Avrasya Araştırmaları Bülteni Nisan 2016 - Çavsam

Transkript

Avrasya Araştırmaları Bülteni Nisan 2016 - Çavsam
Bu çalışma, Çankırı Karatekin Üniversitesi Avrasya Stratejik Uygulama ve Araştırma Merkezince yürütülen araştırmacı
yetiştirme programında görev alan öğrenciler tarafından hazırlanmaktadır. Her yazının sorumluluğu yazarlarına aittir.
AVRASYA STRATEJİK UYGULAMA VE
ARAŞTIRMA MERKEZİ
Avrasya’daki hukuki, siyasi, ekonomik, sosyokültürel gelişmeleri takip ederek, Türkiye'nin
bölge ülkeleriyle ikili ve çok taraflı ilişkilerine ve
bu ilişkilerin tarihi, kültürel, siyasi, ekonomik,
sosyolojik ve jeopolitik yapısına yönelik bilimsel
araştırmalar yapmak ve uygulamalarda bulunmak
amacıyla kurulan. Çankırı Karatekin Üniversitesi
Avrasya Stratejik Uygulama ve Araştırma
Merkezi, Yönetmeliğinin Resmî Gazete’nin
28021 sayı ve 10 Ağustos 2011 tarihli ilamıyla
resmen faaliyetine başlamıştır.
VİZYON
ÇAVSAM’ın temel misyonu, Avrasya toplumları
hakkında jeopolitik ve jeostratejik araştırmalar
yaparak ulusal, bölgesel ve küresel düzeydeki
konulara ışık tutan bir akademi ocağı olmaktır.
Bu çerçevede, Avrasya ülkelerinin Türkiye ile
ilişkilerini analiz etmek ve bu amaçla bu
devletleri tanımak kurumun öne çıkan temel
amaçlarındandır.
Kurumumuz, Türkiye'nin Doğu-Batı ve KuzeyGüney geçişinin merkezinde olmasının sağladığı
avantajla, yapacağı bilimsel çalışmalarda da Batı
ile Doğu’yu, Kuzey ile Güney’i birleştirmeyi
amaçlamaktadır.
Kurumumuz, Avrasya bölgesinde her geçen gün
artan sorunların bölgeyi yakından bilen ve
araştıran, deneyim ve birikime sahip bilim adamı,
araştırmacı ve uygulayıcıların çalışmalarını bir
araya getirerek çözmeyi öngörmektedir.
Kurumumuz, tarafsız, bilimsel ve evrensel bilgiye
ulaşarak, bu bilgileri Türkiye’yi temsilen Avrasya
bölgesindeki somut problemlerin çözümünde
kullanmayı, böylece Türkiye’nin geleceğine
katkıda bulunacak yerel ve uluslararası düzeydeki
çalışmaları gerçekleştirmeyi hedeflenmektedir.
MİSYON
Avrasya Stratejik Uygulama ve Araştırmalar
Merkezi’nin (ÇAVSAM) vizyonu, bilimsellik ve
tarafsızlık prensiplerinden ödün vermeyen, ulusal
ve uluslararası alanda saygı duyulan ve analizleri
ile
bilim
adamlarına,
akademisyenlere,
siyasetçilere ve diplomatlara ilham veren
güvenilir bir araştırma kurumu olmaktır.
Kurumumuz, bilimsel araştırmanın, tartışmanın
ve çoksesliliğin şekillendirdiği ve sürekli kendini
yenileyen akademik anlayışa sahip bir kurum
olmaktan taviz vermeyecektir.
Kurumumuz, Avrasya’da tüm tarafların yakından
tanıdığı, güvendiği ve işbirliği yaptığı çok yönlü
bir araştırma ve düşünce kuruluşu olmayı
amaçlamaktadır. Bu vizyon çerçevesinde evrensel
bilgiden yararlanan, kurumsal dayanışmayla
güçlenen ve temel çalışma prensiplerine bağlı
kalan, alanında saygın bir strateji merkezi olmak
temel hedefimizdir.
YAYINLAR
Kitaplar
Arap Baharı Ve Türkiye
Azerbaycan Dış Politiği Ve Türkiye
Avrupa’nın Ötekisi Balkanlar
Kazaklar Nasıl Ruslaştırılmaya Çalışıldı?
Bağımsızlık Yolunda Kırgızistan
Kafkasya Çatışmalarının Analizi ve Çözümler
Suriye’de Tarihin Sonu
Milletii Müselleha
Süreli Yayınlar
Avrasya Strateji
sürecinde Maastricht Antlaşması ile ekonomik
yönü ağır basan bu Avrupa bütünleşmesi adalet,
içişleri, dış politika ve güvenlik politikası üzerine,
Alman düşünür Immanuel Kant’ın 17.Yüzyılda ki
söylemiyle bir nevi ‘Avrupa Birleşik Devletleri’
inşasını ortaya çıkarmıştır. Böylece Avrupa’daki
ekonomik, siyasi ve coğrafi bütünleşme
tamamlanmak istenmiştir.
Bu bütünleşme daha sonrasında hukuki
anlamda bir AB Anayasa’sı olan 2007 Lizbon
Antlaşmasıyla AB’yi hukuki bir yapıya
büründürmüştür. Avrupa’da gelinen bu aşamada
büyük bir yol kat edilmiş başarılı bir birlik
oluşturulmuştur. Başarılı sayılabilecek bu birlik
ekonomik entegrasyon anlamında, birlik ve birlik
dışı ülkelerle karşılıklı bağımlılık ilkesiyle
Gümrük Birliği, Ortak Pazar, Euro bölgesi,
serbest ticaret bölgeleri oluşturarak hem birlik
hem de dışında ciddi
anlamda
bir
bağımlılık
yaratmıştır. Gümrük
Birliği’ne üye olan
birlik üyesi olmayan
Türkiye’de
bu
bağımlılık içerisinde
yer almaktadır.
Sonuç
olarak,
Avrupa Birliği bu
entegrasyon
çerçevesinde
Avrupa’da 2. Dünya
Savaşından
sonra
barış ve refah anlamında önemli katkılar
sağlamıştır. Ekonomik anlamda önemli bir başarı
örneği olup, bu çerçevede bölgesel bir
bütünleşme modeli olarak gösterilmektedir.
Ancak böyle büyük potansiyele sahip olan bu
birliğin dönemler içerisin de bölgesel ve küresel
çapta krizlerle başa çıkmakta zorluklar yaşamış
olduğunu da göz önünde bulundurulmalıdır. Bu
da AB’nin siyasi anlamda, ekonomide olduğu
kadar başarılı olmadığının da örneğidir. Bu
kapsamda Avrupa Birliği’nin, ‘Avrupa Birleşik
Devletleri’ olabilme açısından zayıf kaldığı
görülebilmektedir.
AVRUPA BİRLİĞİ ENTEGRASYONU
Kutay AKBABA
Uluslararası İlişkiler 3. Sınıf öğrencisi
Avrupa ülkeleri tarafından geçtiğimiz yüzyıllar
boyunca bir arada kalabilmek için çabalar sarf
edilmiş ancak; bir bütünleşme içerisine
girilememiştir. Bu bütünleşme sürecinde en
başarılı olan taraf kuşkusuz Avrupa Birliği’dir.
Avrupa Birliği bu bütünleşme çerçevesinde
siyasal, ekonomik ve coğrafi anlamda bir
entegrasyon hedef almıştır. Bu çerçevede
amaçlanan Avrupa bütünleşmesi sağlanabilmiştir.
Avrupa Birliği tarihsel gelişimi açısından
baktığımız zaman yukarıda bahsettiğimiz siyasal,
ekonomik ve coğrafi anlamda bütünleşme
içerisinde ilk olarak ekonomi faktöründen
bahsedebiliriz. 1948-1951 yıllarında Marshall
Planı çerçevesinde
16 ülke ABD’den
önemli ekonomik
yardımlar almıştır.
2.
Dünya
Savaşından sonra
Almanya’nın da bu
yardımı
aldığını
göz
önünde
bulundurursak, bu
yardımla birlikte
Alman
sanayisi
hızla gelişiyor ve
daha önce 2 Dünya
Savaşı’nın
çıkmasına neden olmuş bu ülke, dünya için yeni
bir tehdit olarak algılanıyordu. Almanya’yı biraz
olsun dizginlemek amacıyla 1951 yılında Avrupa
Kömür Çelik Topluluğu kurulmuştur. Bu
Antlaşmayı 1957 Roma Antlaşması ile Avrupa
Ekonomik
Topluluğu
izlemiş,
böylelikle
ekonomik entegrasyon daha sağlam temellerle
oturtulmuştur.
Avrupa Birliği kimliği hızlı bir şekilde
yayılmaya devam etmekte ve ekonomik
bütünleşme daha kapsayıcı bir anlamda
sürdürülmekteydi. Bu güne kadar kurulmuş olan
bütün toplulukları birleştirerek, 1965 Füzyon
Antlaşmasıyla
Avrupa
Topluluğunu
oluşturmuştur. Bu anlaşmalar zincirini son olarak
Avrupa Topluluğuna Avrupa Birliği adını veren
1992 yılında ki Maastricht Antlaşması izlemiştir.
Bu antlaşmalar bütünü bir anlamda Avrupa’yı bir
çatı altında toplamayı başarmıştır. Bütünleşme
2
SSCB’nin dağılmasıyla birlikte buzdolabından
tekrar çıkarılarak “yeni büyük oyun” şeklinde
adlandırıldığı görüşü mevcuttur. “Yeni büyük
oyun” çerçevesindeki etkin olma mücadelesinde
ise bir tarafta Rusya bir tarafta ABD ve AB
vardır.
Karadeniz bölgesi dün Osmanlı Devleti’nin arka
bahçesi, Avrupa’nın sınırı, Sovyet nüfuz alanının
ve Akdeniz dünyasının bir uzantısı olarak
tanımlanmıştır. Nihayetinde bugün Soğuk Savaş
sonrasında kurulan yeni dünya düzeniyle birlikte
Rusya’nın arka bahçesi, ABD ve AB
ihtiraslarının nüfuz alanı ve yine Akdeniz
dünyasının bir uzantısı olarak karşımızda
durmaktadır.
KARADENİZ: BİR “ARKA BAHÇE”
Emre TOKCAN
Çankırı Karatekin Üniversitesi,
Uluslararası İlişkiler 4. Sınıf öğrencisi
Karadeniz bölgesi, tarih boyunca jeopolitik
açıdan çevresinde kurulan devletlerce önemini
korumuş ve çeşitli etnik, dini ve kültürel
özelliklere sahip uygarlıkların “yaşamsal çıkar
alanı” olmuştur. Ayrıca bölge, Rusların güçlü bir
devlet olarak ortaya çıkmasından itibaren adeta
bir “arka bahçe” konumunda görülmüştür.
Karadeniz bölgesine tarih gözlüklerimizle
baktığımızda tek bir devletin sınırları içerisinde
yer aldığı oldukça nadirdir. Günümüzde de
coğrafi
konumundan,
ekonomik
potansiyelinden ve güvenlik, enerji ve
ulaşım koridoru olmasından dolayı
küresel ve bölgesel güçler tarafından
büyük ilgi görmektedir. Bu ilgi seçilmiş
travmalar, dondurulmuş sorunlar, sınır
sorunları, dini alandaki mücadele,
yayılmacılık
politikaları,
bölge
ülkelerinin çeşitli örgütler çevresindeki
uyum sağlama çabalarının başarısızlığı
gibi belli başlı sorunları beraberinde
getirmiştir. Bölgedeki rekabet ortamı
barış ve huzur dönemlerini genellikle bu
nedenle kısa süreli kılmıştır.
Uluslararası politikada hemen hemen
her bölgeyi eş zamanlı ve karşılaştırmalı
bir bakış açısıyla değerlendirebiliriz.
Dün Karadeniz’de (18 Mayıs 1944
Sürgünü vb.), Afrika’da (Ruanda Katliamı vb.),
Balkanlarda (Srebrenitsa Katliamı vb.) ve bugün
Ortadoğu’da (Suriye vb.) meydana gelen
olayların beslendiği kaynaklar ve sonucunda çıkar
elde edecek olanlar hemen hemen aynı
olabilmektedir. Bunun yanında uluslararası
politikada zaman zaman bir bölge öne çıkarken
diğer bölgeler arka planda kalabilmektedir.
Örneğin, Karadeniz bölgesinin uluslararası
politikanın gündeminde yer aldığı asıl dönemler
SSCB öncesi ve sonrası dönemlerdir. Çünkü
SSCB öncesinde bölgede Çarlık Rusya ile
İngiltere arasında bir etkin olma mücadelesi
vardı. Bir takım görüşler bu mücadeleyi “büyük
oyun” olarak adlandırmıştır.
SSCB’nin kurulmasıyla birlikte “büyük
oyun”un tabiri caizse buzdolabına konulduğu ve
DÜNDEN BUGÜNE ‘’SURİYE’’
Hüsna Encu
Çankırı Karatekin Üniverstesi
İktisadi Ve İdari Bilimler Fakültesi
Uluslararası İlişkiler 2. Sınıf
Suriye ülke yapısı, konumu ve zenginlikleri
bakımından her dönemde kendinden söz ettirmiş,
ülke yapısı konumu ve zenginlikleri ile dikkatleri
üzerine çekmeyi başarmıştır. Suriye coğrafi
konumu farklı mezhep ve etnik grupları
barındıran nüfus yapısı ve karmaşık dış politika
bağlantıları nedeniyle Ortadoğu bölgesinin fay
hattı olarak görülür. Rekabetin geçiş noktası olan
ülkede yaşanan gelişmeler ülkenin önemini daha
3
da arttırmaktadır. Siyasi olmaktan ziyade coğrafi
bir özellik taşıyan bölge Suriye idealini doğal
sınırlarını gösterir. Aynı zamanda modern Suriye
devletinin
de
coğrafyaya
dayalı
resmi
politikalarının tarihi argümanı niteliğindedir.
bulunmuştur. 10 Temmuz 2000 yılında babası
Hafız Esad’ın ölümüyle yönetime %97 oy
oranıyla devlet yönetiminin başına Beşer Esad
geçmiştir. Böylece Hafız Esad’ın kendisinden
sonra ülkeyi yönetecek oğlu için planladığı
‘Yumuşak Geçiş’ tamamlanmıştı. 2000 yılının
Temmuz ayından itibaren ciddi
planlı bir
ekonomik reform programı ve ticari liberlizasyon
politikası uygulamaya konulmuş, amaçlar
belirlenmişti. Bu ekonomik reformların amacı
özel bankacılık sistemi, menkul kıymetler
borsasını kurma ve yeni kur politikaları ile ülkeye
yabancı sermaye girişini hızlandırmak için ülke
ekonomisini daha verimli hale getirmekti. 2001
yılı sonlarına doğru oluşan reform dalgası büyük
oranda tersine döndü, demokratikleşme yönünde
geri adımlar atılmaya başlandı. 11 Eylül’de
gerçekleşen terör saldırılarından sonra ABD
değişen güvenlik algılamasını tanımlarken
bölgesel kaynaklı küresel teröre ve kitle imha
silahlarına sahip serseri devletlerarasında
Suriye’yi de saymış ve Suriye’yi kimyasal silah
üretme, terörist grupları barındırma ve 2003’te
gerçekleştirdiği Irak operasyonun da Irak’taki
direnişçileri desteklemekle suçlamıştı. Bu ve bu
Suriye; Ortadoğu’da Lübnan, İsrail, Ürdün, Irak,
Türkiye ile komşu bir ülkedir. Akdeniz’e kıyısı
vardır, başkenti Şam’dır. Geçmişten bugüne
birçok devletin istilasına uğramıştır. Günümüzde
de ülke üzerinde ki çekişmeler devam etmektedir.
Suriye’deki bu çekişmelerin süreci Osmanlı
devletine dayanmaktadır. Suriye 1517’de
Osmanlı egemenliğine girmiş ve dört asır
boyunca Osmanlılar tarafından yönetilmiştir.
1920 yılında Fransa-Suriye savaşı sonucunda
Fransa yönetimine geçmiştir. Fransa yönetiminin
uzun
sürmemesiyle
birlikte
1946’da
bağımsızlığını ilan eden Suriye 1958’de Mısır
devleti ile birlikte Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni
kurmuştur. Bu cumhuriyet üç yıl sürebilmiş, iki
ülke 1961 yılında çeşitli sebeplerden dolayı
ayrılmıştır. 13 Kasım 1970’de Salan Cedid
yönetimine karşı askeri bir darbe yaparak iktidarı
Hafız Esad ele geçirmiştir. Yapılan referandumda
oyların %92.2’sini alan Hafız Esad Suriye’nin ilk
Nusayri kökenli devlet başkanı olmuştur.
Suriye’de 1970-2000 yılları arasında çerçevesini
ve merkezini Hafız Esad’ın belirlediği rejim,
siyasal ve toplumsal dengeler üzerine kurulmuş,
istikrarı yakalamış Esad usulü bir totalitarizm
olarak da adlandırılabilir. 80’li yılların
ortalarından itibaren petrol fiyatlarının düşmesi,
yolsuzluk ve rüşvetlerin artması, ülkenin
uluslararası platformda izole edilmesi, döviz
sıkıntısı ve 1990’lı yıllarının başında Sovyetler
Birliği’nin dağılması, Doğu Bloku ülkelerinden
gelen dış yardımların kesilmesiyle birlikte ülkede
sorunlar baş göstermeye başlamıştır. Ülkede
yaşanan sorunları kendi ürettiği politikalarla
çözmeye çalışan Hafız Esad, 2000 yılına kadar
yani ölümüne kadar Suriye yönetiminin başında
gibi nedenlerden sonra Suriye üzerindeki dış
baskı giderek artmıştır. Mayıs 2004’te de ABD
Suriye’ ye ambargo koyduğunu ilan etmiştir. 15
Mart 2011 de ilk öfke cuması gerçekleşmiştir.
Derea’da halk sokağa çıktı ve rejime karşı ilk
defa kitlesel eylem düzenlendi. Bu tarih
Suriye’deki olayların başlangıcı olarak kabul
edilir. Haziran 2011’de Suriye muhalefeti
Türkiye’de toplandı. 30 kişiden oluşan bir komite
kuruldu. 21 ağustos 2011’de dönemin Dış İşler
Bakanı Ahmet Davutoğlu Esad ile görüş ve
reform sözü aldı. Bu temas Türkiye ile Suriye
rejimi arasındaki son yüz yüze görüşme oldu.
2012 yılında radikal gruplar ülkede güç
kazanmaya başladı. Ocak ayında El-Nusra
cephesi kuruldu. 20 Haziranda rejime bağlı güçler
uluslararası hava sahasında seyretmekte olan bir
4
Türk jetini düşürdü. Türkiye angajman kurallarını
değiştirerek saldırıya cevap verdi. Bu sırada
Irak’ta doğan IŞID Suriye’de güçlendi. 2013
yılında Esad rejimi ile İsrail arasındaki ‘’Golon
Tepeleri Krizi’’ baş gösterdi. Nisan ayında IŞID,
Ebubekir Bağdadi liderliğinde Suriye’deki
varlığını ilan etti. ABD’den ilk müdahale
güçlenen IŞID birliklerinin Erbil’e yaklaşması
sonucu oldu ve ABD Kuzey Irak’ta IŞID’e karşı
hava saldırısı düzenledi. Bunun ardından çok
geçmeden ikinci saldırı 2013’ün eylül ayında
Fransa’dan geldi. IŞID birlikleri etkinliklerini
Irak’a yönlendirdi ancak Halep’in Kuzeydoğusu,
Rakka ve Deyn Ez Zor’un bir kısmı hala
kontrolleri altında. Arin, Kobane, Cızire’de PYD
yönetiminde. 2014 yılın ise çatışmadaki aktör
sayısı arttı. 2015 yılına geldiğimizde ise
çatışmanın mezhepçi boyutu ülkedeki dış ve
çeşitli aktörlerin varlığı savaşı bir çıkmaza soktu.
Netice itibari ile dört yıllık bir iç savaş sonrası
Esad rejimi hala yönetime devam etmektedir.
Suriye’de çıkan savaş her geçen gün içerisine
yeni bir aktör alarak daha da kızışmaktadır.
Suriye ayaklanması barışçıl gösterilerden kanlı
bir iç savaşa dönüşmüş ve ülkeyi yaşanmaz bir
hale sokmuştur. Son dönemlerde yaşanan
gelişmeler ise içler acısıdır. Bir yandan ‘Arap
Baharı’ denilen süreçte Arap ülkeleri iç siyasi
çekişmeleri, hesaplaşmaları yaparken diğer
yandan belki de hiç hesaba katılmayan onlarca
insan yaşananlardan dolayı göç etmek zorunda
kaldı. Bunu rakamlarla ifade edecek olursak
bugün Suriye’den 7 milyon 600 bin kişi göç etti,
240 binden fazla kişide yaşamını yitirdi. Suriye
üzerindeki çıkar senaryoları her geçen gün
değişiyor ama bizim gördüğümüz manzara yine
aynı; ülkesini terk edip yollara düşen, göç eden
insanlar ve orada kalıp bir savaşa kurban edilen
canlar.
FİLİSTİN’İ BU KADAR PAYLAŞILMAZ
KILAN ŞEY NEDİR ?
M. Fatih DİNÇ
Çankırı Karatekin Üniversitesi
Uluslararası ilişkiler 2. Sınıf öğrencisi
Filistin bölgesi beş bin yılı aşkın süredir
yerleşimin olduğu insanlık tarihinde birçok
medeniyetin kesişme noktası olmuş, hemen
hemen her peygamberin yolunun düştüğü yahut
ömürlerinin
büyük
kısımlarını
burada
geçirdikleri; Allahtan almış oldukları emir ve
vahiyleri bütün insanlığa tebliğ ederken ikamet
yeri olarak kendilerine seçtikleri bir bölge
olmuştur.
Jeopolitik konumu itibariyle Filistin bölgesinin
Akdeniz’e kıyısı olması; bu bölgeyi kuzey Afrika
Avrupa gibi kıtalarla irtibat halinde tuta gelmiştir.
Güneyde Arap yarımadası ve Mısır, kuzeyde
Suriye ve Anadolu, doğusunda Mezopotamya ile
komşu olması Filistin bölgesini paylaşılmaz ve
iktidarın ebedî olarak kurulamayacağı bir bölge
haline getirmiştir.
Özellikle İbrahim peygamberin soyundan
gelen Yakup peygamber, Davut peygamber,
Süleyman
peygamber
gibi
insanların
peygamberlik mesleğini icra etmekte Filistin
bölgesini mesken edinmeleri; bu bölgeye kutsî bir
anlam yüklemiş, bu kutsiyet İsa peygamberin
Hristiyanlığı tebliğ için ömrünün büyük kısmını
bu bölgede geçirmesiyle daha da artmıştır. Son
olarak bu bölgenin İslam peygamberi Hz.
Muhammed’in Miraç hadisesine konu olmasıyla
bu kutsiyet doruk noktaya ulaşmış ve bölge tüm
insanlığın gözbebeği haline gelmiştir.
Filistin’in aynı zamanda Kenan diyarı,
Yehuda, İsrail gibi isimlerle anılması; bu
bölgenin paylaşılmaz oluşuyla ilişkilendirilebilir.
Bu denli hassas bir bölge olan Filistin’e her göz
5
farklı bir nazarla bakmakta, her ten farklı bir
hissiyat ile dokunmaktadır.
Filistin bölgesi’nin hiç şüphesiz en önemli
şehri Kudüstür.
İsrailoğulları’nın barış şehri anlamına gelen
Jeru-salem’i , Roma İmparatoru Herot’un Aeliya
Kapitolina’sı, Selahattin Eyyübi’nin Kudüs’ü, ve
Osmanlı’nın Kudüs-ü Şerifi Filistin bölgesini
tanımak isteyenlere rehberlik eder mahiyettedir.
Bugün bile binlerce yıllık taş evlerin ve dar
sokakların arasında gezinirken İsa peygamberin
yürüdüğü yekpare taşlardan oluşan sokaklara
yolunuz
düşebilir,
sahabelerden
Ömer
efendimizin bastığı basamaklara basarak cami ya
da kilise bahçelerine girebilirsiniz. Medeniyet
zenginliğine zenginlik katan Beytülmakdis
sütunları
ise
kıskandırıcı
bir
üslupla
ziyaretçilerinin kulağına “Miraç günü siz
yoktunuz fakat biz burada şahittik” diye
fısıldamaktadır
usulca..
Kudüs’ün yanı sıra Hayfa, El Halil, Beytüllahim ,
Eriha, Halhul, Yafa, Ramallah gibi şehirler
Filistin bölgesini oluşturan ve Kudüs’ü gölgede
bırakmayacak nispette Filistin bölgesi için önem
teşkil eden şehirlerdir.
Lut Kavminin helak oluşuna şahit Eriha,
Meleklerin Lut Kavmini helak etmekle
görevlendirilip bu emri İbrahim peygambere
tebliğ etmek için uğradıkları Halhul, Yusuf
peygamber,
İshak
peygamber,
İbrahim
peygamber gibi kimselerin kabirlerini bünyesinde
bulunduran El Halil, Haçlıların Filistin’in
anahtarı olarak gördükleri Yafa gibi şehirler
Filistin bölgesini çok daha hususi ve anlamlı hale
getirmektedir. 638 yılına kadar ki tarihi süreçte
Filistin bölgesi çeşitli milletlerin ve dini
yönetimlerin
elinde
bulunmuştur.
Bununla birlikte adaletsiz ve merhametsiz
yönetim anlayışı, Filistin’de yaşayan milletleri
açlık, sürgün, güven problemi gibi sorunlarla
karşı karşıya bırakarak bölgede ki huzur ve
istikrarı sağlamakta başarılı olamamıştır.
Filistin, savaşlarla çatışma ve yağmalarla dolu
tarihinde en huzurlu dönemi İslam medeniyetinin
bölgeye hâkim olduğu dönemde yaşamıştır. İslam
yönetimi Filistin halklarına hangi dinden olursa
olsun özgürlük ve serbestlik tanımış. Her dine bu
topraklarda özgürce yaşam fırsatı vermiştir.1400
yıllık İslam hakimiyeti 20. Yüzyıl başlarından
itibaren yerini önce Hristiyanlara daha sonrasında
ise Yahudilere bırakmıştır.
Binlerce yıldır paradoks şeklinde Filistin
yönetimini sırasıyla eline alan dinler ve milletler
bugün büyük bir ümit ile sıranın tekrar
kendilerine gelmesini beklemekte dersek yanılmış
olmayız.
Sonuç itibariyle şunu söyleyebiliriz ki binlerce
yıldır devam eden bölge üzerinde hakimiyet
kurma ve siyasi iktidar olma mücadelesi hiç
şüphesiz bugünden sonra da devam edecektir.
Çünkü bu hakimiyet dünya nezdinde bölgeye
hakim olacak gücün askeri, siyasi ve manevi
üstünlüğünün de takdis edilmesi anlamına
gelmektedir. Ayrıca dünyada ki semavi dinler bu
bölge içerisinde kendisine ait bir kısım kutsallar
barındırdığı için mensuplarının ilgi ve alakasını
da buraya çekmektedir.
PEHLEVİ DÖNEMİNDE GÜNEY
AZERBAYCAN TÜRKLERİ
Koray Kara,
Çankırı Karatekin Üniversitesi,
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi 2. Sınıf
öğrencisi
Rusya ve İran arasında 16 yıl süren savaşın
sonunda 10 Şubat 1828'de iki devlet arasında
imzalanan
Türkmençay
Antlaşması
ile
Azerbaycan ikiye bölünmüştür. Aras Nehri sınır
olarak kabul edilirken nehrin kuzeyi Çarlık
Rusya'sına, güneyi ise Kaçar Hanedanı
idaresindeki
İran'a
bırakılmıştır.
Kaçar
Hanedanlığı uzun yıllar İran'a hâkim oldu. 1925
yılına gelindiğinde İngilizlerin de desteğini alan
Pehlevi Hanedanı Kaçar hâkimiyetine son
vermiştir. İran'da Güney Azerbaycan Türkleri
kesin olmayan verilere göre 35 milyon nüfusa
sahiptirler. Şii mezhebine mensupturlar. Tebriz,
Hoy, Erdebil, Urmiye, Selmas, Maku, Meraga ve
Astara belli başlı Türk yerleşim yerleridir.
6
açısından bazı eğilimler ortaya çıkmıştır. Kimi
Türk düşünürler İran kimliğini benimseyip endi
kimliklerinin yok olmasına göz yummuşlardır.
Bazı aydınlar aynı anda hem İran kimliğini
benimseyip hem de aynı anda Azerbaycan
kimliğini
benimsemişler,
rejime
karşı
direnebilmenin yolunu burada bulmuşlardır. Bir
diğer grup ise ayrı bir Azerbaycan devleti kurma
fikri gütmüşlerdir. Fakat Tebriz’de bulunan
Türklerin lider kadroları İran üst kimliğini
taşıyarak kendi öz kültür ve geleneklerini koruma
yoluna gitmiştir. Öte yandan Güney Azerbaycan
Türklerinin ve Farsların Şii mezhep inancına
sahip olmalarına rağmen rejimin Farslaştırma
politikası
içerisinde
mezhebe
atıfta
bulunulmamıştır. Güney Azerbaycan Türkleri de
mezheplerin aynı olmasına rağmen asimile
olmayarak kimliklerini korumuşlardır. Ortak
mezhep
anlayışı
iki
toplumu
birbirine
yakınlaştırmamıştır.
Pehlevî hükümetinin 1979 Devrimi ile
yıkılmasının ardından Şii inancına dayalı
Teokratik yönetime sahip İran İslam Cumhuriyeti
kurulmuştur. Bu tarihten sonra da İran hükümeti
tarafından Güney Azerbaycan Türklerine karşı
baskı ve şiddet devam etmiştir. Pehlevi
hanedanından kalma Farslaştırma uygulamalarına
devam edilmiştir.
Netice itibariyle Pehlevî döneminde başlayan
Türkleri asimile etme politikasına karşın Güney
Azerbaycan Türkleri genel olarak kimliklerini
koruma yoluna gitmiş, dil, kültür ve geleneklerini
muhafaza etmiştir. Bazı aydınların Türk kimliğini
tasfiye yoluna gitmesine rağmen halk nezdinde
bu başarılı olmamıştır. Güney Azerbaycan
Türkleri kendilerinde, bazı aydınların da öncülük
etmesiyle
milliyetçilik
vasıflarını
uyandırmışlardır.
Hanedanın başında koyu bir Fars milliyetçisi
olan Rıza Şah vardı. Merkeziyetçi bir politika
izleyen Rıza Şah İran Milleti yaratmak amacıyla
ülkedeki Fars olmayanlara karşı asimilasyon
politikası izlemiştir. İran’da yaklaşık 35 milyon
nüfusa sahip olan Türkler bu politikadan en çok
etkilenenler olmuştur. 1930 yılında Farsça resmi
dil ilan edilmiş, daha sonra Farsça olmayan
coğrafi ve tarihsel yer isimleri değiştirilmeye
başlanmıştır. Türk bölgelerinde olan okullara
karşı ceza kasası kanunu uygulanarak Türkçe
konuşulmasına karşı resmen savaş açılmış,
Türkçe konuşanlara para cezası verilmiş; üstelik
bu cezalardan gelen parayla Fars dilinin
geliştirilmesi konusunda harcanmıştır.
İran yönetiminin bu politikalarına karşılık
Güney Azerbaycan Türkleri siyasi alanda kendi
kimliklerini ifade edebilecekleri bir ortam
arayışına gitmiştir. Bu arayış içine 1945-1946
yıllarında Güney Azerbaycan’da yerel hükümet
kurulmuştur. Azerbaycan Demokrat Partisi’nin
(ADP) öncülük ettiği bu yerel hükümet kendi
eyalet meclislerine sahip olmayı, Azeri
Türkçesinin kullanılıp öğretilmesini, coğrafi
isimlerin Türkçeleştirilmesini ve ekonomik
özgürlüklerin
tanınmasını
amaçlamıştır. Fakat bu deneyim
genel olarak başarısız olmuştur.
Dönemin seçkin aydınları arsında
yer alan Cafer Pişevari ADP’nin
liderliğini üstlenmiştir. İkinci Dünya
Savaşı sırasında Tahran yönetimi bu
yerel hükümete son vererek Güney
Azerbaycan’ı
tekrar
kendisine
bağlamıştır.
Pehlevî yönetiminin Farslaştırma
politikasına karşılık bölgede yaşayan
Türklerde kendi kimliklerini koruma
7
SURİYE’DE Kİ İÇ SAVAŞTA RUSYA’NIN
ROLÜ
Başak Ceren ŞIK
Çankırı Karatekin Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler 2. Sınıf Öğrencisi
Ayrıca siyasi oluşumların yanında, silahlı
oluşumlarda vardır. Özgür Suriye Ordusu, Suriye
Kurtuluş Ordusu, Liwaa Al-Umma, Halkçı
Koruma Birlikleri, Suriye Türkmen Ordusu bu
oluşumlara örnektir.
Ülke artık ikiye bölünmüş durumdadır.
Muhaliflerin yeteri kadar askeri teçhizatının
olmaması üstünlük sağlansa dahi rejimin daha
güçlü olması bu üstünlüğü kaybettiriyor. Sorun
insanlık adına ve barışın sağlanması adına yapılan
müdahalelerle daha da büyüdü ve artık tüm
komşularını tehdit eden ve sistemi etkileyen bir
sorun haline geldi.
Rejime destek veren ve iç savaşın daha da
büyümesine neden olan Rusya’nın Suriye’de ki
rolüne bakacak olursak;
1- Rusya, Suriye’deki silah ithalatında yüzde
71 paya sahip; bu nedenle rejimin düşmesi
durumunda Rusya, Suriye üzerindeki stratejik
üstünlüğünü, bölgedeki varlığını ve silah
pazarıyla birlikte Suriye ordusu üzerindeki
kontrolünü de kaybetmiş olacaktır.
2- Rusya’nın Ortadoğu’daki Tek Askeri Üssü
Suriye’de; Şam rejiminin yıkılması, Rusya’nın
bölgede var olan tek üssünü kaybetmesi anlamına
gelmektedir.
3- Doğal gaz rekabeti; Suriye üzerinden Basra
Körfezinden Avrupa’ya döşenmesi planlanan
doğalgaz boru hattı Rusya için sorun
oluşturmaktadır. Burada Katar önemli bir
konumdadır çünkü Katar’ın amacı alternatif
enerji kaynakları arayışında olan Avrupa’nın
doğalgaz piyasalarını elde etmektir. Katar,
Avrupa’ya ihraç etmeyi düşündüğü doğalgazı
Suriye üzerinden gerçekleştirmeyi planlamakta
Rusya’nın amacı ise bunu engellemektir.
4- Radikal İslam tehdidi; Rusya, IŞID
terörünün kendi ulusal ve bölgesel güvenlik
çıkarlarını artık doğrudan tehdit etmeye başladığı
konusunda ikna olmuş durumdadır. Moskova,
Suriye’de iktidarın radikal İslami grupların eline
geçmesi durumunda, kaçınılmaz olarak Rusya’nın
Kuzey Kafkaslarda radikal hareketlerinin tekrar
artacağını dolayısıyla da sonraki hedefin Rusya
Arap Baharı olarak isimlendirilen süreçle
birlikte 30 yıllık Hüsnü Mübarek iktidarının
devrilmesi birçok bölge halkını etkiledi. Bu tarihi
devrim domino etkisiyle Mısır’ı, Bahreyn’i,
Libya’yı, Fas’ı etkiledi ve hatta Kaddafi’nin
ölümüne bile neden oldu. Halk hareketlerinin
büyük devrimlere yol açtığı bu dönemde
Suriye’de Dera şehrinde iki bayan doktor
telefonla konuşurken; “Hüsnü Mübarek düşmüş,
darısı bizim başımıza...” şeklinde niyetlerini dile
getirdiler. Bu telefon görüşmesinin dinlenmesiyle
bu bayanlar tutuklandı ve cezalandırıldı. Bu
cezayı haksızlık olarak nitelendiren aile
bireylerinden protesto eylemleri yaptılar ve
tutuklananlar oldu. Bu durumdan şikâyetçi olan
Dera’da ki aşiret reisi çocukların bırakılmasını
Dera istihbaratına rica etti. Bu kabul edilmeyince
ertesi gün 1000 kişi sokağa döküldü ve olanlar
protesto edilmeye başlandı. Bu protestolar
zamanla büyümeye başladı ve Beşşar Esed’in
şiddet kullanmasından sonra Suriye’de ki isyan
Esad’ın gitmesini isteyen bir halk ayaklanmasına
dönüştü. 26 Ocak 2011’de Suriye’de ilk
ayaklanma başladı. 15 Mart’ta ülkenin
güneyindeki Dera kentinde sokağa dökülen
kalabalığın üzerine ateş açıldı.
Esed rejiminin şiddetin boyutunu arttırmasıyla
halk kendi aralarında birleşerek rejime karşı bir
muhalefet oluşturdu. 4 ana muhalif oluşum baş
gösterdi.
İslamcı,
Bağımsız, Kürt,
Türkmen Muhalifler ve bunların tamamı Beşar
Esad karşıtıdır. Libya, Suudi Arabistan, Katar ve
Türkiye gibi ülkeler ise bu oluşumlara destek
vermektedir. Rusya, İran ve Çin ise rejimin
yanında durmaktadır. ABD, Fransa ve Birleşik
Krallık muhaliflere ev sahipliği yapmaktadır.
8
olacağını düşünmeye başlamıştır.
destek olarak her anlamda Suriye rejimi için
kurtarıcı rolündedir. Eğer Suriye’de Batının
desteklediği bir yönetim başa gelirse ya da
Batı’nın istediği olursa Rusya’nın burada etkisi
son bulacak ayrıca diğer Ortadoğu ülkeleri ile de
bağlantısı son bulmuş olacaktır. Rusya Batının ve
radikal İslamcı grupların Esad’ı devirmesini
istememektedir çünkü bu Rusya’nın bölgedeki
çıkarlarına uymamaktadır. Ama yine de Esad’a
yönelik
uluslararası
pozisyonun
giderek
katılaşması halinde, Moskova uluslararası
arenada bazı taleplerine (örneğin füze kalkanı ve
Dünya Ticaret Örgütü üyeliği) karşı alacağı
tavizlere göre Esad’dan desteğini çekebilme
ihtimali de söz konusu olmaktadır.
5- Uluslararası Prestij; Moskova, Suriye’de
iktidarın radikal İslami grupların eline geçmesi
durumunda, kaçınılmaz olarak Rusya’nın Kuzey
Kafkaslarda
radikal
hareketlerinin
tekrar
artacağını dolayısıyla da sonraki hedefin Rusya
olacağını düşünmektedir.
6- Suriye’nin Parçalı Muhalefeti ve Esad’ın
gücü; Rusya’nın Suriye’de Esad rejiminin
yanında olmasının nedeni Suriye muhalif
güçlerinin zayıf, parçalı, çok merkezli, ortak
hedeften ve Libya’da olduğu gibi NATO
desteğinden yoksun olmasına karşın, Baas
rejiminin daha organize ve ağır silahlara sahip,
zafere ulaşmasının daha olası olması etkili
olmaktadır .
7- Rusya, Libya Senaryosunun tekrarlanmasını
istememektedir. Rusya, Libya’daki senaryonun
Suriye’de de tekrarlanmasına ve dışarıdan askeri
güç müdahalesine kesinlikle karşı durmaktadır.
NATO’nun
Libya’ya
yönelik
harekâtını
Başbakan Vladimir Putin “Haçlı Seferleri’ne
benzetmiş ve Libya’daki totaliter rejimi
eleştirmişti. Rusya Esad’ı desteklemekte aynı
zamanda Esad’ın söz verdiği reformları
yapmasını, kan dökülmemesini istediğini de dile
getirmektedir.
8- Rusya’nın Suriye ile ilişkileri, aslında
Sovyetler Birliği döneminden gelen yakın
ilişkilerin devamı şeklindedir. 2005 yılında
Putin’in başa gelmesine kadar olan döneme kadar
ilişkiler donmuş durumdaydı ama Putin ile
ilişkiler tekrar yakınlaşmaya başladı. Rusya
Suriye’ye destek vererek Ortadoğu da güvenilir
bir müttefik kazandı.
SURİYE KRİZİNDE İRAN’IN ROLÜ
Emrullah DEMİR
Çankırı Karatekin Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Uluslararası İlişkiler 2. Sınıf Öğrencisi.
Ortadoğu’da 2011 yılında ortaya çıkan Arap
baharı süreci Suriye’yi de etkilemiştir. Esed
rejimi halkın reform taleplerini dikkate almamış
hatta kitlesel gösterileri şiddete başvurarak
durdurmayı tercih etmiştir. Arap Baharını
“İslami Uyanış” olarak değerlendirip destekleyen
İran Suriye’de ortaya çıkan bu durum karşısında
tutumunu değiştirmiş ve Esed rejiminin
mücadelesinde en büyük destekçisi olmuştur. Bu
desteğin arka planında ideolojik ve tarihsel
etkenlerin dışında İran’ın Ortadoğu stratejisi olan
Şii Hilal’i projesinde Suriye’nin merkez
konumunda olması önemlidir çünkü İran’ın bu
projesi Irak, Lübnan, Suriye ve Körfez Şiilerini
kapsamaktadır.
Sonuç olarak Rusya’nın Suriye bölgesinde ki
çıkarlarına günümüzde en iyi yanıt veren yönetim
Esad yönetimidir. Rusya, Suriye rejiminin Batı ile
iyi ilişkiler kuramamasından dolayı Suriye’ye
9
İran Suriye’ye askeri, ekonomik ve siyasi
destek vermektedir. Askeri olarak gerekli
mühimmat ve silahı tedarik etmektedir. Ayrıca
silah sistemleri ve Esed rejimine teknik destek
sağlamaktadır. Esed rejimi siyasi krizin yanında
hızla bir ekonomik çöküntüye sürüklenmektedir.
Uluslararası alanda yoğun ekonomik ambargo
altında olan Suriye’nin yardımına bu konuda İran
yetişmektedir. Enerji konusunda zor durumda
olan Suriye elektrik enerjisini Türkiye yerine
İran’dan alacağını açıkladı. Ayrıca iki ülke
arasında 2011’de imzalanıp 2012’de yürürlüğe
giren
bir
Serbest
Ticaret
Anlaşması
bulunmaktadır.
Bu da Esed rejimini
rahatlatmaktadır. Bazı kaynaklara göre de İran
Suriye’ye 3 milyon dolarlık bir para yardımı
sağlamıştır. Siyasi olarak ise Suriye’nin
yalnızlaşmasını önlemekte ve rejime destek
sağlamaktadır.
TÜRK DIŞ POLİTİKASININ TEMELLERİ
Yaşadığımız çağ, hızlı değişimlerin çağıdır.
Buna bağlı olarak dış politika konuları da daha
karmaşık ve çetrefil bir nitelik kazanmıştır.
Dünyamızda yaşanan bu değişimin ve
gelişmelerin hızına ayak uydurarak gerekli
adımları zamanında atabilmek, bugün karar
vericilerin önündeki en önemli sınama ve
görevdir. Böyle bir ortamda gelişmeler;
uluslararası
yasallık,
karşılıklı
ekonomik
bağımlılık, insan haklarına saygı, sürdürülebilir
bir çevre politikası ile farklı dini ve etnik kökene
mensup kişiler arasında uyumun kalıcı barış,
istikrar ve refahın tesisi bakımından önümüzdeki
dönemin en önemli ihtiyaçları olduğunu bizlere
göstermekte; uluslararası dinamiklerin küresel
barış ufkuyla ve doğru araçlarla tahlil edilmesini
zorunlu kılmaktadır.
Bu olağanüstü değişim süreci, farklı dış
politika
dinamiklerinin
önemli
kesişme
noktalarından birinde yer alan Türkiye’nin temel
dış politika konularını da şekillendirmektedir.
Günümüzde küreselleşmenin yarattığı birçok
fırsat çerçevesinde kalıcı barış umudunun daha
canlı olması gerekirken, klasik güvenlik
sorunlarının yanı sıra sıkça karşımıza çıkan
terörizm, kitle imha silahlarının yayılması
tehlikesi, sınır ötesi suç şebekelerinin faaliyetleri
ve yasadışı göç gibi sorunlar bu ümidimizi
gölgelemektedir. Türkiye’nin birçok açıdan
merkezinde bulunduğu Afro-Avrasya coğrafyasın
da bu fırsat ve risklerin en yoğun etkileşim içinde
bulunduğu alan konumundadır. Hal böyle olunca,
Türkiye’nin bölgede kararlı ve yapıcı bir dış
siyaset takip etmesi daha da önemli hale
gelmiştir. Zira tarih bize doğru adımların atılması
ve
mevcut
potansiyelin
layıkıyla
değerlendirilmesi halinde bölgemizde barış içinde
büyük medeniyetlerin yükseldiğini, ancak
yapılacak yanlışların bedelinin ise tüm dünya için
çok ağır olabildiğini göstermiştir.
Bölgedeki etkisini kullanarak müttefiklerini
Suriye’ye destek vermeye çağırmaktadır. Bunun
en güzel örneği ise İran’dan sonra Esed rejimine
en büyük desteğin Hizbullah ve Irak’tan gelmiş
olmasıdır. Ayrıca İran’a Esed rejimi devrilirse
rejim değişikliği sırasının kendisine geleceği
düşüncesiyle Esed rejimini desteklemektedir.
Suriye krizi çerçevesinde İran ile Türkiye
ilişkileri de büyük bir değişime uğramıştır. Her
iki ülke Suriye krizinde farklı politikalar
izlemektedirler. Türkiye İran’ın etki alanını
genişleterek Şii kuşağına liderlik etmesi ve
mezhepsel
bir
kutuplaşmadan
endişe
duymaktadır.
İran ise Türkiye’yi ABD ve Batı ile işbirliği
yapmakla ve Suriye’nin içişlerine karışmakla
suçlamaktadır. Ayrıca İran Türkiye’yi bir rakip
olarak görmekte ve Esed rejiminin çökmesiyle bu
ülkenin İran yerine Türkiye’nin etki alanına
gireceği yönünde endişelenmektedir. Tüm bu
nedenlerden
dolayı
Esed
rejimini
desteklemektedir.
Yazının devamı için bakınız…
http://www.mfa.gov.tr/dis-politika-genel.tr.mfa
10

Benzer belgeler