İndir - Özgün İrade Dergisi

Transkript

İndir - Özgün İrade Dergisi
irade’den
AYLIK iLMi, FiKRi, SiYASi DERGi
Sayı: 134
Haziran 2015
Fiyatı: 7 TL.
Sahibi:
Çıra Basın Yayın Organizasyon
ve İletişim Hiz. Tic. Ltd. Şti. adına
Davut Güler
Genel Yayın Yönetmeni
Ramazan Kayan
Yayın Koordinatörü
Mehmet Duman
Tasarım
Fokus Ajans
www.fokusajans.com
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Ramazan Sarıkaya
Hukuk Danışmanı
Av. Fatih Yel
Adres:
Ali Kuşçu Mah. Kıztaşı Cad. Nalbant
Demir Sok. No: 10/3 Fatih/İst.
Tel: 0212 635 99 19
Faks: 0212 534 81 83
www.ozgunirade.com
Baskı:
Şan Ofset
Hamidiye Mah. Anadolu Cad. No: 50
34406 Kağıthane-İstanbul
Tel: 0212 289 24 24
Abone Şartları
Yurt İçi - Yıllık: 84 TL.
Yurt içi - Altı Aylık: 42 TL.
Yurt Dışı - Yıllık: 60 Euro-75 Dolar
Hesap No
ÇIRA BASIN YAYIN
İş Bankası Fatih Şb. (TL.)
IBAN: TR20 0006 4000 0011
0201 7052 32
İş Bankası Fatih Şb. (EURO)
IBAN: TR84 0006 4000 0021
0200 7371 79
Al Baraka Fatih Şb. (TL.)
IBAN: TR75 0020 3000 0022
6672 0000 01
PTT Hesap No: 6024774
Recep, Şaban derken Ramazan ayına ramak kaldı. Ramazan sevinç günlerimiz.
Onu büyük bir coşku ile bekliyoruz. O büyük bir temizlik, arınmak isteyenler için.
Ardından Kurban ve Hac. Bunlar sembolik(şeair) yönü daha belirgin olan belli
zaman dilimindeki ibadetlerimiz. Doğrusu ibadetlerin sembolik yönü, kendisi
kadar önemli. Kendisi yani ruhu. Ona hayat veren özü. Bu öyle bir şey ki, bir an
için ruhun(öz) cesedimizden çıktığını düşünün… Tek başına cesedin hiçbir işe
yaramadığını, onun ruhla bir anlam ifade ettiğini biliyoruz.
Buradan hareketle sevgili okurlar, bu sayımızda kaybolan özü ele alalım istedik.
Bununla ibadetlerin ruhundan; yok olan, içeriksizleşen, sathileşen, niteliksizleşen ve
görünür hali öne çıkan bir vakıadan söz etmek istiyoruz. Bu sorunumuzu bir soruya
dönüştürerek kalem erbabından, yaramıza merhem olmalarını istedik. Konu bizim
dinmeyen yaramız. Şimdilik dergimizin bu sayısında problemin çok az bir kısmına
değinmiş olduk diyebilirim. Öz’den yoksun olma hali her kesimin derdi, ümmetin
başat meselesi. Pusulamızı şaşırtan ciddi bir mesele; dahası siyasi, sosyolojik
ve psikolojik yönleri olan bir konu. Doğrusu uzmanlarınca irdelenmesi gereken
toplumsal karşılığı olan kanayan yaramız.
Hoşumuza gitmese de görünürlüğün, imajın para ettiği bir devirde yaşıyoruz.
Bulunduğumuz yüzyıl için imaj yüzyılı nitelemesi bile yapılıyor. Tabi bu, bizim ele
aldığımız konuyu izah etmemizi de sağlıyor. Öyle bir illet ki, hastalık dindar kesime
de sirayet etmiş; onları, ibadetlerini çepeçevre kuşatmış durumda. Aslında İmaj/
görünürlük halimiz öne çıktıkça kaybediyoruz ve komik oluyoruz; ağırlığımızı, ağır
başlılığımızı kaybediyoruz. ‘Cüruf ve köpük dağılıp gider. İnsanlara faydalı olana
gelince o yeryüzünde kalır..’ (Rad, 7) ayeti meramımızı ifade etmiyor mu?
‘Sel gider kum kalır’ deriz ya, bu özdeyiş de problemin sonuçlarından
bahsetmektedir. İşin görünen kısmı yapay, sırıtkan; konu makyaj/imaj olunca
boyalar akar, gerçek ortaya çıkar. Oysa Müslümanlar çağın zebunu olmamalı.
Çağa ayak uydurmak adına, başkaları ne yer ne içer; zevkleri, tepkileri nedir? Her
ne ise onlara uymak gibi bir anlayışımız da olamaz zaten. Ama maalesef öyle
olmuyor. ‘Onlara karışı karışına uyacaksınız’ diyor ya hadisi şerif. Sonra da’ Hatta
onlar(daracık) bir keler deliğine girseler, muhakkak siz de o deliğe gireceksiniz’
demekle hem probleme ışık tutuyor hem de uyarıyor. O Rasul çünkü. Çağlar üstü
bir kişilik, dünden bugünü gören büyük insan. O en güçlü olduğu zamanda bile,
en zayıf olduğu dönemden farksızdı.Onun İmaj diye, ayak uyduralım diye bir derdi
yoktu. Adam dışarıdan geliyor, kalabalık bir topluluk içerisinden Peygamberimizi
arıyor gözleriyle.’ O benim’ diye seslenene kadar tanıyamıyor onu. Hayatı
sadeleştiren bir anlayışın mensubu O. (Mekke) Fethi geçekleşmiş. Adam korkudan
titriyor. Korkma, dedi. Ben kral değilim, dedi. Peki kral değildi de kimdi o? Kuru et
parçası yiyen Kureyşli bir kadının oğlu. Muhammed bin Abdullah. İmajsa İslam’ın
imajı bu. Ama şimdi bir problemimiz var. Örtünüyoruz, iyi kötü. Ama tesettürün
yasası/ruhu yok hayatımızda. İğreti. Alelacele, paldır küldür yapılan ibadetler; ifrat
ve tefrit dengesizliği içinde bir türlü vasatı bulamayan bizler. Hep kolay olanı, baskın
ve yaygın olanı seçtik. Ve aynileştik ötekilerle.
Sözün özü dinin kendisiyle baş edemeyenler, İslamı ‘hıristiyanlaştıramayanlar’
Müslümanları ‘hıristiyanlar’ gibi sembollerin esiri yapmak istediler.
Oysa ne İslam sembolik bir din ne de Müslüman(lık) sembollerin mahkûmu.
Sevgili okurlar, sizlerin beğeniyle okuyacağınız bir dergiyi hazırlamanın çabası
içerisindeyiz. Sizlerin de her alanda bize vereceğiniz desteği önemsiyoruz. Bu
ay daha şimdiden oruç ayının heyecanını yaşıyoruz. Umarım hayırlara vesile olur.
Oruçlu yapılan dualar daha farklı olur. Dualarımız kötülüklerin yok olması iyiliklerin
de gönlümüzde taht kurması için olsun..
Dünyevileşme
Dinde yoksullaşma ve yozlaşma
Dindarlık ve samimiyet
MUSTAFA ALTUNKAYA
Biz üç kişiydik
NECİP CENGİL
Zarfa değil mazrufa bakmalı
FATMA YAZICI TURAN
Kitap, adalet ve demir
HASAN AYIK
Refah ve rahat
rehavetimizi körüklüyor
ERSİN ERYILMAZ
Gençlerimizin
önündeki engeller
MUSTAFA SEFA
Rehavet
YAKUT BOZDOĞAN
8
12
16
18
20
21
23
BU SAYIDA
9. Öğretmen Sempozyumu...
MUHAMMET YETİŞ
Kırmızı Kitap: Eski Türkiye’nin gizli anayasası!
AV.CÜNEYT TORAMAN
NAHDA LİDERİ RAŞİD EL-GANNUŞİ:
Bedir de İslam’ın Huneyn de
Devrim, kendine yol çiziyor
DAVUT GÜLER
Geziden artakalanlar
MEHMET TURGUT
Din ve Diyanet
SAiT ALiOĞLU
İmam Hatiplerde vizyon ve misyon
MUSTAFA AKMAN
Müslüman vicdanın egemenlik problemi
MEHMET HANİFİ TOSUN
Feminizm kıskacında kadın
DR. YUNUS ÇOLAKOĞLU
31 Mart: İmparatorluğun sonu...
CELAL TAHİR
Suç işleyen gençlerimizi idam etmeden önce
BAKİYE MARANGOZ
12 Eylül ve Sahil Çay Ocağı
İSHAK GÜVEN
Ümmet şuuru
ABDÜLBAKİ ÇAĞATAY
İstikamet üzere olmak
ENES TARIM
Kuraniyyun ekolüne cevaplar
FERHAT ÖZBADEM
Tüketimin bizi kuşatan zamanları...
SELViGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHiN
Hızır olayı ve itaat anlayışı
HÜSEYİN KUBAT
Yeniden doğuş
NECLA ARPA GÜLAÇAR
24
28
32
36
45
48
54
58
60
64
68
72
76
81
84
87
90
94
BAŞ YAZI
Dünyevileşen
dindarlık
RAMAZAN KAYAN
[email protected]
DAHA çok özgürlük, daha çok günah
anlamına gelmektedir… Kebairden
sakınmayı bile akıllarına getirmeyen
nevzuhur bir dindarlık nüksediyor…
DININ anlam ve yaşam dünyamızdaki ‘kafa karışıklığı’ kaygı
verici boyutlarda seyretmektedir. Bulanık zihinler, belirsiz hedefler, boşlukta kalan yürekler…
İnsanımız heder oluyor. Görece
bir dindarlık, teselli vesilesi olsa da gidişat çok ta hayra alamet değil. Kaldı ki bugün dindarlığın ne olduğuna dair bir ölçüde elimizde kalmadı. Herkesin
dindarlığı kendinden menkul…
Öte dünyayı öteleyen, önceliği
bu dünya olan bir dindarlık anlayışı türedi.
Dindarlar zahirde etkin bir
görünüm kazanırken, dinin
esasta daha da etkisiz hale geldiği görülüyor…
Dindarların dünya da elbette
etkin olmaları gerekir ama erimeden, statükoya eklemlenmeden… Oysa ki bugün dindar kesim, seküler dünya’ya karşı ‘her
yerde varız ve başarılıyız’ düşüncesi ile dolu dizgin gidiyorlar… Kendi tüketim biçimlerini,
4
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
yaşam tarzlarını oluşturup hızla
sınıf atlamanın gayretindedirler.
Markalı ve pahalı tüketimle kendilerinin alt sınıflara ait olmadıklarını kanıtlama derdindeler…
Bu durum İslami aidiyet ve kolektif mesuliyetler üzerinde derin darbelere neden olmaktadır.
Daha çok özgürlük, daha çok
günah anlamına gelmektedir…
Kebairden sakınmayı bile akıllarına getirmeyen nevzuhur bir
dindarlık nüksediyor…
Tüketim kültürünün oluşturduğu istekler zinciri meşruiyet
zeminini zorluyor… Kazanmak
arzusu, kaybetmek korkusu insanımızı acımasız kılıyor… Nefsi
emmare iktidarı, iyilik ve insanlığı tehdit ediyor. Çıkarlar konuşuyor, vicdanlar susuyor… Nefsin köpürmesi, kalbin küçülmesi
anlamına geliyor.
Cebimizi dolduruyor, içimizi boşaltıyoruz. Kirlenen kişiliklerin kriteri kalmıyor. Gövdemiz
büyürken, gönlümüz daralıyor…
Göz yumduğumuz bu yozlaşma dalgası hepimizi vuruyor. Artık bozulma sadece seçkin, elit, zengin zümresine has
değil, toplumun tüm katmanları
kirleniyor…
Haktan, hidayetten, hikmetten, haşyetten kopan insan hızla hazların hadimi oluyor… Tutkuların tutsağı bir toplum.
Çamurlaşan insan cevherini yitirdi… Anlamdaki bulanıklık, amaçta buharlaşmaya dönüşüyor.
Bu duruma ne demek lazım?
Yoksa harici düşmanı saf dışı
bırakıp kendi nefsimizde mi boğuluyoruz? İç bozgunu mu yaşıyoruz?
Dünyanın geçici hevesleri
dedik ama görünen o ki, biz de
kalıcı etkiler bıraktı… Bunalıyoruz, bozuluyoruz, boş veriyoruz.
Daha da beteri, ikaz, ihtar, inzar,
irşad, ıslah edenimiz kalmadı…
Kendimize itiraz edecek mecalimiz de yok. Hevamıza ‘hayır’
diyecek takatimiz kalmadı…
Bir şekilde alıştık, alıştırıldık… Kanıksadık, kandık ya da
kandırıldık… Veya kendimizi
kaptırdık… Anti sosyal damgası yememek için her şeye ayak
uydurduk…
Yaşamın gafleti, gürültüsü
çöktü üstümüze; düşünemiyoruz, beynimiz uyuşuyor… Kal-
baş yazı
bimiz uyuyor. Yoksa olan biteni
umursamıyor muyuz?
Korkarım ki, kendimizden
uzaklaşıyoruz…
Seküler algılar, liberal tercihler, popüler kabuller ruhu yaraladı, kalbi parçaladı, kimliği kirletti…
Topraktan gelen bizler, betona dönüyoruz.
Kısacası sekülerizmin kuşatması altındayız.
Hayamız, edebimiz, erdemimiz, onurumuz, vakarımız elimizden alınıyor… Sadakat, kanaat, dürüstlük, mertlik, cömertlik,
eminlik toplumsal hayattan elini
eteğini çekiyor…
Modern dalga dindarlığı dumura uğrattı… Değerleri dejenere etti… Duyarlılıkları törpüledi…
Gün geçtikçe dünyevileşen
bir dindarlıkla yüzleşiyoruz…
Dünyalılaşma ile yetinmedik
dünyevileştik… Öte dünyaya duyarsızlaştık… Dünyevileşmenin
denîleşmek olduğunu unuttuk..
Dünyevileşmenin,
insanın
dünyaya geliş gayesinden kopuş ve Allah’a uzak düşüş olduğunu hatırlamadık…
Bu durum da çivisi çıkmış bir
dünyaya çivilenip kaldık…
Modern Müslüman dünyevileşmekle kalmadı, dini de dünyevileştirdi… Protestanlaşan bir
İslam pazarlanıyor...’Ilımlı İslam’
la İslam’ı ehlileştirme, evcilleştirme yoluna gidildi…
Teslim olunması gereken İslam, teslim alındı…
Bu bağlamda bunu ‘inandığı
gibi yaşamayanların, yaşadıkları gibi inanmaya başlaması’ olarak değerlendirmenin bir
sakıncası yoktur…
Artık olgu dinleşmiştir… Piya-
sa İslam’ı prim yapmaya başlamıştır… Popüler Müslümanlık
revaçtadır… Artık din, değişimin
öznesi olmaktan çıkmış, dönüşümün nesnesi olmuştur…
Dünyevileşme, dinde yoksullaşma ve yozlaşmanın önünü açmıştır.
Dünya ahret için olacaktı,
olmadı… Ahiret dünya için olmuştu…
Dinde laubalilik, şekilcilik,
dünyacılık, bireycilik, göstericilik, çıkarcılık dinin ruhunu zedeledi, itibarını düşürdü..
Muhafazakârlaşan Müslümanların muhalif duruşları değişti…
Görüntü de dindarlık artarken; insanlık, adalet, merhamet,
vicdan, akıl, insaf azaldı…
Dibe vuran ahlaki çürüme
acaba nasıl bir dindarlığa işaret ediyor?
Peki dindarlıktaki daralmayı
nasıl durduracağız?
Genç Müslüman jenerasyonun dejenerasyonu daha hızlı…
İbahiye mezhebi mensupları ne
kadar da çok!..
E-dindarlık dur-durak bilmiyor… Haram-helal sınırları
flu mu flu… Faiz, flört,fırsatçılık
toplumu fena vurdu… İç güdüler
hayatı içeriksizleştiriyor… Hedonizm yaşamı hiçleştiriyor…
Tesettürün tefessühü ile kadının kimliği tanınmaz oldu. Kadın
erkekleşirken, erkek kadınlaşmaya durdu… Kızlı-erkekli özel
yaşam alanlarının müşteri sıkın-
tısı yok… Sınıf atlayan İslamcılar
sorumluluklarından sıyrıldılar…
Ertelenmiş bir İslami mücadelemiz var… Geçici dünyada
sefere gecikmişliğimiz var… Çilesiz dindarlık… Bedelsiz cennet
beklentimiz var.
Modern mecralardaki meçhuller, muğlaklar, müphemler
maneviyatımızı ve manamızı bozuyor…
‘Gecikmiş annelikler’ nesli
tehdit ediyor…
Diri diri kreşe gömülen çocukların ‘suçu neydi?’ ‘Huzur evlerine’ defnedilen dedeler, nineler acaba ne derler?
‘Cennetin ayakları altına serildiği analar’ şimdilerde ayakaltı…
Anasız ‘ana okullarında’ yavrular ne arar, ne bulurlar?
Peki bu gidişat nereye?
Yozlaşan dindarlığı durdurmak için derin bir İslami refleks
gerekiyor…
İmanı hayata galip kılmadan
kaybolmaktan kurtulamayız…
Sürekli ölümü, ukbayı hatırlamadan dava adamı olamayız…
Bilelim ki; İslam sadece bir ritüel, retorik değil, alemlerin Rabbine teslimiyet ve O’nun rızasından şaşmamaktır… Hayatın tümünü kuşatan bir yaşam tarzıdır…
Diri ve duru bir dindarlık için;
tevbe, tevhid, takva, tezkiye ve
tefekkür kaçınılmazdır…
Kuşkusuz ‘Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe Allah
onları değiştirmez.’ Rad, 11)
Modern Müslüman dünyevileşmekle kalmadı,
dini de dünyevileştirdi… Protestanlaşan bir
İslam pazarlanıyor...’Ilımlı İslam’ la İslam’ı
ehlileştirme, evcilleştirme yoluna gidildi…
Teslim olunması gereken İslam, teslim alındı…
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
5
DÜNYEViLEŞME
Dinde
yoksullaşma
ve yozlaşma
DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA
DOSYA
Dindarlık ve
samimiyet
MUSTAFA ALTUNKAYA
[email protected]
ÖLÇÜLMESi ve tespiti zor bir sosyal vakıa
olarak sahte dindarlık, bedel ödenmesi
gereken zamanlarda minimum seviyede
iken dindarlığın prim yaptığı, zahiri
Müslümanlığın ticarete, servete inkılab ettiği
zamanlarda hızla yükselişe geçmektedir.
DIN, aklını kullananlar için kendi
iradeleriyle tercih ettikleri ve insanın Allah, insan ve varlık ile ilişkilerini düzenleyen semavî kurallardır.
Ünlü pergel metaforuyla bir ayak
sözkonusu semavi ilkelerde kalmak
koşuluyla diğer ayağın evrenler dolaşacağı ve her şeyin Allah’a adanacağı bir ‘dindarlık tipolojisi’ni ele almaya çalıştığımız bu makalede tarihin her döneminde türlü tezahürleri olan bir büyük sorun “samimiyet” sorununu ele alacağız.
Kur’ân-ı Kerîm samimi bir dindarlığa vurgu yapar, samimi olmayanlara “veyl (yazıklar) olsun size”
der. Bu ise, inancı kuru bir slogandan öteye taşıyıp içselleştirmekle
mümkün hale gelir. Böylece insan,
etrafında deveran eden kozmik sistemin ritmine ayak uydurmuş olur.
Namaz, oruç gibi görünürlüğü
bulunan ibadetler ile imanın sosyal
8
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
tezahürü olan davranış biçimleri insanın muzmerindeki imanı yansıtırlar. Bu nedenle tasavvufa adab ilmi de denmiştir. “Namaz, oruç vb.
ibadetler, itikadın şâhitleridir” diyen Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî’ye
göre; ihsanda bulunmak, açları doyurmak ve misafir davet etmek gibi
sosyal dindarlık tezahürleri samimi
dindarlığın göstergesidir.1
İman ve salih amel öz ile kabuk gibidir. İman öz ise salih amel
de onu koruyan dış muhafazasıdır.
Bu meyanda Allah Resulü’nden rivayetler de variddir. Buna göre, farz
ibadetler kulluğun özüdür, vacipler onların koruyucu zırhı, sünnetler vaciplerin, nafileler de sünnetlerin koruyucusudur. Dolayısıyla vacip, sünnet ve nafileleri hafife almamak gerekir.
Riyâ/gösteriş, sözlükte “görmek”
anlamındaki re’y kökünden türemiş,
hadislerde süm’a (şöhretçilik, işittirme) kelimesiyle birlikte gelerek, çıkar sağlamak için dindar görünmek2,
görünür olmaya çalışmak şeklinde
açıklanır. Muhâsibî, er-Ri’âye’de bu
kavramı ihlâsın karşıtı olarak ele alır
ve tahlil eder. Gazalî’nin, ibadeti Allah’tan başkası için yapmak, ibadetleri kullanarak dünyevî çıkar sağlamak3 olarak gördüğü riyâ insanlar
desin ve görsün diye bir davranışta bulunmak, içten pazarlık, sahte
davranmak, ikiyüzlülüktür.
Riyâ ve müraîlik, dindarlığın tarihinde her zaman varolan problemli
durumlardandır. Kur’ân-ı Kerîm’in;
‫ اال من اتي اهلل بقلب سليم‬/ Ancak Allah’a samimi bir kalple gelenler müstesna” ayeti ile “‫ من عبادك منهم المخلصين‬/ Ancak onlardan sana ihlasla kul olanlar başka” ayeti, imanın samimi tezahürünün bütün zamanların en
büyük hakkati olduğunu göstermektedir. Riyâkâr dindarlık ile ihlaslı dindarlık bir gerçek imanı diğeri
nifakı/ikiyüzlülüğü temsil eden iki
önemli kavramdır. Sahte dindarlık
ta diyebileceğimiz bu riyâkârlık, insanın inandığı gibi veya olduğu gibi değil, çeşitli hesaplarla başkalarının hoşuna gidecek biçimde hareket etmesidir. Ölçülmesi ve tespiti zor bir sosyal vakıa olarak sahte dindarlık, bedel ödenmesi ge-
DOSYA DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA
reken zamanlarda minimum seviyede iken dindarlığın prim yaptığı,
zahiri Müslümanlığın ticarete, servete inkılab ettiği zamanlarda hızla yükselişe geçmektedir.
İhlaslı bir imanın, iffet olarak tezahür ettiğini düşünürsek istemeyi ar bilip kendi dünyasında nasibi ile meşgul olan afif kimseler bu
dönemlerin de mağdurları, görülmezleri arasındadır.
Riyanın en çok karşılaşıldığı alan
kuşkusuz servet ve siyaset alanıdır.
Allah’ın kitabı gösterişi sıkça kınadığı halde4 Post-modern dönemde, imaja dayalı anlayışların terviç
ettiği bir riyâ/gösteriş kültürü oluşmuştur. Öyle ki “iyi olan görünür”
diyerek, bu anlayışlara fikri/felsefi
bir keyfiyet de giydirilmiştir.5
Esasen rea; görmek, inanmak
anlamındadır, ancak bu fiil müfaale
(karşılıklılık) kalıbına girdiği andan
itibaren olumsuz bir anlam yüklenmekte ve çirkin bir davranışa dönüşmektedir. Kitab-ı Mukaddes’in
de ahdi cedid kısmında Matta kitabında müteaddid pasajlar riyayı
çirkin görmektedir. Bu da gösteriyor ki riyâ bütün nebevî öğretilerin zemmettiği illetli bir davranıştır.
17. yüzyılın öne çıkan isimlerinden Şeyhülislam Yahya Efendi (ö.
1644) rindâne söyleyişiyle riyânın;
Cihan Devleti’nden mahllileşmeye
doğru gerileyen Osmanlı Medeniyeti’ni içe kapanmaya sevkeden
ciddi bir toplumsal illet olduğuna
dikkat çeker. Riyâ’ya dair dizelerinden birinde şöyle seslenir:
Mescidde riyâpişeler etsin ko riyâyı
Mey’e gel kim ne riyâ var ne mürâyî
Hz. Peygamber; “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır, münafığın
ameli ise niyetinden hayırlıdır” buyurur.6 Bu şekilde Peygamber (sav),
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
9
DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA
Mesnevi’de ihlas ve samimiyetten uzak
kimselerin davranışları ‘misk’ metaforuyla
açıklanır. Buna göre, gösterişçi bir dindarın
ibadeti, çöplükteki yeşilliğin veya lağım
içindeki gülün durumu gibidir. Nasıl ki insanlar
bu güle ilgi duymazsa, Allah da riyâkâr
kimsenin dindarlığına değer vermez.
her işte niyetin asıl olduğunu, katışıksız/halis niyet olmaksızın hiçbir şeyin değer kazanamayacağını anlatır. İşte riyâ, bu niyette, sahne
önünde gerçek niyetini saklamaya
çalışır. Riyâkar aktörü anlamak için,
İslami çalışma, İslami hareket, stk,
Allah rızası, infak, hizmet vb. adı ne
olursa olsun sahne arkasına uzanan
perdeyi aralamak gerekir.
Zaman zaman perdeler aralanınca sahnenin arkasında nelerin olup bittiğini görmek, Ebu Said Ebu’l-Hayr’ın dediği gibi göreni
de görüleni de silip süpürmektedir:
‫اســرار ازل را نـه تـو دانـي و نـه من‬
‫وين حرف معمي نه تو خواني و نه من‬
‫هســـــت از پـس پرده گفتگوی من و تو‬
‫چـون پرده بر افـتـد نه تو مانی و نه من‬
Ezel sırlarını ne sen bilirsin ne
de ben
Bu muammayı ne sen çözebilirsin ne de ben
Ben ve sen, konuşmamız hep
perde önünden
Perde bir düşüversin, ne sen kalırsın ne de ben.
Dindarlık, insanın iman-amel temelinde ortaya koyduğu davranış
biçimini, dindarca hayatı; inanılan dinin emir ve yasakları doğrultusunda yaşamayı ifade eden ve inanç,
bilgi, tecrübe/duygu, ibâdet, etki,
organizasyon gibi boyutları olan
bir olgu7 olarak anlaşılmalıdır. Din,
dindarlığın ihlaslı ve samimi olanını kabul edip diğerini merdud ad-
10
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
dederken riyâkâr dindarlığın da bir
illetli vakıa olduğunu ve giderilmesi gerektiğini ortay koymaktadır.
Riyâkâr dindarlık, güdümlü bir
dindarlık modeli olarak dış etkenlerin başka amaçlar için kullandığı
bir malzeme işlevi de görmektedir.
Yani riya, bağımsız olamamayı, kendisi olamamayı, güdülmeyi de beraberinde getirmektedir.
Bu tip dindarlığa fonksiyonel
dindarlık veya psikolojik ihtiyaçlar
dindarlığı da denebilir. Bu tip dindarlığı tercih edenler, dinden bir
şekilde yararlanmanın peşindedirler. Tıpkı Romanın 300 yıl boyunca mücadele edip etkisiz hale getiremediği İsevi öğreti karşısında dindarlaşarak Hıristiyanlığı
kabul etmiş görünmesi gibi. Siyasetin ve sermayenin dindarlığına
başka örnekler de verilebilir. Sözgelimi Müslüman savaşları yüzyılı olarak adlandırılan 21. yüzyılın ilk
çeyreğinde İslam beldelerinde yeni projelerin uygulamaya konulması
da bir tür dinden yararlanma, gösterişe dayalı dindarlık girişimi olarak görülebilir. Aynı şekilde Ramazan ayına kadar her türlü İslam dışı
yayını yapıp Ramazan’da dindarlık
gösterisi olarak bir takım programların sahneye konulması ya da İslam
karşıtlığı bilinen bir takım sembollerin Ramazan reklamlarında sıkça
kullanılması da gösterişçi dindarlık
olarak okunabilir.
DOSYA
Sonuç olarak sosyal hayatta, samimi dindarlığın yanında riyâkâr/
gösterişçi dindarlıkta vardır. Toplum
dindarlık temelinde ortaya konan
ilişkilerden bir kısmını, belki büyük
çoğunluğunu samimi olarak algılarken, bir kısmını gösteriş olarak
algılamaktadır.
Mesnevi’de ihlas ve samimiyetten uzak kimselerin davranışları
‘misk’ metaforuyla açıklanır. Buna
göre, gösterişçi bir dindarın ibadeti, çöplükteki yeşilliğin veya lağım
içindeki gülün durumu gibidir. Nasıl ki insanlar bu güle ilgi duymazsa, Allah da riyâkâr kimsenin dindarlığına değer vermez.8
Mevlânâ, daima dindarlıkta ‘denge ve ölçülülüğü’ öne çıkarmıştır. Bu
konuda erişilmez ve sözden ibaret olan dindarlık anlayışlarını kâfirle Müslüman diyaloğu öyküsüyle dile getirir. Erişilmez dindarlık örneğini ünlü sûfi Bayezid-i Bestamî
üzerinden yapar. Mevlânâ’nın anlattığına göre, “Bâyezid-i Bestamî
zamanında bir gayrimüslim vardır.
Bir Müslüman ona, ihtidâ ederek İslâm’a girmesini tavsiye eder. Bunun
üzerine gayrimüslim, “eğer kendisine rol model olarak Bâyezid-i Bestamî’nin Müslümanlığı sunuluyorsa,
ben onun Müslümanlığına güç yetiremem” der. (Mevlânâ, Mesnevî, V,
283 (3356–3362)
Bu diyalogdan anladığımız kadarıyla Mevlânâ, insanları erişilmez
bir dindarlığa değil, ölçülü ve yaşanılır bir dindarlığa çağırmak gerektiği üzerinde durur. Belki Bayezid’in dindarlığı üst düzey bir tecrübe biçimi olabilir. Mizaç farklılığından dolayı Bayezid-i Bestamî
gibi âriflerin zühde dayalı dindarlık düzlemi, umuma cazip bir dindarlık düzlemi olarak sunulduğun-
DOSYA DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA
da sorun oluşturabilir. Bundan dolayı Mevlânâ da böylesi olağanüstülüklerle süslenmiş ve tamamen insan gücünü zorlayan menkıbelerle
örülü dindarlık tarzlarının topluma
model olarak sunumunun olumsuzluklara yol açacağını dile getirir.
Mevlânâ, temsile dayalı olmayan dindarlık biçimini de eleştirir.
Dindarlık bir yere ait olma duygusu ise, iman, bireyin gündelik hayatını dönüştürecek ‘eylem’ bütünlüğüne sahip olmalıdır. Bu sebeple
Mevlânâ, “Allah’ın varlığına ve birliğine inandım” demekle kalınmamasını, mutlaka dindarın sosyal hayatla ilgili ilişkilerinde “ahlâkî” ilkeleri eksen alan; iman-amel bütünlüğünü sağlamış bir dindarlık örneği sergilemesi gerektiği uyarısında bulunur. Eğer böyle olursa, insanların eğilimi İslâm’a yönelir, aksi bir tutum olursa, o zaman da İslâm’dan uzaklaşmalar baş gösterir.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, Mevlânâ’ya göre ideal anlamda
dindarlık; iman-amel bütünlüğüne
sahip olmaktır. Bir mü’minin Allah’ı
razı etmek anlamında yaptığı her
türlü eylemin adı olan ibadet, samimi dindarlığın göstergesidir. Bu
sebeple Mevlânâ, samimi olmayan
Dindarlığın çeşitli
isimler altında
ambalajlanarak
satışa arz edilmesine
karşı durmak bütün
dindarların boyun
borcu olsa gerektir.
dindarlık türlerini hastalıklı bir bünyeye benzetir. O, hastalıklı dindarlıkların, iyiyi eylem hâline getirmek
ve kötüden de kaçınmak suretiyle tedavi edilebileceğini dile getirir.
‘Dindarlık, dinde görünürlük
keyfiyet/kemiyet konusuna değindiğimiz bu yazıda Müslümanların içerikten ve özden yoksun,
riyâkâr hallerinin tehlikeli boyutlara ulaşmaması için tedbirler alınması gerektiğine vurgu yapmaya
çalıştık. Sembolik dindarlıklar, marka Müslümanlıkları bir yayılma, bir
artış olarak görülmemeli, içerikten
kopuk bir dindarlaşmanın, sürdürülebilir bir çağrı olmayacağı unutulmamalıdır.
Ayrıca İslamî meselelerin ve dindarlığın, magazinel düzlemde içerikten yoksun bir endüstri malzemesi yapılmasına müsaade edilmemelidir. Hıristiyanlığın başına gelen-
lerin Müslümanların da başına gelmemesi için bu yönde farkındalık
oluşturucu sosyal, kültürel, pedagojik programlar uygulanmalıdır.
Her yaşta insana Nezaket Eğitimi
uygulaması resmi kuruluşların görünürlük malzemesine dönüşmemeli, öncülerin hazırladığı projeler,
resmi/yarı resmi stk’ler elinde heba
olmadan bağımsız sivil kuruluşlara devredilmeli ve uygulanmalıdır.
İslamın ve İslamî çalışmaların, stk
kültürü içinde ticaretin ve siyasetin malzemesi yapılmasına müsaade edilmemelidir.
Son olarak Müslümanları yeniden ihlas, zühd, vera’ ve takva
kavramlarına yönlendirmek gerekir. Dindarlığın çeşitli isimler altında
ambalajlanarak satışa arz edilmesine karşı durmak bütün dindarların
boyun borcu olsa gerektir.
Dipnotlar
1. Mevlânâ, Mesnevî, Çev. V. İzbudak, İstanbul 2004, C. V, s. 47 (185-190.
2. TDV İslam Ansiklopedisi, Riyâ md.
3. Gazali, İhya-yı Ulumi’d-Din, C. III, s. 297.
4. Bakara 264; Nisa 38; Maun 6;
5. Guy Debord, Gösteri Toplumu, Ayrıntı
Yayınevi, İstanbul 1996, s. 16.
6. Beyhakî, Şuabü’l-İman, Beyrut, 1990.
V, 343.
7. M. Emin Köktaş, Türkiye’de Dinî Hayat,
İşaret Yayınları, İstanbul 1993, s. 62.
8. Mevlânâ, a.g.e., C. II, s. 31
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
11
DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA
DOSYA
Biz üç kişiydik
NECİP CENGİL
[email protected]
iNSANLARIN bir kısmı diri olmayan,
uyuşmuş, ‘Sen daha iyi bilirsin efendim’
komutuyla çalışan makinelere dönüşmüş…
Diğer taraftan itaat sınırını bilmeyen, eleştiri
hududunu çiğneyen, vasat yani denge
çizgisini ihlal eden nesil boy veriyor.
GÖRÜNÜR dindarlık yani şekilci
dindarlık artıyor. Zahmetsiz nimete ulaşma hayalleri gibi, zahmetsiz cennet hedefleri girdabı içinde
yol alıyoruz. Siyasiler meydanları
tıka basa dolduruyor lakin insanlığa çare üretecek fedakâr ve üretken anlayış giderek geriliyor. Okuma, araştırma, tefekkür oranı düşüyor. Nereye bu gidiş sorusu en çok
sorulan sorular arasında… Aslında
bu sorunun bir diğer hali geçmişte çok sorduğumuz “ne yapmalı”
sorusudur. Ve sanırım şimdilerde
sorulması ve cevabı aranması gereken soru budur.
Bazı sorular var ki tek bir cevabı olmaz. Kimi cevaplar için, o gün
karşılaşılan meselenin tarihte muadili olmuş mu, ne yapılmış, buna
bakmak gerekir. Tarihi muadil aranırken, yıllar öncesine gitmek gerektiği gibi, daha derinlere de gidilmesi icap edebilir. Zira bozulma olarak görülen şey insanlığın
ortak sorunudur, çözüm de öyle…
Adına dindarlık denmeden de soruların cevabı bulunabilir. Zira din-
12
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
darlık, insan farkındalığıyla bağlantılıdır. Belki bütün soruların cevabı
‘iyiler cennettedir’ ayetinin içeriğinde gizlidir. Allah’ın yarattığı, değer
verdiği, önemsediği ve halife dediği insan, onun Âdemleşmesi veya
İblisleşmesiyle ilgilidir.
Son Peygamber Nur dağında,
tepeden Mekke’ye baktığında belki de ‘Ne olacak bu şehrin hali, bu
şehir nasıl kirlerinden arınır’ diyordu. Eğer böyle bir soru sorduysa,
bunun nedenleri olmalıydı. Şehrin
sosyal ilişkileri, ekonomik ilişkiler,
kadın-erkek ilişkileri insanlık açısından dibe vurmuş olmalıydı. Mesela şehrin zenginlerinin para kazanma usullerinin bir ahlakı yoktu.
Sözgelimi kamu malı denilebilecek,
Kâbe’ye hediye edilen ziynet eşyalarını, gizliden aşırıp götüren ve
bununla zengin olanlar vardı. Faiz
bireysel olarak bir tekel oluşturma
modeliydi. Birine borç veren, süresi dolunca, verdiği borcu arttırarak tahsil ediyor; tahsil edemezse,
borç verdiği şahsın evinde, hoşuna giden kadına, kızına el koyuyor,
onu ‘çalıştırarak’ parasını faiziyle birlikte kazandıktan sonra, kadının rehin durumu sona eriyordu. Bir kadın istediği erkekle ilişkiye girebiliyor veya bir erkek istediği kadınla
ilişkiye giriyor, sosyal doku giderek
endişe verici boyutlara ulaşıyordu.
Bu hengâmede temiz kalanların sayısı giderek azalıyordu.
Son Peygamber, tefekküre çekiliyor, yol arıyordu. Bu gidiş gidiş
değil, çözüm bulunmalı, yoksa toplumsal alt-üst oluşlar içinde tahribat artacak, temiz kalanlar yok olmaya doğru gidecek, şehir yaşanmaz hale gelecekti. Mesele şehrin,
insanlar için daha yaşanabilir bir
hal alması, kula kulluğun, zevklere
kulluğun insanı daha fazla esir almasının önüne geçilmesiydi. İnsanın pespayeleşen öncelikleri değişmeliydi.
Bugün şehirler yorgun; insanlar, evlerin içindekiler, sokaklar yorgun… Bu yorgunlukların nedenleri var. Her biri daha yaşanabilir bir
hayatın maddi cephesinde dalgalar arasında yoruluyor. İnsanların
aklı karışık, bu karışıklık ruha sirayet ediyor ve yorgunluk artıyor. ‘Sizin hayırlınız, insanlığa faydalı olandır’ ifadesi bir ilke olmaktan çıkmış.
Ötekini düşünmek rafa kaldırılmış,
rafların tozları arasında hatırlanacağı da yok.
Kurumsallaşma adı altında, insana yatırım ötelenmiş. Zaman rölesine bağlı iş yapan makineler misali, gel-git, getir-götür emir sigalarıyla bireysel bağımlılıklar; akle-
DOSYA DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA
den, üreten, okuyan, araştıran kişilikten daha çok önemsenir durumda… İnsanların bir kısmı diri olmayan, uyuşmuş, ‘Sen daha iyi bilirsin
efendim’ komutuyla çalışan makinelere dönüşmüş… Diğer taraftan
itaat sınırını bilmeyen, eleştiri hududunu çiğneyen, vasat yani denge çizgisini ihlal eden nesil boy veriyor. Okuyan, araştıran, yazan insanlarla alay eden yapılar gözlemleniyor. Bütün bunların oluşturduğu erozyonun etkisini azaltmak için
arada salon toplantıları düzenlenir,
meydanlara slogan komutlu çağrılar yapılır. Toplum bu çağrıları duyar ve dudak büker. Her gösteriye
gidenler, aşağı yukarı aynı kişilerdir.
Etkileyen kişilik, yerini tepki çeken
kişiliğe terk etmiş.
Neden?
Öncelikler sıralamasının değiştiğini söyleyebiliriz. Bir yandan toplumun değişen öncelikler sıralaması, bir yandan sivil toplumun, hiziplerin değişen öncelikler sıralaması.
Bu hengâmede, cemaat kelimesinin yerinde yeller esiyor. Hatta’ Cemaat olma derdimiz yok’ diyenleri duyuyoruz. Cemaat olmayı yeniden tartışmalı bu toplum!
Rol model sıkıntısından bahsedebiliriz. Hedef şaşkınlığı da rol model sıkıntısını etkiliyor. Hangi hedef
ve o hedefin rol modelleri kimler?
Mesela hedef her boyutuyla siyaset mi, nasıl olursa olsun kâr getirecek para oyunları mı, statü pazarlıklarının çevrelediği çıkar grupları
oluşturmak mı? Yoksa hedef ‘iyi insan’ ve hayata cennet nağmeleriyle dokunmak mı? Her sözüne ayet
karıştıran ancak çevresine ışık saçamayan anlatıcılar, rol model olamadıklarının farkına varıyorlar mı?
Kim kimi niye dinliyor; güzel kişili-
Aşırı, çıkarcı bir siyasallaşma girdabından
dem vurabiliriz. Belki siyasileri besleyecek
bilge insanlar yetiştirmek yerine, siyasilerin
ağzına bakıp alkış furyasına ayak uyduran bir
siyasallaşma var diyebiliriz. Siyasilerin kişilikleri
önemsenmeden, onlarla birlikte poz verme yarışı…
ğinden dolayı mı insanlara ehemmiyet veriliyor yoksa o günkü çıkar efsununa göre mi değer ayarlaması yapılıyor?
Aşırı, çıkarcı bir siyasallaşma girdabından dem vurabiliriz. Belki siyasileri besleyecek bilge insanlar yetiştirmek yerine, siyasilerin ağzına
bakıp alkış furyasına ayak uyduran
bir siyasallaşma var diyebiliriz. Siyasilerin kişilikleri önemsenmeden,
onlarla birlikte poz verme yarışı…
‘Bizim yerimize her şeyi yapıyorlar,
bize alkışlamak düşüyor’ zihniyeti
ile çevrelenen garip haller… Zorlama destek çıkışlarıyla, öne çıkarılan
insanlar ve bu insanların toplumda
estirdiği soğuk rüzgârlar…
Bağımlılıkların artması, özgün
ve özgür iradenin devre dışı veya
önemsiz kalmasından söz edebiliriz. Uyuşturucu bağımlılığına karşın, zihin blokesi getiren bağımlılıklar; düşünmeyen, üretmeyen, öne-
ri ve eleştiri dengesinden uzak yönelimler…
Akıl-duygu dengesi sorunu…
Kopma ve yalnızlaşma siyaseti;
biz herkesten önemliyiz, onlar da
kim oluyor yaklaşımları içinde gelişen olaylar…
Ciddi sınavlardan geçmiş insanların, gücü eline geçirenler tarafından ötelenmesi, bu anlamlı yolu birlikte besleyen insanların birbirinden kopması, yola birlikte çıkanların, yolda buldukları insanlarla
sarmaş dolaş, geçmişi ‘tatlı bir anı’
haline getirmesinden konuşabiliriz.
Akıl yorgunluğu, duygu yorgunluğu, zihniyet yorgunluğunu
gündeme getirebiliriz. Ehem-mühim dengesizliğinin ürettiği yorgunluklar ve ürettiği küskünlükleri ele alabiliriz.
Kardeşlik ifadesinin içini boşaltan özel ilişkiler, bu ilişkilerin dışladığı insanlar, dışlanan insanların çev-
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
13
DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA
rede oluşturduğu olumsuz etkiden
bahsedebiliriz.
Etkileyen, inandırıcı rol modellerin giderek azalması… Toplumu akıl
ve duygu dengesi içinde besleyecek bu rol modellerin yetişmesine
önem vermeme… Neden toplumu
heyecanlandıracak şairler yok, yazarlar yok, bilge insanlar yok. Yoksa
var da ‘onlar da kimmiş’ mi deniyor.
Derdim var, çözüm arıyorum
diyenlerin toplumsal oranı düşüyorsa gecikmeden arayışa girmek
gerekir. Bu arayış kuru toplantılarla
sonuç getirmez. Ruhsuz meydanlarla olmaz.
“kardeşlik dalgalarım zalimlerin kıyılarında
Firavunlara girdap olsun
Musalar kurtulsun
Yusuflar kuyudan çıksın isterim
Yakup olmuşum uzak diyarlarda
Doğacak ay ve güneşi beklerim…”
Belki ivedi açılımlarla, canlı girişimlerle, gerçekçi duygu cümleleriyle, etkileyen rol modellerle ve içi
boşaltılmamış bir kardeşlikle yeniden boy vermek gerekir.
BiZ ÜÇ KiŞiYDiK…
“fedakâr”
“cesur”
“mütevazı”
önce “fedakâr” gitti aramızdan
14
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
DOSYA
Etkileyen, inandırıcı rol modellerin giderek
azalması… Toplumu akıl ve duygu dengesi içinde
besleyecek bu rol modellerin yetişmesine önem
vermeme… Neden toplumu heyecanlandıracak
şairler yok, yazarlar yok, bilge insanlar yok.
Yoksa var da ‘onlar da kimmiş’ mi deniyor.
sonra “cesur”
cesaretini zevklere sattı
ve “mütevazı”
kibre kapılıp izini kaybettirdi
kimse kalmadı
şimdi iman
o “üç kişiyi” arıyor.
biz üç kişiydik
sevmek için karşılık beklemeyen
içten hesapsız
çıkarlara satılmamış duygularla yürüyen
şehir bir başka yeşillenirdi bizimle
baharı sonbaharı alkış tutardı
yaz serinlenirdi kanatlarımızla
efkâr uzaklaşırdı
stres yüklenmezdi sokaklar
bir seyyah
bir ziyaretçi
bu şehirde huzur var derdi
şimdi
şehir ve iman
bu üç kişiyi arıyor
biz üç kişiydik
kuyulara attılar
kervancılar bulup
uzaklara sattılar
gömleklerimiz
arkamızdan yırtıldı
zindanlardayız
şimdi
hayra yoracağımız
rüyalar bekliyoruz
biz üç kişiydik, evet
bir ikiyi, iki üçü arıyor
bulduğumuz
buluştuğumuz gün
yürekler yine bizim olacak
şimdi
buluşacağımız
bir Arafat
bir cebeli rahme arıyoruz./
Belki sorun bu; buluşacağımız
‘cebeli rahme’ sorunu…
Belki sorun şu; aklın ve yüreğin
birlikte veya ayrı ayrı devreden çıkarılma sorunu…
DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA
DOSYA
Zarfa değil
mazrufa bakmalı
FATMA YAZICI TURAN
[email protected]
TOPLUMUN her kesiminde namaz var ama
meramına ulaşmayan bir namaz. Oruç var ama
manen içi boşaltılmış bir oruç. Zekât, infak,
yardımlaşma dilden dile dolaşıyor ama pek çok
başka kavramı da beraberinde sorgulamayı
gerektirecek bir hal almış durumda.
“RAMAZAN ayı, ki onda Kur’an,
insanlara yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak
indirildi. Sizden bu ayı idrak eden,
onda oruç tutsun; hasta veya yolculukta olan, tutamadığı günlerin
sayısınca diğer günlerde oruç tutsun. Allah size kolaylık ister, zorluk
istemez. Bu kolaylıkları, sayıyı tamamlamanız ve size yol gösterdiğine karşılık O’nu yüceltmeniz için
meşru kılmıştır; ola ki şükredersiniz.” (Bakara 2/185)
Ramada; Ragıp el-ısfahani’ye
göre; güneşin fazla kızışması, ısının
şiddeti anlamına gelir. Erdun ramidetun; kızgın toprak. Ramidetul ganemi; koyun sürüsü, kızgın güneşin
altında otladı ve ciğerleri bundan
dolayı susuzluktan kurudu. Bununla beraber yaz sonunda, güz mevsiminin evvelinde yağıp yeryüzünü
tozdan temizleyen yağmur da “ramada” kelimesinden alınmıştır. Bu
16
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
yağmurun yeryüzünü temizlediği
gibi, Ramazan da mü’minleri günah kirlerinden temizler. Peygamberimiz(sav)”Kim inanarak ve alacağı sevabı Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş
günahları bağışlanır”. (Buhari) buyurmuştur.
Irak’ın Ramadi kenti vardır. Güneşten kavrulmuş, çoraklaşmış topraklar, suya, yeşilliğe, serinliğe hasret çöl anlamına gelir. Ramazan kavramı da, ilk vahyin bu ayda gelmesinden dolayı, çağın kirleri ve yozlaştırmasıyla katılaşan insan kalbini, gönlünü, ruhunu ve beynini bir
anda nasıl arındırdığını çok güzel
ifade ediyor.
Ramazanı anlamlı kılan, vahyin
bu ayda indirilmiş olmasıdır. Çölleşen gönülleri ve yozlaşan fikirleri, bahara çevirip dirilten, Rabbimizin lütfu ve merhameti Aziz Kitabımızdır. Çoraklaşmış insan ruhu
için Hacer’in zemzemi gibidir. Aziz
Peygamber’e Kevser’i bağışlaması,
“ıkra” oku; düşün, anla, sorgula, evreni bil, kendini bil, eşyayı bil, Rabbini bil ve tanı. Çöl ve çamur iklimlerinden çık, Kevser iklimine yücel.
Toplum olarak siyah ve beyaz
gibi keskin hatlar yerine daha flu
daha uzlaşmacı daha orta bir millet
olduğumuz şu yıllarda, dini ritüelleri çokça kullanır hale geldik. Bu her
kesim için böyle sayılmaktadır. Dini
kavramlar toplumun her kesimince oldukça rahat bir biçimde kullanılmakta. Dünya görüşü ne olursa
olsun Kur’ani kavramlar dilden dile ve her ortamda rahat bir biçimde dillendirilmekte ve her amaca
uygun hale getirilmektedir. Her kesim kendi ideolojisine veya düşüncesine hizmet amacıyla toplumun
her birimi tarafından kabul gören
bu ifadeleri oturumlarında öncelikli
tercih etmektedir. Bu yüzdendir ki,
kavramların içerdiği mana iyice daraltılmış, hatta yeni anlamlar yüklenmiştir. Toplumun her kesiminde
namaz var ama meramına ulaşmayan bir namaz. Oruç var ama manen içi boşaltılmış bir oruç. Zekât,
infak, yardımlaşma dilden dile dolaşıyor ama pek çok başka kavramı da beraberinde sorgulamayı gerektirecek bir hal almış durumda.
Cezayirli düşünür, ‘Fikir Ve Put’
eserinin yazarı Malik Bin Nebi’nin
DOSYA DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA
İslam dünyası için önemli bir tespiti var, diyor ki; “İslam dünyasında
insanlarda, bir kırılma yaşanmakta.
Müslümanlar aya değil, ayı gösteren parmağa takılmışlar. Bunu sonucu şudur ki, asıl vurgulanmak istenen, bu hedef şaşmasından dolayı ıskalanmaktadır..’ Mecellede de
buna benzer bir yasa vardır; “Zarf
değil mazruf önemli” diye .
Gerçekten de insanlar özden
uzaklaşarak, kabuğa takılmış, asıl
hedef unutularak, sayılar ve şekillerle gösteriş öncelenmeye başlanmıştır. Bunun sonucudur ki, âlimlerin mesajları değil, şahsiyetleri konuşulur olmuştur. Ve herkes din hakkında her şeyi konuşabilir duruma
gelmiştir. Sokağa ve medyaya düşen din tartışmalarında toplumun
her bireyi, fikir beyan etme hakkını
kendinde bulmuştur. Kelimeler ve
kavramların taşıdığı Kur’ani anlamlardan çok fonetik ve şekil vurguları öne çıkmıştır. İbadetlerin muhtevalarından çok tadili erkân, şekilsel
özellik, kabuk kısmı önemsenmiştir.
Oysa asıl olan Allah’ın rızasıdır. Fatiha’da ifadesini bulan; “Ancak sana
kulluk eder ve yalnız sen den yardım isteriz” tevhid ilkesine dayanan
bir bilinç sergilemektir.
“Beni hatırlamak için, anmak için
namaz kılın.” (Taha 20/14) Allah ile
iletişimimizi, rabıtamızı, her zaman
canlı tutmalı, kulluk bilinci içerisinde
yaptığımız her eylemde Mevla’nın
her şeye şahit olduğunun bilinciyle yaşamalı.
İbadetlerimizin makbul olmasında ihlâsın, sosyal hayatımızın
sağlıklı yürümesinde samimiyetin
ayrı bir yeri vardır. İhlâs ve samimiyet, karşılıksız sevgi ve saygı; gösterişten, dünyevi çıkar beklentisinden
uzak davranış demektir. Hal ve ha-
reketlerinde Allah’a yönelmek, yalnız O’nun rızasına talip olmaktır. Allah Teâlâ, bu mukaddes dinin hâlis
din, yani her türlü dünyevi menfaat ve çıkar beklentisinden uzak, her
çeşit bâtıl düşünceden arındırılmış
din olduğunu bizlere Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirmektedir. “Onlara,
ancak Allah’ın dediğine gönülden
bağlanarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri
emredilmişti. Sağlam din işte budur.” (Beyyine, 5)
İbadetler kulun Allah’a yolladığı
mektuplara benzer. İbadetlerle yüzeysel ilişkiye giren, onların ruhuna
nüfuz etmeyen ve ibadetin kendi
ruhuna nüfuz etmesini sağlamayan, Allah’a içi boş bir zarf göndermiş gibidir. Elbet bu da bir şeydir ve
hiç yoktan iyidir. Ama aynı zamanda bir ciddiyetsizlik göstergesidir.
İyilik ettiğiniz birinden mektup aldığınızı düşünün; zarfın içi boş çıkınca ne düşünürdünüz?
İbadetlerle yüzeyden değil özden ilişki kuran, zarfın içini boş bırakmamış demektir. Ramazan’la
yüzeyden değil de özden ilişki kurmak, Ramazan’ın varlık sebebi olan
vahiyle ilişki kurmak demektir. Çünkü Ramazan Kur’an’ın doğum ayı
kutlamasıdır. Eğer insan ilahi bir inşa projesi olan vahiyle ilişkisini yüzeysel tutmuşsa, ibadetlerle ilişkisi
de yüzeysel kalmaya mahkûmdur.
Yani Allah’tan gelen mektup hükmünde olan vahyin, sadece zarfına bakan, Allah’a yollanmış, mektup hükmünde olan ibadetlerin içini de boş bırakacaktır.
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
17
DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA
DOSYA
Kitap, adalet
ve demir
HASAN AYIK
[email protected]
iLiM ve tefekkürden yoksun bir okuma
biçiminin ortaya çıkardığı kurusıkı hukuk
anlayışı ve tefekkürden yoksun Kur’an ve
sünnet yorumlarının Müslümanları nereye
götürdüğünü acı bir şekilde tecrübe ediyoruz.
HADID 25. ayette Allah şöyle buyuruyor: ‘Andolsun biz elçilerimizi
açık kanıtlarla gönderdik ve onlarla beraber Kitabı ve (adâlet) ölçü(sün)ü indirdik ki insanlar adâleti yerine getirsinler. Ve kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlara birçok
yararlar bulunan demiri indirdik ki
Allâh, kimin (ondan yararlanarak)
gaybda (görmediği halde) kendisine ve elçilerine yardım edeceğini bilsin, (ortaya çıkarsın). Şüphesiz
Allâh kuvvetlidir, dâimâ üstündür.’
Bu ayette Kitap, Adalet ve Demir birlikte zikredilerek, hem bunların ayrılmaz bir bütün olduğu ortaya
konulmakta, hem de tevhit geleneğinin oturduğu, birbirinin tamamlayıcısı (mütemmim cüzü) olan, birbirinden ayrılmayan üç temel unsura dikkat çekilmektedir. Öyle ki, bu
üç temel unsurdan birinin yoksunluğu, diğerlerini işlevsiz bırakacaktır.
18
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
Bu üç temelden birincisi olan kitap,
başta satırlara dökülmüş vahyi, daha sonra satırlara dökülmemiş vahiy olan kâinatı, ayrıca vahyin ışığı
ile aydınlanmış aklın ortaya koyacağı ilim ve tefekkürü, nihayet bu
tefekkürün ortaya çıkaracağı yazılı ilkelere işaret ettiği söylenebilir.
Ancak tek başına Kitap yeterli
değildir. Bunun yanında temel erdem olan adalet gerekmektedir.
Kadim düşünceden beri ahlakın
temel erdemi olarak kabul edilen
adalet, tevhit geleneğinde de ahlakı temsil etmektedir. Bir medeniyetin ayakta durabilmesi için sadece yazılı ilkler ve ahlak yetmemektedir; buna ilaveten demir, yani güç
de gerekmektedir.
O halde diyebiliriz ki, Peygamberlerin temsil ettiği tevhit geleneğinin tarih boyunca kurduğu medeniyetlerin birbirinden ayrılmayan üç
temel unsuru bulunmaktadır. Bunlardan ilki, kitabı temsilen ilim, tefekkür ve bunun ortaya koyacağı yazılı
ilkeler olarak hukuk; ikincisi söz konusu hukuku ayakta tutacak olan adalet ya da ahlak, üçüncüsü ise bu hukuk ve ahlakı yaşatacak olan güçtür.
Günümüz Müslümanları olarak,
kitabı okumak ve anlamak konusundaki gayretlerimizin şöyle ya da
böyle belli bir ivme kazandığını; kitabın ayetlerinden ve Peygamberimizin sünnetinden hukuk ilkeleri
(fıkıh kuralları) çıkarabilme çabalarımızın belli bir yoğunluğa ulaştığını
söylemek mümkündür. Ancak ilim
ve tefekkürden yoksun bir okuma
biçiminin ortaya çıkardığı kurusıkı
hukuk anlayışı ve tefekkürden yoksun Kur’an ve sünnet yorumlarının
Müslümanları nereye götürdüğünü
acı bir şekilde tecrübe ediyoruz.
Müslümanlar olarak, insanlara
adaletle hükmedebilmemizi sağlayan adalet ve onun üzerine bina
edilen ahlak konusundaki eksikliklerimiz ise apaçık ortadadır. Adil olmak, hakkı sahibine teslim etmek,
evrensel merhametle bütün mazlumların hakkını savunmak, adaleti bütün yeryüzüne yaymak gibi
erdemlerimizi uygulanabilir kılacak olan gücümüz ise yok denecek kadar azdır.
DOSYA DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA
Bugün Müslümanlar olarak öncelikle ilim ve tefekkürden uzaklaştığımız için düşünce geleneğimizde var olan uzun soluklu düşünme
biçiminden de uzaklaştık. İbn-i Sina’nın, Gazali’nin, İbn-i Rüşd’ün tartıştığı ontolojik ve epistemolojik tartışmalar, gündemimizden düştüğü
gibi algı kapasitemizi de ciddi anlamda zorlamaktadır. Bu anlamda ilmi derinliğimizi kaybettiğimizi, düşüncelerimizin sığlaştığını acı
bir biçimde müşahede ediyoruz.
İslam medeniyetinin ihyasından sıkça söz edilen günümüzde,
bu medeniyetin temel taşlarından
biri olan ilim ve tefekkürde derinleşmek durumundayız. Artık derin
bir kavrayışı (tefekkuhu) olmayanların din adına ortaya koyduğu kurallar ve sığ yorumlar, tevhidin ihyasına değil, Allah korusun imhasına neden olabilir.
Kitabın hayata uygulanış biçimi
olan adaleti kaim kılacak olan güç,
Hadid suresinin 25. ayetinde belirtilen demir örneğinde olduğu gibi,
sahibini güçlü kılacak ve bütün insanlar için yararlı olacak olan teknolojik güçtür. Modern bilimin ortaya
çıkardığı teknolojik gücün şiddetini iliklerine kadar hisseden Müslümanlar olarak, bu gücü kazandıracak olan bilimden de çok uzak olduğumuzu söylemek durumundayız. Maalesef üniversitelerimizin bilim ve teknolojide modern dünya
ile yarışabilecek durumda olduğunu söylemek oldukça zordur. Biraz
modern dünyanın problemleri ile ilgilenen ve kitap okuyan gençlerimiz, bulundukları dünyanın ideolojik
kamplarına kaymakta, keskin uçların fedaileri olarak enerjilerini tüketmektedirler. Gününü gün eden eyyamcılarımız ise üniversite kapılarını, kısa yoldan diploma alıp yüksek
maaşla işe girebilmenin kestirme
yolu olarak görmektedirler. Okullarda bütün “Kitap Okuma” projelerine rağmen okuma alışkanlığı yükselmediği gibi, okunan kitaplar da
bilimsel- düşünsel kitaplar olmaktan çok duygusal kitaplar olmaktadır. Müslümanlar olarak bilmeliyiz ki, ‘Tevhit Medeniyeti’nin bayrağını dalgalandıranlar, her yönleriyle karşıtlarından daha nitelikli olan
insanlardı. Örneğin Hz. Yusuf sabrı,
edebi ve teslimiyeti yanında buğ-
Müslümanlar olarak,
ilim ve tefekkürde,
adalette ve ahlakta,
bilim ve teknolojide
çağımıza fark
atamadığımız
müddetçe, korkarım
çoğunlukla bize fark
atanların oyuncağı
olmak durumda
kalacağız.
day depolama konusundaki çağına fark atan bilgisi ile Mısır’a Maliye Bakanı olmuştur. Endülüs’teki
İslam medeniyetini ortadan kaldırmaya çalışan Hıristiyan Kralı ekonomistleri şöyle uyarmaktadır: “Bir Endülüslü Müslüman beş Hıristiyan’a
bedeldir. Eğer Endülüs’ten Müslümanların kökünü kazırsanız iş gücümüz sıfırlanacaktır” İşte şimdi, bu
farkı kaybettik.
Müslümanlar olarak, ilim ve tefekkürde, adalette ve ahlakta, bilim
ve teknolojide çağımıza fark atamadığımız müddetçe, korkarım çoğunlukla bize fark atanların oyuncağı olmak durumda kalacağız.
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
19
DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA
DOSYA
SORUŞTURMA
İçinde yaşadığımız toplumda ‘Dindarlık ve dinde görünürlük, sathilik, keyfiyet/ kemiyet dengesi’ başlıkları ile ifade edeceğimiz meselede, özellikle Müslüman kesimin içerikten ve özden yoksun, görünürlük hallerinin tehlikeli boyutlara ulaştığını görüyoruz. Müslümanların görünür olmak arzuları hayret verici
derecede artmış bulunmaktadır. Dine dair sembollerin gündelik hayatta giderek daha fazla yer tutması, İslam’ın mesajını güçlendirmekten ziyade son tah-
lilde çürü(t)meye neden olan bir tesir yapmaktadır. Müslümanların ve Müslümanlığın magazinleşip içeriksizleştirildiğini ve metalaştırıldığını, dinin ticarileşip siyasileştirildiğini istismar tehlikesi ile karşı karşıya kaldığını da görmemek
mümkün değil. Buradan hareketle Müslümanlığın görünürlükle sathileştiği,
şeklin ve sembollerin öne çıktığı, rehavetin ve nemelazımcılığın yaygınlaştığı
gerçeği ile karşı karşıya olan bu halin sebepleri hakkında neler söyleyebiliriz?
Refah ve rahat
rehavetimizi körüklüyor
ERSİN ERYILMAZ
DiNiN -dünyevi anlamda- “yükselen
bir değer” halini almaya başladığı
Medine döneminde, İslam
toplumu içerisinde münafıklık kol gezmeye
başlamıştır. Dindarlığın “para etmeye”
başladığı günümüz Türkiye’si açısından
da benzer bir durum söz konusudur.
“İMANIN gücü çilenin imtihanında
ortaya çıkar “denir. Temenni edilmez
ancak imtihanın (fitnenin), özü cüruftan ayırıcı bir rolü vardır. Her davanın ortak kaderidir ki; gerçek dava adamları zor zamanlarda ortaya
çıkar. Asr-ı Saadette de öyle olmamış mıdır?... İmanın avuçtaki bir köz
parçası gibiyken yüreklerde taşındığı, İslam’a girmenin hayati bir risk
taşıdığı Mekke günlerinde bir tek
münafık yoktur mü’minler arasında… Ancak dinin -dünyevi anlamda- “yükselen bir değer” halini al-
20
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
maya başladığı Medine döneminde,
İslam toplumu içerisinde münafıklık
kol gezmeye başlamıştır. Dindarlığın “para etmeye” başladığı günümüz Türkiye’si açısından da benzer
bir durum söz konusudur. Toplumsal anlamda bahsettiğiniz ‘sathileşme’ ve ‘kemiyet-keyfiyet tenakuzunun’ temelinde bu durumun yattığını düşünüyorum. Hicaptan yoksun ilginç ve iğrenç örtünme(!) garaibi bunun en somut tezahürüdür.
Daha özelde, İslam’la münasebeti kültürel ve geleneksel boyu-
tun ötesinde, daha bilinçli olan, İslam’ı dava edinen, bu özden uzaklaşmaya karşı mücadeleyi imanî bir
sorumluluk addeden Müslümanlara/İslamcılara, bize gelince… Benzer
tenakuzu maalesef bizler de yaşıyoruz. Yolların açılması hızımızı düşürüyor… İmkânların artması gayretimizi azaltıyor. Refah ve rahat, çabamızı değil rehavetimizi körüklüyor… Peki neden? Yaşadığımız bu
ruhsuzluğun sebebi nedir?
• 28 Şubat travmasının doğurduğu özgüven yitimi mi?
• İran devrimi, Afgan Cihadı gibi saiklerin seksenli yıllarda
dünyada estirdiği İslam rüzgârının kesilmiş olması, İslam
coğrafyasının bugünkü tablosuyla o günün idealizminin
bize yakın gösterdiği zafere
uzaklığımızı fark etmiş olmanın hayal kırıklığı mı?
• Muhafazakâr bir hükümet
eliyle dindarlar üzerindeki
baskıların kaldırılması ile sosyal ve siyasal İslami talepleri-
DOSYA DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA
mizin karşılandığı zannı mı?
• Toplumsal değişim hedeflerimizi hükümete tevdi ederek
bireysel/cemaatsel sorumluluklarımızdan kurtulduğumuz düşüncesi mi?
• Dünyanın tüm cazibesiyle
göz kırpmaya başladığı bir
dönemde zihnimizi, zamanımızı meşgul eden, yüreklerimizi işgal eden bir “dünyevileşme” hastalığına müptela
olmamız mı?
Hepsi veya bir kaçı… Vakıa ve
Enfal suresi 46. ayeti kerimesinde
belirtildiği gibi, bireysel ve toplumsal
“rüzgârımızı yitirmiş” durumdayız.
O rüzgârı, ruhu, aşkı yeniden yakalayabilmek için derin bir muhasebeye, kalbî bir arınışa, güçlü bir silkinişe, imanî bir yenilenişe had safhada muhtacız. Diriden ölüyü, ölüden diriyi çıkaran Rabbimizden bizi diriltmesidir duamız.
Gençlerimizin
önündeki engeller
MUSTAFA SEFA
Sivas Kadim-Der Yönetim Kurulu Üyesi
FACEBOOK’TAN, Twitter’dan
Sisi’yi deviren, Esed’i bitiren
ama Kuran’la, Resulullah’ın
hayatıyla mesafesi olan bir genç akıllarda
soru işareti uyandırmalı değil mi?
ÜNIVERSITE gençliği her zaman
için kendinde ciddi bir potansiyeli barındırmıştır. Bu hem gençliğin
verdiği enerjiyle hem de hayatın kimi sorumluluklarının henüz omuzlara yüklenilmemiş olmasının verdiği rahatlıkla ilgilidir. Bir de sayısal
çokluğu da göz önüne alırsak meselenin ehemmiyeti daha da anlaşılacaktır.
Toplumun dönüşümünü hedefleyen biz Müslümanlar için üniversite çalışması ihmal edilmemesi gereken bir alandır. İçerisinden geçtiğimiz süreç belki de tarihin kırılma
noktasıdır diyebiliriz. Türkiye prangalarından kurtulup ümmet için bir
umut ışığı olurken üniversiteli Müs-
lüman gençlerin değerlendirmesini yapmamız kaçınılmazdır.
Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki
tablo hiç de kötü değil. Allah’ın
diniyle dertlenmiş, davasını dava edinmiş, hayatını mücadeleye
ayarlamış, edep timsali ve hareketin ortasında kaliteli birçok gencimiz var ve yetişmeye de devam
ediyor hamdolsun. Ama sorunlar ve eksikler elbette var. Biz 10
maddede görebildiğimiz sorunları ele alacağız. Bu maddelerin eğitimcilere ve özellikle öncü gençlere hareketin daha iyi bir hale gelmesi için ipuçları olmasını ve çözüm adına üzerinde düşünülmesini temenni ediyoruz.
1. Bireysellik: Gençliğin belki de
en çok öne çıkan sorunu bireysel
hayat tasavvuru. Bireysellik beraberinde ortak hareket kabiliyetini de kırıyor. İstişaresiz, kendi kendine kararlarla hareket etmeye itiyor. Bu da hem bereketi hem verimliliği düşürüyor. Aynı evde kalan öğrencilerin namazlarını dahi
ayrı ayrı kıldığına şahit olabiliyoruz.
Bir bütünün parçası olmak yerine
kendi başına bir bütün tipler ortaya çıkabiliyor. Elbette sürü olmayı
kastetmiyoruz ama sürüden ayrılanı kurdun kapacağı gerçeğini de
es geçmemeliyiz. Şeytan yalnızlaşan insanları hele de gençleri daha
kolay aldatır. İsar, başkasının nefsini kendi nefsine tercih erdemi tarihte mi kaldı?
2. Ciddiyetsizlik: Ciddi olmayı
çatık kaşlılık olarak anlamadığımız
malum. Yaptığı işi özenle, önemle yapmayı kastediyoruz ciddiyet
derken. İhsan üzere olmak, yaptığını güzel yapmak; alınan kararlara
dikkatle uymak; söylenilen işin denilen zamanda başlaması ve yapıl-
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
21
DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA
ması gibi özellikler... İslami çalışmaları bir hobi, bir boş zaman meşgalesi gibi görmek değil hayatın anlamı, tam aksi olmazsa olmazı olarak görmek. Mesela, haftalık yapılan bir dersi cephede nöbet tutan
bir er ciddiyetiyle değerlendirmek.
Rahatından, uykusundan geçecek
bakış açısıyla hareket etmek ve
bunların eksiğini ziyadesiyle hissedebilmektir.
3. Fikrî Zayıflık: Okumanın zayıflaması neticesinde düşünce de
zayıflıyor ve bu sefer de hakikat sloganlar üzerine bina ediliyor. Önceki kuşaklardaki yoğun okuma faaliyetleri beraberinde üretimi de getirirken aksi durumda hazırdan yeme sıkıntısı doğuyor. Dergi çıkaran
hatta eser ortaya koyan gençlerin
yerini çıkan dergileri, yazılan kitapları dahi okumayan gençler almaya
başlıyor. Gençlerimizin söyleyecek
sözü, anlatacak meselesi olmalı. Fikrî bir münakaşa ortamında İslam’a
yapılan hücumları püskürtecek kapasiteye sahip olmaya mecburuz.
4. Sanal Mücahitlik: Sosyal
medyanın doğru kullanıldığında
ortaya çıkardığı olumlu sonuçlara
kimsenin diyecek bir sözü olamaz.
Ama bazı yapmamız gerekenlerin sadece sanal ortamda kalması da bir başka sorun. Gencin sos-
Bir hadis metnine
bırakın mana
vermeyi ibaresini
okuyamayacak
kimseler Buhari
münekkidi olup
çıkıyor. Doğuştan
müfessirler, zaten
etrafımızı kuşatmış
durumda.
22
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
yal medyada yazdıklarına, paylaştıklarına bakınca mangalda hiç kül
bırakmadığını görürken gerçek hayatında, namaz gibi temel eksikleri
olduğunu görmek üzücü. Facebook’tan, Twitter’dan Sisi’yi deviren,
Esed’i bitiren ama Kuran’la, Resulullah’ın hayatıyla mesafesi olan bir
genç akıllarda soru işareti uyandırmalı değil mi?
5. Gelecek Kaygısı: Buna rızık
endişesi de diyebiliriz. Daha birinci sınıfa gelip 4 yıl sonrasını hesap
eden kardeşlerimiz oluyor. Bu elbette okulu önemsememek, dersleri boş vermek anlamında değil.
Müslüman bir genç her alanda olduğu gibi derslerinde de örneklik
sergilemeli. Ama yersiz endişeleri
de bir kenara bırakmalı. Zamanın
şartları içerisinde yapılması gerekenler de es geçilmemeli. Allah rızkımıza kefilken, er-Rezzak iken, ‘Siz
Allah’a yardım ederseniz, O’da size
yardım eder’ iken gelip gelmeyeceği bile belli olmayan günler için
zihnimizi harap edip, hızımızı kesmeyelim.
6. Günlük, Kısır Siyasi Tartışmalar ve Tarafgirlik: İslam hayatın her alanına olduğu gibi elbette
devlet meselelerine de müdahildir.
Bir Müslüman da elbette siyasetle
ilgilenmeme bahanesine sığınamaz.
Ama bu particilik yapmak anlamına da gelmemelidir. Danışıklı dövüşlerin kurbanı olmamalıdır. Anlattığı zaman muhatabında onun
İslami yaşantısına ve bakış açısına
katkısı olmayan meseleleri dillendirmek kime ne sağlayacak? Hatta bu durumun davetimizin önüne geçme tehlikesini barındırması
da ayrıca dikkat edilmesi gereken
bir husustur. Tarafgirlik ise sadece
politik meselelerle değil mezhep,
DOSYA
meşrep, cemaatle bile olmaktadır
ki taassup Müslümanın işi değildir.
Hoca, üstad vb. kişileri yarıştırmak
bize bir katkı sağlamaz.
7. Kolaya Talip Olma: Zor olanın adam yetiştirmek olduğunu
söyleyelim, siz kolayı buradan çıkarın. Mesela salt salon programlarıyla nereye varılabilir? Bir konuşmacı çağırıp, bir salonda toplanıp
dağılmak kolay, ya sonrası? Ya da
kişi yapması gerekenleri başkalarına havale edip kendisi için de sadece onu desteklemeyi yeterli görse
bu da kolay olandır. Ama bir genç
gayretini hiçbir bahaneye sığınmadan azami derecede göstermelidir. Birilerine tabi olup oturmak ne
de kolaydır...
8. Tribünlere Oynama: Dostlar alışverişte görsün ya da ‘Bakın ‘ben’ bunu yapıyorum ha!’ hali.
Yapmış olmak için yapmak ne kötü. Birileri görsün diye veya birilerine yaranmak için hatta bir yerlerden çıkar elde etmek için yapılanların Allah katında bir karşılığı olacak mıdır ki? Dakika başı fotoğraf
çekinip tüm insanlık alemine yayma çabası, hatta bir etkinliğe sırf
fotoğraf çekinmek için katılmak ne
abes! Nefsi terbiye, tezkiye etmeden yola çıkmak en fazla onun hesabına çalışmayı getirir.
9. Karşı Cinsle İlişkiler: Maalesef
en çok gencimizi bu konuda kaybediyoruz. Tesettürün bile bir çağrı
aracı olduğu, her şeyin mubahlaştığı, ahlaksızlığın ahlak olduğu bir
dönemde işimiz çok zor gerçekten.
Hele bir de evlerinden, memleketlerinden ayrılmış, okuduğu şehirde
onu hiç tanıyanın olmadığı binlerce
gencin bulunduğu üniversite ortamı için. Bu bazen İslami kılıflarla da
olabilmekte. Sınırlar bir kere aşıldık-
DOSYA DÜNYEVILEŞME: DINDE YOKSULLAŞMA VE YOZLAŞMA
tan sonra da fazlaca normalleşiyor.
Hem milletin kalbi zaten temiz onlarınki ise tertemiz!
10. Usulsüzlük: Modernizmin
bizi ittiği bu kötülük en çok gençlerde tutmakta. Herkesin bir ‘bana göre, bence’ dini olmuş. Bir hadis metnine bırakın mana vermeyi ibaresini okuyamayacak kimseler Buhari münekkidi olup çıkıyor.
Doğuştan müfessirler, zaten etrafımızı kuşatmış durumda. Eleştirel
bakış açısı derken İslam’ın temel
direklerini sarsma çabasına düşüldüğü gözden kaçabiliyor. İki kitap okuduktan sonra allame-i cihan olan üçüncü kitaba da ihtiyaç
duymuyor zaten. İlme, alime saygı
kalmadığı gibi muhabbet de derin
derin sulara batabiliyor.
İşte tüm bunlar ve dahası, sorunlar olarak karşımızda durmakta. Ama bu yol güllük gülistanlık
da olmayacaktı. Bunu bilerek yola
çıkanlar yola yatmayacak, dökülmeyecektir. Başta da dediğimiz gibi sorunlar olmakla birlikte berrak
ve gürül gürül gelen bir damar da
var ve daima olacaktır.
Rehavet
YAKUT BOZDOĞAN
Çorum Gül-Der Başkanı
NE olduysa kapitalizmin
dünyevileştirme projesine
ayak uydurma ile oldu. Kul
kulluğunu unutunca bireyselleşme, kendini
gerçekleştirme, özgünleşme, özgürleşme
derken salt akıl insanı makineleştiriverdi.
REHAVET, son yüzyıl Müslümanının onulmaz yarası, içine düşmekten
kendini kurtaramadığı, yine devası
kendinde olan en çetin hastalığı.21.
yy’da Müslümanlar sanki bu hastalığı daha çok yaşıyorlar gibi geliyor.
Anne evladından, evlat babadan
şikâyet eder oldu. Hâlbuki bir genç,
öğrencilik yıllarında ne hayaller kurardı, İslami bir yuva ve o yuvadan
ailece cennete yolculuk ne güzel
hayallerdi, bunlar. Ne olduysa kapitalizmin dünyevileştirme projesine
ayak uydurma ile oldu. Kul kulluğunu unutunca bireyselleşme, kendini gerçekleştirme, özgünleşme, özgürleşme derken salt akıl insanı makineleştiriverdi. Peki, çözüm nedir?
Kur’an sadece akleden beyine mi hitap eder, akleden kalp bizim için neyi ifade ediyor? Bir makalede şöyle
bir paragraf geçmişti: “Osmanlı’nın
son yüzyılında ilk beş yüzyıldan çok
daha fazla âlim yetişmiş fakat çöküşün önüne geçememişti. Neden mi,
çünkü heyecanlarını yitirmişlerdi. “İşte akleden beyin heyecanını yitirmeye mahkûmdu, o kadar ilim sadece Yahudileri değil günümüz insanını da kitap yüklü merkeplere çevirebiliyordu. Peki, çare nedir o zaman, bu metafordan nasıl kurtuluruz? Bu konuda değişik çözüm önerileri olabilir. Mesela dünyevileşmekten kurtulmanın yolu infaktır, paylaşmaktır, halleşmektir.
Peki, niçin yapılamıyor bunlar
nedir, bu rehavet?
İşte onun da sebebi akleden beyinle, akleden kalbi bir araya getirememek yani bağlantı kopukluğudur. Biraz açarsak biz ayetleri
biliyor fakat hissedemiyoruz. Nasıl mı? Canlı bir örnek: Bosna savaşı esnasında bir genç, gazi olmuş. Bir program esnasında, gaziler teker teker konuşturulur. Liseli genç gazi diyordu ki, ‘size ne
oluyor ki şunlar şunlar uğruna Allah yolunda savaşmıyorsunuz?’ Ben
bu ayeti okudum ve kendimi Bosna’da buldum. Yani sadece akılla o
ayete vakıf olmamış onu iliklerine
kadar hissetmiş ve olması gereken
hal ile hâllenmişti.
Sonuç olarak diyoruz ki; akleden kalbi tesis etmeden, his dünyamızdaki tıkanıklığı açmadan, kitabımızı satır aralarından sıyırıp onu
hayatın kendisi kılmadan çözüme
ulaşamayacağız. Aklı radikallerin,
duyguyu mutasavvıfların tapulu
malı imiş gibi görür, millet bize ne
der ‘in hesabını yaparsak bu sıkıntılardan kurtulamayız.
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
23
GÜNCEL
9. Öğretmen
Sempozyumundan
akılda kalanlar
MUHAMMET YETİŞ
[email protected]
SALONDA Türkiye’nin dört bir tarafından
gelen ve bizimle aynı derdi paylaşan 600’ü
aşkın öğretmeni görünce artık bu ülkede
bir şeylerin değişeceği ve düzeleceğine
ilişkin ümitlerimiz tekrar canlandı.
ANADOLU Platformu tarafından 25-26 Nisan tarihlerinde
düzenlenen sempozyuma Kahta’dan beş eğitim sevdalısı katılmaya karar vermiştik. Sempozyumun başlangıç gününden iki gün evvel yola çıktık ki
İstanbul’un o güzelim tarihi ve
doğal güzelliklerle dolu atmosferini doya doya yaşayabilelim.
Doya doya dediğime bakamayın siz; İstanbul’a doymak hele
de bir iki günde ne mümkün...
Adıyaman’daki kardeşlerimizle buluşup önceden tahsis edilen minibüse bindik. İhsan Altun hocamı sazıyla birlikte araçta görünce bu yolculuğun çok lezzetli ve bereketli
geçeceğini tahmin etmem zor
olmadı. Hele hele İslami davete ve eğitime gönül vermiş, baş
24
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
koymuş 12 öğretmenle bu yolculuk gerçekleşecekse uzun
yıllar unutamayacağımız bir
sefer olacağını herkes sezmiş
gibi umutlu ve sevinçliydi.
Şoförün gaza basmasıyla
başlayan coşku ve heyecan kimi zaman ezgiler ve marşlarla, kimi zaman ilahiler ve dualarla, bazen de şiirler ve konuşmalarla yolculuğun sonuna
dek sürdü. On beş saat civarında devam eden yolculukta ne
kimse uyudu, ne de kimsenin
aklına uyku geldi. Nasıl geldiğimizi anlayamadan İstanbul’a
ulaştık.
İstanbul’da
AKDAV’dan
dostlar karşıladı bizi; vakıfta
yaptığımız kahvaltıdan sonra vakıf binasını gezdik sevgili Hüseyin Özhazar hocamızın
rehberliğinde. Özhazar bir taraftan vakıf binasını tanıtırken
bir taraftan da İstanbul ve tarihini anlatıyordu satır aralarında.
Cuma gününü İstanbul’u
gezmek için planlamıştık. Attığımız her adımda bir tarih, bir
doğal güzellikle karşılaşıyorduk. Dikkatli bir gözle bakarsanız her taş size bir şey anlatır, her duvar bir şeyler fısıldar;
her bir camii sizi alıp Osmanlının ihtişamlı dönemlerine götürür, her bir kilise size Bizans’ı
hatırlatır İstanbul’da. Çok sıkışık bir yerleşimin olduğu bu
şehirde başınızı kaldırıp baktığınızda, görüş alanınıza dörtbeş caminin girmesi ecdadın
İslam’la ne kadar iç içe yaşadığını, dinimizi nasıl ete kemiğe
büründürüp bir yaşantı haline
getirdiklerinin ipuçlarını görmekte zorlanmazsınız.
Hele Cuma namazı çıkışı
Sultanahmet’te yaşadığım atmosferi kelimelerle anlatmam
çok zor. Sadece camiden çıkış saatler sürdü. Ben de Orhan Coşkun kardeşimle oturup
ahenkli bir nehir gibi akan bu
kalabalığı seyretmeye koyul-
GÜNCEL
dum uzun süre hiç üşenmeden ve büyük bir zevkle. Akan
insan selinin içinde her milletten, her renkten her dilden insana rastlıyorsunuz. Siyahi Afrikalıları mı ararsınız, yoksa çekik gözlü Asyalıları mı veya sarı saçlı, beyaz tenli Avrupalıları mı? Zaten muhacir Suriyelileri, Mısırlıları, Kuzey Iraklıları
saymaya gerek duymuyorum.
Onlar artık bizden biri gibiler…
Bu manzara karşısında Turgay
Aldemir hocamın “ Başkentler
başkenti İstanbul” yakıştırması
geldi aklıma. Zihninde ve gönlünde coğrafik sınırları kaldırmış olan bu gönül adamı ne
güzel söylemiş…
Ayaklarımız şişene kadar
gezdik İstanbul’u gezebildiğimiz kadar. Akşam yemeğinde
ise bizi, çocukluğumuzu aynı
mahallede geçirdiğimiz eskimeyen dostum, kardeşim Osman Turan ağırladı. Zamanın
sıkışıklığına rağmen yaptığımız
hasbihal yemeklerden daha
çok haz verdi şüphesiz. Bunu
söylerken yemekleri beğenmediğimizi sakın sanmayın; yemekler de çok güzeldi, emeği
geçenlerin ellerine sağlık.
Gece ise Fıtrat-Der’den arkadaşlar tarafından ağırlandık. İkişer üçer paylaştılar bizi kendi aralarında, misafir etmek için. Ben ve İhsan Altun
hocam yine bir hemşehrimiz
olan Mustafa Kızılay hocanın
payına düşmüştük. Aslında
bunun planlanmış bir paylaşım olduğunu sonradan anladık. Mustafa hocam hasret gidermek ve eski günleri yâd etmek için bizi özellikle misafir
etmişti. Bu kardeşimizin ve Fıtrat-Der’in çalışmalarını ve gayretlerini görünce umut tazeledik bir kez daha. Rabbim muvaffak kılsın.
Cumartesi sabahı Bilim Koleji’ne geçtik arkadaşlarla. Salonda Türkiye’nin dört bir tarafından gelen ve bizimle aynı derdi paylaşan 600’ü aşkın
öğretmeni görünce artık bu ülkede bir şeylerin değişeceği ve
düzeleceğine ilişkin ümitlerimiz tekrar canlandı. Çok dinamik ve samimi bir atmosfer havasına namzet bir sempozyum
olacağının işaretlerini almıştık.
Anadolu Platformu tarafından düzenlenen bu organizasyonun üst başlığı “Yeni Dönem, Yeni Öğretmen, Yeni Nesil” şeklindeydi. Konuşmacılardan Ömer Faruk Görkemli bu
başlığı kısa ve özlü şekilde şöyle tarif etti:
Yeni Dönem=Asıl Türkiye,
Yeni Öğretmen=Hakiki öğretmen,
Yeni Nesil=Şuurlu nesil.
Selamlama konuşmaların-
dan sonra bu sempozyumun
muharriki Anadolu Platformu
Koordinasyon Kurulu Başkanı
Turgay Aldemir hocamız mikrofona geldi. Turgay hocanın
altını çizdiği cümlelerden bazıları:
“-Bir memleketin istikbali
eğer öğretmenler tarafından
tartışılıyorsa, o memleketi aydınlık bir gelecek bekliyor demektir.
-Ahlakı, ruhu olmayan bir
bilgi kişilik, karakter yetiştiremez.
-Aklın tahareti ahlaktır.
-Her yeteneği gören bir eğitim sistemi oluşturmalıyız.
-Süreklilik ve yenilik, tecrübemize yaslanarak günümüzü
okuma telakkisidir.
-Öğretmenlik bir meslek değil bir çağrıdır.
-Yeni dönemde öğrencilerin
çevrelerinde gelişen siyasi ve
güncel olayları okuyabilmelerini sağlamalıyız.
-Medya kullanımını kontrol altına alıp gençleri burada doğru bir şekilde temsil ettirmeliyiz…”
Ardından sözü alan Harun
Kaya ise çarpıcı bir kıyas yaptı: Gençlere hitaben: “Eski Türkiye Paradigması= ‘İcat Çıkarma!’ , Yeni Türkiye Paradigması= ‘İcat Çıkar, İcat Çıkar!”
Ramazan Kayan hoca mikrofonu eline aldığında ise yine, her zamanki gibi sadece
kulaklarımıza değil, zihnimize
ve kalbimize hitabetti:
-”Hira’ları geride bırakarak
yeni startlar vermeliyiz; tıpkı
kutlu nebi misali.
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
25
GÜNCEL
-Atacağımız adımları bize
bahşedilen bu imkânları da
düşünerek asla geciktirmemeliyiz. Bizi bekleyen yüreklere dokunmalı; bizi bekleyen elleri boş bırakmamalıyız.
-Sınıfa girmek yeterli değil,
zihinlere ve yüreklere girmek
lazım.
-Bizim görevimiz memuriyet
değil; mesuliyettir.
-Gençlerin buhranlarını,
bunalımlarını gidermek zorundayız.
-Benim öğretmenimin öğretmenler odasında işi olmaz;
o öğrenciler arasında arı kovanındaki arıların üşüştüğü
gibi bir merkez olmalıdır: Değer-hakikat merkezi.
-Dersine girdiğimiz öğrenciler yarınlarda hangi halimize şahitlik edecek; bunu iyi düşünmeliyiz.
-Engellenen İslam’dan ertelenen İslam’a geçtik. Artık engelleyen ve erteleyen biziz; bu
duruma bir an önce son vermeliyiz.
-Tuba tohumlarını yüreklere
ekmek için Rabbimizin bize verdiği fırsatları kaçırmamalıyız.
-Yakıtı taşlar ve insanlar
olan Cehennem ateşinden ehlimizi ( aile, eş, çocuk, akraba,
komşu, öğrenci, iş arkadaşı
vb.) korumalıyız.”
Sempozyumun birinci oturumunda söz alan Yrd.Doç.
Süleyman Doğan, Milli Eğitim sisteminin kısa tarihini anlattı. Cumhuriyetten günümüze kadar 64 bakanın değiştiğini, eğitimimizin temellerini John
Dewey’in attığını “10 yılda 15
26
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
milyon genç” topluluğunun bu
şekilde ortaya çıktığını ve bu
yığınların ülkemize, halkımıza
olumlu bir katkı yapamadığını
söyledi. Doğan’ın diğer birkaç
tespiti ise şunlardı:
“-Artık okur-yazar değiliz;
çünkü okuduğumuzu anlamıyoruz.
-Asım’ın nesli marifet ve faziletle ortaya çıkacak.
-Eğitim Fakülteleri yeniden
yapılandırılmalıdır.”
İlk oturumun ikinci konuşmacısı Prof. Hasan Ayık ise
ahlak vurgusu yaptı:
“-İşlerimize
zamanında
başlayıp; işlerimizi zamanında bitirmeyi bir ahlak haline
getirmeliyiz.
-Bütün ibadetler bizde İslam
ahlakını oluşturmak için verilmiş birer araçtır. Namaz zaman ahlakını, oruç beslenme
ahlakını, zekât ekonomi ahlakını, hac beden ahlakını, tevhit
inanç ahlakını…
-Türkiye ahlak yoksunu bir
ülkedir. İslam ahlakını kaybettiğimiz gibi taklit ettiğimiz Batı’nın pozitivist ahlakını da alamadık. Hiç olmazsa onların iş
ahlakını alabilirdik.
-Batı tanrılarını kovarak bir
ahlak oluşturdu. Biz ise Allah
merkezli bir ahlak oluşturmalıyız. Allah’ın her bir ismi bir ahlak öğretir.
-Eğitimde adına ne dersek
diyelim; bir ahlak yakalamalıyız.
-Aklın ifratı kurnazlık ki bugünkü Batı aklı buna dayanır;
tefriti ise ahmaklıktır. Bu ikisi
arasındaki denge akl-ı selim-
dir. O da hikmeti doğurur. Bunu yakalamalıyız.
-İslam, ahlakı ve erdemi evrensel kabul eder. Adalet herkes içindir. İslam ahlakının diğer bir tarafı da özgürlüktür.”
Daha sonra mikrofona gelen Mehmet Irmak ise şunları söyledi:
“-Öğrenme kapıları içten
açılan ve anahtarı bizde olan
bir süreçtir.
-Eğitim sistemimiz kışla sisteminde, kilise görünümünde
ve misyoner kılıklı öğretmenler eliyle yürütülüyor; hâlbuki
öğretmen aile temelli bir vizyoner olmalıdır.”
İkinci oturumda söz alan
Yrd.Doç. Muhittin Ataman
ise bir eğitimcinin sahip olması gereken dört özellik olduğunu dile getirdi:
“-Kendini bilme bilinci
-Allah’ı bilme (kulluk) bilinci
-İnsanlık bilinci ( iyiliği emr,
kötülüğü nehy sorumluluğu)
-Halifelik bilinci ( mürebbi,
muallim, müeddip olma sorumluluğu)”
Üçüncü oturumda söz alan
Yrd.Doç. Ömer Miraç Yaman,
yeni neslin çerçevesini çizmeye çalışırken; onların problemlerini de ortaya koymaya çalıştı: “Problemli gençlerimizin çoğu şöyle hissediyor: ‘Ayrımcılığa tabi tutuluyoruz, dışlanıyoruz, babam benimle ilgilenmiyor, sevdiğim beni terk etti”
şeklinde düşünüyor. Ayrıca bu
nesil uyumayı ve uyuşturucu
kullanmayı seviyor. Anne babası olmasına rağmen yalnız
çocuklar çoğaldı.”
GÜNCEL
Yaman, çözüm önerilerini
de şöyle sıraladı:
“-Evlatlarımızla samimi bir
şekilde iletişim kurmalıyız.
-Yalnız çocukları Allah’a
bağlamanın yollarını bulmalıyız.
-Fedakârlık yapacak kişi
ve dernekler azaldığı için daha fazla sorumluluk almalıyız.
-Projelerden ziyade gençlerle bire bir ilgilenmeliyiz.”
Daha sonra sözü alan Eğitimci Ahmet Taşkesen şu tespitlerde bulundu:
“-Günümüz neslini ‘ben
nesli’ olarak tarif edebiliriz.
-Çocuklarımızla belli zamanlarda mutlaka ilgilenmeliyiz. Sadece hasta olduklarında ya da başarı beklediğimizde ilgileniyoruz.
-Başarı baskısı çocuklarda kıskançlık ve haseti arttırıp
çocukların kişiliğine zarar veriyor.
-Hedef, öğrencinin yapabileceğinin en iyisini yapmak
olmalıdır; diğer öğrencinin yapabildiğinden fazlası değil.”
Pazar gününün ilk konuşmacısı Prof. Halil Ekşi de
önemli tespitlerde bulundu:
“-Dershaneler okula dönüşüyor; okullar dershaneye.
-Ahlaklı ve erdemli bireyler
yetiştirmek yukarıdan emir vererek gerçekleştirilemez.
-Liselerden mezun olan
gençlerimiz hangi klasikleri okumuş olarak mezun oluyor? Hiç olmazsa bazı klasikleri mutlaka okutmalıyız.
-Ergenlik ‘ben kimim’ sorusuna verilen cevaptır.
-’Ben nesli’ her şeye sahip
ama yine de mutsuz.
-Değerler eğitimi, akademik eğitimin içine girdirilerek
verilmelidir. Ayrıca isim olarak
değerler değil; ahlak ya da erdem eğitimi şeklinde olmalıdır.
-Değerler eğitimi bir ahlak
oluşturma sürecidir. Bir yılda
tamamlanacak ve ölçülecek
bir şey değildir.”
Son olarak dinlediğimiz Tarihçi-Yazar Hüseyin Özhazar
sorumluluk alanlarımızın çerçevesini çizmeye çalıştı:
“-Tarihi fırsatların kazası olmaz.
-Yeni Türkiye sadece misak-ı milli değil; Ortadoğu, Balkanlar ve çevreleridir.
-İçinde bulunduğumuz ağır
sorumluluğu kadim bir ahlak
ve derin bir bilgiye sahip olarak yerine getirebiliriz.
-Biz öğretmenlere emanet
edilen nesli iyi anlamalıyız.
Bunların içinden Selahaddinler, Ertuğrul Gaziler çıkarabilmeliyiz.”
Sunum ve panellerin dışında yapılan atölye çalış-
malarında da, derdi ve davası olan bu öğretmen ordusu, eğitim ve davet gönüllüleri olarak eğitimin problemlerini kendi aramızda tartışma
imkânı da bulduk. Atölye çalışmalarının çok verimli geçtiği konusunda bütün arkadaşlar hemfikirdi.
Dönüş yolculuğumuz da gidiş yolculuğu gibi neşeli, coşkulu, dolu dolu geçti. Dört gün
içinde 3000 km. civarında yol
kat etmemize rağmen üzerimizde yorgunluk hiç hissetmedik desem yeridir.
Son söz olarak bu sempozyumu düzenleyen Anadolu
Platformu’na; bizlere ev sahipliği yapan tüm kişi ve kuruluşlara; ayrıca bu çalışmada bize yol arkadaşlığı yapan Asım
Kabak, Abuzer Nas, Mahmut
Korkmaz, Zeynel Güler, Mehmet Ateş, Ahmet Karadaş, Ekrem Kılınç, Orhan Çoşkun, Fuat Turan, Ferhat Kaya ve İhsan Altun kardeşlerime teşekkür etmeden geçemeyeceğim.
Rabbim hepsinin ecrini kat kat
arttırsın.
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
27
GÜNCEL
Kırmızı Kitap
Eski Türkiye’nin gizli anayasası!
AV.CÜNEYT TORAMAN
[email protected]
TÜRKiYE’DE hangi meclis göreve gelirse
gelsin, bu belgeye uygun davranmak zorunda.
Meclis’ten çıkacak hiçbir yasa, genelge ya
da yönetmelik bu belgeye aykırı olamıyor.
KIRMIZI KITAP, Türkiye’nin siyasi tarihinde önemli bir yere sahiptir. Yaklaşık elli yıldır, siyasetçilerimiz, kırmızı kitap olduğunu, hükümet kurulduktan sonra hükümeti kuran partiye veya partilere verildiğini, “Bu kitapta devletin kırmızı çizgilerinin, iç ve dış tehditlerin yazılı olduğu, bu kitaba uyulmasının tavsiye edildiğini” söyler, ama
bu kitabın içeriği hep gizli kalırdı.
MGK’nin muhatap kabul etmedi-
28
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
ği milletvekillerinin büyük çoğunluğu bu kitabı görmese de, hükümet kuran siyasi parti başkanlarının bu kitabı görmemesi (görmemiş olması) imkânsızdır. Ancak hükümet başkanları, varlığını reddetmedikleri bu kitabın içeriği hakkında konuşmaktan kaçınmıştır. Can
Dündar, 1.07.1999 tarihinde kaleme
aldığı “Kırmızı Kitap” başlıklı yazısında şu bilgileri veriyor: ‘Bu kitaptan ilk söz eden Alpaslan Türkeş
olmuştur. Türkeş, O zamanki adı
“Milli Güvenlik Politikasının Esasları” olan 10-15 sayfalık bu kitabı 1961
yılında görmüştü. Kırmızı bir ciltle
kaplanmıştı. (..) Esrarengiz “Kırmızı Kitap” varlığını geçen hafta Fethullah Hoca tartışması sırasında
hissettirdi. Tartışma alevlendiği sırada toplanan Milli Güvenlik Kurulu
(MGK) irticai faaliyetlerin önlenmesi amacıyla alınan tedbirlerin stratejik bağlamda daha da geliştirilerek taviz verilmeden uygulanmasını “tavsiye etti.” Buradaki “stratejik bağlamda” sözü Hürriyet’in dikkatini çekti. Çünkü bu açıklamadan
bir hafta önce Ferai Tınç, Harp Akademileri’nin düzenlediği bir denizcilik sempozyumunda MGK’dan
bir yetkilinin şu sözlerini aktarmıştı: “Türkiye’nin milli güvenlik siyaseti Kırmızı Kitap’ta kayıtlıdır. Önemli
GÜNCEL
olan bu siyasetin nasıl uygulanacağını gösteren eylem planı, stratejinin hazırlanmasıdır; icradan umudu kestiğimiz için strateji belgesini
MGK Genel Sekreterliği olarak biz
hazırlıyoruz.” Kamuoyunun sadece adını duyduğu bu kitap, ilk defa, Balyoz Davası, Ergenekon Davası ve Sauna Çetesi operasyonları kapsamında yapılan aramalarda ele geçirildi, gün yüzüne çıktı,
epey tartışıldı.
Uzunca bir süre unutulmaya
yüz tutan bu kitap, son günlerde
yeniden gündeme geldi. MGK’nda “Paralel devlet yapılanmasının
kırmızı kitaba alınacağı, bu tehdide karşı daha kapsamlı bir mücadele yürütüleceği” konuşulmaya
başladı. Kamuoyunun “Kırmızı Kitap” olarak isimlendirdiği Milli Güvenlik Siyaset Belgesi1 MGK tarafından hazırlanmakta ve her 5 yılda bir güncellenmektedir. Sırasıyla
1969, 1973, 1984, 1991, 1997, 2001 ve
son olarak 2005 yıllarında yenilenmiştir.2 Kamuoyuna yansıdığı üzere,
kırmızı kitap, devletin kırmızı çizgilerini yansıtmaktadır. Bu kitabın işlevini anlayabilmek için, Milli Güvenlik Kurulu’nu tanımak gerekir. Millî
Güvenlik Kurulu (MGK), hukuk sistemimize ilk kez, 1961 anayasasıyla girmiştir. Milli Güvenlik Kurulu ve
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği, 1933 yılında kurulan “Yüksek
Müdafaa Meclisi Umumi Katipliği”
ile 1949 yılında “savunma stratejisini hazırlamak” amacıyla kurulan
ve 17 sivil bakan ve Genelkurmay
Başkanı’ndan oluşan Milli Savunma
Yüksek Kurulu ve Genel Sekreterliği”nin, darbe düzenine uyarlanmış
versiyonudur.
1982 Anayasası’nın 118. maddesiyle düzenlenen Milli Güvenlik Kurulu, kararları bütün devlet kurumlarını bağlayan önemli bir kuruldur.
2001 yılında yapılan Anayasa değişikliğiyle, “118/3 maddesin sonundaki “MGK’nun (…) alınmasını zorunlu
gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulunca öncelikle dikkate
alınır” cümlesi, 03/10/2001 tarih ve
4709 sayılı kanunun 32.maddesiyle
“değerlendirilir” şeklinde değiştirilmesiyle, MGK’nun kararları, yeniden
tavsiye niteliğine dönüşmüştür. Kurulun yapısı da önemli ölçüde değişmiş, asker üyeler azınlıkta kalmıştır.
18. maddenin ilk halinde, (Cumhurbaşkanı, Başbakan, Milli Savunma,
İçişleri, Dışişleri Bakanları + Genelkurmay başkanı, Kara, Hava, Deniz
Kuvvetleri Komutanları ile Jandarma Komutanı) 5 sivil ve 5 askerden
oluşuyorken, 2001 değişikliğinden
sonra, (Cumhurbaşkanı, Başbakan,
Başbakan yardımcıları, Milli Savunma, İçişleri, Dışişleri, Adalet Bakanları + Genelkurmay Başkanı, Kara,
Hava, Deniz Kuvvetleri) (en az) 7
sivil ve 5 askerden oluşan bir kurul
haline gelmiştir.
1982 Anayasasının 117.maddesinde; “Milli Güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt sa-
vunmasına hazırlanmasından, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne karşı,
Bakanlar Kurulu sorumludur” denilmektedir. (03.10.2001-4709/32.
madde ile değişik) 118. maddesinde ise kurulun yapısı, görevleri ve
toplantı usulü düzenlenmiştir: “Milli
Güvenlik Kurulu; Cumhurbaşkanının başkanlığında, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Başbakan Yardımcıları, Adalet, Milli Savunma, içişleri, Dışişleri Bakanları, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ve Jandarma Genel Komutanından kurulur.” “Devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve
uygulanması ile ilgili alınan tavsiye
kararları ve gerekli koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kuruluna bildirir.
Kurulun, devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere
ait kararlar Bakanlar Kurulunca değerlendirilir.” Kurulun toplantı gündemi; Başbakan ve Genelkurmay
Başkanı’nın önerileri ve kurul üyesi
bakanlar ile diğer bakanların gündeme girmesini istedikleri konularda, Başbakan’ın da görüşü alınarak
Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekre-
Ak Parti, paralel
devlet yapılanması ile
mücadele edebilmek
için, meşruiyet
skalasında hiç yeri
olmayan bir belgeye
hayat vermeye
çalışmaktadır. Bu
düşünce “makul”
görünse de, birçok
açıdan sakıncalıdır
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
29
GÜNCEL
teri tarafından hazırlanıp Cumhurbaşkanı’na sunulmakta, Cumhurbaşkanı da son şeklini vermektedir.
2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu, 2/b maddesi, Devletin Milli Güvenlik Siyasetini düzenlemeye ilişkin hükümler içermektedir. “Devletin Milli Güvenlik Siyaseti; milli güvenliğin sağlanması ve milli hedeflere ulaşılması amacı ile Milli Güvenlik Kurulunun belirlediği görüşler dahilinde,
Bakanlar Kurulu tarafından tespit
edilen iç, dış ve savunma hareket
tarzlarına ait esasları kapsayan siyaseti, ifade eder.” Gazeteci Can
Dündar, anılan yazısında, bu belgenin hazırlanma sürecini şöyle
özetliyor: “Devletin güvenliği ile ilgili bütün bakanlıklar kendilerince
bir güvenlik değerlendirmesi yapıp,
taslak olarak MGK Genel Sekreterliğine gönderiyorlar. Genel Sekreterliğe bağlı “Milli Güvenlik Siyaseti Başkanlığı” bunları birleştirip bir
“son taslak” çıkarıyor. Bu son taslak, MGK’da görüşülüyor. İlgili birimler toplantıda sunuş yapıyorlar. Konu tartışmaya açılıyor. Ve sonunda
“belge” son şeklini alıyor. Oradan
Bakanlar Kurulu’na gidip “Devletin Milli Savunma Belgesi” olarak
onaylanıyor. Türkiye’de hangi meclis göreve gelirse gelsin, bu belgeye
Darbeyi
gerçekleştirenler,
yasama erkine
(TBMM) Anayasa
Mahkemesi’ni,
Yürütme erkine
(Hükümet) MGK’nu,
Yargı erkine de
HSYK’nu vasi
tayin etmiştir.
30
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
uygun davranmak zorunda. Meclis’ten çıkacak hiçbir yasa, genelge
ya da yönetmelik bu belgeye aykırı olamıyor. Ancak işin ilginç yanı şu
ki, Meclis, aykırı hareket edemeyeceği bu belgeyi benimseme ya da
tartışma şansına sahip değil. Çünkü “çok gizli” bu belgede ne yazılı olduğunu yasama organı da bilmiyor.” Dündar, MGK’nu “devletin
beyni” kırmızı kitabı ise “bu merkezin anayasası” olarak tanımlıyor.
Yukarıdaki açıklamalardan
anlaşılacağı üzere kırmızı kitap,
MGK’nun bir tasarrufudur. MGK da,
(1961 ve 1982) darbe anayasalarıyla hukuk sistemimize giren bir vesayet kurumdur. Darbe anayasalarının temel özelliği, “vesayetçi” bir
düzen kurması, devletin bütün erklerine vasi tayin etmesidir. Darbeyi gerçekleştirenler, yasama erkine
(TBMM) Anayasa Mahkemesi’ni, Yürütme erkine (Hükümet) MGK’nu,
Yargı erkine de HSYK’nu vasi tayin
etmiştir. MGK ve MGSB (kırmızı kitap) vesayetçi düzenin araçlarıdır.
MGSB’lerin hazırlanmasında önemli görevler alan MGK başdanışmanı
Mustafa Ağaoğlu, “Kırmızı Kitabın
soğuk savaş döneminin ürünü olduğunu”; Ankara Üniversitesi Kamu Hukuku profesörü Mithat Sancar da, ‘Devlet Aklı Kıskacında Hukuk Devleti’ kitabında, “MGSB’nin,
var olan anayasanın dışında, “derin
anayasa” diyebileceğimiz bir belge
olduğunu” dile getirmektedir. Askeri vesayet düzeninin3 12 Eylül 2010
tarihinde gerçekleştirilen referandumla birlikte sona erdiğini söyleyebiliriz. Kararları bağlayıcı olmaktan çıkarılan ve üyelerinin çoğunluğu sivillere geçen MGK’nun “hükümete direktif verme” işlevi kalmamıştır. Anayasa Mahkemesinin
yetkileri önemli ölçüde sınırlandırılmıştır. HSYK’nın vesayetçi üyelerinin yanına yeni üyeler eklenmiştir.
Ancak, vesayet kurumlarının işlevi
sona erse de, mevcut anayasa değiştirilmediği sürece, hukuki varlıkları aynen devam etmektedir. Eski
Türkiye’nin en önemli kurumlarından biri olan MGK’nun işlevi sona
erdiğine göre, bu kurula yüklenen
görevler de sona ermelidir.
MGSB bir seçilmiş ve atanmış
üyelerin, birlikte ve “gizlice” hazırladığı bir belgedir. Devletin en yetkili kurumunun üyelerinden (milletvekillerinden) dahi gizlenmektedir. Devletin bütün kurumlarının uyması zorunlu olduğu, normlar içermektedir. Oysa hukuk devletinde “normlar hiyerarşisi” belli
olup, bu hiyerarşi içinde böyle bir
kitabın yeri bulunmamaktadır. Demokrasilerde kural koyma yetkisi,
yasama organına ait olup, bu yetkisini hiçbir kişiye, gruba veya kuruma devredemez, devretmemelidir. Ak Parti, paralel devlet yapılanması ile mücadele edebilmek için,
meşruiyet skalasında hiç yeri olmayan bir belgeye hayat vermeye çalışmaktadır. Belki de, “Bu yapının kırmızı kitaba dahil edilmesiyle, devletin bütün kurumlarının olaya dahil edileceğini, herkesin taşın
altına elini koyacağını ve bu yapıyla daha etkin mücadele edilebileceğini” düşünmektedir. Bu düşünce “makul” görünse de, birçok açıdan sakıncalıdır. Birincisi, Ak Parti
böyle bir kitaba sarılmakla, bugüne
kadar söylediklerini ve yaptıklarını
inkâr etmiş, kendisiyle çelişmiş olacaktır. İkincisi, gayrı meşru bir yapıya (kendi eliyle) meşruiyet kazandırmış olacaktır. Yarın dengeler değiştiğinde, bu kurulun (aksi yönde-
GÜNCEL
ki) tasarruflarına itiraz etme hakkı
kalmayacaktır. Üçüncüsü ve daha
da önemlisi, devlet içindeki bu illegal yapıyla mücadele edebilmek
için böyle bir kitaba veya belgeye
ihtiyaç bulunmadığıdır.
Paralel devlet yapılanmasıyla,
hukuk normları içinde ve yasal sınırları zorlamadan mücadele edilmesi gerekir. Bu yapının, kamu makamlarını ele geçirebilmek (Balyoz,
Tevhid-Selam, vs.) veya örgütsel
amaçlar (Tahşiye Davası, Hanefi
Avcı, vs.) için, masum insanlara iftira attığı, bu yapıya bağlı emniyet
mensupları, savcılar ve hâkimler
eliyle kumpaslar kurduğu, cezaevine tıktığı, davalara ve soruşturmalara müdahale ettiği, bu işlerden
çıkar sağladığı, örgütün amaçlarını
gerçekleştirebilmek için, sahte evraklar tanzim ettiği, yasa dışı dinlemeler yaptığı, bu verileri kaydettiği, üst düzey kamu görevlilerinin
konuşmalarını gizlice kaydederek
başka ülkelere verdiği, bir kısmını
şantaj amaçlı kullandığı, onlarca sınavın sorularını çaldığı, müntesiplerine dağıttığı, (böylece) kamu kurumlarına yerleştirdiği, vs. ortaya
çıkmıştır. Ceza yasası, anayasal düzene, yasama ve yürütme organına yönelik suçlarda, terör örgütlerinin yönetici kadrolarına ağırlaştırılmış müebbet hapis, sair efradına
onlarca yıl hapis cezası öngörmektedir. Bu yapının önemli bir kısmının kamu görevi ifa ettiği ve kamusal yetkilerini örgütsel amaçla kullandığı unutulmamalıdır. Türk Ceza
Kanununda, suçların, kamu gücünden yararlanılarak işlenmesi durumunda cezalar katlanarak artmaktadır. Örneğin Türk Ceza Kanununda, “Kişiler arasındaki haberleşmenin gizliliğini ihlal edenlere 1 yıldan
2014 HSYK seçimleri, cemaatin mağdur ettiği
hakimleri ve savcıları iş başına getirmiştir. Yeni
HSYK üyeleri, “cemaatin yöntemlerini” çok iyi
bildiği için kararlı bir mücadele yürütmekte,
cemaat mensubu olmayan hâkim ve savcılar da
bu mücadeleye gönüllü destek vermektedir.
3 yıla kadar hapis; haberleşme içeriklerinin hukuka aykırı olarak ifşa
edenlere, 2 yıldan 5 yıla kadar hapis” (Madde:132) öngörülmektedir.
Bu suçun, “Kamu görevlisi tarafından ve görevinin verdiği yetkiyi kötüye kullanmak suretiyle” işlenmesi halinde verilecek ceza yarı oranında artırılmaktadır. (Madde:137)
Fethullah Gülen Örgütü, çalıntı sorularla devletin içine yerleştirdiği müntesiplerine güvenerek,
Cumhurbaşkanına, Başbakana,
Milletvekillerine, “Suç işleyen örgüt
mensuplarına operasyon yapanlara, soruşturma yapanlara, tutuklama kararı verenlere, yargılama yapan mahkemelere” tehditler yağdırmaktadır. Bu tehditlerden sonra, FTÖ’ye yönelik operasyonların
Türkiye’nin yedi bölgesine hızla yayılması, bu tehditlerin işe yaramadığını, tam aksine cemaatin iftiralarına maruz kalan kamu görevlilerini
kamçıladığını göstermektedir. 2014
HSYK seçimleri, cemaatin mağdur
ettiği hakimleri ve savcıları iş başına getirmiştir. Yeni HSYK üyeleri, “cemaatin yöntemlerini” çok iyi
bildiği için kararlı bir mücadele yürütmekte, cemaat mensubu olmayan hâkim ve savcılar da bu mücadeleye gönüllü destek vermektedir. HSYK müfettişlerinin kamikaze hâkimler için tutuklama talep
etmesi, meslektaşlarının tutuklama kararı vermesi, cemaatin 2010
tarihinde “ele geçirdiği” HSYK’da-
ki (4 yıllık) icraatlarının acı faturasıdır. Kamu görevlilerinden destek
alan dünyanın en azılı suç örgütlerinden birinin işlediği suçlara ilişkin “on binlerce kanıt” ortadayken,
Ak Parti’nin bu örgütü kırmızı kitaba koymaya çalışması, binlerce emniyet görevlisinin, savcının, hâkimin
emeklerine göz nuruna da saygısızlık değil mi? Bir an için, Ak Parti’nin iktidarı kaybedeceğini ve bu
örgütün desteklediği partilerin iktidara geleceğini varsayalım. Bu örgütün yargısı, bırakın kırmızı kitabı,
(sürekli referans gösterdiği) anayasayı dikkate alır mı?! Ama bu millet, böyle bir çeteye kaç gün sabredebilir, zulümleri kaç gün sürebilir?! Hiçbir faydası olmayacaksa ve
hatta zararı olacaksa, Ak Parti niçin böyle bir kitaba ihtiyaç duyar?
Böyle bir çeteyle mücadele etmek
için, devlet kurumlarının mı, halkın
desteği mi daha önemli?!
Dipnotlar
1. MGSB, Önce Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Askeri Strateji Belgesi TÜMAS’da güncellenmekte, çalışmalar bittikten sonra Başbakanlık’a ve MGK’na gönderilmekte, daha sonra devletin diğer kurumlarına gönderilmektedir.
2. 2005 yılında yapılan güncellemede,
MGSB’da aşırı sağ’ın tehdit olmaktan çıkarıldığı, daha önce öncelikli tehdit olarak
belirlenen “bölücü terör ve irtica”nın yanına
“aşırı sol”un da eklendiği dile getirilmişti.
3. Devlet içinde ve özellikle emniyet ve
özel yetkili mahkemelerde örgütlenen
yapının, (siyasi iradenin desteğiyle) askeri vesayet düzenini tasfiye ederken, bu
yapının yerine (cemaatin çıkarlarını esas
alan) “yeni bir vesayet düzeni” kurmaya
çalıştığı ortaya çıkmıştır.
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
31
GÜNCEL
NAHDA LİDERİ GANNUŞİ MALATYA’DA
Bedir de İslam’ın
Huneyn de
MALATYA Büyükşehir Belediyesi tarafından organize
edilen ‘Malatya Anadolu Kitap Fuarı’ kapsamında Tunus’tan
Nahda lideri Raşid el-Gannuşi de misafir edilen davetliler
arasındaydı. Ayrıca Gannuşi’nin oğlu Muaz, hareketin
Kadın Kolları Başkanı Vesile Zağlumi, Nahda’nın önemli
isimlerinden Habip El Melevzi , milletvekili Suphi Atik ve
Mısır Eski Kalkınma Bakanı Yahya Hamit. Gannuşi fuar’da
kitaplarını imzaladı ve günün akşamında -büyük bir halk
topluluğuna- Malatya Kapalı Spor Salonu’nda hitap
etti. İşte tercümesini Taha Genç’in yaptığı o konuşma:
70’LERIN başında Fransız sömürgesinden sonra malumunuz Tunus’ta bir batılılaşma hareketi başladı. Ve başörtüsü yasaklandı. İslamiyet’e ait her türlü faaliyetler engellendi. Ve gerçekten Müslümanlar sıkıntılı bir
dönem yaşıyordu. O dönemde
Türkiye’den bir grup talebe Tunus’a geldiler ve Tunus’ta üniversitede bir sene Arapça eğitimi aldılar. Arapça eğitimi aldıkları sürede, üniversitenin içinde
bir mescit kurdular. Tabi Tunus
hükümeti de ‘Bu talebeler Türkiye’den geldiler, Tunus’un imajı zedelenmesin’ diye o camiye
dokunmadılar. Fakat o cami Tunus’taki İslami hareketin ilk to-
32
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
humlarını meydana getirmiştir.
Ve o tohumlar Allah’ın izniyle
gelecek yıllarda yüzlerce, binlerce başka mescitlerin açılmasına vesile olmuştur. Ve o ilk
talebelerden bir tanesi dostum
ve kardeşim Prof. Dr. İhsan Süreyya (Sırma) az önce benim
yanımda sizlere hitap etmiştir.
Kendilerini sevgiyle ve saygıyla anıyorum. Malumunuz olduğu üzere 2010 yılının sonunda
Tunus’ta bir kıvılcım meydana
geldi. Tunus’taki diktatör binlerce kişiyi öldürdü, hapse attı,
özgürlüklerini yasakladı, başörtüsünü yasakladı. Fakat o Tunus’tan gelen kıvılcım demokratik ve özgürlük hareketini,
tüm Arap ülkelerinde yayılmasına, Arap Baharının meydana
gelmesine vesile oldu. Demokrasi her yerde var. Avrupa’da
var, Batı’da var, Türkiye’de var;
neden Arap ülkelerinde olasın
ki! Arap ülkelerinde demokrasi
hareketi tabi siyah bir leke olarak hep duruyordu. Fakat bu yeni ruh 2012 yılında Arap Baharının canlanmasına vesile olmuştur. Fakat 2013 yılı ridde yılı olarak ilan edildi ve Mısır’da darbe gerçekleşti. Fakat biz şuna
inanıyoruz: Tunus’tan çıkan bu
kıvılcım tüm Arap ülkelerinde
özgürlükleri talep eden halkların isteklerine cevap verecektir.
Bu nur mutlaka tamamlanacaktır ve yayılacaktır. Tabi insanlar
şunu soruyorlar: ‘Arap Baharı
başarısız mı oldu? Mısır’a askeri düzen geri mi geldi?’ İnanın
kesinlikle olmadı. Arap ülkeleri
artık özgürlüğün, demokrasinin
var olması gerektiğine inanıyorlar. Malumunuz olduğu üzere
Mısır’da Mübarek döneminde
halk sokağa çıkmazdı, eylem
yapamazdı. Fakat şu an neredeyse her gün Mısır’ın sokak-
GÜNCEL
larına, meydanlarında halk sokağa çıkıyor ve özgürlük nidalarıyla sesleniyor. Şunu söyleyebilirim: Mısır halkı artık özgürlüğün ne demek olduğunu gayet
iyi biliyor. Bundan dolayı Arap
Baharı mutlaka nurunu devam
ettirecektir. Aynen ifade etmem
gerekirse ‘Alaaddin’in lambasından artık cin çıkmıştır.’ Bundan dolayı Mısır halkına, Mısırdaki kadınlara, Mısırdaki gençlere; Libya’da, Yemen’de ve Suriye’de özgürlük mücadelesi veren halkları selamlıyorum.
Tabi malumunuz olduğu
üzere, İslam tarihine baktığımızda mutlaka inişli ve çıkışlı
dönemler olmuştur. Fakat ben
devrimin taraftarı olan gençlere şunu söylüyorum: Mutlaka artık tüm dünyada demokrasinin, özgürlüğün, ilmin dönemine girilmiştir. Bundan dolayı hiçbir zaman ümitsiz olmayacağız. Her zaman inişli çıkışlı dönemler olabilir. Peygamber
efendimiz(sav) in hayatına baktığımızda da; bir Bedir savaşı
vardı, bir Mekke’nin fethi vardı.
Fakat aynı zamanda bir Uhud
vardı, bir Huneyn vardı ve bir
ridde savaşları vardı. Fakat -Allah’ın izniyle- İslam doğduğu
günden günümüze kadar her
zaman bir çıkış yolu bir yükseliş yolu üzerinde olmuştur.
Tabi tarihin seyrine baktığımızda Avrupa’da yaşanan
devrimler; 18. ve 19. yüzyılda
olan devrimlere baktığımızda bu devrimler hiçbir zaman
kolay olmamıştır; kısa bir süre içerisinde olmamıştır belki de. Fakat belki yüzyıl sonra
RAŞiD EL GANNUŞi
1941’de Güney Tunus’ta dünyaya geldi. 1963’te öğrenim için bulunduğu Mısır’dan, Tunus büyükelçiliğinin baskısı dolayısıyla ayrılarak Suriye’ye geçti. Dımeşk (Şam) Üniversitesi’nin Felsefe bölümünü bitirdikten sonra 1968’de yüksek lisans öğrenimi için Paris’e geçti. Ancak bu öğrenimini tamamlayamadan 1969’da Tunus’a döndü. Aynı yıl Abdülfettah Moro’yla birlikte İslâmi Yöneliş Hareketi’ni kurdu. 1981’de kanuni örgütlenme hakkı istediğinden hareketin diğer ileri gelenleriyle birlikte tutuklandı.
1984’te serbest bırakıldıysa da 9 Mart 1987’de tekrar tutuklandı ve ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Bin Ali’nin ülke yönetimini ele almasından sonraki -18 Mayıs 1988)-serbest bırakıldı. Ancak 1990’da,
Bin Ali’nin baskı uygulamalarının artmasından sonra Tunus’u terk etmek zorunda kaldı.
Bugün Tunus’taki en önemli İslâmi hareket, başlangıçta İslâmi Yöneliş Hareketi olarak ortaya çıkan
Nahda (Diriliş) Hareketi’dir. İslâmi Yöneliş Hareketi, 1969’da Raşid el Gannuşi’yle Abdulfettah Moro’nun
öncülüğünde kurulmuştur. Tunus yönetimi ilk kuruluş yıllarında İslâmi Yöneliş Hareketi’yle bir çatışmaya girmedi. Ancak güçlenmeye başladığını görünce bu harekete karşı şiddetli bir baskıya başvurdu. 1981’de İslâmi Yöneliş Hareketi’nin legal teşkilatlanma hakkı almak üzere İçişleri Bakanlığı’na başvurması üzerine hareketin ileri gelenlerinden 106 kişi tutuklandı. Zeynelabidin Bin Ali iktidarı ele aldıktan sonra sürgündeki İslâmi Yöneliş mensuplarının Tunus’a dönmelerine izin verdi ve bu hareketin
siyasi yönden örgütlenmesine izin vereceği vaadinde bulundu.
İslâmi Yöneliş’in ileri gelenleri de yönetimle uyum ve uzlaşma içinde çalışabilmek için hareketlerinin
adını Nahda (Diriliş) olarak değiştirdiler. Ancak çok geçmeden yönetim tutumunu tamamen değiştirerek Nahda’ya karşı şiddet uygulamalarına başvurdu. Hareket mensuplarından pek çok kimseyi tutuklattı. Lider Raşid Gannuşi başta olmak üzere hareketin ileri gelenlerinin çoğunu vatanlarını terk etmeye zorladı. Yayın ve eğitim faaliyetlerini tamamen durdurdu. Bu harekete destek verdikleri bilinen
ticari kuruluşları kapattırdı. Nahda hareketiyle ilgisi olduğu tespit edilenlerin çoğu o dönemde ya hapis ya da sürgün hayatı yaşadılar.
oranın insanları özgürlüğe kavuşmuşturlar. Diktatörlerin gitmesi süreci belki uzun sürebilir. Ben burada Türkiye örneğini vermem gerekirse; ben Türkiye’ye, bu mübarek topraklara
defalarca geldim. 1997 yılında
rahmetli Erbakan hocayı ziyarete geldiğimde kendisi Türkiye Cumhuriyeti Başbakanıydı.
Fakat bir yıl geçmedi ki, kendisini görevden aldılar ve birçok insana zulmettiler, birçoğunu hapse attılar. Fakat Allah’ın
izniyle 5 yıl sonra hocanın tale-
beleri; Ak Parti’nin değerli üyeleri 5 yıl sonra tekrar iktidara
geldiler ve bu güzel Türkiye’ye
hizmet ettiler, kalkındırdılar. Aynı şekilde Arap Baharı yaşayan
ülkelerde de tarihin çizgisi mutlaka aynı olacaktır. Diktatörler
hiçbir zaman ebedi olarak kalamazlar. İslam ve demokrasi
mutlaka galip olacaktır ve mutlaka mücadeleye devam edeceğiz. Allah’ın yanında olursanız, Allah’la beraber olursanız
mutlaka Allah’ın yardımı ve muzafferiyeti ile karşılaşırsınız.
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
33
GÜNCEL
Şûra, istişare
ve demokrasi
aynı kaynaktan
TUNUS’TAN Malatya’ya misafir olarak davet
edilen en-Nahda lideri Raşid el-Gannuşi ile Vuslat
TV muhabirinin yaptığı röportajdan bir kesit...
Nahda’nın hükümetten çekilmesi
stratejik bir sonuç mu yoksa doğal bir manevra mı?
Bir maslahatın gereği ve aynı zamanda vatanın maslahatı için böyle bir
hareket yaptık. Çünkü biz sosyal barışı sağlamak istiyoruz. Ve ulusal birliği
sağlamak, demokratik sürecin intikalinin daha sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilmesi için böyle bir karar aldık. Bundan dolayı biz seçimle aldığımız yönetimi bıraktık. Çünkü biz vatanın yararına ve ulusal birliğin sağlanması açısından parti olarak bu şekildeki bir kararın
doğru olduğuna kanaat getirdik. Bundan dolayı ben kendim de başkanlık için
aday olmadım. Ve aday olanlar arasında objektif bir şekilde davranmak için
bağımsız durduk. Biz şu an Ulusal Birlik
Hükümetine üyeyiz. Tunus’ta kargaşanın ve çatışmanın olmaması için böyle
bir duruş sergiledik. Bundan dolayıdır
ki diğer Arap ülkelerinde olanların aksine Tunus, bu anlamda bir örnek teşkil etmektedir. Bizler diğer Arap ülkelerinde olan olayları -her ne kadar inkıtaya uğramış olarak görünse de- biz
kesinlikle oradaki tecrübenin de başarılı olacağına inanıyoruz.
Uzun süredir kullandığınız Demokrasi ve İslam kavramlarını nihai olarak İslam dünyasının yönetim krizi için pansuman tedavi olarak mı
düşünüyorsunuz?
34
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
İnanıyorum ki demokrasi ve İslam
hem bugün hem de yarın için İslam ülkelerindeki problemlerin çözümüdür.
Bizler demokrasiyi İslam’ın davet ettiği şûra’nın bir sonucu olarak görüyoruz. Bilindiği gibi ayeti kerime’de ‘Onlar
işlerini şûra ile, istişare ile yaparlar’ demektedir. Bunun sonucu olarak da bizler demokrasiyi çözüm olarak gördüğümüz için, hiçbir zaman çözümün bir
kişinin veya bir grubun aldığı kararlarla
olamayacağına inanıyoruz. Demokrasi
bize şûra’yı nasıl uygulayacağımızı gösterdi. Ve istibdadi ve Firavun tarzı yönetimlerin karşısında onları alt etmek için
biz demokrasiyi çözüm olarak görüyoruz. Tabi iki çeşit yönetim vardır: Firavun yönetimi ve bir de şûra ile yönetim vardır. Şûra, istişare ve demokrasi
aynı kaynaktan çıkmaktadırlar. Çünkü
demokrasi ve istişare ile sizler müstebit ve baskıcı yönetimlere karşı gelebilirsiniz. Bundan dolayı hiçbir zaman
baskıcı bir yönetim ‘salih bir yönetim’
olamaz. Yani namaz kılsa, ibadetlerini yapsa bile, hiçbir zaman baskıcı bir
rejim Müslüman bir rejim olamaz. Ve
aslında gerçek manada Firavun’dur o.
Ortadoğu’da karışıklıklar var. Ortadoğu’nun Türkiye’den beklentileri nelerdir? Türkiye’yi rol model
olarak görüyorlar mı? Bu konuyla ilgili neler söylemek istersiniz?
Ortadoğu özellikle de Arap ülkele-
ri gıpta ile beğenerek Türkiye’yi takip
etmektedirler. Çünkü Ak Parti’nin Türkiye’deki tecrübesi; Türkiye’yi esamesi okunmayan bir ülkeden, dünyanın
ileri gelen ülkeleri arasında yer almasını sağlamıştır. Çünkü Türkiye’deki bu
tecrübe İslam ve demokrasiyi bir araya getirmiş ve başarılı bir sonuç elde
etmiştir. Tabi Türkiye’deki tecrübe aşırı
laiklerle İslamcılar arasında köprü kurmuş ve orta bir yol elde etmiştir. Ve
aynı zamanda Türkiye’deki o eski baskı yönetimlerini ortadan kaldırmış, Türkiye’yi daha özgür hale getirmiştir. Şu
anda okullarda kız çocukları başörtülü
bir şekilde okumaktadırlar ve böylece
daha özgür bir ortam meydana getirmiştir. Yani hiçbir zaman laiklik aslında
demokrasiyle ayrı düşmez, demokrasiyle birdir. Yani şunu biliyoruz ki, eskiden Türk lirasında sıfırlar çoktu, altı sıfır vardı. Ak Parti sayesinde Türk lirası dünyadaki değerli paralar seviyesine çıktı ve gerçekten Türk ekonomisini, kalkınma ve ekonomik ilerlemeyi
biz dikkatle takip ediyoruz.
Türkiye aynı zamanda Arap baharı süreciyle birlikte halkların istekleri ve
demokratik talepleri karşısında olumlu bir tavır sergilemiş ve desteklemiştir. Bizler Tunuslular ve Tunus halkı olarak Türkiye’ye şükranlarımızı sunuyoruz. Çünkü Türkiye bizdeki demokrasi sürecinde özgürlükler kapsamında
bizlere destek olmuştur. Türkiye her
zaman Ortadoğu’daki demokratik isteklere ve demokratik dönüşümlere
de destek olmuştur. Şunu diyebilirim
ki, İstanbul ve Türkiye Ortadoğu’daki
mazlumların başkenti olmuştur. Türkiye şu anda 2 milyon civarında Suriyeli
insanı misafir etmekte ve diğer ülkelerde zulüm görmüş insanlara kucak açmıştır. Bundan dolayı Türkiye eskiden
farklı bir yerdeydi fakat şu an Arap âlemine stratejik bir derinlik oluşturmuştur ve bu işbirliği içerisinde olmuştur.
Tabi aynı zamanda kendi başına bir ülke olmaktan çıkıp, Türkiye Arap ülkeleriyle iletişim halinde olan açık bir ülke
pozisyonuna geçmiştir. Şu anda Türkiye bölgede gerçekte etkin bir ülkedir.
GÜNCEL
Son sözlerimi söylerken
gerçekten sizin ülkenizde ve
güzel Malatya’yı dolaşırken iki
konu dikkatimi çekti: Birincisi
Malatya’nın o güzel suyunun
kaynağına götürdü beni arkadaşlar ve o kaynağı görünce
şu aklıma geldi. Dedim ki kendi kendime, yaz kış 24 saat hiç
kesintiye uğramadan, kayaların arasından çıkan o su şunu
gösteriyor: Aslında o su o taşın arasından çıkmıyor. Aynı
zamanda bu güzel insanların
kalbinden olan su aklıma geldi. Ve Fırat ve Dicle aklıma geldi. Ve dedim ki kendi kendime,
gerçekte bu güzel ülke, bu güzel insanlar, bu güzel kalpli insanların bizlere vereceği çok
güzel şeyleri var.
Allahû Teala Kur’an-ı Kerim’de ‘Biz her şeyi sudan yarattık.’ buyuruyor. O nehrin bereketi gerçekten benim zihnimde çok farklı bir yerlere götürdü beni. İkincisi ise, dolaştığım
yerlerde, Malatya’da yüksek
dağları gördüm ve bu yüksek
dağların yanında, bu yüksek
dağlara ulaşmaya çalışan devasa ağaçları gördüm. Ve onları görünce dedim ki, bu ülke
gerçekten çok bereketli bir ül-
Adalet ve Kalkınma
Partisi başarılı
olursa dünyadaki
Arap âlemi ve
İslam âlemindeki
kardeşlerimizin de
kendilerini başarılı
hissedeceğini
mutlaka bilin.
ke. Bu ülke birçok lideri çıkarmıştır. Fatih Sultan Mehmet gibi, Prof. Dr. Necmettin Erbakan
gibi, Recep Tayyip Erdoğan gibi İslam âlemine umut veren
insanlarını bu mübarek ülkenin bu mübarek toprakları çıkartmıştır. Aynı zamanda Türkiye tüm İslam âlemine ekonomik anlamda sanayisiyle, savunma sanayisiyle, uçak üretimiyle ve kalkınmasıyla İslam
âlemine çok büyük bir örnek
teşkil etmektedir. Bundan dolayı sizleri kutluyorum. Allah
yolunuzu açık etsin.
Bu nehirleri izlerken, bu yüksek dağları ve dağlarla yarışan
bu ağaçları izlerken, bu güzel
Anadolu insanının bu yüksek
himmeti aklıma geldi ve İslam
ümmetinin derdi ile dertlenmeniz, mazlumlara kucak açmanız, 2 milyondan fazla Suriyeliyi
barındırmanız, dünyanın çeşitli
yerlerinde zulüm gören kardeşlerimize yardım etmeniz aklıma
geldi. 19. yüzyılda Müslümanlar zulüm gördüğünde İstanbul’a, hilafetin başkenti İstanbul’a sığınırlardı ve oradan yardım isterlerdi. 20.yüzyılda kayboldu gitti ve bu yüzyılda insanlar Avrupa’dan medet ummaya başladılar. Fakat 21. yüzyıl
Allah’ın izniyle tekrar İslam’ın
yüzyılı olacaktır ve gerçekten
ümitliyim Türkiye insanından,
Anadolu insanından ümitliyim.
Ve sizleri bu güzel himmetinizden dolayı tebrik ediyorum.
Türkiye liderlik olmadan yol
alamazdı. Malumunuz Türkiye bundan 10-15 yıl önce dünyanın en son ülkeleriyle ismi
anılırken, Adalet ve Kalkınma
Partisinin liderliğinde şu anda
dünyanın her yerinde ismi ekonomik anlamda, kalkınma anlamında dünyanın çeşitli yerlerinde anılmaktadır. Bundan dolayı şunu iyi bilin ki, Adalet ve
Kalkınma Partisinin zaferi, başarısı artık sadece Türkiye’nin
başarısı değildir. Şunu bilin,
Adalet ve Kalkınma Partisi başarılı olursa dünyadaki Arap
âlemi ve İslam âlemindeki kardeşlerimizin de kendilerini başarılı hissedeceğini mutlaka bilin. Sizler dünyanın mazlum insanlarına kucak açtınız. Sizler
dünyanın çeşitli yerlerinde zulüm gören insanlarına bağrınızı açtınız. Bundan dolayı sizleri, Türk halkını, Türk insanını, Anadolu insanını Adalet ve
Kalkınma Partisinin(eski) Genel Başkanı ve kurucusu Recep Tayyip Erdoğan’ı, sayın Ahmet Davutoğlu’nu ve tüm üyeleri ve sizleri tebrik ediyorum.
Allah’ın selamı rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
35
GÜNCEL
iDAM KARARI VERiLEN MISIR CUMHURBAŞKANI MURSi:
Devrim, kendine
yol çiziyor
DAVUT GÜLER
[email protected]
HÜSNÜ Mübarek’in otoriter rejimini
alaşağı eden “25 Ocak 2011 Devrimi”
henüz meyvelerini vermeden gerek
ülkedeki vesayet rejimince, gerek bölgenin
monarşi rejimlerince ve gerekse de küresel
rejimlerin topyekün saldırısına uğradı.
MISIR halkının meşru yöneticisi ve Mısır tarihinin tek seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi; 3 Temmuz 2013
darbesiyle ülke yönetiminden
uzaklaştırıldı. Kendini ülkenin
tek sahibi gören ordu ve onun
suç ortağı sözde halk hareketi
olarak takdim edilen, 30 Haziran’da başlayan İsyan (Temerrüd) hareketine katılan değişik
toplumsal kesimler, özellikle
‘özgürlük’ kavramını öne çıkardı ve adeta Mursi’yi tüm yetkileri elinde toplayan bir diktatör
olarak gösterdiler.
Mursi’nin henüz bir yılını
dahi tamamlamış iktidar dönemini başarısız göstermek
için büyük bir çaba harcan-
36
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
dı. Bu karartma operasyonunu, ordunun ve Hüsnü Mübarek döneminin ekâbirlerinin
emrinde olan güdümlü basınla ve azınlıklardan devşirdikleri sözde halk kesimleriyle yapıyorlardı. Darbe öncesinden,
sözde yapılan anketlerle darbeye giden yolda önemli ipuçları verilmişti. Yapılan bir ankete göre; Mısırlıların yüzde 64’ü
Mursi yönetiminin beklediklerinden daha kötü bir performans ortaya koyduğunu ifade
etmişler ve halkın yüzde 73’ü
ise Mursi’nin ‘sağlıklı, tutarlı ve
iyi kararlar’ veremediğini vurgulamışlardı. Söz konusu anketin de ortaya koyduğu gibi,
Muhammed Mursi’nin ülkesin-
de ve dünyada başarısız olduğu her kesimce kabul ediliyor
propagandası yapıldı. Bu durumla verilmek istenen mesaj;
Müslüman Kardeşler’in, Mısır
gibi ekonomik ve sosyal sorunları devasa olan bir ülkeyi yönetecek beceriye sahip olmadığı isteniyordu. Çıkar gurupları ve eski rejim yanlıları böylece bir taşla iki kuş birden vurmuşlardı.
Mübarek’i devirerek ve kendi kendini yönetecek bir sisteme geçiş yapmak isteyen özgür Mısır halkı, Mursi’nin bir
yıllık iktidarı döneminde, neler yaşandı ki; askeri darbeyi
kutlar hale geldi? Tahrir Meydanı’nda yaşananlar ‘askeri
darbe’nin havai fişekler fırlatarak kutlanmasından başka bir
muhteva taşımıyordu. Darbeyi
kutlayanlar, darbeye karşı çıkanlardan fazlaydı. Öyle ki yeni dönemde ülkenin ikinci partisi olan, Şeriat’ın eksiksiz uygulanmasını isteyen Nur Partisi de darbecilere destek verdi.
Aralık 2011 ve Ocak 2012 genel
seçimlerle Mayıs ve Haziran
2012’de yapılan cumhurbaş-
GÜNCEL
kanlığı seçimlerinin sonuçlarına bakıldığında, Mısır halkının
en az yüzde 70’inin son tahlilde
askeri darbe yanlısı olduğu ortaya çıkıyor. Mursi’nin Hürriyet
ve Adalet Partisi dışındaki tüm
öne çıkan siyasi partiler darbeye destek verdi? Peki, Mursi ne
yaptı da halkı bu kadar kendinden uzaklaştırdı?
Yapılmak istenen ve yapılanlar devrim yapmış bir halkın tüm kazanımlarını yok etmeye yönelik bir büyük operasyondu. Bu operasyon görevi yine orduya verilmişti. Böylece; Mısır’da ordu son iki buçuk yıl içinde ikinci kez yönetime el koydu. Bu darbeyle verilmek istenen zaten belliydi; süreçte yaşananlar gösterdi ki,
sivil siyaset çözümsüzlük nedeniyle Mısır’ın devasa sorunlarının üstesinden gelemezdi
ve gelemedi de.
Buna rağmen sorunların
çözümü nerede aranmalıydı ve ne yapılmalıydı: ABD’nin
gözdesi olan ve ülke ticaretinin önemli bir kısmını elinde bulunduran, Körfez Ülkele-
ri’nin maddi ve manevi desteğini yanında bulan ve ABD’nin
yardımlarının İsrail’den sonra
en büyük payını alan orduyu
amiral gemisinin başına getirmekle çözüleceğine geniş halk
kesimlerini inandırmaktı. Yapılmak istenen buydu ve bunun
gereği de yapıldı.
Genelkurmay Başkanı Abdulfettah es-Sisi bir açıklamayla anayasayı askıya alarak, parlamentoyu feshetti.
Cumhurbaşkanı Mursi’yi görevinden uzaklaştırarak yönetime el koydu. ABD ve Avrupa
Birliği ülkelerinin ilgili kurumları darbeye karşı sessiz kaldılar.
Türkiye’de ise Ak Parti iktidarı
darbeyi eleştirdi, yeni yönetimi
‘tanımadığı’nı belirti.
3 Temmuz 2013’de ordunun yönetime el koymasıyla
Tahrir Meydanı’ndan 30 Haziran’da başlayan Temerrüd(isyan) hareketine katılan değişik toplumsal kesimler meydanları terk ettiler. Meydanları artık darbeye karşı çıkan ve
halkın seçtiği Cumhurbaşkanı
Mursi’yi tekrar görevinin başı-
14 Ağustos 2013’te
yaşanan olay çağdaş
bir Kerbela’yı
andırıyordu.
Hüseyin’in varisleri
“metâ nasrullah”
diyor ve feryat
ediyorlardı.
na gelinceye kadar darbe karşıtları dolduracaktır.
Askerin yönetime el koymasının ardından darbe karşıtları
örgütlenerek kitlesel gösterileri
belli merkezlere taşıdılar. Başkent Kahire’deki Rabiatul Adeviyye ve Nahda meydanları çağa tanıklık eden kitlesel gösterilere şahit oldu.
Askeri yönetiminin ajanlarının tüm tahriklerine, baltacı çetelerin saldırılarına ve İhvan-ı
Müslim Teşkilat’ının genel merkezini yağmalamalarına rağmen “Darbeyi Ret ve Meşruiyete destek için Ulusal İttifak”
merkezince yapılan çağrılarda
şiddete karşı barışçıl eylemlerden asla ödün verilmeyeceği
kesin bir dille ifade edilmiştir.
14 Ağustos 2013’te Rabiatul
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
37
GÜNCEL
Adeviyye ve Nahda meydanlarında kamp kurmuş halk kitlesine yönelik emniyet güçlerinin vahşice müdahalesinde üç
binden fazla gösterici hayatını
kaybetmiş, şehitler kervanına
katılmışlardı ve on binlerce kişi de yaralanmıştı. 14 Ağustos
2013’te yaşanan olay çağdaş
bir Kerbela’yı andırıyordu. Hüseyin’in varisleri “metâ nasrullah” diyor ve feryat ediyorlardı,
Yezitler ise meydanlardaki binlerce masum insanların feryatlarına adeta sağır ve dilsiz olarak şahitlik ediyorlardı.
Darbenin hemen sonrasında direnişçiler tarafından oluşturulan “Darbeyi Ret ve Meşruiyete destek için Ulusal İttifak”
komitesi; “25 Ocak 2011 Devrimi”nin tüm kazanımlarını ve
meşru Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin tekrar görevine dönünceye kadar süreci
yöneten “Devrimci Müslümanlar”dır. Yine bu süreçte Müslüman kadınların oluşturdukları;
“Darbe karşıtı Kadınların Devrimci Birliği”, bu iki komite koordineli olarak eylemlere sözcülük ve rehberlik yapmaktadır.
İdamlara yönelik değerlendirmelere geçmeden önce, Türkiye İslami Hareketinin
fikir dünyasına önemli katkıla-
rı olan fikir ve bir eylem adamı olan Üsdat Nuri Pakdil’in şu
tesbitine yer vererek yazımıza
devam edelim. Üsdat’a şöyle
bir soru tevcih ediliyor:
“Uluslararası denkleme bakıldığında Filistin başta olmak
üzere Müslümanların yaşadığı
hemen her coğrafyada büyük
sıkıntılar hâkim. Mısır’da seçilmiş cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve İhvan’ın tepe
kadrosu idama mahkûm edildi. Siz son gelişmeler ışığında
nasıl bir tablo görüyorsunuz?
‘Batı dünyası, Müslüman
halkların yaşadığı coğrafyalarda, büyük bir kindarlıkla saldırmaktadır Müslümanlara. Batılı
sömürgeciler, sömürü ve cinayetlerini, bu parçalanmış coğrafya üzerinde darbelerle iktidara gelmesini sağladıkları kukla yöneticiler üzerinden
yürütmektedir. Vicdan aklığını
koruyabilen her insanın, bütün
İslam coğrafyasında Batılı Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri tarafından ortaklaşa işlenen
cürümlere karşı, hiçbir şey yapamıyorsa, en azından bir tavır
alması, bunları içinden yargılayarak mahkûm etmesi, çağdaş
insan olmanın gereğidir.
Müslümanlar olarak bizler, dünyanın neresinde olursa
Nuri Pakdil: Vicdan aklığını koruyabilen
her insanın, bütün İslam coğrafyasında
Batılı Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri
tarafından ortaklaşa işlenen cürümlere karşı,
hiçbir şey yapamıyorsa, en azından bir tavır
alması, bunları içinden yargılayarak mahkûm
etmesi, çağdaş insan olmanın gereğidir.
38
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
olsun, bir insanın onuru çiğneniyorsa, bununla ilgilenmeli ve
gereken atılımları yapmalıyız.
Bir yeryüzü devleti olan Büyük Osmanlı Devleti parçalandığı ve Hilafet ilga edildiği için bütün bu trajediler vuku
bulmaktadır. Başka bir çaresi
yoktur, tek çözüm yolu İslâm
Devrimi’dir.
Mısır’ın emperyalistlerin işbirlikçisi olan bugünkü yönetimini bütün kalbimle lanetliyorum.”
Bu yerinde ve anlamlı tespiti yapan “Üstad’a” Allah uzun
ömür versin.
Yine bu doğrultuda açıklamalar yapan “İhvan-ı Müslim’in” hareketinin sözcülerinin açıklamaları Sünnetullah’a
uygun hareket ederken, “Hareket” de mücadelesine azimli
bir şekilde devam ediyor.
Mısır’daki Müslüman Kardeşler Teşkilatı (İhvan), İçişleri
Bakanlığı’nın şiddet olaylarına
karıştıkları yönündeki ithamlarına tepki gösterdi.
İhvan’dan yapılan yazılı
açıklamada, Mısır halkının oynanan oyunların farkında olduğu ifade edilerek, “İhvan,
ordu ve polis sözcüleriyle darbe taraftarı medyanın isnat
ettiği bütün şiddet olaylarından uzaktır. Şiddete çağıran
örgütler, istihbarat ve güvenlik birimlerinin üretimidir. Mısır halkı, bütün bu oyunların
farkındadır ve bunlara kanmayacaktır. Ayrıca özgürlük,
toplumsal adalet ve insani
onur gibi devrimin hedeflerinin gerçekleştirilmesi yolunda yaratıcı eylemlerini sür-
GÜNCEL
İdam kararları
üzerine açıklama
yapan; Mısır İhvan-ı
Müslimin Teşkilatı
Sözcüsü Mahmud
Gazlan, ne olursa
olsun barışçıl
çizgiden
ayrılmayacaklarına
dair teminat verdi.
dürmekten de vazgeçmeyecektir” denildi.
Dünyadaki özgür vicdanları derinden yaralayan Rabiatul
Adeviyye ve Nahda meydanlarına yapılan kanlı baskının yıl
dönümünde ülke genelinde düzenlenen barışçıl eylemlerden övgüyle söz edilen açıklamada, 25 Ocak Devrimi’ne atıfla “Zulüm ve darbe sona erene,
meşruiyet ve halkın egemenliği geri dönene, hayatını kaybedenler için kısas uygulanana kadar devrime devam edecekleri” ifadeleri kullanıldı.
Başta Mursi, Karadavi ve İhvan’ın üst düzey yöneticilerinin
de bulunduğu 106 Müslüman’a
verilen idam kararları üzerine
açıklama yapan; Mısır İhvan-ı
Müslimin Teşkilatı Sözcüsü
Mahmud Gazlan, ne olursa olsun barışçıl çizgiden ayrılmayacaklarına dair teminat verdi.
Gazlan, ülkede gerçekleştirilen darbenin ardından, darbe
karşıtlarının toplandığı mekân
olan Rabiatu’l Adeviyye Meydanı’ndaki kanlı müdahaleden
yaklaşık 2 yıl sonra, İhvan’ın
son günlerde verilen “idam
kararları” karşısında izleyece-
ği metoda ilişkin; ‘Barışçıl metodun İhvan’ın sabit değerlerinden biri olduğunu vurgulayarak, şiddete yönelmeyeceklerini ve barışçıl çizgiden asla çıkmayacaklarını’ belirtti.
Gazlan, insanların yaklaşık
90 yıldır İhvan’la kurdukları
gönül bağında “barışçıl duruşun” etkisi olduğuna işaret ederek şunları kaydetti:
“Barışçıl olmak ve şiddeti durdurmak bizim değişmez değerlerimizdendir. İhvan, 90
yıldır devam etmesini ve gücünü barışçıl çizgisinden alıyor. İnsanları İhvan’ın etrafında kenetlenmeye iten sebep
de barışçıl metodumuzdur.”
Barışçıllığın silahtan güçlü olduğunu belirten Gazlan; “Yenilgiye uğramanın ve yok olmanın sebebi şiddettir. Önümüze 90’lı yıllarda yaşanan
Cezayir, Suriye’deki Hama ve
Ürdün’deki “Kara Eylül” tecrübeleri var. Tüm bu deneyimler,
şiddetin başarısızlığını gözler
önüne serdi” ifadesini kullandı.
İdam kararlarından sonra babasının ziyaretine giden
Usame Mursi, “Beni gülümseyerek karşıladı, psikolojisi çok
iyiydi. Olumlu ve inançlıydı.
Bana ‘Devrim, kendine yol çiziyor’ dedi” ifadelerini kullandı.
Hakkında verilen idam kararlarının babası üzerindeki etkisine dair Usame Mursi, şunları kaydetti: “Cumhurbaşkanı
(Mursi), bu kararın da diğer kararlar gibi kendisini etkilemediğini ve üzerinde durmaya
gerek olmadığını söyledi. Bana güven içinde ‘Korkum yok.
Devrim ile onları yargılayacağımıza inanıyorum. Bu yargılamalar uzun sürmeyecek’ dedi.”
Usame, babasının, “Darbenin liderlerinin hedefi, iradeyi
ve devrimi yok etmek. Ancak
herkese ilet ki devrim en iyi çözüm, en önemli yoldur. Darbe,
başarısız olacak, daima sürmeyecek. Çözüm, vazgeçmeden devrimin yolunu devam
ettirmek. Hukuku geri getirecek, katillere kısas uygulayacak devrimdir. Devrimin taleplerine, hedeflerine bağlı
kalmak darbecilere en büyük
mağlubiyet olacaktır” şeklindeki sözlerini aktardı.
Mursi’ye yerli ve yabancı
tüm çevrelerce kendisine verilen desteği ilettiğini belirten
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
39
GÜNCEL
Usame Mursi, “Kendisine ve
Mısır’daki mazlumlara destek veren herkese teşekkür etti. Bana en çok halkın durumunu, fiyatları, yaşama koşullarını sordu. Ona bunların kötü
olduğunu aktardım. Devrimin
tüm durumları iyi yönde değiştireceğini söyledi” ifadelerine yer verdi.
Mursi dışında Müslüman
Kardeşler Teşkilatı’nın üst düzey 17 yöneticisine daha idam
cezası verilmişti. Bunlar arasında İhvan lideri Muhammed
Bedii de bulunuyordu.
Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, ‘Hamas’a istihbarat sağlamak’ ve ‘hapishaneden firar etmek’ suçlamasıyla
yargılandığı davalarda idam
cezasına çarptırılmıştı.
İdam kararlarına yönelik ilk
tepkiler insan hakları örgütleri,
İslami Hareketler, İslami STK’
lardan gelirken, ülkelerin tepkileri ise değişik oldu:
Açıkça darbenin yanında
olan ve destek veren ülkeler,
Suudi Arabistan, Birleşik Arap
Emirlikleri, Bahreyn.
Temkinli bir dil kullanarak
karşı çıkan ülkeler; Endonezya, Almanya, İspanya, Tunus,
Yemen, Arnavutluk, Danimarka, Brezilya.
Arjantin, İran ve Türkiye, bu
son üç ülke açık bir şekilde kınamıştır.
ABD, AB, Rusya, Çin gibi ülkeler ise politik tavır takınmışlardı. ABD Dışişleri Bakanlığı
Sözcüsü Jeff Rathke günlük
basın brifinginde, “Eski cumhurbaşkanı Muhammed Mur-
40
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
si’nin de aralarında bulunduğu 100’den fazla kişi hakkında Mısır mahkemesinin idam
kararı vermesinden derin endişe duyuyoruz” ifadesini kullandı. Daha önce de Mısır’da
muhaliflerin ve şiddete başvurmayan aktivistlerin, uluslararası yükümlülüklere ve yasalara
aykırı bir şekilde toplu duruşmalarının yapılmasına ve verilen hükümlere yönelik pozisyonlarını sürekli söylediklerini
vurgulayan Rathke, Mursi ve
diğerlerine yönelik duruşmaları “ Adaletsizce ve hukukun
üstünlüğüne zarar verici bulduklarını belirtti”.
Rathke, Mısır’daki insan
hakları ihlallerine yönelik kaygılarını yönetime açıkça iletmeye devam edeceklerine işaret ederek, “Adalet adına (davaların) kanunlarda belirtilen
esaslara uygun olarak yürütülmesine ve bireyselleştirilen
yargı sürecine ihtiyaç olduğunu hem kamuoyu önünde hem
de özelde dile getirdik.”
Rathke siyasi bağlantıları
ne olursa olsun tüm Mısırlılara kanun önünde eşit ve adil
muamele edilmesi gerektiğini
kaydetti.
Darbe ile görevinden uzaklaştırılan eski cumhurbaşkanı
Muhammed Mursi ile birlikte
aralarında Karadavi ve Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın
ileri gelenlerinin de bulunduğu 100’den fazla kişi 16 Mayıs’ta idama mahkûm edilmişti. İdam cezası verilenler arasında hayatını kaybedenler de
bulunuyordu.
Mısır’da idam cezaları konusunda müftünün görüşü soruluyor. Ancak bilindiği gibi
müftünün kararı bağlayıcı değil. Mahkeme, Mursi ve diğer
Müslüman Kardeşler üyeleri
hakkındaki son kararı 2 Haziran’da yapılacak duruşmada
verecek.
AB Yüksek Temsilci Mogherini, “Eski cumhurbaşkanı
Muhammed Mursi ve 100’den
fazla destekçisine istenen idam
cezası, Mısır’ın uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülüklerine uygun olmayan bir
toplu yargılamanın sonunda
alınmıştır. Mısır yargı makamları uluslararası standartlara
uygun şekilde muntazam ve
bağımsız soruşturmalarla sanıkların adil yargılanma hakkını güvence altına alma sorumluluğu taşımaktadır” dedi.
Mogherini’nin sözcüsü Catherine Ray, Mursi’nin geçen ay
yargılandığı başka bir davada
20 yıl hapse mahkûm edilmesini “not ettiklerini” ve “Mısır hükümetiyle güçlü ve sabit ilişkilerin süreceğini” açıklamıştı.
Karadavi’nin suçu ise darbeyi eleştirmesi! Konuşmasında şu ifadeleri kullanmıştı:
“İnanmasanız da eninde sonunda yok olacaksınız. Hakkın
sesi en yüksekte olacak. Gençlerin azmi zayıflamayacak ve
geri adım atmayacaklar. Özgürlüğe kavuşmaktan başka
bir çözüm kabul etmeyecekler.
Dönüş yollarının kapılarını kapatmayın. Tövbe edin. Çünkü
ne planlar kurarsanız kurun,
gelecek gençlerin olacak.’
GÜNCEL
Muhammed Mursi, ‘Hamas’a istihbarat sağlamak’ ve
‘hapishaneden firar etmek’ suçlamasıyla yargılandığı davalarda idam cezasına çarptırıldı.
Mursi dışında Müslüman
Kardeşler Teşkilatı’nın üst düzey 17 yöneticisine daha idam
cezası verildi. Bunlar arasında
İhvan lideri Muhammed Bedii
de bulunuyor.
İdam cezası verilenler arasında hayatını kaybeden kişiler de var. Bunlar arasında geçen yıl İsrail’in Gazze Saldırılarında hayatını kaybeden İzzettin Kassam Tugayları Komutanı
Raid Attar da bulunuyor.
Sondos Asem, ölüm cezasına çarptırılan tek kadın sanıktı
ve aynı zamanda en genç olanlardan biriydi. Hürriyet ve Adalet Partisi’nin sözcülüğünü ve
web sitesi editörlüğünü yapan
Asem’in çalışmaları, Mısır’daki devrim sürecinin ve bu süre-
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jeff Rathke
günlük basın brifinginde, “Eski cumhurbaşkanı
Muhammed Mursi’nin de aralarında
bulunduğu 100’den fazla kişi hakkında Mısır
mahkemesinin idam kararı vermesinden
derin endişe duyuyoruz” ifadesini kullandı.
cin, anlamlı ve tutkulu bir gençlik hareketi vasıtasıyla ifade ettiği umudun simgesi oldu. Şu anda ülkedeki hapishaneleri dolduran 41 bin siyasi mahkûm, rejimin tehdit ve şiddetle zayıflatıp
susturmaya çalıştığı genç aktivistleri temsil ediyor.
Ölüm cezası alanlardan biri de; Kahire’de Amerikan Üniversitesi ile Georgetown Üniversitesi’nde siyaset bilimi dersi veren, başarılı akademisyen
Emad Şahin’dir.
Şahin şu anda yurt dışında
yaşadığı hâlde, casusluk davasında hüküm giyerek idam cezasına çarptırıldı. Tanıyanların
ya da çalışmalarını bilenlerin
gözünde Şahin, ilkelerine ve
bu ilkelerin gelişmesi için gereken entelektüel derinliğe sarsılmaz biçimde sadık bir isim.
Şahin, hakkında çıkan mahkeme kararı sonrasında yayınladığı açıklamasında şöyle dedi: “İki yıldan uzun süredir ordu
ve güvenlik kurumları, 25 Ocak
Devrimi ile bağlantılı herkese
karşı bir karşı devrim yürütmektedir…”
Mahkemenin verdiği son
idam cezaları, rejimin sadece
sanıkların canını değil, kendilerine muhalefet eden tüm vatandaşların özgürlüğünü de ellerinden almak istediğinin bir
göstergesi.
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
41
GÜNCEL
Hürriyet ve Adalet
Partisi Yönetim
Kurulu üyesi Amr
Derrac, idamları
kınayarak “Bu
siyasi bir karar ve
işlenmeye yakın
bir cinayet suçunu
teşkil ediyor.” dedi.
Mursi’ye verilen idam cezası Uluslararası Af Örgütü
tarafından ‘maskaralık’ olarak değerlendirildi. Af Örgütü
Mursi’nin serbest bırakılmasını ve sivil bir mahkeme tarafından yeniden yargılanmasını talep etti.
Birleşmiş Milletler Genel
Sekreterlik Sözcüsü Farhan
Haq, Genel Sekreter Ban KiMun’un idama karşı pozisyonunu hatırlatarak, temyize götürülmesi mümkün olan kararı
endişeyle ve yakından izlediklerini söyledi.
Mahkeme ayrıca İsrail’de
tutuklu bulunan Hasan Selame adındaki İhvan üyesine de
idam cezası verdi.
Mahkeme dosyayı müftüye
gönderdi. Müftünün idam kararını değerlendireceği tavsiye kararından sonra mahkeme
kesin kararını açıklayacak. İki
davada da nihai karar 2 Haziran’da yapılacak duruşmada
açıklanacak.
İDAMLARA KARŞI,
İHVAN VE HAMAS’TAN
AÇIKLAMA
Hürriyet ve Adalet Partisi
Yönetim Kurulu üyesi Amr Derrac, Mursi ve diğer Müslüman
42
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
Kardeşler yetkilileri hakkında
alınan kararları kınadı.
Reuters’e konuşan ve uluslararası toplumu harekete geçmeye çağıran Derrac, “Bu siyasi bir karar ve işlenmeye
yakın bir cinayet suçunu teşkil ediyor. Bundan dolayı da
uluslararası toplum tarafından durdurulmalı” dedi. Alınan kararı, ‘içler acısı’
olarak niteleyen Hamas Sözcüsü Sami Ebu Zuhri, “Bu siyasi bir karardır ve Mısır yargısına kara bir leke sürmüştür”
ifadelerini kullandı.
Mısır’da mahkeme, 21 Nisan’da şimdiki Muhammed
Mursi’nin yargılandığı ‘İttihadiye Olayları’ davasında kararını açıklamış ve Mursi’yi 20
yıl hapis cezasına çarptırmıştı.
Mursi’nin cezası 2012’nin
Aralık ayında Cumhurbaşkanlığı Sarayı önünde gerçekleşen
olaylarda ‘protestocuları öldürmeye teşvik’ suçlamasından verilmişti. Mahkeme heyeti aynı davada Mursi’ye yöneltilen ‘kasten adam öldürme
ve silah bulundurma’ suçlamalarında eski cumhurbaşkanını
suçsuz bulmuştu.
Muhammed Mursi’nin savun-
ma heyeti mahkemenin kararını siyasi bir karar olarak niteledi.
İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) de Mursi hakkında verilen karara ilişkin yaptığı açıklamada, “Mursi kararı adaletin gülünç bir hale sokulmasıdır. Bu yüzden Mursi’nin yeniden yargılanması
da serbest bırakılmasını talep
ediyoruz” demişti.
Eski cumhurbaşkanı Mursi, yargıya hakaret ve Katar’a
istihbarat sağlamak suçlamalarıyla açılan iki ayrı davadan
daha yargılanıyor.
İdam kararlarının ilk infazı Müslüman Kardeşler’e yakın
Mahmud Ramazan 7 Mart’ta Sisi liderliğindeki darbenin ardından idam edilen ilk kişi olmuştu. Mısır ordusu tarafından 3
Temmuz 2013’te gerçekleşen
darbenin ardından ülkenin kuzeydoğusundaki Sina’da Ensaru Beytil Makdis örgütüne
karşı operasyonlar düzenliyor.
IŞİD’e bağlılığını açıklayan
Ensaru Beytil Makdis unsurlarının Kalyubiye kentinde yakalandıkları bölgenin ismiyle
(Arab Şerkes) anılan davada
mahkeme yargılananlara Mısır güvenlik güçlerine saldır-
GÜNCEL
ma ve 6 polisi öldürme suçlamaları yöneltilmişti. ‘Arap Şerkes hücresi davası’ olarak bilinen davada yargılanan kişilerin Sina merkezli Ensaru Beytil Makdis örgütüne mensup olduklarını belirtmişti.
İdam edilenlerin avukat ve
yakınları Al jazeera’ye idam
kararlarının uygulanacağına
dair önceden kendilerine bilgi
verilmediğini söyledi.
Bu idam cezalarının infazı
Mursi ve 106 kişinin idam kararlarından hemen sonra infaz
edilmiştir.
Türkiye Hükümeti adına;
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcısı ve Sözcüsü
Büyükelçi İbrahim Kalın, Muhammed Mursi’ye verilen idam
kararı için: “Bu konuyla ilgili
Suudi Arabistan başta olmak
üzere, Katar ve diğer körfez
ülkeleriyle istişaremiz devam
ediyor. Uluslararası girişim anlamında da şu anda mevcut
mekanizmaları gözden geçiriyoruz. BM İnsan Hakları Komisyonu başta olmak üzere konuyla ilgili mekanizmaları hareke geçirmek için gerekli girişimleri yakın bir zamanda başlatmayı planlıyoruz.”
Konunun küresel önemi olduğunu belirten Kalın, “Çünkü
hem idam cezalarının hem de
bunların bir şekilde infaz edilmesi, sadece Mısır’ı değil, bütün Ortadoğu’yu kaosa sürükleyecek bir gelişme olacaktır. Zaten insanların vicdanında açık
ve net bir şekilde mahkûm ettiği bu kararların, uluslararası
kurum ve kuruluşlar nezdinde
de açıkça mahkûm ve ret edilmesi büyük önem taşıyor” dedi.
Kalın, “Mısır’da Mursi’nin
de aralarında olduğu 106 kişiye verilen idam cezası için
“adaletin infazı” ifadesini kullandı. “Dün darbeye karşı çıkmayanlar, bugün bu idam cezaları konusunda sessizdir. Bu
kararlar sadece adaletin infazı değildir, aynı zamanda bunlara karşı sessiz kalmak, sesini yükseltmemek ya da çok cılız cevaplar vermek de aslında
aklın ve vicdanın sükûtundan
başka bir şey değildir” dedi.
Sünnetullah’ın
hukuku işliyor.
Rabbim bizleri
imtihan ediyor O’na
teslimiyetle beşeri
çabalarımızı ortaya
koyduktan sonra
Allah’ın hükmüne
rıza göstermek ve
teslim olmaktır.
Sonuç olarak idamlarla ilgili olayları ortaya koyduk düşüncelerimizi de satır aralarında ifade etmeye çalıştık. Özellikle de Mursi’nin iktidarı döneminde Ak Parti iktidarı tarafından yanlış yönlendirildiği şeklindeki söylentilere kendim adına çok itibar etmiyorum. Sebebine gelince; bu değerlendirmeyi hem İhvan gibi 80-90
yıl bir mazisi olan bir harekete haksızlık olduğunu hem de
eğer Ak Parti önderliğine eğer
bir şey sormuşlarsa onlarda
bir düşünce söylemiş olabilirler. Her söylenen isabet ede-
cek diye bir şey yok. Görüşler
isabet edilirde etmeyebilirde.
Bu durum değerlendirme yapanlar için bir nakısa değildir
diye inanıyorum. Şüphesiz en
doğrusunu Rabbimiz bilir.
İdam cezası alan gerek Muhammed Mursi, gerek Y. el Karadavi ve gerekse de İhvan ve
Hamas sözcülerinin açıklamaları olsun bir mü’minin vakar, teslimiyet ve basireti var,
bu duruşa karşı saygı ve imrenmek yakışır. Gönülden bir
dua ve kuvvetli bir omuz vermek lazım.
Sünnetullah’ın hukuku işliyor. Rabbim bizleri imtihan
ediyor O’na teslimiyetle beşeri çabalarımızı ortaya koyduktan sonra Allah’ın hükmüne rıza göstermek ve teslim olmaktır. Rabbimiz Kitab’ında;
“Eğer bir yara aldıysanız,
o kavme de benzeri bir yara
değmiştir. İşte o günleri Biz onları insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın iman
edenleri belirtip-ayırması ve
sizden şahidler (veya şehidler)
edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez; (Yine bu) Allah’ın, iman edenleri arındırması ve inkâr edenleri yok etmesi içindir.” Rabbimiz diğer
bir ayetinde;
“Ancak iman edenler, salih amellerde bulunanlar ve
Allah’ı çokça zikredenler ile
zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar (veya öçlerini
alanlar) başka. Zulmetmekte
olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
43
GÜNCEL
Geziden
artakalanlar
MEHMET TURGUT
[email protected]
GEZI eylemlerinin amacı Ak Parti
iktidarıyla birlikte muhafazakâr dindarlığın
yaygınlaşmasına karşı, seküler güçlerin
kaybettikleri imtiyazları elde etme
girişimi olarak değerlendirilebilir.
TÜRKIYE Cumhuriyet’i kurulduğundan beri toplumsal ve
siyasal hayata belirli aralıklarla müdahaleler olmuştur. Bu
müdahaleleri yapanlar sürekli “kendini merkeze koyan oligarşik bir yapıdan kaynaklanmaktadır.” Aslında devletler/iktidarlar kendilerini sürekli yenilerler, deri değiştirirler. Güç sahipleri için önemli olan yönetme arzularının devamı ve mülkü tekelleştirme duygusu ve çabasıdır. Ayrıca daha rahat yönetmek içinde homojen, birlikçi,
tek tip, uysal vatandaş oluşturarak güçlerini ikame etmeye çalışırlar. Türkiye tarihi bu nedenle güç sahiplerinin topluma, siyasete, ekonomiye, aileye, sosyal yaşama müdahale ve toplumu dizayn etme tarihidir.
Türkiye’deki değişimler ise
genelde iç dinamiklerden ziyade dış dinamiklerin zorlamasıyla, batılılaşma arzusu ve Avrupa Birliği’ne dahil olma çabasından kaynaklanmaktadır.
Ayrıca kuruluş aşamasında siyasal erkin toplumun yönünü
zorbalık ve manipülasyonlarla değiştirmesidir. Medeniyet
değerlerinin değiştirilmesiyle
yeni bir birey, yeni bir toplum
modeli oluşturma çabasıdır.
27 Mayıs 2013 Taksim Gezi
Parkı protestoları, 61. Türkiye
Cumhuriyeti Hükümetinin Taksim Gezi Parkı’na İstanbul 6’ncı
İdare Mahkemesi ve 2 nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararı olduğu halde Topçu Kışlası’nı Taksim Yayalaştırma Projesi çerçevesin-
de imar izni olmadan yeniden
inşa etmesine karşı başlamıştır.
27 Mayıs 2013 tarihinde iş makinelerinin Gezi Parkına girmesinin ve ağaçların sökülmesinin
ardından, bu haberin sosyal
medya aracılığıyla kısa sürede yayılmasıyla, olaylar büyüyerek toplumsal ve siyasal bir
kalkışmaya dönüşmüştür. Bu
kalkışma siyasal literatürümüze ‘gezi olayları’ olarak girmiştir. Bu gezi olaylarını yukarıdaki kısa betimleme çerçevesinde
değerlendirerek yeni bir muhalefet dilinin oluşması şeklinde
değerlendirmeye çalışacağım
Gezi eylemcileri ve bileşenlerin talepleri; ifade, basın ve internet kullanımı, alkol tüketimi,
kadın bedeni üzerinden zina ve
kürtaj hakkı, televizyon ve toplanma özgürlükleri üzerindeki
baskılarının arttığı konusunda
endişeler dile getirildi. Hükümetin Suriye’deki iç savaşa karşı
tutumu, başbakanın otoriterliği
üzerine otoriterlik tartışması ve
demokrasi talebi ve giderek artan otoriter faaliyetlerin toplumsal gerginliğin/çatışmanın artmasında etkili olduğu, ötekileş-
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
45
GÜNCEL
tirme, farklı yaşam tarzına saygı, Türkiye’nin dindarlaştırılması, çevre duyarlılığı, Hes’ler LGBT hakları, nükleer santral girişimleri, kentsel dönüşüm tartışmalarında kamusal alanın
rantlaştırılması, çevrenin/ kentin tahribata uğraması gibi talepleri dile getirdiler. İstanbul
Taksim Gezi park’ında meydana gelen olay kısa sürede tüm
Türkiye’ye yayıldı. Bu eylemler
79 ilde gerçekleşti.
Gezi eylemlerinin amacı Ak
Parti iktidarıyla birlikte muhafazakâr dindarlığın yaygılaşmasına karşı, seküler güçlerin
kaybettikleri imtiyazları elde etme girişimi olarak değerlendirilebilir. Fazıl Say gibi kişilerin
‘Benim oyum çobanın oyuyla
bir değil’ söylemi ayrıcalığını
sürdürmek isteyenlerin arzusunu dillendirmiştir. Demokrasiyi
sandıktan ibaret görmediklerini dile getiren bu elitist güruh
güç kendilerindeyken sandığı
kutsallaştıranlardı. 40-50 yıldır
göç yoluyla Anadolu’dan ken-
Evet, Türkiye’de
eşitsizlik mevcuttur.
Zengin yoksul
arasındaki makas
hiçbir zaman
daralmadı. Ama
sokağa baktığımıza
gezide hak
arayanlar yoksulları
değil, köhnemiş sol
fikirleri zorbalıkla bu
topluma dayatmaya
çalışan marjinal sol
grupları gördük.
46
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
te göç etmişlerin elde ettikleri
güç karşısında kemalist, seküler, elitist kesimin güç kaybının
ve bugüne kadar değersiz gördüğü yeni kentli sınıfın iktidar
talebinin kısmen karşılık görmesinden kaynaklı bir yenilmişlik/geri çekilme psikolojisinin saldırısı olarak değerlendirilebilir. Bu kısmi gücü temsil
eden yeni kentli sınıfın mücadelesi 1950’lerde Demokrat Partiyle başladı. Ak Parti’yle güçlenerek iktidar oldu. Memet Ali
Alabora’nın ‘Mesele ağaç meselesi değil hâlâ anlamadın
mı arkadaş’ tweet’i de bu doğrultu da atılmıştı. Aynı şekilde
başbakanın eylemcileri çapulculukla nitelendirmesi, enteresan bir şekilde bu ülkede devredilen güç üzerinden yoksulların nasıl aşağılandığına şahit olduk. Bu gezi kalkışmasında şunu kesinlikle öğrenmiş olduk ki, iktidarı elinde tutanlar
güç zehirlenmesine kapılıyorlar. Ayrıca kapitalist yaşam biçiminin yaşamı metalaştırmasına şahit olduk. Para, servet,
güç üzerinden sınıf oluşturup
derisini yenileyen devlet aygıtının şehvetine kapılıp mazlumları, yoksulların yaşam tarzlarını hor görmeleri bu çoban ve
çapulcu metaforunda aranabilir. Hadi dindışı/ profan yaşamı
savunanların böyle bir üstenci,
elitist tavırlarının olması doğaldır. Fakat her defasında geleneksel değerlere, İslami değerlere atıfta bulunanları anlamak
zor oluyor. Bu da her halde neoliberal politikalarla dinin harmanlanmasından olsa gerek.
Kentsel dönüşüm üzerinden
dile getirilen mahalle dokusunun zedelenmesi, kentsel rantın oluşturulup bölüşümün tekelleştirilmesine yapılan itirazı değerlendirdiğimizde haklılık payı görmekteyiz. Kenti betonlaştıran, nefes alacak ortam bırakmayan çirkin yüksek
binalar, şehir estetiğinden yoksun beton yığınına dönüştürülmüş iğreti bir kent mimarisiyle karşı karşıyayız. Daha önce
kenti gecekondulaştırıp çirkinleştiren şehir politikaları, kentsel dönüşümle de daha büyük
bir beton yığınına dönüştürdüler. Kentsel rant oluşturup asgari ücretle geçinenlerin ömür
boyu ev sahibi olamayacağı
yüksek fiyatlarla sermayelerine sermaye kattılar. Evet, Türkiye’de eşitsizlik mevcuttur. Zengin yoksul arasındaki makas
hiçbir zaman daralmadı. Ama
sokağa baktığımıza gezide
hak arayanlar yoksulları değil,
köhnemiş sol fikirleri zorbalıkla bu topluma dayatmaya çalışan marjinal sol grupları gördük. Çocuksu bir anarşizmin
otonomisini yaratma arzusuyla, özgürlük adı altında cinselliği, sınırsızlığı ve ucubeliği savunan anarşistlerle, insanın fıtratını bozan ve toplumu, nesilleri ifsat eden LGBT’lerin’ yaşam tarzımıza dokunmayın’
çıkışının temelinde seküler bir
toplum özleminin çabaları vardı. Evet, gezicilere göre neo- liberal politikalarla her şeyi soğuran bir Ak Parti dinciliği vardı. Ve her şeyi talan ediyordu.
Doğru, bu neo liberal politika-
GÜNCEL
larla maalesef İslam’ın içini boşaltıp kültürel bir İslam oluşturuldu. Ama peki gezicilerin tüm
değerleri yıkıp talan eden vandalizmi, kendisini ayrıcalıklı gören elitist narsizmi neydi?
Modern insanın doğaya
egemen olma arzusu maalesef
iyice arttı. Bu dönemde ilerleme
ve gelişme adı altında Hes’lerle
iklimi, doğayı tahrip ettiler. Gezi
eylemini gerçekleştirenler böyle bir eleştiri de haklı olsa da
aslında kendilerinin çevre ve
doğa aşkları, nostaljiden öteye geçmeyip, sadece yeşili savunma adı altında kaybettikleri gücü ele geçirme çabalarıdır.
Nitekim Bedrettin Dalan’ın ‘Yedi Tepe Üniversitesi’ için İstanbul Kayış Dağı’nı işgal ve tahrip
etmesi, Rahmi Koç’un’ Koç Üniversitesi’ için Sarıyer ormanlarını işgal ve talan etmesini hep
beraber yaşadık. Aynı çevre
duyarlılığını savunanlar o dönem hiç ses çıkartmamışlardı.
Otoriterlik tartışmasına gelince zaten otoriterizim bu topraklarda yüzyıllardır var. Sümerlerden beri devam eden
bir anlayış. Kemalist sistemde
otoriterizm üzerine kurulu değil miydi? Tek adam kültü üzerine inşa edilmişti. Demokrasi
çağında bile bu otoriterlik geleneği devam etti. Gezideki Mustafa Kemal’in askerleriyiz özlemi ilk dönem otoriter Kemalist
özlem dillendiriyordu. Nitekim
demokrasiyi, çoğulculuğu, bir
arada yaşamayı savunan bu
güruhlar 28 Şubat’ta Müslümanlara tahammül edemediler, yaşam tarzlarına müda-
Gezi ve 17-25 Aralık operasyonları bize
şunu gösterdi ki, bu topraklarda insanca
ve Müslümanca yaşamak istiyorsak
sahici, ıslah edici, sosyal adaleti ve insan
onurunu merkeze alan bir muhalefet
gereklidir. Kökü dışarıda olan ve bu
toprakları dolaylı yollardan sömürmeye
kalkanların taşeronu olarak değil.
hale edip zorla dönüştürmeye
kalkıştılar. Demokrasi, çoğulculuk, bir arada yaşama eğer
-siz boyun eğip ötekileştirmeyi
kabullenip kendinizi soyutladığınızda - onlar için son derece modern insanca bir yönetim tarzı oluyor. Ne zaman ki
bu pozitivist, seküler aydınlanmacılardan hak istediğinizde
işte o zaman işin rengi değişir. Demokrasi acıkınca yenilen bir puta dönüşüyor.
Anti -Kapitalist Müslümanların eleştirileri doğru eleştiriler olmasına rağmen, yerinde
ve zamanında yapılan eleştiriler olmadığı için çok karşılık
bulmadı. Halbuki Müslümanlar zenginleştikçe Karunlaşmamaya, yönettikçe firavunlaşmamaya özen göstermeleri gerekmektedir. Halkın güce,
koltuğa, iktidara yakın olayım,
nemalanayım arzusuyla yanlışı da doğruyu da alkışlar olduğunu gördük. Anti- Kapitalist
Müslümanların bu sosyal adalet, emek ve hakça kardeşini
uyarma ve ıslah etme söylemlerinin sola öykünmeden kurtarılıp medeniyet değerlerimizdeki kardeşçe bir arada yaşama modelini geliştirmek zorundayız. Yoksa şeytan azgın-
ca yönetme arzumuzun içine
tatlı tatlı ve sezdirmeden sızıp
bizi biz olmaktan çıkaracaktır.
Sonuç olarak 2002’den beri Ak Parti iktidarına karşı birçok müdahaleler yapıldı. Bu
müdahaleler bir şekilde atlatıldı. Ama sosyal adalet, hukuka dayalı bir yapı inşa edilemedi. Bunun için eğitim müfredatının ve anayasanın temelden
değişmesi gereklidir. Ötekileştirmeden adalet, merhamet ve
hukuka dayalı bir toplumsal
mutabakat ve uzlaşma gerekli
olup, hakça paylaşım ve dağıtım modeli geliştirilmelidir. Kişiselleştirilmiş bir yönetim modeli ve ben varım daha ne gerek tarzı söylemler tekrar kazanımları geriye götürür. Gezi ve
17-25 Aralık operasyonları bize şunu gösterdi ki, bu topraklarda insanca ve Müslümanca yaşamak istiyorsak sahici,
ıslah edici, sosyal adaleti ve
insan onurunu merkeze alan
bir muhalefet gereklidir. Kökü
dışarıda olan ve bu toprakları dolaylı yollardan sömürmeye kalkanların taşeronu olarak
değil. Kökü içerde ve derinlerde, yüreği mazlumlardan yana
bir muhalefetin olması gereklilik taşımaktadır.
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
47
GÜNCEL
Din ve Diyanet
Olması gerekenler ve laikçi saldırı…
SAiT ALiOĞLU
[email protected]
EĞER siz, “İslâm zaten laiklik ilkesini
içermektedir, o halde İslâm’ın yürürlükteki
kanunları es geçerek bir devlet talebi
olmaz, olamaz!” yaklaşımlarına sahip
“modernist” bir çizgide durmuyor iseniz,
dinin devlet konusunda bir talebini
ısrarla kabul etmiş olmuyor musunuz?
Din ne be/ ew ne din e!
Deli olma/(senin bildiğin) o (şey) din değildir!
Cigerxun
EĞER bu din, salt mabet dini değil, hayatın içerisinde bulunan, hayata ‘insanın bizzat
kendisi adına’ anlam yükleyen bir din ve dünya görüşü
ise, böyle bir dinin çok rahatlıkla bir devlet talebi olur, Ki,
bu talep aynı zamanda bir ihtiyaç meselesi olarak belirginleşir. Hayrettin Karaman, bu
ihtiyacı doğrulayarak, dikkate değer bir şekilde “Devletin
ve hükümetin beşerî bir ihtiyaçtan doğduğu doğrudur, elbette toplu halde yaşayan insanların buna ihtiyaçları vardır, ancak; “devlet ve hükümetin Kur’an’da bahis konusu ol-
48
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
madığı ve İslâm’ın, bu konularda bir talebinin bulunmadığı”
iddiası isabetli değildir.” diyor.1
Hayreddin Karaman, Müslümanların bir devlet talebinin olduğunun altını çizdikten
sonra “İslâm’ın devlet talebinin
olup olmadığı, daha geniş bir
ifade ile, İslâm ve devlet ilişkisi son yıllarda sıkça gündeme
gelmiş ve tartışılmıştır. Bu tartışmada İslâm’ın laik karakterli bir din olduğunu savunanlar,
doğrudan naslara ve özellikle
Kur’an’a bakmışlar, bu kaynakta mâhiyet ve niteliklerini Allah’ın belirlediği bir devleti aramışlardır. Gerçi Kur’an
doğru okunduğunda, nitelikleri
dolaylı ve genel hatlarıyla belirlenmiş bir devlet kavramını
onda bulmak da mümkündür.2 Demek oluyor ki, nasıl düşünülürse düşünülsün, hangi
ara form oluşturulursa oluşturulsun, eğer siz, “İslâm zaten
laiklik ilkesini içermektedir,
o halde İslâm’ın yürürlükteki
kanunları es geçerek bir devlet talebi olmaz, olamaz!” yaklaşımlarına sahip “modernist”
bir çizgide durmuyor iseniz, dinin devlet konusunda bir talebini ısrarla kabul etmiş olmuyor musunuz?
OSMANLI’DA
DIN-DEVLET ILIŞKISI
Devlet’i dinle bağlantılı olarak, üç form şeklinde ortaya
koyduğumuzda, bizim açımızdan “Bir bütün olarak İslâm’ı
seçen kavimlerin, meşruiyetlerini, din bürokrasisinin de
yardımıyla İslâm’a dayandırma gayreti içerisinde oldukları gözlemlenen” bir vasatta Osmanlıda din devlet ilişkisi laiklik içeriyor muydu? Bir yanda
Şeriat var, diğer yanda ise, eski bir Türk geleneğinden sadır
olan örfî hukukla birlikte, son
dönemde batıdan gelen etkiyle oluşturulan kurumsallıklara rağmen, Osmanlı’da laiklikten bahsedilemezdi. Bu konuda Süleyman Uludağ; “Tanzimat’tan sonra bazı Batı kö-
GÜNCEL
kenli kanunların uygulanması, Şer’iye Mahkemelerinin yanı sıra Nizamiye Mahkemelerinin kurulması, sosyal koşulların ve değişmenin gereği olan
söz konusu farklılaşmanın, yani din-devlet ayrışmasının Osmanlı Devletinde normal sayılacak bir süreç izlediği ve eski
uygulamalara göre daha geniş boyutlara ulaştığı muhakkaktır. Bu gelişmeyi belli ölçüde Batıdaki ilmi ve fikri gelişmelerin etkilediği de bir gerçektir.
Bu yüzdendir ki Osmanlı Devleti din-devlet ilişkilerinin girift bir
şekilde iç içe, sıkı bir şekilde birbirine bağlı olmanın meydana
getirdiği sıkıntıları yaşamamıştır. Osmanlılarda böyle bir sıkıntının varlığı gerekçe gösterilerek laiklik savunulmamıştır.”3
Bu bağlamda, Osmanlı’da
belirgin bir laiklik olmamasına rağmen, sanıldığının aksine Şeyhülislâmlığın, işin başında bulunan “müftünün” kendi
iradesinin geçerliğinden ziyade, bu makam, müftüden ziyade, devletin başında bulunuyor
oluşundan ötürü, esas yetkinin
padişahta olduğu söz konusuydu. Burada İsmail Kara ile yapılan bir röportajda “Peki Osmanlı Devleti ile T.C. arasında
“Din İşlerinin yönetimine bakış” açısından paralellikler bulunduğu görüşünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Sorusuna verilen cevap önemli. İsmail Kara şöyle diyor:
Deniyor ki: Osmanlılarda
şeyhülislamlık padişaha bağlı
idi, şeyhülislam padişahın “kul”
larından biriydi, onun yaptıkla-
Osmanlı’da
Şeyhülislam
rını veya yapmak istediklerini
meşrulaştırmak için fetva verir,
kılıf uydururdu. Diyanet de devlete bağlıdır ve siyasî merkezin
istediği yönde fetvalar verir, hadiseleri meşrulaştırır...” “Bu yorumlarda bir kasıt yoksa açık
bir cehalet var. Osmanlılardaki yapılanmada Din İşlerinden
sorumlu kişi şeyhülislam değil,
aynı zamanda halife olan padişahtır. Yani devletin ve devletin başındaki kişinin dinî bir
kimliği var. Şu veya bu şekilde
her şeyin ve her icraatın dinî bir
açıklaması ve muhtevası var.
(Bu açıklamaların dinî hükümlerle çakıştığı, ne kadar saptırmaların olduğu ayrı bir meseledir). Şeyhülislam padişah-halifenin bir vekilidir, bütün ya-
Osmanlı
Devleti zamanında
şeyhülislam dini
konularda en yüksek
yetkiye sahip devlet
görevlisiydi.
pıp ettikleri de vekâlet sınırları içinde anlaşılmak lazım gelir.
Bu yapılanma İslam tarihindeki tecrübelere ve şekillenmelere de uygundur, der ve şunları
da ilave eder: “Bununla birlikte, “cumhuriyet devrine geldiğiniz zaman mukayese için öncelikle bakacağımız şey devletin dinî bir kimliğinin olup olmadığıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın konumlandırılmasına da
bu çerçevede bakmak gerekir.
Yani hiçbir dinî kimliği olmadığı ısrarla vurgulanan bir siyasî
yapının Din İşlerine bakan bir
kurum olduğu sonucu çıkar.”4 ŞEYHULISLÂMLIK
NEDIR?
Şeyhülislam ya da Şeyh-ül
İslam, dini konularda en yüksek derecede bilgi ve yetkiye
sahip olan kimse anlamına gelir. Osmanlı Devleti zamanında
şeyhülislam dini konularda en
yüksek yetkiye sahip devlet görevlisiydi. Gerektiği zaman dini
sorunlarla ilgili görüşlerini fetva yayınlayarak açıklardı. Bu
fetvalar kanun niteliği taşırlardı. 1920 yılında Ankara’da kurulan Meclis Hükümetinde bu
makam Şeriye ve Evkaf Vekaleti adıyla “Bakanlık” olarak yer
aldı. Cumhuriyetin ilanından
kısa bir süre sonra 1924 yılında laiklik ilkesinin kabul edilme-
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
49
GÜNCEL
si sonucu bu bakanlık kaldırıldı. Yerini Diyanet İşleri Başkanlığı aldı. Osmanlılar’da Şeyhülislam, ilmiye sınıfının başı sayılıyordu. Klasik Osmanlı devrinde devlet görevlileri kalemiye,
seyfiye ve ilmiye olmak üzere
üç sınıfa ayrılıyordu. İlmiye sınıfı, günümüzün Adalet ve Milli
Eğitim Bakanlıkları ile Diyanet
İşleri Başkanlığı’nın görevlerini
üstlenmiş durumdaydı.5
Şeyhulislâmlık makamı ile
ilgili bilgilere baktığımızda, yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi, günümüzdekine yakın
bir laiklik uygulamasını ve tarifini göremiyorduk, ama diğerlerinde olduğu üzere kendisine
“İslâm devleti” yakıştırması uygun görülen Osmanlıda da ya
sultanın ilmiye sınıfından olması gerekirdi, ya da bizzat Şeyhulislâm’ın kendisi sulta’nın
başı olmalıydı. Ki o zaman devlet, kendisini yöneten kişi ve kişilerin haiz olduğu sıfattan dolayı, galatta olsa ‘İslâm devleti’
olarak tanımlanmayı hak ederdi, sonuçta…
Ki, bunu Osmanlıya özgü
bir durum olarak belirtelim…
ŞEYHULISLÂMLIKTAN
SONRA DIYANET
Wikipedi’ye göre; “Ruhbanlaşmış ilmiye sınıfı Osman-
lı’nın son devirlerinde iktidara dini kılıf sağlama makamı
olmuştu.” Ve İslam’da ruhbanlık yoktu, ancak siyasi ve sosyolojik olarak ulemanın yapılanışında bir ruhbanlık eğilimi vardı ve bu güçle saltanatla yan yana idi.” Bundan dolayı da “Cumhuriyet rejiminde ise devrimin genel felsefesi
dini vicdana indirgemek olduğu için Diyanet kurumu, devlet bürokrasisi içinde olmasına rağmen iktidarın dışında
bir yapıdadır” deniyor. 6Daha sonra ise; “Milli mücadeleden sonra TBMM’nin dünyevi
ve uhrevi bütün yetkileri elinde bulundurduğu ilan edilerek,
monarşiye ve hilafete son verilmiş, şer’iye ve evkaf vekillikleri
kaldırılmıştı, bunların bıraktığı
boşluğu doldurmak üzere Diyanet kuruldu. Diyanet ruhani
bir kurum olmadı.”denilmektedir.7 Yukarıdaki ifadeleri incelediğimizde, Osmanlının bir saltanat sistemi olduğu savı gerçekçi durmakta ve bu yüzden
de din ve ilmiye sınıfının devlete karşı bir sorumluluğa zorlandığı söylenebilir, ama ilmiye
sınıfının ruhbanlaştığı savı ise
pek de gerçekçi durmamaktadır. Bir defa ilmiye sınıfı ruhbanlaşmış olsa idi, ne devletin
Dünyada hakkı yenen en önemli olgunun,
dinin bizzat kendisi olduğunu, gerek dine
karşı olanlar tarafından ve gerekse de
kendini dine göre konumlandırıp “dini
savunan” insanların büyük bölümünün
“dindar”lık olgusunu yıprattığını ve
imajını bozduğu bilinen bir gerçektir.
50
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
istediği fetvaları verebilecek
bir fetva makamı olurdu, ne de
dinin devlete, sistemin arzusu
istikametinde bir hizmeti olurdu. Düşünün, eğer öyle idiyse,
öteden beri ruhbanlaştığı bilinen uzak doğudaki Budist rahiplerin kaçta kaçı sosyal hayat içerisinde var ve “hâlâ” etkinler?
BAKINCA,
GÖRDÜĞÜMÜZ…
Dünyada hakkı yenen en
önemli olgunun, dinin bizzat
kendisi olduğunu, gerek dine karşı olanlar tarafından ve
gerekse de kendini dine göre
konumlandırıp “dini savunan”
ama sonuçta kendi indi görüşlerini din’e sağlamasını yaptırma suretiyle din çerçevesinde
bulunan insanların büyük bölümünün “dindar”lık olgusunu
yıprattığını ve imajını bozduğu
bilinen bir gerçektir.
Bu böyle olmakla birlikte,
Türkiye ve Türkiye toplumu söz
konusu edildiğinde de, hemen
hemen aynı sonucu görmüş
oluruz. Yine birde bununla birlikte, aralarında teşbihi bir bağ
kurmadan söylersek, en başta
Kemalist sisteme dine karşı seküler planda hasmane ve tarafgir davranmasının bir sonucu olarak Türkiyeli Müslüman
kitlenin ezici çoğunluğu tarafından kuşku ile bakıldığı bir
vakıa olmakla birlikte, bu teşkilatı ayakta tutma düşünce ve
istidadının da bizzat Kemalist
sistem tarafından, bu teşkilatın elde tutulması üzerinden
Müslüman kitleyi ‘rejim adı-
Diyanet İşleri Başkanı
Prof. Dr. Mehmet Görmez
na’ manipüle edilmesini sağlamıştı. Ki, bundan dolayı da
bu kitlenin çoğunluğu bu teşkilatın lağvedilmesini ve yerine, özerklik bağlamında farklı
bir teşkilatın kurulması ve idaresinin de cemaatlerde olması yönünde idi.
Ak Parti’nin kendi iktidarı
sürecinde, bu kez, onlar, yani
seküler güçler açısından, eskisinden farklı olarak DİB’in Erdoğan tarafından direkt Başbakanlığa bağlanmasının bir
sonucu olarak, mevcut iktidarın, devleti, ‘şimdiye dek olmadığı oranda’ “Sünnilerin ezici
çoğunluğuna dayalı” bir çerçeveye oturtmaya çalıştığı düşünce ve karşı propagandaları üzerinden, bırakın ‘devletin
korunması adına’ kurumlardan bir kurum olan Diyanet’in
değil özerk hale getirilip yeniden düzenlenmesi, sükülerizm elden gidiyor fehvasında
o teşkilatın bizzat ortadan kaldırılmasını kendince haklılaştıracak(!) bir profile kaynaklık
oluşturuyordu.
BAŞKALARININ
MANZARAYA BAKIŞI…
Bu manzaraya bakıldığında,
başta HDP olmak üzere birçok
sol çevrenin ‘diyanet hazımsızlığı’nı belirgin bir şekilde kendi
ontolojileri açısından ‘dine karşı oluşları üzerinden ve 7 Haziran seçimleri arefesinde kendi seçmen kitlesinin ‘ulusal ve
mezhebi’ konumu üzerinden ve
yine seçim barajını aşma adına külli bir seçim stratejisi üzerinden bir parça okuyabilirdi.
Bunun yanında CHP’nin,
bu süreçte Diyanet’e karşı çıkmasını bu teşkilatın giderek
Ak Parti’nin toplumu, kendi iktidarının tahkimi ve muhafazası açısından yeniden dizayn
etmesi bağlamında düşünüldüğünde onunda seçimlerde
oy kaybı yaşama durumu ile
birlikte, her ne kadar Türkiye
Cumhuriyeti yerinde kalacak
olsa bile, onun laik değerlerinin aşınması kaygısı CHP’yi,
sonuçta HDP türü bilumum sol
çevrelerle birlikte laiklik kaygısı üzerinden bile olsa sonuçta
aynı kulvarda birleştirmektedir
birleştirmesine, ama CHP’nin
“devleti biz kurduk!” söylemi
açısından balkıdığında, adeta
bir kurumun yıpratılması pahasına çıkışı olmayan bir yola girdiğini göstermektedir.
Bir söz vardır, bilirsiniz, Osmanlı siyasetçisi/Maarif Bakanı Emrullah Efendiye ait. “Mektepler olmasaydı maarifi ne
güzel idare ederdim” diye. Ki
bu sözün içeriğinden hareket-
GÜNCEL
le, sanki CHP’nin Diyanet Teşkilatı olmasa idi ne güzel olurdu diye düşündüğünü varsaydığımızda, bu kez karşımıza
CHP’nin handikaplarının sıra
sıra dizildiklerini görmekteyiz.
Bunlardan birisi ve belki de
en önemlisi dinden azade bir
hayat özlemi duyan CHP için
bir açıdan handikap olmakla
birlikte, ama bu özlem, CHP’ye
nazaran, belki de yürürlükteki
rejimin oluşum sürecinde ona
bir katkılarının bulunmadığını
savlayan –haydi öyle farzedelim- lail/sol çevreler açısından
bir handikap gibi durmamaktadır. Sürekli kan kaybeden, iktidara gelme şansı gittikçe azalan, hatta bu gidişle o şansı da
kalmayan CHP’nin az da olsa
bilebildiğimiz kadarıyla ‘yönetişim açısından’ bir bürokrasi ve devlet tecrübesi vardı. Ki,
bu bürokratik gelenek ve tecrübe meselesi CHP’yi devletin kurumlarını ne olursa olsun korumasını gerektirirdi. Bir de buna
bağlı olarak, zamanla hantal-
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
51
GÜNCEL
HDP ‘misafir oy’
sayabileceğimiz
Alevi oylarından
ziyade iyi ve
sistematik bir
stratejiyle Şafii Kürt
oyları seçim barajını
aşacak bir konuma
getirebilir savıyla, bu
kez ibreyi bölgenin
Müslüman Kürt
toplumuna çevirmişti.
laşan kurumları reorganize etmek ve gerekiyorsa, yine denetimi devlette kalmak üzere, birçok kurumun özerk ve alabildiğine işlevsel hale getirilmesi
gerekmez miydi?
Buna rağmen birçok kurum gibi, çerçevesi ve içeriği
kanunlarla belirlenmiş olan Diyanet’i, başta iflah olmaz bir
sol mantıkla ele almaya çalışan, onu yıpratmayı, mutlaka
kazanmaya yönelik seçim stratejisi içerisinde mütalaa ettiği
gözlemlenen HDP’nin, bu süreçte kendini haklı çıkarmaya
yönelik olarak, Kemalist devletin –şimdilerde de Ak parti sanki Kürtleri yok sayıyormuşcasına- Kürt toplumuna yönelik
inkârcı politikası ile birlikte,
aynı zamanda da dindar olan
bu kitlenin Sünni/Şafii kimliğinin baştan beri Diyanet Teşkilatı’nda olumlu bir karşılık bulamaması da, bir argüman olarak işlenmektedir.
HDP kendisini eğer, ontolojisi el verdiği oranda sol’a daha yakın durduğu bilinen Alevilik üzerinden, onların Diya-
52
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
net Teşkilatı nezdinde olumlu
bir karşılık bulması gereken
taleplerinden hareketle, o teşkilatı yıpratma düşünce ve eylemi içerisinde olsa idi, belki de belli bir oranda oy karşılığı olurdu, ama, öteden beri zaman zaman Alevilik üzerinden Ak Parti iktidarının şahsından ziyade Diyanet’e yönelik yıpratma politikası eskiden
Kürtlerin ezici çoğunluğu açısından hem anlamlı değildi ve
hem de kendi mezhebi kimlikleri için derde deva bir konu
değildi.
HDP’de bu eksikliği görmüş olacak ki, ‘misafir oy’ sayabileceğimiz Alevi oylarından ziyade iyi ve sistematik
bir stratejiyle Şafii Kürt oyları, ontolojisi Marksizm’e dayanan ‘solcu’ HDP’yi seçim barajını aşacak bir konuma getirebilirdi savıyla, bu kez ibre
bölgenin Müslüman Kürt toplumuna çevrilmişti. Bu arada,
gerek geldikleri İslamcı cenahta konumları ve karşılıkları neydi ve esas tabanı sol
tandaslı bir Kürt milliyetçiliği-
ne dayanan HDP için açıktan
ve gizliden, adaylıklarının ne
anlam ifade ettiği ve etmediği seçim sonucunda belli olacağını düşündüğümüz ‘İslâmcı adayların’ varlığı da merak
konusu…
MUHAFAZAKÂR
MODERNLEŞME VE
CHP-HDP AYNÎLIĞI…
Ak Parti’yi ve birçok muhafazakâr parti çevresini kendisini oluşturan insan profili
açısından ele alıp değerlendirdiğimizde, çoğunluk itibarıyla bir yandan dindar, bir
yandan da modernlikle –eskiye nazaran- pek bir sorunu
olmayan muhafazakâr Müslümanlardan oluştuğuna göre, çeşitli açılardan Kemalist
sistemle az da olsa kan uyuşmazlığı olmakla birlikte; sonuçta kendisini bu toprakların sahibi olarak gören, konjönktür gereği sistemsel farklılaşmaları arızî olarak değerlendiren ve bu arızî durumları
yerine göre sineye çeken muhafazakâr kitlenin esas gayesinin yaklaşık bin yıldır ken-
GÜNCEL
disi adına kurulduğu söylenen devleti yaşatma düşünce
ve çabası, bugünün sıcak atmosferinde görülemezse bile,
ileride pek net bir şekilde görülebilecektir.
Bir zamanlar sistem adına
Kemalist rejim tarafından çıplak şekilde madem laikleştirilemeyecek, o halde İslâmi kimliğin zıddına “ dindar millici, milliyetçi” olması arzulanan kitlenin, sandık ki, Ak Parti sürecinde İslamcılaşması söz konusu
olacaktı, ama bir baktık ki, birebir Kemalistlerin yaptığı gibi
değilse de, hatırı sayılır bir muhafazakârlaştırılma ameliyesi,
bu kez, geçmişte o kitlenin dile
getirmeye çalıştığı gibi ortadan
kalkması ve olmazsa bile ‘en
azından’ özerkleşmesi öngörülen Diyanet gibi devasa bütçeye, güce ve etki alanına sahip
resmi bir teşkilat eliyle gerçekleştiriliyordu.
Demek ki esas pasta, bu
olduğuna göre başta CHP olmak üzere HDP’nin de seçimi
‘vesile’ kılarak, kendi varolma
stratejisi açısından, “eğer biz/
ler böylesi güce sahip ve ‘çantada keklik’ bir teşkilata sahip
değilsek ve hiçbir zamanda olmayacaksak, yapmamız gereken tek ve yegâne şeyin Diyanet’in varlığını kamuoyu nezdinde sorgulamak ve sorgulatmak, onu itibarsızlaştırmak artık bundan böyle görevimiz olmalıdır” dediklerini duyar gibi
oluyorduk!
Gerçi, CHP’nin yedek solculuğunu bir tarafa bıraktığımızda onun “devleti biz kur-
duk!” esprisinden olaya bakacak olsak bile, Diyanet’i bırakın HDP gibi sol partilerin,
‘yıprattığı zannıyla’ Ak Parti’nin de sigaya çekilmesini
beklemek rejimin esas karakteristiği açısından apaçık ortada olmasının yanında, sanki CHP’nin, devlet kurucu ögeliğinden feragat edip oy kaygısıyla radikal planda solculaştığı ve adeta bu konuda
HDP’leştiği görülmektedir. Ki,
bu da alışılagelmiş oranda, biraz da konjönktür gereği kazanma şansı matematiksel
olarak artma trendinde sey-
İslâmcıların, ne
devlete tapıcılığı
söz konusu olur,
ne de “ne adına
olursa olsun devleti
yıpratmak ve
sonuçta yıkmak”
gibi bir lüksü olur!
reden Ak Parti’ye yarayabileceğini öngörebiliriz…
Ki, iki tarafta biraz akıllı davransalar, Diyanet’i kendi kurumsal yanlışlarına rağmen bu seçim sath-ı mailinde yıpratmazlar. Bir defa HDP
bu işte, bir anlık istisna kılındığında CHP’nin hep ‘devleti biz
kurduk’ esprisi, aynı zamanda
muhafazakâr kitle açısından
‘resmi bir gerçekliğe’ tekabül
etse de, onların nezdinde bir
hayal kırıklığı oluşturacaktır. Ki,
bu durum CHP’ye yönelik mesafeyi uzatacak ve rejim muhafazakâr modernleşme do-
neleriyle Ak parti üzerinden
kendini yeniden tahkim edecek, CHP’nin meşruiyetini daha da sorgular hale getirecek
ve sol kitleye yönelik kuşkucu
bakış devam edecektir.
Kemalistler, solcular, milliyetçiler, muhafazakârlar ne
yaparlar, olaya nasıl yaklaşırlar, o kendilerinin bileceği bir
iş. Buna rağmen İslâmi/Kur’ani bir bakış açısına sahip olması gereken İslâmcıların, ne
devlete tapıcılığı söz konusu
olurdu, ne de “ne adına olursa olsun devleti yıpratmak ve
sonuçta yıkmak” gibi bir lüksü olurdu! Toplumsal açıdan
oluşması gereken kurumların
oluşumunda mümkün mertebe toplum adına yararlılık,
özerklik ve bağımsızlık ilkesi esas alınmalı, gerekiyorsa
yeni kurumların oluşması, var
olanlarında yok edilmesi değil, bir ıslah içre reforma tabi
tutulması ve nitelikli bir oranda işleyişini ve ilerleyişini sürdürmesini mümkün hale getirmesi gerekirdi! Ki, Müslümanlar hakikate vasıl olma açısından Kur’an’ın da belirttiği gibi
“ıslah ediciler”dir aslında. Ki,
Muslih olmak bir şiar ve şuur
meselesidir sonuçta…
1.Hayrettin Karaman, Şahsi Web sitesinden
2.Hayrettin Karaman, Şahsi Web sitesinden. Ayrıca bkz.’Laik Düzende
Dini Yaşamak II, S 253
3.Süleyman Uludağ, Köprü Dergisi,
Kış 99-65.sayı
4.Altınoluk Dergisi.1993 Kasım Sayı 93, S 22
5.Wikipedi
6.Wikipedi
7.Wikipedi
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
53
DÜŞÜNCE
İmam Hatiplerde
vizyon ve misyon
MUSTAFA AKMAN
[email protected]
ÖĞRENCILERIMIZIN soran ve
sorgulayan bir zihin yapısına sahip
olması icap etmektedir. Zira geniş ufuk
sahibi olmak muhakeme yetisi kazanmak
ancak böylece mümkün olabilmektedir.
BILIYORUZ KI öğrencilerimizi din, bilim, sanat ve kültür
alanlarında yetkin, farklılıkları
doğal ve zenginlik kabul edip
bunlardan yararlanmayı hedefleyen; kültürel mirası değerlendirebilen, yaşanan hayatı yorumlayabilen, yeryüzünü imar eden, ahlakî olgunluğa sahip fertler olarak yetiştirmek esas görevimizdir.
İşte bu görev çerçevesinde
İmam Hatipli bu gençleri, okuldaki eğitim sürecinde ufuk ve
muhakeme yeteneği ile donatmak için uğraşmalıyız; hem de
Bambu ağaç tohumunun yeşermesi sürecinde gereken sabır ve ısrarla. Şüphesiz ki kazandırılacak bu ufuk ve muhakemenin referansı Kur’an olmalıdır. Çünkü temel kaynak
Kur’an’dır. Elbette ki bu, Güzel Örnek’in(sav) sünneti olmadan olamaz. Zira Kur’an’ı an-
54
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
lama ve yaşamada da temel
ölçü O’nun bu güzel sünnetidir. Bildiğimiz gibi Ayşe annemiz O’nun sünnetini (ahlakını)
Kur’an diye nitelemişti.
Elbette özellikle gençler için
bir grup içerisinde olmak anlamında cemaatlîlik, gereklidir. Çünkü sevgili gençlerin ortamda yalnız başına kalmaları
çeşitli sakıncalar barındırmakta; yaşadığımız dünyaya hâkim ‘la dini’ anlayış ve tevhitten uzak modeller onları yanlış yer ve yönlere kanalize edebilmektedir. Bu nedenle tevhidi önceleyip Kur’an’ı merkeze
alarak ve de başkalarını değil
doğrudan doğruya Elçi’yi(sav) örnek alıyor olmak anlamında dinî
özelliği olduktan sonra hangisi
ve neresi olursa olsun gençler
bir yere gidip gelmelidir. Yeter ki bu ‘gidip gelmeler’ onları cemaatçiliğe sürüklemesin
ve yalnızca ‘benim cemaatim’,
‘şeyhim’, ‘hocam’, ‘abim/ablam’
demesinler. Keza sadece bu cemaatin hocası veya abi-ablasının kitapları, ta’limatları ile yetinmesinler ve oranın mülkü olmak demeye gelecek bir aidiyet
duygusuyla bağımlı olmasınlar.
İşte bunun için gençleri hayata hazırlamak demeye gelen
bahis konusu insanî görevin
sağlıklı ifası için, onların bilgi
kaynaklarının çeşitliliğinin sağlanması ve mensubu oldukları ya da gidip geldikleri yerlerin tekelinden kurtarılması gerekmektedir. Çünkü öğrencilerimizin soran ve sorgulayan
bir zihin yapısına sahip olması icap etmektedir. Zira geniş
ufuk sahibi olmak muhakeme
yetisi kazanmak ancak böylece mümkün olabilmektedir. Bir
kere hepimizin neden çoğunlukla bir kısım kaynak ve kahramanlarının değişikliği dışında, söylem olarak birbirinin neredeyse aynısı olan cemaatlerimizden ismi şu veya bu olan
birine mensup olduğumuzu ve
neden ötekilerinden birinde olmadığımızı, keza neden bizim
bulunduğumuz yerde olan kaynak ve/veya büyüklerin ötekilere nazaran daha doğru ya da
Düşünce
yegâne isabetli olduğunu nasıl
tespit ettiğimizi sorgulamamız
gerekmektedir. Elbette bu ancak bilgi kaynaklarımızı kontrol etmekle mümkün olacaktır. Ki böylece grupçuluk yapmamış ve diğer cemaatlerimize de haksızlık etmeden onları
da dinleme ve istifade imkânına kavuşmuş oluruz.
Peygamber aleyhisselam bize, canımızdan evladır. O’nun
Kur’an örnekliğinde şekillenen
sünneti ise kılavuzumuzdur. Bu
itibarla kişisel ve toplumsal hayatın İslâmîleştirilmesinde Peygamber(sav) sünnetinin otoritesini sarsacak hiçbir faaliyete ve
söyleme müsaade edilemez.
Aksine O’na tabi olmak adına
O’nu anlamak ve örnek almak
temel ödevimiz olmalıdır.
Muhakkak ki O’nu sağlıklı bir biçimde tanımaya ve anlamaya çalışmalıyız. Bu tanıma ve anlama faaliyetinin başat kaynağı Kur’an olmak durumundadır. Kur’an bize O Güzel Elçi’yi nasıl anlayacağımız
ve sevip sayacağımız konusunda en sağlam bilgileri vermektedir. Zaten Siyer’in (Resulullah’ın hayatının) ilk ve temel
kaynağı da Kur’an’dır. O’nu
tanımaya Kur’an’dan okuyarak başlamalı ve Kur’an’la öğrenmeliyiz. Tabiî ki bunun için
de Kur’an’ı sadece hatim indirmek için değil Allah’tan gelen
bir mesaj olarak anlamaya dönük de okumalıyız ki O’na sevgi saygımızın veya haşa saygısızlığın nerede başlayıp nerede
biteceğini bilebilelim. Böylece
sevip sayarken; Resulullah’ın
kendisinin de uyardığı şekilde Hıristiyanların yaptığı gibi
ilahlaştırmayalım. Övelim derken tıpkı ‘İsa(as) eşittir Allah’ diyen Hıristiyanlar gibi demeyelim ve diyenlere karşı Kur’an’î
buyrukları ifade edebilelim.
Bilindiği gibi Muhammed
aleyhisselam için tarihî süreçte
ve halen buna benzer cümleler ifade eden Hıristiyanlarınki
ile aynı inançlara sahip çeşitli
şahsiyetlere şahit olunmaktadır. Bunların inançlarının esası Kur’an değil uydurma rivayetlere dayanmaktadır. Bilmeliyiz ki bu konuda Resulullah’tan
gelen sahih her söz inancımızın ölçüsüdür. Kur’an’la ters
düşmeyen bir rivayet tabiî ki
hadistir ve başımızın tacıdır.
Ne var ki Mesihiyat ve İsrailiyatın etkisiyle kaynaklarımı-
za yığınla rivayet doluşmuş ve
bunlarla yepyeni bir Peygamber algısı oluşturulmuştur. Artık zihinlerimizde, indirilen kitabın tanıttığı Peygamber değil uydurulan rivayetlerin icad
ettiği Peygamber algısı yerleşmiştir. Buna dur demek adına uydurulan rivayetlere hiçbir şekilde prim vermemeli ve
ithamlara kulak asmamalıyız.
Nitekim minareyi çalan kılıfını
hazırlar misali Peygamber algısı Kur’an ile örtüşmeyen yani uydurma rivayetlere dayanan insanlar, Kur’an merkezli Peygamber inancını benimseyen ve dolayısıyla uydurma
rivayetleri reddeden kimseleri
Peygamber düşmanı diye karalamakta ve sünnet inkârcısı diye çamur atıp iftira etmektedirler. Öğrencilerimizin şunu
iyi bilmesi lazım ki Peygamber
sevgisinin keyfiyetini belirleme
tekeli Kur’an’a mahsustur ve
kimse kendisi gibi uydurmadığı için Peygamber düşmanı ilan
edilemez. Sünnet ise Peygamber’e(sav) gerçekten ait olan hadislere dayandırılabilen inanç
ve uygulamalardır. Bunun sağlamasını Kur’an ile yapmak
sünneti haşa inkâr etmek filan
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
55
Düşünce
da değildir. Aksine böyle yapmamak yeni bir Peygamber
ve sünnet uydurmaktır. Sevgili gençler burada Allah(cc) ve
O’nun Peygamber’inin ortaya
koyduğu perspektifin hassasiyetini taşıyanlara kulak vermeli
bunlara ters düşen kimselerin
neyin hassasiyetini sergiledikleri mutlaka sorgulanmalıdır.
Sevgili gençler ne yazık ki
Resulullah’ın(sav) vefatından yaklaşık 200-300 sene sonra onu tanımlamaya dönük modernist ve
reformist birtakım beşerüstüleştirme faaliyetlerine şahit olunmuş, Kur’an’ın çerçevesini belirlediği ‘Peygamber tasavvuru’ndan farklı, kozmik bir Peygamber algısı oluşturulmuştur.
Buna göre kaynağını, Yeni Eflatunculuk’taki logos veya İskenderiyeli Aziz Clemens’in
(ö.215) Peygamberlik konusundaki görüşlerinden alan ve önce Şiî muhitine oradan da Ehl-i
Sünnet kaynaklarına geçtiği bilinen bir Hakîkat-ı Muhammedî nazariyesi söz konusudur.
Diğer adıyla Nûr-ı Muhammedî tezine göre Peygamber’in bilinen bedensel varlığından ayrı
bir varlığı daha vardır. Kur’an’ın
hiçbir şekilde onaylamadığı bu
düşünce, hadis usulü âlimlerince uydurma (mevzu) diye nitelenen bir takım rivayetlere dayandırılmıştır [bkz. Osman Arpaçukuru, Halk Dilinde Hadis
Diye Dolaşan Sözler, Anadolu
Gençlik Dergisi, sayı: Aralık/ 83,
Ankara 2006].
Bu nazariyenin birebir ve aynen Hıristiyanlık düşüncesinde
mevcut olması ise çok manidar-
56
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
dır. Neredeyse sonrakinin kaynağıymış gibi duran ‘Hakîkat-ı
İsevîye’ inancına göre her ne
varsa İsa’nın(as) aracılığıyla ve
onun için yaratılmıştır. Bu iddiaya bakılırsa İsa aleyhisselam
olmasaydı kâinat yaratılmazdı.
Kitab-ı Mukaddes’e göre:
Görünmez Tanrı’nın görünümü, bütün yaratılışın ilk doğanı O’dur. Nitekim yerde ve
gökte, görünen ve görünmeyen her şey -tahtlar, egemenlikler, yönetimler, hükümranlıklar- O’nda yaratıldı. Her şey
O’nun aracılığıyla ve O’nun
için yaratıldı. Her şeyden önce
var olan O’dur ve her şey varlığını O’nda sürdürmektedir.[Koloseliler, Bölüm 1: 15–17 (Kitabı
Mukaddes Şirketi/ Orhan Matbaacılık, İstanbul 1997)]
Her şey O’nun aracılığıyla
yaratıldı, biz de O’nun aracılığıyla yaşıyoruz.[I. Korintliler,
Bölüm: 8: 5-6]
Bu son çağda da her şeye
mirasçı kıldığı ve aracılığıyla
evreni yarattığı kendi oğluyla bize seslenmiştir. [Yuhanna
1/14–15, 30; ayrıca bkz. Romalılar 8/29; İbranilere Mektup 1/29]
İsa olmasaydı kâinat yaratılmazdı. Göklerde ve yeryüzünde görünen ve görünmeyen şeyler, tahtlar, egemenlikler, yönetimler ve hükümranlıklar, kısacası her şey onun aracılığıyla ve onun için yaratılmıştır.[Katolik Kilisesi Din ve Ahlak
İlkeleri, çev. Dominik Pamir, Saint Esprit Kilisesi, İstanbul 2000.,
paragraf: 291, 331 sf. 85, 95]
Oysa Peygamberimiz(sav),
kendisinin bir beşer olduğunu
unutmayalım ve kendisi hakkında aşırıya kaçmayalım diye
bizlere uyarılarda bulunmuştur.
Çünkü O, bu konularda Müslümanların Ehl-i Kitab’ı taklit etmelerinden endişe ediyordu.
Şüphesiz bizim de, O’nun(sav)
bu konudaki endişelerini taşımak gibi bir mükellefiyetimiz
vardır. Bu manada O’nun(sav) tabisi ve bugünkü temsilcileri olarak bizlerin O’nu sağlıklı bir şekilde tanımak ve anlamak için
ciddi bir gayret içerisinde olmamız gerekmektedir. Bu çerçevede ilgili Kur’an ayetlerinin
yanı sıra Siyer okumalı ve bu
arada Hadis Usûlü öğrenmeliyiz. Bahsi geçen kaynaklardan Siyer, bize O’nun(sav) hayatını anlatırken; Hadis Usûlü, Resulullah’a nispet edilen rivayetleri tanıma ve bilme adına belirlediği kural/ kaideler ile önümüzü aydınlatacaktır.
Hal böyle iken Hadis usûl
ilmi büyük bir terk edilmişliğe
ve işlevsiz kalmaya mahkûm
edilmiştir. Dolayısıyla bu ilim,
hadisleri sika ravi zinciri (senet) ile kabul etme ve Kur’an,
akıl ve tarih gibi kriterlerle metin tenkidini öngörmesine rağmen bunun yapılması yerine,
çeşitli zamanlarda rüya, keşif ve ilham gibi sübjektif hadis üretme ve doğrulama yöntemleri icad edilmiştir. Bu nedenle hadis usulü daha ciddi
bir ilgi alakayı gerektirmektedir. Bunun okullarımızda (İHL)
okutuluyor olmasının önemini idrak edip hadis metinlerinin yanında bu kıymetli devasa ilimle de mücehhez olma-
Düşünce
ya çalışmalıyız. Sonra da ilmî
endişeyle yazılmayan ve daha
çok halk kültürüne dayalı çeşitli eserleri okurken bu sabiteler ışığında değerlendirmeliyiz.
Bunun önemi, kendisini her
sosyal kategoride hissettirmektedir. Sözgelimi dinî yapı olarak
halkın önünde duran imamların bilgi düzeyini ve kafa yapılarını resmeden bir ankete göre imamların %27’si kutsî hadis
olarak aktarılan ve fakat uydurma olduğu bilinen levlake (sen
olmasaydın kâinatı yaratmazdım) rivayetine ayet demektedir [bkz. Mehmet Bilen, Cami
İmamlarının Hadis Bilgilerinin
Mahiyeti Üzerine Tecrübî Bir
Araştırma, İslamiyat (dergisi),
cilt: 4 sayı: 1, Ankara 2001]. Din
görevlilerinin bile Kur’an kültüründen bu kadar uzak, hadis ve
usûl bilgisine bu denli yabancı
olması vahim bir durumdur. Bu
nedenle hadis dersi daha ciddi bir ilgi alakayı gerektirmektedir. Bunun İHL ve İlahiyat gibi
okullarda okutuluyor olması elbette önemlidir. Çünkü öğrencilerin hadis metinlerinin yanında bu devasa ilimle de mücehhez olmaları sağlıklı bir sürece ivme kazandıracaktır. Zira
ancak böylece ilmî endişeyle
yazılmayan ve daha çok halk
kültürüne dayalı çeşitli eserleri okurken muhakeme yapıp
sorgulamak mümkün olabilecektir.
Ne acıdır ki toplumumuza
yön veren kimilerinin söylem
ve duruşlarından bu din-i mübin tanınmaz ve dinlenilmez
hale gelmiştir. Öyle ki eskinin
hocanın dediğine bak, yaptığını yapma olumsuz imajını bile
aratacak, artık hocanın dediğine de bakma safhasına gelmiş
durumdayız. Bilmeliyiz ki bu
olumsuz imajı kırmak için kimliğimizi, inancımız ve hayata
yansıması olan ahlakımız üzerine ikame etme zamanı çoktan gelmiştir.
Bu arada kimilerinin yaptığı
gibi kimlik inşamızı irsî olan ırk
temelinden kurtarmalı ve hiçbir şekilde Türkçülük, Kürtçülük gibi ırkçılık temeline oturtmamalıyız. Çünkü bu, çimentosunun İslâmî değerler olması gereken birliğimizi ayrıştırıcı
bir maceradır. Bilmeliyiz ki parolamız: -Sadece Türklere değil- herkes için hak hukuk ve
adalet temelli bir özgürlük talebi olmalıdır. Irkımız, insanlık
ve vatanımız, bütün dünya olmalıdır. Unutmadan ecdadımıza dair işittiğimiz şeylerin hem
öyle olmayabileceği ve hem de
hata ve eksiklerinin olabileceğini de bilmek gerektir. Bu itibarla atalarımızı öğrenip anlatırken atacılık/ecdadcılık yaparak yeni bir tarih inşasına girişmemeli, sadece olanı ve fakat
‘ötekiler’inin atalarını değerlendirirken takındığımız adalet
terazisini kullanmalıyız. Diğer
bir açıdan Cumhuriyet tarihinin kendi kahramanını yüceltme adına kötülediği Osmanlıyı
tersinden okuyarak tamamını
peşin bir yüceltme yaklaşımıyla değil olduğu gibi anlamaya
çalışmalıyız.
Aynı sınıfta, her cemaat
ve tarikattan, ırktan ve birçok
farklı siyasi görüşe sahip ailelerden gelmiş siz sevgili gençler, sadece gidip geldiğiniz
mektep ve meşreplerin değil
sınıfınızda yanı başınızda duran farklı cemaatlere mensup
arkadaşlarınız ve öğretmenlerinizi de bihakkın dinlemeli ve
anlamaya çalışmalısınız. Onların da kaygılarının sizinkilerle
aynı olduğunu bilmelisiniz. Değilse taassup, yobazlık ve taklit
bizi kıskacına alacak ve -Allah
muhafaza- insanları karalama
ve iftiralarla; farklı düşünceleri
de sadece zanlarla imha etmeye çalışacağız. Hem de kendi
bilgilerimizin kaynağını hiç sorgulamadan ve de yine zanlarımızla doğru kabul ettiğimiz bu
bilgilerle nasıl tanışıp benimsediğimizi düşünmeden.
Gençler taklitten olabildiğince uzaklaşıp adalet ve özgürlüğü esas alan bir vizyonla Kur’an merkezli okuyan, düşünen, üreten bir nesil olmak,
farklılıklarımızı anlamaya çalışarak sağlamasını yine Kur’an
ve Resulullah’ın sahih sünnetiyle yaparak yola devam etmeliyiz. Bilmeliyiz ki konulara
ilişkin, ilk duyduklarımızdan
farklı izahları da vardır ve belki
de lokal dahi olsa onlar daha
doğrudur. Esasen siz vizyonunuzu bu doğrultuda belirlerseniz, misyonunuz da kendiliğinden oluşmaya başlamış olacaktır. Sözü özü bir olan bireyler yetişmiş olacak ve böylece
toplumun siz yeni nesle bakışı
değişmiş; hocanın hem dediğine ve hem de yaptığına dikkat
kesilmiş olacaktır, inşaallah.
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
57
Düşünce
Müslüman vicdanın
egemenlik problemi
MEHMET HANİFİ TOSUN
[email protected]
BUGÜNÜ, dünün âlimlerinin o günün
sorunlarına çözüm önerileri olarak
sundukları içtihatları etrafında yaşamak ve
bugünü o günden şekillendirmek yanlıştır. Bir
kere şu gerçekliği anlamalıyız mezhep=din
değildir. Dinin yorumlanış tarzıdır. Hiçbir
yorum dinin kendisi değildir, olamaz…
MÜSLÜMANLARIN yaşadıkları coğrafya işgal altında! Sömürgeci güçler ve yandaşları leş kargası misali toplumları sömürü düzenlerinin payandası kılmış durumdalar. Halkların iradesi ipotek altına alınmış durumda. Kendi kaderlerini çizecek pozisyonlardan
uzak bir mecraya itilmiş durumdalar. Coğrafya halkları,
tüm yer altı ve yerüstü zenginliklerine el konularak yoksunluk ve yoksulluk girdabında aç
biilaç mazlumiyete mahkûm
kılındılar. Halkların büyük bir
kesimi sefalet içinde yüzerken
azınlık bir grup sefahat içinde ama sonuç itibarıyla her iki
kesim de köleleştirilmiş bir hali yaşıyorlar.
Hâlbuki Müslümanların yaşadıkları coğrafyalarda hak-
58
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
kaniyet ölçüleri içinde tevhid,
adalet ve kardeşlik temelinde
bir yaşamın olması gerekiyordu. Müslümanlar insanlık için
çıkarılmış hayırlı ve vasat ümmet idiler. Arzın imarı neslin ıslahına memur kılınmışlardı.
Hal böyle olmalıyken zulümlerin tavan yapması sadece sömürgecilerin vebali sonucu muydu? Tabii ki sömürmek ve ilelebet kölelik yazgısı
ile kalmalarını sağlamak için
halkların birbirlerine düşman
kılınması fikri sömürgecilerin
planıydı. Peki, Müslüman halkların bu planı uygulamanın dışında yapacakları başka bir
şeyleri yok muydu?
Oysaki Müslümanlar, tarihi
doğru okuyup derin analizler
yapıp dini, içtimai, iktisadi ve
siyasi bağlamda meselelerini
değerlendirecek üst akla sahip olmalıydılar. Dinin fıkhına
vakıf olup ümmet şuurunu dinamik bir hale kavuşturup hakkaniyet ölçüsünde bir yaşamın
mümkün olduğunu ispatlamalıydılar. Asıl-füru ayrımında
yozlaşmanın eşiğine mahkûm
olan akıllarını yeniden vahyin
kılavuzluğunda inşa etmeliydiler. Sömürgecilerin planlarını altüst edecek formülü yaşama geçirmeliydiler.
Peki, durum bu minvalde mi?
Dinin temel referans kaynaklarının fevkinde tabiiyet
gösterdikleri mezhep imamlarının, bin yıl öncesinin sorunları
hakkında verdikleri fetvalarının
girdabında birbirlerini boğazlar hale geldiler. Bu bağlamda
asabiyete varan tarafgirlik ruhu ile mezheplerini dinleştirdiler. Hâlbuki mezhepler, çağın sorunlarına Kur’an ve sünnet ölçeğinde bulunan cevaplar topluluğudur. Bir anlamda
fıkhın disipline edilmesi çabasıdır. Her çağın sorunları farklılık arz eder. Bizim için temel
kıstas Kur’an ve sünnettir. Meselelerimizin çözüm mercii Allah ve Rasulüdür. Her çağın
algı kapasitesi farklıdır. Yüzyıl
öncesinin zihniyeti ile hareket
tarzı geliştirmek elbette ki so-
Düşünce
run çözücü olmaz. Ancak rehberlik edici bir pozisyon sunar.
Mezhepler, tarihin seyri içinde
Müslümanların yaşadıkları tecrübeleridir. Sorunlara çözüm
bulma kapasiteleridir. Her çağın çözüm kapasitesi farklılık
arz eder. Bugünü, dünün âlimlerinin o günün sorunlarına çözüm önerileri olarak sundukları içtihatları etrafında yaşamak
ve bugünü o günden şekillendirmek yanlıştır. Yanlışlığıyla beraber bir takım sorunları
da bugüne taşımaktır. Bir kere
şu gerçekliği anlamalıyız mezhep=din değildir. Dinin yorumlanış tarzıdır. Hiçbir yorum dinin kendisi değildir, olamaz…
Bugün Müslümanlar mezhepleri din olarak addettikleri için farklı mezhepteler diye
birbirlerini öldürme aşamasına gelmiş durumdalar. Yüzeysel okumalar yapan ve hadislerin anlam zenginliğine vukufiyetleri sınırlı olan, Kur’an’ı sahip oldukları ideolojinin kalıpları ile değerlendiren bir takım
zevat ‘ali kıran baş kesen’ oldu.
Mezhepleri din olarak bellemiş
koca koca adamlar, tartışmaları birbirleri ile söz dalaşının
ötesine taşıdılar. Bir gün Sünnilerin diğer gün Şiilerin camileri patlatılarak, daha evvel
Türkiye’de sağ-sol, alevi-sünni, Müslüman-laik çatışmalarının organize edilmesi gibi yeni
kriz ortamları evrensel ölçekte
finanse ediliyor. ‘Biz bu filmi izlemiştik’ demesi gereken Müslümanlar ise gönüllü bir şekilde iştahla bu oyunda figüran
olmaya aday oluyorlar. Hak-
larını teslim etmek gerekirse
hem Şiiler hem de Sünniler bu
oyunda üstlendikleri rolleri aktrislere taş çıkartacak profesyonellikte deruhte ediyorlar!..
Bu hal kimin işine geliyor?
Elbette ki sömürgecilerin
işine yarıyor! Müslümanlar
farklı mezheplerden oldukları için birbirlerini boğazlar hale gelince emperyal hedefleri
olan sömürgeciler tuzak içinde tuzak kurarak Müslümanların canına ot tıkıyorlar. Zayıf
düşen Müslümanlar da böylece aynı el tarafından organize
edilen ve Müslüman ümmetin moral değerlerini tarumar
edip insan kaynaklarını pervasızca çarçur eden oyunun bir
parçası haline gelmiş oluyorlar. Kanlar haksız yere akarken
emperyalistler çoktan hedeflerine ulaşmış bir şekilde keyiflerince sömürülerini gerçekleştirmiş oluyorlar.
Peki, kurtuluş yolumuz yok mu?
Böylesi durumlarda âlemlere rahmet Hz. Muhammed(as)’in
eğitim metodu ve bu eğitim
metodunun hâsılası Peygamber öğrencileri olan ashabın
hayatı bizim için yol gösterici
nitelikte olacaktır…
Peygamberin eğitim modelinde iki husus ön plandadır;
İlim ve yiğitlik/cesaret… Ashabı kiram bu iki husus ile temayüz etmektedir. Bizler bu iki
hususiyeti üzerimizde taşırsak
sömürgecilerin tezgâhlarında bez olmaktan kurtuluruz.
Unutmayalım, ilim cesaret ile
birleşince -tarihte olduğu gibi- şeytanizme karşı verilecek savaşta hakikatin aydınlığında insanlık onuruna yakışır
bir tavır ortaya çıkar. Cesaretin eşlik etmediği bir ilim, eşekleştirme politikalarının nesnesi
olur. İlimsiz cesaret de hamakat politikalarına kurban olmayı beraberinde getirir. Şeytani
güçlerin hile ve desiselerini bütün tehlikeleriyle kurdukları bir
arenada, elbette ki ilim ve yiğitlik/cesaret şeytanizmi boşa
düşürme araçları olarak yerini
almalıdır. Peygamber, bu yöntemi eğitim-öğretim metodu
olarak kullanmış, tarihte destan yazan kahramanları yetiştirmiştir. Bizler bu kahramanları tanırsak Peygamberi tanımış
oluruz. Peygamberi tanıdıkça
da Allah diyerek kardeş kanını akıtan şer odaklarının zebunu olmayız.
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
59
DÜŞÜNCE
Feminizm
kıskacında kadın
DR. YUNUS ÇOLAKOĞLU
[email protected]
BATI dünyasının binlerce yıllık
gayri fıtri, gayri ilahi, gayri ahlaki kadın algısı ve bakış tarzı yanlış bir zeminde ve minvalde varlığını devam ettirmiştir. Farklı toplumsal, siyasal ve
ekonomik düzenleri hedefleyen, ancak kadın konusunda
benzeşen kardeş batıl ideolojileri olan sosyalizm – komünizm ve liberal- kapitalist sistemler ile bunların farklı şekillerde uygulanan tüm versiyonlarında kadın, eşitlik ve özgürlük adına yaratılışına yabancılaştırılmış, çoğu zaman adeta
cinsel bir meta olarak tanımlanmış, bir çok alanda erkekle yarıştırılmış, kapitalist tüketim çılgınlığının üreteni, tüketeni ucuz işgücü ve hedef kitlesi
olarak konumlandırılmıştır.
On dokuzuncu asrın başına
kadar kadın, Avrupa’da insan
olarak dahi kabul edilmemiş,
kadının ruhu olup olmadığı tartışılmıştır. Ünlü Rus edebiyatçı
Dostoyevski Suç ve Ceza adlı romanında bunu alenen iş-
60
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
lemiştir.1830 yılına kadar Avrupa’da beyaz kadın ticareti
kendine has kuralları içerisinde icra edilmekteydi. Batı kültür ve medeniyetinin felsefi zihin yapısının oluşmasında, bir
otorite olarak kendisine müracaat edilen Yunanlı pagan filozof Eflatun, kadının toplumun
ortak bir metası olduğunu savunmaktadır. Batı kaynaklı bir
düşünce tarzının, artık bir ideolojiye dönüşmüş hali olan feminizm, skolastik Hıristiyan
düşüncesinin ve kilisenin kadına karşı sergilediği gayri insani tavra karşı reaksiyoner bir
hareket olarak ortaya çıksa da,
bugün için kendisini farklı bir
şekilde konumlandırmış ve küresel bir ideolojiye dönüşmüştür.
FEMİNİST HAREKETİN
ZİHİN YAPISI
Tüm zihin yapısını karşıt
cinsin yaptığı ve yapabileceği
işleri kendisinin de yapabileceğine odaklayan feminist ka-
dın;” erkek egemen anlayış,
erkek egemen söylem, erkek
egemen siyaset, erkek egemen
dünya, erkek egemen hayat,
erkek egemen sanat, erkek
egemen spor” gibi söylemleri
diline pelesenk ederek hayatı
adeta erkekle yarışmaya adamış ve de erkekle aynileşmak
için, can atan bir varlığa dönüşmüştür. Bu aşamada açık
ve örtülü feminizm, toplumu ve
aileyi tehdit eder hale gelmiştir. Nikâh, namus, tesettür ve
mahremiyet değersizleştirilip,
bireyselleşme desteklenmiş,
evlilik kadının mezara girmesi ve ev köleliği olarak tanımlanmış, uhrevi ve fıtri olan hedef alınmıştır. İlahi ve manevi
olan yaklaşımlar, kadına düşman olarak tanımlanmış, dinlerin ve özelde de İslam’ın kadına bakış açısı bilinçli olarak
hakir ve değersiz görülerek, bir
itibarsızlaştırma propagandası yürütülmüştür. Bu kampanyada basın ve medya desteği
üst seviyede kullanılmış, bir kadın sorunu imal edilip, meseleye seküler bilim dahil edilerek,
sözüm ona bilim(!) ve bilimsel
DÜŞÜNCE
Tüm zihin yapısını
karşıt cinsin yaptığı
ve yapabileceği
işleri kendisinin
de yapabileceğine
odaklayan feminist
kadın, hayatı adeta
erkekle yarışmaya
adamış ve de erkekle
aynileşmak için,
can atan bir varlığa
dönüşmüştür.
yöntemler(!) ile meseleye çözüm bulunmaya çalışılmıştır.
Kadının cinsel ve ticari bir
meta olarak sunulması, reklam ve pazarlama alanında istihdam edilmesi, ucuz işgücü
olarak tahkim edilmesi, karşıt
cinse hizmet sunumunda konumlandırılması özgürlük olarak addedildi. Bu fikri akım tarafınca kadının eş ve anne olma vasfı inkâr edilmiş, annelik kerih görülmüş ve özgürlük
adına aile tahrip edilmeye çalışılmıştır. Geleneksel ataerkil
aile yapısında, baba-anne ve
evladın konumlandıkları yer,
bilim(!) adına sorgulanmaya
başlandı. Bazı sözüm ona bilimsel çalışmalarda bu ataerkil yapı hakir ve değersiz görülmüştür. Tüm dünyada ve ülkemizde uyuşturucu kullanımı,
çocuklarda suç işleme davranışı, çocuk istismarı, sokak çocukları ve çocuk dilenci sayısındaki artışın, zedelenen bu
ataerkil yapı ile paralel seyrettiği gerçeği görmezden gelinmiştir.
İSLAM
TOPLUMLARINDA
FEMİNİZM
Feminizm bugün için, hemen hemen tüm faaliyetlerini
İslam toplumlarında yoğunlaştırmıştır. İslam’ın kadın ve aile
ile ilgili yaklaşım tarzı, oluşturulmaya çalışılan gayri ahlaki ve seküler toplum tasavvuru önünde en önemli engel
görüldüğü için, saldırılar, İslam’ın kadını tanımlarken beyan ettiği değerler, anlamlar,
tabirler, lafızlar ve nebevi yaklaşım tarzları hedef alınmıştır.
İslam’ın kadına, aileye, insana ve hayata bakışına bihaber,
bigane, mugayir ve hasmane
bir tarzda kendisini tanımlayan bu anlayış, kadını ruhundan, mizacından, fıtratından,
inancından, yaratılışından ve
de annelik gibi ulvi melekelerinden koparmayı hedef edinmiştir. Feminizm kadını benliğinden uzaklaştırıp, salt maddi
ve matematiksel bir eşitlik minvalinde meseleye hapsetmiştir.
Geliştirilen seküler dil, kadını,
aileyi, toplumu, hayatı ihya ve
mamur eden; dayanışmayı,
sevgi ve saygıyı, adaleti, emaneti, mesuliyeti merhameti ve
fıtratı esas alan İslam’ın ilahi
temelli toplum düzeni düşman
olarak kabul edilmektedir .
Kadın üzerinden yeni bir
toplum tasavvuru Ortadoğu’da
ve İslam dünyasında benzer
şekillerde uygulanmıştır. Baas
Suriye’sinde Şam Aile Planlaması Müdürü Amira al-DURRA’
nın söyledikleri bizim ülkemizde dillendirilen ve sokaklarda
pankartlarla teşhir edilen aynı aşağılık kompleksinin, bize
ait olmayan aklın, toplumu taşımak istediği yeri açık bir şekilde resmetmektedir. Hastalıklar
farklı bünyelerde benzer seyretmektedir Amira al-DURRA
şöyle demektedir:” Dini güçlü
ve çok tehlikeli bir silah, iki tarafı keskin bir kılıç olarak görüyorum. Erkek olsun kadın
olsun Arap insanının geri kalmışlığının birçok köklerinin olduğu doğrudur, ama en temel
kök dindir. Arap insanını hâ-
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
61
DÜŞÜNCE
kimiyeti altına alan adet, gelenek ve uygulamalar ondan
gelmektedir. İnsanı, özellikle
de Arap kadınını geri çeken
güçlü zincirleri var... Din için
yeni modern bir yorum bulmadığımız ve onu Arap insanını şekillendirmekten uzak tutmadığımız takdirde toplumsal
yapıları değiştirmede başarılı
olamayacağız.”
Bu dil ithal bir dildir. Bu
coğrafyanın tarihine, kültürüne, inancına ait bir dil olmadığı gibi sadece Baas Suriyesi ile de sınırlı değildir. Birçok
Arap ülkesinde ve Türkiye’de
benzer şekillerde tezahür etmektedir. Rasulullah(sav)’in Veda Hutbesinde; ‘Kadınlar size
Allah’ın emanetidir. Sizin kadınlar üzerinde, kadınların da
sizin üzerinizde hakları vardır’
mealindeki hadisinde geçen
merhamet kelimesinden içerlenerek ,’ Biz merhamet değil
eşitlik istiyoruz’ diyen zihniyetle; ‘biz kimsenin namusu değiliz, fıtratımız özgürlüğümüzdür, benim bedenim benim kararım, bedenimiz bizimdir.’ diyen anlayışın temelinde ideolojık, seküler/ liberal, ferdiyetçi, politik ve gayri fıtri bir itiraz
mevcuttur. Bu itiraz sahibi feminist hareketler yakın geçmişte
başörtülü Müslüman kadını da
hedef alan 28 Şubat post-modern darbesinin katıksız birer
savunucusu ve destekçisi olmuşlardır. Başörtüsü ile eğitim almaktansa, kadının köyüne dönmesinin daha doğru olduğunu savunmuşlardır. Bedeni üzerinde kendini tahakküm
62
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
sahibi olarak konumlandıran;
ruhun, bedenin ve hayatın gerçek sahibini inkâr eden bu anlayışın ilmi tutarsızlığı ortadadır. Çözümsüzlüğü, çatışmayı, ifsadı, bireyselleşmeyi, toplumsal kaosu doğuran bu ideolojik yaklaşım aslında kadını
değersizleştiren, kapitalizmin
ve liberalizmin ucuz bir kölesi
yapmaktan başka bir sonuca
hizmet etmemektedir. Feminzmin söylemlerine hapsolan Batı, kadını birçok alanda tabi ve
fıtri konumundan uzaklaştırarak mahremiyetini elinden almış, erkekle aynileştirmiş ve
cinsel bir metaya dönüştürmüştür. Kadın ifsat olunca aile
kurumu dağılmış, gayri meşru
birliktelikler ve bunlardan doğan çocukların oranı, birçok ülkede nikâh akdi ile doğan çocukların sayısından daha fazla
orana yükselmiştir. Bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde ve
Amerika’da eşcinsellik ve diğer gayri fıtri sapmalar kitlesel boyutlara ulaşmıştır. Kırk yıl
öncesi Amerika ve birçok Avrupa ülkesinde bir hastalık olarak görülen cinsi sapmalar ve
eşcinsellik, feminist hareketle
paralel olarak artıp, bugün için
büyük bir hoşgörü ve olgunlukla karşılanmakta ve yasal güvence altına alınmaktadır.
İSLAMİ FEMİNZM:
HEVAYI KUR’AN’A
SÖYLETMEK
İslami feminizm kavramı
gibi temelde, İslami Kapitalizm, İslami Burjuvazi, İslami
Sol ve Sosyalizm ve de İsla-
mi Moda kavramları aslında
aynı zihni kirlenmenin ürünüdür. Bu yaklaşım tarzının Türkiye’de İslamcı akımlar içinde bir dönem için alıcı bulduğu ve bulmaya devam ettiği,
evliliğin sadece nikâh akdi ile
oluşturulan cinsel birlikteliğe
indirgendiği, anne ile çocuk
arasındaki iletişimin en ulvi ve
kutsal tezahürü olan emzirme
üzerinden yanlış çıkarımlar
yapıldığını, yaşlı ebeveynlere karşı geliştirilen merhamet
yoksunu dilin hâkim olduğu
örneklere de bir çoğumuz şahit olmuşuzdur. İslam’ın kendisinden neşet etmeyen ve artık
salt bir kadın hareketi olmaktan çıkıp sosyal, siyasal, politik ve felsefi bir duruşu simgeleyen feminizmi, İslam’la desteklemek başlı başına bir sorundur. Kur’an’ın ifadesi ile Allah’a iftiradır. Avrupa ve Amerika’da artık bir ideoloji ve din
haline gelen bu söylem, İslam
dünyasında pazarlanırken birtakım ayetlerin yanlış ve zorlama te’viline sarılarak kendisine bir hareket alanı açmanın
daha gerçekçi olacağına karar vermiştir. İslam’ın evlilik,
boşanma, çocuk velayeti, tesettür, miras, yönetim, şahitlik, zina ile ilgili uygulamalarının, aslında kültürel ve örfi uygulamalar olduğu söylenip, ayetlere zorlama yorumlar yüklenmeye çalışılmaktadır. Kadının özel durumlarda
namaz kılıp, oruç tutabileceği, İslam’da tesettür zorunluluğunun olmadığı, erkeklerle aynı safta namaz kılınabileceği,
DÜŞÜNCE
Amina Vedud Muhsin, kadın ve erkeklere namaz kıldırırken...
kadının imamlık yapabileceği, hutbe okuyabileceği, devlet başkanı olabileceği, nikâh
akdi olmaksızın rızaya dayalı
cinsel birlikteliğin cezai müeyyide gerektirmediği iddia edilmektedir. Bu meyanda ravileri az olan hadisler veya hadislerin tümü tamamen inkâr
edildi. Kur’an’dan ve Rasulullah’ın pratik sünnetinden neşet etmeyen, kadınların eğitim
hakkından mahrum bırakılması, rızasız evlilikler, Afrika’nın
birçok ülkesinde kız çocuklarının sünnet ettirilmesi, hukuksuz ve keyfi çok evlilikler, kadının seçim hakkından mahrum
bırakılması ve ticaret yasağı,
mal edinmesinin engellenmesi ve şiddet olayları üzerinden
hareketle liberal ve materyalist bakış açısıyla uyuşmayan
Kur’an ayetlerine zorlama yorumlar yüklendi. Böyle bir ortamda, çoğu oryantalistler tarafından desteklenen ve İslam dünyasında Türkiye, Mı-
sır, Tunus, Endonezya, Malezya ve birçok ülkede bir çok
isim üzerinden Feminist Müslüman, Feminist İslamcı, İslami Feminizm gibi kavramlar medya ve basın desteği
ile görücüye çıkarıldı. 2007 yılında Barselona’da geniş katılımlı İslami feminizm toplantısı
yapılarak yukarıdaki görüşler
doğrultusunda bir din anlayışı
servis edildi. Şimdi bu anlayış,
hikmetsiz müritlerini ve mudilerini beklemektedir.
BAKİ OLAN FITRAT VE
SÜNNETULLAHTIR
İnsan, Kur’an’da kadın ve
erkeğin ortak adıdır. Allah insanı tek bir nefisten (nefs-i vahide) yaratmıştır.1 Daha sonra ise insana eş olarak kadın
yaratılmıştır. Çift olarak yaratılan insandan, insanlık neşet etmiştir. Ve yine birçok ayette birçok canlının ve hatta her şeyin
çift çift (ezvac) yaratıldığı belirtilmiştir.2 Buradaki ezvac ke-
limesi ile kastedilen, müfessirlerin çoğuna göre mekân, zaman, duygu, durum, renk, yön,
hayat ve cinsiyetin çift olarak
tanımlanması ve yaratılmasıdır. Kur’an’da Allah katında,
erkeğin kadından daha üstün olduğuna dair tek bir nass
yoktur. Üstünlüğün ölçüsü nettir.3 Namaz, Hac, Zekât, Oruç
gibi temel ibadetler hususunda kadınlara özel durumlarda sağlanan kolaylıklar hariç her iki cinsin mükellefiyeti
eşittir. Emirler ve nehiyler birçok konuda kadına veya erkeğe değil insana münhasırdır. İslam’ın yaşanması, ilahi
rızanın kazanılmasında kadın
ve erkek birbirinin yardımcısı,
hataların giderilmesinde birbirine libas olarak tanımlanmıştır.4Hatta rızık temini, fiili cihad
gibi hususlarda bu günün popüler kavramı ile kadınlara pozitif ayrımcılık yapılmıştır. Fıtrat
ve Sünnetullah’ın koyduğu ölçüler üstünlük ve zaaf orak telaki edilmemelidir. Kadının fıtraten meyilli olduğu alanlarda
erkeğin, erkeğin fıtraten uygun
olduğu alanlarda kadının istihdamı kadına da erkeğe de zulümdür. Aksi uygulamalar, başarısız gayri- fıtri uygulamalar olarak insanlığın hafızasına kazınacaktır. Çünkü ilahi
ikaz açıktır. ‘Allah’ın yasasında (sünnetullah) bir değişiklik
bulamazsın.’5
1.Zümer/6
2.Nebe/8, Zariyat/ 49, Yasin /36
3.Hucurat/13
4.Tevbe/71,Bakara/187
5.Fetih/23, Ahzab/62, Fatır/43
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
63
YAKIN TARiH
31 Mart: İmparatorluğun
sonu ya da sonun başlangıcı
CELAL TAHİR
[email protected]
TÜRKIYE’NIN yakın siyasi tarihini anlamak
için, İttihat ve Terakki hareketini, darbeleri
anlamak için de, sonraki darbelerin prototipi
31 Mart Vakasını anlamak gerekmektedir.
EMIN Aytekin 27 Mayıs’ı anlattığı İhtilal Çıkmazı eserinde , “Birinci Meşrutiyet, ikinci
Meşrutiyet, Atatürk ve 27 Mayıs mücadele ve ihtilâllerinin
müşterek noktaları vardır. Ve
son derecede bariz karakterleriyle birbirlerine benzemektedir1er ” diye yazar.1
Demek ki Türkiye’nin yakın
siyasi tarihini anlamak için, İttihat ve Terakki hareketini, darbeleri anlamak için de, daha
sonra gerçekleşen darbelerin
prototipi gibi duran 31 Mart Vakasını anlamak gerekmektedir.
31 Mart İsyanı (31 Mart Vakası ya da 31 Mart Ayaklanması) II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’da avcı taburlarının isyanı ile başlayan
bir hadiseler silsilesidir. Rumî
Takvim’e göre 31 Mart 1325’te
(13 Nisan 1909) başladığı için
bu adla anılır.
Yakın tarih ile alakalı çok
fazla eser, materyal mevcudiyeti, konu ile az-çok ilgilenen
64
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
herkesin malumudur. Bunların
önemli bir bölümünün zihinleri yönlendirmek ya da karıştırmaktan başkaca bir işlevi pek
de yoktur. Mesele şudur ki, tarihte karanlıkta kalan noktaların açıklığa kavuşması için, –
bu özellikle modern zamanlar
ve bizim yakın tarihimiz için geçerlidir- iğne ile kuyu kazmak
diye tabir edilen çalışmanın
çok kimse tarafından gerçekleştirilmesi zaruridir. Çünkü
bazı hadiselerin hala karanlıkta olmasının sebebi, muhtemelen birileri tarafından bunun arzu ediliyor olmasıdır.
Bugün pek kabul görmese
de hadisenin irticai bir organizasyon olduğu hep söylenegelmiştir. Bu bağlamda eserde Yunus Nadi’nin 31 Mart hadisesine dair değerlendirmelerine
de bakılması gerekir. Osmanlıca baskısı olan ve her nedense
sonradan Latin harfleri ile baskısı yapılmayan “İhtilal-i ve İnkılab-ı Osmanî” isimli eserinde
Yunus Nadi hocaların ayaklanan kalabalığın arasına cebren
silah zoru ile katılmaya mecbur
bırakıldıklarını yazar. Yunus Nadi “Hatta sultan Murat türbesi
civarında bu teklife maruz kalan bir hoca tereddüt göstermekle kendisine silah doğrultuldu ve bu cebir altında askerin önüne düşerek gittiği görülmüştür, hocalarımızın böyle ister istemez toplanması tertibat
esasiye cümlesinden olduğu
anlaşılmıştır.”2 diye bildiklerini
aktarmaktadır. Hocalara silah
doğrultanlar kimlerdir? Bu hangi zihniyetin neticesidir? Hocaları cebren kalabalığın içine
katmakla ne amaçlanmıştır?
Ve bu hadisenin asıl maksadı
ve hakiki tertipleyicileri kimlerdir? Bu sorular cevaplanması
gereken sorulardır? Yunus Nadi’nin söylediklerinin bu bağlamda önemlidir. Nadi’nin, İhtilal-i ve İnkılab-ı Osmanî isimli
eseri meşrutiyet dönemine ilişkindir. Kitap hem yazarı hem de
içeriği itibarı ile dikkate alınması gereken bir eserdir. Kitabın
yeni alfabe ile baskısının yapılmaması da, hakikaten gariptir.
Hocalara silah doğrultanlar kimlerdir? Bu hangi zihniyetin neticesidir? Hocaları cebren kalabalığın içine katmakla
ne amaçlanmıştır? Ve bu ha-
Yakın tarih
disenin asıl maksadı ve hakiki
tertipleyicileri kimlerdir? Bu sorular net cevap bulabilmiş midir, bu sorulara verilen cevaplar da gerçeği ne kadar ortaya
koymaktadır buna sanırım gerçek manada tarih cevap verecektir ama bu sorulara verilen
cevaplar halen tartışılmaktadır. Çok ilginç olan (hatta inanılması dahi güç olan) bir takım bilgileri 31 Mart Hadisesinde Taşkışla kışlasında bando
subayı olarak bulunan Mustafa
Turan’ın hatıratından okuyoruz.
“Matbaada yaldızla basılmış büyük tuğrası bulunan fermanı paşa okumaya başladı:
Ben irade ediyorum düşmanla
çarpışırken onları daha iyi görebilmeniz için yeni bir başlık
giyeceksiniz, bunda dini hiçbir
mahsur olmadığına dair Şeyhülislamdan fetvasını da aldım, ululemre itaat vaciptir deniyordu. Paşa bir paketten yeni bir başlık çıkardı, bu başlık
enveriye biçiminde önü siperli
bir başlıktı. Paşa başındaki fesi
çıkarıp yeni başlığı giydi.
Meğer fermanı okuyan paşa
ve maiyetindeki zabitler sahte
üniforma giydirilmiş isyanı hazırlayan mühim şahsiyetlerdi.
İçlerinde cemiyetten tanıdığım
Bahaeddin Şakir, Mithat Şükrü
Beylerle Ömer Naci Bey vardı. Fermanı okuyan bir paşaydı, bu fermanın sahte olup sunî
bir isyan maksadı ile tertiplenmiş olduğu akla gelemezdi.”3
İnanılması hakikaten güçtür.
Bunlar 31 Mart’ın ne kadar feci
vahim meşum (çok kötü) bir tertip olduğunu anlatan satırlardır.
Hocalara silah doğrultanlar kimlerdir? Bu
hangi zihniyetin neticesidir? Hocaları cebren
kalabalığın içine katmakla ne amaçlanmıştır?
Bu sorulare net cevaplar bulunamamıştır.
31 Mart vakıa’sına dair bir
başka dikkatle okunması gereken belge, o tarihte Çatalca’ya gelmiş olan Hareket ordusunu komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa’nın kurmayı olan kolağası Mustafa Kemal Bey tarafından İstanbul’a çekilen telgraftır. Sonra Cumhuriyetimizin
kurucusu Gazi Mustafa Kemal
Atatürk olacak olan Kolağası Mustafa Kemal Bey’in telgraf metnindeki tesbitleri herkes
için önemlidir. Yusuf Hikmet Bayur’dan şunları okuyoruz “Aynı
günde Hareket ordusu komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa’nın
biri İstanbul halkına beyanname biçiminde, öbürü de Genel
Kurmaya iki teli vardır. Bunlar
Mustafa Kemal’in kaleminden
çıkmış olup onun üslup ve düşünce tarzını iyi aksettirirler.”4
Telgraf metninin ilgili altıncı
maddesi aynen şöyledir. “Heyet-i fazıla-i ilmiye sertac-ı ihtiram ve ibtihacımızdır. Fakat
melanet ve temin-i menfaat-i
adiye ve şahsiye maksadıyla
yalandan kisve-i ilmiyeye bürünerek din-i şerif-i Muhammedîyeyi tezyif ve istihfaftan
çekinmeyerek teşmil-i mefse-
dete kalkışan birtakım hafiyeler ve menfaatperestler elbette
muktezayı-ı şer’ ve kanuna göre muamele görmekten halas
edilemeyeceklerdir.5 (Seçkinler
Heyetine saygımız büyüktür. Fakat kötülük ve adi ve şahsi çıkar
maksadı ile yalandan ulema
kılığına bürünerek şerefli din-i
Muhammedîyeyi kullanmaktan
çekinmeden bozgunculuğa kalkışan bir takım hafiyeler ve çıkarlarını kollayanlar elbette şeriatın ve kanunların icaplarına
göre muamele görmekten kurtulamayacaklardır)
Kamil Paşa’nın da akrabası olan Yusuf Hikmet Bayur Kol
Ağası Mustafa Kemal Bey’in
durum icabı softa, gerici terimleri yerine hafiyeler terimini tercih ettiğini söyler. Fakat
bugünkü dilde ajan-provokatör olarak ifade edilenden ne
kastediliyor ise, o gün Mustafa
Kemal’in “hafiye” terimini buna yakın bir manada kullandığını düşünmek mümkündür.
Esasen Çatalca’ya gelmiş hareket ordusu kurmay başkanı
kolağası Mustafa Kemal Bey’in
–duruma binaen– politik konuşmasını gerektiren bir du-
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
65
Yakın tarih
rum da yoktur. Prof. Yusuf Hikmet Bayur başta gelen tarihçilerimizdendir. Ancak meseleyi
izah amacı ile ortaya attığı argüman yersiz ve yetersizdir.
31 Mart’ın genel bir değerlendirmesi çerçevesinde, hadiseyi hazırlayan belli başlı âmil
ve sebepler şöyle sıralanabilir:
1.En başta zikredilmesi gereken, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) rolüdür. İlk siyasi cinayetler. Ve ayaklanma gecesi
askerlere sahte zabitlerin sahte padişah fermanı okumaları.
2. İTC’ye bağlı mektepli subayların avcı taburlarındaki
alaylı subay ve erata Prusya
tarzı askeri disiplin adına, dini vecibeleri ifalarına mani olacak derecede gayri insani uygulamalarda bulunmaları. Ki bu
uygulamalar, taburlarda huzursuzluk yaratır ve onları her türlü
manipülasyona açık hale getirir.
3. 31 Mart’tan sadece 10
gün önce, yani 21 Mart’ta yayın hayatına giren İslamcı Volkan gazetesini çıkaran Derviş
Vahdeti ve ekibinin faaliyetleri
de dikkat çekicidir. Derviş Vahdeti garip bir cüret ile cemiyetin ismini İttihad-ı Muhammedi
Cemiyeti (İMC) adını verir. Buna Said-i Nursi de dikkat çeker
ve eleştirir. Ziya Gökalp’tan ihtiramla bahseden bu şahsiyetin faaliyetinden hayırlı bir netice çıkmaz. Bu meşum olayda,
ayrıca ele alınması gereken, oldukça olumsuz bir rolü vardır.
4. Liberal ve İngilizlerle irtibat halinde olan Prens Sabahaddin ve Ahrar Fırkası da bu
işin içerisindedir.
66
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
5. Sadrazamlık da yapmış
olan Kamil Paşa ve oğlu Said
Paşa da aynı ekibin içerisinde
bulunmaktadırlar. Sultan Abdülhamid , “bunları iğva eden,
Hamdi Çavuş adlı bir Arnavut’u bulan ve para veren de
Kamil Paşa’nın oğlu Said Paşa’dır” der. Hamdi Çavuş Meşrutiyeti sağlamak amacıyla Niyazi Bey’le dağa çıkan kişidir.
Manidar olan hususlardan
biri, Abdülhamid’in tahttan indirilmesinde ‘Hal edilmesi’ yerine kendisinin tahttan feragat
etmesini, “feragat etsin, yazıktır, günahtır” sözleri ile öneren
kişinin, Rum ayanlarından Yorgiyadis Efendi olmasıdır. Talat
Paşa’nın, hal fetvasını imzalatmak istediği Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi, Meclis-i Mebusan’a gitmemek için: Ben hastayım, gidemem! Diye mazeret beyan eder. Talat Paşa da:
Neniz var? Diye sorar; İdrarımı tutamıyorum, cevabını alınca da: Efendi, iş bu hale geldikten sonra donuna da işesen, ben seni zorla alıp götürürüm. Ördeğini de beraber al!
Diye tehdit eder. Ve Meşrutiyet
şeyhülislâmını alıp götürür. Bu,
İttihatçıların ne derecede gözlerini kararttıklarını gösteren
husustur. Hal fetvasını kaleme
alan kişi ise, meşhur müfessir
Elmalılı Hamdi’dir.
MEŞ’UM OYUNUN
SENARİSTİ KİM?
Peki, hemen herkesin bir rol
aldığı bu uğursuz oyunun senaryosu, kim ya da kimler tarafından yazılmıştır? Hisseli hari-
kalar kumpanyasına benzeyen
bu curcunanın organizasyonu
hakikatte kimlerin eseridir? İsmail Hami Danişmend 31 Mart
adlı eserinde, Sultan Abdülhamid’in bu tertibe ve hareket ordusuna direnmeme sebebini
“İstanbul hükümetinin Hareket
Ordusu’na karşı hiçbir mukavemet göstermemesinin iki sebebi
vardır: Birincisi: Padişahın kan
dökülmesini istememesi. Ki hadiselerin şahidi olan çok kimsenin hatıratında bu husus zikredilir. İkinci sebebi “Hükümetin
ecnebi müdahalesinden çekinmesi” diye açıklar. Danişmend
buna delil olarak Basra ve Halep vilayetlerinden Dâhiliye Nezareti’ne çekilen telgrafları gösterir. -Telgraf metinleri Danişmend’in kitabında mevcutturBu metinlerde İngiliz, Fransız
ve İtalyan savaş gemilerinin,
Osmanlı’nın Basra, İskenderun ve Mersin limanlarını ablukaya aldığı belirtilmektedir. Bu
gelişmeler Abdülhamid’in “evladı vatanı beyhude kırdırmaktan sakınarak” olana tevekkül
ile rıza göstermek yoluna gitmesinin sebebi olmalıdır.
Yakın tarih
Yakın tarihimizde, 31 Mart benzeri faili
meçhul, senaristi belirsiz, idare edenleri
karanlıkta birçok tertip bulunmaktadır.
Bundan sonra da bu tip olayların yaşanması
mümkün ve muhtemel olduğundan,
özellikle 31 Mart tertibini hep beraber
doğru okumaya çalışmak elzemdir.
Ayaklanan askerlere Abdülhamid’in son mabeyin başkâtibi olan Ali Cevad Bey’in nutku
da -özellikle de o günün- İslamcılarına bir cevap niteliğindedir.
Dikkatle okunmalıdır. Ali Cevad
Bey şöyle der: “Evlatlarım, siz
ne istiyorsunuz? Şeriat mı? Bu
nasıl lakırdı? Şeriat-ı Muhammedîye hamdolsun bakidir ve
daimidir. Padişahımız halife-i
Resullulah’tır ve devletimiz de
devlet-i İslamiyedir. Şeriata
ne oldu ki şeriat isteriz diyorsunuz? Yine tekrar ederim, bu
nasıl lakırdıdır? Şeriata kimse
dokunmadı ve dokunamaz, bir
de kimden şeriat istiyorsunuz?
Bize bu şeriatı ihsan eden Allah’tır. Bunun hafızı yani bekçisi
Allah’tır. Zira Kur’an’ı Kerim’de
böyle buyrulmuştur. Bir takım
cahilane sözlerin aslı faslı yok-
tur. Padişahımız Halife-i Resullulah Efendimiz bilmeyerek vaki olan hatalarınızı afv eyledi.
Artık haydi kışlalarınıza gidin,
rahat edin oğullarım.”6
31 Mart hadisesi neticesi İstanbul Hahambaşılığının el değiştirmesi, Abdülhamid’e bağlılığı sebebi ile uluslararası Siyonist hareket tarafından tasvip
edilmeyen Moşe Halevi’nin yerine Hayim Nahum’un hahambaşı olması önemlidir. İTC ile
özellikle Talat Paşa ile ilişkileri,
Cumhuriyet’in kuruluşunda Lozan’da Türk heyetine müşavirlik
yapması, Türkiye’deki macerası bittikten sonra Mısır’a gidişi
ve orada da hahambaşı oluşu,
Mısır hahambaşısı olarak Cemal Abdülnasır’a danışmanlık
yapması, dikkate şayandır. Yani
31 Mart’ın arkasında uluslara-
rası güç olarak İngilizler olduğu
gibi, bir şekilde Siyonistlerin olduğu düşünülebilir.
Demek ki hadise de İngilizlerin ve/veya başka güç odaklarının rolü bir kurgu değildir.
Bizatihi hadisenin kendisi görünürdeki aktörleri aşan güç
odakları tarafından tasarlanarak gerçekleştirilmiş bir kurgu
ve bir tertiptir. Esasen Abdülhamid’e karşı böylesine karmaşık bir organizasyonu, üstelik bazıları birbirleriyle kanlı bıçaklı olan birtakım kişi ve
grupları belirli bir hedefe yönlendirilmesi işini, adı geçen kişi ve grupların kendi başlarına
başarmaları mümkün değildir.
31 Mart’ın hakikatini ortaya
çıkarmanın günümüzle alakası
açıktır: Yakın tarihimizde, 31 Mart
benzeri faili meçhul, senaristi belirsiz, idare edenleri karanlıkta
birçok tertip bulunmaktadır. Bundan sonra da bu tip olayların yaşanması mümkün ve muhtemel
olduğundan, özellikle 31 Mart
tertibini hep beraber doğru okumaya çalışmak elzemdir.
Dipnotlar
1. İhtilal Çıkmazı M. Emin Aytekin,
Dünya Mat. 1967 İstanbul s.32-33.
2. Yunus Nadi, îhtilal-i ve înkılab-ı
Osmanî, Matbaa-i Cihan, İstanbul,
1325, s. 40-42.
3. Mustafa Turan, Elli Beş Yıldır Esrarı Milletten Gizli Kalmış Olan Taşkışla’da 31 Mart, Aykurt Neşriyat,
İst,1964 s.49-50.
4-5. Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, Cilt 1, Kısım 2, s. 200 TTK
Yayınları, Ankara 1983.
6. İkinci Meşrutiyetin İlanı ve 31 Mart
Hadisesi, II: Abdülhamid’in Son Mabeyn Baş Kâtibi Ali Cevad Beyin Fezlekesi, Yay. Haz. Faik Reşit Unat, TTK
Yayınları, 1960, s. 51.
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
67
AİLE
Suç işleyen gençlerimizi
idam etmeden önce
BAKİYE MARANGOZ
[email protected]
YILLAR yılıdır gençlerimizi etkileyelim ve
doğru noktaya çekmeye çalışalım derken,
uyguladığımız yöntemlerin ilişkilere faydadan
çok zarar verdiğini görüyoruz. Şiddete,
öncesinde maruz kalan Baba’dır. Ve baba
şiddeti kendi mantığına göre; “caydırıcı”
bir tutum bir eğitim-öğretim düşüncesiyle
kendi çocuğuna uygulamaktadır
DEVLET, kurumlarıyla çocuk
ve aile fertlerini rehabilite etme yoluna gitmeliler.
Yaşama bir birey, bir şahıs olarak katılmakla beraber,
tam olarak rüştüne erme ehliyetine sahip olmamış gençlerden bahsediyorum..
Çok sınırlı az bir bilgi ile; bilinç düzeyinde hayata geçirilmemiş bir din ve kültürel değerlerden uzak kalınmanın
neticesi olarak, ruhsal, ahlaki,
davranışsal çeşitli bağlamlarda sorunlar yaşıyoruz.
Son zamanlarda hızla artan vahim olaylar karşısında,
tepki veren halk arasından hep
bir ağızdan ‘asalım!..keselim!.
idam edelim’ gibi duygusal
olarak feverân edenler oldu.
Aslında olaylara biraz ger-
68
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
çekçi bakılacak olursa; hepimiz bu durumların muhasebesini ve ilkin kendimize dönük iç
murakabemizi yapmamız gerektiğinin idrakine, az da olsa
varmış olacağız.
OTORITE, DENETLEME
DISIPLIN
Yıllar yılıdır gençlerimizi
etkileyelim ve doğru noktaya
çekmeye çalışalım derken, uyguladığımız yöntemlerin ilişkilere faydadan çok zarar verdiğini görüyoruz. Bunda ise daha
çok klasik aile yaşantılarında
ana-babadan görme alışkanlık
kesbetmiş olan “dayak” akla
gelmektedir. Yâni şiddet!.. Şiddete, öncesinde maruz kalan
ise Baba’dır. Ve baba şiddeti
kendi mantığına göre; “caydı-
rıcı” bir tutum bir eğitim-öğretim düşüncesiyle kendi çocuğuna uygulamaktadır. Maalesef ki bu tecrübeler hep yaşana gelmiştir.
Sokak hayatıyla iç içe olan,
kötü arkadaşlıklar edinen,
madde bağımlılığına müptela
olan, parası bitince anne-babayı para vermeleri için zorlayan, bıçak çeken, yakınlarının canına kıyan evlatlar… İşte
bunlar bu çocuklar bizim kucağımızda büyüyen, masum çocuklarımızdır.
Bir anlamda dini, manevi,
kültürel cehaletimiz nedeniyle, evlatlarımıza sahip çıkamadığımız için, onların karanlık dipsiz kuyulara düşmelerine
neden olmaktayız.
Bütün mesele sevgi ve insan
olarak kabul görmedir.
Anne kucağındaki bebeğin anneye verdiği tepki ile
aynı bebeğin yabancı kucaktaki bir başkasına verdiği tepki bir değildir. Çünkü anne kucağı güven vericidir. Ve bebek
daha birkaç aylıkken iki kucak arasındaki farkı ayırt edebilir. Mızırdanır ağlar, susmak
bilmez... Oysa ki; anne kucağına alır almaz o minicik yavru annenin kokusunu alır ve
susar.
AİLE
İnsanoğlu hangi yaşta olursa olsun iyi muameleden hoşlanır. Onurunu okşayıcı, güven
duygusu veren, sevildiği, değer
gördüğünü hissettiği ortamlarda.. Hatta yaşlılar bile; “Tutunacak bir dal” bulduğu noktada o ortamda olmaktan fazlasıyla hoşlanır. İzzet ikram edilirse mutluluk duyar ve yalnızlığını unutarak bağlanırlar.
YÜZLEŞMEMIZ
GEREKEN
GERÇEKLERIMIZ
Ailelerin çocuklarını hakkıyla sahiplenme noktasındaki bilgisizlikleri, bilgiye ulaşamamış olmaları gibi mazeretleri… Bu da ülkemizde göz ardı edilmemesi gereken önemli
bir gerçek.
Bu durum gençlerin madde
bağımlılığı, evden uzaklaşmalar gibi nedenlere yol açmakta
önemli bir rol oynuyor. Cinnet
geçirme, intihar, ruh hastalıkları, tecavüzler, cinayetler… Büyük oranda bu sebeplere bağlı
olarak gelişmektedir.
Çünkü hangi yaş grubu
olursa olsun insanları hayır ve
güzellikle etkilemek, onlarla
ilişki kurmak istiyorsak bunun
en kısa yolu; onların haklarını,
saygınlığını korumaktır. Onurlarına dokunacak denetleyici,
gereksiz bir lâf etmemektir.
Ancak ailenin; anne, babanın yetersiz kaldığı noktalar vardır. Çocuklarımızı birçok haklı-haksız nedenlerle,
söz ve davranışlarımızın çocuk ve gençlerin dünyasında
nelere yol açacağının hesabını yapmadan; onları kendimize karşı kıştırtarak, kendimize
düşman edecek noktaya getirmiş olabiliriz. Onları sevgisizliğe mahkûm etmiş olabiliriz. İlgisiz kalmış olabiliriz. Öfkemizi
onlara yönlendirmiş, ama sevgimizde cimri davranmış olabiliriz!.. Onları gerçekten sevgisizliğe, güvensizliğe mahkûm
etmişsek, anne baba olarak bizim hiç mi suçumuz yok!..
Ülkeyi idare edenlerin hiç
mi suçu yok!.
Anne kucağındaki bebeğin anneye
verdiği tepki ile aynı bebeğin yabancı
kucaktaki bir başkasına verdiği tepki
bir değildir. Çünkü anne kucağı güven
vericidir. Ve bebek daha birkaç aylıkken
iki kucak arasındaki farkı ayırt edebilir.
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
69
AİLE
Çocuklarımızı
birçok haklı-haksız
nedenlerle, söz ve
davranışlarımızın
çocuk ve gençlerin
dünyasında nelere
yol açacağının
hesabını yapmadan;
onları kendimize
karşı kıştırtarak,
kendimize düşman
edecek noktaya
getirmiş olabiliriz.
AILEYE VE
GENÇLIĞINE SAHIP
ÇIKMAK ZORUNLUDUR
Ailenin çeşitli nedenlerle
yetersiz kaldığı noktada başkalarının canını almaktan, ırzına geçmekten, hırsızlık yapmaktan, gasp’tan yâni suçtan
bu gençleri alıkoyamayan, onların cinnete sürüklenmesine
neden olan mutlaka bir sebep
ve müsebbib’ler olmalı!
Özetle inancım şu ki; ilgili
bakanlıkların ülke genelinde
engelliler için yapmış oldukları rehabilitasyon birimlerini
yaygınlaştırmak suretiyle hizmet verdikleri ve anne-babaları bu konuda bilgilendirerek
rahatlattıkları gibi; insan ilişkilerinde davranışsal tutum ve
bilgilenme, psikoloji ve pedagoji alanında da anne- babayı
(aile fertlerini) rehabilite ederek toplumsal iyileştirmede bulunmak mümkün.
Özellikle
İlköğretimden
başlayarak yapılacak çalışmalarda olasılık üzerinden değil,
ancak “yanlış örneklerden ka-
70
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
çınma, korunma babında” çocukların ev, okul içi davranış
ve tutumları ölçülebilir. Yukarıda da belirtmiş olduğum gibi
engelliler üzerine yapılan çalışmalar birey ve toplum nezdinde devlete karşı büyük bir
takdir ve güven oluşturdu. Aynı hassasiyetle bu meselenin
üzerine halkı bilinçlendirmek
ve yardımcı olmak suretiyle, bir
şekilde amaca yönelik -gençlerin ve ülkenin geleceği açısından- okul ve aile ile ortak çalışmalara gidilebilir.
Ama ancak dediğim gibi
bir insanın yaşamı ve dünyaya gelmesine vesile olmuş anne baba; anne- baba da olsa,
her anne babanın evlatlarının
toplumsal ortamlardaki -kötülüğe düşme- riskini hesap ederek, bilinçli bir davranış ve sorumluluk içinde bulunduklarını söyleyemeyiz. Bu insanlar
kendi ortamlarında korunsalar bile, tam olarak dini ve entelektüel bir bilince sahip değilseler- ki halkın bir kesimi öyle- çoğunlukla eğitim ve gelir
düzeyi düşük bu insanlar kaçınılmaz olarak elverişsiz yaşam
şartlarına mukabil “ o birileri”
olarak bir anlamda kendi içlerinde bir tür çaresizlik duyguları içinde yaşamaktadırlar.
O halde herkes olabilecek
her şeyi ihtimal dahilinde görerek; “ben bi-linç-le-ne-yim!. Kendi kendimi eğiteyim!..” diyemez.
Derse eğer gerekli ve doğru bir davranış sergilemiş olmaz. Ancak vasat şartlarda
yaşayan, bilgiye ulaşamamış,
eli-kolu kısa insanlar için bunu
söylemek zordur. Bu insanlar,
evlatlarının bir kısım yanlışlarını görmüş olsa bile; gençlerin
duygu, davranış ve durumlarını düzeltmeye yönelik, onlarla
sağlıklı bir diyalog kurmakta
zorlanırlar. Belki gerektiği biçimde şefkate, ilgiye yer verilmediği içindir ki, veya babadan görme eğitim biçimi olarak çocuklar daha küçüklükten
dayak yedikleri içindir ki, bu
çocuklar sokaklara sığınırlar.
Suça zorlanırlar. Cani olurlar,
tacizci olurlar… Hırsız olurlar.
AİLE
Ayrıca okul çevrelerinde
gözle görülür tehlikelerin mevcudiyeti de söz konusu.. Özellikle de Anadolu’da.
INSAN ONURUNA
SAYGI YOK
Hiçbir insan doğarken suçlu doğmaz. Fıtrat din üzere temizdir. “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzere doğar” der
Peygamber.
Yeryüzünde var olan bütün
çocuklar inancın varlığını kendi içinde taşır. Bir ilişki durumu ve uzlaşım… Bir durum ve
karakter oluşumu; fıtrata özgün bir çalışma ile öz şekillenir, korunur.
Ya da neden bilinmez helal
süt emzirmişliğin nedeni !
Yasakların,
baskıların
utançların olduğu ortamlarda
çocuk ve gençlerimize sağlıklı bir kimlik ve şahsiyet kazandırmak zordur.
KEŞKELER KÂR
ETMIYOR
Kim derdi ki o kucağımıza
doğan masum bebek; canımız,
kanımız emanet, nimet bildiğimiz çocuk böyle (!) olsun.
Kâr etmiyor keşkeler!.. Zaman da geri gelmediğine göre.
Geriye bakarak; karşı koymak yerine hepimiz onlara kucağımızı açmış/ onları hiç aşağılamamış/ babalar onlara hiç
dayak atmamış /sokaktakiler onları hiç alaya almamış/
rencide etmemiş/ herkes, belki en yakınları anne-babaları,
kardeşleri sıcak yatağında yatarken kimse onları; sokakların
karanlığına terk etmemiş/ on-
Engelliler üzerine yapılan çalışmalar
birey ve toplum nezdinde devlete karşı
büyük bir takdir ve güven oluşturdu. Aynı
hassasiyetle bu meselenin üzerine halkı
bilinçlendirmek ve yardımcı olmak suretiyle,
bir şekilde amaca yönelik -gençlerin
ve ülkenin geleceği açısından- okul ve
aile ile ortak çalışmalara gidilebilir.
lar hiç korkuyla gizlenmemiş/
anneler hiç kahr etmemiş/ onlara hiç küfredilmemiş/ üzerlerine soğuk rüzgârlarlar esmemiş/ onlara hiç “sen niye böylesin”/ denmemiş, onlara hiç sevilmedikleri söylenmemiş /evin
kapısından çıkışı ganimet bilinmemiş/ dönüşü zül addedilmemiş/ hataları hoyratça yüzlerine vurulmamış/ keşke sokaklarda görmezden gelinmemiş/
kayıtsız tavırlarla yanlarından
geçilmemiş olsaydı!?..
Ah çocuklar keşke!.. Keşke
böyle olmuş olsaydı. Yaşanmamış olsaydı bunlar. Ama bilin
ki; yalnızca sizin suçunuz değil
bunlar.. Sizin yaptıklarında bizim de çook payımız var!..
“GÖZ AYDINLIĞI”
ÇOCUKLAR
O çocuklar katil olarak doğmadılar. Gülmeyi, sevmeyi öğrenseydiler eğer;
ilkin ASIL SEVGİLİ’yi severlerdi … Bilseydiler eğer.
Sevginin nasıl geliştiğini,
büyüdüğünü kucakta..
Babanın gözlerinden okusaydı.. Ve YARATAN’ı bilseydi
eğer..
Annenin sıcacık mutluluğunu minik avuçlarında saklardı…
Dayağın ne olduğunu hiç
bilmeseydi şiddeti, öfkeyi, katli..
Keşke gülümseyen bir babanın nazarı değseydi yüzüne.
Başka başka yüzlere o da
gülümseyecekti.
Yüzü gülecekti öğrenseydi
ağlamak yerine gülmeyi.
İtip, kakılmayı öğretmeselerdi, o da itip kakmayacaktı ki.
Yüzü gülecekti kaderi gülecekti ona. Diğer insanlar gibi
“iyi” ocaktı.
İnsan olacaktı adam gibi
adam!
Seven gözlere gözlerinin içi
gülerek selam verecekti.
O katil olarak doğmadı
anasından,
Onun katili daha küçücükken “şiddet” oldu.
“Sevgi yoksunluğu” oldu…
Onu katil eden.
Onlar’ın katili yedikleri dayak, öğrendikleri şiddet oldu.
Onlar’ın katili sokaklar oldu.
O masumla birlikte yüzlercesinin katili…
Sonuçta dışarıdaki asıl katillerin arasında, onlar da katil oldu.
Ey Rabbim’in ana-babalar
için “göz aydınlığı” dedikleri çocuklar!.. Esirge onları ne
olur!
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
71
HATIRA
12 Eylül ve Sahil
Çay Ocağı
İSHAK GÜVEN
Malatya/Tecde Eğtim Kültür Derneği Yönetim Kurulu Başkanı
ÇARESIZLIK içinde eve dönerken
bazı insanların askerler tarafından
kollarından tutularak evlerinden alınmaları
sahnesi hâlâ gözlerimin önünde.
12 EYLÜL 1980. Gedik İmam
Hatip Ortaokulunda öğrenciydim. Her sabah olduğu gibi yine kalktım, hazırlandım, okula
gittim. Ana yola çıktığımda dağ
taş, yollar her taraf asker kay-
72
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
nıyordu. Okula gidince askerlerin “Okul tatil, herkes evine
dönsün.” bağırtıları kulaklarımı
çınlatıyordu. Çaresizlik içinde
eve dönerken bazı insanların
askerler tarafından kolların-
dan tutularak evlerinden alınmaları sahnesi hâlâ gözlerimin
önünde. Hele birisini hiç unutamıyorum; sakallı bir ağabeydi,
zaten onu görünce Müslümanlara karşı bir ihtilal olduğunu
anlamıştım.
İnsanlar götürülürken bile
öyle bir işkenceye tabi oluyorlardı ki, insan dayanamıyordu.
Yürüdüm. Su kanalının içine
çuvallarla kitapların atılmış olduğunu gördüm. Bir tanesinin
Said Havva’ya ait bir kitap olduğunu fark ettim. Çocuk yaş-
HATIRA
taydım henüz. Olayı fazla tahlil
edememiştim. Dedem daha önce cumhuriyetin ilk yıllarını anlatırken; Kur’an’ı Kerim’lerin nasıl yakıldığını anlatmıştı. Müslümanların nasıl asılıp öldürüldüğünü ve ahırlarda, dağlarda,
mağaralarda gizlice Kur’an alfabelerini ve Kur’an’ı okumaya çalıştıklarını ağlayarak bize anlatıyordu. Afgan cihadını
ve İran devrimini, Müslümanların görmüş olduğu sıkıntıları
az çok okumuş ve dinlemiştik.
Anladım ki özelde Müslümanlar
olmak üzere tüm ülke insanımız
için sıkıntılı yılların başlangıcı
idi bu günler. Benim için ikinci
bir üzüntü daha oluştu; annemi genç yaşımda kaybettim. Bir
hüzün yılı yaşıyordum.
Derken günler ayları aylar
yılları kovaladı…
Seksen ihtilali ile Müslümanlar oturup yanlış anlayışlarını,
eksiklerini ve mücadele yöntemini yeniden gözden geçirdiler. Sonra Türkiye’de mücadele eden yapıları ve merkezi Mısır olan ihvan hareketinin tarz
ve bakış açısını sentezleyerek
‘İslami Hareket’ söylemi ile bir
hareketi Malatya’da başlattılar.
Bu mücadelenin fertleri mücadele tarzını -Peygamberimiz,
Risalet görevini aldıktan sonra
ailesinden, akrabalarından ve
yakın arkadaşlarından başlayarak davet çalışmasını yaptığı
gibi- ortaya koymaya çalıştılar.
Tevhit ve Şirk eksenli bir çalışma beraberinde ‘Darul Erkam’
mektebini de ortaya çıkarmıştı-. Ve böylece O, Ümmetine de
mücadele metodunu göstermiş
Sahil çay ocağında tahta tabureler üzerinde
kümelenmiş öğrenci, esnaf ve onlara
öğretmenlik yapan arkadaşların samimiyet ve
sıcak ilişkileri, ağızlarından dökülen sözcükler,
dinleyenlerin gönüllerini fethediyordu.
oluyordu. İnsanlarla birebir ilgilenmenin gerekliliğini La ilahe
İllallah’ı gereği gibi anlamak ve
toplumun anlayışına bunu yerleştirmek ve Allah’a bu şekilde
kul olunacağını anlatmak için,
bazı kardeşlerimiz çok genç
olan bizlerle ve diğer insanlarla ilgileniyorlardı. “Gençliği olmayan bir hareketin geleceği olmaz.” anlayışıyla özellikle
gençlerle ilgileniyorlardı.
Günler böyle geçip giderken 1985’te fiili olarak bu arkadaşlarla beraber olmama
bir arkadaşım ve okuduğum
kitaplar vesile oldu. Sahil çay
ocağı -veya mektebi de diyebiliriz- bizim için Darul Erkam oldu. Günlerimizin büyük bir kısmını orada geçiriyorduk. Orada düşüncenin net olması gerektiğinin, Tevhit algısının (Tevhit-Şirk, Hak-Batıl, İman-Küfür,
Bidat-Hurafe, Cihat, Şehadet
vs.) kavramları üzerinden İslam’ı öğrenmeye çalışıyorduk.
Amacımız; evlerimizde, mahallemizde, okullarımızda, üniversitemizde, şehrimizde, Türkiye ve dünyada ümmeti bir
anlayışla Hakkın hâkimiyeti
için çalışmaktı. Dünyada gelişen İslami yapıları tanımaya ve
dualarımızda onları unutmamaya gayret ediyorduk. Sahil
çay ocağında tahta tabureler
üzerinde kümelenmiş öğrenci, esnaf ve onlara öğretmenlik
yapan arkadaşların samimiyet
ve sıcak ilişkileri, ağızlarından
dökülen sözcükler, dinleyenlerin gönüllerini fethediyordu. Allah Resulü’nün, vahyi etrafındaki sahabelere anlatırken onlarda oluşan heyecan ve memnuniyeti hatırlatıyordu bize.
Okulumuza, işimize, evimize giderken bir an önce yine
sahil mektebine nasıl dönerdik
düşüncesi ile giderdik. Giderken de her birimizin cebinde
dönene kadar okuyacağımız
bir kitabımız olurdu. Dönerken
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
73
HATIRA
de yanımızda yeni ilgilenmeye
başladığımız arkadaşları getirirdik. Eğitimci arkadaşlarımızın samimi gayretleri ile sohbetler bereketli olurdu. Hareketin içinde olan hocalarımız
da gelir, aramızda oturur, onları dinler; beraber çay içer,
onların konuşmalarından, insan ilişkilerinde kendimize örnekler çıkarırdık. Bir davetçide olması gereken tecrübe ve
birikime sahip olmamız gerekir düşüncesi ile büyük çaba
ve gayret sarf ederdik; gayret
ve çaba sonucu mücadelemiz
insanlar tarafından ilgiyle takip ediliyor ve konuşuluyordu.
Sanki Hz. Peygamberin mücadelesinin Mekke ve civarında
konuşulduğu gibi… Günden
güne halkalarımıza katılımlar
çoğalıyordu. Herkese mutlaka
ulaşmamız lazım diye düşünüyorduk. Katılanlar olduğu gibi
karşı çıkanlar da oluyordu…
Biz, “Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir topluluksunuz.
İyiliği emreder kötülükten sakındırır ve ancak bu sebeple
kurtuluşa erenlerden olursunuz.” anlayışı ile hareket ediyorduk. Kervana katılanlar olduğu
gibi karşı çıkanlar olacaktı elbet. Rehberimiz Kur’an’dı ve Hz.
Peygamber’e de karşı çıkanlar
olmuyor muydu? Örneklerimiz
Allah Resulü ve ashabı idi. Öyle de olmalıydı. Dışarıdan muhacir olarak gelen kardeşlerimize ensar olmaya çalışıyorduk. Hasta olan bir kardeşimizi mutlaka ziyaret ediyorduk.
Vefat eden bir kardeşimizin
defnedilmesinde ve taziyesin-
74
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
de bulunur ev sahipliği yapardık. Dünyanın bir yerinde şehit
olan, sıkıntılı olan kardeşlerimiz
için gözyaşı döker, dua eder ve
elimizden gelen desteği esirgemezdik. Evlerimiz her gün sohbet için dolardı. Ailemiz, çocuklarımız ikram da kusur etmez,
gönülden hizmet ederlerdi küçücük ve dar mekânlarımızda.
Maddi imkânı olanlar sonuna
kadar İslam davası için seferber olurlardı. Hareketin başında bulunan arkadaşlar ve tüm
fertler maddi manevi imkânlarını ortaya koyarak alanlarda
örnek olurlardı. Düğünlerimize
tüm kardeşlerimiz davetlidir,
denilirdi. Davete icabet hassasiyeti gösterilirdi. Düğünlerde
yapılan konuşmalar bir İslam
davetine dönerdi. Kadın erkek
arasındaki ilişkilere dikkat edilirdi. Erkekler ve kadınlar kendi
aralarında oynayacağı oyunlara kadar dikkat ederlerdi. Alış
verişte hassasiyetimizi ortaya
koyardık. Elinden tutup yetiştirdiğimiz gençlerimizi dışarıya, okullara gönderirken onları gözümüz arkada kalmayacak
arkadaşlara teslim eder ve her
şeye rağmen ilgi alanımızda tutardık. Hiçbir kardeşimizi kaybetmemek için hassas davranırdık. Kadınlarımızın tesettür-
lerini (hicap) Nur suresi 31. ayet
şekillendirirdi. Sokaklarımızda,
mahallemizde, ilimizde varlığımızı ve hassasiyetimizi bildikleri için toplumda bir karşılığı olur
ve davranışlarına dikkat ederlerdi. Maddi kazancımızın ve
harçlıklarımızın büyük bir kısmını kitap almaya harcardık,
onları okuyarak kütüphanemize koyardık.
Öğrendiklerimizi önce yaşamaya çalışır sonra bir davetçi bilinci ile başkaları ile paylaşırdık. Hz. Peygamberin(sav);
“Bir insanın hidayetine vesile
olmak güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.”
anlayışını şiar edinmiştik. Sabaha kadar ailemizle bu konular üzerinde tartışır, istişareler
yapardık. Uyku nedir, yorgunluk nedir bilmezdik. Çünkü tevhidi bir hareket anlayışını kavramıştık. Her şeyi sırf Allah rızası için yapar, hiçbir menfaat beklemezdik. Bunun için fotoğraf karelerinde bulunurduk.
Tevhidi anlayış ve yapılardan
uzak hiçbir karede olmazdık.
Aklımızdan dahi geçirmemeye çalışırdık. İzzetsiz bir hayata talip olmaktansa gerekirse
ölmeyi, bu dünyayı terk etmeyi arzu ederdik. Hayatın cihat;
ölümün şahadet olmasını Allah’tan temenni ederdik.
Evlerimiz ve ortak uğrak
yerlerimiz bu kısıtlı maddi imkânsızlıklara rağmen bize bu
manevi güzellikleri kazandırdı.
İşte sahil mektebi o tahta
kürsüleriyle ve o sıcacık ortamıyla bize bu güzel imkânları
sağlıyordu…
iSLAM
İSLAM FIKRIYATINDA ÜMMET 1
Ümmet şuuru
ABDÜLBAKİ ÇAĞATAY
[email protected]
LIDERSIZ bir toplum, sadece üst üste
yığılmış odunlara benzer veya kuşların çaldığı,
kapıp kaçtığı bir tahıl yığınına... Hareketsiz,
savunmasız, cansız, tepkisiz, meflûç ve yarı ölü...
Irzımızdır çiğnenen,
evladımızdır doğranan!
Hey sıkılmaz! Ağlamazsan,
bari gülmekten utan!
(M. Akif Ersoy)
ÜMMET; millet, mezhep, cemaat ve renklerden çok daha
büyük bir oluşumu ifade eden
Kur’anî bir kavramdır.
Ümmet; içinde üç ana
(ümm) barındıran büyük bir
ailedir. Doğuran, doyuran (vatan) ve koruyan (ordu)ana… Bu
her üç ana da birbiri için vardır
ve birbiri için çalışmaktadırlar.
Doğuran ana da koruyan ana
da doyuran ana’ya hizmet etmektedir. Bu durum şu şekilde de ifade edilebilir; koruyan
ana da doyuran ana da doğuran ana’ya hizmet etmektedir.
Her halükârda her bir ana, okçu tepesinde görevlendirilmiş
ve durum ne olursa olsun ribat yerini terk etmemekle so-
76
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
rumlu ve görevlidir. Her ana yerinde güzeldir. Ancak şu hakkı teslim etmek gerekir ki doğuran ana, Allah yolunda şehit olmak kadar kıymetlidir. Ancak bazen doğuran anayı da
doyuran ana, tehlikeye düştüğünde bütün anaların ona koşması ve onu öncelemesi gerekmektedir. Hal böyle olunca ümmet denince akla ana üzerinden merhamet, değerler ve
aile gelmektedir. Ümmet ana
üzerinden vatan, millet ve milli
değerler gelmektedir. Ümmet
denince akla ana üzerinden cihad ve mücadele gelmektedir.
Ümmet denince akla imam yani öğretmen ve önder gelmektedir. Zira imam kavramının
da ümm kavramının da ümmet kavramı ile etimolojik bir
bağı vardır.
Eğer bunlardan yoksun bir
millet varsa sayısal anlamda
ne kadar fazla olursa olsun
onu ümmet kavramıyla değil
sadece “yığın” kavramıyla ifade etmek mümkündür. Evet, lidersiz bir toplum, sadece üst
üste yığılmış odunlara benzer veya kuşların çaldığı, kapıp kaçtığı bir tahıl yığınına…
Bugün bizim içine düştüğümüz
durum tam da budur. Hareketsiz… Savunmasız… Cansız…
Tepkisiz… Meflûç ve yarı ölü…
Namazdaki imam ve cemaat
ruhundan uzak yığınlarca insan… Ama sadece yığınlar ve
üst üste yığılanlar… Cami ve
medreselerde üst üste yığılmış
binlerce insan…
Ümmet; lider demektir. İbrahim(as)’in ümmet olmasının
bir anlamı da bu olsa gerek.
Zira İbrahim(as) büyük bir liderdi(ümmetti). “İbrahim, gerçekten Hakk’a yönelen, Allah’a itaat eden bir (ümmet)önder idi;
Allah’a ortak koşanlardan değildi.” (Nahl, 120) Bu ayeti kerimede lidersiz ve öğretmensiz
bir ümmetin eksik olduğu hakikati vurgulanmaktadır.
Kur’an’ı Kerim’de ümmet
kavramının geldiği manalara bir
göz atıp onunla alakalı verilmek
istenen mesajları ele alalım:
1- Bakara suresi 128, 134,
141, 143, 213. vb.ayetlerde ifa-
islam
Henüz Peygamber
cenazesi yerdeyken
yapılan hilafet
tartışmaları ve halife
seçimi meselenin
ne kadar hayati
olduğunu ortaya
koymaktadır. O
kadar ki Peygamber
cenazesi dahi
yerdeyken bu bir
tartışma konusu
olmuştur.
de edildiği gibi ümmet; cemaat, halk ve millet anlamında
kullanılıştır.
2- Araf suresi 159, 181, 164.
ve Nahl/ 120. ayetlerde ise ümmet kavramı lider ve muallim
anlamında kullanılmıştır.
3-Zuhruf suresi 22 ve 23. ayeti kerimelerde ümmet kavramı
din anlamında kullanılmıştır.
4- Hud suresi 8. ayette ise
ümmet kavramı zaman anlamında kullanılmıştır.
Bu ayet-i kerimelerin toplamından bir ümmeti ümmet yapan temel faktörleri görmekteyiz. Cemaat, halk, millet, lider,
öğretmen ve zaman… Buna
göre ümmet olabilmemiz için
birinci olarak dine, İkinci olarak lidere, üçüncü olarak cemaat ve örgütlü olmaya, dördüncü olarak ise aynı dönemde yaşadığımız bütün ehl-i kıbleyle ortak paydada buluşup
hareket etmeye ihtiyacımız vardır. Ümmet olmak ancak böyle
mümkün olabilir.
Bilim adamları bir arı türünden söz ederler. Bu arı ölümü-
ne yakın bir zaman diliminde
arayıp bir kurtçuk bulur onu
felç edip yarı ölü bir duruma
getirecek şekilde iğnesini onun
sinirlerine batırır ve daha sonra onun üzerine yumurtalarını bıraktıktan sonra ölür. Onun
yavruları o yumurtalardan çıktıkları gibi hareketsiz ve savunmasız olan o kurtçuktan beslenirler.
Felç olmuş ve yarı ölü hale
getirilmiş İslam dünyasının durumu bundan farklı değildir. Diri olmayan, ancak sadece yaşayan bir İslam toplumu… Zillet içinde yaşamaya mecbur,
soğan ve sarımsağa muhtaç
bir kavme dönüşmüş… Kısacası Kur’an’a göre ölmüş bir
toplum… Böyle bir durumda
intifadamızın şiarı “Heyhatminnaz-zille/Zillet bizden uzaktır” olmalıdır.
“İki kişi yolculuk ederse biri
başkan olsun.” diyen bir medeniyetin mensubu olan bizlerin
yığınlara dönüşmesi kolayca
anlaşılabilecek bir şey değildir.
Meselenin ehemmiyetini ve
hayatiyetini ortaya koyan bir
örnek verecek olursak, Allah
Resulü(sav)’nün vefatından hemen sonra; hatta cenazesi defnedilmeden önce Sakife-i beni
Saide’de yapılan hilafet tartışmalarını gösterebiliriz. Henüz
Peygamber cenazesi yerdeyken yapılan hilafet tartışmaları ve halife seçimi meselenin
ne kadar hayati olduğunu ortaya koymaktadır. O kadar ki
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
77
islam
Peygamber cenazesi dahi yerdeyken bu bir tartışma konusu
olmuştur. Zira arılar dünyasına baktığımız zaman ana arının olmadığı bir kovanın dağılışı ve yok oluşu söz konusudur.
Bazı insanlar yalnız yaşamayı, tek başına yemeyi ve
sadece kendilerini düşünmeyi
dert edinirler. Bunlar erkek kedi cinsinden insanlardır. İnsanlık ailesi bunlardan hayır elde
edemez. Bazıları da biraz daha ileri bir düzeyde olup en
azından ailesiyle beraber yaşar ve ailesini korur ve besler.
Bütün mücadeleleri bununla
sınırlıdır. Bunlar normal kuşlar cinsinden insanlardır. Bazı insanlar ise insanlığı savunan, koruyan ve mücadelesini veren, insanlığa yönelik bir
tehlike söz konusu oldu mu taarruza geçen, birlikte hareket
etme ruhuna sahip insanlardır.
Bunlar arı cinsinden insanlardır. Bir karar aşamasında olan
bizler arılar gibi çalışmak durumundayız.
YENIDEN ÜMMET
OLMAK IÇIN NE
YAPMALIYIZ?
1. Birbirimize tahammül
etmeliyiz: Ümmetin her bir
grubuyla ittifak ettiğimiz ko-
nularda yardımlaşacağız ve
geliştireceğiz. İhtilaflı olduğumuz konularda ise birbirimizi mazur göreceğiz. Ve ihtilaflı konuları gündeme getirmeyeceğiz. Tartışmalı konularda
Hz. Musa ve Salih adam gibi
davranıp ayrılacağız. Bazen
tatlı deniz ile tuzlu deniz karşı karşıya gelebilir. Ama asla
birbirlerine karışıp sınırları işgal edip birbirine zulüm etmezler ve ifsad çıkarmazlar. Çünkü aralarında manevi bir perde vardır. Kendilerini bağlayan
ilahi bir emir vardır. Unutulmamalıdır ki bu denizler birbirlerine karıştıklarında dünyanın kıyameti kopacaktır. Bu anlamda
biz Müslümanların birbirimize
olan tahammülsüzlüğü yüzünden defalarca kıyamet kopmuştur. Ve yine unutulmamalıdır ki tatlı deniz ile tuzlu denizin
karşılaştığı yerde en değerli ve
en pahalı inciler bulunmaktadır. Tatlı bir münazaranın güzel sonunu anlatan bir hayat
hikâyesidir Hz. Musa ile Salih
Adam’ın öyküsü. “(Salih Adam)
dedi ki: işte bu benimle senin
aramızın ayrılmasıdır…”(Kehf,
78) Tartışmanın ve ayrılmanın
usulü ve adabı böyle olur dercesine…
Tatlı deniz ile tuzlu denizin karşılaştığı yerde
en değerli ve en pahalı inciler bulunmaktadır.
Tatlı bir münazaranın güzel sonunu anlatan
bir hayat hikâyesidir Hz. Musa ile Salih
Adam’ın öyküsü. “(Salih Adam) dedi ki: işte
bu benimle senin aramızın ayrılmasıdır…
”(Kehf, 78) Tartışmanın ve ayrılmanın
usulü ve adabı böyle olur dercesine…
78
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
2. Birbirimizi sevmeliyiz:
Bu konuda ülkümüz “Sevgi
imanın sınırıdır.” sözü olacaktır. Allah Resulü(sav) bir hadis-i
şerifte şöyle buyurmaktadır:
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. İşlediğiniz takdirde birbirinizi seveceğiniz bir işe delalet edeyim mi? Aranızda selamı yayın.” (Müslim/ İman, 93)
Görüldüğü gibi hadis-i şerifte sevgi imanın sınırı olarak
anlatılmaktadır. Ne yaparsak
yapalım ama mutlaka sevmeyi başaralım. İskender Pala’nın
ifadesiyle “Sevmeyi bilmeyene
bilmeyi sevmek ne ki…” Arifane bir ifadeyle “Sevginin hâkim olduğu bir yerde adalete
gerek kalmaz.” Zira sevginin
olduğu bir yerde kavga, suç, cinayet ve sair cürümler söz konusu değildir ki hukuki ve adli
işlemler olsun. Yani sevgi, muhabbet ve merhametin olduğu
yerde adalete yer kalmaz. Adli
vaka olmadıkça savcılık, adliyelik ve mahkemelik bir durum
söz konusu değildir.
Sevgi ve muhabbet ile alakalı başka bir hadis-i şerifte Allah Resulü(sav) şöyle buyurmaktadır: “Canım kudret elinde
olan Allah’a yemin ederim ki
kul, kendisi için sevip istediğini, din kardeşi içinde sevip istemedikçe iman etmiş olamaz.”
(Müslim/ İman, 69-72) İnsanlara karşı sevgi, muhabbet ve
merhamet etmek imanın şahididir, imanın dışa yansımasıdır.
3. Birbirimize karşı duyarlı olmalıyız: Allah Resulü(-
islam
bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: “Birbirlerini sevmekte, acımakta ve görüp gözetmekte mü’minler, tek bir vücut gibidirler. Vücudun bir organı rahatsız olunca, öteki organların tamamı uykusuzluk
ve derin bir rahatsızlık hisseder, hasta olan organın ıstırabını ve yasını paylaşırlar.”
(Buhari/ Edep,27 –Müslim/
Birr, 66)
Bu hadis-i şerif şu önemli noktaya işaret etmektedir:
Bir vücut eğer hastalanan veya yaralanan veyahut yanan
herhangi bir uzvunun acısını
ve sancısını hissetmiyorsa o
vücut ölmüş, yani ruhu çıkmış
ve ceset olmuş demektir. Çünkü vücudu birbirine bağlayan
ve organlar arasında meydana gelen arızaları ve şikâyetleri bildiren ve hissettiren ruhtur. Organlar arasında irtibat
sağlayan ruh çıkınca organlar
birbirlerinden habersiz kalırlar. Birbirlerinin acısını hissetmezler. Bir vücudun azalarına
benzetilen Müslümanlar bugün birbirlerinin acılarını yüreklerinde hissetmiyorlarsa
ölmüşler ve onları canlı tutan
ruh çıkmış demektir. Yapılması gereken şey bellidir; kaybedilen o ruhu bulmak! İri ve diri tutan o ruha yeniden ulaşmaktır.
Mehmet Akif Ersoy bu durumu şu mısralarla ifade etmektedir:
Duygusuz olmak kadar
dünyada lakin dert yok,
Öyle salgınmış ki mel’un,
kurtulan bir fert yok
sav)
Kendi sağlam… Hissi ölmüş, ruhu ölmüş milletin!
Peygamber Efendimiz(sav)
başka bir hadisinde ise şöyle
buyurmuştur: “Müslümanların derdi ile dertlenmeyen onlardan değildir.” (Münavi, Feyzul-Kadir, 6/67)
DÜNYAYA SÖZ
SÖYLEYEBILMEK IÇIN
1. İlmin ve bilimin kaynağına ulaşmalıyız: Ulaşırken
birinci şiarımız “Hikmet bizim
mirasımızdır.” olacaktır. Hedefimiz ise Batılılar gibi hakkı teslim almak değil hakka teslim
olmaktır. Bilgi kimin elinde ise
gücün onda olduğunun bilincinde olmalıyız. Âdem’e yapılan secdenin bilgi ve üretkenlik karşısında yapıldığını unutmamalıyız. İkinci şiarımız ise
“Dünyayı aydınlatan ve bundan sonrada aydınlatacak
olan biziz.” olacaktır. Bu şiar
ile çocuklarımızı eğitip geliştirecek ve yarınlara hazırlamış
olacağız.
2. Üretken bir akıl ile hareket etmeli, düşünmekten korkmamalıyız: Yüce Allah denizdeki ve karadaki bütün zenginliklerin adresini
Kur’an’da ifade etmiştir. Bunun için derhal harekete geçmeli, Kur’an’ın işaret ettiği bu
güç ve zenginlik kaynaklarını
İsrail ve Amerika’ya bırakmamalıyız. Onların bizim Kitabımız Kur’an’ın öğretilerini çalıp
kendi çıkarları doğrultusunda
istihdam etmelerine asla müsaade etmemeliyiz. “Küfrün
imamlarıyla savaşın.” düstu-
Müslümanlar bugün
birbirlerinin acılarını
yüreklerinde
hissetmiyorlarsa
ölmüşler ve onları
canlı tutan ruh
çıkmış demektir.
Yapılması gereken
şey bellidir;
kaybedilen o
ruhu bulmak!
rundan çaldıkları gibi… “Ey
Rabbim! Beni muttakilere lider
kıl!” diyen İbrahimî bir akıl ile
hedefi büyük ve geniş tutmalıyız. Yani kendimizi yönetilen bir
şahsiyet olmaya değil, yöneten
bir şahsiyet olmaya hazırlamalıyız. Muttakilerden olmak güzel ama muttakilere imam ve
lider olmak daha güzeldir. Biz
kendimizi daha güzele şartlandırmalı ve hedefi geniş tutmalıyız. Sabitelerimize bağlı kalarak yelkenlerimizi çok uzaklara açmalıyız.
3. Yeni bir dünya görüşümüz olmalıdır: Evrensel hukuk, hukukun üstünlüğü, adalet, özgürlük, insan hakları, kadın hakları, seçme ve seçilme
hakları, inanç özgürlüğü, çalışma ve kazanma hakkı, hizmet
siyaseti, insan onurunu önceleyen devlet anlayışı vs.
4. İlkeli ve ülkülü olmalıyız: En büyük ülkümüz “İslam
Birliği” olmalıdır. Muhammed
Hüseyin Kaşiful-Ğita’nın ifadesiyle “İslam’ın iki esas meselesi
vardır: Biri kelime-i tevhid, diğeri tevhid-i kelimedir. Bir diğer ifade ile “Tevhid ve Vah-
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
79
islam
Mademki Amerika, İsrail, İngiltere kısacası
emperyalist Batılılar Müslümanların birlikte
hareket etmelerini istemiyorlar o halde
Müslümanlar mutlaka birleşmelidirler.
Mademki onlar İslam birliğinden
ürküyorlar o zaman Müslümanlar
için doğru şey İslam birliğidir.
det”tir. Biri akide de birliğin
adı, diğeri ise sosyal ve kültürel
hayattaki birliğin adıdır. Unutmayalım ki ilkeleri ve ülküleri
olmayanın ülkesi olmaz. O yüzden ilkesiz ve ülküsüz ülke bizim değildir. Bizim ülkemiz, ilkelerimizin ve ülkülerimizin hâkim olduğu her yerdir. Böylece
bizim için önemli olan ülke sınırları değil, ilke ve ülkü sınırlarıdır. Dünyaya adaleti ve barışı biz götüreceğiz. “Ben Müslümanların ilkiyim” ülküsüyle hareket etmeliyiz.”Dünyada benden başka İslam’ı savunan hiç
kimse yoktur.” düşüncesiyle
kendimizi daha fazla çalıştırma gayretinde olmalıyız. “Seni
ilk günkü gibi seviyorum.” coşkusuyla İslam’ı savunmalıyız.”
Vallahi güneşi sağ elime, ayı
da sol elime verseler yine de
davamdan vazgeçmem.” şiarıyla sebat göstermeli ve yılmamalıyız. “Beni temizle Ey Allah’ın Resulü” dediğinde “Yükünü indir de öyle gel.” cevabını alan kadının nihayet doğum yapıp tekrar gelerek aynı heyecan ve gerilim ruhuyla”Beni temizle Ey Allah’ın Resulü.”demiştir. Bunun üzerine ise
Resulullah’tan “ Çocuğunu sütten ayırdıktan sonra gel.” talimatını alan kadın nihayet ço-
80
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
cuğunu sütten ayırdıktan sonra
aynı ruh ile Resulullah’a gelip
“Beni temizle ey Allah’ın Resulü.” şeklinde istikrarlı ve sarsılmaz bir iman ve samimiyetle
İslam’a sahip çıkmalı ve sadık
kalmalıyız. Bu gerilim ve girişim ruhunu, yani ilk günün ruhunu asla yitirmemeliyiz. İslam’ı yaşamaktan bıkmamalı,
usanmamalıyız.
5. Amaçsız ve hedefsiz olmamalıyız: Zira amaçsız her
hareket ya yolunu şaşırır veya
yolunu çok uzatır.
BIZ NIÇIN VAHDETE
MECBURUZ?
Bunun iki temel sebebi vardır.
Birincisi şeytana muhalefet etmek için. Zira şeytan ve
yaverleri Müslümanların vahdetini istememektedirler. Mademki Amerika, İsrail, İngiltere kısacası emperyalist Batılılar Müslümanların birlikte hareket etmelerini istemiyorlar
o halde Müslümanlar mutlaka birleşmelidirler. Mademki
onlar İslam birliğinden ürküyorlar o zaman Müslümanlar
için doğru şey İslam birliğidir.
Mademki onlar ittifakımızın ve
vahdetimizin düşmanıdırlar, o
halde bizim de tefrikanın ve
cedelleşmenin düşmanı olma-
mız gerekmektedir. Bilelim ki
bizim tefrikamız onların vahdeti, bizim vahdetimiz ise onların tefrikası ve zafiyeti sayılmaktadır. Yüce Allah “Şeytan
sizin düşmanınızdır sizde onu
düşman edinin.” (Fatır, 6 – Yasin, 60- Zuhruf, 62,- Kısas, 15Taha, 117) buyurur. Şeytan sizin apaçık düşmanınız iken siz
ona dost olursanız bu durum
sizin için felaket olur. Burada
dikkat edilmesi gereken husus şeytanın apaçık bir düşman olduğundan bahsedilmesidir. Yani şeytan, babanız
Âdem’i cennetten çıkarmıştı ve
sizin de cennete girmenize engel olmaya çalışmaktadır.
İkincisi İslami grupların ittifak ettikleri konular ihtilaf ettikleri konulardan daha fazladır. Niçin ittifak etmesinler? Bütün Müslüman grupların Allah,
Kur’an, nübüvvet, ahiret, cennet, cehennem, melekler, kıble, hac, oruç, namaz, zekât, cihat gibi dinin temel meselelerinde ittifak ettiklerini görmekteyiz. İnanç dünyasında bu kadar ortak paydası olan bir ümmet, nasıl olur da ortak hareket
etmeyebilir? Ve kendisini düşmanlarına ezdirip zelil bir hayata rıza gösterir? Sorumluluk
ve vicdan sahibi olan bir Müslümanın zillet ve rezalete rıza
göstereceğini düşünmek bile
ürkütücüdür.
Son sözü ümmetin lideri
efendimiz hazreti Muhammed
Mustafa’ya bırakıyoruz: “Benden sonra birbirlerinin boyunlarını vuran küffara dönüşmeyiniz” (Buhari/ Diyat, 6868)
DÜŞÜNCE
İstikamet
üzere olmak
ENES TARIM
[email protected]
HER geçen gün sistemle daha fazla hemhal
olup onu sahipleniyor, entegre oluyor ve
hızlı bir şekilde muhafazakârlaşıyoruz.
Artık, İslami yapılanmalar genel anlamda,
ruhsuz, isteksiz ve hadi dağılalım
modundaki topluluklardan oluşmakta.
SÜLEYMAN Çelebi bir beytinde:
“Ümmetimdür kaygum u
gussam hemin
Yimezem ümmetten ayruğun gamın..”der.1
Merhumun bu beyti Hz.
Ali’den nakledilen bir rivayette, efendimiz(sav)in: “Hüzn ayrılmaz arkadaşımdır, gam ve
kederim ise, ümmetime yöneliktir”2 sözlerine binaen kaleme
aldığı anlatılır.
Gerçekten de efendimiz(sav)
sonrası hepimizin gam ve kederine sebebiyet teşkil edecek
mahiyette gerçekleşti. Ümmet
nüfus ve coğrafya olarak kat
be kat büyürken; nicel anlamda yine onun işaret ettiği gibi,”dalgaların üzerindeki çer çöp
gibi” kaldı. Günümüze kadar
ifrat-tefrit arasında çalkantılarla, isyanlarla, zulümlerle ve
nifakla dolu bir geçmiş mirasımız var.Bu yok oluşlara ram olmamızın en büyük sebeplerinden birisi şüphesiz bir türlü vasat ümmet çizgisini tutturamayışımız, istikamet üzere bir yürüyüş gerçekleştiremeyişimiz
olsa gerek.
Günümüzde Yeni Türkiye İslamcılarının da en büyük sorunu, heyecan ve coşkusunu yitirmiş olma, İslami davet ve bilgi devinimi noktasında isteksizlik, sıradanlaşma ve dünyevileşmedir.
Her geçen gün sistemle daha fazla hemhal olup onu sahipleniyor, entegre oluyor ve
hızlı bir şekilde muhafazakârlaşıyoruz…
Artık, İslami yapılanmalar
genel anlamda, ruhsuz, isteksiz ve hadi dağılalım modundaki topluluklardan oluşmakta…
Oysa, 80 darbesi akabinde
büyük bir uyanış gerçekleştirmişken, 28 Şubat süreci sonunda da; zulüm gören, işkencelerden geçen kadroların daha
bilenmiş, cesur ve istekli duruşlarla gündemi sarsmaları
lazım gelmez mi idi?
Uzun yıllar ülkenin siyahileri sayılarak aşağılanan, hak
ve özgürlükleri baskıcı rejimler
tarafından gasp edilen Müslümanların, mevcut iktidar sayesindeki kazanımlarını ve
katkılarını teslim ediyor olsak
da şüphesiz, zihinsel yorgunluk, atalet ve isteksizlik, istikbale dair bizleri karamsarlığa
sürüklemekte… Söylem ve icraatlarıyla cemaatlerin önünde yürüyen bir iktidar gerçeği
var ve mevcut iktidarın, pozitif ayrımcılığına rağmen, Müslümanların geleceğe yönelik
hiçbir planlamalarının olmaması, tüm hesaplarını iktida-
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
81
DÜŞÜNCE
Sistemi
İslamileştirmenin
doyumsuz hazzını
yaşarken, aslında
sistemin renkleriyle
boyandığımızı ve
İslami hareketin
o sihirli büyüsünü
kendi ellerimizle
bozduğumuzu
da göremiyoruz
ne yazık ki…
rın yürüyüşüne endekslemesi,
ülkemizdeki İslami düşüncenin
devinimi noktasında bizleri endişeye sevk etmeli değil mi?..
Siyasal alanda kendilerini rahat hissederek kaptırmamak, politikleşmemek, siyasal
akıllarını ve geleceğe yönelik
planlarını gözden geçirmek
gerekmez mi?
O halde 70’lerden itibaren
ülkemize damgasını vuran İslami hareketin geldiği noktada
iktidar ortağı olmak bizleri atalete ve sona mı yaklaştırıyor?
Ya da tam tersi, iktidarın
desteğini arkasına alan İslamcılar “Yeni Türkiye İslamcılığı”
kimliği ve sloganıyla küllerinden yeniden mi doğacak?
ÜMITVAR MIYIZ?
Şu kesin ki, her toplumsal/
siyasi hareketler, bir zaman
ve aşamadan sonra ana ilke
ve hedeflerinde kaymalar yaşıyorlar; etkili bir siyasi hareket
olma/kalabilme güdüsü ön alıyor, böylece temel hedeflerden
uzaklaşarak ilke ve hedeflerin
önüne geçiliyor. İdealizm, yerini gerçekçilik, akılcılık ve fay-
82
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
bi olamaz. Akılcı ve faydacı temelli hiçbir yapılanma, İslami
doğuşa gebe kalamaz ve İslami dirilişi ifade edemez. Olsa
olsa bu bir yalancı gebeliktir ve
ölü doğmaya mahkûmdur. Sistemi İslamileştirmenin doyumsuz hazzını yaşarken, aslında
sistemin renkleriyle boyandığımızı ve İslami hareketin o sihirli büyüsünü kendi ellerimizle
bozduğumuzu da göremiyoruz
ne yazık ki…
İslamcılığın önündeki asıl
büyük sorunlardan biri, İslami
yapılanmaların beyinsel ve düşünsel anlamda gelişimini tamamlayamadan iktidar tuzağına düşmeleridir. Graham Fuller “Siyasal İslamın Geleceği” isimli eserinde: “Hiçbir şey
başarısız bir iktidar deneyiminden daha fazla İslamcıları kötü gösteremez.” der. İslamcıları iktidara ulaştırıp, ardından
başarısızlığa uğratma stratejisi Mısır’da olduğu gibi demokratikleşme oyununa angaje olmuş partilerin devrilmesinde
başarı ile kullanıldı. Demokratik yollarla iktidara gelen İs-
DÜŞÜNCE
lamcılar, başarısız yönetimler
ve darbelerle tek tek gidiyor.
O yüzden, İslami hareketlerin,
geleceğe ilişkin tüm hesaplamalarını mevcut iktidar üzerinden yapmaları ve geleceklerini
iktidara ipotek etmeleri Türkiye İslami hareketine yapılmış
en büyük zulümdür.
O halde İslami Hareketin temel düsturunun “her halukâr
da istikamet üzere olmak ‘durumu zaruridir ve İslami mücadelede istikamet üzere olmak
için Rabbani seslenişe kulak
vermek asıldır. İstikamet üzere olmak demek, O’nun istediği gibi, işaret ettiği doğrultuda
dosdoğru yürümek demektir.
O’nun elçisi gibi, eğilmeden,
yılmadan, sabırla O’na doğru yürümektir. Kucağında hayırlı amellerle, gülümseyerek,
korkudan emin, yok oluşlara
ram olacağını bilse de, sapmadan… Dünyanın güzelliklerle dolu cazibeli, ışıltılı yolları gönlümüzü meylettirebilir.
Aslolan ne kadar susuz kalınsa da çöllerde, geçici seraplara kanmadan yola devam etmektir istikamet…
Bu yolda hezimet de olabilir, muzafferiyet de…
Yenilgiye uğramak, hapislere atılmak, işkencelere maruz kalmak, toplum tarafından
hor görülerek aşağılanmak,
her daim yanlış istikamette olduğumuzu göstermez bize. Yenilgi de istikametin yol işaretlerindendir…
Başarı istikametin işareti
değildir hiçbir zaman! Çünkü
galibiyet yalnızca Allah’ tan-
dır. Kula düşen sünnetullahtan
sapmadan istikamet üzere yürümektir. Yol üzerinde sataşanlara “selam” diyerek geçmektir istikamet…
Sonuç olarak, Nebevi Metot’dan uzaklaşarak, kendi vehimleriyle dini yorumlayan, istikametten sapan, kendini her
şeyin, herkesin üzerinde görüp
kibir postuyla salınan; tabilerini birer robot teslimiyeti ile beyni sulanmış yığınlar haline getiren din baronlarını müşahede ederek hayatın merkezinden uzaklaştırmak elzemdir…
Tüm bunların yanı sıra İslam’ın renklerinden bir kısmını bünyesinde barındıran bir
iktidarın, altın taslarla sunduğu muktedirlik sarhoşluğu sakın bizleri aldatmasın! İslam’ın
bazı cüzlerinin toplumsal hayata kötü versiyonlarla adaptasyonu, operasyonları sakın
bizleri kurtulmuşluk sendromuna sürüklemesin! Beşeri iktidarlar gelip geçicidir. Aslolan
Allah’ın dinin iktidarıdır!
İslam, inkılabi bir dindir;
metodu da inkılabidir ve zihin
dünyamızda şekillendirmiş olduğumuz her türlü vesvese ve
fısıltıdan beridir…
İslami davet eylemi insani
bir faaliyet olduğundan farklı zaman dilimlerinde yer yer
güçlenmekte, zaman zaman
zayıflayabilmektedir. Bunu belirleyen dönemsel davetçi profilleri ve tevhit âşıklarının samimiyetleridir. Onlara tabi olan
davetçilerin istikamete bağlılıkları ve şuur birikimleridir.
Eğer İslami hareket bağlı-
ları yeise düşmüş, istikametten ayrılmış ve kendi bitişlerini genele hamlediyorlarsa bilsinler ki, biten kendi ruhlarıdır.
İslami hareket bir ağaç misali her ne kadar sonbaharda
ki gibi yapraklarını dökmüş,
dallarını kurutmuş gibi gözükse de, yine her bahar da olduğu gibi yeni dirilişleri ve yeni
sürgünleri bünyesinde barındırmakta; genç, diri ve özgür
ruhları topraktan yeşertir gibi
yeniden yeşertecektir…
Tüm ümitlerin tükendiği,
zamanın donduğu, kafaların
putlara meyyal olduğu anlarda, sünnetullah üzere olan öncüler, daveti ölü bedenlere yayar, tevhidi kararan gönüllere
haykırırlar…
Bu haykırış, kuruyan çiçekleri yeniden diriltip, biten ümitleri tekrar yeşertir…
Her dem öncü davetçiler
için taze bir başlangıçtır…
Bu din, her daim coşkulu,
kalbi ümitle dolu, beyni öğretilmiş acizlikle sulanmamış davetçilerin omuzlarında yükselecek; insanları ebedi kurtuluşa çağıran davet meşalesi her
daim yanıyor olacaktır.
Esen rüzgârlarla beraber,
İslam’ın taze nefesini ve gönüllerimizin serinleyeceği sabah yellerini bekleyelim.
Yarının sabah yelleri, kim
bilir nelere gebe!..
“Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler; ağzına dolar insanın. Sussan acıtır, konuşsan
kanatır…”
1. Timurtaş, Mevlid, s.66.
2. Kadı Iyad, Şifa 1, 288-289.
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
83
DÜŞÜNCE
Kuraniyyun
ekolüne cevaplar
KITABU’S-SÜNNE / MUSA CARULLAH BIGIYEF
FERHAT ÖZBADEM
[email protected]
Musa Carullah
Bigiyef’in Kitabu’sSünne adlı kitabının
tercümesi şu anda
Diyanet İşleri Başkanı
olan Mehmet
Görmez’e ait.
“KUR’AN İslamı” denilince kastedilen
Kur’an’ın tek kaynak olması ise bu yanlış bir
yaklaşımdır, diyor: “Kur’an temel kaynaktır.
Tek kaynak değildir. Tek kaynak olarak
görmek evrensel olan İslam dinini diğer
kaynaklardan mahrum bırakmak olur.”
KITABIN tercümesi an itibari
ile Diyanet İşleri Başkanı olan
Mehmet Görmez tarafından
yapılmış. Musa Carullah’ın
bu eserini en iyi tercüme edecek zatlardan biri olarak Görmez, 1990 yılında “Musa Carul-
84
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
lah Bigiyef, Hayatı, Fikirleri ve
Eserleri” adlı tezi ile yüksek lisansını tamamlamıştır. Bu tez
daha sonra kitap olarak neşredilmiştir. Kitap ayrıca Rusçaya
da çevrilmiştir.
Eserin giriş kısmında müter-
cim ‘Kur’an İslamı’ ve ‘Kitabus
Sünne’ başlığı altında ‘Kur’an
İslamı’ deyimini ilmi ve metodolojik olarak sorguluyor. Esasında kitabın içeriği kadar bu
giriş bölümünün de önemli olduğunu belirtmek gerekiyor.
Görmez, ‘Kur’an İslamı’ deyimini kullanmanın ve verilen anlamın yanlışlığını başlıklar halinde eleştiriyor.
‘Kur’an İslamı’ denilince
kastedilen Kur’an’ın tek kaynak
olması ise bu yanlış bir yaklaşımdır, diyor. Kur’an temel kaynak mıdır tek kaynak mıdır sorunsalına da cevap olacak mahiyette şöyle diyor:’ Kur’an temel kaynaktır. Tek kaynak değildir. Tek kaynak olarak görmek evrensel olan İslam dinini
diğer kaynaklardan mahrum
bırakmak olur.’ Aslında günümüzde de popüler bir tartışma
konusudur bu konu. Görmez
bu anlamda gündemdeki sorulara da cevap vermiş oluyor.
‘Kur’an İslamı’ derken kastedilenin sünnetin kaynak değeri taşımadığı anlamı ise bunun akla, mantığa tarihsel gerçekliğe ve Kur’an’a aykırı ola-
DÜŞÜNCE
cağını beyan ediyor, Mehmet
Görmez. Konuyla ilgili ayet numaralarını vererek görüşünü
delillendiriyor.
Geleneğin toptan inkârı anlamında ‘Kur’an İslamı’ söyleminin öne çıkmasını ise yanlış
buluyor Görmez. Gelenek içinde bir kısım sapkınlıklar ve sıkıntılar olabileceğini, lakin bunun toptan inkâr sebebi olmaması gerektiğini beyan ediyor.
Geleneğin iyi yönlerinin alınabileceğine de vurgu yapıyor.
‘Kur’an İslamı’ kavramının
alt yapısının ise yaklaşık iki
asır önce Hint alt kıtasında neşet eden ‘Kuraniyyun’ ekolü ile
ilgili olduğu, bunun ise Oryantalist projelerle ilgili olabileceğini ifade ediyor.
Konu ile ilgili olarak önemli
bir tespitte de bulunuyor Görmez; Kuraniyyun ekolünün ilk
şekli sayılabilecek Hariciliğin
toptan sünnet inkârcısı olduğu söyleminin yanlış olduğunu
ifade ediyor ve bunu da şöyle
delillendiriyor: İlk sahih hadisleri derleyen ve ortaya ‘Sahihi
Cami’ gibi bir eser koyan Rebi b. Habib’in harici olduğunu
hatırlatıyor.
Mütercim, ‘Kitabus Sünne’
müellifi Musa Carullah’ın bu
eseri Kuraniyyun ekolüne reddiye amaçlı yazmasa bile bu
görüşe cevap amaçlı kaleme
aldığını ifade ediyor. Musa Carullah Kazan Türklerindendir.
Kitap ve sünnete yeni bir bakış açısı ile bakmayı denemiş
kendi döneminin münevverlerindendir. 1949 yılında Kahire’de vefat etmiştir.
Musa Carullah
Görmez’in de
ifade ettiği şekliyle eserde üç
konu işlenmeye
çalışılmıştır: Birincisi sünnetin
Kur’an’ı öncelediği ve sünnetin asıl itibariyla
bilgi ve ibadetin
kaynağı olabileceği meselesidir.
İkincisi, Peygamberliğin işlevsel olarak ümmete miras bırakıldığıdır. Ki burada şunu ifade etmek gerekiyor; uyarıcılık
ve öncülük anlamında nübevvetin devam etmesi gerektiğine vurgu yapılmıştır. Üçüncüsü ise İslam’ın şeri delillerinin
dörde indirgenemeyeceği, bu
delillerin çok daha fazla olduğu meselesidir.
Müellif eserinin fıkıh usulü ve hadis usulü okumalarına
giriş kavlinden bir çalışma olması niyetini izhar ederken, İs-
lam’ın şer’i delillerinin kısa ve
veciz bir izahını da yapmaya
çalışıyor.
Ele alınan ilk
konu sünnetullah, sünneti evvelin ve sünneti
nebi kavramlarının izahı ile birlikte sünnetin esas itibari ile
İslam’ın temel ibadetleri olan
Namaz, Hac, Oruç ve Zekât gibi konularda şekil ve muhtevalarını belirleyen ana unsur olduğu ifade edilmektedir.
Sünnetin kat’î hüküm bildiren delil oluşu konusu ele alınırken Kur’an’da Peygambere uyma ve itaat etme ile ilgili ayetler ve izahları veriliyor.
Sünnetin kesin hüküm bildiren bir delil olduğu ele alınıyor.
Sünneti inkârın bir faydasının ve haklı bir gerekçesinin olamayacağı konusu ele
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
85
DÜŞÜNCE
Musa Carullah, sünnetin kaynak olarak
Kur’an’dan önce geldiği görüşünü
savunmuştur. Üzerinde tartışılması
gereken bir yaklaşımdır bu. Bu görüşü
serdederken İslam’ın amel ile ilgili
kısımlarının ilk önce sünnette vücut
bulduğunu Kur’an’ın bunları tasdik ettiği
ve son şeklini verdiğini ifade etmektedir.
alınırken, sünneti inkâr edenlerin gerekçeleri tek tek ele
alınmakta, inkârcıların sünneti inkâr gerekçeleri şayet uydurma hadisler ise bu sünnetin suçu değil insanların suçudur, şeklinde görüş beyan etmektedir. Ayrıca bir kısım uydurmalar olmakla birlikte sahih olan hadislerin de olduğu
ifade edilmekte ve uydurma
hadislerden dolayı sünnetin
toptan inkâr edilemeyeceğini,
bunun da kimseye faydası olmayacağı ifade edilmektedir.
Sünnet inkârcıları şayet
sünnetin Kur’an’ın önüne geçmesinden dolayı inkâr ediyorlarsa bunun sebebinin sünnet
olmadığı, insanların yaklaşımı olduğu ve ayrıca sünnetin
Kur’an’ı öncelediği ifade edilmektedir.
Bu bölümün sonunda maddeler halinde özet bilgiler verilmekte, fikirlerinin yanlış anlaşılmasının önüne geçmek için de
yine maddeler halinde izah yapılmaktadır. Bu izahlar içinde iki
madde dikkat çekmektedir; ilki
sünnetin ilk kaynak olduğu görüşü, diğeri ise yeterli donanıma sahip her insanın içtihat yapabileceği, fakat taklit edilmesinin şart olmadığı görüşüdür.
86
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’in konumu ele alınırken ilgili ayetler tek tek ele alınmış ve Peygamberin konumunun ayetler ile belirlenmesi gerektiği ayetler ile tespit edilince, sünnetin bağlayıcılığının
kesin şekilde anlaşılacağı işlenmektedir.
Hz. Peygamber’in bütün
yetki ve sorumluluklarının İslâm ümmetine miras kaldığı
konusu ele alınırken, sünnetin bir miras olarak kıyamete
kadar bu ümmete bahşedildiği işlenmektedir. Konu işlenirken ümmetin bu miras ile övülmesi dikkat çekiyor. Peygamberin sıfatları ve özellikleri tek
tek ele alınarak bunların ümmete miras, sıfat ve özellikler olduğu ifade edilmektedir.
Burada şöyle bir itiraz gelebilir: Peygamberin vahiy alması
kısmı ve seçilmişliği nasıl miras olarak ele alınabilir? Müellif bu kısma değinmemekle
birlikte ele aldığı başlıklardan
şunu söyleyebiliriz: Peygamberin uyarıcılığı ve örnekliği üzerinden mesele ele alınmakta, işin kelamî kısmı üzerinde
durulmamaktadır. Bu kısımda
verilen ana mesaj kitabın da
ana mesajını ihtiva etmekte-
dir. Sünnet olmazsa olmazdır.
Ve sünnet kıyamete kadar bu
ümmetin en esaslı mirasıdır ve
sahiplenilmelidir.
İslâm’da bilgi kaynakları
konusunda eserde çok ayrıntılı bilgiler yer almaktadır. Klasik
eserlerde geçen edillei şer’iye
(kitap, sünnet, icma, kıyas) ile
birlikte diğer delillerinde olabileceği ifade edilmektedir.
Diğer delillerin; ayetlerde zikredilen bütün deliller ilim, hüda, kitap, burhan, hikmet, güzel öğüt gibi delillerdir. Bunlardan başka ‘İslam’da fer’i deliller’ başlıklar halinde kısaca
izah edilmektedir.
Musa Carullah, sünnetin
kaynak olarak Kur’an’dan önce geldiği görüşünü savunmuştur. Üzerinde tartışılması
gereken bir yaklaşımdır bu. Bu
görüşü serdederken İslam’ın
amel ile ilgili kısımlarının ilk
önce sünnette vücut bulduğunu Kur’an’ın bunları tasdik ettiği ve son şeklini verdiğini ifade etmektedir. Bununla birlikte hadislerin/sünnetin Kur’an’a
arzedilmesi gerektiğini de savunmuştur. Bu savunma ile birlikte Görmez’in “Musa Carullah ve Sünnet Anlayışı” adlı
makalesinde, onun ‘Kitabu’s
Sünne’ adlı eserinde bu görüşüne riayet etmediği ve birkaç
tane de sorunlu hadis olduğunu ifade etmiştir.
Musa Carullah’ın fikirlerine
reddiye olarak Mustafa Sabri
Efendi’nin kaleme aldığı eserin
de tahkik edilmesi bu konulara
ilgi duyan okuyucular için faydalı olacaktır.
HAYAT
hayat
Tüketimin bizi kuşatan zamanlarından
tasarrufun huzur
dokunmuş anlarına doğru
SELViGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHiN
[email protected]
TÜKETIM çılgınlığıyla kazanılan hal;
insanı her türlü ruhi kavrayıştan ve
dolayısıyla manevi değerler üzerine
kurulmuş herhangi bir kısıtlama ve
sınırlamayı kabullenmekten alıkoyar.
YAŞADIĞIMIZ çağ, içinde
bulunduğumuz zaman dilimi
bizleri topyekûn bir tüketim
toplumu olmaya doğru sürükler. Çevremizde bulunan tüm
uyarıcılar, reklamlar, mekânlar bu tüketim toplumunda yaşayan ve devamlı tüketme noktasında özne olan insana ayarlıdır. Eşrefi mahlûkat olarak yaratılan insan, tüm yaratılmışlardan farklı olarak, hayatı algılayıp yaşama makamında olmalıdır. Oysa sunulan tüm uyarıcılarla özünden uzaklaşır modern insan… Kendi kimlik ve
kişiliğinden, asıl yapması gerekenlerden uzaklaşırken, modern zamanların kuşatılmışlığında adeta tüketerek tükenmenin duraklarına doğru uzanır menzilleri… Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim de; “Bir açgözlülük saplantısı içindesiniz, mezarlarınıza
girinceye dek” Tekasür Suresi’nde belirtildiği üzere insan
bu saplantıyla, çoğaltarak çırpınma hali üzere yaşantısını sürdürür. Yüce yaratıcı bu
ayetlerle, insanın sınırsız ihtiraslarına ve daha özelde de
içinde bulunduğumuz teknoloji çağında bütün insan topluluklarını baskısı altına alan
tüm tüketimle alakalı eğilimlere vurgu yapmaktadır. Taşınır veya taşınmaz, gerçek veya hayali olan tüm kazançları, artırma ihtirası. İnsanın daha çok rahatlık ve konfor, daha
çok maddi servet, insanlar veya tabiat üzerinde daha güçlü
otorite kurma telaşı ve ihtirasıdır tüm bu çabalar… Tüketim
çılgınlığıyla kazanılan hal; insanı her türlü ruhi kavrayıştan
ve dolayısıyla manevi değerler üzerine kurulmuş herhangi
bir kısıtlama ve sınırlamayı ka-
bullenmekten alıkoyar. Böylece
bütün bir toplum iç tutarlılığını
ve dengesini her türlü mutluluk
şansını yavaş yavaş yitirir. Yeryüzündeki yaşantısında yanlış
bir hayat tarzının oluşturduğu
‘yeryüzü cehennemi’ insanın
doğal çevresini sürekli olarak
tahrip edilmesine ve ölçüsüz,
sınırsız tüketim çılgınlığı, bütün
ruhi ve dini yönelişlerin izlerini tamamen siler. Sonunda tüketen bireyin içinde bulunduğu kaos ortamı, dini ve ahlaki
değerleri yaşanmaz kılar. Sonuç düş kırıklığı, mutsuzluk ve
şaşkınlıktır.
İnsan, hayatını müsrifçe yaşayarak, sorgusuz harcayarak
ve tüketerek; bir gün terkedip
gideceği dünyayı cennet yapma telaşıyla oyalanırken, aslında adım adım cehennemini
inşa etmektedir. Modern insan
doğal çevresini sürekli olarak
tahrip ederken , ölçüsüz ve sınırsız tüketim çılgınlığıyla, hayatından bütün ruhi ve dini yönelişlerin izlerini de farkına
varmadan siler…
Asr suresinde yüce yaratıcı; “(Düşün) zamanın akıp gidişini. Gerçek şu ki, insan ziyandadır. Meğer ki imana erip
doğru ve yararlı işler yapan-
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
87
hayat
lardan olsun ve birbirlerine
hakkı tavsiye edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden.” diye buyururken zamana
yemin eder. Modern insanın en
çok harcadığı, kıymetini bilmediği zamana yemin eder. Çünkü zamanını kullanma noktasındaki duyarsızlık, insanın tüketimin ziyan duraklarına getirecektir. Ve insan ziyanda olacaktır ayetin ifadesiyle. Zaman israfı her şeyin başlangıcı… Düşün akıp giden zaman
derken, vurgu yapılan boşa geçirdiğimiz, gafil olarak sorumluklarımızı yaşamadığımız, kulluk şuurundan uzak yaşantılarımızdır aslında…
Konformizm,
hedonizm
(hazcılık), oportünizm, sekülerizm ve kapitalizm önce insanı esir aldı. Sonunda, insanoğlu ona vadedilen, anlatılan cennetleri az bulup, yer eksenli cennetler kurma telaşına
düştü. “Tüketin ha tüketin” diyerek çağrılar yapıldı durmadan. “Helal” olmayan bir hayatın sonunda “helak” olunacağı unutuldu. Ve insan kaygı çağı, kaos çağı, şüphe çağı olarak adlandırılan bir çağda yaşar hale geldi. Sonuç olarak tüketen insan; dünyacıdır. Ötesi
ahirete inancı, maneviyatı yoktur ya da gereğince değer vermez. Tüketen modern insan bireycidir. Ailesini, çevresini düşünmez. Açlıktan ölen binlerce insandan habersiz tüketime odaklı yaşar. Tüketen insan şimdiki zamanı yaşar, yarını yoktur. Tüketen insan, israfçıdır, nifakçı değildir. Tüketen
insan hazcıdır, huzuru yoktur.
Bedeni vardır ama ruhu yoktur. BU TÜKETIM
ÇILGINLIĞINA DUR
DEMEK IÇIN NE
YAPMALIYIZ? Bir, hesap günü endişesiyle,
Bâki olana bağlılığımızı güçlendireceğiz. Ahiret bilincimizi bileyerek, dünyevileşmenin
bayağılaştıran duraklarından
adım alacağız… Peygamberimizin buyurduğu : “ Lezzetleri
kesen şeyi ( ölümü) çok hatırlayınız.” ifadesini aklımızdan çıkarmamaya çalışacağız.
İki, sorumluluk bilinci. İslami bir yaşantının sorumluluğunu taşıyarak, halife misyonunu omuzlayacak eşrefi mahlûkat olacağız. Salih bir kişilikle,
sahih bir kimlikle, net, dimdik
bir duruş sergileyeceğiz. Üç, tüm ayartıcılara karşı
zırhlanmış olacağız… İbadet
İnsan, hayatını müsrifçe
yaşayarak, sorgusuz
harcayarak ve tüketerek;
bir gün terkedip gideceği
dünyayı cennet yapma
telaşıyla oyalanırken, aslında
adım adım cehennemini
inşa etmektedir.
88
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
ve adaletle, huzur toplumunu
vasat ümmet olarak gerçekleştireceğiz.
İsraf haramdır, iktisat sünnettir. Kıyamette herkes, şu
dört suale cevap vermedikçe
hesaptan kurtulamaz:1- Ömrünü nasıl geçirdi. 2- İlmi ile nasıl amel etti. 3- Malını nereden,
nasıl kazandı ve nerelere harcadı. 4- Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı. (Tirmizi).
Yüce yaratıcı buyuruyor:
“Ey Âdemoğulları!
Her mescide gidişinizde güzel
giysilerinizi
giyin ve yiyin, için, fakat israf
etmeyin,
Çünkü Allah
israf
edenleri sevm e z . ”
(Araf , 31) Dünyadak i
hayat
her aç insanın, soframızdaki
fazla ve israf ettiğimiz her lokmada hakkı vardır!
SADE YAŞAMAK İÇIN
NELER YAPALIM
Hayatımızda acil önemi olmayanlardan arınalım, ihtiyaç
sahiplerine verelim. İhtiyaç ile
istek arasındaki çizgiyi belirleyip hayır demeyi öğrenelim.
Reklamları fazla izlemeyelim.
Televizyona gereğinden fazla vakit ayırmayalım, çocuklarımızla ve ailemizle vakit geçirelim. İhtiyacımız olmayan kıyafetleri almayalım. Alınca
elimizde olanları ihtiyaç
sahiplerine ulaştıralım.
Gerekmedikçe kredi
kartı kullanmayalım.
Giymediğiniz, bekleyen eşyaları ihtiyaç
sahiplerine verelim. Veren el alan
elden üstündür.
Peygamber Efend i -
Peygamberimiz
bereketin
paylaşmakta
olduğunu söylerdi
her zaman. Misafirsiz
sofrası hiç olmadı.
Sade sofrasında her
zaman birileri olurdu. miz(sav):” Siz işitmiyor musunuz?
İşitmiyor musunuz? Sade yaşamak imandandır; sade hayat
sürmek imandandır.” (Ebu Davud) buyuruyor… HELAL GIDA- BILINÇLI
GIDA TÜKETIMI: Helalin Tanımı: En genel
anlamıyla beş şey dışında her
şey helaldir: 1. Leş, 2.Kan, 3.
Domuz, 4. Alkol 5. Allah’ın adı
anılmadan kesilen hayvanlar.
Ancak gıda üretiminde kullanılan bazı hammaddeler yukarda adı geçenlerden birini
ya da türevlerini içeriyor olabilir. Satın aldığımız gıdaların
paketlerinde yer alan’içindekiler’ kısmını okuduğumuzda varlığından haberdar olduğumuz amino asitler, emülsifiyerler,
enzimler, aroma
maddeleri, jelatin, hidrolize proteinler ve vitaminler
bunlardan
sadece
bazıları. “İslam’da
bir şeyin helal
olduğuna delil
aranmaz. Haram
değilse o mubah kabul
edilir. Helallik asıl kabul edi-
lir. Bir takım hayvanlar, bitkiler vardır ki, onlar haramdır.
Mesela İslam’a göre hayvansal gıdalarda haram olanlar;
domuz ve yaban domuzu, köpekler, yılanlar, maymunlar haramdır. Bit, sinek, kurtçuk gibi
hayvanlar haramdır. Kurbağa,
timsah ve benzeri hem karada
hem suda yaşayan hayvanlar
haramdır. Katır ve evcil eşekler de haramdır. İslami kurallara göre kesilmemiş diğer tüm
hayvanlar haramdır. Aslan,
kaplan, ayı ve benzeri sivri dişli ve ot obur hayvanlar haramdır. Kartal, Akbaba ve benzeri
pençeli ve yırtıcı kuşlar.
Doğu felsefesinde; insan ne
yiyorsa odur. Tüm yiyip içtiklerimiz bizim hal ve hareketlerimize, amellerimize yansır. O
nedenle bizim önderimiz, örneğimiz olan Peygamberimizin sünnetine uygun beslenmeye dikkat etmeliyiz. Peygamberimizin sofrası çok çeşitli yemeklerden meydana gelen
zengin bir sofra değildi. Sade
bir hayat yaşadığı için sofrası
da sadeydi. Yemeğe başlamadan önce ve yemekten sonra
ellerini yıkardı. “Yemeğin bereketi hem yemekten önce, hem
de yemekten sonra elleri yıkamaktadır.” ( Tirmizi) Besmele ile başlar, dua ile bitirirdi. Aile fertlerinin yemeği bir arada
yemelerini tavsiye eder ve beraber yenen yemeğin bereketli olduğunu belirtirdi. Bereketin
paylaşmakta olduğunu söylerdi her zaman. Misafirsiz sofrası hiç olmadı. Sade sofrasında
her zaman birileri olurdu. SAYI: 134 HAZiRAN 2015
89
DÜŞÜNCE
Hızır olayı ve
itaat anlayışı
HÜSEYİN KUBAT
MÜSLÜMANLARIN yaptığı en büyük
hatalardan birisi sevdiğimiz, kendimize
yakın gördüğümüz kişilerin her söylediğini
onaylayıp itaat etmek, sevmediğimiz yahut
bize uzak olan kişi ve düşüncelere mesafeli
davranmak ve tümden reddetmek!
HIZIR konusu üzerinde en çok
konuşulan konulardan biridir.
Ancak genel olarak Hızır insan mı yoksa melek midir, bir
de yaşayıp yaşamadığı konusu çok tartışılmıştır. Kul olduğuna göre(Kehf:18/65) o da normal insanlar gibi yaşamış ve
ölmüştür. Ancak bu olay neden Kur’an da anlatılmıştır? Hızır ile Musa(as)’ın yolculuğunda
neler yaşandı? Bizim bundan
çıkarmamız gerekenler nelerdir? Bu konular üzerinde pek
durulmamış. Biz özellikle itaat
konusunda olayı değerlendirmek istedik.
Kur’an-ı Kerimde Hızır ismi
geçmemektedir. Hadislerde ve
tarih kitaplarında bu isim kayıtlıdır. Hızır, yeşil ve yeşillik anla-
90
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
mına gelmektedir. Bu şahıstan
Kur’an-ı Kerim; “Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz
ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir
ilim öğretmiştik.” (Kehf:18/65)
şeklinde bahsetmektedir. Bu
kişiye Allah’tan ilim ve bilgi
verildiği, yani vahye muhatap
olduğu belirtilmektedir. Bu şahıs eylem ve fiillerini vahyin kılavuzluğu altında yapmaktadır.
Kendi yorumuna veya isteğine
göre hareket etmemektedir.
Zaten buna bir Peygamberin
tâbi olması da olayın önem ve
ehemmiyetini göstermektedir.
Burada dikkatimizi çeken
iki önemli nokta bulunmaktadır. Birincisi İtaat konusu. Bir
Peygamber olan Hz. Musa(as)
başka birine itaat edebiliyor.
Ve emrine karşı gelip eleştirdikten sonra dahi itaate devam
edebiliyor. İkincisi ise bize itaatin sınırı gösterilmektedir. Hz.
Musa söz vermesine rağmen
akla ters gelen ve yanlış gördüğü konuda hemen müdahale edip sorguluyor.
Biz Müslümanların defalarca yeniden okuyup üzerinde
düşünmemiz gereken bir konu bu. İtaat konusunda yanlış
yapmamızın sebeplerinden en
önemlisi Kur’an-ı ve O’nun uygulaması olan sünneti bir bütün olarak değerlendiremememizdir. Bundan kurtuluşun reçetesi de Kur’an-ı ve Sünneti
çok okumak ve üzerinde derin
derin düşünmektir.
Müslümanların yaptığı en
büyük hatalardan birisi sevdiğimiz, kendimize yakın gördüğümüz kişilerin her söylediğini
onaylayıp itaat etmek, sevmediğimiz yahut bize uzak olan
kişi ve düşüncelere mesafeli
davranmak ve tümden reddetmek! Şunu bilelim ki, İslam’da
toptan kabul ve toptan red her
zaman sakıncalı ve yanlıştır.
Müslüman seçici olmalı, yani
DÜŞÜNCE
Müslüman akleden
insandır. Dolayısıyla
neyi yapıp neyi
yapmayacağına
aklın ilkelerine
göre karar vermek
zorundadır. Rastgele,
gelişigüzel bir
tavır ve davranış
müslüman kişiye
yakışmaz.
olayı değerlendirdikten sonra
kabul veya reddetmelidir. Aksi
halde doğruyu bulması mümkün değildir.
Hızır olayında Hz. Musa söz
veriyor ve bu kişiye itaat edip
onunla seyahat etmek istiyor.
Ancak yolda yanlış gördüğü
olaylara hemen müdahale
edip gerekçesini soruyor. Yukarıda meallerini verdiğimiz
ayetlerde de görüldüğü gibi
Hz. Musa her defasında itaat
edip bir şey sormayacağına
dair söz verdiği halde, (Adam,
“Sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin, demedim
mi?” dedi. Mûsâ, “Unuttuğum
için bana çıkışma ve bu işimde
bana güçlük çıkarma!” dedi.
Kehf:18/72-73) Yanlış gördüğü
kendisine ters olan olayı anında sorguluyor. Ancak bütün
bunlara rağmen seyahate devam ediyor. Bu kişinin yaptıklarının makul bir gerekçesinin
olabileceğini düşünüyor. Çünkü bu zat yaptıklarını rastgele
kendi düşüncesine göre yapmıyordu. İlahi vahyin kılavuzluğu altında bulunan bir kişiydi.
“Derken kullarımızdan bir kul
KEHF SÛRESi
60. Hani Mûsâ beraberindeki gence şöyle demişti: “İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım, ya da uzun zaman
gideceğim.” 61. Onlar iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını
unuttular. Balık denizde yolunu tutup kayıp gitti. 62. Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ beraberindeki gence “Öğle yemeğimizi getir,
bu yolculuğumuzdan dolayı çok yorgun düştük” dedi. 63. Genç,
“Gördün mü? Kayaya sığındığımız sırada balığı unutmuşum. –
Doğrusu onu sana söylememi bana ancak şeytan unutturdu- Balık şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti” dedi. 64.
Mûsâ: “İşte aradığımız bu idi” dedi. Bunun üzerine tekrar izlerini
takip ederek gerisin geri döndüler. 65. Derken kullarımızdan bir
kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine
tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. 66. Mûsâ ona, “Sana öğretilen
bilgilerden bana, doğruya iletici bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım mı?” dedi. 67. Adam şöyle dedi: “Doğrusu sen benimle
beraberliğe asla sabredemezsin.” 68. “İç yüzünü kavrayamadığın
bir şeye nasıl sabredebilirsin?” 69. Mûsâ, “İnşaallah beni sabırlı
bulacaksın. Hiçbir işte de sana karşı gelmeyeceğim” dedi. 70. O
da şöyle dedi: “O halde eğer bana tabi olacaksan, ben sana söylemedikçe hiçbir şey hakkında bana soru sormayacaksın.” 71.
Derken yola koyuldular. Nihayet, bir gemiye bindiklerinde (adam)
gemiyi deldi. Mûsâ, “Sen onu içindekileri boğmak için mi deldin?
Doğrusu, şaşılacak bir iş yaptın.” dedi. 72. Adam, “Sen benimle
beraberliğe asla sabredemezsin, demedim mi?” dedi. 73. Mûsâ,
“Unuttuğum için bana çıkışma ve bu işimde bana güçlük çıkarma!” dedi. 74. Yine yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocukla karşılaştıklarında adam (hemen) onu öldürdü. Mûsâ, “Bir cana karşılık olmaksızın suçsuz birini mi öldürdün? Andolsun çok kötü bir
iş yaptın!” dedi. 75. Adam, “Sana, benimle beraberliğe asla sabredemezsin demedim mi?” dedi. 76. Mûsâ, “Eğer bundan sonra
sana bir şey hakkında soru sorarsam, artık benimle arkadaşlık
etme. Doğrusu, tarafımdan (dilenecek son) özre ulaştın (bu son
özür dileyişim)” dedi. 77. Yine yola koyuldular. Nihayet bir şehir
halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Halk onları konuk etmek
istemedi. Derken orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler.
Adam hemen o duvarı doğrulttu. Mûsâ, “İsteseydin bu iş için bir
ücret alırdın” dedi. 78. Adam, “İşte bu birbirimizden ayrılmamız
demektir” dedi. “Şimdi sana sabredemediğin şeylerin içyüzünü
anlatacağım.” 79. “O gemi, denizde çalışan bir takım yoksul kimselere ait idi. Onu yaralamak istedim, çünkü onların ilerisinde,
her gemiyi zorla ele geçiren bir kral vardı.” 80. “Çocuğa gelince,
anası babası mü’min insanlardı. Onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk.” 81. “Böylece, Rablerinin onlara, bu çocuğun
yerine daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk vermesini diledik.” 82. “Duvar ise şehirdeki iki yetim çocuğa ait idi. Altında onlara ait bir define vardı. Babaları da iyi bir insandı. Rabbin, onların olgunluk çağına ulaşmalarını ve Rabbinden bir rahmet olarak
definelerini çıkarmalarını istedi. Bunları ben kendi görüşüme göre yapmadım. İşte senin, sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.”
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
91
DÜŞÜNCE
buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik”(Kehf:18/65)
Birisine itaat ederken tüm
yaptıklarını onaylamak ne kadar yanlış ise, en ufak bir meselede en önemli itaat mercilerine itaati terk etmek de o kadar yanlıştır. Müslüman akleden insandır. Dolayısıyla neyi yapıp neyi yapmayacağına
aklın ilkelerine göre karar vermek zorundadır. Rastgele, gelişigüzel bir tavır ve davranış
müslüman kişiye yakışmaz. Ayrıca itaat edilmesi gereken yerde itaat etmemek sadece itaat
etmeyene zarar vermekle kalmaz tüm topluma büyük zararlar verebilir. Bu nedenle itaat
merciine, bir takım hata ve
yanlışlarından dolayı karşı koymak ya da isyan etmek doğru
değildir. Ancak burada eleştiri
hakkımız elbette vardır ve bunu kullanmamız da gereklidir.
Eleştiri yıkmak, yakmak değil,
bilakis en doğruyu tespit için
kafa yormaktır. Ancak toplumumuzda eleştiri kültürü he-
Müslüman birey,
itaat ile emrolunduğu
kişiyi gerektiği
zaman eleştirmeli,
açıklama ve gerekli
izahı isteyebilmelidir.
Ancak en ufak bir
meseleden dolayı
hemen isyan edip
ayrılmamalı ve
o kişiye cephe
almamalıdır.
92
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
nüz istenilen ölçüde olmadığı
için eleştiriyi sanki savaş gibi
değerlendirebiliyoruz.
Bir insana itaat ederken
onun tüm söz ve hareketlerini
onaylamamız gerekmediği gibi tümden reddedilmesi de gerekmez. İslam’da toptan kabul
veya toptan red doğru değil ve
birçok sorunu da beraberinde
getiren bir tavırdır. Bundan dolayı müslüman neye niçin uyacağını veya neden karşı çıkıp
reddedeceğini bilmelidir. Bir
defasında Peygamber efendimiz hazırladığı müfrezenin başına Abdullah bin Huzafe(ra)’yi
komutan tayin etmiş, mücahitlere de kumandanlarına itaat etmelerini emretmişti. Nasıl
olduysa yolda giderken Abdullah İbni Huzafe askerlerin bazı
hareketlerine öfkelendi onlara
Rasûlullah(sav) bana itaat etmenizi emretmedi mi diye sordu.
Onlarda evet emretti dediler.
Bunun üzerine kumandan haydi bana odun toplayıp getirin,
dedi. Mücahitler odunları toplayıp getirince onları yakmalarını söyledi. Ateş yakılıp da
alevler yükselince, mücahitlere ateşe girmelerini emretti.
Hepsi de sahabe olan mücahitlerin bir kısmı duraksadı bir
kısmı ise komutanın emrinin
yerine getirmek için hazırlanmaya başladı. Kumandanın
bu akıl dışı emrine uymayanlar arkadaşlarını ne yapıyorsunuz siz, biz cehennem ateşinden kaçarak Rasulullah’a
sığınmış kimseleriz şimdi ateşe nasıl atılırız diye uyardılar.
Onlar meseleyi tartışırken ateş
söndü. Komutanın da sinirleri
yatıştı. Medine’ye döndükleri
zaman olayı Rasûlullah efendimize anlattılar. Bunun üzerine Peygamber efendimiz şöyle buyurdu: Eğer Mücahitler o
ateşe girselerdi kıyamet gününe kadar oradan çıkamazlardı. Çünkü yöneticiye itaat maruf olan emirler için söz konusudur. (Buhari, Meğazi 59)
Hz. Musa burada Hızır(as)’a
tabi olmaya söz verdiği halde,
yanlışı gördüğü anda derhal
müdahale edip kendisinden
açıklama istemektedir. Ancak
söz verdiği içindir ki; -bu söz
Allah’ın yönlendirmesi neticesinde gerçekleşen bir sözleşmedir-yanlış gördüğü zaman eleştiriyor, açıklama istiyor, olayı sorguluyor; ancak itaatten de vazgeçmiyor. Bu olaydan şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Müslüman birey, itaat ile
emrolunduğu kişiyi gerektiği
zaman eleştirmeli, açıklama
ve gerekli izahı isteyebilmelidir. Ancak en ufak bir meseleden dolayı hemen isyan edip
ayrılmamalı ve o kişiye cephe
almamalıdır. Burada mutlak
bir itaatten söz etmiyoruz. İslam’da mutlak itaat ancak Allah’a ve Rasulü içindir. Bu iki
kaynak dışındaki tüm mercilere mukayyet (sınırlı) itaat
söz konusudur. Müslüman birey sürü değil ancak, her şeye karşı çıkan, her şeyi reddeden sürekli problem ve kargaşa üreten bir anarşist de değildir. Dengeyi çok güzel şekilde kurabilen bir şahsiyettir.
Bunu ancak Kur’an-ı ve O’nun
DÜŞÜNCE
uygulaması olan Sünneti bir
bütün olarak değerlendirebilenler kurabilir. Dolayısıyla bu
iki kaynağı çok okumak, anlamak, yaşamak, bir bütün olarak değerlendirebilmek için
çok gayret etmek gerekiyor.
“Ey iman edenler! Allah’a
itaat edin. Peygambere itaat
edin ve sizden olan emir sahiplerine de (itaat) edin. Eğer
bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız artık
onu Allah’a ve peygambere
arz edin. Bu hem hayırlı hem
de netice itibari ile daha güzeldir.”(Nisa:4/59) Görüldüğü gibi ayeti kerimede Allah’a itaatin şer’i bir sorumluluk olduğu belirtilmektedir. Ulûhiyetin
en önemli özelliklerinden birisi şeriat vazetmektir. İlahi şeriatı tatbik etmek mecburiyeti
vardır. İman edenler önce Allah’a sonra da Peygamberine
itaat edip uymak mecburiyetindedirler. Şu halde Peygambere
itaat etmek ona bu şeriatı gönderen Allah’a itaat demektir.
Onun yüce sünneti ile verdiği
hükümler tatbik edilmesi mecburi olan Allah’ın şeriatının bir
parçasıdır. Kur’an’ın açıkça
beyanına göre imanın varlığı
ve yokluğu bu şeriatı tatbik etmeye ve bu şeriatın emirlerine uymaya bağlıdır. Emir sahiplerine gelince onlara itaat
de üçüncü aşamada zikredilmektedir. Mü’minlerden olan
mü’min emir sahiplerine, yani
Allah’a ve Rasûlüne itaat eden
yasama sorumluluğunu ve hâkimiyet telakkisini sadece Al-
Şahsi heves ve ihtirastır ki hakkı açıkça
gördüğü halde insanı kanaatinde
ısrar ettirir. Bu insan kendi “şahsını”
terazinin bir kefesine, “hakkı” öbür
kefesine koyup şahsını hakka tercih
etmek gibi acıklı bir duruma düşürür.
lah’a bırakmak, bütün yaşam
telakkisini yalnız ondan almak
gibi sınırları ve şartları ayeti kerimede belirtilen hususları yerine getiren emir sahiplerine...
Ayeti kerime Allah’ı itaati ve
O’nun tarafından gönderilmiş
olmasından dolayı Peygambere itaati esas kabul ediyor.
Emir sahiplerine gelince bunu
“sizden” kaydı ile Allah’a ve
Rasûlüne itaat etmeye bağlıyor. “İtaat ediniz” kelimesi
Rasulullah’a itaat hususunda
ikinci defa tekrarlanmış olduğu halde emir sahiplerine itaat hususu zikredilirken tekrarlanmıyor. Böylece onlara itaat
hususunun onların Allah’a ve
Rasûlüne itaat etmelerine bağlı olduğunu itaat yetkilerini Allah’a ve Rasûlüne itaat keyfiyetinden aldıklarını takrir etmiş oluyor.
Rabbimiz Allah(cc) diğer bir
ayeti kerimesinde ise şöyle
buyuruyor: “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Yoksa başarısızlığa
düşersiniz ve kuvvetiniz gider.
Sabredin şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal:8/46) Müslüman topluluğun
Allah’a teslim olmuş bir vaziyette savaşa girmesi ayette
işaret edilen ayrılık sebeplerini
ortadan kaldırıp bitirir. İnsan-
lar ancak komut ve prensipleri yönünden ayrılığa düştükleri fikir ve düşüncelere arzu ve
hevesler yön verdiği zaman
birbirleriyle münakaşa ve mücadele ederler. Ama Allah ve
Rasûlüne itaat etmek suretiyle
teslim oldukları zaman aralarındaki münakaşa ve mücadelenin en mühim sebebi kendiliğinden yok olup ortadan kalkar. Hatta bir mesele hakkında
çeşitli fikirler öne sürülse dahi
fikirlerin farklılığı münakaşa ve
ayrılığa yol açmaz. Ancak şahsi heves ve ihtirastır ki hakkı
açıkça gördüğü halde insanı
kanaatinde ısrar ettirir. Bu insan kendi “şahsını” terazinin
bir kefesine, “hakkı” öbür kefesine koyup şahsını hakka tercih etmek gibi acıklı bir duruma düşürür. Müslüman topluluğun mücadelesini sürdürürken Allah’a ve Rasûlüne bağlı olan emir sahiplerine gönülden ve yürekten itaat etmek
suretiyle bu tür hazin durumlara düşmemesi hareketin başarısı için son derece önemlidir. Bunun sağlanması topluluk
içerisindeki bütün fertlerin itaat ruhu ile mücadeleye katkıda bulunup ayrılığa, çekişmeye sebebiyet verecek her türlü
davranış ve hareketten şiddetle kaçınmasına bağlıdır.
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
93
DENEME
Yeniden doğuş
NECLA ARPA GÜLAÇAR
[email protected]
SEN geceyi gündüze katar, gündüzü
de geceye katarsın, ölüden diriyi
diriden ölüyü çıkarırsın. Dilediğine
de hesapsız rızık verirsin.(Ali-İmran, 27)
İMANIN en güzel tecellisidir yeryüzünün ayetlerini okumak, bu ayeti her okuduğumda
ilk defa okuyormuşum gibi tüylerim ürperir. Nasıl bir şey, kimlerin gücü yeter ki, gündüzün
üzerini karanlıkla örtmeye veya zifiri karanlığı alıp apaydınlık güneşli bir gün bırakmaya…
Dirilişe en iyi örnek ilkbahar
değil mi? Ölüme örnek sonbahar ve soğuk bir kış mevsimi…
Tüm canlılar rızkı için çabalarken O dilediğine hesapsız verir.
Hesapsız verdiği rızıkla imtihan
eder ve aklı başında her insan
imanını bununla ikmal eder.
Gök gürlüyor! Rabbimin helak etmesinden korktuğumdan
yüreğim ürperiyor, gizlenecek
bir yer arıyorum. Sonra yağmurlu yüklü bulutlar ağlıyıveriyor üzerimize. Yağmur şair ruhlu yürekleri hüzünlendirir. Bir
taraftan bolluk bereket olacak
diye sevinirken, öbür taraftan
kalem kağıda hüzün damıtır.
Yağmur ölü toprakta dirilmeyi bekleyen bilenmiş tohum-
94
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
ları yeryüzünü envai renklerle
donatacak, dirilecek her yer…
Her gün sabah yeniden dirilmek için sabırsızlanıyor. Ben
yağmura, güneşe, geceye,
gündüze, mevsime Orhan Veli
gibi bu havalara bakmayı, takmayı yeğliyorum. Zira memleketin karışık hali, ülkenin gündemi hep siyasi havalarda…
VAZGEÇMEK! Vazgeçmek bazen en iyi seçim, en iyi tercih
ve en iyi rey gibi geliyor… O
kadar çok bayat söz işitiyoruz
ki insanın çekip gidesi geliyor
içinden. Ne yazık bizler her seçim dönemi bu sözlere aldanıyoruz, sokaklarımızı bayraklarla allayıp pulluyorlar, yerlerde
tanıtım broşürleri ve göremediğim nice israflar…
Bunlara ayrılan bütçe ile kaç
yoksul, yetim çocuk doyar, kaç
yıllık eğitim masrafları çıkar diye düşünmeden edemiyorum.
Sonra en kötüsü seçmenini ikna etmek için karşı tarafı kötü
gösterme eylemleri. Kim doğru
söylüyor diye şaşırıyor insan…
Rakibini ezmeden, kötülemeden olmuyor mu bu işler?
Ve herkesin dilinde aynı söz’
Siyaset eşittir yalancılık, siyasette dost yoktur, siyaset rakibinin ayıp yanlarını ortaya dökme sanatıdır.’
Arzuya, hırsa , tırmanmaya
güdümlü bir siyaset. Avamın
canı çıksın Ğavas ne isterse o
olur. Taban samimiyet içinde
tavan yükselme aşkında. Hz.
Ömer’i(ra) özlüyorum, adaletini
sonra hızlı çıkışlarını ve yanlış
yaptım deyip özür dilemesini.
Hz. Ebubekir’in sözü gelir aklıma yanlış yaparsam aranızdan
birileri beni uyarsın, düzeltsin,
diye. Hz. Osman’ın merhameti ile kuşanmış siyasileri hayal
ediyorum. Ve Hz. Ali’nin keskin
zekâsını… En nihayetinde Hz.
Muhammed(sav) onun siyaseti,
yöneticiliği Medine İslam Devletinin zirvesindeki Peygamber,
her insan ona istediğinde ulaşır
aynı soruyu üç defa sorar aynı
cevabı üç defa alırdı. Koruması
olmayan bir devlet başkanı sevilen sayılan vermeyeceği hesabı olmayan bir yönetici.
Etrafında kraldan daha
kralcı bir zevat yok yani. O Allah’ın en son elçisiydi gece
ile gündüz yer değiştirdiğinde Rabbini göz yaşı ile tesbih
ederdi buna şahit olan ashabı Hz. Bilal “Ey Allah’ın Resülü sen cennetle müjdelenensin
DENEME
nedir sende ki bu hal?” Buyurdu ki:’ Ey Bilal şükreden bir kul
olmayayım mı?’
Ne garip, zapt edilemeyen
dünya hırsımız bizi şükürden
alıkoyuyor . Sisteme entegre
olmuş dindar kesimimizin ötekilerden hiç farkı kalmamış. Bir
zamanlar ötekileştirilen bizdik.
Biz biliriz de ötekileştirmenin
ne olduğunu ama erimişiz zaman içinde savunduğumuz
değerlerde, erimiş popüler olmak için ne çok sıfat bulmuşuz
kendimize. Bizim farkımız nedir karşımızdakinden? Savunduğumuz yücelttiğimiz değerler nerede? Vermesini bilen almasını da bilir. Düşmana verdiğimiz değer ve ehemmiyetten
ötürü şükretmeyi unutmuşuz.
Ve nice sorumlu olduğumuz
aç yatan seçmenimiz varken
biz israf sofralarından kalkamaz olduk.
Rabbim rızkı, mevki ve makamı dilediğine verirde dilediğinden alırda. Her şey değişir,
havanın güzelliğine aldanmayalım, eve tuzu, ekmeği götürmeyi unutmayalım. Bizler tarihi
bilen insanlarız. Lale devrini, sadabat köşklerini unutmayalım.
Gece ile gündüz nasıl yer değiştiriyorsa tarih, mekân ve makamda bir çırpıda değişebiliyor.
Yüzlerin kızardığı o kaçınılmaz gün geldiğinde herkes
şöyle der: ‘Eyvah bana keşki burada yeniden hayat bulmam için önceden bir şeyler
gönderseydim.’
Yeniden doğmak, yeniden dirilmek umuduyla, yeni bir mevsiminde silkinmek dileğiyle…
SAYI: 134 HAZiRAN 2015
95

Benzer belgeler