hakkı tanıyordu.
Çünkü devlet kendi göçmenine toplu konut üretemediği için, sosyal konut
üretemediği için zaten hazinenin olan arazisini bütün maliyetini de, altyapı
maliyetini bile gecekonducuya yükleyerek, aslında bir çeşit konutlaşma
sağlıyordu. Gecekondu, bir çeşit sosyal konutlaşmadır gecekondu, onun için
estetik olarak beğenmeyebiliriz, plan açısından veya modern planlama
bağlamında beğenmeyebiliriz, ama kentsel mekanın bölüşümü açısından, bir
form olarak benimsenebilir bir şeydir. Onun için adil bir şeydi.
İkincisi, orta sınıfın da -yani düzenli gelirleri olan memur sınıfının
diyelim kabaca- kentsel mekanda aldığı paydaki pazarlıkta pazarlık gücü
vardı. Hem arsanın sahibinin pazarlık gücü vardı, hem de orada daire satın
alan orta sınıfa mensup herhangi bir memurun pazarlık gücü vardı. Çünkü
faizler yoktu, bugünkünden daha iyiydi memur gelirleri ve gidip müteahhitle
pazarlık ederek üç aşağı beş yukarı topraktan girerek, erken alarak,
bitmeden alarak, içini yapmayı falan çeşitli yöntemlerle -çalıştığımız için bu
konuyu biliyorum- pazarlık ediyordu ve bütçesine uygun bir konut
alabiliyordu, mekanda da pazarlık gücü vardı. Kadıköy’ün diyelim ki
Fenerbahçe’sinde olmuyordu da, Acıbadem’in altında Üsküdar’da bir yerde
oluyordu pazarlık gücü. Müteahhit de şöyle bir şey: Handan Türkoğlu’nun
sorusunu birleştireyim, aslında sermayesi yoktu dediğiniz o müteahhitlerin.
Prof. Dr. HANDAN TÜRKOĞLU- … değil, şehirler neredeyse
insanların cebinden para çıkmadan … (deşifre yapılamamıştır.)
Doç. Dr. HATİCE KURTULUŞ- Ama o zaman şöyle oldu:
Müteahhitlerin vardı, emek güçlerini kullanıyorlardı. Bütün müteahhitler erken
amelelikten müteahhit olmuş, 1970’ler öncesinden bahsediyorum.
Prof. Dr. HANDAN TÜRKOĞLU- Müteahhitleri değil, … cebinden
para … (deşifre yapılamamıştır.)
112
Doç. Dr. HATİCE KURTULUŞ- Konut sahibi oluyorlardı, ama şöyle
bir durum var; arazinin sahibi olmaktan kaynaklanıyordu o konut sahipliği. Bu
alanda, o dönemi çalışan birisi olarak -sözlü tarih görüşmeleri yapıyoruz o
dönemin müteahhitleriyle- bana o dönemin konutlaşma modeli; sınıflar
açısından hem rekabetin daha esnek olduğunu, hem de daha adil olduğunu
düşündürtüyor. Diyebilirsiniz ki, hocam beğeniyor musunuz o model
konutlaşmayı? Tabii ki beğenmiyorum, keşke devlet o zaman da doğru
dürüst plan yapsaydı, keşke sanayi sermayesine o kadar destek verene
kadar biraz da kamu harcamalarına ve azıcık mekana destek verseydi.
Bunlar eleştirilebilir bugünden o güne, ama kamunun mekanda hiçbir desteği
olmadan arazi üretmeden, kamusal arazi üretilmeden insanların kendi
kendilerine mekana yerleştikleri bir sistem. Onun için göreceli olarak
bugünden çok adil, çünkü bugün TOKİ başında olmak üzere bütün mekanı
düzenleyen kamu kuruluşları var. Bugünkünden çok adil, çünkü bugün çok
büyük bir sermaye var, gidip metrekarelerle arazi satın alıyor. O zaman
sanayi sermayesinin dışında bir sermayenin de böyle bir gücü yok ki. Şimdi
ikinci sorunuzda çok haklısınız; ben kesinlikle bu yapıların korunmasından
yana değilim, yani gecekondunun da korunmasından yana değilim.
Gecekondu insanca yaşanır bir konut stoku değil ki, gecekonducular ne
hallerde orada yaşıyorlar. Her yıl tadilat, tamirat yaparak, her yıl baskı
altında, her yıl “bu gecekonduyu senden alacağım, zaten senin değil” baskısı
altında yaşayan gecekondu iyi bir konutlaşma biçimi mi? Değil. Ama
gecekondu bir hak, yani adaletle karıştırmamak lazım birbirine, adil bir şeyi
düşünürsek bir haktır. Çünkü 40 yıl çalışmış, bütün emeğini o gecekonduya
yatırmış, o araziyi de bedava almamış, büyük olasılıkla belediye
başkanlarıyla mafyanın ortak sattığı araziler çok büyük bir kısmı.
Gecekondulaşmanın ilk 5 yılında kamusal arazi parasız alınmış, geri
kalanında hep bir para ödeniyor. Şükrü Aslan’ın çok güzel çalışmaları var,
size tavsiye ederim, yazıyor bunları. Şimdi onun için maliyetini ödemiş bir
insana siz diyorsunuz ki, kat mülkiyet üzerinden ne olduğu belli olmayan bir
mülkiyet üzerinden -çünkü mülkiyet de ahlaki bir şeydir- diyorsunuz ki, “bu
mülk senin değil, hazinenindi zaten, şimdi sen çık, ben sana sosyal konut
yaptım, sen oraya git.” Bu imkansız, olamayacak bir şey; ama gecekonduları
yenileyelim, gecekonduları o insanları içinden çıkarmadan, uzun vadede
kredilendirerek -nasıl orta sınıf kredilendiriliyor bankalar tarafından, ayda
3.000 lira maaşım var diye istediğim kadar kredi nasıl veriyorsa bankalar
gecekonducuyu da kredilendirin o zaman çok uzun vadede- tamamlayın bu
113
süreci. Hiç onu etkilemeyecek kredilendirmeler yapabilirsiniz ve çok iyi
planlarla gecekonduyu ıslah edebilirsiniz.
Orta sınıf binalarında size tamamen katılıyorum, hakikaten belki bizi
korkuttukları kadar değildir, ama gerçekten korku içinde yaşıyoruz. Yani ben
de Şişli’de oturuyorum, güya altı sağlam bir yer, ama her sallandığımda
ödüm kopuyor. Bu demek değil ki, bunlar yenilenmesin. Tabii ki yenilensin,
ama adil bir biçimde yenilensin. O kentsel toprağın üzerinde sınıfların, o
yenilenmeden ortaya çıkacak farktan paylarını alabilecekleri bir şekilde
yenilensin. Küçücük yaşlı bir insan, artık eşyasını mı değiştirecek, gidip
Ikea’dan kendine eşya mı alacak 80 yaşında bir kadın? Mevcut olan
eşyalarıyla birlikte onu nasıl 75 m2’ye mahkûm edebilirsiniz? Bu düzenlemeyi
yapacak yasal düzenleme çıkmadı, çıkamıyor zaten, çünkü ciddi adalet
sorunu var. Ancak çok düzgün bir yasal düzenleme çıkmalı, çıkacak o yasal
düzenleme sınıfı mağdur etmemeli. Tıpkı gecekondular gibi bu orta sınıfı da
götürüp, kentin dışında yaşatamazsınız; ölürler orada. Çünkü onların
beslenme, yaşam kaynakları kentin merkezinde, mesleki olarak da bu öyle.
Gecekonducuların da çalışma alanı merkezdeki hizmet sektörüdür, onun en
altıdır ya da marjinal sektördür. Siz onu nasıl götüreceksiniz
Bezirganbahçe’ye, adam oradan işine nasıl gidip gelecek? Türkiye çok hızlı
sermaye biriktiriyor mekanda, bu çok açık. Türkiye şu anda büyümesini ne
ihracata, ne başka bir şeye borçlu; Türkiye şu anda büyümesini, uluslararası
güç elde etmesini -yani beyefendi de bilir bunu- mekandan biriken, yani
inşaat sanayinden biriken şeye borçlu. Kapitalizmin kendi içindeki adalet de
bunun daha iyi bölüştürülmesini gerektirir. Özellikle İstanbul’da çok radikal bir
eşitsiz gelişme var. Yazdığımızda bu görülecek; 1980’lere kadar olan
sınıfların kentsel mekanda aldığı payla, 1980’lerle 2011 arasında aldığı payı
görseniz, sınıflar açısından ne kadar radikal bir değişiklik olduğuna
inanamazsınız. .
Benim önerim şu: Şu anda özel sektör yönlendirmiyor İstanbul’daki
arazi pazarını; kamu sektörü -yani kamu sektörü demeyelim- Başbakanlığa,
iktidara doğrudan bağlı TOKİ, doğrudan bağlı bir organ yönetiyor arazi
piyasasını. Onun için bu araziyi bu kadar iyi yönetebilen ve bu kadar büyük
gelirler elde edebilen bir TOKİ; daha iyi sosyal konut yapmalı, daha iyi
krediler vermeli. Kredileri vermenin aracı olmalı, yani bu atla deve değil, 10
tane plancı, 10 tane sosyolog, 10 tane iktisatçı, sınıfların mekanda adil
dağılımını savunan insanlar otursa o kadar iyi bir plan çıkar ki, TOKİ’ye de
114
sunulur. Denilir ki TOKİ’ye, böyle yaparsan evet, buna ses etmeyeceğiz. Bu
kadar isyan niye? Yenileme gerektiğine katılıyorum. Yenilemenin niteliğinin
nasıl olacağı konusunda itirazım var. Şu anda bir baskı var, beyefendinin
söylediğine de hemen oradan geleyim. Evet, tabii ki değişmek zorunda, tabii
daha iyi yerlerde yaşamak zorundayız, ama bu yasa size tepeden mülkiyet
hakkınıza doğrudan müdahale edecek. Evet, benim hakkım var aldığım bir
konutta ölene kadar yaşamaya ya da benim de istediğim bir biçimde onun
dönüştürülmesine hakkım var. O yasa çıkarsa -çıkamamasının nedeni şu; bu
yasayla 5 yıldır uğraşıyorlar, kendileri bile adalet ilkesi problem çıkaracak,
Anayasa’ya aykırı olacak diye korkuyorlar, belki yeni Anayasa’da değişik
çıkar- biliyorum müteahhitlerin bunu beklediğini, benim görüştüğüm
müteahhitler de bekliyor.
Yönetimle ilgili bir şey söyleyeyim. Ben Ağaoğlu’nun yönetim planını
inceledim. Benim kayınpederim de asker, lojmanda çok uzun zaman yaşamış
bir aile eşimin ailesi. Normal bir yönetim planından bahsetmiyorum, çağdaş
bir yönetim planından bahsetmiyorum; askeri yönetim planıyla, lojman
planıyla bu kadar örtüşen bir yönetim planını bir tasavvur edin diyorum. Çok
örtüşüyor, Ağaoğlu’nun konutlarını da özellikle inceledim ben, örtüşüyor.
Diyeceksiniz ki, askeri lojman planı kötü mü? Olmayabilir, iyi, askeri
lojmanlarda sorun çıkmıyor, böyle düşünebilirsiniz, ama ben orada bir ironi
yapmak istedim. Askeriye bu kadar karşı olup, askeri lojman içinde yaşamayı
ne kadar istiyoruz? Bir ironiydi o sadece.
Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Teşekkür ediyoruz. Asuman Hanım, sizin
var galiba bir sözünüz.
ASUMAN YEŞİLIRMAK- Sanıyorum arkada Sarıyer’den gelen
arkadaşlar benim yasadışı plansız ifadelerimi söylemek istediğimi aşan bir
biçimde anlattılar. Ben olumsuzlamak anlamında hiçbir şekilde söylemedim,
tam tersine insanların konut ihtiyaçlarını karşılamak amaçlı yasadışı değil.
Yasadışından kastettiğim şey şu: İmar planında olmayan alanlarda ruhsatsız
konut yapmış olmaları, bu insanların konut ihtiyaçlarını karşılamak amaçlı
olan bu tür yapılaşma eğilimleri, az önce anlatmaya çalıştığım yasal aslında,
yasalara uydurulmuş planlı plansızlıktan çok çok masum, ben bunu
anlatmaya çalıştım. Bugün sizin yaşadığınız alanlarda yapılan planların hepsi
de zaten bir yoğunluk artışı getiriyor ve yoğunluk artışıyla birlikte bir kentsel
dönüşüm amaçlıyor ve bu planların hepsi sizin yaşamınıza dokunuyor, ama
115
sizi içine almıyor. Söylemeye çalıştığım şey buydu, yoksa yasadışı demekle
yanlış bir şey söylemiyorum, yani bunu olumsuz anlamda kullanmıyorum,
onu ifade etmek istedim.
Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Teşekkür ediyoruz. Pınar arkadaşımıza
son sözü verelim.
Doç. Dr. PELİN PINAR ÖZDEN- Teşekkürler. Bana doğrudan soru
yöneltilmedi, ama ben de aynı konuda beyefendilere bir şeyler söylemek
istiyorum. Önce onlara teşekkür etmek istiyorum burada oldukları için,
zannediyorum üç kişisiniz. İnşallah yarın daha kalabalık olursunuz. İstanbul
Buluşmaları’nda özellikle sizleri görmekten hep çok mutlu oluyoruz. Umarım
seneye daha da kalabalık gelirsiniz. Şu yasadışılık konusuyla ilgili ve
gecekondu konusuyla ilgili aslında ben de bir şeyler söylemek istiyorum. Bu
yasadışılık terimi bizim içimizde bir suçlama olarak kullanılmıyor; bu bir olgu,
durum, bir fotoğraf, bunu öyle görmek lazım. Ama şöyle de düşünmek lazım:
Hiçbirimiz yasadışılığı savunacak da değiliz.
SALONDAN- Bu ülkenin Başbakanı bize … … kelimesi kullanıyorsa,
… … yani … (deşifre yapılamamıştır.)
Doç. Dr. PELİN PINAR ÖZDEN- Soruna böyle bakmak, bunu bir olgu
olarak ortaya koymak, böyle bir durum var. Bu ne zamandan beri var?
1940’ların sonundan beri var, bugün hala da devam ediyor, ama daha
masum boyutta, ama devasalaşarak, büyüyerek, ur gibi artarak devam
ediyor. Yanlış şurada yapılıyor: Şimdi Anayasamız devlete barınma sorununu
çözme yükümlülüğü veriyor, konut sorunu demiyor. Esas fark burada, yani
biz konuyu konut sorunu olarak değil, barınma sorunu olarak görmek
zorundayız. Bu ikisi birbirinden farklı, şu anda yapılmaya çalışılan herkesi
konut sahibi yapalım, 10 yılda, 20 yılda, 30 yılda, 50 yılda neyse konut sahibi
yapalım. Sorun bu değil; dünyanın hiçbir yerinde herkesin konut sahibi
olması yönünde değil, ama barınma sorununu çözmek için devletler birtakım
modeller ortaya koyuyorlar. İşte sosyal konut gibi bir sürü şey var bununla
ilgili. Sadece konut edindirme değil bunun yöntemi, önemli olan bu, böyle
bakmamız lazım.
İkincisi de, bu sürecin içinde rolleri iyi belirlemek lazım. Hani o
pazarlıklar filan dedik ya vatandaş, devlet, belediye arasındaki; bu
pazarlıkları da iyi koymak lazım. Onunla da bitmiyor iş.
116
SALONDAN- Bize rol vermiyorlar ki, bizi saf dışı bırakıyorlar.
Doç. Dr. PELİN PINAR ÖZDEN- Şunu söyleyecektim pardon,
yasadışı alanlarda yaşayan insanlar bir sorun olarak görülüyor değil mi? Öyle
görüyor devlet ve onları oradan çıkarıyor bir şekilde, başka bir tarafa alıyor.
Fakat bu sorunu çözmüyor, aynı sorun başka bir yerde devam ediyor.
Yoksulluksa yoksulluk, yoksunluksa yoksunluk, altyapıysa altyapı, işte
kentsel adaletsizlikse adaletsizlik, eşitsizlikse eşitsizlik, aynı sorunlar buradan
alınıp başka bir tarafa öteleniyor. Bu sorunu çözmeye yetmiyor, yarın sıra
oraya gelecek, oradan da başka bir yere gideceksiniz. Dolayısıyla gene başta
söylediğim şeye dönüyorum, sorunu barınma sorunu olarak alırsak belki
daha farklı bir noktaya bakıp çözebiliriz. Teşekkür ederim.
Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Yarın mahalle derneklerinin bir oturumu
olacak, orada daha bol olarak tartışacağız bu konuları. Ben bütün
katılımcılara çok teşekkür ediyorum, sizlere de çok teşekkür ediyorum bu
saate kadar kaldınız, katkılarda bulundunuz. Yarın tekrar Ulaşım panelinde
görüşmek üzere iyi akşamlar diliyorum.
117
3. OTURUM
“PLANLAMA, SİYASET ve ULAŞIM”
TAYFUN KAHRAMAN- Bugünkü konumuz: “Ulaştırma, Planlama ve
Siyaset”. Dün de sıkça altını çizdik, özellikle 2011 yılında siyasete ve
İstanbul’a yön veren; esasında İstanbul’daki büyük projeler, İstanbul’daki
altyapı projeleri, İstanbul’da yeni yapılması planlanan inşaat faaliyetleri oldu.
Tabii bu inşaat ve imar etme projeleri içerisinde İstanbul’un ulaşım projeleri
de vardı ki, çok uzun zamandır tartıştığımız ve bizlerin de Şehir Plancıları
Odası olarak biliyorsunuz hazırlıklarımızı yaptığımız ve beklediğimiz projeler
var. Hatta çok uzun yıllardır tartıştığımız bu projeler: Üçüncü köprü ki, bunu
bugün sanırım hocalarım detaylı olarak bize aktaracaklar, diğeri Avrasya Tüp
Geçiş Projesi ve İstanbul’daki diğer tüm problemlerimiz. Bugün çok değerli
hocalarımız var aramızda ve bu konulara çok hakimler. Ben onlardan tabii
arada sorularımla da bu ulaşım projelerini bugünün başlığına, biraz planlama
ve siyaset ikileminde -ki, özellikle dün çokça altı çizildi- bir arada olmaları
gereken, ama bir aradalıklarını ne yazık ki tamamen kaybeden iki başlığa
çekmelerini isteyeceğim., Özellikle Ruşen Hocam’ın çok güzel bir şekilde
aktardığı, siyaset, yani politikacı bir anlamda plancıyla plancı gibi düşünmeyi
öğrenmeli, plancı da politikacı gibi öğrenmeyi düşünmeli dediği modelde
yazık ki politikacılar bizleri tamamen devre dışı bırakan bir akıl sistemine
sahipler. Bu akıl sisteminin çok da Türkiye’de, özellikle İstanbul’da
işlemediğini görüyoruz. Biraz da bu yöne doğru konuşmalarınızı çekmenizi
rica edeceğim.
İsterseniz Mesture Hocam sizinle başlayalım, siz kısa bir sunumla
başlayacaksınız. Bildiğim kadarıyla üçüncü köprü ve İstanbul’daki ulaşım
projelerinden genel olarak bahsedeceksiniz. Buyurun hocam.
Prof. Dr. MESTURE AYSAN BULDURUR- Arkadaşlar, merhaba.
Herkes hoş geldi. Dün aramızda siyasetçilerin oluşu, siyaset bilimiyle
uğraşanların oluşu planlamayla siyasetin ara kesitini bulma konusunda
bizlere bir kapı açmış oldu. Ben de dünkü konuşmaların devamı, onların
adeta biz özeti şeklinde -zaten daha önceden de o şekilde hazırlanmıştım- bir
sunum yapacağım size, ondan sonra sanıyorum diğer konuşmalar da bu
sunum içerisinde rahatlıkla yerini bulacak diye düşünüyorum.
118
Bilindiği gibi ülkemizde planlama yaklaşımı dünyada ve Türkiye’de
gözlemlenen hızlı değişime koşut olarak kritik bir döneme girmiş
bulunmaktadır. Alınan kararların tüm dünyada hissedilen olumsuz sonuçları
sürdürülebilir gelişmeyi -çok önemli- tehdit eder boyutlara gelmeden önce,
planlama
disiplininin
tüm
boyutlarıyla
yeniden
değerlendirilmesi
gerekmektedir. Bu nedenle İstanbul Buluşmaları’nın gündemini oluşturan
planlama-siyaset ilişkisi zamanlama bakımından da, tema bakımından da
son derece isabetli.
Bildiğiniz gibi planlama en genel anlamıyla; bilgiye dayalı, rasyonel ve
müdahaleci bir süreç ve üç temel özelliği kabul ediliyor günümüze kadar:
Bütüncül bakış açısı, kamu yararı, ortak akıl. Bilindiği gibi Rusya kökenli olan
planlama yaklaşımının zaman içerisinde dünyadaki konjonktüre bağlı olarak
değiştiğini görüyoruz. Ülkemizde de buna paralel olarak değişmeler söz
konusu olmuş. Bu ara dönemleri de içine alacağını varsayarak, özetle
dönemleri geçmek istiyorum. 1930’ların sanayi planları, 1960-1980 arası
kalkınma planları, 1990-2004 arası stratejik planlama ve 2004 sonrası ön
ulusal kalkınma sistematiğine geçiş. Şimdi 1960 öncesinde, cumhuriyetin
kuruluş yıllarında, bilindiği gibi dünyada sanayileşme hamlesi bayağı ileri
aşamalara gelmiş durumdaydı. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti de buna
ayak uydurmak adına, sanayi hamlesine odaklanan bir sınai kalkınma
planlaması yapmayı düşündü. Bu arada tabii tamamen odaklanılan sınai
kalkınma, sanayi öncelikle planlama olduğu için diğer hedeflerin önceliği yer
almadı, fazla ön plana çıkmadı.
1960 sonrasında kalkınma kavramı kapsamı içerisinde planlama
yaklaşımı; devletin toplumsal, iktisadi ve kültürel gelişmesinin tümünü
kapsayan geniş bir tanım ve süreci içermektedir. 1961 Anayasası planlama
görevini temel haklar ve ödevler bölümünde düzenlemiş ve devlete iktisadi,
sosyal, kültürel kalkınmayı demokratik yollarla gerçekleştirme görevini
yüklemiştir. 1960 yılında kurulan Devlet Planlama Teşkilatı da bu düzen
içerisinde yönetim otoritesi olarak görev üstlenmiştir. Kalkınma planlarının
amacı; ulusal tasarrufu arttırmak, yatırımları kamu yararının gerektirdiği
önceliklere yöneltmektir. 1980 sonrasındaysa kalkınma planları yerini stratejik
planlamaya bırakmış ve Yüksek Planlama Kurulu’nun gerçekleştirdiği
özelleştirmelerle ülke ekonomisi, devlet denetiminden piyasa denetimine
geçmiştir. Kalkınma planlarına ilişkin referanslar sosyal adalet, kamu yararı,
fiziki dengeler ve bütünlüklü anlayış olurken; stratejik planlamanın
119
referanslarının piyasaya uyum, parçalı bakış açısı, fiyat istikrarı, ödemeler
dengesi gibi ekonomik göstergeler olduğu görülmektedir. 2004-2006
yıllarında uluslararası kredi anlaşmaları, 2003 yılı Avrupa Birliği İlerleme
Raporu Katılım Ortaklığı Belgesi ile ilişkilendirilmek üzere Sekizinci Beş Yıllık
Kalkınma Planı’nın eki olarak Ön Ulusal Kalkınma Planı hazırlanmıştır. Bu
çerçevede yönetim otoritesi olarak Devlet Planlama Teşkilatı, bölgesel
ölçekte görevlerini, Bölge Kalkınma Ajansları ve hizmet birliklerine
devretmiştir. Ön ulusal kalkınma planlarının referanslarıysa; bölgesel
gelişme, rekabet edebilirlik, istihdam ve çevre olarak belirlenebilir. Şimdi bu
kısa anlatımla yakın tarihteki planlamanın nasıl bir yaklaşımla ele alındığının
içeriğini özetlediğini düşünüyorum.
Ulaşım planlaması çalışmalarına bakıldığında da, ulaşım planlama
yaklaşımı ve ilgili politikalar da planlama yaklaşımlarında olduğu gibi genel
anlamda dünya konjonktürü, uluslararası ilişkiler, ekonomik bağımlılık ve dış
borç yönetimine de bağlı olarak dönemsel farklılıklar göstermiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında herkesin de bildiği gibi yurt ölçeğinde geliştirilen
demiryolu ağırlıklı ulaşım politikaları, 1950’li yıllarda gelişmiş ülkelerden
kredi, borç ve hibe olarak sağlanan kaynak karşılığında yerini karayolu
ağırlıklı ulaşım politikalarına bırakmıştır. Bilindiği gibi ulaşım planlamasının
esası; seyahat talebine, seyahat üretim ve çekimine, dolayısıyla doğrudan
arazi kullanım kararlarına bağlıdır ve ulaşım altyapısı, tüm ulaşım
sektörleriyle birlikte entegre düşünüldüğünde gerçek performansına ulaşır.
Bu çerçevede düşünüldüğünde ulaşım altyapısının planlama kararlarıyla
birlikte bir bütüncül olarak ele alınması, ulaştırma planlamasının temelinde
yatan gerçektir. Oysa ülkemizde gerçekleştirilen ulaşım planlama pratiği,
dünyada kabul görmeye başladığı 1960’lı yıllardan günümüze ulusal ve yerel
bazda bütüncül planlama anlayışına hizmet ederek gelişimlere yön vermede
planlama sürecindeki etkin ve etkileşimli rolünü alamamıştır.
Belirli dönemlerde gereksinimleri karşılayan birbirinden bağımsız
proje bazlı ulaşım projesi, denizyolu ulaşımı, raylı ulaşım vesaire şeklinde
birbirinden bağımsız, proje bazlı olarak ele almış, belirli dönemlerdeyse
hazırlanan bitmiş projeler üzerine giydirilmiş. Yani imar planları hazırlanıyor,
bunun üzerine “ulaşımı çözün” deniliyor. Oysa arazi kullanımlarıyla doğrudan
ilişkisi ve kentsel yapının can damarı olduğu gerçeğinden hareketle planlama
süreci içerisindeki hak ettiği yeri alamamıştır. Ulaşım planlaması da birlikte
düşünülmesi gereken kentsel planlama çalışmalarında olduğu gibi,
120
kendiliğinden gelişmelere hizmet eden, kısa dönem sorunlara çözüm getirici
palyatif, parçacı anlayışlar olarak kalmıştır ya da ulaşım sorunlarını çözmek
adına prestij projeleri ve büyük maliyetler gerektiren, ancak beklendiği şekilde
kentin sorunlarını çözmediği gibi giderek daha karmaşık hale getiren
yatırımlara yönelmiştir.
Ulaşım planlama çalışmalarını bu çerçevede özetledikten sonra,
günümüze kadar tarihsel kısa geçmişine dair bazı örnekler verelim. Bizler,
burada
bulunan
arkadaşlarımız,
bu
konularda
zaman
zaman
başvurulduğunda fikirlerimizi bir şekilde belli ediyoruz. Bunların hep siyaset
bağlamında düşünülmesi gerekiyor. Çünkü yürütücü organ siyaset, yasal
düzenlemeleri oluşturan siyaset, bilfiil olayları uygulamaya yönelten tamamen
siyaset; bu nedenle zaten planlama, ulaşım planlaması gibi şeyin siyasetten
bağımsız düşünülmesi mümkün değil. Karayolu tünelleri doğru ilke ve
politikalar olmaması nedeniyle kent içerisinde özellikle merkezi alanlarda
bulunan trafik sıkışıklığını çözmek adına getirilmiş bir yaklaşım biçimi.
Karayolu tünellerine baktığımızda, büyük oranda özel araca hizmet eden,
plan bütünlüğü içerisinde ele alınarak değerlendirilmeyen projelerdir; sadece
sıkışık trafiği çözmek adına belli noktalar arasında geçici bir rahatlama
getirecek niteliktedir. Ancak sonrasında giriş-çıkışlarda yoğunlaşmaya neden
olarak giderek sorunları daha da büyütecek, yol kademelenmesine uymayan,
yaya öncelikli olması gereken yol tasarımında bu olanağı neredeyse
tamamen ortadan kaldıran maliyeti yüksek -bunları devam ettirebilirizyatırımlardır.
Köprü projelerini özet geçmek istersek; boğaz geçişleri de yine boğaz
köprüleri de, yakalar arası bu geçişlerdeki tıkanıklığı azaltmaya, sorunları
çözmeye, iki yakayı birbirine bağlamaya yönelik açılan köprüler. Daha sonra
üçüncüsü gündeme geldi, belki dördüncüsü, beşincisi yapılacak ve köprüyü
savunanlar var tabii, karşısında olanlar da var. Köprüyü savunanların ortaya
koyduğu savunma biçimi şu: “Köprülerin birincisinde de itiraz ediliyordu, ikinci
köprüye de itiraz ediliyordu, ama hepsi dolu, şu anda itiraz edenler de bu
köprülerin üzerinden geçiyorlar” şeklinde. Oysa konu o değil, konu planlama,
projelendirme safhasında köprülerin yapımında kentin bütüncül olarak ele
alınmayışı, yani yine aynı anlayış. Köprülerin yeri; kentin bütününe yönelik
öncelikle yapılması gereken raylı sistem ve diğer toplu taşıma ağırlıklı, köklü
çözümler denenmeden yapılmıştır. Yakalar arası geçişleri azaltacak arazi
kullanımına yönelik, yakaların kendi kendine yeterlilik konusuna çözüm
121
getirecek arazi kullanım kararlarının alınmamış olması, salt karayoluna
hizmet eden çözümler olması, toplu taşın tercihli yolu ve hafif raylı sistemi
içermemesi ve belki katlı yapılması gibi seçeneklerin göz ardı edilmesi gibi
konularda eleştiriler vardı.
Neticede köprüleri gördük. Sonuç olarak boğaz köprüleri kent içi
trafiğe çözüm getiremedikleri gibi, kentsel arazi kullanımları için eşik
oluşturan orman ve su havzalarına taşarak arazi kullanımını gelecek için
olumsuz çevresel gelişmelere zemin hazırlamışlardır. Üçüncü köprünün
başka bir dava konusu da bildiğimiz üzere üçüncü idari mahkemesi
tarafından yürütülmektedir. Daha sonra bir şekilde gerçekleştirilirse eğer,
aynı süreç geçerli olacak; köprü yapılacak, yine tıkanacak, vesaire ve bu defa
İstanbul kentine vereceği zarar öncekilerle kıyaslanamayacak ölçüde fazla
olacaktır. Köprü yapımının zararlarını, dünkü oturumlarda İstanbul’un
gelişimine yönelik gösterilen bütün haritalarda görmek mümkün oldu zaten.
Çevreyolları yapıldıkça İstanbul’un nasıl yukarıya taşındığını her an
gözümüzün önünde izleyebiliyoruz. Köprü yapımının gündeme gelmesiyle
birlikte üçüncü köprü güzergahındaki arazilerde halihazırda büyük ölçüde
değer artışı olmuş ve gelişmeler başlamış bulunmaktadır. Daha önce de
olduğu gibi süreç; erişilebilirliğin yaratacağı düşünülen cazibeyle oluşan
plansız gelişmelere siyasilerin oy kaygısıyla göz yumması, yaygın hale
gelmiş yerleşim alanlarına milli servetin yok edilmesi, kaynak kaybı şeklinde
anlamlar yüklenmesi sonucunda gelen aflarla ya da revizyon imar planlarıyla
legal hale getirilmesi şeklinde işleyecek. Ulaşım sistemi, kentsel sistemin
bütünü dikkate alınmadan oluşmuş yerleşimlere sonradan kah viyadükler
üzerinde yükselen, kah tünelden geçilen karayoluyla erişmek üzere yeni
yollar getirilecek ve böylece kentler geri dönülmez sorunlarla gelecek
kuşaklara bırakılmış olacaktır.
Otopark uygulamaları için de kısa bir-iki şey söyleyeyim: Biliyorsunuz
İstanbul Büyükşehir Belediyesi otopark yeri belirleme ve işletme
sorumluluğunu, yönetmeliklerle İSPARK’a devretmiştir. Afet anında birinci
derece acil ulaşım yollarının durum değerlendirmesine ilişkin yüksek lisans
tezinde; JICA’ya yaptırılan eprem master planında birinci derece acil ulaşım
yolu olarak belirlenen, hiç bir şekilde park edilmemesi gereken kentin ana
ulaşım arterlerinin önemli bir oranda otoparkların işgali altında olduğunu
tespit ettik. Bu durumun günlük trafik işleyişini zorladığı gibi deprem anında
gereken lojistik desteği de önemli ölçüde aksatacağı açıktır. Özellikle merkezi
122
alanlarda bazı dar sokaklara, park sorunları nedeniyle yangın durumunda
itfaiye araçlarının ulaşamayıp, müdahalede zorlandığına ve olumsuz
sonuçlara yol açıldığına şahit olmaktayız. Oysa bilindiği gibi otopark
uygulamaları salt duran araçların sorunlarına çözüm getirmeyen
yönetmeliklere teslim edilemeyecek kadar tüm kenti ilgilendiren parçacıl
olarak düşünülmemesi, planlamayla birlikte ele alınması ve çözülmesi
gereken bir konudur. Bu bağlamda otopark planlaması doğaldır ki, kentin
omurgasını oluşturan ulaşım sistemiyle birlikte değerlendirilmeli, toplu taşım
sistemini, bisiklet kullanımını özendirmek ve yaya hareketini kolaylaştırmada
araç olarak düşünülmeli ve planlama aşamasında ele alınmalıdır.
Kentsel sorunlara çözüm getirmek üzere geliştirilen ulaşım projelerine
ilişkin çok sayıda değerlendirme yapılabilir. Birçoklarını arkadaşlarımız belki
soracak, yine onlara cevap aramaya çalışacağız. Bu projelerin büyük bir
bölümü mevcut yasal çerçeveye rağmen gelişen durumlarken, bir bölümü de
yasal çerçevenin gelişmelerin önünü açmasıyla gerçekleşmektedir. Son
yıllarda bilindiği gibi doğrudan planlamaya bağlı olarak kentleri ilgilendiren
konularda çok sayıda yasal düzenleme yapılmış ve yapılmaktadır. 1994
yılında yürürlüğe giren Özelleştirme Yasası ve devletin yeniden
yapılandırılmasına ilişkin düzenlemelerle birlikte birçok yasa ve 2B Yasası da
bu arada sayılabilir. Ayrıca yine son yıllarda doğrudan kentsel alanda
müdahale yapmayı kolaylaştıran yıpranan kent dokularının yenilenmesi,
kentsel dönüşüme yönelik yasal düzenlemeler dışında hala doğrudan ve
dolaylı olarak kenti ilgilendiren Kanun Hükmünde Kararnameler çıkarılmaya
devam etmektedir. 2B Yasası da bunlardan bir tanesi. 2B Yasası zaman
zaman gündeme gelip tekrar gündemden çekiliyor bildiğiniz gibi, çeşitli
dönemlerde fiili durumu legal hale getirerek çözüm aramak üzere gündeme
gelen Orman Yasası’nın 2B maddesinden adını alan yasa ilk etapta
göründüğünden çok daha fazla üzerinde durulması, getireceği sonuçların
doğru ve sağlıklı olarak değerlendirilmesi gereken bir yasa taslağıdır.
Yasanın yol açacağı sonuçların orman vasfı tanımı, 2B tanımına giren toplam
alan miktarı, kapsadığı alanların nitelikleri, yine bir yüksek lisans tez
öğrencime yaptırdığım tez sonucu gördüğüm sadece 2B Yasası orman
alanları içinde değil, bunların büyük bir çoğunluğu aynı zamanda su
havzalarının içinde yer almakta, sanayiler yerleşmiş bulunmakta buraya.
Havza mutlak koruma alanları içinde kalan 2B’ler bulunmakta. Bugünkü
kullanım durumu, amacı nedir, yapılaşma oranları nedir? Şu anda
erişilebilirlik durumu nedir, ulaşım açısından getireceği yük nedir ve bundan
123
sonra oluşacak kasıtlı alan açma ve yangın, işgal durumlarına
cesaretlendirilmesi konularının da gündeme getirilmesi ve o bağlamda
düşünülmesi gerektiğini düşünüyorum.
Ülkemizde planlama ve ulaştırma hizmetleri adına yaşanan
olumsuzlukları şöyle bir özetleyecek olursak, ülke düzeyinde stratejik
planlamayla mekanın organizasyonuna yönelik fiziki planlama-uygulama
arasında yönetsel organizasyonel bir kopukluk vardır. Üst ölçekten gelen ya
da sonradan gündeme gelen projelerin plan bütünlüğü dikkate alınmaksızın
plan revizyonuyla plana dahil edilmesi söz konusudur. Belirli dönemlerde
aflar gelmektedir, vatandaşlar bu af beklentisiyle kaçak yapılaşmayı ve diğer
kaçak gelişmeleri gerçekleştirmeye yönelmektedir. Süregelen iptal davaları
nedeniyle ve planın geçerliliğini yitirmesinden doğan boşluklar söz konusu
olmaktadır. Hızlı değişim ve gelişimine paralel olarak değişmekte olan
planlama yaklaşımının yasal çerçevesi bu anlamda yetersizdir. Planlamanın
uygulamanın önünü açmak, sorunlara pratik çözümler getirmek adına
çıkarılan yeni yasaların içeriği ve oluşum yöntemi uygun değildir. Bilimsel
bilgi temeline yönelik uygulamalar ve verimliliği sürdürülebilirliği ilke edinen
toplumun geniş kesimlerine hizmet veren anlayış yerine aceleci, tekil
çözümlere
gidilmesi,
uygulamaların
plandan
bağımsız
olarak
gerçekleştirilmesi söz konusudur. Planlamanın gelişmelerin hızına
yetişemeyişi, arkasından gitmesi, yasal olmayan gelişmeleri yasal hale
getirmenin aracı haline gelmesi, dolayısıyla gelişmeleri yönlendirme işlevini
yerine getirememesi, planlama sürecinde yöntemsel düzeyde demokrasilerin
vazgeçilmez unsuru olan katılımın gerçekleştirilememiş oluşu...
Yeni dünya düzeninde şöyle bir baktığımız zaman farklı planlama
yaklaşımları gördük, ulaşımın bu çerçevedeki durumunu değerlendirdik.
Böyle baktığımızda ilk etapta ele alınan, dünyada da kabul görmüş olan
geniş kapsamlı planlamadır. Zaman olarak uzun vadeyi içeren, her şeyi aynı
anda düşünmeyi öngören, geleceği doğru tahmin etmeye odaklı bir planlama
yaklaşımıdır. Son zamanlarda ülkemizde gerçekleştirilmeye çalışılan stratejik
planlamada, bunun tamamen farklı batı ülkelerinde uygulanan örnekleri belki
model olarak alınmış, ama tamamen ona uymayan -neden olduğunu
birazdan söyleyeceğim- son derece esnek bir yapıya sahip bir stratejik
planlama söz konusudur. Dolayısıyla yeni dünya düzeninde elbette ki
planlamanın dünyadaki gelişmelerden bağımsız düşünülmesi söz konusu
değil ve bu hızlı değişime ayak uydurmak üzere planlama yaklaşımını
124
ekonomik ve sosyal boyutlarıyla yeniden değerlendirilerek dizayn etmemiz
gerekiyor. Ancak gelinen noktada küresel rekabet nedeniyle şirket mantığı
odaklı -biliyorsunuz bu stratejik planlama Amerika’daki bir şirketin karlılık ve
karlılığı maksimize etmeye yönelik olarak oluşturduğu kendi bünyesi içinde
oluşturduğu şirket kaynaklı bir planlama türü- ülkelere ve ülke planlamaya
yönlendiriyor, yani tamamen ulaşım ekonomi odaklı.
Stratejik planlama, kapsamlı ve bütüncül planlamanın yerini almış
görülse de; gelişmekte olan ülkeler için özellikle ulaşım, planlama ve siyaset
bağlamında aşağıdaki saptamaları yapmak mümkün: Üst ölçekte verimlilik ve
sürdürülebilirlik ilkelerini esas alan tanımlı, izlenebilir, denetlenebilir normların
belirlendiği kapsayıcı, planlamanın tüm aşamaları için yönlendirici ve
tanımlanmış devlet politikalarının oluşturulması. Burada bir nokta koyayım,
şöyle ki; bu demek değildir ki daha önceki geniş kapsamlı kalkınma planları
bağlamında katı, bir planlama yaklaşımı, biz burada bundan bahsetmek
istemiyoruz. Batı ülkelerinde uygulanan olay da bu; stratejik planlama bir
parça esnek, ama yukarıda ilkeler, normlar her alanda kesin olarak
tanımlanmış, belirlenmiş, tarif edilmiş durumda ve standartlar belli. Bizim
ülkemizde yavaş yavaş bilim adamlarının alanlarına girdikçe karşılaşıyoruz,
siyasetçiler bundan birebir yüz yüze gelebiliyor. Örneğin, Avrupa Birliği
müktesebatı denilen bir şey söz konusu, Avrupa Birliği ilerleme raporumuz
var, kaç yıldır Avrupa Birliği’ne giremiyoruz. Girmeliyiz, girmemeliyiz onlar
artık tartışma konusu, başka etkenler vardır, onlar da ayrı konu, ama Avrupa
Birliği’nde müktesebat dediğimiz ayrı ayrı başlıklar altında açtığımız her
konunun altında bir sürü belirlenmiş standart norm var. Biz mesela
şaşırıyoruz kokorecimize de karışacaklar diye, ama demek ki sağlıkla ilgili
şeylerde geliştirilmiş birtakım normlar var, ona uyumun sağlanması söz
konusu olduğu için bu belki ön plana geliyor. Bunun gibi çevreyle ilgili,
sürdürülebilirlikle ilgili, ulaşım standartlarıyla ilgili beyaz kitapları var, yeşil
kitapları var biliyorsunuz, bir sürü normlar var. Bunlar belirlenmeli, netleşmeli
ve belirlenen bu ilke ve politikaların hayata geçirilmesi ve bugün var olan
boşlukların ortadan kaldırılması için gerekli olan yasal ve yönetsel
organizasyonel araçların netleştirilmiş olması gerekir.
Bir başka örnek; yine Amerika’da yüksek lisans öğrencime kıyılarla
ilgili bir çalışma yaptırıyorum. Bizim kıyılarımızı düşünecek olursanız, o konu
açılırsa bir sürü problem ortaya çıkıyor. Kıyılarla ilgili geliştirilmiş hiçbir
politikamız yok, ne güvenlik adına, ne yabancılara özelleştirme, mülk satışı
125
ya da yabancılara mülk satışı adına geliştirilmiş hiçbir politikamız yok. Var
ama çok üstten geçilmiş, netleşmemiş, tanımlanmamış, tariflenmemiş... “Bir
yabancı şuradaki arazimizi satın alacak şeklinde” gazetelerde söz konusu
oluyor, oradaki arazinin Türkiye’nin güvenlik açısından, ulaşım açısından
getireceği yük, vesaire dikkatle incelenmiş ya da orayla ilgili ilke, politika ya
da o konularla ilgili geliştirilmiş bir şey var mı? Biliyorsunuz bu tip yabancılara
mülk satışı konusunda mütekabiliyet denilen şey vardır. Yani onlar bize
sattığı takdirde -bunun gibi çok fazla detaya girmeyeyim- kıyı konusunda da
bir bakıyorsunuz, öğrenci oradaki yönetmeliklere, standartlara ulaştı, şu
kadar kalınlıkta standart, yönetmelik, politika, ilke bulunuyor. Burada da
açayım da konuyu, yeri gelmişken söyleyip kapatayım istiyorum: Biliyorsunuz
gelişmekte olan ülkelerin en önemli şeyi hızlı gelişmeye, devingen yapıya
rağmen demokratikleşmenin tam oturmuş olmaması ve dolayısıyla böyle
gelişmekte olan ülkelerde bu tip normların getirilmemiş olması nedeniyle de
siyasetin hareket alanı çok geniş oluyor. Toplumun büyük bir kesimi ancak
geçimini sağlama derdinde olduğu için bu konularda bilinç sahibi olup,
örgütleşip, tavır koyma durumuna da geçemediğinden dolayı siyasetin alanı
görüldüğü gibi son derece geniş oluyor. Dolayısıyla bu bağlamda gelişecek
konunun yine çözümleneceği yer demokrasi, katılımcı planlama yaklaşımı ve
bu çerçevede halkın bu tip konularda bilinçlendirilmesi. Toplumun bir şekilde
bilinçlendirilmesi ve haklarına sahip çıkması ve örgütlenmenin sağlanması
gerekiyor. Bu durumda zannediyorum ilkeler, politikalar, normlar da
belirlendiği takdirde siyasetin de, herkesin de, özel sektörün de, vatandaşın
da yetkileri, hakları daha tanımlı olur ve herkes yerini bilir diye düşünüyorum.
Burada keseceğim.
TAYFUN KAHRAMAN- Teşekkür ederiz hocam, çok sağ olun.
Hocam siyaset ve bizde siyasetin normlar olmadan devam etmesinin özellikle
katılımcı olmayan projeler sonucundaki bugünkü durumun bir fotoğrafını
çekmeye çalıştı. Şimdi Orhan Hocam’dan bir sunum dinleyeceğiz. Orhan
Hocam bize esasında bir ulaşım tarihi anlatacak. Bildiğim kadarıyla İstanbul’a
ilişkin ve İstanbul’daki bugün içinde yaşadığımız kentte var olan ya da var
olması planlanan projelere değinecek, ama ben kendisinden bir taraftan şunu
da isteyeceğim: Özellikle İstanbul’un bugüne kadar ulaşım master planları
yapılmış ama bunlar hiçbir zaman uygulamaya konamamış projeler oldular.
Bu tarihi değerlendirirken esasında bir plancı olarak bize, siyasetin yaptığı ya
da yaptırdığı İstanbul’un ulaşım master planlarının niye bugüne kadar
uygulanmasına yine aynı bu siyaset ve bu politika izin vermedi? Esasında
126
İstanbul’un bugünkü o trafik keşmekeşine, ulaşımdaki o çözümsüz projelere
giden yolu da açan esasında bu plansız tavırdı. Bir anlamda ulaşım tarihini
anlatırken sizden özellikle plancı kimliğinize istinaden ulaşım master
planlarını ve İstanbul’un ulaşım planlarını da anlatmanızı rica edeceğim.
Çünkü Orhan Bey aynı zamanda benim de hocamdır, Mimar Sinan
Üniversitesi’ne ilk başladığımda Orhan Demir’den almıştım ben de ulaşım
derslerini ki, bu konuları da iyi bildiğini gayet iyi biliyoruz. İçinde de yine Haluk
Gerçek Hocam ile birlikte özellikle İstanbul’da ulaşım master planlarının
üretilmesi sürecinde de aktif rol aldılar ki, bugünkü başlığımızla da birebir
örtüşecektir diye düşünüyorum.
Dr. ORHAN DEMİR- Ben aslında biraz karar mekanizması üzerinde
duracağım, çok da sizin zamanınızı almadan geçmişten bugüne kadar karar
mekanizmaları nasıl gelişti, onun biraz tarihini vereceğim. Tabii ki ulaşım ana
planını da konuşuruz, onu zannediyorum sunumdan zaman kalırsa tekrar
konuşalım.
Şimdi ben biraz geriye giderek başlayacağım. Korkmayın çok
uzatmayacağım, ama biraz Osmanlı döneminden başlayacağım. Bu
sunumda bahsetmek için çok dikkatimi çekti, karar verme mekanizması
açısından gerçekten dikkat çekici: İstanbul’da ve Londra’da -o tarihlerde
demiryollarına artık geçilmeye başlanıyor- dünyanın birinci ve ikinci yeraltı
demiryolu inşa edilecek. İstanbul’da şehir emaneti kurulmuş tabi daha
meşrutiyet ilan edilmediği için padişah tek başına yetkili. Bugüne çok benzer
bir hali var, fikrim geldi diyen fikrini götürüp yürütmenin en tepesindeki kişiye
anlatıyor, ama Londra’daki duruma bakıyorsunuz, orada da birisinin fikri
geliyor fakat fikrini gidip parlamentoya anlatıyor. Onun için bu iki örnek bana
hakikaten çok ilginç geldi ve aradan 11 yıl arayla bu iki sistem de açılıyor.
Aslında söylenecek çok şey var, hani ilk başta beraber dünyanın iki yeraltı
raylı sistemini kuran iki şehir birbirinden farklı nerelere gitti diye konuşmaya
kalksak sabaha kadar konuşuruz. Daha sonra gelen yine Sultan II.
Abdülhamid, yukarı tekrar dönersek, orada da bir Kraliçe var aslında. Kraliçe
de iki tane imparatorluğun başındaki kişi, ama Kraliçe sarayında oturuyor,
“Parlamento karar versin, ben de sarayımda oturayım” diyor. Hemen
arkasından Abdülhamid geliyor biliyorsunuz, artık meşrutiyet de ilan ediliyor,
bir Meclis de var, ama Abdülhamid de gene “Demiryollarına çok önem
verdim, Anadolu’yu Bağdat’a bağlayacağım” diye epeyce bir demiryolu
127
yapıyor. Yani siyasetin en tepesinde olan kişi –padişah siyasi sayılır mı
bilmem ama- ulaşımla çok yakından ilgili.
Cumhuriyetten sonra uzunca bir süre İstanbul’a pek fazla dokunan
olmuyor, çünkü asıl önem Ankara’da, Ankara’yı imar etmekle uğraşıyor bizim
Cumhuriyet hükümetleri. 1935 yılında hepinizin bildiği Henry Prost’u
çağırıyorlar. Diyorlar ki; “artık Ankara’yı yeteri kadar imar ettik, biraz da
İstanbul’un imarına yön verelim.” Henry Prost’a bir plan hazırlatıyorlar ve bu
planı uygulamak da 1955 yılında Demokrat Parti hükümetine düşüyor.
Yukarıda gördüğünüz resim aslında aynı yer, Aksaray, Vatan ve Millet
Caddeleri’ni görüyorsunuz, aşağıda da Atatürk Bulvarı’nı görüyorsunuz.
Gördüğünüz gibi eskiden asker tıraşı derlerdi, ama şimdi bütün gençler öyle
tıraş oluyor, böyle makineyi vurup yol açarlardı, aynen tarihi dokunun asker
tıraşı gibi tıraşlanıp açılan iki tane yol görüyorsunuz. Aslında bu hınzırlığı
yapan Prost diye biliyoruz biz, Prost’a baktığınız zaman aşağıda Prost’un
Tarihi Yarımada için hazırladığı plan var. O 1935 yılında gelince tabii bütün
şehre hakim olamadığı için farklı farklı planla; Tarihi Yarımada için ayrı bir
plan, Beyoğlu için ayrı bir plan hazırlıyor. Bizim hükümetimiz 1951 yılında
diyor ki: “Tamam artık Prost, seninle yollarımızı ayıralım, bizim kendi mimar,
mühendislerimiz var, biz senin planını kendimiz uygulayacağız.” Hazır bir
plan varken yine Ankara’dan gelen bir kararla bir komisyon oluşturuluyor ve
planı o komisyon yapmaya başlıyor. İşte burada da gördüğünüz gibi, o kadar
olay oluyor ki, Başbakan işin içine giriyor, Başbakan’a 1957 tarihinde İstanbul
Fahri Belediye Reisi unvanı veriliyor.
Bakın, yukarıdaki resimde
görüyorsunuz Adnan Menderes orada, yanında da -gençler tanımaz ama- o
zamanın İstanbul Belediye Başkanı, hem de valisi, hatta “mini mini valimiz,
ne olacak halimiz?” diye halkın da biraz sitem ettiği Fahrettin Kerim Gökay
var. Ama sanki resme bakınca Fahri Belediye Başkanı Fahrettin Kerim
Gökay’mış da, projeler hakkında karar veren İstanbul’un Belediye Başkanı
Adnan Menderes gibiymiş izlenimi çıkıyor buradan. Alt tarafta da Millet
Caddesi açılırken Topkapı Surları’nın yıkılmış hali ile 50 metrelik Millet
Caddesi’nin açılmış hali var. Sağ üst tarafta gördüğünüz o zamanlardan
kalan bir gazete haberi. Bakın, diyor ki: “İki burcun arasından 50 metre
genişliğindeki bir yoldan İstanbul’a giriş muhteşemdir.” Hani insanın aklına
geliyor o zaman: “Bizans iki burcun arası 50 metrelik bir kapı mı yapmıştı da,
sur yok muydu?” diye soruyorsunuz. Surların ne olduğunu da aşağıdaki
resimde görüyorsunuz. Dozerler yıktığını yıkmış, yıkılamayan surların üzerine
128
de işçileri çıkarmışlar, ellerinde balyoz kırmaya uğraşıyorlar ki, yollar açılsın,
İstanbul geniş geniş yollara sahip olsun.
Bu resimler aslında internette hepinizin göreceği resimler, o tarihte
yapılan yol açma çalışmalarını gösteriyor. Burası Ordu Caddesi, yani
Aksaray’dan Beyazıt’a çıkan yol. Tabii Prost’u buraya çağırırken -hatta
Atatürk’ün yazdığı mektubu da gördüm ben- tarihi dokuya zarar vermeden
İstanbul’u imar etmek üzere çağırıyor Henry Prost’u. İki tane görüş var: Bir
görüş diyor ki; “Henry Prost Bizans hayranıydı, onun için Osmanlı eserlerini
dümdüz yaptı, Bizans eserlerine dokunmadı.”. Bir görüş de, “Osmanlı
eserlerini ortaya çıkarmak için geniş geniş bulvarlar açtı, onların
algılanabilirliğini göstermek istiyordu” diyordu. Ancak böyle bakınca ben, hani
sanki ne Osmanlı eserine, ne de Bizans eserine hayran olduğunu
düşünemiyorum açıkçası. Tek yaptığı bakın, burada göreceğiz, Roma’dan
kalan su kemerlerini yıkmamış, o Allah’tan bizim otomobiller kemerlerin
içinden geçebilecek genişlikteymiş de, her göze birer şerit ek getirip, Atatürk
Bulvarı’nı kemerleri yıkmadan açmışlar. Bizans bilseydi herhalde Topkapı’yı
da otomobillerin geçeceği şekilde kemerli yapıp, yıkılmamasını sağlardı. Bu
da Saraçhane’de yaptığımız yıkımlar, burayı tanıyacak mısınız bakalım?
Eminönü, bu da 1956-1960 arasındaki Eminönü’ndeki yıkımlar.
Şimdi tabii geniş geniş yollar, bulvarlar açılınca artık otomobil sayısı
da artmaya başlıyor İstanbul’da ve bu açılan bulvarlar bir yerlerde sıkışmaya
başlıyor. Bakın, gördüğünüz gibi hemen arkasından 1963 yılında inşaat
başlıyor, 1965 yılında Fevzi Paşa Bulvarı ile Atatürk Bulvarı’nın kesiştiği
noktada, yani planla açılan iki bulvarın kesiştiği noktada, bir kavşak yapmak
zorunda kalıyorlar ve Haşim İşcan geçidi olarak ya da Saraçhane Geçidi
olarak bilinen geçidi inşa ediyorlar. Aynı şey Aksaray’da da oluyor, bakın
yukarıda Aksaray’ın eski halini görüyorsunuz. Yani bir göbek döner kavşakla,
Valide Camii’nin önündeki bir dönek kavşakla işleyen trafik, yavaş yavaş artık
sıkışmaya başlıyor. Sol aşağıda gördüğünüz tabiyeler konuluyor ve bu
gördüğünüz hoş mu diyelim, çirkin mi diyelim Aksaray Geçidi yapılıyor.
Aslında İstanbul’un ilk yapılan alışveriş merkezlerinden birisi de bunun
altındadır, bilmiyorum bilenler var mı? O tarihte bu geçidin altına girdiğinizde
bir alışveriş merkezi değil tabii, o zaman alışveriş merkezi bilinmiyor, ama
dükkanlar var diye biliniyor. Bugünkü Aksaray Yeraltı Çarşısı evet, bugün de
bu halde.
129
1970’li yıllar çok ilginç yıllar; otomobil üretimi başlamış İstanbul’da,
Türkiye’de, işte Anadol’u üretmişiz, arkasından Serçe, arkasından Renault 12
üretiyoruz, hızla otomobil sayısı artıyor ve köprü tartışmaları başlıyor.
İstanbul’un iki yakası arasındaki tartışmalar başlıyor. “Otomobil sahipliği ve
nüfus giderek artacak, bu mevcut sistemde de yolculuk yapmak artık
imkansız hale gelecek. Onun için karayolu ulaştırma altyapısı muhakkak
geliştirilmeli, köprü yapılmalı” diye bir görüş var o tarihlerde. Şimdi de aslında
benzer görüşler var. Aşağıda da görüyorsunuz, karşı görüş de diyor ki:
“Toplu taşıma sistemleri geliştirilmeden içerecek köprüler tuzağının
başlangıcı olacak ve bundan sonra her yapılacak köprü diğerinin gerekçesi
olacak.” Bu iki görüş de dile getiriliyor ancak köprü gördüğünüz gibi inşa
edilip gidiyor. Aynı zamanda ilginç de bir dönem, 1970 muhtırasının
arkasından pek fazla kimsenin sesinin çıkamadığı, muhalefetin çok fazla
ortalıkta dolanamadığı dönemler. Aslında dikkat ederseniz böyle büyük ve
tartışılan yatırımlar üç aşağı beş yukarı hep o dönemlere denk geliyor.
Hemen 1980 arkasından da ikinci köprü vardı.
Şimdi politikaya dönersek, tabii o tarihte iki önemli figür var: Demirel
ile Ecevit. Demirel bakın, hınzır hınzır oradan gülerek diyor ki: “Göreceksiniz
10 sene sonra bu da yetmeyecek, bunun tadını aldıktan sonra yeni yeni geçiş
imkanları arayacağız.” Demirel çok zeki bir politikacı, tadını derken neyin
tadını onu ben sizin yorumlarınıza bırakıyorum. O köprünün çevresindeki
rantın tadı mı, yoksa köprünün üzerinden geçiş tadı mı? Çünkü baktığınız
aman köprünün üzerinden bugün geçmenin pek bir tadı tuzu kalmadı
açıkçası. Ecevit tabii kendi konjonktürü gereği daha bir sosyal alana çekiyor
mevzuyu ve diyor ki: “İstanbul’a köprü yapana kadar orman köylüsünün
imarını yapın.” İşçi Partililer de o dönemde -benim yaşımda olanlar
hatırlayacaklar- “İstanbul’a değil, Zapsuyu’na köprü” diye bir sloganla yola
çıktılar ve gittiler.
Hakkari’deki Zapsuyu’nun üzerine İstanbul Boğaz
Köprüsü’ne benzer bir yaya köprüsü inşa ettiler. “İnsanlar Zapsuyu’nda
karşıdan karşıya geçemezken İstanbul’a bu köprü yapılır mı?” diyerek onlar
da böyle bir eylemde bulunmuşlardı. Zannediyorum hala da duruyor, hatta
galiba yakın zamanda da tekrar köprüyü canlandırmak üzere girişimler
başladı.
Köprü açılıyor -bunu göstermişimdir, affınıza sığınarak tekrar
koyuyorum, çünkü benim çok hoşuma giden bir fotoğraf- ve Türkiye’nin en
büyük tirajlı gazetesi bütün sayfasını köprünün resmine ayırıyor, yazacak
130
hiçbir şey bulamamış: “Ne Güzel Şey” diyor. Başka söylenecek hiçbir şey
yok. Arkadaki görüntüye de dikkatinizi çekerim; bugün Ortaköy Vadisi,
Zincirlikuyu gökdelenlerin yükseldiği yerdeki yapılaşmaya. ‘O ne güzel şey’,
bu tarafta da yine aynı ‘şey’ var, ‘ne güzel şey’, bugün arkasında büyük
büyük gökdelenlerin olduğu bir ‘güzel şey’ halinde hala duruyor orada.
1980 yılında da İstanbul’da ilk kez bütün metropoliten alanı kapsayan
bir nazım plan onaylanıyor. İstanbul Nazım Plan Bürosu var, burada Dünya
Bankası ve yabancı uzmanlar destekli bir proje grubu çalışıyor ve İstanbul’a
artık bir nazım plan yapılıyor. 1980 yılında onaylanan nazım planda köprü
falan yok, ikinci köprü de yok. İşte hep göreceğimiz senaryo bu, ama dediğim
gibi 1980 yılı gene darbenin olduğu bir yıl, gene muhalefetin sesinin
çıkmadığı bir yıl ancak planlar bir yandan bilimsel doğrularla hazırlanıyor,
uygulamaya geçince ise bazı zorluklar oluyor.
İşte bakın gene burada da -bu tabii çok açık söylenmedi, ama o
dönemde devlet başkanıydı yanlış hatırlamıyorsam, titri çok değişti- devlet
başkanının helikoptere atlayıp, Boğaz Köprüsü’nün güzergahını tespit ettiği
söylendi. Bu gelenek hala devam ediyor, helikoptere atlayan boğaza bir
köprü yeri bakmaya başlıyor ve köprü de üç aşağı beş yukarı aynı yerde
oluyor ne hikmetse. 4 Ocak 1986 tarihinde Boğaz Köprüsü’nün inşaatına
başlanıyor. Bu ikinci köprünün açılışı, burada bakın o kadar önemli değil
artık, altta başka haberler vardı, ben onları kestim: “Boğaza ikinci gurur” diye
artık yarım sayfalık bir şey var, bu sefer açılışı Turgut Özal yapıyor ve diyor
ki: “Bugün hizmete aldığımız bu köprü çok yakın sürede ihtiyaca kafi
gelmeyecek.” Aslında ilginç bir şey var, burada herkes aynı şeyi söylüyor;
yani yapılmasını isteyenler de aynı şeyi söylüyor, istemeyenler de aynı şeyi
söylüyor. Çok anlamıyorum ama siyaset bu olsa gerek, herkes aynı şeyi
söylüyor fakat başka şeyler ima ederek söylüyor. Özal tabii çok atak, meraklı,
biraz da medyatik bir Cumhurbaşkanı, her zaman öyleydi gerçi. Arabasına
biniyor; “Köprüden ilk geçen ben olacağım, in bakalım” diyor şoföre, geçiyor
direksiyona, yanına da eşini oturtuyor ve kameralar arkada köprüden
geçmeye başlıyorlar. Gençler belki gene hatırlamazlar ama kameralar da
“boğaza ikinci gururumuz yapılmış, Cumhurbaşkanı da arabayı kullanarak
geçiyor, bakalım ne söyleyecek?” diye arka koltuktan çekiyorlar. Ben çok iyi
hatırlıyorum, televizyonda seyretmiştim. Özal dönüyor diyor ki: “Semra, koy
bir kaset de neşemizi bulalım.” Hala neşemizi bula bula köprüden geçiyoruz.
131
1995 yılına geldiğimizde, İstanbul’da şehir değişiyor ve metropoliten
nazım plan onaylanıyor tekrar; bu sefer Belediye Başkanı, Recep Tayyip
Erdoğan. Recep Tayyip Erdoğan, 27 Nisan 1995’te plan onaylanmadan bir
süre önce bir beyanat veriyor eskilerin deyimiyle: “Üçüncü köprü bir
cinayettir, böyle bir teşebbüs İstanbul’un çağdaş kentleşmesi ve şehir içi
ulaşım sistemi için ölümcül sonuçlar doğurur” diyor. Şimdi tabii bugüne
geliyorsunuz, aynı insan işte köprü biraz önce Mesture Hocamız söyledi,
“birinci köprüyü istemediler, utanmadan üzerinden geçtiler, ikinci köprüyü de
istemediler, onun da üzerinden geçiyorlar, şimdi üçüncüyü yapacağız, onun
da üzerinden utanmadan geçecekler” diyor. Yani yüzmemizi mi bekliyorlar,
ne bekliyorlar ben onu anlamış değilim. Başka bir şey yapmayıp, sadece
karayolu köprüsü yaparak, sonra da “üzerinden geçme” demek bana biraz
anlamsız geliyor açıkçası. Bu plan bir şekilde çeşitli nedenlerle uygulanamadı
ama İstanbul Büyükşehir Belediyesi İstanbul Metropoliten Planlama Merkezi
adı altında -muhakkak görenleriniz vardır- uzay merkezi havasında çalışan,
böyle insanların ellerinde kağıtlarla oraya buraya gittiği, koşuşturduğu falan
bir merkez hazırladı. İşte üniversitelerden destek aldı. 400-500 tane uzmanın
çalıştığı bu merkez yeni bir plan hazırladı ve 2006 yılında o planı da
onayladılar. O planda ne köprü ne de yeni bir boğaz geçişi var. Aynı yıl
yalnız başka bir gelişme daha oluyor: Gene 2006 yılında Devlet Limanlar ve
Hava Meydanları İnşaatı Genel Müdürlüğü vardır, bilenler bilir Ulaştırma
Bakanlığı’nın bir alt kuruluşudur. Bakın, adı üstünde demiryolları, limanlar ve
hava meydanları. Aslında bu kuruluşun karayoluyla falan hiçbir ilgisi yok ama
bunun kuruluş kanununa bir madde ekleniyor2006 yılında, diyor ki;
“Denizlerin iki yakasını deniz altından birbirine bağlayan her türlü ulaşıma
ilişkin tüp, tünel gibi ulaşım altyapı işlerini bu kuruluş yapar, bu kuruluş
projelerini, şartnamelerini hazırlatır, onaylar, işletir.” Her şeyi DLH’ya veriyor.
Bu kanun yürürlükten geçtikten sonra birden bire Türkiye’de çok alışık
olmadığımız gelişmeler yaşanmaya başlıyor. Bakın, Nisan ayında kanun
onaylanıyor, hemen bir ay sonra Resmi Gazete’de yayımlanıyor, aradan 7 ay
geçmeden Boğaziçi’nde yeni bir karayolu tüp projesi hazırlanıyor. 7 ayda bu
proje nasıl hazırlanıyor, nasıl seçiliyorsa yaptırmak üzere ihaleye çıkılıyor. İki
firma teklif veriyor, onun üzerine ihale yenileniyor. Yalnız 2008 yılında tabii
İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi, Karayolu Tüp Geçidi planlarını
onaylayıp, 1/5000 ve 1/1000’lik planlarına işliyor. Bu arada, 1/100.000’lik
Çevre Düzeni Planı’nda yok ama 1/5000’lik ve 1/1000’lik planlarda var. Sonra
sözleşme imzalanıyor ve projenin temeli atılıyor. Bir yandan, şimdi Çevre
132
Düzeni Planı’nda olmayan ama İstanbul için hayati önemli stratejik bir
projenin inşaatı başlıyor. Bunu belki daha sonra biraz daha detaylı
konuşuruz.
2010 yılında da başka bir gelişme: Büyükşehir Belediye Başkanı ile
Ulaştırma Bakanı, ortak bir basın toplantısı düzenliyorlar ve üçüncü köprünün
yerini açıklıyorlar. Yine dikkatimizi çeken konu; projenin planda işlenmemiş
olması ama Ankara’dan gelen bir tepeden inme parçacı bir yaklaşımla köprü
yeri seçilmiş ve açıklamak da Bakan Yıldırım’a düşmüş. Şimdi konuşmalara
bakarsanız Bakan Yıldırım diyor ki: “Kocaeli Meclisleri’nde güzergahlar
görüşülecek” diyerek Belediye Meclisleri adına bazı açıklamalar yapıyor.
Büyükşehir Belediye Başkanı da hiç unutmuyorum: “Biz başından beri
sürecin içindeydik, hiç merak etmeyin, her şeyden haberimiz var” türünden
bir konuşma yapıyor. Yani yerlerinizi değiştirseniz yine olacak, Belediye
Başkanı’nın söylediğini Bakan söylese, Bakan’ın söylediğini Belediye
Başkanı söylese yine olacak ve sonunda daha ihalesi yapılmadı ama ben bu
konuda açıkçası hakikaten umutsuzdum. Çünkü şimdiye kadar gördüğümüz
olaylarda böyle konulara karar verildiği zaman, eninde-sonunda onu inşa
edecek mekanizmaları buluyorlar.
Bu açılışlar siyasiler için çok önemli, oy getiren, şov toplayan
etkinlikler. Bizim baş müzakereci Egemen Bağış Bey’i dört tane otobüs
hattının açılışına yollamışlardı. Onun da pek memnun olduğu söylenemez,
yani suratına bakarsanız “nereden geldim ben?” gibisinden bir ifadeyle biraz
ters ters bakıyor. Bir de işin bu tarafı var, ulaşımla siyaseti ilişkilendirmeye
kalktığınız zaman bunların siyasi olarak getirileri var. Onların da toplandığı
yerler bunlar, tabii bunların çok büyükleri de muhakkak yapılıyor, bundan
sonra da sık sık herhalde yapılacak. Çok teşekkür ederim ilginiz için.
TAYFUN KAHRAMAN- Orhan Hocam’a çok teşekkür ediyoruz. Metin
Küçükoğlu Karayolları I. Bölge Müdürlüğü’nde görevli bir bürokrat. Metin
Bey’den biz bugün esasında Adnan Bey gelebilseydi Adnan Beyle birlikte
Metin Bey’den bürokratların bu ulaşım projeleri içerisindeki görev dağılımları
içerisindeki yerini isteyecektik. Adnan Bey’den de bir siyasi figür olarak
bunları talep edecektik ama bugün kendisi katılamadılar. Ben o nedenle
Metin Bey’den hem bir bürokrat olarak, hem de bürokraside geçirdiği uzun
yıllar boyunca edindiği tecrübelerden dolayı, siyasetin bir anlamda
bürokrasiye müdahalesi nasıl gerçekleşiyor onu öğrenmeyi istiyorum.
133
Özellikle Orhan Hocam’ın projelerinde gördük, esasında yerel değil, Metin
Bey’in de içinde bulunduğu ve görev aldığı Karayolları gibi merkezi
teşkilatların İstanbul’da ulaşım projelerine yön verdiğini görüyoruz. Bu
anlamda da sorularıma da cevap verirlerse sunumları içinde memnun
olacağım. Teşekkür ediyorum şimdiden.
METİN KÜÇÜKOĞLU- Hepinize kurumum ve şahsım adına saygılar
sunuyorum. Ben Orhan Hocam’ın kaldığı yerden aslında devam etmek
istiyorum. Gösterdiği slaytların hemen hemen tamamını Karayolları yaptı.
İstanbul içerisinde bu tabii ki siyasetle iç içe olmanın bir gereği olarak yapıldı.
1950-1960’lı yıllarda hükümetlerin almış olduğu kararlar gereği İstanbul’daki
tüm ulaşım yatırımları Karayolları tarafından gerçekleştirilmiştir. O dönemki
Karayolları çalışanlarının anılarında da bunlar sık sık yer almaktadır.
Bir açıklık daha getireyim bu helikopter gezisi konusuna: Evet
doğrudur, bütün siyasiler helikopterle geziyorlar. Evren’in gezdiği helikopter
gezisi aslında çok ilginçtir, bugün talep edilen ikinci çevreyolu güzergahının
tam bugünkü yeri İstanbul Teknik Üniversitesi’nin arazisinin olduğu yerdi.
Sebebi de şu: Harp Akademileri’nin bulunduğu yerden Karayolları geçmek
istiyordu ama askeri erkanı ikna etmek mümkün olamamıştı. Evren Paşa
helikopterine atladı, Karayolları’nın çizdiği güzergahı oradaki arkadaşlarımız
kendisine bayraklarla sallayarak bunun buradan geçirilmesi gerektiğini
anlattıkları için Harp Akademileri’nin içini kabak gibi yarıp, tünelle geçildi. Bu
anekdotu anlatmak istedim sizlere.
Bugün ben şöyle bir şey yapmak istiyorum: Biz Karayolları çalışanları
olarak sizin karşınıza çok çıkamıyoruz. Biz bir teknik kuruluşuz, bundan
dolayı da yaptığımız projeleri birebir anlatma şansını çok fazla bulamıyoruz.
Öncelikle ben Marmara Bölgesi’nde ne gibi ulaşım projeleri gerçekleştiriyoruz
kısaca bunlardan bahsetmek istiyorum. Daha sonra da ulaşım ve siyaset
ikileminde ne gibi zorluklarla karşılaşıyoruz, yani neler yapmamız gerekir,
onlardan bahsedeceğim. Mutfakta çalışan birisi olarak da naçizane kendi
düşünce ve önerilerimi de anlatacağım, eğer sorular da olursa da zaman
içerisinde onları da cevaplamaya çalışacağım.
Karayolları Genel Müdürlüğü; gerek ulusal, gerek uluslararası yolların
planlanması ve ulaşımın sağlanmasıyla görevli bir kuruluş. Kuruluş
Kanunu’nda da yönetim merkezinden yönetim merkezine, sınır kapısından
134
sınır kapısına, kışla limanlara ya da kışlak dediğimiz küçük iskelelere olan
ulaşımı yapmak görevi Karayolları Genel Müdürlüğü’nün. Biz bu görev
çerçevesinde çalışıyoruz ve hedefimiz de Türkiye’deki karayolu ulaşımı veya
diğer ulaşım sistemlerini entegre ederek ulaşımdaki aksamaları minimize
edecek projeleri geliştirmek ve bunları hayata geçirmekle ilgili faaliyetleri
sürdürmek. Karayolları Genel Müdürlüğü’nün -ki, 2009 yılındaki Ulaştırma
Bakanlığı’nın ulaşım master planındaki- hedeflerinin arasında karayollarına
tariflenen görevler var. Nedir bu görevler? Bu görevlerin arasında halihazırda
ki sathi kaplama olan bölünmüş olan yolların -yaklaşık 64.000 km
civarındadır Karayolları Genel Müdürlüğü’nün sorumlu olduğu bu yol ağıyarısını bölünmüş yol haline getirmeyi hedeflemek var. Karayolları Genel
Müdürlüğü’ ne böyle bir konmuş ve bu çerçevede de yaklaşık 20.000 km’lere
yaklaşılmış durumda. Ayrıca hedeflerinden bir tanesi de sathi kaplama
dediğimiz yol kenarlarında oluşan mıcırları, tehlikeli durumları ortadan
kaldıracak tedbirleri almak. Ne yapacağız? Bütün yolları BSK dediğimiz özel
yollar haline getirmek istiyoruz, bu hedefte de çalışıyoruz ve ülkenin herhangi
bir yerine gittiğinizde yolların kaldırıldığını, bir taraftan bir tarafa trafiğin
verildiğini göreceksiniz, görüyorsunuzdur da. Bu tamamen daha yüksek
kaliteli yollar yapmak amacıyla yapılmış çalışmalar.
Karayolları Genel Müdürlüğü’nün bir de otoyol hedefi var. Bu otoyol
hedefleri içerisinde, halihazırda 2.000 km olan otoyollarını yaklaşık 9.50010.000 km.’ye çıkarmakla ilgili gerek proje, gerek yapım, demin konusu
geçen üçüncü geçiş ya da Kuzey Marmara Otoyolu gibi projeler de var.
Bunlar planlanan otoyol projeleri, bunları hızla geçeyim. Sonuçta hedeflenen
otoyol projelerini burada gösterdim. Kırmızılar halihazırda olan otoyollar; şu
mor renkli, ihalesi yapılmış olan Gebze-İzmir Otoyolu Projesi -ki, birazdan
bahsedeceğim-; yeşil renkli olanlar, üzerinde proje çalışmaları devam eden
ve son aşamaya gelen projelerdir; mavi renkte olanlar proje ihaleleri kısmen
yapılan -proje ihalesi diyorum, yanlış anlaşılmasın, yapım ihalesiyle proje
ihalesi arasında farklılıklar var- ve üzerinde çalışılan projeler.
Marmara Bölgesi’nde biz ne yapıyoruz, onlardan size bahsetmek
istiyorum: Bölge olarak çalıştığımız ya da ihalesi artık tamamlanan ve
akşama-sabaha başlamayı beklenen -ki, başlanan- projelerden bir tanesi
Gebze-İzmir Otoyolu Projesi. Bu otoyol 422 km, bizim bölge olarak sorumlu
olduğumuz kesimi ise 44 km, diğer kesimler diğer bölgelerimizin
sorumluluğunda. Ancak bununla ilgili şöyle bir gelişme var: Bu otoyolun
135
yapımı ve işletmesiyle ilgili bir Bölge Müdürlüğü kuruldu, çok yakında
faaliyete geçiyor, hatta bir kısmı geçti. Biz buradaki projeleri de bu bölgeye
devredeceğiz.
İkinci çalıştığımız projemiz: Kınalı, Tekirdağ, Çanakkale, Balıkesir
Otoyolu Projesi. Bu projede de önemli aşamalara geldik, daha önceden
hazırlamış olduğumuz Çanakkale Boğaz Geçişi Projesi vardı kamuoyunda da
bilinen projeydi. Biz yaptığımız çalışmalar neticesinde bu projenin
güzergahını değiştirdik. Özellikle çevresel etkileri de göz önünde
bulundurarak Çanakkale’nin içinden geçecek ve Kazdağları’nı da
etkilemeyecek bir proje üzerine çalışıyoruz. Şu anda bizim sorumlu
olduğumuz mor bölüm için söyleyeyim; hiçbir tarihi yapıya, hiçbir korunması
gereken tesise dokunmadan bu çalışmayı yapmaya gayret ediyoruz,
yaptığımız çalışma da son aşamaya gelme noktasında. Kamuoyunda bilinen
Kuzey Marmara Otoyolu Projesi’nin -bizim için adı bu, üçüncü köprü bu
projenin içerisinde aslında sadece bir yapı, yani projenin 1/4’i aşağı-yukarı
tünel, viyadük olan bir projede 1275 metrelik bir yapı, ama önemli bir yapı,
kamuoyunda da bilinen adı üçüncü köprü projesi- bizim için toplam uzunluğu
430 km, biz orayı o noktada değerlendiriyoruz. Ayrıca çalıştığımız bazı başka
projeler de var, işte Avrupa’ya bağlayacak İstanbul’u bypass edecek,
İstanbul’un üzerindeki trafik yükünü alacak bazı projelerle ilgili çalışmalarımız
var. Beni Avrupa’ya bağlayacak ki, Avrupa’da hazırlanan ulaşım planlarına
baktığımızda artık örneğin, çok yakınımızda Yunanistan’ın bizim sınır
kapımızdan başlayan ve Adriyatik’e kadar giden bir … (deşifre
yapılamamıştır) projesi var, doğrudan Avrupa’ya çıkış imkanı sağlayan
alternatifler bunlar. Yine Körfez Köprüsü ile birlikte düşündüğümüz bir başka
yolumuz var, bu yolu gerçekleştirme aşamasına henüz daha gelmedik, fikir
olarak var bu proje. Proje gerçekleştirildiğinde örneğin, mevcut otoyola göre
Ankara’dan İstanbul’a daha konforlu bir yoldan gitme şansımız olacak ya da
Antalya’ya ulaşımımızda zaman açısından çok büyük kazanımlarımız olacak.
Bunları niye söylüyorum? Ulaşım gerçekten olayın belirleyicisi ve gideceğiniz
bir noktaya en kısa sürede erişebiliyorsanız, insanlar oraya gidiyorlar. Aksi
takdirde biz Zapsuyu’na 50 tane de köprü yapsak kimse oraya gitmez, bir
ulaşımcı olarak önemli olan oraya zamanında ulaşabilmeyi sağlayabilmektir
diye düşünüyorum. Bunu yapabilmenin tabii ki birçok yolu var: demiryolu,
hızlı trenler, Karayolu penceresinden baktığımızda otoyollar, hızlı feribotlar,
hava ulaşımları, bütün bunları tabii bütün olarak değerlendirebiliyorsak
başarabiliriz diye düşünüyorum. Onu birazdan açacağım.
136
Bu projeleri şöyle hızla göstereyim. Nedir bu, nereden geçiyor?
Gebze-İzmir Otoyolu Projesi, Yalova’ya karşıya geçtikten sonra Bursa
çevreyoluna bağlanıyor, daha önceki projemizde devamında Ulubat Gölü’nün
güneyinden geçiyorduk. Ancak bu noktada şöyle bir şey söylemek gerekiyor:
Hazırlanan proje çalışmalarının ilk hazırlanma zamanları, yaklaşık 20 yıl
kadar önce başlamış, o zamanki değerlerle bugünkü değerler arasında çok
büyük farklılıklar var. Yani biz kurumsal olarak bile kendimizi zaman zaman
eleştiriyoruz. Evet, zamanında çevreye çok dikkat etmeden gitmişiz, artık
bunu mümkün olduğunca çevreye, tarihe, orada yaşayan insanlara da dikkat
ederek yapmaya çalışıyoruz yapabildiğimiz oranda. İşte siyasetin projelere
etkileri çizgisi noktasına kadar bunu söyleyeceğim. Bu yapacağımız köprü
aşağı yukarı böyle bir köprü olacak. Ayakları İzmit-Gebze ile Altınova arasına
yapılacak olan köprünün bir animasyon resmi. Aslında ilk planladığımızda bu
köprünün üzerinde bir demiryolu vardı. Karayolları bunu özellikle Bakanlığa
anlatarak bunun üzerinde bir demiryolu olması gerektiğini anlattı ve ihaleye
böyle çıkıldı ama maalesef bizim de bilmediğimiz gelişmelerle bunun
üzerindeki demiryolu kaldırıldı. Şu anda sadece bir karayolu geçişi söz
konusu, bu dünyanın en büyük köprülerinden birisi olacak ve kuvvetle
muhtemel yılbaşından itibaren fiilen başlanacak. Projenin tamamında da
aşağı yukarı ufak tefek bazı çalışmalar başladı, ama önümüzdeki yılın
başından itibaren de her noktasında çalışmaları görmek mümkün olacak diye
düşünüyoruz. Köprünün çok uzaktan genel görünümü bu, ayakları ortada,
ankraj dediğimiz halatları tutan üniteler de kenarda olacak.
Bu üçüncü geçiş projesinde ise mevcut durum nedir, neden biz
üçüncü köprüyü yapıyoruz konularının bu toplantıda çok detaylı
konuşulmasının gerektiğini düşünmüyorum. Sadece şunu söylemek
gerekiyor: Tabii ki biz bu projeyi yaparken her türlü araştırmayı yapıyoruz. Biz
mutfaktakiler -biz kendimizi öyle değerlendiriyoruz çünkü- hazırladığımız
projelerde neyle karşılaşacağımızın her türlü dokümanını yaptığımız
projelerle birlikte hazırlıyoruz. Şunu yapıyoruz: Bir proje hazırlarsak onun
mönüsünü ve tadını da bir kenara yazıyoruz ve koyuyoruz masanın üstüne,
karar vericilere -bu noktada Türkiye’de maalesef karar vericiler hiçbir zaman
mühendisler olamıyor- neyle karşılaştıklarını gösteriyoruz, bunları
anlatıyoruz. Büyükşehir Belediye Başkanımız: “Biz bu olayın içindeydik”
diyor, doğrudur. Sadece şimdiki Belediye Başkanımıza değil, bu proje 1993
yılında başladığımız bir projeydi, 1993 yılından sonraki bütün belediye
137
başkanlarına en az yarım günlük brifinglerle projeler anlatılmıştır ve
anlatılıyor da, bunun bilinmesi gerektiğini düşünüyorum.
Mevcut durum nedir burada göstermeye çalıştım ama özetle halihazır
yollarımızın hiçbiri şu anda hareket etmeye müsait değil ve kuvvetle
muhtemel 2012’nin sonlarına doğru da geçebilecek bütün araçlar artık bizim
yollarımızın üzerinde olacak. İstediğiniz kadar otomobil alın, istediğiniz kadar
yeni araç trafiğe çıkarın ama o araçlar eğer doğru bir planlama yapamazsak
artık oradan geçemezler. Bundan kastım sadece karayolu planlaması
değildir, biz hocalarımızla da zaman zaman ortak çalışmalar yapıyoruz.
Ulaşım bir bütün, bütünü eğer planlayamazsak istediğimiz kadar yol, iz
yapalım, bunu da başaramayız. Burada ben mevcut durumu yansıtmaya
çalıştım ve eğer bir geçit yapamazsak ve ulaşım sistemlerini
tamamlayamazsak neyle karşılaşacağımızın küçük bir tablosunu koydum.
Buradan bir tane fazla araç geçiremezsiniz, teknik bunu gerektiriyor çünkü.
Mühendislik birimi daha fazla ne kadar aracın geçirilebileceği,
geçirilemeyeceğini bize tariflemiş, o tarifler üzerinde yaptığımız çalışma bu.
Biraz önce bahsettim, planlamayı yaparken biz aslında sadece bir yol
yapalım demiyoruz. Kurumsal olarak bunun tekrar üstüne basarak
söylüyorum. Yukarıda yansıda gözüken bu yazdığımız bütün argümanları tek
tek araştırıyoruz. Bazen bu çalışmaları resmi yapıyoruz, bazen kamuoyuna
yansımaması, yanlış anlaşılmaması adına, özellikle kurumsal yanlış
anlaşılmaları da ortaya koymama adına sadece en tepedeki insanlarla
yapıyoruz. Ancak kurumsal olarak bilinsin ki, biz bu çalışmaları kendi
başımıza yapmıyoruz. Bilinen ve beklenen şekilde olmasa da
mekanizmalarımızı çalıştırarak şu yansıda gözüken tüm argümanları tek tek
araştırarak bunları yapmaya çalışıyoruz, ama dediğimiz gibi sonuçta biz bir
sonuç olarak bunu karar verici mekanizmanın önüne sunuyoruz.
Neler yaptık bugüne kadar? Hemen hızla bakalım, bir boğaz geçişi
için yapılan çalışma koridorlarını görüyorsunuz. Bunların hepsini tek tek
çalışıp artı ve eksilerini biraz önce bahsettiğim gibi ortaya koyduk. Sonuçta
da, ortaya çıkan böyle bir güzergahta karar verildi. Bu güzergah sadece
İstanbul’u değil, Kocaeli ve Sakarya illerini de kapsıyor. Dediğimiz gibi ana
gövdesi 260 km, ama bağlantılarıyla birlikte toplam 430 km’lik bir proje.
Mühendis olarak, her noktasının ayrı ayrı tartışılmaya değer bir proje
olduğunu söyleyebilirim.
Son gelinen durumda Sakarya ve Kocaeli
138
Büyükşehir Belediyeleri’nin tartışılacak dediği şey, Büyükşehir Belediyeleri
tarafından imar planlarına işlenmiş bir güzergahtır. İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’nde de biliyorsunuz 25.000’likle ilgili alınan bir karar söz konusu.
Neler elde edeceğiz, neler sağlayacağız gibi bazı noktalar var. Bu
yüzden bunları, özellikle teknik boyutlarıyla burada belirtip, geçeceğim. .
Bizim hedeflediğimiz konulardan bir tanesi; sadece İstanbul’u değil, bir
bütünü planlayabilmek. Eğer biz İstanbul’u bir bütün olarak, Marmara’yı bütün
olarak planlayamazsak, İstanbul’a istediğiniz kadar proje yapın, size yarım
saatte 50 tane kavşak çizerim. Çünkü projeleri hazırlayan birisiyim ama eğer
olaya bütüncül bakamazsak başarılı olamayız ve akşamdan sabaha her gün
her yere bir kavşak, bir demiryolu, bir liman yaparız diye düşünüyorum.
Kınalı, Çanakkale, Balıkesir Otoyolu projesiyle ilgili kısa bir
gösterimim olsun. Projemizin toplam uzunluğu aslında 335 km, bölge olarak
da biz bunun 180 km.’lik bölümüne bakıyoruz. Biraz önce de dediğim gibi;
daha önce 1993 yılında başlayıp, 1998’de biten Çanakkale Boğaz Geçiş
Projesi, Çanakkale’nin içinden geçen bir projeydi. O zamanki şartlar ve o
zamanki siyasi irade, o köprünün oraya projelendirilmesini sağladı. Tartışılan
bir diğer konusu, boğazın en dar yeri olması sebebiyleydi, ama bugün artık
teknik ve teknolojik anlamda çok daha ilerilerdeyiz. Bölgenin ve yerel
değerlerin önemi daha da anlaşılmış durumda. Biz bunları da bozmayacak,
ama buraya ve ülkenin kalkınmasına katkı sağlayacak şekilde bakarak bir
proje hazırlıyoruz. Dediğim gibi, hiçbir hazırladığımız projede de gerek doğal,
tarihi gerekse korunması gereken orman, yeşil alan gibi bölümlerin
hiçbirisinden de geçmeyen bir güzergah üzerinde çalışıyoruz. Faydalarını
buraya yazdık, neleri nasıl elde edeceğiz, neler bekliyoruz burada diye, ama
özetle şunu söylüyoruz: Özellikle Türkiye’nin güneşi olan İstanbul’un
etrafında İstanbul’u koruyacak bir duvar yaratılması gerektiğini düşünüyoruz.
Aksi takdirde bu kentin ulaşımı konusunda, İstanbul Metropoliten Planlama
Bürosu’ndaki hocalarımızın söylediği gibi eğer tedbirler alamazsak;
İstanbul’un nüfusu 23.000.000’a gidiyor deniliyor, buraya gelmesi muhtemel
bu 23.000.000 insanın gelişi Anadolu’da veya Türkiye’nin erişilebilir
noktalarında önlenmesi gerekiyor. Bunun temel şartlarından bir tanesinin de
ulaşım olduğunu düşünüyoruz. Eğer ulaşımı başarırsak, bununla ilgili olarak
çok daha hızlı ilerleriz diye düşünüyorum.
139
Peki ulaşımla ilgili olarak siyaset-ulaşım ikilemi arasında ne gibi şeyler
yapmamız gerekir? Naçizane birkaç düşüncemi açıklamak istiyorum.
Öncelikle bir kere ben Karayolları’nda çalışıyorum ama aslında harita
mühendisiyim. Bana mesleğin ne diye sorduklarında ben artık hiçbir zaman
harita mühendisiyim demiyorum, yaklaşık 29 yıldan beri yaptığım işi
söylüyorum, ben ulaşım mühendisiyim diyorum. Sadece karayolu değil, her
konuda kendimi yetiştirme adına çaba göstererek bir noktaya gelen bir insan
olarak diyorum ki; ulaşım tek başına bir karayolu ulaşımı değildir, ulaşım bir
bütündür. Eğer siz en güzel ürettiğinizi düşündüğünüz projeyi o bütüncüllük
içerisinde düşünemezseniz, başaramazsınız. Benim ulaşımla ilgili tanımım
şudur; ulaşım bir Lego, bir puzzle. Bu puzzle’ın içerisine, siz eğer olması
gereken taşı yerine koymazsanız, o puzzle’dan güzel bir görüntü elde
edemezsiniz. Hatta diyorum ki, bir gökyüzü düşünün; güneşi bir o tarafa
koyun, bir o tarafa, ikisi de olur, ama hata nerede? Hata eğer onu doğru yere
koymazsanız gölgesi ters düşer. O nedenle ulaşımla ilgili bütün planlamaları
bir bütüncüllük içerisinde tasarlamazsak, biz bunu başaramayız şimdi olduğu
gibi. Yani İstanbul’da, Türkiye’de biz ulaşımı başaramıyoruz. Bunun
sebeplerinin araştırılması lazım, bu gibi toplantılarda belki daha geniş
boyutuyla konuşulması ya da tartışılması gerekir diye düşünüyorum. Ulaşımı
başaramamanın birkaç sebebi var: Bir bütüncüllüğümüz yok. Örneğin,
İstanbul ile ilgili baktığımızda bunu hocalarımız dahil herkes söylüyor, herkes
her kafadan bir şey söylüyor. Merkezi hükümet söylüyor, yerel yönetimler
söylüyor, görevli olan söylüyor, olmayan söylüyor. Türkiye Cumhuriyeti’nde
yaşayan 75.000.000 insanın hepsi ulaşımla ilgili uzmandır, böyledir bu. Bütün
radyoları, televizyon kanallarını açın bu böyledir, ama Türkiye’nin İstanbul’da,
metropol şehirlerde ulaşım yönetecek bir idaresi yoktur. 4 yılda bir, 5 yılda bir
seçilen politikacılar, yerel yöneticiler ulaşımın bütüncüllüğünü sağlayamaz,
çünkü bir ulaşım yatırımı bir günlük, iki günlük iş değil, kaldırım söküp
takmaya benzemez bu tip şeylerde pardonunuz yoktur. O nedenle
İstanbul’da sürekliliği olan bir ulaşım yönetimi olması gerekir. Yerel
yönetimler ile merkezi hükümetlerin entegrasyonunu sağlayacak bir yönetim
olması lazım. Yönetim tarzı çok tartışılabilir, ama burada ulaşım politikalarını
ortaya koyacak bir bütüncüllük yok, bir kere bunun bilinmesi lazım. Siyasetin
de bu politikalara nasıl müdahale ettiğini burada tartışmak gerektiğini
düşünüyorum.
Hızla şöyle bir şey söyleyeyim: Ulaşımı başaramamanın sebepleri
açısından söylenecek çok şey var, belki bir tur sonra söylerim, kısmet olur
140
mu bilmiyorum ama Karayolları 1950 yılında kurulduğunda bir grup
mühendisi Amerika’ya ulaşım planlaması konusunda göndermiş. Bir tanesi
D100 Devlet Karayolu’nu planlayan kişi, Cahit Yalgın adında çok değerli bir
ağabeyimiz, “Hichway Manuel Capacity” kitabını “Yolların Kapasitesi” adıyla
Türkçeye çeviren değerli bir insan. Kitapta Amerikan idaresine, oradaki
yöneticilere bir soru sormuş: “Türkiye’de akşamdan sabaha politikacılar
geliyor, bizden şu yolu şöyle yap, bu yolu böyle yap diye istiyorlar ya da
yaptığımız projeleri kaldırıp bir kenara atıyorlar, uygulamıyorlar. Bu
Amerika’da mümkün müdür, olabilir mi?” diye sorduklarında Amerikalı şöyle
cevap vermiş: “Evet, olabilir, valinin böyle bir yetkisi var, ama bir dahaki
seçimlerde seçilemez. Bilir ki, Amerikan halkı bizim mühendisimiz yıllarca bu
işle kafa yormuş, en doğrusunu bulmuş, bunu uygulamayan valiyi affetmez
ve bir dahaki seçimlerde bunu o koltuğa oturtmaz”. Herhalde bugün
sorunumuz bu diye düşünüyorum.
TAYFUN KAHRAMAN- İsterseniz vaktimizi biraz soru-cevap
bölümüne de saklayalım, orada da tekrar tartışma fırsatımız olacak. Ben
sizden sonra sözü hiç uzatmadan hemen Haluk Hocam’a vermek istiyorum.
Çünkü şu anda yarım saatlik bir süremiz kalmış gibi görünüyor ve sonrasında
da 15-20 dakikalık soru-cevap bölümümüz olacaktır. Haluk Hocam, buyurun.
Prof. Dr. HALUK GERÇEK- Benim bir sunumum yok. Sadece bu
toplantının teması çerçevesinde aldığım bazı notlar var ve onlarla ilgili birkaç
şey söylemek istiyorum. Orhan Demir tarihsel bir süreç içerisinde, siyasetin
ulaştırma ve kent yapılaşması üzerindeki etkisini güzel bir sunumla anlattı.
Bu sunum sırasında bende birtakım geriye dönüşler oluştu. Çünkü Vatan
Caddesi ve Millet Caddesi açılırken bizim evimiz Aksaray’daydı. Ben İstanbul
doğumluyum. İlkokula gidiyordum o sırada. O caddelerin açılışını hatırladım
birden. Dozerler gelip evlerin etrafını halatla çevirir sonra da çekerlerdi ve
evler yıkılırdı. Sonrasında da biz çocuklar koşup yıkıntılardan çinko, bakır vb.
toplayıp leblebiciye satardık. Vatan Caddesi ilk açıldığı zaman, 50 metrelik
şahane bir top sahası olmuştu bizim için. Çünkü araç falan geçmiyordu ve biz
mahalleli çocuklar üzerinde futbol maçı yapıyorduk. Arada bir uzaktan bir
otomobil gelirse kenara çekilirdik ve sonrasında tekrar top oynamaya devam
ederdik. Sonra o yollar kendi trafiklerini yarattılar. Bugün o caddelerde sürekli
trafik sıkışıklığı yaşanıyor. Yani yaptığınız her yol, bir süre sonra etrafındaki
yapılaşmanın da etkisiyle kendi trafiğini yaratıyor. Bu gerçeği köprülerde ve
çevre yollarında da gördük.
141
Ulaşımı sadece karayolu yaparak, yol yaparak çözemeyeceğimizi
hala anlamış değiliz. Yeni projeleri biraz önce Karayolları 1. Bölge
Müdürlüğü’nde görev yapmakta olan Metin Küçükoğlu bizlere aktardı.
Hakikaten karayolu mühendisleri özveriyle çalışıyorlar. Kendi açılarından
uygun değerlendirmeler de yapıyorlar. Metin Bey bahsetmedi ama benim
bildiğim kadarıyla üçüncü boğaz geçişiyle ilgili olarak incelenen çok sayıda
alternatif içerisinde, Karayolları Müdürlüğü’nün “yapılsın” dediği alternatif,
bugünkü üçüncü köprünün olduğu yer değildi. Mevcut iki köprünün arasından
geçen alternatifti. Ulaştırma Bakanlığı ya da siyasiler Karayolları
Müdürlüğü’nün seçimini kabul etmedi. Bunun yerine, İstanbul’un kuzeyinde,
ilk bakışta kimsenin anlam veremediği ama sonradan sebepleri yerli yerine
oturan üçüncü köprü projesini önerdiler. Önerilen bu yeni köprünün
güzergahı, İstanbul’daki birinci ve ikinci köprülerdeki talebin azalmasına yol
açmayacak veya orayı rahatlatmayacaktır. Çünkü yeni köprü o kadar
kuzeydedir ki, birinci ve ikinci köprüyü kullanan insanların üçüncü köprüden
geçmesi beklenilemez. Üçüncü köprü kendi trafiğini yaratacaktır zaman
içerisinde. Onun nasıl trafik yaratacağı da seçimden bir süre önce Sayın
Başbakanın: “İstanbul’un kuzeyine iki tane yeni şehir yapacağız”
açıklamasıyla yerli yerine oturmuştur. Yani aslında üçüncü köprü ve Kuzey
Marmara Otoyolu bir ulaşım projesi değildir. Bir arazi geliştirme projesinin
tamamlayıcılarıdırlar. İstanbul’un kuzeyinde 1.5.000.000 nüfusu barındıracak
iki ayrı şehir yapılırsa bu yeni köprü üzerinde belirli bir trafik oluşur. Ancak bu
bölgede ne orman kalır, ne su havzası kalır, ne korunması gereken doğal
alanlar kalır.
Bu girişten sonra esas temamız olan siyaset-planlama ilişkisi üzerine
birkaç şey söylemek istiyorum. Benim görebildiğim kadarıyla burada üç tane
temel aktör var. Birincisi siyasetçiler, siyaseti yapanlar, politikacılar ya da
yöneticiler de diyebiliriz bunlara. Kent üzerinde, bölge üzerinde, ülke üzerinde
ulaşım ve kentleşme üzerine karar veren insanlardır bunlar. İkincisi plancılar
ya da teknisyenlerdir. Bu mühendisleri ve profesyonelleri de katabiliriz.
Teknik anlamda projeleri, planları oluşturan insanlardır bunlar. Üçüncüsü ise
kentte yaşayanlardır. Yani bir bölgede oturanlar ve orada hayatlarını devam
ettiren insanlardır. Şimdi bu üç aktörün dışında –ki bunları ana aktörler olarak
görüyorum- başka bazı yan aktörler de vardır. Arazi geliştirenler, yatırımcılar
ve medya gibi. Ama esasında üç tane ana aktör var. Bu aktörlerden siyasiler
plana inanmıyorlar. Bunun altını kesinlikle çizmemiz lazım. Planı yaptırıyorlar
çünkü bu bir yasal zorunluluk haline gelmiş. Bölgesel ölçekte, kentsel
142
ölçekte, stratejik ölçekte ve bunların alt ölçeklerinde değişik planlar
yaptırılıyor. Çünkü yasal olarak bu planları yaptırmakla yükümlüler. Ama bu
planı yaptıran siyasilerin hiç birinin bu planları uygulamak için yaptırdığını
düşünmüyorum. Yani planlamayı, kamu yararı sağlama, kaynakları en uygun
biçimde hakça dağıtma aracı olarak görmüyorlar. Daha ziyade ileride
değiştirilebilecek birer altlık olarak görüyorlar. Ama hiçbir yöneticinin ya da
siyasinin bu planları bir yasal zorunluluk olarak düşündüğünü de açıkçası
düşünmüyorum. Ki uygulamalar bunu gösteriyor. Bir kere plana inanmadıkları
çok net görünüyor. İkinci olarak da, siyasiler ulaştırmanın, arazi rantı
yaratmada çok önemli bir araç olduğunu iyi biliyorlar. Yani bir yere
erişilebilirliği
geliştirdiğinizde,
kolaylaştırdığınızda
oradaki
arazinin
değerlendiğinin farkındalar ve bunu da iyi kullanıyorlar. Dolayısıyla arazi
rantının dağıtılmasında ulaştırmanın rolünün siyasiler tarafından çok iyi
kavranmış olduğunu düşünmemiz gerekiyor.
Siyasilerin ulaştırmaya çok fazla ilgi göstermesinin bir başka nedeni
de; ulaştırma yatırımlarının anıtsal yapılar olmasıdır. Asma köprüler, tüneller,
metrolar, havaalanları, büyük limanlar şeklindeki bu anıtsal yapılar, siyasilere
çağa damgalarını vurma tatmini de sağlıyor. Yani her büyük siyasetçinin ya
da Başbakanın, Cumhurbaşkanının kendi adıyla anılan bir ulaştırma yapısı
mutlaka ortaya çıkıyor. Birinci köprü “Demirel’in köprüsü” diye bilinir. İkinci
köprü ise “Turgut Özal’ın köprüsü”dür. Üçüncü köprü de muhtemelen “Sayın
Recep Tayyip Erdoğan’ın köprüsü” olarak anılacaktır. Dolayısıyla kente ya da
bölgeye damgasını vuran böyle anıtsal yapıların destekleyicisi olma fikri,
siyasilere her zaman cazip gelmiştir. Tabii bu manevi tatminin dışında, biraz
önce söylediğim gibi, büyük yapıların getirdiği kardan kazanç sağlayan çok
geniş bir kesim de vardır. Bu kesimlerin siyasetle olan ilişkisi de çok net
biçimde biliniyor. Türkiye’de, rant dağıtma aracı olan bu tür vizyon yapıları
her siyasetçinin sevdiği ulaştırma yapılarıdır. Geçmişte de bunun örnekleri
zaten mevcuttur.
Bir başka nokta ise siyasetçilerin emin olduğu ve bunu sonuna kadar
kullandıkları, kentte yaşayanların bilgisizliği, eğitimsizliği ve ne olup bittiğinin
farkında olmamaları durumudur. Özellikle 1980’li yıllardan sonra, bu apolitize
olma meselesiyle birlikte, insanlar kendi yaşam alanlarıyla ilgili konularda çok
fazla tepki göstermez hale geldiler. Büyük kentlere büyük göç baskısı var.
“Kentli kim” diye sorduğunuz zaman bugün sosyal bir problem ortaya çıkıyor.
Kırsal kesimden büyük kentlere, İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e göç eden hiç
143
kimsenin kendisini kentin sahibi olarak görmediğini düşünüyorum. Yalnızca
kendi küçük yaşam çevreleri içerisinde hayata tutunmaya çalışıyorlar. İllegal
yapılar yapıyorlar, belediyeye dilekçe verip bir minibüs hattı ya da bir İETT
hattı bağlatıyorlar, kaçak elektriğe bağlanıyorlar ve bir şekilde şehre
tutunuyorlar.
Kentin çevresinde yaşayan ve böyle bir sosyal yapıya sahip kimseler
kentin içerisine yapılan müdahaleleri de çok fazla önemsemiyorlar. Onlar
daha çok kendi yaşamlarıyla ve kendi dar çevreleriyle ilgililer. Marmaray ile
ilgili halka açık toplantılardan birkaç tanesine katılmıştım. Bu toplantılarda
halktan insanlar, “Menekşe istasyonu nerede olacak hocam?” gibi sorular
yöneltiyorlardı. Onlar için önemli olan, oradaki balıkçı dükkanın istasyon
yapısından ne ölçüde etkileneceğidir. Ya da bir yerde küçük bir evi olan ya da
gecekondusu olan insanın kaygısı, istimlaktan zarar görüp görmeyeceğiyle
ilgilidir. Bunlar haklı da görülebilir. Ama “üçüncü köprü yapılsın mı?” diye
sorduğunuz zaman da çoğu “yapılsın” der. Hayatında belki de üçüncü
köprüyü hiç kullanmayacaktır. Kente sahip çıkma, farkındalık ya da
bilinçlenme olmadığı için siyasetçiler bunu sonuna kadar kullanmakta ve
“isterseniz halka soralım” diyebilmektedirler. Hakikaten de bugün
sorduğumuz takdirde İstanbullular’ın belki de yüzde 70’i “üçüncü köprü
yapılsın” diyebilir. Bu bilgi ve büyük ölçüde bilinç eksikliğinden kaynaklanan
bir durumdur.
İkinci grupta ise plancılar, teknisyenler ya da profesyoneller
bulunmaktadır. Kendimizi de akademisyen olarak bu grubun içerisine
sokabiliriz. Bu gruptaki kişiler, bir anlamda yönetimin istediği ve kanunların
gerektirdiği planları yapmaya çalışıyorlar. Mesleki deneyim ve birikimleriyle,
dünya görüşleriyle, doğru bildikleri şeyleri kağıt üzerine dökmeye, onları
tasarlamaya, planlamaya çalışıyorlar. Korumacı yaklaşımlarla planlar
oluşturuluyor. İstanbul’un son çevre düzeni planı; 2005’le 2009 arasında,
neredeyse 4 yıl süren bir çabayla, onlarca, yüzlerce plancının ve teknisyenin
katılımıyla oluşturuldu. El emeği, göz nuru döküldü. Ortaya çıkan plansa
tamamlandığı anda geçersiz hale geldi. Çünkü biraz önce bahsedilen birçok
ulaştırma ve kentsel gelişme projeleri bu planda yoktu. Seçim öncesinde bu
projelerin, bizzat Başbakan ve/veya Ulaştırma Bakanı tarafından yapılacağı
söylendi. Şimdi de bu planlar üzerine bunların işlenmesi çabası var. Yani
planlar hiçbir şekilde geçerliliği olmayan planlar haline geldi. O zaman ne
oldu bu plancı ya da teknisyen dediğimiz gruba? Aslında bile bile kullanılmış
144
oluyorlar. Kendi mesleki faaliyetlerini yerine getiriyorlar. Doğru bilinen ya da
genel doğrular çerçevesinde oluşturulmuş bir tasarım, bir plan oluşturuyorlar.
Ama bunların uygulanmayacağının da çoğu zaman farkındalar. Ne yazık ki,
burada fazla da bir etkileri yok. Planı yapmak ve ortaya koymaktan sonra,
bunun uygulanabilirliğini kontrol etmek plancıların yapabileceği bir şey değil.
Burada tamamen siyasilerin ve bu işten rant alan grupların etkisini görüyoruz.
Tabii biraz da iğneyi kendimize batırabiliriz. Her iktidarın, anlayışına
uygun teknisyen ve profesyoneller bulması da mümkündür. “Kentsel
gelişmeden, bölgesel gelişmeden ne anlaşılıyor?” sorusunun yanıtında;
büyük kentsel transformasyon projelerini, dönüşüm projelerini görebilir ve
bunların “bir gelişim göstergesi” olduğunu söyleyen plancıların varlığından da
söz edebiliriz. Televizyondaki tartışmalarda “bu proje İstanbul’u uçurur” diyen
kent bilimcilerine siz de tanık olmuşsunuzdur. Kanal projesiyle ilgili örnek
vermek gerekirse; “uçurur” da, “batırır” da diyenler var. Sonuçta plancılar da
kendi aralarında, bütün mesleklerde olduğu gibi, fikir birliğine sahip değil.
Dolayısıyla siyasiler kendi görüşlerine uygun teknisyenleri, profesyonelleri ve
plancıları da bulabiliyorlar.
Plancı ya da teknisyenlerin yer aldığı grupla ilgili olarak bir başka
önemli nokta daha var. Bizler kendi aramızda, kendi mesleki jargonumuzu
kullanarak anlaşabiliyoruz. Ancak yaptıklarımızı halkın anlayabileceği bir dille
anlatamıyoruz. Bilgilerin normal vatandaşa aktarılmasında bir sorun var.
Biraz önce belirttiğim gibi, o insanlar bu konulara zaten fazla ilgi
göstermiyorlar. Çünkü kendi yaşam alanlarında başka problemleri var. İlgi
gösterilse bile, iletişim kurmada bizim başarılı olduğumuzu düşünmüyorum.
Kendi aramızda kendi terminolojimizle anlaşmamız mümkün. Ama ne yazık ki
yapılan işlere yönelik bilimsel açıklamalar, halka pek fazla bir şey ifade
etmiyor. Bunları belki de başka bir şekilde söylemenin yolunu bulmak
gerekiyor. Bunu “nasıl yaparız?” diye düşünmemiz lazım. Marmaray örneği
gibi büyük projelerin halka tanıtım toplantılarında, bu durum çok net olarak
görünüyor. Halkın anlayabileceği bir dille bazı şeyleri aktarmanın gerekliliği
ortaya çıkıyor.
Şimdi asıl önemli olan ve kentte yaşayanlardan oluşan üçüncü gruba
geliyorum. Kentin esas sahipleri onlardır. Kendi mekansal alanları içerisindeki
müdahalelere ses çıkarması gereken, tepki göstermesi gereken ya da görüş
bildirmesi gereken onlardır. Ancak değişik nedenlerle, mevcut karar verme
145
süreci içerisinde, ya yeteri kadar seslerini duyurma imkanları yok ya da
gerekli bilgiye ve bilince sahip olmadıkları için tavır koymakta pek fazla
gönüllü olmuyorlar. Öncelikle “katılımcılık” lafı bence artık sinir bozmaya
başladı. Çok söyleniyor ama bunun yolu nedir? Herkes bir meydana
toplansın ve fikrini mi söylesin? Yoksa devam eden plan çalışmalarında
zaman zaman yapıldığı gibi, halkı temsil eden birtakım sivil toplum kuruluşları
çağırılıp görüşleri alınarak, mümkün olduğu kadar planlara aktarılmaya mı
çalışılsın? Bu da güzel bir yol ama katılımcılıktaki esas eksiklik, hesap sorma
aşamasında başlıyor. Kimse biraz önce Metin Bey’in örneğini verdiği gibi,
yanlış yapılan ve milyarlarca dolara mal olan bir projenin kararını veren bir
politikacıdan hesap sormuyor. Bu nedenle de bu insanlar, rahatlıkla bu
yanlışlıkları yapmaya devam ediyorlar. Bir sonraki seçimde, üçüncü köprüyü
yapan ya da yaptıran bakanların ya da aracı olan kişilerin parlamentoya
seçilememesi gibi bir tehdidin varlığından haberdar olunda böyle bir şey
yapmaktan kaçınılır. 1995 yılında, Sayın Recep Tayyip Erdoğan İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanıyken, biz İstanbul Teknik Üniversitesi olarak
Büyükşehir Belediyesi’ne İstanbul ulaşım ana planını hazırlıyorduk. O zaman,
Sayın Erdoğan, verdiğimiz bir brifingden önce bana şunu sordu: “Üçüncü
köprü yok değil mi hocam planda?” Çünkü o zaman üçüncü köprü,
kamuoyunda ve partiler nezdinde puan kaybettirecek bir olguydu. Seçim
propagandasında partiler, üçüncü köprü yaptırmamayı pozitif puan olarak
kullanıyorlardı. Bu anlayış sonradan değişti. Artık bu tür yanlış projeleri
yaptıklarında, gelecek seçimde seçilmeme gibi bir tehlikenin olmadığını
biliyorlar. Çünkü halk yine gidip oy veriyor bunları yapanlara. Çok rahat
hareket ediyorlar. Demokratik sistemde hesap sorma mekanizması eksik.
İstediğiniz kadar planlar hakkında STK’ların görüşlerini alın. Peki, plan
uygulanmadığı zaman kimden, nasıl hesap soracağız biz?
Özellikle 1980 sonrasında, toplumda değer yargıları da değişti. Liberal
ekonomik göstergelerle artık planların önemi azaldı ve projeler öne çıktı.
Özellikle de vizyon projeleri. “Çılgın” olarak tanımlanan projeler, bir anlamda,
vizyonu olan siyasetçi ve vizyonu olan plancı etiketini de beraber getiriyor.
Bunlara karşı çıkanlar ise; vizyonsuz, her şeye muhalefet eden, bir şeyden
anlamayan, hep aynı şeyleri söyleyen insanlar olarak değerlendiriliyor. Tabii
bu kapkaç ortamında, bu işlerden az da olsa pay almak ümidiyle kentte
yaşayanlar da, aynı dalga boyutuna gelmeye başlıyorlar. Poyrazköy’le
Garipçe arasında küçük bir arazisi olan, bir dükkanı olan veya balıkçı
restoranı olan küçük esnaf da “buradan köprü geçerse benim arazim
146
kıymetlenecek ve ben de köşeyi döneceğim” diye düşünmeye başlıyor.
Herhangi bir yere yapılan bir kavşak ya da tünel projesi sonunda, çevredeki
arazinin değerlenmesi beklentileri olan ve orada yaşayan, vaktiyle oraya
gecekondu yapmış, tamamen yasal olmayan yollardan araziyi işgal etmiş
insanlar dahi bundan yarar sağlamaya çalışıyorlar. Yani bu rant meselesi
sadece büyük holdinglerin, büyük firmaların ya da yatırımcı kuruluşların
büyük karlar sağladıkları bir alan olmaktan çıkıyor. Küçük insanlara da bir
şekilde bir miktar kazanç getiriyor ve durduk yerde gayrimenkul üzerinden
gelir sağlıyorlar. Bu durum tabana yayıldıkça kentte yaşayanların tepkisi
ortadan kalkıyor. Sadece idealist, iyi niyetli bazı STK’lar, meslek odaları, bazı
semt örgütleri, “üçüncü köprüye hayır platformları” gibi bazı oluşumlarla
eylemler düzenleyip, gösteriler yaparak mümkün olduğu kadar bunları halka
aktarmaya çalışıyorlar. Halkın büyük çoğunluğunun az ya da çok ölçüde bu
işten sebeplendiği bir ortamda, bu seslerin etkisinin çok fazla olmadığını da
görüyoruz.
Bu durumda ne yapacağız? Bence öncelikle, üçüncü grupta yer alan
kentte yaşayanların, farkındalığının arttırılması yönünde çaba göstermek
gerekiyor. Burada siyasi partilere büyük görevler düşüyor. Aslında siyasi
partiler iktidardayken, siyasetçi şapkalarıyla bu rant mekanizmasının ortağı
oluyorlar. Ama muhalefete geldikleri zaman, görevlerini çok da fazla yerine
getirdiklerini söylemek mümkün değil. Özellikle bu kentte yaşayanların
farkındalığının ve bilinç düzeyinin arttırılması konusunda yeterli çabanın
gösterilmediğini düşünüyorum. Aksine karşıt örnekler çok daha fazla. Küçük
ölçekli rantlarda bazen aracılık da yapıyorlar. Birkaç seçim öncesinde, ulaşım
konusunda bildiklerimi anlatmak için, küçük bir siyasi partinin Kadıköy’deki
semt kahvelerinde örgütledikleri halkı bilgilendirme toplantılarından birkaç
tanesine katılmıştım. Bu toplantılarda şunu gördüm: Ev kadınları ve çevre
esnafı, anlatılanları ellerine kağıt-kalem alıp, not tutarak dinliyorlardı. Aslında
insanlarda böyle bir talep var ancak bunu partilerin daha iyi organize etmesi
gerekiyor. İnsanlara bazı konuları çok daha iyi anlatarak, toplumsal tepkinin,
farkındalığın oluşmasını sağlamak ve bu suretle de politikacılar üzerinde bir
siyasi baskı oluşturmak mümkündür diye düşünüyorum. Esas düğüm, bu işe
tepki vermesi gereken grup olan kentte yaşayanlarda. Çünkü siyasiler her
dönemde, aynı içgüdülerle ve aynı çıkar ilişkileri ile hareket ediyorlar. Tabii iyi
niyetle çalışanları bir kenara bırakıyorum. Bu durumda; üçüncü grup yani
kentte yaşayanlar, kendi yaşam alanlarını böyle geri dönülmez biçimde
147
değiştiren vahşi müdahalelere karşı önce bilgili olmak sonra da buna tepki
göstermek zorundadırlar. Çok teşekkür ederim.
TAYFUN KAHRAMAN- Sayın hocalarım, isterseniz soru-cevap
bölümümüze geçelim. Ben de bazı sorularımı sizlere iletmek istiyorum.
Salondan şu anda bir soru gelmiyor. O halde ben sorularımı yönelteyim.
Orhan Hocam; tarihsel süreç içerisinde ulaşım mastır planı birkaç kez
yapıldı. Ama neden uygulanamadı?
Mesture Hocama, sizden de sunumunuzu daha spesifik bir şekilde 3.
Köprü konusu ile bağlamanızı rice edebilir miyim? Çünkü bildiğiniz gibi çok
büyük bir direnç var.
Metin Bey, bürokrat kimliğinizi biraz açıkladınız. Esasında bize onun
sırlarını verdiniz. Bürokrat kimliğinizin arkasında, siyasi olarak gelişen bu
projelere karşı tavrınızı çok net olmasa da bizler de buradan okuma şansına
erişmiş olduk. Ama siyasetle bürokrat kimliğiniz arasındaki, özellikle projeci
yaklaşımlardaki çelişkileri bize çok net cümlelerle kısaca açıklayabilir misiniz?
Haluk Hocam, size de biraz önce anlattıklarınızın paralelinde “siyaset
neden bu kadar agresif?” diye sormak istiyorum. Teşekkür ediyorum.
Dr. ORHAN DEMİR- Asında hepimizin 2,5 dakika kadar zamanı var.
Ama ben sanırım biraz daha şanslıyım. Çünkü benim söyleyeceklerimi Haluk
Bey biraz önce çok güzel açıkladı. Üçlü sacayağının nasıl işlediğini, herkesin
rolünü nasıl oynadığını anlattı. İstanbul’da, 1986 ve 1996 yılarında yapılan iki
imar planı ve iki ulaşım ana planında da çalıştım. İkisi de özveriyle çalışılan
ve İstanbul için doğruların söylendiği planlardı. Her ne kadar 1986 planı
üçüncü köprü planı diye bilinse de, Bedreddin Dalan zamanında hazırlanan
raporlar okunduğu zaman görülecektir ki, orada üçüncü köprü önerilmedi.
Aslında oradaki en önemli önerilerden bir tanesi raylı sistemlerdi. Bugün
Aksaray’dan çıkarak havaalanına ulaşan ama plandaki orijinal haliyle
İkitelli’ye giden raylı sistemdi. Yani geçmişteki bazı projelerin uygulandığını
söylemek mümkündür. 1986 planında raylı sistem önerilmiş ama iktidar
değişiklikleri projelerin uygulanmasını engellemiştir. Çok spesifik bir örnek
vereyim: 1986 planında önerilen raylı sistem, Aksaray’dan çıkıp doğrudan
İkitelli’ye gidiyordu. Ama o zamanki belediye ve iktidar döneminde sadece
Otogara kadar olan kısım yapıldı. İktidar değiştikten sonra projeler de
148
değiştirildi. İkitelli’ye giden raylı sistem güzergahı Zeytinburnu’na, oradan da
havaalanına döndürüldü. Şimdi biz bazı çalışmalarda, İkitelli’deki yoğun
talebin nasıl karşılanacağının cevabını arıyoruz. Yapılan yanlışlar, başka
yanlışları da beraberinde getiriyor. İlgili kişilerim bildiği üzer; Yenikapı’dan
İkitelli’ye giden yepyeni bir yüksek kapasiteli raylı sistem projesi hazırlandı.
Belki de bu proje onaylanacak ve uygulanacak. İktidar değişiklikleri maalesef
bu tip projelerin uygulanamamasında çok önemli etkenlerden bir tanesidir.
Diğer etkenleri biraz önce belirttiğim gibi Haluk Bey çok detaylı olarak
açıkladı zaten. Çok teşekkür ederim.
Prof. Dr. MESTURE AYSAN BULDURUR- Burada maalesef çok
önemli konulara bir cümle ile değinip geçmek durumunda kalıyoruz. Dünya
nüfusu 1802’de 1.000.000.000, 1927’de 2.000.000.000, bugün ise
7.000.000.000’dır. Yani geometrik olarak artış göstermektedir. Enerji tüketimi
ise 2009 yılıyla 2010 yılı arasında Türkiye’de yüzde 9,8, dünyada ise yüzde
5,8 oranında artmıştır. Bunun gibi birçok veri göstermektedir ki; gelecekte
kaynakları sınırlı, alanı belirli dünyamızda büyük sorunlar yaşanacaktır.
Bu konuyu daha fazla uzatmayacağım ama çok önemli olduğunu da
vurgulamak isterim. Sürdürülebilirlik konusunun altını çizmek ve bu konuyu
her alana yaymak, ilkokuldan başlayarak bütün eğitim kurumlarında buna
değinmek, çözüm yolları aramak gerekiyor. Bu konunun tarafı olarak bizim de
bundan gerekli payı almamız gerekiyor. Bu konuda çözümler üretmek
zorunda olduğumuzu bilmemiz ve bu bilinçle hareket etmemiz gerekiyor.
Siyasetin baskısını ortadan kaldırmak adına, biraz önce üzerinde durmaya
çalıştığım ve Haluk Bey’in de üçlü sacayağı olarak özetlediği konuda;
plancılara, kendi adına karar verilen halka ve siyasilere çok görevler düşüyor.
Bu bilinci yaymak durumundayız. Şimdi bu çerçevede ulaşım konusuna
geçeceğim. Artık tüm dünyada biliniyor ki, toplu taşıma ve raylı sistemler
ulaşımın vazgeçilmezleridirler. Bu 50.000 nüfuslu şehre de raylı sistem
getirilmesi anlamını taşımaz elbette. Ancak uluslararası camiada bunların
standartları bilinmektedir.
Hangi şehirde, hangi yapıda, hangi yoğunlukta, hangi büyüklükteki
kente nasıl bir ulaşım sistemi gerekir? Bunların standartları ve normları
bellidir. İstanbul gibi ülkemizdeki yoğun kentlerde ve tarihi kentlerde toplu
taşımanın kesinlikle olması gerekiyor. Örneğin; 1.000.000 nüfusa
gelindiğinde metro sisteminin kente mutlaka kurulması gerektiği belirtiliyor.
149
İstanbul’da ise nüfus 12.000.000’a geldiğinde küçük bir metro sistemi yapıldı
ve bu sistem yavaş yavaş yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Demek istediğim şu:
Raylı sistemler, sürdürülebilirlik konusuyla aynı düzlemde yer alıyor. Ulaşım
adına alınacak kararlarda toplu taşıma ve özellikle raylı sistem önem
kazanıyor. Kendi verilerimize baktığımızda, yolculukların yüzde 5’i - 6’sının
raylı sistemlerle yapıldığını görmekteyiz. Belki son zamanlarda biraz
artmıştır. New York’ta ise bu oranın yüzde 31, Tokyo’da ise yüzde 40
olduğunu görüyoruz. Demek ki birçok eksiğimiz var. Bir de bütüncül
yaklaşımdan söz etmiştim. Bütüncül yaklaşım çerçevesinde; verimlilik,
ekonomi ve sürdürülebilirlik konularından bahsetmeliyiz ancak vaktimiz
sınırlı. Ekonomiyle sürdürülebilirlik birbiriyle çelişen kavramlar olmamalıdır.
Zira toplantının ilk gününde Ruşen Bey de bu konuyu izah etmeye çalıştı.
Karşıt gibi görünen kavramlar arasında bir denge bulmak zorundayız.
Ekonomi gereklidir. Ülkeler bazında rekabet edebilmek için ise verimlilik
esastır. O halde ulaşımda normlarımızı belirlerken, bu verimlilik esası
üzerinden hareketle, raylı sistemleri mutlaka kurgulamalıyız.
Bütüncül
yaklaşımlardan
ve
tüm
ulaşım
sistemlerinin
entegrasyonundan bahsettik. Kentin doğal yapısı, konumu, coğrafyası vb.
özellikleri, kentin doğu-batı ekseninde gelişmesini gerektiriyor. Tarihsel süreç
içerisinde de böyle gelişti. Önce demiryolları ile gelişti ve bildiğiniz gibi
sonrasında karayolları ile yukarıya taşındı. Şimdi ise kentin omurgası yokken,
raylı sistemi yoğun bir şekilde kenti besleyecek bir şekilde tesis edilmeden ve
diğer ulaşım sistemleri ile entegrasyonu sağlanmadan üçüncü boğaz
köprüsü, dördüncü boğaz köprüsü tartışılıyor. Görüldü ki, şehirlerarası
ulaşımı karşılamak üzere getirilen bu sistemler o hizmeti yapamıyor ve şehir
içi ulaşıma hizmet etmeye başlıyor. Dolayısıyla ulaşım sistemini bütüncül
olarak ele almak gerekiyor. Arazi kullanımıyla denk tüm olasılıkların
değerlendirilmesi, önlemlerin alınması gerekmektedir. Kentin omurgası
oluşturulduktan, olasılıklar değerlendirildikten ve önlemler alındıktan sonra
hala zorunluysa köprü tartışılabilir. Şu anda deniz yolu verimli olarak
kullanılabiliniyor mu ya da raylı sistemler yeterli mi? Köprüye gerek olduğunu
zannetmiyorum. Zaten yapılması da gerekmemeli. Yapıldığı takdirde olumsuz
sonuçlarının neler olacağını, havzaların, ormanların yerleşime açılmak
zorunda kalacağını biliyoruz.
METİN KÜÇÜKOĞLU- Siyaset, bürokrat ve projeler arasındaki
çelişkiler ve ilişkiler çerçevesinde bana bir soru yönelttiniz. Haluk Bey’in
150
söylediği bir şey var: Sacayağının bir tanesi kamuoyudur ve kamuoyunu
yaratmanın yolu da ilgili kurumları oluşturmaktan geçer. Şöyle bir şey
düşünün: Ben 1982–1983 döneminde mezun oldum. Bu Şehir bölge
Planlama Bölümü’nün Yıldız Teknik Üniversitesi’nde açıldığı yıldır. Biz “Bu
nedir?” diye soruyorduk. Hatta harita mühendisliği bölümünün bir katını işgal
ettiler. “ Bu nereden çıktı? Bu işi yapan bir sürü mimar ve plancı var.” dedik.
Aslında yapamıyorlarmış. Şimdi görüyoruz ki; Şehir Plancıları Odası birçok
etkinlik tertipliyor ve bir kamuoyu yaratabiliyor. Konuşmamın arasında da
söylediğim gibi bizim şöyle bir eksikliğimiz var: İstanbul’la ilgili bir ulaşım
idaremiz yok. Dünyada olan ama Türkiye’de olmayan bir başka eksikliğimiz
de, ulaşımla ilgili eğitimlerdir. Türkiye’de ulaşım mühendisliği eğitimi yok,
Ulaşım Mühendisleri Odası yok. Bunu kimler dile getiriyor? Şehir Plancıları,
Harita Mühendisleri, İnşaat Mühendisleri getiriyor. Türkiye Cumhuriyeti 2023
yılına kadar gerçekten 700.000.000.000 Dolar tutarında ulaşım yatırımı
yapacaksa, bunun mutlaka mühendisi olması gerekiyor.
1998 yılında iki köprü arasındaki güzergahı hakkında, o günkü ilgili
belediye başkanına tam yarım gün süren bir sunum yaptık. Ama daha sonra
belediye başkanı bize projeden haberi olmadığını söyledi. Biz kurumsal
olarak hazırladığımız projeyi elbette artısı ve eksisiyle anlatıyoruz. Belki
gerekçesi “Ben iktidardaki partinin başkanı değilim. Bu nedenle bu projeye
ben karar veremem.” şeklindeydi. Zannediyorum benzer sebepler
kamuoyuna anlatılamadığı sürece ya da biz bu kurumları oluşturmadığımız
sürece A Partisi veya B Partisi buna devam edecektir. Önemli olan, bu
kurumları Türkiye’de ve öncelikle İstanbul’da yaygınlaştırmaktır. Teşekkür
ederim.
Prof. Dr. HALUK GERÇEK- “Siyasiler neden bu kadar agresif?"
şeklinde bir soru yönlendirildi. Bir kez daha açıklamaya çalışayım. Siyasetle
uğraşanların en büyük kaygıları oydur. Demokratik bir yapı ve şu anki
parlamenter sistem içerisinde, siyasiler seçmenlerin oyuyla göreve geliyorlar.
Dolayısıyla siyaset yapma işlerine devam edebilmeleri için oya ihtiyaçları var.
Oy kimden geliyor? Toplumdan ve halktan geliyor. Şu andaki konjonktüre
baktığımda, agresifliğin giderek arttığını görüyorum. Mesela iktidardaki parti
son yıllarda oy oranını arttırdı. Bu da onlara daha bir güven veriyor.
Toplumdan destek arttıkça, kendi yaptıklarının daha doğru, daha yerinde
olduğunu düşünüyorlar. Ama çok kaba bir şekilde yüzde 50’ye yüzde 50
oranındadır. Toplumun geri kalan yarısı kendileriyle aynı şekilde
151
düşünmüyor. Böyle bir ortamda, siyasilerin yaptıkları işlere ve kente yaptıkları
müdahalelere, o kentte yaşayanlardan gerekli tepkiler gelmez ise bu böyle
devam eder. Demokratik eylem biçimleri var. Ama nihai eylem biçimi sandığa
gidip oy kullanmak şeklindedir. Öyle bir korkuları ve endişeleri olmadığı
takdirde bunları yapmaya devam ediyorlar. Bunları yaptıkça, bu işlerden
sağlanan rantı, giderek daha geniş kesimlere dağıtma durumları söz konusu
olabildiğinden destekçileri de artıyor. Bu böyle bir kısırdöngü olarak devam
ediyor. Bu arada kaybeden kent oluyor tabii.
Daha önce bir gazete yazımda da belirtmiştim. Bu konuda zaten
başka yayınlar da var. Bence kente karşı işlenmiş suç kavramını, yeni
Anayasa çalışmaları sırasında bence ciddi biçimde gündeme getirmek lazım.
Çünkü bu projelerin bir kısmı, biraz önce Mesture Hanım’ın da söylediği gibi,
çocuklarımızın, gelecek nesillerimizin, torunlarımızın yaşayacağı ortamları
tamamen ortadan kaldıracak projelerdir. Bu projelerin kente karşı, çevreye
karşı işlenmiş birer suç olarak görülmesi lazım. Ben hukukçu olmadığım için
bu konuda derinlemesine bir bilgi sahibi değilim. Bir mühendisin yaptığı bina
yıkıldığı zaman nasıl ki o mühendisin yakasına yapışıp hesap soruluyorsa,
kentin bütün doğasını tahrip eden büyük bir proje, üstelik de geri dönülmez
bir biçimde mekanı değiştiren proje sahiplerine de aynı tepkiyi göstermek
gerekir. Bunu suç olarak değerlendirip, projeyi yapandan hesap sorulacak bir
yasal çerçevenin oluşturulması, yani kente karşı suç çerçevesinin
oluşturulması gerektiğini düşünüyorum.
MEHMET AKKAYA- Ben Sarıyer’den Mehmet Akaya. Haluk Hocama
ve tüm hocalarıma şunu sormak istiyorum: İstanbul Kanal projesinden hiç
bahsedilmedi. Milyonlarca veya milyarlarca canlı denize dökülerek böyle bir
kanal yapılacağını düşünüyorum. Acaba milyonlarca canlıyı yok edip öyle bir
kanal projesinin yapılmasına yüzde kaç ihtimal veriyorsunuz? Teşekkür
ederim.
Prof. Dr. HALUK GERÇEK- Açıkçası ben kanal projesini,
gerçekleştirilebilecek bir proje olarak görmüyorum. Sadece seçimden önce,
seçmeni etkilemek amacıyla ortaya atılmış bir proje olarak gördüğüm için çok
fazla üzerinde durmadım. Aslında bu konuda yazanlar, çizenler oldu.
Özellikle ekolojik bakımdan, bunun o kadar yapılabilir bir proje olmayacağı ve
çok büyük etkilerinin olacağı söylendi. Ben pek fazla ihtimal vermiyorum
bunun gerçekleşeceğine. Bu nedenle de gündemde daha fazla yer bulmuş
152
olan üçüncü köprü, Kuzey Marmara geçişi ve Avrasya Tüneli projesi gibi
projeler -ki ihaleleri de yapılmış- daha realist ve daha yakın tehlikelerdir.
Tepkilerin bunlar üzerinde yoğunlaşması gerekiyor. Bana göre kanal projesi,
seçim öncesi sansasyon yaratmak amacıyla gündeme getirilmiş bir projeydi.
Çok fazla gerçekleşme olasılığı bana göre yok.
METİN KÜÇÜKOĞLU- Üçüncü köprüyle ya da Kuzey Marmara
Otoyolu projesiyle ilgili son bilgi şu: Bildiğiniz üzere, Kuzey Marmara Otoyolu
projesinin yapımına yönelik ihale ilanına 23 Mart tarihinde çıkıldı. 27 Ağustos
tarihinde ise son teklifler alınacaktı. Ancak teklif veren ve dosya satın alan
yaklaşık 10’un üzerinde konsorsiyum tarafından bazı talepler ve istenilen
ilave bilgiler oldu. Bu nedenle tarih 5 Ocak’a ertelendi. Yani şu anda ihaleden
teklif alma süreci devam ediyor. Bundan sonraki süreci şöyle özetleyebilirim:
Gebze-İzmir Otoyolundaki süreci size ancak anlatabilirim. İlgili firma ya da
ilgili grup seçildikten sonra, sözleşme için görüşmeler yapılıyor. Bunlar 2-3 ay
kadar sürüyor. Ardından da bir proje süreci, uygulama projesi süreci başlıyor.
Bunlar normal periyodunda olacaksa 1-2 yıl sürüyor. Körfez köprüsünde bu
süre iki yılı geçti. Mesela yılbaşında, her noktada çalışma yapılacak hale
gelindi. Hatta bazı yerlerde ön çalışmalar başladı. Örneğin, Samanlı
tünelinden bahsedebilirim. Köprüyle ilgili çalışma da, yılbaşında Japonlarla
yapılan bir anlaşmayla başlayacak. Benzer süreç burada da olacaktır. Bu
tabii hukuki ve teknik boyutuyla gidecek bir konudur.
Kanal projesi ile ilgili düşüncem de şu: Ben mühendisim. Sonuçta
görmediğim bir proje üzerinde yorum yapmak bana çok doğru gelmiyor.
Projeyi tüm boyutlarıyla, çevresel etkileri ile incelemek mühendisliğin
gereğinidir. Biz bunu ortaya koyamadığımız sürece bu hep konuşulur. Bunun
yolu, bunun ne olduğunu anlamaktır. O nedenle de böyle bir çalışma varsa,
bunun her yönüyle bilinmesi lazım. Sosyal, ekonomik, çevre, doğa,
kamulaştırma, yapım, doğaya, çevreye olan etkileri maiyetleriyle birlikte bu
ortaya konamadığı sürece, bir dahaki seçime de malzeme olur diye
düşünüyorum.
ELİF …- Ben peyzaj mimarlığı öğrencisiyim. Ulaştırmacı ya da plancı
değilim. Ama Metin Bey’e bir sorum olacak. İstanbul’daki nüfus artışı
konusunda bir korkunuz olduğunu söylediniz ve ulaştırmanın, yolların
artmasıyla bunun azalacağını belirttiniz. Ben bir öğrenci olarak ve düz mantık
kurarak, ulaştırmanın açıkçası nüfus artışını tetikleyeceğini düşünüyorum.
153
Çünkü üçüncü köprü olduğunda, sadece üçüncü köprü olmayacak. Orada
yeşil alanların kaldırılacak ve otoyolların kurulacak. Otoyol kurulunca ya da
oraya yollar gidince insanlar yerleşecek. Oradaki yerleşme ile nüfus daha da
artacak. Ben bunun bir çözüm olmadığını düşünüyorum. Bu kadar insanın
bunu nasıl düşünemediğini de anlayamıyorum. Bunu bana açıklar mısınız?
Gerçekten çekincelerim var üçüncü köprü açısından.
FAZLI CEYLAN- Sarıyer’den geliyorum. Fatih Sultan Mehmet
Mahallesini Güzelleştirme Derneği başkanıyım. Üçüncü köprüyle ilgili Metin
Bey’e bir sorumuz olacaktı. Bir sorumuz da Haluk Hocamıza olacak. Bizler
Sarıyer’deki 20 mahalleyi kapsayan sivil toplum kuruluşları olarak, üçüncü
köprüyle ilgili Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odasıyla birlikte toplantılar
yaptık. Üçüncü köprü halka anlatıldı. Şimdi üçüncü köprünün ne getirdiği ve
ne götürdüğüne ilişkin teknik olarak bilgi sahibiyiz. Ama biz görüyoruz ki, 39
ilçesi olan İstanbul’da sadece Sarıyer’in üçüncü köprüye “hayır” demesi
yeterli değil. 38 ilçenin “evet” derken ve bir ilçenin “hayır” demesinin yeterli
olmadığını net olarak gördük. Çünkü daha önce yapılan sempozyumlarda,
İTÜ’deki toplantılarda, Sarıyer Belediyesi de, Sarıyer’deki bütün sivil toplum
kuruluşları da, tüm mahallelerdeki mahalle dernekleri, mahalle derneklerinin
platformları da, “hayır” diyor. Sarıyer’de bir rant alanı var. Haluk Hocamın
söylediği gibi, bir arazi konumu var. Rant, siyaset ve ideolojinin önüne
geçmektedir. Onun için öbür ilçelerdeki duyarlı tüm vatandaşlarımızın da bu
konuda destek vermesi gerekiyor. İTÜ’nün yapmış olduğu bir ankette de
gördük. 10 tane köprü yapılsa dahi, İstanbul trafiğinin çözülüp
çözülmeyeceğini Metin Bey’e sormak istiyorum. Bir de direkt Kınalı’dan
transit geçiş deniliyor. Yani siz buradan kalkıp Kınalı’ya gideceksiniz ve
Kınalı’dan geçeceksiniz. İstanbul’un nüfusunun kaçı bu istikameti
kullanacaktır? Yol ve neden toplu taşımaya doğru bir istikamet yürümüyor?
Benim sorum bu kadar, teşekkür ediyorum.
TÜRKAN AFŞAR- Ben İTÜ Şehir ve Bölge Planlama öğrencisiyim.
Benim de şöyle bir sorum olacak: Bu geldiğimiz durumda, bundan sonra ne
yapılabilir? Biz ne yapabiliriz? Çünkü hakikaten yapılan şeylerin, mesleğimize
bir hakaret olduğunu düşünüyorum. Kendimi çok çaresiz hissediyorum. Şu
ana kadar katıldığım bütün panellerde, toplantılarda hep bu gösteriliyor. Ama
bundan sonra ne yapabiliriz? Bize bir öğüdünüz var mı? Bir şeyler yapmak
istiyoruz. Ama sonunda, bir şey olsun istiyoruz. Sanırım burada en büyük
154
kilit, halkı bilinçlendirmek.
Yapabileceğimiz ne var?
En
büyük
sıkıntımız
da
bu
konuda.
TAYFUN KAHRAMAN- Başka soru almayacağım çünkü süre
konusunda da sıkıntılarımız var. Başka sorusu olan varsa, şu anda el
kaldırmasını rica edeceğim.
NURTEN ÇAR- Teşekkür ederim. İTÜ’de Şehir ve Bölge Planlama
okuyorum. Sadece Haluk Hocanın konuşmalarına yetişebildim ve aktardıkları
için kendisine teşekkür ederim. En azından farkındalıklarını paylaştığı için.
Konumuz planlama ve siyaset, özellikle İstanbul üzerinden. Ondan sonra
hükümetin İstanbul’u bir ego aracı ya da manevi tatmin aracı olarak
kullanmasından bahsettik. Daha sonra buna çanak tutan, bu hükümetin
eylemlerine de çanak tutan bir ezici çoğunluktan, seçmenden bahsettik.
Aklıma direkt 1970’lerdeki sinema sahneleri geliyor. Biz hep mazlumun
yanındaydık. Daha sonra nasıl bu kadar ezici durumuna geçebildik? Hiçbir
zaman kullanmayacağı kanal projesi ya da üçüncü köprü projelere ısrarla
“getirilsin” diyen bir kesim var. Benim halim memleketin hali, diyerek
kendimden örnekler vermek istiyorum. Geçen sene internet üzerinden bir
STK’ya üye oldum ve her gün onlarca mail geldi. Ben bunların hiçbirine açıp
bakmadım. Daha sonra bu STK’nın kurucularından biri bana burs vermeye
başladı. Bu burs üzerine, her gün o kişinin maillerine bakmaya başladım. Bir
hafta içinde bursum kesinleştim. Son bir hafta içerisinde açtığım maillerden
üç dört tanesine imza attım. Mesela, GDO’lu besinler kategorisine şu an
mısır girecekmiş, uygulayıcılar ve genetikçiler eğer ellerine 500.000 tane
imza gelmezse bunu kesinlikle yapacaklarını söylemişler. Böyle saçma,
neresinden tutulacağını bilmediğim bir uygulama var. Onun dışında 2B
alanlarının yapılaşmaya açılması konusu vardı. Ona da hemen imza attım.
Hatta o sırada, yanımda bulunan ev arkadaşlarıma da imzalattırdım. Online
imza atıyoruz. Komik bir durum. Ama memleketin hali bu ve ben de bunun bir
parçasıyım. Planlama kavramlarının daha da basitleştirilerek halka
tanıtılması atölyesi olacak ve önümüzdeki cumartesi ben de buna
katılacağım. Haluk Hocamdan ders de aldım geçen sene ve sınıfta kaldım.
Bugünkü konuşmadan sonra iyi ki de kalmışım diyorum. Şimdi farklı bir
vizyonla dinleyeceğim artık o dersi.
Siyaset dilinin agresifliğinden bahsettik. Onlar bu dili kullanırken aynı
zamanda uyguluyorlar. Bu psikolojide de vardır: Ne kadar agresif
155
görünürsen, ne kadar baskın görünürsen fikrin yanlış bile olsa doğrudur.
Karşı taraf onu doğru olarak algılar. Uygulayıcılar, işin teknisyenleri ya da ehil
kişileri, bilirkişileri, altyapısı olan kişileri -ben de gelecekte öyle olacağımagresif bir dil kullanmıyor. Acaba çok mu pasifiz? Çünkü hakikaten halk
bilinçsiz. Mesela, az öne bahsettiniz, kırdan kente gelen kişi kendini kentli
hissetmiyor. Ama İstanbul’dan bahsediyoruz ve bunun yüzde 80’i neredeyse
kır hayatı yaşıyor. Bu çok vahim bir durum. Agresif dilden yanayım, teşekkür
ederim. Bu konuda mesela, bahsettiniz de, bizler neler yapabiliriz?
STK’lardan bahsediyoruz, güçlerinden bahsediyoruz. Hocamın dediği gibi
halkı meydana getirip bir ferman mı okutalım? Yoksa STK üyelerinin
kurucuları ya da yöneticileri bir araya getirilsin ve fikir mi beyan etsin? Ne
olursa olsun o ezici çoğunluk, o cahil kesim uyandırılmalı ve evet agresif bir
dille. Teşekkür ederim.
TAYFUN KAHRAMAN- Yeni bir söz hakkına ne yazık ki izin
veremeyeceğim. Arkada bir soru vardı, o soruyu da alıp daha sonrasında
bitirmek zorundayız. Çünkü konuşmacılarımız da cevap verecekler.
Programımızı 20 dakika aştık şu anda.
CEMAL EJDER- Öncelikle salonda bulunanları ve değerli hocalarımı
saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Dün de, bugün de aynı söylemlerle karşı
karşıya geldik. Değerli hocalarımın bahsedilen ve yaşanılan bu illegal
yapıların içerisinde, bir gün seyahat etmelerini bekliyorum. Bir de o sokaktaki
insanlarla birebir görüşmelerini, bu illegal yapıların bugün bu hale nasıl
geldiğini, kimlerin öncülük ettiğini görmelerini isterim. Ezber laflardan ziyade
biraz da pratik laflarla konuşmanın daha faydalı olacağını düşünüyorum.
Çünkü bu illegal yapılarla, legal yapıları karşı karşıya koymak gerekiyor.
Bana göre Türkiye’de yapılan hiçbir legal yapı yok. Çünkü yapılan legal
yapılarda, sizin gibi akademisyenlerin suçu var diye düşünüyorum. Teşekkür
ediyorum.
TAYFUN KAHRAMAN- Esasında dün yapılan tartışmalarda bu
soruya cevap verildi. Yani illegal, kaçak ya da yasadışı yapılmış yapı
kavramından hocalarımızın ne kastettikleri, bunların bir dönemin özellikle
sosyal konut projeleri oldukları ve devlet destekli olarak bunların geliştiği,
esas kastın bunlar olmadığı, iyi niyetle bu sözcüğün kullanıldığı aktarıldı.
Literatürün ne yazık ki böyle oluştuğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bu
nedenle, lütfen bunu rencide edici olarak algılamayın. Gecekondu dediğiniz
156
şey, dün de açıklandığı gibi, bir döneme damgasını vurmuş sosyal
konutlardır esasında. O yüzden de burada kaçak yapı şeklinde bahsedilen
şey, imar hukukuna ve o sıradaki imar mevzuatına aykırı yapılmış yapı
olması hasebiyle bu şekilde tanımlandı.
MEHMET KÜÇÜKOĞLU- Elif Hanım, nüfus artışının İstanbul’da çok
fazla olacağını, ulaşım projelerinin bunun daha da tetikleneceğini ve bunun
nasıl bir ikilem olduğunu sordu? Burada bana göre konu şu: Eğer siz ülkenin
bir yerini erişilebilir yaparsanız, o insanlar oradan buraya gelmezler. Bütün
mesele, insanların gün içerisinde bir yere gidip-gelişini sağlayabilmektir.
Bunu yapmanın yolu da; bu tip ulaşım projelerini, hızlı trenleri, otoyolları,
hava ulaşım sistemlerini entegre etmektir. Bir örnek vereceğim size. Bir
Japon yetkiliye: “Kuzeyde bir adanız var, üstünde 10 tane insan yaşıyor. Niye
buraya otoyol ve hızlı tren yaptınız?” diye sorduğumuzda, aldığımız cevap şu
oldu: “Biz oradaki insanların, orada yaşamasını, orada üretmesini, tüketime
malını anında sunmasını istiyoruz, hastaneye gidip gelecekse de günübirlik
gidip gelmesini istiyoruz.” Bu İstanbul nüfusunun artmasıyla, bence çok
uygun düşüyor. Nüfus artışıyla ilgili benim öngörüm değil bu. İstanbul ulaşım
mastır planı çalışmaları esnasında, İstanbul’un planlamasıyla ilgili
çalışmalarda nüfus bilimciler söyledi bunu. İstanbul’u ve çevresini
planlayamazsanız “İstanbul 23.000.000’a gidiyor” diyorlar. Bunun temel
taşlarından bir tanesi, ulaşımı tüm ülkeye yaymaktır ve anında gidip gelmeyi
sağlamaktır.
Fazlı Bey, sadece Sarıyer’in tepki vermesinin yetmeyeceğinden söz
etti ve İstanbul Boğazı’ndan ne kadar insanın geçeceğine dair bir soru
yöneltti. Bunu Türkan Hanım’ın sorusu ile birleştirerek yanıtlayacağım.
Geldiğimiz durumda “ne yapabiliriz?” sorusunun bana göre cevabı, biraz
önce söylemeye çalıştığım kurumları oluşturmaktan geçiyor. Eğer ulaşımla
ilgili ses verecek bir kurum yoksa bu konuları hep konuşur oluruz diye
düşünüyorum. Boğazdan geçişle ilgili rakamları daha önceden vermiştim. Biz
aslında bir projeyle ilgili yaptığımız tüm çalışmalarda, yalnızca bu çalışmada
değil, bölgede ve Türkiye’de yaptığımız her proje çalışmasında; projenin
artılarını ve eksilerini bir kenara yazıyoruz ve sonrasında bunları tablolar
halinde yayınlıyoruz. Uygun olan ortamlarda kendi görüşlerimizi tabii ki
açıklıyoruz.
157
Prof. Dr. HALUK GERÇEK- Bir arkadaş “plancı ya da kentli olarak
bundan sonra ne yapabiliriz?” diye bir soru sordu. Açıkçası yapılacak çok şey
var. Yapılacak en temel şey; geniş kitlelerin, yaşadıkları mekana ve kente
sahip çıkabilecekleri, yapılacak yanlış müdahalelere karşı koyabilecekleri bir
bilinç
düzeyine
ulaşmalarının
sağlanması
ve
bir
farkındalığın
oluşturulmasıdır. Tabii burada, bu görevi yerine getirebilecek STK’lar ve
siyasi partiler gibi değişik kurumlar var. Burada ise önemli sorunlardan bir
tanesi medyadır. Yazılı ve görsel medya ne yazık ki, doğru bilginin
yaygınlaşması konusunda pek olumlu bir tavır içerisinde değil. Tersine,
halkın bazen yanlış bilgilendirilmesine de aracılık ediyorlar. Tabii bu
medyanın kimler tarafından kontrol edildiğini yani gazete ya da televizyon
sahiplerinin, aynı zamanda büyük holding, emlak şirketi, gayrimenkul
geliştirme şirketi sahipleri olduğunu düşünürseniz, medyadan bu konuda
bilgilendirme beklemek biraz safdillik olacaktır. Mesela, birkaç film yapıldı.
İstanbul Film Festivalinde, İstanbul’un kentleşmesi ve ulaşım sistemiyle ilgili
iki film gösterildi. Bunlardan biri Ekümenopolis filmidir. Bu filmi bir türlü geniş
katılımlı gösterime açamadılar. Festivallerde gösterilen bu film uluslararası
düzeyde ödül de kazandı. Ekümenopolis; gerçekten de kentteki ekolojik
eşiklerin, doğal eşiklerin, nüfus eşiklerinin nasıl aşıldığını, ulaşım sisteminin
buna nasıl aracılık ettiğini gösteren güzel hazırlanmış bir filmdir. 20 Ekim’de
burada da gösterilecek. Bu tür halkı gerçekten bilinçlendirecek görsel
imkanların, medyada çok fazla yer aldığını söyleyemeyiz. Bu bilinçli bir
tavırdır. Sosyal medya diye bir şey var. Bence bu çok önemle kullanılması
gereken bir şey. İnternet üzerinden insanlar birbirlerini bulmaya başlıyor,
gruplar oluşuyor ve birtakım eylem biçimleri ortaya çıkıyor. Özellikle genç
kesim bunu çok kullanıyor. Bence bunu tepki koyma konusunda daha geniş
kapsamlı kullanmak gerekiyor. Ama esas görev siyasi partilere ve diğer
kurumlara düşüyor.
TAYFUN KAHRAMAN- Herhalde bugünün ilk oturumunun sonucunu
almış olduk. Ben tüm konuşmacılarımıza tekrar buradan teşekkür etmek
istiyorum. Sizlere de sabrınız ve katılımınız için teşekkür ediyorum. Şu anda
öğle yemeği arası veriyoruz. Teşekkürler.
158
4. OTURUM
“KENT ve MUHALEFET”
EREN KÜRKÇÜOĞLU- Hoş geldiniz. Öğleden önceki oturum yarım
saat kadar sarktığı için yemek arasına geç çıkılmış oldu, o yüzden biraz geç
başladık, beklettiğimiz için özür dileriz. İstanbul Buluşmaları 2011’in 4.
Oturumu: “Kent ve Muhalefet” başlığında, oturumu açmak üzere oturum
moderatörü Prof. Dr. Fatma Ünsal’ı huzurlarınıza takdim ediyorum.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Evet, hoş geldiniz değerli katılımcılar. 4.
Oturumumuzu
açıyorum.
Öncesinde
birbirinden
değerli
davetli
konuşmacılarımızı burada yer aldığı sırayla davet ediyorum: Dr. Şükrü Aslan
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Esra Balcı İstanbul S.O.S. Sivil
Toplum Girişimi, Yrd. Doç. Dr. Erbatur Çavuşoğlu Mimar Sinan Güzel
Sanatlar Üniversitesi, Sarıyer Mahalle Derneğini temsilen Sayın Cemal Ejder,
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve Mimarlar Odası İstanbul
Şubeden Prof. Dr. Deniz İncedayı.
Değerli katılımcılar, bugün aslında bu 4. Oturumun temasına yönelik
bir şeyler söyleyerek başlamayı planlanıştım, ama bunun öncesinde İstanbul
Buluşmalarının nasıl başladığına, hatta fikir olarak nasıl doğduğuna tanıklık
eden şanslı plancılardan biri olarak o süreçte rol alan çok değerli
hocalarımızın adını bir kez daha hatırlayarak başlamak istiyorum. 2005
yılında o zaman Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Bölüm Başkanımız
Prof. Dr. Güzin Konuk ve yine o zamanki dönem başkanımız Ahmet Turgut’la
bir sohbet anında ortaya çıkan İstanbul Buluşmaları düşüncesi, daha sonra
üç üniversitenin de (MSGSÜ, İTÜ, YTÜ) benimsemesi ve o üniversitelerde
bölüm başkanlığı yapan çok değerli hocalarımız; Yıldız Teknik
Üniversitesi'nden Prof. Dr. Zekai Görgülü ve Prof. Dr. Hüseyin Cengiz,
İstanbul Teknik Üniversitesi'nden Prof. Dr. Nuran Zeren Gülersoy ve Prof. Dr.
Handan Türkoğlu ile Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nden Prof. Dr.
Aykut Karaman’ın çok değerli katkılarının yanı sıra, Oda Şube Başkanlarımız
Ahmet Turgut'la birlikte; Erhan Demirdizen, Pelin Pınar Özden ve Tayfun
Kahraman’ın büyük katkıları sayesinde bugüne geldi. Dünkü katılımda
gözlemlenen çoğunluk ve yoğunluk da verilmek istenen mesajının doğru
yerlere ulaştığına dair bize bir gurur veren bir süreci anımsattı. Tabii yine bu
159
senenin sekretaryasının şahsında geçmiş dönemlerde de İstanbul
Buluşmaları'nın geri planında, mutfağında yer alan, özveriyle çalışan genç
arkadaşlarımıza da bir kere daha tebrik ve teşekkürlerimi iletmek istiyorum.
Akif Burak Atlar, Kumru Çılgın ve Çare Olgun Çalışkan da çok özverili, yaz
boyunca çok yoğun bir iletişim trafiği sonucunda bizim bugün bu başarılı
noktaya gelmemize büyük katkıda bulundular.
Hemen temamızdan kısaca söz edip, değerli konuşmacılarımızı
hızlıca tanıttıktan sonra onların görüşlerine başvuracağız. Dün de bir
konuşma yapma şansım olduğu için birtakım mesajları iletebildim, ama
bugün tekrar temaya özgü birkaç noktaya temas etmekte fayda olabilir. Dün
de konuştuğumuz gibi, defalarca dile getirildiği üzere; artık kaynak
dağılımında eşitsizliklerin olduğu, bu eşitsizliklerden dolayı siyasetin
kaçınılmaz olduğu bir konjonktür içindeyiz. Bugünkü oturumumuzda ise;
planlamaya karşıt bütün güçlerin ve atakların çok güçlü olduğu bu yapı
içinde, siyasetin temel bileşenleri olan iktidar ve muhalefeti tartışacağız.
Oturumumuzda iktidarı temsil edececek konuşmacıların da olmasını çok
istedik. Kendilerine sorularımızı yöneltmek ve onların da katkılarını,
görüşlerini almak üzere davetlerimiz, çok sayıda girişimimiz yanıtsız kaldı ve
iktidarı temsil edenlerle maalesef oturumumuzda birlikte olamadık.
Dolayısıyla bugün biraz muhalefet odaklı bir tartışma yapacağız. Muhalefet
aslında iktidarın tamamlayıcı yapısal öğesi ve giderek metalaşan -dün yine
bu çok tartışıldı- üretimsizleşme sürecinin baş unsuru haline gelen kentsel
arazide yaratılan o toplu mağduriyetlerin temel dayanağını oluşturmakta.
Kentsel muhalefet de -aslında dün yine ifade ettiğimiz gibi- kentsel
planlamanın da bir mücadele aracı olabileceğinin temel göstergelerinden biri
olarak bugün masaya yatırılacak.
Tabii ki yine sonuçta varmak istediğimiz, buradan topluma vermek
istediğimiz mesajlardan en önemlisi; kentsel planlamanın yeniden
yapılanmasında artık kentsel muhalefetin hem içselleştirilmesi, hem de
işlevselleştirilmesi. Sadece içselleştirmekle kalmayıp, artık bir işlevsel öğe
olarak kentsel planlama sürecine entegre olabilmesi. Bu bağlamda bugün
tartışmalarımızı geliştireceğiz.
Sizlerin elindeki programdan daha farklı bir sıralama yapmaya
çalıştım. Oturumumuza akademik formasyona sahip katılımcılarımızla
başlamanın kavramsal çerçeveyi ortaya koyarken daha hızlı yol kat etmemizi
160
sağlayacağını düşündük. Onun için sizleri ilk başta Prof. Dr. Deniz
İncedayı’yla baş başa bırakacağım, ama sözü ona bırakmadan evvel, kısaca
kendisini tanıtmak istiyorum. Aslında Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi Mimarlık Bölüm Başkanı kendisi, ama burada bulunmasının esas
nedeni çok etkin ve güçlü bir meslek örgütü olan Mimarlar Odası'nın İstanbul
gibi kritik bir kentinin başkanlığını yürütmekte oluşu. Bunun yanı sıra
uluslararası platformlarda da Türkiye’yi, İstanbul’u temsil ederek sözünü
ettiğim çift apoletli kimliğini başarıyla sürdürmekte. Aynı şeyleri tekrar
etmemek için belirtmekte fayda görüyorum, bugün burada bulunan bütün
akademisyenler çok güçlü birer sivil toplum örgütçüsü olma özelliğine sahip.
Dolayısıyla onlar sadece akademisyen değil, aynı zamanda birer sivil toplum
gönüllüsü. Buyurun Hocam.
Prof. Dr. DENİZ İNCEDAYI- Çok teşekkür ederim Sayın Başkan. Çok
değerli konuklar, katılımcılar; öncelikle sizleri saygıyla selamlıyorum.
Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi adına katılıyorum ve beni davet
ettiği için Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi'ne ve bu güzel toplantıyı
destekleyen tüm kurum ve kuruluşlara teşekkür ederek başlamak istiyorum.
Benden istenilen bu bağlam ve program çerçevesinde; planlamanın siyasetle
ilişkisi, mimarlıkla ilişkisi ya da ayrılamaz bütünlüğünün yanı sıra, Mimarlar
Odası İstanbul Büyükkent Şubesi olarak “Muhalefet ve Kent” başlığı altında
sürdürdüğümüz platform ağı, mücadelelerimiz, bakış açımız ve dünya
görüşümüze dair paylaşımlarda bulunarak bir bakış açısı geliştirmekti. Ben
de buna paralel olarak, kentsel planlamayla mimari tasarımın muhalefete
yönelik sürdürdüğü son dönem çalışmaları üzerine biraz da kuramsal bakış
ekleyerek sunuşumda bir tartışma ortamı oluşturmayı amaçladım.
Bilindiği üzere, Uluslararası Dünya Mimarlar Birliği her yıl dünya
mimarlarını, mimarlığa bağlı birçok disiplini içeren bir tema etrafında
tartışmaya çağırıyor. Bu yılın teması “İnsan Hakkı Olarak Mimarlık”tı.
Dolayısıyla bu sadece sembolik bir başlık ve de sembolik bir gün -Dünya
Mimarlık Günü her yıl Ekim ayında ilk Pazartesi günü kutlanmakta- ama tabii
ki mimarlıkla sınırlı değil, planlamanın ve bizimle ilgili diğer disiplinlerin de
başlığı olabilecek nitelikte, insan haklarına, kamu haklarına yapılan bir vurgu.
Bunu vurgulayarak sunuşuma başlamak istiyorum çünkü konumuz giderek
toplumsal bağlamda kamusal haklara, yararlılığa ve önceliklere doğru
uzanacak. Hep birlikte çok hızlı bir değişim dönüşüm sürecinin içinde
yaşamaktayız ve birçok tartışmamızı bu noktadan başlatabiliriz. Küresel
161
iletişimin, internet devriminin ya da teknoloji çağının getirdiği çok farklı yeni
yapısal düzenlemeler, çok kültürlü ortamlar, iletişim gücünün getirdiği
olanakları birlikte deneyimlemekteyiz. Bunları meslek alanımıza, planlamaya
ve tasarıma dair süreçlere nasıl yansıtacağımız da bu yüzyılın önemli bir
sorunsalı olarak karşımızda durmakta, çünkü bu araçlar kuşkusuz teknik
sadece olarak düşünülemez. Kolaylıklar teknik sınırlarıyla tarif edilemez.
Aslında düşünce biçimine, zihniyete yansıyan çok önemli yeni yapılanmalara
neden olmaktalar. Hepimizin bugün içinde yaşadığı gibi, siyasetle ilişkisi yine
ayrılamaz bir bütün olduğu muhakkak, ama bugün daha çok liberal doktrin
paralelinde tanımlanabiliyor. Bu karmaşık sürece baktığımızda; bir taraftan
aslında giderek yeni imkanlara kavuşmakta, birtakım kolaylıklar
yaşamaktayız ve iletişim teknolojisini kullanarak özellikle daha güçlü bir sivil
topluma dönüşmekteyiz ama bir diğer taraftan da tehditlerle de karşı
karşıyayız. Bunlarla yüzleşmek ve de bunları aşmak durumundayız. İşte bu
noktada toplumsal ve mesleki alanda, muhalefet çok önemli bir rol
üstlenmekte.
Zannediorum ki bizim de sorumuz; tehditler karşısında araçlarımız
neler olacak, nasıl bir vizyon ortaya koyabiliriz ya da bunları nasıl sorgulayıcı
bir biçimde ele alabiliriz? Burada muhalefetin önemine bizim başlığımız
çerçevesinde değinmek istiyorum. Aslında muhalefet bu anlamda muhalefet
olsun diye değil kuşkusuz ya da iktidarın sadece bir parçası değil, onun
ötesinde kamu haklarının da sözcüsü olarak bitmeyen bir süreç olarak
karşımıza çıkıyor. Nasıl ki, insan hakları insanın var oluşundan beri gelişen,
değişen bir süreçse, muhalefet de bu anlamda özellikle de bizlerin meslek
alanlarını ilgilendiren bitmeyen bir süreç olarak karşımıza çıkıyor.
Az önce sözünü ettiğim olanaklar, devrimler, teknolojik anlamda
iletişim alanında yaşadıklarımız ve güçlerin farklılaşması ya da değişmesi bir
anlamda bireyin sorgulayıcı yönünü geliştiriyor, eleştirel bakışını, bilgiye
ulaşılabilirliği dolayısıyla aslında katılımcı niteliğini destekliyor kuşkusuz. Bu,
toplumun mimarlığa, kentsel planlamaya ya da ilintili diğer disiplinlere
bakışını da bugün değiştirmiş durumda. Bu anlamda bahsedilen eşiğin
farkındalığı destekleyici yönünden bahsedebilir ve bu hızlı değişimi,
dönüşümü de kentsel mekanda hep beraber izleyebiliriz. Ancak daha çok
analize ihtiyacımız bulunmakta. Kentte de buna paralel yeni söylemlerle çok
hızlı bir şekilde karşılaşmaktayız. Günümüzde yeşil planlama ya da kentsel
mekanda modernleşme söylemi, sağlıklılaştırma, soylulaştırmadan söz edilip
162
bir yandan sertifika sistemleri her ne kadar hayatımızın bir parçası haline
gelmiş olsa da bu söylemlerin daha derin araştırmaları gerekmekte. Daha
önce de değindiğim gibi tehditlerle ya da ironik durumlarla karşı karşıya
kalmaktayız. Bu açıdan bakıldığında bizler -özellikle de konu İstanbul olduğu
zaman- dönüşümün ne denli bir rant aracı hale geldiğini, güvenliğin deprem
söylemi üzerinden yeni yapılaşmanın önünü açan bir araca dönerken
modernleşmenin ise belleği silen bir araca dönüştüğünü, yenilemenin
ideolojik simgeleri yaygınlaştırma amacıyla kullanıldığını, sıhhileştirme
süreçlerinin etnik ayrımcılığı destekler hale geldiğini ve hatta özel
güvenliklerin toplumsal ayrışmanın önünü açtığını bizzat İstanbul'da
deneyimlediklerimiz sonrasında rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunları gün
içerisinde değerli arkadaşlarım da örneklerle sizlere çok güzel
anlatacaklardır. Yani bu pozitif değerler; dönüşüm olsun, modernleşme,
yenileme, sıhhileştirme, güvenlik olsun aslında negatif ve olumsuz süreçlerin
zeminlerini oluşturmuş durumda.
Bunun yöntemleri neler oldu? Kısaca başlıklar halinde ele almaya
çalışacağım. Felaket söylemi, aslında kapitalizmin bugün temel aracı olan
felaket söylemi -bunu ekonomi alanından Neomi Klayn'ın çalışmalarından da
öğrenebiliriz- her türlü meslek alanına yayıldığı gibi mimarlık alanında da
önemli bir araca dönüştü. Peki felaket nedir? Güvensizlik, deprem
beraberinde gelen tehditler, modernleşememe veya sıhhi olmama durumu,
suç potansiyeli ve benzeri söylemler kullanılarak önceden de değindiğim
üzere yeni süreçlerin önünün açılmasına, bellek kaybına, tarihi değerlere
karşı gelişen yenileme süreçlerine, ideolojik simgelerin yaygınlaşmasına,
etnik ayrımcılık uygulamalarına ve toplumsal ayrışmanın giderek bir kültüre
dönüşmesine fırsat vermiştir. Bu anlamda tabii ki iktidar ve muhalefete çok
önemli roller düşmekte. Saydıklarımın yanı sıra günümüzde doğanın enerji
darboğazı ya da enerji politikaları gündeme getirilerek katliamıyla da karşı
karşıya kalmaktayız. Onlar da tabii bizim meslek alanlarımızın temel
problemleri arasında yer almakta.
Bellek kaybı, belleğin silinmesini ikinci bir başlık olarak ele alalım.
Yine liberal doktrin paralelinde belliğin silinerek yeniden yüklenmesi birçok
meslek alanında; ekonomide, siyasette olduğu gibi mimarlıkta ve özellikle de
kentsel planlamada yaygın bir yöntemdir. Biz de bunu gerek tekil binalarda Emek Sineması ya da AKM örneklerini hemen verebilirim- gerekse kentsel
planlama alanlarında -Sulukule, Fener-Balat örneklerini hemen verebilirim-
163
belleğin yok edilerek kentsel alana yeni bir yükleme yapılarak, tabii ki
topluma da aynı zamanda bir müdahale ve toplum içerisinde yeni ayrışma
süreçleri başlatarak gündeme geldiğini görmekteyiz. Modern kapitalizmin bu
yöntemi aslında mimarlıkta da toplum bilincinde bir şok yaratarak ve kriz
söylemini kullanarak egemen ideolojinin uygulama alanını giderek açmakta.
Bu da bizim mesleğimizde imar alanının giderek açılması ve bu sebeple yeni
imar uygulamalarının kat kat artarak gündeme gelmesi şeklinde ortaya
çıkmakta. Çünkü artık arındırılmış olan bu mekana ya da belleğe, istenilen
ideal yani “format” yüklenerek, yeni bir kimlik yaratılması ya da tamamen
kimliksizleştirilmesi bugün karşı karşıya olduğumuz bir süreç.
Belirttiğim gibi bu toplumsal ayrışmanın da bir yöntemi aslında.
Ayrışma giderek -sadece mekanla ilgili değil kuşkusuz- toplumsal bir kültüre
dönüşmekte. Kullanıcıların yerel kültürden soyutlanmış, artık iç ya da dış
göçmenler yani “yabancılar” olarak görüldüğü kentsel, kültürel varlığa sahip
çıkamayacakları söylemi başka bir felaket söylemi olarak karşımıza
çıkmakta. Bu giderek toplumsal, mekansal, dolayısıyla da zihinsel ve siyasal
alanda ayrışmaların, aslında yapay ayrışmaların nedenlerini oluşturmakta.
Yalnız bir diğer taraftan da hepimizin bildiği gibi bunun tezatı söylem de
bulunmakta. Demokrasi, insan hakları, kamusal haklar sürekli gündemde ve
bunlarla birlikte başka bir haktan, kültürel haklardan da söz edilmekte.
Kültürel haklar içerisinde çok kültürlülük, çoğulculuk, barışçı yaklaşımlar yer
almakta. Bu konuya gözlemci olarak bakabilmek, giderek içi boşaltılan
kavramları analiz edebilmek hususunda muhalefet büyük önem kazanıyor.
Bugün o nedenle Fatma Hocam'ın da sözlerinde yer verdiği üzere; sizler gibi
değerli ve toplumcu görüşü benimsemiş sivil toplum gönüllülerinin üstlendiği
rolün önemini bir kez daha belirtmek ve bir anlamda sosyal bir Rönesans’ın
eşiğinde olduğumuzu vurgulamak isrerim. Çünkü bizler için bu eşik ya da
paradigma büyük öneme sahip. İletişim araçlarını doğru kullanıp, doğru
örgütlenerek yeni yapılanmalarda işbirliği içine girip, analizlerimizi senteze
dönüştürmemiz çok önemli. Bunun bu tür toplantılarla desteklenmesini ve
giderek daha da büyük çaplı değişimlere araç olmasını diliyorum.
Belirtmek istediğim; toplumun heterojen yapısının, bugün burada
birçok meslek alanından ve farklı disiplinden kişileri görsek de bilgi çağına
bağlı dönüşümünü araştıran daha fazla bilimciye hatta disiplinler arası
desteğe muhtaç olduğunun kuşkusuz olduğu. Eğer multidisiplinel bir
araştırma alanı
olması sağlanamazsa bazı yönlerden eksik kalacağı
164
muhakkak. Bu dönüşüm sürecinde kentsel yaşamda olsun, kırsal yaşamda
olsun yaşam çeşitliliğinin geliştirilmesi, geliştirilirken korunması ve bunlara
bağlı olarak yaşam kalitesinin iyileştirilmesi, biz meslektaşlara önemli bir
sorumluluk ve de kuşkusuz bilimsel bir sorumluluk olarak yansımakta. Bunun
sadece biçimsel değil, bilimsel altyapıyla ve ölçütlerle de örtüşen, ulusal ve
uluslararası düzeyde sürdürülebilirliğinin sağlandığı, sadece koruma
meselesi olmaktan çıkmış, yeni yapılaşma ve sıhhileştirme meseleleriyle de
birlikte ele alınması gerektiği. Tabii bilimsellediğimizde yine çok disiplinlilik
kaçınılmaz olarak karşımızda durmakta. Bunları hayata geçirebilmemiz bu
anlamda çok önemli, bu dönüşüm sürecine de sosyal ve kültürel renovasyon
olarak ya da bir rönesans olarak bakabilmemiz ve bunun araçlarını
yaratabilmemiz bugün yaşam kalitesini desteklemek açısından önem arz
ediyor.
Önceden de belirttiğim gibi başta dünya mimarları insan hakkı olarak
mimarlık temasını ortaya koydular. Bu yıl çeşitli platformlarda tartışılacak.
İnsan hakları tabii ki çok beylik bir terim ama kamusal haklar, kamu yararının
önceliği konuları bir farkındalığı da gerektiriyor. Mimarlar Odası İstanbul
Büyükkent Şubesi adına bu alanda sürdürdüğümüz mücadelelerden uzun
uzun söz etmeyeceğim, ama ilkesel olarak tabii ki kamu yararının önceliği
bütün meslek alanımızı bağlayan, hepimize sorumluluk yükleyen ve günümüz
konjonktüründe giderek bu sorumluluğun yoğunlaştığı bir alan, ama Mimarlar
Odası da tek başına hiçbir şey ifade etmiyor. Bu anlamda da dayanışma ve
birliktelik toplum adına, örgütlenme adına çok önem taşımakta. Birçok
projede de bu birliktelikten çok fayda gördük. AKM sürecinin durdurulması,
Haydarpaşa Dayanışması örneği ve Sulukule Platformu gibi birçok durumda
bu birliktelikten fayadalanıldı. Bunların daha da desteklenerek sürmesini
diliyorum.
Meslek
alanının
bilimsel,
kültürel,
sosyopolitik
zeminden
kopartılmasına yönelik -ki bilindiği gibi bugün iktidar aslında ciddi bir
müdahale planı uygulanmakta- tüm meslek odalarına, sivil örgütlenmeye
karşı bir pasifleştirme ve etkisizleştirme eylemi yürütülmekte. 21. yüzyılın
Türkiye’si için bu çok üzücü çünkü meslekler hiçbir zaman kendi teknik
sınırlarında ve tekil ölçekte üretimle ilişkilendirilemezler. Her mesleğin
bilimsel, kültürel, sosyopolitik zeminde topluma kazandıracakları bulunmakta.
Günümüzde mimarlık mesleği de bu zeminden kopartılmak isteniyor, çünkü
sivil toplumun kamusal niteliği ortadan kaldırılmak isteniyor. Bu ne demek?
165
Dava süreçleri engellenmek isteniyor, daha doğrusu dava açma yetkileri
kısıtlandırılmak isteniyor, maddi kısıtlamalar getiriliyor. Yetkiler ne kadar
sınırlandırılırsa meslek odalarının ya da sivil toplumun sesi de o kadar
kısılmış olacak. Bu anlamda da odamız tarafından ciddi bir eleştiri platformu
oluşturuldu ve bunu diğer meslek odalarıyla da paylaşmaktayız. Biliyorsunuz
Kanun Hükmünde Kararnameler ile meslek alanımız yeniden bir
yapılandırılmaya, tamamen tek merkezli otokrasi anlayışına sahip,
bakanlıklara bağlı, tek merkezli ve çok sesliliğe kapalı -özellikle de sivil
topluma kapalı- yeni bir siyasallaşmanın içine giriyor. Bu tabii ki kentsel
politikalar, mimarlık politikaları, kültür politikaları, çevre politikaları açısından
kabul edilemez. Özellikle de sivil toplum açısından kabul edilemez bir durum.
Ben bu anlamda sözlerimi tamamlarken muhalefetin yaşamsallığını
vurgulamak istiyorum, o nedenle de bizim toplantımızın belki de ürünleri çok
önemli olacak. Çünkü kamusal alan ve kentsel mekan hoşgörünün geliştiği,
gerçek demokrasinin desteklendiği, çok kültürlülüğün desteklendiği mekanlar
olmalı. Sivil toplumun bu anlamda rolünü destekleyebilmek, geliştirebilmek ve
bir değer yaratmak aslında bugün bize düşen belki en önemli misyon ve
sorumluluk gereği de bu aykırılığı sahiplenmek durumundayız. Çok teşekkür
ederim.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Biz teşekkür ederiz Deniz Hoca'ya. Deniz
Hoca'nın bir jüri görevi nedeniyle erken ayrılması söz konusu olduğundan
eğer soru veya konuşmaya katkıda bulunmak isteyen varsa bu aşamada rica
edelim.
SALONDAN- … (Deşifre yapılamamıştır.)
Prof. Dr. DENİZ İNCEDAYI- Odaları kapatmak değil de, yeni bir
yapılandırma söz konusu. Bakanlık eliyle bu kararnameler çıktı ve süreç
devam ediyor. Tabii ki bir tarih verilmiş değil, ama başka türlü görev
tanımlamalarıyla etkileri azalacak, işlevsellikleri ortadan kaldırılmış olacak ve
işlemeye devam edecek. Bu anlamda da haklar konusunda mücadele
sürüyor, bu aslında bütün sivil toplum örgütlerinin de desteklediği bir
mücadele.
SALONDAN- … (deşifre yapılamamıştır) Üniversiteler bu konuda
halkı bilgilendirmek, onları aydınlatmak, bu bilgileri vermek halka, bu konuda
üniversitelerin eksiklikleri yok mu?
166
Prof. Dr. DENİZ İNCEDAYI- Haklısınız.
ALİ BİRER (Sarıyer Mahalle Dernekler Platformu)- Yıllarca
mücadele verildi. Bugün vardığımız nokta demokrasinin kesilmesi. 1980’den
bu yana bu zihniyet devam ediyor. Onu bir kenara bırakalım, şimdi gerçekten
bu üniversitelerden mesela bir çok öğrenci arkadaş var burada, acaba
arkadaşlar hangi konularda halkla iç içe olmuşlar, sorunlarını dinlemişler? Bu
sorunların anlatıldığı sunumları dinlerken gerçekten memnun oldum ama
halkla iletişim kurmadan, onları aydınlatmadan yeterli olur mu bu anlatımlar?
Bence bu yüzden halkın içine gidilmeli, üniversite öğrencileri halkla
bütünleşmeli, aydınlatmalı halkı. Gerçekle halkla iletişimi sağlamak adına ne
yapması gerekiyor onu öğrenmek istiyorum.
Prof. Dr. DENİZ İNCEDAYI- Tabii ki çok haklısınız. Üniversitelerden
çok yoğun destek bekliyoruz. En azından bu bilimsel konularda kente karşı
işlenen suçlarda bilimsel destek raporlamaları ve de sivil toplumun yanında
olmaları, ses vermeleri çok önemli. O anlamda üniversitelerimiz maalesef
oldukça pasif davranıyorlar ve birlikte bunun sıkıntısını yaşamaktayız.
Sorunuza gelirsek, tabii toplumla araçları geliştirerek daha fazla birlikte olma,
farkındalık yaratma, bilgi verebilme, belki öğrencilerle bir bütünlük oluşturarak
daha çok insana ulaşabilme konusu yerine getirilmesi gereken bir
sorumluluk. Bunları aslında teker teker örgütlemek, geliştirmek, bugün
eksikleri neyse onları tespit etmek bizim sorumluluğumuz. Sadece meslek
odalarının değil, tüm toplumun, daha doğrusu duyarlı ve bu işe gönül vermiş
tüm kesimlerin.
ALİ BİRER- Hocam bir şey söyleyeyim, gerçekten biz gecekonduda
yaşayan insanlar bunun farkında değil. Sürekli köylü olarak kalmış -bu en acı
tarafı gerçekten- bugün benim oturduğum mahallede Beşiktaş’ı görmeyen,
Boğaz'a 1 km olduğu halde boğazı görmeyen bir insan topluluğu var.
Gerçekten acıdır, ama gerçek. İktidar kendi çıkarlarını gözeterek yeni
yerleşim alanları açıyor, etrafını da çeviriyorlar. Yani insanları birbirine karşı
daha duyarlı hale getirmek, derdini dinlemekten öte birbirinden ayrıştırıyorlar
sürekli. Kimden korunuyor o insanlar o sitelerin içerisinde? Biz sürekli
tehlikeyiz bu ülke için, bizi tehlike gibi gören bir anlayış var. Onun için
gerçekten bu konuda ben üniversiteye, hocalara, öğrencilerine, ihtiyacımız
var. Sadece burada kendi dalında okuyup, bir şey yapmak değil, o halkı
167
bilinçlendirmek, halk içinde olmak, bütünleşmek onunla. Sorunlar öyle
çözülür. Örgütlü bir biçimde olursan ancak sorunu çözersin.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Çok teşekkür ediyoruz katkınız için, bu
arada ben şunu hatırlatmak istiyorum: Bu sene 5.sini yaptığımız İstanbul
Buluşmaları bu amaçla ortaya çıktı. Bu etkinliğin varlık sebebi tam da
söylediğiniz konu. Bütün aktörleri bir araya getirebilmek, bir soru-cevap
ortamı yaratabilmek, aklımıza takılan her şeyi muhatabına sorabilmek
amacıyla İstanbul Buluşmaları ortaya çıktı. Bir diğer yandan da çok
haklısınız, üniversitenin bu tür toplumsal sorunlara duyarlılığı çok önemli.
Ancak planlama eğitiminin özünde zaten bu var. Atölyelerimizde yaptığımız
alan çalışmalarında toplum, öğrenciler, hocalar büyük bir dayanışma halinde.
Kaldı ki, okulda yaptığınız klasik eğitimin dışında alternatif eğitim
çalışmalarımız, atölye çalışmalarımız -ki biraz sonra bahsedilecekbulunmakta. Örnek vermek gerekirse Dayanışmacı Atölye bu ara yüzde çok
etkin oluşumlardan biri. Çok teşekkür ediyoruz bu konuya tekrar dikkat
çektiğiniz için, ama inanın bu konuda yoğun bir çalışma ve giderek artan bir
duyarlılık üniversite cephesinde de, sivil toplum cephesinde de var. Deniz
Hoca'ya yönelikse sorunuzu alalım.
HANDE AKARCA- Mimarım ben de, bir tek şey söylemek istiyorum.
Burada gecekonduda oturduğunuz için siz dışlanmıyorsunuz, o sitede
oturmayan herkes dışlanıyor. Bu sebeple biz ve diğerleri diye genelleme
yapmazsak çok daha iyi olacak. Yani ne ben sizi siz-ben diye göreceğim, ne
siz beni öyle göreceksiniz. Derdimiz oysa eğer ben de kuzenimi ziyarete
gittiğimde terörist muamelesi görüyorum kapıda, ama meslek içinde benim
onaylamadığım işleri yapan meslek arkadaşlarım bu alanları tasarlayanlar.
Herkese dediğiniz zaman ben de öyle düşünmediğim halde onlardan biri
oluyorum. Bizim toplum olarak yapmamız gereken belki de tek şey bir meslek
grubuna mensup, bir semtte yaşayan, belli bir yere üye olan her kimseyi
bütün olarak aynı kefeye koymamak. O anlamda birbirimize tek tek yaklaşım
izni verirsek, birbizimize çok daha kolay entegre olabileceğiz. Toptancılık
zihniyetinden birazcık uzaklaşsak, burada oturan insanlar mimar, mühendis
ya da başka bir yerden. Siz de burada oturuyorsunuz ve ben de burada
oturuyorum. Sizin derdinizi hiç alakasız bir semtte oturmama rağmen
paylaşıyorum. Ayırdığınız zaman sizin kalbiniz kırılıyor, ben de sizin ister
istemez karşınızda kalıyorum. Halbuki yanınızdayım.
168
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Peki, çok teşekkür ediyoruz. Bir daha
belirtmeme gerek var mı bilmiyorum, sadece Deniz Hoca'ya yönelik buyurun.
MİRAY...- Şehir plancısıyım. Planlamada kentsel muhalefetin
işlevselleştirilmesi için STK ve üniversite aracılığıyla yapabilecekleri biliyoruz.
Bununla ilgili çalışmalar da devam ediyor. Bununla ilgili daha neler
yapabileceğimizi tartışabiliyoruz. Acaba plancı ve mimarların meslek alanı
içinde, yani çalıştıkları yerlerde, özel sektörde, kamuda, vesairede bu
mesleği icra ederken yine nasıl hareket edeceklerine yönelik somut öneriler
ya da toplumsal muhalefeti bu alanda nasıl işlevselleştirebileceklerine ya da
daha iyi bir kentsel mekanı oluşturmak için nasıl hareket edebileceklerine
ilişkin somut önerileri tartışıyor muyuz ya da böyle bir şeyler var mı?
Prof. Dr. DENİZ İNCEDAYI- Söylediğiniz bu çok önemli bir sorun,
özellikle son yıllarda bu meslekler arasında -az önce Hande’nin de söylediğigibi ayrıştırma politikası var. Sanki herkesin bir sınırı varmış da hiçbiri
birbirine değmiyormuş gibi. Halbuki tam tersine, sadece mimarlık ve şehircilik
değil, ilgili bütün disiplinler bir arada sağlıklı ve kaliteli bir yaşam için
üretimde bulunduğunda sonuca ulaşabiliyor. Üretim sürecinde çok disiplinli
ve planlamayla işbirliği içinde, ortak üretim, tartışma ya da sorgulama
alanlarında biraraya gelmeleri gerektiğini vurgulamak gerekiyor. Bu tabii ki bir
fikirsel katkı ve bu konuda üniversitelere büyük rol düşüyor. Bu algıyı
değiştirmeye yönelik yeni Bologna süreciyle beraber birtakım teorik de olsa
yapılanma çabaları var. Yapılan çalışmaları uygulama alanına da yansıtmak
için
mevzuıyu daha çok gündemde tutmak, ortak yapılanmaları hayata
geçirmek ve tabii ürünlerini de sergilemek gerekiyor. Yapılacak şey budur
bence.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Çok teşekkür ediyoruz. Zamanımızı iyi
kullanmak adına hemen ikinci konuşmacımıza geçeceğiz. Tekrar tanıtmak
istiyorum, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Yard. Doç. Dr. Erbatur
Çavuşoğlu, ama biraz önce de belirttiğim gibi buradaki davet sebebimiz onun
aynı zamanda kritik noktalarda rol alan bir aktivist plancı olması ve kentteki
birçok projede bu rolüyle -çifte apoletiyle- yer alması. Erbatur Hocam 15-20
dakika gibi süre versek uygun mu?
Yrd. Doç. Dr. ERBATUR ÇAVUŞOĞLU- Tabii, 20 dakika yeterli.
Teşekkür ederim sevgili Hocam. Kent ve muhalefet konu olunca bugüne
169
kadar bu konu üzerinde söylediklerimi tekrar etmemek için de biraz farklı bir
ders çalıştım. Aslında devletten, yerel yönetimlerden, sivil toplum
kuruluşlarından, sermayeden, medyadan veya yerel örgütlenmelerden söz
etmek mümkün, ama bunları başka konuşmalarda, başka yazılarda sıkça
yaptığım için biraz bunun dışındakilerden bahsetmek istiyorum. Kendi
konumumla da ilişkili olarak çubuğu biraz aydın ve akademisyenlere doğru
bükmek istiyorum.
Şöyle sorular soruyorum kendime: Aydınlar ve akademi kentsel
muhalefeti nasıl okuyor? Kentsel muhalefetin neresinde duruyorlar? Bu tür
sorular üzerinden bir özeleştiri denemesi yapacağım ve bu özeleştiri
denemesini de daha anlaşılır kılmak için kentsel dönüşüm gibi konunun
berraklaştığı bir örneğe dayandırmaya çalışacağım. Bu yolculukta teorik
destekçilerin Antonio Gramsci, Edward Said, Pierre Bourdieu, Jack Ransier
ve Paulo Freire görüşleri olacak. Bu insanların aydın ve entelektüel tanımları
üzerinden giderek bir teorik çerçeve kurup, sonra dönüp bizim camiamız
açısından biz bu skalanın neresinde duruyoruz diye kendimi de dahil ederek
bir eleştirel okuma yapacağım.
Şimdi Antonio Gramsci “organik aydın” diye bir tanım ortaya koyuyor
ve gerçek aydın olmanın yolunun buradan geçtiğini söylüyor. “Organik aydın
toplumla kendi arasına çeşitli mesafeler ve hiyerarşiler koymayan bir
konumda olmalı ki, devlet ve sistemle üretilen eşitsizliklere ve hiyerarşilere
karşı söz söyleyebilsin rahatlıkla ve bu sözü söylerken de toplumla birlikte ve
toplum için söyleyebilsin. Aydın denilen kişi her türlü iktidardan uzak ve özerk
olmalı, ama bu yetmez” diyor. Şöyle bir lafı var Gramsci’nin: “Avam -yani
halk- hisseder. Daima anlamayabilir ve bilmeyebilir, aydın kesimse bilir, ama
daima anlamaz ve özellikle de hissetmez” Bunu diyen Gramsci aslında
geleneksel aydın tipinin yabancılaşmasından bahsediyor bize. Organik
aydının belli bir sınıfla köklü ve yapısal ilişkiler içerisinde bulunması
gerektiğini ve sınıf mücadelesinde de seçimini yapmış, tarafını seçmiş olması
gerektiğini söylüyor.
İkinci düşünüre geçeyim. Aydınların önyargı ve cehaletini oryantalizm
kavramıyla ortaya koyup, ırksal, ideolojik ve emperyalist bütün klişeleri yıkan
Edward Said’e geçeyim. Edward Said diyor ki: “Entelektüel kendini tamamen
bir hükümetin siyasi hedeflerine, büyük bir şirkete ya da kafaları aynı biçimde
çalışan profesyonellerden oluşan bir loncaya -üniversite ya da meslek odası-
170
teslim etmemiş, bunlara teslim etmiş bir memur ya da işçi değildir”. Ona göre
aydın ilişki kurduğu her şeyi sorgulama, peşinen kabul etmeme sorumluluğu
ve ödevi olan insandır. İktidar karşısında da her zaman hakikati konuşma
ödeviyle sorumludur, ama Said şunu da söylüyor bize: “Günümüzde birçok
aydın yaptığı işi geçim kaygısıyla 09.00-17.00 mesai gibi yapar, kabul edilmiş
paradigmaların ve sınırların dışına çıkmamaya çalışır, pazarlanabilir ve
prezantabl olmak uğruna standart davranış kalıplarını sürdürür. Kendini
apolitik ve nesnel olmaya zorlar, dolayısıyla profesyonelizm denilen şeyin
risklerini taşır”
Üçüncü düşünür Bourdieu mesul ve müdahil bir bilimden yana olduğu
için organik aydın olma gereğini kabul eder ve bütün araştırmalarını da bu
teorik alan çalışmalarından türeten bir düşünür. Akademinin Üniversite
A.Ş’ye dönüşüm süreçlerinde pazar güçlerinin zulmüne karşı bilimin
silahlarıyla direnecek bir cephe kurmaya çağırıyor. Bunun için de birlik
halinde özerk aydınlar ya da özerk kolektif aydınlardan bahsediyor. Akademik
alandaki mücadelelerin iktidar mücadelesiyle ilişkisine işaret ediyor ve devlet
ve kapitalist ekonomi kurumlarına yakın işbirlikçi konumlarda bulunan
akademisyenlere karşı ekonomik, politik, kültürel sermaye farklılıklarından
dolayı karşıt konumdaki akademisyenleri ve aydınları da tariflemeye
çalışıyor. Bunu yaparken kullandığı kavram fakülteler savaşı ya da fakülteler
çatışması diye çevirmek daha doğru. Diyor ki: “Bir tür aydın iktidarın yaptığı
şeyleri meşrulaştıran, onu onaylayan, onu eleştirmeyen bir aydın tipi vardır”
Buna da “homo economicus” gibi “homo academicus” diyor. Homo
academicus kimdir? Onu şöyle bir alıntıyla okuyayım size: “Kurumsal
mevkiler için üniversite yönetimindeki iktidar kavgalarına katılan, akademinin
meşru kültürünü korumak, kollamak, bir sonraki kültüre iletmek için didinen,
öğrencilerle ilgili meşru kategorik ayrımların erbabı ders kitabı, sözlük,
ansiklopedi gibi akademi pazarında rağbet gören ve saygınlık getiren
faaliyetlerde bulunan insandır. Eğitim ideolojisinin kurumsal yapısının
yeniden üreticisidir” Öğretim üyeleri üzerinde bir araştırma yapıyor. Öğretim
üyelerinin sınıfsal konumları, ekonomik, sosyal, kültürel, politik, eğitimsel,
medyatik sermayelerinin farklılıklarından dolayı aralarındaki farkları inceliyor.
Özellikle genç kuşaklarla yaşlı kuşaklar arasında da temel farklılıklar ortaya
çıkarıyor. Bourdieu ve 1968 öğrenci hareketlerinin de bu farklılıkların en
kristalize olduğu yer olduğunu söylüyor. Türkiye açısından da düşünün, 1980
başta olmak üzere bu toplum çeşitli travmatik deneyimler yaşadı ve
171
akademisyenlerin bu konudaki tutumu da zaten ayrıştırıcı bir görevi de
görmüş durumda.
Dördüncü düşünür Ransier, onun temel itirazı işbölümü anlayışı
üzerine, yani “kafa ve kol emeğini ayıran işbölümü yalanına itiraz ediyorum”
diyor. Yani tasarlayanlarla yapıcıları, düşünenlerle çalışanları, yönetenlerle
savaşanları ayıran bu yapay kurguya karşı çıkıyor. Diyor ki: “Köleliğin gerekli
olması bu işbölümünü ilan eden ve kendi yeri bu işbölümünün hiçbir yerinde
ortaya çıkmayan filozofun itibarını korumak içindir”. Yani aydın denilenin söz
üretme işini tekeline almak, toplumsal konum ve ayrıcalığını, bu ayrıcalık
üzerinden tekrar inşa etmek ve meşrulaştırmak olan toplumsal hiyerarşileri
çoğaltmak durumunda olan kişi olarak kodluyor. Çok ağır bir eleştiri yapıyor.
Özetle söz üretimini bir ayrıcalık haline getiren işbölümü yalanına ve
başkaları adına konuşmayı doğallaşmış bir görevi haline getiren entelektüele
kızıyor.
Beşinci ve son düşünür Freire de başkası adına konuşma işi
yapanların aslında bunu yaparken de bir tür ihsanda bulunduklarını ironik bir
şekilde eleştiriyor. Diyor ki, her şeyi bilen ve bunu nesne muamelesi yaptığı
diğerlerine aktarma lütfunda bulunan alicenap öğreten adam kibrini
sorguluyor. Etkileşme, öğrenmeye kapalı olan bu aydın “diyalog kurmadığı,
kendi bilgi ve eğilimlerini dayatma dışında bir eğilim olmadığı için de iktidar
tahakküm ve eşitsizlikleri çoğaltan bir figürdür” diyor. Gerçekten bu tür
aydınların kullandığı dile bakarsak, bu dilin de tanımlanmış, tarif edilmiş,
paketlenmiş, Freire’nin “bankacı modeli” dediği türden öğreten teknik
formasyona dayalı bir dil olduğunu görürüz. Bu aydın “zihin emeğini üstün
kılarken, diğerlerini emek yoğun süreçlere yönlendiren bu işbölümünü de
yeniden üretir” diyor.
Şimdi bütün bu düşünürlerin söylediği aydın tipinden oluşan bir skala
olduğunu düşünüyorum ve dönüp kendimize bakalım: Şimdi biz bu skala
üzerinden acaba nasıl tarif edebiliriz kendi konumlarımızı? Türkiye’deki
entelektüel alana bir bakalım dersem ve kentsel dönüşüm örneği üzerinden
bunu yapacak olursak şöyle bir analizle başlarım: Aydın denilen kişinin
konumu toplum, devlet ve kapitalist ekonominin kurumlarıyla kurduğu ilişki ve
onlarla rabıtasına göre ölçülebilir. Kentsel dönüşüm örneğine bakarsam da,
ben üç tip aydın ya da entelektüel görüyorum: İlk iki kategori çoğunluktalar,
onların çoğu burada değil. Birincisi duyarsızlar, çok geniş bir kategoridir, ne
172
olduklarını anlatırım. İkincisi, dönüştürücüler, onlar da büyük ölçüde burada
değil, şu anda proje çizmekle meşguller. Üçüncüsü ve hani çoğunluğuna biz
diyebileceğim muhalifler. Şimdi ben o ilk ikisini aydın ve entelektüel
kategorisine sokmadığım için onlardan çok bahsetmeyeceğim, bunu hak
etmiyorlar, dolayısıyla aslında sistem tarafından sürekli cezalandırılan ve
azınlıkta olan muhalif aydınlara epeyce eleştirim var, biraz haksızlık da ediyor
olabilirim.
Önce şu duyarsızlardan biraz bahsedeyim. Bunlar ister akademide,
ister akademi dışında olsun çoğu kez -özellikle kentsel dönüşüm örneğini
düşünüyorsakolan biten mağduriyetleri görmeme,
ilgilenmeme
eğilimindeler. Yani yaşanan mağduriyetler, yıkımlar, zorla yerinden edilmeler
karşısında naiflik diyelim, ama naiflik diyemeyeceğim bir tercih kullanıyorlar.
Aslında bunlarla ilgilenmiyorum, benim akademik ilgimin dışında diyerek
yaptıkları şey sınıfsal, politik bir tercihtir ve dolayısıyla bu duyarsızlık
ilgilenmiyorum, benim çalışmalarımın içinde yer almıyor, kapsamında
bulunmuyor demenin bir tür seçim yapmak olduğunu düşünüyorum. Geçelim,
çok önemli bir kategori değil, kalabalıklar, ama boşlar.
Dönüştürücüler: Çoğunlukla ekonomik çıkar amacıyla, ama kimi
zaman başka motivasyonlarla sistemle yakın olmak, sistemle iç içe geçme
eğiliminde olan, oradaki ödüllerden beslenen kentsel dönüşüm
konusundaysa son derece imanlı askerler olarak ortaya çıkan bir tiplemeden
bahsediyoruz. Görmek isterdim, aramızda çoğu yok, ama biliyorsunuz.
Tarlabaşı, Sulukule ve benzeri bir sürü projenin altına baktığınız zaman
danışman olarak bizzat tasarlayan olarak devletin meşru şiddet kullanmasına
katkıda bulunan ya da bizzat gerçekleştiren akademisyen aydınlardan söz
ediyorum ya da bunları yapmayan, ama yazdıkları ve çizdikleriyle bu sefer de
sembolik şiddet üreten aydın tipinden bahsediyorum. Dolayısıyla bunların da
üniversitenin şirketleşmesi, eğitimin ticarileşmesiyle giderek sayısının arttığını
kaygıyla gözlemliyorum ve geçiyorum bu kategorileri. Dönelim kendi
özeleştirimizi yapmaya diyorum.
Emral Göker’den bir alıntı okuyayım. Şöyle başlıyor: “Ekmeğini
akademik zanaattan kazanmayı seçmiş radikallerin bir taraftan huzursuzca
bile olsa ayrıcalıkların üzerine oturup, diğer taraftan dar çerçevelerde
birbirlerinden kopuk bir şekilde eleştiri oyunu oynamaları ve hayata
173
müdahaleye dair bir
sorumsuzluktur” diyor.
dert
sahibi
olmamaları
lükstür,
adaletsizliktir,
Ben bu eleştiriyi paylaşacağım ve bizim camiada gözlemlediğim
muhalif kesimde, bütün aslında o sol ve toplumcu duyarlıkları olan kesimde
gözlediğim 6 temel sıkıntıdan bahsederek konuşmamı tamamlayacağım. Bu
6 temel sıkıntının birçoğumuzda kısmen bazılarının olduğunu, bir kısmımızda
da hepsinin birden bulunduğunu düşünüyorum. Bu sıkıntıların ilkini
Bonapartizm kavramıyla açıklayabiliriz. Türkiye’deki akademisyen ve
aydınların büyük ölçüde devletten ve sistemden özerk olduğunu
söyleyemeyiz. Hatta büyük ölçüde milliyetçi, muhafazakar yönleri bulunan
egemen bir güç tarafından dağıtılan payeler, ödüller, onurlar, şerefler, titrler
gibi bir ödül sistemi içerisinde varlık sürdürmek durumunda olduklarını
biliyoruz. Bu nedenle sistem eleştirisi yapmaya kalktığı zaman da bu
muhalifler aslında istemeyerek de olsa çoğu kez etnik, inançsal, cinsiyetçi,
dışlamaları, kodları ve ayrışmaları yeniden üreten bir hale düşüyorlar. Zaten
YÖK’de cisimleşen bu hiyerarşik yapıyı düşünecek olursak böyle bir
konumda özerk olmak, itaatsiz olmak, muhalif olmak da çelişik bir şey ve çok
mümkün olabilen bir şey de değil.
Çeşitli kurumsal bağlılıklar, yüklenilen kamu görevleri nedeniyle bu
hiyerarşik yapıda sessiz olmaya, sessiz kalmaya itilen geniş de bir uzman
kesimi de var. Bu Bonapartizmi açıklayacak çok temel örnek hepinizin bildiği
iki tane öğrencinin parasız eğitim istiyoruz diye pankart açtıkları için aylarca
tutuklu kalmaları, üniversitelerin, akademinin birkaç tane ah vah dışında bu
konuya ses çıkarmaması tam da bu Bonapartizm eğiliminden kaynaklanıyor.
Kentsel dönüşüm alanından örnek verecek olursak da aslında kentsel
dönüşümle devletin uyguladığı şiddeti meşru olarak gören birçok aydın
aslında bilinçli ya da bilinç altından iktidar ve devleti kutsuyor tekrar ve tekrar,
buna eleştirel bir konum alamıyor diyelim. İkinci başlık, ikinci eleştiri
bakmamız gereken biz muhalif aydınlarda elitizm. Sınıfsal hiyerarşi ve
eşitsizliklerin olduğu derin ve keskin olduğu her toplumda aslında aydın
olabilmek ayrıcalığı maalesef orta sınıf ve orta üst sınıflara ait olmaktadır.
Nitekim bu aydınların bu sınıfsal habitusu der buna Bourdieu, bu sınıfsal
habitusu nedeniyle kendine özgü değer yargıları, kendine özgü beğeni
kalıpları, kendine özgü davranış biçimleri oluşur. Bu davranış ve bu beğeni
de seçkinci bir hale dönüşür. Bu seçkinci tutum çoğu aydın için aslında
toplumsal kopuk ve ona yabancı hale gelmeye açık bir tuzaktır. Kentsel
174
dönüşüm konusunda eleştirel söz üreten aydınlara baktığımız zaman aslında
çoğu kez bir gecekondu mahallesine gitmekte bile çekinen, gittiklerinde
huzursuz olan, ilişki kurduklarındaysa bu elitizme bağlı bütün
samimiyetsizliklerini yansıtan bir hal ve tavır gözlemlemek mümkündür.
Üçüncü problem, sorun alanı oryantalizm, yerli oryantalizm diyeceğim
şey. Aydın akademisyenlerin birçoğunda bu deminki sınıfsal habitustan
kaynaklanan bu değer yargıları ve davranış kalıplarının bulunduğunu
söylemiştim. İşte bu elitizmin de sonucunda olan yabancılaşma bir tür yerel
oryantalizmle sonuçlanıyor. Yani Edward Said’in uluslararası aydınlara
yönelttiği oryantalizmin Türkiye’de bir yerli versiyonu oluşuyor. Nedir bu? Orta
sınıfın ya da düşük gelirlinin yaşam alanına gitmek, orada yürümek bile bir tür
Kızılderili kabilesi ziyaret etmek ya da bir jungle’ın içine girmek, bir tür safari
yapmak falan gibi algılanıyor. Bütün hazırlıklarını yapıyor o akademisyen ve
bütün korkularını da kuşanıyor aslında bir yandan ve o şekilde giriyor
mahalleye. Söylemleri incelendiğinde, hani yazdıkları-çizdikleri sonuçta bir
akademik araştırma yaptıklarında da bakıyoruz, bu uzmanlık bilgisi ayrıcalık
ve kibrin ardından okunan metin, alt metin şu: Çoğu kez o kesime yönelik bir
acıma, korku, hatta tiksinme ve yani bir tür yerli oryantalizm olduğunu
görüyoruz bu tür yazılarında. Biz ne kadar güzel, a bak aydınlar gitti, yoksul
mahallelerinde çalışıyorlar falan diyoruz, ama ortaya çıkan ürünler bazen
keşke gitmeselermiş diye sözü de geliyor.
Dördüncü eleştiri başlığım dogmatizm. Dogmatik olmak bizim
coğrafyada herhalde daha yaygın bir rahatsızlık türü, ama özellikle de sol
pratikten gelen, yani bu muhaliflerin çoğu da sol pratikten geldiği için sol
pratiğe özgü de bir durum galiba. Çoğu aydın gene bu sol pratik süreçlerde
edindikleri deneyim meselesiyle etkileşmek, sorunu ve çözümü beraber inşa
etmek, beraber tanımlamaktan ziyade yol göstermek, öğretmek eğiliminde
oluyorlar. Tam da bu öğreten adam figüründe somutlaşan bir hastalık,
meslek hastalığı diyelim. Durumsal olanı, doğruyu ya da yanlışı araştırmaya
gerek duymadan ve öğrenmeye açık olmayan bir tavırla paketlenmiş hazır
bilgiyi araştırma nesnesini giydirme dediğimiz bir tavır içinde oluyorlar.
Kentsel dönüşüm söz konusu olduğunda da bu aydınların genellikle
ezberlediği direniş ve mücadele türleri vardır. Buradaki sihirli formüllerini
yerel topluluğa bahşetme, yani aydınlatmayla yetinirler.
175
Beşinci problem alanı profesyonelizmdir. Genellikle bu kapitalist
toplumdaki işbölümünü aydınlar da içselleştirdiği için, yani kafa ve kol emeği
ayrımını onlar da kafa emeği yönüne hiyerarşilendirdikleri ve
meşrulaştırdıkları için sadece kendilerini söz söylemekle mesul ve sorumlu
görürler. İşi düşünmek ve söz üretmek olmayanın yerine de kendileri
konuşma eğilimindedir, onların anlayabilecekleri dile indirgediği zaman
görevini yapmış olmanın huzuruyla işini tamamlamış olduğunu düşünür. Bu
bir yandan da kendi uzmanlığına tapınma hastalığına yol açabilir, böyle bir
kibre yol açabilir. Bilgi ve söz üretme ehliyetini tekelleştirme eğilimidir bu,
kentsel dönüşüm örneğinde bu en çok direnişi gerekiyorsa barikatı tarif etme
anlamına gelir, ama o barikat kurulduğunda da akademisyen orada değildir.
Elitizme çok benzer, ama elitizmdeki ayrıştırma daha çok sınıfsal bir
hiyerarşilendirmeyken profesyonelizmde daha çok uzmanlıklar ve işbölümü
üzerinden bir ayrışma neden olur.
Son problem alanı da bence akademizmdir. Akademizm aydın ve
akademisyenlerin aldıkları eğitim ve kendilerine biçtikleri misyon işlevleri
gereği ortaya konulacak ürüne fazlasıyla odaklanmaları sonucunda toplumla
bilimsel, rasyonel, yani akli bir ilişki kurmalarıdır. Bu akli ilişki ya da bilimsel
rasyonalizm toplumu bir araştırma nesnesine dönüştürür. Böyle olunca tuhaf
bir yabancılaşma ortaya çıkar, yani aslında kalbi ve samimi bir ilişki kurmanın
önündeki temel engeldir bu rasyonalizm. Çoğu kez bilimi fetişleştirirken
hayatı önemsizleştirir. Nitekim kentsel dönüşüm konusunda yapılan bütün iyi
niyetli çalışmalara baktığım zaman da bir mahallenin demokratik
örgütlülüğünü arttırmaya yönelik sonuç üreten akademik çalışmaların çok
sınırlı ve çok az sayıda üretilmiş olduğunu görüyorum. Bu da akademizm
sorunu diye tarif edebileceğim şey. Dolayısıyla aslında Bonapartizm, elitizm,
oryantalizm, dogmatizm, profesyonalizm ve akademizm diye altı kategoride
ortaya koymaya çalıştığım muhalif kesimlerin sorunlarını hepimizin bir ölçüde
kısmen ya da yoğun biçimde yaşadığımızı düşünüyorum. Bugünkü küresel
kapitalizm ortamında Gramsci’nin işaret ettiği organik aydına karşı farklı bir
aydın tipi oluşuyor. Buna isterseniz organiğe karşı olduğu için hormonlu
aydın diyebiliriz, genetiği değiştirilmiş aydın diyebiliriz ya da tasarlanmış
aydın diyebiliriz. Böyle bir aydın tipi ortaya çıkıyor. Aynaya baktığımız zaman
hangi aydın tipini görmekteyiz? Kendimize ısrarla bıkmadan, usanmadan
sormamız gereken soru budur. Teşekkür ederim.
176
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Teşekkür ederiz Sayın Çavuşoğlu. Daha
sonra oturumun sonunda soruları alacağız. Şimdi Dr. Şükrü Aslan’ı
dinleyeceğiz. Kendisi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji
mezunu, ayrıca biliyorsunuz planlama interdisipliner çalışma öngören bir
meslek alanı, o açıdan kendisinin burada farklı bir formasyondan olması ve
bizim konumuza kendi perspektifinden bakıyor olmasını çok önemsiyoruz.
Özellikle bu kentsel, toplumsal hareketlerde sosyoloji alanında nasıl bir
kuramsal ortamda olduğumuzu da bilmek, tekrar hatırlamak istiyoruz.
Buyurun Hocam.
Dr. ŞÜKRÜ ASLAN- Teşekkür ederim. Ben de her şeyden önce bu
etkinliği düzenleyen kuruma, son konuşmacı olarak Erbatur’a çok teşekkür
ederim, çok güzel bir sunuştu gerçekten.
Konuşmamda ben de toplumsal muhalefete ya da muhalefete
toplumsal karşılığı yönünden bakmak istiyorum. Toplumsal karşılığı
yönünden diyorum, çünkü Deniz Hoca anlattı. Muhalefetin sivil toplum
örgütleri üzerinden giden bir tarafı var, Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları
Odası burada hayli etkili ve önemli bir yer alıyorlar. Formel politika üzerinden
giden bir tarafı da var, muhalefet partileri kentle ilgili meselelerde soru
önergeleri veriyorlar. Özellikle Büyükşehir Belediye Meclisleri hayli ilginç
tartışmalara konu oluyor. Benim anlatmak istediğim muhalefet kısmıysa daha
aşağıda diyelim, daha toplumsal katmanlarda nasıl bir karşılık buluyor,
oradan bakmak istiyorum.
Konumuz İstanbul olunca biraz kendi deneyimlerimi ve tanıklıklarımı,
biraz da gözlemlerimi katarak bir sunum yapmak istiyorum. Ben İstanbul’un
en hareketli zamanlarında burada bir yıl lise öğrencisi olarak yaşadım, o
zaman tabiri caizse kent kaynıyordu. Ben aynı zamanda İstanbul’un en
sessiz zamanlarına da tanıklık ettim, yani darbe sonrası dönemine, o zaman
da tabiri caizse kent uyuyordu. Her iki döneme de tanıklık ettim, daha sonra
kentle, kentsel meselelerle, kentsel muhalefetle, kentsel hareketlerle
akademik bakımdan ilgilenmeye başladım. Bu 1990’lı yılların sonlarının ikinci
yarısında başladı, 2000’li yılların başında bitti. 1 Mayıs Mahallesi deneyimini
o zaman yazdım. Daha sonra da -şimdi Erbatur arkadaşımın anlattığı
aydınlardan hangi gruba girdiğimi tam çıkaramadım ama- bir parça 1 Mayıs
Mahallesi deneyiminden sonra bu mahallelerde bulunmaya, anlamaya
çalıştım. Kentsel hareketlerin bu mahalleler dışındaki kısımlarıyla da bir
177
parça ilgilenmeye çalıştım ve böyle kafamda bir sürü fikir gelip gitti, uçtu, hala
öyle. Bugün kafamda uçuşan bu fikirlerden iki tanesini paylaşmak istiyorum,
birlikte düşünelim ve tartışalım diye.
Şimdi bunların bir tanesi bu kentin en hareketli olduğu -yani kentin
kaynadığı- zamanda da, kentin uyuduğu zamanda da ve içinde
bulunduğumuz bugün de mekan ve mülkiyet kavramlarının -özellikle de
mülkiyet kavramının- bütün bu dönemleri anlamamızda birer anahtar kavram
olarak önemli araçlar olacağını düşünüyorum. Çünkü 1970’li yılların kentsel
hareketlerini incelediğim zaman burada muhalif yani sosyalist politikanın çok
aktif bir güç olduğunu gördüm. Bu politika içerisinde mülkiyetin yok edilmesi,
özel mülkiyetin ortadan kaldırılması gibi bir siyaset anlayışının, bir ütopyanın
belirleyici olduğunu, dolayısıyla kentsel hareketlerin gelişmesi sürecinde bu
anlayış üzerinde ortaklık edenlerin bir araya geldiğini ve bunun kentsel
hareketlere büyük bir dinamizm kazandırdığını anladım.
Günümüzün kentsel hareketlerini kentsel dönüşüm ya da mülkiyet
bağlamında yorumlayacak olursak; elde edilmiş mülkiyetlerin yasal karşılığı
olsun-olmasın ya da yarım olsun, yani tapusu olsun-olmasın ya da tapu
tahsis belgesi bulunsun, bahsi geçen mülkiyetlerin elden gitmesine karşı
meşru bir tepki olarak ortaya çıktığını görüyorum. Aslında mülkiyet hem
1970’li yıllardan, 1990'lı, 2000'li yıllara kadar kentsel hareketleri anlamamızda
anahtar bir kavram gibi görünüyor. Birincisinde mülkiyetin ortadan
kaldırılmasına yönelik bir dinamizm varken, ikincisinde elde edilmiş
mülkiyetin korunmasına yönelik bir dinamizm olduğunu görüyorum. Daha
doğrusu büyük mülkiyet gruplarının küçük mülkiyet gruplarını tasfiye etmesi
çabasına karşı bir direnmenin olduğunu görüyoruz. Mekan açısından da
böyle bir mukayese yapılabilir. 1970’li yılların kentsel hareketleri mekanla
ilişkili olarak tanımlamak gerekirse: Kent mekanı üzerinde cereyan eden
kitlesel hareketlerdir. Hemen hemen büyük kentlerin tamamı büyük kitlesel
mücadelelere tanıklık etmiştir. 1970’li yıllarda mekanın elde edilmesi kavramı
mekanın kamusal amaçlarla, yani kullanım değeri düşüncesi ilkesi
çerçevesinde ele alınmıştır. 1990’lı yıllarda, hatta 1980’li yılların bir
bölümünden itibaren kent mekanının bir meta olarak kullanılması projelerine
karşı bir direnme hali söz konusudur. Bu da önceden mülkiyete dair
belirttiğim gibi sermaye gruplarının, siyasi iktidarın ve yerel iktidarın büyük
ölçüde kent mekanını yeniden üretme politikalarına karşı bir direniş
sergilediğini görebiliyoruz. Burada vurgulamak istediğim konulardan biri
178
budur. Günümüzün muhalefet hareketini anlamaya çalışırken mülkiyet
kavramıyla ilişkisini daima hatırda tutmak gerektiğini düşünüyorum.
İkincisi, bugünün kentsel hareketlerinin neden zayıf kaldığını -zayıf
kaldığını düşünüyorum, önce onu söyleyeyim- anlamak için bu hareketlerle
hakim kültür arasındaki ilişkiye ve gerilime bakmak gerektiğini düşünüyorum.
Başka bir deyişle kentsel hareketlerin zayıf kalmasının sınıfsal, etnik,
mekansal dışlanmalara rağmen tabandan yerel ve merkezi iktidara karşı ciddi
bir tepkinin, karşı koyuşun gerçekleşememesinin yanı sıra hakim kültür ile
tabandaki kültür arasındaki süreklilikler, benzerlikler ya da yakın ilişkilerden
kaynaklandığını düşünüyorum. Formüle etmek gerekirse; 1980’li yılların
neoliberal politikaları toplumda yukarıdakilerle aşağıdakiler arasındaki sınıfsal
mesafeyi açmış, yoksullar daha yoksul, zenginler daha zengin hale gelmiştir
ama yukarıdakilerle aşağıdakiler arasında enteresan bir şekilde kültürel
bağlar da bulunmaktadır. Bu daha çok inanç kültürü bağlamında
gözlemlenebilir. Bu kültürel bağlar ve bunun inşa ettiği politik bağlar iktidarda
olan güçlerle tabanda dışlanan güçler arasındaki ilişkiyi sürdürmek için ciddi
bir işlev görmektedir. Sınıfsal mesafelerin açılmasıyla kültürel mesafelerin
yakınlaşması bugünkü enteresan durumu doğurmakta. Bunu somutlaştırmak
gerekirse; İstanbul’daki kentsel dönüşüm projeleri kent çapında uygulanan
projeler olduğu halde sözü geçen projelerin aldığı tepkilerin -karşı
hareketlerin- ortaya çıktığı mekanlara baktığımızda bu mekanların kültürel
bakımdan iktidara uzak olduklarını görürüz. Bunu seçim sonuçlarından ve
hakim politikanın dilinden bu mekanların nasıl tarif edildiğine bakarak da
anlayabiliriz.
Hepiniz bir anlığına kent yazınından son 10 yıllık süreç içerisinde
varoşlarla ilgili okuduğunuz herhangi bir yazıyı hafızanızda canlandırın. Bu
yazıların ortak paydada kentsel hareketlerin az ya da çok, bir ölçüde
gerçekleştiği mekanları anlattığını görürsünüz. Bu mekanların kültürel
niteliklerine yakından bakıldığında, adı geçen yerleşmelerin hangileri olduğu
aşağı yukarı herkesin aklına gelir, çünkü hep aynıları sayılır. Gazi Mahallesi,
Gülsuyu, Sarıyer’in bazı mahalleleri, Derbent mesela, 1 Mayıs Mahallesi,
Sarıgazi, Okmeydanı’nın bir kısmı, vesaire. Bu mahallelerin kültürel
niteliklerine baktığınız zaman önceden vurguladığım noktayı, iktidarla olan
mesafenin ne kadar açılmış olduğunu görürsünüz çünkü bu mekanlar kültürel
bakımdan iktidarın durduğu yerden çok uzaktır. Hem politik olarak uzaktır
hem de kimi zaman etnik, kimi zaman da inanç kültürü yönünden uzaktır.
179
Hedef haline getirilen yerler içerisinde, hedef haline gelmiş olmaya karşı tepki
gösteren mekanlar büyük ölçüde bu mekanlardır. Başka mekanlarda da mesela Pendik’te- büyük çaplı kentsel dönüşüm projeleri uygulandı. Bu
mekanlarda niçin bir karşı tepki örgütlenmedi veya örgütlenemedi? Burada
bu kültürel bağların devreye girmiş olduğunu düşünüyorum ve biz sosyal
bilimcilerin bu ayrıntıyı atlamaması gerektiğine inanıyorum.
Başa dönerek bir değerlendirme yapmam gerekirse, kentsel
hareketlerin gelişmesi için sadece sınıfsal çelişkilerin, uçurumların oluşması
yeterli değildir. Bu elbette kentsel hareketlerin temelde varoluş nedenidir ama
bu hareketlerin görünür olabilmeleri, kendi gerçek dinamiklerine
kavuşabilmeleri, kendilerini yeniden üretebilmeleri için sanırım bir sürece
ihtiyaç vardır. Bunun nasıl formüle edileceğini çok iyi bilmiyorum, ama bir
deneyime ihtiyaç vardır. Bu kesimlerin kendi gündelik hayatlarında
deneyimleyecekleri dışlanma hissine ihtiyaç vardır. Deneyim yaşanacak ve
sonra insanlar, toplumlar, topluluklar tepki göstermeye başlayacaklardır. Bu
tepkinin örgütlenebilmesi sadece dışarıdan müdahalelerle, akıl-fikir vermeyle
olamaz. Muhalefet-muhalif dinamiğinin ortaya çıkabilmesi, bu türden bir takım
deneyimlere bağlıdır.
Söylediklerimi özetleyip bitireyim. Kentsel hareketler ve kentsel
muhalefeti anlamak için anahtar kavramlarımız; mekan ve mülkiyettir.
Mülkiyet kavramını geçmişteki kentsel hareketlerle ilgili olarak
yorumladığımda; o dönemin kentsel hareketlerinin mülkiyeti ortadan
kaldırmayı hedeflediğini, bugünkü kentsel hareketlerin mülkiyet hakkını
korumayı hedeflediğini görüyorum. Bu hem bir sürekliliğe hem de bir
kopukluğa işaret ederken, bununla bağlantılı olarak hem bir güçlülüğe hem
de bir zayıflığa işaret etmekte. İkinci tezim de -görüş ya da kafamda uçuşan
fikirlerden biri de diyebiliriz- bugünün kentsel hareketlerinin dinamiklerinin
zayıf olmasında iktidar ve toplumun geniş kesimleri arasındaki kültürel
sürekliliklerin önemli bir unsur olduğunu düşünüyorum. Teşekkür ederim.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Biz teşekkür ederiz Şükrü Hocam. Şimdi
sivil toplum örgütlerinden S.O.S Grubu'nu temsilen Esra Balcı’yı kürsüye rica
ediyoruz. Kendisi sizlerin de bildiği gibi, özellikle 2010’daki İstanbul’un
UNESCO listesinden çıkarılma girişimleri sonrasında oluşan SOS bileşimine
yönelttiğimiz davet sonucu aramıza katıldı. Esra Hanım 20 dakikalık
zannediyorum sunuşunuz, çok teşekkür ediyoruz.
180
ESRA BALCI- Herkese merhaba. Öncelikle Şehir Plancıları Odası
İstanbul Şubesi'ne bu tartışma platformunun yarattığı ve kendimizi ifade etme
şansı verdiği için teşekkür ederim. İstanbul S.O.S İstanbul’un kentsel
konularına ilgi duyan ve bu alanda olup bitenleri dert edinen insanlardan
oluşan bir sivil inisiyatif. Ben de bu büyük gönüllü grup içinden sizlere S.O.S’i
anlatmak üzere görevlendirildim. Temmuz 2010’dan beri bir şeyler yapmaya
çalışıyoruz, ama gene de kısaca oluşum sürecimizi anlatmaya çalışacağım.
Neler yaptıklarımızdan bahsedeceğim ve neticede bunun için kullandığımız
araçları ve ilkeleri özetleyeceğim.
İstanbul S.O.S geçen yıl Haziranın sonlarına doğru Brezilya’da
yapılacak olan UNESCO Dünya Miras Listesi Toplantısı öncesinde bu
toplantıda İstanbul’la ilgili görüşülecek olan Taslak Rapor'da bulunan
kararlara eleştirel bir bakış ortaya koyarak meydana çıktı. İstanbul 1985
yılından beri dört alanıyla UNESCO’nun Dünya Miras Listesi'nde bulunuyor,
fakat 2002 yılından beri Tehlike Altındaki Miras Listesi'ne geçmesi tartışılıyor.
Özellikle yerel yönetimler ve merkezi hükümet bunun böyle olmadığını,
aslında İstanbul’un tehlike altında olmadığı yönünde dezenformasyonla,
özellikle basını kullanarak bilgilendirme yapmakta. Geçen yıl Temmuz
2010’da paylaşılan taslak karar, temelde İstanbul’un Tehlike Altındaki Miras
Listesi'ne alınma ihtimalini gayet ciddi bir şekilde ortaya koyuyordu. Biz bu
bilgi altyapısıyla bir araya geldik. Aynı vakitlerde İstanbul’da Avrupa Sosyal
Forumu toplanacaktı ve bu sosyal forum öncesinde İstanbul’un çeşitli
mahalle gruplarını bir araya getirerek bir toplu kentsel muhalefet girişimi
oluşmuştu, o sıralarda “Kent Hareketleri Forumu” adıyla anılıyordu. İstanbul
S.O.S de ilk çağrısını Kent Hareketleri Forumu'na yaptı. Oluşum; Kent
Hareketleri Forumu'ndan bize katılan arkadaşlar, daha sonra konunun
uzmanı sivil toplum kuruluşları, akademisyenler, basın ve odaların bir araya
gelmesiyle S.O.S’in aslında ilk nüvesi atılmış oldu. O günden beri İstanbul
S.O.S bu saydığım kuruluşlar arasındaki işbirliğini bir arada tutmaya ve
yürütmeye de çalışıyor.
Oluşum sürecine geri dönecek olursam, 2010'da Brezilya’daki toplantı
sonucu olarak basına yapılan yanlış bir bilgilendirmeyle, İstanbul’un tehlike
altında olmadığı mesajı verildi. Biz orada konu görüşüldükten sonra ve
buraya oradaki karar yansımaya başladığında konunun yansıtıldığı gibi
olmadığını, aslında İstanbul için tehlikenin hala daha devam ettiğini tespit
ettik ve değerli hocalarımızın katkılarıyla bunu ortaya çıkartıp, duyurusunu
181
yaptık. Bu süreçte kendimizi görünür kılmak için birtakım girişimlerde
bulunduk; web sayfası hazırladık, çeşitli el ilanlarıyla olabildiğince yaygın bir
kitleye ulaşmaya çalıştık. Bu arada alınan kararı yorumlamak için bir araya
gelmelerimizin sonucunda bu kararın olabildiğince duyurulması ve bununla
ilgili bir kamuoyu oluşturulmasına yönelik eylem planı yaptık. Bunun için
çeşitli eylemler yaptık. Bunun basında yer alması için basındaki arkadaşlara
yüz yüze bilgilendirme yaptık. Bu arada karşı taraftan İstanbul’un tehlike
altında olmadığına dair telkinler de geliyordu. Bu defa biraz daha dikkat çekici
olması için farklı eylem yöntemleri denedik. Aslında tehlike altında olmadığı
söylenen İstanbul’un kaybolmakta olan ruhu için helva kavurduk. Sürekli
bilgilendirme toplantılarına devam ettik, derdimiz sadece Tarihi Yarımada
olmadı. İstanbul’a ait değerleri,bu değerlere sahip alanları ve içinde
yaşayanları hiçe sayan, onların mülkiyet ve sosyal haklarını görmezden
gelen uygulamalar var. Deniz Hocamız'ın da değindiği, sanki pozitif bir
olaymış gibi, güvenlik, sıhhileştirme gerekçeleriyle başlatlan bu uygulamalar,
neticede toplumsal ayrıştırmaya veya etnik ayrışmalara kadar varabilecek, uç
sonuçlar doğurabilecek
uygulamalardır.
Biz bunları olabildiğince
duyurmaya, kamuoyunda ve basında farkındalık yaratmaya çalıştık, eylemler
yaptık. Tarlabaşı hepinizin bildiği gibi şu anda gayet hızlı bir şekilde yenileme
projesi devam etmekte ve burada yaptığımız eylemlerimiz de basında yer
buldu.
İstanbul S.O.S girişimi bunun dışında sadece yapılı çevreyle değil,
aynı şekilde İstanbul’un çevre değerlerine de sahip çıktı. 2.000.000 İstanbullu
eyleminden kendisi gibi duyarlı sivil toplum kuruluşlarına veya platformlara
destek vermeye çalıştı. Bu arada Atlas Dergisi her zaman bizim yanımızda
oldu. Atlas’ın aslında bütün Anadolu'yu kapsayan ama belli noktalara
odaklanan, sadakat ana temalı çalışmalarına, karşılıklı fikir alışverişlerimiz
İstanbul'un da bu kapsama dahil edilmesiyle sonlandı ve “İstanbul’da
Sadakat Hafta Sonu’’ düzenlemeye karar verdik. “İstanbul’da Sadakat Hafta
Sonu” kapsamında Cumartesi günleri yaptığımız bilgilendirme toplantılarının
ardından, takibindeki Pazar günleri de “İstanbul’a Sadakat Gezileri”ni
başlattık. Geçen yılın Ekim ayından beri İstanbul’a sadakat gezileri devam
ediyor. Biz bu gezilerde özellikle Tarihi Yarımada'da dönüşüm alanı ilan
edilen Fener, Balat, Ayvansaray, Süleymaniye ve Zeyrek’te geziler
düzenledik. Gezilerin son üçünde Tarlabaşı’nı da sefere kattık. Bu sadakat
gezileri asla turistik gezi gibi değil, tamamen oradaki dönüşüm meselesini
gelen katılımcılara anlatmak ve İstanbul S.O.S’in taşıdığı, aslında kentle ilgili
182
bütün bu ayrışmaları derinleştirecek uygulamaları birazcık daha katılımcılara
aktarmak ve onları bu konuda birazcık daha farkında kılmak üzere ilerliyor.
Haydarpaşa’nın koruma amaçlı imar planının gelişimi, Haydarpaşa
Dayanışması'yla da birlikte irtibat içinde olarak kuruldaki durumu ve bununla
ilgili süreci takip ediyorduk, ama o sırada bir hafta sonu Haydarpaşa yangını
olunca acil gündem olmuş oldu. Kamuoyunun hazır ilgisi buna yönelmişken
bir Haydarpaşa’ya sadakat hafta sonu düzenledik ve o hafta sonunda
Cumartesi günü yine Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde yaptığımız
toplantıda biz davet etmemiş olmamıza rağmen kendisi haber alan Adnan
Ekinci Bey gelmişti. O görüşmede kendisinden şöyle bir söz alınmıştı,
“Haydarpaşa’nın Koruma Amaçlı İmar Planı kurul tarafından onaylandığı
anda bunu halkla paylaşacağız, oranın ilgilileriyle paylaşacağız” diye. Bu söz
üzerine salonda ciddi bir tartışma çıkmıştı. Koruma amaçlı imar planı
kuruldan onaylandıktan sonra değil, çok daha öncesinde halkla paylaşılıyor
olmalıydı. Sadakat gezilerinin sonuncusunu örneğin Tokludede’den başlattık.
Hepinizin bildiği gibi Ayvansaray’da da bir yenileme projesi var ve hızla
ilerliyor. Gezimizi oradan başlattık, kamuoyunun ve basının oraya ilgisini
çekmek için CHP’den milletvekili Gürsel Tekin’in de katıldığı FEBAYDER’in
ve İstanbul S.O.S’in ortak bir basın açıklaması yapıldı.
Özellikle bu yıl Paris’te yapılan UNESCO toplantısının ardından yine
basına yanlış bilgi verilerek, daha doğrusu çarpıtılarak ortaya çıkan bir süreç
var. O da Haliç Metro Geçiş Köprüsü ile ilgili. Proje müellifi Paris’teki
toplantıya katıldı. Toplantılar henüz devam ederken ve biz henüz oradaki
raporun karar metnini elde edememişken, proje müellifi buradaki basın
aracılığıyla “UNESCO’yu ikna ettim, yıllardır uğraşıyordum, sonunda köprüye
ikna ettim” gibi bir açıklama yaptı. Taslak karar elimizde olduğu için ve taslak
karardan çok farklı olamayacağını bildiğimiz için nihai kararın bunun böyle
olmadığını gerçekte ve hala daha köprünün sorunlarını yansıttığını ve proje
müellifinin gerçekte taraf devlet adına konuşma hakkına nereden sahip
olduğunu sorgulayan bir basın bildirisi düzenledik ve bunu yaygınlaştırdık.
Bunun üzerine proje müellifi ve bu konunun uzmanlarının bir araya getirildiği
birtakım televizyon programları oldu. Sabah Haluk Gerçek Hocamız burada
aslında muhalif duruşun ve aslında bu kent konularının medyada yeterince
yer bulmadığından ve bunun aslında bilinçli bir hareket olduğundan bahsetti.
Biz çok çabalayarak bu noktaya getirebildik meseleyi. Bundan aldığımız hızla
konunun uzmanlarıyla ana akım medyadan birkaç köşe yazarını bir araya
183
getirmeye çalıştık ve onları bu köprünün böyle olmaması gerektiği konusunda
bilgilendirdik. Birkaç güne kadar da bununla ilgili olarak da başka bir köprü
mümkün ana fikriyle bir imza kampanyası başlatmayı hedefliyoruz.
Bunlar çok özet olarak yaptıklarımızdı. Bu örnekler üstünden aslında
bizim yapmaya çalıştığımız Ali Bey’in biraz önce söylediği gibi “köylü kaldılar,
kentli olamadılar” duruşuna aksi olarak kentlilik bilincini oluşturmaya
çalışmak. Kent üzerinde bir hakkı olduğunu bilir ve böyle hissederse, bunun
için daha fazla savaşabilecek gücü kendinde bulabilir. İstanbul S.O.S
mağdurlardan meydana gelmemekle birlikte mağdur olanların sesini bütün
kente, kamuoyuna ifade etmeye, anlatmaya çalışıyor.
Bir yerlerde
mağduriyet yaşanıyorsa, o alanın derdini, tasasını paylaşmak veya
savunmak için illa ki o alandan olmak gerekmediğine inanmaktayız. Temelde
bilgilendirilme hakkı ve katılım hakklarını kullanmaya veya kullandırtmaya
çalışıyoruz. Evet, bir bilgi edinme yasası var. Temelde şunu hedefliyoruz: Bir
alanla ilgili karar verileceği zaman aslında oranın kullanıcılarına en başta
danışılması lazım. O alanın kullanıcılarından bağımsız olarak bu alan üçüncü
kişilere bırakılıp, bunun üzerinden rant elde edilmesi değil, alanın
kullanıcılarıyla birlikte bir bütün olarak düşünülmesi gerektiği düşüncesini
savunuyoruz. Ayrıca sadece dönüştürülen kent küçük parçalarıyla değil,
kentin bütününü ilgilendiren, kamusal zenginliğine dair kamunun fikri
alınmadan zarar vermek üzere geliştirilen projelerle ilgilenmekte, büyük
ölçekli karar süreçlerine katılımla ilgili örnekler yaratmayı amaçlamaktayız.
Teşekkür ederim.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Biz teşekkür ederiz Esra Hanım.
Tamamen gönüllülük esasına dayalı bir oluşumun hayatta kalmasının ne
kadar zor olduğununun, İstanbul gibi bir kentte etkinlik düzenlemenin ne
kadar büyük bir özveri gerektirdiğinin farkındayız ve hepimiz sizleri takdir
ediyoruz. Onun için bir kez daha buradan bunu ifade etmekte yarar var.
Son konuşmacımız Sayın Cemal Ejder, Sarıyer Mahalle
Dernekleri'nden, biraz önce değerli katılımcının sorusuna da yanıt verirken
belirttiğim gibi İstanbul Buluşmaları ilk gününden itibaren akademik camiayı,
kentsel gelişmeler içerisindeki etkin diğer tüm aktörleri ve mahalle
derneklerini kucaklaştırmayı hedefleyen bir platform.
Dolayısıyla ilk
etkinliğimizden beri mahalle derneklerinin çok önemli bir yeri var. Bunu bir
184
kez daha vurgulamak istiyorum ve katılımınızı çok önemsediğimizi tekrar
belirterek sözü Sayın Cemal Bey'e bırakıyorum.
CEMAL EJDER- Teşekkür ederim Hocam. Ben de öncelikle salonda
bulunan genç arkadaşlarımı, akademisyenleri, hocalarımı en içten derin
duygularımla selamlıyorum. Değerli arkadaşlar, buraya gelmemize vesile
olan, bugün sizlerle birlikte olmaktan çok mutlu olduğumuzu, kendimizi az da
olsa ifade edeceğimizden memnun olduğumuzu söyleyebilirim.
Şimdi dünden beri buradayız. İstanbul’un çeşitli semtlerinde ayda bir,
ya da 15 günde bir, gücümüzün yettiği oranda yapılan tüm panellere katılarak
kendimizi ifade etmek istiyoruz. Gerek pratikte gerek görüşümüzle taraflı
olmayan, objektif bakış açımızla kendimizi ve birlikte yaşadığımız sosyolojik
gerçeklik içerisindeki halkların bir bütün olarak kendilerini nasıl ifade
edebileceklerini, dayanışma içinde olabileceklerini anlatmaya çalışıyoruz.
Şimdi burada da olmamızın bir nedeni İstanbul. Türkiye’nin en büyük şehri,
en büyük metropoliten kenti İstanbul’un nasıl bir kent olması ve yaşanılabilir
bir şehir, yaşanılır bir düzen nasıl olması gerektiği üzerine kafa yorulmakta,
ancak bir tek İstanbul değil Türkiye, İstanbul’dan başka şehirler de var, bu
gerçeği de görmeden edemeyeceğiz Adana, Mersin, Ankara, Dersim, Ağrı,
Muş, Van, Hakkari, daha doğrusu 1980 öncesi ve 1980 sonrası bu ülkede
hala yaşatılan kirli savaş sonucu 3.500.000-4.000.000 insanın göçünden
bahsediliyor. Bunun yaklaşık 2.500.000’u İstanbul’a son 20 yıl içerisinde göç
etmiş durumda. Bunun en bariz örnekleri; Dolapdere’de, Taksim’de,
Beyoğlu’nun arka mahallelerinde, Hacıahmet’te, Okmeydanı sırtlarında, Gazi
Mahallesi'nde,
Küçükarmutlu’da,
Derbent’te,
Sarıyer’in
eteklerinde
görebilirsiniz. Bunların buraya gelme nedeni pek de bu şehre meraklı
oluşlarından değil, köylerinin yanışından, göçe zorlanmalarından, savaş
politikalarından kaçışındandır. Birçoğu köyü yanmış, birçoğunun evi, tarlası,
mezrası, hatta İstanbul'da ciğerimiz dediğimiz alanlara nasıl sahip çıkıyorsak,
oralarda da o korumaya çalıştığımız çevre bugün yok ediliyor. Ormanlar
ateşe verilip bırakılıyor, gerekçesi savaş. Biz bunlara duyarlı olmadığımız
müddetçe İstanbul’a sahip çıkabileceğimizi hiç sanmıyorum. Çünkü ne kadar
sahip çıkarsak çıkalım, boş bir teraziye su taşımaktan öte geçmeyecektir.
Çünkü savaş politikaları devam ediyor, biz bunlara dur diyebilmeliyiz. Çünkü
kardeş kanı akıyor, bu kardeş kanının akması sonucu yaratılan bu çarpık
savaş, bu çarpık düzen ister istemez şehirlerdeki -adaleti olması beklenenkentleşmeyi de bozmaktadır. Bu da bir tahmin.
185
Şimdi dünden beri buradayız. Değerli hocalarımızdan, değerli
dostlarımızdan, değerli akademisyenlerimizden çok iyi tahliller aldık. Biraz
anlatım tarzından mı kaynaklı dersiniz, yoksa ağır alışkanlığından mıdır?
İşgalci, yasadışı yapılanmalar ve illegal yapılanmalar. Şimdi biz işgalci
değiliz, asla bir yasadışı yapılanma içerisinde değiliz ve illegal bir yapılanma
içerisinde asla olmadık. İllegal yapılanmalardan bizim anladığımız üstü
örtülüdür, gizlidir, sınırları bellidir. Bir akademisyenin diline yakışmayan bir
kelimedir. Bunlar da alışkanlık haline geldikçe diğer nesillere böyle anlatılırsa,
işte o zaman biz bu işin içinden çıkamayız. İşgalci olmadığımızı her
defasında söyledik, biz köylerimizden buraya gelirken keyfi kedere gelmedik.
Pek de İstanbul’un taşına, toprağına merakımızdan gelmedik. 56 yaşındayım,
13 yaşında İstanbul’a göç tarihim başlar. 43 yıldır buradayım, gelirken
babam, büyüklerim bana sormadılar İstanbul’a gidiyoruz. Sorsalardı, aklım
erseydi gelmezdim çünkü köyüm ve yaşantım daha güzeldi. En azından
işgalci kelimesini 40 yıl boyunca duymazdım. Şimdi burada işgalci oluyoruz.
Gelirken buraya arsaları öyle kürek, kazma sallayıp almadık, birilerine silah
çekip arsaları işgal de etmedik. Biz bu arsaları bize işgalci diyenlerden
parayla aldık. Bu işin içinde jandarması vardı, bu işin içinde devlet yetkilileri,
diğer denetçiler, polisi, kaymakamı vardı. Gözlerimle tanık oldum Sarıyer’in
bizim mahallenin arsalarını satan arazi mafyasına kaymakamlık unvanı
verdiler, -bir dönemin Sarıyer Kaymakamı Zeki Bey- seçilmeden
kaymakamlık ataması yaptılar. Sen geri kalanları da sat, ömrün bitince
muhtarlığı bırakırsın diye. Biz böyle bir tarihsel süreçten geçtik. Ne oluyor?
İşgalci oluyoruz. Bu akademisyenler, gerek devlet yetkilileri, gerek TOKİ’nin
başındaki o şahıs, malum Erdoğan Bayraktar bugün Şehircilik Bakanlığı
unvanına getiriliyor.
Bundan 4-5 ay öncesi gene bir TOKİ Kurultayı var Harbiye vadisinde,
bizzat gecekonduda yaşayanlara -yanında Tayyip Erdoğan’ı, Kadir Topbaş’ı,
bilmem AKP’nin seçkin talancı, yalancı, sahtekar takımlarıyla beraber- bizlere
şunu söylüyorlar: “O bölgede yaşayanlar uyuşturucu tacirleri, o bölgede
yaşayanlar kadın ticareti yapanlar, tabii mutlaka temizlenmeli” diye. Şimdi biz
böylesine bir topluluk içerisinde ve böyle panellerde kendimizi ifade ederken
aslında ezilmiyoruz. O bölgelerde yaşamakla onur, halkla dayanışmış
olmaktan da gurur duyuyoruz. Biz halkız, hem de öyle bir halkız ki. Bu
ülkenin Cumhuriyet tarihine değer vermiş, bugün bu ülkenin sıkıntılarına,
ekolojik çevresine, suyuna, havzasına, yok olan tarihine, mirasına değer
biçen bir halkız. Öyle göründüğü gibi cahil bir halk değiliz, 20.000 nüfuslu
186
Pınar Mahallesi'nde ikamet etmekteyiz. Orada da Pınar Mahallesi Dernek
Başkanlığı yapmaktayım. Genel sıkıntımız İstinye Park'ın mahallemize
girmesi ve
yağmalama düzeninin başlamasıyla boy gösteren sıkıntı
sonucunda dernekleşmeyi seçtik. Amacımız belliydi. Mahallemizin girişi, ana
yolumuz, giriş çıkışlarımız gasp edildi. Yeşil alanımız, ortak kullandığımız
parkımız, top sahamız, kültürel alanlarımız elimizden alındı, yok sayıldık.
Utanmadılar üstüne üstlük yerel seçimlerde söz verdikleri halde henüz daha
birisi uğramamıştır. Uğramadığı gibi hala işgalci 2009 yılının Ocak ayında da
utanmadan mahallemizi 2-3 firmaya palazlamak için ihale ettiler. O ihaleyi
erken aldık da, Sarıyer Mahalle Dernekleri Platformu adına duyarlı tüm
mahalleler bir araya gelip Büyükşehir Belediye Meclisi'ni işgal edip
çalıştırmaz bir hale getirdik, o yasayı geri çektirdik.
Bizim bugün Sarıyer’de Dernekler Platformu adına bu oluşumu
oluşturmamızın ana nedeni bendeki yaşanan sıkıntının Armutlu’da oluşu,
Armutlu’dan
Hisarüstü’ne,
Hisarüstü’nden
Derbent’e,
Derbent’ten
Dağevleri’ne, meşhur Dağevleri’ne, Çayırbaşı’na, Kocataş’a, Kars
Mahallesine, Kilyos’a, Demirciköy’e, Zekeriyaköy’e, Uskumruköy’e. Hani o
köy dediğim mezralara, o yeşil alana. Çevreciler gözünü oralar için biraz
açsınlar. Şehir plancılarına söylüyoruz, Demirciköy bugün TOKİ’nin inşaat
alanına dönüşmüştür. Jandarma kışlası oradan boşaltılıyor, orman alanı
tahrip ediliyor. Hep İstanbul mu, hep Boğaz mı? Biraz da geriye bakın,
İstanbul’un nefesi, İstanbul’un oksijeni, İstanbul’un ana can damarı, oksijeni
kesiliyor. Hep 3. Köprüyle meşgul olmak tabii ki insancıl olmanın bir görevi,
ama biraz da arkalara bakmak lazım.
Bu arada yok olan bir tarih var, biz İstanbul’un tarihini zaten biz
kendimiz yok ettik. Nasıl yok ettik? Zaten İstanbul’da yaşayan halkların yüzde
99’u kendisi işgalci, başka bir halkın tarihi üzerine yapı yaptık, onları buradan
kovduk, biz şimdi İstanbul’un sahibi oluyoruz değil, biz işgalciyiz. Önümüzden
geçmiş tarihe bir bakın, o tarihi yüceltmemiz gerekir. Surların üzerine ev
yaptık, birilerinin mezarları üzerine ev yaptık, birilerinin mezarlarını birilerinin
tarihi üzerine gökdelenleri dikiyoruz. Gökdelenlerin kaçak katlarına bazı
plancılar veya bazı akademisyenler sözüm ona aydın, demokrat kesim şöyle
diyor: “Bu işgal bölgelerini temizlersek üç beş tane daha siluet, üç beş tane
daha güzel bina yaparsak şehri kurtarmış oluruz işgalcilerden” . Yok öyle bir
yağma. Biz emekçiler, biz yoksullar dayanışma içinde olduğumuz müddetçe
asla hiçbir güç bizi buradan atamayacağını çok iyi bilmelidir. İşte biz buna
187
muhalefetiz. Şehir ve muhalefet deniliyor ya, aslında Erbatur Hocam çok
güzel değindi. Ben bir akademisyen değilim, ama kendimce bildiğim dünya
görüşümü sizlere ifade etmek istedim. Asla da bir siyasal akımın peşinde
olmadım. Evet, bir dönemler ben de bir sol kuşaktan geliyorum, o kuşaktan
gelmekten de onur duyuyorum. Çünkü o tecrübeler, o yol aydınlığı bana bu
yolu verdi ve bugün o misyonu taşımaktan gene onur duyuyorum, ama bugün
asla bir ideolojik misyonun tarafı değilim. Ben yalnızca bugün kendi
mahallemde değil, Sarıyer’in tüm mahallelerinde AKP’lisi olsun, MHP’li,
CHP’lisi olsun, emekçi kesimin, emekçi yoksul halk kesimini, benim gibi
işgalci sıfatıyla görülen yerinden edilmiş her insanın yanında davasına
dayanışmacı olmayla kendimi mükellef kılıyorum. Zaten bize düşen kıble de
o olmalı, insanları ayırmadan, sağcı-solcu ayırmadan herkesle bir bütün
olmaktır. Onların temel sorunu barınma haklarına yardımcı olmaktır.
Planlama, yaşamsal tüm haklarını taraf olup, müdahil olmaktır.
Biz kentsel dönüşüm deyince hiçbir şey yapılmasın demedik. Bizim
kentsel dönüşümden duyduğumuz kaygı bu rant paylaşımın nasıl
yapılacağını, yaşam alanlarımızın sürgün politikalarıyla yaşamlarımızın nasıl
değişeceğini çok iyi bildiğimizdendir. Karşı duruşumuz, muhalefet oluşumuz
zaten bundan kaynaklıdır. Diyoruz ki, bize sorulmadan yaşam alanlarımız
asla birilerine peşkeş çekilmesin. Planlama yapılacaksa, bir şehir hayatı
dönüşecekse, planlamada mutlaka bu halk kesimleri olmalı, mahallenin sivil
toplumları, mahalle dernekleri, o mahallenin muhtarı, kanaat önderleri
mutlaka bu süreçlere dahil olmalıdır. Hiç kimse oturduğu yerde hele böylesi
bir çağda gecekondulaşmayı savunmaz. Evet, 1970’lerden 1980’lere kadar
gecekondulaşmayı en fazla savunan kesim bizlerdik, sol kesimdi. Nedendi
biliyor musunuz? Ben o işin içindeydim, köyden gelmiş. Kente taşı toprağı
altın demişler, çalış demişler. Ucuz işgücü var, her tarafta sanayi var, benim
mahallem sanayi bölgesi etrafı, şimdi bir tane sanayi kalmamış. Hep Maslak
kasırları, Maslak gökdelenleri. Sanayi gitmiş, sizin de işiniz bitmiş. Sen artık
burayı terk et, biz burada daha çok soylu, daha çok efendileri taşıyacağız.
Beyaz gömleklileri, beyaz yakalıları getireceğiz, size yer kalmadı ki. Öyle yok,
beni 1970’te buraya getirirken, o mafyanın kucağına düşürürken senin devlet
otoriten neredeydi? Hani sen devlettin, her şeye kadirdin? Yok, senin devlet
olma anlayışını ben çoktan reddediyorum. Çünkü benim bildiğim devlet
demokratik, benim bildiğim devlet adaletli, benim bildiğim devlet sosyal hukuk
devleti olmalı. Bizim bildiğimiz yerel yönetimler özerk olmalı, özerklik şartını
yerine getirmiş, merkezi iktidardan emir almayan, halktan emir alan
188
seçilmişler olmalıdır diyoruz. Helikopterlerle uçup, burayı yap ey malum
belediye başkanı diyen bir anlayış değil. Benim oyumla seçilmiş kişinin
özerkliğiyle yapılmalıdır diye düşünüyoruz.
Kentsel dönüşüm nedir ve neyi amaçlamaktadır? Merkezi ve yerel
iktidarın her arazi parçasından rant elde etmek için kentin altyapı sorununu
çözmek, sağlıksız şehirleşmeyi engellemek, alt gelirli kişilere konut üretmek,
çöküntü alanlarını soylulaştırmak gibi masumane bir dil kullanıp, esasen bu
amaçlarla hiç ilgisi olmayan, ama para kazandıran projeler üretmenin yeni
adıdır kentsel dönüşüm. Kentsel dönüşüm projesinin amacı sağlıklı bir kent
yaratmaktan öte şehir merkezlerinin emekçi halklardan temizlenerek
zenginlere güvenli bir şekilde sunulmasıdır. Çünkü bu bölgelerdeki arazilerin
jeolojik yapıları depreme dayanıklı ve coğrafi konumları gereği büyük bir rant
kaynağıdır. Yapılacak iş kentsel dönüşüm ilan edilen bölgelerde yaşayan her
ailenin evlerinden çıkarılması, her evin yıkılması, her ağacın sökülmesidir.
Tüm bu alanın imara ve inşaata elverişli tek parça arsa haline getirilmesidir.
Bir başka ifadeyle kentsel dönüşüm yeni sürgün ve yıkım politikalarının
adıdır. Biz neden kentsel dönüşüm ve yıkımlara karşı olduğumuzu kısa kısa
böyle ifade etmek istedik. Kentsel dönüşüm projelerinin tek amacı vardır:
Amaç değeri hissedilen arazilerin üzerinde rant kazanmak için yeniden inşa
edilmesidir. Yapılacak yıkımlarla sadece evimiz yıkılmayacaktır, evimizle
birlikte komşuluk ilişkilerimiz, asayiş biçimimiz, geleneklerimiz ve dayanışma
bir arada olma kültürümüz yıkılacaktır. Bunun sonucunda evleri yıkılanların
bir kısmı dar, sıkışık, kendini tavuk kümesinde hissedecek yapılara
yollanacağı aşikardır. Bunun örneklerini İstanbul’da yaşadık ve görüyoruz.
Sulukule’de yapılanlar insanlık dışı bir uygulamadır. Azınlık haklarına, o
Roman kardeşlerimize yapılan bu zulme isterdik ki İstanbul’da yaşayan
insanım diyen herkesin tepki göstermesiydi. İnsanları sen buradan
Bezirganbahçe’ye onların günlük hayatlarına hiç önem vermeden, hangi
yaşantıyı nasıl sürdüreceklerini planlamadan götürüp 30 katlı, 25 katlı
binalara yerleştirirsen orada onların yaşama şansı yok. Onların belli bir
kültürü var, o kültür onların kendine has kültürüdür. Eğlence kültürü, çalgı
kültürü, hepimizin içinde bulunduğu bazen efkar dağıtmak için herkesin gidip
uğradığı Sulukule Roman ekibinin kültürüdür. Mahallemizde her yıl kültür
sanat festivali yaparız. Her yıl sokaklarımızda sinema günleri, kültür
faaliyetleri düzenleriz. Kültür faaliyetlerimize geçen yaz Roman ekibinden
getirdik. Özellikle Sulukule Dayanışma Atölyesi'nden bir Sulukule Roman
ekibini getirdik ve mahalle halkımız bunları oldukça bağrına bastı. Çünkü
189
onlar orada bir kentsel dönüşüm mağduruydu. İçinde yaşadığım mahalle,
halkım kentsel dönüşüm mağduruydu. Ciddi bir dayanışmanın, ciddi bir
bütünleşmenin orada olduğunu bütün dost, düşman gördü. Aslında o
Roman’a başka türlü gözle bakan sağcı kardeşim, diğer başka bir ideolojik
görüşe bağlı kardeşim ama o gözle bakmadı. Çünkü ona yapılan zulmün
yakın bir gelecekte kendisine yapılacağını tahmin etti. Sevgisi, hoşgörüsü
ondandı. Aslında onu anlayabildiği oranda onu kendi yerine koyabildi. İşte
bunları başarmak bütün bu ezilmiş, yok edilmiş tarihsel, kültürel mirasla
kucak kucağa, el ele tutunmak zorundayız. Bizzat bu soruna karşı üniversite
gençliğinin, bundan sonraki nesillerin İstanbul'un daha kültürlü, daha yaşanılır
bir kent olması için her kişinin duyarlı olması gerekir. Planlama harita
üzerinden ben yazdım, çizdim, haydi muhtarlık sen de uygula, tatbik et
anlayışı değildir. Herkesin içinde ısınabildiği bir evlerden oluşan bir kent
olması, hepimizin arzusu. Bizim de isteğimiz insanların yerinden edilmeden,
etnik kimliklerine bakılmadan herkes hoşgörü içerisinde beraber yaşaması.
Varsa dönüşüm, varsa yenileme insanlara danışarak yapılmalı diyorum.
Sözlerime burada son veriyor, sizleri tekrar en derin duygularımla
selamlıyorum.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Çok teşekkür ederiz Sayın Ejder. Biz de
sizin yaşadığınız sorunları içimizde hissettiğimiz için hepimiz bunu
paylaşıyoruz. Elbette farklı düşünenler olabilir, elbette bütün söylenilenlere
katılmama durumu olabilir ama kendinizi içten, yürekten ifade etme biçiminiz
için de çok teşekkür ediyoruz.
Şimdi soruları ve katkıları alacağız salondan, en başta belirttiğim gibi
Deniz Hocanın bir jüriye yetişmek için ayrılmak durumunda olduğundan
tekrar onun adına özür diliyorum. Şimdi mikrofonla kayıt almamız gerekiyor.
İsminizi belirterek kime yönelttiğinizi soruyu veya katkınızı en başta belirtiniz.
Buyurun.
Yard. Doç. Dr. TOLGA İSLAM- Soru yöneltmeye çalışacağım.
Tartışmalar çok anlamlıydı. Özellikle Erbatur’un çizdiği çerçeve bence çok
üzerinde durmamız, hatta yazılı ortamda tartışmamız gereken bir mesele
belki. Mavi Marmara hadisesinden sonra yakın zamanda bir tartışma başladı
Taraf Gazetesi'nde -İsrail’in tutumu belli ama- oradaki insanların, aktivistlerin
tavrı, tutumu eleştiri konusu. Başka ne yapabilirlerdi? Kendimizi
sorgulamamız çok önemli bence. Erbatur çok güzel bir sunum yaptı,
190
sınıflandırması bana ilk başta karışık geldi, okumam lazım, üstünde
düşünmem lazım ama ben de dışarıdan ahkam kesen bir güruh olduğunu
içimizde çok net bir şekilde biliyorum. Diğer taraftan elimde bu konuda kesin
söyleyebileceğim reçeteler de yok ama araştırma yaparken sahayı nasıl
tanımamız gerektiği konusunda da tartışılması gerekiyor. Araştırmanızı ve
araştırmanızdakileri biraz da nesneleştirmek gerektiğini düşünüyorum, eğer
siz araştırma sahanızdaki kişileri nesne haline getirmezseniz, araştırma
sahanızdaki kişilerin hayatına girer, taraf tutarsanız araştırmanız objektif
olmaktan çıkar. Aktivizmle objektif araştırma arasındaki ilişkinin de ciddi bir
şekilde sorgulanması gerektiğini, bu konuda başka eleştiriler de
getirilebileceğini düşünüyorum.
Bugüne kadar çok fazla ses çıkartmak, çok fazla bu konuda bir şey
söylemek istemedim çünkü zamanı daha gelmemişti. Bir tarafta belediye gibi
sonuçta sermaye gibi çok güçlü bir yapı var, diğer tarafta yerel halk ve
aktivistlerden oluşan cılız bir ses var. Bu denkleme eleştiri getirmek için
geçmişte doğru bir zaman olmamıştı. Mesela, Sulukule örneğinde ya da
başka örneklerde ama şu anda artık projelerin sonuçlanmaya başladığını
görüyoruz ve bunu tartışmak için belediyeden önce eleştirileri kendimize
yöneltmemiz lazım. Aktivizmi nasıl yapmamız lazım? Mesela, bir mahalleye
gittiğimiz zaman ön yargılarımızı, bilgilerimizi, değerlerimizi ne kadar
yansıtmamız lazım? Mesela bir mahallede tek bir yapı mı vardır, yoksa
mahalleler tek homojen yapılardan mı oluşurlar ya da mahallelerde farklı
farklı katmanlar mı vardır? Aktivizm sadece ve sadece mahalle içerisindeki
bir tek sesin duyulduğu bir şekilde yankılanmasını sağlamak mıdır, yoksa
mahalledeki başka başka seslere de bir şekilde sahip çıkmak zorunda mıdır?
Aslında bunun belki de başlı başına bir oturum, sempozyum olarak ya da
yuvarlak masa toplantısı olarak tartışılması çok önemli çünkü buna başlarken
Erbatur’un da değindiği akademisyenin toplum içerisindeki statüsünün de
tartışılması lazım. Bunu hak etmek için ne yapmışız, ne yapmışlar? Bu acaba
hak edilmiş bir statü müdür? Neden bir akademisyen kolayca başka bir
mahallede gerçekleşen bir süreç hakkında rahatça ahkam kesebilirken, o
mahallede yaşayan insan sadece ve sadece başından geçenleri anlatabilir
ama genel süreçlere dair -mesela bugün Cemal Beyin yaptığı gibi- genel bir
çerçeve çizemez?
Sorudan ziyade öneri gibi bunu yapalım ve bunu bence tartışalım.
Akademisyenlik nasıl yapılacak, araştırma nasıl yapılacak, saha araştırması
191
nasıl yapılır? Aktivizm sadece Türkiye’ye özgü bir araştırma tarzı da değil
ama bizim kendimize özgü başka sorunlarımız var. Ayrıca alanlarda yapılan
çalışmalardan çıkan sonuçların da tek bir sonuca evrilmesi ve hep benzer
sonuçlar üretilmesinin de oldukça tartışmalı bir şey olduğunu, ortaya çıkan o
kadar yayına rağmen doğru düzgün tartışamadığımızı, yeterli bilgi seviyesine
ulaşmadığımızı da düşünüyorum. Bunun da beraber tartışılmasında fayda
olduğunu düşünüyorum. Teşekkür ederim.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Çok teşekkürler Tolga Hocam, zaten bu
toplantıların bir amacı da bundan sonraki etkinliklere düşünce yolları açmak,
dolayısıyla belli bir noktada daha spesifik tartışmaların yapılabileceği bir
toplantı düzenlemek için de belki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nin
ev sahipliğinde şimdiden başlatmış oluruz Erbatur Hoca'yla birlikte. Salondan
başka katkı ve soru alabilir miyiz?
ADEM SAKARYA- Şehir plancısıyım, İstanbul Teknik Üniversitesi
yüksek lisans öğrencisiyim aynı zamanda. Benim Sayın Çavuşoğlu’na bir
eleştiri, bir de sorum olacak. Eleştiri konum aydın tanımı konusunda. Bu
aydın tanımını yaparken bahsettiğiniz düşünürler belli bir ekolden gelen
düşünürler, yani bu bakımdan bakıldığında bunların sadece iktidara
muhalefet olduğu aşikar, ancak bir de farklı kesimlerden olan düşünürler var.
Özellikle bizim tarihimizde bu düşünürlerin iktidarla birlikte müspet noktada
hareket ettiği de doğru. Bu bir eleştiri noktası, daha sonra bu aydın
tanımından yola çıkarak kentsel dönüşüm konusunda bahsettiğiniz üç sınıf
aydının sadece muhalefet bakış açısından kaynaklanan bir sınıflandırma
olduğunu düşünüyorum. Kentsel dönüşüm diğer bakış açılarıyla
değerlendirilirse, hiçbir çıkarı olmadan kentsel dönüşümün doğru bir politika
olduğunu savunan aydınların da çok olduğunu görüyorum. Bu konuda sizin
düşüncelerinizi merak ediyorum, teşekkür ederim.
ABDULSELAM SUVAKÇI- İnşaat mühendisiyim. Benim sorum
olmayacak da bir deneyim aktaracağım. Avrasya Tüneli'nin ÇED raporu
hazırlandığı, kamuoyuna ilan edildiği vakit arkadaş meclisinde ve meslek
odası çevresinde bunu yerli finansmanla yapamayacaklarını belirttim,
muhakkak bu olay uluslararası finansmanla olacak dedim. Dolayısıyla bir
kampanya açalım, uluslararası finans kurumlarını uyaralım, bu ÇED raporu
yanlıştır diyelim. Kimseyi ikna edemedim, hele meslek odalarımızı hiç ikna
edemedim çünkü onların yerel mücadeleden anladıkları ya mahkemeleri
192
kullanmak ya da direniş göstermek. Sonuçta mektup yazdık, bu mektubu
uluslararası alandaki finansla alakalı bulabildiğimiz tüm adreslere gönderdik.
Metin Karadağ, -çoğunuz kendisini bilir- onunla da elektronik ortamda
neredeyse 30.000 kişiye gönderdik. Mektubu 30.000 kişiye gönderen ben
dahil sadece yedi kişiyiz. Sonuçta aradan 2 ay geçti, şimdi Avrupa Yatırım
Bankası ÇED raporu hakkında soruşturma açtı. Bu durumu görünce bir kere
muhalif anlamda sadece yedi kişinin olması bir kere hayal kırıklığına uğrattı.
İkincisi de en başta meslek odalarımız, çünkü paydaş olarak görünen bizzat
dört tane odaya Mimarlar Odası, İnşaat Mühendisleri Odası, Çevre
Mühendisleri Odası ve Şehir Plancıları Odası'na aynı mektubu gönderdik. Hiç
olmazsa Çevre Mühendisleri Odası yapılan bilgilendirme toplantısına müdahil
olmuştu. Yaşamı bütüncül olarak, küreselle yereli birlikte düşünmediğimiz
takdirde sorunlarımız hep havada kalıyor. Sonuç olarak buraya gelecekler ve
ÇED raporuna niçin itiraz ettin anlamında bir soruşturma yapacaklar. Bunu
unutmayalım, hele 3. Köprü finansmanı daha büyük bir proje ve ÇED raporu
da uluslararası standartlara göre A kategorisinde, riski en büyük olan ÇED
raporu olması gerekiyor. Yani o yüzden mücadelemizi yaptığımız vakit
sadece ulusal sınırlar içinde kalmayalım, Uluslar arası düzeyde düşünelim.
Kimimiz şöyle diyor: Finans kapitale mi gideceğiz diyebilirler ama
unutmayalım, dünya tarihi o standartları büyük mücadeleler sonucu kazandı.
O standartlara göre bu işleri yapıyorlar. Bizim ülkemizdeki gibi ÇED'i 2015’e
kadar atmıyorlar. Orada tarihin mücadelenin getirdiği nokta bu ve uygulamak
zorunluluğu var. O yüzden de olayları sadece yerel bazda düşünmemek
gerekiyor. Küresel bazda, küreselle yereli birleştirmek gerektiğine
inanıyorum. Teşekkürler.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Çok teşekkür ederiz.
MUHAMMED SATİRYAKİ- İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir Bölge
Planlama Bölümü'nde yüksek lisans yapıyorum. Erbatur Bey’e nitelikli
sunumu için öncelikle teşekkür ediyorum, bir de Esra Hanım'a bir sorum
olacaktı. Şehirciliğe dair yüzeysel bilgisi olan herkes teslim eder ki, 3. Köprü
ya da Haliç Köprüsü gerçekten sıkıntılı projelerdir. İstanbul’un kültürüyle,
tarihiyle gerçek anlamda hiçbir ilişkisinin, rabıtasının olmadığı projelerdir ama
aynı zamanda İstanbul S.O.S oluşumu Kadıköy’de sahilde dikilen otel
hakkında ya da Beşiktaş’taki Yıldırım Demirören’in kuleleri hakkında da aynı
tepkiyi gösteriyor mu bunu merak ediyorum. Teşekkür ederim.
193
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Biz teşekkür ederiz. Başka var mı soru
veya katkı? Yok, o zaman önce Erbatur Hoca'ya dönelim, sonra da Esra
Hanım'dan yanıt rica edeceğiz.
ERBATUR ÇAVUŞOĞLU- Tolga’nın katkısıyla başlayayım.
Araştırmanın nesneleştirilmemesi ve araştırmayla fazla iç içe geçilmesi
durumunda riskler yok mu diye sorguluyor. Aktivizmin risklerinden aslında
bahsediyor Tolga. Keşke o noktalara gelebilsek diye cevap vereceğim. Keşke
birileri araştırma yapsa ve alanı nesneleştirmeden fazlaca iç içe geçse, hatta
gitse mahalle amigoluğunu yapsa da biz de onu eleştirmeye başlasak. Desek
ki, dur kardeşim, biraz nesnel ve bilimsel ol. Ama o noktadan çok uzak
olduğumuz için ben böyle bir şey yaptım. Elbette akademisyen, bilim insanı,
aydın olmanın gereği olarak belli bir nesnel seviyeyi yakalamak gerektiğini
ben de paylaşırım Tolga’yla ama ben başka bir dertten bir miktar muzdarip
olduğum için bunu söyledim.
Arkadaki arkadaşımın adını alamadım, o eleştiriyle ilgili de şöyle bir
şey söylemem gerekiyor: Teorik çerçeveyi çizerken kullandığım düşünürler
benim şahsen sevdiğim, kitaplarını okuduğum, takip ettiğim ve beğendiğim
düşünürlerdi. Hepsi sol ve muhalif düşünürlerdir, evet ama nesnellikleri
tartışılmayan önemli isimlerdir diye de belirtebilirim. Başka isimler seçebilir
miydim? Daha akıllı şeyler söyleyen birilerini bulsaydım seçerdim. Ben tabii ki
burada kendimce bir seçki yapmak durumundayım, dolayısıyla yaptığım
kategoride kendi bulunduğum pozisyonu reddetmeyen bir yerden olmak
durumunda. Bu eleştirinin alt metninde beni taraflı olmakla sanırım suçluyor.
Evet, tarafım. Çok net olarak tarafımı da ortaya koyuyorum, ama elbette
bütün pozisyonlardan bakarak konuşmak çok doğru olmaz çünkü bir
dönüştürücü gibi ya da bir duyarsız gibi konuşamam. Dolayısıyla o
pozisyonların sahipleri konuşmalılar ki, benim de karşımda muhatap
alabileceğim bir söz olması lazım. Bir de dönüştürücüler ve duyarsızlar adına
konuşmaya kalkarsam, o zaman kendi kişilik değerlerimle ilgili çelişkiler
yaşamaya başlarım. Dolayısıyla beni affediniz, sadece bulunduğum sol
muhalif aktivist pozisyondan fikirlerimi söyleyebilirim ama şunu da söylerim:
Aydın olmak demek zaten iktidarla belli bir rabıtayı kurabilmek demektir.
Dolayısıyla bu rabıtayı kurmayan kişileri de aydın olarak değerlendirmediğimi
ve onların fikirlerini de pek ciddiye almadığımı da zaten tekrar söyleyeyim.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Teşekkür ederiz. Esra Hanım, buyurun.
194
ESRA BALCI- Tabii ki yanlış olan her şeye, kente ve kentliye karşı
işlenen bütün suçlara karşı bir şeyler söylemek arzusundayız ama gönüllülük
çerçevesinde yürütmeye çalıştığımız bu hareket ancak gücümüz
doğrultusunda buna izin veriyor. Aslında gönül şunu istiyor: Eğer bununla
ilgili bir sıkıntınız varsa niçin siz çevrenizde bunu bir hareket haline
getirmeyesiniz? Yani bu sadece sonuca yönelik veya konuya yönelik bir
çerçeve olarak alınmamalı. Belki de İstanbul S.O.S’in kendisi bir örnek olarak
değerlendirilip, başka yerlerde ben de bunun benzerini başka türlü
dayanışmalar içerisinde yapabilirimin modeli olarak algılanabilir diye
düşünüyorum. Teşekkürler.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Çok teşekkür ederiz. Sanıyorum başka
soru veya katkı yok. Buyurun.
ALPTEKİN OCAK- İstanbul Barosu'nda Avukatım, aynı zamanda
Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu'nda çalışıyorum. Cemal Bey görüşlerini
buradan çok samimi bir şekilde ifade etti. Her ne sebeple olursa olsun
Türkiye’de bir göç olgusu var. Bunun ekonomik bir boyutu olabilir, bunun
siyasal bir boyutu da olabilir. Sorum Şükrü Bey'e olacak ama Cemal Bey'in
de ekleyecekleri varsa memun eder. Temel problemimiz; çok marjinal bir
noktaya gelmiş kent meselesi içerisindeki dönüşüm ve ona karşı geliştirilecek
muhalefet, muhalefetin niteliğine dair. Şükrü Bey orada güzel bir vurgu yaptı.
İstanbul özelinde kentsel muhalefete dair verilen örnekler de bu çerçevede
devam etti. Dolayısıyla bunu aşmak ne yapılabilir diye Şükrü Bey'e kendisinin
değerli tespiti üzerine sormak istedim.
YUSUF ZİYA ATAÇ- Şimdi ben kendi deneyimimden yola çıkarak
aktarayım. İstanbul Barosu Çevre Komisyonu üyesiyim, aynı zamanda
fakültenizde Kentsel Koruma Anabilim Dalı'nda yüksek lisans öğrencisiyim.
Sultanbeyli örneğiyle ilgili meslek hayatım içinde birkaç çalışma yapmıştım.
Sultanbeyli yanlış bilmiyorsam eski Franko Paşa Çiftliği'ydi ve Menderes
iktidarı döneminde iktidara yakınlar tarafından 500’er dönümlük, 1.000’er
dönümlük parçalar halinde özel mülk olması hasebiyle mülk edinilmişti. 1961
ihtilalinden sonra örfü idarenin maliye hazinesi avukatlarına tapu iptal tescil
davası açmak üzere verdiği talimat neticesi açılan dava -yine yanlış
hatırlamıyorsam- 1962 yılından 1987 yılına kadar sürdü ve bu süreçte de
Sultanbeyli gecekondulaştı. O süreç içinde Şükrü Hocam'ın çok yakından
gözlemlediği 1 Mayıs Mahallesi gibi birtakım kültürel bağlar kuruldu ve
195
belediye aracılığıyla mülkiyetin satın alınması süreci oldu. Orman idaresiyle
bir çok tartışma yaşandı. Velhasıl kelam Sultanbeyli şu anda tapuda kayıt
maliki gözükenlerin de, belediyede vergi kaydı yaptırmak suretiyle mülkiyeti
olduğunu belirtenlerin de, sicilde kaydı olanların da hak iddia edemeyeceği
bir bölge haline dönüştü. Bunun hukuki açıdan sakıncalarını, kamu
menfaatiyle bağlantılarını düşünmeyi bir kenara bırakalım. 3. Köprü'ye karşı
olmanın yarattığı bir endişe de var benim içimde. Geçen gün bir ceza davası
sebebiyle Beykoz’da tartıştığımız bir konu vardı hakimle. Yanlış
hatırlamıyorsam Beykoz ve Sarıyer’deki Kültür Tabiat Varlıklarını Koruma
Kurulu'nun aldığı karar 1993 yılındaki 3. Köprü tartışmasının ardından
gelmişti ve kararın verildiği tarihten bu yana Beykoz ve civarı için bu karara
bağlı ve kararla uyumlu bir arazi kullanım kararı dahi alınamadı. O tarihten bu
yana da o insanlar çocuklarını yeni evlere taşıyabilme gücünü bulamadıkları
için ilave birimler yapmak arzusuyla belediyeye yanaşmak, belediyeden
illegal cevazlar almak zorunda kaldılar. Ancak kolluk kuvvetleriyle -özellikle
de jandarmayla- sürtüşmeler neticesi belediye başkanları seçimi kaybetti.
Acaba bütün bu tartışmalarımız; mülkiyet hakkının özüne dokunan, onu
kullanmayı engelleyen veya kurallar çerçevesinde geliştirmeye çalışırken
mülkiyet hakkını ortadan kaldıran birtakım kararlara yol açar mı? Bu
endişemizi gene aynı çerçevede hocama yöneltiyorum.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Peki, çok teşekkür ederiz. Şükrü Hocam,
sonra da Cemal Bey sizden yanıt rica edeceğiz.
Dr. ŞÜKRÜ ASLAN- Temel tespitlerimden birincisi ile başlayayım.
Kentsel hareketleri özel olarak kentsel dönüşüme karşı tutum açısından
değerlendirirsek burada dinamiklerin zayıf olduğunu görüyorum. Öncelikle bu
saptamayı yapabilirim. Sadece İstanbul için söylersek; İstanbul Büyükşehir
Belediyesi'nin ve TOKİ’nin kent için öngördüğü dönüşüm projelerini üst üste
koyduğumuzda bu şehirden çok ciddi bir ses çıkması gerekir ama o ses
çıkmıyor ya da az çıkıyor. Bunun konjonktürel nedenleri olabilir ama birlikte
tartışabilmek için konuşmamda bu nedenlerden iki tanesinin altını çizmek
istedim. Bunların birinin mülkiyet kavramı üzerinden tartışılabileceğini
belirttim. Bu konu öyle hassas ki, bugün direnen mahallelerin hepsinin
geçmişle bir kültürel bağı var. Direnen mahallelerin niteliklerine baktığımız
zaman, bunların aynı zamanda 1970’li - 1980’li yılların sol politikası içinden
gelen dinamikleri de barındırdığı görülmektedir. Bu hem bir avantajdır hem
de bir gerilim sebebidir çünkü bu mahallelerdeki örgütlü gruplar hem
196
geçmişin devamıdır hem de mülkiyet meselesinde bir gerilim yaşamak
durumundadırlar. Bu kaçınılmaz olarak ortaya çıkmaktadır. Burada mülkiyeti
sahiplenmeye karşı çıkmaktan bahsetmiyorum, bu gerilime dair bir tespit
yapmak istiyorum. Kaldı ki kamu düzenine, yasalara baktığımız zaman
mülkiyetin meşruluğunu bizzat tespit etmekte olduklarını görmekteyiz.
Dolayısıyla buralardaki hareketin, yani mülkiyeti koruma bağlamındaki
hareketlerin de aslında meşruiyeti tartışılamaz. Burada bu mahalleler değil
de, iktidarın kendisi gayrimeşru bir yerde durduğunu belirtmek, tespitlerime
eklemek isterim. Cılız ses çıkması ya da İstanbul çapında cılız ses
çıkmasının bir diğer sebebinin de kültürel süreklilikler olduğunu
düşünüyorum. Bunu bir örnekle somut hale getireyim, İstanbul’un dönüşüme
muhatap olmuş gecekondu mahallelerinin büyük bir bölümünde Adalet ve
Kalkınma Partisine oy çıkmakta. Daha da somutlaştırayım çünkü bu
mahallelerde çok gezdim, bulundum ve çok insanla konuştum. Bu proje
yanlış olsa bile, projeyi yapan bu proje alanında yaşayanların desteklediği
partiyse -ki çok güçlü bir bağdır bu- insanlar bir şekilde kendi haklarından
vazgeçmeyi kabul edebiliyor, bunu normal sayabiliyor. Bu memleketin
hayrına, partinin hayrına, cemaatin hayrına, o geleneğin hayrına, o politikanın
hayrına ve benzeri nedenler sıralayarak. Bunun çok önemli bir faktör
olduğunu düşünüyorum ve bunun dışarıdan müdahalelerle, yani ikna
çabasıyla çok değişebilecek bir şey olduğuna da inanmıyorum. Bunun
değişebilmesi için belli bir zamana ve deneyimine ihtiyaç olduğunu
düşünüyorum. Ne zaman ki bu insanlar bu yakıcılığı hayatlarında hissederler,
o zaman buna karşı bir ses çıkarabilirler diye düşünüyorum ve o ses mutlaka
bir gün çıkacaktır. Bu konuda buna inanıyorum.
Burada aslında kendimi Sarıyer’den gelen arkadaşların yerine
koyarak düşündüğümde, bunun gerçekten çok büyük bir gerilim olduğunu
hissediyorum. Bir yandan bir çırpınma hali var bir yandan da muhtemelen şu
şekilde hissediyorlardır: Direnen mahallelerde dahi iktidarın ya da TOKİ’nin
ölümü göstermesi halinde sıtmaya razı olacak çok insan olduğunu görüyorlar,
bilmekteler. Çok ciddi bir gerilimdir bu, onun için kentsel muhalefet ve kentsel
hareketler konusunda önümüzdeki kısa dönem içerisinde çok umutlanmamak
gerektiğini düşünüyorum. Kötümser bir şey olmakla birlikte sosyolog olarak
tespitimdir. Teşekkür ederim.
197
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Cemal Bey'i de dinleyelim aynı sorunun
yanıtı, daha sonra sizin ve Çare Bey'in katkısını alıp, oturumu tamamlamak
durumundayız. Süremizi çok aştık, buyurun.
CEMAL EJDER- Ben de önce Avukat Beye teşekkür ediyorum, eksik
bıraktığım konuyu yeniden tamamlama fırsatı verdiğiniz için. Buranın yeri
olmadığını düşünerek; nasıl bir örgütlenme yaptığımızı, yarınlara dair
planlarımızı burada detaylandırmak istemedim ama talebiniz doğrultusunda
burada çekinecek veya saklanacak bir durum olduğuna inanmıyorum.
Doğrudur, biz kendi mahallemizde 7 kişi bir araya gelip iş olsun diye dernek
kurmadık, onu baştan izah edeyim. Bu derneği kuruş amacımız; İstinye
Park'ın mahallemize girip 40’a yakın komşumuzun oradan sürgün edilmesiyle
başlamakta. 10.000’e yakın mahallelinin bir araya gelip karar verdiği bu
süreçte alınan kararlarla dernek kurulmaya doğru gidilmiştir. Derneğimiz
kapısı kapalı bir dernek değil, sürekli aktiviteleri olan, sürekli kültürel
faaliyetleri olan bir yapıya sahip. Benim dünya görüşüm bu şekilde, hep böyle
uğraş içerisindeyim.
Bir diğer konu ise örgütlenmek, çünkü tek silahımız var. Marjinal
hareketler gibi taş, sopa, silah, barikat esası gerektiren büyük bir
örgütlenmeyi önümüze de koyuyoruz. Burada sağcı-solcu ayırmadan, hiçbir
profile bakmadan demin izah ettiğim gibi AKP’lisi, MHP’lisi aynı konumda.
Çıkan tüm yasaları takip ediyoruz, bunları bildiri halinde kapı kapı gezip
dağıtıyoruz. Yani bir evi bile es geçmiyoruz.
Üçüncü bir çalışma şeklimiz yaklaşık beş aydır devam ediyor. Sosyal
bir örgütlenme modeli olan bir kooperatifleşmeye doğru gittik. Yani yedi
kişinin macera olsun diye bir araya geldiği, geçim kaynağı olarak görülen bir
kooperatif modeli değil. Tamamen içinde sosyal bir örgütlenme ağının
olduğu, bizim de kendi dünyamıza uygun, halkın da içinde rahatlıkla kendini
ifade edebileceği bir kooperatifleşme. Altmış 60 sokak var, bunun 51
sokağını tamamladık. Burada kapı kapı gezerek kooperatifleşmesinin
getirisini ve götürüsünü halka anlatarak örgütlenmeyi başardık. Sokakların
büyüklüğüne göre herbirine beşer-dörder sokak temsilcisi belirledik.
Belirlenen temsilciler vasıtasıyla herbir hanenin rızalık belgesini alarak
dernekte temsiliyetini sağladık, bu yöntemle yaklaşık 2.000 küsur evin rızalık
belgesi alındı. Şu an 218 tane sokak temsilciliği, ya da bizim deyimimizle
Mahalle Meclisi veya eski tabirle Halk Meclisi bulunmakta. Aynı örgütlenme
198
modeliyle yarın bugün diğer mahalle dernekleri de kooperatifleşme sürecini
tamamlayacak. Eğitim çalışmalarıyla beraber yerinde dönüşüm, kentsel
dönüşüm adını ne koyarsanız koyun, bu tür sürgün politikalarının önüne
geçecek modelleri yaratarak biz de şehri daha yaşanılabilir müreffeh
mahallelerden oluşması ideallerimizi kaybetmedik. Mahallemizden,
komşularımızdan -hatta şairin güzel bir sözüyle söyleyeyim son sözümü- ne
de tavuklarından, ne de itinden, köpeğinden olmak istemiyoruz. Çünkü güzel
sesleri var, güzel çocukları var, güzel bir umut var, gelecek var diyor,
teşekkür ediyorum sizlere.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Çok teşekkür ederiz. Buyurun.
SALONDAN- Şükrü Bey oy verme meselesini söylüyor da, yalnız
İktisat Dergisi'nde bir makale okudum. 2007 genel seçimleriyle, 2009 yerel
seçimlerini alıp İstanbul’da bir değerlendirme yapmış. Yerel seçimlerde
kentsel dönüşümün olduğu yerlerde AKP neredeyse yüzde 10’a yakın oy
kaybetmiş. Hükümet ve yerel yönetim anlamında olayın farklılaşacağına
inanıyorum. Aydınlar arasında artık tartışma var.
Dr. ŞÜKRÜ ASLAN- Takip ediyorum, ben de katılıyorum, gidişat o
yönde, ama yerel seçimde birkaç mahallede oldu.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Peki, çok teşekkür ederiz. Son olarak Çare
Olgun’a söz veriyoruz ve daha sonra 4. Oturumu kapatacağız. Çok
teşekkürler.
ÇARE OLGUN ÇALIŞKAN- Özetlemeye çalışacağım. Herkese
merhaba, Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi'nin bir öncesine kadar
sekretarya çalışanıydım. İşe alınma sebebim bir yıl önce 3. Köprü projesi için
kapsamlı bir rapor hazırlama işiydi. Odamız dediğim 3-4 sekretarya çalışanı
olan bir kurumdur. Çok kısıtlı kaynaklarla çok da fazla görev üstlenmiş bir
yapı. Buna rağmen bir istihdam oluşturup böyle bir proje araştırıldı. Anladım
ki, Erbatur Hocamız'ın tariflediği o sol muhalefet tarafındaki aydın, akademik
kesimin kendi içindeki o ayrışmanın en canlı örneğidir burada yaşadığımız.
Çünkü sizin sorunuzda Avrasya Tüneli Projesi'yle ilgili elde avuçta sağlıklı bir
veri yok. Biz de bir İngilizce mektup yazdık, yolladık, ona bile destek
alamadık dediniz, meslek odalarından özellikle. Her şeyden önce Avrasya
Tüneli projesi sürecini önce başa alayım. 4 meslek odası; Şehir Plancıları
Odası, Mimarlar Odası, İnşaat Mühendisleri Odası ve Çevre Mühendisleri
199
Odası ilk başından ortak hareket etmeye başladı ki, bu başlangıcın
öncesinde de biz bu konuyla ilgili rapor hazırlığına girişmiştik. İlk toplantıdan
bugüne kadar geçen süreçte gündemdeki yeri hafifledi, ama ortak ne
yapılabilir diye düşünüldü. Biz de bu konuda en büyük eksiğin, konunun
uluslararası platforma taşınamaması olduğunu gördük. İngilizce materyallerle
bunu yansıtmaya çalışırız diye düşündük. Halihazırda bizim hazırladığımız
kapsamlı bir rapor olduğu için o raporun çevirisini yaptık, sitemizde
yayınladık, elimizden geldiğince dijital sürümünü bütün platformlarda
paylaştık. Aynı zamanda oda olarak 3. Köprü Yaşam Platformu bileşeniyiz,
S.O.S’in destekçisiyiz. Bu anlamdaki bütün açılımlara da destek olmaya
çalışıyoruz. Esra ve Hande’yle o dönemde sürekli iletişim halindeydik.
İngilizce çevirisini ilk onlara ulaştırdım başka kurumlardan göndermeden
önce- Ankara’ya yollamadan önce örneğin- ve onlar da sanırım ellerinden
geldiğince bunu paylaşmaya çalıştılar. Bu raporu elimizden geldiğince her
yere sunduk ama buna rağmen konuya dair yürüttüğümüz çalışmalarımızda
sizinle hemfikir olamamamıza dair durum, Erbatur Hoca'nın sunumunda yer
alan 6 kademeden birkaçına iyi bir örnek oluşturmakta. Biz hep “halka nasıl
inelim” diyoruz ama bunu önce kendi içimizde aşmamız gerekiğini
düşünüyorum. Bana göre bu eksikliği vurgulayan bir örnek bu.
3. Köprüyle ilgili aklınıza gelebilecek her türlü ihtimali ve sınırları
zorlayarak bir süreç yarattık. Cumhurbaşkanı'ndan tutun Sarıyer mahalle
derneklerine kadar bir kitleyi düşünün ya da kurumsal yapıyı düşünün,
hepsine ulaştırmaya çalıştık. Hem basılı, hem giderek sunumlar yaparak
elimizden geldiğince bunları paylaşmaya çalıştık. Diğer meslek odaları da bu
anlamda sürenin içinde yer aldılar, ama en nihayetinde akıllarda kalan fikir
şu: Meslek odaları sadece dava açıyorlar ya da sadece sınırlı platformlara
bunu taşıyorlar, halka inemiyorlar ama öyle değil. Örneğin, Çatalca’da
öğretmen emeklisi bir çift ayda bir düzenli olarak bizim odamızı arar ve adımı bile ezberlediler- “Çare ne oldu bu 3. Köprü, bizim evlerimiz yıkılacak
mı?” diye sorarlar. Bu bir noktada halka inebildiğimizin göstergesidir. Burada
bizim de eksiklerimiz ya da koşullarımızın yetersizliğinden kaynaklanan kısıtlı
hareket kabiliyetimiz olduğu doğru. O anlamda herkese görev tanımı yapıp,
sonra da o görevini eksik yapıyor demektense -bunu sadece sizin lafınız
üzerine söylemiyorum, yanlış anlamayın, bu genel bir algı- sorumluluğa ortak
olmak gerekiyor. Biz ya da diğer meslek odaları, sivil toplum örgütleri
başkalarının sorumluluğunu yüklendiğimiz için bu kadar işe koşturmaya
çalışıyoruz. Ciddi eksikleri olan çok katmanlı bir sistem, o yüzden halka
200
inmeden önce bu katmanları daha birbirine yakın, daha dayanışma içerisinde
götürmeliyiz ki daha sonra diğer başlıkları da bu katmanların içine
katabilelim.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Belki bir sonraki oturumda böyle bir
şansımız olacak, programda yer aldığı üzere kapanış oturumumuzda serbest
kürsü bölümümüz var.
ÇARE OLGUN ÇALIŞKAN- Ben katılamayacağım, ama Odamız
adına soru olursa yanıtlamaya çalışırım, sadece bilin ki, bu gündemlerin
arkasında çok yoğun çalışmalar var ve ulusal-uluslararası boyutlarda
harekete geçirilmeye çalışılıyor. İngilizce dokümanlar, raporlar herkesle
paylaşılıyor. Son bir cümle hocam, bunu 3. Köprü sunumu yaptığımız her
yerde anlattım. 3. Köprü Raporun'u hazırlarken bir komisyon kurduk ve
elimizdeki bütün verileri toplamaya çalıştık. İnanın arkadaşlar, bu verilerin
içerisinde tek akademik çalışma İstanbul Üniversitesi'ndeki 7 tane profesörün
hazırladığı rapordur. O raporda kendi akademik alanları sınırları içerisinde
yapılmış bir değerlendirme yer almakta ve sonunda da şunu önermekte:
“Yapılacaksa bir raylı geçiş yapılsınç. İstendiği takdirde bu güzergah kentin
kuzeyinde de olabilir” diyor. Bu öneri o raporun sakat ayağı olmakla birlikte
bize bu bile kötü gelmiyor, çünkü dert etmişler ve kendilerince çözüm dahi
üretmişler. Bu konuda söz sahibi olabilecek üç üniversitemiz var ama
üçünden de en azından hiçbir hoca ya da bir bölüm tarafından ortaya konan
bir ürün yok. Ben de bu fakültenin bir mezunuyum, o yüzden gerçekten
kendimize dönük eleştirilerimiz çok fazla. Onları kesinlikle aşmamız
gerekiyor. Çok mu heyecanlıyım bilmiyorum, kusura bakmayın.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Çok teşekkür ederiz Çare, son söylediğin
belki cevap hakkı doğurdu, ama belki bir sonraki oturumda onun cevaplarını
alırız. Tekrar bütün katılımcılara teşekkür ediyoruz, 4. Oturumu kapatıyorum,
bir sonraki oturumda görüşmek üzere.
201
KAPANIŞ OTURUMU
“DEĞERLENDİRME ve SERBEST KÜRSÜ”
Prof. Dr. AYKUT KARAMAN- Kapanış Oturumu'nu açıyorum. Bu
oturumda konuşmacılar olarak Erhan Demirdizen, İclal Dinçer, Tayfun
Kahraman ve Fatma Ünsal’ı sahneye davet ediyorum.
İstanbul Buluşmaları 2011’in son oturumunda, Kapanış Oturumu'nda
değerlendirme ve serbest kürsüye yönelik bir tartışma platformu oluşturduk.
Buradaki amaç iki gün boyunca çeşitli oturumlarda yapılan tartışmalara
yönelik hem moderatörlerin hem raportörlerin almış olduğu notları
değerlendirmek. Her bir konuşmacı tarafından ilgili oturumla ilgili özet bir
sunum yapılacak. Sunumlar tabii aktarımın yanı sıra kendi içinde bir
değerlendirme niteliği taşıyacak. Akabinde değerli izleyicilere söz vererek bir
tartışma forumu oluşturmayı planlıyoruz. Görüyorum ki, oldukça yeterli
sayıda izleyici var. Tabii ben iki gün boyunca gelemediğim için dün nasıldı,
bugün nasıldı sayısal olarak bilmiyorum. Ancak izleyiciler açısından da
oldukça verimli geçecek bir oturum olacağını tahmin ediyorum. Önce sözü
Prof. Dr. İclal Dinçer’e vermek istiyorum, buyurun lütfen.
Prof. Dr. İCLAL DİNÇER- Tüm katılımcıları saygılarımla
selamlıyorum. Bizim oturumumuz 2. Oturum'du ve başlığı : “İstanbul’da
Planlar ve Büyük Kentsel Projeler İkilemi” idi. İstanbul Buluşmaları'nın bu
seneki toplantısını organize ettiğimiz sırada panelin sonunda tartışmamıza
dahil etmek amacıyla, katılımcılara sunumumuza dair üç soru yöneltmeye
karar vermiştik. Soruları hazırlarken bir tespitten yola çıktık. Günümüzde
modern planlama artık uzun erimli. Geniş kapsamlı planlama anlayışıyla
kentsel siyasetin egemen bakış açısı birbirine uymuyor. Bu tespitin ardından
siyasetin çözümü parçacı projelerde bulmuş olduğu kanısını ortaya koyduk
ve kentte yatırım yapmaya hazır olanların taleplerini yeni yasal
düzenlemelerle, yeni kurumlarla geliştirerek siyaset hızla yol alırken,
planlama hep onun gerisinde kalıyor problemini tanımladık. Katılımcılarımıza
da bu noktadan hareketle üç soru yöneltmek istedik. Bunun nedenleri nedir,
neden planlama kurumu bu kadar parçalı hale gelmektedir, neden her kurum
kendi içinde merkezileşmektedir? Bu tutumlar yetkilendirilen kamu
kurumlarına nasıl kolaylıklar sağlıyor, işe yarıyor mu? Planlama böyle
202
parçalanırken yatırımcı ve kamu kurumlarına kolaylık sağlayabiliyor mu? Bir
üçüncüsü ise; bu tavrın-yaklaşımın uzun vadede kente ve kentliye getireceği
yararlar nelerdir sorusuydu. Tartışmacılarımızla, konuşmacılarımızla
yaptığımız panelin sonunda çıkarttığımız birkaç başlık da bulunmakta.
“Devleti yeni trendlere, dünyanın yeni trendlerine -buradan neyin
kastedildiğini anlıyoruz herhalde- uygun hale getirmek gerekiyor” dedi
tartışmacılarımız. Yeni trendden kasıt, uluslararası sermayenin ulusal
yatırımda kullanımını kolaylaştırmaktır. “Aksi takdirde bu dünyadaki
sermayeyi kapma yarışında pastadan pay alamıyoruz. Acele etmeliyiz, ivedi
davranmalıyız ve planlama yaklaşımını bu doğrultuda geliştirmeliyiz” dediler.
Devletin rantı ve külfeti nasıl paylaştırdığı konusunda sorular gelince de,
cevapsız kaldılar. Bir önceki oturumda da bir panel konusu, yeni bir İstanbul
Buluşmaları teması çıktı. Bir konu da sözü edilen rantın ve külfetin nasıl
paylaşılacağı tartışması olarak ortaya konuldu.
Bir konuya daha değinmek gerekmekte. Anladığımız kadarıyla sivil
toplumdan -ki burada kastedilen planlama camiasıydı- beklenen; devletin
oluşturduğu parçalı yapının makro ölçekli kararlarına karışılmaması ve bunun
doğruluğunu-yanlışlığını tartışmaması, planlama camiası olarak verilen
kararların uygulama-mekana yansıma alternatifleri tartışılması. O zaman
ancak bir birliktelik oluşabilir mesajı verilmekte. Tabii bizim de buradan
çıkaracağımız dersler olacak. Plancının konumunu, duruşunu, tavrını nasıl
belirleyeceği önemli bir soru olarak karşımıza çıkmakta. Sayın Ruşen
Keleş’in bunu tariflerken kullandığı tasnifler önemliydi. Oda Başkanımız
Sayın Necati Uyar’ın açılış konuşmasında dikkat çektiği plancı ve etik
konuları da bu çerçeve içerisinde dikkatle izlenmesi gereken konular.
Bu tartışmalardan anladık ki, Resmi Gazete plancıların araştırma
alanı içerisinde eskisinden çok daha önemli bir konuma gelmiş. Özellikle
Ağustos ayı sonunda Bakanlar Kurulu kararıyla Ataşehir’de finans merkezi
olmak üzere Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na devredilen alanlara
baktığımızda, tıpkı turizm teşvik bölgeleri gibi yahut da 5366 sayılı yasayla
ilan edilen yenileme alanları gibi kenti derinden etkileyecek kararlar olduğu
göze çarpmakta. Dolayısıyla Resmi Gazete artık mekansal planlama
anlamında bir plan dokümanı mıdır diye sorup, bunu çok enine-boyuna
tartışmamız gerekiyor. Günümüzde bu kararlara karşı yapılan itirazlar,
1990’larda turizm teşvik bölgelerine dair alınan kararlar için de yapılmıştı
203
ancak bu itirazların yenileme bölgelerine karşı geliştirilen muhalefetin
boyutlarına ulaşamadığını görüyoruz.
Bir diğer konu da; koruma kelimesini içerisinde barındıran tarım
mevzuatı bence gelecek 10 yıl içerisinde İstanbul kentini şekillendirecek
kararların önünü açıyor. Sesiz ve derinden yoluna devam ediyor. Bu yasanın
da çok dikkatle takip edilmesi, mekandaki yansımalarının çok iyi izlenmesi
gerekmekte. Kanun Hükmündeki Kararname konusunu tartışırken en çok
üzerinde durulan konu kentsel SİT’lerin ve doğal SİT’lerin ayrılması oldu ama
aslında daha vahim başka bir konu daha var. Hep geri planda kalıyor.
Koruma Kurulları'nın yetkileri tamamen merkeze aktarılıyor. Belediyeler kendi
sınırları içerisindeki yatırımların dolayısıyla da kentsel gelişimin önüne engel
olarak çıkabileceğine inandıkları Bölge Koruma Kurulları'nı artık atlayarak,
projelerini doğrudan Yüksek Kurul'un görüşüne sunabilecekler. Bunun da
belirtilmesinde fayda var.
Yine bu tartışmalardan, planlamanın her dönemde siyasetçinin ya da
devletin, mekanı düzenlemesinde bir araç olduğu ortaya çıktı. Ancak bugün
önemli olan; plancının bu süreç içerisinde kentlerin büyümesinden ve
pastadan alınan payı büyütmeden mi, yoksa kıt kaynakların adaletli biçimde
bölümünden mi yana olacağının, nasıl bir tavır alacağının sorgulaması
gerekmekte. Bu, planlama ve siyasetin tartışıldığı 5. İstanbul Buluşmaları'nın
en önemli sorularından biri. Plancının konumunun yeniden tanımlanmasına
duyulan şiddetli ihtiyaç.
Yine bu tartışmalardan anladık ki, İstanbul’un bugünkü mekansal
biçimlenme dinamiğinin yalnızca yasadışı yapılaşma alanlarından
tanımlanması yetersiz kalmakta. Yasadışı gelişen alanların fiili olarak kabul
edilmesi, planlara işlenmesi ve 1994 plan sınırlarının genişletilerek içine dahil
edilmesiyle birlikte kentin kuzeye doğru gelişiminin ilk adımları atılmıştır. Bu
yapılanmanın özellikle 1980-1994 dönemi arasında üretilen 16 adet çevre
düzeni planıyla gerçekleştiği bizlere aktardı.
Mekanın gelişiminde bir diğer önemli bir olgu olarak da belde
belediyeleri gerçeğine dikkatimiz çekildi. 2009 planı kapanmış bir dosya olsa
da sınırlarının defakto olarak çizildiğini bize gösterdi. Yine bu tartışmalardan
anladık ki; planlama-siyaset ilişkisinde planlama camiası tüm bu süreçlerin
içinde bizzat hazırlayan, hazırlayanlara yol gösteren olarak rol alabilir ya da
204
muhalefet ederek süreci dönüştürmeye çalışabilir. Yahut tüm bu süreci
sorgulamadan, görmezden gelen bir tavır benimseyebilir. Biraz önceki
oturumda Erbatur Hoca'nın yaptığı tasnifin bir başka biçimi olabilir. Bütün
plancılar için seçim serbest ama gelecek adil bir kent talep ediyor. Bu
kapsamda bütün katılımcıları, misafirlerimizi 14-16 Kasım tarihinde Odamızın
YTÜ’yle ortaklaşa düzenlediği Yıldız Teknik Üniversitesi'yle gerçekleşecek
olan “Herkes İçin Planlama, Adaletle Akıllıca ve Yeniden” konulu Dünya
Şehircilik Günü 7. Planlama Kongresi'ne davet ediyoruz. Saygılar
sunuyorum.
Prof. Dr. AYKUT KARAMAN- Teşekkürler. Sırayla devam edelim,
soruları almayı ve tartışmayı özetler bitince yapalım istiyorum. Şimdi Prof. Dr.
Fatma Ünsal, söz sizde.
Prof. Dr. FATMA ÜNSALTeşekkür ederim Sayın Başkan.
Programdaki yerimiz itibariyle hem şanslı hem şanssız durumdayım. Şanslı
durumdayım çünkü gündemde yer alan ve izleyicilerin dimağında çok taze
olan konulardı. Şanssız durumdayım, notlarımı toparlayıp üzerinden geçme
fırsatım olmadığı için. Ama ben de İclal Hocam'ın koyduğu formatla devam
edeyim. Biz tematik açıklamayı hazırladıktan sonra, davetli konuşmacılara
bazı sorular hazırladık ki belirlediğimiz çerçevenin dışına çıkmayalım.
Bizim de bu oturuma ilişkin sorularımızı sırayla açıklayalım. Her
şeyden önce planlamanın içinde bulunduğu ekonomik yapının açmazlarını
aşmak için yaşamakta olduğu paradigmaların değişkenliğinde kentlinin özne
olmaya başladığı karar süreçlerini nasıl tarifleyebiliriz ve bu karar süreçleri
içinde kentsel muhalefeti nasıl konumlandırabiliriz sorusuyla başladık. Daha
sonra sosyoloji alanındaki kuramsal açılımlardan az da olsa yararlanma
şansımız olsun diye yeni toplumsal hareketlerle kentsel muhalefetin o ilişkisi
nasıl kurgulanabilir sorusunu ortaya koyduk. Bir başka sorumuz ise; biliyoruz
ki konuşulan bir iktidar aygıtı, devletin gücünü, otoritesini mekansallaştırdığı
bir alan. Ama sadece iktidar aygıtı mı? Muhalefet de bunu bir araç olarak
kullanabilir mi? Özellikle ilk sorumuzdaki kentsel planlamadaki paradigma
değişimine paralel olarak mücadele ve direnci temsil eden muhalefet aygıtı
olmaya yatkın mı? Biraz önce İclal Hocam plancının tarafını seçmesi
gerektiğini, pozisyonunu belirlemesinin gerektiğini çok net bir soruyla
vurguladı. Peki İstanbul’da, içinde bulunduğumuz kentte yaşanan deneyimler
nelerdir? Spesifik olarak hangi projelerde ne tür süreçler yaşandığını bir soru
205
olarak yönelttik ve tabii ki toplumun buraya mahalle dernekleri olarak katılan
değerli katılımcıların bakış açıları nedir, toplum bunun neresinde duruyor ve
bütün bu sürece nasıl bir eleştirel yaklaşım sergiliyor duymak istedik.
Çok değerli sunumlar, konuşmalar gerçekleştirildi. Aynı sırayla
saptadıklarımı noktasal olarak size aktarmaya çalışacağım. Deniz Hoca
konuşmasına İstanbul’da değişim ve dönüşüm süreçlerine insan hakkı olarak
mimarlık nosyonuyla başladı. İçinde bulunduğumuz dönemdeki fırsatları ve
tehditleri ki, bu planlamada da artık sıklıkla kullandığımız bir bakış açısı.
Stratejik, fırsatlarla tehditleri bir arada görebilmeye yönelik bir vizyon. O da
bunu böyle değerlendirdi ve fırsatlar ile tehditleri muhalefet açısından
değerlendirdi. Fırsat olarak yeni teknolojik gelişmelerin kentlinin kendini ifade
etme becerisine katkıda bulunduğundan söz etti. Buna karşılık toplumsal
gerilimin, toplumsal tehditlerin de muhalefete yer açan, muhalefet için bir niş
alan yaratan yapısından söz etti. Muhalefetin yaşamsallığını vurguladı ve
dönüşüm projelerine değindi. Dönüşümün hem bir rant aracı olmasını
eleştirdi hem dönüşümdeki imar hakları meselesiyle egemen ideolojinin
arasındaki organik bağa değindi. Ama bir yandan da dönüşümün yaşam
kalitesi, depremsellikle mücadele ve depremde can güvenliği açısından da
önemli bir konu olduğunu vurguladı. Dönüşüme karşı olmanın yaşam kalitesi
ve deprem açısından da sakıncalarına her zaman dikkat çekmemiz
gerektiğini bize hatırlattı. Yine dönüşüm projelerinde kentsel belleğin
silinmesi, etnik ayrımcılık ve toplumsal ayrışma, doğanın katliamı gibi
yaşamsal sorunlara işaret etti.
Erbatur Hocamız bizi yanıltmadı, ezberimizi bozan bir sunum yaptı ve
biz hedefin iktidar olacağını düşünürken muhalefetin oklarını kendine yönelik
içsel bir değerlendirmeye dönüştürdü ki, bu çok önemliydi. Bu, muhalefete
bakış açısında belki ezberi bozan bir yaklaşımdı ve önce kategorik bir
literatür taramasıyla bize aydın tanımını hatırlattı. Organik aydından,
oryantalizmden söz etti. Pazara karşı bilimsel olarak silahlarıyla mücadele
edenler ve etmeyenleri ayrıştırdı. İşbirlikçi akademisyenlerle karşı
akademisyenleri ayrıştırdı. Homo academicus tanımını gündemimize taşıdı,
kafa ve kol emeğinin ayrılmasına itiraz eden aydınlarımızdan söz etti.
Başkaları adına konuşmayı reddeden aydınlardan söz etti ki, bu yine
planlamanın kendi paradigma değişimine çok paralel bir saptamaydı. Daha
sonra eleştirel değerlendirmesinde aydınları üç kategoriye ayırıp; duyarsız
aydınlar, dönüştürücü aydınlar ve muhalif aydınlardan söz etti ki, ilk ikisi
206
adına konuşmayı reddetti. Daha sonra da bunun nedenini soru aşamasında
açıkladı ve muhaliflere yönelik eleştirel değerlendirmesini 6 tane saptamayla
tamamladı. Bunun içinde muhalif olmaya uygun olmayan Bonapartisizmden
ve elitizmden söz etti, oryantalizmi tekrar vurguladı, dogmatizm,
profesyonelizm ve akademizm olarak tanımladığı eleştirel değerlendirmesini
tamamladı.
Daha sonra sosyolog dostumuz, hocamız Şükrü Aslan 1980 öncesi
İstanbul’da yaşamış bir akademisyen olarak öznel deneyimlerini, daha önce
yapmış olduğu çalışmaları çok net bir kavramsal çerçevede sundu ve kentin
kaynadığı ve kentin uyuduğu dönemleri ayrıştırdı. Bu dönemlerde her ikisinde
yoğunlaşan konulara dikkatimizi çekti. Her dönemin kendine has toplumsal
hareketlerini, kent mekanı ve mülkiyet üzerinden yorumlanmaları gerektiğini
hatırlatarak gündemimize taşıdı. 1970-1980’li yıllara kadar kullanım değeri
mekanın önemliyken, 1980’lerden, 1990’lardan sonra mekanın meta olarak
kullanımını, bir rant aracına dönüşmesini vurguladı. Kendisinin bir diğer
önemli saptamalarından biri de günümüzde sınıflar arasındaki farkın
genişlemesiyle paradoksal biçimde kültür ve inanç bağlarının kentsel
hareketlerin oluşmasına engel teşkil ettiği yönündeydi. Bu çok önemli bir
saptama. Araştırdığımız, nedenselliğini sorguladığımız ve son dönemde kent
yazınında daha da geniş bir yer bulmaya başlayan varoşların kentsel
hareketlerin yaşandığı, spesifik alanlar olduğunu vurguladı. Gazi Mahallesi,
Gülsuyu Mahallesi, Derbent, Sarıgazi gibi mahallelerimizden söz etti. Ayrıca
“Dışlanmanın yakıcı deneyimini yaşamadıkça kentsel, toplumsal hareketlerin
olamayacağı”na dair öznel saptaması hepimizin çok hoşuna gitti ve buradan
tekrar hatırlatmak istedim.
Ardından başka bir sivil toplum örgütünden katılımcımız, Esra Balcı,
S.O.S Sivil Toplum Girişimi adına gayet güzel bir sunumla bize etkinlik
dizilerinden söz ederek, hem bunun ne kadar zor olduğunu hem de
toplumdan aldıkları geri dönüşleri bizlerle paylaştı. Farklı eylem türleri
denemelerinden, hatta son derece eğlenceli faaliyetlerinden bahsetti.
Kamuoyunun İstanbul'un kaybedilmek üzere olan kimliğine ilgisini çekebilmek
için, kentin ruhuna helva kavurup halka dağıtarak yaptıkları eylemden
bahsetti. Toplumun duyarlılığını arttırmak ve konuya ilgisini çekmek için helva
kavurmak zorunda kalmamalı sivil toplum örgütleri. Toplumun farkındalığını
ortaya koyarak talebi kendisinin yaratması ve sivil toplum üzerinde baskı
oluşturması
gerekiyorken,
gelişkin
bir
demokrasi
kültürümüzün
207
olmamasından dolayı sivil toplum örgütlerinin karşılaştığı zorlukları gözler
önüne serdi. Bu hareketlenmenin Tarihi Yarımada'dan çağıl çağıl kentin
bütün alanlarına yayılmaya başladığını memnuniyetle izledik.
En son konuşmacımız Cemal Bey'in katılımı çok önemliydi, bunu
defaten dile getirmeye çalıştım. Cemal Bey, İstanbul’da yaşadığı 43 yıllık
zaman dilimine dair -kimi zaman hazin- deneyimlerinden bize aktardıklarıyla
yeri geldiğinde kent planlamasında olaylara başka bir perspektiften de
bakmamız gerektiğini hatırlattı. Yaşanabilirliğin ne kadar önemli olduğunu,
İstanbul’un meselelerinin sadece İstanbul’a odaklanarak çözülemeyeceğini,
Anadolu’daki pek çok kentin de İstanbul’un sorunlarıyla yakından ilgili
olduğunu yineledi.
İsgalci, yasdışı yapılanma, illegal yapılanma ve benzeri ifadelerden
duydukları rahatsızlığı dile getirdi. Burada o ifadelerin muhattabı olmadığı için
benim de onlar adına cevap verimem doğru olmaz. Bunun bir yanlış
anlaşılma olduğuna inanmaktayım. Herhangi bir sektör, kişi ya da kuruma
işaret edilmiyor. Amaç sürecin sorunlu yapısına dikkat çekmek, kullanıcıya
yönelik bir suçlama yok ve hiçbir zaman olamaz. Şehircilik alanında yaklın
dönemde bu konuya dair yapılmış pek çok çalışma ve başarı kaydetmiş
araştırma projesi bulunmakta. Orada duyarlılığa hak veriyorum, elde edilen
birikim ve deneyimin yarattığı rahatsızlığa hak veriyorum, ama bir yanlış
anlaşılma da olduğuna inanıyorum. Kendisi bizlerin de bildiği arazi
mafyasının gerçekliğini çok net ortaya koydu ve o arazilerin ciddi birikimlerin
ödenerek alındığını hatırlattı. Kendi ifadesiyle “mavi yakalıların tasfiyesi”
olarak süreci çok güzel özetledi. Kentsel dönüşüm sürecini “İstanbul’da mavi
yakalıların tasfiyesi” olarak tanımladı.
Bu noktada sözü hocama bırakıp, daha sonra serbest kürsü kısmına
geçtiğimizde gerek görüldüğünde oturumla ilgili notlarımı paylaşmaya devam
edebilirim. Çok teşekkürler.
Prof. Dr. AYKUT KARAMAN- Çok teşekkürler. Erhan Demirdizen.
ERHAN DEMİRDİZEN- Bizim oturum planlama ve siyaset
kavramlarının birbirleriyle tarihsel ve güncel ilişkilerini tartışan bir oturumdu.
Katılımcılarımız birbirinden farklı, ama birbirini tamamlayan konumlarda
kişilerdi ve konuşmalar da aslında bana göre çok farklı düzlemlerde yapılmış
olmasına rağmen birbirini tamamladı. Dünkü oturumda şunun cevabını aradık
208
aslında: Planlamayla siyaset -aslında siyasal erk çünkü bizim oturumumuzda
siyaset denildiğinde biz bunu algıladık- ilişkisini bu doğrultuda tartışmaya
çalıştık. Bu bağlamda planlamayla siyasetin birbiriyle uyumlu olmayan iki
farklı özelliği tartışmalarda ortaya çıktı. Siyaset; siyasal, yönetimsel erk yani
iktidarın erki uluslararası dinamiklerden, küresel piyasa dinamiklerinden ve
süreçlerinden çok daha yoğun bir şekilde etkilenip, bunun etkisi altında karar
mekanizmalarını oluşturup, ortamın gereklerine çok daha hızlı uyum
sağlayabiliyorken, planlamanın o noktada daha direngen bir yapıda kaldığını
gözlemledik.
Planlama son 30 yıldır küreselleşme sürecini algılamaya çalıştı ama
bir yandan da buna kuşkuyla baktı. 30 yıl içerisinde geldiğimiz noktada
siyaset mekanizmaları, siyasal erk mekanizmaları tamamen küresel
piyasanın bir parçası haline gelmişken, bir ulusal siyaset direnişinden -çok
marjinal bazı örnekler dışındahemen hemen neredeyse söz dahi
edemiyorken, dünyadaki planlama açısından bunu söyleyemediğimizi
tartışmalar sonunda gözlemledik. Çünkü planlama eklektik bir konuda
eklektik bir yapı göstermekte. Küresel piyasa dinamiklerine karşı tek parça
halinde bir kontur söylem geliştirmiyor kuşkusuz çünkü planlama sadece
söylem geliştirmekle kalmıyor, planlama aynı zamanda belediyecilik
dünyasının bir parçası ve uygulama alanı. Dolayısıyla batıda da, Türkiye’de
de planlama kendi içinde küresel piyasa gelişmelerinden etkilenmekte.
Örneğin, müşteriden bahsedebilen, müşteri-plancı ilişkilerini kabul eden bir
piyasa hizmeti haline gelmeyi kendi kendine benimseyebilen ve buna yönelik
dünyada olduğu gibi Türkiye’de de etik ilkeler bulmaya çalışan bir meslek
alanı. Planlama gelişmeye adapte olmaya çalışan bir tartışma alanıyken,
aynı zamanda kendi köklerini hiçbir zaman tam olarak da unutmayan, Fatma
Hocam'ın dün altını çizdiği gibi 1950-1960’lı yıllardan itibaren sosyal devletin
yeniden dağıtım mekanizması olarak işlev gören sosyal adalet mekanizması
yönünü de çok fazla unutmayan bir alan. Aslında onu eklektik kılan yönü de
bu. Bir yandan kamu yararından bahsediyoruz ama bir yandan da projecilik
de yapmaya çalışıyoruz. Bu kadar birbirinin içine geçen farklı dünyalara ait
kavramları aynı anda yaşıyoruz, o yüzden planlama birçok konuda net tavır
alamıyor. Dünkü tartışmada bunu gördük.
Siyasetin kendini liberal dünyanın, yeni küresel piyasa dinamiklerinin
etkisine çok hızlı terk etmesi ve planlamanın kendi iç karmaşasına rağmen
buna tepki göstermesi bize planlamayla siyaset bizim eskiden alışık
209
olduğumuz kadar birbirine yakın olmadığını anlatmakta. Planlama zaman
zaman, siyasi karar mekanizmalarının aracı olarak işlev görmekte. Eklektik
yapısından dolayı, zaman zaman da yine aynı siyasal karar mekanizmalarına
karşı direniş gösterebiliyor. Dünkü oturumda bunu da gördük. Bütün
zorluklara rağmen bazen meslek odasının açtığı bir dava şeklinde, bazen
meslek insanlarının bir koruma kurulundaki bir kararıyla ortaya çıkabiliyor.
Bazen de bir akademisyenin mahkeme bilirkişisi olarak verdiği bir raporla
ortaya çıkabiliyor. Planlama ve siyaset arasındaki çatışma değişik biçimlerde
ortaya çıkıyor.
Dünkü toplantıda şunun cevabını bulmaya çalıştık: Siyasal karar
mekanizmalarıyla planlama mekanizmaları yeniden bir orta noktaya doğru
gidebilir mi? Çünkü planlama bir muhalefet alanı, siyasal alan içerisinde bir
muhalif örgütlenme değildir. Dolayısıyla yeniden bir yakınlaşma olabilir mi
diye bir tartışma başlığı açmaya çalıştık ve gördük ki; bu yakınlaşmanın
yeniden olması için siyasetin, karar mekanizmalarını ve kaynakları yeniden
dağıtıcı mekanizmaları hayata geçirmeye istekli olması gerekiyor. Bu konu
son yıllarda küresel krizlerlebirlikte tüm kamuoyu tarafından tartışıyor.
Amerika’da çıkan, arkasından Avrupa Birliği ülkelerinde de gözlemlenen ve
şimdi giderek büyüyen ekonomik kriz döneminde acaba devletler ekonomiye,
piyasaya, yani bugüne kadar serbest bırakılmış olan, deregüle edilmiş olan
piyasaya yeniden müdahale edebilirler mi, kaynak dağıtıcı işlevleri
hatırlayabilirler mi? Çok önemli bir gerçek var, bu da hangi kriz nedeniyle
olursa olsun sosyal devletin yeniden canlandırılmasının çok güç olduğu.
Çünkü Keynesyen sosyal devlet ve onun kaynakları yeniden dağıtıcı araçları
başka bir konjonktürün ürünüydü. Ulusal örgütlenmelerin ve siyasetin ulusal
sınırlar içerisinde örgütlendiği, 1930’lu yıllardaki dünyanın bir ürünüydü ve
dolayısıyla ulus devletler de kendi iç pazarlarına ve kendi toplumsal
yaşamlarına çeşitli araçlarla müdahale edip, kaynakları dağıtabiliyorlardı.
Mesela o dönemlerde bunu vergi politikalarıyla yapabiliyorlardı ama
günümüzde herhangi bir ulus devletin vergi politikalarıyla ulusal sınırlarının
içerisinde anlamlı sonuçlar elde etmesi çok mümkün görünmemekte.
Ekonomistlerin tartışmalarına göre eskiden belirli alanlarda izlenen
politikalarla devlet dolaylı vergiler azaltılabiliyordu. Bu şekilde toplumun
ihtiyaçlarını belirli mallardan, hizmetlerden karşılayan, tüketim yapan
kesimlerine dolaylı olarak kaynak ayırabiliyordu.
210
Mesela, otomotiv üretimini teşvik etmek ve bu yoldan Türkiye’nin iç
pazarındaki gelir bozukluklarını yeniden düzenleyebilmek için devletin
müdahalesi hakkında bir araştırma okudum. Araştırmada Türkiye’deki
tüketicilerden daha fazla başka ülkelerdeki üreticilerin ve tüketicilerin
etkinlendiğinden bahsedilmekteydi. Çünkü Türkiye’de üretilen otomobillerin
yüzde 80’i ihraç edilirken, Türkiye’de satın alınan otomobillerin de yüzde 60’a
yakını başka ülkelerden ithal edilmekte. Dolayısıyla bu noktada Türkiye’de
otomotiv vergilerine kamu aracılığıyla müdahale edildiği zaman ulusal sınırlar
içerisindeki etkileri çok sınırlı olmakta. Buradan çıkan sonuç; küresel piyasa
düzeni içerisinde vergi politikaları üzerinedn kaynakların yeniden dağıtımına
gidilmesinin o kadar kolay olmadığı. Çünkü herhangi bir noktada yapılan
müdahalenin etkileri çok farklı yerlerden çıkmakta. Ancak geçmişte
politikalarıyla gerçekleştirilen gelir düzenlemeye yönelik müdahaleler yahut
da planlama, kamunun kaynakları yeniden dağıtma araçlarından bir tanesi
olarak kullanılmaktaydı ve bu küme içerisinde her anlam kazanmaktaydı.
Yani devletin diğer politikalarıyla birlikte bir bütün oluşturuyordu ve planlama
sosyal adalet işlevini yerine getirebiliyordu. Şimdi diğer ayakları ortadan
kaldırılmış bir alanda planlama yoluyla kamunun bütün bu alana müdahale
etmesini beklemek çok mümkün görünmüyor, dolayısıyla da planlama eski
işlevini yeniden kazanması mümkün olmayan bir alan haline geliyor. Yani
siyasal karar mekanizmalarının yeniden keynezyen müdahalelere sıcak
bakması halinde bile planlamanın eski etkinliğine kavuşması pek de mümkün
görünmemekte. Dünyada en azından bu anlamda çok iyimser yorumlar
göremiyoruz. Dolayısıyla da planlama sosyal adaletçi ve kaynakları yeniden
bölüştürücü bir mekanizmaya dönüşmediği müddetçe -kaçınılmaz olarakaraçsallaşmaya devam edecektir.
Bizim oturumda bu konuları tabii son derece yetkin ve ayrıntılı bir
şekilde Fatma Hocamız izah ettimişti, bu nedenle tekrar etmeyeceğim.
Planlamanın bütün bu yaşadığı sürecin sonunda bir arazi düzenleme işine
indirgenmiş ve geçmişteki işlevinden farklı olarak bir kaynak aktarma aracı
haline gelmiş olmasını Fatma Hocamız dün son derece net bir şekilde ortaya
koydu. Bizim açımızdan bütün bu tartışmalar üzerine ilginç ve planlamayla
ilişkisi olan konuşma, Eskişehir Belediye Başkanı'nın yaptığı konuşmaydı.
Kendi açımdan aydınlanmayan bazı noktaları oldu, ben de soru olarak
yöneltmeye çalıştım. Muhafazakar belediyelerin Türkiye’de hangi yöntemle
kaynakları yeniden dağıtmaya çalıştığını biliyoruz ama Türkiye’deki sosyal
demokrat belediyelerin bunu hangi araçlarla yaptığını ya da yapıp
211
yapmadıklarını bilmiyoruz. Örneğin bunu yapmadan nasıl birkaç dönem üst
üste seçilebildiklerini de bilmiyoruz. Bu noktada başarının -bu bir başarı
sonuçta çünkü- nedenlerini anlamaya çalıştık. Acaba planlama Eskişehir’de
belediyenin kaynakları yeniden dağıtmaya ve sosyal adaleti sağlamaya
yönelik aracı mı diye anlamaya çalıştık ama o konuda da çok ciddi
tartışmalar olduğunu gördük. Ancak herkesin üzerinde uzlaşabildiği bir
bölüşümcü planlamanın, paylaşımcı planlamanın Eskişehir’de de olmadığını
saptadık.
Son konuşmadan da kısaca bahsetmek istiyorum. Önemliydi çünkü
dün de anlatmaya çalıştığım gibi, son konuşmacımız Ahmet Turgut bir şehir
plancısı ve son birkaç yıldır siyasetçi kimliğine de sahip bir şahıs. Bu iki
kimliğin birbiriyle çatışmasından iki gündür bahsediyoruz. Dün bunu kendi
kişisel dünyasında yaşayan bir kişiyi konuşturduk. Birçok şey anlattı ama
içlerinden en ilginç olanı siyasetçi kimliğiyle konuşurken planlamanın
özerkliğini ve özerk planlama kurumlarınının mevcudiyetini savunmasıydı. Bu
konuşmadan siyaset alanının içindeki bir plancı olarak planlamanın teknik ve
bilimsel özerkliğini savunan bir siyasi ortam hala Türkiye’de mevcut diye
iyimser bir sonuç çıkarmaya çalıştım kendi açımdan. Çok teşekkür ederim.
Prof. Dr. AYKUT KARAMAN- Teşekkürler. Tayfun Kahraman.
TAYFUN KAHRAMAN- Esasında Fatma Hocam gibi biz de çok sıcak
bir tartışmadan yeni çıktık. Sabah en spesifik, belki de en direkt projelere
yönelmiş bir tartışma gerçekleştirdik. Ulaşım, planlama ve siyaset içerikli
başlığımız kapsamında ulaşımın plancı ve siyasetçi kimlikleri arasında
nerede durduğunu, ulaşıma dair planlama sorunlarının nelerden
kaynaklandığını ve çözümlerini tartıştık. Burada özellikle raportör
arkadaşlarımız Sayın Çare Olgun Çalışkan ve Kumru Çılgın'a teşekkür
ederek, notları üzerinden sizlere oturumumuzu aktaracağım.
Oturumda öne çıkan esas sonuç; günümüzde proje planlarının
özellikle planlama üst başlığından değil, arazi geliştirme üst başlığından
hareketle yapıldığı ve kaynak kullanımlarının da bu yönde yönlendirildikleri
hakkında olandı. Özellikle siyasal anlamda simgeler yaratmanın
amaçlandığını ki, bunu bugünkü oturumda Orhan Demir’in sunumunda
gördük. Kendisi Cumhuriyet, hatta Osmanlı Dönemindeki ilk metro
inşasından bugüne kadar siyasetin planlama ve ulaşım projelerine istinaden
212
üstlendiği rolü anlatırken siyasi hayat üzerinde bir simge bırakma telaşının bu
projelerde ön plana çıktığını, örneğin 1. Köprünün Sayın Demirel’le, 2.
Köprünün Özal’la, 3. Köprünün de yine bir siyasi kimlikle yapılma kararı
olduğunu ve bunun esas amaçlar arasında önemli bir yer teşkil ettiğini
anladık. Öteki taraftan kendimize dönüp plancıların, mimarların,
mühendislerin bu projelere dair üstlendikleri görevleri görme şansını elde
ettik. Bugünkü oturumda bu bir “zorundalık” olarak ifade edildi. Özellikle
plancı arkadaşların, “siyasetin zorunda bırakmaları” nedeniyle bahsedilen
projelerde yer almak durumunda kaldıkları şeklinde bir sonuç çıktı.
Bugünkü başka bir çıkarım ise; özellikle de İstanbul'daki örnekleri
üzerinden spesifik projeler ele alındığında sokağın bu konulara
tepkisizliğinden ve proje geliştiricilerin kamuoyunu bilgilendirmeyek bir
anlamda bu tepkisizliğin oluşmasına neden olduklarıydı.
Peki, bugünkü oturumda söz alanlar açısından bunu kategorize
edersek nasıl bir sonuç çıkar? Özellikle Sayın Prof. Dr. Mesture Aysan
Buldurur’un planlama pratiğinde tarihsel süreç içerisinde ulaşım projelerinin
nasıl geliştikleri ve kullanılan planlama yaklaşımlarına dair bir anlatım
gerçekleştirdi. Kendisi son dönemde popülarite kazanan katılımcı planlama,
stratejik planlama gibi planlama araçlarının, uzun vadeli düşünce ve
projelendirme gerektiren ulaşım kararları ile siyasetin kısa vadeli çözüm
üretme arayışlarışlarıyla yaşadığı uyumsuzluğu çözmeye yönelik
kullanılabileceğinden bahsetti. Ardından Dr. Orhan Demir ise Osmanlı’dan
bugüne, 2011’e gelene kadar karar verici mekanizmaların nasıl
işlediklerinden, bunların ulaşımında edindikleri misyondan ve yerel siyasetin
değişen tavrından bahsetti. Bizler de yaşanan bu değişime karşın yerel
siyasetin merkezi siyaset karşısında hala yeterince söz sahibi olamadığı ve
geri planda kaldığına dair çıkarımda bulunduk. Metin Küçükoğlu’nun bir
bürokrat ve Karayolları Bölge Müdürlüğü'nde görev alan bir başmühendis
olarak otoyol yatırımları ve yap-işlet-devret modellerine dair uygulanan ya da
uygulanılması planlanan projelere dair açıklamalarını dinledik. Bir anlamda
teknokratların, günümüzdeki bakış açısına ve siyasete getirmeye çalıştığı
çözüm önerilerini gördük. Özellikle Metin Bey'in 3. Köprüye istinaden
anlatımındaki çekimser tavrı öğrenmek, teknokratların mücadele vermenin
yanı sıra zorundalıklar arasına sıkıştığı yönünde bir sonuç çıkarttık.
213
Prof. Dr. Haluk Gerçek ise konuşmasında üç temel aktörden bahsetti.
Bu üç aktörü; karar verici olarak siyasetçi, uygulayıcı ve geliştirici olarak
plancı ve yaşayan olarak da kentli olarak tanımları ve bahsedilen süreç
içerisindeki misyonlarına ve taraflarına değindi. Siyasetçi için ön plana çıkan
vade sıkıntısından bahseden Gerçek, 4-5 yıllık vadelerle bir kente yön veren,
kentin gelişimini şekillendiren projelerin nasıl oluştuğunu ve siyasetçilerin
kent planlarına neden inanmadıklarını ortaya koydu ve anıtsal yapı gerçeğine
dem vurdu. Plancıların ise burada karar vericilerin kararlarını planlara
işlemek zorunda kaldıklarını ve “bile bile kullanılmış olduklarını”nın altını
çizdi. Kentte yaşayanlara dair üç tespitte bulundu. Bunlar; ulaşım projelerine
karşı geliştirdikleri davranış biçimlerindeki bilgi eksikliği, hesap sormamaları
ve seslerini duyuracak kadar çok olmamalarıydı.
Son olarak bugünkü oturumdan biz plancılara çıkan sonuç; daha fazla
alana inmemiz gerektiği ve özellikle kentliler ışığında kentlilerin bu projelere
dair farkındalığını arttırmak yönünde elimizi taşın altına koymamız gerektiği
oldu. Bugün genç bir meslektaşımızın bu anlamdaki “Ne yapabilirim?” sorusu
çok anlamlıydı. Burada siyasete ise, özellikle bu türden projelerde hesap
verilebilirliğin ve şeffaflığın ön plana çıkartılması ve siyasetçinin aklında
sürekli sokaktan alacağı olumsuz tepkinin olması yönünde bir sonuç çıktı.
Siyasetin kısa vadeli düşünme modellerini terk etmesi için sokağın, özellikle
de vatandaşın bu konularda bilgi edinmesinin gerektiği konuşuldu.
Son olarak söylemek gerekirse -bugün de gördük bunu- İstanbul’da
ve Türkiye’de ulaşım projelerinin esasında plansız olmadığı, sürekli bir plan
kapsamında ama ne yazık ki o plan hiyerarşisine ve kararlarına aykırı olarak,
siyasetçilerin hakimiyetinde şekilldendiğini gördük. Teşekkür ediyorum.
Prof. Dr. AYKUT KARAMAN- Çok teşekkürler. Şimdi kurguladığımız
üzere tartışma konularına yönelik sorularınızı ve değerlendirmelerinizi
paylaşacağınız fasıla geçiyoruz. Söz almak isteyen var mı?
Av. ALEV TUNA- İstanbul Barosu Çevre ve Kent Hukuku Komisyon
Başkanıyım. Benim öncelikle bu toplantıyı organize ettikleri ve bizi de davet
etmeleri sebebiyle Etklinlik Düzenleme Kurulu'na teşekkür ediyorum. Bundan
önce bu meslek odaları ve STK’lar arasında bir organizasyon eksikliği var
diye düşünmüştük çünkü bizim de çalışma alanımız aynı olduğu için kent ve
çevre hukukuyla ilgili meslek odalarının çalışmalarını da yakından takip
214
ediyoruz. Erhan Bey'le yakın çalışmalarımız oldu, düzenlediğimiz panellere
katılıp destek verdi. Öncelikli olarak öğrenmek istediğim konu; çevre hakkı ve
kent hakkı Anayasamızda yer almakta, hukuki düzenlemeler var ancak çok
yetersiz. Gelişmiş ülkelerde konut hakkı çok daha geniş bir hukuki
düzenlemle korunurken bizde çok yüzeysel kalmakta. Çevre konusu da aynı
durumda. Şimdi Anayasa değişikliği konusu gündemde, ne kadar dikkate
alınacağı meçhul olmakla birlikte meslek odaları ve tüm sivil toplum
kuruluşlarından birer taslak hazırlayıp Ankara’ya göndermeleri talep
edilmekte. Hazır üniversiteden hocalarım da buradayken sormak istiyorum,
üniversitelerden böyle bir çalışma yapılıyor mu? Yapılıyorsa biz de konu
hakkında bilgilendirilebilir miyiz? İstanbul Barosu tarafından Anayasa taslağı
çalışması yapmak üzere bir komisyon oluşturuldu ve şu anda çalışmalar
devam etmekte. Kısacası çevre ve kent hukuku konusunda ceza da, suç
tanımı da bulunmuyor. Sabah Haluk Hocamız bahsetti, gerçekten bir kentsel
suç terimi veya suçu oluşturulmalı ve karşılığında da bir yaptırımı olmalı. Bu
konuda bir çalışma var mı? Bunu öğrenmek istiyorum, teşekkür ederim.
TAYFUN KAHRAMAN- Şu ana kadar yapılmış böyle bir çalışma yok.
Akademide var mı bilmiyorum ama meslek odası çerçevesinde böyle bir
çalışma bulunmuyor. Bizler de Baro'nun önderliğindeki bu çalışmaya katılıp,
çevre ve özellikle kent ölçeğinde sizlerle birlikte Anayasaya'ya bu hükümlerin
girmesi yolunda destek verebiliriz. Tabii özellikle kente karşı suç ibaresi
mevcut düzenlemede sadece TCK’nın 183. maddesi'nde “İmar Kirliliğine
Neden Olma” başlıklı bölümde yer almakta. Sadece imar kirliliğine neden
olmak suç sayılmakta, o da 2005 yılında yapılan değişiklikten bu yana yer
almakta. Ancak ne kadar uygulandığı ortada. Bu değişikliğin ardından 20082009’da yine aynı Meclis imar kirliliğine neden olan kaçak yapıların elektrik,
su vb. altyapı ihtiyaçlarının tedarik edilmesime dair bir hukuki düzenleme
daha yaptı. Bu hukuki düzenlemelerimiz kendi içerisinde de tutarsız. Bunun
Anayasa'ya girmesi Türkiye kentlerinde sözü geçen yasal tutarsızlıkların
önlenmesi anlamında çok önemli. Bizler Baro'ya bu konuda elimizden
geldiğince destek olmaya hazırız, buradan da sözleşmiş olalım.
Prof. Dr. AYKUT KARAMAN- Bu önemli bir nokta, ben kısaca
üniversitelerde böyle bir çalışma var mı sorusuna cevaben, Mimar Sinan
Üniversitesi'nde biz de lisans ve yüksek lisans programlarında çevre hukuku
dersleri yer aldığını belirtmek istiyorum. Bunun yanı sıra bu değindiğiniz
konuda üretilmiş yüksek lisans ve doktora tezleri bulunmakta, dolayısıyla biz
215
-Tayfun Bey'in de değindiği gibi- üniversite camiası olarak
katkıda bulunmak isteriz.
bu çalışmaya
ERHAN DEMİRDİZEN- Bu konuda birkaç noktaya değinebilir miyim?
Tehlikeye dikkat etmek için not düşmek istiyorum. Birkaç yıl önce hükümetin
Ergun Özbudun’a yaptırdığı bir Anayasa taslağı vardı. O taslakta, az önce de
belirttiğiniz gibi çevre hakkıyla ilgili maddeyi ve kamu yararıyla ilgili
tanımlamaların yer aldığı diğer maddeleri şu an algıladığımızdan çok farklı
hale getirmekteydi. Meclis Başkanının inisiyatif aldığı önümüzdeki süreçte
nasıl bir taslak çıkar bilmiyorum ama eğer tekrar Özbudun taslağı ya da ona
benzer bir metin gündeme gelecekse, bizi çok ciddi tehlikeler bekliyor
demektir. Anayasa hukukçularının kendi aralarında konuşacakları teknik bir
konu olmayabilir. Hepimizin hakikaten içinde yer almamız gereken bir konu
olabilir.
TAYFUN KAHRAMAN- Böyle bir çalışmayı başlatmakta yarar var.
Av. ALEV TUNA- En azından toplum bilinci oluşturulması gerekiyor.
Anayasa bilindiği üzere bir toplumsal, sosyal sözleşme. Daha çok kişinin
katılmasıyla oluşacak bir Anayasa gerektiğine inanıyoruz, idealimiz bu.
Ancak en azından bu bir oylamaya gidileceğini, referandum yapılacağını
düşünebiliriz. Sonuçta bu aşamalarda birçeşit toplumsal hareket veya bu
yönde bir baskı unsuru teşkil etmesi açısından önem teşkil etmekte. Çünkü
yasa çıktıktan sonra değiştirilmesinin çok zor olduğu bilinmekte. Çaba
göstermemiz gerektiğini düşünüyorum.
Prof. Dr. FATMA ÜNSAL- Aslında tabii ki hukuk alanında bir şey
söylemeye yetkin değilim, dünden beri süregelen sohbetlerimizde özellikle bu
konudan imtina ettiğimi söyledim. Ama Hoca burada olmadığı için Ruşen
Hoca'nın bu konuda bir yorumunu sizinle paylaşarak bir noktaya açıklık
getirmek istiyorum. Aslında 1982 Anayasası bir önceki Anayasa'ya göre
konut hakkı açısından geri adım atılan bir Anayasa. Daha önceki Anayasa'da
toplumun korunması gereken kesimlerine yönelik bir konut hakkından söz
edilirken, 1982 Anayasası'nda tüm kesimlere yönelik bir konut hakkından söz
ediliyor. TOKİ’nin ilk kurulduğu aşamadan bugüne geldiği o metamorfoz da
bunu açıklıyor. Aslında bunun bir Anayasal hak olarak zapturapta alınması
elbette çok önemli ama pek çok gelişmiş demokratik ülkenin Anayasasında
konut hakkından hiç söz edilmediğini, buna karşılık da konut sorunlarının
216
bizde yaşandığından çok daha düşük, çok daha marjinal düzeyde olduğunu
görmekteyiz. Zannediyorum geçtiğimiz yıl Uluslararası Planlama Okulları
Birliği AESOP’un organizasyonunda “Planlama Yasası ve Mülkiyet Haklarına
Yönelik Tematik Grubu”nda yapılan bir tartışmada yine İsrailli bir araştırmacı
Rakel Ayterman bana bir soru yöneltmişti. “Sizin ülkenizde konut hakkı
Anayasal bir hak mıdır?” Çünkü o sunum, İstanbul'daki konut gelişiminin
sorunlu yanlarına dikkat çekilen, dünkü oturumda anlatılanlarla paralel
doğrultuda bir sunumdu. Cevap vermekte çok sıkıntı duydum. Çünkü evet,
Anayasal bir hak ama buna rağmen kentin son derece sakıncalı bir biçimde
gelişmesinin ardında böyle bir Anayasal hak olduğunu açıklamakta çok
zorlandım. Dolayısıyla Anayasa'da yer alıyor olması o kentte, o ülkede konut
sorununun ortadan kalkacağının da güvencesi değil. Özellikle bizdeki kamu
kurumlarının zihniyeti değişmedikçe. Dolayısıyla belki onu da ayrıştırmakta,
vurgulamakta yarar var.
Prof. Dr. AYKUT KARAMAN- Başka soru? Buyurun. Daha doğrusu
sorudan çok artık sizlerin katkılarını alalım.
CEMAL EJDER- Ben tekrar söz aldım, kusura bakmayın. Konu
planlamaya gelmişken bir şeyden bahsetmek istiyorum. Sarıyer’de
biliyorsunuz bir tek alan kaldı, o da eski İstinye tersane alanı. Sarıyer’in genel
toplumsal, kültürel faaliyetlerinin ortak düzenlendiği bir tek alan Sarıyer’deki
İstinye Tersanesi. O da İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclis kararıyla
marina yapılacakmış. İhale şimdi deprem kuşağından çokça bahsedildiği,
hatta hepimizin üstünde durup düşündüğü tarihi yapıların korunması,
depreme dayanıklı çalışmaların yapılması, mutlaka deprem riskinden
kurtulmak için şehirleşmenin yapılması. Sarıyer’de şimdi iki yerde marina
planı var: Çayırbaşı’nda askeri tersanenin, limanın olduğu yerde bir kazı
çalışması var. İkincisi de Sarıyer’deki İstinye Tersanesi ki, orada 300-400
yıllık ağaçlar var. Korkarız bu ağaçların da oradaki neslini bitirecekler. Çünkü
tek insanların nefes alabildiği, ramazanda birbirini tanımayan insanların
kültürel faaliyet açısından bir araya geldiği o 30 günlük Ramazan
buluşmalarınının da yok olacağını, Sarıyer’in geneline çok kötü bir kabus
çıkartacağını düşünüyoruz. Acaba çevrecilerin böyle bir plana itirazları var
mı, böyle bir marina yapılmasına itiraz etme şansları var mı?
TAYFUN KAHRAMAN- Tabii böyle bir projeden haberdarız, ama
ortada şu anda yapılmış bir işlem yok. Bizlerin de buna istinaden sadece
217
duyumları var, ama bir işlem olduğunda biz de taraf olarak davacı olmak
yönünde inisiyatifimizi kullanacağız ama şu an için işlem olmadığından
bunları konuşmak için biraz da erken. Orada özellikle İstinye’de yapılmak
istenen marinanın -yani İstinye’deki o alan haricinde de İstinye için de pek
çok marina projesi var, İSPARK eliyle gerçekleştirilmek istenen diğer
projelerin- birebir olarak takibindeyiz. Sadece İstinye’ye özel değil,
İstanbul’da Boğaz'daki tüm köyiçi yerleşmelerinde yakında göreceğimiz ya da
planlarının yürürlüğe gireceği uygulamalar, projeler olarak karşımızda
duruyorlar ama dediğim gibi müdahil olmak için ortada bir idari işlemin olması
gerekiyor.
MİRAY ÖZKAN- Şehir plancısıyım, ayrıca İTÜ’de doktora
öğrencisiyim. Önce bu organizasyon için teşekkür ediyorum. Ayrıca oturum
başkanlarının tespit ve değerlendirmelerine de canı gönülden katılıyorum.
Özellikle bir tespitle ilgili konuşmak istiyorum. İclal Hoca'nın söylediği gibi
iktidarın planlama kurumlarından beklediği bir işbirliği var. Sadece işbirliği
istiyor, başka bir şey istemiyor. Bizim de muhalefet yapmak dışında
mesleğimizi icra ederken yapabileceğimiz tek şey sadece işbirliği midir bu
durumda? Yani bu işbirliği beklentisine karşı tavrımız ne olmalı? Bence
tartışılması gereken en önemli konu bu. Bu rant odaklı gelişmeler zaten
planlamanın her zaman konusuydu. Meslek pratiğini nasıl icra edeceğiz,
nasıl bir tavır sergileyeceğiz? Birimiz belediyede çalışıyoruz, birimiz özel
sektörde çalışıyoruz vesaire. Açıkçası sadece muhalefet edebilmek bana
biraz lüks gibi geliyor. Bizler teknik insanlarız ve bir şey yapmak üzere
yetiştirildik. Dolayısıyla tartışmamız gereken bence nasıl yapacağız? Bundan
sonraki konularımızın bunun üzerinde odaklanması gerektiği konusunda İclal
Hoca'ya çok katılıyorum, teşekkürler.
Prof. Dr. AYKUT KARAMAN- Evet, bunu bir katkı diye alalım
isterseniz. Artık tartışmaların uzamasını istemiyorum, çünkü saat 17.30 oldu.
Ayrıca çok verimli bir toplantı olduğunu vurgulamak istiyorum. Plancılar
Odası İstanbul Şubesi ile 5.sini gerçekleştirdiğimiz bu İstanbul Buluşmaları
için başından beri hepimiz birlikte rol aldık ve gösteriyor ki, bu buluşmalar çok
verimli geçiyor. Özellikle tabii kendi camiamız içindeki bilgi alışverişini
desteklemekte. Onun için bir öneride bulunmak istiyorum. Acaba farkındalığı
arttırma adına bu platformu biraz akademinin dışına taşırsak, önümüzdeki
senelerden itibaren, sorun alanının odaklandığı temaya bağlı olarak yerinde
yapsak, kentli de orada olsa, söyleyecek sözü olan beyefendinin
218
konuşmasında güzel bir deneyim yaşadık. Bütün yaşadıklarını tek başına
anlattı, gönül istiyor ki aynı mahallede oturan çok daha fazla kişi katılmış
olsaydı veya mahalle mekanlarından birinde bu sorunları tartışıyor
olabilseydik. Daha ilginç, verimli ve biraz da klasik seminer formatından da
çıkmış olurduk.
Bir deneme yaptık, ve benim de bir açıdan katkım oldu sanırım. Bana
iki gün boyunca burada oturacaksın, dinleyeceksin, son oturumda bunları
değerlendireceksin denildi. Ben böyle bir şey yapamam ve ilginç de olmaz.
Sıkıcı olur, dikkatimden kaçar. Düşünebiliyor musunuz iki gün boyunca bütün
konuşmalara dair notlar tutacağız... Onun için oturum başkanlarını şu anki
formatta olduğu gibi görüyoruz, ki çok daha verimli oldu. Çünkü her oturum
başkanı o oturuma hakim kişi olarak notlarını verimli bir şekilde aldı. Kendi
üsluplarına dayalı olarak saptamalarını çok başarılı anlattılar. Dolayısıyla
sonuç olarak tekrar ikinci bir bildiri vermek, uzun uzun konuşmaktan çok, tüm
organizasyon komitesini kutlamak istiyorum. Oturum başkanlarını,
raportörleri, düzenleme komitesinde rol alan bütün arkadaşları tek tek
kutluyorum. Burada tabii bitmiyor, bunun yansımaları devam edecek. Bir kere
her sene sonunda, bir sene sonra da olsa buradaki tartışmalar kitap haline
geliyor, dolayısıyla konuşulan fikirlerin kalıcılığı sağlanıyor
ve
yaygınlaştırılması sağlanıyor. Kitap bazında olsun, araştırmalar bazında
olsun bu tartışmalar devam edecektir. Tekrar hem sizlere, hem oturum
başkanlarına teşekkür ediyorum ve herkesi dışarıdaki kokteyle davet
ediyoruz.

Benzer belgeler