TÜRK-100 DERSİ GÜZ–2007 II. Makale Ödevi ve Yararlanılacak

Transkript

TÜRK-100 DERSİ GÜZ–2007 II. Makale Ödevi ve Yararlanılacak
TÜRK-100 DERSİ
GÜZ–2007
ÖDEVİN BİÇİMSEL ÖZELLİKLERİ
1. Times New Roman yazı karakteriyle, 12 nokta ölçüsünde,
1,5 satır aralığında yazılmalıdır.
2. En az 4 sayfa olmalıdır.
3. Ödev için bir kapak hazırlanmış olsa bile ayrıca metnin
II. Makale Ödevi
başlığı konmalı.
4. Sayfa yapısı sağa ve sola hizalanmalı (Bu ödevde olduğu
gibi)
5. Doğrudan alıntı yapılıyor ise bu cümle/cümleler tırnak işareti
ve
Yararlanılacak Kaynaklar
(“
”)
verilmeli.
Eğer
düşünceyi
alıp
kendi
cümlelerinizle yazdıysanız tırnak işaretine gerek kalmaz.
6. Her ikisi için de (doğrudan veya düzenlenmiş alıntı)
gönderme yöntemi kullanılmalı.
7. Örnek:
TESLİM TARİHİ
içinde
Romandan
alıntı
için:
………
(Şafak,
25).
(Noktalama işaretleri parantez kapatıldıktan sonra konmalı).
i. Kaynaklardan alıntı için: ……….. (Moran,
327), ………….. (Bitlenen Bir Apartmanın
4 OCAK 2008 CUMA
Hikayesi, p.3).
8. Kaynakça gösterme yöntemlerine her açıdan uyulmalı.
9. Kaynakça alfabetik sıra ile düzenlenmeli.
1
BİT PALAS
10. Noktalama işaretlerinden önce boşluk bırakılmamalı. Tüm
noktalama işaretlerinden sonra bir boşluk bırakılmalı.
11. “de/da” bağlacı ve “-de/-da/-te/-ta” ekleriyle “-ki” eki ve
“ki” bağlacının yazımına dikkat edilmeli (Bkz. www.tdk.gov.tr)
12. “bir gün, bir şey, birçok, birkaç, herhangi, herhangi bir,
4 OCAK 2008 CUMA günü teslim edilecek olan ödev,
Elif Şafak’ın Bit Palas adlı kitabıyla ilgili bir inceleme yazısı
şeklinde olacaktır.
hiçbir, herkes, pek çok, maalesef, bugün, şu an, her gün,
KONU: Aşağıda belirtilen saptamalardan birinden yola
direkt (doğrudan), veya, ya da…” söz/sözcüklerinin
çıkarak Bonbon Palas’ı ve apartman sakinlerinin mekâna
yazımına dikkat edilmeli.
yükledikleri
13. Tarihlere getirilen ekler yazım kuralına uygun olmalı
anlamları;
mekânlarda
buldukları/aradıkları
izleri/imgeleri/değerleri/sırları çözümleyiniz.
(1940’da değil 1940’ta olmalı. Burada “-da” eki sıfıra değil,
bin dokuz yüz kırk’ın okunuşuna getirilir ve sertleşir).
•
“Bir mekânda yaşamak, orada izler bırakmak demektir.
14. Özel isimlere getirilen ekler ayrı yazılmalı ve bu ayrı durum
(Benjamin, 8) Evde bırakılan iz, bizi evin varoluşundaki
kesme işaretiyle gösterilmeli (Türkiye nin değil Türkiye’nin
anlamı üzerinde duran Heidegger’e götürür. İnsanın dünya
şeklinde olmalı).
üzerindeki varoluşunu bir mekân ve yer edinme problemi
15. Ödevler için bir kapak hazırlanmalı.
olarak ele alan Heidegger’e göre ev, şöyle veya böyle
16. Makalede öznellik bariz bir şekilde verilmemeli; yazar
barındığımız bir yer değildir. Ev, insanın dünyada ve varlık
anlattıklarını
kendi
hislerine
ve
düşüncelerine
değil
içinde temel bulunma biçimidir. Bu temel biçim, fiziksel evin
kaynaklara, malzemelere, eldeki verilere dayandırmalı.
ev olarak ortaya çıkışının ön koşuludur ve dünyada otantik
17. Son olarak ödevler teslim edilmeden önce bir kez okunmalı.
olarak yaşamadıkça fiziksel ev yetersizdir (Turan, 21).
Böylece evin kendisinden önce orada nasıl yaşandığı
problemi öne çıkar. Başka bir deyişle, insan ne kertede
2
‘sahih’ bir hayat sürdüğü, Heidegger’in de dile getirmeye
dünyaya güvenmenin eşiğinde buluruz, bir güven itkisi
çalıştığı gibi, o insanın evinden anlaşılır (Yavuz, 180).”
duyumsarız, kozmik güvene bir çağrı alırız. Kuşun içinde
(Elçi, 18)
dünyaya güven duyma içgüdüsü olmasaydı, yuvasını yapar
mıydı? Bu çağrıyı içimizde duyuyorsak, geçici bir barınak
•
“Mekân, kendisini üreten zamanı dondurarak yansıtır.
olan
kuş
yuvasını
Geçmiş zaman tutkularının ilk sığınaklarının eski mekânlar
dönüştürüyorsak –kuşkusuz çelişkili olarak ama bir düş
olması boşuna değildir. Türk edebiyatında geçmiş zamanı
kurma atılımı içinde-, düşsel evin kaynaklarına geri
mekân üzerinden yakalamaya ve yaşamaya çalışanların
dönüyoruz demektir. Düşselliğinin gücü içinde kavradığımız
başında gelen Abdülhak Şinasi Hisar’ın da dediği gibi hemen
evimiz,
her bina içinde yetiştiği tarihin bir parçasıdır. Tıpkı durmuş
başlangıçtaki evin güvenine gerçekten katılırsak, o evde
bir saat gibi içinde kaldığı zamanı gösterir. Onda ancak bir
doğuştan var olan güven içinde yaşarız. Uykularımıza
geçmiş zamanın kalbi duyulur (Hisar, 167). Bu açıdan zaman
derinlemesine işlemiş olan bu güvenliği yaşamamız için
ile mekân arasında son derece sıkı bir etkileşim vardır.
güvenliği doğuran maddesel koşulları sıralamamıza gerek
Zaman, mekânda iz bırakır. Mekân, peteklerinin binlerce
yok. Yuva, düşsel ev gibi, düşsel ev de yuva gibi –
gözünde zamanı sıkıştırılmış olarak tutar (Bachelard, 36).
düşlerimizin tam olarak kökenine inebilmişsek- dünyanın
Böylece her mekân belirli bir zamanın benzersiz ürünü olur;
düşmanlığını tanımaz. İnsanın yaşamı derin uykudayken
onun içeriğini yansıtır ve aynı mekân iki içerik taşıyamaz
başlar. Dünyanın düşmanlığının deneyimini –dolayısıyla da
(Freud, 31).” (Elçi, 19)
korunma ve saldırganlık düşlerimizi- daha sonra yaşarız.
dünya
içimizde
üstünde
bir
mutlak
yuvadır.
bir
sığınağa
Düşlerimizde,
İnsan varlığı gönençle1 başlar.” (Bachelard, 123)
•
“Bir şair şunları yazıyor: Ağaçların ölümü geri püskürttüğü
bir yuva düşledim. Böylece, yuvayı izlerken kendimizi
1
Gönenç: Bolluk, rahatlık ve varlık içinde iyi yaşama, refah.
3
BİT PALAS
Kaynakça2:
Elif Şafak 1971 yılında Strasbourg’da doğdu. ODTÜ
•
Bachelard, Gaston. Mekânın Poetikası (Çev. Aykut Derman),
İstanbul: Kesit Yayıncılık, 1996.
•
Benjamin, Walter. Pasajlar (Çev. A. Cemal), İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları, 2002.
•
•
Uluslararası İlişkiler Bölümünü
bitirdi,
yüksek
lisansını aynı
üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümünde yaptı. "Bektaşi ve
Mevlevi Düşüncesinde Kadınsılık-Döngüsellik" konulu master tezi
Sosyal Bilimler Derneğince ödüllendirildi. İlk kitabı Kem Gözlere
Anadolu (öykü) 1994 yılında, ilk romanı Pinhan 1997’de, ikinci
Elçi, Handan İnci. Roman ve Mekân Türk Romanında Ev,
romanı Şehrin Aynaları 1999’da, Mahrem ise 2000’de basıldı. Elif
İstanbul: Arma Yayınları, 2003.
Şafak Pinhan ile 1998 Mevlâna Büyük Ödülünü, Mahrem ile de
Freud,
Sigmund.
Uygarlığın
Huzursuzluğu
(Çev.
H.
2000 Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülünü kazandı.
Barışcan), İstanbul: Metis Yayınları, 1999.
•
Hisar, Abdülhak Şinasi. Boğaziçi Mehtapları, İstanbul: Hilmi
Kitabevi, 1956.
•
•
Bir apartmanın hikâyesi
1966 yılında, eski mezarlıkların üzerinde yükselen bir semtte
Turan, Ertuğrul Rufayi. “Heidegger ve Ev”, Mimarlık, S.
Art Nouveau mimari tarzında yapılan, günümüzde ise etraftaki çöp
260, 1994.
kokusu nedeni ile adı Bit Palas’a dönüşen bir apartmanın, Bonbon
Yavuz, Hilmi. “Ev ve Konfor”, Modernleşme, Oryantalizm,
Palas’ın, hikâyesini anlatıyor roman. Önceki romanlarındaki tarih
İslam, İstanbul: Büke Yayınları, 2000.
ilgisini bu kez yalnızca apartmanın ilginç ve hüzünlü inşa tarihi ile
sınırlı tutmuş Elif Şafak. Ekim devrimi ile terk ettikleri Rusya’dan
İstanbul’a gelip bir türlü uyum sağlayamadıkları bu kentten Paris’e
geçen, yıllar sonra kendi kaderlerinin izini sürüp yeniden İstanbul’a
döndüklerinde Bonbon Palas’ı satın alan ve ömürlerini burada
2
SORULARIN KAYNAKÇASIDIR.
4
tamamlayan Antipovların hayat hikâyesi de başlı başına bir roman
göstermemeye çalışıyoruz. Kamusal alanda sakladığımız yüzler var.
konusu olabilirdi doğrusu.
Ben o görünmeyeni göstermek istedim bu romanda." diyen Şafak,
yegane ortak duyuları apartmanın hijyen meselesi olan roman
Art Nouveau tarzını bilerek seçmiş yazar. Çünkü bu tarz
kahramanlarının ilk bakışta farkına varılmayan, kapıların arkasına
mimarilerde apartmanın her katı bir başka planla yapılıyor.
gizlenen
Böylelikle her katta yaşayanların farklılıklarını, insanların aynı
izlettiriyor. Görünmeyen ama varlığını hep yakınlarında hissettiren
mekânda yaşarlarken hiçbir mekâna ait de olamadıklarını, o
kokunun ardındaki sır da aynı anlayışın ürünü. “Ve o anlamda da
apartmanın katları arasında içte yaşanan kopukluğun dış cepheye
çok hüzünlü. Hayata karşı zaferi simgelemesi için yapılan apartman
de yansıdığını vurguluyor. Dar bir mekânda birbirine benzemeyen,
aşına aşına bir çöp yuvasına dönüşüyor. Ev temizdir, tekindir;
neredeyse birbirlerini hiç kesmeyen hayatlarla karşı karşıya
dışarısı ise tekinsiz ve güvensiz olandır; çünkü dışarısı yabancının
geliyoruz. Sıradan, her yerde karşımıza çıkabilecek türden orta
alanıdır. Yabancıdan da hiçbir zaman emin olamazsın, her tür
sınıftan bu insanların tek ortak noktası, pencerelerini açmalarına
kötülüğü oradan beklersin. Bu nedenle eğer bir çöp kokusu varsa, o
bile imkân vermeyen çöp kokusu ve bir türlü baş edemedikleri
da muhakkak dışarıdan geliyordur".
bireysel
trajedilerini,
okuyuculara
o
kilitleri
açarak
hamamböcekleri. “Kuaför Cemil ve Celal kardeşler, Mavi Metres,
Madam Teyze, Hijyen Tijen, Hacı Hacı” gibi apartmanın farklı
Oysa çoğu kez hiç de uzaklarda değildir kötülük...
dairelerindeki karakterleri bilinmeyen bir anlatıcının bakış açısından
aktarırken, 7 numaralı dairede oturan erkek karakter(!) "Ben", birinci
tekil şahıs ağzı ile konuşuyor ve romanın merkezine oturuyor.
Ancak asıl roman kahramanı on ayrı sesten konuşan Bonbon
Palas...
En iyisi...
Hayatın parçalanmış dokusunun bir metaforuna dönüşen
apartman sakinlerinin birbirlerinden kopukluğu, ne yazık ki kimi
zaman romanın bütünselliğini de zedeliyor. 1940’lı yıllarda Amerikalı
Bir söyleşisinde; "Görünenle görünmeyen, zahiri ile batıni
yazar Dos Passos’un ABD deki hayatın atomize oluşunu sergilemek
arasındaki farkı çok önemsiyorum aslında. Görüntünün altında
için kullandığı bu çok karakterli roman biçimi, parçalar bütüne
başka dinamikler yaşıyor. Bütün takıntılarımızı eve saklıyor,
bağlanamadıkları takdirde okuyucu için ayrı ayrı hikâyelere
dönüşme
tehlikesini
yaşıyor.
Roman
kurgusunun
bütün
bu
5
parçalanmışlığına rağmen hiç kimsenin hayatının birbirinden
“BİTLENEN BONBONLAR”
yalıtılmış olamayacağının farkında aslında Elif Şafak ve romanını
"Ben" anlatımı ile toparlamış dağılmaktan, ama yukarıda da
Bazı romanlar bittiklerinde başa dönüp ilk sayfaları tekrar
okumak istersiniz. Romanı birkaç günde okusanız bile, sanki ilk
belirttiğim gibi dışarıda kalan yerler de yok değil.
sayfaları okuyalı aylar, hatta yıllar geçmiş gibi, nasıl ve nerede
Bit Palas, Elif Şafak’ın yazarlık kariyerinde bir ilerlemeyi
başladığını anımsamakta zorlanırsınız. İşte Elif Şafak’ın Bit Palas
göstermesi açısından sevindirici. Bütün romanları arasında bence
romanını bitirdikten sonra bunları hissettim ve tekrar başladım
en iyisi olmuş... Pinhan’dan bu yana, yazdığı her metinde dile, dilsel
okumaya...
güzelliğe ağırlık veren Şafak; bu kez masalsı söylemden biraz
uzaklaşarak hem güncel meseleleri taşımaya elverişli hem de akıcı
Tam da romanın başında -ve tekrar sonunda- yazarın
bir dile ulaşmış. Daha şiirsel değil belki, ama romana daha yakışan
söylediği gibi dairesel bir biçeme sahip Bit Palas. Yazar bu çembere
bir dili var artık. Terk ettiği eski zaman sözcüklerinin şiirselliğinin
«saçmalık» adını veriyor ama hiçbir masalın saçma olmadığı
eksikliğini ise zengin bir anlatım ve canlı tasvirlerle kapatıyor. Öyle
inancıyla ayrılıyoruz kitaptan. Gördüğümüz tüm rüyalar gibi,
ki, bu tasvirlerde kimi zaman dilin çekimine kendisini kaptırıyor
masalların da anlamlarını çözmek isteyen yanımız devreye giriyor.
Şafak ve anlatılan kişiler, olay ve mekânlar sanki dilsel bir güzellik
Bu anlamlar masalların içinde mi gizli, yoksa bizim onlara
arayışının
yüklediğimiz, her masaldan aldığımız anlamlarda mı, düşünmeye
aracı
aracın/parçanın
haline
aynı
geliyorlar.
zamanda
Bir
romanın
romanda
amacı
her
bir
olduğunu
düşünürsek eğer, Elif Şafak’ın bu tarz arayışlarının roman yazımına
bir soluk getireceğini de söyleyebiliriz.
14.10.2007)
Bit Palas’ın çok sayıda kahramanla ve aşırı masalla yüklü
olması, romanı ortaladığımızda bütün bu kopuk öykülerin asla
toparlanamayacağı korkusunun doğmasına neden oluyor, fakat
Ömer Türkeş
http://www.pandora.com.tr/turkce/elestiri.asp?yid=133
başlıyoruz.
(erişim:
kopuk kopuk görünen öykülerin romanın sonunda bir araya gelip bir
tek öykü halini aldığını görüyoruz. Elif Şafak büyük bir beceriyle
öykülerde ortak imgeler kullanarak kopuk görünen masalları
birbirlerine bağlayıp roman boyunca bir tutarlılık sağlıyor. Gri çöp
6
tenekelerin kapaklarında bakılan fallardan, gri gözlü ölü bebeklere
diğerlerinden ayıran bir unsur oluyor. Dört numaralı dairede oturan
ve oradan da romanın kahramanlarından biri olan gri dış boyasıyla
Ateşmizacoğlu ailesi fertlerinin de her birinin Z ile başlayan bir ad
Bonbon Palas apartmanına uzanan kül rengi kurdele, romandaki
taşıması ya da beş numarada oturan Hacı Hacı’nın torunlarının 5. 5,
tek bağlayıcı unsur da değil üstelik. Romanın başında mezarlıkta
6. 5 ve 7. 5 yaşında olmaları, her aileyi kendi içinde, kopmaz bir
tabut içlerinde ve çöpler arasında tanıştığımız böcekler de roman
bütün olarak görmemizi sağlıyor. Kardeşlerin benzerlikleri, aynı
boyunca ölüm kokusu yayarak çoğalıyorlar adeta.
korkularla donatılmış olmaları, aynı kül rengi gözlerle bakmaları hep
bu kendi içine kapanan dünyaları simgeliyor.
Romanın kahramanları 1966 yılında yapılan Bonbon Palas
adında bir apartmanda oturan ve burada çalışan insanlar. Kuaför,
Roman boyunca okurun hissettiği bir başka olgu da
kapıcı, on numaralı dairenin kiracısı ve diğer ev sahipleri. Okur
yaşamların bitmemişlik duygusu vermesi. Roman kahramanlarının
onları tanımadan çok önce apartmanın, mahallenin ve şehrin
çoğunun buçuklu yaşlarda olması ve anlatılan zamanın yarımlarla
kokularıyla ve renkleriyle tanışıyor. Dünyanın birçok köşesinden
gösterilmesi, tam da romanın başında anlatılan çemberin bir
getirdikleri geçmişleriyle apartmanda oturanları da sanki geçmişleri
noktalarında
birbirlerine bağlıyor. İki numarada oturan Sidar ile üç numaradaki
duygusunu yarım rakamlar hep engelliyor sanki. Her roman
ikiz kuaförlerin göçmen yaşamları, yurt dışına çocuk yaşta ve
kahramanında bir eksiklik duygusu hissetmemizi sağlıyor, henüz
istemeden götürülüşleri, ülke ve ailelerinden kopuş öyküleri
tamamlanmamış yılların ve öykülerin kahramanları olarak çıkıyorlar
benzerlikler taşıyor. Aynı şekilde güvenilmez erkeklerle ilişki içinde
karşımıza. Bu yüzden de romandan tam bir son beklemekten çok
olan Mavi Metres ve Metin Çetin’in Karısı Nadya sonunda bir çeşit
erken vazgeçiyoruz. Çemberin bir yerinde bizi üstünden atacağına
arzuladıkları özgürlüklerine kavuşuyorlar. Fakat bu apartman
inanarak sürdürüyoruz okumayı.
olduğumuz
duygusunu
güçlendiriyor.
Bitmişlik
daireleri arası benzerlikler, aynı zamanda dış dünyaya kapalı, her
biri kendi içine gömülmüş dünyalarda yaşayan insan toplulukları
Bit Palas, roman içinde sürekli göndermeler yaparak, hem
olarak da görülebiliyor: Bir numaradaki kapıcının ailesinin Musa,
geleceğe hem de geçmişe bağlar kuruyor. Bazı tamamlanmamış
Meryem ve Muhammet adını taşıması (ve Meryem’in, sevgilisi İsa
(hatta
yerine Musa’yı seçmesi) bir ölçüde bu aileyi kendi içine kapatan,
Antipova’nın yaşamı, İstanbul’a gelen bir başka Rus, Nadya’nın
yaşanmamış)
hayatlar:
Örneğin
Agripina
Fyodorovna
7
yaşamı aracılığıyla 80 yıl sonra tamamlanıyor. Bunlar hep kitap
detayların bile romanın bütününe gerekli olduğunu görmek bu
içinde yapılan göndermeler. Bir de yazarın kitap dışına yaptığı
detaycı yanı kolaylıkla affettiriyor. Yazarın entomoloji, dil bilgisi
göndermeler var. Bunlardan en ilginci Sidar karakterinin dokuz
(Osmanlıca sözcük ve deyimleri kullanması çok eleştirildi Şafak’ın,
maddede intiharı dillendirmesi gibi, intihar düşüncesiyle geçen
fakat böylesi bir dil, romanın sihirli gerçekçi dokusuyla bütünlük
yaşamında maddelerle dolu felsefe kitapları yazan düşünür Ludwig
taşıyor) ve anatomi bilgisine hayran olmamak elde değil.
Wittgenstein arasındaki benzerlik. Sidar’ın dokuzuncu “Esrar,
anlamlandırılmamalıdır.” maddesi ile Wittgenstein’in Tractatus
Asuman Kafaoğlu Büke, “Bitlenen Bonbonlar”, Cumhuriyet Kitap, 5
Logico-Philosophicus (çev. : Oruç Aruoba, BFS Yayınları, 1985)
Eylül 2002
kitabının yedinci maddesi “Üzerine konuşulamayan konusunda
susmalı” aynı ölümü düşünerek geçen yaşamların izini veriyor.
BİT PALAS
Romandaki bitmemişlik duygusu da işte tam bu noktada devreye
Dördüncü romanı Bit Palas’la Elif Şafak "eve" dönmüş.
giriyor, yazar bilinçli olarak karanlıkta bırakmak istediklerini böylesi
Burada evi metaforik anlamıyla kullanıyorum. Bit Palas’a kadar
bir suskunlukla romanın dışında bırakabiliyor.
romanlarında arayış temasının değişik derecelerde egemen olduğu
Ancak romanın 131. sayfasında tanımaya başladığımız
roman kahramanı “Ben”, bizim romanın başında beri bildiğimiz
gerçeklere de gözleri kapalı kalabiliyor. Rast gele “Bu duvarın
altında yatır var, çöp dökmeyin.” yazdığı yerde gerçekten bir yatır ama boş bir yatır- olduğunu okurun bilmesine rağmen, romanı onun
ağzından dinlediğimiz “Ben” bilmiyor.
Elif Şafak, son romanında hem memleket aşırı gezginciliği hem de
şehrin sokaklarını arka plana iterek bir evde duraklıyor. Bu
duraklamayla amaçladığı ise romanlarında gene çok belirgin bir
başka temaya, iç-dış karşıtlığına, bir çatı arayışı. Bu çatıyı önce
Bonbon Palas olarak kurulan, ama sonra Bit Palas olarak
anılmaya mahkûm on daireli bir apartmanın sakinlerinin yaşadığı
yerde buluyor. Gelgelelim, her ev gibi kapıları kapananınca dışarıya
Bit Palas tüm bu gizemli ve masalsı yönleriyle çok iyi
da kapalı olması gereken bu apartman asla kapanamıyor, çünkü
yazılmış bir roman. Yer yer aşırı detaylı karakter tasvirleriyle
içeriye İstanbul’un o bitmez tükenmez çöp yığınlarının kokusu
okuması zorlaşsa da her karakter hakkında anlatılan en ufak
sızıyor.
Dairelerine
çekildikten
sonra
dışarıya
kapandıklarını
zanneden apartman sakinleri de aynı kokunun evlerine, odalarına,
8
giderek genizlerine yerleşmesini engelleyememenin çaresizliğini
Musa ve Meryem çifti köyden, iki numaradaki Sidar memleketi
yaşıyorlar. Kurgu; bu kötü, ama çok kötü kokunun nereden
İsviçre’den; üç numaradaki Celal büyüdüğü Avustralya’dan; altı
geldiğinin keşfedilmesi doğrultusunda gelişecektir. Sanıldığı gibi
numaradaki Nadya Rusya’dan; yedi numaradaki anlatıcı, karısıyla
sokaktaki çöp yığınlarından mı, yoksa içerden, çok içerden,
yaşadığı evinden; sekiz numaradaki Mavi Metres her yerden; on
genzimizden daha derin bir yerlerden mi?
numaradaki Madam Teyze toplumdan.
Kitabı bitirdikten sonra bu soruyu yanıtlayacak olan okur, Elif
Elif Şafak bu farklı sürgünlük durumlarını deşerek anlatır Bit
Şafak’ın konusunu da, mesajını da kavramış olacak; romanın insani
Palas’taki yaşamı. Her sürgün, Bit Palas’a sürülmüş olduğu
ve felsefi boyutuna nüfuz edecek. Yani bir anlamda "içeriye", "evin
yaşamdan bir şeyler getirmiş ve orada saklamaktadır; böylece
en içine" bir yolculuk yapmış olacaktır.
roman bir boyutuyla da bir perili evin nasıl kurulduğunu anlatır.
Sürgünler evi
Ama bütün perili evler hastalıklıdır ve hastalık yayar. Zaten
Bonbon Palas da iki mezarlık üzerine inşa edildiği için, daha
Bir metne ev teması girdi mi, beklentimiz ya bir kaçış ya da
kuruluşundan ölümle akrabadır. Apartman sakinlerinin sürgünlükleri
hapsoluş; ya bir sürgün ya da eve dönüş öyküsü okumaktır. Bir de
dışında paylaştıkları diğer ortak özellikleri de psikolojik kökenli çeşitli
biliriz ki, bütün evler perilidir; insanın sığınağı, kabuğu, kalesi,
hastalıklardır:
kâbusu, hapishanesi, yitirdiği mekân, ya da gömdüğü sırların
uğursuz barınağıdır. Bazen evden ne denli uzağa gidilirse gidilsin,
Bir numaradaki Meryem eşya fetişisti, iki numaradaki Sidar
evi içinde taşır insanlar. Tersi de doğrudur; ne denli eve yerleşmiş
intihar saplantılı; üç numaradaki ikizler kimlik krizinde iki kardeş;
olurlarsa olsunlar, orada sürgündürler.
dört numaradaki Ateşmizacoğullarının her biri değişik derecelerde
nörotik ve psikotik dertlerle malûl; beş numaradaki Hacı Hacıoğlu
Bit Palas daha Bonbon Palas olarak kuruluşunda bir
sürekli cinlerle uğraşan bir meczup; altı numaradaki Karısı Nadya
sürgünler evidir. Yalnızca kurucuları, Rus sürgünü karı koca
bir dizinin sanallığında gerçeği unutmaya
Agripina Fyodorovna Antipova ve Pavel Pavloviç Antipov değil, aynı
maya çalışan mutsuz bir kadın; yedi numaradaki anlatıcı alkolik;
zamanda bütün daire sakinleri sürgündürler. Bir numaradaki kapıcı
sekiz numaradaki Mavi Metres kendini keserek acısını ifade eden
belki de hiç unutma-
9
zaten yaralı bir kadın; dokuz numaradaki Hijyen Tijen saplantılı bir
Hayvanlara değil insanlara özgüdür ziyadesiyle." (s. 252) Ya da
temizlik hastası ve on numaradaki Madam Teyze bir çöp
"Evli bir kadının başına gelebilecek en vahim talihsizliklerden biri;
biriktiricisidir. Okur, bu listeyi düşününce anlar ki çöp kokusu aslında
onun dayattığı yasakları, koyduğu kuralları çiğnemenin yollarını
çağın vebasının kokusudur: yalnızlığın ve yalnızlığın beslediği
aradığı esnada, suç ortağı olabilecek bir başka kadın çıkartmasıdır
psikolojik rahatsızlıkların.
hayatın kocasının karşısına. " (s. 233) gibi. Dolayısıyla, çok olaylı bir
kurgudan ziyade portreler, ilişkiler ve yargılara dayanan bu anlatı,
Yedi numarada oturan anlatıcıya gelince, onun sürgünlüğü,
okura klasik bir roman okuyor olmanın tadını anımsatır. Ama eğer
romanın sonunda keşfedeceğimiz gibi çok katlıdır. Ama dikey
kılı kırk yaracaksak şu soruyu da sorabiliriz: Kendi bilinci oldukça
çizgiyle yatay çizgiyi, yalanla gerçeği, şiirle düzyazıyı birleştiren de
zayıf olan anlatıcı, bu derine nüfuz eden sesi nereden bulmuştur?
odur. Yedi numaradaki anlatıcı, Elif Şafak’ın, daha ilk kitabından
Yedi numarada oturan, zayıf kişilikli ve çocuksu anlatıcı için,
beri hepimizin dikkatini çeken, ifade gücü yüksek ve zengin
romanda duyduğumuz ses fazla olgun bir ses değil midir?
Türkçesiyle konuşur. Bit Palas’ta anlatıcı sesi; tam egemen, bilmiş
anlatıcı sesidir. Bütün karakterlerin içinden geçenleri, kendileri bilse
Yazarın kaderi
de bilmese de o bilir. Agripina Fyodorovna Antipova’dan söz ettiği
şu cümle, diğer kişileri takdiminde kullandığı dile iyi bir örnektir:
Eleştirel bir tonla sorduğum bu soruya, şu yanıtı vermek de
"Hâlâ savaş yorgunu şehre umarsız gözlerle bakarken, rengini
mümkündür tabii. Anlatıcı, dediğim gibi, çok katlı bir sürgündedir.
keşfetmeye çalışmadı. İstanbul’daki son gününde, tuhaf bir göz
Onunla önce çok iğreti bir biçimde yerleştiği Bonbon Palas’taki
hastalığına yakalanmış ve aniden yitirivermişti renkler âlemini. Artık
dairesinde tanışırız. Su’ya ihanetinden sonra ise onu şehrin
gördüğü tüm sokaklar ve binalar, insanlar ve aynalar... Her şey,
sokaklarında bir çöp sürgünü olarak izleriz. Artık o da apartmanın
siyah beyaz fotoğraf kareleriydi. Sanki tüm dünya perdelerini,
diğer sakinleri gibi bir saplantı sahibidir. İstanbul’un sokaklarında
pencerelerini, panjurlarını kapatıp, ona küsmüştü. Aldırmıyordu. " (s.
dolaşarak çöp yazıları biriktirir, kopya eder, sınıflandırır. Tuhaf bir
49) Böylesine kişilerin içine nüfuz edebilen anlatıcı, aynı zamanda
mizah gizlidir bu saplantıda. Çivi çiviyi söker türünden bir çöple
iyi bir ahkâm kesicidir de. Sık sık gözlemler ve geneller. "Dünya
arınma eylemidir sanki. Ama hemen birkaç sayfa sonra, kitabı
üzerindeki tüm canlılara sebil edilmiş bir nitelik değildir iğrenmek.
çerçeveleyen son bölümde, anlatıcının asıl sürgün mekânının bir
10
hapishane olduğunu anlarız. Ve öyküsünü hücre arkadaşına
mavi ve en sonunda zifiri siyah bulutlar akın ediyordu. Beş kişi
anlattığını…
sığıştığımız otomobilin camından dışarıyı seyre dalmış, kül rengi
bulutların kenti ve bizi hapsetmiş olduğu gerçeğiyle meşgulken; kül
"YA SONRA NE OLMUŞ?" dedi hücre arkadaşım ısrarla.
rengi gri bir Mercedes’in aynı renkteki tekerlek jantına takıldı gözüm.
"Sonrası yok. Adam, hiç bir zaman işe yaramayacak çöp
yazıları biriktirmeye başlıyor işte. " (s. 379)
İnce
çubuklardan
oluşan
jant,
olanca
alımıyla
otomobil
hızlandığında, zamanı tersine çevirircesine geriye gidiyordu sanki.
Biz mi ilerliyoruz; değilse biz duruyoruz da o araç mı gidiyor, her şey
Romanı çerçeveleyen bu çok çağdaş son, okuru en klasik
birbiri içine girmişti. Böylesi esrik bir anda zihnime üşüşüverdi tüm
arınma öykülerinin ana eylemiyle buluşturur: Boynundaki vebalden
konuştuklarımız. Kül rengi bir Palas inşa ettirmişti Pavel Pavloviç
kurtulmanın,
yolunun
Antipov, İstanbul’da gömdüğü gözleri kül rengi bebeğinin yasını
öykülemek olduğunu keşfeden günahkâr-yazarın kaderidir bu.
tutan karısı Agripina’nın hatırına. Ve 1966 yılının Eylül’ünde
Anlattıkça arınamasa da, olgunlaşacaktır.
“‘gökyüzünü dolgun, hantal, kurşuni bulutlar”ın kapladığı, böylesi bir
vicdanını
bir
miktar
hafifletmenin
tek
İstanbul gününde taşınmışlardı Bonbon Palas’a. Çok geçmeden
Jale Parla, “Bit Palas”, Cumhuriyet Dergi, 11 Temmuz 2002
apartmanın Rus sahibi öldüğünde, yeni sakinleriyle kaynaşıvermişti
Palas.
“FARKLI OLANDAN ÖĞRENECEĞİMİZ ÇOK ŞEY VAR”
Elif Şafak, bugün okurla buluşacak olan Bit Palas (Metis
Yayınları) adlı romanında, diğer adıyla Bonbon Palas’ın sakinlerini
Elif Şafak, bugün okurla buluşacak yeni romanı Bit Palas’ta,
bir apartman dairesindeki insanların dış dünyadan yalıtılmış
hayatlarını
anlatırken,
daha
geçişli
ve
dışa
hareketli
bir
sosyalleşmenin vurgusunu yapıyor.
Bir meydan muharebesinde öncü kuvvetlermişçesine, kentin
ufkundan tonları sürekli koyulaşarak önce kül rengi, ardından koyu
anlatıyordu: “Bit Palas’ı minyatür gibi, mikrokozmos gibi görmek de
mümkün. Çünkü bu Palas’taki ilişkileri İstanbul’da ya da Türkiye
genelinde okumak da mümkün. Şu da var ki, kitap boyunca sürekli
‘iç ve dış; zahir ve batın’ ayrımı bana eşlik etti. Özellikle bizim
kültürümüze fazlasıyla damgasını vurduğunu düşünüyorum bu
ayrımın.
Özellikle
evlerimize
çekildiğimizde,
dışarının
bütün
11
pisliğinden ve karmaşasından uzak, steril ve sadece türdeşlerimizle
Ölümden ne anladığını değiştirir mesela. Çizgisel bir hayata sahip
birlikte var olduğumuz bir alana çekiliyoruz. Bu doğru değil. Aynı
olanla döngüsel bir anlayışa sahip olanın hayattan anladığı şey
zamanda sınırlayıcı bir durum. İç ve dış ayrımı üzerinde oynamaya
farklıdır. İkinci kurguya, daha döngüsel bir âleme benim her zaman
çalıştım. Bir çöp kokusu varsa, dışarıya aittir. Bir pislik varsa
bir ilgim oldu. Ciddi bir gönül bağım var benim, İslam tasavvufuyla.
dışarıdadır. Ya da dışarısı yabancıların alanıdır. Türkiye’de
Ama sadece İslam tasavvufuyla sınırlı kalan bir şey değil. Büyük
insanların gündelik yaşamı sürdürme biçiminde bu durum oldukça
benzerlikler var, Hıristiyanlık ya da Yahudilik içinde de. Başka
belirleyici rol oynuyor. ”
disiplinlerde de bu türden döngüsel bir geçişlilik var. Ben de
seviyorum bu alanda çalışmayı. Bit Palas’ta da onu yapmaya
Gözüm hâlâ lüks Mercedes’in dönen tekerleğine takılı
kalmıştı. Bit Palas’ta yaşananlara, yaşadıklarımıza inat, o da
çalıştım. Bir apartman kurdum kat üstüne kat çıkarak, dikey bir çizgi
halinde. En sonunda da onu alaşağı ettim. ”
kendince bir dairesel döngüyle hareket ediyordu. “Bir ayağınız
Hakikat’te kalmak kaydıyla, diğer ayağınızı hareket ettirin. ” diye
Saçmalığın kutsanması...
öğütlüyordu Mevlâna. Oysa Şafak, bir sarkaçtan bahsediyordu.
Çivisi sabit olmayan, ne doğuda ne batıda; ne varlıkta ne yoklukta
İçerinin hararetinden puslanmış, kül rengini andırır bir
bir sarkaçtan: “Döngü benim için aslında en önemli şeylerden bir
camdan seyre dalmıştım, yağmurda koşuşturan insanları. Yağmur
tanesi. Diğer romanlarımda da bunun etkisinin çok olduğunu
yağmıyor olsaydı bir an için, bu telaş ne kadar da saçma bir eyleme
düşünüyorum. Zamanı farklı şekillerde okumak mümkün. Bir yanıyla
dönüşürdü değil mi? ‘Saçma’, bir yanıyla nihilizme giden, diğer
daha
Batı
yanıyla ‘hiç’liğe büründürdüğü ‘gerçek’e bir boyut ekleyen bir bakış
aydınlanmasından aldığımız şey, bu oldu. Hayatını öyle inşa
açısı. ‘Bit Palas da böylesi bir pencereyi açıyor belki de: “Eğer ki bir
edersin ki kat üstüne kat çıkar gibi madde madde ilerlersin. Bu
saçmalığın kutsanması varsa bu kitapta, oradan maksadım oluruna
kadar hedefe odaklanmış, bu kadar ilerlemeye odaklı bir zaman ve
bırakmak değil. Kitapta “ben” olarak konuşan karakterlerden birinin
yaşam anlayışı benim sıcak bakmadığım bir şey. Bunun karşısına
ciddi
ne koyuyorum? Daha dervişane bir çember ve döngüsel bir zaman
yaşadığımızı düşünüyoruz. Mesela özgürlük tanımımız, ‘benim
ve mekân anlayışı. Sadece zamanla sınırlı kalan bir şey değil bu.
özgürlüğümün bittiği yerde başkasının özgürlüğü başlar’ şeklinde.
dikey
ve
ilerlemeci
bir
şekilde
okursun.
Bizim
bir
çelişkisi
var.
Biz
birbirimizden
yalıtılmış
hayatlar
12
Mesela böyle bir şey yok. Benim hayatım kesinlikle başka bir
benim için hep olageldi. Ama şu duyguyu hiçbir zaman yitirmedim:
insanın hayatının içine sızıyor. Hayatlarımız birbirinin içine sızıyor.
Ben bu şehre dışarıdan geldim. Dışarıdan gelmenin ve bu duyguyla
O yüzden iç ve dış ayrımı çok saçma bir ayrım. Ben ve öteki ayrımı
yaşamanın uzantıları çok farklı oluyor. Mesela İstanbul’un bir
çok saçma bir ayrım. Arada zaten bizim olmasını istediğimiz bir sınır
kokusu var ve dışarıdan gelen insanlar bunu daha net fark ediyorlar.
yok. Sadece ‘mış’ gibi yaşıyoruz. ”
Ama kokuyor dediğin zaman sıfatlar devreye giriyor. Sıfatsız bir şey
söylüyorum. Bu anlamda da yabancıdan öğrenecek çok şeyimizin
Tehlike dışarıdan gelmeyebilir
olduğunu düşünüyorum. Bize benzer insanlardan öğrenecek çok
Cümleler akarken zihnimde, bir an için “Hayatlarımız
birbirinin içine sızıyor. ” cümlesinde takılı kalmıştım ki, şoförün kül
rengi buğuyu gidermek için açtığı cam aralığından, diğer bir aracın
fazla bir şeyimiz yok. Eğer beynimiz bir parça gelişecekse, bu bir
parça bize benzemeyen insanlarla temas kurarak olacak. O yüzden,
bu duvarları yıkmadıkça ‘mış’ gibi yaşamaya devam edeceğiz. ”
muhtemelen girdiği bir çukurdan sıçrattığı kirli su içeri dalıverdi.
Biz ‘yatay’ konumda ilerliyorduk; dikey konumda yerden
İstanbul’un kargaşası içerisinde, Bit Palas’a sığınmış, apartman
yükseltilmiş apartmanlarımıza bir an önce kavuşmak ümidiyle. Her
sakinlerinin dışarıdan yalıtılmış hayatlarından farkı neydi ki bizim
gün, her gün tekrarlanan bir şeydi bu. Dikey ve yatay olanın
arabanın içine sığışmışlığımızın! Bir başka düşünceye ihtiyacımız
tekdüzeliği üzerine kurulu bir hayatta, rutini kıracak bir şey
vardı
belki
de.
açık
cam
aralığından
gerekliydi. ‘Hiç’liğe başka bir renk verecek. Belki dairesel bir döngü:
olduğu
gibi:
“Dışarıdan
“Daire yatay ve dikey olan şeyi birbirine lehimliyor. Çünkü
beklediğimiz tehlike içimizde olabilir. Dışarıya atfettiğimiz pislik,
yaşadığımız ve üst üste inşa etmeyi öğrendiğimiz bir hayat var.
içimizde belki de. Ama ikinci bir tahlilde şunu da söylemek istedim:
Bundan tamamen kopmak mümkün değil. Tamamen yatay olan ne
Belki pislik zannettiğimiz şey, o kadar da pis değil. Ama bunu
olabilir, daha göçebe bir yaşam. Belki otel odalarındaki yaşam. Yani
anlayabilmek için önce o pislikle yüzleşmek gerekiyor. Kendi
geçicilik üzerine kurulmuş. Bunu da yüzde yüz yapmak mümkün
çöpünle, kendi bitinle, kendi çöp kokunla... ”
değil. Geriye ne kalıyor: Saçma. Böyle bir noktada başlangıç da
gelmeyebilirdi.
Tehlike
Tıpkı
Bit
her
zaman
Palas’ta
Kentle yüzleşmek gerek, belki de. İstanbul’la da. Elif Şafak,
kente dışarıdan gelmişliğini bir avantaj olarak görüyor: “İstanbul
yok, son da yok. Yatay da yok, dikey de yok. Kendime baktığımda
da bu ikilemin çok güçlü bir şekilde kendimde var olduğunu
13
görüyorum. Belki birçok kişide var olan özellik duygusunun yanı sıra
kuşatma altına alan kül rengi bulutlar ve yağmur eklenince,
kuvvetli bir ‘hiçlik’ dürtüsü var. Bu çember, bu ikisi arasında gidip
kuytularına daldığı derin ve bir o kadar da ‘saçma’ bir düş neden
gelmemi sağlıyor. Yani birinden birini bastırmaya çalışmak yerine
olmasın? Ancak ne değişir ki? Ha öyle ha böyle, bir dikey bir yatay
sarkacın kendisi var. Bir şey çıkacaksa buradan çıkacak. ”
ama çokça dairesel bir düzlemde ilerliyoruz. Biz mi? Çoktan
varacağımız yere vardık!
İstanbul ölümle iç içe
Camdaki buğu dışarıdaki buluta inat yoğunluğunu azaltırken,
Hüseyin Sorgun / İstanbul Zaman, 22. 03. 2002
ölüm geldi aklıma. Kül rengi, ölümün rengiydi. Bu yüzden bu renkte
inşa edilmişti Bit Palas. İstanbul, ölüm demekti bir anlamda. İster
yaklaşan bir depremin ayak izlerini sürün, isterseniz mezarlıklardan
Manolya Durağında Edebiyat kitabı
Nüket Esen yazısı
okuyun bir kentin tarihini, değişen bir şey yok: “Ölüme dair bir şeyler
var orada. Apartmanın mezarlıklar üzerine inşa edilmiş olması
tesadüfi değil. İlginç bir şey, seksen sene öncesine kadar
“SEZGİLERİMLE YAZIYORUM”
İstanbul’da birçok yer mezarlıkmış. Çok ölümle iç içe bir şehir. Bu
yüzden çok güzel. Ancak biz genelde böyle bir şey yokmuş gibi
…
yaşıyoruz. ”
Buradan "Fortuna" sözcüğüne gelelim mi? Kitabın
“Hayat
saçmadır”
dersem
kırılır
mı
elinizde
özenle
yazılışına ilişkin anlattıklarınla, kitabın anahtar sözcüğü olan
gezdirdiğiniz kristal avize. Değilse, tüm bunlar, bir eylemde
"Fortuna" arasında bir ilişki var sanki. Bu ilişkiyi bize
tutuklanıp, cezaevi koğuşunda cezasını çekmekte olan bir adamın
açıklayabilir misin?
uydurmaları mı dersiniz? Belki de Bit Palas’ın 7 numaralı
dairesinde meskun, ‘egosu şişmiş, dünyayı kendi ekseni etrafında
"Fortuna" daha kaotik bir şey. Bana bu tür paralellikler ilginç
dönüyor belleyen’ bir adamın ‘saçma’laması... Peki, bütün bunlar bir
geliyor. Zaten kültürel tarihle, dinler tarihiyle ilgileniyorum. Bu
gazetecinin,
alanlarda okumayı seviyorum. Siyaset felsefesiyle uğraşmayı
trafikte
sıkışmışlığın
verdiği
sıkıntıya,
İstanbul’u
14
seviyorum. Batı ya baktığımız zaman, Batı daki düşünce tarihinin
romanın
gelişiminde, aydınlanma öncesinde "Fortuna"nın müthiş bir izi
olamadım. Ve o sesi bir türlü erkek sesine dönüştüremedim. O
olduğunu görüyoruz. Kilise, onları çok meşgul etmiş. Yaşadığın
sesi erkek sesine dönüştürme uğraşı sonucunda baktım ki o
hayattaki düzeni, sevdiğin yanları Tanrı ya atfedersin, bunun için
ses, aslında cinsiyetsiz bir ses oldu kendi okumam içinde. Bu
Tanrı ya şükredersin. Bunların yanında birçok acı da yaşıyorsun; o
durum beni çok rahatsız etti. Bunun, bahsettiğin, hayatın dişi
zaman bunu neye atfedeceksin? Bunu daha dünyevi bir şeye, yani
yanıyla bir alakası olmalı diye düşünüyorum.
anlatıcısının
bir
yerde
erkek
olmasına
adapte
hakkaniyet sahibi, erkek Tanrı figürü yerine, gayet dünyevi, dişi, ne
yapacağı belli olmayan, dolayısıyla aydın olması da beklenebilecek
Edebiyat dünyasındaki tartışmalar, "Kadın yazarlar erkek
bir figür var kafamda. İlerleme fikri de buna dayanıyor, aydınlanma
özneyi anlatabilir mi?" ya da "Erkek yazarlar kadını anlatır mı?" gibi
fikri de buna dayanıyor. Çok benzer bir din dünyası bizim
birtakım temel sorular etrafında çok dönüyor. Ben bu tartışmaları
kültürümüzde de var. Bizde de bir kader olgusu var. O da dişi, onun
biraz yapay buluyorum. Böyle yekpare, tekil bir erkek sesi, aynı
da ne yapacağı belli değil. Ayrıca bir felek var. Felek niye kahpe,
şekilde yekpare, tekil bir kadın sesi olduğunu düşünmüyorum. O
çünkü o da dişi, onun da ne yapacağı belli değil. Yani bu tür
anlamda, eğer dişil bir ses varsa, onun içindeki erkek yankıyı
geçişleri, bu tür oyunları seviyorum. Hayatın da böyle olduğunu
bulmak; erkek sesi varsa onun içindeki dişil yankıyı bulmak benim
düşünüyorum. Daha önce de söylediğim gibi, önceden tasarlanmış,
daha çok hoşuma giden, bana daha yakın gelen uğraşılar. Ben, Bit
çerçevesi çizilmiş, ne zaman ne olacağı belli olan bir kurgu uyarınca
Palas’ın tek bir sese sahip olduğunu düşünmüyorum. Birkaç farklı
yaşamıyorum. Öyle de olmasın zaten hayat, eğer yaşanılası
perdeden konuşan bir ses var orada. Erkek sesler, onların dişil
olacaksa. Hayatı "Fortuna"ya hem daha yakın algılıyorum hem de
yankıları veya tam tersi de var bu romanda. Bilemiyorum sorunun
öyle yazıyorum.
tam yanıtı oldu mu?
Bit Palas da dişi bir roman, diğer romanlarının olduğu
Önceki romanlarına baktığımızda da görüyoruz ki, bu dil
gibi. Dili de dişi. Ama bir yerde, kitabın üçte birlik bölümünü
konusu senin temel problematiğin. Bu romanında da hem
okuduktan sonra anlıyoruz ki anlatıcı erkekmiş. Ben romanı
karakteristik kimlik belirleme açısından, hem de dilin kendi
okurken, buna alışamadım. Yani dişi sesiyle okuduğum bir
içindeki karakterler açısından çok dilli bir yapı kurmuşsun.
15
Anlatımcı bir dilden, ironik bir dile, metoforik anlatımdan,
tarzında yapılıyor. Art nouveau tarzında yapılan bir apartmana
gerçeküstüne varan bir dilsel yapı. Niceliksel olarak da
baktığın zaman, dış cephede her kat birbirinden farklı görünür. Bu,
Osmanlıca deyimler, eski Türkçe sözcükler, yer yer argo bile
benim için hoş bir metod oldu. Aynı yere ait gibisin, bir apartmanı
var. Ama Bit Palas’ta, diğerlerinden daha farklı olarak,
paylaşıyorsun ama bir yığın farklı şey var. Apartmanın içine
günümüz dili ağır basıyor. Dille yaptığın bu boğuşmanın
girdiğinde bir sürü farklı dünya, her dairede pek çok farklı insan
nedenini biraz açıklar mısın?
görüyorsun. Dil de öyle benim için: Aynı yapıya ait bir sürü farklı ses
konuşuyor. O geçişlere, akışkanlıklara izin veriyorum. Osmanlıca-öz
Ben bu meseleyi çok önemsiyorum. Bir tür olarak romanda,
Türkçe tartışmalarından da hiç hoşlanmıyorum. Bu tartışmalarda,
sadece neyi anlattığın değil, nasıl anlattığın da önemli. Yani
çok kısır kamplaşmalar var. Eleme üzerine kurulu bir dil anlayışımız
üslubun, nasıl bir dille anlattığın... Genelde dil, şiirde, öyküde çok
var. Bir kamp "gerçek" kelimesini eliyor "hakikat"i kullanırken, öbürü
önemsenir ama; roman söz konusu olunca, sanki dilin ikinci planda
de tam tersini yapıyor. Ben, mümkün olduğunca o çoğulluğu
kalması gerektiği düşünülür. Ben böyle algılamıyorum. Dilin
korumaktan yanayım.
yazarken evrilişi, biçimlenişi, romanın gidişatını da etkiliyor. Öyle bir
şey ki, üslup içeriği, içerik üslubu etkiliyor. Daha somut konuşmak
Diğer romanlarında da gözlemlediğim ama burada ifrata
gerekirse; Pinhan’a daha tasavvuf ağırlıklı bir tema etrafında
varmış bir ayrıntılandırma, aşırı insan ve mekân betimlemeleri,
dönüyordu. Dili de ona göre değişti. Mahrem de daha çarpıcı bir
hatta kavram ve fenomen betimlemeleri bile var. Ayrıntı,
durum var. Çünkü 1880’lerin Perasını anlatırken kullandığım dille,
aslında klasik romanın bir öğesidir. Hatta kuramcılar, romanı
1990’ların İstanbul’unu anlatırken kullandığım dil aynı olmadı. Ama
tarif ederken, "Romanın, aslında bir ayrıntı sanatı olduğunu"
bu, benim tasarladığım bir şey değildi. Ben zaten hikâyenin içine
söylerler. Ama günümüzde pek böyle değil. Sen de biliyorsun,
girdiğimde dil değişiyor, dil kendiliğinden eğriliyor. Ben sadece akışa
günümüzde romancılar artık, o kadar ayrıntıya, betimlemeye
izin veriyorum. Çok daha akışkan ve sezgisel yazıyorum dememin
gerek görmüyor. Belki, görsel estetiğin bu kadar yaygın
sebebi de bu zaten. Tasarlanmış bir şey değiller. Dili çok
olmasından dolayı, bu böyle. Ama sen bunu hâlâ ve giderek de
önemsiyorum. Türkiye’de bu konuda yapılan tartışmaları son derece
inatla kullanıyorsun.
kısır buluyorum. Kitabın başında da var; Bonbon Palas Art nouveau
16
Çünkü ben hayatı böyle algılıyorum. Demek ki ayrıntılara
dikkat ediyorum. Bir şeye baktığımda, onun ayrıntılarıyla bağlantı
hiç? Sözgelimi ben olsaydım, Beyaz Rus un hikâyesini apayrı
ele alıp, oradan bambaşka bir roman çıkartmak isterdim.
kuruyorum. Yaşamı nasıl algıladığınla, nasıl yazdığın arasında
bağlar olduğunu düşünüyorum. Bunun yanı sıra özellikle bir palasta
İşte bu dediğinde, daha kurgusal bir şey devreye giriyor.
görünmeyeni göstermek, ilk bakışta göze çarpmayana dikkat
"Ben bir tema buldum. Onu şimdi harcamayayım, bir sonraki
çekmek istiyorum. Benim için temel ayrımlardan bir tanesi bu
romanımda yazayım... diye düşündüğünde; akılla, planlayarak, beş
sanıyorum. Şöyle durup, yazdıklarıma baktığımda da mesela, zahiri
sene sonra nerede olacağını düşünerek hareket ediyorsun. Ben
ile batıni –görünen ile görünmeyen arasındaki, insanın ilk bakışta
öyle yazmıyorum. Yazıyla kurduğum ilişkide, hiç bu tür kaygılarım
gördüğü cephe ile onun altındaki şeyin ayrımı, benim için kilit
yok. Olsa da ancak ikinci, üçüncü planda oluyor.
ayrımlardan biri. Yaşamla kurduğum ilişkide de böyle, edebiyatta da
böyle. O anlamda, hep, ilk bakışta görünmeyeni görünür kılmak,
bununla okuru ve kendini geliştirmek, göz göze getirmek benim için
önemli. Kitapta da o vardı. Ve bu, ayrıntılardan geçiyor.
Bit Palas’ta romanın kurgusu içinde birbiriyle kesişen,
ama hayatları pek de birbiriyle kesişmeyen birden çok insanın
öyküsünü anlatıyorsun. Sözgelimi, daha romanın girişindeki
Haksızlık’ın doğumuna kadar olan süreç, sonra Türkiye ye
göçmüş bir Beyaz Rus ailesi, onların serüveni –yarım kalan
hikâyeler bunlar
ve sonra Bonbon Palas’ın her dairesinin
kendi içinde yaşadığı hikâyeler. Aynı zamanda her biri, bir
başka romanın konusu, temeli olabilecek hikâyeler... Bu öykü
bolluğunu, bir romanın içinde harcadığın hissine kapıldın mı
"Belki de bu roman benim son romanım olacak" mı
demek istiyorsun?
Bende, iki ucun çok güçlü olduğunu düşünüyorum. Birincisi,
yazmaya yönelik müthiş bir tutku var. Ama öbür tarafta yoğun bir
hiçlik duygusu var. Benim kişiliğimin sarkacı, bu ikisi arasında çok
gidip geliyor. Belki benim edebiyatımı güçlendiren de bu. Geçiciliğin,
ölümün çok farkındayım. Bir yandan bunun tam tersi de var. Bir şeyi
başarmak, o başarıya demir atmak, onun üzerine bir şeyler daha
inşa etmek, bir kat daha çıkmak, bir kat daha çıkmak... Bizim
kültürümüzde de var o. Apartman çok güzeldir. Onun üstüne bir kat
daha, bir kat daha... Daha göçebe olmayı seviyorum ben. Bir roman
yazdığımda ondan hızla uzaklaşıyorum. Onun başarısına demir atıp
orada takılıp kalmak istemiyorum. Tekrar birinci soruya döneceğim;
17
yazmayla ilişkimi bu kadar ayakta tutan şeylerden bir tanesi bu.
romanlarımda bu böyle... Karakterlere baktığında izleri silinmiş
Çünkü yazmamayı göze alarak yazıyorum ben.
kenara itilmiş, merkeze konmamış, o anlamda ötekileştirilmiş, ayak
izleri silinmiş karakterlerle karşılaşırsın. Yaptığım şey, enkazımızın
Bonbon Palas’ı neden bir Beyaz Rus’a yaptırdın? O
üzerinde yürümek, ses geliyor mu diye dinlemek. Beyaz Ruslarla
hikâyenin anlamı neydi? Hikâye bir yere kadar gelip kesiliyor.
kurduğum ilişki de buydu. Baktığımda hiç yoklar, sanki hiç
Romanı okurken, bende sanki oraya dönecekmişiz gibi bir his
olmamışlar gibi bu şehirden silinmişler. Ama küçük küçük izler var. o
oluştu. Önce neden Beyaz Rus?
izlere vurduğun zaman aşağıdan ses geliyor. Hâlâ yaşanan bir şey
Öncelikle romanda bir ana karakter bulmak istiyorsak,
romanın ana kişisi bir apartman. Bu apartmanın bir mazisi, bir
öncesi var. O tür bağlantıları her zaman seviyorum ben. Hayatı da
var. Ben hayatımda hep ruhdaş olarak gördüğüm, kendime yakın
gördüğüm insanların hikâyelerini anlatıyorum. Yani hissetmediğim
şeyi anlatmıyorum. o anlamda da bir gönül bağım var.
böyle algılıyorum. Bir yere girdiğimde, bir binayı gördüğümde, onun
Romanın temel karakterleri –Mahrem de de aynıydı
geçmişini; bir insanla tanıştığımda, onun hikâyelerini merak
birer anti-kahraman. Bonbon Palas’ın kahramanları da
ediyorum. Hepimiz, hikâyelerin ürünüyüz. Şu anda gördüğümüz
birer anti-kahraman diyebiliriz. Neredeyse hepsi de sevgisiz.
kadar değil, geçmişlerimiz var. Geçmiş çok ağır bir yüktür. Toplum
Birbirlerini, hayatı sevmeyen insanlar bunların hepsi. Sendeki
olarak bizim, geçmişine pek tahammül edemeyen bir yapımız var.
karamsarlığın bir sonucu mu bu? Senin karamsarlığının,
Bu kadar hızlı unutmamız, hafızamızla ilgili sorunlarımız da biraz
yapıtlarına yansıması mı? Neden kahramanlarını hep olumsuz
bundan kaynaklanıyor. Ama geçmişinle hesaplaşmak zorundasın.
insanlardan seçiyorsun?
Geçmişindeki acılarla, yaptığın haksızlıklarla da hesaplaşmak
gerekir. Bu insanı başka bir yere getirir. Bu toplumsal olarak da,
Bir açıdan çok cenabet bir çağda yaşıyoruz. Bir yığın
kültürel olarak da, bireysel olarak da başka bir yere getirir. Bu tür
olumsuzlukla dolu bir memleketle yaşıyoruz. Demek ki hayatı pek
akıl muhasebelerini, vicdan muhasebelerini seviyorum sanırım. O
pürüzsüz algılamıyorum.
anlamda iz sürmeye, inanıyorum. Roman yazarken de böyle bu,
yaşarken de... Sadece Beyaz Ruslarla ilgili değil, benim bütün
18
Benim, romanı okuduğumda edindiğim his bu. Roman
Bu kitaba, "sevgisizliğin romanı" diyebilir miyiz?
kişilerinden bende kalan his. Kişilerin samimi belki ama
"Sevgisizliğin romanı" demeyelim. Mutlak bir iktidar fikrine
her
zaman
karşı
olmak
gerektiğine
inanıyorum.
Bir
şeyi
sevgisiz. Birbirleriyle olan ilişkilerinden hep bir olumsuzluk
çıkıyor.
kahramanlaştırmak, aslında mutlak iktidardır. Mutlak iktidarı yıkacak
olan da, mutlak bir muhalefet değildir. Tırtıl kemirmeleri gibi yüzlerce
Ama olumsuzluk, resmin bütününe damgasını vuran bir şey
yerden muhalefettir bence, o kendini mutlaklaştırmaya çalışan
değil. Benim yaptığım; bir adama bakarken, onun kafasındaki biti de
iktidar mekânizmasını yıkacak olan. O çoğulluğu, o esnekliği
göstermek. İnsanlar onu saklıyorlar, geriye çekiyorlar. Okurla bunu
önemsiyorum. Bireyi nasıl algılıyorsam, toplumu da öyle algılarım.
göz göze getirmek istedim. O anlamda iç ve dış ayrımı da benim
Mikrokozmos-makrokozmos bağlantısını sürekli kuruyorum. Niye
için romanda önemli bir ayrımdır. Genelde biz her türlü pisliği, her
kahramanlar yok, çünkü hayatta da kahramanlar yok. Benim yaşamı
türlü olumsuzluğu dışarıya atıyoruz. Evlerde kurduğumuz hayatlar
algılamamda da kahramanlara geçit yok. Ayrıca kahramanlara
daha steril, orda bite yer yok. Neden dışarıdan bu kadar rahatsız
ihtiyacı
oluyoruz? Çünkü dışarısı yabancının alanı, tekin olmayan, belirsiz
olan
bir
toplumun,
sağlıklı
bir
toplum
olduğunu
düşünmüyorum.
yer. Oradan ne geleceğini bilmiyoruz. Bu anlamda, her birimizin
küçük
birer
hapishanede
yaşadığını
düşünüyorum.
Sadece
Sevgiye dönelim. Sen şunu mu söylemek istiyorsun?
türdeşlerimizle yaşıyoruz. Mümkün mertebe bize benzemeyen
"Verili olan sevgisizliktir." Çünkü şöyle bir cümle kuruyorsun:
insanlarla yüz yüze gelmek istemiyoruz. Bunun, çok daraltıcı bir
"Sevgi, hazırlop gelmez, zamanla yeşerir." Ortega Y Gasset
hayat olduğunu düşünüyorum. Bir şey öğreneceksek, ancak bize
tersini savunur: "Temel olan sevgidir."
benzemeyen
insanlardan
öğrenebiliriz.
O
anlamda,
iyi
gibi
görünenin içindeki kötüyü göstermeye çalışıyorum. Bonbon Palas
Sevgiyle aşk arasında bir ayırım yapmak lazım. Aşk,
sakinleri de sürekli bir çöp kokusu alıyorlar ama, kokunun dışarıdan
zamanla yeşermez. Aşk, daha kaotik bir şey. "Sevgisizliğin romanı"
geldiğini zannediyorlar, pisliğin dışarıda olduğunu düşünüyorlar.
tanımlamanı tam anlayamadım. Neden "sevgisizliğin romanı"
Ben, içerideki pisliği göstermeye çalıştım. Bence böyle özetlemek
demek istiyorsun?
daha doğru.
19
Mahrem’de, kahramanların bir seyirciydi. Bu kitapta ise,
insanlarsa,
tam
tersine
yok
oluyorlar,
kötü
durumlara
oynatıyorsun.
düşüyorlar. Hepsi olmasa da bir kısmı öyle... Sözgelimi
Kahramanların birer oyuncuya döndüler. Bu, nasıl bir geçiş?
romanın temel kahramanlarından biri, yani yazar, sonunda
Bu durum, sezgilerinle mi oluştu yoksa bunu düşündün mü?
hapse
kahramanlarını
bir
arenada
toplayarak
düşüyor.
çalışıyorum.
Bu apartman, daha kalabalık bir apartman olacaktı. Çok
Burada
"Bunu
ne
sadece
yapmak
istediğini
sezgilerimle
yaptım"
çözmeye
demen
yetersiz kalıyor.
farklı komşular olacaktı. Yazarken bazı karakterler yaşamadı.
Yaşamadıkları için de ölüp gittiler. Bazı karakterler de isimleriyle
Şunu vurgulama gereği duyuyorum: Sadece sezgiyle olacak
anlaşamadıkları için tutunamadılar romanda. Demek ki daha
bir şey değil bu. Sezgi, senin ana damarın oluyor. Bu ana damarı
akışkan bir şey var. Bazen de öyle bölümler oluyor ki, sen sadece
destekleyen bir yığın bilgilerin, itirazların, sahip olduğun fikirler,
katiplik yapıyorsun karakterlere. Her bir karakter önce kişiliğini,
ideolojik duruşun... bütün bunlar ona akar. O anlamda sezgiyi bir
ismini buluyor. Kişi, bir perspektife, mizaca oturuyor. Mesela
ana mecra olarak görüyorum ama salt bununla olacak bir şey değil
Kandinsky le ilgili bölümlere gelindiğinde ben sadece katiplik
bu.
yapıyordum açıkçası. Karakter kendi kendiyle konuşuyor. Bilinçli bir
şey değil bu. Çok bilinçli de yazabilirsin ama; yukarıdan atarsın,
Bunu, senin hayatla kurduğun ilişki, kendi içindeki
memur tayin eder gibi tayin edersin karakterleri. Ben öyle
problematiği çözme girişimin olarak da görüyorum ben. Sanki
yapmadığım için belki de, roman bu kadar canlı.
İstanbul un kaosunu alıp bir apartmana hapsetmişsin. Sanki
İstanbul’u kirlilikten -ama, belki de hayatı kirlilikten arındırma
En olumlu karakterlerinden bir tanesi bir yerde ortaya
gayreti olarak görüyorum
çıkıyor ve ölüyor. Tarikat ehli olup, anti-tarikatçı olan Mevlevi
bir görünüyor ve onu hemen öldürüyorsun. Aslında senin de
Kendi pisliğimizle yüzleşmemiz gerektiğini düşünüyorum.
belirttiğin gibi romanın asıl karakteri Bonbon Palas. Ve sonuçta
Yani kaostan kozmosa doğru geçmemek gerektiğini... Bonbon
sen onu kurtarıyorsun. Çöpten, böceklerden, kötü kokudan
Palas sakinleri nasıl ki her türlü kaosu kendi dışlarına itmeye
kurtarıyorsun. Ve o arınıyor. Bonbon Palas’ı var eden
çalışıyorlarsa, İstanbul da yaşayan, Türkiye de yaşayan bizler de
aynı şeyi yapıyoruz. Çok ciddi bir zemafobi olduğunu düşünüyorum
20
Türkiye de. Ciddi bir yabancı düşmanlığı, yabancı tedirginliği. Ama o
yabancının
tanımı,
durumdan
duruma
değişiyor.
Yabancıya
Aslında
kahramanlar
onlar
onlar.
gizli
Başta
da
öyle
değil.
bir
var;
eğer
arasında
gidip
geleceğini zannediyoruz. Benim yaptığım şey, pisliğin içerde
gelmeseydi, daha aşağılara da inebilselerdi, o zaman en başta şu
olduğunu ama pislik zannedilen şeyin de göründüğü kadar pis
da fark edilecekti: Mezarlıklar üzerinde yaşıyoruz. Ölümü tanımayan
olmadığını göstermek. Yani önyargıları bir anlamda alaşağı etmeye
bir
çalışıyorum. Böylesine bir tersyüz etmenin de daha sağlıklı
mutlaklaştırmak, ölüleri, çöpleri, böcekleri sürekli kapı dışına atmaya
olduğunu düşünüyorum. O anlamda yıkma eylemi çok yaratıcı bir
çalışmak, çok daraltıcı. Esas hapishane o işte. Böylesi bir
şey. Eğer yeni bir şey yaratacaksak, önce var olanı yıkmamız,
hapishanede,
parçalamamız lazım.
korumaya çalışıyoruz. Dışarıya açılmadıkça, içeriden hiçbir hayır
hiç
içeridekileri
katların
önemli
apartmanlardaki
algılayışı,
sadece
pasaj
Çok
kapılarımızı açmadan yaşıyoruz. Her türlü pisliğin dışarıdan
yaşam
asansörler
kahramanlar
ölmeyecek
dışardan
gibi
yaşamak,
gelebilecek
hayatı
tehlikelerden
gelmeyecek bize. Çünkü, çok sığ bir şey çıkıyor ortaya. Oradan ne
Dildeki parçalı anlatıma değinmiştik. Bir tür şizofreni. Bu
durum, yazma sürecinde seni nasıl etkiliyor?
apartmana baktığımda algıladığım şey, yaşamın içinde böcekler de
Yazım sürecinde, yıpratıcı bir etkisi oluyor. Çünkü, çok diri
bir
ilişki
kuruyorum
o
karakterlerle.
yaşam çıkar, ne sanat çıkar. Ben yaşamı nasıl algılıyorum;
Örneğin
romanın
kahramanlarından biri olan Mavi Metres i yazdığımda hayatı onun
gibi algılıyorum. Ya da hayatı öyle algıladığım için Mavi Metres
ortaya çıkıyor, bilmiyorum. Belki benim de çok parçalı bir kişiliğim
var.
var, pislikler de var; tıpkı, yaşamın içinde ölümün de olması gibi.
Şunu da belirtmem lazım: Benim islam etimolojisine duyduğum ilgi,
zamanın daha döngüsel anlaşılması, yaşamla ölüm arasındaki
geçişlikler, o anlamda hiçbir zaman mutlak bir sona inanmamam...
Bütün bunlarla çok ilgili romandaki tarz.
Zamanın döngüselliğiyle, başta kurduğun o denklemdeki
Bit Palas’ın bir de gizli kahramanları var. Her türden
böcek; bitler, karıncalar, hamamböcekleri başta olmak üzere,
turuncu renkli bir böceğimiz bile var.
"saçma dairesi"nin arasındaki ilişki önemli herhalde burada.
Tabii. Yine seni çember başa getirir ama, sen artık aynı
yerde değilsin. Ama mantıkla yaşarsan, kendine hedefler tayin
21
ederek; o zaman düz bir çizgi üzerinde yaşıyorsun ve başka bir şey
yerin kokusu daha önce dikkatimi çekiyor. Bence, İstanbul’a has bir
oluyorsun. Yatayda daha geçici bir evren var. Belki göçebelerin
koku var. Başka şehirlerde duymuyorsun bunu. Yurt dışında da,
hayatı öyle, yatay. Onu sürdürebilecek durumda değiliz ama
Ege nin başka şehirlerinde de almadığım, çok kendine has bir
çemberin güzelliği, hepsini birbirine lehimleyebilmesi. Tasavvufta,
kokusu olduğunu düşünüyorum İstanbul un.
çok güçlü bir damar olduğunu düşünüyorum. Bu, sadece akademik
bir ilgi de değil. Hayatı da benzer bir şekilde algılıyorum. Ama,
Bu romandaki karakterlerden "Ben" dediğin yazarın, sen
olmadığını düşünüyorum. Sen aslında, daha çok hangisisin?
tasavvuf ehli miyim? Böyle bir şey diyemem.
Sözgelimi ben kendimi Sidar’a çok yakın buldum. Sen kendini
Peki koku? İstanbul’a has bir kokudan bahsediyorsun,
kahramanlardan kime daha yakın görüyorsun?
başlarda. Sonra Bonbon Palas’ın kokusu. Ben, İstanbul da
doğmuş, yaşamış biri olarak böyle baskın, İstanbul’a has bir
Kahramanların hepsinin benim kişiliğimde karşılığı var. Ama
koku algılayamıyorum. Gerçekten İstanbul’a has bir koku var
elbette ki hepsi de eşit oranlarda değil. Bir karakter olmasa, başka
mı?
sordum.
bir karakter de ortaya çıkmayacaktı. Keza, benim kişiliğimdeki bir
Geldiklerinde, İstanbul’a özgü bir koku hissettiklerini, böyle bir
yan olmasa, diğer yanım da olmayacaktı. Benim tek yaptığım şey, o
kokunun
çoğulluğa, çok başlılığa, çoksesliliğe kulak vermek. Yazıyı da bu
Bunu,
İstanbul’a
olduğunu
yeni
söylediler.
gelen
Koku
insanlara
da
bu
romanın
kahramanlarından biri herhalde, değil mi?
yüzden çok hissediyorum. Çünkü yazıda ben, bütün çoğulluğumla,
çok kişililiğimle, çok başlılığımla varolabiliyorum. Gündelik yaşamda
Çocukluğumun çok farklı şehirlerde geçmesi, İstanbul’a
öyle değiliz. Hep bir üst kimlik kuruyoruz ve o üst kimlikle çelişecek
dışarıdan gelmem... Bazen, bazı şeyleri görebilmek için biraz
bütün sesleri, bütün yüzleri geri plana çekmeye çalışıyoruz. Ama
yabancılaşmak gerekiyor. Tam anlamıyla kopmak değil ama, biraz
ben yazıda, geri plana çektiğim her şeyi öne çıkarıyorum. O yüzden
uzaklaşmak, sonra tekrar gelmek... Bir şehirle, bir nesneyle, bir
o karakterlerin hepsinde ben varım aslında.
yerle böyle bir bağ kurduğumuzda, daha iyi görebilmeye başlıyoruz.
Başka şeyleri fark etmeye başlıyoruz. Ben İstanbul’a dışarıdan
geldiğimin çok bilincindeyim. Bir yere dışarıdan geldiğim zaman, o
22
Bu roman bence bir karakter romanı. Bu yüzden
"Memleketimden orta sınıf insan manzaraları" diyorum ben.
başkasının hayatına inanılmaz önemli bir etkide bulunuyor. Birlikte
yaşadığımızın,
Yalıtılmış,
Evet. Orta sınıf, en tehlikeli sınıf. Kaybetme riskini sürekli
o
çoğulluğun
birbirinden
ayrılmış
farkına
varmak
duvarlar
durumundayız.
içinde
yaşamamak
gerektiğini göstermeye çalıştım.
taşıyan, kaybetme riski en fazla olan sınıf. Tam, arafta olan bir sınıf.
Tasavvuf ehli anti-tarikatçı Mevlevi nin söylediği bir söze
Aynı zamanda kozmopolit kahramanlar da...
gelelim: "Ya kendini yok edeceksin hayatın içinde ya da hayatı
yok edeceksin kendinde." Romanın ana fikri, bu cümleden mi
Ama bence, yerel damar da çok güçlü. Karakterler Türkiye
çıkıyor?
de yaşamıyormuş gibi değiller. Hepsi de İstanbul’a özgü. Klasik
liberal öğretide de böyle bir önkabul vardır: Kamusal alanda ne
Bir ana fikir var mı bilmiyorum ama çok temel noktalardan bir
yaparsak yapalım eve çekildiğimiz zaman, ev başka bir şeydir.
tanesi bu. Söylediğim gibi, başarıya demir atmamak lazım. Bunun
Sanki,
yaşayabileceğimizi
da üstüne çıkayım, bir de şu olayım, bir de bu olayım derken... Bir
zannediyoruz. Birimizin özgürlüğünün başladığı yerde diğerinin
de hiç olmak var. Tasavvufta Neyzen Tevfik’ın damarını ben çok
özgürlüğü bitiyor. Oğuz Atay’ın günlüklerinde, buna çok eleştirel
önemserim. Öyle, çok güçlü bir damar var ve ben o damara çok
yaklaşan, çok güçlü bölümler var. O, Türkiye deki kültürel ortamı
saygı duyuyorum. Hiçlikten dem vuran bir ses var. Faniliğinin çok
nitelendirirken, "kapalı sistem yaratıklarının dış dünya korkusu" diye
bilincinde olan bir başka şey...
birbirimizin
hayatına
sızmadan
bir cümle kullanıyor. Bence bu, çok doğru, çok güçlü bir ifade. O
anlamda, kapalı sistem yaratıklarıyız. Dış dünyadan korkuyoruz;
Söyleşi: Hasan Öztoprak, E Dergisi, Nisan 2002
bunu değiştirmek gerektiğini düşünüyorum. Kitapta hep bunu
göstermeye çalıştım. Birbirimizin hayatlarından yalıtılmış hayatlar
sürdürmüyoruz. Birinin evinden çıkan böcek, öbürünün evine
sızıyor, birinin hikâyesi öbürünün hikâyesine sızıyor. Sonuçlarını hiç
düşünmeden yaptığımız herhangi bir şey, çok basit görünen bir şey,
23

Benzer belgeler