İndir - Özgün İrade Dergisi
Transkript
İndir - Özgün İrade Dergisi
irade’den AYLIK iLMi, FiKRi, SiYASi DERGi Sayı: 134 Haziran 2015 Fiyatı: 7 TL. Sahibi: Çıra Basın Yayın Organizasyon ve İletişim Hiz. Tic. Ltd. Şti. adına Davut Güler Genel Yayın Yönetmeni Ramazan Kayan Yayın Koordinatörü Mehmet Duman Tasarım Fokus Ajans www.fokusajans.com Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ramazan Sarıkaya Hukuk Danışmanı Av. Fatih Yel Adres: Ali Kuşçu Mah. Kıztaşı Cad. Nalbant Demir Sok. No: 10/3 Fatih/İst. Tel: 0212 635 99 19 Faks: 0212 534 81 83 www.ozgunirade.com Baskı: Şan Ofset Hamidiye Mah. Anadolu Cad. No: 50 34406 Kağıthane-İstanbul Tel: 0212 289 24 24 Abone Şartları Yurt İçi - Yıllık: 84 TL. Yurt içi - Altı Aylık: 42 TL. Yurt Dışı - Yıllık: 60 Euro-75 Dolar Hesap No ÇIRA BASIN YAYIN İş Bankası Fatih Şb. (TL.) IBAN: TR20 0006 4000 0011 0201 7052 32 İş Bankası Fatih Şb. (EURO) IBAN: TR84 0006 4000 0021 0200 7371 79 Al Baraka Fatih Şb. (TL.) IBAN: TR75 0020 3000 0022 6672 0000 01 PTT Hesap No: 6024774 Recep, Şaban derken Ramazan ayına ramak kaldı. Ramazan sevinç günlerimiz. Onu büyük bir coşku ile bekliyoruz. O büyük bir temizlik, arınmak isteyenler için. Ardından Kurban ve Hac. Bunlar sembolik(şeair) yönü daha belirgin olan belli zaman dilimindeki ibadetlerimiz. Doğrusu ibadetlerin sembolik yönü, kendisi kadar önemli. Kendisi yani ruhu. Ona hayat veren özü. Bu öyle bir şey ki, bir an için ruhun(öz) cesedimizden çıktığını düşünün… Tek başına cesedin hiçbir işe yaramadığını, onun ruhla bir anlam ifade ettiğini biliyoruz. Buradan hareketle sevgili okurlar, bu sayımızda kaybolan özü ele alalım istedik. Bununla ibadetlerin ruhundan; yok olan, içeriksizleşen, sathileşen, niteliksizleşen ve görünür hali öne çıkan bir vakıadan söz etmek istiyoruz. Bu sorunumuzu bir soruya dönüştürerek kalem erbabından, yaramıza merhem olmalarını istedik. Konu bizim dinmeyen yaramız. Şimdilik dergimizin bu sayısında problemin çok az bir kısmına değinmiş olduk diyebilirim. Öz’den yoksun olma hali her kesimin derdi, ümmetin başat meselesi. Pusulamızı şaşırtan ciddi bir mesele; dahası siyasi, sosyolojik ve psikolojik yönleri olan bir konu. Doğrusu uzmanlarınca irdelenmesi gereken toplumsal karşılığı olan kanayan yaramız. Hoşumuza gitmese de görünürlüğün, imajın para ettiği bir devirde yaşıyoruz. Bulunduğumuz yüzyıl için imaj yüzyılı nitelemesi bile yapılıyor. Tabi bu, bizim ele aldığımız konuyu izah etmemizi de sağlıyor. Öyle bir illet ki, hastalık dindar kesime de sirayet etmiş; onları, ibadetlerini çepeçevre kuşatmış durumda. Aslında İmaj/ görünürlük halimiz öne çıktıkça kaybediyoruz ve komik oluyoruz; ağırlığımızı, ağır başlılığımızı kaybediyoruz. ‘Cüruf ve köpük dağılıp gider. İnsanlara faydalı olana gelince o yeryüzünde kalır..’ (Rad, 7) ayeti meramımızı ifade etmiyor mu? ‘Sel gider kum kalır’ deriz ya, bu özdeyiş de problemin sonuçlarından bahsetmektedir. İşin görünen kısmı yapay, sırıtkan; konu makyaj/imaj olunca boyalar akar, gerçek ortaya çıkar. Oysa Müslümanlar çağın zebunu olmamalı. Çağa ayak uydurmak adına, başkaları ne yer ne içer; zevkleri, tepkileri nedir? Her ne ise onlara uymak gibi bir anlayışımız da olamaz zaten. Ama maalesef öyle olmuyor. ‘Onlara karışı karışına uyacaksınız’ diyor ya hadisi şerif. Sonra da’ Hatta onlar(daracık) bir keler deliğine girseler, muhakkak siz de o deliğe gireceksiniz’ demekle hem probleme ışık tutuyor hem de uyarıyor. O Rasul çünkü. Çağlar üstü bir kişilik, dünden bugünü gören büyük insan. O en güçlü olduğu zamanda bile, en zayıf olduğu dönemden farksızdı.Onun İmaj diye, ayak uyduralım diye bir derdi yoktu. Adam dışarıdan geliyor, kalabalık bir topluluk içerisinden Peygamberimizi arıyor gözleriyle.’ O benim’ diye seslenene kadar tanıyamıyor onu. Hayatı sadeleştiren bir anlayışın mensubu O. (Mekke) Fethi geçekleşmiş. Adam korkudan titriyor. Korkma, dedi. Ben kral değilim, dedi. Peki kral değildi de kimdi o? Kuru et parçası yiyen Kureyşli bir kadının oğlu. Muhammed bin Abdullah. İmajsa İslam’ın imajı bu. Ama şimdi bir problemimiz var. Örtünüyoruz, iyi kötü. Ama tesettürün yasası/ruhu yok hayatımızda. İğreti. Alelacele, paldır küldür yapılan ibadetler; ifrat ve tefrit dengesizliği içinde bir türlü vasatı bulamayan bizler. Hep kolay olanı, baskın ve yaygın olanı seçtik. Ve aynileştik ötekilerle. Sözün özü dinin kendisiyle baş edemeyenler, İslamı ‘hıristiyanlaştıramayanlar’ Müslümanları ‘hıristiyanlar’ gibi sembollerin esiri yapmak istediler. Oysa ne İslam sembolik bir din ne de Müslüman(lık) sembollerin mahkûmu. Sevgili okurlar, sizlerin beğeniyle okuyacağınız bir dergiyi hazırlamanın çabası içerisindeyiz. Sizlerin de her alanda bize vereceğiniz desteği önemsiyoruz. Bu ay daha şimdiden oruç ayının heyecanını yaşıyoruz. Umarım hayırlara vesile olur. Oruçlu yapılan dualar daha farklı olur. Dualarımız kötülüklerin yok olması iyiliklerin de gönlümüzde taht kurması için olsun.. Dünyevileşme Dinde yoksullaşma ve yozlaşma Dindarlık ve samimiyet MUSTAFA ALTUNKAYA Biz üç kişiydik NECİP CENGİL Zarfa değil mazrufa bakmalı FATMA YAZICI TURAN Kitap, adalet ve demir HASAN AYIK Refah ve rahat rehavetimizi körüklüyor ERSİN ERYILMAZ Gençlerimizin önündeki engeller MUSTAFA SEFA Rehavet YAKUT BOZDOĞAN 8 12 16 18 20 21 23 BU SAYIDA 9. Öğretmen Sempozyumu... MUHAMMET YETİŞ Kırmızı Kitap: Eski Türkiye’nin gizli anayasası! AV.CÜNEYT TORAMAN NAHDA LİDERİ RAŞİD EL-GANNUŞİ: Bedir de İslam’ın Huneyn de Devrim, kendine yol çiziyor DAVUT GÜLER Geziden artakalanlar MEHMET TURGUT Din ve Diyanet SAiT ALiOĞLU İmam Hatiplerde vizyon ve misyon MUSTAFA AKMAN Müslüman vicdanın egemenlik problemi MEHMET HANİFİ TOSUN Feminizm kıskacında kadın DR. YUNUS ÇOLAKOĞLU 31 Mart: İmparatorluğun sonu... CELAL TAHİR Suç işleyen gençlerimizi idam etmeden önce BAKİYE MARANGOZ 12 Eylül ve Sahil Çay Ocağı İSHAK GÜVEN Ümmet şuuru ABDÜLBAKİ ÇAĞATAY İstikamet üzere olmak ENES TARIM Kuraniyyun ekolüne cevaplar FERHAT ÖZBADEM Tüketimin bizi kuşatan zamanları... SELViGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHiN Hızır olayı ve itaat anlayışı HÜSEYİN KUBAT Yeniden doğuş NECLA ARPA GÜLAÇAR 24 28 32 36 45 48 54 58 60 64 68 72 76 81 84 87 90 94 BAŞ YAZI Dünyevileşen dindarlık RAMAZAN KAYAN [email protected] DAHA çok özgürlük, daha çok günah anlamına gelmektedir… Kebairden sakınmayı bile akıllarına getirmeyen nevzuhur bir dindarlık nüksediyor… DININ anlam ve yaşam dünyamızdaki ‘kafa karışıklığı’ kaygı verici boyutlarda seyretmektedir. Bulanık zihinler, belirsiz hedefler, boşlukta kalan yürekler… İnsanımız heder oluyor. Görece bir dindarlık, teselli vesilesi olsa da gidişat çok ta hayra alamet değil. Kaldı ki bugün dindarlığın ne olduğuna dair bir ölçüde elimizde kalmadı. Herkesin dindarlığı kendinden menkul… Öte dünyayı öteleyen, önceliği bu dünya olan bir dindarlık anlayışı türedi. Dindarlar zahirde etkin bir görünüm kazanırken, dinin esasta daha da etkisiz hale geldiği görülüyor… Dindarların dünya da elbette etkin olmaları gerekir ama erimeden, statükoya eklemlenmeden… Oysa ki bugün dindar kesim, seküler dünya’ya karşı ‘her yerde varız ve başarılıyız’ düşüncesi ile dolu dizgin gidiyorlar… Kendi tüketim biçimlerini, 4 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 yaşam tarzlarını oluşturup hızla sınıf atlamanın gayretindedirler. Markalı ve pahalı tüketimle kendilerinin alt sınıflara ait olmadıklarını kanıtlama derdindeler… Bu durum İslami aidiyet ve kolektif mesuliyetler üzerinde derin darbelere neden olmaktadır. Daha çok özgürlük, daha çok günah anlamına gelmektedir… Kebairden sakınmayı bile akıllarına getirmeyen nevzuhur bir dindarlık nüksediyor… Tüketim kültürünün oluşturduğu istekler zinciri meşruiyet zeminini zorluyor… Kazanmak arzusu, kaybetmek korkusu insanımızı acımasız kılıyor… Nefsi emmare iktidarı, iyilik ve insanlığı tehdit ediyor. Çıkarlar konuşuyor, vicdanlar susuyor… Nefsin köpürmesi, kalbin küçülmesi anlamına geliyor. Cebimizi dolduruyor, içimizi boşaltıyoruz. Kirlenen kişiliklerin kriteri kalmıyor. Gövdemiz büyürken, gönlümüz daralıyor… Göz yumduğumuz bu yozlaşma dalgası hepimizi vuruyor. Artık bozulma sadece seçkin, elit, zengin zümresine has değil, toplumun tüm katmanları kirleniyor… Haktan, hidayetten, hikmetten, haşyetten kopan insan hızla hazların hadimi oluyor… Tutkuların tutsağı bir toplum. Çamurlaşan insan cevherini yitirdi… Anlamdaki bulanıklık, amaçta buharlaşmaya dönüşüyor. Bu duruma ne demek lazım? Yoksa harici düşmanı saf dışı bırakıp kendi nefsimizde mi boğuluyoruz? İç bozgunu mu yaşıyoruz? Dünyanın geçici hevesleri dedik ama görünen o ki, biz de kalıcı etkiler bıraktı… Bunalıyoruz, bozuluyoruz, boş veriyoruz. Daha da beteri, ikaz, ihtar, inzar, irşad, ıslah edenimiz kalmadı… Kendimize itiraz edecek mecalimiz de yok. Hevamıza ‘hayır’ diyecek takatimiz kalmadı… Bir şekilde alıştık, alıştırıldık… Kanıksadık, kandık ya da kandırıldık… Veya kendimizi kaptırdık… Anti sosyal damgası yememek için her şeye ayak uydurduk… Yaşamın gafleti, gürültüsü çöktü üstümüze; düşünemiyoruz, beynimiz uyuşuyor… Kal- baş yazı bimiz uyuyor. Yoksa olan biteni umursamıyor muyuz? Korkarım ki, kendimizden uzaklaşıyoruz… Seküler algılar, liberal tercihler, popüler kabuller ruhu yaraladı, kalbi parçaladı, kimliği kirletti… Topraktan gelen bizler, betona dönüyoruz. Kısacası sekülerizmin kuşatması altındayız. Hayamız, edebimiz, erdemimiz, onurumuz, vakarımız elimizden alınıyor… Sadakat, kanaat, dürüstlük, mertlik, cömertlik, eminlik toplumsal hayattan elini eteğini çekiyor… Modern dalga dindarlığı dumura uğrattı… Değerleri dejenere etti… Duyarlılıkları törpüledi… Gün geçtikçe dünyevileşen bir dindarlıkla yüzleşiyoruz… Dünyalılaşma ile yetinmedik dünyevileştik… Öte dünyaya duyarsızlaştık… Dünyevileşmenin denîleşmek olduğunu unuttuk.. Dünyevileşmenin, insanın dünyaya geliş gayesinden kopuş ve Allah’a uzak düşüş olduğunu hatırlamadık… Bu durum da çivisi çıkmış bir dünyaya çivilenip kaldık… Modern Müslüman dünyevileşmekle kalmadı, dini de dünyevileştirdi… Protestanlaşan bir İslam pazarlanıyor...’Ilımlı İslam’ la İslam’ı ehlileştirme, evcilleştirme yoluna gidildi… Teslim olunması gereken İslam, teslim alındı… Bu bağlamda bunu ‘inandığı gibi yaşamayanların, yaşadıkları gibi inanmaya başlaması’ olarak değerlendirmenin bir sakıncası yoktur… Artık olgu dinleşmiştir… Piya- sa İslam’ı prim yapmaya başlamıştır… Popüler Müslümanlık revaçtadır… Artık din, değişimin öznesi olmaktan çıkmış, dönüşümün nesnesi olmuştur… Dünyevileşme, dinde yoksullaşma ve yozlaşmanın önünü açmıştır. Dünya ahret için olacaktı, olmadı… Ahiret dünya için olmuştu… Dinde laubalilik, şekilcilik, dünyacılık, bireycilik, göstericilik, çıkarcılık dinin ruhunu zedeledi, itibarını düşürdü.. Muhafazakârlaşan Müslümanların muhalif duruşları değişti… Görüntü de dindarlık artarken; insanlık, adalet, merhamet, vicdan, akıl, insaf azaldı… Dibe vuran ahlaki çürüme acaba nasıl bir dindarlığa işaret ediyor? Peki dindarlıktaki daralmayı nasıl durduracağız? Genç Müslüman jenerasyonun dejenerasyonu daha hızlı… İbahiye mezhebi mensupları ne kadar da çok!.. E-dindarlık dur-durak bilmiyor… Haram-helal sınırları flu mu flu… Faiz, flört,fırsatçılık toplumu fena vurdu… İç güdüler hayatı içeriksizleştiriyor… Hedonizm yaşamı hiçleştiriyor… Tesettürün tefessühü ile kadının kimliği tanınmaz oldu. Kadın erkekleşirken, erkek kadınlaşmaya durdu… Kızlı-erkekli özel yaşam alanlarının müşteri sıkın- tısı yok… Sınıf atlayan İslamcılar sorumluluklarından sıyrıldılar… Ertelenmiş bir İslami mücadelemiz var… Geçici dünyada sefere gecikmişliğimiz var… Çilesiz dindarlık… Bedelsiz cennet beklentimiz var. Modern mecralardaki meçhuller, muğlaklar, müphemler maneviyatımızı ve manamızı bozuyor… ‘Gecikmiş annelikler’ nesli tehdit ediyor… Diri diri kreşe gömülen çocukların ‘suçu neydi?’ ‘Huzur evlerine’ defnedilen dedeler, nineler acaba ne derler? ‘Cennetin ayakları altına serildiği analar’ şimdilerde ayakaltı… Anasız ‘ana okullarında’ yavrular ne arar, ne bulurlar? Peki bu gidişat nereye? Yozlaşan dindarlığı durdurmak için derin bir İslami refleks gerekiyor… İmanı hayata galip kılmadan kaybolmaktan kurtulamayız… Sürekli ölümü, ukbayı hatırlamadan dava adamı olamayız… Bilelim ki; İslam sadece bir ritüel, retorik değil, alemlerin Rabbine teslimiyet ve O’nun rızasından şaşmamaktır… Hayatın tümünü kuşatan bir yaşam tarzıdır… Diri ve duru bir dindarlık için; tevbe, tevhid, takva, tezkiye ve tefekkür kaçınılmazdır… Kuşkusuz ‘Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez.’ Rad, 11) Modern Müslüman dünyevileşmekle kalmadı, dini de dünyevileştirdi… Protestanlaşan bir İslam pazarlanıyor...’Ilımlı İslam’ la İslam’ı ehlileştirme, evcilleştirme yoluna gidildi… Teslim olunması gereken İslam, teslim alındı… SAYI: 134 HAZiRAN 2015 5 DÜNYEViLEŞME Dinde yoksullaşma ve yozlaşma DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA DOSYA Dindarlık ve samimiyet MUSTAFA ALTUNKAYA [email protected] ÖLÇÜLMESi ve tespiti zor bir sosyal vakıa olarak sahte dindarlık, bedel ödenmesi gereken zamanlarda minimum seviyede iken dindarlığın prim yaptığı, zahiri Müslümanlığın ticarete, servete inkılab ettiği zamanlarda hızla yükselişe geçmektedir. DIN, aklını kullananlar için kendi iradeleriyle tercih ettikleri ve insanın Allah, insan ve varlık ile ilişkilerini düzenleyen semavî kurallardır. Ünlü pergel metaforuyla bir ayak sözkonusu semavi ilkelerde kalmak koşuluyla diğer ayağın evrenler dolaşacağı ve her şeyin Allah’a adanacağı bir ‘dindarlık tipolojisi’ni ele almaya çalıştığımız bu makalede tarihin her döneminde türlü tezahürleri olan bir büyük sorun “samimiyet” sorununu ele alacağız. Kur’ân-ı Kerîm samimi bir dindarlığa vurgu yapar, samimi olmayanlara “veyl (yazıklar) olsun size” der. Bu ise, inancı kuru bir slogandan öteye taşıyıp içselleştirmekle mümkün hale gelir. Böylece insan, etrafında deveran eden kozmik sistemin ritmine ayak uydurmuş olur. Namaz, oruç gibi görünürlüğü bulunan ibadetler ile imanın sosyal 8 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 tezahürü olan davranış biçimleri insanın muzmerindeki imanı yansıtırlar. Bu nedenle tasavvufa adab ilmi de denmiştir. “Namaz, oruç vb. ibadetler, itikadın şâhitleridir” diyen Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî’ye göre; ihsanda bulunmak, açları doyurmak ve misafir davet etmek gibi sosyal dindarlık tezahürleri samimi dindarlığın göstergesidir.1 İman ve salih amel öz ile kabuk gibidir. İman öz ise salih amel de onu koruyan dış muhafazasıdır. Bu meyanda Allah Resulü’nden rivayetler de variddir. Buna göre, farz ibadetler kulluğun özüdür, vacipler onların koruyucu zırhı, sünnetler vaciplerin, nafileler de sünnetlerin koruyucusudur. Dolayısıyla vacip, sünnet ve nafileleri hafife almamak gerekir. Riyâ/gösteriş, sözlükte “görmek” anlamındaki re’y kökünden türemiş, hadislerde süm’a (şöhretçilik, işittirme) kelimesiyle birlikte gelerek, çıkar sağlamak için dindar görünmek2, görünür olmaya çalışmak şeklinde açıklanır. Muhâsibî, er-Ri’âye’de bu kavramı ihlâsın karşıtı olarak ele alır ve tahlil eder. Gazalî’nin, ibadeti Allah’tan başkası için yapmak, ibadetleri kullanarak dünyevî çıkar sağlamak3 olarak gördüğü riyâ insanlar desin ve görsün diye bir davranışta bulunmak, içten pazarlık, sahte davranmak, ikiyüzlülüktür. Riyâ ve müraîlik, dindarlığın tarihinde her zaman varolan problemli durumlardandır. Kur’ân-ı Kerîm’in; اال من اتي اهلل بقلب سليم/ Ancak Allah’a samimi bir kalple gelenler müstesna” ayeti ile “ من عبادك منهم المخلصين/ Ancak onlardan sana ihlasla kul olanlar başka” ayeti, imanın samimi tezahürünün bütün zamanların en büyük hakkati olduğunu göstermektedir. Riyâkâr dindarlık ile ihlaslı dindarlık bir gerçek imanı diğeri nifakı/ikiyüzlülüğü temsil eden iki önemli kavramdır. Sahte dindarlık ta diyebileceğimiz bu riyâkârlık, insanın inandığı gibi veya olduğu gibi değil, çeşitli hesaplarla başkalarının hoşuna gidecek biçimde hareket etmesidir. Ölçülmesi ve tespiti zor bir sosyal vakıa olarak sahte dindarlık, bedel ödenmesi ge- DOSYA DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA reken zamanlarda minimum seviyede iken dindarlığın prim yaptığı, zahiri Müslümanlığın ticarete, servete inkılab ettiği zamanlarda hızla yükselişe geçmektedir. İhlaslı bir imanın, iffet olarak tezahür ettiğini düşünürsek istemeyi ar bilip kendi dünyasında nasibi ile meşgul olan afif kimseler bu dönemlerin de mağdurları, görülmezleri arasındadır. Riyanın en çok karşılaşıldığı alan kuşkusuz servet ve siyaset alanıdır. Allah’ın kitabı gösterişi sıkça kınadığı halde4 Post-modern dönemde, imaja dayalı anlayışların terviç ettiği bir riyâ/gösteriş kültürü oluşmuştur. Öyle ki “iyi olan görünür” diyerek, bu anlayışlara fikri/felsefi bir keyfiyet de giydirilmiştir.5 Esasen rea; görmek, inanmak anlamındadır, ancak bu fiil müfaale (karşılıklılık) kalıbına girdiği andan itibaren olumsuz bir anlam yüklenmekte ve çirkin bir davranışa dönüşmektedir. Kitab-ı Mukaddes’in de ahdi cedid kısmında Matta kitabında müteaddid pasajlar riyayı çirkin görmektedir. Bu da gösteriyor ki riyâ bütün nebevî öğretilerin zemmettiği illetli bir davranıştır. 17. yüzyılın öne çıkan isimlerinden Şeyhülislam Yahya Efendi (ö. 1644) rindâne söyleyişiyle riyânın; Cihan Devleti’nden mahllileşmeye doğru gerileyen Osmanlı Medeniyeti’ni içe kapanmaya sevkeden ciddi bir toplumsal illet olduğuna dikkat çeker. Riyâ’ya dair dizelerinden birinde şöyle seslenir: Mescidde riyâpişeler etsin ko riyâyı Mey’e gel kim ne riyâ var ne mürâyî Hz. Peygamber; “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır, münafığın ameli ise niyetinden hayırlıdır” buyurur.6 Bu şekilde Peygamber (sav), SAYI: 134 HAZiRAN 2015 9 DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA Mesnevi’de ihlas ve samimiyetten uzak kimselerin davranışları ‘misk’ metaforuyla açıklanır. Buna göre, gösterişçi bir dindarın ibadeti, çöplükteki yeşilliğin veya lağım içindeki gülün durumu gibidir. Nasıl ki insanlar bu güle ilgi duymazsa, Allah da riyâkâr kimsenin dindarlığına değer vermez. her işte niyetin asıl olduğunu, katışıksız/halis niyet olmaksızın hiçbir şeyin değer kazanamayacağını anlatır. İşte riyâ, bu niyette, sahne önünde gerçek niyetini saklamaya çalışır. Riyâkar aktörü anlamak için, İslami çalışma, İslami hareket, stk, Allah rızası, infak, hizmet vb. adı ne olursa olsun sahne arkasına uzanan perdeyi aralamak gerekir. Zaman zaman perdeler aralanınca sahnenin arkasında nelerin olup bittiğini görmek, Ebu Said Ebu’l-Hayr’ın dediği gibi göreni de görüleni de silip süpürmektedir: اســرار ازل را نـه تـو دانـي و نـه من وين حرف معمي نه تو خواني و نه من هســـــت از پـس پرده گفتگوی من و تو چـون پرده بر افـتـد نه تو مانی و نه من Ezel sırlarını ne sen bilirsin ne de ben Bu muammayı ne sen çözebilirsin ne de ben Ben ve sen, konuşmamız hep perde önünden Perde bir düşüversin, ne sen kalırsın ne de ben. Dindarlık, insanın iman-amel temelinde ortaya koyduğu davranış biçimini, dindarca hayatı; inanılan dinin emir ve yasakları doğrultusunda yaşamayı ifade eden ve inanç, bilgi, tecrübe/duygu, ibâdet, etki, organizasyon gibi boyutları olan bir olgu7 olarak anlaşılmalıdır. Din, dindarlığın ihlaslı ve samimi olanını kabul edip diğerini merdud ad- 10 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 dederken riyâkâr dindarlığın da bir illetli vakıa olduğunu ve giderilmesi gerektiğini ortay koymaktadır. Riyâkâr dindarlık, güdümlü bir dindarlık modeli olarak dış etkenlerin başka amaçlar için kullandığı bir malzeme işlevi de görmektedir. Yani riya, bağımsız olamamayı, kendisi olamamayı, güdülmeyi de beraberinde getirmektedir. Bu tip dindarlığa fonksiyonel dindarlık veya psikolojik ihtiyaçlar dindarlığı da denebilir. Bu tip dindarlığı tercih edenler, dinden bir şekilde yararlanmanın peşindedirler. Tıpkı Romanın 300 yıl boyunca mücadele edip etkisiz hale getiremediği İsevi öğreti karşısında dindarlaşarak Hıristiyanlığı kabul etmiş görünmesi gibi. Siyasetin ve sermayenin dindarlığına başka örnekler de verilebilir. Sözgelimi Müslüman savaşları yüzyılı olarak adlandırılan 21. yüzyılın ilk çeyreğinde İslam beldelerinde yeni projelerin uygulamaya konulması da bir tür dinden yararlanma, gösterişe dayalı dindarlık girişimi olarak görülebilir. Aynı şekilde Ramazan ayına kadar her türlü İslam dışı yayını yapıp Ramazan’da dindarlık gösterisi olarak bir takım programların sahneye konulması ya da İslam karşıtlığı bilinen bir takım sembollerin Ramazan reklamlarında sıkça kullanılması da gösterişçi dindarlık olarak okunabilir. DOSYA Sonuç olarak sosyal hayatta, samimi dindarlığın yanında riyâkâr/ gösterişçi dindarlıkta vardır. Toplum dindarlık temelinde ortaya konan ilişkilerden bir kısmını, belki büyük çoğunluğunu samimi olarak algılarken, bir kısmını gösteriş olarak algılamaktadır. Mesnevi’de ihlas ve samimiyetten uzak kimselerin davranışları ‘misk’ metaforuyla açıklanır. Buna göre, gösterişçi bir dindarın ibadeti, çöplükteki yeşilliğin veya lağım içindeki gülün durumu gibidir. Nasıl ki insanlar bu güle ilgi duymazsa, Allah da riyâkâr kimsenin dindarlığına değer vermez.8 Mevlânâ, daima dindarlıkta ‘denge ve ölçülülüğü’ öne çıkarmıştır. Bu konuda erişilmez ve sözden ibaret olan dindarlık anlayışlarını kâfirle Müslüman diyaloğu öyküsüyle dile getirir. Erişilmez dindarlık örneğini ünlü sûfi Bayezid-i Bestamî üzerinden yapar. Mevlânâ’nın anlattığına göre, “Bâyezid-i Bestamî zamanında bir gayrimüslim vardır. Bir Müslüman ona, ihtidâ ederek İslâm’a girmesini tavsiye eder. Bunun üzerine gayrimüslim, “eğer kendisine rol model olarak Bâyezid-i Bestamî’nin Müslümanlığı sunuluyorsa, ben onun Müslümanlığına güç yetiremem” der. (Mevlânâ, Mesnevî, V, 283 (3356–3362) Bu diyalogdan anladığımız kadarıyla Mevlânâ, insanları erişilmez bir dindarlığa değil, ölçülü ve yaşanılır bir dindarlığa çağırmak gerektiği üzerinde durur. Belki Bayezid’in dindarlığı üst düzey bir tecrübe biçimi olabilir. Mizaç farklılığından dolayı Bayezid-i Bestamî gibi âriflerin zühde dayalı dindarlık düzlemi, umuma cazip bir dindarlık düzlemi olarak sunulduğun- DOSYA DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA da sorun oluşturabilir. Bundan dolayı Mevlânâ da böylesi olağanüstülüklerle süslenmiş ve tamamen insan gücünü zorlayan menkıbelerle örülü dindarlık tarzlarının topluma model olarak sunumunun olumsuzluklara yol açacağını dile getirir. Mevlânâ, temsile dayalı olmayan dindarlık biçimini de eleştirir. Dindarlık bir yere ait olma duygusu ise, iman, bireyin gündelik hayatını dönüştürecek ‘eylem’ bütünlüğüne sahip olmalıdır. Bu sebeple Mevlânâ, “Allah’ın varlığına ve birliğine inandım” demekle kalınmamasını, mutlaka dindarın sosyal hayatla ilgili ilişkilerinde “ahlâkî” ilkeleri eksen alan; iman-amel bütünlüğünü sağlamış bir dindarlık örneği sergilemesi gerektiği uyarısında bulunur. Eğer böyle olursa, insanların eğilimi İslâm’a yönelir, aksi bir tutum olursa, o zaman da İslâm’dan uzaklaşmalar baş gösterir. Sonuç olarak söylemek gerekirse, Mevlânâ’ya göre ideal anlamda dindarlık; iman-amel bütünlüğüne sahip olmaktır. Bir mü’minin Allah’ı razı etmek anlamında yaptığı her türlü eylemin adı olan ibadet, samimi dindarlığın göstergesidir. Bu sebeple Mevlânâ, samimi olmayan Dindarlığın çeşitli isimler altında ambalajlanarak satışa arz edilmesine karşı durmak bütün dindarların boyun borcu olsa gerektir. dindarlık türlerini hastalıklı bir bünyeye benzetir. O, hastalıklı dindarlıkların, iyiyi eylem hâline getirmek ve kötüden de kaçınmak suretiyle tedavi edilebileceğini dile getirir. ‘Dindarlık, dinde görünürlük keyfiyet/kemiyet konusuna değindiğimiz bu yazıda Müslümanların içerikten ve özden yoksun, riyâkâr hallerinin tehlikeli boyutlara ulaşmaması için tedbirler alınması gerektiğine vurgu yapmaya çalıştık. Sembolik dindarlıklar, marka Müslümanlıkları bir yayılma, bir artış olarak görülmemeli, içerikten kopuk bir dindarlaşmanın, sürdürülebilir bir çağrı olmayacağı unutulmamalıdır. Ayrıca İslamî meselelerin ve dindarlığın, magazinel düzlemde içerikten yoksun bir endüstri malzemesi yapılmasına müsaade edilmemelidir. Hıristiyanlığın başına gelen- lerin Müslümanların da başına gelmemesi için bu yönde farkındalık oluşturucu sosyal, kültürel, pedagojik programlar uygulanmalıdır. Her yaşta insana Nezaket Eğitimi uygulaması resmi kuruluşların görünürlük malzemesine dönüşmemeli, öncülerin hazırladığı projeler, resmi/yarı resmi stk’ler elinde heba olmadan bağımsız sivil kuruluşlara devredilmeli ve uygulanmalıdır. İslamın ve İslamî çalışmaların, stk kültürü içinde ticaretin ve siyasetin malzemesi yapılmasına müsaade edilmemelidir. Son olarak Müslümanları yeniden ihlas, zühd, vera’ ve takva kavramlarına yönlendirmek gerekir. Dindarlığın çeşitli isimler altında ambalajlanarak satışa arz edilmesine karşı durmak bütün dindarların boyun borcu olsa gerektir. Dipnotlar 1. Mevlânâ, Mesnevî, Çev. V. İzbudak, İstanbul 2004, C. V, s. 47 (185-190. 2. TDV İslam Ansiklopedisi, Riyâ md. 3. Gazali, İhya-yı Ulumi’d-Din, C. III, s. 297. 4. Bakara 264; Nisa 38; Maun 6; 5. Guy Debord, Gösteri Toplumu, Ayrıntı Yayınevi, İstanbul 1996, s. 16. 6. Beyhakî, Şuabü’l-İman, Beyrut, 1990. V, 343. 7. M. Emin Köktaş, Türkiye’de Dinî Hayat, İşaret Yayınları, İstanbul 1993, s. 62. 8. Mevlânâ, a.g.e., C. II, s. 31 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 11 DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA DOSYA Biz üç kişiydik NECİP CENGİL [email protected] iNSANLARIN bir kısmı diri olmayan, uyuşmuş, ‘Sen daha iyi bilirsin efendim’ komutuyla çalışan makinelere dönüşmüş… Diğer taraftan itaat sınırını bilmeyen, eleştiri hududunu çiğneyen, vasat yani denge çizgisini ihlal eden nesil boy veriyor. GÖRÜNÜR dindarlık yani şekilci dindarlık artıyor. Zahmetsiz nimete ulaşma hayalleri gibi, zahmetsiz cennet hedefleri girdabı içinde yol alıyoruz. Siyasiler meydanları tıka basa dolduruyor lakin insanlığa çare üretecek fedakâr ve üretken anlayış giderek geriliyor. Okuma, araştırma, tefekkür oranı düşüyor. Nereye bu gidiş sorusu en çok sorulan sorular arasında… Aslında bu sorunun bir diğer hali geçmişte çok sorduğumuz “ne yapmalı” sorusudur. Ve sanırım şimdilerde sorulması ve cevabı aranması gereken soru budur. Bazı sorular var ki tek bir cevabı olmaz. Kimi cevaplar için, o gün karşılaşılan meselenin tarihte muadili olmuş mu, ne yapılmış, buna bakmak gerekir. Tarihi muadil aranırken, yıllar öncesine gitmek gerektiği gibi, daha derinlere de gidilmesi icap edebilir. Zira bozulma olarak görülen şey insanlığın ortak sorunudur, çözüm de öyle… Adına dindarlık denmeden de soruların cevabı bulunabilir. Zira din- 12 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 darlık, insan farkındalığıyla bağlantılıdır. Belki bütün soruların cevabı ‘iyiler cennettedir’ ayetinin içeriğinde gizlidir. Allah’ın yarattığı, değer verdiği, önemsediği ve halife dediği insan, onun Âdemleşmesi veya İblisleşmesiyle ilgilidir. Son Peygamber Nur dağında, tepeden Mekke’ye baktığında belki de ‘Ne olacak bu şehrin hali, bu şehir nasıl kirlerinden arınır’ diyordu. Eğer böyle bir soru sorduysa, bunun nedenleri olmalıydı. Şehrin sosyal ilişkileri, ekonomik ilişkiler, kadın-erkek ilişkileri insanlık açısından dibe vurmuş olmalıydı. Mesela şehrin zenginlerinin para kazanma usullerinin bir ahlakı yoktu. Sözgelimi kamu malı denilebilecek, Kâbe’ye hediye edilen ziynet eşyalarını, gizliden aşırıp götüren ve bununla zengin olanlar vardı. Faiz bireysel olarak bir tekel oluşturma modeliydi. Birine borç veren, süresi dolunca, verdiği borcu arttırarak tahsil ediyor; tahsil edemezse, borç verdiği şahsın evinde, hoşuna giden kadına, kızına el koyuyor, onu ‘çalıştırarak’ parasını faiziyle birlikte kazandıktan sonra, kadının rehin durumu sona eriyordu. Bir kadın istediği erkekle ilişkiye girebiliyor veya bir erkek istediği kadınla ilişkiye giriyor, sosyal doku giderek endişe verici boyutlara ulaşıyordu. Bu hengâmede temiz kalanların sayısı giderek azalıyordu. Son Peygamber, tefekküre çekiliyor, yol arıyordu. Bu gidiş gidiş değil, çözüm bulunmalı, yoksa toplumsal alt-üst oluşlar içinde tahribat artacak, temiz kalanlar yok olmaya doğru gidecek, şehir yaşanmaz hale gelecekti. Mesele şehrin, insanlar için daha yaşanabilir bir hal alması, kula kulluğun, zevklere kulluğun insanı daha fazla esir almasının önüne geçilmesiydi. İnsanın pespayeleşen öncelikleri değişmeliydi. Bugün şehirler yorgun; insanlar, evlerin içindekiler, sokaklar yorgun… Bu yorgunlukların nedenleri var. Her biri daha yaşanabilir bir hayatın maddi cephesinde dalgalar arasında yoruluyor. İnsanların aklı karışık, bu karışıklık ruha sirayet ediyor ve yorgunluk artıyor. ‘Sizin hayırlınız, insanlığa faydalı olandır’ ifadesi bir ilke olmaktan çıkmış. Ötekini düşünmek rafa kaldırılmış, rafların tozları arasında hatırlanacağı da yok. Kurumsallaşma adı altında, insana yatırım ötelenmiş. Zaman rölesine bağlı iş yapan makineler misali, gel-git, getir-götür emir sigalarıyla bireysel bağımlılıklar; akle- DOSYA DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA den, üreten, okuyan, araştıran kişilikten daha çok önemsenir durumda… İnsanların bir kısmı diri olmayan, uyuşmuş, ‘Sen daha iyi bilirsin efendim’ komutuyla çalışan makinelere dönüşmüş… Diğer taraftan itaat sınırını bilmeyen, eleştiri hududunu çiğneyen, vasat yani denge çizgisini ihlal eden nesil boy veriyor. Okuyan, araştıran, yazan insanlarla alay eden yapılar gözlemleniyor. Bütün bunların oluşturduğu erozyonun etkisini azaltmak için arada salon toplantıları düzenlenir, meydanlara slogan komutlu çağrılar yapılır. Toplum bu çağrıları duyar ve dudak büker. Her gösteriye gidenler, aşağı yukarı aynı kişilerdir. Etkileyen kişilik, yerini tepki çeken kişiliğe terk etmiş. Neden? Öncelikler sıralamasının değiştiğini söyleyebiliriz. Bir yandan toplumun değişen öncelikler sıralaması, bir yandan sivil toplumun, hiziplerin değişen öncelikler sıralaması. Bu hengâmede, cemaat kelimesinin yerinde yeller esiyor. Hatta’ Cemaat olma derdimiz yok’ diyenleri duyuyoruz. Cemaat olmayı yeniden tartışmalı bu toplum! Rol model sıkıntısından bahsedebiliriz. Hedef şaşkınlığı da rol model sıkıntısını etkiliyor. Hangi hedef ve o hedefin rol modelleri kimler? Mesela hedef her boyutuyla siyaset mi, nasıl olursa olsun kâr getirecek para oyunları mı, statü pazarlıklarının çevrelediği çıkar grupları oluşturmak mı? Yoksa hedef ‘iyi insan’ ve hayata cennet nağmeleriyle dokunmak mı? Her sözüne ayet karıştıran ancak çevresine ışık saçamayan anlatıcılar, rol model olamadıklarının farkına varıyorlar mı? Kim kimi niye dinliyor; güzel kişili- Aşırı, çıkarcı bir siyasallaşma girdabından dem vurabiliriz. Belki siyasileri besleyecek bilge insanlar yetiştirmek yerine, siyasilerin ağzına bakıp alkış furyasına ayak uyduran bir siyasallaşma var diyebiliriz. Siyasilerin kişilikleri önemsenmeden, onlarla birlikte poz verme yarışı… ğinden dolayı mı insanlara ehemmiyet veriliyor yoksa o günkü çıkar efsununa göre mi değer ayarlaması yapılıyor? Aşırı, çıkarcı bir siyasallaşma girdabından dem vurabiliriz. Belki siyasileri besleyecek bilge insanlar yetiştirmek yerine, siyasilerin ağzına bakıp alkış furyasına ayak uyduran bir siyasallaşma var diyebiliriz. Siyasilerin kişilikleri önemsenmeden, onlarla birlikte poz verme yarışı… ‘Bizim yerimize her şeyi yapıyorlar, bize alkışlamak düşüyor’ zihniyeti ile çevrelenen garip haller… Zorlama destek çıkışlarıyla, öne çıkarılan insanlar ve bu insanların toplumda estirdiği soğuk rüzgârlar… Bağımlılıkların artması, özgün ve özgür iradenin devre dışı veya önemsiz kalmasından söz edebiliriz. Uyuşturucu bağımlılığına karşın, zihin blokesi getiren bağımlılıklar; düşünmeyen, üretmeyen, öne- ri ve eleştiri dengesinden uzak yönelimler… Akıl-duygu dengesi sorunu… Kopma ve yalnızlaşma siyaseti; biz herkesten önemliyiz, onlar da kim oluyor yaklaşımları içinde gelişen olaylar… Ciddi sınavlardan geçmiş insanların, gücü eline geçirenler tarafından ötelenmesi, bu anlamlı yolu birlikte besleyen insanların birbirinden kopması, yola birlikte çıkanların, yolda buldukları insanlarla sarmaş dolaş, geçmişi ‘tatlı bir anı’ haline getirmesinden konuşabiliriz. Akıl yorgunluğu, duygu yorgunluğu, zihniyet yorgunluğunu gündeme getirebiliriz. Ehem-mühim dengesizliğinin ürettiği yorgunluklar ve ürettiği küskünlükleri ele alabiliriz. Kardeşlik ifadesinin içini boşaltan özel ilişkiler, bu ilişkilerin dışladığı insanlar, dışlanan insanların çev- SAYI: 134 HAZiRAN 2015 13 DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA rede oluşturduğu olumsuz etkiden bahsedebiliriz. Etkileyen, inandırıcı rol modellerin giderek azalması… Toplumu akıl ve duygu dengesi içinde besleyecek bu rol modellerin yetişmesine önem vermeme… Neden toplumu heyecanlandıracak şairler yok, yazarlar yok, bilge insanlar yok. Yoksa var da ‘onlar da kimmiş’ mi deniyor. Derdim var, çözüm arıyorum diyenlerin toplumsal oranı düşüyorsa gecikmeden arayışa girmek gerekir. Bu arayış kuru toplantılarla sonuç getirmez. Ruhsuz meydanlarla olmaz. “kardeşlik dalgalarım zalimlerin kıyılarında Firavunlara girdap olsun Musalar kurtulsun Yusuflar kuyudan çıksın isterim Yakup olmuşum uzak diyarlarda Doğacak ay ve güneşi beklerim…” Belki ivedi açılımlarla, canlı girişimlerle, gerçekçi duygu cümleleriyle, etkileyen rol modellerle ve içi boşaltılmamış bir kardeşlikle yeniden boy vermek gerekir. BiZ ÜÇ KiŞiYDiK… “fedakâr” “cesur” “mütevazı” önce “fedakâr” gitti aramızdan 14 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 DOSYA Etkileyen, inandırıcı rol modellerin giderek azalması… Toplumu akıl ve duygu dengesi içinde besleyecek bu rol modellerin yetişmesine önem vermeme… Neden toplumu heyecanlandıracak şairler yok, yazarlar yok, bilge insanlar yok. Yoksa var da ‘onlar da kimmiş’ mi deniyor. sonra “cesur” cesaretini zevklere sattı ve “mütevazı” kibre kapılıp izini kaybettirdi kimse kalmadı şimdi iman o “üç kişiyi” arıyor. biz üç kişiydik sevmek için karşılık beklemeyen içten hesapsız çıkarlara satılmamış duygularla yürüyen şehir bir başka yeşillenirdi bizimle baharı sonbaharı alkış tutardı yaz serinlenirdi kanatlarımızla efkâr uzaklaşırdı stres yüklenmezdi sokaklar bir seyyah bir ziyaretçi bu şehirde huzur var derdi şimdi şehir ve iman bu üç kişiyi arıyor biz üç kişiydik kuyulara attılar kervancılar bulup uzaklara sattılar gömleklerimiz arkamızdan yırtıldı zindanlardayız şimdi hayra yoracağımız rüyalar bekliyoruz biz üç kişiydik, evet bir ikiyi, iki üçü arıyor bulduğumuz buluştuğumuz gün yürekler yine bizim olacak şimdi buluşacağımız bir Arafat bir cebeli rahme arıyoruz./ Belki sorun bu; buluşacağımız ‘cebeli rahme’ sorunu… Belki sorun şu; aklın ve yüreğin birlikte veya ayrı ayrı devreden çıkarılma sorunu… DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA DOSYA Zarfa değil mazrufa bakmalı FATMA YAZICI TURAN [email protected] TOPLUMUN her kesiminde namaz var ama meramına ulaşmayan bir namaz. Oruç var ama manen içi boşaltılmış bir oruç. Zekât, infak, yardımlaşma dilden dile dolaşıyor ama pek çok başka kavramı da beraberinde sorgulamayı gerektirecek bir hal almış durumda. “RAMAZAN ayı, ki onda Kur’an, insanlara yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak indirildi. Sizden bu ayı idrak eden, onda oruç tutsun; hasta veya yolculukta olan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde oruç tutsun. Allah size kolaylık ister, zorluk istemez. Bu kolaylıkları, sayıyı tamamlamanız ve size yol gösterdiğine karşılık O’nu yüceltmeniz için meşru kılmıştır; ola ki şükredersiniz.” (Bakara 2/185) Ramada; Ragıp el-ısfahani’ye göre; güneşin fazla kızışması, ısının şiddeti anlamına gelir. Erdun ramidetun; kızgın toprak. Ramidetul ganemi; koyun sürüsü, kızgın güneşin altında otladı ve ciğerleri bundan dolayı susuzluktan kurudu. Bununla beraber yaz sonunda, güz mevsiminin evvelinde yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur da “ramada” kelimesinden alınmıştır. Bu 16 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 yağmurun yeryüzünü temizlediği gibi, Ramazan da mü’minleri günah kirlerinden temizler. Peygamberimiz(sav)”Kim inanarak ve alacağı sevabı Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır”. (Buhari) buyurmuştur. Irak’ın Ramadi kenti vardır. Güneşten kavrulmuş, çoraklaşmış topraklar, suya, yeşilliğe, serinliğe hasret çöl anlamına gelir. Ramazan kavramı da, ilk vahyin bu ayda gelmesinden dolayı, çağın kirleri ve yozlaştırmasıyla katılaşan insan kalbini, gönlünü, ruhunu ve beynini bir anda nasıl arındırdığını çok güzel ifade ediyor. Ramazanı anlamlı kılan, vahyin bu ayda indirilmiş olmasıdır. Çölleşen gönülleri ve yozlaşan fikirleri, bahara çevirip dirilten, Rabbimizin lütfu ve merhameti Aziz Kitabımızdır. Çoraklaşmış insan ruhu için Hacer’in zemzemi gibidir. Aziz Peygamber’e Kevser’i bağışlaması, “ıkra” oku; düşün, anla, sorgula, evreni bil, kendini bil, eşyayı bil, Rabbini bil ve tanı. Çöl ve çamur iklimlerinden çık, Kevser iklimine yücel. Toplum olarak siyah ve beyaz gibi keskin hatlar yerine daha flu daha uzlaşmacı daha orta bir millet olduğumuz şu yıllarda, dini ritüelleri çokça kullanır hale geldik. Bu her kesim için böyle sayılmaktadır. Dini kavramlar toplumun her kesimince oldukça rahat bir biçimde kullanılmakta. Dünya görüşü ne olursa olsun Kur’ani kavramlar dilden dile ve her ortamda rahat bir biçimde dillendirilmekte ve her amaca uygun hale getirilmektedir. Her kesim kendi ideolojisine veya düşüncesine hizmet amacıyla toplumun her birimi tarafından kabul gören bu ifadeleri oturumlarında öncelikli tercih etmektedir. Bu yüzdendir ki, kavramların içerdiği mana iyice daraltılmış, hatta yeni anlamlar yüklenmiştir. Toplumun her kesiminde namaz var ama meramına ulaşmayan bir namaz. Oruç var ama manen içi boşaltılmış bir oruç. Zekât, infak, yardımlaşma dilden dile dolaşıyor ama pek çok başka kavramı da beraberinde sorgulamayı gerektirecek bir hal almış durumda. Cezayirli düşünür, ‘Fikir Ve Put’ eserinin yazarı Malik Bin Nebi’nin DOSYA DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA İslam dünyası için önemli bir tespiti var, diyor ki; “İslam dünyasında insanlarda, bir kırılma yaşanmakta. Müslümanlar aya değil, ayı gösteren parmağa takılmışlar. Bunu sonucu şudur ki, asıl vurgulanmak istenen, bu hedef şaşmasından dolayı ıskalanmaktadır..’ Mecellede de buna benzer bir yasa vardır; “Zarf değil mazruf önemli” diye . Gerçekten de insanlar özden uzaklaşarak, kabuğa takılmış, asıl hedef unutularak, sayılar ve şekillerle gösteriş öncelenmeye başlanmıştır. Bunun sonucudur ki, âlimlerin mesajları değil, şahsiyetleri konuşulur olmuştur. Ve herkes din hakkında her şeyi konuşabilir duruma gelmiştir. Sokağa ve medyaya düşen din tartışmalarında toplumun her bireyi, fikir beyan etme hakkını kendinde bulmuştur. Kelimeler ve kavramların taşıdığı Kur’ani anlamlardan çok fonetik ve şekil vurguları öne çıkmıştır. İbadetlerin muhtevalarından çok tadili erkân, şekilsel özellik, kabuk kısmı önemsenmiştir. Oysa asıl olan Allah’ın rızasıdır. Fatiha’da ifadesini bulan; “Ancak sana kulluk eder ve yalnız sen den yardım isteriz” tevhid ilkesine dayanan bir bilinç sergilemektir. “Beni hatırlamak için, anmak için namaz kılın.” (Taha 20/14) Allah ile iletişimimizi, rabıtamızı, her zaman canlı tutmalı, kulluk bilinci içerisinde yaptığımız her eylemde Mevla’nın her şeye şahit olduğunun bilinciyle yaşamalı. İbadetlerimizin makbul olmasında ihlâsın, sosyal hayatımızın sağlıklı yürümesinde samimiyetin ayrı bir yeri vardır. İhlâs ve samimiyet, karşılıksız sevgi ve saygı; gösterişten, dünyevi çıkar beklentisinden uzak davranış demektir. Hal ve ha- reketlerinde Allah’a yönelmek, yalnız O’nun rızasına talip olmaktır. Allah Teâlâ, bu mukaddes dinin hâlis din, yani her türlü dünyevi menfaat ve çıkar beklentisinden uzak, her çeşit bâtıl düşünceden arındırılmış din olduğunu bizlere Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirmektedir. “Onlara, ancak Allah’ın dediğine gönülden bağlanarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. Sağlam din işte budur.” (Beyyine, 5) İbadetler kulun Allah’a yolladığı mektuplara benzer. İbadetlerle yüzeysel ilişkiye giren, onların ruhuna nüfuz etmeyen ve ibadetin kendi ruhuna nüfuz etmesini sağlamayan, Allah’a içi boş bir zarf göndermiş gibidir. Elbet bu da bir şeydir ve hiç yoktan iyidir. Ama aynı zamanda bir ciddiyetsizlik göstergesidir. İyilik ettiğiniz birinden mektup aldığınızı düşünün; zarfın içi boş çıkınca ne düşünürdünüz? İbadetlerle yüzeyden değil özden ilişki kuran, zarfın içini boş bırakmamış demektir. Ramazan’la yüzeyden değil de özden ilişki kurmak, Ramazan’ın varlık sebebi olan vahiyle ilişki kurmak demektir. Çünkü Ramazan Kur’an’ın doğum ayı kutlamasıdır. Eğer insan ilahi bir inşa projesi olan vahiyle ilişkisini yüzeysel tutmuşsa, ibadetlerle ilişkisi de yüzeysel kalmaya mahkûmdur. Yani Allah’tan gelen mektup hükmünde olan vahyin, sadece zarfına bakan, Allah’a yollanmış, mektup hükmünde olan ibadetlerin içini de boş bırakacaktır. SAYI: 134 HAZiRAN 2015 17 DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA DOSYA Kitap, adalet ve demir HASAN AYIK [email protected] iLiM ve tefekkürden yoksun bir okuma biçiminin ortaya çıkardığı kurusıkı hukuk anlayışı ve tefekkürden yoksun Kur’an ve sünnet yorumlarının Müslümanları nereye götürdüğünü acı bir şekilde tecrübe ediyoruz. HADID 25. ayette Allah şöyle buyuruyor: ‘Andolsun biz elçilerimizi açık kanıtlarla gönderdik ve onlarla beraber Kitabı ve (adâlet) ölçü(sün)ü indirdik ki insanlar adâleti yerine getirsinler. Ve kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlara birçok yararlar bulunan demiri indirdik ki Allâh, kimin (ondan yararlanarak) gaybda (görmediği halde) kendisine ve elçilerine yardım edeceğini bilsin, (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allâh kuvvetlidir, dâimâ üstündür.’ Bu ayette Kitap, Adalet ve Demir birlikte zikredilerek, hem bunların ayrılmaz bir bütün olduğu ortaya konulmakta, hem de tevhit geleneğinin oturduğu, birbirinin tamamlayıcısı (mütemmim cüzü) olan, birbirinden ayrılmayan üç temel unsura dikkat çekilmektedir. Öyle ki, bu üç temel unsurdan birinin yoksunluğu, diğerlerini işlevsiz bırakacaktır. 18 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 Bu üç temelden birincisi olan kitap, başta satırlara dökülmüş vahyi, daha sonra satırlara dökülmemiş vahiy olan kâinatı, ayrıca vahyin ışığı ile aydınlanmış aklın ortaya koyacağı ilim ve tefekkürü, nihayet bu tefekkürün ortaya çıkaracağı yazılı ilkelere işaret ettiği söylenebilir. Ancak tek başına Kitap yeterli değildir. Bunun yanında temel erdem olan adalet gerekmektedir. Kadim düşünceden beri ahlakın temel erdemi olarak kabul edilen adalet, tevhit geleneğinde de ahlakı temsil etmektedir. Bir medeniyetin ayakta durabilmesi için sadece yazılı ilkler ve ahlak yetmemektedir; buna ilaveten demir, yani güç de gerekmektedir. O halde diyebiliriz ki, Peygamberlerin temsil ettiği tevhit geleneğinin tarih boyunca kurduğu medeniyetlerin birbirinden ayrılmayan üç temel unsuru bulunmaktadır. Bunlardan ilki, kitabı temsilen ilim, tefekkür ve bunun ortaya koyacağı yazılı ilkeler olarak hukuk; ikincisi söz konusu hukuku ayakta tutacak olan adalet ya da ahlak, üçüncüsü ise bu hukuk ve ahlakı yaşatacak olan güçtür. Günümüz Müslümanları olarak, kitabı okumak ve anlamak konusundaki gayretlerimizin şöyle ya da böyle belli bir ivme kazandığını; kitabın ayetlerinden ve Peygamberimizin sünnetinden hukuk ilkeleri (fıkıh kuralları) çıkarabilme çabalarımızın belli bir yoğunluğa ulaştığını söylemek mümkündür. Ancak ilim ve tefekkürden yoksun bir okuma biçiminin ortaya çıkardığı kurusıkı hukuk anlayışı ve tefekkürden yoksun Kur’an ve sünnet yorumlarının Müslümanları nereye götürdüğünü acı bir şekilde tecrübe ediyoruz. Müslümanlar olarak, insanlara adaletle hükmedebilmemizi sağlayan adalet ve onun üzerine bina edilen ahlak konusundaki eksikliklerimiz ise apaçık ortadadır. Adil olmak, hakkı sahibine teslim etmek, evrensel merhametle bütün mazlumların hakkını savunmak, adaleti bütün yeryüzüne yaymak gibi erdemlerimizi uygulanabilir kılacak olan gücümüz ise yok denecek kadar azdır. DOSYA DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA Bugün Müslümanlar olarak öncelikle ilim ve tefekkürden uzaklaştığımız için düşünce geleneğimizde var olan uzun soluklu düşünme biçiminden de uzaklaştık. İbn-i Sina’nın, Gazali’nin, İbn-i Rüşd’ün tartıştığı ontolojik ve epistemolojik tartışmalar, gündemimizden düştüğü gibi algı kapasitemizi de ciddi anlamda zorlamaktadır. Bu anlamda ilmi derinliğimizi kaybettiğimizi, düşüncelerimizin sığlaştığını acı bir biçimde müşahede ediyoruz. İslam medeniyetinin ihyasından sıkça söz edilen günümüzde, bu medeniyetin temel taşlarından biri olan ilim ve tefekkürde derinleşmek durumundayız. Artık derin bir kavrayışı (tefekkuhu) olmayanların din adına ortaya koyduğu kurallar ve sığ yorumlar, tevhidin ihyasına değil, Allah korusun imhasına neden olabilir. Kitabın hayata uygulanış biçimi olan adaleti kaim kılacak olan güç, Hadid suresinin 25. ayetinde belirtilen demir örneğinde olduğu gibi, sahibini güçlü kılacak ve bütün insanlar için yararlı olacak olan teknolojik güçtür. Modern bilimin ortaya çıkardığı teknolojik gücün şiddetini iliklerine kadar hisseden Müslümanlar olarak, bu gücü kazandıracak olan bilimden de çok uzak olduğumuzu söylemek durumundayız. Maalesef üniversitelerimizin bilim ve teknolojide modern dünya ile yarışabilecek durumda olduğunu söylemek oldukça zordur. Biraz modern dünyanın problemleri ile ilgilenen ve kitap okuyan gençlerimiz, bulundukları dünyanın ideolojik kamplarına kaymakta, keskin uçların fedaileri olarak enerjilerini tüketmektedirler. Gününü gün eden eyyamcılarımız ise üniversite kapılarını, kısa yoldan diploma alıp yüksek maaşla işe girebilmenin kestirme yolu olarak görmektedirler. Okullarda bütün “Kitap Okuma” projelerine rağmen okuma alışkanlığı yükselmediği gibi, okunan kitaplar da bilimsel- düşünsel kitaplar olmaktan çok duygusal kitaplar olmaktadır. Müslümanlar olarak bilmeliyiz ki, ‘Tevhit Medeniyeti’nin bayrağını dalgalandıranlar, her yönleriyle karşıtlarından daha nitelikli olan insanlardı. Örneğin Hz. Yusuf sabrı, edebi ve teslimiyeti yanında buğ- Müslümanlar olarak, ilim ve tefekkürde, adalette ve ahlakta, bilim ve teknolojide çağımıza fark atamadığımız müddetçe, korkarım çoğunlukla bize fark atanların oyuncağı olmak durumda kalacağız. day depolama konusundaki çağına fark atan bilgisi ile Mısır’a Maliye Bakanı olmuştur. Endülüs’teki İslam medeniyetini ortadan kaldırmaya çalışan Hıristiyan Kralı ekonomistleri şöyle uyarmaktadır: “Bir Endülüslü Müslüman beş Hıristiyan’a bedeldir. Eğer Endülüs’ten Müslümanların kökünü kazırsanız iş gücümüz sıfırlanacaktır” İşte şimdi, bu farkı kaybettik. Müslümanlar olarak, ilim ve tefekkürde, adalette ve ahlakta, bilim ve teknolojide çağımıza fark atamadığımız müddetçe, korkarım çoğunlukla bize fark atanların oyuncağı olmak durumda kalacağız. SAYI: 134 HAZiRAN 2015 19 DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA DOSYA SORUŞTURMA İçinde yaşadığımız toplumda ‘Dindarlık ve dinde görünürlük, sathilik, keyfiyet/ kemiyet dengesi’ başlıkları ile ifade edeceğimiz meselede, özellikle Müslüman kesimin içerikten ve özden yoksun, görünürlük hallerinin tehlikeli boyutlara ulaştığını görüyoruz. Müslümanların görünür olmak arzuları hayret verici derecede artmış bulunmaktadır. Dine dair sembollerin gündelik hayatta giderek daha fazla yer tutması, İslam’ın mesajını güçlendirmekten ziyade son tah- lilde çürü(t)meye neden olan bir tesir yapmaktadır. Müslümanların ve Müslümanlığın magazinleşip içeriksizleştirildiğini ve metalaştırıldığını, dinin ticarileşip siyasileştirildiğini istismar tehlikesi ile karşı karşıya kaldığını da görmemek mümkün değil. Buradan hareketle Müslümanlığın görünürlükle sathileştiği, şeklin ve sembollerin öne çıktığı, rehavetin ve nemelazımcılığın yaygınlaştığı gerçeği ile karşı karşıya olan bu halin sebepleri hakkında neler söyleyebiliriz? Refah ve rahat rehavetimizi körüklüyor ERSİN ERYILMAZ DiNiN -dünyevi anlamda- “yükselen bir değer” halini almaya başladığı Medine döneminde, İslam toplumu içerisinde münafıklık kol gezmeye başlamıştır. Dindarlığın “para etmeye” başladığı günümüz Türkiye’si açısından da benzer bir durum söz konusudur. “İMANIN gücü çilenin imtihanında ortaya çıkar “denir. Temenni edilmez ancak imtihanın (fitnenin), özü cüruftan ayırıcı bir rolü vardır. Her davanın ortak kaderidir ki; gerçek dava adamları zor zamanlarda ortaya çıkar. Asr-ı Saadette de öyle olmamış mıdır?... İmanın avuçtaki bir köz parçası gibiyken yüreklerde taşındığı, İslam’a girmenin hayati bir risk taşıdığı Mekke günlerinde bir tek münafık yoktur mü’minler arasında… Ancak dinin -dünyevi anlamda- “yükselen bir değer” halini al- 20 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 maya başladığı Medine döneminde, İslam toplumu içerisinde münafıklık kol gezmeye başlamıştır. Dindarlığın “para etmeye” başladığı günümüz Türkiye’si açısından da benzer bir durum söz konusudur. Toplumsal anlamda bahsettiğiniz ‘sathileşme’ ve ‘kemiyet-keyfiyet tenakuzunun’ temelinde bu durumun yattığını düşünüyorum. Hicaptan yoksun ilginç ve iğrenç örtünme(!) garaibi bunun en somut tezahürüdür. Daha özelde, İslam’la münasebeti kültürel ve geleneksel boyu- tun ötesinde, daha bilinçli olan, İslam’ı dava edinen, bu özden uzaklaşmaya karşı mücadeleyi imanî bir sorumluluk addeden Müslümanlara/İslamcılara, bize gelince… Benzer tenakuzu maalesef bizler de yaşıyoruz. Yolların açılması hızımızı düşürüyor… İmkânların artması gayretimizi azaltıyor. Refah ve rahat, çabamızı değil rehavetimizi körüklüyor… Peki neden? Yaşadığımız bu ruhsuzluğun sebebi nedir? • 28 Şubat travmasının doğurduğu özgüven yitimi mi? • İran devrimi, Afgan Cihadı gibi saiklerin seksenli yıllarda dünyada estirdiği İslam rüzgârının kesilmiş olması, İslam coğrafyasının bugünkü tablosuyla o günün idealizminin bize yakın gösterdiği zafere uzaklığımızı fark etmiş olmanın hayal kırıklığı mı? • Muhafazakâr bir hükümet eliyle dindarlar üzerindeki baskıların kaldırılması ile sosyal ve siyasal İslami talepleri- DOSYA DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA mizin karşılandığı zannı mı? • Toplumsal değişim hedeflerimizi hükümete tevdi ederek bireysel/cemaatsel sorumluluklarımızdan kurtulduğumuz düşüncesi mi? • Dünyanın tüm cazibesiyle göz kırpmaya başladığı bir dönemde zihnimizi, zamanımızı meşgul eden, yüreklerimizi işgal eden bir “dünyevileşme” hastalığına müptela olmamız mı? Hepsi veya bir kaçı… Vakıa ve Enfal suresi 46. ayeti kerimesinde belirtildiği gibi, bireysel ve toplumsal “rüzgârımızı yitirmiş” durumdayız. O rüzgârı, ruhu, aşkı yeniden yakalayabilmek için derin bir muhasebeye, kalbî bir arınışa, güçlü bir silkinişe, imanî bir yenilenişe had safhada muhtacız. Diriden ölüyü, ölüden diriyi çıkaran Rabbimizden bizi diriltmesidir duamız. Gençlerimizin önündeki engeller MUSTAFA SEFA Sivas Kadim-Der Yönetim Kurulu Üyesi FACEBOOK’TAN, Twitter’dan Sisi’yi deviren, Esed’i bitiren ama Kuran’la, Resulullah’ın hayatıyla mesafesi olan bir genç akıllarda soru işareti uyandırmalı değil mi? ÜNIVERSITE gençliği her zaman için kendinde ciddi bir potansiyeli barındırmıştır. Bu hem gençliğin verdiği enerjiyle hem de hayatın kimi sorumluluklarının henüz omuzlara yüklenilmemiş olmasının verdiği rahatlıkla ilgilidir. Bir de sayısal çokluğu da göz önüne alırsak meselenin ehemmiyeti daha da anlaşılacaktır. Toplumun dönüşümünü hedefleyen biz Müslümanlar için üniversite çalışması ihmal edilmemesi gereken bir alandır. İçerisinden geçtiğimiz süreç belki de tarihin kırılma noktasıdır diyebiliriz. Türkiye prangalarından kurtulup ümmet için bir umut ışığı olurken üniversiteli Müs- lüman gençlerin değerlendirmesini yapmamız kaçınılmazdır. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki tablo hiç de kötü değil. Allah’ın diniyle dertlenmiş, davasını dava edinmiş, hayatını mücadeleye ayarlamış, edep timsali ve hareketin ortasında kaliteli birçok gencimiz var ve yetişmeye de devam ediyor hamdolsun. Ama sorunlar ve eksikler elbette var. Biz 10 maddede görebildiğimiz sorunları ele alacağız. Bu maddelerin eğitimcilere ve özellikle öncü gençlere hareketin daha iyi bir hale gelmesi için ipuçları olmasını ve çözüm adına üzerinde düşünülmesini temenni ediyoruz. 1. Bireysellik: Gençliğin belki de en çok öne çıkan sorunu bireysel hayat tasavvuru. Bireysellik beraberinde ortak hareket kabiliyetini de kırıyor. İstişaresiz, kendi kendine kararlarla hareket etmeye itiyor. Bu da hem bereketi hem verimliliği düşürüyor. Aynı evde kalan öğrencilerin namazlarını dahi ayrı ayrı kıldığına şahit olabiliyoruz. Bir bütünün parçası olmak yerine kendi başına bir bütün tipler ortaya çıkabiliyor. Elbette sürü olmayı kastetmiyoruz ama sürüden ayrılanı kurdun kapacağı gerçeğini de es geçmemeliyiz. Şeytan yalnızlaşan insanları hele de gençleri daha kolay aldatır. İsar, başkasının nefsini kendi nefsine tercih erdemi tarihte mi kaldı? 2. Ciddiyetsizlik: Ciddi olmayı çatık kaşlılık olarak anlamadığımız malum. Yaptığı işi özenle, önemle yapmayı kastediyoruz ciddiyet derken. İhsan üzere olmak, yaptığını güzel yapmak; alınan kararlara dikkatle uymak; söylenilen işin denilen zamanda başlaması ve yapıl- SAYI: 134 HAZiRAN 2015 21 DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA ması gibi özellikler... İslami çalışmaları bir hobi, bir boş zaman meşgalesi gibi görmek değil hayatın anlamı, tam aksi olmazsa olmazı olarak görmek. Mesela, haftalık yapılan bir dersi cephede nöbet tutan bir er ciddiyetiyle değerlendirmek. Rahatından, uykusundan geçecek bakış açısıyla hareket etmek ve bunların eksiğini ziyadesiyle hissedebilmektir. 3. Fikrî Zayıflık: Okumanın zayıflaması neticesinde düşünce de zayıflıyor ve bu sefer de hakikat sloganlar üzerine bina ediliyor. Önceki kuşaklardaki yoğun okuma faaliyetleri beraberinde üretimi de getirirken aksi durumda hazırdan yeme sıkıntısı doğuyor. Dergi çıkaran hatta eser ortaya koyan gençlerin yerini çıkan dergileri, yazılan kitapları dahi okumayan gençler almaya başlıyor. Gençlerimizin söyleyecek sözü, anlatacak meselesi olmalı. Fikrî bir münakaşa ortamında İslam’a yapılan hücumları püskürtecek kapasiteye sahip olmaya mecburuz. 4. Sanal Mücahitlik: Sosyal medyanın doğru kullanıldığında ortaya çıkardığı olumlu sonuçlara kimsenin diyecek bir sözü olamaz. Ama bazı yapmamız gerekenlerin sadece sanal ortamda kalması da bir başka sorun. Gencin sos- Bir hadis metnine bırakın mana vermeyi ibaresini okuyamayacak kimseler Buhari münekkidi olup çıkıyor. Doğuştan müfessirler, zaten etrafımızı kuşatmış durumda. 22 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 yal medyada yazdıklarına, paylaştıklarına bakınca mangalda hiç kül bırakmadığını görürken gerçek hayatında, namaz gibi temel eksikleri olduğunu görmek üzücü. Facebook’tan, Twitter’dan Sisi’yi deviren, Esed’i bitiren ama Kuran’la, Resulullah’ın hayatıyla mesafesi olan bir genç akıllarda soru işareti uyandırmalı değil mi? 5. Gelecek Kaygısı: Buna rızık endişesi de diyebiliriz. Daha birinci sınıfa gelip 4 yıl sonrasını hesap eden kardeşlerimiz oluyor. Bu elbette okulu önemsememek, dersleri boş vermek anlamında değil. Müslüman bir genç her alanda olduğu gibi derslerinde de örneklik sergilemeli. Ama yersiz endişeleri de bir kenara bırakmalı. Zamanın şartları içerisinde yapılması gerekenler de es geçilmemeli. Allah rızkımıza kefilken, er-Rezzak iken, ‘Siz Allah’a yardım ederseniz, O’da size yardım eder’ iken gelip gelmeyeceği bile belli olmayan günler için zihnimizi harap edip, hızımızı kesmeyelim. 6. Günlük, Kısır Siyasi Tartışmalar ve Tarafgirlik: İslam hayatın her alanına olduğu gibi elbette devlet meselelerine de müdahildir. Bir Müslüman da elbette siyasetle ilgilenmeme bahanesine sığınamaz. Ama bu particilik yapmak anlamına da gelmemelidir. Danışıklı dövüşlerin kurbanı olmamalıdır. Anlattığı zaman muhatabında onun İslami yaşantısına ve bakış açısına katkısı olmayan meseleleri dillendirmek kime ne sağlayacak? Hatta bu durumun davetimizin önüne geçme tehlikesini barındırması da ayrıca dikkat edilmesi gereken bir husustur. Tarafgirlik ise sadece politik meselelerle değil mezhep, DOSYA meşrep, cemaatle bile olmaktadır ki taassup Müslümanın işi değildir. Hoca, üstad vb. kişileri yarıştırmak bize bir katkı sağlamaz. 7. Kolaya Talip Olma: Zor olanın adam yetiştirmek olduğunu söyleyelim, siz kolayı buradan çıkarın. Mesela salt salon programlarıyla nereye varılabilir? Bir konuşmacı çağırıp, bir salonda toplanıp dağılmak kolay, ya sonrası? Ya da kişi yapması gerekenleri başkalarına havale edip kendisi için de sadece onu desteklemeyi yeterli görse bu da kolay olandır. Ama bir genç gayretini hiçbir bahaneye sığınmadan azami derecede göstermelidir. Birilerine tabi olup oturmak ne de kolaydır... 8. Tribünlere Oynama: Dostlar alışverişte görsün ya da ‘Bakın ‘ben’ bunu yapıyorum ha!’ hali. Yapmış olmak için yapmak ne kötü. Birileri görsün diye veya birilerine yaranmak için hatta bir yerlerden çıkar elde etmek için yapılanların Allah katında bir karşılığı olacak mıdır ki? Dakika başı fotoğraf çekinip tüm insanlık alemine yayma çabası, hatta bir etkinliğe sırf fotoğraf çekinmek için katılmak ne abes! Nefsi terbiye, tezkiye etmeden yola çıkmak en fazla onun hesabına çalışmayı getirir. 9. Karşı Cinsle İlişkiler: Maalesef en çok gencimizi bu konuda kaybediyoruz. Tesettürün bile bir çağrı aracı olduğu, her şeyin mubahlaştığı, ahlaksızlığın ahlak olduğu bir dönemde işimiz çok zor gerçekten. Hele bir de evlerinden, memleketlerinden ayrılmış, okuduğu şehirde onu hiç tanıyanın olmadığı binlerce gencin bulunduğu üniversite ortamı için. Bu bazen İslami kılıflarla da olabilmekte. Sınırlar bir kere aşıldık- DOSYA DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA tan sonra da fazlaca normalleşiyor. Hem milletin kalbi zaten temiz onlarınki ise tertemiz! 10. Usulsüzlük: Modernizmin bizi ittiği bu kötülük en çok gençlerde tutmakta. Herkesin bir ‘bana göre, bence’ dini olmuş. Bir hadis metnine bırakın mana vermeyi ibaresini okuyamayacak kimseler Buhari münekkidi olup çıkıyor. Doğuştan müfessirler, zaten etrafımızı kuşatmış durumda. Eleştirel bakış açısı derken İslam’ın temel direklerini sarsma çabasına düşüldüğü gözden kaçabiliyor. İki kitap okuduktan sonra allame-i cihan olan üçüncü kitaba da ihtiyaç duymuyor zaten. İlme, alime saygı kalmadığı gibi muhabbet de derin derin sulara batabiliyor. İşte tüm bunlar ve dahası, sorunlar olarak karşımızda durmakta. Ama bu yol güllük gülistanlık da olmayacaktı. Bunu bilerek yola çıkanlar yola yatmayacak, dökülmeyecektir. Başta da dediğimiz gibi sorunlar olmakla birlikte berrak ve gürül gürül gelen bir damar da var ve daima olacaktır. Rehavet YAKUT BOZDOĞAN Çorum Gül-Der Başkanı NE olduysa kapitalizmin dünyevileştirme projesine ayak uydurma ile oldu. Kul kulluğunu unutunca bireyselleşme, kendini gerçekleştirme, özgünleşme, özgürleşme derken salt akıl insanı makineleştiriverdi. REHAVET, son yüzyıl Müslümanının onulmaz yarası, içine düşmekten kendini kurtaramadığı, yine devası kendinde olan en çetin hastalığı.21. yy’da Müslümanlar sanki bu hastalığı daha çok yaşıyorlar gibi geliyor. Anne evladından, evlat babadan şikâyet eder oldu. Hâlbuki bir genç, öğrencilik yıllarında ne hayaller kurardı, İslami bir yuva ve o yuvadan ailece cennete yolculuk ne güzel hayallerdi, bunlar. Ne olduysa kapitalizmin dünyevileştirme projesine ayak uydurma ile oldu. Kul kulluğunu unutunca bireyselleşme, kendini gerçekleştirme, özgünleşme, özgürleşme derken salt akıl insanı makineleştiriverdi. Peki, çözüm nedir? Kur’an sadece akleden beyine mi hitap eder, akleden kalp bizim için neyi ifade ediyor? Bir makalede şöyle bir paragraf geçmişti: “Osmanlı’nın son yüzyılında ilk beş yüzyıldan çok daha fazla âlim yetişmiş fakat çöküşün önüne geçememişti. Neden mi, çünkü heyecanlarını yitirmişlerdi. “İşte akleden beyin heyecanını yitirmeye mahkûmdu, o kadar ilim sadece Yahudileri değil günümüz insanını da kitap yüklü merkeplere çevirebiliyordu. Peki, çare nedir o zaman, bu metafordan nasıl kurtuluruz? Bu konuda değişik çözüm önerileri olabilir. Mesela dünyevileşmekten kurtulmanın yolu infaktır, paylaşmaktır, halleşmektir. Peki, niçin yapılamıyor bunlar nedir, bu rehavet? İşte onun da sebebi akleden beyinle, akleden kalbi bir araya getirememek yani bağlantı kopukluğudur. Biraz açarsak biz ayetleri biliyor fakat hissedemiyoruz. Nasıl mı? Canlı bir örnek: Bosna savaşı esnasında bir genç, gazi olmuş. Bir program esnasında, gaziler teker teker konuşturulur. Liseli genç gazi diyordu ki, ‘size ne oluyor ki şunlar şunlar uğruna Allah yolunda savaşmıyorsunuz?’ Ben bu ayeti okudum ve kendimi Bosna’da buldum. Yani sadece akılla o ayete vakıf olmamış onu iliklerine kadar hissetmiş ve olması gereken hal ile hâllenmişti. Sonuç olarak diyoruz ki; akleden kalbi tesis etmeden, his dünyamızdaki tıkanıklığı açmadan, kitabımızı satır aralarından sıyırıp onu hayatın kendisi kılmadan çözüme ulaşamayacağız. Aklı radikallerin, duyguyu mutasavvıfların tapulu malı imiş gibi görür, millet bize ne der ‘in hesabını yaparsak bu sıkıntılardan kurtulamayız. SAYI: 134 HAZiRAN 2015 23 GÜNCEL 9. Öğretmen Sempozyumundan akılda kalanlar MUHAMMET YETİŞ [email protected] SALONDA Türkiye’nin dört bir tarafından gelen ve bizimle aynı derdi paylaşan 600’ü aşkın öğretmeni görünce artık bu ülkede bir şeylerin değişeceği ve düzeleceğine ilişkin ümitlerimiz tekrar canlandı. ANADOLU Platformu tarafından 25-26 Nisan tarihlerinde düzenlenen sempozyuma Kahta’dan beş eğitim sevdalısı katılmaya karar vermiştik. Sempozyumun başlangıç gününden iki gün evvel yola çıktık ki İstanbul’un o güzelim tarihi ve doğal güzelliklerle dolu atmosferini doya doya yaşayabilelim. Doya doya dediğime bakamayın siz; İstanbul’a doymak hele de bir iki günde ne mümkün... Adıyaman’daki kardeşlerimizle buluşup önceden tahsis edilen minibüse bindik. İhsan Altun hocamı sazıyla birlikte araçta görünce bu yolculuğun çok lezzetli ve bereketli geçeceğini tahmin etmem zor olmadı. Hele hele İslami davete ve eğitime gönül vermiş, baş 24 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 koymuş 12 öğretmenle bu yolculuk gerçekleşecekse uzun yıllar unutamayacağımız bir sefer olacağını herkes sezmiş gibi umutlu ve sevinçliydi. Şoförün gaza basmasıyla başlayan coşku ve heyecan kimi zaman ezgiler ve marşlarla, kimi zaman ilahiler ve dualarla, bazen de şiirler ve konuşmalarla yolculuğun sonuna dek sürdü. On beş saat civarında devam eden yolculukta ne kimse uyudu, ne de kimsenin aklına uyku geldi. Nasıl geldiğimizi anlayamadan İstanbul’a ulaştık. İstanbul’da AKDAV’dan dostlar karşıladı bizi; vakıfta yaptığımız kahvaltıdan sonra vakıf binasını gezdik sevgili Hüseyin Özhazar hocamızın rehberliğinde. Özhazar bir taraftan vakıf binasını tanıtırken bir taraftan da İstanbul ve tarihini anlatıyordu satır aralarında. Cuma gününü İstanbul’u gezmek için planlamıştık. Attığımız her adımda bir tarih, bir doğal güzellikle karşılaşıyorduk. Dikkatli bir gözle bakarsanız her taş size bir şey anlatır, her duvar bir şeyler fısıldar; her bir camii sizi alıp Osmanlının ihtişamlı dönemlerine götürür, her bir kilise size Bizans’ı hatırlatır İstanbul’da. Çok sıkışık bir yerleşimin olduğu bu şehirde başınızı kaldırıp baktığınızda, görüş alanınıza dörtbeş caminin girmesi ecdadın İslam’la ne kadar iç içe yaşadığını, dinimizi nasıl ete kemiğe büründürüp bir yaşantı haline getirdiklerinin ipuçlarını görmekte zorlanmazsınız. Hele Cuma namazı çıkışı Sultanahmet’te yaşadığım atmosferi kelimelerle anlatmam çok zor. Sadece camiden çıkış saatler sürdü. Ben de Orhan Coşkun kardeşimle oturup ahenkli bir nehir gibi akan bu kalabalığı seyretmeye koyul- GÜNCEL dum uzun süre hiç üşenmeden ve büyük bir zevkle. Akan insan selinin içinde her milletten, her renkten her dilden insana rastlıyorsunuz. Siyahi Afrikalıları mı ararsınız, yoksa çekik gözlü Asyalıları mı veya sarı saçlı, beyaz tenli Avrupalıları mı? Zaten muhacir Suriyelileri, Mısırlıları, Kuzey Iraklıları saymaya gerek duymuyorum. Onlar artık bizden biri gibiler… Bu manzara karşısında Turgay Aldemir hocamın “ Başkentler başkenti İstanbul” yakıştırması geldi aklıma. Zihninde ve gönlünde coğrafik sınırları kaldırmış olan bu gönül adamı ne güzel söylemiş… Ayaklarımız şişene kadar gezdik İstanbul’u gezebildiğimiz kadar. Akşam yemeğinde ise bizi, çocukluğumuzu aynı mahallede geçirdiğimiz eskimeyen dostum, kardeşim Osman Turan ağırladı. Zamanın sıkışıklığına rağmen yaptığımız hasbihal yemeklerden daha çok haz verdi şüphesiz. Bunu söylerken yemekleri beğenmediğimizi sakın sanmayın; yemekler de çok güzeldi, emeği geçenlerin ellerine sağlık. Gece ise Fıtrat-Der’den arkadaşlar tarafından ağırlandık. İkişer üçer paylaştılar bizi kendi aralarında, misafir etmek için. Ben ve İhsan Altun hocam yine bir hemşehrimiz olan Mustafa Kızılay hocanın payına düşmüştük. Aslında bunun planlanmış bir paylaşım olduğunu sonradan anladık. Mustafa hocam hasret gidermek ve eski günleri yâd etmek için bizi özellikle misafir etmişti. Bu kardeşimizin ve Fıtrat-Der’in çalışmalarını ve gayretlerini görünce umut tazeledik bir kez daha. Rabbim muvaffak kılsın. Cumartesi sabahı Bilim Koleji’ne geçtik arkadaşlarla. Salonda Türkiye’nin dört bir tarafından gelen ve bizimle aynı derdi paylaşan 600’ü aşkın öğretmeni görünce artık bu ülkede bir şeylerin değişeceği ve düzeleceğine ilişkin ümitlerimiz tekrar canlandı. Çok dinamik ve samimi bir atmosfer havasına namzet bir sempozyum olacağının işaretlerini almıştık. Anadolu Platformu tarafından düzenlenen bu organizasyonun üst başlığı “Yeni Dönem, Yeni Öğretmen, Yeni Nesil” şeklindeydi. Konuşmacılardan Ömer Faruk Görkemli bu başlığı kısa ve özlü şekilde şöyle tarif etti: Yeni Dönem=Asıl Türkiye, Yeni Öğretmen=Hakiki öğretmen, Yeni Nesil=Şuurlu nesil. Selamlama konuşmaların- dan sonra bu sempozyumun muharriki Anadolu Platformu Koordinasyon Kurulu Başkanı Turgay Aldemir hocamız mikrofona geldi. Turgay hocanın altını çizdiği cümlelerden bazıları: “-Bir memleketin istikbali eğer öğretmenler tarafından tartışılıyorsa, o memleketi aydınlık bir gelecek bekliyor demektir. -Ahlakı, ruhu olmayan bir bilgi kişilik, karakter yetiştiremez. -Aklın tahareti ahlaktır. -Her yeteneği gören bir eğitim sistemi oluşturmalıyız. -Süreklilik ve yenilik, tecrübemize yaslanarak günümüzü okuma telakkisidir. -Öğretmenlik bir meslek değil bir çağrıdır. -Yeni dönemde öğrencilerin çevrelerinde gelişen siyasi ve güncel olayları okuyabilmelerini sağlamalıyız. -Medya kullanımını kontrol altına alıp gençleri burada doğru bir şekilde temsil ettirmeliyiz…” Ardından sözü alan Harun Kaya ise çarpıcı bir kıyas yaptı: Gençlere hitaben: “Eski Türkiye Paradigması= ‘İcat Çıkarma!’ , Yeni Türkiye Paradigması= ‘İcat Çıkar, İcat Çıkar!” Ramazan Kayan hoca mikrofonu eline aldığında ise yine, her zamanki gibi sadece kulaklarımıza değil, zihnimize ve kalbimize hitabetti: -”Hira’ları geride bırakarak yeni startlar vermeliyiz; tıpkı kutlu nebi misali. SAYI: 134 HAZiRAN 2015 25 GÜNCEL -Atacağımız adımları bize bahşedilen bu imkânları da düşünerek asla geciktirmemeliyiz. Bizi bekleyen yüreklere dokunmalı; bizi bekleyen elleri boş bırakmamalıyız. -Sınıfa girmek yeterli değil, zihinlere ve yüreklere girmek lazım. -Bizim görevimiz memuriyet değil; mesuliyettir. -Gençlerin buhranlarını, bunalımlarını gidermek zorundayız. -Benim öğretmenimin öğretmenler odasında işi olmaz; o öğrenciler arasında arı kovanındaki arıların üşüştüğü gibi bir merkez olmalıdır: Değer-hakikat merkezi. -Dersine girdiğimiz öğrenciler yarınlarda hangi halimize şahitlik edecek; bunu iyi düşünmeliyiz. -Engellenen İslam’dan ertelenen İslam’a geçtik. Artık engelleyen ve erteleyen biziz; bu duruma bir an önce son vermeliyiz. -Tuba tohumlarını yüreklere ekmek için Rabbimizin bize verdiği fırsatları kaçırmamalıyız. -Yakıtı taşlar ve insanlar olan Cehennem ateşinden ehlimizi ( aile, eş, çocuk, akraba, komşu, öğrenci, iş arkadaşı vb.) korumalıyız.” Sempozyumun birinci oturumunda söz alan Yrd.Doç. Süleyman Doğan, Milli Eğitim sisteminin kısa tarihini anlattı. Cumhuriyetten günümüze kadar 64 bakanın değiştiğini, eğitimimizin temellerini John Dewey’in attığını “10 yılda 15 26 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 milyon genç” topluluğunun bu şekilde ortaya çıktığını ve bu yığınların ülkemize, halkımıza olumlu bir katkı yapamadığını söyledi. Doğan’ın diğer birkaç tespiti ise şunlardı: “-Artık okur-yazar değiliz; çünkü okuduğumuzu anlamıyoruz. -Asım’ın nesli marifet ve faziletle ortaya çıkacak. -Eğitim Fakülteleri yeniden yapılandırılmalıdır.” İlk oturumun ikinci konuşmacısı Prof. Hasan Ayık ise ahlak vurgusu yaptı: “-İşlerimize zamanında başlayıp; işlerimizi zamanında bitirmeyi bir ahlak haline getirmeliyiz. -Bütün ibadetler bizde İslam ahlakını oluşturmak için verilmiş birer araçtır. Namaz zaman ahlakını, oruç beslenme ahlakını, zekât ekonomi ahlakını, hac beden ahlakını, tevhit inanç ahlakını… -Türkiye ahlak yoksunu bir ülkedir. İslam ahlakını kaybettiğimiz gibi taklit ettiğimiz Batı’nın pozitivist ahlakını da alamadık. Hiç olmazsa onların iş ahlakını alabilirdik. -Batı tanrılarını kovarak bir ahlak oluşturdu. Biz ise Allah merkezli bir ahlak oluşturmalıyız. Allah’ın her bir ismi bir ahlak öğretir. -Eğitimde adına ne dersek diyelim; bir ahlak yakalamalıyız. -Aklın ifratı kurnazlık ki bugünkü Batı aklı buna dayanır; tefriti ise ahmaklıktır. Bu ikisi arasındaki denge akl-ı selim- dir. O da hikmeti doğurur. Bunu yakalamalıyız. -İslam, ahlakı ve erdemi evrensel kabul eder. Adalet herkes içindir. İslam ahlakının diğer bir tarafı da özgürlüktür.” Daha sonra mikrofona gelen Mehmet Irmak ise şunları söyledi: “-Öğrenme kapıları içten açılan ve anahtarı bizde olan bir süreçtir. -Eğitim sistemimiz kışla sisteminde, kilise görünümünde ve misyoner kılıklı öğretmenler eliyle yürütülüyor; hâlbuki öğretmen aile temelli bir vizyoner olmalıdır.” İkinci oturumda söz alan Yrd.Doç. Muhittin Ataman ise bir eğitimcinin sahip olması gereken dört özellik olduğunu dile getirdi: “-Kendini bilme bilinci -Allah’ı bilme (kulluk) bilinci -İnsanlık bilinci ( iyiliği emr, kötülüğü nehy sorumluluğu) -Halifelik bilinci ( mürebbi, muallim, müeddip olma sorumluluğu)” Üçüncü oturumda söz alan Yrd.Doç. Ömer Miraç Yaman, yeni neslin çerçevesini çizmeye çalışırken; onların problemlerini de ortaya koymaya çalıştı: “Problemli gençlerimizin çoğu şöyle hissediyor: ‘Ayrımcılığa tabi tutuluyoruz, dışlanıyoruz, babam benimle ilgilenmiyor, sevdiğim beni terk etti” şeklinde düşünüyor. Ayrıca bu nesil uyumayı ve uyuşturucu kullanmayı seviyor. Anne babası olmasına rağmen yalnız çocuklar çoğaldı.” GÜNCEL Yaman, çözüm önerilerini de şöyle sıraladı: “-Evlatlarımızla samimi bir şekilde iletişim kurmalıyız. -Yalnız çocukları Allah’a bağlamanın yollarını bulmalıyız. -Fedakârlık yapacak kişi ve dernekler azaldığı için daha fazla sorumluluk almalıyız. -Projelerden ziyade gençlerle bire bir ilgilenmeliyiz.” Daha sonra sözü alan Eğitimci Ahmet Taşkesen şu tespitlerde bulundu: “-Günümüz neslini ‘ben nesli’ olarak tarif edebiliriz. -Çocuklarımızla belli zamanlarda mutlaka ilgilenmeliyiz. Sadece hasta olduklarında ya da başarı beklediğimizde ilgileniyoruz. -Başarı baskısı çocuklarda kıskançlık ve haseti arttırıp çocukların kişiliğine zarar veriyor. -Hedef, öğrencinin yapabileceğinin en iyisini yapmak olmalıdır; diğer öğrencinin yapabildiğinden fazlası değil.” Pazar gününün ilk konuşmacısı Prof. Halil Ekşi de önemli tespitlerde bulundu: “-Dershaneler okula dönüşüyor; okullar dershaneye. -Ahlaklı ve erdemli bireyler yetiştirmek yukarıdan emir vererek gerçekleştirilemez. -Liselerden mezun olan gençlerimiz hangi klasikleri okumuş olarak mezun oluyor? Hiç olmazsa bazı klasikleri mutlaka okutmalıyız. -Ergenlik ‘ben kimim’ sorusuna verilen cevaptır. -’Ben nesli’ her şeye sahip ama yine de mutsuz. -Değerler eğitimi, akademik eğitimin içine girdirilerek verilmelidir. Ayrıca isim olarak değerler değil; ahlak ya da erdem eğitimi şeklinde olmalıdır. -Değerler eğitimi bir ahlak oluşturma sürecidir. Bir yılda tamamlanacak ve ölçülecek bir şey değildir.” Son olarak dinlediğimiz Tarihçi-Yazar Hüseyin Özhazar sorumluluk alanlarımızın çerçevesini çizmeye çalıştı: “-Tarihi fırsatların kazası olmaz. -Yeni Türkiye sadece misak-ı milli değil; Ortadoğu, Balkanlar ve çevreleridir. -İçinde bulunduğumuz ağır sorumluluğu kadim bir ahlak ve derin bir bilgiye sahip olarak yerine getirebiliriz. -Biz öğretmenlere emanet edilen nesli iyi anlamalıyız. Bunların içinden Selahaddinler, Ertuğrul Gaziler çıkarabilmeliyiz.” Sunum ve panellerin dışında yapılan atölye çalış- malarında da, derdi ve davası olan bu öğretmen ordusu, eğitim ve davet gönüllüleri olarak eğitimin problemlerini kendi aramızda tartışma imkânı da bulduk. Atölye çalışmalarının çok verimli geçtiği konusunda bütün arkadaşlar hemfikirdi. Dönüş yolculuğumuz da gidiş yolculuğu gibi neşeli, coşkulu, dolu dolu geçti. Dört gün içinde 3000 km. civarında yol kat etmemize rağmen üzerimizde yorgunluk hiç hissetmedik desem yeridir. Son söz olarak bu sempozyumu düzenleyen Anadolu Platformu’na; bizlere ev sahipliği yapan tüm kişi ve kuruluşlara; ayrıca bu çalışmada bize yol arkadaşlığı yapan Asım Kabak, Abuzer Nas, Mahmut Korkmaz, Zeynel Güler, Mehmet Ateş, Ahmet Karadaş, Ekrem Kılınç, Orhan Çoşkun, Fuat Turan, Ferhat Kaya ve İhsan Altun kardeşlerime teşekkür etmeden geçemeyeceğim. Rabbim hepsinin ecrini kat kat arttırsın. SAYI: 134 HAZiRAN 2015 27 GÜNCEL Kırmızı Kitap Eski Türkiye’nin gizli anayasası! AV.CÜNEYT TORAMAN [email protected] TÜRKiYE’DE hangi meclis göreve gelirse gelsin, bu belgeye uygun davranmak zorunda. Meclis’ten çıkacak hiçbir yasa, genelge ya da yönetmelik bu belgeye aykırı olamıyor. KIRMIZI KITAP, Türkiye’nin siyasi tarihinde önemli bir yere sahiptir. Yaklaşık elli yıldır, siyasetçilerimiz, kırmızı kitap olduğunu, hükümet kurulduktan sonra hükümeti kuran partiye veya partilere verildiğini, “Bu kitapta devletin kırmızı çizgilerinin, iç ve dış tehditlerin yazılı olduğu, bu kitaba uyulmasının tavsiye edildiğini” söyler, ama bu kitabın içeriği hep gizli kalırdı. MGK’nin muhatap kabul etmedi- 28 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 ği milletvekillerinin büyük çoğunluğu bu kitabı görmese de, hükümet kuran siyasi parti başkanlarının bu kitabı görmemesi (görmemiş olması) imkânsızdır. Ancak hükümet başkanları, varlığını reddetmedikleri bu kitabın içeriği hakkında konuşmaktan kaçınmıştır. Can Dündar, 1.07.1999 tarihinde kaleme aldığı “Kırmızı Kitap” başlıklı yazısında şu bilgileri veriyor: ‘Bu kitaptan ilk söz eden Alpaslan Türkeş olmuştur. Türkeş, O zamanki adı “Milli Güvenlik Politikasının Esasları” olan 10-15 sayfalık bu kitabı 1961 yılında görmüştü. Kırmızı bir ciltle kaplanmıştı. (..) Esrarengiz “Kırmızı Kitap” varlığını geçen hafta Fethullah Hoca tartışması sırasında hissettirdi. Tartışma alevlendiği sırada toplanan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) irticai faaliyetlerin önlenmesi amacıyla alınan tedbirlerin stratejik bağlamda daha da geliştirilerek taviz verilmeden uygulanmasını “tavsiye etti.” Buradaki “stratejik bağlamda” sözü Hürriyet’in dikkatini çekti. Çünkü bu açıklamadan bir hafta önce Ferai Tınç, Harp Akademileri’nin düzenlediği bir denizcilik sempozyumunda MGK’dan bir yetkilinin şu sözlerini aktarmıştı: “Türkiye’nin milli güvenlik siyaseti Kırmızı Kitap’ta kayıtlıdır. Önemli GÜNCEL olan bu siyasetin nasıl uygulanacağını gösteren eylem planı, stratejinin hazırlanmasıdır; icradan umudu kestiğimiz için strateji belgesini MGK Genel Sekreterliği olarak biz hazırlıyoruz.” Kamuoyunun sadece adını duyduğu bu kitap, ilk defa, Balyoz Davası, Ergenekon Davası ve Sauna Çetesi operasyonları kapsamında yapılan aramalarda ele geçirildi, gün yüzüne çıktı, epey tartışıldı. Uzunca bir süre unutulmaya yüz tutan bu kitap, son günlerde yeniden gündeme geldi. MGK’nda “Paralel devlet yapılanmasının kırmızı kitaba alınacağı, bu tehdide karşı daha kapsamlı bir mücadele yürütüleceği” konuşulmaya başladı. Kamuoyunun “Kırmızı Kitap” olarak isimlendirdiği Milli Güvenlik Siyaset Belgesi1 MGK tarafından hazırlanmakta ve her 5 yılda bir güncellenmektedir. Sırasıyla 1969, 1973, 1984, 1991, 1997, 2001 ve son olarak 2005 yıllarında yenilenmiştir.2 Kamuoyuna yansıdığı üzere, kırmızı kitap, devletin kırmızı çizgilerini yansıtmaktadır. Bu kitabın işlevini anlayabilmek için, Milli Güvenlik Kurulu’nu tanımak gerekir. Millî Güvenlik Kurulu (MGK), hukuk sistemimize ilk kez, 1961 anayasasıyla girmiştir. Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği, 1933 yılında kurulan “Yüksek Müdafaa Meclisi Umumi Katipliği” ile 1949 yılında “savunma stratejisini hazırlamak” amacıyla kurulan ve 17 sivil bakan ve Genelkurmay Başkanı’ndan oluşan Milli Savunma Yüksek Kurulu ve Genel Sekreterliği”nin, darbe düzenine uyarlanmış versiyonudur. 1982 Anayasası’nın 118. maddesiyle düzenlenen Milli Güvenlik Kurulu, kararları bütün devlet kurumlarını bağlayan önemli bir kuruldur. 2001 yılında yapılan Anayasa değişikliğiyle, “118/3 maddesin sonundaki “MGK’nun (…) alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulunca öncelikle dikkate alınır” cümlesi, 03/10/2001 tarih ve 4709 sayılı kanunun 32.maddesiyle “değerlendirilir” şeklinde değiştirilmesiyle, MGK’nun kararları, yeniden tavsiye niteliğine dönüşmüştür. Kurulun yapısı da önemli ölçüde değişmiş, asker üyeler azınlıkta kalmıştır. 18. maddenin ilk halinde, (Cumhurbaşkanı, Başbakan, Milli Savunma, İçişleri, Dışişleri Bakanları + Genelkurmay başkanı, Kara, Hava, Deniz Kuvvetleri Komutanları ile Jandarma Komutanı) 5 sivil ve 5 askerden oluşuyorken, 2001 değişikliğinden sonra, (Cumhurbaşkanı, Başbakan, Başbakan yardımcıları, Milli Savunma, İçişleri, Dışişleri, Adalet Bakanları + Genelkurmay Başkanı, Kara, Hava, Deniz Kuvvetleri) (en az) 7 sivil ve 5 askerden oluşan bir kurul haline gelmiştir. 1982 Anayasasının 117.maddesinde; “Milli Güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt sa- vunmasına hazırlanmasından, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne karşı, Bakanlar Kurulu sorumludur” denilmektedir. (03.10.2001-4709/32. madde ile değişik) 118. maddesinde ise kurulun yapısı, görevleri ve toplantı usulü düzenlenmiştir: “Milli Güvenlik Kurulu; Cumhurbaşkanının başkanlığında, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Başbakan Yardımcıları, Adalet, Milli Savunma, içişleri, Dışişleri Bakanları, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ve Jandarma Genel Komutanından kurulur.” “Devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili alınan tavsiye kararları ve gerekli koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kuruluna bildirir. Kurulun, devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulunca değerlendirilir.” Kurulun toplantı gündemi; Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nın önerileri ve kurul üyesi bakanlar ile diğer bakanların gündeme girmesini istedikleri konularda, Başbakan’ın da görüşü alınarak Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekre- Ak Parti, paralel devlet yapılanması ile mücadele edebilmek için, meşruiyet skalasında hiç yeri olmayan bir belgeye hayat vermeye çalışmaktadır. Bu düşünce “makul” görünse de, birçok açıdan sakıncalıdır SAYI: 134 HAZiRAN 2015 29 GÜNCEL teri tarafından hazırlanıp Cumhurbaşkanı’na sunulmakta, Cumhurbaşkanı da son şeklini vermektedir. 2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu, 2/b maddesi, Devletin Milli Güvenlik Siyasetini düzenlemeye ilişkin hükümler içermektedir. “Devletin Milli Güvenlik Siyaseti; milli güvenliğin sağlanması ve milli hedeflere ulaşılması amacı ile Milli Güvenlik Kurulunun belirlediği görüşler dahilinde, Bakanlar Kurulu tarafından tespit edilen iç, dış ve savunma hareket tarzlarına ait esasları kapsayan siyaseti, ifade eder.” Gazeteci Can Dündar, anılan yazısında, bu belgenin hazırlanma sürecini şöyle özetliyor: “Devletin güvenliği ile ilgili bütün bakanlıklar kendilerince bir güvenlik değerlendirmesi yapıp, taslak olarak MGK Genel Sekreterliğine gönderiyorlar. Genel Sekreterliğe bağlı “Milli Güvenlik Siyaseti Başkanlığı” bunları birleştirip bir “son taslak” çıkarıyor. Bu son taslak, MGK’da görüşülüyor. İlgili birimler toplantıda sunuş yapıyorlar. Konu tartışmaya açılıyor. Ve sonunda “belge” son şeklini alıyor. Oradan Bakanlar Kurulu’na gidip “Devletin Milli Savunma Belgesi” olarak onaylanıyor. Türkiye’de hangi meclis göreve gelirse gelsin, bu belgeye Darbeyi gerçekleştirenler, yasama erkine (TBMM) Anayasa Mahkemesi’ni, Yürütme erkine (Hükümet) MGK’nu, Yargı erkine de HSYK’nu vasi tayin etmiştir. 30 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 uygun davranmak zorunda. Meclis’ten çıkacak hiçbir yasa, genelge ya da yönetmelik bu belgeye aykırı olamıyor. Ancak işin ilginç yanı şu ki, Meclis, aykırı hareket edemeyeceği bu belgeyi benimseme ya da tartışma şansına sahip değil. Çünkü “çok gizli” bu belgede ne yazılı olduğunu yasama organı da bilmiyor.” Dündar, MGK’nu “devletin beyni” kırmızı kitabı ise “bu merkezin anayasası” olarak tanımlıyor. Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı üzere kırmızı kitap, MGK’nun bir tasarrufudur. MGK da, (1961 ve 1982) darbe anayasalarıyla hukuk sistemimize giren bir vesayet kurumdur. Darbe anayasalarının temel özelliği, “vesayetçi” bir düzen kurması, devletin bütün erklerine vasi tayin etmesidir. Darbeyi gerçekleştirenler, yasama erkine (TBMM) Anayasa Mahkemesi’ni, Yürütme erkine (Hükümet) MGK’nu, Yargı erkine de HSYK’nu vasi tayin etmiştir. MGK ve MGSB (kırmızı kitap) vesayetçi düzenin araçlarıdır. MGSB’lerin hazırlanmasında önemli görevler alan MGK başdanışmanı Mustafa Ağaoğlu, “Kırmızı Kitabın soğuk savaş döneminin ürünü olduğunu”; Ankara Üniversitesi Kamu Hukuku profesörü Mithat Sancar da, ‘Devlet Aklı Kıskacında Hukuk Devleti’ kitabında, “MGSB’nin, var olan anayasanın dışında, “derin anayasa” diyebileceğimiz bir belge olduğunu” dile getirmektedir. Askeri vesayet düzeninin3 12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirilen referandumla birlikte sona erdiğini söyleyebiliriz. Kararları bağlayıcı olmaktan çıkarılan ve üyelerinin çoğunluğu sivillere geçen MGK’nun “hükümete direktif verme” işlevi kalmamıştır. Anayasa Mahkemesinin yetkileri önemli ölçüde sınırlandırılmıştır. HSYK’nın vesayetçi üyelerinin yanına yeni üyeler eklenmiştir. Ancak, vesayet kurumlarının işlevi sona erse de, mevcut anayasa değiştirilmediği sürece, hukuki varlıkları aynen devam etmektedir. Eski Türkiye’nin en önemli kurumlarından biri olan MGK’nun işlevi sona erdiğine göre, bu kurula yüklenen görevler de sona ermelidir. MGSB bir seçilmiş ve atanmış üyelerin, birlikte ve “gizlice” hazırladığı bir belgedir. Devletin en yetkili kurumunun üyelerinden (milletvekillerinden) dahi gizlenmektedir. Devletin bütün kurumlarının uyması zorunlu olduğu, normlar içermektedir. Oysa hukuk devletinde “normlar hiyerarşisi” belli olup, bu hiyerarşi içinde böyle bir kitabın yeri bulunmamaktadır. Demokrasilerde kural koyma yetkisi, yasama organına ait olup, bu yetkisini hiçbir kişiye, gruba veya kuruma devredemez, devretmemelidir. Ak Parti, paralel devlet yapılanması ile mücadele edebilmek için, meşruiyet skalasında hiç yeri olmayan bir belgeye hayat vermeye çalışmaktadır. Belki de, “Bu yapının kırmızı kitaba dahil edilmesiyle, devletin bütün kurumlarının olaya dahil edileceğini, herkesin taşın altına elini koyacağını ve bu yapıyla daha etkin mücadele edilebileceğini” düşünmektedir. Bu düşünce “makul” görünse de, birçok açıdan sakıncalıdır. Birincisi, Ak Parti böyle bir kitaba sarılmakla, bugüne kadar söylediklerini ve yaptıklarını inkâr etmiş, kendisiyle çelişmiş olacaktır. İkincisi, gayrı meşru bir yapıya (kendi eliyle) meşruiyet kazandırmış olacaktır. Yarın dengeler değiştiğinde, bu kurulun (aksi yönde- GÜNCEL ki) tasarruflarına itiraz etme hakkı kalmayacaktır. Üçüncüsü ve daha da önemlisi, devlet içindeki bu illegal yapıyla mücadele edebilmek için böyle bir kitaba veya belgeye ihtiyaç bulunmadığıdır. Paralel devlet yapılanmasıyla, hukuk normları içinde ve yasal sınırları zorlamadan mücadele edilmesi gerekir. Bu yapının, kamu makamlarını ele geçirebilmek (Balyoz, Tevhid-Selam, vs.) veya örgütsel amaçlar (Tahşiye Davası, Hanefi Avcı, vs.) için, masum insanlara iftira attığı, bu yapıya bağlı emniyet mensupları, savcılar ve hâkimler eliyle kumpaslar kurduğu, cezaevine tıktığı, davalara ve soruşturmalara müdahale ettiği, bu işlerden çıkar sağladığı, örgütün amaçlarını gerçekleştirebilmek için, sahte evraklar tanzim ettiği, yasa dışı dinlemeler yaptığı, bu verileri kaydettiği, üst düzey kamu görevlilerinin konuşmalarını gizlice kaydederek başka ülkelere verdiği, bir kısmını şantaj amaçlı kullandığı, onlarca sınavın sorularını çaldığı, müntesiplerine dağıttığı, (böylece) kamu kurumlarına yerleştirdiği, vs. ortaya çıkmıştır. Ceza yasası, anayasal düzene, yasama ve yürütme organına yönelik suçlarda, terör örgütlerinin yönetici kadrolarına ağırlaştırılmış müebbet hapis, sair efradına onlarca yıl hapis cezası öngörmektedir. Bu yapının önemli bir kısmının kamu görevi ifa ettiği ve kamusal yetkilerini örgütsel amaçla kullandığı unutulmamalıdır. Türk Ceza Kanununda, suçların, kamu gücünden yararlanılarak işlenmesi durumunda cezalar katlanarak artmaktadır. Örneğin Türk Ceza Kanununda, “Kişiler arasındaki haberleşmenin gizliliğini ihlal edenlere 1 yıldan 2014 HSYK seçimleri, cemaatin mağdur ettiği hakimleri ve savcıları iş başına getirmiştir. Yeni HSYK üyeleri, “cemaatin yöntemlerini” çok iyi bildiği için kararlı bir mücadele yürütmekte, cemaat mensubu olmayan hâkim ve savcılar da bu mücadeleye gönüllü destek vermektedir. 3 yıla kadar hapis; haberleşme içeriklerinin hukuka aykırı olarak ifşa edenlere, 2 yıldan 5 yıla kadar hapis” (Madde:132) öngörülmektedir. Bu suçun, “Kamu görevlisi tarafından ve görevinin verdiği yetkiyi kötüye kullanmak suretiyle” işlenmesi halinde verilecek ceza yarı oranında artırılmaktadır. (Madde:137) Fethullah Gülen Örgütü, çalıntı sorularla devletin içine yerleştirdiği müntesiplerine güvenerek, Cumhurbaşkanına, Başbakana, Milletvekillerine, “Suç işleyen örgüt mensuplarına operasyon yapanlara, soruşturma yapanlara, tutuklama kararı verenlere, yargılama yapan mahkemelere” tehditler yağdırmaktadır. Bu tehditlerden sonra, FTÖ’ye yönelik operasyonların Türkiye’nin yedi bölgesine hızla yayılması, bu tehditlerin işe yaramadığını, tam aksine cemaatin iftiralarına maruz kalan kamu görevlilerini kamçıladığını göstermektedir. 2014 HSYK seçimleri, cemaatin mağdur ettiği hakimleri ve savcıları iş başına getirmiştir. Yeni HSYK üyeleri, “cemaatin yöntemlerini” çok iyi bildiği için kararlı bir mücadele yürütmekte, cemaat mensubu olmayan hâkim ve savcılar da bu mücadeleye gönüllü destek vermektedir. HSYK müfettişlerinin kamikaze hâkimler için tutuklama talep etmesi, meslektaşlarının tutuklama kararı vermesi, cemaatin 2010 tarihinde “ele geçirdiği” HSYK’da- ki (4 yıllık) icraatlarının acı faturasıdır. Kamu görevlilerinden destek alan dünyanın en azılı suç örgütlerinden birinin işlediği suçlara ilişkin “on binlerce kanıt” ortadayken, Ak Parti’nin bu örgütü kırmızı kitaba koymaya çalışması, binlerce emniyet görevlisinin, savcının, hâkimin emeklerine göz nuruna da saygısızlık değil mi? Bir an için, Ak Parti’nin iktidarı kaybedeceğini ve bu örgütün desteklediği partilerin iktidara geleceğini varsayalım. Bu örgütün yargısı, bırakın kırmızı kitabı, (sürekli referans gösterdiği) anayasayı dikkate alır mı?! Ama bu millet, böyle bir çeteye kaç gün sabredebilir, zulümleri kaç gün sürebilir?! Hiçbir faydası olmayacaksa ve hatta zararı olacaksa, Ak Parti niçin böyle bir kitaba ihtiyaç duyar? Böyle bir çeteyle mücadele etmek için, devlet kurumlarının mı, halkın desteği mi daha önemli?! Dipnotlar 1. MGSB, Önce Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Askeri Strateji Belgesi TÜMAS’da güncellenmekte, çalışmalar bittikten sonra Başbakanlık’a ve MGK’na gönderilmekte, daha sonra devletin diğer kurumlarına gönderilmektedir. 2. 2005 yılında yapılan güncellemede, MGSB’da aşırı sağ’ın tehdit olmaktan çıkarıldığı, daha önce öncelikli tehdit olarak belirlenen “bölücü terör ve irtica”nın yanına “aşırı sol”un da eklendiği dile getirilmişti. 3. Devlet içinde ve özellikle emniyet ve özel yetkili mahkemelerde örgütlenen yapının, (siyasi iradenin desteğiyle) askeri vesayet düzenini tasfiye ederken, bu yapının yerine (cemaatin çıkarlarını esas alan) “yeni bir vesayet düzeni” kurmaya çalıştığı ortaya çıkmıştır. SAYI: 134 HAZiRAN 2015 31 GÜNCEL NAHDA LİDERİ GANNUŞİ MALATYA’DA Bedir de İslam’ın Huneyn de MALATYA Büyükşehir Belediyesi tarafından organize edilen ‘Malatya Anadolu Kitap Fuarı’ kapsamında Tunus’tan Nahda lideri Raşid el-Gannuşi de misafir edilen davetliler arasındaydı. Ayrıca Gannuşi’nin oğlu Muaz, hareketin Kadın Kolları Başkanı Vesile Zağlumi, Nahda’nın önemli isimlerinden Habip El Melevzi , milletvekili Suphi Atik ve Mısır Eski Kalkınma Bakanı Yahya Hamit. Gannuşi fuar’da kitaplarını imzaladı ve günün akşamında -büyük bir halk topluluğuna- Malatya Kapalı Spor Salonu’nda hitap etti. İşte tercümesini Taha Genç’in yaptığı o konuşma: 70’LERIN başında Fransız sömürgesinden sonra malumunuz Tunus’ta bir batılılaşma hareketi başladı. Ve başörtüsü yasaklandı. İslamiyet’e ait her türlü faaliyetler engellendi. Ve gerçekten Müslümanlar sıkıntılı bir dönem yaşıyordu. O dönemde Türkiye’den bir grup talebe Tunus’a geldiler ve Tunus’ta üniversitede bir sene Arapça eğitimi aldılar. Arapça eğitimi aldıkları sürede, üniversitenin içinde bir mescit kurdular. Tabi Tunus hükümeti de ‘Bu talebeler Türkiye’den geldiler, Tunus’un imajı zedelenmesin’ diye o camiye dokunmadılar. Fakat o cami Tunus’taki İslami hareketin ilk to- 32 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 humlarını meydana getirmiştir. Ve o tohumlar Allah’ın izniyle gelecek yıllarda yüzlerce, binlerce başka mescitlerin açılmasına vesile olmuştur. Ve o ilk talebelerden bir tanesi dostum ve kardeşim Prof. Dr. İhsan Süreyya (Sırma) az önce benim yanımda sizlere hitap etmiştir. Kendilerini sevgiyle ve saygıyla anıyorum. Malumunuz olduğu üzere 2010 yılının sonunda Tunus’ta bir kıvılcım meydana geldi. Tunus’taki diktatör binlerce kişiyi öldürdü, hapse attı, özgürlüklerini yasakladı, başörtüsünü yasakladı. Fakat o Tunus’tan gelen kıvılcım demokratik ve özgürlük hareketini, tüm Arap ülkelerinde yayılmasına, Arap Baharının meydana gelmesine vesile oldu. Demokrasi her yerde var. Avrupa’da var, Batı’da var, Türkiye’de var; neden Arap ülkelerinde olasın ki! Arap ülkelerinde demokrasi hareketi tabi siyah bir leke olarak hep duruyordu. Fakat bu yeni ruh 2012 yılında Arap Baharının canlanmasına vesile olmuştur. Fakat 2013 yılı ridde yılı olarak ilan edildi ve Mısır’da darbe gerçekleşti. Fakat biz şuna inanıyoruz: Tunus’tan çıkan bu kıvılcım tüm Arap ülkelerinde özgürlükleri talep eden halkların isteklerine cevap verecektir. Bu nur mutlaka tamamlanacaktır ve yayılacaktır. Tabi insanlar şunu soruyorlar: ‘Arap Baharı başarısız mı oldu? Mısır’a askeri düzen geri mi geldi?’ İnanın kesinlikle olmadı. Arap ülkeleri artık özgürlüğün, demokrasinin var olması gerektiğine inanıyorlar. Malumunuz olduğu üzere Mısır’da Mübarek döneminde halk sokağa çıkmazdı, eylem yapamazdı. Fakat şu an neredeyse her gün Mısır’ın sokak- GÜNCEL larına, meydanlarında halk sokağa çıkıyor ve özgürlük nidalarıyla sesleniyor. Şunu söyleyebilirim: Mısır halkı artık özgürlüğün ne demek olduğunu gayet iyi biliyor. Bundan dolayı Arap Baharı mutlaka nurunu devam ettirecektir. Aynen ifade etmem gerekirse ‘Alaaddin’in lambasından artık cin çıkmıştır.’ Bundan dolayı Mısır halkına, Mısırdaki kadınlara, Mısırdaki gençlere; Libya’da, Yemen’de ve Suriye’de özgürlük mücadelesi veren halkları selamlıyorum. Tabi malumunuz olduğu üzere, İslam tarihine baktığımızda mutlaka inişli ve çıkışlı dönemler olmuştur. Fakat ben devrimin taraftarı olan gençlere şunu söylüyorum: Mutlaka artık tüm dünyada demokrasinin, özgürlüğün, ilmin dönemine girilmiştir. Bundan dolayı hiçbir zaman ümitsiz olmayacağız. Her zaman inişli çıkışlı dönemler olabilir. Peygamber efendimiz(sav) in hayatına baktığımızda da; bir Bedir savaşı vardı, bir Mekke’nin fethi vardı. Fakat aynı zamanda bir Uhud vardı, bir Huneyn vardı ve bir ridde savaşları vardı. Fakat -Allah’ın izniyle- İslam doğduğu günden günümüze kadar her zaman bir çıkış yolu bir yükseliş yolu üzerinde olmuştur. Tabi tarihin seyrine baktığımızda Avrupa’da yaşanan devrimler; 18. ve 19. yüzyılda olan devrimlere baktığımızda bu devrimler hiçbir zaman kolay olmamıştır; kısa bir süre içerisinde olmamıştır belki de. Fakat belki yüzyıl sonra RAŞiD EL GANNUŞi 1941’de Güney Tunus’ta dünyaya geldi. 1963’te öğrenim için bulunduğu Mısır’dan, Tunus büyükelçiliğinin baskısı dolayısıyla ayrılarak Suriye’ye geçti. Dımeşk (Şam) Üniversitesi’nin Felsefe bölümünü bitirdikten sonra 1968’de yüksek lisans öğrenimi için Paris’e geçti. Ancak bu öğrenimini tamamlayamadan 1969’da Tunus’a döndü. Aynı yıl Abdülfettah Moro’yla birlikte İslâmi Yöneliş Hareketi’ni kurdu. 1981’de kanuni örgütlenme hakkı istediğinden hareketin diğer ileri gelenleriyle birlikte tutuklandı. 1984’te serbest bırakıldıysa da 9 Mart 1987’de tekrar tutuklandı ve ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Bin Ali’nin ülke yönetimini ele almasından sonraki -18 Mayıs 1988)-serbest bırakıldı. Ancak 1990’da, Bin Ali’nin baskı uygulamalarının artmasından sonra Tunus’u terk etmek zorunda kaldı. Bugün Tunus’taki en önemli İslâmi hareket, başlangıçta İslâmi Yöneliş Hareketi olarak ortaya çıkan Nahda (Diriliş) Hareketi’dir. İslâmi Yöneliş Hareketi, 1969’da Raşid el Gannuşi’yle Abdulfettah Moro’nun öncülüğünde kurulmuştur. Tunus yönetimi ilk kuruluş yıllarında İslâmi Yöneliş Hareketi’yle bir çatışmaya girmedi. Ancak güçlenmeye başladığını görünce bu harekete karşı şiddetli bir baskıya başvurdu. 1981’de İslâmi Yöneliş Hareketi’nin legal teşkilatlanma hakkı almak üzere İçişleri Bakanlığı’na başvurması üzerine hareketin ileri gelenlerinden 106 kişi tutuklandı. Zeynelabidin Bin Ali iktidarı ele aldıktan sonra sürgündeki İslâmi Yöneliş mensuplarının Tunus’a dönmelerine izin verdi ve bu hareketin siyasi yönden örgütlenmesine izin vereceği vaadinde bulundu. İslâmi Yöneliş’in ileri gelenleri de yönetimle uyum ve uzlaşma içinde çalışabilmek için hareketlerinin adını Nahda (Diriliş) olarak değiştirdiler. Ancak çok geçmeden yönetim tutumunu tamamen değiştirerek Nahda’ya karşı şiddet uygulamalarına başvurdu. Hareket mensuplarından pek çok kimseyi tutuklattı. Lider Raşid Gannuşi başta olmak üzere hareketin ileri gelenlerinin çoğunu vatanlarını terk etmeye zorladı. Yayın ve eğitim faaliyetlerini tamamen durdurdu. Bu harekete destek verdikleri bilinen ticari kuruluşları kapattırdı. Nahda hareketiyle ilgisi olduğu tespit edilenlerin çoğu o dönemde ya hapis ya da sürgün hayatı yaşadılar. oranın insanları özgürlüğe kavuşmuşturlar. Diktatörlerin gitmesi süreci belki uzun sürebilir. Ben burada Türkiye örneğini vermem gerekirse; ben Türkiye’ye, bu mübarek topraklara defalarca geldim. 1997 yılında rahmetli Erbakan hocayı ziyarete geldiğimde kendisi Türkiye Cumhuriyeti Başbakanıydı. Fakat bir yıl geçmedi ki, kendisini görevden aldılar ve birçok insana zulmettiler, birçoğunu hapse attılar. Fakat Allah’ın izniyle 5 yıl sonra hocanın tale- beleri; Ak Parti’nin değerli üyeleri 5 yıl sonra tekrar iktidara geldiler ve bu güzel Türkiye’ye hizmet ettiler, kalkındırdılar. Aynı şekilde Arap Baharı yaşayan ülkelerde de tarihin çizgisi mutlaka aynı olacaktır. Diktatörler hiçbir zaman ebedi olarak kalamazlar. İslam ve demokrasi mutlaka galip olacaktır ve mutlaka mücadeleye devam edeceğiz. Allah’ın yanında olursanız, Allah’la beraber olursanız mutlaka Allah’ın yardımı ve muzafferiyeti ile karşılaşırsınız. SAYI: 134 HAZiRAN 2015 33 GÜNCEL Şûra, istişare ve demokrasi aynı kaynaktan TUNUS’TAN Malatya’ya misafir olarak davet edilen en-Nahda lideri Raşid el-Gannuşi ile Vuslat TV muhabirinin yaptığı röportajdan bir kesit... Nahda’nın hükümetten çekilmesi stratejik bir sonuç mu yoksa doğal bir manevra mı? Bir maslahatın gereği ve aynı zamanda vatanın maslahatı için böyle bir hareket yaptık. Çünkü biz sosyal barışı sağlamak istiyoruz. Ve ulusal birliği sağlamak, demokratik sürecin intikalinin daha sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilmesi için böyle bir karar aldık. Bundan dolayı biz seçimle aldığımız yönetimi bıraktık. Çünkü biz vatanın yararına ve ulusal birliğin sağlanması açısından parti olarak bu şekildeki bir kararın doğru olduğuna kanaat getirdik. Bundan dolayı ben kendim de başkanlık için aday olmadım. Ve aday olanlar arasında objektif bir şekilde davranmak için bağımsız durduk. Biz şu an Ulusal Birlik Hükümetine üyeyiz. Tunus’ta kargaşanın ve çatışmanın olmaması için böyle bir duruş sergiledik. Bundan dolayıdır ki diğer Arap ülkelerinde olanların aksine Tunus, bu anlamda bir örnek teşkil etmektedir. Bizler diğer Arap ülkelerinde olan olayları -her ne kadar inkıtaya uğramış olarak görünse de- biz kesinlikle oradaki tecrübenin de başarılı olacağına inanıyoruz. Uzun süredir kullandığınız Demokrasi ve İslam kavramlarını nihai olarak İslam dünyasının yönetim krizi için pansuman tedavi olarak mı düşünüyorsunuz? 34 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 İnanıyorum ki demokrasi ve İslam hem bugün hem de yarın için İslam ülkelerindeki problemlerin çözümüdür. Bizler demokrasiyi İslam’ın davet ettiği şûra’nın bir sonucu olarak görüyoruz. Bilindiği gibi ayeti kerime’de ‘Onlar işlerini şûra ile, istişare ile yaparlar’ demektedir. Bunun sonucu olarak da bizler demokrasiyi çözüm olarak gördüğümüz için, hiçbir zaman çözümün bir kişinin veya bir grubun aldığı kararlarla olamayacağına inanıyoruz. Demokrasi bize şûra’yı nasıl uygulayacağımızı gösterdi. Ve istibdadi ve Firavun tarzı yönetimlerin karşısında onları alt etmek için biz demokrasiyi çözüm olarak görüyoruz. Tabi iki çeşit yönetim vardır: Firavun yönetimi ve bir de şûra ile yönetim vardır. Şûra, istişare ve demokrasi aynı kaynaktan çıkmaktadırlar. Çünkü demokrasi ve istişare ile sizler müstebit ve baskıcı yönetimlere karşı gelebilirsiniz. Bundan dolayı hiçbir zaman baskıcı bir yönetim ‘salih bir yönetim’ olamaz. Yani namaz kılsa, ibadetlerini yapsa bile, hiçbir zaman baskıcı bir rejim Müslüman bir rejim olamaz. Ve aslında gerçek manada Firavun’dur o. Ortadoğu’da karışıklıklar var. Ortadoğu’nun Türkiye’den beklentileri nelerdir? Türkiye’yi rol model olarak görüyorlar mı? Bu konuyla ilgili neler söylemek istersiniz? Ortadoğu özellikle de Arap ülkele- ri gıpta ile beğenerek Türkiye’yi takip etmektedirler. Çünkü Ak Parti’nin Türkiye’deki tecrübesi; Türkiye’yi esamesi okunmayan bir ülkeden, dünyanın ileri gelen ülkeleri arasında yer almasını sağlamıştır. Çünkü Türkiye’deki bu tecrübe İslam ve demokrasiyi bir araya getirmiş ve başarılı bir sonuç elde etmiştir. Tabi Türkiye’deki tecrübe aşırı laiklerle İslamcılar arasında köprü kurmuş ve orta bir yol elde etmiştir. Ve aynı zamanda Türkiye’deki o eski baskı yönetimlerini ortadan kaldırmış, Türkiye’yi daha özgür hale getirmiştir. Şu anda okullarda kız çocukları başörtülü bir şekilde okumaktadırlar ve böylece daha özgür bir ortam meydana getirmiştir. Yani hiçbir zaman laiklik aslında demokrasiyle ayrı düşmez, demokrasiyle birdir. Yani şunu biliyoruz ki, eskiden Türk lirasında sıfırlar çoktu, altı sıfır vardı. Ak Parti sayesinde Türk lirası dünyadaki değerli paralar seviyesine çıktı ve gerçekten Türk ekonomisini, kalkınma ve ekonomik ilerlemeyi biz dikkatle takip ediyoruz. Türkiye aynı zamanda Arap baharı süreciyle birlikte halkların istekleri ve demokratik talepleri karşısında olumlu bir tavır sergilemiş ve desteklemiştir. Bizler Tunuslular ve Tunus halkı olarak Türkiye’ye şükranlarımızı sunuyoruz. Çünkü Türkiye bizdeki demokrasi sürecinde özgürlükler kapsamında bizlere destek olmuştur. Türkiye her zaman Ortadoğu’daki demokratik isteklere ve demokratik dönüşümlere de destek olmuştur. Şunu diyebilirim ki, İstanbul ve Türkiye Ortadoğu’daki mazlumların başkenti olmuştur. Türkiye şu anda 2 milyon civarında Suriyeli insanı misafir etmekte ve diğer ülkelerde zulüm görmüş insanlara kucak açmıştır. Bundan dolayı Türkiye eskiden farklı bir yerdeydi fakat şu an Arap âlemine stratejik bir derinlik oluşturmuştur ve bu işbirliği içerisinde olmuştur. Tabi aynı zamanda kendi başına bir ülke olmaktan çıkıp, Türkiye Arap ülkeleriyle iletişim halinde olan açık bir ülke pozisyonuna geçmiştir. Şu anda Türkiye bölgede gerçekte etkin bir ülkedir. GÜNCEL Son sözlerimi söylerken gerçekten sizin ülkenizde ve güzel Malatya’yı dolaşırken iki konu dikkatimi çekti: Birincisi Malatya’nın o güzel suyunun kaynağına götürdü beni arkadaşlar ve o kaynağı görünce şu aklıma geldi. Dedim ki kendi kendime, yaz kış 24 saat hiç kesintiye uğramadan, kayaların arasından çıkan o su şunu gösteriyor: Aslında o su o taşın arasından çıkmıyor. Aynı zamanda bu güzel insanların kalbinden olan su aklıma geldi. Ve Fırat ve Dicle aklıma geldi. Ve dedim ki kendi kendime, gerçekte bu güzel ülke, bu güzel insanlar, bu güzel kalpli insanların bizlere vereceği çok güzel şeyleri var. Allahû Teala Kur’an-ı Kerim’de ‘Biz her şeyi sudan yarattık.’ buyuruyor. O nehrin bereketi gerçekten benim zihnimde çok farklı bir yerlere götürdü beni. İkincisi ise, dolaştığım yerlerde, Malatya’da yüksek dağları gördüm ve bu yüksek dağların yanında, bu yüksek dağlara ulaşmaya çalışan devasa ağaçları gördüm. Ve onları görünce dedim ki, bu ülke gerçekten çok bereketli bir ül- Adalet ve Kalkınma Partisi başarılı olursa dünyadaki Arap âlemi ve İslam âlemindeki kardeşlerimizin de kendilerini başarılı hissedeceğini mutlaka bilin. ke. Bu ülke birçok lideri çıkarmıştır. Fatih Sultan Mehmet gibi, Prof. Dr. Necmettin Erbakan gibi, Recep Tayyip Erdoğan gibi İslam âlemine umut veren insanlarını bu mübarek ülkenin bu mübarek toprakları çıkartmıştır. Aynı zamanda Türkiye tüm İslam âlemine ekonomik anlamda sanayisiyle, savunma sanayisiyle, uçak üretimiyle ve kalkınmasıyla İslam âlemine çok büyük bir örnek teşkil etmektedir. Bundan dolayı sizleri kutluyorum. Allah yolunuzu açık etsin. Bu nehirleri izlerken, bu yüksek dağları ve dağlarla yarışan bu ağaçları izlerken, bu güzel Anadolu insanının bu yüksek himmeti aklıma geldi ve İslam ümmetinin derdi ile dertlenmeniz, mazlumlara kucak açmanız, 2 milyondan fazla Suriyeliyi barındırmanız, dünyanın çeşitli yerlerinde zulüm gören kardeşlerimize yardım etmeniz aklıma geldi. 19. yüzyılda Müslümanlar zulüm gördüğünde İstanbul’a, hilafetin başkenti İstanbul’a sığınırlardı ve oradan yardım isterlerdi. 20.yüzyılda kayboldu gitti ve bu yüzyılda insanlar Avrupa’dan medet ummaya başladılar. Fakat 21. yüzyıl Allah’ın izniyle tekrar İslam’ın yüzyılı olacaktır ve gerçekten ümitliyim Türkiye insanından, Anadolu insanından ümitliyim. Ve sizleri bu güzel himmetinizden dolayı tebrik ediyorum. Türkiye liderlik olmadan yol alamazdı. Malumunuz Türkiye bundan 10-15 yıl önce dünyanın en son ülkeleriyle ismi anılırken, Adalet ve Kalkınma Partisinin liderliğinde şu anda dünyanın her yerinde ismi ekonomik anlamda, kalkınma anlamında dünyanın çeşitli yerlerinde anılmaktadır. Bundan dolayı şunu iyi bilin ki, Adalet ve Kalkınma Partisinin zaferi, başarısı artık sadece Türkiye’nin başarısı değildir. Şunu bilin, Adalet ve Kalkınma Partisi başarılı olursa dünyadaki Arap âlemi ve İslam âlemindeki kardeşlerimizin de kendilerini başarılı hissedeceğini mutlaka bilin. Sizler dünyanın mazlum insanlarına kucak açtınız. Sizler dünyanın çeşitli yerlerinde zulüm gören insanlarına bağrınızı açtınız. Bundan dolayı sizleri, Türk halkını, Türk insanını, Anadolu insanını Adalet ve Kalkınma Partisinin(eski) Genel Başkanı ve kurucusu Recep Tayyip Erdoğan’ı, sayın Ahmet Davutoğlu’nu ve tüm üyeleri ve sizleri tebrik ediyorum. Allah’ın selamı rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. SAYI: 134 HAZiRAN 2015 35 GÜNCEL iDAM KARARI VERiLEN MISIR CUMHURBAŞKANI MURSi: Devrim, kendine yol çiziyor DAVUT GÜLER [email protected] HÜSNÜ Mübarek’in otoriter rejimini alaşağı eden “25 Ocak 2011 Devrimi” henüz meyvelerini vermeden gerek ülkedeki vesayet rejimince, gerek bölgenin monarşi rejimlerince ve gerekse de küresel rejimlerin topyekün saldırısına uğradı. MISIR halkının meşru yöneticisi ve Mısır tarihinin tek seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi; 3 Temmuz 2013 darbesiyle ülke yönetiminden uzaklaştırıldı. Kendini ülkenin tek sahibi gören ordu ve onun suç ortağı sözde halk hareketi olarak takdim edilen, 30 Haziran’da başlayan İsyan (Temerrüd) hareketine katılan değişik toplumsal kesimler, özellikle ‘özgürlük’ kavramını öne çıkardı ve adeta Mursi’yi tüm yetkileri elinde toplayan bir diktatör olarak gösterdiler. Mursi’nin henüz bir yılını dahi tamamlamış iktidar dönemini başarısız göstermek için büyük bir çaba harcan- 36 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 dı. Bu karartma operasyonunu, ordunun ve Hüsnü Mübarek döneminin ekâbirlerinin emrinde olan güdümlü basınla ve azınlıklardan devşirdikleri sözde halk kesimleriyle yapıyorlardı. Darbe öncesinden, sözde yapılan anketlerle darbeye giden yolda önemli ipuçları verilmişti. Yapılan bir ankete göre; Mısırlıların yüzde 64’ü Mursi yönetiminin beklediklerinden daha kötü bir performans ortaya koyduğunu ifade etmişler ve halkın yüzde 73’ü ise Mursi’nin ‘sağlıklı, tutarlı ve iyi kararlar’ veremediğini vurgulamışlardı. Söz konusu anketin de ortaya koyduğu gibi, Muhammed Mursi’nin ülkesin- de ve dünyada başarısız olduğu her kesimce kabul ediliyor propagandası yapıldı. Bu durumla verilmek istenen mesaj; Müslüman Kardeşler’in, Mısır gibi ekonomik ve sosyal sorunları devasa olan bir ülkeyi yönetecek beceriye sahip olmadığı isteniyordu. Çıkar gurupları ve eski rejim yanlıları böylece bir taşla iki kuş birden vurmuşlardı. Mübarek’i devirerek ve kendi kendini yönetecek bir sisteme geçiş yapmak isteyen özgür Mısır halkı, Mursi’nin bir yıllık iktidarı döneminde, neler yaşandı ki; askeri darbeyi kutlar hale geldi? Tahrir Meydanı’nda yaşananlar ‘askeri darbe’nin havai fişekler fırlatarak kutlanmasından başka bir muhteva taşımıyordu. Darbeyi kutlayanlar, darbeye karşı çıkanlardan fazlaydı. Öyle ki yeni dönemde ülkenin ikinci partisi olan, Şeriat’ın eksiksiz uygulanmasını isteyen Nur Partisi de darbecilere destek verdi. Aralık 2011 ve Ocak 2012 genel seçimlerle Mayıs ve Haziran 2012’de yapılan cumhurbaş- GÜNCEL kanlığı seçimlerinin sonuçlarına bakıldığında, Mısır halkının en az yüzde 70’inin son tahlilde askeri darbe yanlısı olduğu ortaya çıkıyor. Mursi’nin Hürriyet ve Adalet Partisi dışındaki tüm öne çıkan siyasi partiler darbeye destek verdi? Peki, Mursi ne yaptı da halkı bu kadar kendinden uzaklaştırdı? Yapılmak istenen ve yapılanlar devrim yapmış bir halkın tüm kazanımlarını yok etmeye yönelik bir büyük operasyondu. Bu operasyon görevi yine orduya verilmişti. Böylece; Mısır’da ordu son iki buçuk yıl içinde ikinci kez yönetime el koydu. Bu darbeyle verilmek istenen zaten belliydi; süreçte yaşananlar gösterdi ki, sivil siyaset çözümsüzlük nedeniyle Mısır’ın devasa sorunlarının üstesinden gelemezdi ve gelemedi de. Buna rağmen sorunların çözümü nerede aranmalıydı ve ne yapılmalıydı: ABD’nin gözdesi olan ve ülke ticaretinin önemli bir kısmını elinde bulunduran, Körfez Ülkele- ri’nin maddi ve manevi desteğini yanında bulan ve ABD’nin yardımlarının İsrail’den sonra en büyük payını alan orduyu amiral gemisinin başına getirmekle çözüleceğine geniş halk kesimlerini inandırmaktı. Yapılmak istenen buydu ve bunun gereği de yapıldı. Genelkurmay Başkanı Abdulfettah es-Sisi bir açıklamayla anayasayı askıya alarak, parlamentoyu feshetti. Cumhurbaşkanı Mursi’yi görevinden uzaklaştırarak yönetime el koydu. ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin ilgili kurumları darbeye karşı sessiz kaldılar. Türkiye’de ise Ak Parti iktidarı darbeyi eleştirdi, yeni yönetimi ‘tanımadığı’nı belirti. 3 Temmuz 2013’de ordunun yönetime el koymasıyla Tahrir Meydanı’ndan 30 Haziran’da başlayan Temerrüd(isyan) hareketine katılan değişik toplumsal kesimler meydanları terk ettiler. Meydanları artık darbeye karşı çıkan ve halkın seçtiği Cumhurbaşkanı Mursi’yi tekrar görevinin başı- 14 Ağustos 2013’te yaşanan olay çağdaş bir Kerbela’yı andırıyordu. Hüseyin’in varisleri “metâ nasrullah” diyor ve feryat ediyorlardı. na gelinceye kadar darbe karşıtları dolduracaktır. Askerin yönetime el koymasının ardından darbe karşıtları örgütlenerek kitlesel gösterileri belli merkezlere taşıdılar. Başkent Kahire’deki Rabiatul Adeviyye ve Nahda meydanları çağa tanıklık eden kitlesel gösterilere şahit oldu. Askeri yönetiminin ajanlarının tüm tahriklerine, baltacı çetelerin saldırılarına ve İhvan-ı Müslim Teşkilat’ının genel merkezini yağmalamalarına rağmen “Darbeyi Ret ve Meşruiyete destek için Ulusal İttifak” merkezince yapılan çağrılarda şiddete karşı barışçıl eylemlerden asla ödün verilmeyeceği kesin bir dille ifade edilmiştir. 14 Ağustos 2013’te Rabiatul SAYI: 134 HAZiRAN 2015 37 GÜNCEL Adeviyye ve Nahda meydanlarında kamp kurmuş halk kitlesine yönelik emniyet güçlerinin vahşice müdahalesinde üç binden fazla gösterici hayatını kaybetmiş, şehitler kervanına katılmışlardı ve on binlerce kişi de yaralanmıştı. 14 Ağustos 2013’te yaşanan olay çağdaş bir Kerbela’yı andırıyordu. Hüseyin’in varisleri “metâ nasrullah” diyor ve feryat ediyorlardı, Yezitler ise meydanlardaki binlerce masum insanların feryatlarına adeta sağır ve dilsiz olarak şahitlik ediyorlardı. Darbenin hemen sonrasında direnişçiler tarafından oluşturulan “Darbeyi Ret ve Meşruiyete destek için Ulusal İttifak” komitesi; “25 Ocak 2011 Devrimi”nin tüm kazanımlarını ve meşru Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin tekrar görevine dönünceye kadar süreci yöneten “Devrimci Müslümanlar”dır. Yine bu süreçte Müslüman kadınların oluşturdukları; “Darbe karşıtı Kadınların Devrimci Birliği”, bu iki komite koordineli olarak eylemlere sözcülük ve rehberlik yapmaktadır. İdamlara yönelik değerlendirmelere geçmeden önce, Türkiye İslami Hareketinin fikir dünyasına önemli katkıla- rı olan fikir ve bir eylem adamı olan Üsdat Nuri Pakdil’in şu tesbitine yer vererek yazımıza devam edelim. Üsdat’a şöyle bir soru tevcih ediliyor: “Uluslararası denkleme bakıldığında Filistin başta olmak üzere Müslümanların yaşadığı hemen her coğrafyada büyük sıkıntılar hâkim. Mısır’da seçilmiş cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve İhvan’ın tepe kadrosu idama mahkûm edildi. Siz son gelişmeler ışığında nasıl bir tablo görüyorsunuz? ‘Batı dünyası, Müslüman halkların yaşadığı coğrafyalarda, büyük bir kindarlıkla saldırmaktadır Müslümanlara. Batılı sömürgeciler, sömürü ve cinayetlerini, bu parçalanmış coğrafya üzerinde darbelerle iktidara gelmesini sağladıkları kukla yöneticiler üzerinden yürütmektedir. Vicdan aklığını koruyabilen her insanın, bütün İslam coğrafyasında Batılı Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri tarafından ortaklaşa işlenen cürümlere karşı, hiçbir şey yapamıyorsa, en azından bir tavır alması, bunları içinden yargılayarak mahkûm etmesi, çağdaş insan olmanın gereğidir. Müslümanlar olarak bizler, dünyanın neresinde olursa Nuri Pakdil: Vicdan aklığını koruyabilen her insanın, bütün İslam coğrafyasında Batılı Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri tarafından ortaklaşa işlenen cürümlere karşı, hiçbir şey yapamıyorsa, en azından bir tavır alması, bunları içinden yargılayarak mahkûm etmesi, çağdaş insan olmanın gereğidir. 38 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 olsun, bir insanın onuru çiğneniyorsa, bununla ilgilenmeli ve gereken atılımları yapmalıyız. Bir yeryüzü devleti olan Büyük Osmanlı Devleti parçalandığı ve Hilafet ilga edildiği için bütün bu trajediler vuku bulmaktadır. Başka bir çaresi yoktur, tek çözüm yolu İslâm Devrimi’dir. Mısır’ın emperyalistlerin işbirlikçisi olan bugünkü yönetimini bütün kalbimle lanetliyorum.” Bu yerinde ve anlamlı tespiti yapan “Üstad’a” Allah uzun ömür versin. Yine bu doğrultuda açıklamalar yapan “İhvan-ı Müslim’in” hareketinin sözcülerinin açıklamaları Sünnetullah’a uygun hareket ederken, “Hareket” de mücadelesine azimli bir şekilde devam ediyor. Mısır’daki Müslüman Kardeşler Teşkilatı (İhvan), İçişleri Bakanlığı’nın şiddet olaylarına karıştıkları yönündeki ithamlarına tepki gösterdi. İhvan’dan yapılan yazılı açıklamada, Mısır halkının oynanan oyunların farkında olduğu ifade edilerek, “İhvan, ordu ve polis sözcüleriyle darbe taraftarı medyanın isnat ettiği bütün şiddet olaylarından uzaktır. Şiddete çağıran örgütler, istihbarat ve güvenlik birimlerinin üretimidir. Mısır halkı, bütün bu oyunların farkındadır ve bunlara kanmayacaktır. Ayrıca özgürlük, toplumsal adalet ve insani onur gibi devrimin hedeflerinin gerçekleştirilmesi yolunda yaratıcı eylemlerini sür- GÜNCEL İdam kararları üzerine açıklama yapan; Mısır İhvan-ı Müslimin Teşkilatı Sözcüsü Mahmud Gazlan, ne olursa olsun barışçıl çizgiden ayrılmayacaklarına dair teminat verdi. dürmekten de vazgeçmeyecektir” denildi. Dünyadaki özgür vicdanları derinden yaralayan Rabiatul Adeviyye ve Nahda meydanlarına yapılan kanlı baskının yıl dönümünde ülke genelinde düzenlenen barışçıl eylemlerden övgüyle söz edilen açıklamada, 25 Ocak Devrimi’ne atıfla “Zulüm ve darbe sona erene, meşruiyet ve halkın egemenliği geri dönene, hayatını kaybedenler için kısas uygulanana kadar devrime devam edecekleri” ifadeleri kullanıldı. Başta Mursi, Karadavi ve İhvan’ın üst düzey yöneticilerinin de bulunduğu 106 Müslüman’a verilen idam kararları üzerine açıklama yapan; Mısır İhvan-ı Müslimin Teşkilatı Sözcüsü Mahmud Gazlan, ne olursa olsun barışçıl çizgiden ayrılmayacaklarına dair teminat verdi. Gazlan, ülkede gerçekleştirilen darbenin ardından, darbe karşıtlarının toplandığı mekân olan Rabiatu’l Adeviyye Meydanı’ndaki kanlı müdahaleden yaklaşık 2 yıl sonra, İhvan’ın son günlerde verilen “idam kararları” karşısında izleyece- ği metoda ilişkin; ‘Barışçıl metodun İhvan’ın sabit değerlerinden biri olduğunu vurgulayarak, şiddete yönelmeyeceklerini ve barışçıl çizgiden asla çıkmayacaklarını’ belirtti. Gazlan, insanların yaklaşık 90 yıldır İhvan’la kurdukları gönül bağında “barışçıl duruşun” etkisi olduğuna işaret ederek şunları kaydetti: “Barışçıl olmak ve şiddeti durdurmak bizim değişmez değerlerimizdendir. İhvan, 90 yıldır devam etmesini ve gücünü barışçıl çizgisinden alıyor. İnsanları İhvan’ın etrafında kenetlenmeye iten sebep de barışçıl metodumuzdur.” Barışçıllığın silahtan güçlü olduğunu belirten Gazlan; “Yenilgiye uğramanın ve yok olmanın sebebi şiddettir. Önümüze 90’lı yıllarda yaşanan Cezayir, Suriye’deki Hama ve Ürdün’deki “Kara Eylül” tecrübeleri var. Tüm bu deneyimler, şiddetin başarısızlığını gözler önüne serdi” ifadesini kullandı. İdam kararlarından sonra babasının ziyaretine giden Usame Mursi, “Beni gülümseyerek karşıladı, psikolojisi çok iyiydi. Olumlu ve inançlıydı. Bana ‘Devrim, kendine yol çiziyor’ dedi” ifadelerini kullandı. Hakkında verilen idam kararlarının babası üzerindeki etkisine dair Usame Mursi, şunları kaydetti: “Cumhurbaşkanı (Mursi), bu kararın da diğer kararlar gibi kendisini etkilemediğini ve üzerinde durmaya gerek olmadığını söyledi. Bana güven içinde ‘Korkum yok. Devrim ile onları yargılayacağımıza inanıyorum. Bu yargılamalar uzun sürmeyecek’ dedi.” Usame, babasının, “Darbenin liderlerinin hedefi, iradeyi ve devrimi yok etmek. Ancak herkese ilet ki devrim en iyi çözüm, en önemli yoldur. Darbe, başarısız olacak, daima sürmeyecek. Çözüm, vazgeçmeden devrimin yolunu devam ettirmek. Hukuku geri getirecek, katillere kısas uygulayacak devrimdir. Devrimin taleplerine, hedeflerine bağlı kalmak darbecilere en büyük mağlubiyet olacaktır” şeklindeki sözlerini aktardı. Mursi’ye yerli ve yabancı tüm çevrelerce kendisine verilen desteği ilettiğini belirten SAYI: 134 HAZiRAN 2015 39 GÜNCEL Usame Mursi, “Kendisine ve Mısır’daki mazlumlara destek veren herkese teşekkür etti. Bana en çok halkın durumunu, fiyatları, yaşama koşullarını sordu. Ona bunların kötü olduğunu aktardım. Devrimin tüm durumları iyi yönde değiştireceğini söyledi” ifadelerine yer verdi. Mursi dışında Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın üst düzey 17 yöneticisine daha idam cezası verilmişti. Bunlar arasında İhvan lideri Muhammed Bedii de bulunuyordu. Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, ‘Hamas’a istihbarat sağlamak’ ve ‘hapishaneden firar etmek’ suçlamasıyla yargılandığı davalarda idam cezasına çarptırılmıştı. İdam kararlarına yönelik ilk tepkiler insan hakları örgütleri, İslami Hareketler, İslami STK’ lardan gelirken, ülkelerin tepkileri ise değişik oldu: Açıkça darbenin yanında olan ve destek veren ülkeler, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn. Temkinli bir dil kullanarak karşı çıkan ülkeler; Endonezya, Almanya, İspanya, Tunus, Yemen, Arnavutluk, Danimarka, Brezilya. Arjantin, İran ve Türkiye, bu son üç ülke açık bir şekilde kınamıştır. ABD, AB, Rusya, Çin gibi ülkeler ise politik tavır takınmışlardı. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jeff Rathke günlük basın brifinginde, “Eski cumhurbaşkanı Muhammed Mur- 40 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 si’nin de aralarında bulunduğu 100’den fazla kişi hakkında Mısır mahkemesinin idam kararı vermesinden derin endişe duyuyoruz” ifadesini kullandı. Daha önce de Mısır’da muhaliflerin ve şiddete başvurmayan aktivistlerin, uluslararası yükümlülüklere ve yasalara aykırı bir şekilde toplu duruşmalarının yapılmasına ve verilen hükümlere yönelik pozisyonlarını sürekli söylediklerini vurgulayan Rathke, Mursi ve diğerlerine yönelik duruşmaları “ Adaletsizce ve hukukun üstünlüğüne zarar verici bulduklarını belirtti”. Rathke, Mısır’daki insan hakları ihlallerine yönelik kaygılarını yönetime açıkça iletmeye devam edeceklerine işaret ederek, “Adalet adına (davaların) kanunlarda belirtilen esaslara uygun olarak yürütülmesine ve bireyselleştirilen yargı sürecine ihtiyaç olduğunu hem kamuoyu önünde hem de özelde dile getirdik.” Rathke siyasi bağlantıları ne olursa olsun tüm Mısırlılara kanun önünde eşit ve adil muamele edilmesi gerektiğini kaydetti. Darbe ile görevinden uzaklaştırılan eski cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ile birlikte aralarında Karadavi ve Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın ileri gelenlerinin de bulunduğu 100’den fazla kişi 16 Mayıs’ta idama mahkûm edilmişti. İdam cezası verilenler arasında hayatını kaybedenler de bulunuyordu. Mısır’da idam cezaları konusunda müftünün görüşü soruluyor. Ancak bilindiği gibi müftünün kararı bağlayıcı değil. Mahkeme, Mursi ve diğer Müslüman Kardeşler üyeleri hakkındaki son kararı 2 Haziran’da yapılacak duruşmada verecek. AB Yüksek Temsilci Mogherini, “Eski cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve 100’den fazla destekçisine istenen idam cezası, Mısır’ın uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülüklerine uygun olmayan bir toplu yargılamanın sonunda alınmıştır. Mısır yargı makamları uluslararası standartlara uygun şekilde muntazam ve bağımsız soruşturmalarla sanıkların adil yargılanma hakkını güvence altına alma sorumluluğu taşımaktadır” dedi. Mogherini’nin sözcüsü Catherine Ray, Mursi’nin geçen ay yargılandığı başka bir davada 20 yıl hapse mahkûm edilmesini “not ettiklerini” ve “Mısır hükümetiyle güçlü ve sabit ilişkilerin süreceğini” açıklamıştı. Karadavi’nin suçu ise darbeyi eleştirmesi! Konuşmasında şu ifadeleri kullanmıştı: “İnanmasanız da eninde sonunda yok olacaksınız. Hakkın sesi en yüksekte olacak. Gençlerin azmi zayıflamayacak ve geri adım atmayacaklar. Özgürlüğe kavuşmaktan başka bir çözüm kabul etmeyecekler. Dönüş yollarının kapılarını kapatmayın. Tövbe edin. Çünkü ne planlar kurarsanız kurun, gelecek gençlerin olacak.’ GÜNCEL Muhammed Mursi, ‘Hamas’a istihbarat sağlamak’ ve ‘hapishaneden firar etmek’ suçlamasıyla yargılandığı davalarda idam cezasına çarptırıldı. Mursi dışında Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın üst düzey 17 yöneticisine daha idam cezası verildi. Bunlar arasında İhvan lideri Muhammed Bedii de bulunuyor. İdam cezası verilenler arasında hayatını kaybeden kişiler de var. Bunlar arasında geçen yıl İsrail’in Gazze Saldırılarında hayatını kaybeden İzzettin Kassam Tugayları Komutanı Raid Attar da bulunuyor. Sondos Asem, ölüm cezasına çarptırılan tek kadın sanıktı ve aynı zamanda en genç olanlardan biriydi. Hürriyet ve Adalet Partisi’nin sözcülüğünü ve web sitesi editörlüğünü yapan Asem’in çalışmaları, Mısır’daki devrim sürecinin ve bu süre- ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jeff Rathke günlük basın brifinginde, “Eski cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin de aralarında bulunduğu 100’den fazla kişi hakkında Mısır mahkemesinin idam kararı vermesinden derin endişe duyuyoruz” ifadesini kullandı. cin, anlamlı ve tutkulu bir gençlik hareketi vasıtasıyla ifade ettiği umudun simgesi oldu. Şu anda ülkedeki hapishaneleri dolduran 41 bin siyasi mahkûm, rejimin tehdit ve şiddetle zayıflatıp susturmaya çalıştığı genç aktivistleri temsil ediyor. Ölüm cezası alanlardan biri de; Kahire’de Amerikan Üniversitesi ile Georgetown Üniversitesi’nde siyaset bilimi dersi veren, başarılı akademisyen Emad Şahin’dir. Şahin şu anda yurt dışında yaşadığı hâlde, casusluk davasında hüküm giyerek idam cezasına çarptırıldı. Tanıyanların ya da çalışmalarını bilenlerin gözünde Şahin, ilkelerine ve bu ilkelerin gelişmesi için gereken entelektüel derinliğe sarsılmaz biçimde sadık bir isim. Şahin, hakkında çıkan mahkeme kararı sonrasında yayınladığı açıklamasında şöyle dedi: “İki yıldan uzun süredir ordu ve güvenlik kurumları, 25 Ocak Devrimi ile bağlantılı herkese karşı bir karşı devrim yürütmektedir…” Mahkemenin verdiği son idam cezaları, rejimin sadece sanıkların canını değil, kendilerine muhalefet eden tüm vatandaşların özgürlüğünü de ellerinden almak istediğinin bir göstergesi. SAYI: 134 HAZiRAN 2015 41 GÜNCEL Hürriyet ve Adalet Partisi Yönetim Kurulu üyesi Amr Derrac, idamları kınayarak “Bu siyasi bir karar ve işlenmeye yakın bir cinayet suçunu teşkil ediyor.” dedi. Mursi’ye verilen idam cezası Uluslararası Af Örgütü tarafından ‘maskaralık’ olarak değerlendirildi. Af Örgütü Mursi’nin serbest bırakılmasını ve sivil bir mahkeme tarafından yeniden yargılanmasını talep etti. Birleşmiş Milletler Genel Sekreterlik Sözcüsü Farhan Haq, Genel Sekreter Ban KiMun’un idama karşı pozisyonunu hatırlatarak, temyize götürülmesi mümkün olan kararı endişeyle ve yakından izlediklerini söyledi. Mahkeme ayrıca İsrail’de tutuklu bulunan Hasan Selame adındaki İhvan üyesine de idam cezası verdi. Mahkeme dosyayı müftüye gönderdi. Müftünün idam kararını değerlendireceği tavsiye kararından sonra mahkeme kesin kararını açıklayacak. İki davada da nihai karar 2 Haziran’da yapılacak duruşmada açıklanacak. İDAMLARA KARŞI, İHVAN VE HAMAS’TAN AÇIKLAMA Hürriyet ve Adalet Partisi Yönetim Kurulu üyesi Amr Derrac, Mursi ve diğer Müslüman 42 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 Kardeşler yetkilileri hakkında alınan kararları kınadı. Reuters’e konuşan ve uluslararası toplumu harekete geçmeye çağıran Derrac, “Bu siyasi bir karar ve işlenmeye yakın bir cinayet suçunu teşkil ediyor. Bundan dolayı da uluslararası toplum tarafından durdurulmalı” dedi. Alınan kararı, ‘içler acısı’ olarak niteleyen Hamas Sözcüsü Sami Ebu Zuhri, “Bu siyasi bir karardır ve Mısır yargısına kara bir leke sürmüştür” ifadelerini kullandı. Mısır’da mahkeme, 21 Nisan’da şimdiki Muhammed Mursi’nin yargılandığı ‘İttihadiye Olayları’ davasında kararını açıklamış ve Mursi’yi 20 yıl hapis cezasına çarptırmıştı. Mursi’nin cezası 2012’nin Aralık ayında Cumhurbaşkanlığı Sarayı önünde gerçekleşen olaylarda ‘protestocuları öldürmeye teşvik’ suçlamasından verilmişti. Mahkeme heyeti aynı davada Mursi’ye yöneltilen ‘kasten adam öldürme ve silah bulundurma’ suçlamalarında eski cumhurbaşkanını suçsuz bulmuştu. Muhammed Mursi’nin savun- ma heyeti mahkemenin kararını siyasi bir karar olarak niteledi. İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) de Mursi hakkında verilen karara ilişkin yaptığı açıklamada, “Mursi kararı adaletin gülünç bir hale sokulmasıdır. Bu yüzden Mursi’nin yeniden yargılanması da serbest bırakılmasını talep ediyoruz” demişti. Eski cumhurbaşkanı Mursi, yargıya hakaret ve Katar’a istihbarat sağlamak suçlamalarıyla açılan iki ayrı davadan daha yargılanıyor. İdam kararlarının ilk infazı Müslüman Kardeşler’e yakın Mahmud Ramazan 7 Mart’ta Sisi liderliğindeki darbenin ardından idam edilen ilk kişi olmuştu. Mısır ordusu tarafından 3 Temmuz 2013’te gerçekleşen darbenin ardından ülkenin kuzeydoğusundaki Sina’da Ensaru Beytil Makdis örgütüne karşı operasyonlar düzenliyor. IŞİD’e bağlılığını açıklayan Ensaru Beytil Makdis unsurlarının Kalyubiye kentinde yakalandıkları bölgenin ismiyle (Arab Şerkes) anılan davada mahkeme yargılananlara Mısır güvenlik güçlerine saldır- GÜNCEL ma ve 6 polisi öldürme suçlamaları yöneltilmişti. ‘Arap Şerkes hücresi davası’ olarak bilinen davada yargılanan kişilerin Sina merkezli Ensaru Beytil Makdis örgütüne mensup olduklarını belirtmişti. İdam edilenlerin avukat ve yakınları Al jazeera’ye idam kararlarının uygulanacağına dair önceden kendilerine bilgi verilmediğini söyledi. Bu idam cezalarının infazı Mursi ve 106 kişinin idam kararlarından hemen sonra infaz edilmiştir. Türkiye Hükümeti adına; Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcısı ve Sözcüsü Büyükelçi İbrahim Kalın, Muhammed Mursi’ye verilen idam kararı için: “Bu konuyla ilgili Suudi Arabistan başta olmak üzere, Katar ve diğer körfez ülkeleriyle istişaremiz devam ediyor. Uluslararası girişim anlamında da şu anda mevcut mekanizmaları gözden geçiriyoruz. BM İnsan Hakları Komisyonu başta olmak üzere konuyla ilgili mekanizmaları hareke geçirmek için gerekli girişimleri yakın bir zamanda başlatmayı planlıyoruz.” Konunun küresel önemi olduğunu belirten Kalın, “Çünkü hem idam cezalarının hem de bunların bir şekilde infaz edilmesi, sadece Mısır’ı değil, bütün Ortadoğu’yu kaosa sürükleyecek bir gelişme olacaktır. Zaten insanların vicdanında açık ve net bir şekilde mahkûm ettiği bu kararların, uluslararası kurum ve kuruluşlar nezdinde de açıkça mahkûm ve ret edilmesi büyük önem taşıyor” dedi. Kalın, “Mısır’da Mursi’nin de aralarında olduğu 106 kişiye verilen idam cezası için “adaletin infazı” ifadesini kullandı. “Dün darbeye karşı çıkmayanlar, bugün bu idam cezaları konusunda sessizdir. Bu kararlar sadece adaletin infazı değildir, aynı zamanda bunlara karşı sessiz kalmak, sesini yükseltmemek ya da çok cılız cevaplar vermek de aslında aklın ve vicdanın sükûtundan başka bir şey değildir” dedi. Sünnetullah’ın hukuku işliyor. Rabbim bizleri imtihan ediyor O’na teslimiyetle beşeri çabalarımızı ortaya koyduktan sonra Allah’ın hükmüne rıza göstermek ve teslim olmaktır. Sonuç olarak idamlarla ilgili olayları ortaya koyduk düşüncelerimizi de satır aralarında ifade etmeye çalıştık. Özellikle de Mursi’nin iktidarı döneminde Ak Parti iktidarı tarafından yanlış yönlendirildiği şeklindeki söylentilere kendim adına çok itibar etmiyorum. Sebebine gelince; bu değerlendirmeyi hem İhvan gibi 80-90 yıl bir mazisi olan bir harekete haksızlık olduğunu hem de eğer Ak Parti önderliğine eğer bir şey sormuşlarsa onlarda bir düşünce söylemiş olabilirler. Her söylenen isabet ede- cek diye bir şey yok. Görüşler isabet edilirde etmeyebilirde. Bu durum değerlendirme yapanlar için bir nakısa değildir diye inanıyorum. Şüphesiz en doğrusunu Rabbimiz bilir. İdam cezası alan gerek Muhammed Mursi, gerek Y. el Karadavi ve gerekse de İhvan ve Hamas sözcülerinin açıklamaları olsun bir mü’minin vakar, teslimiyet ve basireti var, bu duruşa karşı saygı ve imrenmek yakışır. Gönülden bir dua ve kuvvetli bir omuz vermek lazım. Sünnetullah’ın hukuku işliyor. Rabbim bizleri imtihan ediyor O’na teslimiyetle beşeri çabalarımızı ortaya koyduktan sonra Allah’ın hükmüne rıza göstermek ve teslim olmaktır. Rabbimiz Kitab’ında; “Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. İşte o günleri Biz onları insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın iman edenleri belirtip-ayırması ve sizden şahidler (veya şehidler) edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez; (Yine bu) Allah’ın, iman edenleri arındırması ve inkâr edenleri yok etmesi içindir.” Rabbimiz diğer bir ayetinde; “Ancak iman edenler, salih amellerde bulunanlar ve Allah’ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar (veya öçlerini alanlar) başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.” SAYI: 134 HAZiRAN 2015 43 GÜNCEL Geziden artakalanlar MEHMET TURGUT [email protected] GEZI eylemlerinin amacı Ak Parti iktidarıyla birlikte muhafazakâr dindarlığın yaygınlaşmasına karşı, seküler güçlerin kaybettikleri imtiyazları elde etme girişimi olarak değerlendirilebilir. TÜRKIYE Cumhuriyet’i kurulduğundan beri toplumsal ve siyasal hayata belirli aralıklarla müdahaleler olmuştur. Bu müdahaleleri yapanlar sürekli “kendini merkeze koyan oligarşik bir yapıdan kaynaklanmaktadır.” Aslında devletler/iktidarlar kendilerini sürekli yenilerler, deri değiştirirler. Güç sahipleri için önemli olan yönetme arzularının devamı ve mülkü tekelleştirme duygusu ve çabasıdır. Ayrıca daha rahat yönetmek içinde homojen, birlikçi, tek tip, uysal vatandaş oluşturarak güçlerini ikame etmeye çalışırlar. Türkiye tarihi bu nedenle güç sahiplerinin topluma, siyasete, ekonomiye, aileye, sosyal yaşama müdahale ve toplumu dizayn etme tarihidir. Türkiye’deki değişimler ise genelde iç dinamiklerden ziyade dış dinamiklerin zorlamasıyla, batılılaşma arzusu ve Avrupa Birliği’ne dahil olma çabasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca kuruluş aşamasında siyasal erkin toplumun yönünü zorbalık ve manipülasyonlarla değiştirmesidir. Medeniyet değerlerinin değiştirilmesiyle yeni bir birey, yeni bir toplum modeli oluşturma çabasıdır. 27 Mayıs 2013 Taksim Gezi Parkı protestoları, 61. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Taksim Gezi Parkı’na İstanbul 6’ncı İdare Mahkemesi ve 2 nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararı olduğu halde Topçu Kışlası’nı Taksim Yayalaştırma Projesi çerçevesin- de imar izni olmadan yeniden inşa etmesine karşı başlamıştır. 27 Mayıs 2013 tarihinde iş makinelerinin Gezi Parkına girmesinin ve ağaçların sökülmesinin ardından, bu haberin sosyal medya aracılığıyla kısa sürede yayılmasıyla, olaylar büyüyerek toplumsal ve siyasal bir kalkışmaya dönüşmüştür. Bu kalkışma siyasal literatürümüze ‘gezi olayları’ olarak girmiştir. Bu gezi olaylarını yukarıdaki kısa betimleme çerçevesinde değerlendirerek yeni bir muhalefet dilinin oluşması şeklinde değerlendirmeye çalışacağım Gezi eylemcileri ve bileşenlerin talepleri; ifade, basın ve internet kullanımı, alkol tüketimi, kadın bedeni üzerinden zina ve kürtaj hakkı, televizyon ve toplanma özgürlükleri üzerindeki baskılarının arttığı konusunda endişeler dile getirildi. Hükümetin Suriye’deki iç savaşa karşı tutumu, başbakanın otoriterliği üzerine otoriterlik tartışması ve demokrasi talebi ve giderek artan otoriter faaliyetlerin toplumsal gerginliğin/çatışmanın artmasında etkili olduğu, ötekileş- SAYI: 134 HAZiRAN 2015 45 GÜNCEL tirme, farklı yaşam tarzına saygı, Türkiye’nin dindarlaştırılması, çevre duyarlılığı, Hes’ler LGBT hakları, nükleer santral girişimleri, kentsel dönüşüm tartışmalarında kamusal alanın rantlaştırılması, çevrenin/ kentin tahribata uğraması gibi talepleri dile getirdiler. İstanbul Taksim Gezi park’ında meydana gelen olay kısa sürede tüm Türkiye’ye yayıldı. Bu eylemler 79 ilde gerçekleşti. Gezi eylemlerinin amacı Ak Parti iktidarıyla birlikte muhafazakâr dindarlığın yaygılaşmasına karşı, seküler güçlerin kaybettikleri imtiyazları elde etme girişimi olarak değerlendirilebilir. Fazıl Say gibi kişilerin ‘Benim oyum çobanın oyuyla bir değil’ söylemi ayrıcalığını sürdürmek isteyenlerin arzusunu dillendirmiştir. Demokrasiyi sandıktan ibaret görmediklerini dile getiren bu elitist güruh güç kendilerindeyken sandığı kutsallaştıranlardı. 40-50 yıldır göç yoluyla Anadolu’dan ken- Evet, Türkiye’de eşitsizlik mevcuttur. Zengin yoksul arasındaki makas hiçbir zaman daralmadı. Ama sokağa baktığımıza gezide hak arayanlar yoksulları değil, köhnemiş sol fikirleri zorbalıkla bu topluma dayatmaya çalışan marjinal sol grupları gördük. 46 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 te göç etmişlerin elde ettikleri güç karşısında kemalist, seküler, elitist kesimin güç kaybının ve bugüne kadar değersiz gördüğü yeni kentli sınıfın iktidar talebinin kısmen karşılık görmesinden kaynaklı bir yenilmişlik/geri çekilme psikolojisinin saldırısı olarak değerlendirilebilir. Bu kısmi gücü temsil eden yeni kentli sınıfın mücadelesi 1950’lerde Demokrat Partiyle başladı. Ak Parti’yle güçlenerek iktidar oldu. Memet Ali Alabora’nın ‘Mesele ağaç meselesi değil hâlâ anlamadın mı arkadaş’ tweet’i de bu doğrultu da atılmıştı. Aynı şekilde başbakanın eylemcileri çapulculukla nitelendirmesi, enteresan bir şekilde bu ülkede devredilen güç üzerinden yoksulların nasıl aşağılandığına şahit olduk. Bu gezi kalkışmasında şunu kesinlikle öğrenmiş olduk ki, iktidarı elinde tutanlar güç zehirlenmesine kapılıyorlar. Ayrıca kapitalist yaşam biçiminin yaşamı metalaştırmasına şahit olduk. Para, servet, güç üzerinden sınıf oluşturup derisini yenileyen devlet aygıtının şehvetine kapılıp mazlumları, yoksulların yaşam tarzlarını hor görmeleri bu çoban ve çapulcu metaforunda aranabilir. Hadi dindışı/ profan yaşamı savunanların böyle bir üstenci, elitist tavırlarının olması doğaldır. Fakat her defasında geleneksel değerlere, İslami değerlere atıfta bulunanları anlamak zor oluyor. Bu da her halde neoliberal politikalarla dinin harmanlanmasından olsa gerek. Kentsel dönüşüm üzerinden dile getirilen mahalle dokusunun zedelenmesi, kentsel rantın oluşturulup bölüşümün tekelleştirilmesine yapılan itirazı değerlendirdiğimizde haklılık payı görmekteyiz. Kenti betonlaştıran, nefes alacak ortam bırakmayan çirkin yüksek binalar, şehir estetiğinden yoksun beton yığınına dönüştürülmüş iğreti bir kent mimarisiyle karşı karşıyayız. Daha önce kenti gecekondulaştırıp çirkinleştiren şehir politikaları, kentsel dönüşümle de daha büyük bir beton yığınına dönüştürdüler. Kentsel rant oluşturup asgari ücretle geçinenlerin ömür boyu ev sahibi olamayacağı yüksek fiyatlarla sermayelerine sermaye kattılar. Evet, Türkiye’de eşitsizlik mevcuttur. Zengin yoksul arasındaki makas hiçbir zaman daralmadı. Ama sokağa baktığımıza gezide hak arayanlar yoksulları değil, köhnemiş sol fikirleri zorbalıkla bu topluma dayatmaya çalışan marjinal sol grupları gördük. Çocuksu bir anarşizmin otonomisini yaratma arzusuyla, özgürlük adı altında cinselliği, sınırsızlığı ve ucubeliği savunan anarşistlerle, insanın fıtratını bozan ve toplumu, nesilleri ifsat eden LGBT’lerin’ yaşam tarzımıza dokunmayın’ çıkışının temelinde seküler bir toplum özleminin çabaları vardı. Evet, gezicilere göre neo- liberal politikalarla her şeyi soğuran bir Ak Parti dinciliği vardı. Ve her şeyi talan ediyordu. Doğru, bu neo liberal politika- GÜNCEL larla maalesef İslam’ın içini boşaltıp kültürel bir İslam oluşturuldu. Ama peki gezicilerin tüm değerleri yıkıp talan eden vandalizmi, kendisini ayrıcalıklı gören elitist narsizmi neydi? Modern insanın doğaya egemen olma arzusu maalesef iyice arttı. Bu dönemde ilerleme ve gelişme adı altında Hes’lerle iklimi, doğayı tahrip ettiler. Gezi eylemini gerçekleştirenler böyle bir eleştiri de haklı olsa da aslında kendilerinin çevre ve doğa aşkları, nostaljiden öteye geçmeyip, sadece yeşili savunma adı altında kaybettikleri gücü ele geçirme çabalarıdır. Nitekim Bedrettin Dalan’ın ‘Yedi Tepe Üniversitesi’ için İstanbul Kayış Dağı’nı işgal ve tahrip etmesi, Rahmi Koç’un’ Koç Üniversitesi’ için Sarıyer ormanlarını işgal ve talan etmesini hep beraber yaşadık. Aynı çevre duyarlılığını savunanlar o dönem hiç ses çıkartmamışlardı. Otoriterlik tartışmasına gelince zaten otoriterizim bu topraklarda yüzyıllardır var. Sümerlerden beri devam eden bir anlayış. Kemalist sistemde otoriterizm üzerine kurulu değil miydi? Tek adam kültü üzerine inşa edilmişti. Demokrasi çağında bile bu otoriterlik geleneği devam etti. Gezideki Mustafa Kemal’in askerleriyiz özlemi ilk dönem otoriter Kemalist özlem dillendiriyordu. Nitekim demokrasiyi, çoğulculuğu, bir arada yaşamayı savunan bu güruhlar 28 Şubat’ta Müslümanlara tahammül edemediler, yaşam tarzlarına müda- Gezi ve 17-25 Aralık operasyonları bize şunu gösterdi ki, bu topraklarda insanca ve Müslümanca yaşamak istiyorsak sahici, ıslah edici, sosyal adaleti ve insan onurunu merkeze alan bir muhalefet gereklidir. Kökü dışarıda olan ve bu toprakları dolaylı yollardan sömürmeye kalkanların taşeronu olarak değil. hale edip zorla dönüştürmeye kalkıştılar. Demokrasi, çoğulculuk, bir arada yaşama eğer -siz boyun eğip ötekileştirmeyi kabullenip kendinizi soyutladığınızda - onlar için son derece modern insanca bir yönetim tarzı oluyor. Ne zaman ki bu pozitivist, seküler aydınlanmacılardan hak istediğinizde işte o zaman işin rengi değişir. Demokrasi acıkınca yenilen bir puta dönüşüyor. Anti -Kapitalist Müslümanların eleştirileri doğru eleştiriler olmasına rağmen, yerinde ve zamanında yapılan eleştiriler olmadığı için çok karşılık bulmadı. Halbuki Müslümanlar zenginleştikçe Karunlaşmamaya, yönettikçe firavunlaşmamaya özen göstermeleri gerekmektedir. Halkın güce, koltuğa, iktidara yakın olayım, nemalanayım arzusuyla yanlışı da doğruyu da alkışlar olduğunu gördük. Anti- Kapitalist Müslümanların bu sosyal adalet, emek ve hakça kardeşini uyarma ve ıslah etme söylemlerinin sola öykünmeden kurtarılıp medeniyet değerlerimizdeki kardeşçe bir arada yaşama modelini geliştirmek zorundayız. Yoksa şeytan azgın- ca yönetme arzumuzun içine tatlı tatlı ve sezdirmeden sızıp bizi biz olmaktan çıkaracaktır. Sonuç olarak 2002’den beri Ak Parti iktidarına karşı birçok müdahaleler yapıldı. Bu müdahaleler bir şekilde atlatıldı. Ama sosyal adalet, hukuka dayalı bir yapı inşa edilemedi. Bunun için eğitim müfredatının ve anayasanın temelden değişmesi gereklidir. Ötekileştirmeden adalet, merhamet ve hukuka dayalı bir toplumsal mutabakat ve uzlaşma gerekli olup, hakça paylaşım ve dağıtım modeli geliştirilmelidir. Kişiselleştirilmiş bir yönetim modeli ve ben varım daha ne gerek tarzı söylemler tekrar kazanımları geriye götürür. Gezi ve 17-25 Aralık operasyonları bize şunu gösterdi ki, bu topraklarda insanca ve Müslümanca yaşamak istiyorsak sahici, ıslah edici, sosyal adaleti ve insan onurunu merkeze alan bir muhalefet gereklidir. Kökü dışarıda olan ve bu toprakları dolaylı yollardan sömürmeye kalkanların taşeronu olarak değil. Kökü içerde ve derinlerde, yüreği mazlumlardan yana bir muhalefetin olması gereklilik taşımaktadır. SAYI: 134 HAZiRAN 2015 47 GÜNCEL Din ve Diyanet Olması gerekenler ve laikçi saldırı… SAiT ALiOĞLU [email protected] EĞER siz, “İslâm zaten laiklik ilkesini içermektedir, o halde İslâm’ın yürürlükteki kanunları es geçerek bir devlet talebi olmaz, olamaz!” yaklaşımlarına sahip “modernist” bir çizgide durmuyor iseniz, dinin devlet konusunda bir talebini ısrarla kabul etmiş olmuyor musunuz? Din ne be/ ew ne din e! Deli olma/(senin bildiğin) o (şey) din değildir! Cigerxun EĞER bu din, salt mabet dini değil, hayatın içerisinde bulunan, hayata ‘insanın bizzat kendisi adına’ anlam yükleyen bir din ve dünya görüşü ise, böyle bir dinin çok rahatlıkla bir devlet talebi olur, Ki, bu talep aynı zamanda bir ihtiyaç meselesi olarak belirginleşir. Hayrettin Karaman, bu ihtiyacı doğrulayarak, dikkate değer bir şekilde “Devletin ve hükümetin beşerî bir ihtiyaçtan doğduğu doğrudur, elbette toplu halde yaşayan insanların buna ihtiyaçları vardır, ancak; “devlet ve hükümetin Kur’an’da bahis konusu ol- 48 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 madığı ve İslâm’ın, bu konularda bir talebinin bulunmadığı” iddiası isabetli değildir.” diyor.1 Hayreddin Karaman, Müslümanların bir devlet talebinin olduğunun altını çizdikten sonra “İslâm’ın devlet talebinin olup olmadığı, daha geniş bir ifade ile, İslâm ve devlet ilişkisi son yıllarda sıkça gündeme gelmiş ve tartışılmıştır. Bu tartışmada İslâm’ın laik karakterli bir din olduğunu savunanlar, doğrudan naslara ve özellikle Kur’an’a bakmışlar, bu kaynakta mâhiyet ve niteliklerini Allah’ın belirlediği bir devleti aramışlardır. Gerçi Kur’an doğru okunduğunda, nitelikleri dolaylı ve genel hatlarıyla belirlenmiş bir devlet kavramını onda bulmak da mümkündür.2 Demek oluyor ki, nasıl düşünülürse düşünülsün, hangi ara form oluşturulursa oluşturulsun, eğer siz, “İslâm zaten laiklik ilkesini içermektedir, o halde İslâm’ın yürürlükteki kanunları es geçerek bir devlet talebi olmaz, olamaz!” yaklaşımlarına sahip “modernist” bir çizgide durmuyor iseniz, dinin devlet konusunda bir talebini ısrarla kabul etmiş olmuyor musunuz? OSMANLI’DA DIN-DEVLET ILIŞKISI Devlet’i dinle bağlantılı olarak, üç form şeklinde ortaya koyduğumuzda, bizim açımızdan “Bir bütün olarak İslâm’ı seçen kavimlerin, meşruiyetlerini, din bürokrasisinin de yardımıyla İslâm’a dayandırma gayreti içerisinde oldukları gözlemlenen” bir vasatta Osmanlıda din devlet ilişkisi laiklik içeriyor muydu? Bir yanda Şeriat var, diğer yanda ise, eski bir Türk geleneğinden sadır olan örfî hukukla birlikte, son dönemde batıdan gelen etkiyle oluşturulan kurumsallıklara rağmen, Osmanlı’da laiklikten bahsedilemezdi. Bu konuda Süleyman Uludağ; “Tanzimat’tan sonra bazı Batı kö- GÜNCEL kenli kanunların uygulanması, Şer’iye Mahkemelerinin yanı sıra Nizamiye Mahkemelerinin kurulması, sosyal koşulların ve değişmenin gereği olan söz konusu farklılaşmanın, yani din-devlet ayrışmasının Osmanlı Devletinde normal sayılacak bir süreç izlediği ve eski uygulamalara göre daha geniş boyutlara ulaştığı muhakkaktır. Bu gelişmeyi belli ölçüde Batıdaki ilmi ve fikri gelişmelerin etkilediği de bir gerçektir. Bu yüzdendir ki Osmanlı Devleti din-devlet ilişkilerinin girift bir şekilde iç içe, sıkı bir şekilde birbirine bağlı olmanın meydana getirdiği sıkıntıları yaşamamıştır. Osmanlılarda böyle bir sıkıntının varlığı gerekçe gösterilerek laiklik savunulmamıştır.”3 Bu bağlamda, Osmanlı’da belirgin bir laiklik olmamasına rağmen, sanıldığının aksine Şeyhülislâmlığın, işin başında bulunan “müftünün” kendi iradesinin geçerliğinden ziyade, bu makam, müftüden ziyade, devletin başında bulunuyor oluşundan ötürü, esas yetkinin padişahta olduğu söz konusuydu. Burada İsmail Kara ile yapılan bir röportajda “Peki Osmanlı Devleti ile T.C. arasında “Din İşlerinin yönetimine bakış” açısından paralellikler bulunduğu görüşünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Sorusuna verilen cevap önemli. İsmail Kara şöyle diyor: Deniyor ki: Osmanlılarda şeyhülislamlık padişaha bağlı idi, şeyhülislam padişahın “kul” larından biriydi, onun yaptıkla- Osmanlı’da Şeyhülislam rını veya yapmak istediklerini meşrulaştırmak için fetva verir, kılıf uydururdu. Diyanet de devlete bağlıdır ve siyasî merkezin istediği yönde fetvalar verir, hadiseleri meşrulaştırır...” “Bu yorumlarda bir kasıt yoksa açık bir cehalet var. Osmanlılardaki yapılanmada Din İşlerinden sorumlu kişi şeyhülislam değil, aynı zamanda halife olan padişahtır. Yani devletin ve devletin başındaki kişinin dinî bir kimliği var. Şu veya bu şekilde her şeyin ve her icraatın dinî bir açıklaması ve muhtevası var. (Bu açıklamaların dinî hükümlerle çakıştığı, ne kadar saptırmaların olduğu ayrı bir meseledir). Şeyhülislam padişah-halifenin bir vekilidir, bütün ya- Osmanlı Devleti zamanında şeyhülislam dini konularda en yüksek yetkiye sahip devlet görevlisiydi. pıp ettikleri de vekâlet sınırları içinde anlaşılmak lazım gelir. Bu yapılanma İslam tarihindeki tecrübelere ve şekillenmelere de uygundur, der ve şunları da ilave eder: “Bununla birlikte, “cumhuriyet devrine geldiğiniz zaman mukayese için öncelikle bakacağımız şey devletin dinî bir kimliğinin olup olmadığıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın konumlandırılmasına da bu çerçevede bakmak gerekir. Yani hiçbir dinî kimliği olmadığı ısrarla vurgulanan bir siyasî yapının Din İşlerine bakan bir kurum olduğu sonucu çıkar.”4 ŞEYHULISLÂMLIK NEDIR? Şeyhülislam ya da Şeyh-ül İslam, dini konularda en yüksek derecede bilgi ve yetkiye sahip olan kimse anlamına gelir. Osmanlı Devleti zamanında şeyhülislam dini konularda en yüksek yetkiye sahip devlet görevlisiydi. Gerektiği zaman dini sorunlarla ilgili görüşlerini fetva yayınlayarak açıklardı. Bu fetvalar kanun niteliği taşırlardı. 1920 yılında Ankara’da kurulan Meclis Hükümetinde bu makam Şeriye ve Evkaf Vekaleti adıyla “Bakanlık” olarak yer aldı. Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra 1924 yılında laiklik ilkesinin kabul edilme- SAYI: 134 HAZiRAN 2015 49 GÜNCEL si sonucu bu bakanlık kaldırıldı. Yerini Diyanet İşleri Başkanlığı aldı. Osmanlılar’da Şeyhülislam, ilmiye sınıfının başı sayılıyordu. Klasik Osmanlı devrinde devlet görevlileri kalemiye, seyfiye ve ilmiye olmak üzere üç sınıfa ayrılıyordu. İlmiye sınıfı, günümüzün Adalet ve Milli Eğitim Bakanlıkları ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevlerini üstlenmiş durumdaydı.5 Şeyhulislâmlık makamı ile ilgili bilgilere baktığımızda, yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi, günümüzdekine yakın bir laiklik uygulamasını ve tarifini göremiyorduk, ama diğerlerinde olduğu üzere kendisine “İslâm devleti” yakıştırması uygun görülen Osmanlıda da ya sultanın ilmiye sınıfından olması gerekirdi, ya da bizzat Şeyhulislâm’ın kendisi sulta’nın başı olmalıydı. Ki o zaman devlet, kendisini yöneten kişi ve kişilerin haiz olduğu sıfattan dolayı, galatta olsa ‘İslâm devleti’ olarak tanımlanmayı hak ederdi, sonuçta… Ki, bunu Osmanlıya özgü bir durum olarak belirtelim… ŞEYHULISLÂMLIKTAN SONRA DIYANET Wikipedi’ye göre; “Ruhbanlaşmış ilmiye sınıfı Osman- lı’nın son devirlerinde iktidara dini kılıf sağlama makamı olmuştu.” Ve İslam’da ruhbanlık yoktu, ancak siyasi ve sosyolojik olarak ulemanın yapılanışında bir ruhbanlık eğilimi vardı ve bu güçle saltanatla yan yana idi.” Bundan dolayı da “Cumhuriyet rejiminde ise devrimin genel felsefesi dini vicdana indirgemek olduğu için Diyanet kurumu, devlet bürokrasisi içinde olmasına rağmen iktidarın dışında bir yapıdadır” deniyor. 6Daha sonra ise; “Milli mücadeleden sonra TBMM’nin dünyevi ve uhrevi bütün yetkileri elinde bulundurduğu ilan edilerek, monarşiye ve hilafete son verilmiş, şer’iye ve evkaf vekillikleri kaldırılmıştı, bunların bıraktığı boşluğu doldurmak üzere Diyanet kuruldu. Diyanet ruhani bir kurum olmadı.”denilmektedir.7 Yukarıdaki ifadeleri incelediğimizde, Osmanlının bir saltanat sistemi olduğu savı gerçekçi durmakta ve bu yüzden de din ve ilmiye sınıfının devlete karşı bir sorumluluğa zorlandığı söylenebilir, ama ilmiye sınıfının ruhbanlaştığı savı ise pek de gerçekçi durmamaktadır. Bir defa ilmiye sınıfı ruhbanlaşmış olsa idi, ne devletin Dünyada hakkı yenen en önemli olgunun, dinin bizzat kendisi olduğunu, gerek dine karşı olanlar tarafından ve gerekse de kendini dine göre konumlandırıp “dini savunan” insanların büyük bölümünün “dindar”lık olgusunu yıprattığını ve imajını bozduğu bilinen bir gerçektir. 50 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 istediği fetvaları verebilecek bir fetva makamı olurdu, ne de dinin devlete, sistemin arzusu istikametinde bir hizmeti olurdu. Düşünün, eğer öyle idiyse, öteden beri ruhbanlaştığı bilinen uzak doğudaki Budist rahiplerin kaçta kaçı sosyal hayat içerisinde var ve “hâlâ” etkinler? BAKINCA, GÖRDÜĞÜMÜZ… Dünyada hakkı yenen en önemli olgunun, dinin bizzat kendisi olduğunu, gerek dine karşı olanlar tarafından ve gerekse de kendini dine göre konumlandırıp “dini savunan” ama sonuçta kendi indi görüşlerini din’e sağlamasını yaptırma suretiyle din çerçevesinde bulunan insanların büyük bölümünün “dindar”lık olgusunu yıprattığını ve imajını bozduğu bilinen bir gerçektir. Bu böyle olmakla birlikte, Türkiye ve Türkiye toplumu söz konusu edildiğinde de, hemen hemen aynı sonucu görmüş oluruz. Yine birde bununla birlikte, aralarında teşbihi bir bağ kurmadan söylersek, en başta Kemalist sisteme dine karşı seküler planda hasmane ve tarafgir davranmasının bir sonucu olarak Türkiyeli Müslüman kitlenin ezici çoğunluğu tarafından kuşku ile bakıldığı bir vakıa olmakla birlikte, bu teşkilatı ayakta tutma düşünce ve istidadının da bizzat Kemalist sistem tarafından, bu teşkilatın elde tutulması üzerinden Müslüman kitleyi ‘rejim adı- Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez na’ manipüle edilmesini sağlamıştı. Ki, bundan dolayı da bu kitlenin çoğunluğu bu teşkilatın lağvedilmesini ve yerine, özerklik bağlamında farklı bir teşkilatın kurulması ve idaresinin de cemaatlerde olması yönünde idi. Ak Parti’nin kendi iktidarı sürecinde, bu kez, onlar, yani seküler güçler açısından, eskisinden farklı olarak DİB’in Erdoğan tarafından direkt Başbakanlığa bağlanmasının bir sonucu olarak, mevcut iktidarın, devleti, ‘şimdiye dek olmadığı oranda’ “Sünnilerin ezici çoğunluğuna dayalı” bir çerçeveye oturtmaya çalıştığı düşünce ve karşı propagandaları üzerinden, bırakın ‘devletin korunması adına’ kurumlardan bir kurum olan Diyanet’in değil özerk hale getirilip yeniden düzenlenmesi, sükülerizm elden gidiyor fehvasında o teşkilatın bizzat ortadan kaldırılmasını kendince haklılaştıracak(!) bir profile kaynaklık oluşturuyordu. BAŞKALARININ MANZARAYA BAKIŞI… Bu manzaraya bakıldığında, başta HDP olmak üzere birçok sol çevrenin ‘diyanet hazımsızlığı’nı belirgin bir şekilde kendi ontolojileri açısından ‘dine karşı oluşları üzerinden ve 7 Haziran seçimleri arefesinde kendi seçmen kitlesinin ‘ulusal ve mezhebi’ konumu üzerinden ve yine seçim barajını aşma adına külli bir seçim stratejisi üzerinden bir parça okuyabilirdi. Bunun yanında CHP’nin, bu süreçte Diyanet’e karşı çıkmasını bu teşkilatın giderek Ak Parti’nin toplumu, kendi iktidarının tahkimi ve muhafazası açısından yeniden dizayn etmesi bağlamında düşünüldüğünde onunda seçimlerde oy kaybı yaşama durumu ile birlikte, her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti yerinde kalacak olsa bile, onun laik değerlerinin aşınması kaygısı CHP’yi, sonuçta HDP türü bilumum sol çevrelerle birlikte laiklik kaygısı üzerinden bile olsa sonuçta aynı kulvarda birleştirmektedir birleştirmesine, ama CHP’nin “devleti biz kurduk!” söylemi açısından balkıdığında, adeta bir kurumun yıpratılması pahasına çıkışı olmayan bir yola girdiğini göstermektedir. Bir söz vardır, bilirsiniz, Osmanlı siyasetçisi/Maarif Bakanı Emrullah Efendiye ait. “Mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim” diye. Ki bu sözün içeriğinden hareket- GÜNCEL le, sanki CHP’nin Diyanet Teşkilatı olmasa idi ne güzel olurdu diye düşündüğünü varsaydığımızda, bu kez karşımıza CHP’nin handikaplarının sıra sıra dizildiklerini görmekteyiz. Bunlardan birisi ve belki de en önemlisi dinden azade bir hayat özlemi duyan CHP için bir açıdan handikap olmakla birlikte, ama bu özlem, CHP’ye nazaran, belki de yürürlükteki rejimin oluşum sürecinde ona bir katkılarının bulunmadığını savlayan –haydi öyle farzedelim- lail/sol çevreler açısından bir handikap gibi durmamaktadır. Sürekli kan kaybeden, iktidara gelme şansı gittikçe azalan, hatta bu gidişle o şansı da kalmayan CHP’nin az da olsa bilebildiğimiz kadarıyla ‘yönetişim açısından’ bir bürokrasi ve devlet tecrübesi vardı. Ki, bu bürokratik gelenek ve tecrübe meselesi CHP’yi devletin kurumlarını ne olursa olsun korumasını gerektirirdi. Bir de buna bağlı olarak, zamanla hantal- SAYI: 134 HAZiRAN 2015 51 GÜNCEL HDP ‘misafir oy’ sayabileceğimiz Alevi oylarından ziyade iyi ve sistematik bir stratejiyle Şafii Kürt oyları seçim barajını aşacak bir konuma getirebilir savıyla, bu kez ibreyi bölgenin Müslüman Kürt toplumuna çevirmişti. laşan kurumları reorganize etmek ve gerekiyorsa, yine denetimi devlette kalmak üzere, birçok kurumun özerk ve alabildiğine işlevsel hale getirilmesi gerekmez miydi? Buna rağmen birçok kurum gibi, çerçevesi ve içeriği kanunlarla belirlenmiş olan Diyanet’i, başta iflah olmaz bir sol mantıkla ele almaya çalışan, onu yıpratmayı, mutlaka kazanmaya yönelik seçim stratejisi içerisinde mütalaa ettiği gözlemlenen HDP’nin, bu süreçte kendini haklı çıkarmaya yönelik olarak, Kemalist devletin –şimdilerde de Ak parti sanki Kürtleri yok sayıyormuşcasına- Kürt toplumuna yönelik inkârcı politikası ile birlikte, aynı zamanda da dindar olan bu kitlenin Sünni/Şafii kimliğinin baştan beri Diyanet Teşkilatı’nda olumlu bir karşılık bulamaması da, bir argüman olarak işlenmektedir. HDP kendisini eğer, ontolojisi el verdiği oranda sol’a daha yakın durduğu bilinen Alevilik üzerinden, onların Diya- 52 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 net Teşkilatı nezdinde olumlu bir karşılık bulması gereken taleplerinden hareketle, o teşkilatı yıpratma düşünce ve eylemi içerisinde olsa idi, belki de belli bir oranda oy karşılığı olurdu, ama, öteden beri zaman zaman Alevilik üzerinden Ak Parti iktidarının şahsından ziyade Diyanet’e yönelik yıpratma politikası eskiden Kürtlerin ezici çoğunluğu açısından hem anlamlı değildi ve hem de kendi mezhebi kimlikleri için derde deva bir konu değildi. HDP’de bu eksikliği görmüş olacak ki, ‘misafir oy’ sayabileceğimiz Alevi oylarından ziyade iyi ve sistematik bir stratejiyle Şafii Kürt oyları, ontolojisi Marksizm’e dayanan ‘solcu’ HDP’yi seçim barajını aşacak bir konuma getirebilirdi savıyla, bu kez ibre bölgenin Müslüman Kürt toplumuna çevrilmişti. Bu arada, gerek geldikleri İslamcı cenahta konumları ve karşılıkları neydi ve esas tabanı sol tandaslı bir Kürt milliyetçiliği- ne dayanan HDP için açıktan ve gizliden, adaylıklarının ne anlam ifade ettiği ve etmediği seçim sonucunda belli olacağını düşündüğümüz ‘İslâmcı adayların’ varlığı da merak konusu… MUHAFAZAKÂR MODERNLEŞME VE CHP-HDP AYNÎLIĞI… Ak Parti’yi ve birçok muhafazakâr parti çevresini kendisini oluşturan insan profili açısından ele alıp değerlendirdiğimizde, çoğunluk itibarıyla bir yandan dindar, bir yandan da modernlikle –eskiye nazaran- pek bir sorunu olmayan muhafazakâr Müslümanlardan oluştuğuna göre, çeşitli açılardan Kemalist sistemle az da olsa kan uyuşmazlığı olmakla birlikte; sonuçta kendisini bu toprakların sahibi olarak gören, konjönktür gereği sistemsel farklılaşmaları arızî olarak değerlendiren ve bu arızî durumları yerine göre sineye çeken muhafazakâr kitlenin esas gayesinin yaklaşık bin yıldır ken- GÜNCEL disi adına kurulduğu söylenen devleti yaşatma düşünce ve çabası, bugünün sıcak atmosferinde görülemezse bile, ileride pek net bir şekilde görülebilecektir. Bir zamanlar sistem adına Kemalist rejim tarafından çıplak şekilde madem laikleştirilemeyecek, o halde İslâmi kimliğin zıddına “ dindar millici, milliyetçi” olması arzulanan kitlenin, sandık ki, Ak Parti sürecinde İslamcılaşması söz konusu olacaktı, ama bir baktık ki, birebir Kemalistlerin yaptığı gibi değilse de, hatırı sayılır bir muhafazakârlaştırılma ameliyesi, bu kez, geçmişte o kitlenin dile getirmeye çalıştığı gibi ortadan kalkması ve olmazsa bile ‘en azından’ özerkleşmesi öngörülen Diyanet gibi devasa bütçeye, güce ve etki alanına sahip resmi bir teşkilat eliyle gerçekleştiriliyordu. Demek ki esas pasta, bu olduğuna göre başta CHP olmak üzere HDP’nin de seçimi ‘vesile’ kılarak, kendi varolma stratejisi açısından, “eğer biz/ ler böylesi güce sahip ve ‘çantada keklik’ bir teşkilata sahip değilsek ve hiçbir zamanda olmayacaksak, yapmamız gereken tek ve yegâne şeyin Diyanet’in varlığını kamuoyu nezdinde sorgulamak ve sorgulatmak, onu itibarsızlaştırmak artık bundan böyle görevimiz olmalıdır” dediklerini duyar gibi oluyorduk! Gerçi, CHP’nin yedek solculuğunu bir tarafa bıraktığımızda onun “devleti biz kur- duk!” esprisinden olaya bakacak olsak bile, Diyanet’i bırakın HDP gibi sol partilerin, ‘yıprattığı zannıyla’ Ak Parti’nin de sigaya çekilmesini beklemek rejimin esas karakteristiği açısından apaçık ortada olmasının yanında, sanki CHP’nin, devlet kurucu ögeliğinden feragat edip oy kaygısıyla radikal planda solculaştığı ve adeta bu konuda HDP’leştiği görülmektedir. Ki, bu da alışılagelmiş oranda, biraz da konjönktür gereği kazanma şansı matematiksel olarak artma trendinde sey- İslâmcıların, ne devlete tapıcılığı söz konusu olur, ne de “ne adına olursa olsun devleti yıpratmak ve sonuçta yıkmak” gibi bir lüksü olur! reden Ak Parti’ye yarayabileceğini öngörebiliriz… Ki, iki tarafta biraz akıllı davransalar, Diyanet’i kendi kurumsal yanlışlarına rağmen bu seçim sath-ı mailinde yıpratmazlar. Bir defa HDP bu işte, bir anlık istisna kılındığında CHP’nin hep ‘devleti biz kurduk’ esprisi, aynı zamanda muhafazakâr kitle açısından ‘resmi bir gerçekliğe’ tekabül etse de, onların nezdinde bir hayal kırıklığı oluşturacaktır. Ki, bu durum CHP’ye yönelik mesafeyi uzatacak ve rejim muhafazakâr modernleşme do- neleriyle Ak parti üzerinden kendini yeniden tahkim edecek, CHP’nin meşruiyetini daha da sorgular hale getirecek ve sol kitleye yönelik kuşkucu bakış devam edecektir. Kemalistler, solcular, milliyetçiler, muhafazakârlar ne yaparlar, olaya nasıl yaklaşırlar, o kendilerinin bileceği bir iş. Buna rağmen İslâmi/Kur’ani bir bakış açısına sahip olması gereken İslâmcıların, ne devlete tapıcılığı söz konusu olurdu, ne de “ne adına olursa olsun devleti yıpratmak ve sonuçta yıkmak” gibi bir lüksü olurdu! Toplumsal açıdan oluşması gereken kurumların oluşumunda mümkün mertebe toplum adına yararlılık, özerklik ve bağımsızlık ilkesi esas alınmalı, gerekiyorsa yeni kurumların oluşması, var olanlarında yok edilmesi değil, bir ıslah içre reforma tabi tutulması ve nitelikli bir oranda işleyişini ve ilerleyişini sürdürmesini mümkün hale getirmesi gerekirdi! Ki, Müslümanlar hakikate vasıl olma açısından Kur’an’ın da belirttiği gibi “ıslah ediciler”dir aslında. Ki, Muslih olmak bir şiar ve şuur meselesidir sonuçta… 1.Hayrettin Karaman, Şahsi Web sitesinden 2.Hayrettin Karaman, Şahsi Web sitesinden. Ayrıca bkz.’Laik Düzende Dini Yaşamak II, S 253 3.Süleyman Uludağ, Köprü Dergisi, Kış 99-65.sayı 4.Altınoluk Dergisi.1993 Kasım Sayı 93, S 22 5.Wikipedi 6.Wikipedi 7.Wikipedi SAYI: 134 HAZiRAN 2015 53 DÜŞÜNCE İmam Hatiplerde vizyon ve misyon MUSTAFA AKMAN [email protected] ÖĞRENCILERIMIZIN soran ve sorgulayan bir zihin yapısına sahip olması icap etmektedir. Zira geniş ufuk sahibi olmak muhakeme yetisi kazanmak ancak böylece mümkün olabilmektedir. BILIYORUZ KI öğrencilerimizi din, bilim, sanat ve kültür alanlarında yetkin, farklılıkları doğal ve zenginlik kabul edip bunlardan yararlanmayı hedefleyen; kültürel mirası değerlendirebilen, yaşanan hayatı yorumlayabilen, yeryüzünü imar eden, ahlakî olgunluğa sahip fertler olarak yetiştirmek esas görevimizdir. İşte bu görev çerçevesinde İmam Hatipli bu gençleri, okuldaki eğitim sürecinde ufuk ve muhakeme yeteneği ile donatmak için uğraşmalıyız; hem de Bambu ağaç tohumunun yeşermesi sürecinde gereken sabır ve ısrarla. Şüphesiz ki kazandırılacak bu ufuk ve muhakemenin referansı Kur’an olmalıdır. Çünkü temel kaynak Kur’an’dır. Elbette ki bu, Güzel Örnek’in(sav) sünneti olmadan olamaz. Zira Kur’an’ı an- 54 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 lama ve yaşamada da temel ölçü O’nun bu güzel sünnetidir. Bildiğimiz gibi Ayşe annemiz O’nun sünnetini (ahlakını) Kur’an diye nitelemişti. Elbette özellikle gençler için bir grup içerisinde olmak anlamında cemaatlîlik, gereklidir. Çünkü sevgili gençlerin ortamda yalnız başına kalmaları çeşitli sakıncalar barındırmakta; yaşadığımız dünyaya hâkim ‘la dini’ anlayış ve tevhitten uzak modeller onları yanlış yer ve yönlere kanalize edebilmektedir. Bu nedenle tevhidi önceleyip Kur’an’ı merkeze alarak ve de başkalarını değil doğrudan doğruya Elçi’yi(sav) örnek alıyor olmak anlamında dinî özelliği olduktan sonra hangisi ve neresi olursa olsun gençler bir yere gidip gelmelidir. Yeter ki bu ‘gidip gelmeler’ onları cemaatçiliğe sürüklemesin ve yalnızca ‘benim cemaatim’, ‘şeyhim’, ‘hocam’, ‘abim/ablam’ demesinler. Keza sadece bu cemaatin hocası veya abi-ablasının kitapları, ta’limatları ile yetinmesinler ve oranın mülkü olmak demeye gelecek bir aidiyet duygusuyla bağımlı olmasınlar. İşte bunun için gençleri hayata hazırlamak demeye gelen bahis konusu insanî görevin sağlıklı ifası için, onların bilgi kaynaklarının çeşitliliğinin sağlanması ve mensubu oldukları ya da gidip geldikleri yerlerin tekelinden kurtarılması gerekmektedir. Çünkü öğrencilerimizin soran ve sorgulayan bir zihin yapısına sahip olması icap etmektedir. Zira geniş ufuk sahibi olmak muhakeme yetisi kazanmak ancak böylece mümkün olabilmektedir. Bir kere hepimizin neden çoğunlukla bir kısım kaynak ve kahramanlarının değişikliği dışında, söylem olarak birbirinin neredeyse aynısı olan cemaatlerimizden ismi şu veya bu olan birine mensup olduğumuzu ve neden ötekilerinden birinde olmadığımızı, keza neden bizim bulunduğumuz yerde olan kaynak ve/veya büyüklerin ötekilere nazaran daha doğru ya da Düşünce yegâne isabetli olduğunu nasıl tespit ettiğimizi sorgulamamız gerekmektedir. Elbette bu ancak bilgi kaynaklarımızı kontrol etmekle mümkün olacaktır. Ki böylece grupçuluk yapmamış ve diğer cemaatlerimize de haksızlık etmeden onları da dinleme ve istifade imkânına kavuşmuş oluruz. Peygamber aleyhisselam bize, canımızdan evladır. O’nun Kur’an örnekliğinde şekillenen sünneti ise kılavuzumuzdur. Bu itibarla kişisel ve toplumsal hayatın İslâmîleştirilmesinde Peygamber(sav) sünnetinin otoritesini sarsacak hiçbir faaliyete ve söyleme müsaade edilemez. Aksine O’na tabi olmak adına O’nu anlamak ve örnek almak temel ödevimiz olmalıdır. Muhakkak ki O’nu sağlıklı bir biçimde tanımaya ve anlamaya çalışmalıyız. Bu tanıma ve anlama faaliyetinin başat kaynağı Kur’an olmak durumundadır. Kur’an bize O Güzel Elçi’yi nasıl anlayacağımız ve sevip sayacağımız konusunda en sağlam bilgileri vermektedir. Zaten Siyer’in (Resulullah’ın hayatının) ilk ve temel kaynağı da Kur’an’dır. O’nu tanımaya Kur’an’dan okuyarak başlamalı ve Kur’an’la öğrenmeliyiz. Tabiî ki bunun için de Kur’an’ı sadece hatim indirmek için değil Allah’tan gelen bir mesaj olarak anlamaya dönük de okumalıyız ki O’na sevgi saygımızın veya haşa saygısızlığın nerede başlayıp nerede biteceğini bilebilelim. Böylece sevip sayarken; Resulullah’ın kendisinin de uyardığı şekilde Hıristiyanların yaptığı gibi ilahlaştırmayalım. Övelim derken tıpkı ‘İsa(as) eşittir Allah’ diyen Hıristiyanlar gibi demeyelim ve diyenlere karşı Kur’an’î buyrukları ifade edebilelim. Bilindiği gibi Muhammed aleyhisselam için tarihî süreçte ve halen buna benzer cümleler ifade eden Hıristiyanlarınki ile aynı inançlara sahip çeşitli şahsiyetlere şahit olunmaktadır. Bunların inançlarının esası Kur’an değil uydurma rivayetlere dayanmaktadır. Bilmeliyiz ki bu konuda Resulullah’tan gelen sahih her söz inancımızın ölçüsüdür. Kur’an’la ters düşmeyen bir rivayet tabiî ki hadistir ve başımızın tacıdır. Ne var ki Mesihiyat ve İsrailiyatın etkisiyle kaynaklarımı- za yığınla rivayet doluşmuş ve bunlarla yepyeni bir Peygamber algısı oluşturulmuştur. Artık zihinlerimizde, indirilen kitabın tanıttığı Peygamber değil uydurulan rivayetlerin icad ettiği Peygamber algısı yerleşmiştir. Buna dur demek adına uydurulan rivayetlere hiçbir şekilde prim vermemeli ve ithamlara kulak asmamalıyız. Nitekim minareyi çalan kılıfını hazırlar misali Peygamber algısı Kur’an ile örtüşmeyen yani uydurma rivayetlere dayanan insanlar, Kur’an merkezli Peygamber inancını benimseyen ve dolayısıyla uydurma rivayetleri reddeden kimseleri Peygamber düşmanı diye karalamakta ve sünnet inkârcısı diye çamur atıp iftira etmektedirler. Öğrencilerimizin şunu iyi bilmesi lazım ki Peygamber sevgisinin keyfiyetini belirleme tekeli Kur’an’a mahsustur ve kimse kendisi gibi uydurmadığı için Peygamber düşmanı ilan edilemez. Sünnet ise Peygamber’e(sav) gerçekten ait olan hadislere dayandırılabilen inanç ve uygulamalardır. Bunun sağlamasını Kur’an ile yapmak sünneti haşa inkâr etmek filan SAYI: 134 HAZiRAN 2015 55 Düşünce da değildir. Aksine böyle yapmamak yeni bir Peygamber ve sünnet uydurmaktır. Sevgili gençler burada Allah(cc) ve O’nun Peygamber’inin ortaya koyduğu perspektifin hassasiyetini taşıyanlara kulak vermeli bunlara ters düşen kimselerin neyin hassasiyetini sergiledikleri mutlaka sorgulanmalıdır. Sevgili gençler ne yazık ki Resulullah’ın(sav) vefatından yaklaşık 200-300 sene sonra onu tanımlamaya dönük modernist ve reformist birtakım beşerüstüleştirme faaliyetlerine şahit olunmuş, Kur’an’ın çerçevesini belirlediği ‘Peygamber tasavvuru’ndan farklı, kozmik bir Peygamber algısı oluşturulmuştur. Buna göre kaynağını, Yeni Eflatunculuk’taki logos veya İskenderiyeli Aziz Clemens’in (ö.215) Peygamberlik konusundaki görüşlerinden alan ve önce Şiî muhitine oradan da Ehl-i Sünnet kaynaklarına geçtiği bilinen bir Hakîkat-ı Muhammedî nazariyesi söz konusudur. Diğer adıyla Nûr-ı Muhammedî tezine göre Peygamber’in bilinen bedensel varlığından ayrı bir varlığı daha vardır. Kur’an’ın hiçbir şekilde onaylamadığı bu düşünce, hadis usulü âlimlerince uydurma (mevzu) diye nitelenen bir takım rivayetlere dayandırılmıştır [bkz. Osman Arpaçukuru, Halk Dilinde Hadis Diye Dolaşan Sözler, Anadolu Gençlik Dergisi, sayı: Aralık/ 83, Ankara 2006]. Bu nazariyenin birebir ve aynen Hıristiyanlık düşüncesinde mevcut olması ise çok manidar- 56 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 dır. Neredeyse sonrakinin kaynağıymış gibi duran ‘Hakîkat-ı İsevîye’ inancına göre her ne varsa İsa’nın(as) aracılığıyla ve onun için yaratılmıştır. Bu iddiaya bakılırsa İsa aleyhisselam olmasaydı kâinat yaratılmazdı. Kitab-ı Mukaddes’e göre: Görünmez Tanrı’nın görünümü, bütün yaratılışın ilk doğanı O’dur. Nitekim yerde ve gökte, görünen ve görünmeyen her şey -tahtlar, egemenlikler, yönetimler, hükümranlıklar- O’nda yaratıldı. Her şey O’nun aracılığıyla ve O’nun için yaratıldı. Her şeyden önce var olan O’dur ve her şey varlığını O’nda sürdürmektedir.[Koloseliler, Bölüm 1: 15–17 (Kitabı Mukaddes Şirketi/ Orhan Matbaacılık, İstanbul 1997)] Her şey O’nun aracılığıyla yaratıldı, biz de O’nun aracılığıyla yaşıyoruz.[I. Korintliler, Bölüm: 8: 5-6] Bu son çağda da her şeye mirasçı kıldığı ve aracılığıyla evreni yarattığı kendi oğluyla bize seslenmiştir. [Yuhanna 1/14–15, 30; ayrıca bkz. Romalılar 8/29; İbranilere Mektup 1/29] İsa olmasaydı kâinat yaratılmazdı. Göklerde ve yeryüzünde görünen ve görünmeyen şeyler, tahtlar, egemenlikler, yönetimler ve hükümranlıklar, kısacası her şey onun aracılığıyla ve onun için yaratılmıştır.[Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, çev. Dominik Pamir, Saint Esprit Kilisesi, İstanbul 2000., paragraf: 291, 331 sf. 85, 95] Oysa Peygamberimiz(sav), kendisinin bir beşer olduğunu unutmayalım ve kendisi hakkında aşırıya kaçmayalım diye bizlere uyarılarda bulunmuştur. Çünkü O, bu konularda Müslümanların Ehl-i Kitab’ı taklit etmelerinden endişe ediyordu. Şüphesiz bizim de, O’nun(sav) bu konudaki endişelerini taşımak gibi bir mükellefiyetimiz vardır. Bu manada O’nun(sav) tabisi ve bugünkü temsilcileri olarak bizlerin O’nu sağlıklı bir şekilde tanımak ve anlamak için ciddi bir gayret içerisinde olmamız gerekmektedir. Bu çerçevede ilgili Kur’an ayetlerinin yanı sıra Siyer okumalı ve bu arada Hadis Usûlü öğrenmeliyiz. Bahsi geçen kaynaklardan Siyer, bize O’nun(sav) hayatını anlatırken; Hadis Usûlü, Resulullah’a nispet edilen rivayetleri tanıma ve bilme adına belirlediği kural/ kaideler ile önümüzü aydınlatacaktır. Hal böyle iken Hadis usûl ilmi büyük bir terk edilmişliğe ve işlevsiz kalmaya mahkûm edilmiştir. Dolayısıyla bu ilim, hadisleri sika ravi zinciri (senet) ile kabul etme ve Kur’an, akıl ve tarih gibi kriterlerle metin tenkidini öngörmesine rağmen bunun yapılması yerine, çeşitli zamanlarda rüya, keşif ve ilham gibi sübjektif hadis üretme ve doğrulama yöntemleri icad edilmiştir. Bu nedenle hadis usulü daha ciddi bir ilgi alakayı gerektirmektedir. Bunun okullarımızda (İHL) okutuluyor olmasının önemini idrak edip hadis metinlerinin yanında bu kıymetli devasa ilimle de mücehhez olma- Düşünce ya çalışmalıyız. Sonra da ilmî endişeyle yazılmayan ve daha çok halk kültürüne dayalı çeşitli eserleri okurken bu sabiteler ışığında değerlendirmeliyiz. Bunun önemi, kendisini her sosyal kategoride hissettirmektedir. Sözgelimi dinî yapı olarak halkın önünde duran imamların bilgi düzeyini ve kafa yapılarını resmeden bir ankete göre imamların %27’si kutsî hadis olarak aktarılan ve fakat uydurma olduğu bilinen levlake (sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım) rivayetine ayet demektedir [bkz. Mehmet Bilen, Cami İmamlarının Hadis Bilgilerinin Mahiyeti Üzerine Tecrübî Bir Araştırma, İslamiyat (dergisi), cilt: 4 sayı: 1, Ankara 2001]. Din görevlilerinin bile Kur’an kültüründen bu kadar uzak, hadis ve usûl bilgisine bu denli yabancı olması vahim bir durumdur. Bu nedenle hadis dersi daha ciddi bir ilgi alakayı gerektirmektedir. Bunun İHL ve İlahiyat gibi okullarda okutuluyor olması elbette önemlidir. Çünkü öğrencilerin hadis metinlerinin yanında bu devasa ilimle de mücehhez olmaları sağlıklı bir sürece ivme kazandıracaktır. Zira ancak böylece ilmî endişeyle yazılmayan ve daha çok halk kültürüne dayalı çeşitli eserleri okurken muhakeme yapıp sorgulamak mümkün olabilecektir. Ne acıdır ki toplumumuza yön veren kimilerinin söylem ve duruşlarından bu din-i mübin tanınmaz ve dinlenilmez hale gelmiştir. Öyle ki eskinin hocanın dediğine bak, yaptığını yapma olumsuz imajını bile aratacak, artık hocanın dediğine de bakma safhasına gelmiş durumdayız. Bilmeliyiz ki bu olumsuz imajı kırmak için kimliğimizi, inancımız ve hayata yansıması olan ahlakımız üzerine ikame etme zamanı çoktan gelmiştir. Bu arada kimilerinin yaptığı gibi kimlik inşamızı irsî olan ırk temelinden kurtarmalı ve hiçbir şekilde Türkçülük, Kürtçülük gibi ırkçılık temeline oturtmamalıyız. Çünkü bu, çimentosunun İslâmî değerler olması gereken birliğimizi ayrıştırıcı bir maceradır. Bilmeliyiz ki parolamız: -Sadece Türklere değil- herkes için hak hukuk ve adalet temelli bir özgürlük talebi olmalıdır. Irkımız, insanlık ve vatanımız, bütün dünya olmalıdır. Unutmadan ecdadımıza dair işittiğimiz şeylerin hem öyle olmayabileceği ve hem de hata ve eksiklerinin olabileceğini de bilmek gerektir. Bu itibarla atalarımızı öğrenip anlatırken atacılık/ecdadcılık yaparak yeni bir tarih inşasına girişmemeli, sadece olanı ve fakat ‘ötekiler’inin atalarını değerlendirirken takındığımız adalet terazisini kullanmalıyız. Diğer bir açıdan Cumhuriyet tarihinin kendi kahramanını yüceltme adına kötülediği Osmanlıyı tersinden okuyarak tamamını peşin bir yüceltme yaklaşımıyla değil olduğu gibi anlamaya çalışmalıyız. Aynı sınıfta, her cemaat ve tarikattan, ırktan ve birçok farklı siyasi görüşe sahip ailelerden gelmiş siz sevgili gençler, sadece gidip geldiğiniz mektep ve meşreplerin değil sınıfınızda yanı başınızda duran farklı cemaatlere mensup arkadaşlarınız ve öğretmenlerinizi de bihakkın dinlemeli ve anlamaya çalışmalısınız. Onların da kaygılarının sizinkilerle aynı olduğunu bilmelisiniz. Değilse taassup, yobazlık ve taklit bizi kıskacına alacak ve -Allah muhafaza- insanları karalama ve iftiralarla; farklı düşünceleri de sadece zanlarla imha etmeye çalışacağız. Hem de kendi bilgilerimizin kaynağını hiç sorgulamadan ve de yine zanlarımızla doğru kabul ettiğimiz bu bilgilerle nasıl tanışıp benimsediğimizi düşünmeden. Gençler taklitten olabildiğince uzaklaşıp adalet ve özgürlüğü esas alan bir vizyonla Kur’an merkezli okuyan, düşünen, üreten bir nesil olmak, farklılıklarımızı anlamaya çalışarak sağlamasını yine Kur’an ve Resulullah’ın sahih sünnetiyle yaparak yola devam etmeliyiz. Bilmeliyiz ki konulara ilişkin, ilk duyduklarımızdan farklı izahları da vardır ve belki de lokal dahi olsa onlar daha doğrudur. Esasen siz vizyonunuzu bu doğrultuda belirlerseniz, misyonunuz da kendiliğinden oluşmaya başlamış olacaktır. Sözü özü bir olan bireyler yetişmiş olacak ve böylece toplumun siz yeni nesle bakışı değişmiş; hocanın hem dediğine ve hem de yaptığına dikkat kesilmiş olacaktır, inşaallah. SAYI: 134 HAZiRAN 2015 57 Düşünce Müslüman vicdanın egemenlik problemi MEHMET HANİFİ TOSUN [email protected] BUGÜNÜ, dünün âlimlerinin o günün sorunlarına çözüm önerileri olarak sundukları içtihatları etrafında yaşamak ve bugünü o günden şekillendirmek yanlıştır. Bir kere şu gerçekliği anlamalıyız mezhep=din değildir. Dinin yorumlanış tarzıdır. Hiçbir yorum dinin kendisi değildir, olamaz… MÜSLÜMANLARIN yaşadıkları coğrafya işgal altında! Sömürgeci güçler ve yandaşları leş kargası misali toplumları sömürü düzenlerinin payandası kılmış durumdalar. Halkların iradesi ipotek altına alınmış durumda. Kendi kaderlerini çizecek pozisyonlardan uzak bir mecraya itilmiş durumdalar. Coğrafya halkları, tüm yer altı ve yerüstü zenginliklerine el konularak yoksunluk ve yoksulluk girdabında aç biilaç mazlumiyete mahkûm kılındılar. Halkların büyük bir kesimi sefalet içinde yüzerken azınlık bir grup sefahat içinde ama sonuç itibarıyla her iki kesim de köleleştirilmiş bir hali yaşıyorlar. Hâlbuki Müslümanların yaşadıkları coğrafyalarda hak- 58 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 kaniyet ölçüleri içinde tevhid, adalet ve kardeşlik temelinde bir yaşamın olması gerekiyordu. Müslümanlar insanlık için çıkarılmış hayırlı ve vasat ümmet idiler. Arzın imarı neslin ıslahına memur kılınmışlardı. Hal böyle olmalıyken zulümlerin tavan yapması sadece sömürgecilerin vebali sonucu muydu? Tabii ki sömürmek ve ilelebet kölelik yazgısı ile kalmalarını sağlamak için halkların birbirlerine düşman kılınması fikri sömürgecilerin planıydı. Peki, Müslüman halkların bu planı uygulamanın dışında yapacakları başka bir şeyleri yok muydu? Oysaki Müslümanlar, tarihi doğru okuyup derin analizler yapıp dini, içtimai, iktisadi ve siyasi bağlamda meselelerini değerlendirecek üst akla sahip olmalıydılar. Dinin fıkhına vakıf olup ümmet şuurunu dinamik bir hale kavuşturup hakkaniyet ölçüsünde bir yaşamın mümkün olduğunu ispatlamalıydılar. Asıl-füru ayrımında yozlaşmanın eşiğine mahkûm olan akıllarını yeniden vahyin kılavuzluğunda inşa etmeliydiler. Sömürgecilerin planlarını altüst edecek formülü yaşama geçirmeliydiler. Peki, durum bu minvalde mi? Dinin temel referans kaynaklarının fevkinde tabiiyet gösterdikleri mezhep imamlarının, bin yıl öncesinin sorunları hakkında verdikleri fetvalarının girdabında birbirlerini boğazlar hale geldiler. Bu bağlamda asabiyete varan tarafgirlik ruhu ile mezheplerini dinleştirdiler. Hâlbuki mezhepler, çağın sorunlarına Kur’an ve sünnet ölçeğinde bulunan cevaplar topluluğudur. Bir anlamda fıkhın disipline edilmesi çabasıdır. Her çağın sorunları farklılık arz eder. Bizim için temel kıstas Kur’an ve sünnettir. Meselelerimizin çözüm mercii Allah ve Rasulüdür. Her çağın algı kapasitesi farklıdır. Yüzyıl öncesinin zihniyeti ile hareket tarzı geliştirmek elbette ki so- Düşünce run çözücü olmaz. Ancak rehberlik edici bir pozisyon sunar. Mezhepler, tarihin seyri içinde Müslümanların yaşadıkları tecrübeleridir. Sorunlara çözüm bulma kapasiteleridir. Her çağın çözüm kapasitesi farklılık arz eder. Bugünü, dünün âlimlerinin o günün sorunlarına çözüm önerileri olarak sundukları içtihatları etrafında yaşamak ve bugünü o günden şekillendirmek yanlıştır. Yanlışlığıyla beraber bir takım sorunları da bugüne taşımaktır. Bir kere şu gerçekliği anlamalıyız mezhep=din değildir. Dinin yorumlanış tarzıdır. Hiçbir yorum dinin kendisi değildir, olamaz… Bugün Müslümanlar mezhepleri din olarak addettikleri için farklı mezhepteler diye birbirlerini öldürme aşamasına gelmiş durumdalar. Yüzeysel okumalar yapan ve hadislerin anlam zenginliğine vukufiyetleri sınırlı olan, Kur’an’ı sahip oldukları ideolojinin kalıpları ile değerlendiren bir takım zevat ‘ali kıran baş kesen’ oldu. Mezhepleri din olarak bellemiş koca koca adamlar, tartışmaları birbirleri ile söz dalaşının ötesine taşıdılar. Bir gün Sünnilerin diğer gün Şiilerin camileri patlatılarak, daha evvel Türkiye’de sağ-sol, alevi-sünni, Müslüman-laik çatışmalarının organize edilmesi gibi yeni kriz ortamları evrensel ölçekte finanse ediliyor. ‘Biz bu filmi izlemiştik’ demesi gereken Müslümanlar ise gönüllü bir şekilde iştahla bu oyunda figüran olmaya aday oluyorlar. Hak- larını teslim etmek gerekirse hem Şiiler hem de Sünniler bu oyunda üstlendikleri rolleri aktrislere taş çıkartacak profesyonellikte deruhte ediyorlar!.. Bu hal kimin işine geliyor? Elbette ki sömürgecilerin işine yarıyor! Müslümanlar farklı mezheplerden oldukları için birbirlerini boğazlar hale gelince emperyal hedefleri olan sömürgeciler tuzak içinde tuzak kurarak Müslümanların canına ot tıkıyorlar. Zayıf düşen Müslümanlar da böylece aynı el tarafından organize edilen ve Müslüman ümmetin moral değerlerini tarumar edip insan kaynaklarını pervasızca çarçur eden oyunun bir parçası haline gelmiş oluyorlar. Kanlar haksız yere akarken emperyalistler çoktan hedeflerine ulaşmış bir şekilde keyiflerince sömürülerini gerçekleştirmiş oluyorlar. Peki, kurtuluş yolumuz yok mu? Böylesi durumlarda âlemlere rahmet Hz. Muhammed(as)’in eğitim metodu ve bu eğitim metodunun hâsılası Peygamber öğrencileri olan ashabın hayatı bizim için yol gösterici nitelikte olacaktır… Peygamberin eğitim modelinde iki husus ön plandadır; İlim ve yiğitlik/cesaret… Ashabı kiram bu iki husus ile temayüz etmektedir. Bizler bu iki hususiyeti üzerimizde taşırsak sömürgecilerin tezgâhlarında bez olmaktan kurtuluruz. Unutmayalım, ilim cesaret ile birleşince -tarihte olduğu gibi- şeytanizme karşı verilecek savaşta hakikatin aydınlığında insanlık onuruna yakışır bir tavır ortaya çıkar. Cesaretin eşlik etmediği bir ilim, eşekleştirme politikalarının nesnesi olur. İlimsiz cesaret de hamakat politikalarına kurban olmayı beraberinde getirir. Şeytani güçlerin hile ve desiselerini bütün tehlikeleriyle kurdukları bir arenada, elbette ki ilim ve yiğitlik/cesaret şeytanizmi boşa düşürme araçları olarak yerini almalıdır. Peygamber, bu yöntemi eğitim-öğretim metodu olarak kullanmış, tarihte destan yazan kahramanları yetiştirmiştir. Bizler bu kahramanları tanırsak Peygamberi tanımış oluruz. Peygamberi tanıdıkça da Allah diyerek kardeş kanını akıtan şer odaklarının zebunu olmayız. SAYI: 134 HAZiRAN 2015 59 DÜŞÜNCE Feminizm kıskacında kadın DR. YUNUS ÇOLAKOĞLU [email protected] BATI dünyasının binlerce yıllık gayri fıtri, gayri ilahi, gayri ahlaki kadın algısı ve bakış tarzı yanlış bir zeminde ve minvalde varlığını devam ettirmiştir. Farklı toplumsal, siyasal ve ekonomik düzenleri hedefleyen, ancak kadın konusunda benzeşen kardeş batıl ideolojileri olan sosyalizm – komünizm ve liberal- kapitalist sistemler ile bunların farklı şekillerde uygulanan tüm versiyonlarında kadın, eşitlik ve özgürlük adına yaratılışına yabancılaştırılmış, çoğu zaman adeta cinsel bir meta olarak tanımlanmış, bir çok alanda erkekle yarıştırılmış, kapitalist tüketim çılgınlığının üreteni, tüketeni ucuz işgücü ve hedef kitlesi olarak konumlandırılmıştır. On dokuzuncu asrın başına kadar kadın, Avrupa’da insan olarak dahi kabul edilmemiş, kadının ruhu olup olmadığı tartışılmıştır. Ünlü Rus edebiyatçı Dostoyevski Suç ve Ceza adlı romanında bunu alenen iş- 60 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 lemiştir.1830 yılına kadar Avrupa’da beyaz kadın ticareti kendine has kuralları içerisinde icra edilmekteydi. Batı kültür ve medeniyetinin felsefi zihin yapısının oluşmasında, bir otorite olarak kendisine müracaat edilen Yunanlı pagan filozof Eflatun, kadının toplumun ortak bir metası olduğunu savunmaktadır. Batı kaynaklı bir düşünce tarzının, artık bir ideolojiye dönüşmüş hali olan feminizm, skolastik Hıristiyan düşüncesinin ve kilisenin kadına karşı sergilediği gayri insani tavra karşı reaksiyoner bir hareket olarak ortaya çıksa da, bugün için kendisini farklı bir şekilde konumlandırmış ve küresel bir ideolojiye dönüşmüştür. FEMİNİST HAREKETİN ZİHİN YAPISI Tüm zihin yapısını karşıt cinsin yaptığı ve yapabileceği işleri kendisinin de yapabileceğine odaklayan feminist ka- dın;” erkek egemen anlayış, erkek egemen söylem, erkek egemen siyaset, erkek egemen dünya, erkek egemen hayat, erkek egemen sanat, erkek egemen spor” gibi söylemleri diline pelesenk ederek hayatı adeta erkekle yarışmaya adamış ve de erkekle aynileşmak için, can atan bir varlığa dönüşmüştür. Bu aşamada açık ve örtülü feminizm, toplumu ve aileyi tehdit eder hale gelmiştir. Nikâh, namus, tesettür ve mahremiyet değersizleştirilip, bireyselleşme desteklenmiş, evlilik kadının mezara girmesi ve ev köleliği olarak tanımlanmış, uhrevi ve fıtri olan hedef alınmıştır. İlahi ve manevi olan yaklaşımlar, kadına düşman olarak tanımlanmış, dinlerin ve özelde de İslam’ın kadına bakış açısı bilinçli olarak hakir ve değersiz görülerek, bir itibarsızlaştırma propagandası yürütülmüştür. Bu kampanyada basın ve medya desteği üst seviyede kullanılmış, bir kadın sorunu imal edilip, meseleye seküler bilim dahil edilerek, sözüm ona bilim(!) ve bilimsel DÜŞÜNCE Tüm zihin yapısını karşıt cinsin yaptığı ve yapabileceği işleri kendisinin de yapabileceğine odaklayan feminist kadın, hayatı adeta erkekle yarışmaya adamış ve de erkekle aynileşmak için, can atan bir varlığa dönüşmüştür. yöntemler(!) ile meseleye çözüm bulunmaya çalışılmıştır. Kadının cinsel ve ticari bir meta olarak sunulması, reklam ve pazarlama alanında istihdam edilmesi, ucuz işgücü olarak tahkim edilmesi, karşıt cinse hizmet sunumunda konumlandırılması özgürlük olarak addedildi. Bu fikri akım tarafınca kadının eş ve anne olma vasfı inkâr edilmiş, annelik kerih görülmüş ve özgürlük adına aile tahrip edilmeye çalışılmıştır. Geleneksel ataerkil aile yapısında, baba-anne ve evladın konumlandıkları yer, bilim(!) adına sorgulanmaya başlandı. Bazı sözüm ona bilimsel çalışmalarda bu ataerkil yapı hakir ve değersiz görülmüştür. Tüm dünyada ve ülkemizde uyuşturucu kullanımı, çocuklarda suç işleme davranışı, çocuk istismarı, sokak çocukları ve çocuk dilenci sayısındaki artışın, zedelenen bu ataerkil yapı ile paralel seyrettiği gerçeği görmezden gelinmiştir. İSLAM TOPLUMLARINDA FEMİNİZM Feminizm bugün için, hemen hemen tüm faaliyetlerini İslam toplumlarında yoğunlaştırmıştır. İslam’ın kadın ve aile ile ilgili yaklaşım tarzı, oluşturulmaya çalışılan gayri ahlaki ve seküler toplum tasavvuru önünde en önemli engel görüldüğü için, saldırılar, İslam’ın kadını tanımlarken beyan ettiği değerler, anlamlar, tabirler, lafızlar ve nebevi yaklaşım tarzları hedef alınmıştır. İslam’ın kadına, aileye, insana ve hayata bakışına bihaber, bigane, mugayir ve hasmane bir tarzda kendisini tanımlayan bu anlayış, kadını ruhundan, mizacından, fıtratından, inancından, yaratılışından ve de annelik gibi ulvi melekelerinden koparmayı hedef edinmiştir. Feminizm kadını benliğinden uzaklaştırıp, salt maddi ve matematiksel bir eşitlik minvalinde meseleye hapsetmiştir. Geliştirilen seküler dil, kadını, aileyi, toplumu, hayatı ihya ve mamur eden; dayanışmayı, sevgi ve saygıyı, adaleti, emaneti, mesuliyeti merhameti ve fıtratı esas alan İslam’ın ilahi temelli toplum düzeni düşman olarak kabul edilmektedir . Kadın üzerinden yeni bir toplum tasavvuru Ortadoğu’da ve İslam dünyasında benzer şekillerde uygulanmıştır. Baas Suriye’sinde Şam Aile Planlaması Müdürü Amira al-DURRA’ nın söyledikleri bizim ülkemizde dillendirilen ve sokaklarda pankartlarla teşhir edilen aynı aşağılık kompleksinin, bize ait olmayan aklın, toplumu taşımak istediği yeri açık bir şekilde resmetmektedir. Hastalıklar farklı bünyelerde benzer seyretmektedir Amira al-DURRA şöyle demektedir:” Dini güçlü ve çok tehlikeli bir silah, iki tarafı keskin bir kılıç olarak görüyorum. Erkek olsun kadın olsun Arap insanının geri kalmışlığının birçok köklerinin olduğu doğrudur, ama en temel kök dindir. Arap insanını hâ- SAYI: 134 HAZiRAN 2015 61 DÜŞÜNCE kimiyeti altına alan adet, gelenek ve uygulamalar ondan gelmektedir. İnsanı, özellikle de Arap kadınını geri çeken güçlü zincirleri var... Din için yeni modern bir yorum bulmadığımız ve onu Arap insanını şekillendirmekten uzak tutmadığımız takdirde toplumsal yapıları değiştirmede başarılı olamayacağız.” Bu dil ithal bir dildir. Bu coğrafyanın tarihine, kültürüne, inancına ait bir dil olmadığı gibi sadece Baas Suriyesi ile de sınırlı değildir. Birçok Arap ülkesinde ve Türkiye’de benzer şekillerde tezahür etmektedir. Rasulullah(sav)’in Veda Hutbesinde; ‘Kadınlar size Allah’ın emanetidir. Sizin kadınlar üzerinde, kadınların da sizin üzerinizde hakları vardır’ mealindeki hadisinde geçen merhamet kelimesinden içerlenerek ,’ Biz merhamet değil eşitlik istiyoruz’ diyen zihniyetle; ‘biz kimsenin namusu değiliz, fıtratımız özgürlüğümüzdür, benim bedenim benim kararım, bedenimiz bizimdir.’ diyen anlayışın temelinde ideolojık, seküler/ liberal, ferdiyetçi, politik ve gayri fıtri bir itiraz mevcuttur. Bu itiraz sahibi feminist hareketler yakın geçmişte başörtülü Müslüman kadını da hedef alan 28 Şubat post-modern darbesinin katıksız birer savunucusu ve destekçisi olmuşlardır. Başörtüsü ile eğitim almaktansa, kadının köyüne dönmesinin daha doğru olduğunu savunmuşlardır. Bedeni üzerinde kendini tahakküm 62 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 sahibi olarak konumlandıran; ruhun, bedenin ve hayatın gerçek sahibini inkâr eden bu anlayışın ilmi tutarsızlığı ortadadır. Çözümsüzlüğü, çatışmayı, ifsadı, bireyselleşmeyi, toplumsal kaosu doğuran bu ideolojik yaklaşım aslında kadını değersizleştiren, kapitalizmin ve liberalizmin ucuz bir kölesi yapmaktan başka bir sonuca hizmet etmemektedir. Feminzmin söylemlerine hapsolan Batı, kadını birçok alanda tabi ve fıtri konumundan uzaklaştırarak mahremiyetini elinden almış, erkekle aynileştirmiş ve cinsel bir metaya dönüştürmüştür. Kadın ifsat olunca aile kurumu dağılmış, gayri meşru birliktelikler ve bunlardan doğan çocukların oranı, birçok ülkede nikâh akdi ile doğan çocukların sayısından daha fazla orana yükselmiştir. Bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde ve Amerika’da eşcinsellik ve diğer gayri fıtri sapmalar kitlesel boyutlara ulaşmıştır. Kırk yıl öncesi Amerika ve birçok Avrupa ülkesinde bir hastalık olarak görülen cinsi sapmalar ve eşcinsellik, feminist hareketle paralel olarak artıp, bugün için büyük bir hoşgörü ve olgunlukla karşılanmakta ve yasal güvence altına alınmaktadır. İSLAMİ FEMİNZM: HEVAYI KUR’AN’A SÖYLETMEK İslami feminizm kavramı gibi temelde, İslami Kapitalizm, İslami Burjuvazi, İslami Sol ve Sosyalizm ve de İsla- mi Moda kavramları aslında aynı zihni kirlenmenin ürünüdür. Bu yaklaşım tarzının Türkiye’de İslamcı akımlar içinde bir dönem için alıcı bulduğu ve bulmaya devam ettiği, evliliğin sadece nikâh akdi ile oluşturulan cinsel birlikteliğe indirgendiği, anne ile çocuk arasındaki iletişimin en ulvi ve kutsal tezahürü olan emzirme üzerinden yanlış çıkarımlar yapıldığını, yaşlı ebeveynlere karşı geliştirilen merhamet yoksunu dilin hâkim olduğu örneklere de bir çoğumuz şahit olmuşuzdur. İslam’ın kendisinden neşet etmeyen ve artık salt bir kadın hareketi olmaktan çıkıp sosyal, siyasal, politik ve felsefi bir duruşu simgeleyen feminizmi, İslam’la desteklemek başlı başına bir sorundur. Kur’an’ın ifadesi ile Allah’a iftiradır. Avrupa ve Amerika’da artık bir ideoloji ve din haline gelen bu söylem, İslam dünyasında pazarlanırken birtakım ayetlerin yanlış ve zorlama te’viline sarılarak kendisine bir hareket alanı açmanın daha gerçekçi olacağına karar vermiştir. İslam’ın evlilik, boşanma, çocuk velayeti, tesettür, miras, yönetim, şahitlik, zina ile ilgili uygulamalarının, aslında kültürel ve örfi uygulamalar olduğu söylenip, ayetlere zorlama yorumlar yüklenmeye çalışılmaktadır. Kadının özel durumlarda namaz kılıp, oruç tutabileceği, İslam’da tesettür zorunluluğunun olmadığı, erkeklerle aynı safta namaz kılınabileceği, DÜŞÜNCE Amina Vedud Muhsin, kadın ve erkeklere namaz kıldırırken... kadının imamlık yapabileceği, hutbe okuyabileceği, devlet başkanı olabileceği, nikâh akdi olmaksızın rızaya dayalı cinsel birlikteliğin cezai müeyyide gerektirmediği iddia edilmektedir. Bu meyanda ravileri az olan hadisler veya hadislerin tümü tamamen inkâr edildi. Kur’an’dan ve Rasulullah’ın pratik sünnetinden neşet etmeyen, kadınların eğitim hakkından mahrum bırakılması, rızasız evlilikler, Afrika’nın birçok ülkesinde kız çocuklarının sünnet ettirilmesi, hukuksuz ve keyfi çok evlilikler, kadının seçim hakkından mahrum bırakılması ve ticaret yasağı, mal edinmesinin engellenmesi ve şiddet olayları üzerinden hareketle liberal ve materyalist bakış açısıyla uyuşmayan Kur’an ayetlerine zorlama yorumlar yüklendi. Böyle bir ortamda, çoğu oryantalistler tarafından desteklenen ve İslam dünyasında Türkiye, Mı- sır, Tunus, Endonezya, Malezya ve birçok ülkede bir çok isim üzerinden Feminist Müslüman, Feminist İslamcı, İslami Feminizm gibi kavramlar medya ve basın desteği ile görücüye çıkarıldı. 2007 yılında Barselona’da geniş katılımlı İslami feminizm toplantısı yapılarak yukarıdaki görüşler doğrultusunda bir din anlayışı servis edildi. Şimdi bu anlayış, hikmetsiz müritlerini ve mudilerini beklemektedir. BAKİ OLAN FITRAT VE SÜNNETULLAHTIR İnsan, Kur’an’da kadın ve erkeğin ortak adıdır. Allah insanı tek bir nefisten (nefs-i vahide) yaratmıştır.1 Daha sonra ise insana eş olarak kadın yaratılmıştır. Çift olarak yaratılan insandan, insanlık neşet etmiştir. Ve yine birçok ayette birçok canlının ve hatta her şeyin çift çift (ezvac) yaratıldığı belirtilmiştir.2 Buradaki ezvac ke- limesi ile kastedilen, müfessirlerin çoğuna göre mekân, zaman, duygu, durum, renk, yön, hayat ve cinsiyetin çift olarak tanımlanması ve yaratılmasıdır. Kur’an’da Allah katında, erkeğin kadından daha üstün olduğuna dair tek bir nass yoktur. Üstünlüğün ölçüsü nettir.3 Namaz, Hac, Zekât, Oruç gibi temel ibadetler hususunda kadınlara özel durumlarda sağlanan kolaylıklar hariç her iki cinsin mükellefiyeti eşittir. Emirler ve nehiyler birçok konuda kadına veya erkeğe değil insana münhasırdır. İslam’ın yaşanması, ilahi rızanın kazanılmasında kadın ve erkek birbirinin yardımcısı, hataların giderilmesinde birbirine libas olarak tanımlanmıştır.4Hatta rızık temini, fiili cihad gibi hususlarda bu günün popüler kavramı ile kadınlara pozitif ayrımcılık yapılmıştır. Fıtrat ve Sünnetullah’ın koyduğu ölçüler üstünlük ve zaaf orak telaki edilmemelidir. Kadının fıtraten meyilli olduğu alanlarda erkeğin, erkeğin fıtraten uygun olduğu alanlarda kadının istihdamı kadına da erkeğe de zulümdür. Aksi uygulamalar, başarısız gayri- fıtri uygulamalar olarak insanlığın hafızasına kazınacaktır. Çünkü ilahi ikaz açıktır. ‘Allah’ın yasasında (sünnetullah) bir değişiklik bulamazsın.’5 1.Zümer/6 2.Nebe/8, Zariyat/ 49, Yasin /36 3.Hucurat/13 4.Tevbe/71,Bakara/187 5.Fetih/23, Ahzab/62, Fatır/43 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 63 YAKIN TARiH 31 Mart: İmparatorluğun sonu ya da sonun başlangıcı CELAL TAHİR [email protected] TÜRKIYE’NIN yakın siyasi tarihini anlamak için, İttihat ve Terakki hareketini, darbeleri anlamak için de, sonraki darbelerin prototipi 31 Mart Vakasını anlamak gerekmektedir. EMIN Aytekin 27 Mayıs’ı anlattığı İhtilal Çıkmazı eserinde , “Birinci Meşrutiyet, ikinci Meşrutiyet, Atatürk ve 27 Mayıs mücadele ve ihtilâllerinin müşterek noktaları vardır. Ve son derecede bariz karakterleriyle birbirlerine benzemektedir1er ” diye yazar.1 Demek ki Türkiye’nin yakın siyasi tarihini anlamak için, İttihat ve Terakki hareketini, darbeleri anlamak için de, daha sonra gerçekleşen darbelerin prototipi gibi duran 31 Mart Vakasını anlamak gerekmektedir. 31 Mart İsyanı (31 Mart Vakası ya da 31 Mart Ayaklanması) II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’da avcı taburlarının isyanı ile başlayan bir hadiseler silsilesidir. Rumî Takvim’e göre 31 Mart 1325’te (13 Nisan 1909) başladığı için bu adla anılır. Yakın tarih ile alakalı çok fazla eser, materyal mevcudiyeti, konu ile az-çok ilgilenen 64 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 herkesin malumudur. Bunların önemli bir bölümünün zihinleri yönlendirmek ya da karıştırmaktan başkaca bir işlevi pek de yoktur. Mesele şudur ki, tarihte karanlıkta kalan noktaların açıklığa kavuşması için, – bu özellikle modern zamanlar ve bizim yakın tarihimiz için geçerlidir- iğne ile kuyu kazmak diye tabir edilen çalışmanın çok kimse tarafından gerçekleştirilmesi zaruridir. Çünkü bazı hadiselerin hala karanlıkta olmasının sebebi, muhtemelen birileri tarafından bunun arzu ediliyor olmasıdır. Bugün pek kabul görmese de hadisenin irticai bir organizasyon olduğu hep söylenegelmiştir. Bu bağlamda eserde Yunus Nadi’nin 31 Mart hadisesine dair değerlendirmelerine de bakılması gerekir. Osmanlıca baskısı olan ve her nedense sonradan Latin harfleri ile baskısı yapılmayan “İhtilal-i ve İnkılab-ı Osmanî” isimli eserinde Yunus Nadi hocaların ayaklanan kalabalığın arasına cebren silah zoru ile katılmaya mecbur bırakıldıklarını yazar. Yunus Nadi “Hatta sultan Murat türbesi civarında bu teklife maruz kalan bir hoca tereddüt göstermekle kendisine silah doğrultuldu ve bu cebir altında askerin önüne düşerek gittiği görülmüştür, hocalarımızın böyle ister istemez toplanması tertibat esasiye cümlesinden olduğu anlaşılmıştır.”2 diye bildiklerini aktarmaktadır. Hocalara silah doğrultanlar kimlerdir? Bu hangi zihniyetin neticesidir? Hocaları cebren kalabalığın içine katmakla ne amaçlanmıştır? Ve bu hadisenin asıl maksadı ve hakiki tertipleyicileri kimlerdir? Bu sorular cevaplanması gereken sorulardır? Yunus Nadi’nin söylediklerinin bu bağlamda önemlidir. Nadi’nin, İhtilal-i ve İnkılab-ı Osmanî isimli eseri meşrutiyet dönemine ilişkindir. Kitap hem yazarı hem de içeriği itibarı ile dikkate alınması gereken bir eserdir. Kitabın yeni alfabe ile baskısının yapılmaması da, hakikaten gariptir. Hocalara silah doğrultanlar kimlerdir? Bu hangi zihniyetin neticesidir? Hocaları cebren kalabalığın içine katmakla ne amaçlanmıştır? Ve bu ha- Yakın tarih disenin asıl maksadı ve hakiki tertipleyicileri kimlerdir? Bu sorular net cevap bulabilmiş midir, bu sorulara verilen cevaplar da gerçeği ne kadar ortaya koymaktadır buna sanırım gerçek manada tarih cevap verecektir ama bu sorulara verilen cevaplar halen tartışılmaktadır. Çok ilginç olan (hatta inanılması dahi güç olan) bir takım bilgileri 31 Mart Hadisesinde Taşkışla kışlasında bando subayı olarak bulunan Mustafa Turan’ın hatıratından okuyoruz. “Matbaada yaldızla basılmış büyük tuğrası bulunan fermanı paşa okumaya başladı: Ben irade ediyorum düşmanla çarpışırken onları daha iyi görebilmeniz için yeni bir başlık giyeceksiniz, bunda dini hiçbir mahsur olmadığına dair Şeyhülislamdan fetvasını da aldım, ululemre itaat vaciptir deniyordu. Paşa bir paketten yeni bir başlık çıkardı, bu başlık enveriye biçiminde önü siperli bir başlıktı. Paşa başındaki fesi çıkarıp yeni başlığı giydi. Meğer fermanı okuyan paşa ve maiyetindeki zabitler sahte üniforma giydirilmiş isyanı hazırlayan mühim şahsiyetlerdi. İçlerinde cemiyetten tanıdığım Bahaeddin Şakir, Mithat Şükrü Beylerle Ömer Naci Bey vardı. Fermanı okuyan bir paşaydı, bu fermanın sahte olup sunî bir isyan maksadı ile tertiplenmiş olduğu akla gelemezdi.”3 İnanılması hakikaten güçtür. Bunlar 31 Mart’ın ne kadar feci vahim meşum (çok kötü) bir tertip olduğunu anlatan satırlardır. Hocalara silah doğrultanlar kimlerdir? Bu hangi zihniyetin neticesidir? Hocaları cebren kalabalığın içine katmakla ne amaçlanmıştır? Bu sorulare net cevaplar bulunamamıştır. 31 Mart vakıa’sına dair bir başka dikkatle okunması gereken belge, o tarihte Çatalca’ya gelmiş olan Hareket ordusunu komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa’nın kurmayı olan kolağası Mustafa Kemal Bey tarafından İstanbul’a çekilen telgraftır. Sonra Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk olacak olan Kolağası Mustafa Kemal Bey’in telgraf metnindeki tesbitleri herkes için önemlidir. Yusuf Hikmet Bayur’dan şunları okuyoruz “Aynı günde Hareket ordusu komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa’nın biri İstanbul halkına beyanname biçiminde, öbürü de Genel Kurmaya iki teli vardır. Bunlar Mustafa Kemal’in kaleminden çıkmış olup onun üslup ve düşünce tarzını iyi aksettirirler.”4 Telgraf metninin ilgili altıncı maddesi aynen şöyledir. “Heyet-i fazıla-i ilmiye sertac-ı ihtiram ve ibtihacımızdır. Fakat melanet ve temin-i menfaat-i adiye ve şahsiye maksadıyla yalandan kisve-i ilmiyeye bürünerek din-i şerif-i Muhammedîyeyi tezyif ve istihfaftan çekinmeyerek teşmil-i mefse- dete kalkışan birtakım hafiyeler ve menfaatperestler elbette muktezayı-ı şer’ ve kanuna göre muamele görmekten halas edilemeyeceklerdir.5 (Seçkinler Heyetine saygımız büyüktür. Fakat kötülük ve adi ve şahsi çıkar maksadı ile yalandan ulema kılığına bürünerek şerefli din-i Muhammedîyeyi kullanmaktan çekinmeden bozgunculuğa kalkışan bir takım hafiyeler ve çıkarlarını kollayanlar elbette şeriatın ve kanunların icaplarına göre muamele görmekten kurtulamayacaklardır) Kamil Paşa’nın da akrabası olan Yusuf Hikmet Bayur Kol Ağası Mustafa Kemal Bey’in durum icabı softa, gerici terimleri yerine hafiyeler terimini tercih ettiğini söyler. Fakat bugünkü dilde ajan-provokatör olarak ifade edilenden ne kastediliyor ise, o gün Mustafa Kemal’in “hafiye” terimini buna yakın bir manada kullandığını düşünmek mümkündür. Esasen Çatalca’ya gelmiş hareket ordusu kurmay başkanı kolağası Mustafa Kemal Bey’in –duruma binaen– politik konuşmasını gerektiren bir du- SAYI: 134 HAZiRAN 2015 65 Yakın tarih rum da yoktur. Prof. Yusuf Hikmet Bayur başta gelen tarihçilerimizdendir. Ancak meseleyi izah amacı ile ortaya attığı argüman yersiz ve yetersizdir. 31 Mart’ın genel bir değerlendirmesi çerçevesinde, hadiseyi hazırlayan belli başlı âmil ve sebepler şöyle sıralanabilir: 1.En başta zikredilmesi gereken, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) rolüdür. İlk siyasi cinayetler. Ve ayaklanma gecesi askerlere sahte zabitlerin sahte padişah fermanı okumaları. 2. İTC’ye bağlı mektepli subayların avcı taburlarındaki alaylı subay ve erata Prusya tarzı askeri disiplin adına, dini vecibeleri ifalarına mani olacak derecede gayri insani uygulamalarda bulunmaları. Ki bu uygulamalar, taburlarda huzursuzluk yaratır ve onları her türlü manipülasyona açık hale getirir. 3. 31 Mart’tan sadece 10 gün önce, yani 21 Mart’ta yayın hayatına giren İslamcı Volkan gazetesini çıkaran Derviş Vahdeti ve ekibinin faaliyetleri de dikkat çekicidir. Derviş Vahdeti garip bir cüret ile cemiyetin ismini İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti (İMC) adını verir. Buna Said-i Nursi de dikkat çeker ve eleştirir. Ziya Gökalp’tan ihtiramla bahseden bu şahsiyetin faaliyetinden hayırlı bir netice çıkmaz. Bu meşum olayda, ayrıca ele alınması gereken, oldukça olumsuz bir rolü vardır. 4. Liberal ve İngilizlerle irtibat halinde olan Prens Sabahaddin ve Ahrar Fırkası da bu işin içerisindedir. 66 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 5. Sadrazamlık da yapmış olan Kamil Paşa ve oğlu Said Paşa da aynı ekibin içerisinde bulunmaktadırlar. Sultan Abdülhamid , “bunları iğva eden, Hamdi Çavuş adlı bir Arnavut’u bulan ve para veren de Kamil Paşa’nın oğlu Said Paşa’dır” der. Hamdi Çavuş Meşrutiyeti sağlamak amacıyla Niyazi Bey’le dağa çıkan kişidir. Manidar olan hususlardan biri, Abdülhamid’in tahttan indirilmesinde ‘Hal edilmesi’ yerine kendisinin tahttan feragat etmesini, “feragat etsin, yazıktır, günahtır” sözleri ile öneren kişinin, Rum ayanlarından Yorgiyadis Efendi olmasıdır. Talat Paşa’nın, hal fetvasını imzalatmak istediği Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi, Meclis-i Mebusan’a gitmemek için: Ben hastayım, gidemem! Diye mazeret beyan eder. Talat Paşa da: Neniz var? Diye sorar; İdrarımı tutamıyorum, cevabını alınca da: Efendi, iş bu hale geldikten sonra donuna da işesen, ben seni zorla alıp götürürüm. Ördeğini de beraber al! Diye tehdit eder. Ve Meşrutiyet şeyhülislâmını alıp götürür. Bu, İttihatçıların ne derecede gözlerini kararttıklarını gösteren husustur. Hal fetvasını kaleme alan kişi ise, meşhur müfessir Elmalılı Hamdi’dir. MEŞ’UM OYUNUN SENARİSTİ KİM? Peki, hemen herkesin bir rol aldığı bu uğursuz oyunun senaryosu, kim ya da kimler tarafından yazılmıştır? Hisseli hari- kalar kumpanyasına benzeyen bu curcunanın organizasyonu hakikatte kimlerin eseridir? İsmail Hami Danişmend 31 Mart adlı eserinde, Sultan Abdülhamid’in bu tertibe ve hareket ordusuna direnmeme sebebini “İstanbul hükümetinin Hareket Ordusu’na karşı hiçbir mukavemet göstermemesinin iki sebebi vardır: Birincisi: Padişahın kan dökülmesini istememesi. Ki hadiselerin şahidi olan çok kimsenin hatıratında bu husus zikredilir. İkinci sebebi “Hükümetin ecnebi müdahalesinden çekinmesi” diye açıklar. Danişmend buna delil olarak Basra ve Halep vilayetlerinden Dâhiliye Nezareti’ne çekilen telgrafları gösterir. -Telgraf metinleri Danişmend’in kitabında mevcutturBu metinlerde İngiliz, Fransız ve İtalyan savaş gemilerinin, Osmanlı’nın Basra, İskenderun ve Mersin limanlarını ablukaya aldığı belirtilmektedir. Bu gelişmeler Abdülhamid’in “evladı vatanı beyhude kırdırmaktan sakınarak” olana tevekkül ile rıza göstermek yoluna gitmesinin sebebi olmalıdır. Yakın tarih Yakın tarihimizde, 31 Mart benzeri faili meçhul, senaristi belirsiz, idare edenleri karanlıkta birçok tertip bulunmaktadır. Bundan sonra da bu tip olayların yaşanması mümkün ve muhtemel olduğundan, özellikle 31 Mart tertibini hep beraber doğru okumaya çalışmak elzemdir. Ayaklanan askerlere Abdülhamid’in son mabeyin başkâtibi olan Ali Cevad Bey’in nutku da -özellikle de o günün- İslamcılarına bir cevap niteliğindedir. Dikkatle okunmalıdır. Ali Cevad Bey şöyle der: “Evlatlarım, siz ne istiyorsunuz? Şeriat mı? Bu nasıl lakırdı? Şeriat-ı Muhammedîye hamdolsun bakidir ve daimidir. Padişahımız halife-i Resullulah’tır ve devletimiz de devlet-i İslamiyedir. Şeriata ne oldu ki şeriat isteriz diyorsunuz? Yine tekrar ederim, bu nasıl lakırdıdır? Şeriata kimse dokunmadı ve dokunamaz, bir de kimden şeriat istiyorsunuz? Bize bu şeriatı ihsan eden Allah’tır. Bunun hafızı yani bekçisi Allah’tır. Zira Kur’an’ı Kerim’de böyle buyrulmuştur. Bir takım cahilane sözlerin aslı faslı yok- tur. Padişahımız Halife-i Resullulah Efendimiz bilmeyerek vaki olan hatalarınızı afv eyledi. Artık haydi kışlalarınıza gidin, rahat edin oğullarım.”6 31 Mart hadisesi neticesi İstanbul Hahambaşılığının el değiştirmesi, Abdülhamid’e bağlılığı sebebi ile uluslararası Siyonist hareket tarafından tasvip edilmeyen Moşe Halevi’nin yerine Hayim Nahum’un hahambaşı olması önemlidir. İTC ile özellikle Talat Paşa ile ilişkileri, Cumhuriyet’in kuruluşunda Lozan’da Türk heyetine müşavirlik yapması, Türkiye’deki macerası bittikten sonra Mısır’a gidişi ve orada da hahambaşı oluşu, Mısır hahambaşısı olarak Cemal Abdülnasır’a danışmanlık yapması, dikkate şayandır. Yani 31 Mart’ın arkasında uluslara- rası güç olarak İngilizler olduğu gibi, bir şekilde Siyonistlerin olduğu düşünülebilir. Demek ki hadise de İngilizlerin ve/veya başka güç odaklarının rolü bir kurgu değildir. Bizatihi hadisenin kendisi görünürdeki aktörleri aşan güç odakları tarafından tasarlanarak gerçekleştirilmiş bir kurgu ve bir tertiptir. Esasen Abdülhamid’e karşı böylesine karmaşık bir organizasyonu, üstelik bazıları birbirleriyle kanlı bıçaklı olan birtakım kişi ve grupları belirli bir hedefe yönlendirilmesi işini, adı geçen kişi ve grupların kendi başlarına başarmaları mümkün değildir. 31 Mart’ın hakikatini ortaya çıkarmanın günümüzle alakası açıktır: Yakın tarihimizde, 31 Mart benzeri faili meçhul, senaristi belirsiz, idare edenleri karanlıkta birçok tertip bulunmaktadır. Bundan sonra da bu tip olayların yaşanması mümkün ve muhtemel olduğundan, özellikle 31 Mart tertibini hep beraber doğru okumaya çalışmak elzemdir. Dipnotlar 1. İhtilal Çıkmazı M. Emin Aytekin, Dünya Mat. 1967 İstanbul s.32-33. 2. Yunus Nadi, îhtilal-i ve înkılab-ı Osmanî, Matbaa-i Cihan, İstanbul, 1325, s. 40-42. 3. Mustafa Turan, Elli Beş Yıldır Esrarı Milletten Gizli Kalmış Olan Taşkışla’da 31 Mart, Aykurt Neşriyat, İst,1964 s.49-50. 4-5. Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, Cilt 1, Kısım 2, s. 200 TTK Yayınları, Ankara 1983. 6. İkinci Meşrutiyetin İlanı ve 31 Mart Hadisesi, II: Abdülhamid’in Son Mabeyn Baş Kâtibi Ali Cevad Beyin Fezlekesi, Yay. Haz. Faik Reşit Unat, TTK Yayınları, 1960, s. 51. SAYI: 134 HAZiRAN 2015 67 AİLE Suç işleyen gençlerimizi idam etmeden önce BAKİYE MARANGOZ [email protected] YILLAR yılıdır gençlerimizi etkileyelim ve doğru noktaya çekmeye çalışalım derken, uyguladığımız yöntemlerin ilişkilere faydadan çok zarar verdiğini görüyoruz. Şiddete, öncesinde maruz kalan Baba’dır. Ve baba şiddeti kendi mantığına göre; “caydırıcı” bir tutum bir eğitim-öğretim düşüncesiyle kendi çocuğuna uygulamaktadır DEVLET, kurumlarıyla çocuk ve aile fertlerini rehabilite etme yoluna gitmeliler. Yaşama bir birey, bir şahıs olarak katılmakla beraber, tam olarak rüştüne erme ehliyetine sahip olmamış gençlerden bahsediyorum.. Çok sınırlı az bir bilgi ile; bilinç düzeyinde hayata geçirilmemiş bir din ve kültürel değerlerden uzak kalınmanın neticesi olarak, ruhsal, ahlaki, davranışsal çeşitli bağlamlarda sorunlar yaşıyoruz. Son zamanlarda hızla artan vahim olaylar karşısında, tepki veren halk arasından hep bir ağızdan ‘asalım!..keselim!. idam edelim’ gibi duygusal olarak feverân edenler oldu. Aslında olaylara biraz ger- 68 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 çekçi bakılacak olursa; hepimiz bu durumların muhasebesini ve ilkin kendimize dönük iç murakabemizi yapmamız gerektiğinin idrakine, az da olsa varmış olacağız. OTORITE, DENETLEME DISIPLIN Yıllar yılıdır gençlerimizi etkileyelim ve doğru noktaya çekmeye çalışalım derken, uyguladığımız yöntemlerin ilişkilere faydadan çok zarar verdiğini görüyoruz. Bunda ise daha çok klasik aile yaşantılarında ana-babadan görme alışkanlık kesbetmiş olan “dayak” akla gelmektedir. Yâni şiddet!.. Şiddete, öncesinde maruz kalan ise Baba’dır. Ve baba şiddeti kendi mantığına göre; “caydı- rıcı” bir tutum bir eğitim-öğretim düşüncesiyle kendi çocuğuna uygulamaktadır. Maalesef ki bu tecrübeler hep yaşana gelmiştir. Sokak hayatıyla iç içe olan, kötü arkadaşlıklar edinen, madde bağımlılığına müptela olan, parası bitince anne-babayı para vermeleri için zorlayan, bıçak çeken, yakınlarının canına kıyan evlatlar… İşte bunlar bu çocuklar bizim kucağımızda büyüyen, masum çocuklarımızdır. Bir anlamda dini, manevi, kültürel cehaletimiz nedeniyle, evlatlarımıza sahip çıkamadığımız için, onların karanlık dipsiz kuyulara düşmelerine neden olmaktayız. Bütün mesele sevgi ve insan olarak kabul görmedir. Anne kucağındaki bebeğin anneye verdiği tepki ile aynı bebeğin yabancı kucaktaki bir başkasına verdiği tepki bir değildir. Çünkü anne kucağı güven vericidir. Ve bebek daha birkaç aylıkken iki kucak arasındaki farkı ayırt edebilir. Mızırdanır ağlar, susmak bilmez... Oysa ki; anne kucağına alır almaz o minicik yavru annenin kokusunu alır ve susar. AİLE İnsanoğlu hangi yaşta olursa olsun iyi muameleden hoşlanır. Onurunu okşayıcı, güven duygusu veren, sevildiği, değer gördüğünü hissettiği ortamlarda.. Hatta yaşlılar bile; “Tutunacak bir dal” bulduğu noktada o ortamda olmaktan fazlasıyla hoşlanır. İzzet ikram edilirse mutluluk duyar ve yalnızlığını unutarak bağlanırlar. YÜZLEŞMEMIZ GEREKEN GERÇEKLERIMIZ Ailelerin çocuklarını hakkıyla sahiplenme noktasındaki bilgisizlikleri, bilgiye ulaşamamış olmaları gibi mazeretleri… Bu da ülkemizde göz ardı edilmemesi gereken önemli bir gerçek. Bu durum gençlerin madde bağımlılığı, evden uzaklaşmalar gibi nedenlere yol açmakta önemli bir rol oynuyor. Cinnet geçirme, intihar, ruh hastalıkları, tecavüzler, cinayetler… Büyük oranda bu sebeplere bağlı olarak gelişmektedir. Çünkü hangi yaş grubu olursa olsun insanları hayır ve güzellikle etkilemek, onlarla ilişki kurmak istiyorsak bunun en kısa yolu; onların haklarını, saygınlığını korumaktır. Onurlarına dokunacak denetleyici, gereksiz bir lâf etmemektir. Ancak ailenin; anne, babanın yetersiz kaldığı noktalar vardır. Çocuklarımızı birçok haklı-haksız nedenlerle, söz ve davranışlarımızın çocuk ve gençlerin dünyasında nelere yol açacağının hesabını yapmadan; onları kendimize karşı kıştırtarak, kendimize düşman edecek noktaya getirmiş olabiliriz. Onları sevgisizliğe mahkûm etmiş olabiliriz. İlgisiz kalmış olabiliriz. Öfkemizi onlara yönlendirmiş, ama sevgimizde cimri davranmış olabiliriz!.. Onları gerçekten sevgisizliğe, güvensizliğe mahkûm etmişsek, anne baba olarak bizim hiç mi suçumuz yok!.. Ülkeyi idare edenlerin hiç mi suçu yok!. Anne kucağındaki bebeğin anneye verdiği tepki ile aynı bebeğin yabancı kucaktaki bir başkasına verdiği tepki bir değildir. Çünkü anne kucağı güven vericidir. Ve bebek daha birkaç aylıkken iki kucak arasındaki farkı ayırt edebilir. SAYI: 134 HAZiRAN 2015 69 AİLE Çocuklarımızı birçok haklı-haksız nedenlerle, söz ve davranışlarımızın çocuk ve gençlerin dünyasında nelere yol açacağının hesabını yapmadan; onları kendimize karşı kıştırtarak, kendimize düşman edecek noktaya getirmiş olabiliriz. AILEYE VE GENÇLIĞINE SAHIP ÇIKMAK ZORUNLUDUR Ailenin çeşitli nedenlerle yetersiz kaldığı noktada başkalarının canını almaktan, ırzına geçmekten, hırsızlık yapmaktan, gasp’tan yâni suçtan bu gençleri alıkoyamayan, onların cinnete sürüklenmesine neden olan mutlaka bir sebep ve müsebbib’ler olmalı! Özetle inancım şu ki; ilgili bakanlıkların ülke genelinde engelliler için yapmış oldukları rehabilitasyon birimlerini yaygınlaştırmak suretiyle hizmet verdikleri ve anne-babaları bu konuda bilgilendirerek rahatlattıkları gibi; insan ilişkilerinde davranışsal tutum ve bilgilenme, psikoloji ve pedagoji alanında da anne- babayı (aile fertlerini) rehabilite ederek toplumsal iyileştirmede bulunmak mümkün. Özellikle İlköğretimden başlayarak yapılacak çalışmalarda olasılık üzerinden değil, ancak “yanlış örneklerden ka- 70 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 çınma, korunma babında” çocukların ev, okul içi davranış ve tutumları ölçülebilir. Yukarıda da belirtmiş olduğum gibi engelliler üzerine yapılan çalışmalar birey ve toplum nezdinde devlete karşı büyük bir takdir ve güven oluşturdu. Aynı hassasiyetle bu meselenin üzerine halkı bilinçlendirmek ve yardımcı olmak suretiyle, bir şekilde amaca yönelik -gençlerin ve ülkenin geleceği açısından- okul ve aile ile ortak çalışmalara gidilebilir. Ama ancak dediğim gibi bir insanın yaşamı ve dünyaya gelmesine vesile olmuş anne baba; anne- baba da olsa, her anne babanın evlatlarının toplumsal ortamlardaki -kötülüğe düşme- riskini hesap ederek, bilinçli bir davranış ve sorumluluk içinde bulunduklarını söyleyemeyiz. Bu insanlar kendi ortamlarında korunsalar bile, tam olarak dini ve entelektüel bir bilince sahip değilseler- ki halkın bir kesimi öyle- çoğunlukla eğitim ve gelir düzeyi düşük bu insanlar kaçınılmaz olarak elverişsiz yaşam şartlarına mukabil “ o birileri” olarak bir anlamda kendi içlerinde bir tür çaresizlik duyguları içinde yaşamaktadırlar. O halde herkes olabilecek her şeyi ihtimal dahilinde görerek; “ben bi-linç-le-ne-yim!. Kendi kendimi eğiteyim!..” diyemez. Derse eğer gerekli ve doğru bir davranış sergilemiş olmaz. Ancak vasat şartlarda yaşayan, bilgiye ulaşamamış, eli-kolu kısa insanlar için bunu söylemek zordur. Bu insanlar, evlatlarının bir kısım yanlışlarını görmüş olsa bile; gençlerin duygu, davranış ve durumlarını düzeltmeye yönelik, onlarla sağlıklı bir diyalog kurmakta zorlanırlar. Belki gerektiği biçimde şefkate, ilgiye yer verilmediği içindir ki, veya babadan görme eğitim biçimi olarak çocuklar daha küçüklükten dayak yedikleri içindir ki, bu çocuklar sokaklara sığınırlar. Suça zorlanırlar. Cani olurlar, tacizci olurlar… Hırsız olurlar. AİLE Ayrıca okul çevrelerinde gözle görülür tehlikelerin mevcudiyeti de söz konusu.. Özellikle de Anadolu’da. INSAN ONURUNA SAYGI YOK Hiçbir insan doğarken suçlu doğmaz. Fıtrat din üzere temizdir. “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzere doğar” der Peygamber. Yeryüzünde var olan bütün çocuklar inancın varlığını kendi içinde taşır. Bir ilişki durumu ve uzlaşım… Bir durum ve karakter oluşumu; fıtrata özgün bir çalışma ile öz şekillenir, korunur. Ya da neden bilinmez helal süt emzirmişliğin nedeni ! Yasakların, baskıların utançların olduğu ortamlarda çocuk ve gençlerimize sağlıklı bir kimlik ve şahsiyet kazandırmak zordur. KEŞKELER KÂR ETMIYOR Kim derdi ki o kucağımıza doğan masum bebek; canımız, kanımız emanet, nimet bildiğimiz çocuk böyle (!) olsun. Kâr etmiyor keşkeler!.. Zaman da geri gelmediğine göre. Geriye bakarak; karşı koymak yerine hepimiz onlara kucağımızı açmış/ onları hiç aşağılamamış/ babalar onlara hiç dayak atmamış /sokaktakiler onları hiç alaya almamış/ rencide etmemiş/ herkes, belki en yakınları anne-babaları, kardeşleri sıcak yatağında yatarken kimse onları; sokakların karanlığına terk etmemiş/ on- Engelliler üzerine yapılan çalışmalar birey ve toplum nezdinde devlete karşı büyük bir takdir ve güven oluşturdu. Aynı hassasiyetle bu meselenin üzerine halkı bilinçlendirmek ve yardımcı olmak suretiyle, bir şekilde amaca yönelik -gençlerin ve ülkenin geleceği açısından- okul ve aile ile ortak çalışmalara gidilebilir. lar hiç korkuyla gizlenmemiş/ anneler hiç kahr etmemiş/ onlara hiç küfredilmemiş/ üzerlerine soğuk rüzgârlarlar esmemiş/ onlara hiç “sen niye böylesin”/ denmemiş, onlara hiç sevilmedikleri söylenmemiş /evin kapısından çıkışı ganimet bilinmemiş/ dönüşü zül addedilmemiş/ hataları hoyratça yüzlerine vurulmamış/ keşke sokaklarda görmezden gelinmemiş/ kayıtsız tavırlarla yanlarından geçilmemiş olsaydı!?.. Ah çocuklar keşke!.. Keşke böyle olmuş olsaydı. Yaşanmamış olsaydı bunlar. Ama bilin ki; yalnızca sizin suçunuz değil bunlar.. Sizin yaptıklarında bizim de çook payımız var!.. “GÖZ AYDINLIĞI” ÇOCUKLAR O çocuklar katil olarak doğmadılar. Gülmeyi, sevmeyi öğrenseydiler eğer; ilkin ASIL SEVGİLİ’yi severlerdi … Bilseydiler eğer. Sevginin nasıl geliştiğini, büyüdüğünü kucakta.. Babanın gözlerinden okusaydı.. Ve YARATAN’ı bilseydi eğer.. Annenin sıcacık mutluluğunu minik avuçlarında saklardı… Dayağın ne olduğunu hiç bilmeseydi şiddeti, öfkeyi, katli.. Keşke gülümseyen bir babanın nazarı değseydi yüzüne. Başka başka yüzlere o da gülümseyecekti. Yüzü gülecekti öğrenseydi ağlamak yerine gülmeyi. İtip, kakılmayı öğretmeselerdi, o da itip kakmayacaktı ki. Yüzü gülecekti kaderi gülecekti ona. Diğer insanlar gibi “iyi” ocaktı. İnsan olacaktı adam gibi adam! Seven gözlere gözlerinin içi gülerek selam verecekti. O katil olarak doğmadı anasından, Onun katili daha küçücükken “şiddet” oldu. “Sevgi yoksunluğu” oldu… Onu katil eden. Onlar’ın katili yedikleri dayak, öğrendikleri şiddet oldu. Onlar’ın katili sokaklar oldu. O masumla birlikte yüzlercesinin katili… Sonuçta dışarıdaki asıl katillerin arasında, onlar da katil oldu. Ey Rabbim’in ana-babalar için “göz aydınlığı” dedikleri çocuklar!.. Esirge onları ne olur! SAYI: 134 HAZiRAN 2015 71 HATIRA 12 Eylül ve Sahil Çay Ocağı İSHAK GÜVEN Malatya/Tecde Eğtim Kültür Derneği Yönetim Kurulu Başkanı ÇARESIZLIK içinde eve dönerken bazı insanların askerler tarafından kollarından tutularak evlerinden alınmaları sahnesi hâlâ gözlerimin önünde. 12 EYLÜL 1980. Gedik İmam Hatip Ortaokulunda öğrenciydim. Her sabah olduğu gibi yine kalktım, hazırlandım, okula gittim. Ana yola çıktığımda dağ taş, yollar her taraf asker kay- 72 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 nıyordu. Okula gidince askerlerin “Okul tatil, herkes evine dönsün.” bağırtıları kulaklarımı çınlatıyordu. Çaresizlik içinde eve dönerken bazı insanların askerler tarafından kolların- dan tutularak evlerinden alınmaları sahnesi hâlâ gözlerimin önünde. Hele birisini hiç unutamıyorum; sakallı bir ağabeydi, zaten onu görünce Müslümanlara karşı bir ihtilal olduğunu anlamıştım. İnsanlar götürülürken bile öyle bir işkenceye tabi oluyorlardı ki, insan dayanamıyordu. Yürüdüm. Su kanalının içine çuvallarla kitapların atılmış olduğunu gördüm. Bir tanesinin Said Havva’ya ait bir kitap olduğunu fark ettim. Çocuk yaş- HATIRA taydım henüz. Olayı fazla tahlil edememiştim. Dedem daha önce cumhuriyetin ilk yıllarını anlatırken; Kur’an’ı Kerim’lerin nasıl yakıldığını anlatmıştı. Müslümanların nasıl asılıp öldürüldüğünü ve ahırlarda, dağlarda, mağaralarda gizlice Kur’an alfabelerini ve Kur’an’ı okumaya çalıştıklarını ağlayarak bize anlatıyordu. Afgan cihadını ve İran devrimini, Müslümanların görmüş olduğu sıkıntıları az çok okumuş ve dinlemiştik. Anladım ki özelde Müslümanlar olmak üzere tüm ülke insanımız için sıkıntılı yılların başlangıcı idi bu günler. Benim için ikinci bir üzüntü daha oluştu; annemi genç yaşımda kaybettim. Bir hüzün yılı yaşıyordum. Derken günler ayları aylar yılları kovaladı… Seksen ihtilali ile Müslümanlar oturup yanlış anlayışlarını, eksiklerini ve mücadele yöntemini yeniden gözden geçirdiler. Sonra Türkiye’de mücadele eden yapıları ve merkezi Mısır olan ihvan hareketinin tarz ve bakış açısını sentezleyerek ‘İslami Hareket’ söylemi ile bir hareketi Malatya’da başlattılar. Bu mücadelenin fertleri mücadele tarzını -Peygamberimiz, Risalet görevini aldıktan sonra ailesinden, akrabalarından ve yakın arkadaşlarından başlayarak davet çalışmasını yaptığı gibi- ortaya koymaya çalıştılar. Tevhit ve Şirk eksenli bir çalışma beraberinde ‘Darul Erkam’ mektebini de ortaya çıkarmıştı-. Ve böylece O, Ümmetine de mücadele metodunu göstermiş Sahil çay ocağında tahta tabureler üzerinde kümelenmiş öğrenci, esnaf ve onlara öğretmenlik yapan arkadaşların samimiyet ve sıcak ilişkileri, ağızlarından dökülen sözcükler, dinleyenlerin gönüllerini fethediyordu. oluyordu. İnsanlarla birebir ilgilenmenin gerekliliğini La ilahe İllallah’ı gereği gibi anlamak ve toplumun anlayışına bunu yerleştirmek ve Allah’a bu şekilde kul olunacağını anlatmak için, bazı kardeşlerimiz çok genç olan bizlerle ve diğer insanlarla ilgileniyorlardı. “Gençliği olmayan bir hareketin geleceği olmaz.” anlayışıyla özellikle gençlerle ilgileniyorlardı. Günler böyle geçip giderken 1985’te fiili olarak bu arkadaşlarla beraber olmama bir arkadaşım ve okuduğum kitaplar vesile oldu. Sahil çay ocağı -veya mektebi de diyebiliriz- bizim için Darul Erkam oldu. Günlerimizin büyük bir kısmını orada geçiriyorduk. Orada düşüncenin net olması gerektiğinin, Tevhit algısının (Tevhit-Şirk, Hak-Batıl, İman-Küfür, Bidat-Hurafe, Cihat, Şehadet vs.) kavramları üzerinden İslam’ı öğrenmeye çalışıyorduk. Amacımız; evlerimizde, mahallemizde, okullarımızda, üniversitemizde, şehrimizde, Türkiye ve dünyada ümmeti bir anlayışla Hakkın hâkimiyeti için çalışmaktı. Dünyada gelişen İslami yapıları tanımaya ve dualarımızda onları unutmamaya gayret ediyorduk. Sahil çay ocağında tahta tabureler üzerinde kümelenmiş öğrenci, esnaf ve onlara öğretmenlik yapan arkadaşların samimiyet ve sıcak ilişkileri, ağızlarından dökülen sözcükler, dinleyenlerin gönüllerini fethediyordu. Allah Resulü’nün, vahyi etrafındaki sahabelere anlatırken onlarda oluşan heyecan ve memnuniyeti hatırlatıyordu bize. Okulumuza, işimize, evimize giderken bir an önce yine sahil mektebine nasıl dönerdik düşüncesi ile giderdik. Giderken de her birimizin cebinde dönene kadar okuyacağımız bir kitabımız olurdu. Dönerken SAYI: 134 HAZiRAN 2015 73 HATIRA de yanımızda yeni ilgilenmeye başladığımız arkadaşları getirirdik. Eğitimci arkadaşlarımızın samimi gayretleri ile sohbetler bereketli olurdu. Hareketin içinde olan hocalarımız da gelir, aramızda oturur, onları dinler; beraber çay içer, onların konuşmalarından, insan ilişkilerinde kendimize örnekler çıkarırdık. Bir davetçide olması gereken tecrübe ve birikime sahip olmamız gerekir düşüncesi ile büyük çaba ve gayret sarf ederdik; gayret ve çaba sonucu mücadelemiz insanlar tarafından ilgiyle takip ediliyor ve konuşuluyordu. Sanki Hz. Peygamberin mücadelesinin Mekke ve civarında konuşulduğu gibi… Günden güne halkalarımıza katılımlar çoğalıyordu. Herkese mutlaka ulaşmamız lazım diye düşünüyorduk. Katılanlar olduğu gibi karşı çıkanlar da oluyordu… Biz, “Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir topluluksunuz. İyiliği emreder kötülükten sakındırır ve ancak bu sebeple kurtuluşa erenlerden olursunuz.” anlayışı ile hareket ediyorduk. Kervana katılanlar olduğu gibi karşı çıkanlar olacaktı elbet. Rehberimiz Kur’an’dı ve Hz. Peygamber’e de karşı çıkanlar olmuyor muydu? Örneklerimiz Allah Resulü ve ashabı idi. Öyle de olmalıydı. Dışarıdan muhacir olarak gelen kardeşlerimize ensar olmaya çalışıyorduk. Hasta olan bir kardeşimizi mutlaka ziyaret ediyorduk. Vefat eden bir kardeşimizin defnedilmesinde ve taziyesin- 74 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 de bulunur ev sahipliği yapardık. Dünyanın bir yerinde şehit olan, sıkıntılı olan kardeşlerimiz için gözyaşı döker, dua eder ve elimizden gelen desteği esirgemezdik. Evlerimiz her gün sohbet için dolardı. Ailemiz, çocuklarımız ikram da kusur etmez, gönülden hizmet ederlerdi küçücük ve dar mekânlarımızda. Maddi imkânı olanlar sonuna kadar İslam davası için seferber olurlardı. Hareketin başında bulunan arkadaşlar ve tüm fertler maddi manevi imkânlarını ortaya koyarak alanlarda örnek olurlardı. Düğünlerimize tüm kardeşlerimiz davetlidir, denilirdi. Davete icabet hassasiyeti gösterilirdi. Düğünlerde yapılan konuşmalar bir İslam davetine dönerdi. Kadın erkek arasındaki ilişkilere dikkat edilirdi. Erkekler ve kadınlar kendi aralarında oynayacağı oyunlara kadar dikkat ederlerdi. Alış verişte hassasiyetimizi ortaya koyardık. Elinden tutup yetiştirdiğimiz gençlerimizi dışarıya, okullara gönderirken onları gözümüz arkada kalmayacak arkadaşlara teslim eder ve her şeye rağmen ilgi alanımızda tutardık. Hiçbir kardeşimizi kaybetmemek için hassas davranırdık. Kadınlarımızın tesettür- lerini (hicap) Nur suresi 31. ayet şekillendirirdi. Sokaklarımızda, mahallemizde, ilimizde varlığımızı ve hassasiyetimizi bildikleri için toplumda bir karşılığı olur ve davranışlarına dikkat ederlerdi. Maddi kazancımızın ve harçlıklarımızın büyük bir kısmını kitap almaya harcardık, onları okuyarak kütüphanemize koyardık. Öğrendiklerimizi önce yaşamaya çalışır sonra bir davetçi bilinci ile başkaları ile paylaşırdık. Hz. Peygamberin(sav); “Bir insanın hidayetine vesile olmak güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.” anlayışını şiar edinmiştik. Sabaha kadar ailemizle bu konular üzerinde tartışır, istişareler yapardık. Uyku nedir, yorgunluk nedir bilmezdik. Çünkü tevhidi bir hareket anlayışını kavramıştık. Her şeyi sırf Allah rızası için yapar, hiçbir menfaat beklemezdik. Bunun için fotoğraf karelerinde bulunurduk. Tevhidi anlayış ve yapılardan uzak hiçbir karede olmazdık. Aklımızdan dahi geçirmemeye çalışırdık. İzzetsiz bir hayata talip olmaktansa gerekirse ölmeyi, bu dünyayı terk etmeyi arzu ederdik. Hayatın cihat; ölümün şahadet olmasını Allah’tan temenni ederdik. Evlerimiz ve ortak uğrak yerlerimiz bu kısıtlı maddi imkânsızlıklara rağmen bize bu manevi güzellikleri kazandırdı. İşte sahil mektebi o tahta kürsüleriyle ve o sıcacık ortamıyla bize bu güzel imkânları sağlıyordu… iSLAM İSLAM FIKRIYATINDA ÜMMET 1 Ümmet şuuru ABDÜLBAKİ ÇAĞATAY [email protected] LIDERSIZ bir toplum, sadece üst üste yığılmış odunlara benzer veya kuşların çaldığı, kapıp kaçtığı bir tahıl yığınına... Hareketsiz, savunmasız, cansız, tepkisiz, meflûç ve yarı ölü... Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan! Hey sıkılmaz! Ağlamazsan, bari gülmekten utan! (M. Akif Ersoy) ÜMMET; millet, mezhep, cemaat ve renklerden çok daha büyük bir oluşumu ifade eden Kur’anî bir kavramdır. Ümmet; içinde üç ana (ümm) barındıran büyük bir ailedir. Doğuran, doyuran (vatan) ve koruyan (ordu)ana… Bu her üç ana da birbiri için vardır ve birbiri için çalışmaktadırlar. Doğuran ana da koruyan ana da doyuran ana’ya hizmet etmektedir. Bu durum şu şekilde de ifade edilebilir; koruyan ana da doyuran ana da doğuran ana’ya hizmet etmektedir. Her halükârda her bir ana, okçu tepesinde görevlendirilmiş ve durum ne olursa olsun ribat yerini terk etmemekle so- 76 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 rumlu ve görevlidir. Her ana yerinde güzeldir. Ancak şu hakkı teslim etmek gerekir ki doğuran ana, Allah yolunda şehit olmak kadar kıymetlidir. Ancak bazen doğuran anayı da doyuran ana, tehlikeye düştüğünde bütün anaların ona koşması ve onu öncelemesi gerekmektedir. Hal böyle olunca ümmet denince akla ana üzerinden merhamet, değerler ve aile gelmektedir. Ümmet ana üzerinden vatan, millet ve milli değerler gelmektedir. Ümmet denince akla ana üzerinden cihad ve mücadele gelmektedir. Ümmet denince akla imam yani öğretmen ve önder gelmektedir. Zira imam kavramının da ümm kavramının da ümmet kavramı ile etimolojik bir bağı vardır. Eğer bunlardan yoksun bir millet varsa sayısal anlamda ne kadar fazla olursa olsun onu ümmet kavramıyla değil sadece “yığın” kavramıyla ifade etmek mümkündür. Evet, lidersiz bir toplum, sadece üst üste yığılmış odunlara benzer veya kuşların çaldığı, kapıp kaçtığı bir tahıl yığınına… Bugün bizim içine düştüğümüz durum tam da budur. Hareketsiz… Savunmasız… Cansız… Tepkisiz… Meflûç ve yarı ölü… Namazdaki imam ve cemaat ruhundan uzak yığınlarca insan… Ama sadece yığınlar ve üst üste yığılanlar… Cami ve medreselerde üst üste yığılmış binlerce insan… Ümmet; lider demektir. İbrahim(as)’in ümmet olmasının bir anlamı da bu olsa gerek. Zira İbrahim(as) büyük bir liderdi(ümmetti). “İbrahim, gerçekten Hakk’a yönelen, Allah’a itaat eden bir (ümmet)önder idi; Allah’a ortak koşanlardan değildi.” (Nahl, 120) Bu ayeti kerimede lidersiz ve öğretmensiz bir ümmetin eksik olduğu hakikati vurgulanmaktadır. Kur’an’ı Kerim’de ümmet kavramının geldiği manalara bir göz atıp onunla alakalı verilmek istenen mesajları ele alalım: 1- Bakara suresi 128, 134, 141, 143, 213. vb.ayetlerde ifa- islam Henüz Peygamber cenazesi yerdeyken yapılan hilafet tartışmaları ve halife seçimi meselenin ne kadar hayati olduğunu ortaya koymaktadır. O kadar ki Peygamber cenazesi dahi yerdeyken bu bir tartışma konusu olmuştur. de edildiği gibi ümmet; cemaat, halk ve millet anlamında kullanılıştır. 2- Araf suresi 159, 181, 164. ve Nahl/ 120. ayetlerde ise ümmet kavramı lider ve muallim anlamında kullanılmıştır. 3-Zuhruf suresi 22 ve 23. ayeti kerimelerde ümmet kavramı din anlamında kullanılmıştır. 4- Hud suresi 8. ayette ise ümmet kavramı zaman anlamında kullanılmıştır. Bu ayet-i kerimelerin toplamından bir ümmeti ümmet yapan temel faktörleri görmekteyiz. Cemaat, halk, millet, lider, öğretmen ve zaman… Buna göre ümmet olabilmemiz için birinci olarak dine, İkinci olarak lidere, üçüncü olarak cemaat ve örgütlü olmaya, dördüncü olarak ise aynı dönemde yaşadığımız bütün ehl-i kıbleyle ortak paydada buluşup hareket etmeye ihtiyacımız vardır. Ümmet olmak ancak böyle mümkün olabilir. Bilim adamları bir arı türünden söz ederler. Bu arı ölümü- ne yakın bir zaman diliminde arayıp bir kurtçuk bulur onu felç edip yarı ölü bir duruma getirecek şekilde iğnesini onun sinirlerine batırır ve daha sonra onun üzerine yumurtalarını bıraktıktan sonra ölür. Onun yavruları o yumurtalardan çıktıkları gibi hareketsiz ve savunmasız olan o kurtçuktan beslenirler. Felç olmuş ve yarı ölü hale getirilmiş İslam dünyasının durumu bundan farklı değildir. Diri olmayan, ancak sadece yaşayan bir İslam toplumu… Zillet içinde yaşamaya mecbur, soğan ve sarımsağa muhtaç bir kavme dönüşmüş… Kısacası Kur’an’a göre ölmüş bir toplum… Böyle bir durumda intifadamızın şiarı “Heyhatminnaz-zille/Zillet bizden uzaktır” olmalıdır. “İki kişi yolculuk ederse biri başkan olsun.” diyen bir medeniyetin mensubu olan bizlerin yığınlara dönüşmesi kolayca anlaşılabilecek bir şey değildir. Meselenin ehemmiyetini ve hayatiyetini ortaya koyan bir örnek verecek olursak, Allah Resulü(sav)’nün vefatından hemen sonra; hatta cenazesi defnedilmeden önce Sakife-i beni Saide’de yapılan hilafet tartışmalarını gösterebiliriz. Henüz Peygamber cenazesi yerdeyken yapılan hilafet tartışmaları ve halife seçimi meselenin ne kadar hayati olduğunu ortaya koymaktadır. O kadar ki SAYI: 134 HAZiRAN 2015 77 islam Peygamber cenazesi dahi yerdeyken bu bir tartışma konusu olmuştur. Zira arılar dünyasına baktığımız zaman ana arının olmadığı bir kovanın dağılışı ve yok oluşu söz konusudur. Bazı insanlar yalnız yaşamayı, tek başına yemeyi ve sadece kendilerini düşünmeyi dert edinirler. Bunlar erkek kedi cinsinden insanlardır. İnsanlık ailesi bunlardan hayır elde edemez. Bazıları da biraz daha ileri bir düzeyde olup en azından ailesiyle beraber yaşar ve ailesini korur ve besler. Bütün mücadeleleri bununla sınırlıdır. Bunlar normal kuşlar cinsinden insanlardır. Bazı insanlar ise insanlığı savunan, koruyan ve mücadelesini veren, insanlığa yönelik bir tehlike söz konusu oldu mu taarruza geçen, birlikte hareket etme ruhuna sahip insanlardır. Bunlar arı cinsinden insanlardır. Bir karar aşamasında olan bizler arılar gibi çalışmak durumundayız. YENIDEN ÜMMET OLMAK IÇIN NE YAPMALIYIZ? 1. Birbirimize tahammül etmeliyiz: Ümmetin her bir grubuyla ittifak ettiğimiz ko- nularda yardımlaşacağız ve geliştireceğiz. İhtilaflı olduğumuz konularda ise birbirimizi mazur göreceğiz. Ve ihtilaflı konuları gündeme getirmeyeceğiz. Tartışmalı konularda Hz. Musa ve Salih adam gibi davranıp ayrılacağız. Bazen tatlı deniz ile tuzlu deniz karşı karşıya gelebilir. Ama asla birbirlerine karışıp sınırları işgal edip birbirine zulüm etmezler ve ifsad çıkarmazlar. Çünkü aralarında manevi bir perde vardır. Kendilerini bağlayan ilahi bir emir vardır. Unutulmamalıdır ki bu denizler birbirlerine karıştıklarında dünyanın kıyameti kopacaktır. Bu anlamda biz Müslümanların birbirimize olan tahammülsüzlüğü yüzünden defalarca kıyamet kopmuştur. Ve yine unutulmamalıdır ki tatlı deniz ile tuzlu denizin karşılaştığı yerde en değerli ve en pahalı inciler bulunmaktadır. Tatlı bir münazaranın güzel sonunu anlatan bir hayat hikâyesidir Hz. Musa ile Salih Adam’ın öyküsü. “(Salih Adam) dedi ki: işte bu benimle senin aramızın ayrılmasıdır…”(Kehf, 78) Tartışmanın ve ayrılmanın usulü ve adabı böyle olur dercesine… Tatlı deniz ile tuzlu denizin karşılaştığı yerde en değerli ve en pahalı inciler bulunmaktadır. Tatlı bir münazaranın güzel sonunu anlatan bir hayat hikâyesidir Hz. Musa ile Salih Adam’ın öyküsü. “(Salih Adam) dedi ki: işte bu benimle senin aramızın ayrılmasıdır… ”(Kehf, 78) Tartışmanın ve ayrılmanın usulü ve adabı böyle olur dercesine… 78 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 2. Birbirimizi sevmeliyiz: Bu konuda ülkümüz “Sevgi imanın sınırıdır.” sözü olacaktır. Allah Resulü(sav) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. İşlediğiniz takdirde birbirinizi seveceğiniz bir işe delalet edeyim mi? Aranızda selamı yayın.” (Müslim/ İman, 93) Görüldüğü gibi hadis-i şerifte sevgi imanın sınırı olarak anlatılmaktadır. Ne yaparsak yapalım ama mutlaka sevmeyi başaralım. İskender Pala’nın ifadesiyle “Sevmeyi bilmeyene bilmeyi sevmek ne ki…” Arifane bir ifadeyle “Sevginin hâkim olduğu bir yerde adalete gerek kalmaz.” Zira sevginin olduğu bir yerde kavga, suç, cinayet ve sair cürümler söz konusu değildir ki hukuki ve adli işlemler olsun. Yani sevgi, muhabbet ve merhametin olduğu yerde adalete yer kalmaz. Adli vaka olmadıkça savcılık, adliyelik ve mahkemelik bir durum söz konusu değildir. Sevgi ve muhabbet ile alakalı başka bir hadis-i şerifte Allah Resulü(sav) şöyle buyurmaktadır: “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki kul, kendisi için sevip istediğini, din kardeşi içinde sevip istemedikçe iman etmiş olamaz.” (Müslim/ İman, 69-72) İnsanlara karşı sevgi, muhabbet ve merhamet etmek imanın şahididir, imanın dışa yansımasıdır. 3. Birbirimize karşı duyarlı olmalıyız: Allah Resulü(- islam bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: “Birbirlerini sevmekte, acımakta ve görüp gözetmekte mü’minler, tek bir vücut gibidirler. Vücudun bir organı rahatsız olunca, öteki organların tamamı uykusuzluk ve derin bir rahatsızlık hisseder, hasta olan organın ıstırabını ve yasını paylaşırlar.” (Buhari/ Edep,27 –Müslim/ Birr, 66) Bu hadis-i şerif şu önemli noktaya işaret etmektedir: Bir vücut eğer hastalanan veya yaralanan veyahut yanan herhangi bir uzvunun acısını ve sancısını hissetmiyorsa o vücut ölmüş, yani ruhu çıkmış ve ceset olmuş demektir. Çünkü vücudu birbirine bağlayan ve organlar arasında meydana gelen arızaları ve şikâyetleri bildiren ve hissettiren ruhtur. Organlar arasında irtibat sağlayan ruh çıkınca organlar birbirlerinden habersiz kalırlar. Birbirlerinin acısını hissetmezler. Bir vücudun azalarına benzetilen Müslümanlar bugün birbirlerinin acılarını yüreklerinde hissetmiyorlarsa ölmüşler ve onları canlı tutan ruh çıkmış demektir. Yapılması gereken şey bellidir; kaybedilen o ruhu bulmak! İri ve diri tutan o ruha yeniden ulaşmaktır. Mehmet Akif Ersoy bu durumu şu mısralarla ifade etmektedir: Duygusuz olmak kadar dünyada lakin dert yok, Öyle salgınmış ki mel’un, kurtulan bir fert yok sav) Kendi sağlam… Hissi ölmüş, ruhu ölmüş milletin! Peygamber Efendimiz(sav) başka bir hadisinde ise şöyle buyurmuştur: “Müslümanların derdi ile dertlenmeyen onlardan değildir.” (Münavi, Feyzul-Kadir, 6/67) DÜNYAYA SÖZ SÖYLEYEBILMEK IÇIN 1. İlmin ve bilimin kaynağına ulaşmalıyız: Ulaşırken birinci şiarımız “Hikmet bizim mirasımızdır.” olacaktır. Hedefimiz ise Batılılar gibi hakkı teslim almak değil hakka teslim olmaktır. Bilgi kimin elinde ise gücün onda olduğunun bilincinde olmalıyız. Âdem’e yapılan secdenin bilgi ve üretkenlik karşısında yapıldığını unutmamalıyız. İkinci şiarımız ise “Dünyayı aydınlatan ve bundan sonrada aydınlatacak olan biziz.” olacaktır. Bu şiar ile çocuklarımızı eğitip geliştirecek ve yarınlara hazırlamış olacağız. 2. Üretken bir akıl ile hareket etmeli, düşünmekten korkmamalıyız: Yüce Allah denizdeki ve karadaki bütün zenginliklerin adresini Kur’an’da ifade etmiştir. Bunun için derhal harekete geçmeli, Kur’an’ın işaret ettiği bu güç ve zenginlik kaynaklarını İsrail ve Amerika’ya bırakmamalıyız. Onların bizim Kitabımız Kur’an’ın öğretilerini çalıp kendi çıkarları doğrultusunda istihdam etmelerine asla müsaade etmemeliyiz. “Küfrün imamlarıyla savaşın.” düstu- Müslümanlar bugün birbirlerinin acılarını yüreklerinde hissetmiyorlarsa ölmüşler ve onları canlı tutan ruh çıkmış demektir. Yapılması gereken şey bellidir; kaybedilen o ruhu bulmak! rundan çaldıkları gibi… “Ey Rabbim! Beni muttakilere lider kıl!” diyen İbrahimî bir akıl ile hedefi büyük ve geniş tutmalıyız. Yani kendimizi yönetilen bir şahsiyet olmaya değil, yöneten bir şahsiyet olmaya hazırlamalıyız. Muttakilerden olmak güzel ama muttakilere imam ve lider olmak daha güzeldir. Biz kendimizi daha güzele şartlandırmalı ve hedefi geniş tutmalıyız. Sabitelerimize bağlı kalarak yelkenlerimizi çok uzaklara açmalıyız. 3. Yeni bir dünya görüşümüz olmalıdır: Evrensel hukuk, hukukun üstünlüğü, adalet, özgürlük, insan hakları, kadın hakları, seçme ve seçilme hakları, inanç özgürlüğü, çalışma ve kazanma hakkı, hizmet siyaseti, insan onurunu önceleyen devlet anlayışı vs. 4. İlkeli ve ülkülü olmalıyız: En büyük ülkümüz “İslam Birliği” olmalıdır. Muhammed Hüseyin Kaşiful-Ğita’nın ifadesiyle “İslam’ın iki esas meselesi vardır: Biri kelime-i tevhid, diğeri tevhid-i kelimedir. Bir diğer ifade ile “Tevhid ve Vah- SAYI: 134 HAZiRAN 2015 79 islam Mademki Amerika, İsrail, İngiltere kısacası emperyalist Batılılar Müslümanların birlikte hareket etmelerini istemiyorlar o halde Müslümanlar mutlaka birleşmelidirler. Mademki onlar İslam birliğinden ürküyorlar o zaman Müslümanlar için doğru şey İslam birliğidir. det”tir. Biri akide de birliğin adı, diğeri ise sosyal ve kültürel hayattaki birliğin adıdır. Unutmayalım ki ilkeleri ve ülküleri olmayanın ülkesi olmaz. O yüzden ilkesiz ve ülküsüz ülke bizim değildir. Bizim ülkemiz, ilkelerimizin ve ülkülerimizin hâkim olduğu her yerdir. Böylece bizim için önemli olan ülke sınırları değil, ilke ve ülkü sınırlarıdır. Dünyaya adaleti ve barışı biz götüreceğiz. “Ben Müslümanların ilkiyim” ülküsüyle hareket etmeliyiz.”Dünyada benden başka İslam’ı savunan hiç kimse yoktur.” düşüncesiyle kendimizi daha fazla çalıştırma gayretinde olmalıyız. “Seni ilk günkü gibi seviyorum.” coşkusuyla İslam’ı savunmalıyız.” Vallahi güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine de davamdan vazgeçmem.” şiarıyla sebat göstermeli ve yılmamalıyız. “Beni temizle Ey Allah’ın Resulü” dediğinde “Yükünü indir de öyle gel.” cevabını alan kadının nihayet doğum yapıp tekrar gelerek aynı heyecan ve gerilim ruhuyla”Beni temizle Ey Allah’ın Resulü.”demiştir. Bunun üzerine ise Resulullah’tan “ Çocuğunu sütten ayırdıktan sonra gel.” talimatını alan kadın nihayet ço- 80 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 cuğunu sütten ayırdıktan sonra aynı ruh ile Resulullah’a gelip “Beni temizle ey Allah’ın Resulü.” şeklinde istikrarlı ve sarsılmaz bir iman ve samimiyetle İslam’a sahip çıkmalı ve sadık kalmalıyız. Bu gerilim ve girişim ruhunu, yani ilk günün ruhunu asla yitirmemeliyiz. İslam’ı yaşamaktan bıkmamalı, usanmamalıyız. 5. Amaçsız ve hedefsiz olmamalıyız: Zira amaçsız her hareket ya yolunu şaşırır veya yolunu çok uzatır. BIZ NIÇIN VAHDETE MECBURUZ? Bunun iki temel sebebi vardır. Birincisi şeytana muhalefet etmek için. Zira şeytan ve yaverleri Müslümanların vahdetini istememektedirler. Mademki Amerika, İsrail, İngiltere kısacası emperyalist Batılılar Müslümanların birlikte hareket etmelerini istemiyorlar o halde Müslümanlar mutlaka birleşmelidirler. Mademki onlar İslam birliğinden ürküyorlar o zaman Müslümanlar için doğru şey İslam birliğidir. Mademki onlar ittifakımızın ve vahdetimizin düşmanıdırlar, o halde bizim de tefrikanın ve cedelleşmenin düşmanı olma- mız gerekmektedir. Bilelim ki bizim tefrikamız onların vahdeti, bizim vahdetimiz ise onların tefrikası ve zafiyeti sayılmaktadır. Yüce Allah “Şeytan sizin düşmanınızdır sizde onu düşman edinin.” (Fatır, 6 – Yasin, 60- Zuhruf, 62,- Kısas, 15Taha, 117) buyurur. Şeytan sizin apaçık düşmanınız iken siz ona dost olursanız bu durum sizin için felaket olur. Burada dikkat edilmesi gereken husus şeytanın apaçık bir düşman olduğundan bahsedilmesidir. Yani şeytan, babanız Âdem’i cennetten çıkarmıştı ve sizin de cennete girmenize engel olmaya çalışmaktadır. İkincisi İslami grupların ittifak ettikleri konular ihtilaf ettikleri konulardan daha fazladır. Niçin ittifak etmesinler? Bütün Müslüman grupların Allah, Kur’an, nübüvvet, ahiret, cennet, cehennem, melekler, kıble, hac, oruç, namaz, zekât, cihat gibi dinin temel meselelerinde ittifak ettiklerini görmekteyiz. İnanç dünyasında bu kadar ortak paydası olan bir ümmet, nasıl olur da ortak hareket etmeyebilir? Ve kendisini düşmanlarına ezdirip zelil bir hayata rıza gösterir? Sorumluluk ve vicdan sahibi olan bir Müslümanın zillet ve rezalete rıza göstereceğini düşünmek bile ürkütücüdür. Son sözü ümmetin lideri efendimiz hazreti Muhammed Mustafa’ya bırakıyoruz: “Benden sonra birbirlerinin boyunlarını vuran küffara dönüşmeyiniz” (Buhari/ Diyat, 6868) DÜŞÜNCE İstikamet üzere olmak ENES TARIM [email protected] HER geçen gün sistemle daha fazla hemhal olup onu sahipleniyor, entegre oluyor ve hızlı bir şekilde muhafazakârlaşıyoruz. Artık, İslami yapılanmalar genel anlamda, ruhsuz, isteksiz ve hadi dağılalım modundaki topluluklardan oluşmakta. SÜLEYMAN Çelebi bir beytinde: “Ümmetimdür kaygum u gussam hemin Yimezem ümmetten ayruğun gamın..”der.1 Merhumun bu beyti Hz. Ali’den nakledilen bir rivayette, efendimiz(sav)in: “Hüzn ayrılmaz arkadaşımdır, gam ve kederim ise, ümmetime yöneliktir”2 sözlerine binaen kaleme aldığı anlatılır. Gerçekten de efendimiz(sav) sonrası hepimizin gam ve kederine sebebiyet teşkil edecek mahiyette gerçekleşti. Ümmet nüfus ve coğrafya olarak kat be kat büyürken; nicel anlamda yine onun işaret ettiği gibi,”dalgaların üzerindeki çer çöp gibi” kaldı. Günümüze kadar ifrat-tefrit arasında çalkantılarla, isyanlarla, zulümlerle ve nifakla dolu bir geçmiş mirasımız var.Bu yok oluşlara ram olmamızın en büyük sebeplerinden birisi şüphesiz bir türlü vasat ümmet çizgisini tutturamayışımız, istikamet üzere bir yürüyüş gerçekleştiremeyişimiz olsa gerek. Günümüzde Yeni Türkiye İslamcılarının da en büyük sorunu, heyecan ve coşkusunu yitirmiş olma, İslami davet ve bilgi devinimi noktasında isteksizlik, sıradanlaşma ve dünyevileşmedir. Her geçen gün sistemle daha fazla hemhal olup onu sahipleniyor, entegre oluyor ve hızlı bir şekilde muhafazakârlaşıyoruz… Artık, İslami yapılanmalar genel anlamda, ruhsuz, isteksiz ve hadi dağılalım modundaki topluluklardan oluşmakta… Oysa, 80 darbesi akabinde büyük bir uyanış gerçekleştirmişken, 28 Şubat süreci sonunda da; zulüm gören, işkencelerden geçen kadroların daha bilenmiş, cesur ve istekli duruşlarla gündemi sarsmaları lazım gelmez mi idi? Uzun yıllar ülkenin siyahileri sayılarak aşağılanan, hak ve özgürlükleri baskıcı rejimler tarafından gasp edilen Müslümanların, mevcut iktidar sayesindeki kazanımlarını ve katkılarını teslim ediyor olsak da şüphesiz, zihinsel yorgunluk, atalet ve isteksizlik, istikbale dair bizleri karamsarlığa sürüklemekte… Söylem ve icraatlarıyla cemaatlerin önünde yürüyen bir iktidar gerçeği var ve mevcut iktidarın, pozitif ayrımcılığına rağmen, Müslümanların geleceğe yönelik hiçbir planlamalarının olmaması, tüm hesaplarını iktida- SAYI: 134 HAZiRAN 2015 81 DÜŞÜNCE Sistemi İslamileştirmenin doyumsuz hazzını yaşarken, aslında sistemin renkleriyle boyandığımızı ve İslami hareketin o sihirli büyüsünü kendi ellerimizle bozduğumuzu da göremiyoruz ne yazık ki… rın yürüyüşüne endekslemesi, ülkemizdeki İslami düşüncenin devinimi noktasında bizleri endişeye sevk etmeli değil mi?.. Siyasal alanda kendilerini rahat hissederek kaptırmamak, politikleşmemek, siyasal akıllarını ve geleceğe yönelik planlarını gözden geçirmek gerekmez mi? O halde 70’lerden itibaren ülkemize damgasını vuran İslami hareketin geldiği noktada iktidar ortağı olmak bizleri atalete ve sona mı yaklaştırıyor? Ya da tam tersi, iktidarın desteğini arkasına alan İslamcılar “Yeni Türkiye İslamcılığı” kimliği ve sloganıyla küllerinden yeniden mi doğacak? ÜMITVAR MIYIZ? Şu kesin ki, her toplumsal/ siyasi hareketler, bir zaman ve aşamadan sonra ana ilke ve hedeflerinde kaymalar yaşıyorlar; etkili bir siyasi hareket olma/kalabilme güdüsü ön alıyor, böylece temel hedeflerden uzaklaşarak ilke ve hedeflerin önüne geçiliyor. İdealizm, yerini gerçekçilik, akılcılık ve fay- 82 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 bi olamaz. Akılcı ve faydacı temelli hiçbir yapılanma, İslami doğuşa gebe kalamaz ve İslami dirilişi ifade edemez. Olsa olsa bu bir yalancı gebeliktir ve ölü doğmaya mahkûmdur. Sistemi İslamileştirmenin doyumsuz hazzını yaşarken, aslında sistemin renkleriyle boyandığımızı ve İslami hareketin o sihirli büyüsünü kendi ellerimizle bozduğumuzu da göremiyoruz ne yazık ki… İslamcılığın önündeki asıl büyük sorunlardan biri, İslami yapılanmaların beyinsel ve düşünsel anlamda gelişimini tamamlayamadan iktidar tuzağına düşmeleridir. Graham Fuller “Siyasal İslamın Geleceği” isimli eserinde: “Hiçbir şey başarısız bir iktidar deneyiminden daha fazla İslamcıları kötü gösteremez.” der. İslamcıları iktidara ulaştırıp, ardından başarısızlığa uğratma stratejisi Mısır’da olduğu gibi demokratikleşme oyununa angaje olmuş partilerin devrilmesinde başarı ile kullanıldı. Demokratik yollarla iktidara gelen İs- DÜŞÜNCE lamcılar, başarısız yönetimler ve darbelerle tek tek gidiyor. O yüzden, İslami hareketlerin, geleceğe ilişkin tüm hesaplamalarını mevcut iktidar üzerinden yapmaları ve geleceklerini iktidara ipotek etmeleri Türkiye İslami hareketine yapılmış en büyük zulümdür. O halde İslami Hareketin temel düsturunun “her halukâr da istikamet üzere olmak ‘durumu zaruridir ve İslami mücadelede istikamet üzere olmak için Rabbani seslenişe kulak vermek asıldır. İstikamet üzere olmak demek, O’nun istediği gibi, işaret ettiği doğrultuda dosdoğru yürümek demektir. O’nun elçisi gibi, eğilmeden, yılmadan, sabırla O’na doğru yürümektir. Kucağında hayırlı amellerle, gülümseyerek, korkudan emin, yok oluşlara ram olacağını bilse de, sapmadan… Dünyanın güzelliklerle dolu cazibeli, ışıltılı yolları gönlümüzü meylettirebilir. Aslolan ne kadar susuz kalınsa da çöllerde, geçici seraplara kanmadan yola devam etmektir istikamet… Bu yolda hezimet de olabilir, muzafferiyet de… Yenilgiye uğramak, hapislere atılmak, işkencelere maruz kalmak, toplum tarafından hor görülerek aşağılanmak, her daim yanlış istikamette olduğumuzu göstermez bize. Yenilgi de istikametin yol işaretlerindendir… Başarı istikametin işareti değildir hiçbir zaman! Çünkü galibiyet yalnızca Allah’ tan- dır. Kula düşen sünnetullahtan sapmadan istikamet üzere yürümektir. Yol üzerinde sataşanlara “selam” diyerek geçmektir istikamet… Sonuç olarak, Nebevi Metot’dan uzaklaşarak, kendi vehimleriyle dini yorumlayan, istikametten sapan, kendini her şeyin, herkesin üzerinde görüp kibir postuyla salınan; tabilerini birer robot teslimiyeti ile beyni sulanmış yığınlar haline getiren din baronlarını müşahede ederek hayatın merkezinden uzaklaştırmak elzemdir… Tüm bunların yanı sıra İslam’ın renklerinden bir kısmını bünyesinde barındıran bir iktidarın, altın taslarla sunduğu muktedirlik sarhoşluğu sakın bizleri aldatmasın! İslam’ın bazı cüzlerinin toplumsal hayata kötü versiyonlarla adaptasyonu, operasyonları sakın bizleri kurtulmuşluk sendromuna sürüklemesin! Beşeri iktidarlar gelip geçicidir. Aslolan Allah’ın dinin iktidarıdır! İslam, inkılabi bir dindir; metodu da inkılabidir ve zihin dünyamızda şekillendirmiş olduğumuz her türlü vesvese ve fısıltıdan beridir… İslami davet eylemi insani bir faaliyet olduğundan farklı zaman dilimlerinde yer yer güçlenmekte, zaman zaman zayıflayabilmektedir. Bunu belirleyen dönemsel davetçi profilleri ve tevhit âşıklarının samimiyetleridir. Onlara tabi olan davetçilerin istikamete bağlılıkları ve şuur birikimleridir. Eğer İslami hareket bağlı- ları yeise düşmüş, istikametten ayrılmış ve kendi bitişlerini genele hamlediyorlarsa bilsinler ki, biten kendi ruhlarıdır. İslami hareket bir ağaç misali her ne kadar sonbaharda ki gibi yapraklarını dökmüş, dallarını kurutmuş gibi gözükse de, yine her bahar da olduğu gibi yeni dirilişleri ve yeni sürgünleri bünyesinde barındırmakta; genç, diri ve özgür ruhları topraktan yeşertir gibi yeniden yeşertecektir… Tüm ümitlerin tükendiği, zamanın donduğu, kafaların putlara meyyal olduğu anlarda, sünnetullah üzere olan öncüler, daveti ölü bedenlere yayar, tevhidi kararan gönüllere haykırırlar… Bu haykırış, kuruyan çiçekleri yeniden diriltip, biten ümitleri tekrar yeşertir… Her dem öncü davetçiler için taze bir başlangıçtır… Bu din, her daim coşkulu, kalbi ümitle dolu, beyni öğretilmiş acizlikle sulanmamış davetçilerin omuzlarında yükselecek; insanları ebedi kurtuluşa çağıran davet meşalesi her daim yanıyor olacaktır. Esen rüzgârlarla beraber, İslam’ın taze nefesini ve gönüllerimizin serinleyeceği sabah yellerini bekleyelim. Yarının sabah yelleri, kim bilir nelere gebe!.. “Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler; ağzına dolar insanın. Sussan acıtır, konuşsan kanatır…” 1. Timurtaş, Mevlid, s.66. 2. Kadı Iyad, Şifa 1, 288-289. SAYI: 134 HAZiRAN 2015 83 DÜŞÜNCE Kuraniyyun ekolüne cevaplar KITABU’S-SÜNNE / MUSA CARULLAH BIGIYEF FERHAT ÖZBADEM [email protected] Musa Carullah Bigiyef’in Kitabu’sSünne adlı kitabının tercümesi şu anda Diyanet İşleri Başkanı olan Mehmet Görmez’e ait. “KUR’AN İslamı” denilince kastedilen Kur’an’ın tek kaynak olması ise bu yanlış bir yaklaşımdır, diyor: “Kur’an temel kaynaktır. Tek kaynak değildir. Tek kaynak olarak görmek evrensel olan İslam dinini diğer kaynaklardan mahrum bırakmak olur.” KITABIN tercümesi an itibari ile Diyanet İşleri Başkanı olan Mehmet Görmez tarafından yapılmış. Musa Carullah’ın bu eserini en iyi tercüme edecek zatlardan biri olarak Görmez, 1990 yılında “Musa Carul- 84 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 lah Bigiyef, Hayatı, Fikirleri ve Eserleri” adlı tezi ile yüksek lisansını tamamlamıştır. Bu tez daha sonra kitap olarak neşredilmiştir. Kitap ayrıca Rusçaya da çevrilmiştir. Eserin giriş kısmında müter- cim ‘Kur’an İslamı’ ve ‘Kitabus Sünne’ başlığı altında ‘Kur’an İslamı’ deyimini ilmi ve metodolojik olarak sorguluyor. Esasında kitabın içeriği kadar bu giriş bölümünün de önemli olduğunu belirtmek gerekiyor. Görmez, ‘Kur’an İslamı’ deyimini kullanmanın ve verilen anlamın yanlışlığını başlıklar halinde eleştiriyor. ‘Kur’an İslamı’ denilince kastedilen Kur’an’ın tek kaynak olması ise bu yanlış bir yaklaşımdır, diyor. Kur’an temel kaynak mıdır tek kaynak mıdır sorunsalına da cevap olacak mahiyette şöyle diyor:’ Kur’an temel kaynaktır. Tek kaynak değildir. Tek kaynak olarak görmek evrensel olan İslam dinini diğer kaynaklardan mahrum bırakmak olur.’ Aslında günümüzde de popüler bir tartışma konusudur bu konu. Görmez bu anlamda gündemdeki sorulara da cevap vermiş oluyor. ‘Kur’an İslamı’ derken kastedilenin sünnetin kaynak değeri taşımadığı anlamı ise bunun akla, mantığa tarihsel gerçekliğe ve Kur’an’a aykırı ola- DÜŞÜNCE cağını beyan ediyor, Mehmet Görmez. Konuyla ilgili ayet numaralarını vererek görüşünü delillendiriyor. Geleneğin toptan inkârı anlamında ‘Kur’an İslamı’ söyleminin öne çıkmasını ise yanlış buluyor Görmez. Gelenek içinde bir kısım sapkınlıklar ve sıkıntılar olabileceğini, lakin bunun toptan inkâr sebebi olmaması gerektiğini beyan ediyor. Geleneğin iyi yönlerinin alınabileceğine de vurgu yapıyor. ‘Kur’an İslamı’ kavramının alt yapısının ise yaklaşık iki asır önce Hint alt kıtasında neşet eden ‘Kuraniyyun’ ekolü ile ilgili olduğu, bunun ise Oryantalist projelerle ilgili olabileceğini ifade ediyor. Konu ile ilgili olarak önemli bir tespitte de bulunuyor Görmez; Kuraniyyun ekolünün ilk şekli sayılabilecek Hariciliğin toptan sünnet inkârcısı olduğu söyleminin yanlış olduğunu ifade ediyor ve bunu da şöyle delillendiriyor: İlk sahih hadisleri derleyen ve ortaya ‘Sahihi Cami’ gibi bir eser koyan Rebi b. Habib’in harici olduğunu hatırlatıyor. Mütercim, ‘Kitabus Sünne’ müellifi Musa Carullah’ın bu eseri Kuraniyyun ekolüne reddiye amaçlı yazmasa bile bu görüşe cevap amaçlı kaleme aldığını ifade ediyor. Musa Carullah Kazan Türklerindendir. Kitap ve sünnete yeni bir bakış açısı ile bakmayı denemiş kendi döneminin münevverlerindendir. 1949 yılında Kahire’de vefat etmiştir. Musa Carullah Görmez’in de ifade ettiği şekliyle eserde üç konu işlenmeye çalışılmıştır: Birincisi sünnetin Kur’an’ı öncelediği ve sünnetin asıl itibariyla bilgi ve ibadetin kaynağı olabileceği meselesidir. İkincisi, Peygamberliğin işlevsel olarak ümmete miras bırakıldığıdır. Ki burada şunu ifade etmek gerekiyor; uyarıcılık ve öncülük anlamında nübevvetin devam etmesi gerektiğine vurgu yapılmıştır. Üçüncüsü ise İslam’ın şeri delillerinin dörde indirgenemeyeceği, bu delillerin çok daha fazla olduğu meselesidir. Müellif eserinin fıkıh usulü ve hadis usulü okumalarına giriş kavlinden bir çalışma olması niyetini izhar ederken, İs- lam’ın şer’i delillerinin kısa ve veciz bir izahını da yapmaya çalışıyor. Ele alınan ilk konu sünnetullah, sünneti evvelin ve sünneti nebi kavramlarının izahı ile birlikte sünnetin esas itibari ile İslam’ın temel ibadetleri olan Namaz, Hac, Oruç ve Zekât gibi konularda şekil ve muhtevalarını belirleyen ana unsur olduğu ifade edilmektedir. Sünnetin kat’î hüküm bildiren delil oluşu konusu ele alınırken Kur’an’da Peygambere uyma ve itaat etme ile ilgili ayetler ve izahları veriliyor. Sünnetin kesin hüküm bildiren bir delil olduğu ele alınıyor. Sünneti inkârın bir faydasının ve haklı bir gerekçesinin olamayacağı konusu ele SAYI: 134 HAZiRAN 2015 85 DÜŞÜNCE Musa Carullah, sünnetin kaynak olarak Kur’an’dan önce geldiği görüşünü savunmuştur. Üzerinde tartışılması gereken bir yaklaşımdır bu. Bu görüşü serdederken İslam’ın amel ile ilgili kısımlarının ilk önce sünnette vücut bulduğunu Kur’an’ın bunları tasdik ettiği ve son şeklini verdiğini ifade etmektedir. alınırken, sünneti inkâr edenlerin gerekçeleri tek tek ele alınmakta, inkârcıların sünneti inkâr gerekçeleri şayet uydurma hadisler ise bu sünnetin suçu değil insanların suçudur, şeklinde görüş beyan etmektedir. Ayrıca bir kısım uydurmalar olmakla birlikte sahih olan hadislerin de olduğu ifade edilmekte ve uydurma hadislerden dolayı sünnetin toptan inkâr edilemeyeceğini, bunun da kimseye faydası olmayacağı ifade edilmektedir. Sünnet inkârcıları şayet sünnetin Kur’an’ın önüne geçmesinden dolayı inkâr ediyorlarsa bunun sebebinin sünnet olmadığı, insanların yaklaşımı olduğu ve ayrıca sünnetin Kur’an’ı öncelediği ifade edilmektedir. Bu bölümün sonunda maddeler halinde özet bilgiler verilmekte, fikirlerinin yanlış anlaşılmasının önüne geçmek için de yine maddeler halinde izah yapılmaktadır. Bu izahlar içinde iki madde dikkat çekmektedir; ilki sünnetin ilk kaynak olduğu görüşü, diğeri ise yeterli donanıma sahip her insanın içtihat yapabileceği, fakat taklit edilmesinin şart olmadığı görüşüdür. 86 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’in konumu ele alınırken ilgili ayetler tek tek ele alınmış ve Peygamberin konumunun ayetler ile belirlenmesi gerektiği ayetler ile tespit edilince, sünnetin bağlayıcılığının kesin şekilde anlaşılacağı işlenmektedir. Hz. Peygamber’in bütün yetki ve sorumluluklarının İslâm ümmetine miras kaldığı konusu ele alınırken, sünnetin bir miras olarak kıyamete kadar bu ümmete bahşedildiği işlenmektedir. Konu işlenirken ümmetin bu miras ile övülmesi dikkat çekiyor. Peygamberin sıfatları ve özellikleri tek tek ele alınarak bunların ümmete miras, sıfat ve özellikler olduğu ifade edilmektedir. Burada şöyle bir itiraz gelebilir: Peygamberin vahiy alması kısmı ve seçilmişliği nasıl miras olarak ele alınabilir? Müellif bu kısma değinmemekle birlikte ele aldığı başlıklardan şunu söyleyebiliriz: Peygamberin uyarıcılığı ve örnekliği üzerinden mesele ele alınmakta, işin kelamî kısmı üzerinde durulmamaktadır. Bu kısımda verilen ana mesaj kitabın da ana mesajını ihtiva etmekte- dir. Sünnet olmazsa olmazdır. Ve sünnet kıyamete kadar bu ümmetin en esaslı mirasıdır ve sahiplenilmelidir. İslâm’da bilgi kaynakları konusunda eserde çok ayrıntılı bilgiler yer almaktadır. Klasik eserlerde geçen edillei şer’iye (kitap, sünnet, icma, kıyas) ile birlikte diğer delillerinde olabileceği ifade edilmektedir. Diğer delillerin; ayetlerde zikredilen bütün deliller ilim, hüda, kitap, burhan, hikmet, güzel öğüt gibi delillerdir. Bunlardan başka ‘İslam’da fer’i deliller’ başlıklar halinde kısaca izah edilmektedir. Musa Carullah, sünnetin kaynak olarak Kur’an’dan önce geldiği görüşünü savunmuştur. Üzerinde tartışılması gereken bir yaklaşımdır bu. Bu görüşü serdederken İslam’ın amel ile ilgili kısımlarının ilk önce sünnette vücut bulduğunu Kur’an’ın bunları tasdik ettiği ve son şeklini verdiğini ifade etmektedir. Bununla birlikte hadislerin/sünnetin Kur’an’a arzedilmesi gerektiğini de savunmuştur. Bu savunma ile birlikte Görmez’in “Musa Carullah ve Sünnet Anlayışı” adlı makalesinde, onun ‘Kitabu’s Sünne’ adlı eserinde bu görüşüne riayet etmediği ve birkaç tane de sorunlu hadis olduğunu ifade etmiştir. Musa Carullah’ın fikirlerine reddiye olarak Mustafa Sabri Efendi’nin kaleme aldığı eserin de tahkik edilmesi bu konulara ilgi duyan okuyucular için faydalı olacaktır. HAYAT hayat Tüketimin bizi kuşatan zamanlarından tasarrufun huzur dokunmuş anlarına doğru SELViGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHiN [email protected] TÜKETIM çılgınlığıyla kazanılan hal; insanı her türlü ruhi kavrayıştan ve dolayısıyla manevi değerler üzerine kurulmuş herhangi bir kısıtlama ve sınırlamayı kabullenmekten alıkoyar. YAŞADIĞIMIZ çağ, içinde bulunduğumuz zaman dilimi bizleri topyekûn bir tüketim toplumu olmaya doğru sürükler. Çevremizde bulunan tüm uyarıcılar, reklamlar, mekânlar bu tüketim toplumunda yaşayan ve devamlı tüketme noktasında özne olan insana ayarlıdır. Eşrefi mahlûkat olarak yaratılan insan, tüm yaratılmışlardan farklı olarak, hayatı algılayıp yaşama makamında olmalıdır. Oysa sunulan tüm uyarıcılarla özünden uzaklaşır modern insan… Kendi kimlik ve kişiliğinden, asıl yapması gerekenlerden uzaklaşırken, modern zamanların kuşatılmışlığında adeta tüketerek tükenmenin duraklarına doğru uzanır menzilleri… Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim de; “Bir açgözlülük saplantısı içindesiniz, mezarlarınıza girinceye dek” Tekasür Suresi’nde belirtildiği üzere insan bu saplantıyla, çoğaltarak çırpınma hali üzere yaşantısını sürdürür. Yüce yaratıcı bu ayetlerle, insanın sınırsız ihtiraslarına ve daha özelde de içinde bulunduğumuz teknoloji çağında bütün insan topluluklarını baskısı altına alan tüm tüketimle alakalı eğilimlere vurgu yapmaktadır. Taşınır veya taşınmaz, gerçek veya hayali olan tüm kazançları, artırma ihtirası. İnsanın daha çok rahatlık ve konfor, daha çok maddi servet, insanlar veya tabiat üzerinde daha güçlü otorite kurma telaşı ve ihtirasıdır tüm bu çabalar… Tüketim çılgınlığıyla kazanılan hal; insanı her türlü ruhi kavrayıştan ve dolayısıyla manevi değerler üzerine kurulmuş herhangi bir kısıtlama ve sınırlamayı ka- bullenmekten alıkoyar. Böylece bütün bir toplum iç tutarlılığını ve dengesini her türlü mutluluk şansını yavaş yavaş yitirir. Yeryüzündeki yaşantısında yanlış bir hayat tarzının oluşturduğu ‘yeryüzü cehennemi’ insanın doğal çevresini sürekli olarak tahrip edilmesine ve ölçüsüz, sınırsız tüketim çılgınlığı, bütün ruhi ve dini yönelişlerin izlerini tamamen siler. Sonunda tüketen bireyin içinde bulunduğu kaos ortamı, dini ve ahlaki değerleri yaşanmaz kılar. Sonuç düş kırıklığı, mutsuzluk ve şaşkınlıktır. İnsan, hayatını müsrifçe yaşayarak, sorgusuz harcayarak ve tüketerek; bir gün terkedip gideceği dünyayı cennet yapma telaşıyla oyalanırken, aslında adım adım cehennemini inşa etmektedir. Modern insan doğal çevresini sürekli olarak tahrip ederken , ölçüsüz ve sınırsız tüketim çılgınlığıyla, hayatından bütün ruhi ve dini yönelişlerin izlerini de farkına varmadan siler… Asr suresinde yüce yaratıcı; “(Düşün) zamanın akıp gidişini. Gerçek şu ki, insan ziyandadır. Meğer ki imana erip doğru ve yararlı işler yapan- SAYI: 134 HAZiRAN 2015 87 hayat lardan olsun ve birbirlerine hakkı tavsiye edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden.” diye buyururken zamana yemin eder. Modern insanın en çok harcadığı, kıymetini bilmediği zamana yemin eder. Çünkü zamanını kullanma noktasındaki duyarsızlık, insanın tüketimin ziyan duraklarına getirecektir. Ve insan ziyanda olacaktır ayetin ifadesiyle. Zaman israfı her şeyin başlangıcı… Düşün akıp giden zaman derken, vurgu yapılan boşa geçirdiğimiz, gafil olarak sorumluklarımızı yaşamadığımız, kulluk şuurundan uzak yaşantılarımızdır aslında… Konformizm, hedonizm (hazcılık), oportünizm, sekülerizm ve kapitalizm önce insanı esir aldı. Sonunda, insanoğlu ona vadedilen, anlatılan cennetleri az bulup, yer eksenli cennetler kurma telaşına düştü. “Tüketin ha tüketin” diyerek çağrılar yapıldı durmadan. “Helal” olmayan bir hayatın sonunda “helak” olunacağı unutuldu. Ve insan kaygı çağı, kaos çağı, şüphe çağı olarak adlandırılan bir çağda yaşar hale geldi. Sonuç olarak tüketen insan; dünyacıdır. Ötesi ahirete inancı, maneviyatı yoktur ya da gereğince değer vermez. Tüketen modern insan bireycidir. Ailesini, çevresini düşünmez. Açlıktan ölen binlerce insandan habersiz tüketime odaklı yaşar. Tüketen insan şimdiki zamanı yaşar, yarını yoktur. Tüketen insan, israfçıdır, nifakçı değildir. Tüketen insan hazcıdır, huzuru yoktur. Bedeni vardır ama ruhu yoktur. BU TÜKETIM ÇILGINLIĞINA DUR DEMEK IÇIN NE YAPMALIYIZ? Bir, hesap günü endişesiyle, Bâki olana bağlılığımızı güçlendireceğiz. Ahiret bilincimizi bileyerek, dünyevileşmenin bayağılaştıran duraklarından adım alacağız… Peygamberimizin buyurduğu : “ Lezzetleri kesen şeyi ( ölümü) çok hatırlayınız.” ifadesini aklımızdan çıkarmamaya çalışacağız. İki, sorumluluk bilinci. İslami bir yaşantının sorumluluğunu taşıyarak, halife misyonunu omuzlayacak eşrefi mahlûkat olacağız. Salih bir kişilikle, sahih bir kimlikle, net, dimdik bir duruş sergileyeceğiz. Üç, tüm ayartıcılara karşı zırhlanmış olacağız… İbadet İnsan, hayatını müsrifçe yaşayarak, sorgusuz harcayarak ve tüketerek; bir gün terkedip gideceği dünyayı cennet yapma telaşıyla oyalanırken, aslında adım adım cehennemini inşa etmektedir. 88 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 ve adaletle, huzur toplumunu vasat ümmet olarak gerçekleştireceğiz. İsraf haramdır, iktisat sünnettir. Kıyamette herkes, şu dört suale cevap vermedikçe hesaptan kurtulamaz:1- Ömrünü nasıl geçirdi. 2- İlmi ile nasıl amel etti. 3- Malını nereden, nasıl kazandı ve nerelere harcadı. 4- Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı. (Tirmizi). Yüce yaratıcı buyuruyor: “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin ve yiyin, için, fakat israf etmeyin, Çünkü Allah israf edenleri sevm e z . ” (Araf , 31) Dünyadak i hayat her aç insanın, soframızdaki fazla ve israf ettiğimiz her lokmada hakkı vardır! SADE YAŞAMAK İÇIN NELER YAPALIM Hayatımızda acil önemi olmayanlardan arınalım, ihtiyaç sahiplerine verelim. İhtiyaç ile istek arasındaki çizgiyi belirleyip hayır demeyi öğrenelim. Reklamları fazla izlemeyelim. Televizyona gereğinden fazla vakit ayırmayalım, çocuklarımızla ve ailemizle vakit geçirelim. İhtiyacımız olmayan kıyafetleri almayalım. Alınca elimizde olanları ihtiyaç sahiplerine ulaştıralım. Gerekmedikçe kredi kartı kullanmayalım. Giymediğiniz, bekleyen eşyaları ihtiyaç sahiplerine verelim. Veren el alan elden üstündür. Peygamber Efend i - Peygamberimiz bereketin paylaşmakta olduğunu söylerdi her zaman. Misafirsiz sofrası hiç olmadı. Sade sofrasında her zaman birileri olurdu. miz(sav):” Siz işitmiyor musunuz? İşitmiyor musunuz? Sade yaşamak imandandır; sade hayat sürmek imandandır.” (Ebu Davud) buyuruyor… HELAL GIDA- BILINÇLI GIDA TÜKETIMI: Helalin Tanımı: En genel anlamıyla beş şey dışında her şey helaldir: 1. Leş, 2.Kan, 3. Domuz, 4. Alkol 5. Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanlar. Ancak gıda üretiminde kullanılan bazı hammaddeler yukarda adı geçenlerden birini ya da türevlerini içeriyor olabilir. Satın aldığımız gıdaların paketlerinde yer alan’içindekiler’ kısmını okuduğumuzda varlığından haberdar olduğumuz amino asitler, emülsifiyerler, enzimler, aroma maddeleri, jelatin, hidrolize proteinler ve vitaminler bunlardan sadece bazıları. “İslam’da bir şeyin helal olduğuna delil aranmaz. Haram değilse o mubah kabul edilir. Helallik asıl kabul edi- lir. Bir takım hayvanlar, bitkiler vardır ki, onlar haramdır. Mesela İslam’a göre hayvansal gıdalarda haram olanlar; domuz ve yaban domuzu, köpekler, yılanlar, maymunlar haramdır. Bit, sinek, kurtçuk gibi hayvanlar haramdır. Kurbağa, timsah ve benzeri hem karada hem suda yaşayan hayvanlar haramdır. Katır ve evcil eşekler de haramdır. İslami kurallara göre kesilmemiş diğer tüm hayvanlar haramdır. Aslan, kaplan, ayı ve benzeri sivri dişli ve ot obur hayvanlar haramdır. Kartal, Akbaba ve benzeri pençeli ve yırtıcı kuşlar. Doğu felsefesinde; insan ne yiyorsa odur. Tüm yiyip içtiklerimiz bizim hal ve hareketlerimize, amellerimize yansır. O nedenle bizim önderimiz, örneğimiz olan Peygamberimizin sünnetine uygun beslenmeye dikkat etmeliyiz. Peygamberimizin sofrası çok çeşitli yemeklerden meydana gelen zengin bir sofra değildi. Sade bir hayat yaşadığı için sofrası da sadeydi. Yemeğe başlamadan önce ve yemekten sonra ellerini yıkardı. “Yemeğin bereketi hem yemekten önce, hem de yemekten sonra elleri yıkamaktadır.” ( Tirmizi) Besmele ile başlar, dua ile bitirirdi. Aile fertlerinin yemeği bir arada yemelerini tavsiye eder ve beraber yenen yemeğin bereketli olduğunu belirtirdi. Bereketin paylaşmakta olduğunu söylerdi her zaman. Misafirsiz sofrası hiç olmadı. Sade sofrasında her zaman birileri olurdu. SAYI: 134 HAZiRAN 2015 89 DÜŞÜNCE Hızır olayı ve itaat anlayışı HÜSEYİN KUBAT MÜSLÜMANLARIN yaptığı en büyük hatalardan birisi sevdiğimiz, kendimize yakın gördüğümüz kişilerin her söylediğini onaylayıp itaat etmek, sevmediğimiz yahut bize uzak olan kişi ve düşüncelere mesafeli davranmak ve tümden reddetmek! HIZIR konusu üzerinde en çok konuşulan konulardan biridir. Ancak genel olarak Hızır insan mı yoksa melek midir, bir de yaşayıp yaşamadığı konusu çok tartışılmıştır. Kul olduğuna göre(Kehf:18/65) o da normal insanlar gibi yaşamış ve ölmüştür. Ancak bu olay neden Kur’an da anlatılmıştır? Hızır ile Musa(as)’ın yolculuğunda neler yaşandı? Bizim bundan çıkarmamız gerekenler nelerdir? Bu konular üzerinde pek durulmamış. Biz özellikle itaat konusunda olayı değerlendirmek istedik. Kur’an-ı Kerimde Hızır ismi geçmemektedir. Hadislerde ve tarih kitaplarında bu isim kayıtlıdır. Hızır, yeşil ve yeşillik anla- 90 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 mına gelmektedir. Bu şahıstan Kur’an-ı Kerim; “Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (Kehf:18/65) şeklinde bahsetmektedir. Bu kişiye Allah’tan ilim ve bilgi verildiği, yani vahye muhatap olduğu belirtilmektedir. Bu şahıs eylem ve fiillerini vahyin kılavuzluğu altında yapmaktadır. Kendi yorumuna veya isteğine göre hareket etmemektedir. Zaten buna bir Peygamberin tâbi olması da olayın önem ve ehemmiyetini göstermektedir. Burada dikkatimizi çeken iki önemli nokta bulunmaktadır. Birincisi İtaat konusu. Bir Peygamber olan Hz. Musa(as) başka birine itaat edebiliyor. Ve emrine karşı gelip eleştirdikten sonra dahi itaate devam edebiliyor. İkincisi ise bize itaatin sınırı gösterilmektedir. Hz. Musa söz vermesine rağmen akla ters gelen ve yanlış gördüğü konuda hemen müdahale edip sorguluyor. Biz Müslümanların defalarca yeniden okuyup üzerinde düşünmemiz gereken bir konu bu. İtaat konusunda yanlış yapmamızın sebeplerinden en önemlisi Kur’an-ı ve O’nun uygulaması olan sünneti bir bütün olarak değerlendiremememizdir. Bundan kurtuluşun reçetesi de Kur’an-ı ve Sünneti çok okumak ve üzerinde derin derin düşünmektir. Müslümanların yaptığı en büyük hatalardan birisi sevdiğimiz, kendimize yakın gördüğümüz kişilerin her söylediğini onaylayıp itaat etmek, sevmediğimiz yahut bize uzak olan kişi ve düşüncelere mesafeli davranmak ve tümden reddetmek! Şunu bilelim ki, İslam’da toptan kabul ve toptan red her zaman sakıncalı ve yanlıştır. Müslüman seçici olmalı, yani DÜŞÜNCE Müslüman akleden insandır. Dolayısıyla neyi yapıp neyi yapmayacağına aklın ilkelerine göre karar vermek zorundadır. Rastgele, gelişigüzel bir tavır ve davranış müslüman kişiye yakışmaz. olayı değerlendirdikten sonra kabul veya reddetmelidir. Aksi halde doğruyu bulması mümkün değildir. Hızır olayında Hz. Musa söz veriyor ve bu kişiye itaat edip onunla seyahat etmek istiyor. Ancak yolda yanlış gördüğü olaylara hemen müdahale edip gerekçesini soruyor. Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerde de görüldüğü gibi Hz. Musa her defasında itaat edip bir şey sormayacağına dair söz verdiği halde, (Adam, “Sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin, demedim mi?” dedi. Mûsâ, “Unuttuğum için bana çıkışma ve bu işimde bana güçlük çıkarma!” dedi. Kehf:18/72-73) Yanlış gördüğü kendisine ters olan olayı anında sorguluyor. Ancak bütün bunlara rağmen seyahate devam ediyor. Bu kişinin yaptıklarının makul bir gerekçesinin olabileceğini düşünüyor. Çünkü bu zat yaptıklarını rastgele kendi düşüncesine göre yapmıyordu. İlahi vahyin kılavuzluğu altında bulunan bir kişiydi. “Derken kullarımızdan bir kul KEHF SÛRESi 60. Hani Mûsâ beraberindeki gence şöyle demişti: “İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım, ya da uzun zaman gideceğim.” 61. Onlar iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. Balık denizde yolunu tutup kayıp gitti. 62. Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ beraberindeki gence “Öğle yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzdan dolayı çok yorgun düştük” dedi. 63. Genç, “Gördün mü? Kayaya sığındığımız sırada balığı unutmuşum. – Doğrusu onu sana söylememi bana ancak şeytan unutturdu- Balık şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti” dedi. 64. Mûsâ: “İşte aradığımız bu idi” dedi. Bunun üzerine tekrar izlerini takip ederek gerisin geri döndüler. 65. Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. 66. Mûsâ ona, “Sana öğretilen bilgilerden bana, doğruya iletici bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım mı?” dedi. 67. Adam şöyle dedi: “Doğrusu sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin.” 68. “İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?” 69. Mûsâ, “İnşaallah beni sabırlı bulacaksın. Hiçbir işte de sana karşı gelmeyeceğim” dedi. 70. O da şöyle dedi: “O halde eğer bana tabi olacaksan, ben sana söylemedikçe hiçbir şey hakkında bana soru sormayacaksın.” 71. Derken yola koyuldular. Nihayet, bir gemiye bindiklerinde (adam) gemiyi deldi. Mûsâ, “Sen onu içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu, şaşılacak bir iş yaptın.” dedi. 72. Adam, “Sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin, demedim mi?” dedi. 73. Mûsâ, “Unuttuğum için bana çıkışma ve bu işimde bana güçlük çıkarma!” dedi. 74. Yine yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocukla karşılaştıklarında adam (hemen) onu öldürdü. Mûsâ, “Bir cana karşılık olmaksızın suçsuz birini mi öldürdün? Andolsun çok kötü bir iş yaptın!” dedi. 75. Adam, “Sana, benimle beraberliğe asla sabredemezsin demedim mi?” dedi. 76. Mûsâ, “Eğer bundan sonra sana bir şey hakkında soru sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme. Doğrusu, tarafımdan (dilenecek son) özre ulaştın (bu son özür dileyişim)” dedi. 77. Yine yola koyuldular. Nihayet bir şehir halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Halk onları konuk etmek istemedi. Derken orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. Adam hemen o duvarı doğrulttu. Mûsâ, “İsteseydin bu iş için bir ücret alırdın” dedi. 78. Adam, “İşte bu birbirimizden ayrılmamız demektir” dedi. “Şimdi sana sabredemediğin şeylerin içyüzünü anlatacağım.” 79. “O gemi, denizde çalışan bir takım yoksul kimselere ait idi. Onu yaralamak istedim, çünkü onların ilerisinde, her gemiyi zorla ele geçiren bir kral vardı.” 80. “Çocuğa gelince, anası babası mü’min insanlardı. Onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk.” 81. “Böylece, Rablerinin onlara, bu çocuğun yerine daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk vermesini diledik.” 82. “Duvar ise şehirdeki iki yetim çocuğa ait idi. Altında onlara ait bir define vardı. Babaları da iyi bir insandı. Rabbin, onların olgunluk çağına ulaşmalarını ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını istedi. Bunları ben kendi görüşüme göre yapmadım. İşte senin, sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.” SAYI: 134 HAZiRAN 2015 91 DÜŞÜNCE buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik”(Kehf:18/65) Birisine itaat ederken tüm yaptıklarını onaylamak ne kadar yanlış ise, en ufak bir meselede en önemli itaat mercilerine itaati terk etmek de o kadar yanlıştır. Müslüman akleden insandır. Dolayısıyla neyi yapıp neyi yapmayacağına aklın ilkelerine göre karar vermek zorundadır. Rastgele, gelişigüzel bir tavır ve davranış müslüman kişiye yakışmaz. Ayrıca itaat edilmesi gereken yerde itaat etmemek sadece itaat etmeyene zarar vermekle kalmaz tüm topluma büyük zararlar verebilir. Bu nedenle itaat merciine, bir takım hata ve yanlışlarından dolayı karşı koymak ya da isyan etmek doğru değildir. Ancak burada eleştiri hakkımız elbette vardır ve bunu kullanmamız da gereklidir. Eleştiri yıkmak, yakmak değil, bilakis en doğruyu tespit için kafa yormaktır. Ancak toplumumuzda eleştiri kültürü he- Müslüman birey, itaat ile emrolunduğu kişiyi gerektiği zaman eleştirmeli, açıklama ve gerekli izahı isteyebilmelidir. Ancak en ufak bir meseleden dolayı hemen isyan edip ayrılmamalı ve o kişiye cephe almamalıdır. 92 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 nüz istenilen ölçüde olmadığı için eleştiriyi sanki savaş gibi değerlendirebiliyoruz. Bir insana itaat ederken onun tüm söz ve hareketlerini onaylamamız gerekmediği gibi tümden reddedilmesi de gerekmez. İslam’da toptan kabul veya toptan red doğru değil ve birçok sorunu da beraberinde getiren bir tavırdır. Bundan dolayı müslüman neye niçin uyacağını veya neden karşı çıkıp reddedeceğini bilmelidir. Bir defasında Peygamber efendimiz hazırladığı müfrezenin başına Abdullah bin Huzafe(ra)’yi komutan tayin etmiş, mücahitlere de kumandanlarına itaat etmelerini emretmişti. Nasıl olduysa yolda giderken Abdullah İbni Huzafe askerlerin bazı hareketlerine öfkelendi onlara Rasûlullah(sav) bana itaat etmenizi emretmedi mi diye sordu. Onlarda evet emretti dediler. Bunun üzerine kumandan haydi bana odun toplayıp getirin, dedi. Mücahitler odunları toplayıp getirince onları yakmalarını söyledi. Ateş yakılıp da alevler yükselince, mücahitlere ateşe girmelerini emretti. Hepsi de sahabe olan mücahitlerin bir kısmı duraksadı bir kısmı ise komutanın emrinin yerine getirmek için hazırlanmaya başladı. Kumandanın bu akıl dışı emrine uymayanlar arkadaşlarını ne yapıyorsunuz siz, biz cehennem ateşinden kaçarak Rasulullah’a sığınmış kimseleriz şimdi ateşe nasıl atılırız diye uyardılar. Onlar meseleyi tartışırken ateş söndü. Komutanın da sinirleri yatıştı. Medine’ye döndükleri zaman olayı Rasûlullah efendimize anlattılar. Bunun üzerine Peygamber efendimiz şöyle buyurdu: Eğer Mücahitler o ateşe girselerdi kıyamet gününe kadar oradan çıkamazlardı. Çünkü yöneticiye itaat maruf olan emirler için söz konusudur. (Buhari, Meğazi 59) Hz. Musa burada Hızır(as)’a tabi olmaya söz verdiği halde, yanlışı gördüğü anda derhal müdahale edip kendisinden açıklama istemektedir. Ancak söz verdiği içindir ki; -bu söz Allah’ın yönlendirmesi neticesinde gerçekleşen bir sözleşmedir-yanlış gördüğü zaman eleştiriyor, açıklama istiyor, olayı sorguluyor; ancak itaatten de vazgeçmiyor. Bu olaydan şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Müslüman birey, itaat ile emrolunduğu kişiyi gerektiği zaman eleştirmeli, açıklama ve gerekli izahı isteyebilmelidir. Ancak en ufak bir meseleden dolayı hemen isyan edip ayrılmamalı ve o kişiye cephe almamalıdır. Burada mutlak bir itaatten söz etmiyoruz. İslam’da mutlak itaat ancak Allah’a ve Rasulü içindir. Bu iki kaynak dışındaki tüm mercilere mukayyet (sınırlı) itaat söz konusudur. Müslüman birey sürü değil ancak, her şeye karşı çıkan, her şeyi reddeden sürekli problem ve kargaşa üreten bir anarşist de değildir. Dengeyi çok güzel şekilde kurabilen bir şahsiyettir. Bunu ancak Kur’an-ı ve O’nun DÜŞÜNCE uygulaması olan Sünneti bir bütün olarak değerlendirebilenler kurabilir. Dolayısıyla bu iki kaynağı çok okumak, anlamak, yaşamak, bir bütün olarak değerlendirebilmek için çok gayret etmek gerekiyor. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de (itaat) edin. Eğer bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız artık onu Allah’a ve peygambere arz edin. Bu hem hayırlı hem de netice itibari ile daha güzeldir.”(Nisa:4/59) Görüldüğü gibi ayeti kerimede Allah’a itaatin şer’i bir sorumluluk olduğu belirtilmektedir. Ulûhiyetin en önemli özelliklerinden birisi şeriat vazetmektir. İlahi şeriatı tatbik etmek mecburiyeti vardır. İman edenler önce Allah’a sonra da Peygamberine itaat edip uymak mecburiyetindedirler. Şu halde Peygambere itaat etmek ona bu şeriatı gönderen Allah’a itaat demektir. Onun yüce sünneti ile verdiği hükümler tatbik edilmesi mecburi olan Allah’ın şeriatının bir parçasıdır. Kur’an’ın açıkça beyanına göre imanın varlığı ve yokluğu bu şeriatı tatbik etmeye ve bu şeriatın emirlerine uymaya bağlıdır. Emir sahiplerine gelince onlara itaat de üçüncü aşamada zikredilmektedir. Mü’minlerden olan mü’min emir sahiplerine, yani Allah’a ve Rasûlüne itaat eden yasama sorumluluğunu ve hâkimiyet telakkisini sadece Al- Şahsi heves ve ihtirastır ki hakkı açıkça gördüğü halde insanı kanaatinde ısrar ettirir. Bu insan kendi “şahsını” terazinin bir kefesine, “hakkı” öbür kefesine koyup şahsını hakka tercih etmek gibi acıklı bir duruma düşürür. lah’a bırakmak, bütün yaşam telakkisini yalnız ondan almak gibi sınırları ve şartları ayeti kerimede belirtilen hususları yerine getiren emir sahiplerine... Ayeti kerime Allah’ı itaati ve O’nun tarafından gönderilmiş olmasından dolayı Peygambere itaati esas kabul ediyor. Emir sahiplerine gelince bunu “sizden” kaydı ile Allah’a ve Rasûlüne itaat etmeye bağlıyor. “İtaat ediniz” kelimesi Rasulullah’a itaat hususunda ikinci defa tekrarlanmış olduğu halde emir sahiplerine itaat hususu zikredilirken tekrarlanmıyor. Böylece onlara itaat hususunun onların Allah’a ve Rasûlüne itaat etmelerine bağlı olduğunu itaat yetkilerini Allah’a ve Rasûlüne itaat keyfiyetinden aldıklarını takrir etmiş oluyor. Rabbimiz Allah(cc) diğer bir ayeti kerimesinde ise şöyle buyuruyor: “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Yoksa başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider. Sabredin şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal:8/46) Müslüman topluluğun Allah’a teslim olmuş bir vaziyette savaşa girmesi ayette işaret edilen ayrılık sebeplerini ortadan kaldırıp bitirir. İnsan- lar ancak komut ve prensipleri yönünden ayrılığa düştükleri fikir ve düşüncelere arzu ve hevesler yön verdiği zaman birbirleriyle münakaşa ve mücadele ederler. Ama Allah ve Rasûlüne itaat etmek suretiyle teslim oldukları zaman aralarındaki münakaşa ve mücadelenin en mühim sebebi kendiliğinden yok olup ortadan kalkar. Hatta bir mesele hakkında çeşitli fikirler öne sürülse dahi fikirlerin farklılığı münakaşa ve ayrılığa yol açmaz. Ancak şahsi heves ve ihtirastır ki hakkı açıkça gördüğü halde insanı kanaatinde ısrar ettirir. Bu insan kendi “şahsını” terazinin bir kefesine, “hakkı” öbür kefesine koyup şahsını hakka tercih etmek gibi acıklı bir duruma düşürür. Müslüman topluluğun mücadelesini sürdürürken Allah’a ve Rasûlüne bağlı olan emir sahiplerine gönülden ve yürekten itaat etmek suretiyle bu tür hazin durumlara düşmemesi hareketin başarısı için son derece önemlidir. Bunun sağlanması topluluk içerisindeki bütün fertlerin itaat ruhu ile mücadeleye katkıda bulunup ayrılığa, çekişmeye sebebiyet verecek her türlü davranış ve hareketten şiddetle kaçınmasına bağlıdır. SAYI: 134 HAZiRAN 2015 93 DENEME Yeniden doğuş NECLA ARPA GÜLAÇAR [email protected] SEN geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın, ölüden diriyi diriden ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de hesapsız rızık verirsin.(Ali-İmran, 27) İMANIN en güzel tecellisidir yeryüzünün ayetlerini okumak, bu ayeti her okuduğumda ilk defa okuyormuşum gibi tüylerim ürperir. Nasıl bir şey, kimlerin gücü yeter ki, gündüzün üzerini karanlıkla örtmeye veya zifiri karanlığı alıp apaydınlık güneşli bir gün bırakmaya… Dirilişe en iyi örnek ilkbahar değil mi? Ölüme örnek sonbahar ve soğuk bir kış mevsimi… Tüm canlılar rızkı için çabalarken O dilediğine hesapsız verir. Hesapsız verdiği rızıkla imtihan eder ve aklı başında her insan imanını bununla ikmal eder. Gök gürlüyor! Rabbimin helak etmesinden korktuğumdan yüreğim ürperiyor, gizlenecek bir yer arıyorum. Sonra yağmurlu yüklü bulutlar ağlıyıveriyor üzerimize. Yağmur şair ruhlu yürekleri hüzünlendirir. Bir taraftan bolluk bereket olacak diye sevinirken, öbür taraftan kalem kağıda hüzün damıtır. Yağmur ölü toprakta dirilmeyi bekleyen bilenmiş tohum- 94 SAYI: 134 HAZiRAN 2015 ları yeryüzünü envai renklerle donatacak, dirilecek her yer… Her gün sabah yeniden dirilmek için sabırsızlanıyor. Ben yağmura, güneşe, geceye, gündüze, mevsime Orhan Veli gibi bu havalara bakmayı, takmayı yeğliyorum. Zira memleketin karışık hali, ülkenin gündemi hep siyasi havalarda… VAZGEÇMEK! Vazgeçmek bazen en iyi seçim, en iyi tercih ve en iyi rey gibi geliyor… O kadar çok bayat söz işitiyoruz ki insanın çekip gidesi geliyor içinden. Ne yazık bizler her seçim dönemi bu sözlere aldanıyoruz, sokaklarımızı bayraklarla allayıp pulluyorlar, yerlerde tanıtım broşürleri ve göremediğim nice israflar… Bunlara ayrılan bütçe ile kaç yoksul, yetim çocuk doyar, kaç yıllık eğitim masrafları çıkar diye düşünmeden edemiyorum. Sonra en kötüsü seçmenini ikna etmek için karşı tarafı kötü gösterme eylemleri. Kim doğru söylüyor diye şaşırıyor insan… Rakibini ezmeden, kötülemeden olmuyor mu bu işler? Ve herkesin dilinde aynı söz’ Siyaset eşittir yalancılık, siyasette dost yoktur, siyaset rakibinin ayıp yanlarını ortaya dökme sanatıdır.’ Arzuya, hırsa , tırmanmaya güdümlü bir siyaset. Avamın canı çıksın Ğavas ne isterse o olur. Taban samimiyet içinde tavan yükselme aşkında. Hz. Ömer’i(ra) özlüyorum, adaletini sonra hızlı çıkışlarını ve yanlış yaptım deyip özür dilemesini. Hz. Ebubekir’in sözü gelir aklıma yanlış yaparsam aranızdan birileri beni uyarsın, düzeltsin, diye. Hz. Osman’ın merhameti ile kuşanmış siyasileri hayal ediyorum. Ve Hz. Ali’nin keskin zekâsını… En nihayetinde Hz. Muhammed(sav) onun siyaseti, yöneticiliği Medine İslam Devletinin zirvesindeki Peygamber, her insan ona istediğinde ulaşır aynı soruyu üç defa sorar aynı cevabı üç defa alırdı. Koruması olmayan bir devlet başkanı sevilen sayılan vermeyeceği hesabı olmayan bir yönetici. Etrafında kraldan daha kralcı bir zevat yok yani. O Allah’ın en son elçisiydi gece ile gündüz yer değiştirdiğinde Rabbini göz yaşı ile tesbih ederdi buna şahit olan ashabı Hz. Bilal “Ey Allah’ın Resülü sen cennetle müjdelenensin DENEME nedir sende ki bu hal?” Buyurdu ki:’ Ey Bilal şükreden bir kul olmayayım mı?’ Ne garip, zapt edilemeyen dünya hırsımız bizi şükürden alıkoyuyor . Sisteme entegre olmuş dindar kesimimizin ötekilerden hiç farkı kalmamış. Bir zamanlar ötekileştirilen bizdik. Biz biliriz de ötekileştirmenin ne olduğunu ama erimişiz zaman içinde savunduğumuz değerlerde, erimiş popüler olmak için ne çok sıfat bulmuşuz kendimize. Bizim farkımız nedir karşımızdakinden? Savunduğumuz yücelttiğimiz değerler nerede? Vermesini bilen almasını da bilir. Düşmana verdiğimiz değer ve ehemmiyetten ötürü şükretmeyi unutmuşuz. Ve nice sorumlu olduğumuz aç yatan seçmenimiz varken biz israf sofralarından kalkamaz olduk. Rabbim rızkı, mevki ve makamı dilediğine verirde dilediğinden alırda. Her şey değişir, havanın güzelliğine aldanmayalım, eve tuzu, ekmeği götürmeyi unutmayalım. Bizler tarihi bilen insanlarız. Lale devrini, sadabat köşklerini unutmayalım. Gece ile gündüz nasıl yer değiştiriyorsa tarih, mekân ve makamda bir çırpıda değişebiliyor. Yüzlerin kızardığı o kaçınılmaz gün geldiğinde herkes şöyle der: ‘Eyvah bana keşki burada yeniden hayat bulmam için önceden bir şeyler gönderseydim.’ Yeniden doğmak, yeniden dirilmek umuduyla, yeni bir mevsiminde silkinmek dileğiyle… SAYI: 134 HAZiRAN 2015 95