1980 sonraso piyasa yönelimli gelişen toplumsal yapı beraberinde

Transkript

1980 sonraso piyasa yönelimli gelişen toplumsal yapı beraberinde
EconAnadolu 2009: Anadolu Uluslararası İktisat Kongresi’nde sunulmuş tebliğdir.
17-19 Haziran 2009, Eskişehir, Türkiye.
1980 Sonrası Türkiye’de Finansallaşma Ve Tüketim:
Fordizm’in Tutarlı Bir Alternatifi Mi?
Özgür Çetiner*
Bilecik Üniversitesi, İktisat Bölümü, Türkiye.
e-mail: [email protected]
Özlem Erdal
Marmara Üniversitesi, Türkiye.
e-mail: [email protected]
Özet
Dünya ekonomisinde finansal değişkenlerin önem kazandığı 1980 sonrası neoliberal
küreselleşmeyle birlikte, Türkiye’de de mal piyasaları ve mali piyasalarda liberalizasyona
gidilmiştir. Söz konusu gelişmelerin Türkiye üzerindeki en önemli etkisi, finansallaşmış piyasa
yönlü bir iktisadi yapının, kurumsal bir değişimden de öte, tüm toplumsal alana nüfuz etmesi
olmuştur. Yaşanan gelişmelerin paralelinde, talep yönlü ücret uzlaşısı ile kitlesel üretim ve
tüketime dayalı 1980 öncesinin Fordist birikim rejimi, yerini borçlanma yoluyla işleyebilen
finansal yapılara ve esnek üretime dayalı post-Fordizm’e bırakmıştır. Bu bağlamda çalışmanın
amacı, Türkiye’de finansallaşmış bir ekonominin, talep-tüketim cephesine odaklanarak, ücret
uzlaşısına dayalı birikim rejiminin tutarlı bir alternatifi olup olmadığını tarihsel bir perspektiften
açıklamaktır. Birikim rejiminin değişimi ve esnek üretim biçimleriyle beraber, mal ve hizmet
çeşitliliğinin arttığı Türkiye’de, yaşanan reel ücret düşüşlerine rağmen, tüketimci bir iktisadi
yapının oluşmasında finansallaşma olgusu önemli bir işlev görmüş, bireyselleşmiş tüketim ve
finansallaşma birbirini besleyen süreçler olarak işlemiştir.
Anahtar Kelimeler: finansallaşma, tüketim, Fordizm, Post-Fordizm
JEL Kodları: G2, P46, J31
1
EconAnadolu 2009: Anadolu Uluslararası İktisat Kongresi’nde sunulmuş tebliğdir.
17-19 Haziran 2009, Eskişehir, Türkiye.
Financialization And Consumption In
Turkey After 1980: A Consistent
Alternative To Fordism ?
Özgür Çetiner*
Department of Economics, Bilecik University, Turkey.
e-mail. [email protected]
Özlem Erdal
Marmara University, Turkey.
e-mail. [email protected]
Abstract
Together with the neoliberal globalization during which financial factors gained more importance
in global economy, Turkey has experienced a transformation period in which commodity and
financial markets globalized. The most important result of this transformation was a marketoriented financialised economic structure which produced an institutional change and which
penetrated to all parts of the social area. Paralel to these developments, the pre-1980 Fordist
accumulation regime based on demand-oriented wage settlement as well as massive production
and consumption was replaced by Post-Fordism based on flexible production and financial
structures with monetary debts. The purpose of this paper is to clarify, through a historical
perspective, whether a financialised economy in Turkey focusing on demand-consumption
constitutes a consistent alternative to the aforementioned Fordist accumulation regime. The
transformation of the accumulation regime and the organisation of a flexible production form
increased the diversity of the commodities and services in Turkey. Despite substantial decreases in
wages, financialization played an important role in establishing a consumption-based economy; in
sum, consumption processes and financialization processes fed each other.
Keywords: financializaton, consumption, Fordism, post-Fordism
JEL Classification: G2, P46, J31
2
EconAnadolu 2009: Anadolu Uluslararası İktisat Kongresi’nde sunulmuş tebliğdir.
17-19 Haziran 2009, Eskişehir, Türkiye.
GİRİŞ
1980 sonrasında gerek dünya ölçeğinde gerekse Türkiye özelinde, emek süreçlerinin
değişimiyle birlikte, söz konusu gelişmelerin üretim ve tüketimle ilişkisini, genel olarak finansal
değişkenlerin önem kazandığı neoliberal küreselleşme sürecini anlamak, Wallerstein (1996)’nın
belirttiği gibi kapitalizmin tarihsel toplumsal bir sistem olması sebebiyle, sermaye birikim sürecini
tarihsel bir perspektiften incelemeyi gerektirir.
Bu çerçevede II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurumsallaşarak yaygın bir birikim rejimi haline
gelmiştir. Yasal ve kurumsal düzeyde Keynesyen Refah Devleti ve bunun getirdiği düzenleme
biçimleriyle somutluk kazanan Fordizm, 1970’li yıllarla beraber ciddi bir krize girmiştir.
Fordizm’in krizi, onun üzerinde şekillenen refah devletinin de krizi anlamına geldiği için, 1980
sonrasının devlet-ekonomi ilişkileri de değişime uğramıştır. Yaşanan krize bir çözüm olarak
uygulamaya konulan politikalar, gerek makro gerekse mikro düzeyde tüm ekonomik yapıyı ve
bundan da öte toplumsal alanı değişime uğratmıştır.
Kapitalizmin hakim bir üretim tarzı olmasından bu yana, değişen birikim rejimleri ve
dolayısıyla farklılaşan tüketim yöntemleri (ihtiyaçlar ve istekler), sermaye birikiminin gerekleri
tarafından şekillendirilmiştir. Sermeye birikimi ve metaların değişim değeri temelinde
biçimlenmek zorunda bırakılan tüketim, 1980 sonrasında yükselen birikim düzeyine ve çeşitlenen
metalara rağmen, toplumsal temelinden daha da uzaklaşmıştır.
Fordizmin kriziyle beraber, bu krize bir çözüm olarak uygulanan esnek birikim, kendi
tüketim anlayışını da yaratmıştır. Bu çerçevede üretim ve tüketim faaliyetlerinin zaman ve mekan
kısıtlarından büyük ölçüde kopmasını mümkün kılan finans sermayesinin yükselişi,
istikrarsızlıkları arttırarak, döneme rengini veren bir eşgüdüm mekanizmasına dönüşmüştür.
Değişen tarihsel koşullarda ve özellikle 1980 sonrasında, geç kapitalistleşen bir ülke olarak
dünya ekonomisine eklemlenen Türkiye’de de bu süreç, ülke içi sermaye birikim düzeyinin
vardığı aşamayla belirlenmiş ve tüm toplumsal alana yayılarak yeni bir hegemonya biçimi
oluşturmuştur. Söz konusu değişen hegemonya, toplumsal sınıfları yeniden konumlandırabildiği
ölçüde meşruluk kazanmış ve üretim ilişkileriyle bunun üzerinde yükselen tüketimin devamlılığını
artan eşitsizliklerle beraber sürdürülebilir kılmıştır.
Çalışmada öncelikle, teorik bir zemin oluşturulmakta ve bu amaçla Fordizm ve postFordizm’in işleyiş mekanizmaları, sermaye birikimi döngüsünün tamamlayıcı bir unsuru olarak
tüketim ideolojisi ve finansallaşma kavramı incelenmektedir. İzleyen bölümlerde Türkiye’deki
Fordist yapılar ele alınmakta, ardından 1980’lere dair geçiş mekanizmaları incelenmektedir. Son
bölümde ise Türkiye’deki finansallaşma ve tüketim tartışılmaktadır.
FORDİST BİRİKİM VE KRİZ
1870’lerde dünya ekonomisin yaşadığı krizle birlikte bu krizi aşma girişimi olarak ortaya
çıkan ve temellerini Taylor’un oluşturduğu bilimsel yönetim ilkeleri ya da kısaca Taylorizm,
teknoloji gelişiminin ikinci planda olduğu, bir yönetim yöntemleri ve emek organizasyonu
gelişimi zincirinin 1 bir parçasını oluşturur (Braverman, 2008: 105).
Braverman’a göre Taylorizmin ilk ilkesi “emek sürecinin işçinin vasıflarından kopartılması”
olmuştur. Dolayısıyla emek süreci, zanaattan, gelenekten ve işçilerin bilgisinden bağımsız
kılınarak, işçilerin yeteneklerine değil, bütünüyle yönetim pratiklerine dayanmaktadır.
Taylorizmin diğer ilkeleri ise, kafa emeğinin fabrikadan tamamen uzaklaştırılarak, planlama ya da
tasarlama bölümüne aktarılması ve bu sayede oluşan bilgi tekelinin emek sürecinin her adımını ve
Braverman’a göre emek organizasyonu sorunuyla teorik olarak ilk kez ilgilenenler klasik iktisatçılardı ve bu sebeple
onlara ilk yönetim uzmanları demek de mümkündür. Yönetim teorisinin 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyıl başında
kapsamlı biçimde formüle edilmesini ve dolayısıyla Winslow Taylor tarafından başlatılan bilimsel yönetim hareketini
ortaya çıkartan da bu güçler olmuştur (Braverman, 105: 2008).
1
3
EconAnadolu 2009: Anadolu Uluslararası İktisat Kongresi’nde sunulmuş tebliğdir.
17-19 Haziran 2009, Eskişehir, Türkiye.
uygulamalarını denetlemek üzere kullanılmasıdır. Oynadığı rol kapitalist üretimin daha önceki
bilinçsiz eğilimine belli bir bilinç ve sistematik kazandırması olmuştur (s. 127–133).
Taylorizm’in amacı, açık bir şekilde, doğrudan işçiler üzerindeki yönetimin kontrolünü
güçlendirmek ve 19. yüzyılın vasıflı işçisinin işyerindeki pazarlık gücünü temel alan ve işverenle
uzlaşısının göstergesi olarak, işçinin sahip olduğu “iş kurallarını” saf dışı etmekti (Lipietz, 1987:
5). Taylorizm, uzman ve zanaatkar işçilerin sahip oldukları ve onlara işyerinde geleneklere, özel
haklara, istikrarlı iş tarifelerine dayalı bir monopol gücü veren vasıflarından mahrum etmenin en
iyi yoluydu (Lipietz, 1992: 4). Hirsch’e göre ise, Taylorizm’in kuruluşu geniş kapsamlı bir
vasıfsızlaştırma sürecini, işgücünün beceriye dayalı geleneksel formunun parçalanmasını,
yönetimsel kontrol ve denetlemenin etkin tekniklerini temel alan açık bir sömürü yoğunlaşması
anlamına geliyordu (Hirsch, 1991: 15).
Yönetimdeki Taylorist prensipleri daha ileri boyutlara taşıyan ve yarı otomatik montaj hattı
aracılığıyla daha etkin bir üretim tarzını, kurduğu fabrikada hayata geçiren Ford Motor Şirketi
olmuştur. Böylelikle otomobil sanayinin ve daha sonra da artan sayıda sanayinin karakteristiği
haline gelecek olan yeni istihdam koşulları, zanaatkârlığın yerini ayrıntılı işbölümü koşullarının
aldığı ve ücret düzeylerinin de minimum düzeyde standartlaştırıldığı bir yapıya dönüşmüştür.
(Braverman, 2008: 154).
Ancak vasıfsızlaşan ve artan tempoda mekanik bir üretim sürecine mahkûm edilen
işgücünün örgütlü ya da örgütsüz tepkileri ve yeni makine sistemi karşısındaki hoşnutsuzluğu
şiddetlenmeye başlamıştır. Buna paralel olarak yükselen işgücü devir hızı, başlayan
sendikalaşmaya, Ford’un cevabı, günlük 8 saat çalışma karşılığında ücreti 5 dolara çıkarmak
olmuştur. Böylelikle Ford, ücretleri bölgede hakim olan seviyenin oldukça üzerine çıkardı ve
sonuçta her iki tehdidi de çözmüş oldu (Braverman, 2008: 155).
Fordizm’in karakteristik emek süreci, dayanıklı tüketim mallarının kitlesel üretimine dayalı
yarı otomatik montaj hattı üretimidir. Bu tip bir emek sürecinin kuruluşu, üretim sürecinin dikey
birleşmesi için etkili bir güç ve üretimin iki kesimi arasında, üretken güçlerdeki kısmi
değişimlerin aktarılması için maddi bir destek sağlamıştır. Bu sebeple de yarı otomatik montaj
hattı, göreceli artı-değer üretimi için en uygun emek süreci niteliğini kazanmıştır. Yarı otomatik
montaj hattının en önemli etkilerinden biri, çalışma ritminin giderek hızlanması ve bundan da
önemlisi işçinin söz konusu ritmi kontrol yeteneğini kaybetmesi olmuştur. Bireysel anlamda
çalışmaya ilişkin bütün özerkliğin ortadan kalktığı bu tip bir organizasyon biçiminde, işçiler
zamana bağlı olarak işleyen ve yalnızca çıktı üzerine odaklanan üretim süresinin zorlamalarına
karşı, bütün bireysel direniş güçlerini kaybetmişlerdir (Aglietta, 1987: 117,118).
Fordizm’in dünya ölçeğinde hakim bir birikim rejimi olması yarım yüzyıllık gibi uzun bir
süreye denk düşmektedir. Bunun en önemli sebebi kapitalist dünyanın geri kalanında yüksek işçi
örgütlenmesi ve zanaat geleneklerinin Taylorizm ya da onun montaj hattı aracılığıyla daha da
güçlendirilmişi olan Fordizm’in üretim alanına hakim olmasına imkan tanımayacak ölçüde güçlü
olmasıydı. Ayrıca Fordist üretimin kurumsallaşmasına imkan verecek bir düzenleme tarzının
yaratılması için kapitalizmi yıkılma eşiğine getiren 1929 bunalımını beklemek gerekiyordu.
(Harvey, 2006: 149-151). Öte yandan uluslararası ölçekte yüzyılın başında dünya ekonomisinde
yaşanan çalkantılar, bunlara eşlik eden büyük bir savaş ve 1917 yılında gerçekleşen Sovyet
Devrimi, 20. yüzyılın farklı bir siyasal ve iktisadi tabana oturmasına neden olmuştur. Kapsam
alanı, pek çok çabaya rağmen, daralan serbest piyasa itikadına en büyük darbe 1929
Bunalımı’ndan gelmiştir. Gelişmelere koşut olarak işçi sendikalarının güçlendiği ve bu tarihten
sonra toplumdaki güç ilişkilerinin değişime 2 uğradığı bu yeni konjonktür, iktisat politikalarının
Sisteme yeni bir bilinmeyen olarak katılan değişen güç dengesinin altında yatan sınıf mücadelesini, iktisat bilimine
yedirmeye çalışan Keynes şunları belirtiyordu: “Örneğin paranın değerini değiştirip, gerisini (her türlü ayarlama ve
düzenlemeyi) arz ve talep güçlerine bırakabilirsiniz yolundaki eski-dünya partisi (old-world Party) fikri, 50-100 yıl
öncesine, sendikaların güçsüz olduğu ve ilahi iktisat arabasının ilerleme yolunda hiçbir engelle karşılaşmadan, hatta
alkışlar arasında önüne geleni ezip geçtiği bir döneme aittir (Keynes (1931)’den aktaran Hardt ve Negri, 2003: 61).
2
4
EconAnadolu 2009: Anadolu Uluslararası İktisat Kongresi’nde sunulmuş tebliğdir.
17-19 Haziran 2009, Eskişehir, Türkiye.
oluşumunda belirleyici bir hale gelmiştir (Hardt ve Negri, 2003: 61). Keynes’in talep
yetersizliğine dayalı olarak devletin ekonomiye müdahalesini temel alan iktisadi düşüncesi, böyle
bir toplumsal yapı ve konjonktür içinde benimsenmiştir.
Fordist birikim rejiminin sürdürülebilirliğini sağlayan düzenleme biçimleri, II. Dünya Savaşı
sonrası dönemin şekillenmesinde hayati bir yere sahip olmuştur. Bunlar arasında, sendikaların
desteklenmesi, minimum ücret düzeyinin belirlenmesi ve ulusal verimlilikteki artışları ücret
artışlarına bağlamaya dayalı, işçi ile işveren arasındaki toplu sözleşme anlaşmalarını kapsayan bir
sosyal mevzuatın oluşumu sayılabilir (Lipietz, 1992: 7). Devlet, sınıf çatışmasına müdahale
ederek, Fordist büyüme döngüsünün sürdürülebilmesi amacına uygun düşen bu tip bir sosyal
mevzuatın kurumsallaşmasını sağlamış ve bu sayede, Fordist birikime uygun olarak, efektif
talebin devamlılığını garantiye almıştır (Jessop, 1996: 253).
Altın çağın hegemonik gücü ABD, sistemin biçimlenmesinde önemli bir fonksiyona sahip
olmuştur. Uluslararası para sistemini stabilize etme amacına yönelik olarak 1944 yılında
oluşturulan Bretton Woods sistemi ile pratikte dolara bağlanan ulusal paralar, ABD’nin
uluslararası ilişkilerde üstünlüğünü belirliyordu. Bu gücün kaynağında yatan unsur, Fordist
birikime ve onun temelini oluşturan emek sürecine ilişkin, en iyi örnek olarak, sergilediği yüksek
performanstı. Amerikan malları uluslararası piyasada, temeli yüksek verimliliğe dayalı olan
rekabetçi bir pozisyona sahipti. Bunun doğal sonucu olarak, dolar bütün ülkeler tarafından
uluslararası ödeme aracı olarak kabul edilmiştir (Lipietz, 1992: 9).
Sonuç olarak II. Dünya Savaşı sonrasının refah devleti ve onun düzenleme biçimleri, devlet
politikalarının 1930’lar boyunca devam eden sınıf çatışmaları ve çelişkilerini çözme girişiminin
bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Öte yandan bu devlet politikaları, bir konsensüs oluşturduğu
ölçüde sermayenin genişlemesi için gereken karlılık koşullarını yeniden inşa etmiştir (Levine,
2002: 178). Bu çerçevede sermaye birikiminin sürdürülebilirliği de, söz konusu sınıfsal
çatışmaları dengede tutma kapasitesine sahip ve toplumsal sınıfların rızasını alabilen, güdümlü
gelir akışlarının kurumsal olarak yaratıldığı, hegemonik bir temele oturmuştur.
Fordizm’in yüksek verimlilik artışlarının paralelinde artan kitle üretiminden herkes pay
alamıyordu. Fordist ücret pazarlığı istikrarlı talep artışının kitle üretim teknolojisine büyük ölçekli
yatırım yapılarak karşılanabileceği belli (tekelci) sektörlerde yoğunlaşmıştı. (Harvey, 2006: 161).
Bunun paralelinde işgücü piyasaları, O’Connor’ın “Devletin Mali Krizleri” adlı çalışmasında
belirttiği gibi, sermaye- emek oranının ve verimliliğin yüksek, işçilerin kalifiye ve örgütlü olduğu,
ücretlerin görece yüksek seyrettiği, tekelci olarak adlandırılan sektörler ile çok daha büyük
çeşitlilik arz eden ve işçilerin düşük ücretle, örgütsüz ve geçici çalıştığı rekabetçi sektörlerinden
oluşmaktadır. Yine bu bağlamda rekabetçi sektörün zayıf istihdam ve düşük alım gücüyle, tekelci
sektörün ihtiyaç duyduğu istikrarlı büyüyen iç pazar, sistemin maliyetlerinin
toplumsallaştırılmasına hizmet eden Keynesyen Refah Devleti’nin harcamaları aracılığıyla
sürdürülebilmiştir (Karhanoğulları, 2003: 249,250).
Sistemin işleyişini ilişkin en önemli hoşnutsuzluk ise bizzat emek sürecinin doğasına
ilişkindi. Sermaye birikiminin kesintisiz sürmesini sağlayamaya dönük olarak işçilerin giderek
daha küçük bir bölümünün yüksek göreli ücretlerle, yoğun çalıştırılması, istihdam koşulları
elverdiği ölçüde daha fazla emek yoğunluğu elde etmeye dönük kapitalist hamleler, fiziksel ve
zihinsel kapasitenin ötesini zorladıkça, emeğin kendisine dayatılan değersizleşmiş çalışma
biçimlerine tepkisi büyük bir nefretle toplumsal bir sorun olarak gün yüzüne çıkmıştır
(Braverman, 2008: 156). Nitekim 1960’ların sonunda sendikaların artan bilinçliliği, korporatist
sendikal yapıların dışında kalanların gayri resmi tepkileriyle birleşince, Fordist birikimin reel
ücret artışlarına dayalı illüzyonunun perdesini yırtarak, sınıfsal mücadeleyi arttırmıştır (Aglietta,
1987: 121). Bu çerçevede Fordizm’in yol açtığı sorunlara ilişkin Gorz’dan yapılan alıntı
aydınlatıcı olacaktır.
5
EconAnadolu 2009: Anadolu Uluslararası İktisat Kongresi’nde sunulmuş tebliğdir.
17-19 Haziran 2009, Eskişehir, Türkiye.
“1967–1974 yıllarının toplumsal hareketleri kendilerini devletli toplumlara ait
kurumların belirlediği alanın bilinçli olarak dışında konumlandırıyorlardı, talepte
bulunmak yerine, yaşamı şartlandıran ve oluşturan şeyi değiştirmeye çalışıyorlardı.
Yaşamı hem verimlilik mantığından, hem de soyut çalışmadan, standartlaştırılmadan,
kitlesel tüketimden, norma uygunluktan, sayısallıktan ve senkronizasyondan
kurtararak değiştirmeyi amaçlıyorlardı.” (Gorz, 2001: 20).
Fordizm, belirli bir emek süreci ve bununla bağlantılı bir ücret ilişkisi üzerinde
yükselmekteydi. Dolayısıyla yaşanan kriz söz konusu ücret ilişkisinin yeniden üretiminin bir
kriziydi. Başka bir ifadeyle Fordizm’in temeli, reel ücretlerde göreceli olarak düzenli bir artışın,
artı-değer oranındaki artışı yansıtan toplumsal emek maliyetlerindeki düşüş aracılığıyla mümkün
olduğu bir mekanizmaya dayanıyordu. Emeğin mekanizasyonunun daha ileri bir seviyeye
taşınamaması, kapitalistleri emek tasarrufu sağlamak için sermayenin organik bileşimini
yükseltmeye dönük uygulamalara yönlendirmiş ancak bu durum üretim alanında büyüyen sınıf
mücadelesini çözmediği gibi, var olan emek organizasyonu ve işçi sınıfı tüketimini nihai sınırlarına
yöneltmiştir. Bu koşullar altında verimlilik artışlarının durması ve işsizliğin hızlı artışı,
kapitalistleri ücretlerin satın alma gücüne cepheden saldırıya zorlamıştır (Aglietta, 1987: 161–163).
Diğer yandan kamu mallarının sağlanabilme kapasitesi, özel sektördeki üretkenlik artışlarına bağlı
olduğu için, üretkenlik artışları, Keynesyen Refah Devletinin mali olarak ayakta kalabilmesinin asli
koşuluydu (Harvey 2006: 162).
Yaşanan hoşnutsuzluklar ve yükselen toplumsal muhalefetle beraber özel sektör üretkenlik
ve karlılığının gerilemesi, 1965’ten 1973’e kadar olan dönemde Fordizm’in ve Keynesçiliğin,
kapitalizmin çelişkilerini denetim altında tutmalarının olanaksız olduğunu iyice gün yüzüne
çıkarmıştır (Harvey, 2006: 164,165). 1970’li yıllarda girilen krizle birlikte Keynesyen Refah
Devleti sorgulanır hale gelmiştir. Ancak devlet; ne Fordist altın çağın uzun genişleme döneminin
ne de krizin ana nedenini oluşturmuştur. Her iki konjonktür evresi de, sermaye birikiminin karlılık
koşullarınca belirlenmiş, bu ise sermaye birikimine içkin bir örüntü sergilemiştir (Skaikh, 1985:
99).
Emek piyasalarında, işgücünün dağılımında özellikle tekelci sektörlerde, iş sözleşmelerinden
doğan katılıkları aşma yolundaki her girişim örgütlü işçi sınıfın gücüyle karşılaşmıştır. Üretim
sürecinin söz konusu katılıkları devam ederken, hegemonyanın korunabilmesi için kamusal
hizmetler genişlemeye devam etmiş bu da sermaye birikiminin önündeki bir diğer katılığa
dönüşmüştür. Harvey’e göre Fordist birikimi en iyi tanımlayan kelime rijidite (sertlik) idi. Söz
konusu rijidite problemi, bir yandan değişmez bir tüketici piyasasını varsayarak, kitlesel bir üretim
için uzun dönemli ve büyük ölçekli sabit sermaye yatırımlarıyla ilişkili iken, diğer yandan,
özellikle tekelci sektördeki, yerleşik ve korporatist emek örgütlenmesine dayanan işçi sendikaları
ile ilgiliydi. Esnek olan tek şey, devletin ekonomiyi stabil kılmak için kullandığı, fakat aynı
zamanda enflasyonist bir dalgaya sebep olarak, sistemi çöküşe götüren para basma yetkisiydi. Bu
rijiditeler içinde büyük emek, büyük sermaye, büyük devleti gittikçe, son derece dar tanımlı
çıkarların işlevsiz birlikteliğine sürükleyerek, onları sınırlayan karşıt ilişkiler, politik güçlerin
hantal ve sabit konumlanışı, sermaye birikimini güvenceye almaktan çok onu baltalamaya
başlamıştır (Harvey, 2006: 165-168). Bu durum sermaye cephesinde, ancak Fordizm’in krize
sürüklenmesi ile eleştirel bir boyut kazanmış ve sermaye, emek piyasalarını, emek sürecini
yeniden inşa etme ve dolayısıyla emek maliyetlerini kısıtlama yönünde bir çabaya girişmiştir
(Jessop, 1996: 256).
POST-FORDİZM: KOPUŞ MU, SÜREKLİLİK Mİ?
Kriz sürecinin aşılmasında Fordizm’in katılıklarıyla tamamen çatışma içinde olan bir
kavram, esnek birikim, sermaye açısından son derece önemli bir işlev görmüştür. Esnek birikim,
bir yandan emek sürecini, işgücü piyasalarını, ürünleri ve tüketim kalıplarını büyük bir değişime
uğratmış, diğer yandan yepyeni üretim sektörlerini, finansal araçların çeşitlenmesini, yeni
6
EconAnadolu 2009: Anadolu Uluslararası İktisat Kongresi’nde sunulmuş tebliğdir.
17-19 Haziran 2009, Eskişehir, Türkiye.
piyasaların ortaya çıkmasını ve hepsinden önemlisi, ticari, teknolojik ve örgütsel yeniliklerin
temposunun artışına büyük bir katkı yapmıştır (Harvey, 2006: 170).
1980 sonrasında post-Fordist olarak adlandırılan “yeni” birikim rejiminin kuruluşu, yeni
büyüme döngüsünün taşıyıcısı olabilecek, üretim teknolojilerinin gelişimine ihtiyaç duymuştur.
Bu süreç, özellikle hizmetler sektöründe köklü değişiklikler yapabilen, hipersanayileşmenin
(hyperindustrialisation) temelini oluşturan yeni enformasyon, telekomünikasyon ve veri işleme
teknolojilerini içermektedir. Diğer yandan, emek sürecinin yeniden organize edilmesi, insan ve
makinenin yeni ve daha esnek kombinasyonları, ücretliler arasında yeni hiyerarşilerin yaratılması
ve iş ilişkilerinin sistematik bireyselleştirilmesi ile yönlendirilmektedir. Buradaki amaç, iş
organizasyonları ve emek süreçleri aracılığıyla, Taylorist kitle işçisinin parçalanması, çeşitlenmesi
ve Taylorizm’de görülen üretim sürecindeki kırılganlığın azaltılmasıdır (Hirsch, 1991: 25).
Emeğin piyasa yapısındaki mevcut değişimler, ortaya iki farklı hiyerarşik görüngü
çıkarmıştır. Bunlardan ilki, tam zamanlı, istikrarlı, iş organizasyonunun geleceğini temsil eden
küçük bir grubun oluşturduğu, merkezi temsil eden çalışanlardır. Daha yüksek bir iş güvencesi,
kendi vasıflarını geliştirme ve terfi olanakları, daha yüksek ücret iyi bir emeklilik, sigorta ve diğer
haklara sahip merkezdeki bu gruptan, esnek ve uyumlu olması beklenir. Merkez çalışanlarını işten
çıkarmanın potansiyel maliyetlerinin söz konusu olması, firmayı, yöneticilerin küçük bir merkez
grubunu dışarıda bırakarak, organizasyonun ana işlevlerini bile içerebilecek alt sözleşme
ilişkilerine yöneltebilmektedir. Çalışanların çevre grubu ise iki faklı alt gruptan oluşmaktadır. Tam
zamanlı, vasıflı işçilerden oluşan ilk alt grup, emek piyasasından kolayca elde edilebilme
özelliğine sahiptir. Kariyer fırsatlarına erişimleri oldukça sınırlı olan bu grubun sayısı, işe alınma
ve işten çıkarılmanın yüksek devri sayesinde değişen talep ve üretim koşullarına göre kolaylıkla
değiştirilebilmektedir. Çevrenin ikinci alt grubu ise, sayısal olarak daha da esnek olan çalışanları
içermekte ve büyük ölçüde yarı zamanlı, geçici, informel ve taşeron çalışanlardan oluşmaktadır. İş
güvenliği ise çevrenin ilk alt grubundan bile daha azdır (Harvey, 2006: 171-174).
Öte yandan sistemin işleyiş mekanizmasının ayrılmaz ve yapısal bir unsuruna dönen
belirsizlik, istikrarsızlık ve esnek üretim biçimleri kalıcı bir biçimde “çalıştırılması için gerekli
vasıfları olmayan” bir sınıf yaratmıştır. Marx’ın rezerv işsiz ordusu olarak adlandırdığı bu sınıf,
artık görece istikrarlı bir yapı içinde çalışan kesimi işten çıkarma tehdidiyle disipline etmek
amacıyla dahi kullanılmayan, toplumun dışlanmış ve marjinalleştirilmiş bir kesimini
oluşturmaktadır (Lipietz, 2002: 27).
Birikim sürecinin temelinde yaşanan söz konusu değişimler, beraberinde hızlı bir
sendikasızlaşmayı getirmiştir. Özellikle mal üretiminden, hizmet sanayilerine geçiş yönündeki
değişim, işverenlere, işyerini sendikasızlaştırma yönünde destekleyici bir işlev görmüştür. Buna ek
olarak yöneticilerin hakları güçlendirilmiş, çalışma kuralları sıkılaştırılmış, iş güvenliği azalmış ve
kanunlarla oluşturulan ücret düzeyleri, mümkün olan minimum düzeyin etrafında salınım
göstermiştir. Pek çok durumda kanunlarla korunsa bile, sendikalaşma son derece zayıf bir
karaktere sahip olmuştur (Drache, 1998: 45).
İşgücünün parçalanmışlığı, merkez ve çevre arasındaki yeni sınıf bölünmelerinin unsurlarını
içerdiği ölçüde, toplumda post-Fordist katmanlaşmaya doğru bir eğilimin ortaya çıkmasına neden
olmuştur. Sonuçta bu gelişmeler, Fordist birikimde zaten var olan toplumsal bölünme ve
dualizmin çok daha derinleştiğini göstermektedir (Hirsch, 1991: 27). Bu tip bir bölünmüşlüğe
kolektif bir hareketle direnç gösterilmesi, toplumsal patlamanın yaşanmaması yolunda düşünülen
en iyi çözüm olmaktadır. Bu tip bir hareketin başarısızlığı sonucunda oluşacak toplumsal yapı ise
köktendincilik ve cemaatler gibi kolektif idealizmin arkaik formuna doğru bir yönelişi beraberinde
getirecektir (Lipietz, 1987: 15). İhsan ve biat üzerine şekillenebilecek bu tip toplumsal
formasyonlarda sosyal hak kavramı, yerini “yoksullara yardım” kavramına bırakmıştır.
7
EconAnadolu 2009: Anadolu Uluslararası İktisat Kongresi’nde sunulmuş tebliğdir.
17-19 Haziran 2009, Eskişehir, Türkiye.
Bu koşullar altında devlet, Fordizm’in krizine reaksiyon olarak gelişen ekonomik ve
toplumsal yapıyı, toplumsal bölünmeler ve parçalanmaları, temel almak zorunda kalmıştır. Bundan
da öte bu yeni birikim ve toplum modelini destekleyecek iktisadi ve politik düzenlemeleri de,
geliştirme baskısıyla karşı karşıyadır. Bu çerçevede neoliberal ideolojinin aksine, devlet, kesinlikle
piyasa güçlerinin engelsiz ve serbest işleyişine izin veren geri çekilmiş bir devlet olmamıştır.
Aksine toplumsal çıkarların çoğulculuğundan muaf olarak, gerek ulusal, gerekse uluslararası
düzeyde parçalanmış bir toplum ve artan dengesizlikler sebebiyle, yükselen çatışma ve toplumsal
patlamalara karşı, toplumu bir arada tutmaya dönük olarak, farklı şekillerde ancak daha düşük
maliyetli, daha denetleyici ve baskıcı bir rol üstlenmiştir (Hirsch, 1991: 29).
Başka bir ifadeyle, farklı tonlardaki rıza ve baskı bileşimlerine dayalı hegemonya biçimleri
düşünüldüğünde, gerek ülkelerarası, gerekse ülke içindeki devlet ve toplumsal sınıflar ilişkisinde,
güdümlü gelir akışlarını rızaya dayalı bir hegemonya kurmak için kullanmayan devletlerin,
hiyerarşik toplumsal yapıyı korumak için, kendi meşruluğunu kaybetmek pahasına, zora dayalı ve
bu anlamda baskıcı bir hegemonya biçimini benimsediği söylenebilir.
Post-Fordist üretim düzeninde, toplumsal hiyerarşilerin homojenleşmesi, toplumsal risklerin
azalması, katılık ve durağanlık üreten hantal bir örgütlenme biçimi olarak algılanırken, toplumsal
güvensizlik, çatışma üretebilecek parçalanmış bir toplum yapısı, daha verimli ve daha etkin
çalışan bir iktisadi yapıyı ortaya çıkartabilecek, olumlanan bir mekanizma olarak
değerlendirilmektedir (İnsel, 2003: 25). Bu çerçevede eşitlikçiliği toplum adına tehlikeli olarak
gören muhafazakâr düşünceyle de örtüşen post-Fordist düşünce, 1980 sonrasına, toplumsal uzlaşı
ya da bir sentez yerine çatışmalı bir toplum yapısı bırakmıştır (Altvater, 1984: 47–48). Bunun
paralelinde yüksek verimlilik adına, kısa vadeli, parçalanmış ve dolayısıyla riskli bir toplum
yapısını temel alan söz konusu iktisadi düşünce, kendi dünya tasarımına benzeyen, bir birikim
rejimi, bir emek süreci ve düzenleme tarzı yaratmıştır.
Uluslararası ölçekte ise, Fordist birikim rejimini şekillendiren ABD hegemonyasına, gerek
siyasi gerekse iktisadi açıdan meydan okunması, Amerikan hükümetinin, New Deal
politikalarından beri süregelen finans kesimiyle çatışma geleneğini terk etmesine sebep olmuştur.
Bu durum dünya güç mücadelesinde, Fordist dönemden farklı olarak, temeli finansal sermayeye
dayalı ABD hegemonyasını yeniden sağlamlaştırmada önemli bir rol oynamıştır (Arrighi, 2000:
477). Ayrıca Bretton Woods’dan doğan IMF gibi küresel mali kurumlar üzerinde denetleme
yetkilerine sahip güçlü bir Wall Street/ABD Hazinesi mali rejimi ortaya çıkmıştır (Harvey, 2004:
107–108). ABD kaynaklı söz konusu mali rejim, 1970’li yıllarda yaşanan kriz sonrası dünya
ekonomisinin şekillenmesinde önemli bir rol oynamış ve 1980’lerin sonunda da Washington
Konsensüsü olarak anılan daha operasyonel ve formel bir düzenlemeler bütününü oluşturmuştur.
Yaşanan dönüşümler düşünüldüğünde, yaygın kanının aksine neoliberal politikalar ve
yapısal uyum programlarının sadece “azgelişmiş” ülkelere yönelik olarak uygulanan yaptırımlar
olmadığı, aksine söz konusu politikaların öncelikle erken kapitalistleşen ülkelerde uygulanmaya
başlandığı belirtilmelidir. Akçay ve Türkay (2006)’nın belirttiği gibi:
“Bu çerçevede geç kapitalistleşen ülkeler özelinde, “neoliberal politikaların
“dışardan yapılan dayatmalar” ile açıklanması yerine, geç kapitalistleşen
ülkelerdeki sermaye birikim sürecinin geldiği düzey ile dünya genelinde birikim
sürecinin işleyişi arasındaki etkileşimin ve bunun sonucunda gerçekleşen
uyumun/yeni eklemlenme biçiminin analiz edilmesi yaşanan gerçekliğin
anlaşılmasında daha kapsamlı bir çerçeve sunacaktır” (s.52).
Yeni ortodoks iktisat ve bunu temsil eden Washington Konsensüsü, Keynesyen Refah
Devleti uygulamalarını ve 1970’lerin krizini vurgulayarak, problemin merkezine devleti
koymuştur. Bu çerçevede krizin ve bununla beraber oluşan zayıf ekonomik ilerlemenin sebebi,
politik bir mesele olarak görülmüştür. Ancak burada bireysel politik kararlardan çok, devlet
politikalarının bütün faaliyet alanı yaşanan gelişmelerin sorumlusu olmuştur (Hirsch, 1991: 9).
8
EconAnadolu 2009: Anadolu Uluslararası İktisat Kongresi’nde sunulmuş tebliğdir.
17-19 Haziran 2009, Eskişehir, Türkiye.
Böyle bir tanıdan hareket eden konsensüs, devletin iktisadi alana müdahalesini ortadan
kaldırmayı, gelişmeyi mümkün kılabilmek için bir zorunluluk olarak görmüştür.
Diğer yandan yaşanan bu süreç yalnız ABD’de değil tüm dünya ekonomisinde, sermaye
içindeki güç dengesinin üretim etkinliklerinden finansal etkinliklere doğru kaymasını gerekli
kılmıştır. Bu çerçevede ele alınabilecek devlet borçları da, her tür spekülatif hareket fırsatını,
değişim geçiren böyle bir ekonomik yapı içinde sunmuştur (Harvey, 2004: 54–55). Boyer
(2000)’in ifade ettiği gibi teknik bir ifadeyle, merkezine ücret uzlaşısını koyan savaş sonrasının
Fordist rejiminden, aynı merkezi rolü üstlenen finansal sistemin belirleyiciliğine doğru bir kayış
söz konusudur.
Ekonomileri, finansallaşmış Anglo-Amerikan modeline zorlayan ve evrensel olduğu iddia
edilen kurallar, birbiriyle bağlantılı olarak dallanıp budaklanmış, gerek finansal sistemi gerekse,
firma yönetimi, ürün piyasası, emek piyasası gibi diğer alt sistemleri ve daha da önemlisi refah
devletini değişime zorlamıştır (Wade, 2007: 127). Bugün için ABD dışındaki pek çok hükümet
finans temelli bir ekonominin çekirdek kurumlarını inşa etmeye zorlanmaktadır. Bundan umulan
ise tıpkı ABD gibi benzer getirilere sahip olma beklentisidir. Kuşkusuz bu ulusal ekonomiler
piyasa yönlü ve finansal aracılık üzerine güçlü bir şekilde uzmanlaşmış da olabilirler ancak
ABD’nin oynadığı asimetrik rol, basit bir şekilde kamu harcamalarını kısmak ya da emek
piyasasını esnekleştirmekle işlevsel hale getirilemez. Bugün için ABD, başka bir yerde ısrarlı
çabalara rağmen bir türlü işlevsel hale gelemeyen asimetriden faydalanmaktadır. Bunun en önemli
nedenini ise, dünya ölçeğinde bir finansal aracı pozisyona ve ekonomik organizasyona sahip olan
ABD’nin tarihsel hegemonik koşullarında aramak gereklidir (Boyer, 2000: 142–143).
TÜKETİM İDEOLOJİSİ
Tüketim kültürünün, kapitalizmin hangi evresinden başlayarak analiz edilmesi gerektiği
konusunda bir görüş birliği olmamakla birlikte, tüketim kültürünün kapitalizme ait bir kavram
olduğu tartışmasız kabul edilmektedir (Dağtaş ve Dağtaş, 2009: 30).
Fordizm, tarihte ilk kez metaların bireysel sahipliğinin, tüketimin somut pratiklerini kontrol
edebildiği bir işçi sınıfı tüketim normu yaratmıştır. Aynı zamanda söz konusu tüketim normu,
kapitalist üretim ilişkileri tarafından sürekli koşullanmıştır. Başka bir ifadeyle gerekli bağlantıları
içeren kapalı bir döngü olarak üretimin iki sektörü arasında, metaların dolaşımının mümkün
olması, aynı zamanda kapitalist üretim ilişkileri tarafından şekillenen emeğin de, tüketim
pratiklerini belirleyen bu üretim ilişkileri tarafından koşullandırılmasını gerekli kılmıştır (Aglietta,
1987: 152-154). Yine bu çerçevede konut ve otomobil Fordist sisteme rengini veren iki önemli
meta olarak karşımıza çıkmaktadır. Taylorist prensiplerin montaj hattıyla daha da ileri götürülmesi
sonucunda keskin bir biçimde artan emeğin yoğunluğu işyerindeki “boşa geçirilebilecek” zaman
sürecini baskılayarak işgününün kısalmasını sağlamıştır. Ancak bu durum, emeğin gerek fiziksel
gerekse zihni olarak tükenmişliğine yol açtığı ölçüde, işyeri dışında bir mekâna ihtiyaç
duyulmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla kapitalizmin iş ve boş zaman ayrımını güçlü bir biçimde
şekillendirerek ayrı bir mekan (konut) ve bu ayrılmışlığı birbirine bağlayacak bir araç (otomobil)
ihtiyaçlarını yaratmıştır (Aglietta, 1987: 159) Ancak, ev ve otomobil gibi dolaşım alanına ait
mülkiyet sahipliği, kapitalist sistemin doğası gereği çalışan sınıfların üretim araçlarına sahip
olmasına dönüşmeyeceği için, ücretli emek olarak çalışmanın tüm yabancılaştırıcı etkileri daha da
artarak sürüp gitmiştir (Şahin, 2009: 117).
Tüketimin mantığının göreceli artı değer yaratımına odaklı emek süreciyle uyumlu olması
için, kullanım değerleri toplamının kapitalist kitle üretimiyle adapte edilmesi zorunluydu. Bu ise
temel bir toplumsal önem kazanan işlevsel estetik (dizayn) mantığının yaratılmasını anlamına
geliyordu. Söz konusu estetik, teknik kısıtlar altında, montaj hattının standardize edilmiş üretim
sürecinin bir ürünü olmuş ve sonuçta bireyler ve nesneler arasındaki gerçek ilişkiyi hayali
ilişkilerle çoğaltmıştır (Aglietta, 1987: 160–161).
9
EconAnadolu 2009: Anadolu Uluslararası İktisat Kongresi’nde sunulmuş tebliğdir.
17-19 Haziran 2009, Eskişehir, Türkiye.
Öte yandan piyasalar hiçbir zaman yalnızca basit bir şekilde alıcı ve satıcıların bir araya
geldiği bir sistem olmamıştır. Piyasalar, sürekli yeniden inşa edilen ve yeni bir biçime giren
gerekli güç ilişkilerinin somutlaştığı belirli bir toplumsal ve kurumsal yapı içinde, diğer tüm
alternatif değişim ilişkilerini yok ederek, insanlar arasındaki ilişki ağlarını örmüştür (Migone,
2006: 174). Bu bağlamda Braverman (2008) işgücünün Fordist emek sürecine alıştırılma
görüntüsünün, diğer yaşama biçimlerinin tümünün imhasıyla oluşan modern kapitalist hayat
ağının kurulması aracılığıyla gerçekleştiğini belirtmektedir (s. 156).
Bunun paralelinde kitlesel üretim ve tüketime dayalı Fordist sistem, kendisini daha çok
kendi metalarında ideolojik olarak yeniden üretmekte ve bunun aracılığıyla her meta da aynı
zamanda kendini üreten sistemin ideolojisini üretmektedir. Son kertede ideoloji meta yoluyla
maddileştirilmektedir (Fiske, 2000’den aktaran, Şahin, 2009: 118).
Fordizm’den başlayarak sürdürülebilir belli bir birikim oranı, daima üretim ve tüketimin
entegrasyonuna ihtiyaç duymuştur. Söz konusu bu entegrasyon biçimi (Fordist ya da post-Fordist),
sınıf ilişkilerinin tarihsel ve maddi gerçeklikleri, sınıf mücadelesinin bir nesnesi olmuştur
(Migone, 2006: 174). Dolayısıyla kapitalist ekonominin üretim ve tüketim aşamalarının
birleştirilme biçimi, toplumsal sınıfların maddi koşullarını yansıttığı ve bundan etkilendiği için
sınıf ilişkileri sistemin anahtar momenti olmaktadır. Tartışmalı olsa da modern kapitalizmin
başarısı, sınıflar arasındaki maddi ilişkilerin, sürekli olarak işçi sınıfının artan parçalanmasıyla
belirsizleştirilmesi ve tüketimci, bireyci pratikler aracılığıyla da etkisizleştirilmesi amacıyla, söz
konusu entegrasyon biçimlerini ayarlayabilme kapasitesinde yatmaktadır (Migone, 2006: 176).
1970’li yıllarda yaşanan Fordizm’in krizi de, bu sözü edilen üretim ve tüketim arasındaki
entegrasyon biçimini değişime zorlamıştır. Başka bir ifadeyle krize bir çözüm olarak gelişen esnek
birikim ya da post-Fordizm beraberinde tüketim alanının da esnekleştiği, devir hızın yükseldiği bir
yapıya dönüşerek, Fordizm’in kitlesel üretim-tüketim entegrasyon biçimini ve bunun üzerine inşa
edilen siyasal görüşleri, alışkanlıkları, inançları, her şeyden önemlisi emek gücünün ve
denetiminin var olan kontrol biçimlerini alt üst ederek, esnek üretim-tüketim entegrasyonu
biçimine dönüştürmüştür. Bu çerçevede Ercan (1997)’in belirttiği gibi, 1970’lerle uygulamaya
sokulan makro ve mikro düzeydeki mekanizmaları, sermayenin kriz karşısında, yeniden
yapılanması olarak okumak mümkündür. Dolayısıyla esneklik, teknolojik gelişme ya da kalite
sermaye açısından uyulması gereken zorunluluklara dönüşmüştür (s. 4).
1980 sonrasında dünya ekonomisinin esnek üretim ve tüketim entegrasyonuna dayalı
yapısal dönüşümü, farklı bir zaman kesitinde ve farklı bir bağlamda da olsa Marx’ın, 19. yüzyıl
için yaptığı kapitalizm tasvirinin ne denli canlı olduğunu aşağıdaki alıntıdan görmek mümkündür.
Sermaye, ulusal engelleri ve önyargıları aştığı gibi, doğanın tanrılaştırılmasını, var
olan gereksinimleri gelenekleşmiş, belirli sınırlar içinde doyunganlığa saplanmış
biçimde karşılanmasını ve eski yaşam biçiminin yeniden-üretilmesini de aşar. Bütün
bunlara karşı o, üretken güçlerin gelişmesini, gereksinimlerin genişlemesini, üretimin
çok yanlı olmasını, doğal ve zihinsel güçlerin üretiminin çeşitliliğini ve işletilmesini
ve değişimini frenleyen bütün engelleri ortadan kaldıran yıkıcı ve sürekli kökünden
değiştiricidir ( Marx, 1999a: 310).
Aglietta’nın Neo-Fordizm olarak adlandırdığı yoğun birikim rejimi, kitlesel tüketimin sosyal
maliyetlerinin kapitalist üretimin fazlalıklarıyla karşılandığı ve özel tüketim normunun dönüşümü
üzerine oturan Fordizm’in aksine, ücretli emeğin topyekûn varlık koşullarının dönüşümünü,
kapitalist birikim sürecine eklemleyerek kriz sürecinden doğmuştur (Aglietta, 1987: 168). Bu süreç
1980 sonrasında kendisini, ayna anda hem emeğin yaşam koşullarını kötüleştirerek yükselen
eşitsizlikler, hem de tüketimdeki patlama ile göstermiştir. Gelir dağılımın Fordist döneme göre
daha da bozulduğu 1980 sonrası süreci, tüketimci anlayıştan hedonik tüketime geçiş olarak
yorumlayan kimi yazarlar yaşananların paralelinde tüketimin kendisinin de, çok katmanlı ve eşitsiz
bir hal aldığını vurgulamaktadır. (Migone, 2006: 177).
10
EconAnadolu 2009: Anadolu Uluslararası İktisat Kongresi’nde sunulmuş tebliğdir.
17-19 Haziran 2009, Eskişehir, Türkiye.
Esnek birikimin, işgücü piyasa yapılarını değiştirmesiyle beraber, sanayinin örgütlenmesinde
de benzer değişimler yaşanmıştır. Taşeron sözleşmelerinin sistematik hale gelişi, küçük
işletmelerin kurulmasına imkan sağlarken, bazı durumlarda fason, ev eksenli (patriyarkal),
paternalist eski çalışma sistemleri, üretimin sisteminin münferit değil temeli olarak gözükmektedir.
Bu haliyle “gelişmiş” ülkelerin üretim yapıları giderek “azgelişmiş” olanlara benzemeye
başlamıştır (Harvey, 2006: 176).
1980 sonrasının uygulamaları, esnek birikime dayanan post-Fordizm’in, standartlaştırılmış
kitlesel mal tüketimi ve asgari bir ücret olmadan, ancak eşitsizlikleri artırarak işleyebildiğini
göstermiştir. İstikrarsızlıkların arttığı bir süreçte, sistemin işleyebilmesinin en önemli mekanizması
esnekliğin, en düşük maliyetle üretime izin verdiği ölçüde, başka yerdeki emek gücünün düşük
ücretinin yol açacağı olumsuzlukları kısmen gidermesi olmuştur. Ancak bunun gerçekleşmesi
küresel ölçekte gittikçe artan miktarda emek gücünün söz konusu esnek ve alt sözleşme ilişkilerine
dayalı olarak ve büyük ölçüde enformel biçimde çalıştırılmasıyla mümkün olmaktadır. Üretimin
küreselleştiği bir dünyada işçiler, esnek çalışma koşullarına sahip diğer işçilerin ürettiklerini
tüketmektedir. Bundan da öte işçilerin bir yanılsama olarak piyasadaki “özgür” seçimlerine
dayanan tüketim pratikleri, esnek üretim tarzının yeniden üretimine imkân verecek şekilde üretim
alanını biçimlendirir (Rothstein, 2005: 285).
Toplumsal ilişkilerin sonucu ve tüketimin nesnesi olan metanın, toplumsal ilişkiler içinde
sadece meta olarak algılanmasıyla birlikte, yaşanan süreci analiz etmek güçleşmektedir. Fakat
meta fetişizmi olarak tanımlanan bu olgu aslında kapitalist toplumda yaşanan bir gerçekliktir.
Toplumsal yaşamın her alanını meta üreten bir aygıta dönüştüren kapitalizm, sosyal ilişkilerin
nesneler arası ilişkiye döndüğü yönünde bir algılamaya neden olmaktatır (Ercan, 1997: 6–7).
Marx’ın tanımladığı meta fetişizmi emeğin toplumsal niteliklerinin nesnel görünüşüdür.
Buna göre değer kendini meta ve para şeklinde göstermektedir. Metanın gizemi kullanım
değerinden gelmektedir. İnsanlar herhangi bir biçimde, başkaları için çalışmaya başladıkları andan
itibaren emekleri toplumsal bir biçim alır. Metanın içinde insan emeğinin toplumsal niteliği,
insana, bu emeğin ürününe nesnel bir nitelik olarak görünmektedir. Üreticilerle kendi aralarındaki
ilişki, onlarla emek ürünleri arasında toplumsal ilişki olarak görünür. Metaların varlığı ve emek
ürünleri arasında bir değer ilişkisi ve metaların fiziksel özellikleri ile bu fiziksel özelliklerden
doğan maddi ilişkiler arasında mutlak bir bağ yoktur. İnsanlar arasındaki toplumsal ilişkiler
metalar arası hayali bir ilişki biçiminde görünür. Yani insan emeğinin ürünleri insandan bağımsız
canlı varlıklar gibi görünerek hem birbirleriyle hem de insanlarla ilişki içine girerler. Bireyin
emeğini öteki üreticilerin emeğine bağlayan ilişkiler, üreticilere, aslında olduğu gibi, çalışan
bireyler arasında doğrudan toplumsal bir ilişki olarak değil, tersine, kişiler arasında maddi ilişkiler
ve şeyler arasında toplumsal ilişkiler olarak görünür. Emek ürünlerinin üretildikleri anda meta
damgasını vuran emek ürünleri arasındaki değer ilişkisi ve bu durumun meta üretiminden
ayrılamamasına meta fetişizmi denir (Marx, 1999b: 86).
SONUÇ YERİNE: 1980 SONRASI TÜRKİYE’DE POST-FORDİST DÖNÜŞÜM
Finansal serbestleşme ve emek üzerindeki denetimin önemli bir rol oynadığı neoliberal
dönüşüm açısından 1980 yılında alınan 24 Ocak kararlarını milat olarak kabul etmek yanlış
olmayacaktır. Öte yandan Türkiye’nin 1980’li yıllarda yaşadığı dönüşümü anlamak için iktisadi
ve siyasal alanı şekillendiren 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül askeri müdahalesinin uygulamalarına
bakmak gerekmektedir. Bu çerçevede Savran (1992)’ye göre her iki gelişmeyi de sermaye
birikiminin tıkanıklığını aşma girişimi olarak görmek mümkündür ( s. 109). Her ikisi de aynı
nedenin sonuçları olsa da ikisi arasında en dikkat çeken ve somutluk kazanan konu ücret
düzeyleridir. 24 Ocak Karaları’nın mimarı ve sonraki yıllarda da uygulayıcı olan T. Özal ve darbe
sonrasında halka hitap eden K. Evren’in aynı şeyden yani “yüksek” ücretlerden şikâyet etmeleri,
bunun en önemli göstergesidir (Boratav, 1993: 121–122).
Esnek Birikim
11
EconAnadolu 2009: Anadolu Uluslararası İktisat Kongresi’nde sunulmuş tebliğdir.
17-19 Haziran 2009, Eskişehir, Türkiye.
Türkiye’nin dışa açılma sürecinde emek piyasasına yönelik politikaları, piyasanın
esnekleştirilmesi stratejisi belirlemektedir. Yaygın özelleştirme uygulamaları, devletin emek
piyasasındaki düzenleyici rolünün değişen biçimi, işlerin sürekli statüden, kısmi veya geçici
statüye dönüştürülmesi, artan kayıtdışılık, sendikaların toplu pazarlık gücünün zayıflatılması,
sendikal örgütlenme üzerindeki engeller emek piyasasını esnekleştiren uygulamaların başında
gelmektedir (Mütevellioğlu ve Işık, 2009: 182).
Belirtilmesi gereken en önemli nokta Türkiye’de istihdamın yarısının kayıtdışında olması
Türkiye emek piyasasının yeterince esnek olmasını sağlamaktadır. Başka bir ifadeyle çalışanların
yarısı için çalışma ilişkileri konusunda zaten herhangi bir kural geçerli değildir (Mütevellioğlu ve
Işık, 2009: 183).
Köse ve Öncü (2000)’in imalat sanayi bulguları, Türkiye ekonomisi imalat sanayiinde hâkim
olan esneklik biçiminin, işgücü piyasası esnekliği (ücret ilişkisi esnekliği) olarak adlandıralan bir
tarzda olduğunu göstermektedir. Bunun da özellikle Anadolu kentlerinde ortaya çıkan emek
yoğun sektörlerin artışıyla beraber gerçekleştiği belirtilmektedir (s. 85). “Anadolu Kaplanları”
olarak da anılan bu oluşumlar, Türkiye’de sanayileşmenin yeni dinamikleri olarak gösterilerek,
geleneksel sanayi kentlerine alternatif yeni mekânlar olarak öne çıkarılmıştır. Ancak bilindiği gibi
“kaplanlar” büyük ölçüde kayıt dışılık ve düşük ücret ile karakterize olan ve uluslararası sistemle
ancak bu şekilde rekabet edebilen emek gücünün ağır çalımla koşullarındaki mekanizasyonu
sebebiyle ilkel Taylorizm koşullarına sahiptir (S. 87).
2003 yılında yürürlüğe giren 4587 sayılı İş Yasası ile çalışma hayatında esnekliği arttıran
düzenlemeler yapılmış, geleneksel iş ilişkisi ve iş sözleşmeleri yanında atipik/standart dışı yeni iş
ilişkileri ve iş sözleşmesi türleri getirilmiştir. (Mütevellioğlu ve Işık, 2009: 183).
Yeni Oyuncular, Yeni Bireyler ve Tüketim
Uygulamaya konan yeni model yalnızca bir iktisadi alanı değil tüm toplumsal yapıyı
alışkanlıkları ve hepsinden önemlisi tüketim kalıplarını değişime uğratmıştır. Bu çerçevede
1980’lerle beraber, toplumcu fikirler yerine bireyciliği, paylaşma yerine yarışmayı, başkaldırı
yerine sistemle özdeşleşmeyi seçen adeta 1970’li yılların devrimci genç tipinin antitezi bir
karekter belirmiştir. Bu tipin adının (yuppi-genç şehirli profesyoneller) konulması ise 1980’lerin
ortalarında gerçekleşmiştir. Yaşam tarzları ve tüketim tercihleriyle bu genç profesyoneller,
toplumun geniş bir kesiminin özlemlerini, tüketim kalıplarını ve ideolojilerini etkileme de hatta
zaman zaman belirlemede önemli bir rol oynamıştır (Kozanoğlu, 1997: 740-741).
1980 sonrası Türkiye’de sınıf dengeleri sermayenin lehinde ciddi bir değişim geçirmiştir.
Özal’la birlikte Türkiye toplumu bir tüketim toplumuna dönüşmüştür. Her şeyin yeni zenginler
için ulaşılabilir olduğu bu süreçte medyadaki, özellikle televizyonlardaki, reklamlar aracılığıyla
1980 öncesine göre daha yoksullaşmış evlere giren yeni ve gittikçe çeşitlenen tüketim malları
refah yanılsaması yaratmıştır. Ancak maaş ve ücretle geçinen büyük çoğunluk “hayat
pahalılığına” karşı ciddi bir hayatta kalma mücadelesi vermekteydi (Ahmad, 2003: 161).
1980 öncesinin “işveren/patron” kavramı yerini “işadamı/girişimciye” bırakmış, emek
güçlerinin aksine sonsuz örgütlenme özgürlüğüyle beraber, toplumun diğer kesimlerinden daha
saygın bir pozisyona yükseltilerek, hükümet politikalarına yön verebilme meşruiyeti sağlamıştır
(Özgen-Ertubey, 1997: 743). Bunun paralelinde işadamlarını önemli uzmanlara dönüştüren
medya-bağımlı siyasetin yükselişi, kitleler üzerinde burjuvaziyi yozlaşmış politik sisteme
alternatif olarak göstermiştir. Ancak resmi siyasal alanı yansıtan rasyonel ve yasal ilkeler, sıklıkla
siyasetin sahne arkasındaki, enformel ilişkileri yansıtan klientelizm ile hep bir arada var olmuştur
(Ermence, 2008: 53). Türkiye’deki sermaye birikim sürecini hızlandırma amacına dönük bu tip
klientelist ilişki biçimleri devlet-işadamları arasında sistemin yapısal bir unsuruna dönüşmüştür.
Finansallaşma ve Tüketim
12
EconAnadolu 2009: Anadolu Uluslararası İktisat Kongresi’nde sunulmuş tebliğdir.
17-19 Haziran 2009, Eskişehir, Türkiye.
Finans korumacılığı, Türkiye’de devletin yüksek faiz oranları ile borçlanıp, hazine
tahvillerini satın alan bankalara karlılık sağlama süreciyle uygulanmıştır.80 sonrası yeniden
yapılanma döneminde uluslararası ve iç pazarda yayılmakta olan sermaye grupları, banka sahipliği
yoluyla, finans sektöründe, gereksinim duydukları para sermayeyi sağladıkları bir korunak
buldular. Böylece sermaye gruplarını kredi kaynaklarına ayrıcalıklı erişimi yoluyla korunmasının
sağlandığı bir politikayı işaret ediyordu (Gültekin-Karakaş, 2007: 274).
1980 sonrası bankacılık sektöründe, tasarrufları arttırmak ve mali sistem içine çekebilmek
için pozitif reel faiz ve esnek kur politikaları, yeni bankaların girişine izin verilmesi, sektörün
yabancı bankalara açılması, döviz işlemleri ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesine
gidilmesi sektörün hızla büyümesine neden olmuştur. 1990’larda elektronik bankacılık hizmetleri
hız kazanırken, ATM, POS, kredi kartı kullanımı yaygınlaşmıştır (Ergüneş, 2008: 222–223).
1990 sonrası finansal korumacılığı sona eriyor olmasıyla, küresel bütünleşmenin
tamamlanması ve daha örtük ve az savurgan korumacılığa gereksinimi doğmuştur. Bu gelişme
Türkiye’de sermayenin en uluslararasılaşmış fraksiyonun gündemindeki, küresel bütünleşmeyi
önceleyen bir reform programına geçişi ifade etmektedir (Gültekin-Karakaş, 2007: 276–277).
Tüketim kolaylıkları dediğimizde tüketici kredileri ve kredi kartları örnekleri özellikle
Türkiye’de 1990’lı yıllar ve sonrasında dikkat çekici boyutlara varmıştır. Kapitalizmin
aşamalarında biri olan üretim kalıplarındaki değişmenin uzantısı olan tüketim kalıplarındaki
değişme ve hızla reklamlar aracılığıyla gündelik hayatımızı etkisi altına almıştır. Daha çok
tüketerek kendini yeniden ürettiğini düşünen insanlar yaratılmıştır. Emek kesiminin ücretlerini
banka kanalıyla alması sonucunda finansın müşteriyi ayağına getirmesi ve kendine bağlaması
kolaylaşmıştır. Kayıt altına alma adına emekçilerin ücretlerinin banka kanalıyla ödenmesi bu
insanların geleceklerini tüketme kolaylığı sağlanmıştır. Gelirlerinin çok üzerinde harcama
yapmalarını sağlayan kredi kartları örneği tüketim hızını inanılmaz boyutlara ulaştırmış, emeğinin
karşılığını eksik alanların zorunlu ihtiyaçlarını finans kanalından borçlanma yoluyla
gerçekleştirdiği görülmüştür. Finansal kesim borçlanmanın kolaylığı karşısında borcun
ödenememesi riskine yüksek faiz oranı ve güçlü bir avukatlar ordusuyla çözmektedir.
“Kredi kartı doğru kullanıldığında hayat kurtarır” sloganıyla beynimize kazınarak kredi kartı
mağdurları olan kesimin inceleme konusu yapılmasını önlemiştir. Kredi kartının doğru kullanım
yöntemlerinin öğretilmesinden önce emeğinin karşılığını tam alabilme yöntemlerinin beynimize
kazınması ve neden bankadan borçlanayım zaten ihtiyaçlarımı karşılayabiliyorum mantığını
yerleşmesi gerekiyor. Tüketimi hızlandırdığı için borçlanmanın önüne konulan engellerin finansal
kesimi koruduğu borçlanan kesimi büyük bedeller ödediği evini, işini ve hatta hayatını kaybederek
ödediğini çok yakın geçmişimizden biliyoruz.
KAYNAKLAR
AGLIETTA, Michel (1987), A Theory of Capitalist Regulation, Verso: Kondon.
AHMAD, Feroz (2003), Turkey: The Quest for Identity, Oxford: Oneworld Publications.
AKÇAY, Ümit, TÜRKAY, Mehmet (2006), “Neoliberalizm’den Kalkınmacı Yaklaşıma; Devletin
Sermaye Birikimi Sürecindeki Yeri Üzerine” İktisat, Siyaset, Devlet Üzerine Yazılar
içinde (der. Burak Ülman, İsmet Akça), Bağlam Yayınları, İstanbul, ss. 49–65.
ALTVATER, Elmar (1984), “Neo-Liberal Karşı Devrimin Hiç de Gizli Olmayan Çekiciliği”,
Çev: N. Satlıgan, İktisat Dergisi, Sayı: 241, ss. 43–59.
ARRIGHI, Giovanni (2000), Uzun Yirminci Yüzyıl (Çev. R. Boztemur), Ankara: İmge Kitabevi
Yayınları.
BORATAV, Korkut (1993), Türkiye İktisat Tarihi, Ankara: İmge Kitabevi.
13
EconAnadolu 2009: Anadolu Uluslararası İktisat Kongresi’nde sunulmuş tebliğdir.
17-19 Haziran 2009, Eskişehir, Türkiye.
BOYER, Robert (2000), “Is a Finance-led growth regime a viable alternative to Fordism? A
preliminary analysis”, Economy and Society, V. 29 N. 1, ss. 111–145.
BRAVERMAN, Harry (2008), Emek ve Tekelci Sermaye (Çev. Çiğdem Çidamlı), Kalkedon
Yayınları: İstanbul.
DAĞTAŞ, Banu, DAĞTAŞ, Erdal (2009), “Tüketim Kültürü, Yaşam Tarzları, Boş Zamanlar ve
Medya Üzerine Bir Literatür Taraması” Medya, Tüketim Kültürü ve Yaşam Tarzları
içinde (der. Banu Dağtaş, Erdal Dağtaş), Ütopya Yayınevi: Ankara, ss. 27-75.
DRACHE, Daniel (1998), “From Keynes to K-Mart: Competitiveness in a Corporate Age”, States
Against Markets: The Limits of Globalization içinde (der. Robert Boyer, Daniel Drache),
Routledge, London, ss. 31–61.
ERGÜNEŞ, Nuray (2008), Bankalar, Birikim,Yolsuzluk:1980 sonrası Türkiye’de Bankacılık
Sektörü, Sosyal Araştırmalar Vakfı Yayınları: İstanbul.
EMRENCE, Cem (2008), “After Neo-liberal Globalization: The Great Transformation of
Turkey”, Comparative Sociology, V. 7. ss. 51-67.
ERCAN, Fuat (1997), “Tarihsel ve Toplumsal Bir Süreç Olarak Kapitalizm ve Esneklik”, 95’-96
Petrol-İş Yıllığı, Türkiye Petrol Kimya Lastik Sanayi İşçileri Sendikası, İstanbul, ss.661693.
GÜLTEKİN-KARAKAŞ, Derya (2007), “Türkiye’nin Yapısal Dönüşüm Sürecinde Banka
Reformu” Türkiye’de Kapitalizmin Güncel Sorunları içinde (der. Fuat Ercan, Tolga
Tören, Seçil Paçacı, Özlem Taştan, Mim Sertaç Tümtaş, Özlem Tezcek), Dipnot
Yayınları, Ankara, ss. 269–313.
GORZ, Andre (2001), Yaşadığımız Sefalet Kurtuluş Çareleri (Çev. N. Tutal), Ayrıntı Yayınları,
İstanbul.
HARDT, Michael, NEGRI, Antonio (2003), Dionysos’ un Emeği Devlet Biçiminin Bir Eleştirisi
(Çev. E. Başer), İletişim Yayınları, İstanbul.
HARVEY, David (2004), Yeni Emperyalizm (Çev. H. Güldü), Everest Yayınları, İstanbul.
HARVEY, David (2006), Postmodernliğin Durumu, Metis Yayınları: İstanbul.
HIRSCH, Joachim (1991). “Fordism and Post-Fordism: The Present Social Crisis and its
Consequences”, Post-Fordism and Social Form-A Marxist Debate on the Post-Fordist
State içinde (der. Werner Bonefeld, John Holloway), Palgrave, London, ss. 8–35.
İNSEL, Ahmet (2003), ““Piyasaların” İdeolojik İşlevi”, Birikim, S. 170–171, ss. 21–27.
JESSOP, Bob (1996), “Post-Fordism and the State”, Post-Fordism: A Reader içinde (der. Ash
Amin), Blackwell Publisher, Oxford, ss. 251–279.
KARAHANOĞULLARI, Yiğit (2003), “Türkiye’de “Devletin Mali Krizleri””, Praksis, Sayı: 9,
ss. 247–276.
KOZANOĞLU, Hayri (1997), “80’lerden 90’lara Yuppieler”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi. Cilt: 13. İletişim Yayınları, İstanbul.
LEVINE, Rhonda F. (2002), “The Withering Away of the Welfare State? Class, State, and
Capitalism”, Paradigm Lost: State Theory Reconsidered içinde (der. Stanley Aronowitz),
University of Minnesota Press, Minneapolis, ss. 170–184.
LIPIETZ, Alain (1987), “The Regulation Approach and Problems of Current Capitalist Crisis”,
International Conference on “Marxism and The New Global Society”. Seoul, ss. 1–37.
LIPIETZ, Alain (1992), Towards a New Economic Order: Post-Fordism, Ecology and Democracy
(Çev. M. Slater), Oxford University Press, New York.
14
EconAnadolu 2009: Anadolu Uluslararası İktisat Kongresi’nde sunulmuş tebliğdir.
17-19 Haziran 2009, Eskişehir, Türkiye.
LIPIETZ, Alain (2002), “The Fortunes and Misfortunes of Post-Fordism”, Çev. S. Knafo, Phases
of Capitalist Development: Booms, Crises and Globalization içinde (der. Robert
Albritton), Palgrave, London, ss. 17–35.
MARX, Karl (1999a), Grundrisse (Çev. Arif Gelen), Sol Yayınları: Ankara.
MARX, Karl (1999b), Kapital-1 (Çev. A. Bilgin), Sol Yayınları: Ankara.
MIGONE, Andrea (2007), “Hedonistic Consumerism: Patterns of Consumption in Contemporary
Capitalism”, Review of Radical Political Economics, V. 39 N. 2, ss.173-200.
MÜTEVELLİOĞLU, Nergis, IŞIK, Sayım (2009), “Türkiye Emek Piyasasında Neoliberal
Dönüşüm” Küreselleşme, Kriz ve Türkiye’de Neoliberal Dönüşüm içinde (der. Nergis
Mütevellioğlu, Sinan Sönmez), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay.: İstanbul, ss. 159-204.
ÖZGEN-ERTUBEY, Neşe (1997), “Türkiye’de İşadamları ve İşverenler”, Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi. Cilt: 13. İletişim Yayınları, İstanbul.
ROTHSTEIN, Abrahamer F. (2005), “Challenging Consumption Theory: Production and
Consumption in Central Mexico”, Critique of Anthropology. V. 25 N. 3, ss. 279-306.
SAVRAN, Savran (1992), Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri, Kardelen Yayınları: İstanbul.
ŞAHİN, Edgücan, Ç. (2009), “Tüketim Toplumu: “Mükemmele Evrilen Politika”” Medya,
Tüketim Kültürü ve Yaşam Tarzları içinde (der. Banu Dağtaş, Erdal Dağtaş), Ütopya
Yayınevi: Ankara, ss. 103-141..
SHAIKH, Anwar (1985), “Günümüz Dünya İktisadi Bunalımı: Nedenleri ve Anlamı”, 11. Tez
Kitap Dizisi, Sayı 1, ss. 82–103.
WADE, Robert (2007), “A New Global Financial Architecture?”, New Left Review, N. 46, ss.
113–129.
WALLERSTEIN, Immanuel (1996), Tarihsel Kapitalizm, Metis Yayınları: İstanbul.
15

Benzer belgeler