ﷲِ اﻟرﱠﺣْﻣنِ اﻟرﱠﺣِﯾمِ ﺑِﺳْمِ

Transkript

ﷲِ اﻟرﱠﺣْﻣنِ اﻟرﱠﺣِﯾمِ ﺑِﺳْمِ
‫ِﯾم‬
‫اﻟر ْﺣﻣ ِن ﱠ‬
‫ِﺑ ْﺳ ِم ﷲِ ﱠ‬
ِ ‫اﻟرﺣ‬
BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM
Şeyh-i Ekber (r.a.) Efendimiz min-indillâh müeyyed (Allah
tarafından desteklenmiş, yardım görmüş) ve şerîat-i mutahhara-i
Muhammediyye ile mukayyed bulunduğu halde (Muhammed a.s nin
temiz şeriâtine bağlı bulunan), isr-i pâk-i Peygamberîye iktifâen
(Peygamber’in doğru yolu ile yetinen) lisân-ı edeple (edepli bir lisânla)
min-indillah müeyyed olan (Allah tarafından doğrulanmış ve
desteklenen) ve başkalarına da te’yîd eden (yardım edip destekleyen)
ve şer’-i Muhammedî-i mutahhar ile mukayyed (Muhammed’in temiz
şerîâti ile kayıtlanmış) olup başkalarını da takyîd eyleyen (bu kayıt
şartlara göre değerlendiren) kulların zümresinden (kullar
topluluğundan) olmaklığı Allâhü zü’l-Celâl Hazretleri’nden recâ
(temenni) eder. Ve bu neş’et-i dünyeviyyede (dünyâ hayatında) (S.a.v.)
Efendimiz’in ümmetinden olup bilcümle ahvâlde (bütün hallerde) ona
tâbi’ olduğu (uyduğu) gibi, berâzih-ı uhreviyye (ahiret hayatında) ve
merâtib-i İlâhiyye’de (İlâhî mertebelerde) o Hazret’in havâssı (seçkinler,
arifler) zümresinde mahşûr (grubuna dahil edilmiş) olmasını ümîd
ettiğini beyân buyurur (duyurur).
İmdi, mertebe-i Ahadiyye’den (Sırf Zât, teklik mertebesinden)
hakîkat-i Muhammediyye vâsıtasıyla (aracı ile), Hakk-ı Mâlik’in abd-i
mahzı (Malik olan Hakk’ın tam bir kulu) olan Cenâb-ı Şeyh-i Ekber
Efendimizin kalb-i pâkine (temiz kalplerine), bu Fusûsu’l-Hikem’den en
evvel (ilk olarak) ilka (ilhâm) ve vahy olunan şey Kelime-i âdemiyyede
(âdem kelimesinin) mündemic (içerdiği) “hikmet-i İlâhiyye” nin (İlâhî
hikmetin) beyânında (açıklamalarından) olan fastır (kısımdır).
“Hikmet-i İlâhiyye”nin Kelime-i Âdemiyye’ye (âdem kelimesine)
tahsîs buyrulmasındaki (ayrılmasındaki) sebep budur ki: İlâhiyyet
(İlahlık) bi’l-cümle (bütün) esmâ ve sıfât-ı Hakk’ı câmi’ olan (Hakk’ın
tüm esma ve sıfâtlarını toplamış olan) bir mertebenin ismidir. Ve Âdem
(İnsan), kemâlât âleminin (tamlıklar, olgunluklar, faziletler aleminin)
miftâhıdır (anahtarıdır). Eğer Âdem (İnsan-insan-ı kamil) olmasa idi,
mertebe-i Ulûhiyyet’in câmi’ olduğu (Uluhiyet mertebesinde toplanmış
olan) esmâ ve sıfât (isimler ve sıfatlar) kemâliyle (tam olarak, bütün
mükemmeliyetleri ile) zâhir olmaz idi (açığa çıkmazlardı). Zîrâ (çünkü)
“İlâhiyyet” (ilahlık) “me’lûh” (kulluk) olmayınca zâhir olmaz (açığa
çıkmaz). Ve âlemde (evrende) Âdem’den (İnsandan) gayri (başka) olan
mezâhirin (görünme yerlerinin) hiçbirisinin taayyünü (oluşumu), bu
cem’iyyetin (topluluğun) zuhûruna (açığa çıkmasına) müsâid (elverişli)
değildir. O mezâhirde (görünme yerlerinde) İlâhiyyet’ten zâhir olan
(açığa çıkan) şey, ancak onların Rabb-i hâssı olan (kendi öz rabbleri
olan) ismin Rubûbiyyet (rablık) ve Ulûhiyyetinden (ilahlığından) ne
kadar hissesi (payı) varsa, o kadardır. İmdi, âlem (evren) mazhar-ı ism-i
Rahmân (Rahmân isminin açığa çıktığı, görüldüğü mahal) olduğu ve
“etteenni miner Rahmân” ya’nî “teenni (ihtiyatlı ve akıllıca olup, acele
etmeme) Rahmân’dandır” mısdâkınca (kriterince) âlemdeki zuhûrât
(evrendeki hadiseler, oluşumlar) kaide-i tekâmüle (olgunlaşma
kaidelerine) tâbi’ olup, kemâlât tedrîcî bulunduğu (olgunlaşma aşamalı
ve yavaş yavaş geliştiği) cihetle (yön ile) ekmel-i mahlûkat (en
mükemmel yaratık) ve eşref-i mevcûdâd (en şerefli varlık) olan Âdem
(İnsan) en sonra geldi. Binâenaleyh (bundan dolayı) Âdem (İnsan), bu
suver-i nev’iyye-i kevniyyenin (var olan suret türlerinin) âhiri
(sonuncusu) ve hâtemi (ve mühürü) oldu. Ve onda kâffe-i mevcûdâtın
netâyici (tüm mevcûdatın neticeleri) ve zübdesi (özleri) ve hulâsası
(esası) mevcûd oldu. Ve kemâl-i celâ (Cenâb-ı Hakk’ın kendisini
kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün) ve isticlâ (Cenâb-ı
Hakk’ın isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan
taayyün) Âdem’in (İnsanın) vücûdu (varlığı) ile husûle (meydana) geldi.
Zîrâ, esmâ-i ilâhiyyenin (ilâhî isimlerin) hey’et-i mecmûası (bütün hepsi)
bâtında mertebe-i taakkulda (bilinç, şuur mertebesinde gizli) iken,
Âdem (İnsan) bu hey’et-i mecmûa sûretine (bunların tümünün
suretine) mazhar (görünme yeri) ve âyîne (ayna) oldu.
Beyt:
“Mahbûb-i hakîki kendi sûretini ızhâr etmek murâd etti.
Âdem’in su ve çamur ma’rekesinde çadır kurdu.
Kendi cemâlini temâşâ için topraktan âyîne yaptı.
Kendi aksini gördü.
Gayretten hepsini alt-üst etti.
Tercüme :
“Mahbûb-i hakîki (gerçek sevgili) kendi sûretini ızhâr etmek (açığa
çıkarmak) murâd etti (istedi).
Âdem’in su ve çamur ma’rekesinde (meydanında) çadır kurdu.
Kendi cemâlini temâşâ (seyretmek) için topraktan âyîne (ayna) yaptı.
Kendi aksini (görüntüsünü) gördü.
Gayretten (kıskançlıktan) hepsini alt-üst etti. (karıştırdı)”
İşte “hikmet-i İlâhiyye”nin (ilahi hikmetlerin) Kelime-i
Âdemiyye’ye (Adem kelimesine) tahsîsindeki (ayrılmasındaki) sebeb
budur.
“Fass” bir şeyin hulâsası (özü) ve zübdesi (en seçkin parçası)
ma’nâsınadır. Ve hâtemin fassı (yüzüğün taşı) hâtemi tezyîn (yüzüğü
süsleyen, onu kıymetli) eden şeydir, ya’nî yüzüğün taşıdır ki, onun
üzerine sâhibinin ismi yazılır.
“Hikmet” ile “kelime”nin ma’nâları evâil-i dîbâce’de (daha önce
dibace bölümünde) îzâh olundu.
Vaktâkî Hak Sübhânehû ve Teâlâ kabil-i ta’dâd olmayan esmâ-i
hüsnâsı haysiyetinden onların “ayn”larını görmek diledi; - ve eğer
diler isen, vücûd ile muttasıf olmasından nâşî emri hasr eden kevn-i
câmi’de kendi “ayn”ını görmekliği ve onunla kendi sırrı, kendine zâhir
olmasını diledi dersin.- Zîrâ bir şeyin kendi nefsine kendi nefsi ile
rü’yeti, o şeye mir’ât gibi emr-i âharda kendi nefsine rü’yeti gibi
değildir. Çünkü, ona kendi nefsi manzûrun-fih olan mahallin verdiği
bir sûrette zâhir olur. Öyle ki bu mahallin vücûdu olmaksızın ve onun
ona tecellisi bulunmaksızın, ona sûret zâhir olmaz idi. Halbuki Hak
Teâlâ âlemin küllîsini, kendisinde rûh olmayan tâmmü’l-hilka vücûd-i
cesed olarak halk etmiş idi. Binâenaleyh, gayr-i mücellâ bir âyîne gibi
idi. Ve hükm-i ilâhînin şânındandır ki, muhakkak o, bir mahalli ancak
“nefh-i ilâhi” ta’bîr olunan rûh-i ilâhîyi kabûl etmesi lâ-büd olarak
tesviye etti. O da ancak lem-yezel ve lâ-yezâl olan tecellî-i dâim
feyzini kabûl etmek için tesviye olunan bu sûretten isti’dâdın
husûlüdür. Ve ancak kabil kaldı. Ve kabil ise, ancak onun feyz-i
akdesinden vâkı’ olur. Böyle olunca emrin küllîsi, ondan ibtidâ
eylediği gibi, ona râci’ olur. İmdi emr, mir’ât-ı âlemin cilâsını iktizâ
etti. Binâenaleyh Âdem, bu âyînenin ayn-ı cilâsı ve sûretin rûhu oldu.
(1)
Ne zaman ki, her türlü arazlardan, kusur, ayıp ve eksiklerden
beri olan yüce Allah sayılması mümkün olmayan güzel isimleri
itibariyle onların “ayn”larını (hakikatlerini, kendilerini, belirişlerini)
görmeyi diledi; (ve eğer dilersen, varlık ile vasıflanmış olması
sebebiyle işleri (tecellileri) kuşatan toplayıcı bir varlıkta (İnsan-ı kamil)
kendi “ayn”ını (hakikatini, kendini, belirişini) görmekliği ve onunla
kendi sırrının, kendine açılmasını diledi dersin). Çünkü bir şeyin kendi
nefsini (kendisini) kendi nefsiyle (kendisi ile) görmesi, o şeyi kendisine
ayna gibi olan başka bir şeyde görmesi gibi değildir. Çünkü, ona kendi
nefsi (görüntüsü) bakılmakta olan mahallin verdiği (yansıttığı)
surette/biçimde görünür. Öyle ki bu mahallin varlığı olmadan ve
onun bu mahalle tecellîsi bulunmadan, onda kendisi için bir
suret/görüntü açığa çıkmazdı. Oysa ki Hak Teâlâ âlemin tamamını,
mükemmel olmakla berâber kendisinde rûh olmayan ceset gibi
yaratmış idi. Bundan dolayı cilasız, mat bir ayna gibi idi. Ve ilâhî
hükmünün şânı gereği O, bir mahalli ancak “ilâhi üfleme” olarak
ifâde edilen ilâhî rûhu kabûl edici olarak düzenleyip hazırlar. O da
ancak sonsuz ve kesintisiz olan dâimi tecellînin feyzini (Feyz sözlükte
akış demektir. İlahi feyz Hakkıın yaratmaya yönelmesidir. Bu yüzden
Feyz-i Akdes İlahi Zatın kendinden kendine şe’ninden varlığa meylini,
Feyz-i Mukaddes ise şe’nin devamlılığından varlığın mevcudada
meylini ifade eder. Bu ikisine birlikte Daimi Tecelli Feyzi denir) kabûl
etmesi için düzenlenip hazırlanmış bu sûretten (bu feyz akışını kabul
edecek) kabiliyetlerin açığa çıkarılmasından başka birşey değildir. Ve
sadece (bu kesintisiz feyzi) kabul edici (kabil/edilgen) vardır. Ve bu
kabul ediciler (kabil/edilgen) ise sadece onun feyz-i akdes’inden
gerçekleşmiştir. (Feyz-i Akdes: İlahi isimlerin Hakkın ayan-ı sabite
makamındaki isimlerle vücutlanma arzusundan dolayı Zat’ın ayanı
sabite makamında ilmi suretlerle vasıflanmasıdır. Dolayısıyla bu
makamda açığa çıkan Hakktan başkası değildir ve herşey ayan-ı
sabiteden türer) Böyle olunca işlerin tamamı, ondan çıktığı gibi, yine
ona geri döner. Şimdi iş, âlem aynasının cilâsını gerektirdi. Bundan
dolayı Âdem, bu aynanın cilâsı ve bu sûretin rûhu gibi oldu. (1)
Ma’lûm olsun ki (bilinsin ki), Zât-ı Ahadiyye’nin (tek olan Zatın)
külliyyât i’tibâriyle (bütünsellik yönüyle) altı mertebesi vardır. Ve
cüz’iyyât i’tibâriyle (kısımları yönünden ise) merâtibine nihâyet
(mertebelerinin sonu) yoktur:
Birincisi: “Lâ-taayyün”, (taayyünsüzlük (belirsizlik) “ıtlâk”
(mutlaklık, kayıtsızlık) ve “Zât-ı baht” (sırf zat) mertebesidir. O
mertebenin bu isimler ile tevsîmi (isimlendirilmesi) tâliblere (öğrenmek
isteyenlere) tefhîm-i merâm (istenilenleri anlatmak) içindir. Yoksa Zât-ı
Sırf (sırf zat) bi’l-cümle (bütün) sıfât ve nuût (sıfat ve vasıflardan) ve
isim izâfesinden (isim yakıştırmasından) münezzeh (beri) olduğu gibi,
kayd-ı ıtlâk (kayıtsızlık kaydından) ve selb-i taayyün mefhûmundan
(oluşumun olmaması kavramından) dahi (da) mukaddestir (uzakdır,
arıdır). Ve bu mertebe Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin künhüdür
(özü, aslıdır). Onun fevkinde (üstünde) hiçbir mertebe yoktur, belki
bi’l-cümle merâtib (bütün mertebeler) onun tahtındadır (altındadır). Ve
zâtın bi’l-cümle niseb (bütün sıfâtları) ve şuûnâtı (fiilleri) ve onun
kâffe-i merâtibi (mertebelerinin hepsi) kendinde kâmin (saklı) ve
muhtefîdir (gizlenmiştir). Ve Zât, zâtiyyeti cihetinden (yönünden)
âlemlerden ganî (zengin, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan) olduğundan
tecellîden müstağnîdir (belirip açığa çıkmaya da ihtiyacı yoktur, yani
tecelli bakımından da gani dir). Onun tecellîsini (görünme ve
bilinmesini) iktizâ eden (gerektiren) şey, zâtında muhtefî (gizlenmiş) ve
kâmin (saklanmış) olan niseb (bağıntılar) ve şuûnâtıdır (keyfiyet ve
hallerdir). Eğer kendisinde bu niseb (bağıntılar) ve şuûnât (keyfiyet ve
haller) olmasa idi, Zât ebediyyen (asla, hiç bir zaman) mütecellî olmaz
(tecelli etmez) idi. Ve bi’l-cümle niseb ve şuûnât (bağıntılar ve haller ve
keyfiyetler), Zât’ta müstehlek (eryip sindirilmiş) ve muzmahil (yok)
olduğundan onlar bu mertebede Zât-ı bahtın (sırf Zât’ın) aynıdır.
Meşiyyet (isteme, irade) dahî (de) niseb-i sâire (diğer bağıntılar) gibi
onun bir nisbeti (bağıntısı) olduğundan Hak, mertebe-i Ahadiyyet’te
(Ahadiyet, teklik mertebesinde) meşiyyetî (iradi) değildir. Ve meşiyyet
(irade) denilen nisbet (bağıntı) ise Zât’ın “ayn”ıdır. Ve bu mertebe,
eltaf-ı latîf (lâtifin lâtifi, en şeffâf) olduğundan ve eksef-i kesîf (koyunun
koyusu, madde) olan bu âlem-i şehâdete (bu şahit olunan aleme) ve
esfel-i sâfilîne (aşağıların en aşağısına) merdûd (gönderilmiş) bulunan
insanın fikri bu mertebeye nazaran eksef (çok kesîf, koyu)
bulunduğundan fikir ile Zât-ı Sırf’ın (sırf Zatın) idrâki (anlaşılması)
mümkin değildir. Onun için hadîs-i şerîfte “Allah’ın zâtını tefekkür
etmeyiniz” buyrulmuştur.
İkincisi: “Vâhidiyyet” mertebesidir. Bu mertebenin husûlü
(türeyişi, meydana gelmesi), Zât-ı Sırf’ta muhtefî (saklı) ve müstehlek
(sindirilmiş) olan bi’l-cümle nisebin (bağıntıların), ya’nî sıfâtın
(sıfatların) lisân-ı isti’dâd (istidâd, kabiliyet dili) ile zuhûr takazâsında
(meydana çıkma isteğinde) bulunmalarından ve Zât’ın dahî (da) onları
kendi mahbesleri (hapishaneleri) olan mertebe-i Ahadiyyet’ten
(ahadiyet(teklik) mertebesinden) ıtlâk (salıvermeleri) için tenfîs
etmesinden (nefeslenmesi) nâşîdir (sebebiyledir). İşte bu tenfîs
(nefeslenme) ile o sıfâtın suveri (sûretleri) ilm-i ilâhîde (ilahi ilimde)
sâbit (belirlenmiş) olur. Bu tenfîs (nefeslenme), Zât’ın kendisinde, yine
kendisine, kendi zâtı ile vâkı’ (olmuş) olan tecellîsinden (görünüp, açığa
çıkmasından) ibârettir. Ve bu tecellîye (görünüp, açığa çıkışa) “feyz-i
akdes” (İlahi isimlerin Hakkın ayan-ı sabite makamındaki isimlerle
vücutlanma arzusundan dolayı Zat’ın ayanı sabite makamında ilmi
suretlerle vasıflanmasıdır. Dolayısıyla bu makamda açığa çıkan
Hakktan başkası değildir ve herşey ayan-ı sabiteden türer) derler. Ve
mertebe-i ilimde (ilmi seviyede, bilinçte) sâbit (belirlenmiş olan) olan
suver-i sıfât (sıfat sûretleri), Zât-ı Hakk’ın (Hakkın Zatının) bunlarla
taayyününden (açığa çıkmasından, belirmesinden, suretlenmesinden)
ibârettir. Ve bu mertebenin ismi “Allah” dır. “Vahidiyyet” tesmiyesi
(olarak adlandırılması) bi’l-cümle esmânın (isimlerin hepsinin) “Allah”
ism-i küllîsi (tümel ismi) tahtında (altında) müctemi’ (toplanmış)
olmalarından nâşîdir (sebebiyledir, dolayıdır). İlim mertebesinde (ilmi
seviyede, bilinçte) müteayyin olan (belirli, aşikar ve meydanda olan,
taayün etmiş olan) bu sûretlere, “a’yân-ı sâbite” (değişmez hakikatler,
sabitlenmiş özler, ilmi suretler, tasarım projeleri, tip projeler v.s..)
derler; ve “hakayık-ı İlâhiyye” (ilâhî hakikâtler) de ta’bir ederler
(derler). Zîrâ Sıfât-ı İlâhiyye’nin sûretleridir; (ilâhi sıfatların sûretlerdir)
ve mümkinâtın hakayıkı (olası varlıkların hakikâtleri) ve istinâd-gâhıdır
(dayandığı yerdir). İşte bu mertebede meşiyyet-i Zâtiyye (Zâti irade,
istekler) dahi, (de) niseb-i sâire (diğer bağıntılar) gibi, mahbes-i Zât’tan
(Zat hapsinden) ıtlâk (serbest bırakılmış) olunduğundan Zât-ı sırf, (sırf
Zât) nisbet-i meşiyyet (irade, istekler bağıntısı) ile mütecellî olmakla
(tecelli eden, beliren olmakla), bi’l cümle suver-i niseb, (bütün
bağıntıların sûretleri) bu nisbet-i meşiyyet tahtında (iradi istekler
bağıntısı altında) “ilm-i ilâhî” (İlahi ilim) mertebesinde müteayyin
olurlar (belirmiş, açığa çıkmış olurlar). Ve “meşiyyet”, (irade, isteme)
Zât’ın zuhûr (açığa çıkma) ve ızhâra (açığa çıkarmaya) meyl
(yönelmesinden) ve hâhişinden (arzusundan) ibârettir. Bu babtaki
(konudaki) tafsîlât Fass-ı Dâvûdî nihâyetinde (sonunda) ve Fass-ı
lokmânî evâilinde (başlangıcında) gelecektir. Bu mertebe-i Vâhidiyyet,
Ahadiyyet mertebesine nisbeten (kıyasla) eltaf-ı latîf (lâtifin lâtifi) olan
Zât-ı Hakk’ın bir mertebe, tekâsüf buyurmasından (inmesinden,
yoğunlaşmasından) başka bir şey değildir. Ve Zât-ı sırf (sırf Zât) bu
mertebenin bâtını, (gizli, görünmeyen tarafı) Vâhidiyyet mertebesi ise,
Zât-ı Sırf’ın (sırf Zât’ın) zâhiri (bilinen, görünen tarafı) olur.
Üçüncüsü: “Mertebe-i ervâh”tır. “Ruhlar mertebesi” Bu mertebe
Zât-ı Mutlak’ın (kayıtsız, sırf zat’ın) mertebe-i ilimden (ilim
mertebesinden) bir derece daha tekâsüfünden (yoğunlaşmasından)
ibârettir. Öyle ki, mertebe-i ilimde (ilim mertebesinde) sâbit
(belirlenmiş, değişmez) olan her bir sûret-i ilmiyye (ilmi suret, tip
proje), bir cevher-i bâsît (basit öz cevher) olarak bu mertebede zâhir
olur (açığa çıkar). Ve bu cevâhir-i basîta (basit cevherler) şekil ve levn
(renk) ve zaman ve mekân (yer işgâl etme) ve hark (yırtılma) ve
iltiyâmdan (bitişmeden) mücerreddir (tecrîd edilmiştir, soyutlanmıştır).
Bu bir âlemdir ki, işâret-i hissiyye (hissedişler) ile tevhîm etmek
(hissetmek, algılamak) mümkin değildir. Bu mertebede her bir rûh,
kendisini ve kendi mislini (benzerini) ve kendi mebdei (başlangıcı,
kökü) olan Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerini müdriktir (idrak
etmektedir). Bu âleme “âlem-i emr” (emr alemi), “âlem-i gayb” (gayb
alemi), “âlem-i ulvî” (ulvi alem) ve “âlem-i melekût” (melakut alemi)
derler. Bu mertebe Zât-ı Mutlak’ın (sırf Zât’ın) ayrılık ve gayriyyet nev’i
üzere (ayrılık ve başka şekillerde) hâriçte zuhûrudur (dışta meydana
çıkmasıdır). Bu ayrılık ve gayrılık (başkalık), buhâr-ı latîfin (şeffâf olan
buharın) bir mertebede tekâsüf ederek (yoğunlaşarak) bulut olmasına
benzer. Ve âlem-i ervâh (rûhlar mertebesi) Vâhidiyyet mertebesinin
zâhiri (görünen tarafı), Vâhidiyyet mertebesi ise onun bâtınıdır (gizli,
tarafıdır). Şu halde, mertebe-i ervâha nisbeten (rûhlar mertebesine
göre) mertebe-i Ahadiyyet, bâtının bâtını (gizlinin gizlisi) olmuş olur.
Dördüncüsü: Mertebe-i “âlem-i misâl”dir. (hayal alemi
mertebesidir) Bu mertebede dahi (de) Zât-ı Mutlak’ın (Mutlak Zât’ın)
tecezzî (bölünme) ve inkısâm (parçalanma) ve hark (yırtılma) ve iltiyâm
(birleşme) kabûl etmeyen suver (sûretler) ve eşkâl (şekiller) ile hâriçte
(dışta) zuhûrudur (meydana çıkmasıdır). Ve bu âleme “âlem-i misâl”
tesmiyesinin (ismi verilmesinin) vechi (yönü, nedeni) budur ki, âlem-i
ervâhta (rûhlar âleminde) bulunan her bir ferdin âlem-i ecsâmda
(cisimler âleminde) bürüneceği bir sûretin mümâsili (benzeri) bu
âlemde zâhir olur (meydana gelir, prototip). Ve bir tâife (grup) ona
“hayâl” derler. Zirâ bunları müdrik (anlayan, vâkıf) olan kuvve-i
mütehayyiledir (hayâl gücüdür). Ve âlem-i misâle “âlem-i berzah” (ara
alem, geçiş alemi) ve “mürekkebât-ı latîfe” (latif bileşikler) dahi (de)
derler. Ve ehl-i tasavvuf ıstılâhında (tasavvuf ehlinin tanımlarında)
âlem-i ervâh ve misâli (ruhlar ve hayal alemini) cem’ edip (birleştirip)
“âlem-i melekût” (melekler alemi) derler. Ve âlem-i misâl (hayal
alemi), âlem-i ervâhtan (rûhlar âleminden) âlem-i ecsâma (madde
âlemine) vâsıl olan (ulaşan) “feyz-i mukaddes”sin (ilmi suretlerin
varoluş sahnesine devamlı ve kesintisiz akışının) vâsıtasıdır (aracıdır).
Ve ervâh (rûhlar) ve ecsâm (cisimler) arasında berzahtır (geçiştir,
köprüdür). Ve berzahiyyeti (arada olması) hasebiyle (sebebiyle) her iki
âlemin ahkâmını câmi’dir (hükümlerini kendinde toplamıştır) ki, onlar
da zâhir ve bâtınıdır. Ya’nî mertebe-i misâl (hayal mertebesi) mertebe-i
ervâhın (ruhlar mertebesinin) zâhiri (bilineni, açığa çıkmışı, görünen
tarafı) ve mertebe-i ecsâmın (cisimler mertebesinin) bâtınıdır (gizli,
bilinmeyen, görünmeyen tarafıdır). Şu halde, Zât-ı Mutlak (Mutlak Zat)
mertebe-i misâle (hayal mertebesine) nazaran (göre), bâtının bâtının
bâtını (gizlinin gizlisinin gizlisi) olur. Ve bu mertebe, gayb
(görünmeyen) ve şehâdet (görülebilen) arasında hadd-i fâsıldır (ara,
sınırdır). Ve cism-i mürekkeb-i maddînin (elementlerin birleşmesinden
meydana gelmiş olan cisimler) aynı olmadığı gibi, cevher-i mücerred-i
aklînin (saf akli cevherin) dahi (de) aynı değildir. Ya’nî âlem-i ervâh
(rûhlar âlemi) ile âlem-i ecsâmın (madde âleminden) gayridir
(başkadır). Ervâha nisbeten kesîf (rûhlara göre yoğun, koyu) ve ecsâma
nisbeten latîftir (cisimlere göre latif, uçucudur). Şu kadar var ki,
cevher-i cismânî (cismani cevher) ile cevher-i mücerred-i aklîye (saf akli
cevhere) müşâbeheti (benzerliği) vardır. Ecsâma müşâbeheti (cisme
benzerliği) budur ki, (şudur ki) ecsâmın (cismin) nasıl arzı ve tûlü ve
umku (en, boy ve derinliği) varsa, sûret-i misâliyyenin (hayal
sûretlerinin) dahi (de) arzı ve tûlü ve umku (eni, boyu ve derinliği)
vardır. Ve onu ölçmek ve göz ile görmek mümkindir. Âyîneye mün’akis
(aynaya aksetmiş) olan sûret gibi. Ervâha müşâbeheti (rûhlara
benzerliği) budur ki, ervâh (rûhlar) nasıl nûrânî ve lâtif (şeffâf) ise
suver-i misâliyye (hayal sûretleri) dahi (de) latîf ve nûrânîdir. Ve letâfet
ve nûrâniyyetinden nâşî (dolayı) el ile tutulmaz ve bıçakla kesilmez ve
eczâya tefrîk edilemez (küçük parçalara ayrılamaz, bölünemez).
Rü’yâda görülen suver (biçimler) bu âlemdendir.
Beşincisi: “Mertebe-i şehâdet” tir (şahit olunan âlemdir). Bu
mertebe dahi (de) Zât-ı Mutlak’ın (sırf Zatın) tecezzî (bölünme) ve
inkısâm (parçalanma) ve hark (yırtılma) ve iltiyâm (bitişme) kabûl eden
suver-i ecsâm ile (cisimani suretler ile) hâriçte (hariçte) zuhûrudur
(meydana çıkmasıdır). Onun için bu âleme “âlem-i kevn ve fesâd” (var
oluş ve bozuluş alemi) derler. Zîrâ suver-i ecsâm (cisim sûretleri) bir
taraftan tekevvün eder (oluşur) ve bir taraftan bozulur. Ve bu âlem-i
ecsâmın (cisimler âleminin) müfredât-ı besâitı (basit içeriği)
müvellidü’l-humûzâ (oksijen), klor, sodyum, karbon, kils-i bakır, altın,
gümüş ilh...(v.b.) gibi yetmiş küsur anâsırdan (unsurdan) ibârettir.
Suver-i muhtelife (çeşitli sûretler) bu anâsırdan (elementlerden)
ba’zılarının mekadîr-i muhtelife üzere (çeşitli miktarlarda) yek-dîğeriyle
(bir diğeriyle) imtizâcından terekküb eder (karışımından meydana
gelir). Bu anâsırın (unsurların) sûret-i umûmiyyede (genelde) üç hâli
vardır. Onlar da gaz, mâyi’ (sıvı) ve sulb (katı) halleridir. Tafsîli (geniş
açıklaması) hikmet-i tabîiyye (tabiat ile ilgili hikmetlerin açıklaması) ve
kimyâ kitaplarında münderictir (yer almıştır). Ehl-i tasavvuf, (tasavvuf
ehli) cism-i hayvânın (hayvan cismlerinin) dört rükun (temel) üzere
bulunduğunu beyan ederler (açıklarlar) ki, bunlar da havâ (gaz), su
(mâyi’), toprak (sulb) ve ateş (harâret)ten ibârettir. Bu âlem-i ecsâm
(madde âlemi) merâtib-i sâirenin (diğer mertebelerin) cümlesinden
(hepsinden) eksef (yoğun, en kesif) ve azhardır (en açık görülen ve
bilinendir). Ve mertebe-i Ahadiyyet (Ahadiyet (teklik) mertebesi) bu
mertebeye nisbeten (göre) ebtan-ı butûndur (batının batını, en gizli
olanıdır). Ve âlem-i ecsâmda (madde âleminde) zâhir olan (görülen)
her bir sûretin hakîkati, mertebe-i Vâhidiyyet’te (“bir”lik mertebesinde)
sâbit (değişmez olan) olan a’yândır (hakikatleridir). Ve her birisinin
âlem-i ervâhta (rûhlar âleminde) birer rûhu vardır. Binâenaleyh
(bundan dolayı), âlem-i ecsâmda (madde âleminde) gerek cemâd
(cansızlar, madenler), gerek nebât (bitki) ve gerek hayvan olsun, rûhu
olmayan bir sûret yoktur. Zîrâ, her bir sûret bir ismin mazharıdır (açığa
çıktığı yerdir). Ve onu müdebbir (tedbir eden, idare edici) olan rûh o
isimdir. “Cemâd”a cemâd (cansız dediğimiz maddeler, taş, toprak,
maden..) denilmesi kendi taayyününün (oluşumlarının) âsâr-ı rûhiyye
zuhûruna (rûhi eserlerin meydana çıkmasına) müsâid (elverişli)
olmamasındandır. Suver-i ecsâm (cismani suretler) tekâmül-i tedrîcî ile
(aşamalı, yavaş yavaş gelişerek) kendisinde âsâr-ı rûhiyye (kendilerinde
rûhi eserlerin) zâhir olacak (meydana çıkaracağı, onları görünür
kılacak) taayyün (oluşum) iktisâb eder (kazanırlar) ve âkıbet (nihâyet),
en mükemmel sûret olan suver-i insâniyyede (insan suretinde) âsâr-ı
rûhiyye (rûhun eserleri) pek âşikâr olarak zâhir olur (görülür). Fakat
dikkât olunsun ki, bu merâtibde (mertebelerde) görülen istihâlât (hâl
değişimleri) ve tağayyürât (başkalaşımlar) Zât-ı Mutlak’ın (Mutlak
Zat’ın) değildir. Her bir mertebede Zât-ı Mutlak (sırf zat, mutlak zat),
Zâtiyyeti üzere kâimdir (zati olarak mevcuttur). Tağayyürât
(başkalaşımlar) ve istihâlât (hâlden hâle geçmeler), ancak onun ârızı
(sonradan oluşan, gelip geçici) olan sıfâtındandır. Meselâ, buhârın zâtı
latîftir. Bir mertebe tekâsüf edince (yoğunlaşınca) bulut olur. Bir
derece daha tekâsüf edince (yoğunlaşınca) su ve yine tekâsüf edince
(yoğunlaşınca) buz olur. Her bir mertebede buhar zâtiyyeti üzere
(kendi zâtı ile) kâimdir. (mevcûttur) Zîrâ tağayyür eden (başkalaşan)
şey buharın zâtı değildir; onun zâtında mündemic olan (bulunan) sıfât-ı
ârızasıdır (zati olmayıp sonradan edinilen sıfâtlardır). Eğer buhârın zâtı
tağayyür etmiş (değişmiş) olsa idi buz eriyip su ve tebahhurât-ı
tedrîciyye ile (yavaş yavaş buharlaşarak) bulut ve bulut tekrâr telattuf
ederek (şeffâflaşarak) buhar olmamak (olmaması) lâzım gelir idi. Zîrâ
bozulan şey başka bir şey olur ve aslına iltihâk (katılma) ve rücû’
edemez (geri dönüşemez). Meselâ şarabın içine tuz konsa, bozulup
sirke olur. Zâtı bozulduğundan, artık şarap olamaz.
Altıncısı: Mertebe-i câmi’-i hazret-i insandır (tüm mertebeleri
toplayan insan mertebesidir). Bu mertebe dahi kezâlik (bu mertebede
de) Zât-ı Mutlak’ın (sırf Zât’ın) bir mazhar-ı etemmde (eksiksiz tam
olarak, en güzel göründüğü mahalden) zuhûrudur (açığa çıkmasıdır).
Ve bu mazhar-ı etemm (eksiksiz tam olarak en güzel görünmüş olduğu
mahal) dahi (de) nev’i Âdem’dir. (İnsan türüdür) Ve ehl-i tasavvuf
(tasavvuf sahipleri) âlem-i his (sezgisel, batıni alem) ve şehâdet
(duyusal, görünen alem) ile “hazret-i insan”ı cem’ edip (birleştirip)
“nâsût” (İnsanı insan yapan, insanın doğasını oluşturan niteliklerin,
değerin hepsi, insani öz,) derler. Ve işte bu mertebe kâffe-i merâtib-i
(mertebelerin hepsini) cismâniyye (cismani) ve nûrâniyyeyi (nurani) ve
vahdeti (vahdaniyeti) ve vâhidiyyeti (vahidiyyeti) câmi’ (toplamış) olan
bir tecellî (oluşum, meydana geliş, açığa çıkış, biliniş) ve bir libâs-ı
ahîrdir (giyilen en son giyisidir). Ve insan sûret-i İlâhiyye üzere mahlûk
(ilahi suret üzerine yaratılmış) olduğundan bi’l-cümle esmâyı câmi’
(tüm isimleri kendinde toplamış) olan “Allah” ism-i şerîfinin (şerefli
isminin) mazharıdır (görüntü mahallidir). Ve insan, kâmil ve gayr-i
kâmil (kâmil olmayan insan) olarak iki kısımdır. Her ikisi dahi (de) bu
ism-i mübârekin (mübarek ismin) mazharıdır (görüntü mahallidir).
Fakat Enbiyâ (Nebî, Peygamber) ve Evliyâdan ibâret olan İnsân-ı Kâmil,
tarîk-ı tasfiye ile (arınma, temizlenme yoluyla) mebdee rücû’ ettikleri
(asıllarına geri döndükleri) ve kendi mevhûm olan (vehm ettikleri, var
sandıkları) varlıklarından fânî (yok) oldukları cihetle (yönüyle) sâir
efrâd-ı insâniyyeden (diğer insanlardan) bu kemâl (olgunluk) ile
mümtâz (ayrılmış, seçkin) olmuşlardır. Ya’nî bu zevât-ı kirâm (ulu
zatlar) Hak-perest (Allah’a tapan) ve efrâd-ı bâkiyye-i insâniyye (geriye
kalan insanlar) ise hod-peresttir (kendini taparcasına sevenlerdir).
Nitekim Mevlânâ (r.a.) buyurmuşlardır:
........................................... ..................................
Tercüme :
Her kim ki rubûde-i elesttir (Rabbiniz değil miyim? sözüne kapılmıştır)
Tâ ahd-i “eles”ten o mesttir (Elest meclisinde ilahi hitab ile mestdir)
Bağlanmış ayağı derd evinde (bağlı kalmış bu dert dünyasında)
Can vermek için küşâde-desttir (el açandır)
Kendinden o fânî Dost’la bâkî (kendinden geçmiş yok olmuş, dostta
var)
Hayret ki, o nîsttir ve hesttir (hayrettir ki hem yoktur ve hem de vardır)
Bu zümredir ancak ehl-i tevhîd (sadece bu guruptan olanlar tevhid ehlidir)
Bâkîsi cihanda hod-peresttir.(alemde geriye kalanlar kendine tapmakdadır)
Ve her mertebe ve taayyün (oluşum) esmâ-i İlâhiyye’den (ilahi
isimlerden) bir ismin mazharıdır (görünme yerdir). Ve insan “Allah”
ism-i küllîsinin (tüm isimlerin toplamı olan Allah isminin) mazharıdır
(görüntü mahallidir). Ve kâffe-i esmâ-i ilâhiyye cüz’iyyâtının (bütünü
oluşturan ilahi isimlerin tümünün) küllün tahtında indirâcı (bütünün
kapsamı altında olması, onda erimesi) gibi, ism-i Zât (Zat ismi) ve
müstecmi’-i cemî’-i sıfât olan (toplanmış sıfat topluluğu olan) “Allah”
ism-i küllîsinin tahtında mündemicdir (Allah tümel ismi kapsamı
altında bulunurlar, erirler). Ve “Allah” ismi, nasıl ki hakîkatte ve
mertebede cemî-i esmâ üzerine (bütün isimlerin) mukaddem
(üzerinde) ise, “Allah” ism-i mübârekinin mazharı (mübarek Allah
isminin görüntü yeri) olan hakîkat-i insâniyye (insani hakîkat) dahi (de)
cemî’-i mezâhirin (tüm görüntü yerlerinin) zâtından ve hakîkatinden
mukaddem (üzerinde) olmak lâzım gelir. Binâenaleyh (bundan dolayı),
hakîkat-i insâniyye (insani hakîkat) cemî-i mezâhirin (tüm görüntü
mahallerinin) hakayıkını câmi’ (hakîkatlerini kendinde toplamış) ve
kaffe-i merâtibi muhîttir. (bütün mertebeleri kuşatmıştır) Ve mertebe-i
insandan hâriç (insan mertebesinin dışında) hiçbir şey yoktur. Nitekim
Hz. Emîrü’l-mü’minîn, (müminlerin emiri) esedullâhi’l-gâlib (Allah’ın
galip ve muzaffer arslanı) Ali İbn Ebî Tâlib (k.a.v.) Efendimiz “hazret-i
İnsan”ın bu câmi’iyyetinden (her şeyi kendinde toplamışlığından) haber
verip buyururlar:
.............................................................
Tercüme : “Senin ilâcın sende olduğu halde bilmiyorsun. Ve
illetin (hastalığın) senden olduğu halde görmüyorsun. Ve sen bir cirm-i
sağîr (küçük bir cisim) olduğunu zu’m edersin (zannedersin), halbuki
âlem-i ekber (en büyük âlem) sende müntavîdir (dürülüdür). Ve sen
öyle bir kitâb-ı mübînsin (açık, büyük kitapsın) ki, muzmer (gizli) olan
şey onun harfleriyle zâhir olur (meydana çıkar, görünür). Ve sen
vücûdsun (varlıksın) ve nefs-i vücûdsun (varlığın kendisisin). Ve sende
mevcûd olan şey hasr (kısıtlanmaya) ve ta’dâda (saymaya) gelmez.
Senin hârice (dışarıya) ihtiyâcın yoktur. Kitâb-ı kâinâtta (evren
kitabında) mastûr (yazılmış, mevcût) olan şeyler hep senden hurûc eder
(çıkar).”
İmdi, mertebe-i hazret-i İnsan (İnsan mertebesi) min
haysü’t-taayyün (oluşumu bakımından) mertebe-i Ahadiyyet’ten eb’ad
(en uzak) ve esfel-i sâfilîn (en aşağılarda) olur. Nitekim Hak Teâlâ buna
işâreten: :“Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm; Sümme
redednâhu esfele sâfilîn” ya’nî “Andolsun Biz insânı en güzel sûrette
halk ettik, sonra da onu esfeli sâfilîne reddettik” (Tin, 95/4-5)
buyurur. Ve Zât-ı mutlak (sırf Zât) mertebe-i insanda (insan
mertebesinde) bi-hasebi’t-taayyün (oluşumu bakımından) azhar (en
aşikâr, görünen) ve bi-hasebi’l-hakîka (hakîkâti bakımından) ebtan-ı
butûn (en gizli, en batıni) olmuş olur. Ve insan şecere-i kevnin (kâinât
ağacının) semeresi (meyvesi) ve cemâl-i Zât’ın (Zât’ın yüzünün,
görüntüsünün)
âyînesi
mesâbesinde
(aynası
durumunda)
bulunduğundan, îcâdın (yaratmanın) illet-i gâiyyesi (arzulanma sebebi)
İnsan’dan ibâret bulunur.
Bu mukaddeme (ön açıklama) ma’lûm (anlaşılmış) olduktan
sonra metnin ma’nâsını anlamak kolaylaşır. Şöyle ki: Cemî’-i izâfâttan
(bütün tanımlamalardan) münezzeh (arı, temiz) olan Zât-ı Mutlak, (sırf
Zat) kendi vücûdunda (varlığında) muhtefî (gizlenmiş) ve müstehlek
(sindirilmiş, bitirilmiş) olan ve cüz’iyyâtı cihetinden (parçaları
bakımından) hasr (sınırlamaya) ve ta’dâda (saymaya) gelmeyen Esmâ-i
Hüsnâ’sı (güzel isimleri) haysiyyetiyle (bakımından), bu esmânın
“ayn”larını (hakikatlerini) görmek dilediği vakit, emr-i İlâhî (ilahi emir)
âyîne mesâbesinde (aynâ durumunda) olan âlemin (evrenin) cilâsını
iktizâ etti (gerektirdi). Binâenaleyh (bundan dolayı) Âdem (İnsan), rûhu
ve aklı ve nefsi ve cesedi (ruhu, aklı, nefsi ve bedeni) haysiyyetinden
(bakımından), bu mir’ât-ı âlemin (alem aynasının) ayn-ı cilâsı (cilası
gibi) oldu. Zîrâ (çünkü) Âdem’in rûhu âlem-i ervâhın (rûhlar âleminin)
ve aklı âlem-i ukulün (akıllar aleminin) ve nefsi âlem-i nüfûsun (nefisler
aleminin) ve cesedi âlem-i ecsâdın (cesedler aleminin) cilâsıdır. Ve
Âdem (İnsan (insan-ı kamil) tâmmü’l-hilka (yaradılışı tam, mükemmel)
bir cesed olan âlemin (evrenin) rûhu oldu. Zîrâ (çünkü) Hak Teâlâ
hazretleri âlem-i ruhâniyyâta (rûhlar âlemine) Âdem’in rûhu ile ve
âlem-i ukule (akıllar alemine) onun aklı ile ve âlem-i nüfûsa (nefisler
alemine) onun nefsi ile ve âlem-i ecsâda (cesedler alemine) onun
cesedi ile imdâd (yardım) eder. Binâenaleyh (bundan dolayı) Âdem
(İnsan (insan-ı kamil) bu cesed-i müsevvânın (şekillendirilip
düzenlenmiş cesedin) rûhu olmuş olur. Ve işte Âdem’in (İnsanın) en
sonra halk buyrulmasının (yaratılmasının) sebebi ve hikmeti budur.
İmdi (buna göre) kemâl-i celâ (Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kendisiyle
bilmesinden ibâret olan ilk taayyün) ve isticlâ (isim ve sıfatlarının açığa
çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan ikinci taayyün) Âdem’in (İnsanın)
vücûdu (varlığı) ile olunca sen istersen dersin ki: “Zât-ı mutlak (kayıtsız
zat) kabil-i ta’dâd olmıyan (sayılması imkansız) esmâ-i hüsnâsı (güzel
isimleri) haysiyyetinden (bakımından) (zât-ı sırfı (sırf zatı)
haysiyyetinden (bakımından) değil, zîrâ (çünkü) zâtı cihetinden
(yönünden) tecellî (belirme, görünme) vâkı’ olmaz (gerçekleşmez)).
Ba’de’l-adem (yokluktan sonra) vücûd (varlık) ile muttasıf (vasıflanmış)
olduğu için emr-i ilâhîyi hasr eden (kuşatan) kevn-i câmi’de (varlık
topluluğunda, kainatta) kendi “ayn”ını (hakikatini) görmekliği ve
onunla kendi sırrı kendine zâhir (açılmış) olmasını dilediği, ya’nî
kemâliyle (tam olarak, bütün olgunluğuyla) zuhûra (açığa çıkmaya)
meşiyyeti (ilahi iradesi) taalluk ettiği (gerçekleştiği) vakit, emr-i ilâhî
(ilahi emir) mir’ât-ı âlemin (evren aynasının) cilâsını iktizâ etti.
(gerektirdi) Âdem bu mir’âtın (aynanın) ayn-ı cilâsı (cilası gibi) oldu”.
Zîrâ (çünkü) kevn-i câmi’ (varlık topluluğu, kainat) evvelce (ilk önce)
adem-i izâfî (nisbi, göreceli yokluk) ile muttasıf (vasıflanmış) iken,
ba’dehû (daha sonra) vücûd-i izâfî (nisbi, göreceli varlık) ile muttasıf
(vasıflanmış) oldu; ve emr-i vücûdu (varlık emrini) hasr etti. (kuşattı)
Çünkü kevn-i câmi’ (varlık topluluğu, kainat) vücûd-i küllî (tümel vucud,
varlık) ile muttasıftır; (vasıflanmıştır) ve vücûd-i küllî (tümel vücud) ile
muttasıf (vasıflanmış) olan şeyde, a’yânın (hakikatlerin) zuhûru (açığa
çıkması) ve tecellîsi (görünmesi) dahi (de) küllîdir. (tümeldir, toptandır)
Binâenaleyh (bundan dolayı) zât-ı mutlak, (sırf zat) kevn-i câmi’ (varlık
topluluğu, kainat) mazharında (aynasında) taayyün-i küllî (tümel bir
meydana çıkışla) ile müteayyin olmuş (meydana çıkmış, görünmüş,
taayün etmiş) olur.
Suâl: Allah Teâlâ, Zâtı ve Sıfâtı ile ezelîdir. Ve âlem-i insânînin
îcâdından (insanlık aleminin yaratılmasından) evvel, kendi Zâtını ve
Sıfâtını bilir ve görür. Binâenaleyh (bundan dolayı), kendi “ayn”ını
(hakikatini, özünü) müşâhede (görmek) için neden bir mazhara
(görüntü mahâlline) lüzûm görsün?
Cevap: Evet, Hak Teâlâ Hazretleri Zâtı ve Sıfâtı ile ezelîdir
(başlangıcı olmayan eskidir). Ve Zâtını ve Sıfâtını bildiğine ve
gördüğüne şüphe yoktur. Fakat bu biliş ve görüş, kendi Zâtını kendi
Zâtında bilmek ve görmektir. Binâenaleyh (bundan dolayı), kevn-i
câmi’de (varlık topluluğu, kainatda) esmâsı a’yânını müşâhedeye
(isimlerinin hakikatlerini seyretmeye) meşiyyet-i İlâhiyye’si taalluk
etmezden (İlâhi iradesi meydana gelmezden) evvel, Esmâsını ve
Sıfâtını, kendisinin Niseb-i Zâtiyye’si (Zâtî bağıntılarını) ve şuûn-i
gaybiyyesi (bilinmeyen, gizli kalmış fiilleri) olarak müşâhede eder
(seyreder) idi. Bunun için Zâtında muhtefî (gizlenmiş) olan a’yân-ı
esmâsının (isimlerinin hakikatlerinin) ahkâm (hüküm) ve âsârını
(eserlerini) hâriçte vâkı’ (dışarıda olmuş) olan kevn-i câmi’de (varlık
topluluğu, kainatda) müşâhede (seyir) etmek diledi. Zîrâ, bir şeyin
kendi nefsini, bir mazharın (aynanın) tavassutu (aracılığı) olmaksızın,
kendi nefsi ile rü’yeti (görmesi), o şeye âyîne (ayna) gibi olan emr-i
âharda (diğer şeylerde), kendi nefsini rü’yete (kendini görmeye)
benzemez. Gerçi kevn-i câmi’ (varlık topluluğu, kainat) Zât-ı Mutlak’ın
bir mertebe-i tenezzülü ve tecellîsi olmak (daha aşağı mertebelere
inerek açığa çıkması) i’tibâriyle (bakımından), zât-ı Hak (Hakkın Zatı) bu
kevn-i câmi’de (varlık topluluğu, kainatda) dahi (da) a’yân-ı esmâdan
(isimlerin hakikatlerinden) ibâret olan kendi nefsini, mertebe-i
Ahadiyyet’te (Ahadiyet (teklik) mertebesinde) kendi nefsini müşâhede
ettiği (seyir ettiği, gördüğü)) gibi, müşâhede eder (görür). Velâkin,
(ancak) iki müşâhede (görüş) arasında fark vardır. Evvelen, mücmelen
(hûlâsa, öz olarak) rü’yet eder (görür) idi. Kevn-i câmi’ (varlık
topluluğu, kainat) mertebesine tenezzülünde (indiğinde) tafsîlen
(yayılmış, genişletilmiş, teferruatlı olarak) müşâhede eder. İcmâl (öz)
ile tafsîl (detaylı) arasında fark olduğu zâhirdir (aşikârdır).
Misâl: Bir mahbûbe-i devrân (zamanın sevilen kadını) kendisinin
tenâsüb-i endâma (uygun sûrette) ve hüsn (güzellikte) ve cemâle mâlik
(yüze sahip) olduğunu, müddet-i ömründe (ömrü boyunca) âyîneye
(aynaya) bakmamış olsa, yine bilir ve görür. Fakat bu biliş ve görüş,
kendi zâtını, kendi zâtında bilmek ve görmektir ki, ilm-i icmâlî (genel
biliş) ve rü’yet-i icmâlîdir (geneli görmedir). Hiç bakmamış olduğu âyîne
(ayna) kendisine arz olunup (sunulup) bunda muntabı’ (kendi
görüntüsü) olan tenâsüb-i endâmını (uyumlu endamını) ve hüsn ve
cemâlini (yüzünün güzelliğini) müşâhede ettikde (gördüğünde)
kendisinde evvelki ilim (biliş) ve rü’yetten (görüşten) başka bir ilim
(biliş) ve rü’yetin (görüşün) zevkı hâsıl olur (meydana gelir). Ve icmâl
(genel, öz, özet) tafsîle (detaya, teferruata) münkalib (dönüşmüş) olur.
Diğer misâl: Kendisinde ressâmiyyet (ressâmlık) ve hattâtiyyet
(yazıcılık) ve mi’mâriyyet (mimârlık) sıfatları bulunan bir kimse, hiç
resim yapmamış ve yazı yazmamış ve binâ inşâ etmemiş olsa dahi (da),
kendinde bu sıfatlar olduğunu ve bu sıfatlarla berâber zâtını bilir ve
görür; bu icmâldir (özet, genel biliştir). Vaktâki (ne zaman ki) bir resim
levhası yapar ve yazı yazar ve bir binâ inşâ eder, o resim ve yazı
levhalarında ve inşâ ettiği binâda zâtında bi’l-kuvve mündemic olan
(potansiyel olarak saklı bulunan) bu sıfatları tafsîlen (bu nitelikleri açık
ve detaylı olarak) bilmiş ve görmüş olur. Ve bu âsâr (eserler), bu
sıfatların âyînesi mesâbesinde (derecesinde) bulunur. Binâenaleyh
(bundan dolayı) evvelki biliş ve görüş ile sonraki biliş ve görüş arasında
fark zâhir (aşikar) olur.
Ve “emr-i âharda (diğer şeylerde) olan rü’yet”te, (görmede) şeye
(birime şahsa) kendi nefsi, manzûrun-fîh olan (bakmış olduğu) mahallin
(yerin) verdiği bir sûrette (görüntüde) zâhir olur (görülür). Eğer bu
mahallin vücûdu (varlığı) olmasa ve şeyin o mahalle tecellîsi
(etkileşimi) bulunmasa, o şeye sûret zâhir olmaz idi.(o kişinin
görüntüsü açığa çıkmazdı) Ya’nî bâlâdaki (yukarıdaki) misâllerde îzâh
olunduğu üzere, bir kimsenin kendi sûretini temâşâ etmesi
(seyretmesi), ancak âyînenin (aynanın) vücûdu (varlığı) ile mümkin
olur. Çünkü âyîne o kimseye evvelce zâhir olmayan (görünmeyen) bir
sûreti (görüntüyü) ızhâr eder (gösterir). Binâenaleyh (bundan dolayı), o
kimsenin nefsi, o kimseye, manzûrun-fîh olan (bakılan) âyînenin
(aynanın) verdiği bir sûrette (biçimde) zâhir olur (görülür). Ve emr-i
âharda (başka şeylerde) rü’yet-i sûret (görülen biçim) iki şeyden husûle
gelir: Birisi mahall (yer), diğeri nâzırın (bakanın) mahalle (bu yerle)
tecellîsidir (etkileşimidir). Eğer mahall (yer) olan âyîne (ayna)
tamâmiyle musaykal (cilâlı) ve mücellâ (parlak) ise, nâzırın (bakanın)
sûreti onda kemâliyle zâhir (tam mükemmellği ile görünür) olur. Değil
ise nâzıra (bakana) âyînenin (aynanın) isti’dâdı (kabiliyeti) nisbetinde
(ölçüsünde) bir sûret (şekil) görünür. Ve kezâ âyîne muhaddeb (dış
bükey) veyâ muka’ar (çukur) veyâ muhaddebiyyet (tümseklikler) ve
muka’ariyyet (çukurluklar) ile memzûc (karışık) ise, ona mukabil olmak
sûretiyle (karşılık gelecek şekilde) mütecellî olan (tecelli eden, aynadaki
görüntü) nâzıra (seyredene) kendi sûreti (görüntüsü) türlü türlü zâhir
olur (görülür). Gerçi bu âyînelerde (aynalarda) zâhir (görünür) olan
sûret (görüntü) dahi (de) nâzırın (seyredenin) sûretidir (görüntüsüdür).
Velâkin, (ancak) manzûrun-fîh olan (kendisine bakılan) âyînelerde
nâzırın (bakanın) sûretini (görüntüsünü) kemâliyle (tam ve mükemmel)
gösterebilmek isti’dâdı (kabiliyeti) olmadığından, böyle muhtelif
(çeşitli) ve noksan olarak irâe etmiştir (göstermiştir). Binâenaleyh
(bundan dolayı), ihtilâf (farklılık) ve noksan (eksiklik) nâzırın (bakanın)
değil, âyînelerin (aynaların) isti’dâd (yetenek) ve kabiliyyetlerindendir.
Halbuki Hak Teâlâ Hazretleri, âlemin hey’et-i mecmûasını (alemin
tamamını) kendisinde rûh olmayan tâmmü’l-hilka (mükemmel olan) bir
cesedin vücûdu olarak îcâd etmiş idi (yaratmıştı). Binâenaleyh (bundan
dolayı), âlem gayr-i mücellâ (parlak olmayan, mat) bir âyîne (ayna) gibi
idi. Ve âyîne (ayna) gayr-i mücellâ (mat) olunca, bi’t-tabi’ (tabii olarak)
nâzırın (bakanın) sûretini kemâliyle ızhâr edemez (gösteremez). Ve
muhakkak Hak Teâlâ bir mahalli, ancak “nefh-i İlâhî” (İlâhî nefes) ta’bîr
olunan (denilen) rûh-i İlâhîyi (ilahi ruhu) kabûl etmek üzere tesviye etti
ki (düzenledi ki), böyle olması hükm-i İlâhî (İlâhi hüküm) şânındandır.
Rûh-i İlâhîyi (İlâhi ruhu) kabûl etmek için mahallin tesviyesi
(düzenlenmesi) ise, ancak lem-yezel (son bulmaz) ve lâ-yezâl (son
bulmayacak) olan tecellî-i dâim feyzini (Hakk’ın varlığa yönelmesi ve
devamında varlığın mevcudada çıkışı olan devamlı ve kesintisiz olan
akışı, feyz-i Akdes ve feyz-i Mukaddes’in toplamına tecelli-i daim feyzi
denir) kabûl etmek üzere tesviye (düzenlenmiş) olunan sûretten
(şekilden) isti’dâdı (yeteneğin) ızhâr etmekten (açığa çıkarılmasından)
ibârettir. Ya’nî Hak Teâlâ rûhsuz bir cesed gibi âlemi îcâd etti (yarattı).
Halbuki âlem bu halde kalamazdı. Çünkü Hak Teâlâ bir mahalli tesviye
ederse (düzeltir, düzenlerse), mutlaka ona nefh-ı rûh (rûhu üflemek)
için tesviye eder. (düzeltir, düzenler) Hükm-i İlâhî’nin (İlâhî hükmün)
şânı budur. Ve kevn-i câmi’ (varoluşu kapsayacak) olan insandan
mukaddem (önce) sûret-i âlemin tesviyesi (âlem suretinin
düzenlenmesi), ancak bu sûretten isti’dâdı (kabiliyeti) ızhâr etmek
(meydana çıkarmak) içindir. Zîrâ bu sûret lem-yezel (son bulmaz) ve
lâ-yezâl (son bulmayacak) olan tecellî-i dâim feyzini (devamlı gelen
tecellileri) kabûl eder. İşte bu sebeple Hak Teâlâ, sûret-i âlemin rûhu
(âlem suretinin rûhu) olan insanı îcâd eyledi. (yarattı) Nitekim “ve
nefahtü fîhi min rûhî“ ya’nî “ve rûhumdan üfledim” (Hicr, 15/29)
buyurur. Ve nefh-i rûh (üflenen ruh), cemâd (cansız varlıklar) ve nebât
ve hayvan hakkında âmm (genel) ve insan hakkında hâsstır (özeldir). Şu
hâlde tesviye (düzenleme, haszırlama) mahall-i müsevvâda (tesviye
edilmiş, düzeltilerek son şekli verilmiş olan mahalde) kabiliyyetin, ya’nî
zâtî olan (zâta ait) isti’dâd-ı gayr-i mec’ûlün ızhârıdır (gizli kalmış,
bilinmeyen kabiliyetin açığa çıkarılmasıdır). Çünkü eğer mahallin
(yerin) isti’dâd-ı (kabiliyeti) mec’ûl-i vücûdîyi (açığa çıkan varlığı)
kabûle isti’dâd-ı zâtîsi (kendi yeteneği) olmasa idi, feyz-i dâimi (sürekli
gelen feyizleri) kabûl etmeğe müstaid (uygun) olmaz idi.
Misâl: Üzerine kesîf (koyu) bir boya sürülmüş olan bir âyîneye
(aynaya) sûret aksetmez. O boya âyînenin sathından (aynanın
yüzeyinden) silinmeli ve onun sathında cilâ verilmeli ki, içinde sûret
görünebilsin. Kable’l-cilâ (cilâdan önce) onda sûret görünmek isti’dâdı
(yeteneği) yok idi. Ba’de’l-cilâ (cilâdan sonra) bu isti’dâd hâsıl oldu
(meydana geldi). Bu isti’dâd istidâd-ı mec’ûldür (açığa çıkarılmış
istidâttır). Fakat bir tahta parçasına ne kadar cilâ vurulsa onda âyîne
(ayna) gibi suver (sûretler) mün’akis olmaz (yansımaz). Çünkü onda
âyînenin isti’dâd-ı zâtîsi (zati, kendine ait istidâdı) yoktur. Ne kadar
tesviye olunsa (düzeltilse) isti’dâd-ı mec’ûlü tahsîl edip (yetenek açığa
çıkarıp, kazanıp) nâzırın (bakanın) sûretini kabûl edemez. (yansıtamaz)
Diğer misâl: Yeni doğan çocuk tekellüm edemez (konuşamaz).
Velâkin onda tekellüme (konuşmaya) isti’dâd-i zâtî vardır (zati yetenek
vardır). Cismi ânen fe–ânen (gittikçe) büyüyüp tekemmül ettikçe
(geliştikçe) tekellüme (konuşmaya) başlar. Fakat, yeni doğan bir
hayvan ibtidâen (başlangıçta) tekellüm edemediği (konuşamadığı) gibi
ne kadar büyüse ve ona kelâm ta’lîm edilse (konuşma öğretilse)
tekellüm edemez (konuşamaz). Çünkü, kelâma (konuşmaya) isti’dâd-i
zâtîsi (zati kabiliyeti) yoktur. İsti’dâd-ı zâtînin inkişâfı (zâti yeteneğinin
gelişmesi) isti’dâd-ı mec’ûlün husûlüne (kendisindeki var olan
yeteneğinin açığa çıkarılmasına) mütevakkıftır (bağlıdır).
İmdi, mahall-i müsevvâda (düzenlenmiş, tesviye edilmiş mahalde)
feyzi kabûl eden kabilden (kabul ediciden, istidatlı olandan) gayri
(başka), hadd-i îcâddan hâriç (yaradılış sınırları dışında) bir şey bâkî
(daimi) kalmadı; ya’nî âlem taht-ı îcâda dâhil (evren yaratılanlar
zümresine, topluluğuna dahil) oldu ve taht-ı îcâda dâhil olmayan,
ancak kabilin (kabul edicinin, istidatı olanın) vücûdu (varlığı) kaldı. Ve
kabil (kabul edici, istidatı olan) ise ancak Hakk’ın feyz-i akdesinden
vâkı’ (ilahi ilimden ayanı sabiteye olan tecellisinden olmuş) olur. Zîrâ
mahall-i müsevvâda (düzgünleştirilmiş yapılmış mahalde) feyzi kabûl
eden şey, onun ayn-ı sâbitesinde (hakikâtinde, ilmi suretinde) olan
isti’dâd-ı zâtîsidir (zâti istidâdıdır); bu da gayr-i mec’ûldür (ortaya
çıkarılmış değildir); ya’nî taht-ı îcâda dâhil olmuş (yaratılmış) bir şey
değildir. Çünkü bu isti’dâd-ı zâtî (zâti istidâd) Zât-ı Ahadiyyet’te (Ahad
olan Zât’da) mahfî (gizli) olan nisbetin (bağıntının) iktizââtıdır;
(gereğidir) ve bu niseb (bağıntı) Hakk’ın aynıdır. Ve kabilin (kabul
edicinin, istidatı olanın) vücûdu (varlığı) feyz-i akdesten, ya’nî tecellî-i
Zâtîden (Zâti oluşumlardan, görünüb bilinmelerden) hâsıl olur
(meydana gelir). Ya’nî Hak mertebe-i Ahadiyyet’te (Ahadiyet
mertebesinde) kendi Zâtını kendi Zâtıyla bilir ki, Zâtında mahfî (gizli)
bî-nihâye (sonsuz) niseb (bağıntılar) ve şuûnât (keyfiyetler, haller)
mündemictir (içinde saklıdır, kapsanmıştır) ve bunlar zuhûr
talebindedir (meydana çıkmak istemektedirler). Onların bu taleblerini
is’âf (isteklerini yerine getirmek) için, kendi Zâtında, kendi Zâtına, kendi
Zâtı ile tecellî ettikde (tecelli edince) onların sûretleri ilm-i İlâhî’de (İlahi
ilminde) peydâ olur (açığa çıkar). Ve Hakk’ın nefsi bu mertebe-i
Vâhidiyyet’te (Vahidiyet mertebesinde) bu nisebin (bağıntının) suver-i
ilmiyyeleriyle (ilmi sûretleri ile) müteayyin (tayaayün edilmiş, açığa
çıkmış) olur. Binâenaleyh (bundan dolayı), burada îcâd (yaratma)
mevzû’-i bahs (bahse konu) olamaz. Bu mertebe esmânın kesretinden
akdes (isimlerin çokluğundan dolayı mübarek) olduğu için bu tecellî-i
Zâtî’ye (Zâti tecelliye) “feyz-i akdes” (Mübarek ihsan, akış) demişlerdir.
Ve her bir tecellîyi (oluşumu) kabûl edecek bir mahall (yer) lâzımdır ki,
o mahal o feyzin (ihsanın) kabili (kabul edicisi) ve o tecellînin mir’âtıdır
(aynasıdır). Bu tecellî-i Zâtînin mir’âtı (Zâti tecellinin aynası) ve bu
feyz-i akdesin kavâbili (kabul edicisi) a’yân-ı sâbite (değişmez özler,
hakîkatler, ilmi suretler) ve hakayık-ı ilmiyyedir (ilmi hakikâtlerdir). Ve
bu hakayık (hakikâtler) ise, Zât-ı Hakk’ın gayri (Hakk’ın Zâtından başka)
değildir.
Ve yukarıda zikrolunan (adı geçen) merâtib-i sitteden (altı
mertebeden) üçüncüden altıncı mertebeye kadar olan vücûdu-i
mutlakın tenezzülâtı (inişleri), Hakk’ın “feyz-i mukaddes” inden (Ayân-ı
sabitenin (ilmi suretlerin) yeteneklerine göre hariçte ortaya çıkışına
"feyz-i mukaddes" denir. Yani sabit ayn'ların İlâhî ilimle sübût bulması
"feyz-i akdes" sonucu iken, yine onun hariçte sûrî (şeklî) olan
mümkinattaki ortaya çıkışı "feyz-i mukaddes" neticesinde olmaktadır.)
vâkı’ olur (meydana gelir). Ve “feyz-i mukaddes” a’yân-ı sâbite
isti’dâdâtının (âyan-ı sabitedeki şeylerin kabiliyetlerinin) iktizâ ettiği
(gerektirdiği) şeylerin hâriçte zuhûrunun (dışarıda açığa çıkmasının)
mûcib olan (gereği olarak) tecellîyât-ı esmâiyyeden (isimlerin görünür
olması ve biinmesinden) ibârettir. Ve tecelliyât-ı Zâtiyye (Zâti tecelliler)
ve esmâiyye (isimlerin tecellileri) hakkındaki îzâhât ve tafsîlât Fass-ı
Şîsî’de gelecektir. İmdi, mâdemki kavabilin ibtîdâsı (kabul edicinin
evveliyatı) gayr-i mec’ûl (meydana çıkmamış) olan suver-i kevniyyedir
(varlıkların sûretlerdir) ve hakayık-ı İlâhiyye (İlâhî hakikâtler) Zât-ı
Hakk’ın (Hakkın zatının) ve suver-i kevniyye (kevnî sûretler) dahi (de)
hakayık-ı İlâhiyye’nin (İlâhi hakikâtlerin) mir’âtı vâkı’ (aynası) olmuştur
ve bunlar da Hakk’ın tecelliyât-ı Zâtiyye ve esmâiyyesinden (Zat ve
isimlerinin tecellilerinden) ibâret bulunmuştur; şu halde emrin hepsi,
(işlerin tamamının) ibtidâsı (başlangıcı) ve intihâsı (sonu) Hakk’tandır.
Ve emrin kâffesi (işlerin hepsi) ondan ibtidâ ettiği (çıktığı) gibi, yine ona
rücû’ eder. (geri döner) Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “İnnemâ emruhû
izâ erâde şey'en en yekûle lehü kün fe yekûn; * Fe subhânellezî bi
yedihî melekûtu küllî şey'in ve ileyhi turceûn;” ya’nî “Bir şeyi irâde
ettiğinde O’nun emri sadece ona “Ol” demektir. O hemen olur. * O ki
Sûbhan’dır. Herşeyin mülkü ve hükümranlığı elindedir. Ve ona
döndürüleceksiniz” (Yâsin, 36/82-83).
Velhâsıl, (kısaca) Hak Teâlâ Hazretleri, kendi niseb (bağıntı) ve
şuûnâtı (keyfiet ve hallerinden, işlerinden) olan esmâ-i bî-nihâyesinin
(sonsuz sayıdaki isimlerinin) “ayn”larını (tıpkılarını, hakikatlerini)
görmek dilediği vakit, onların suveri mün’akis olabilecek (görüntülerini
aksettirebilecek) âyînenin (aynanın) vücûdu iktizâ etti (varlığı gerekli
oldu) ; bu mir’âta (aynaya) muktezî (gerekli) olan eşyâyı (şeyleri)
tehiyye buyurdu (hazırladı). Mertebe mertebe (basamak basamak)
hazret-i şehâdete (içinde bulunduğumuz âleme) tenezzül etti (indi) ve
âlemi halk eyledi (alemi yarattı). Ve âlem (evren) müstaidd-i cilâ (cilaya
elverişli) bir âyîne (ayna) idi. Onda Âdem’i (İnsanı) îcâd etmekle
(yaratmakla) mir’ât-ı âlemi (âlem aynasını) mücellâ (parlak) kıldı. Zîrâ
Âdem (İnsan) tecellîyât-ı esmâiyyenin (isim tecellilerinin) cümlesini
(hepsini) kabûle müstaiddir (kabul etmeye (mükemmel şekilde
yansıtmaya) müsaittir). Ve âlem-i taayyünâtta (âlemde meydana
gelmiş oluşumlar içinde), onun taayyünü (onun oluşumu) gibi ekmel
(mükemmel) ve akbel (makbûl) bir taayyün (bir oluşum) yoktur. Ve
mazhar-ı Âdem’de müteayyin olan (Âdemin görüntü mahallinde açığa
çıkan, görülen) ancak Hak olduğundan, Hak Teâlâ kendi zâtını mir’ât-ı
Âdem’de (Âdem aynasında) kemâliyle (tam ve mükemmel olarak)
müşâhede buyurur (seyreder). Binâenaleyh (bundan dolayı), Âdem
(İnsan) bi’l-cümle (bütün) merâtibi câmi’dir. (mertebeleri kendinde
toplamıştır) Bu sûrette (bu şekilde) kemâl-i celâ (Cenâb-ı Hakk’ın
kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün) ve isticlâ (isim
ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyünü)
Âdem’in (İnsanın) vücûduyla (varlığıyla) hâsıl olmuş (gerçekleşmiş)
olur.
Ve melâike dahi ıstılâh-ı kavimde “insân-ı kebir” ta’bîr olunan
bu sûretin, ya’nî sûret-i âlemin, ba’zı kuvâsından oldu. Böyle olunca
melâike o sûret için, neş’et-i insâniyyede olan kuvâ-yı rûhâniyye ve
hissiyye gibi oldu. Ve onlardan her bir kuvvet kendi nefsi ile
mahcûbdur, zâtından efdâl görmez. Ve muhakkak kuvâda indillâh
olan her bir mansıb-ı âlî ve menzilet-i refia için kendi zu’munda
ehliyet vardır. Zîrâ onların indinde, Cenâb-ı İlâhîye ve
hakîkatü’l-hakayık cânibine ve bu evsâfı hâmil olan neş’ette kavâbil-i
âlemin kâffesini, a’lâsını, esfelini hasreden tabîat-i külliyyenin iktizâ
ettiği şeye râci’ olan beyninde, cem’iyyet-i ilâhiyye hâsıldır. (2)
Ve melekler de sufilerin terimlerinde “büyük insan” denilen bu
sûretin, yâni âlem sûretinin, bâzı kuvvetleridir. Böylece melekler
alem için, insanın oluşumundaki rûhâni ve hissi güçler/kuvvetler
(melekeler) gibidir. Ve bu kuvvetlerden her biri (her melek) kendisiyle
perdelenmiştir, kendisinden daha faziletlisini görmez. Ve bu
kuvvetler (melekler) Allâh katındaki her yüksek makâm ve mevki için
kendilerinin ehil olduğunu zannederler. Çünkü onlara göre
kendilerinde, “ilahi bir topluluk” bulunmaktadır ki bu topluluk; İlâhî
ve hakîkatlerin hakîkati tarafıyla, âlemdeki yeteneklerinin, yükseğini,
alçağını hepsini kapsayıp kuşatma özelliğini taşıyan tümel tabîatın
gereksinimleriyle alakalı olarak, bu ikisi arasında bulunur. (2)
Ya’nî melâike, (melekler) Evliyâullâhın ıstılâhında, (velilerin
tanımlamasında) “insân-ı kebîr” (büyük insan) ta’bir olunan (denilen)
cism-i âlem sûretinin (maddi alem sûretinin) ba’zı kuvvetlerindendir.
Zîrâ âlem (evren) kendisinden peydâ olan (meydana çıkan) insanın
vücûduyla (varlığıyla) berâber, hey’et-i mecmûasıyla (tamamı ile)
cemî’-i esmâya mazhar (bütün isimlerin görüntü mahalli) olduğu için
sûret-i İlâhiyye üzere mahlûktur (hakkın suretinde yaratılmıştır). Ve
cism-i âlemin (maddi alemin) cüz’i sağîri (küçük bir parçası) bulunan
insan, cemî’-i esmâ-i İlâhiyye mazhar (bütün İlâhi isimlerin görüntü
yeri) olarak onun rûhu mesâbesinde (derecesinde) bulunduğu cihetle
(yönüyle), cismen sağîr (cisim olarak küçük) ve ma’nen kebîrdir (manâ
olarak büyüktür). Çünkü ma’nen âlemi dahi (de) câmî’dir (kapsar). Bu
sebeple Evliyâullah, cisim i’tibâriyle âleme (madde yönüyle aleme)
“insân-ı kebîr” (büyük insan) ve Âdem’e (İnsana) “insân-ı sağîr” (küçük
insan) ve ma’nâ i’tibâriyle âleme (manâ yönüyle aleme) “insân-ı sağîr”
(küçük insan) ve Âdem’e (İnsana) “insân-ı kebîr” (büyük insan) ta’bîr
eder (derler). Ve cismen insân-ı kebîr (maddi olarak büyük insan)
denilen âlemde, kuvve-i elektrikiyye (elektrik gücü), kuvve-i buhâriyye
(buhar gücü), kuvve-i câzibe (çekim gücü) ve kuvve-i ani’l-merkeziyye
(merkezkaç gücü) gibi birçok kuvâ-yı rûhâniyye-i kesîre (çok çeşitli rûhi
güçler) olduğu gibi, onun eczâsından (parçalarından) olan her bir
mahlûkta (yaratılmışta) dahi (da) kuvâ-yı nebâtiyye ve hayvâniyye
(bitkisel ve hayvani güc) ve bunlarda dahi (da) alâ-vechi’t-teselsül
(silsile yoluyla) lâ-yuad ve lâ-yuhsâ (sayısız hesapsız) kuvâ-yı muhtelife
(çeşitli güçler) vardır. Halbuki melâike (melekler) suver-i hissiyye-i
cismiyye (madde bedende duyular, hisler şeklinde) ile kâim (var) olan
kuvânın (güçlerin) ve kuvâ-yı nefsiyye (nefsani gücün) ve kuvâ-yı
akliyye-i kudsiyyenin (kutsi akıl gücünün) ervâhıdır (rûhlarıdır). Bunlar
ahkâm-ı Rabbâniyye (Rabbani hükümleri) ve âsâr-ı İlâhiyyeyi, (İlâhi
eserleri) avâlim-i cismâniyyeye (maddi alemlere) îsâl ederler
(ulaştırırlar). Envâr-ı İlâhiyye (İlâhi nûrlar) ile kavî (donanmış,
desteklenmiş) oldukları için onlara “melek” tesmiye olunmuştur (ismi
verilmiştir). Binâenaleyh (bundan dolayı) melâike (melekler), âlemin
(evrenin) sûretinde mevcûd olan (var olan) kuvvetlerin ba’zısı
(bazılarından) olmuş olur: Şu halde melâike, (melekler) âlemin sûreti
için neş’et-i insâniyyede (insanın yapısında) olan kuvâ-yı rûhâniyye ve
hissiyye (rûhani ve hissi güçler) gibi oldu. Ve insandaki kuvâ-yı
rûhâniyye (rûhani güçler) havâss-i bâtınesidir (iç duyularıdır) ki, onlar
da “kuvve-i hiss-i müşterek” (ortak hissi güçler), “kuvve-i hayâliyye”,
(hayâl gücü) “kuvve-i mütefekkire” (tefekkür, düşünme gücü), “kuvve-i
vâhime” (vehim gücü) ve ”kuvve-i hâfıza”dır (hafıza gücüdür). Ve rûh-i
tabîîsine râci’ (rûhûn yapısıyla alakalı) olan “kuvve-i câzibe” (çekim
gücü), “kuvve-i mâsike” (tutma kuvveti), “kuvve-i hâzime” (muhafaza
gücü), “kuvve-i dâfia” (itme gücü), “kuvve-i münmiyye” (geliştiren
güç), “kuvve-i müvellide” (doğurtucu güç) ve “kuvve-i musavvire”dir
(hayal gücü, tasvir etme gücü). Ve rûh-i hayvânî ve nefsânîsine
(hayvani rûh, ve nefsine) âit olan ilim, hilm, (yumuşak huy), şecâat
(cesaret), adâlet, siyâset, nahvet (kibir, gurur) ve riyâset (baş olma) gibi
kuvvetlerdir.
Kuvâ-yı hissiyye (hissi güçler) dahi (de) havâss-i zâhiresidir (dış
duyulardır) ki, onlar da: “Kuvve-i sâmia” (işitme gücü), “kuvve-i bâsıra”
(görme gücü), kuvve-i şâmme” (koklama gücü), “kuvve-i zâika” (tat
alma gücü) ve “kuvve-i lâmise” (dokunma gücü) denilen beş kuvvetten
ibârettir. Ve bu kuvvetler mahsus (kendilerine tahsis edilmiş) olan
maddiyyâta (maddi şeylere) taalluk eder (ilişirler. bağlanırlar). İşte bu
kuvâ-yı rûhâniyye (rûhani kuvvetler) ve hissiyye (duyular) insanın
bedeninin müdebbir (yöneticisi) olduğu gibi, melâike dahi (de) cism-i
âlemin (âlemin bedeninin) hey’et-i mecmûasını (hepsini) müdebbir
(idare edicisi) bulunduğu için sûret-i âlemin (evrendeki suretlerin)
kuvâ-yı rûhâniyye (rûhi güçleri) ve hissiyyesi (hisleri, duyuları) gibi oldu.
Nitekim Hak Teâlâ “Fel mudebbirâti emrâ“ ya’nî “emri tedbir
edenlere” (emri yerine getirip idare edenlere) (Nâziât, 79/5) buyurur.
Ve Hz. Hayyâm bu rubâîde (dörtlükte) bu hakîkati hulâsaten (kısaca)
beyân eder(açıklar)
Rubai : (Dörtlük)
Hak cihânın cânıdır. Ve cihan hey’et-i mecmûasiyle bir bedendir.
Ervâh-ı melâike ise bu tenin havâss-i bâtıne ve zâhiresidir.
Eflâk ve anâsır ve mevâlîd dahi a’zâ-yı insânî menzilesindedir.
İşte tevhîd ancak budur. Ve bunun gayrisi bütün kesretten ibârettir.
Tercüme : “Hak cihânın (evrenin) cânıdır. Ve cihan (evren)
hey’et-i mecmûasiyle (tamamıyla) bir bedendir. Ervâh-ı melâike
(meleklerin ruhları) ise bu tenin (bedenin) havâss-i bâtıne ve zâhiresidir
(iç ve dış duyularıdır). Eflâk (yıldızlar) ve anâsır (unsurlar, elementler)
ve mevâlîd (mevcutlar) dahi (de) a’zâ-yı insânî menzilesindedir (insanın
organları derecesindedir). İşte tevhîd (birleme) ancak budur. Ve bunun
gayrisi (bundan başkası) bütün (tamamen) kesretten (çokluktan)
ibârettir.”
Ve sûret-i âlemde (aledeki sûretlerde) vâkı’ olan (olmuş olan) her
bir kuvvet kendi nefsiyle mahcûbdur (kendisiyle perdelidir).
Kendisinden efdal (daha iyi, üstün) olan başka bir kuvvet görmez.
Nitekim kuvve-i akliyye (akıl gücü) ile kuvve-i vehmiyye (vehim gücü),
âlem-i insânîde (insan âleminde) saltanat (hükümdarlık) da’vâ (iddiâ)
ederler. Biri diğerine münkad olmaz (boyun eğmez). Zîrâ akıl, kuvve-i
nazariyyesiyle (görüş gücüyle), bi’l cümle (tüm) hakayıkı (hakikâtleri)
gereği gibi idrâk (anladığını) ve ihâta ettiğini (kavradığını) iddiâ eder.
Halbuki İmâm-ı Şâfiî Hazretlerinin şu;
İdrâk-i ukulün nihâyeti ıkâldir düğümdür.
Âlemlerin gâye-i sa’yi şaşkınlıktan ibârettir.
Tercüme : “İdrâk-i ukulün nihâyeti (aklla anlamaya çalışmak
sonunda) ıkâldir (bağ, köstek olur) düğümdür. Ve âlemlerin gâye-i sa’yi
(çalışmasının sonucu) şaşkınlıktan ibârettir.” Beytinde buyurduğu gibi
akıl, idrâk-i hakayıktan (gerçekleri anlamaktan) çok uzaktır. Bununla
berâber herkes kendi aklını beğenir. Çünkü her ferdin aklı kendi
nefsiyle ihticâb etmiştir (perdelenmiştir). Ve kezâ (böylece) vücûd-i
insânîde (insan vücûdunda) akıl vehme ve vehim dahi (de) akla tâbi’
olmak (uymak) istemez. Ve kuvve-i bâsıra (görme gücü) bir şeyin
müşâhedesinde (seyrine) müstağrak (dalıp gitmiş) olduğu vakit, kendi
nefsiyle muhtecib (örtülmüş) olup, o sırada söylenen sözler kuvve-i
sâmiaya (işitme gücüne) te’sîr etmez olur. Ve kuvve-i sâmia (işitme
gücü) bir kelâmın (sözün) istimâ’ında (işitmekle) müstağrak olduğu
vakit (dalıp gittiğinde) dahi, (de) kuvve-i bâsıra (görme gücü)
muhîtindeki eşyânın (etrafındaki şeylerin) zevk-ı temâşâsından
(seyretme zevkinden) mahcûb (perdelenmiş) olur. İşte melâikenin
(meleklerin) hilkat-i Âdem (İnsanın yaradılışı) hakkındaki nizâ’ı
(çekişmeleri) dahi (de) bu hakîkate (gerçeğe) müsteniddir (dayanır). Ve
her bir kuvvet, indillâh (Allah katında) her bir mansıb-ı âlî (yüksek
makam) ve menzilet-i refia (yüksek derece) için kendi zu’munca,
(zannınca) nefsinde ehliyet (kendisinde yeterlilik, yetki) tasavvur
eder.(olduğunu düşünür) Ve kendi nefsinde (kendisinde) gördüğü
kemâl (bu fazilet), gayrin (başkalarının) kemâlini görmeğe hicâb
(perde) olur. Halbuki, hakîkat-i hâl (gerçek durum) böyle değildir. Bu
ancak bir zu’m (zannetme) ve tasavvurdan (düşünceden, kurgudan)
ibârettir. Bunun sebebi budur ki, her bir kuvvet indinde (katında)
Cenâb-ı İlâhî’ye (ilahi tarafa) (ya’nî her bir mevcûd (varlık) için
bilâ-vâsıta (vasıtasız) bir vech-i hâs (ona özgü bir taraf) bulunan ve
hazret-i vâhidiyyetten (vahidiyyet makamından) ibâret olan esmâ ve
sıfât mertebesine) ve hakîkatü’l-hakayık (hakikatlerin hakikati)
cânibine (yönüne) (ya’nî mevcûd (var olan) ve ma’dûm (ve yok olan)
bi’l-cümle hakayık-ı mümkinâtı (olası tüm hakikatleri) câmi’ (kendinde
toplamış) olan hazret-i imkâniyyeye (mümkün olma, olabilirlik, imkan,
olasılık makamına)) ve bu efsâfı (vasıfları) (ya’nî evsâf-ı hakkıyye ve
halkıyyeyi (Hakk’ın ve halkın vasıflarına)) hâmil (sahip) olan neş’et-i
insâniyyede
(insanın yapısında) kavâbil-i âlemin
(âlemin
kabiliyetlerinin) kâffesini (hepsini) (ya’nî rûh-i tabîîye (rûhu kabule)
müstaid (uygun)) olan cesed-i müsevvâyı (tesviye edilmiş bedeni) ve
âlem-i tabîînin (evren mensublarının) unsurî, (hava, su, ateş, toprak)
cemâdî, (cansız olarak bilinen, taş maden) nebâtî, hayvânî ve insânî
bi’l-cümle kavâbilini (tüm istidatlıları)) a’lâsını (ya’nî melâikeyi) ve
esfelini (ya’nî âlem-i cismânî-i unsurîyi (alemin madde olan unsurları))
hasreden (kapsayan) tabîat-i külliyyenin (ya’nî tabâyi’in (tabiatın) aslı
olan harâret (ısı), bürûdet (soğukluk), rutûbet (nemlilik) ve yubûsetin
(kuruluğun)) İktizâ ettiği (gerek duyduğu) şey arasında cem’iyyet-i
İlâhiyye (İlâhi topluluk) vardır. Bu cümleyi îzâh (anlatabilmek) için birâz
tafsîlât i’tâsı (açıklama yapmak) lâzım geldi. Cemi’iyyet-i İlâhiyyeyi
câmi’ (tüm ilahi toplukların hepsinde) olan üç hakikat vardır:
Birincisi: Hazret-i Vâhidiyyettir (çokluğun birliği mertebesi) ki,
esmâ ve sıfât mertebesidir. Ve her bir mevcûda bilâ-vâsıta (vasıtasız)
bu mertebeden bir vech-i hâss (ona özgü taraf) vardır. Zîrâ âlem-i
eksef (en kesif, madde alemi) olan mertebe-i şehâdete (şahadet
âlemine) kadar, bu mertebenin mâ-dûnunda (altında) bulunan her bir
mertebede tekevvün eden (oluşan) herhangi bir mevcûd, (var olan şey)
bu mertebede sâbit (belirlenmiş değişmez) olan bir ismin mazharıdır
(görüntü yeridir). Ve bu isim, o mevcûdun vech-i hâssıdır (ona hasolan
isimdir) ve o mevcûd (varlık) bu ismin zıllidir (gölgesidir). Gölge ile
sâhibi arasında vâsıta (aracı) olmadığı gibi, o mevcûd ile bu isim
arasında da vâsıta (aracı) yoktur.
İkincisi: Hazret-i imkâniyyedir. Bu hazret bi’l-fiil (fiili olarak)
mevcûd olmuş ve bi’l-kuvve (potansiyel olarak) mevcûd (var olan) ve
bi’l-fiil (fiili olarak) ma’dûm bulunmuş (yok durumda) olan bi’l-cümle
hakayık-ı mümkinâtı câmi’dir (olası tüm hakikatleri kapsar). Ve bu öyle
bir vech-i kevnîdir ki (varoluş tarafıdır ki), rubûbiyetten (rablıktan)
temeyyüz edip (farklılaşıp) ubûdiyyetle (kullukla) muttasıf olmuştur
(vasıflanmıştır). Zîrâ, vücûd-i vâhid-i hakîkî (hakikati teklik olan varlık)
vitr (tek) iken, bu hakîkat-i imkâniyye (imkan dahilindeki hakikatler) ile
tecellî etmekle (görünüp, bilinmekle) şef’ (çift) olmuş ve bir vücûd
(varlık) iki görünmüştür. Binâenaleyh (bundan dolayı), hazret-i
imkâniyye (imkanlar mertebesi) bi’l-cümle keserâtın (çoklukların
hepsinin) hakayıkını (hakikatlerini) câmi’dir (kendinde toplamıştır). Ve
hazret-i imkâniyye (imkanlar mertebesi) mertebe-i vâhidiyyete mukabil
(vahidiyet mertebesine karşılık) olduğu ve bi’l-cümle niseb (bağıntı) ve
şuûnâtı (keyfiyet ve halleri, işleri) câmi’ (toplamış) olan vücûd-i vâhidin
(tek varlığın) tenezzülünden (inişinden) başka bir şey olmadığı için
bi’t-tabi’ (tabii olarak) cem’iyyet-i İlâhiyyeyi (İlâhi topluluklara) hâizdir
(sahiptir).
Üçüncüsü: Tabîat-i külliyye (tümel tabiat) mertebesidir. Bu
mertebe hazret-i vâhidiyyet ile hazret-i imkâniyyeyi câmi’dir
(birleştirmiştir). Ve âlem-i maddiyyât (maddi alem) bu mertebenin
taht-ı hîtasındadır (kapsaması altındadır). Binâenaleyh (bundan
dolayı), suver-i âlemde (alemdeki sûretlerde) bir vech ile (bir tarafdan)
müessir (etken) ve bir vech (tarafdan da) ile müteessirdir (edilgendir).
Ulûhiyyet (Uluhiyyet mertebesi) bu tabîat-i külliyyenin (tümel tabiatın)
bâtını (gizli, bilinmeyeni, arka tarafı) ve bu mertebe Ulûhiyyet’in
zâhiridir (önde/açıkta görünen tarafıdır). Zîrâ esmâ-i İlâhiyye’nin (İlâhi
isimlerin) suver-i kesîfesi (yoğun sûretleri, maddi biçimleri) bu âlemde
bu tabîat-i külliyye (tümel tabiat) ile zâhir olur (meydana çıkar). Şu
halde tabîat-i külliyye (tümel tabiat) suver-i Hakkıyye ve halkıyyeyi
(Hak’ka ve halk’a ait sûretleri) câmi’ (toplamış) olan hakîkat-i külliyye-i
İlâhiyye’ dir (ilâhi hakikat topluluğudur). Ve hak ile halk taraflarının
kemâli ile zâhirdir (görülür).
İşte, kuvâ-yı insâniyyeden (insandaki güçlerden) her bir kuvvet ve
sûret-i âlem (evren sûretlerinin) kuvâsının (güçlerinin) ba’zısı
mesâbesinde (derecesinde) olan melâikeden (meleklerden) her bir
melek, kendi indinde (kendisinde), zikrolunan (adı geçen) cem’iyyet-i
selâseyi (üç hakikâti) müşâhede ettiği (gördüğü) için, bu hakayık-ı
selâseye râci’ (üç hakikâtle ilgili) bulunan her bir mansıb-ı âlî (yüksek
makam) ve menzilet-i refîaya (yüksek dereceye) kendi zu’munda
(zannında) ehliyyet (yetki) tasavvur (hayal) eder. Halbuki onun bu
zu’mu (zannı) doğru değildir. Kendisinin cem’iyyet-i selâseyi câmi’
(üçünün hepsini toplamış) olması, kemâlâttan (kemallerden) ancak bir
kemâl-i mahsûsun (kendisine ayrılmış olan bir kemâlin) mazharı
(görüntü yeri) olması sebebiyledir. Ta’bîr-i dîğerle (diğer bir deyişle)
ifâde edelim: Her bir kuvvet bir ismin mazharıdır (açığa çıktığı
mahaldir). Ve isimde iki delâlet (işaret) vardır: Birisi Zât’a, diğeri
kendisinin mevzû’ (konusu) olduğu ma’nâ-yı husûsîye (özel manâya)
âittir. Zât bi’l-cümle (bütün) esmâ ve sıfâtın câmi’i (isim ve sıfatları
kendinde toplamış) olduğundan Zât’a delâleti (işareti) i’tibâriyle
(bakımından) herhangi bir isim alınsa, (hangi isim alınırsa alınsın) onda
cemî’-i esmâ mündemic (bütün isimler dürülü, içkin) bulunur. Ve o isim
bu i’tibâr ile (nedenle) hâiz-i cem’iyyettir (topluluğa sahiptir). Velâkin,
(fakat) onun mazharı (görüntü yeri), ancak kendisinin âyînesi (aynası)
olduğu cihetle (olması bakımından), bu mazharın taayyünü (görüntü
yerinin yapılanması) onda mündemic olan (kapsanmış, saklı, içkin olan)
diğer esmâ ahkâmının (diğer isimlerin hükümlerinin) zuhûruna müsâid
(açığa çıkmasına elverişli) değildir. Ve mevzû olduğu ma’nâ-yı husûsî
i’tibâriyle (konu olduğu özel manâ bakımından) her bir isim diğer
esmâdan (isimlerden) ayrılır. Binâenaleyh (bundan dolayı) bu i’tibâr ile
(bu bakımdan) onda cem’iyyet (topluluk) yoktur. Fakat “Allah” ism-i
câmi’inin mazharı (Allah tümel isminin görüntü yeri) olan İnsân-ı
Kâmil’in taayyünü (yapısı) bi’l-cümle esmâ ahkâmının (bütün esma
hükümlerinin) zuhûruna müsâid (açığa çıkışına elverişli) olduğundan,
zikrolunan (adı geçen) hakayık-ı selâseyi câmi’dir (üç hakikati kendinde
toplamıştır). Zîrâ ism-i câmi’ olan (bütün isimleri kendisinde toplayan)
“Allah” bi’l-cümle (bütün) esmâyı muhît (isimleri kapsamış, kuşatmış)
olan Zât’a delâlet (işaret) eder. Ve bu bahsin tafsîli (açıklaması) Fass-ı
İdrîsî’de gelecektir.
Ve bunu akıl, nazar-ı fikrî tarîkıyla ârif olmaz; belki bu fennin
idrâki, ancak keşf-i İlâhî ile vâkı olur ki, ervâhını kabil olan âlem
sûretlerinin aslı ne olduğu ondan ma’lûm olur (3)
Ve bunu akıl, fikir yürütme yoluyla çözüp anlayamaz ; belki bu
ilmin kavranması, ancak ilâhî keşif ile olur ki, rûhlarını kabûl etme
yeteneğinde olan âlem sûretlerinin aslının ne olduğu ancak böyle
bilinir (3)
Ya’ni, bu tabîat-i külliyye fennini (tümel tabiatın ilimini) akıl,
nazar-ı fikrî tarîki ile (akıl, fikir yürütme yoluyla) bilemez. Bu fennin
idrâki (ilmin anlaşılması) keşf-i İlâhî (İlahi Keşif yoluyla) ile olur. Ve
âlemde (evrende) tekevvün eden (oluşan) nâmütenâhî (sonsuz)
sûretlerin aslı nedir? Ve onlar kendilerinin rûhu olan Esmâ-i
İlâhiyye’nin te’sîrâtını (İlâhi isimlerin etkilerini) ne vech (yön) ile kabûl
ederler? Ve mertebe-i Ahadiyyetten (Sırf Zât mertebesinden) âlem-i
şehâdete (madde alemine) keyfiyyet-i nüzûlleri (inmelerinin esası,
içüzü) nasıldır? Bunlar hep keşf-i İlâhî (İlahi Keşif) ile ma’lûm olur
(bilinir). Nazar-ı fikrî tarîkıyla (akıl yürüterek) akıllarını isti’mâl eden
(kullanan) ehl-i felsefe (felsefeciler), bu hususta hayret içindedirler.
Nitekim, felâsife-i İslâmiyye’den (İslâm felsefecilerinden) olan Ebû Alî
Sînâ, vefâtı zamânında bu tarîk (yol) ile sarf ettiği mesâînin (harcadığı
zamanın) ve icrâ ettiği (yaptığı) tetebbuât (derinlemesine araştırma) ve
tedkîkatın (incelemelerin) boş olduğunu ve hiçbir şey tahsîl edememiş
(elde edememiş) bulunduğunu i’tirâf etmiş ve âtîdeki (aşağıdaki) beyt
ile bu aczini (acizliğini) ikrâr (tastik) etmiştir:
İ’tisâm-ı mahlûkat senin mağfiretindendir
Sen’i vasfedenler sıfatından âciz kaldılar.
Yâ Tevvâb, bize tövbe-i hakîki ihsân et; zîrâ biz beşeriz.
Biz seni Hakk-ı ma’rifetin ile bilemedik.
Tercüme : “İ’tisâm-ı mahlûkat (yaratılmışlara istediklerini
vermek) senin mağfiretindendir (Sen’in rahmnetin ile lütfundandır).
Sen’i vasfedenler (anlatanlar, övenler) sıfatından (özelleklerini
açıklamakta) âciz kaldılar. Yâ Tevvâb, (tövbe edenleri bağışlayan) bize
tövbe-i hakîki ihsân et (hakiki tevbeyi nasip et); zîrâ biz beşeriz
(insanız). Biz seni Hakk-ı ma’rifetin (gerçek hususiyetin ile tanıyamadık)
ile bilemedik.”
Ve felâsifenin (felsefecilerin) nerede hayrete düştükleri tafsîli
(geniş açıklaması) Fass-ı İdrîsî’de gelecektir.
Ma’lûm olsun ki, tabîat-i külliyye (tabiatın bütünü) Ulûhiyyet’in
zâhiriyyeti (açığa çıkışı) olan Hakîkat-i Vâhidedir (Biricik, tek hakikâttir).
Ve yekdiğerine (birbirlerine) zıd birtakım keyfiyyetleri hâiz (esaslara
sahip) olan suver-i tabîiyye (tabiat sûretleri), her mertebede, o
hakîkat-i Vâhideden (tek hakikâtten) zâhir olup (açığa çıkıp)
taayyünât-ı müteaddide ile (çeşitli oluşumları) müteayyin olur
(meydana getirir). Binâenaleyh (bundan dolayı), tabîat ve tabîattan
zâhir olan (meydana çıkan) ecsâm-ı tabîiyyenin (tabat cisimlerinin)
hey’et-i mecmûası (bütün hepsi), hakîkat cihetinden (yönünden) ayn-ı
vâhidedir (tek kaynak) ve taayyün cihetinden (meydana gelişleri
yönünden) uyûn-i kesîredir (çeşitli kaynaktandırar). Ve ayn-ı vâhide
(tek kaytnak) dahi (da) Hakk’ın hakîkati olan ayn-ı Ahadiyye’dir. (Ahad
olan Zât’ıdır) Ve bu suver-i tabîiyye (tabiatta bulunan sûretler) ayn-ı
vâhidenin (tek kaynağın) taayyünât-ı muhtelifesi (çeşitli oluşumları)
olduğu için, sâha-i taayyünâtta (oluşum sahasında) mevcûd olmayan
bir şey, tabîattan zuhûr ettikde (açığa çıktıkça), veyâhut suver-i
mevcûde-i tabîiyyeden (mevdanda olan tabiat sûretlerinden) bir takımı
bozulup ma’dûm (yok) oldukda, o tabîat ne eksilir, ne de ziyâdeleşir
(fazlalaşır) . Ve tabîata müteallık (ilgili) tafsîlât (açıklama) Fass-ı İdrîsî
ile Fass-ı İsevî’de gelecektir.
Ve tabîat-ı külliyye (tümel tabiat) kâffe-i merâtibde (bütün
mertebelerde) suverin mûcidi (sûretlerin var edicisi) olan hakîkatin
zâhiriyyeti (dış görünüşü, görünür tarafı) olduğu cihetle (olması
bakımından), sûretler cismânî, aklî, ilmî, hayâlî, zihnî, nûrî, rûhânî ve
ilâhî olur. Nitekim, hadîs-i sahîhde (sağlam kaynaklı hadîste)
buyrulmuştur: “Muhakkak Allah Teâlâ, Âdem’i sûreti üzerine halk etti
(yarattı). Böyle olunca Allah Teâlâ’nın cenâbına (büyüklüğüne) lâyık
sûret-i İlâhiyye-i nûriyyesi (nurdan ilahi bir sureti) vardır.“ İmdi, ehl-i
hakîkate göre sûretler, ya ulvî (yüksek) veya süflî (aşağı) olur. Ve
ulviyyet (yücelik) dahi (de), hakîkî (gerçek) ve izâfî (göreceli) kısımlarına
ayrılır:
1. Suver-i ulviyye-i hakîkıyye (yüce hakikat suretleri): Mertebe-i
vâhidiyyette müteayyin olan (Vahidiyet mertebesinde aşikar, belli olan)
esmâ-i Rubûbiyye (Rubûbiyet isimlerinin) sûretleridir. Bunların
maddesi ve heyûlâsı (ilk maddesi, cevheri) amâ’-i Rab’dır (Rabbin
amâdaki (ince şeffaf bulut) halidir). Ve bu suverin (sûretlerin) müessiri
(etkileyeni) Zât’ı Ulûhiyyet’in (Uluhiyyet Zâtının) hakîkati olan
Ahadiyyet-i Zâtiyye’dir. (Zâti Ahadiyyettir) Ve mertebe-i vâhidiyyetin
(Vahidiyyet Mertebesinin) hey’et-i mecmûasının (bütün hepsinin)
zâhiriyyeti (dışta görünüşleri) tabîat-i külliyyedir (tümel Tabiattır).
2. Suver-i ulviyye-i izâfiyye (yüce göreceli suretler): Ervâh-ı
aklıyye (akıl ruhu), ervâh-ı müheyyeme, (aşırı sevgi ruhu) ervâh-ı
nefsiyye (nefs ruhu) ve ervâh-ı melâike-i müheyyeme hakayıkının
(Allah’a yakın olan meleklerin hakikâtlerinin rûhi) sûretleridir. Bunların
maddesi nûr-i tecellîdir (Nur oluşumlarıdır).
3. Suver-i sufliyye (en alt tabakadaki suretler): Hakayık-ı
imkâniyye (imkaniye hakikâtler) ile âlem-i ecsâm (cisimler âleminin)
sûretleridir. Hakayık-ı imkâniyye (mümkün hakikâtler) sûretleri hazret-i
imkâniyyede (mümkünat mertebesinde) müteayyin olan (aşikar, belli
olan) niseb-i İlâhiyye’den (İlâhî bağıntılardan) ibârettir ki, Rab ve
merbûb (kul) nisbetleri (bağıntısı) bu mertebede zâhir olur. (açığa
çıkar) Binâenaleyh (bundan dolayı), hazret-i imkâniyye bi’l-cümle
keserâtın (bütün çoklukların) suver-i hakayıkını (hakikât sûretlerini)
câmi’dir (toplamıştır). Ve bunların maddesi amâ’-i merbûbdur. (kul
olan ince şeffaf bulutdur) Amâ-i Rab’de (rab olan ince bulutta)
müteayyin olan (aşikar olan) hakayık-ı ulviyye sûretleri (yüksek hakikat
sûretleri) bu mertebede merbûbiyyetle (kullukla) muttasıf (vasıflanmış)
olur. Ve hazret-i imkâniyye (imkanlar mertebesi) misâl-i mutlak
(kayıtsız hayal) ve misâl-i mukayyed (kayıtlı hayal) ve berzah (geçiş,
ara) âlemlerindeki sûretleri câmi’dir (toplamıştır). Ve bu suver âlem-i
ecsâma (cisimler âlemin sûretlerine) nisbeten ulvîdir (yüksektir,
yücedir). Ve bu sûretlerin maddesi ve heyûlâsı (özü, cevheri) enfâs
(nefesler) ve a’mâl (ameller) ve ahlâk gibi a’râzdır (alemetlerdir).
Binâenaleyh (bundan dolayı) bir kimse şer’a muvâfık (şeriate uygun)
a’mâl-i sâliha îfâ etse (iyi işler yapsa) ve ahlâk-ı hasene (güzel ahlak) ile
muttasıf (vasıflanmış) olsa, bunlar âlem-i berzahda (berzah aleminde)
hûr (hûriler) ve kusûr (kasırlar, köşkler) gibi suver-i cemâliyye (cemâl
sûretleri) ile zâhir olur. (açığa çıkar) Ve a’mâl-i seyyie (kötü işler) ve
ahlâk-ı zemîmeden (beğenilmeyen hal, ahlâk) dahi (da) nâr (ateş) ve
hayyât (yılanlar) ve akarib (akrepler) sûretleri peyda olur. (Mesnevi,
Cilt 2, 958, 1406; Cilt 5. 2211.beyitlere bakınız.(A.A. Konuk)
Âlem-i ecsâmdaki (cisimler âlemindeki) sûretler en sûflî (altta)
olanlardır. Ve bunların maddesi cism-i küldür (tamamen cisimlerdir) ki,
unsuriyyâttan (unsurlardan) ibârettir. Bunların ulvîsi (yükseği) hafîf
olan “nâr” (ateş) ile “havâ”dır. Ve nâr (ateş) ile havâ, ervâh-ı havâiyye
ve nâriyyenin (havaya ve ateşe ait ruhların) maddesidir. Süflîsi sakîl
(altta, olanı ağır) olan ecsâm-ı sulbiyye (katı cisimler) ile mâyi’âttır
(sıvılardır). Ve bunlar suver-i ma’deniyye ve nebâtiyye ve
hayvâniyyenin (maden, bitki hayvan suretlerinin) meddesidir. İşte
“tabiat “ bu sûretlerin kâffesini (hepsini) hâmil (kapsamış) olan bir
hakîkattir. Bir vech (bir yönü) ile fâil (etken etki yapan) ve bir vech (bir
yönü) ile münfaildir (edilgendir). Meselâ tabîatta harâret (ısı), bürûdet
(soğukluk), yubûset (kuruluk) ve rutûbet (nem) vardır. Bu dört şey,
tabîatın gayri (başkası) değildir. Fakat tabîat, harâretle (ısıyla)
yubûsette (kurulukta) ve bürûdetle (soğuklukla) rutûbette (nemde)
fâildir (üzerlerinde etkendir) ve yubûset (kuruluk) ile rutûbet (nem)
sûretlerinde münfaildir (fiili kabul eden, edilgendir). Demek ki, tabîat
bir vech (bir yönü) ile fâil (etki eden, etken) ve bir vech (bir yönü) ile
münfaildir (etkilenen, edilgendir). Te’sîr (etki eden) ve teessürün
(etkilenenin) kâffesi (hepsi) bu misâle (örnekle) kıyâs olunsun.
(karşılaştırılsın).
Ve kendi rûhlarını kabûl eden âlemin suver-i ma’kule ve
mahsüsesi (akıl ve duyu ile idrâk edilebilir sûretleri) âtîdeki (aşağıdaki)
îzâhât dâiresinde (açıklama çerçevesinde) tekevvün eder (oluşur).
Şöyle ki, ervâhın kâffesi (rûhların hepsi) Nûr-i evvel (ilk nûr) olan
“kalem-i a’lâ”nın (yüce kalemin) hakîkâtinde müteayyindir (taayyün
etmiştir, oluşmuştur) Ondan sonra semâvât (göklerin) ve arzın (yerin)
halkından (yaratılmasından) evvel, “levh-i mahfûz”da (ilahi ilimde) o
maânîyi hâmil (manâlara sahip) olan hurûfun (harflerin) kitâbetiyle
(yazılmasıyla) tafsîle gelir (açıklık kazanır). Fakat bu levh-i mahfûzda
mersûm (resmedilmiş) olan suver (sûretler) ve eşkâl (şekiller)
mütebeyyin (açık, aşikar) değildir. Ba’dehû (daha sonra) hubb-i zuhûr
harâreti (aşk, muhabbet ateşinin meydana çıkması) ve haraket-i
şevkıyye-i rûhâniyye (rûhî istek ve arzû ile hareket) inbi’âs etmekle
(doğmasıyla), bu suver (sûretler) ve eşkâl-i gayr-i mütebeyyine (bu
belirgin olmaytan şekiller) kendilerine mahsûs olan âlemlerinde, ya’nî
âlem-i tabâyı’ (tabiat âleminde) ve anasırda (unsurlarında, ana
ögelerinde) tezâhür eder (meydana çıkar). Onların tebeyyün
(belirmesi) ve tezâhürü (meydana çıkması), ya’nî tesviye-i cesedi
(cesedin hazırlanması, düzenlenmesi) tamâm oldukda (tamamlanınca)
bu suver-i cesediyyeyi muzhir olan (bu cesed suretlerini açığa çıkarıcı
olan) rûh-i cemâdîden (madeni ruhtan) sonra rû-i nebâtiyye-yi
nâmiyye (yerden biten bitkilere) sârî olur (sirayet eder). Ba’dehû (daha
sonra), rûh-i hayvâniyye-i müteharrike (hareket eden hayvani ruha) ve
en sonra da vücûh-i mümkînenin (imkan dahilindeki valıkların) etemmi
(en mükemmeli) üzere (olan), zuhûr-i İlâhî (İlahi zuhur) için, rûh-i
insâniyye-i mükemmelenin (mükemmel insani ruha) sereyânı (geçmesi)
vâkı’ olur (gerçekleşir).
MİSÂL: Bir kâtib, ilminde olan maânîye (manâlara) sûret vermek
için kalemini hokkaya batırır. Kalem ucunun mahmûl (yüklenmiş)
olduğu mürekkep, o maânîyi hâmil (manâya sahip) olan hurûfu
(harfleri) hâvîdir (ihtiva eder). Fakat kâtib mürekkep yerine soğan suyu
isti’mâl etse (kullansa) ve bu su ile beyaz kağıt üzerine hurûfâtı
(harfleri) nakşetse (çizse), kâğıt üzerinde eşkâl-i hurûf (harflerin şekli)
mütebeyyin (belirgin) olmaz. Ve bu hurûf (harfler) manâların suveridir
(suretleridir) ve ma’nâlar bu suverin ervâhıdır (suretlerin ruhlarıdır). Ve
bu maânî (manâlar), bu hurûfta (harflerde) ittihâd (birleşme) ve hulûl
(içine girme) olmaksızın mevcûddur. Ba’dehû (daha sonra) bu soğan
suyu ile yazılmış olan hurûf (harfler) harâret-i nâra (hararetli ateşe) arz
olundukda (tutulduğunda), hurâf-i mersûmenin (resmedilmiş harflerin)
rengi kağıdın rengine muhâlif (aykırı) olarak zâhir olmakla (görünür
olmasıyla) karî’ (okuyucu) onları okuyup, o hurûfta (harflerde) zâhir
olan (görülen) ma’nâları anlar.
İmdi ervâhı (ruhları) kabûl eden suver-i âlemin (âlem suretlerin)
aslı bulunan tabîat-i külliyye fenninin (tümel tabiatın ilminin) idrâkı
(anlaşılması) akıl ile değil, keşf-i İlâhî (İlahi keşif) ile mümkin olur. Akıl
ancak kendi nefsini idrâk eder ve ona ancak kendi nefsiyle kendi
nerfsinden aldığı şey münkesif (açılmış, keşf olunmuş) olur. Zîrâ aklın
avâmil (aklın çalıştıranı) ve müessirâtı (tesir edeni) havâsstir
(duyulardır). Akıl, vâsıta-i havâss (duyular aracılığı) ile kendinde
müctemi’ (toplanmış) olan husûsâta (özelliklere) nazaran (göre)
hükmeder (hüküm verir). Bu ise kendi nefsiyle kendi nefsinden aldığı
hükümdür. Bu hükümdeki ihâtanın cüz’iyyeti (kapsanan kısımın
ufaklığı) ise meydandadır. Onun için nazar-ı fikrî tarîkı ile (fikir yürütme
yoluyla) akıllarını isti’mâl eden (kullanan) felâsifenin (felsefeciler,
filozoflar) hakayık-ı eşyâya (şeylerin, eşyanın hakikâtine) ıttılâ’ı (vâkıf
olmaya) şimdiye kadar mümkin olmadığı gibi, bundan sonra da ebeden
(asla) mümkin olamayacaktır. Bunlar Hz. Hayyâm’ın buyurduğu gibi
öküzden süt sağmak gibi abesle (boş şeylerle) iştigaldedirler
(meşgûldürler).
Beyt-i Hayyâm:
Onlar ki, akıl ile sa’y ederler;
Yazık ki, hepsi öküzden süt sağarlar.
Tercüme ve izâh : Onlar ki, akıl ile sa’y ederler; (çalışırlar) yazık
ki, hepsi öküzden süt sağarlar. Libâs-ı belâheti (akılsızlık elbisesini)
giymeleri, ya’nî akıllarını terk edip keşf-i ilâhî ashâbı (ilâhi keşif sahibi)
olan Enbiyâ-i Kirâm’ın (Peygamberlerin) getirdikleri ahkâmı (şartları,
durumu) kabûl ve onlara tâbi’ olmaları, (uymaları) evlâdır (en
münasiptir). Bu tebaiyyet (tâbi oluş) öyle olmalıdır ki, emr-i hakîkâtte
(hakikat hususunda) bugün aklın hükmüyle bir yaprak bile
satmamalıdır. Ya’nî ahkâm-ı Enbiyâyı ihâta-i cüz’iyye (Enbiyanın
getirdiği hükümlerin çok az bir kısmını anlayabilecek kapasite) sâhibi
olan akla tatbîk (akla uydurmaya çalışarak) ile i’tirâzâtta (itirazlarda)
bulunmamalıdır.
Ve keşf-i İlâhî (İlâhi keşif) kevn-i câmi’ (her şeyi kendinde
toplayan varlığın, insanı kamilin) mazharının (görüntü yerinin)
gayrisinde (dışında) vâkı’ olmaz (gerçekleşemez). Bunlar ise Enbiyâ
(aleyhimü’s-selâm) (Allah onlara selâm etsin) ile Hz. Şeyh-i Ekber ve
emsâli (benzeri) (rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn) (Allahü teâlânın rızâsı
onlar üzerine olsun) gibi onların vârisleri (mirasçıları) olan kümmelîndir
(kâmillerdir). Zîrâ, bunlar Allah ism-i câmi’inin (tümel isminin) mazharı
(açığa çıkıp göründüğü yer) oldukları cihetle (yönüyle), Zât-ı Mutlak’ın
(kayıtsız, mutlak Zât’ın) merâtib-i tenezzülâtını (mertebelere inişini)
kendi nefislerinde zevkan (manevi haz ile, bizzat deneyimleyerek)
müşâhede ederler (şahit olurlar, seyrederler). Ve söyledikleri ve
yazdıkları hep kendi müşâhedâd-ı zevkıyyeleridir (müşahade
deneyimlerdir). Ve onlar bu müşâhede (görüş) üzerine bilirler ki,
tabîat-i külliyye (tümel tabiat) Ulûhiyyet’in (Vahdet mertebesinin)
zâhiriyyeti olan (dışa çıkışı, görünürü olan) hakîkat-i vâhidedir (tek bir
hakikâttir). Ve bu da külde sârî (bütüne yayılmış) olan Zât-ı
Ahadiyye’den (Ahad olan Zât’tan) başka bir şey değildir. Bunun için
Hak Teâlâ buyurur: “Ve huvellezî fîs semâi ilâhun ve fîl ardı ilâhun”
ya’nî “Gökteki ilâh da yerdeki ilâh da O’dur” (Zuhruf, 43/84) ve lisânı-ı
Resûliyyeti (peygamberlik lisanı ile) ile de Bir ip sarkıtmış olsanız
Allah’ın üzerine düşerdi” deyip külde (bütüne) Zât-ı Ahadiyye’nin
serayânı (Ahad olan Zât’ın yayılış) hakîkatini duyurur.
İmdi bu mezkûr, “insan” ve “halîfe” tesmiye olundu. Onun
insâniyyetine gelince, onun neş’etinin umûmundan ve hakâyıkın
küllîsini hâsır olduğundan dolayıdır. Ve o, kendisiyle nazar vâkı’ olan
gözden, Hak için gözbebeği menzilesindedir. Ve “basar” ile
muabberün-anh olan odur. İşte bunun için “insan” tesmiye olundu.
Zirâ Hak, onunla halkına nazar eyledi ve onlara rahmet etti. (4)
Şimdi bu bahsedilen, “insan” ve “halîfe” olarak isimlendirildi.
Onun insâniyetine gelince, onun oluşumunun genelliğinden ve
hakîkatlerin tümünü kapsayıp, kuşatmasından dolayıdır. Ve Hakk için
O, kendisiyle bakışın gerçekleştiği gözdeki, gözbebeği derecesindedir.
Ve “görme” (basar) ile anlatılmak istenen odur. İşte bunun için
“insan” olarak isimlendirildi. Çünkü Hakk, onunla yarattıklarına baktı
ve onlara rahmet etti. (4)
Ya’nî kuvây-ı âlemin küllîsini (âlem kuvvetlerinin tamamını)
a’lâsını ve esfelini câmi’ (yükseğini ve alçağını toplamış) olan bu
mezkûra (bahsedilene), ya’nî kevn-i câmi’a (kevni topluluğa), “insan”
tesmiye olundu (insan adı verildi) ki, ism-i aslîdir (asıl ismidir). Ve
“halife” tesmiye olundu (denildi) ki, ism-i lakabîdir (sonradan takılan
adıdır, lakabıdır). Ona “insan” denilmesi, neş’etinin umûmî olmasından
(yapısının genel herşeyi kapsar şekilde olmasından) ve hakayıkın
cümlesini hasr (bütün hakikatleri kapsaması) ve ihâta etmesinden
(kuşatmasından) nâşîdir (dolayıdır). Zirâ, rûhânî, tabîî ve unsurî olan
bi’l-cümle neş’etlerde (işlerde) onun sereyânı (yayılması) olduğu gibi,
ulvî (yüksekte olan) ve suflî (aşağıda olan) kâffe-i hakayıkı hâsırdır
(bütün hakikâtleri içine alır). Âlemde (evrende) hiçbir hakîkat yoktur ki,
onda olmasın. İnsanın zâhirinde (dış görünüşünde) âlemin zâhirinde
(dış görünüşünde) olan ve bâtınında (rûhunda) dahi (da), âlemin
batınında olan her bir şeyin nazîri (benzeri) vardır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) insan, hulâsa-ı mevcûdât (mevcûdatın özü) ve zübde-i
kâinâttır (kâinâtın özetidir). Zirâ âlem (evren), sûret-ı İlâhiyye (ilahi
suret) üzeredir. Ve insan ise o sûretin nümûne-i câmi’idir (tümel
modelidir). Ve bu “kevn-ı câmi’” (tümel oluşum) kendisiyle nazar vâkı’
olan (bakılan) gözün, Hak için, gözbebeği menzilesindedir
(derecesindedir). Ve “basar” (görme) ta’bîr olunan (denilen) dahi, (de)
ancak odur. Ve kuvve-ı bâsıra (görme melekesi) görünen şeylerin
aynını nasıl gözbebeği ile idrâk ederse, Zât-ı Mutlak’ın (kayıtsız, mutlal
Zât’ın) kendi merâtib-ı tenezzülâtının kâffesine (indiği bütün
mertebelerine) olan nazarı (bakışı) dahi (da), bu gözbebeği
mesâbesinde (derecesinde) olan İnsân-ı Kâmil ile vâkı’ olur
(gerçekleşir). Yâ’ni kuvve-ı bâsıranın zevkı (görme melekesinin
deneyimi) olan rü’yet (görüş) gözbebeğinin sûreti (vasıtasıyla) ile vakı’
olduğu (gerçekleştiği) gibi, Hak için zevk-ı rü’yet (görme deneyimi) dahi
(de) İnsân-ı Kâmil’in taayyün-ı sûrîsiyle (meydana çıkmış suretiyle) olur.
Ve insan kuvve-ı bâsırasıyla (insan görme melekesiyle) kendisinin aynı
olan vücûduna (varlığına) nazar ettikde (bakınca) hâsıl olan zevk-ı
rü’yet (görme deneyimi), gayrdan (başkasından) müstefâd (kazanılmış)
olmaz. Belki bu zevk kendi zâtının kendi zâtına verdiği bir zevktan
ibârettir. İşte İnsân-ı Kâmil mazharıyla vâkı’ olan (aynasıyla
gerçekleşen) nazar-ı ilâhî (ilahi bakış) de böyledir. Onun için Hz. Şeyh-i
Ekber (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye’nin iki yüz yirmi birinci bâbında
(bölümünde) şöyle buyurur:
Beyt: ..........................................
Tercüme : “Gayr nerededir? (başkası nerededir?) Ve kevnde
(evrende) bütün “beşer” (insan) tesmiye ettiğin (ismini verdiğin)
vücûdun gayrı (varlıkdan başka) bir şey yoktur. Zîrâ o, aynen ve ilmen
kevnin kâffesine (evrenin hepsini) şâmil olur (içine alan) bir isimdir.
Binâenaleyh (bundan dolayı) sen sûretlerden çıkma!”
İşte insan, Hak için gözün göz bebeği mesâbesinde (derecesinde)
bulunduğundan nâşî (dolayı), “insan” tesmiye olundu (olarak
adlandırıldı) . Zîrâ Hak, İnsân-ı Kâmil ile halkına (yarattıklarına) nazar
etti (baktı) ve onlara rahmet eyledi. Çünkü İnsân-ı Kâmil, âlemin
icâdına (yaratılmasına) ve onun bakâsına (devamlılığına) ve kemâlâtına
(gelişmesine olgunlaşmasına) ezelen (geçmişte) ve ebeden (gelecekte)
dünyâca ve âhiretçe sebeptir.
Mertebe-i ilimdeki sebebiyyetine (İlim mertebesinde sebep
oluşuna) gelince: Hak Teâlâ kendi zâtına zâtıyla tecelli ettiği (belirdiği)
ve cemî’-i sıfâtını (bütün sıfatlarını) ve kemâlâtını Zâtında müşâhede
eylediği (gördüğü) ve onları İnsân-ı Kâmil’in hakîkatinde müşâhede
etmeği (görmeği) murâd ettiği (dilediği) vakit, hazret-i ilmiyyede (ilim
mertebesinde) nev’-i insânînin (insan türünün) hakîkati olan hakîkat-ı
Muhammediyye (Muhammedi hakikat), Hak için, âyîne (ayna)
mesâbesinde (derecesinde) vâkı’(olmuş) oldu . Ve hakayık-ı âlemin
küllîsi (evrendeki hakikatlerin tümü) onun vücûdu (varlığı) ile mevcûd
(var) oldu. Ve bu hakîkat bütün esmâyı câmi’ (tüm isimleri toplamış)
olan “İlâhiyyet” mertebesine tekabül eyledi (karşılık oldu). Ba’dehû
(daha sonra) Hak Teâlâ o hakîkatte bi’l-cümle esmâya (bütün
esmâlara) vücûd-i tafsîlî i’tâ edip (detaylı (çeşitli) vücutlar, varlıklar
verip) a’yân-ı sâbite (ilmi suretler) zâhir oldu (açığa çıktı).
“Ayn”daki (öz’deki, manâdaki) sebebiyyetine gelince “Allah ilk
önce benim nûrumu halk etti” hadîs-i şerîfi mûcibince (gereğince),
nûr-i Muhammedî’den (Muhammedi Nur’dan) ibâret olan Akl-ı Evvel’in
(ilk Akılın) îcâdiyle (yaratılmasıyla), Hak Teâlâ vücûd-i hâricîyi
(dışarıdaki varlıkları) vücûd-i ilmîye (ilmi varlıklara) mutâbık (karşılık
gelecek şekilde) kıldı. Ba’dehû (daha sonra) Akl-ı Evvel’in mütezammın
(içine almış, kapsamış) olduğu mevcûdâd-ı sâire (diğer varlıklar) zuhûra
geldi. (meydana çıktı) Nitekim merâtib-i sitte (altılı mertebe) bahsinde
(konusunda) bâlâda (daha önce) beyân olundu. (açıklandı)
Kemâlât sebebiyyetine gelince, Hak Teâlâ, İnsân-ı Kâmil’in kalbini
tecelliyât-ı Zâtıyye (Zâti oluşumlarına) ve esmâiyyesine (isimlerine)
mir’ât (ayna) kıldı. Evvelen ona (önce ona), ba’dehû (daha sonra) onun
vâsıtasıyla âleme (evrene) tecellî etti . Bu hal, bir âyîneye mün’akis
(aynaya aksetmiş) olan nûrun onun mukabilinde (karşısında) bulunan
diğer bir âyîneye in’ikâsına (aynadaki yansımasına) benzer. Şu hâle
nazaran (göre) esmânın ilimde ve “ayn”daki a’yânı (isimlerin ilimde ve
suretlerdeki durumları) ve onların kemâlâtı ancak İnsân-ı Kâmil
vâsıtasıyla hâsıl oldu (gerçekleşti). Ve insan maksûd-i ûlâ (ilk gaye)
olunca, bi’t-tabi’ (tabii olarak) onun vücûd-i hâricîsi (dıştaki bedeni)
hakayık-ı âlemin (alemin hakikatlerinin) vücûdunu (varlığını) iktizâ eder
(gerektirir). Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak Teâlâ, en son insanı îcâd
(yaratmak) için, evvelen eczâ-yı âlemi (önce âlemin parçalarını) îcâd
etti (yarattı). Nitekim buna işâreten, hadîs-i kudsîde: “Levlâke
levlâk lema halaktü'l eflâk”. Ya’nî “sen olmasa idin yerleri, gökleri
yaratmaz idim” buyruldu. Ve Hz. Mevlâna Celâleddîn Rûmî (r.a.)
Efendimiz, Mesnevî-i Şerîf’lerinin cild-i râbi’inde (dördüncü cildinde)
bu hakîkati şu vech (yön) ile tavzîh buyururlar: (açıklarlar)
Mesnevî: ...............
Tercüme : “Zâhire nazaran (dış görünüşe göre), o dal budak,
meyvenin aslıdır. Velâkin, (fakat) bâtına (içe) nazaran, dal budak
meyve için vücûd (varlık) bulmuştur. Eğer meyve meyl (meyveye
eğilimi) ve ümîdi olmasa idi, bağçevan hiç ağacın kökünü diker miydi?
Böyle olunca o ağaç ma’nâ itibâriyle meyveden doğdu. O meyvenin
tevellüdü (doğumu) her ne kadar sûret i’tibâriyle (yapısı yönüyle)
şecerden (ağaçtan) vâkı’ olmuş ise de, bunun için, o zûfünûn (ilimlerin
sâhibi) olan (S.a.v.) Efendimiz: “Biz öne geçmiş olan sonra gelenleriz”
Ya’nî “Biz sâbıklar (önce) olan âhirleriz” (sonralarız) remzîni (işâretini)
beyân buyurmuştur (bildirmiştir). Ve yine buyurur ki: Vâkıâ (gerçi) ben
sûret i’tibâriyle (şekil bakımından) Âdem’den doğmuşumdur. Velâkin
(ancak) ma’nâ i’tibâriyle ceddin ceddi (ataların atası, ilk yaratılan)
olarak vâki’ olmuşumdur. O meleğin secdesi benim için olmuştur. Ve
benim için yedinci felek üzerine gitmiştir. Fikrin evveli (öncesi),
amelde âhir (fiilde en sonra) geldi. Husûsiyle bir fikir (öyle bir fikir ki)
ki, vasf-ı ezel ola.” (öncesizlik, ilk olma ile vasıflanmıştır).
İşte bu şuhûd-i ezelî (ezeli müşahade) ve îcâd-ı ilmî ve aynî (ilim
ve suretlerin yaratılması) onlara nazardan (bakmaktan) ve onların
üzerine rahmet-i Rahmâniyye-i mücmelenin (kısa ve öz olarak
Rahman’ın rahmetinin) ve rahmet-i Rahîmiyye-i tafsîliyyenin (ayrıntılı
olarak da Rahim’in rahmetinin) ifâzasından (feyzlendirilmesinden)
ibârettir. Zîrâ bi’l-cümle (bütün) kemâlât vücûd üzerine (varlıkğa göre)
mürettebdir (tertib edilmiştir). Ve vücûd (varlık) rahmet-i asliyyedir
(asıl rahmettir) ki, envâ’-ı rahmet (rahmedin çeşitleri) ve dünyevî ve
uhrevî (dünya ve ahiretle ilgili) saâdet hep bu rahmet-i asliyyeye
tâbi’dir (bu asıl rahmete bağlıdır).
İmdi o, ezelî olan insân-ı hâdistir ve ebedî olan neş’e-i dâimdir;
ve câmi’ olan kelime-i fâsıladır. Binâenaleyh, âlem onun vücûduyla
tamâm oldu. Böyle olunca o, âlemden, hâtemden hâtemin fassı
gibidir ki, o, pâdişâhın hazînelerini onunla mühürlediği mahll-i nakş
ve alâmettir. (5)
Şimdi o, ezelî (öncesiz, ilk) olan ancak sonradan ortaya çıkmış
(ezelde takdir olunan ancak sonradan varlık kazanan) İnsândır. Ebedî
olan dâimi (sonsuza kadar devam edecek) oluşumdur; ve ayırıcı bir
tümel kelimedir. (Kelime-i Fasıla : ayırıcı kelime manasına geldiği gibi
ayetlerin son kelimesi veya ayetleri okurken manayı belirginleştirmek
için vurgulanan kelime manasına da geliyor. Burada kastedilen manâsı,
İnsanın Âlem den meydana gelip yine Âlemi toplayarak kuşattığı ikili
durumdur. Halife olan İnsan işte bu vasfı ile Hakkın isim ve sıfatlarını
kendi özel varoluş fırsatıyla diğer varoluşlardan toplayıp ayırır.
Toplayıp ayırdığı bu isim ve sıfatlarla Alem de olmayan isim ve sıfatlara
da mazhar olur.Onları da kendisinde toplayarak Âlem’e açar.Bu
nedenle nebiler Kur’an’da “kelimeler” olarak ifade edilmiştir. Böylece
her bir insan Hak ile halk arasında bir ayırıcı hat ve birleştirici
toplamdır. Hak Âlemde’den onunla ayrılır ve yine Hak Âlem’de onunla
belirir.) Bundan dolayı âlem onun varlığıyla tamâmlanmıştır. Böyle
olunca insan, âlemde, üstünde padişahın nakış ve alameti olan ve
hazinelerini onunla mühürlediği yüzükteki yüzüktaşı gibidir. (5)
Ya’nî kevn-i câmi’ (tümel varlık) olan İnsân-ı Kâmil sûretiyle
(suretiyle) hâdistir (sonradan olmuştur) ve hakîkat-ı rûhiyyesiyle
ezelîdir (ruhi hakikati itibarıyla öncesizdir, ilkdir). Zîrâ (çünkü) suver-i
ilmiyye (ilmi suretler) ilm-i İlâhîdir; (İlahi ilimdir) ve ilim niseb-i
İlâhiyye’den (İlâhi bağıntılardan) bir nisbet (bağıntı) olmak i’tibârıyle
(olması bakımından) Hakk’ın aynıdır ve Hak ise ezelîdir (başlangıcı
olmayandır). Ve hakîkat-ı insâniyye (insanın hakikâti) niseb-i
nâmütenâhiyyeyi câmi’ (sonsuz bağıntıları kendisinde toplamış) olan
Zât-ı Vâhide’ye (tek olan Zât’a) mukabil (karşılık) bulunan âyîne
mesâbesinde (ayna durumunda) olup Zât-ı vâhidenin (tek olan Zât’ın)
cemi’-i merâtibe (bütün mertebelere) tenezzülü (inişi) bu hakîkatle
vâkı’ (olmuş) olduğundan ve cemi’-i merâtip (bütün mertebeler) ise,
Hakk’ın vücûdundan ibâret ve vücûd-i Hak (Hakın vücudu) ise ebedî
bulunduğundan, İnsân-ı Kâmil’in neş’eti (oluşumu) dahi (da) ebedîdir.
Hiçbir mertebede aslâ fenâ-pezîr olmaz (yok olamaz). Ve İnsân-ı Kâmil
bir kelimedir ki, ahkâm-ı vücûb (kesin hükümler) ile ahkâm-ı imkân
(mümkün hükümler) aralarını fasl eder (ayırır). Ve kendisi vücûb (kesin)
ile imkân (mümkün) arasında berzahdır. (aradır, geçiştir) Ve berzah
olarak vâkı’ (olmuş) olan şeyin iki cihete de (tarafta da) birer yüzü
vardır. Binâenaleyh (bundan dolayı) insân-ı kâmil ahkâm-ı vücûb (kesin
hükümler) ile ahkâm-ı imkânı câmi’dir (mümkün hükümleri kendisinde
toplamıştır). Velâkin (ancak), onun berzahiyyeti (ara, geçiş, köprü
olması) tarafeynden (iki taraftan) mümtâz (ayrı) olmak ve kendisinin
ayn-ı zâidesi (kendinde bir fazlalığı) bulunmak sûretiyle (nedeniyle)
değildir. Meselâ kelimenin vücûdu sûretle ma’nâ arasında berzahtır
(geçiştir, köprüdür). Velâkin (ancak), kelimenin vücûdu sûret ve
ma’nâya nazaran (göre) bir ayn-ı zâide değildir. (kendinde bir fazlalık
yoktur) Zîrâ, sûret kelimenin “ayn” (kendisi) olduğu gibi, ma’nâ dahi
(da) o sûretten hâriç değildir. Binâenaleyh (bundan dolayı) kelime,
sûret ve ma’nâyı yekdîğerinden (birbirinden) ayıran bir berzah (geçiş)
olmakla berâber bunlardan ayrı değildir. Ve sûret ve ma’nâdan fazla
olarak bir “ayn”a da (kendine özgü bir şeye de) mâlik (sahip) değildir.
İşte İnsân-ı Kâmil’in vücûdu dahi (da) bu misâle (örnekle) mutâbıktır
(örtüşür).
İmdi Âdem, kaffe-i merâtib-i İlâhiyyeyi câmi’ (bütün ilâhi
mertebeleri toplamış) olduğu ve onun taayyünü (oluşumu) bi’l-cümle
esmâ-i İlâhiyye’nin zuhûruna (bütün İlâhi isimlerin görünmesine, açığa
çıkmasına) müsâid bulunduğu için, âlemin vücûdu Âdem’in vücûduyla
tamâm oldu. Zîrâ Âdem’in (İnsan’ın) vücûdu olmasa idi, âlemin
(evrenin) vücûdu, rûhsuz bir cesed-i müsevvâ (şekillendirilmiş bir
cesed) ve cilâsız bir âyîne (ayna) gibi kalır idi. Binâenaleyh (bundan
dolayı), âlemin (evrenin) Âdem’e (İnsan’a) nisbeti (göre durumu), fass-ı
hâtemin (yüzük taşının) hâteme nisbeti (yüzüğe göre olan durumu)
gibidir. Ve fass-ı hâtem (yüzük taşı) mahall-i nakş ve alâmettir ki (nakış
ve işaret mahallidir ki) pâdişah hazînelerine onunla mühür vurur.
Çünkü yüzükten kasıt nakış ve alamet mahalli olan onun fassı (taşı)
olduğu gibi, âlemden (evrenden) maksûd (kastedilen) dahi (de), melik-i
hakîkînin (hakiki mülk sahibinin) ismi olan “Allah” ism-i câmi’inin (Allah
tümel isminin) mahall-i nakşı bulunan (nakış mahalli olan) İnsân-ı
Kâmil’dir; ve melik-i hakîkî (Hakiki Mülk Sahibi) hazâin-i esmâiyyesini
(isim hazinelerini) bu alâmetle (desenle) hıfz eder (muhafaza altına
alır, korur).
Ma’lûm olsun ki “O insan ezelî olan sonradan meydana gelmiş
ve ebedî olan dâimi oluşumdur” Ya’nî “O insan hâdîs-i ezelî (öncesiz,
ilk sonradan olan) ve ebedî (sonsuz) olan neş’e-i dâimdir” (daimi
oluşdur) ibâresi tahtında (ifadesi altında) azîm (büyük) ma’nâlar vardır.
Bu beyândan (söylemden) insanın, yalnız küre-i arz (dünya) üzerinde
zuhûr eden (ortaya çıkan) insandan ibâret olmadığı açıkça zâhir olur
(görülür) . Zîrâ küre-i arzın (dünyanın) evveli (öncesi) ve âhiri (sonu)
vardır. Binâenaleyh (bundan dolayı) onun üzerinde zuhûr eden (ortaya
çıkan) insanların da evveli (öncesi) ve âhiri (sonu) vardır. Şu halde
küre-i arz (dünya) üzerindeki insanlar hâdis-i ezeli (öncesiz, ilk
sonradan olan) değildir, ebedî olan neş’e-i dâimde (sonu olmayan,
daimi oluş da) değildir. İmdi bu ma’nâyı tevzîh (genişletmek) için bir
mukaddeme (ön bilgi) lâzımdır.
Şöyle ki, vücûd-i Hakk’ın (Hakk’ın vücûdunun) ne evveli (öncesi),
ne de âhiri (sonu) vardır, kadîmdir (öncesi olmayan eskidir)
Binâenaleyh (bundan dolayı), onun sıfât ve esmâsı dahi (da) kadîmdir
(öncesi olmayan eskidir) Ve sıfât ve esmâsının zuhûr-i ahkâm
(hükümlerinin ortaya çıkışı) ve âsârı (eserleri) aslâ ta’tîl (durma,
duraksama) kabûl etmez. Şu halde, Hakk’ın tecellî etmediği bir ân
yoktur. Nitekim, âyet-i kerîmede “külle yevmin huve fî şe’n” ya’nî “O
her an yeni bir iştedir” (Rahmân, 55/29) buyrulur. Hak Teâlâ ezelen ve
ebeden Hâlık’tır, (yaratandır) Rezzâk’tır (rızk verendir), Gaffâr’dır
(bağışlayandır), Mümît’tir (öldürendir), Muhyî’dir (diriltendir) ilh
(v.b.)... Binâenaleyh (bundan dolayı), vücûd kadîm (öncesi olmayan
eski) olduğu gibi, keyfiyyet-i hudûs (sonradan olma hususu) dahi (da)
kadîmdir (öncesi olmayan eski). Ancak efrâd-ı hâdisin (sonradan
olanların) evveli (öncesi) ve âhiri (sonrası) vardır. Ve keyfiyyet-i
hudûsün (sonradan olma hususunun) evveli (öncesi) ve âhiri (sonrası)
yoktur. Ya’nî, Hakk’ın halk etmediği (yaratmadığı) bir ân yoktur. İmdi
fezâ-yı bî nihâye (sonsuz evren) ayn-ı vücûd-i Hak’tır. (Hak vücûdunun
aynıdır) Ve onda bir taraftan tekevvün (oluşan) ve bir taraftan tefessüd
eden (bozulan) kâinât ve zâilât (var edilenler ve yok edilenler) sıfât-ı
hâlıkıyyetin (yaratma vasfının) mazharıdır (görüldüğü yerdir). Ve o
bî-nihâye avâlimin (o sonsuz âlemlerin) üzerinde ezelen (öncesi
olmayan olarak) tekevvün eden (oluşan) insanların efrâdı (fertleri)
hâdistir (sonradan olmadır). Binâenaleyh (bundan dolayı), insan hem
ezelî (öncesi olmayan) ve hem de hâdistir (sonradan olmadır). Ve
efrâd-ı beşer (insan fertleri) ve üzerinde yaşadığı âlemler ecele tâbi’
(ölüme mahkûm) olduğu halde onun bu avâlim-i bî-nihâye (sonsuz
alemler) üzerinde ilâ-mâlâ-nihâye (nihayetsiz son bulmayacak) zuhûru
(meydana çıkışları) onun neş’e-i dâim-i ebedî (oluşumunun devamlı ve
sonsuz) olduğunu gösterir. Ve “neş’e” (oluş) “hâdis olmak” (sonradan
olma) ma’nâsındadır. Bu cümlenin vâzıhan (aşikar) ma’nâsı: İmdi o,
hâdis-i ezelî (ezeli sonradan olan) ve hâdis-i dâim-i ebedî (sonsuza
kadar sonradan olmaya devam edecek) olan insandır” demek olur. Şu
halde insan, kadîm olan (eskiden beri olmuş olan) Hakk’ın varlığında
ezelden (öncesi olmaksızın) ebede (sonsuza) kadar mevcûddur. (vardır)
Yukarıdaki şerh (açılım, açıklama) şurrâh-ı kirâmın (şerh eden ulu
zatların) verdikleri ma’nâya göredir. Ve bu zevât-ı kirâm (büyük zatlar),
insanın hudûsü (hadis, sonradan olma konusunun) ancak (sadece)
küre-i arza (dünya’ya) inhisâr ettiği (mahsus olduğu) ve âlem-i şehâdet
(şahitlik aleminin) ancak bizim âlemimiz olduğu mülâhazasıyla
(düşüncesiyle) bu yolda şerh etmişler (açıklamışlardır) ve İnsân-ı Kâmil
sûretiyle hâdis (suretiyle sonradan olma) ve hakîkat-i rûhiyyesiyle
ezelîdir (rûhi hakikatiyle ezelidir) demişlerdir. Vâkıâ (gerçi) bu beyân
(açıklama) dahi (da) doğrudur; fakat efrâd-ı insâniyyeye (insan
fertlerine) nazaran doğrudur. Zîrâ, henüz âlem-i sûrette (suretler
aleminde) zâhir olmayan (meydana çıkmayan) her bir ferdin bir
hakîkat-i rûhiyyesi (rûhi hakikati) vardır. Fakat “insan” mefhûmunun
(kavramının) âlem-i sûrette (suret âleminde) ezelden beri mevcûd
olmadığı mülâhazası (düşüncesi) darlıktır. Zîrâ âlem-i sûret (suret
alemi) ef’âl-i İlâhiyye’nin (ilahi fiillerin) meclâsıdır.(aynasıdır) Ve ef’âl-i
İlâhiyye’nin (İlahi fiillerinin) ezelen ve ebeden ta’tîli (geçmişte ve
gelecekte duraksaması) câiz (geçerli) değildir. Binâenaleyh (bundan
dolayı) bizim âlemimiz (evrenimiz) yok iken, fezâ-yı bî-nihâyede (sonsuz
evrende) başka âlemlerde insan sûretleri var idi. Bunun delîli
mukaddemede (giriş kısmında) îzâh olunduğu üzere “Ve min âyâtihî
hálkus semâvâti vel ardı ve mâ besse fîhimâ min dâbbeh” ya’nî
“Gökleri ve yeri yaratması ve orada hayvanları/yürüyen canlıları
çoğaltıp yayması O’nun âyetlerindendir (Şûrâ, 42/29) âyet-i
kerîmesidir. Hak Teâlâ yerde ve göklerde “dâbbe” (hayvan/yürüyen
canlı) cinsinden olan mahlûkatı neşrettiğini (yaydığını, dağıttığını)
beyân buyuruyor (açıklıyor). Ve “dabbe” (hayvan/yürüyen canlı)
insanın sûretinde de şâmildir (vardır). Nitekim âyet-i kerîmede, sûre-i
Enfâl’ de “İnne şerred devâbbi indallâhis summul bukmullezîne lâ
ya’kılûn.“ yâni “Muhakkak ki, Allah indinde dabbelerin en şerlisi
akılsız olan sağır ve dilsizlerdir” (Enfâl, 8/22) “kör ve sağır ve akılsız
olan “dabbelerin (hayvanların/yürüyen canlıların) şerlisi” (kötüsü,
fesadı) insan olduğu meydandadır. Ve kezâ diğer bir âyet-i kerîmede
de “İnne şerred devâbbi indallâhillezîne keferû fe hum lâ yu'minûn”
yâni “Allah indinde devâbbın en şerlisi, muhakkak kâfirlerdir, artık
onlar imân etmezler” (Enfâl 8/55) buyrulur. “Ve küfreden ve îmân
etmeyen “devâbb” (hayvan/yürüyen canlı) ise ancak insandır.” Esâsen
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber Hazretleri Fütûhât’ın 367. bâbında (bölümünde)
keyfiyyet-i hilkatin (yaratma hususunun) ezelî ve ebedî olduğunu
beyân buyururlar. Nitekim, âtîde (gelecekde) kıyâmet-i kübrâ (büyük
kıyâmet) bahsinde tafsîl olunacaktır (açıklanacaktır). Ve Cenâb-ı
Mevlâna Celâleddîn Rûmî efendimiz dahi (de) Mesnevî-Şerîf’in üçüncü
cildinde Dekükî kıssasında (hikayesinde) vâkı’ (geçen) ............ beyt-i
şerîfinin ikinci mısra’sında bu ma’nâya işâret buyururlar ki, fakîr
Mesnev-î Şerîf’e olan şerh-i âcîzânemde (acizane şerhimde) bu
ma’nâyı îzâh ettim. Burada zikr (tekrarlamak) uzun olur.
Ve bu ecilden ona “halîfe” tesmiye eyledi. Zîrâ mühür hazâini
hıfz eylediği gibi, halkını onunla hâfızdır. İmdi pâdişâhın mührü
onların üzerinde bulundukça, onların fethine bir kimse cesâret
etmez. Ancak onun izniyle açar. Böyle olunca, âlemin hıfzında onu
istihlâf etti. Binâenaleyh kendisinde İnsân-ı Kâmil mevcûd oldukça,
âlem mahfûz olmaktan zâil olmaz. Onu görmez misin ki, hizâne-i
dünyâdan zâil olup fekk olunsa Hak Teâlâ’nın onda ihtizân edeceği
bir şey kalmaz. Ve zâhir ve bâtındır* onda olan şey çıkar ve ba’zısına
iltihâk eder. Ve emr âhirette intikal eyler. Şu halde hizâne-i âhiret
üzerine hatm-i ebedî ile hatm oldu. (6)
Ve bu sebep yüzünden ona “halîfe” ismini verdi. Çünkü, mühür
hazîneleri nasıl muhafaza ederse, O da yarattıklarını onunla (mühür
gibi olan halife ile) korur. Şimdi pâdişâhın mührü onların üzerinde
bulundukça, onları açmaya kimse cesâret etmez. Ancak onun izniyle
açar. Böylelikle, âlemin muhafazasında onu kendine halife yaptı.
Bundan dolayı kendisinde İnsan-ı Kâmil mevcût oldukça, âlem daima
korunmuş olacaktır. Görmez misin ki, dünyâ hazînelerinin mühürü
olan İnsan-ı Kâmil bu dünyadan ayrılıp da mühür bozulacak olsa, Hak
Teâlâ’nın onda muhafaza edeceği bir şey kalmaz. Ve onda olan açık
ve gizli* her ne varsa ortaya dökülür ve birbirlerine karışır. Ve iş
âhirete intikal varır (kıyametin kopması). Bu kez de âhiret hazîneleri
İnsan-ı Kâmilin ahirete intikal eden varlığı ile ebedîyen mühürlenmiş
olur.(6)
*Yukarıdaki koyu siyah yazılar Füsusu’l Hikemin başka transkripsiyonlarında Avni Konuk Beyin
transkripsiyonundan farklı şekilde olan veya ilave olarak yer alan kısımlardır. A.Konuk Bey’in
nüshasında yer almayan bu kısımlar, bir arada görülebilmeleri maksadıyla konulmuştur.
Ya’nî İnsan-ı Kâmil kâffe-i esmâyı câmî’ (bütün isimleri kendinde
toplamış) olan “Allah” isminin mazharı (görüntü mahalli) olduğu
ecilden (olması sebebiyle) Hak Teâlâ Hazretleri ona “halife” tesmiye
eyledi (olarak isimlendirdi) . Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de melâikeye
(meleklere) hitâben “innî câilun fîl ardı halîfeh” ya’nî “muhakkak Ben
yeryüzünde bir halîfe kılacağım” (Bakara, 2/30) buyrulmuştur. Zîrâ
kilitlerin üzerine mevzû’ (konulmuş) mühür mumu üstüne basılan
mühür ile hazîneler hıfz edildiği (korunulduğu) gibi, Hak Teâlâ dahi,
(da) kendisinin mezâhir-i esmâiyyesi (isimlerinin görünüm mahalleri
durumunda) bulunan halkını (yarattıklarını) İnsân-ı Kâmil’in vücûdu
(varlığı) ile hıfz eder (korur). Zîrâ envâ’-ı mevcûdâd sûretlerinin (varlık
çeşitlerinin, türlerinin) bakası (devamlılığı), hazanin-i Ulûhiyyet’ten
(Uluhiyet’in hazinelerinden), ânen-fe-ânen (sürekli olarak) onlara vâsıl
olan (erişen) atâyâ-yı esmâiyye (isim bağışları) ile vâkı’ olur
(gerçekleşir). Eğer bu tecelliyât (oluşumlar) kesilse, suver-i âlem
(alemdeki suretler) bir anda buz gibi eriyip mahv u nâ-bûd (bozulur yok
olur) olur. Nitekim Hak Teâlâ Kurân-ı Kerîm’de “Ve in min şey’in illâ
indenâ hazâinuhu ve mâ nunezziluhû illâ bi kaderin ma’lûm“ ya’nî
“Hiçbirşey yoktur ki hazîneleri bizim yanımızda olmasın. Onu ma’lûm
bir kader ile indiririz” (Hicr, 15/21) buyurur. Ve bu sûverin (suretlerin)
baka-yı kemâlât ve âsârına (kemalat ve eserlerinin devamlılığına)
sebep olan atâyâ-yı İlâhiyye (İlahi bağışlar) evvelen (ilk önce)
vâhidü’z-zamân (zamanın tek insanı) olan İnsân-ı Kâmil’in mirât-ı
kalbine (kalp aynasına) nâzil olup (inip) ba’dehû (daha sonra) onun
kalbinden âleme in’ikâs (yansıma) sûretiyle tevzi’ olunur (dağıtılır,
yayılır). Ve padişâh-ı hakîkinin (hakiki padişahın) izni olmadıkça, İnsân-ı
Kâmil’in hıfz ettiği (koruduğu) hazâinin serâirine (hazinenin sırlarına)
kimse muttali’ (vakıf) olamaz; ve hazâin-i İlâhiyye’nin (İlahi hazinelerin)
tasarrufuna (idaresine ve kullanımına) kimse ictisâr (cesaret) edemez.
Ve “illâ bi iznihi” deki (“onun izni olmadan” sözündeki) zamîrin İnsân-ı
Kâmil’e râci olmak (dönük olması da) dahi (da) câizdir (uygundur,
geçerlidir). Bu sûrette ma’nâ: (Bu durumda manâ) “Allah ism-i
câmi’inin mazharı (Allah tümel isminin görüntü mahalli) olan İnsân-ı
Kâmil’in izni olmadıkça menba’-ı atâyâ-yı İlâhiyye (İlahi bağışların
kaynağı) olan hazâinde (hazinelerde) hiçbir kimse tasarrufa (idareye,
kullanmaya) mücâseret (cesaret) edemez, demek olur. Ve İnsân-ı
Kâmil’in hazâin-i İlâhiyye’de (İlahi hazineleri) tasarrufu (idaresi ve
kullanması) bi’l-asâle (asaletten, asıl olarak) değil, bi’l-hilâfedir (halife,
vekil olarakdır). Çünkü Hak Teâlâ âlemin hıfzı (muhafazası) hususunda
İnsân-ı Kâmil’i istihlâf etti (halife, vekil yaptı). Binâenaleyh (bundan
dolayı) âlemde İnsân-ı Kâmil mevcûd oldukça, o âlem dâimâ mahfûz
(korunmuş, gözetilmiş) kalır.
Sen görmez misin ki, ism-i zâhir’in mazharı (Zâhir isminin görüntü
yeri) olan bu âlemi kesîf-i (madde alemi olan) dünyâda Hakk’ın zuhûr
(meydana çıkması) ve ızhârı (meydana çıkarması) ve celâ (Cenâb-ı
Hakk’ın kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün) ve
isticlâsı (isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan
taayyünü), son derece kemâle geldikten sonra, İnsân-ı Kâmil’in vücûdu
zâil (yok olup, gider) ve onun mühr-i vücûdu (mühür olan varlığı)
hizâne-i dünyâdan (dünya hazinelerden) fekk (bozulup, yok) olunduğu
vakit, artık hizâne-i dünyâda (dünya hazinelerinde) hıfz edecek
(korunacak) bir şey kalmaz. Zîrâ (çünkü) suver-i zâhire (görünen
suretler) bozulup harâp olur. Ve ism-i zâhirin ahkâmı (Zâhir isminin
hükümleri) ism-i Bâtın’ın (Bâtın isminin) kabzasına (pençesine) intikal
eyler (geçer). Ve âlem-i kesîf-i dünyada (madde alemi olan dünyada)
mevcûd olan cemâd (madenler, maddeler) ve hayvân ve insân ve cinn
ve semâvâtta (göklerde) olan melâike (melekler) âlem-i âhirete (ahiret
alemine) hurûc eder (çıkar, yükselir) ve âlemde cem’ olur (toplanır).
Nitekim Hak Teâlâ Ve izel vuhûşu huşiret” yâni “vahşiler toplandığı
zaman” (Tekvîr, 81/5) buyurur. Ve haşr (bir yere toplanma, biraraya
gelme) ise her bir şey hakkında umûmîdir (geneldir). Binâenaleyh
(bundan dolayı) âlemden hurûc eden (çıkan, yükselen) şeylerin ba’zısı
ba’zısına iltihâk eder (karışır, katılır, bitişir). Ya’nî fürûât (neticede)
kendi asıllarına mülhak (eklenmiş, katılmış) olur. Şu halde cemâd ve
nebât ve hayvân, toprağa; ve insân ve cinn ise, kendilerinde vâkı’ olan
(oluşan) galebeye (üstün gelen, öne çıkan şeye) göre cüz’-i nârîleri
(ateşten olan parçaları, kısımları) şeytandan ibâret olan nâra (ateşe),
ve cüz’-i nûrîleri (nurdan olan parçaları, kısımları da) dahi (da)
melekten ibâret olan nûra iltihâk eder (katılır, karışır). Ba’dehû (daha
sonra) nûr İnsân-ı Kâmil’e iltihâk edip (katılıp, karışıp) âlem-i nûrânîde
(nûrani âlemde) onun hakîkat-i hatmiyyesi (mührünün hakikati) zâhir
olur (açığa çıkar). Ve İnsân-ı Kâmil mazharıyle (aynasıyla) emr-i zuhûr
(görünen, açığa çıkmış hususların) âhirete intikal etmekle (geçmesiyle),
İnsân-ı Kâmil nûruyla, âlem-i nûrî hizânesinin; (nûrani alem
hazinelerinin) ve nârıyla da (ateşiyle de) âlem-i nârı hizânesinin (ateş
âlemi hazinelerinin), âlem-i âhirete (Ahiret aleminde) üzerine hatm-i
ebedî (üzerlerine ebedi mühürü) ile mührü olur. Zîrâ İnsân-ı Kâmil
melek ve şeytanı câmi’dir (kendinde toplamıştır). Şu kadar ki, şeytan
onda tasarruf edemez (idarecilik, kullanma yapamaz); belki o şeytanda
tasarruf eder. Velâkin insân-ı nâkısta (kâmil olmayan insanda) şeytan
mutasarrıftır (idare edicidir, tasarruf edendir). Onun için insân-ı nâkısta
(noksan insanda) şeytâniyyet gâlib (üstün) olunca âhirete intikalinde
(girdiğinde) asl-ı şeytan olan nâra (ateşe) mülhak olur (katılır). Ve
şeytan, mazhar-ı Celâl’dir. (Celâl isminin görüntü mahallidir) Âhirette
tecelliyât-ı Celâliyyenin (Celâli tecellilerin, oluşumların) mahalli (yeri)
ise cehennemdir. Ve tecelliyât-ı Celâliyye (Celali tecelliler, oluşumlar)
elemi (ızdırabı) iktizâ eder (gerektirir). Ve eğer nûriyyet gâlib (nurlu
taraf üstün) olursa âhirete intikalinde (geçtiğinde) asl-ı melek (meleğin
aslı olan) nûra mülhak olur. (katılır) Nitekim Hz. Mevlâna Celâleddîn
Rûmî (r.a.) efendimiz Mesnevî-i Şerîf’lerinde buyururlar:
Mesnevî: .....................
Tercüme : “Diğer bir hamlede beşer (insan) mertebesinden
ölürüm, melâike mertebesinden kanat ve baş çıkartmak için.”
Ve nûr, mazhar-ı Cemâl’dir. (Cemâl isminin çıktığı yerdir) Âhirette
tecelliyyât-ı Cemâliyye’nin (Cemâli tecellilerin, oluşumların) mahalli
(yeri) ise cennettir. Ve tecelliyât-ı Cemâliyye (Cemâli tecelliler,
oluşumlar) lezzeti iktizâ eder (gerektirir). Ve neş’et-i uhreviyyede
(ahirette) bunların mahalli (yerleri) ayrı olduğu halde, neş’et-i
dünyeviyyede (dünya hayatında) müttehiddir (bir aradadırlar).
Binâenaleyh (bundan dolayı) gerek mü’min ve gerek kâfir bu âlemde
(müminlerin de kafirlerin de bu alemde) tecelliyyât-ı Cemâliyye ve
Celâliyyeden (Cemâli ve Celâli tecellilerden) nasîbe-dârdır (nasipleri
vardır).
İşte İnsân-ı Kâmil, hizâne-i dünyâ üzerine (dünya hazineleri
üzerine) hatm-i muvakkat ile (belirlenmiş bir zamanda sona ermek
üzere, mühür) ve hizâne-i âhiret üzerinde de (ahîretin hazineleri
üzerine de) hatm-i ebedî (sonsuzluk mührü) ile hatmolur (mühür olur).
Zîrâ (çünkü) onun hatmiyyeti, (mühürleme süresi) neş’etin
(mühürlediği yerin, oluşumun) muvakkatiyyeti (geçiciliğine) ve
ebediyyetine (sonsuzluğuna) tâbi’dir. (bağlıdır)
İmdi sûret-i İlâhiyye’de olan esmânın kâffesi bu neş’et-i
insâniyyede zâhir oldu. Böyle olunca onun rütbesi bu vücûd ile
ihâtayı ve cem’i hâiz oldu. Ve Allah Teâlâ’nın hücceti melâike üzerine,
onunla kaim oldu. İmdi tehaffuz et! Muhakkak Allah Teâlâ sana,
senin gayrin ile va’z etti. Ve nazar et! Üzerine itâb vârid olan kimseye
nereden itâb vârid oldu? (7)
Şimdi ilâhi sûretlerde olan isimlerin hepsi bu insan oluşumunda
açığa çıkıp görünür oldu. Böyle olunca onun rütbesi bu varlığı ile
herşeyi kuşatıcı ve kendinde toplayıcı mertebeye erişti. Ve Allah
Teâlâ’nın meleklere gösterdiği delil onunla gerçekleşti. Şimdi uyanık
ve dikkatli ol! Muhakkak Allah Teâlâ sana, senden başkasıyla örnek
vererek nasihat ediyor, Ve iyi bak! Üzerine azarlama gelen kimseye
azarlama nereden (niçin) geldi? (7)
Ya’nî İnsân-ı Kâmil, melik-i hakîkînin (hakiki padişahın, mülkün
sahibinin) hazâin-i esmâiyyesi (isim hazineleri) üzerine mevzû’ mührü
(bahsi geçen mühür) mesâbesinde (derecesinde) ve ism-i câmi’in
(tümel ismin, Allah isminin) mahall-i nakşı (nakış mahalli, işlendiği
mahal) olduğundan, sûret-i İlâhiyye’de (ilahi suretlerde) mevcûd olan
esmânın küllîsi (var olan isimlerin tamamı) bu neş’et-i insâniyyede (bu
insani oluşumda) zâhir oldu (ortaya çıktı). Zîrâ padişâhın hâteminde
menkuş (mühründe işlenmiş) olan isim görülünce, bu hâtemden
(mühürden) o pâdişâhın bi’l-cümle sıfât ve esmâsına (bütün sıfat ve
isimleri) intikal olunur (anlaşılır). Binâenaleyh (bundan dolayı) o
hâtemde (mühürde) pâdişâhın sûretinde mevcûd olan esmânın kâffesi
(isimlerin hepsi) zâhir olur (görünür, açığa çıkar). Ve hâtem (mühür)
sûret-i cismâniyyesi (cismani şekli) i’tibârıyle (bakımından) her ne
kadar bir cirm-i sağîr (küçük bir cisim) ise de, onun ma’nâsı pâdişâhın
kuvve-i kahiresini (kahredici, üstün kuvvetini) ve saltanatını ihtâr
ettiğinden (hatırlattığından) kimse onu fekke (bozmaya) cür’et
edemez. İşte dünyâda hatm-i muvakkat (geçici mühür) ve âhirette
hatm-i ebedi (kalıcı mühür) ile hatm olan (mühür olan) İnsân-ı Kâmil’in
neş’eti (oluşumu) dahi (da) böyledir. Binâenaleyh (bundan dolayı)
İnsân-ı Kâmil’in rütbesi bu vücûd-i aynî ve unsurîsi (varlığının maddesel
ve manasal boyutu) ile, bi’l-cümle esmânın (bütün isimlerin) ihâtasını
(kuşatıp kapsanmasını) ve Zât-ı Mutlak’ın cemî’-i merâtib-i (Mutlak
Zatın bütün mertebelere) tenezzülâtını hâiz (inişleri içerir) oldu. Ve bu
ihâta (kuşatma, kapsam) ve cem’iyyet (topluluk) hasebiyle (sebebiyle)
Allah Teâlâ’nın hüccet-i melâike üzerine (meleklere sunduğu delil)
onunla kaim (var) oldu. Zîrâ “Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî
câilun fîl ardı halîfeh” ya’nî “Ve Rabbin meleklere: “Muhakkak ki Ben
yeryüzünde bir halife kılacağım” demişti.” (Bakara, 2/30) âyet-i
kerîmesinde beyan buyurulduğu (bildirildiği) üzere, Hakk Teâlâ
yeryüzünde halîfe ittihâz buyuracağını (edineceğini) melâikeye haber
verdi. Melâike dahi (de) “Ya Rabbî yeryüzünde fesâd (bozgunculuk,
karıştırıcılık, fenalık) eden ve kan döken kimseyi nasıl halîfe ittihâz
buyuracaksın? (edineceksin) Halbuki biz sana tesbîh (zikir) ve tahmîd
(hamd) ederiz ve seni takdîs (tenzîh) eyleriz” dediler. Halbuki
melâikede bu cem’iyyet (topluluk) ve ihâta (kuşatma) bulunmayıp
onlar Hakk’ı, mazhar oldukları (aynası olukları) esmâ-i hâssa
(kendilerine tahsis edilmiş, kendilerine has isim) dâiresinde (sınırları
içerisinde) tenzîh ve takdîs ettikleri (Allah`ı her çeşit kusur, noksan ve
ortaklıktan uzak bilip söyledikleri) ve ona bu esmâ dairesinde (bu imin
sınırları içerisinde) tahmîd (hamd) eyledikleri cihetle (etmeleri
yönünden), esmâ-i sâire (diğer isimler, esmalar) ile Hakk’ı n tenzîh ve
takdîs (her çeşit kusur, noksan ve ortaklıktan uzak bilip söylemek ve
mukaddes kılmak) ve tahmîdinden (hamd etmekten) bî-haber
(habersiz) idiler. Vaktâki (gerçi) Hak Teâlâ’nın: “yâ âdemu enbi’hum bi
esmâihim” ya’nî “Ey Âdem! Bunları onlara, isimleriyle haber ver“
(Bakara, 2/33) hitâbı üzerine Âdem onların bilmedikleri esmâdan
(isimlerden) haber verince, melâike bu hüccet (delil) üzerine
“subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ” ya’nî “Sen sübhansın.
Senin bize öğrettiğinden başka bir ilmimiz yoktur” (Bakara, 2/32)
deyip, aczlerine i’tîrâf (acizliklerini kabul edip) ve suâllerinden rücû’
ettiler (sordukları soruyu geri aldılar, soru sormakdan vaz geçtiler).
İmdi Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a) zuhûr (açığa çıkma) ve ızhâr
emrinde (açığa çıkartma hususunda) kendi hilkâtlerini (yaradılışlarını)
kâfi (yeterli) görüp halîfenin zâid (lüzûmsuz) olduğunu zanneden
melâikenin (meleklerin) hâlinden ibret alınması için buyururlar ki:“Sen
halîfetullah fi’l-arz (yeryüzünde Allah’ın halifesi)) olan İnsân-ı Kâmil’in
rütbesi muvâcehesinde (karşısında, ile ilgili hususlarda) hıfz-ı edep eyle!
(edebini muhafaza et). Muhakkak Allah Teâlâ, senin gayrin (sen den
başkası) olan melâikenin hâliyle sana va’z (öğüt) ve nasîhat buyurdu.
Ve nazar et (bak, gör) ki, üzerine itâb vârid olan (azarlanan) melâikeye
bu itâb (azar) nereden ve hangi sebepten vârid oldu (geldi)?”
Zîrâ Hak Teâlâ onları suâli üzerine: “Benim bildiğimi siz
bilmezsiniz” deyip onları techîl eyledi (cahil gördü). Ve techîl (cahil
görme) ise şübhesiz itâbdır (azarlama, paylamadır). Ve Hz. Mevlâna
(r.a) Mesnevî Şerîf’lerinin üçüncü cildinde İnsân-ı Kâmil’e karşı îfâsı
(yerine getirilmesi) muktezî (gerekli) edeb hakkında böyle buyururlar.
Mesnevî: .................
Tercüme : “Bu sır söyleyici olan Resûller İsrâfîl huylu müstemi’
(dinleyici) isterler. Onların, pâdişâhlar gibi, bir nahveti (gururu) ve bir
kibri vardır. Ehl’i cihandan (dünya ehlinden) çâkerlik (kulluk) isterler.
Sen onların lâyık oldukları vazîfe-i edebi (edep vazifesini) yerine
getirmedikçe onların Risâletlerinden (elçilik görevlerinden) nasıl
müntefi’ olursun (faydalanırsın)? Sen onların önünde iki kat olarak râki’
(eğilen) olmadıkça o emânet sana ne vakit vâsıl (ulaşır) olur? Her bir
edep (terbiye) onlara nasıl makbûl gelir? Zîrâ onlar eyvân-ı âlîden
(büyük yüce saraylardan) geldiler.”
Zîrâ melâike, bu halîfe neş’esinin verdiği şeye vâkıf olmadı.
Onlar Hazreti Hakk’ın ibâdet-i Zâtiyye’ den iktizâ ettiği şeye de vâkıf
olmadılar. Çünkü hiçbir kimse Hak’tan kendi zâtının i’tâ ettiği şeyin
gayrisini bilmez. Halbuki melâike için cem’iyyet-i Âdem yoktur. Ve
onlar, kendilerine mahsûs olan esmâ-i İlâhiyye’nin gayrisine vâkıf
olmadılar. Ve Hakk’ı onlar ile tesbîh ve takdîs ettiler. Halbuki onlar,
Allah Teâlâ için, kendilerinin ilmi vâsıl olmayan esmâ olduğunu
bilmediler. Binâenaleyh, onlar ile Hakk’ı tesbîh ve takdîs etmediler.
İmdi onların üzerine bizim zikr ettiğimiz şey galebe etti. Ve onların
üzerine bu hâl hükm eyledi. Böyle olunca onlar, neş’et
haysiyyetinden “e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ” (Bakara, 2/30) ya’nî
“Ya Yab, sen yeryüzünde ifsâd eden kimseyi mi halk edeceksin?”
dediler. Halbuki en-Nâfi‘ (ismi) ve onlardan olan bu söz* nizâ’ın gayri
değildir. Ve o nizâ’, onlardan vâkı’ olan şeyin aynıdır. Şu halde Âdem
hakkında dedikleri şey Hak hakkında olan şeyin aynıdır.(8)
Çünkü melekler, bu yaradılış yapısının halifeye ne sağladığını ve
Hakkın Zâtına ibadet için lazım olan şeyler bakımından ona
(diğerlerinden farklı olarak) ne kazandırdığını bilip anlayamadılar.
Çünkü hiçbir kimse Hakka ilişkin olarak kendi benliğinin kendisine
sağladığı şeylerden başkasını bilemez. Meleklerde Âdem’deki isim
topluluğu olmadığından, onlar ilâhi isimlerden sadece kendilerinde
bulunan yani kendilerine tahsis edilmiş olan ismin dışındakilerden
haberleri olamadı ve bu yüzden onları bilip anlayamadılar, ve sadece
kendilerine tahsis edilen isim ile Hakkı tesbîh ve takdîs (her çeşit
kusur, noksan ve ortaktan uzak kılıp, ululadılar) ettiler. Oysa onlar,
Allah Teâlâ için, kendilerine ilmi ulaşmamış başka isimlerin olduğunu
bilemediler. Bundan dolayı onlar ile Hakk’ı tesbîh ve takdîs
edemediler. Böylece, onlarla ilgili bizim söylediğimiz bu şey (yani,
anlayış yokluğu) onlara egemen oldu ve bu halin (yani, bilgisizliğin)
hükmü altına girdiler. Böyle olunca onlar, Âdemin oluşum yapısına
bakarak “e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ” (Bakara, 2/30) yâni “Ya
Rab, sen yeryüzünde fesât çıkaran kimseyi mi halk edeceksin?”
dediler. Oysa Hakkın en-Nafi’ (yaptığı herşeyle fayda veren) isminine
karşılık meleklerden gelen bu söz* hakla çekişmekten başka bir şey
değildir. Ve (Âdemde görüp) kötüledikleri şey, onların bu
yaptıklarının aynısıdır. Dolayısıyla, Âdem hakkında söyledikleri şey,
Hakk’a karşı içinde bulundukları durumla (yaptıkları şeyle) aynı oldu.
(8)
*Yukarıdaki koyu siyah yazılar Füsusu’l Hikemin başka transkripsiyonlarında Avni Konuk Beyin
transkripsiyonundan farklı şekilde olan veya ilave olarak yer alan kısımlardır. A.Konuk Bey’in
nüshasında yer almayan bu kısımlar, bir arada görülebilmeleri maksadıyla konulmuştur.
Ya’nî melâike (melekler) bu halîfenin neş’et-i insâniyyesinin
(insani oluşumunun) zâhiren (dışta, bedende) ve bâtınen (içte, rûhta)
hâiz (sahip) olduğu ihâta ve cem’iyyete muttali’ olmadı. (kapsam ve
topluluğu anlayamadılar) Ve kezâlik (ayrıca) onlar Hakk’ın ibâded-i
Zâtiyye’den iktizâ ettiği (Zatına ibadet için lazım olan) şeye de muttali’
olmadılar (şeyi de anlayamadılar). Ve ibâdet-i Zâtiyye’den murâd (Zâti
ibâdetten maksat), Zât-ı Hakk’a, (Hakk’ın Zât’ına) O’nun cemî’-i
esmâsiyle (bütün isimleriyle) ibâdet etmektir.
Ma’lûm olsun ki, abd (kul) “bir mutasarrıfın (idarecinin) taht-ı
tasarrufunda (idâresi altında) bulunan kimse”ye derler. Ve mezâhiren
(görüntü yerlerinden) her bir mazhar (görüntü yeri) esmâ-i İlâhiyye’den
(İlahi isimlerinden) bir ismin taht-ı tasarrufunda (idâresi altında) olup,
o ismin iktizââtı (gereği olan şeylerin) kendilerinden sâdır olmak
(çıkması) sûretiyle Zât-ı Hakk’a ibâdet ederler. Ve netîcede dahi,
(sonuçta da) her bir mazhardan (görüntü yerinden) ancak kendisinin
Rabb-i hâssı olan (kendisine has isim olan) ismin kemâlâtı zâhir olur
(faziletleri açığa çıkar) ki, Hakk’ın ibâdet-i Zâtiyye’sinden (Hakk’ın
Zâtına ibadet) iktizâ eden (için gerekli olan) şey, o mazhar (yer)
hakkında, ancak bu ismin ahkâmından (hükümlerinden) ibâret bulunur.
O mazhar (mahal, yer) kendi Rabb-i hâssı olan (kendi has ismi olan) o
ismin abdidir (kuludur). Ve mazharın (görüntü mahallinin) ibâdeti de
Hakk’ın ibâdet-i Zâtiyye’sinden (Hakk’ın Zâtına olan ibadetden) ba’zdır
(bir parçadır). Zîrâ, Zât-ı Hakk’ın (Hakkın Zâtının) vücûh-i kesîresinden
(birçok yönünden) bir veche (sadece bir yöne) müteveccihtir
(yöneliktir). Velâkin, (ancak) kâfe-i esmâyı câmi’ (bütün esmâları
kendinde toplamış) olan “Allah” isminin mazharı (görüntü mahalli,
aynası) bulunan İnsân-ı Kâmil, bu ism-i a’zamın abdi (kulu) olduğundan
onun ibâdeti, ibâdet-i Zâtiyye’den (Zati ibadetin) ba’z (bir parçası)
değildir. Zîrâ (çünkü) Zât-ı Hakk’ın (Hakk’ın Zâtının)) kâffe-i vücûhuna
(tüm yönlerine) müteveccihtir (yönelmiştir). İşte melâike (melekler) bu
hakîkate muttali’ olmadılar (bilemediler). Çünkü kendisinde cem’iyyet-i
esmâiyye (isimler topluluğu) olmayan bir kimsenin Hak’tan bildiği ve
anladığı şey, ancak kendi zâtının verdiği ilim kadardır. Ya’nî kendisinin
Rabb-ı hâssı olan (tasarrufu ve terbiyesi altında bulunduğu kendisine
tahsis edilmiş olan) ism-i İlâhî (İlahi isim) ne ise, o kimse Hakk’ı o isim
ile kendinde zuhûru kadar bilir (ortaya çıktığı kadarı ile bilir). Halbuki
melâikede (meleklerde) Âdem’in cem’iyyeti (Âdemdeki isim topluluğu)
yoktur. Onlar “Subbûh, Kuddûs, Tayyib, Tâhir, Nur, Vâhid, Ahad ve
Aliyy” gibi kendilerine mahsûs (tahsis edilmiş) olan tenzîh ve takdîse
(mukaddes kılmaya) müteallık (dair) esmâ-i İlâhiyye’den (İlahi
isimlerinden) başka esmâ-i İlâhiyye (İlahi isimler) bulunduğuna vâkıf
olmadılar (bilemediler) ve Hakk’ı bu isimler ile tesbîh ve takdîs ettiler.
Ve bunu kâfi (yeterli) zannedip Âdem’in halkını (yaratılmasını), hâsılı
tahsîl olacağı (kendilerinde olanın tekrar edilmesi olduğu) zu’müne
(zannına) düştüler. Halbuki onlar, Allah Teâlâ’nın başka isimleri de
olup, bu esmâya muttali’ olmadıklarını (bu isimleri bilmediklerini) ve bu
isimlerle Hakk’ı tenzîh (hertürlü noksan, kusur ve ortaklık ve kıyastan
uzak bilip) ve takdîs (mukaddes kılma, ululama) etmediklerini
bilmediler. Binâenaleyh (bundan dolayı), melâike (melekler) üzerine
bizim zikreylediğimiz (sözünü ettiğimiz) âdem-i vukuf (anlayamama)
galebe etti (üstün geldi). Ve onlar üzerine diğer esmâ-i İlâhiyye’ ye
ilimsizlik hâli hükm eyledi. Hadd-i i’tidâlden (ölçü sınırından) hurûc
edip (çıkıp) dâire-i edebi tecâvüzle (terbiye sınırlarını aşarak) Hakk’a
i’tirâz ettiler (karşı geldiler). Ve kendi nefislerini tezkiye ederek (temize
çıkararak) Âdem’e ta’n ettiler (kötülediler). Binâenaleyh (bundan
dolayı)
melâike
(melekler)
neş’et-i
cüz’-iyye-i
nâkısaları
(oluşumlarındaki eksik kısımlar) cihetinden (yönünden) “yâ Rab, sen
yeryüzünde ifsâd (kavga) eden ve kan döken kimseyi mi halk
edeceksin?” (yaratacaksın) dediler. Halbuki melâikenin (meleklerin) bu
sözleri ancak nizâ’dan (çekişmeden) ibârettir. Ve nizâ’ (çekişme,
münakaşa) ise mûcib-i fesâddır (bozgunculuğa, karışıklık çıkarmaya
sebepdir). Ve onlardan vâkı’ olan (ortaya çıkan) i’tirâz (karşı geliş)
nizâ’ın (çekişmenin, münakaşanın) aynıdır (ta kendisidir). Şu halde
melâike (melekler), bu kavilleriyle, (bu sözleriyle) Âdem hakkında
dedikleri şeyin aynını yapmış oldular. Zîrâ onlar, Âdem yeryüzünde
ifsâd eder (bozgunculuk yapar, karışıklık çıkarır) ve kan döker demişler
idi. Halbuki ifsâd (bozgunculuk yapma, karışıklık çıkarma) ve sefk-i
dimâ’ (kan dökme), fiilen Hakk’a muhâlefettir (karşı gelmektir). Ve
muhâlefet (karşı gelmek) ise i’tirâzdır (söyleneni kabul etmemektir). Ve
i’tirâzın (karşı gelmenin) bulunduğu mahalde fesâd hâsıldır (fesad
oluşur). Melâike (melekler) böyle demekle Hakk’a kavlen (sözle)
muhâlefet ettiler (karşı geldiler) ve Hakk’ın husûl-i murâdının hilâfına
(isteğinin meydana gelmesinin tersine) sa’y (gayret) eylediler. Bu ise
i’tirâzdır (karşı gelmedir). Binâenaleyh (bundan dolayı), Âdem’e isnâd
eyledikleri (yükledikleri) fesâdın aynını kendileri de yapmış oldular.
Suâl: Âdem henüz yaratılmamış bulunduğu halde, melâike
(melekler) Âdem’in fesâd (bozgunculuk yapıp, karışıklık çıkaracağına)
edeceğine ve kan dökeceğine nasıl hükmettiler (karar verdiler) ?
Cevâp: Bu suâlin cevâbını Hz. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (r.a) Fîhi
Mâ-fîh nâmındaki eser-i âlîlerinde (isimli mübarek eserlerinde)
ber-vech-i âtî beyân (aşağıdaki yön ile) buyururlar: “Buna iki vech (iki
yönü) ile cevâp verdiler. Biri menkul, (nakledilmiş), diğeri ma’kuldür
(akılla idrak edilendir). Menkul (nakledilmiş) olan odur ki, melâike
(melekler) bir kavmin geleceğini ve sıfatları böyle olacağını levh-i
mahfûzdan mütâlaa ettiler (okudular). Binâenaleyh (bundan dolayı)
ondan haber verdiler. İkinci vech (yön) odur ki, melâike (melekler)
tarîk-ı akıl (akıl yolu) ile o kavmin yeryüzünde zuhûra geleceklerini ve
lâ-büd (şüphesiz, muhakkak) hayvan olacaklarını ve hayvandan bu
zâhir olacağını ve her ne kadar onlarda ma’nâ bulunur ve nâtık olurlar
(konuşurlar) ise de, kendilerinde hayvâniyyet olduğundan nâ-çâr fısk
edeceklerini (çaresiz günah işleyeceklerini) ve kan dökeceklerini ve kan
dökücülüğün levâzım-ı âdemîden (âdemi gereklilik) olduğunu istidlâl
ettiler (akıl yürüttüler).
Bir tâife (gurup) başka bir ma’nâ beyân buyururlar: Şöyle ki,
melâike akl-ı mahz (tam, katıksız akıl) ve hayr-ı sırftırlar (sırf
hayırdırlar). Ve onların bir işte aslâ ihtiyârları (kendi iradeleri) yoktur.
Nitekim rü’yâda bir fiil icrâ eylersen (yaparsan), onda muhtar (serbest,
özerk) olmazsın. Eğer hâlet-i nevmde (uyku halinde) küfr etsen veyâ
tevhîd eylesen (birlesen) veyâhut zinâ irtikâb (zina gibi kötü bir iş) etsen
lâ-cerem (hiç şüphesiz) sana i’tirâz veyâ senâ olunmaz (bundan dolayı
sana karşı gelinmez veya övgü olunmaz). Melâike, hâl-i yakazada
(uyanıklık halerinde de) bu mesâbededirler (bu durumdadırlar). Ve
âdemîler (insanlar) ise bunun aksinedirler. Onlarda ihtiyâr (irade) ve
heves vardır. Her şeyi kendi nefisleri için isterler. Ve her şey kendilerinin
olmak için kan ederler (kan dökerler). Bu hal ise sıfat-ı hayvâniyyettir.
(hayvani sıfatlardandır) Binâenaleyh (bundan dolayı) melâike
(melekler), âdemîler hâlinin (insanların halinin) zıddı olarak zâhir oldu
(ortaya çıktılar). İmdi her ne kadar orada bir söz ve zebân (lisân)
mevcûd değil ise de böyle dediler deyu (diye), bu tarîk (yol) ile onlardan
haber vermek câizdir (uygundur). Onun takdîri böyle olur ki, eğer bu iki
hâl-i mütezâdd (birbirine zıt hal) söze gelseler ve kendi hâlinden (kendi
hallerinden) haber verseler, böyle olur. Nitekim şâir der ki: “Havuz, ben
doldum der.” Havuz söz söylemez. Onun ma’nâsı budur ki, eğer
havuzun dili olsa idi, bu hâl içinde böyle der idi. Her bir meleğin
bâtınında (içinde gizli) bir levh (levha) vardır ki, o levhden (levhadan)
kendisinin kuvveti kadar ahvâl-i âlemi (âlemin durumunu) ve vuku
bulacak (olabilecek) şeyleri evvelce (önceden) okur. Ve okuyup bildiği
şeyler, vücûda geldiği (meydana çıktığı) vakit, o meleğin Bârî Teâlâ
(Allahın yüceliği ve kutsiyeti) hakkındaki i’tikadı (inancı) ve aşkı ve
mestliği (sarhoşluğu) artar. Ve Hakk’ın azametine (ululuğuna,
büyüklüğüne) ve gayb-dânlığına (gaybı bilişinden) taaccüb eyler
(hayrette kalır). Ve onun aşk ve i’tikadının ziyâdeliği (inancının fazlalığı)
ve taaccübü bî-lafz ve ibâre (sözsüz ve cümlesiz hayreti) onun tesbîhi
olur. Nitekim m’imâr, “bu evi binâ ederken bu kadar kereste ve bu
kadar kerpiç ve bu kadar çivi gidecektir” deyu (diye) şâkirdine
(çırağına) haber verir. Hânenin hitâmında, (evin bitiminde) bilâ-ziyâde
(fazlasız) ve lâ-noksan (noksansız), ancak o kadar levâzım (malzeme)
sarf edilmiş olur. Şâkirdin i’tikadı (çırağın inancı) tezâyüd eder. (artar)
Melâike (melekler) dahi (de) bu mesâbededirler (durumdadırlar).”
İmdi eğer onların neş’eti bunu vermeye idi, Âdem hakkında
dedikleri şeyi demezler idi. Halbuki onların şuûrları yoktur. Eğer onlar
nüfûslarını ârif ola idiler, bilirler idi. Ve eğer bile idiler, ismet
olunurlar idi. Ondan sonra onlar tercîh ile kalmadılar. Belki takdîs ve
teşbîhten üzerinde bulundukları şeyle da’vâda ziyâde ettiler. Halbuki
Âdem indinde, melâikenin üzerinde olmadıkları Esmâ-i İlâhiyye
vardır. Binâenaleyh, onlar Rablerini o isimler ile tesbîh etmediler ve
onlardan takdîs eylemediler. Ya‘nî noksanlıktan. Âdem O’nu takdîs
ve tesbîh etti. Böyle olunca bizim onun indinde vâkıf olmamız ve
Allah Teâlâ ile edebi öğrenmemiz için Hak bize mâ-cerâyı vasf eyledi.
Şu halde biz ilâhî isimlerden onunla mütehakkık olduğumuz ve
ilimlerden ve kemâlâttan ve zevklerden hâvî bulunduğumuz şeyi
takyîd ile da’vâ etmeyelim. İmdi biz nasıl da’vâda ıtlâk edelim?
Binâenaleyh, hâlimiz olmayan ve ondan bizim ilim üzere olmadığımız
şeyi da’vâ ile ta’mîm eyleyelim? Netîcede onun sebebiyle müftezıh
olalım? İşte bu ta’rîf-i ilâhî üdebâ, ümenâ ve hulefâ olan kullarını
Hakk’ın te’dîb eylediği şeydir. (9)
Şimdi eğer onların oluşum yapıları bu şekilde olmasaydı, Âdem
hakkında dedikleri şeyi demezlerdi. Oysa onlar bu yaptıklarının
bilincinde değildiler. Eğer onlar nefslerine ârif olsaydılar, bilirlerdi. Ve
eğer bilseydiler, bu sözü söylemekten sakınır ve kendilerini
korurlardı. Ondan sonra onlar taraf olmakla da kalmadılar. Belki
takdîs ve teşbîhten üzerinde bulundukları şeyle (teşbih ve takdise dair
olan devamlı vazifeleriyle) da’vâda daha da ileri gittiler. Oysa
Âdem’de, meleklerde bulunmayan ilâhi isimler vardır. Bundan dolayı
onlar Rablerini o isimler ile ne tesbîh ne de takdîs etmediler. Yani
yapılarındaki eksiklikten dolayı böyle oldu. Âdem O’nu takdîs ve
tesbîh etti. Böyle olunca bizim yaratıcı indinde mertebe ve
derecemizi anlamamız ve İlahi edebi öğrenmemiz için Hak bize bu
olanları anlattı. Şu halde biz kendisiyle hakikatlendiğimiz ilahi isimleri
ve ihtiva edici bulunduğumuz ilim, kemâlât ve zevklere ait şeyleri
kayıtlayarak iddiada bulunmayalım . Şimdi biz nasıl iddia konusunda
kayıtsız kalalım? Hâli ile hallenmediğimiz ve dolayısıyla hakkında
bilgimiz olmayan bir şeyi iddia edip herkese açıklayalım? Sonucunda
onun sebebiyle rezil mi olalım? İşte bu ilâhî târîf, Hakkın, edeb
sâhipleri, eminler ve halîfeler olan kullarını edebe davet ederek,
haddi (sınırı) belirttiği, terbiye verdiği şeydir. (9)
*Yukarıdaki koyu siyah yazılar Füsusu’l Hikemin başka transkripsiyonlarında Avni Konuk Beyin
transkripsiyonundan farklı şekilde olan veya ilave olarak yer alan kısımlardır. A.Konuk Bey’in
nüshasında yer almayan bu kısımlar, bir arada görülebilmeleri maksadıyla konulmuştur.
Ya’nî melâikenin bu neş’et-i cüz’iyye-i nâkısaları (oluşumlarındaki
eksik parçalar) Âdem hakkında bu i’tirâzı (karşı gelmeyi) vermeye
idi.(vermeseydi) Âdem hakkında: “Yâ Rab sen yeryüzünde fesâd
(karışıklık çıkaran ve zulüm) eden ve kan döken kimseyi yaratır
mısın?” demezler idi. Halbuki melâike, (melekler) kendi neş’etlerinin
muktezâsı (oluşumlarının gereği) olan hâlin galebesinden (üstün
gelmesinden) dolayı, Hakk’a karşı nizâ’ (çekişme, münakaşa) ve i’tirâz
ettiklerinin (karşı geldiklerinin) ve bi’n-netîce (neticede) Âdem’e isnâd
ettikleri (dayandırdıkları) fesâdın (kötülüğün) kendilerinden dahi (de)
sâdır olduğunun (çıktığının) farkına varmadılar. Eğer onlar kendi
nüfûslarının (nefslerinin) erbâb-ı hâssası (has isimleri) olan esmâ-i
İlâhiyye’nin (İlahi esmaların) hakîkat-i Âdem’in (Ademin hakikâtinin)
taht-ı hîtasında (kuşatması altında) olduğunu ârif olsa (bilse) idiler, bu
külliyyeti hasebiyle (bütünlüğü yönüyle) Âdem’in hilâfete istihkakını
(halifeliği hak ettiğini) bilirler idi. Ve eğer Âdem neş’etinin külliyyetini
(oluşumundaki bütünlüğünü) bile idiler, ona ta’n etmekten
(kötülemekten) ismet (masûm) ve hıfz olunurlar (korunmuş olunurlar)
idi. Melâike, Âdem’e ta’n (kötüleme) ve onu tecrîh (incitmekle)
etmekle iktifâ etmediler (yetinmediler). Belki kendilerinin mazhar
(görüntü mahalli) oldukları ba’zı esmâ (bazı isimler) hasebiyle
(sebebiyle) kendilerinden sâdır olan (çıkan) tenzîh (Hakk’ı her türlü
eksik, kusur, ortaklık ve kıyasdan uzak ve temiz kılmayı) ve takdîsi
(mukaddes kılıp ululamayı) kâfî (yeterli) görüp: “ve nahnu nusebbihu
bi hamdike ve nukaddisu leke” ya’nî “Biz Seni, hamd ile tesbih ve seni
takdis ediyoruz” dediler.“ (Bakara, 2/30) demek sûretiyle da’vâyı
(kendi savlarını desteklemeyi) artırdılar. Halbuki Âdem (İnsan)
melâikenin (meleklerin) mazhar olmadığı (görüntü mahali olmadığı)
birtakım esmâ-i İlâhiyye’nin (ilahi isimlerin) mazharıdır (görüntü
yerdir). Binâenaleyh (bundan dolayı) melâike (melekler), Rabbü’l-erbâb
(Rablerin Rabb’ı) olan Allah Teâlâ’yı, Âdem’in (İnsanın) mazhar (ayna)
olduğu o isimler ile teşbîh ve tenzîh ve o esmâ ile (o isimler ile)
nakayıstan Hakk’ı takdîs (noksanlıklardan Hakkı, tenzih etmediler)
eylemediler. Zîrâ (çünkü) esmâ-i İlâhiyye’den (İlahi isimlerden)
ba’zılarının zuhûr-i ahkâmı (hükümlerinin açığa çıkışı) âlem-i kesâfetin
vücûduna (maddi alemin varlığına) mütevakkıftır (bağlıdır). Eğer bu
âlem-i kesâfette (madde aleminde) Âdem’in vücûdu (varlığı) olmasa
idi, acz (zavallı) ve iftikar (muhtaç) ve maâsî (günahlar) gibi birtakım
nakayısın (noksanlıkların) mahall-i zuhûru (görüntü mahalli) bulunmaz
idi. Zîrâ Âdem (İnsan) “Mürîd” (irade eden) isminin dahi (de) mazharı
(görüntü mahalli) olduğundan, kendi irâdesiyle emr-i İlâhîye (İlahi
emirlere) muhâlefet eder (karşı gelir) ve ondan birtakım isyân sâdır
olur (çıkar). Halbuki bâlâda (yukarıda) fîhi Mâ-fîh’ten muktebes
(alınmış) fıkarâtta (paragraflar da) dahi (da) beyân olunduğu
(açıklandığı) üzere, melâikede (meleklerde) ihtiyâr (irade) yoktur ki,
onlardan Hakk’a muhâlefet sâdır (karşı gelmek çıkmış) olsun da,
bilâhare (sonrasında) Gafûr ve Gaffâr isminin (çok bağışlayıcı ve
günahları örten bağışlayan isimlerinin) mahall-i tecellîsi (görüntü
mahalleri) olabilsinler. Nitekim hadîs-i şerîfte bu hakîkate işâret
buyrulur:. “Eğer siz günah etmeseniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi
giderip günah eden bir kavim getirir. Onlar Hak’tan mağfiret talep
ederler. Hak da onları mağfiret eyler.” ya’nî “Eger siz günah
etmeseniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi giderip (yok edip) günah eden bir
kavim getirir. Onlar Hak’tan mağfiret (af) taleb ederler. Hak da onları
mağfiret eyler. (af eder, bağışlar)”
Beyt: “Âyna-i mağfiret sûret-i isyânadır
Halk günâh etmese, halk eder âhar İlâh”
Binâenaleyh (bundan dolayı) Âdem (İnsan), melâikenin
(meleklerin) mütehakkık (muhatap) olduğu ve olmadığı birtakım
esmâ-i İlâhiyye (ilahi isimler) ile mütehakkık (muhatap) olduğu cihetle
(olması bakımından) bir mazhar-ı ekmeldir (en mükemmel görüntü
mahâldir). Hakk Teâlâ Hazetleri Kur’ân-ı Kerîm’de, biz ümmed-i
Muhammed’e melâikenin bu nizâ’ı (çekişme) ve da’vâ-yı mâ-cerâsını
(karşı gelme olaylarını) vasf (tarif) buyurdu. Tâ ki bu mâ-cerâyı (olup
bitenleri) işitip nefsimiz icrâât-ı Hakk’a (Hakkın yaptıklarına) karşı
da’vâ-yı cerha (karşı çıkmaya) tasaddî etmek (teşebbüs etmek) istediği
vakit, tevakkuf edelim (duraksıyalım). Ve nasîhat-i İlâhiyye (İlahi
nasihat ile) ile mütenassıh (nasihatlenmiş) olarak, Allah Teâlâ’ya karşı,
edeb dâiresinde muâmele etmeği öğrenelim. Böyle olunca biz esmâ-i
İlâhiyye’den (ilahi esmalardan) hangileriyle mütehakkık (muhatap)
olmuş ve ilimden ve kemâlâttan ve ezvâktan (lezzetlerden) ne gibi
şeyleri hâvî (sahip) bulunmuş isek onlarla iktifâ etmeyelim
(yetinmeyelim). Ve “İşte esmâ bizim mütehakkık olduğumuz (muhatap
olduğumuz) kadardır. Ve kemâlât dahi bizden sâdır olan (çıkan)
mikdârdır” diyerek esmâ ve kemâlâtı takyîd (sınırlamak) ile da’vâ
(iddiasında bulunmayalım) etmeyelim. Hakîkat bu merkezde iken biz
kâffe-i esmâ-i ilâhiyye (Tüm İlahi esmalara) ile tahakkuk eylediğimizi
(muhatap kılındığımızı) ale’l-ıtlâk (genel olarak, mutlak surette) nasıl
da’vâ (iddia) edebiliriz? Ve mütehakkık olmadığımız (muhatabı
olmadığımız) cihetle (yönüyle) hâlimiz olmayan ve o kemâlâttan bizim
ilm-i zevkî ve hâlî üzere olmadığımız bir şeyi da’vâ (iddia) ile ta’mîm
eyleyelim (umumileştirelim) de, bu da’vâ-yı umûmîmiz (genel iddiamız)
sebebiyle, indallâh (Allah katında) ve inde’n-nâs (insanlar karşısında)
rezîl mi olalım? İşte hilkat-i Âdem (insanın yaradılışı) hakkında melâike
cânibinden (tarafından) vâkı’ olan nizâ’ (çekişme) ve da’vâ (karşıtlığı
savunma) bahsindeki ta’rîf-i ilâhî (ilâhi tarif), Hak Teâlâ Hazretlerinin
üdebâ (edep sahipleri) ve ümenâ (eminler) ve hulefâ (halîfe) olan
kullarını te’dîb (terbiye) eylediği bir şeydir. Bundan mütenebbih
(uyanık) olmak lâzım gelir.
Mesnevî: ................................
Tercüme : “Yâ Rab, bu cür’eti benden afvet! (cesaretimi bağışla)
Bu kavl-i i’tirâzdan (söz ile karşı gelmekten) tevbe ettim, beni muâhaze
buyurma! (cezâlandırma) Ey istimdâd edenlerin (yardım isteyenlerin)
feryâd-resi (feryât edenlerin imdâdına yetişen), bize hidâyet eyle!
Bizim ulûm (ilimler) ve gınâ (zenginlik) ile iftihârımız (övünmemiz)
yoktur. Kalbi kaydırma, kereme mültebis (şüpheli) olduğu halde
hidâyet kıldın; kalem-i kazânın (kaza kaleminin) yazdığı sû’ü tahvîl et
(kötülüğü değiştir)! Sû’-i kâzâyı (kötü kazayı) bizim canımızdan geçir!
(hayatımızdan uzak kıl) Bizi ihvân-ı safâdan münkatı’ kılma (ayırma)!
Senin firâkından (ayrılığından) daha acı hiçbir şey yoktur. Senin hıfzın
(koruman) ve himâyen olmaması, dolaşıklığın gayri (başkası) değildir.”
Ba’dehû, hikmete rücû’ edip deriz: Ma’lûmun olsun ki,
muhakkak umûr-i külliyye her ne kadar onların “ayn”ında onlar için
vücûd yok ise de onlar bilâ-şek zihinde ma’kul ve ma’lûmdur. İmdi
onlar batındır; vücûd-i aynîden zâil olmaz. Ve kendisi için vücûd-i
aynî olan her bir şeyde, onların hükmü ve eseri vardır. Belki o emr-i
küllî onların, ya’nî mevcûdât-ı ayniyye a’yânının gayrı değil,
“ayn”ıdır. Ve umûr-i külliyye kendi nefsinde ma’kul olmaktan zâil
olmadı. Binâenaleyh onlar, ma’külliyyeti haysiyyetiyle bâtın oldukları
gibi, a’yân-ı mevcûdâd haysiyyetiyle zâhirdir. Böylece bu hakîkāt
ma‘kûleden aslâ zâil değildir. Akıl inkârına güç yetiremez ve onun
hükmü zâil olmaz. Böylece onun istinâdı her bir mevcûdun aynınadır.
O mübtedâ ve haber-i sâbittir. Bunun için akıldan onun kaldırılması
mümkün olmayan umûr-u külliyye aynda onların vücûdu mümkün
değildir. Onunla ma‘kûle olmaktan uzak değildir. Onun ilki ya‘nî her
mevcûd-i aynînin istinâdı bu umûr-u külliyeye vâcibtir. Böyle olunca
her bir mevcûd-i aynî’nin akıldan ref’ olunamayan ve onunla ma’kul
olmaktan zâil olacak bir vücûd ile, “ayn”da vücûdu mümkin olmayan
bu umûr-i külliyyeye istinâdı sâbittir. O mevcûd, gerek muvakkat ve
gerek gayr-i muvakkat olsun, müsâvîdir. Muvakkat ve gayr-i
muvakkatin bu emr-i küllî-i ma’kuleye nisbeti nisbet-i vâhidedir. Şu
kadar ki, bu emr-i küllîyye kendisinin verdiği şey hasebiyle,
mevcûdâd-ı ayniyyeden bir hüküm râci’ olur. İlmin âlime, hayâtın
hayye nisbeti gibi. İmdi hayât bir hakîkat-i ma’kuledir. İlim dahi
hayâttan mütemeyyiz olan bir hakîkat-i ma’kuledir. Nitekim hayât
ondan mütemeyyizun anh dir. (10)
Daha sonra hikmet bahsine dönerek deriz : Bilesin ki,
muhakkak umûr-i külliye (hayat, kudret. ilim gibi zihinde varlığı kabul
eden fakat hariçte vücudu olmayan akli kavramlar, soyut varlıklar) her
ne kadar onların kendilerine ait dışta algılanabilir (somut) varlıkları
yok ise de şüphesiz ve kesin olarak zihinde varlıkları kabul edilebilir
(soyut) ve bilinebîlirdirler. Görünür değillerdir ancak görünür
varlıklardan da ayrı kalmazlar. Bilakis dışta kendi görünür vücûdu
olan her bir şeyde, onların hükmü ve eserleri vardır. Belki de bu
tümel soyut varlıklar (tümel kavramlar) onların, yâni varlıkların
kendilerinden farklı değil onların aynıdırlar. Ve bu tümel soyut
varlıklar kendi içlerinde hiçbir zaman akla uygun ve varlıkları kabul
edilebilir olmaktan uzaklaşmazlar. Bundan dolayı onlar, akılda varlık
sahibi olmaları (soyut) bakımından gizli, görünmez oldukları gibi, dış
varlıklardaki durumları yönünden açıktadırlar.Böylece bu gerçeklik
akla uygun ve mantıklı olmaktan asla uzaklaşmaz. Aklen inkarı ve
hükümlerinin yok sayılması da mümkün değildir. Böylece Her varlığın
hakikati onlara dayanır. Onlar işin temeli olan doğru ve kesin kabul
edilen bilgilerdir. Bundan dolayı akıldan çıkarılması mümkün
olmayan bu soyut kavramların dışarıda kendi başlarına varlıkları
mümkün değildir. Onunla akla yatkın ve mantıklı olmaktan uzak
değillerdir. Dışarda varlığı olan herşeyin bu soyut kavramlara
dayanması zorunludur. İş böyle olunca dışta varlığı olan her şeyin,
akıldan çıkarılması mümkün olmayan ve akla uygun ve var oldukları
kabulü ortadan kaldırılacak olursa, dıştaki kendi varlıklarını da
imkansız kılan bu Külli Umûra (soyut varlıklara, kavramlara)
dayanması gerekmektedir. Onlar sayesinde kendi varlıkları akla
uygun ve kabul edilebilir olur ve onlar sayesinde hafızada kalırlar.
Öyleki görünür varlıklar ister belli bir zamanda varolsunlar ister
varoluşları zamanla kayıtlı olmasın bu durum değişmez. Zira zamanla
kayıtlı varoluş ile zamanla kayıtlı olmayan varoluşun bu aklî tümel
hususlara nispeti tek bir (aynı) nispettir. Şu kadar var ki, bu tümel
soyut varlıklara, kendilerinin onlara kattıkları şey sebebiyle, görünür
varlıklardan birer hüküm geri döner. İlmin âlime, hayâtın canlıya
bağıntısı gibi. Nasıl ki hayât akla uygun ve varlığı kabul edilen (soyut)
bir hakîkattir. İlim de akla uygun ve varlığı kabul edilen (soyut)
hayâttan farklı bir hakîkattir. Nitekim hayât ilimden farklı ve
başkadır. (ilim canlıdan fark edilip anlaşılır olur, canlılık da ilminden
fark edilip anlaşılır olur)(10)
*Yukarıdaki koyu siyah yazılar Füsusu’l Hikemin başka transkripsiyonlarında Avni Konuk Beyin
transkripsiyonundan farklı şekilde olan veya ilave olarak yer alan kısımlardır. A.Konuk Bey’in
nüshasında yer almayan bu kısımlar, bir arada görülebilmeleri maksadıyla konulmuştur.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.), Kelime-i Âdemiyye’de (Âdem
kelimesinde) mündemic (bulunan) “hikmet-i ilâhiyye”yi (ilâhi
hikmetleri) beyân ederken, (açıklarken) istitrâd tarîkıyle (sırası geldiği
için konunun arasına sokarak) neş’et-i Âdemî (insanın oluşumu) ile
neş’et-i melâike (meleklerin oluşumu) arasındaki farkı ve melâikenin
(meleklerin) neş’et-i Âdem (Âdemin oluşumu) hakkındaki i’tirâzlarını ve
melâikenin (meleklerin) bilmediği esmâ-i İlâhiyye’yi (İlahi isimleri)
Âdem’in haber vermesi üzerine melâikenin (meleklerin) mahcûb
(bundan perdeli) olduklarını ve Hakk Teâlâ Hazretleri bu mâ’cerâyı
(olayı) ihbâr buyurmakla (haber vermekle), “edîb” ve “emîn” ve
“halîfe” olan kullarını te’dîb (terbiye etmeği) buyurduğunu îzâh
eylemişler idi (açıklamışlardı). Şimdi de buyururlar ki: Biz
alâ-tarîkı’l- istitrâd (sırası geldiği için konunun arasına sokarak) bu
maârifi beyândan (bu bilgileri açıkladıktan) sonra yine hikmet-i
İlâhiyye’ye (tekrar İlahi hikmetler konusuna) rücû’ edip (geri dönüp)
deriz ki: Hayat, ilim, kudret ve irâde gibi umûr -i külliyyenin (akılda var
olan bütünlük kavramlarıdır. bu gibi kavramların var olduklarını akıl
kabul eder; ancak dışarıda gözle görülür, elle tutulur bir vucüdları
yoktur ve bölünmez bütünlüklerdir. onlar bâtın ve içseldir.), her ne
kadar vücûd-i aynîleri (kendi vücûtları) yok ise de, onlar şüphesiz
zihinde ma’kul olarak (akla uygun, varlıkları kabul edilebilir olarak)
ma’lûmdurlar (bilinirler). Zîrâ (çünkü) onların bi’l-farz (farz edelim),
kağıt, kalem, hokka gibi vücûd-i aynîleri (kendi vücutları) olmadığı için,
“şu hayattır, bu ilimdir ve o kudrettir” diye kendileri işâret-i hissiyyet
ile (duyusal işaret ile) gösterilemez. Ve hiss-i basar (görme duyusu)
onları müşâhede edemez (göremez). Binâenaleyh (bundan dolayı),
onlar akıl gözüyle meşhûd olarak (müşehade edilerek) zihinde ma’lûm
olurlar (bilinirler). Şu halde bu umûr-i külliyye bâtın (gizli, görülmez)
olmakla berâber, vücûd-i aynîden (görünür vücuddan) zâil (ayrı
kalmazlar) olmazlar; ya’nî bu maânî-i latîfe-i bâtıne (gizli latif manâlar)
suver-i kesîfe-i ecsâma (yoğunlaşmış cisim suretlerine) dâimâ taalluk
eder (daima bağlıdırlar). Zîrâ sûret (beden) ma’nâ ve ma’nâ da sûret ile
müttehiddir (birleşiktir). Ve onların yekdîğerine (birbirlerine) alâkat-ı
şedîdesi (sıkı bağları) vardır. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) hazretlerinin murâd-ı
âlîleri (yüksek gayeleri), Hakk-ı latîfe (latif olan Hakk) ile âlem-i kesîf
(yoğunlaşmış alem) arasındaki irtibâtı (ilişkiyi) beyândan
(açıklamaktan) ibârettir.
İşte vücûd-i kesîf-i aynî (kendi madde vücûdunun) sahibi olan her
bir şeyde, bu umûr-i külliyyenin (tümel akli kavramların, soyut
varlıkların) hükmü ve eseri vardır. Zîrâ umûri ma’kuleden (akıla uygun,
var olduğu kabul edilen akli kavramlardan) olan vasıf (sıfat), taalluk
edecek (ilişkide olacağı) bir mevsûf (vasıflanan, sıfatlanan) ister.
Mevsûf (vasıflanan, sıfatlanan) olmayınca vasfın (sıfatın) irâesi
(nitelemesi) mümkin değildir. Meselâ tûl (uzunluk), arz (genişlik) ve
umk (en) birer vasıftır (sıfattır) . Cisim olmayınca bu vasıflar (sıfatlar)
görünmez. Halbuki cismi ta’rîf ederken kendisinde tûl (uzunluk) ve arz
(genişlik) ve umk (en) olan şeydir deriz. Bu vasıflar ise, cisimden
mücerred (ayrı) olmayıp, belki cismin aynıdır. Binâenaleyh (bundan
dolayı), o emr-i küll-i (bütünlük husûsu) mevcûdâd-ı ayniyye a’yânının
(mevcûtların kendi görüntüsünden) gayri (başka) değil, belki aynıdır.
Velâkin (fakat) bu ayniyyet (aynı oluş), külliyye-i Mutlak’a (mutlak
kayıtsız bütünlük) cihetinden (yönünden) değildir. Meselâ uzunluk bir
vasf-ı küllî-i mutlaktır (kayıtsız külli bir sıfattır). Elimize uzun bir değnek
aldığımızda bunda uzunluk vasfını görürüz. Ve bu uzunluk o değneğin
aynıdır. Fakat uzunluğun hepsi bu değnekte müctemi’ (toplanmış)
değildir. Yekdiğerinden (biri birinden) daha uzun birçok değnekler
vardır. Şu halde bu değnekteki uzunluk vasf-ı cüz’î’-i mukayyed (sıfat
kısmı kayıtlanmış) olan uzunluğun aynıdır. Ve umûr-i külliyye (külli
hususlar), kendi nefsinde (kendileri), dâimâ mertebe-i akılda (akıl
mertebesinde) sâbittir (değişmez ve kalıcı olarak bulunur). Binâenaleyh
(bundan dolayı) o umûr-i külliyye (külli hususlar), mertebe-i akılda
sübûtu cihetinden (akıl mertebesinde sabit oluşları yönünden) bâtın
(gizli, görünmez) oldukları gibi, a’yân-ı mevcûdât-ı kesîfe (kesif
varlıklarda bulunuşları, onları nitelemeleri) cihetinden (yönünden) dahî
(de) zâhirdir (görünürdürler). Meselâ tûl (boy), arz (genişlik) ve umk
(en) umûr-i külliyyedendir (külli hususlardandırlar). Bunlar kendi
nefislerinde ve zâtlarında, herhangi bir cisme taalluk etmedikleri
(ilişkide olmadıkları) vakit, akıl mertebesinde dururlar. Ve akıl
mertebesinde sâbit (var) oldukları hînde (esnada) bâtındırlar
(görülmezler). Fakat kesîf (madde) olan bir cisme taalluk ettikleri
(bağlandıkları) vakit, mertebe-i histe (duyu mertebesinde) zâhir olurlar
(açığa çıkar, görünür olurlar). İmdi mâdemki mertebe-i akılda sâbit
(var) olan umûr-i külliyyenin (külli hususların) bu mertebeden ref’i
(kaldırılması) mümkin değildir ve mademki onları akıl mertebesinden
izâle (yok) edebilecek bir vücûd ile, mertebe-i histe (duyu
mertebesinde) bu umûr-i külliyyenin (külli hususların) vücûd-i aynî
(kendi vücûtlarının) sâhibi olmaları mümkin değildir, şu halde gerek
âlem-i rûhânîde (rûhlar aleminde) ve gerek âlem-i histe (duyu
aleminde) her bir mevcûd-i aynînin (ayni varlığın, cismin) bu umûr-i
külliyyeye (külli hususlara) istinâdı (dayanağı) sâbittir (kesindir, vardır).
Meselâ uzunluk vasf-ı küllîsini (uzunluk külli sıfatını) akıl mertebesinde
kaldırmak mümkin değildir. Zîrâ bu, bir mefhûm-i küllîdir (tümel
kavramıdır). Birçok uzunluklar ecsâm-ı kesîrede (çeşitli cisimlerde)
zâhir (görülmüş) olmakla, bu mefhûm-i küllî (tümel kavram) yine akıl
mertebesinde durur. Bunu oradan ayırmak imkânı yoktur. Ve bu
mefhûmun (kavramın) akıl mertebesinden kâmilen kalkıp da âlem-i
histe (duyular aleminde) bir vücûd-i aynî (kendine ait bir vücût, maddi
beden) sâhibi olması da mümkin değildir. Şu halde değnekler, ağaçlar,
kuleler, minâreler ilh. gibi âlem-i histe (duyular aleminde) bulunan her
bir mevcûd-i aynînin (cismin) bu uzunluk mefhûm-i küllîsine (tümel
kavramına) istinâdı sâbit (dayandığı isbatlanmış olur) olur. Diğer
mefhûmât-ı külliyye (tümel kavramlar) de buna kıyâs olunsun.
Ve umûr-i külliyyeye istinâd eden (külli hususlara dayanan) her
bir mevcûd, gerek zamanla mukayyed (sıırlı) olan âlem-i histeki
(duyular alemindeki) suver-i cismâniyye (madde suretleri) gibi
muvakkat (geçici) olsun ve gerek zamanla mukayyed (kayıtlı) olmıyan
kadîm (önceden beri hep var) veyâ mevcûdâd-ı rûhâniyye (ruhani
varlıklar) gibi gayr-i muvakkat (daimi) olsun müsâvîdir (eşittir) . Zîrâ
mevcûdâd-ı muvakkate (geçici varlıklarla) ve gayr-i muvakkatenin
(daim olanların) bu emr-i küllî-i ma’kule (bilinir olan bu külli şeylere)
nisbeti (bağıntısı), nisbet-i vâhidedir (tek bir ilişkidir, aynı bağıntıdır).
Şu kadarki, cismânî ve rûhânî mevcûdât-i ayniyyeden (varlıklardan) her
bir mevcûdun, (varlığın) kendi hakîkâtinin ve ayn-ı sâbitesinin (ilmi
suretinin) verdiği muktezâ neden ibâret ise, (gerektirdikleri ne ise)
onun bu muktezâsı (gereksinimi) hasebiyle (sebebiyle) bu emr-i küllîye
(külli hususlara) bir hüküm râci’ olur. (geri döner) İlmin âlime, hayâtın
hayye (diri olana) nisbeti (bağıntısı) gibi. İmdi “ilim” ile “hayât”
yekdiğerinden (birbirinden) ayrı birer hakîkat-i ma’küle (idrâk
edilebilen hakikat) ve birer mefhûm-i küllîdir (külli kavramıdır). Meselâ,
bir insân, bir de melek tasavvur edelim (düşünelim). Bunların her
ikisine de “ilim” nisbetini (sıfatını) izâfe ettiğimiz (verdiğimiz) için
kendilerine “âlim” diyoruz. Fakat ilim, bu iki mevcûdun (varlığın) bildiği
kadar değildir. Ancak bunların isti’dadât-ı zâtiyyeleri, (kendi
kabiliyetleri, potansiyelleri) bu hakîkat-i ma’kule, (soyut hakikat) olan
ilimden ve bu emr-i küllîden (külli husustan) ne mikdârını bilmelerini
îcâb etmiş ise, ilim hakîkat-i ma’kulesi üzerine (ilim dediğimiz soyut
hakikatden) o kadar hüküm râci’ olur. (geri döner) Bu iki mevcûdun
(varlığın) ilimdeki seviyeleri bir olmasa bile, emr-i küllî ma’kul olan
(soyut, aklen varlığı kabul edilen, külli husus olan) ilme nisbetleri
(bağıntıları) nisbet-i vâhideden (tek bir bağıntıdan) ibâret olur. Hayât,
kudret, irâde gibi sâir umûr-i küllîyye (diğer külli hususlar) dahi (da) bu
misâle kıyâs (bu örnek ölçü alınsın) olunsun.
Ba’dehû, biz Hak Teâlâ hakkında, muhakkak onun için “ilim” ve
“hayât” vardır deriz. Binâenaleyh, Hak Teâlâ “Hayy” ve “Âlim”dir. Ve
biz melek hakkında dahi muhakkak onun için ilim ve hayat vardır
deriz. Binâenaleyh o, hayy ve âlimdir. Ve insan hakkında dahi onun
için ilim ve hayat vardır, deriz. O da hayy ve âlimdir. Ve ilmin hakîkati
vâhiddir. Hayâtın hakîkati dahi vâhiddir. Ve onların âlim ve hayye
nisbeti dahi nisbet-i vâhidedir. Ve biz ilm-i Hak hakkında muhakkak o
kadîmdir ve ilm-i insan hakkında da muhakkak o hâdistir, deriz. İmdi
bu hakîkat-i ma’kulede hükümden izâfet ihdâs eden şeye nazar et!
Ve ma’kulât ile mevcûdât-ı ayniyye arasında olan bu irtibâta nazar
et! İmdi ilim, kendisiyle kaim olan kimse üzerine onun hakkında, o
âlimdir, denilmeği hükm eylediği gibi, onunla mevsûf olan kimse
dahi, ilim üzerine, hâdis hakkında hâdis ve kadîm hakkında dahi
kadîmdir, diye hükm etti. Binâenaleyh, her birisi mahkûmun-bih ve
mahkûmun-aleyh oldu. (11)
Daha sonra biz Hak Teâlâ hakkında, onda muhakkak “ilim” ve
“hayât” vardır deriz. Bundan dolayı Hak Teâlâ “Hayy” (diri) ve “Âlim”
(bilgin) dir. Ve biz melek hakkında da onda muhakkak ilim ve hayat
vardır deriz. Bundan dolayı o da, hayy ve âlimdir. Ve insan hakkında
da onda ilim ve hayat vardır, deriz. O da hayy ve âlimdir. Ve ilmin
hakîkati tekdir. (yani ilim tek bir hakikate işaret eder) Hayâtın hakîkati
de tekdir. Ve onların âlim (bilgine, ilim sahibi olana) ve hayye (diriye,
hayat sahibi olana) bağıntısı da tek bağıntıdır. Ve biz Hakk’ın ilmi söz
konusu olduğunda bu ilmin “kadîm“ (öncesi olmayan, eski) olduğunu;
ve insanın ilmi söz konusu olduğunda da bu ilmin “hadis” (sonradan
olma) olduğunu söyleriz. Şimdi bu kadim ve hadis vasıflandırmasıyla
akılla kavranabilir hakikatin hükümde nasıl görecelik kazandığına
bak! Ve aklî tümel kavramlar olan soyut varlıklar ile dışta varlık sahibi
olanların aralarındaki bu ilişkiye dikkat et! Şimdi ilim, kendisiyle
vasıflanmış (sıfatlanmış) olan kimse üzerine onun hakkında, o âlimdir,
denilmesine hükmettiği gibi, onunla vasıflanmış olan kimse de, ilim
hakkında, sonradan olmuş varlıktaysa “hadis” ve eskiden beri olan
varlıktaysa da “kadîmdir”, diye hükmetti. Bundan dolayı (ilim ve
âlimin, ya da Tümel akli kavramlar ile, ayni (somut) varlıkların) her
birisi hem hüküm veren ve hem de kendisi hakkında hüküm verilen
olur. (11)
*Yukarıdaki koyu siyah yazılar Füsusu’l Hikemin başka transkripsiyonlarında Avni Konuk Beyin
transkripsiyonundan farklı şekilde olan veya ilave olarak yer alan kısımlardır. A.Konuk Bey’in
nüshasında yer almayan bu kısımlar, bir arada görülebilmeleri maksadıyla konulmuştur.
Ya’nî vakit ile mukayyed (bağlı, kayıtlı) olmayan vücûd-i Hakk’ta
(Hak’ın vücûdunda) “ilim” ve “hayât” vardır, deriz. Bu nisbetle
(bağıntıyla) Hak Teâlâ “Hayy” ve “âlim” (hayat sahibi ve ilim sahibi)
olmuş olur. Ve kezâ (aynı şekilde) zamanla mukayyed (kayıtlı) olmayan
melek hakkında da onun ilmi ve hayâtı vardır, deriz. İsnâd ettiğimiz
(dayanak yaptığımız) bu nisbetle (bağıntıyla) o da hayy ve âlim olmuş
olur. Kezâlik (aynı şekilde) vakit ile muvakkat (müddeti belirlenmiş
geçici) olan insanın dahi (da) ilmi ve hayâtı vardır, deriz. O da hayy ve
âlim olmuş olur. Halbuki bu âlim ve hayylerin, ilimdeki ve hayâttaki
seviyeleri bir olmamakla beraber, ilim ve hayât sıfatları birer hakîkat-i
vâhidedir (tek bir hakikâttir, aynı hakikattir). Ve ilmin âlime ve hayyin
hayâta nisbeti (bağıntısı) dahi, (da) nisbet-i vâhidedir (tekve aynı
bağıntıdır). Ancak, kendisine ilim ve hayât emr-i küllîleri (külli
hususları) nisbet olunan (bağıntılanan) mevcûdlardan bu emr-i
küllîlere (külli hususlara) birer hüküm râci’ olur. (hüküm geri döner) O
hüküm de budur ki (şudur ki), vücûd-i Hak kadîmdir (Hakk’ın varlığı
öncesi olmayan, eskiden beri var olandır). Ve vücûd-i Hak’tan (Hakk’ın
varlığından), ilim ve hayât emr-i küllîlerine (külli husûslarına) râci’ olan
(geri dönen) hüküm dahi (de) “kadîm” (öncesi olmayan eskiden beri
mevcût olan) hükmü olur. Şu halde, Hakk’ın ilmi ve hayâtı kadîmdir
(öncesi olmayan eskidenberi var olandır), deriz. Vücûd-i insan (insanın
varlığı) ise hâdistir (sonradan olma ve geçicidir). Binâenaleyh (bundan
dolayı) vücûd-i insandan (insanın varlığından) bu emr-i küllîlere (külli
husûslara) raci’ olan (geri dönen) hüküm de “hâdis” (“sonradan ve
geçici olma”) hükmü olur. Bu halde de insanın ilmi ve hayâtı hâdistir
(sonradan olmadır), deriz. Demek ki, umûr-i külliyyenin (külli şeylerin)
zuhûru (açığa çıkması) mahal (açığa çıktığı yer) hasebiyle (sebebiyle)
oluyor ve mahal (yer) onlara bir hüküm veriyor. İmdi ey tâlib-i hakîkat,
(hakikâti isteyen kişi) basîret gözüyle nazar et (bak) ki, birer hakîkat-i
ma’kulden (akılla idrâk edilebilen hakikâtlerden) ibâret olan ilim ve
hayât mevcûdâta izâfe (varlıklara göreceli) olunduğu vakit, kıdem ve
hudûsü (kalıcılık ve daimilik ile sonradanlık ve geçiciliği) nasıl ihdâs etti
(ortaya koydu) ve ma’dûmâttan (İlm-i İlâhide olup, maddi vücudu
olmayan şeylerden) ibâret olan (meydana gelen) ma’kulât ile (akılen
uygun ve akılda bulunan şeylerle) mevcûdâd-ı ayniyye (duyularla
algınabilir, somut varlıklar) arasındaki bu irtibâta (bağlantıya) nazar-ı
taaccüb ile (hayretle) bak! Zîrâ ma’dûm ile mevcûd (yok ile var, soyut
ile somut) arasındaki irtibât (bağlantı) bir emr-i acîbdir (acaip bir iştir).
Böyle olunca ilim, ilimle kaim (vasıflanmış) olan kimse hakkında “âlim”
denilmesine hükm ettiği gibi, ilim ile mevsûf (vasıflanmış) olan kimse
dahi (de), eğer kendisi hâdis (sonradan yaratılmış) ise, ilim üzerine
“hâdis” (sonradan olmuş) ve kadîm (öncesi olmayan, eski) ise “kadîm”
denilmesine hükm eyler (karar verir). Şu halde ilim ile âlimden her
birisi hem mahkûmun-bih (hüküm veren) ve hem de mahkûmun aleyh
(hüküm verilen) olmuş olur.
Ve ma’lûmdur ki bu umûr-i küllîyye, her ne kadar ma’kul ise de,
onlar ma’dûmetü’l-ayn ve mevcûdetü’l-hükümdür. Nitekim vücûd-i
aynîye nisbet olundukda onlar, mahkûmun-aleyhtir. Binâenaleyh,
a’yân-ı mevcûdede hükmü kabûl eder; ve tafsîli ve tecezzîyi kabûl
etmez. Zîrâ bu onlar üzerine muhâldir. Çünkü umûr-i külliyye, onlar
ile her bir mevsûfta, zâtı ile zâhirdir. İnsâniyyet gibi, bu nev’-i hâstan
her bir şahısta taaddüd-i eşhâs ile taaddüd ve tefezzul etmedi ve
ma’kul olmaktan da zâil olmadı. Ve vaktâki vücûd-i aynîsi olanla
vücûd-i aynîsi olmayan arasında irtibât sâbit oldu - ve o niseb-i
ademiyyettir- binâenaleyh mevcûdâtın ba’zısının ba’zısına irtibâtı
fehm olunmağa akrebtir. Zîrâ alâ-külli-hâl onların beyninde bir câmi’
vardır ki, o da vücûd-i aynîdir. Ve burada câmi’ yoktur. Ve muhakkak
adem-i câmi’ ile irtibât bulundu. Böyle olunca câmi’in vücûdu ile
irtibât akvâ ve ehaktır. (12)
Biliriz ki bu küllî husûslar, her ne kadar aklen var oldukları
kabul edilse de, onlar aynî (algılanabilir (somut) varlık) olarak yok
fakat hükümleriyle vardırlar. Nitekim aynî vücûda (algılanabilir somut
varlıklara) bağlandıklarında, haklarında hüküm verilebilir. Bundan
dolayı mevcûtların aynlarında (algılanan varlıklara bağlanıp onlarda
belirdiklerinde) hükmü kabûl ederler ancak ayrışma ve parçalanma
kabûl etmezler. Zîrâ böyle birşey onlar için imkansızdır. Çünkü küllî
husûslar, onlar ile her bir vasıflananda, zâtı ile (öz, asıl,bütün, kendi
olarak) açığa çıkar. Tıpkı her insanda olan “İnsâniyet” gibi, bunlar
kişilerin adedinin artması ile çoğalmaz, parçalara ayrılmaz ve idrak
edilebilir olmaktan da uzaklaşmazlar. Ne zaman ki aynî vücûdu
(algılanabilir somut varlığı) olanla olmayanlar (soyut kavramlar, külli
hususlar) arasındaki irtibât (ilişki) –ki o yokluksal bağıntılardır.
(“niseb-i ademiyye”den kasıt, yok nisbetinde olan ancak akılda varlığı
kesin olan külli hususlardır. ayrıca dışarıda henüz bir görüntü mahalli
bulunmayan
açığa
çıkmamış
isim
ve
sıfatlarda
bu
kapsamdadır)- kesinleşti, bundan dolayı varlıkların bazılarını birbirine
bağlayan (biraraya getirten, gruplayan, insaniyet gibi) şey de daha da
yakından anlaşılabilir oldu. Çünkü her durumda, hepsinde ortak olan
bir durum vardır ki o da ayni vücud (algılanabilir, somut beden) sahibi
olmalarıdır. Burada (ayni varlığı olanla olmayan arasında) böyle
(somut görünen) bir birleştirici ortak nokta yoktur ve bağıntı ancak
yokluk (yok nisbetinde, soyut ancak akılda var olan şeyler) ile kuruldu.
Böyle olunca (yani soyut kavramlar ile somut varlıklar arasında bir
birleştiricinin varlığı olmadan bir bağlantı kurulunca) bir birleştiricinin
varlığı ile yapılan bağıntılar (aralarında somut ortak noktalar olan
varlıkların bir araya toplanmaları, gruplanmaları) daha sağlam ve
doğru oldu. (12)
Ya’nî ma’lûm ve muhakkaktır ki (şurası kesin olarak bilinir ki), bu
hayât ve ilim gibi olan umûr-i külliye (külli hususlar), akıl mertebesinde
sâbit (var) olduklarından, onların hariçte vücûd-i aynîleri (algılanabilir
vücûtları) yoktur; velâkin (ancak) hükümleri hâriçte mevcûddur. Ve her
bir mevcûd-i aynî (algılanabilir, somut varlık) üzerine hükm ederler.
Nitekim bu hayât ve ilim, vücûd-i aynî (algılanabilen, somut vücûd)
sâhibi olan, bi’l-farz (farz edelim) Zeyd’e nisbet (bağıntılı) olunduğu ve
“Zeyd âlimdir ve hayydır” denildiği vakit, onların aleyhine (onların
hakkında) hudûs (sonradan meydana geldikleri) ile hükm olunur ve
Zeydin ilmi ve hayâtı hâdistir (sonradan oluşmuştur) deriz. Zîrâ bu
umûr-i külliyye (külli hususlar) hâdis (sonradan oluşmuş) olan bir
mahalle (yere) taalluk etti (bağıntılı oldu). Binâenaleyh (bundan dolayı)
onlar hudûs (sonradan olma) hükmü ile mahkûmun-aleyh (haklarında
hüküm verilen) olurlar. Ve bu sûrette (şekilde) de a’yânın muktezâları
hasebiyle (bağlandıkları somut varlığıkların doğalarının dayattığı
sebebe göre olan ) hükmü kabûl etmiş olurlar. Böyle olmakla berâber,
bu umûr-i külliyye (külli hususlar) tafsîl (ayrışma) ve tecezzî (bölünme)
kabûl etmez. Meselâ “Zeyd ile Amr âlimdir” dediğimiz vakit, mertebe-i
akılda sâbit (var) olan ilim mefhûm-i küllîsinin (kavram bütününün)
birer parçaları o mertebeden ayrılarak Zeyd’e ve Amr’a taalluk etti
(bağıntılandı) diyemeyiz, çünkü bu muhâldir (olmayacak bir şeydir).
Zîrâ, hayât ve ilim ile mevsûf olan (sıfatlanan) Zeyd ile Amr’ın her
birinde bu hayât ve ilim zâtıyle zâhirdir (asıl, öz, bütün olarak açığa
çıkmıştır). Bunun için, onların tafsîli (ayrışması) ve tecezzîsi (bölünmesi)
gayr-i mümkindir (mümkün değildir). Meselâ insâniyyeti alalım:
İnsâniyyet mertebe-i akılda sâbit (var) olan bir mefhûm-i küllidir
(kavram bütünüdür). Bu mefhûm (kavram), bu nev’-i hâss-ı insânîden
(bu tür insan ırkına mensup) her bir şahısta sârî (sirayet etmiş) ve
zâhirdir (görünür durumdadır, açıktadır). Bu sereyân (yayılma) ve
zuhûr (açığa çıkma) ile berâber, eşhâsın taaddüdü (şahısların
çoğalması) ile müteaddid (çoğalmış) ve mütefassıl (parçalanmış)
olmadı ve bu mefhûm (kavram) akıl mertebesinde de zâil (eksilip yok)
olmadı. Ya’nî Zeyd ve Amr, ayrı ayrı iki şahıs olduğu halde, her birine
insandır diye hükm ederiz. İnsâniyyet her birisinde zâtıyle mütehakkık
(gerçekleşmiş) ve zâhir (açığa çıkmış) olmakla berâber, iki kısma
ayrılmadı ve bunların şahıslarının taaddüdü (çoğalması) ile müteaddid
(çoğalmış) olmadı ve bunların şahıslarında zâtıyle zâhir olmakla akıl
mertebesinden dahi (de) zâil (eksilip yok) olmadı. Ve vücûd-i aynîsi
(algılanabilir somut vücûdu) olan şey ile, niseb-i ademiyyeden (yok
nisbetinde ancak akılda var olan şeyler, soyut bağıntılardan) ibâret
olmasından dolayı, vücûd-i aynîsi (algılanabilir vücudu) olmayan
umûr-i külliyye (külli hususlar) arasında irtibât (ilişki) mevcûd olunca,
bu irtibâttan (ilişkiden) şübhesiz mevcûdâtın ba’zısının ba’zısına irtibâtı
(ilişkisi) anlaşılır. Zîrâ, alâ-küllî-hâl (her durumda) mevcûdâd arasında
onları toplayan ve yekdîğerine (birbirlerine) rabt eden (birleştiren) bir
şey vardır ki, o şey de vücûd-i aynîdir (algılanabilir somut vücût sahibi
olmalarıdır). Halbûki burada, ya’nî emr-i küllî (külli hususlar, soyut
kavramlar) ile vücûd-i aynî (algılanabilir somut vücûd) arasında olan
irtibâtta (ilişkide) câmi’ (birleştirici, ortak nokta) yoktur. Ve bir câmi’
(birleştirici, ortak nokta) olmaksızın umûr-i külliyye (külli hususlar) ile
vücûdâd-ı ayniyye (algılanabilir somut varlıklar) arasında irtibât (ilişki)
vardır. İmdi umûr-i külliyye (külli hususlar, soyut kavramlar) ile
vücûdâd-ı ayniyye (algılanabilir somut varlıklar) arasında bir câmi’
(birleştirici, ortak nokta) olmaksızın irtibât (ilişki) bulununca, aralarında
bir câmi’ (birleştirici, ortak nokta) bulunan mevcûdâtın (varlıkların)
yekdîğerine irtibâtı (birinin diğerine bağlantısı) daha kavî (güçlü) ve
daha haklı olur.
Misâl: İnsâniyyet akıl mertebesinde sâbit olan bir emr-i küllîdir
(külli husustur, soyut kavramdır) ki, hâriçte onun vücûd-i aynîsi
(algılanabilir somut berdeni) yoktur. Zîrâ niseb-i ademiyyeden (yok
nisbetinde ancak akılda var olan şeylerle bağıntılardan) bir nisbettir
(bağıntıdır). Fakat bu insâniyyet, Zeyd’in ve Amr’ın şahıslarında zâtıyle
zâhirdir (öz olarak açığa çıkmıştır). Şu kadar ki, Zeyd ile Amr’ın hâriçte
vücûd-i aynîleri (algınanabilir bedenleri) vardır. Ve insâniyyetin hâriçte
vücûd-i aynîsi (algılanabilir bedeni) yoktur. Halbûki vücûd-i aynî
câmi’dir (algılanabilir beden birleştiricidir, ortak noktadır). Binâeneleyh
(bundan dolayı), insâniyyet ile Zeyd ve Amr arasında câmi’ (birleştirici,
ortak somut bir nokta) yoktur, velâkin irtibât (ilişki) vardır. Eğer irtibât
(ilişki) olmasa idi, Zeyd ile Amr’a insandır diye hükm edemeyecek idik.
İmdi bunların arasında vücûd-i aynîden (algılanabilir bedenden) ibâret
olan câmi’ (birleştiricilik, ortak nokta) olmadığı halde irtibât (ilişki)
bulununca vücûd-i aynî (algılanabilir beden) sâhibi olan Zeyd ile Amr
arasında da irtibât (ilişki) bulunduğuna şüphe yoktur. Zîrâ bu vücûd-i
aynî (algılanabilir bedenleri) onları câmi’dir (birleştiricisi, ortak
noktalarıdır).
İşte hayât, ilim, sem’, basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvin
Hakk’ın şuûnât-ı Zâtiyye’sinden (Zâti işlerinden) olan ve niseb-i
ademiyyeden (dışarıda yok akılda var durumda olan, soyut
bağıntılardan) ibâret bulunan umûr-i külliyyeden (külli hususlardan,
soyut kavramlardan) olduğu ve bunların hâriçte vücûd-i aynîleri
(algılanabilir somut vücutları) olmamakla berâber, vücûd-i aynî
(algılanabilir somut vücud) sâhibi olan efrâd-ı insâniyyede (insan
fertlerine) zâtlariyle sârî (yayılmış) ve zâhir (açığa çıkmış) bulunduğu
cihetle, (bulunması bakımından) bu umûr-i külliyenin (külli hususların)
efrâd-ı insâniyye arasında (insan fertleri ile olan) irtibâtları
(bağlantıları) sâbit ve mütehakkıktır (varlığı kesin ve doğrulanmıştır).
Diğer taraftan, insanın her bir ferdi dahi (de) vücûd-i aynî (algılanabilir
somut vücud) sâhibidir. Ve bu vücûd-i aynî (algılanabilir somut vücud)
ise onları câmi’dir (birleştiricisi, ortak noktalarıdır). Binâenaleyh
(bundan dolayı), efrâd (fertler) arasında da irtibât (ilişki) der-kârdır
(aşikârdır). Meselâ Zeyd’in vücûd-i aynîsi (algılanabilir somut vücudu)
hâdistir (sonradan yaratılmıştır); Amr’ın vücûd-i aynîsi (algılanabilir
somut vücudu) de hâdistir (sonradan yaratılmıştır). Ve kezâ (ayrıca)
Zeyd âlimdir; Amr dahi (da) âlimdir. İlim ise Hakk’ın şuûnât-ı
Zâtiyye’sinden (Zati işlerinden) tecezzî (parçalara ayrılıp bölünme)
kabûl etmeyen bir emr-i küllîdir (külli şeylerdendir, akılda var olan
soyut kavramlardandır). Şu halde biz “mertebe-i akılda sâbit olan ilim
mefhûm-i küllîsi (akıl mertebesinde var olan tümel ilim kavramına)
Zeyd’de ve Amr’a taksîm edildi de mertebe-i akıldaki (akıl
mertebesindeki) bu mefhûmdan (kavramdan) bir mikdârı eksildi”
diyemeyiz. Zîrâ vücûd-i aynî (algılanabilir somut bir vücud) sâhibi
değildir (kendi bedeni yoktur) ki, emr-i küllî (külli hususlar) tecezzî
(bölünme) ve inkısâm (parçalanma) kabûl etsin. Böyle olunca Hakk’ın
ilmi ile efrâd-ı insâniyyenin (insan ırkının) ilmi arasında bir irtibât (ilişki)
vardır. Şu kadar ki, taalluk ettiği (bağlandıkları) mahal (yer) hasebiyle
(sebebiyle) emr-i küllîye (külli şeylere) bir hüküm lâhık (ulaşmış) olur. O
da Zeyd ve Amr hâdis (sonradan yaratılmış) olduğu için, onların ilmi
dahi (de) hâdistir, (sonradan yaratılmıştır) hükmünden ibârettir. Ve
vücûd-i aynî (algılanabilir somut vücud) efrâd-ı insâniyye (insan ırkı)
arasında bu umûr-i küllîyyeyi (külli hususları) câmi’ (birleştiren, ortak
nokta) olduğu için, bu câmi’iyyet (birleştirici, ortak nokta) onları
yekdîğerine (birini diğerine) rabteder (birleştirir, bağlar). Ve bu sûrette
de kadîm (öncesi olmayan, eski) olan vücûd-i Hak (Hak’kın vücûdu) ile,
hâdis (sonradan) olan vücûd-i Halk (yaratılmışların vücûdu) arasında
irtibât (ilişki) sâbit (var) olur.
Ve şek yoktur ki, muhakkak muhdesin hudûsü ve kendisini
ihdâs eden muhdise onun iftikarı, onun kendi nefsinde imkânından
nâşî sâbit oldu. İmdi onun vücûdu, onun gayrindendir. Böyle olunca o
irtibât-ı iftikar ile murtabıttır. Ve müstenedün – ileyhin, li-zâtihî
vâcibü’l-vücûd, kendi nefsiyle vücûdundan ganî, gayr-i müftekır
olması lâ büddür. Ve o, bu hâdise kendi zâtiyle vücûdu veren zâttır.
Binâenaleyh, ona müntesib oldu. Ve vaktâkî li-zâtihî onu iktizâ eyledi,
onunla vâcib oldu. Ve vaktâki onun istinâdı li-zâtihî kendisinden zâhir
olan zâta oldu, isim ve sıfâttan her bir şeyden ona nisbet olunan şey
de onun sûreti üzerine olmasını iktizâ eyledi, vücûb-i zâtîden mâ-adâ.
Zîrâ hâdis hakkında bu sahîh değildir, eğerçi vâcibü’l-vücûddur;
velâkin onun vücûbu, kendi nefsiyle değil, kendisinin gayriyledir. (13)
Ve şüphe yoktur ki, hadis olanın varlığa gelmesi ve bu varlığa
geliş için, kendisini var edene muhtaçlık ilişkisiyle bağlı olduğu, onun
kendi nefsindeki imkanlardan dolayı kesindir. Şimdi bu varlığı
başkasına borçludur. Böyle olunca o şiddetli ihtiyac bağıntısı ile
bağlıdır. Ve kendisine muhtaç olunan, Zâtının gereği varlığının
(vücud) zorunlu ve mutlak ve kendi nefsiyle varlığında tüm
zenginliklere sahip olup, hiçbir şeye ve hiç kimseye ihtiyacı olmaması
lazımdır. Ve O, bu sonradan olana kendi zâtıyla vücûdu (varlığı) veren
zâttır. Bundan dolayı ona bağlı oldu. Ve ne zaman kî Zâti
gereksinimler sebebiyle ona ihtiyaç duyuldu, bu sayede vacip (olması
zorunlu) oldu. Hadisin dayanağı (kaynağı) kendisinden açığa çıkıp
görünür olan Zât olunca, isim ve sıfâttan her bir şeyden kendine kıyas
olunan (bağıntılanan) şeyler de onun sûreti üzerine olmasını gerekli
kıldı ancak Zâti zorunluk bunun dışındadır. Çünkü hadis (sonradan
olan) hakkında bu doğru değildir. Her ne kadar Hadis olanın varlığı da
zorunlu ise de; onun bu zorunlu oluşu, kendisinden değil,
başkasından kaynaklanır.(13)
Ya’nî şüphe olunmaz ki, muhdesin (hadis olanın) hâdisliği
(sonradan oluşu) ve muhdesin (hadis olanın) kendi zâtında vücûdu
olmadığı cihetle (kendine ait bağımsız bir varlığının olmaması
yönünden) onu hâdis kılan (sonradan olma, geçici yapan) bir muhdise
(yaratıcıya) ihtiyâcı sâbit (kesin) oldu. Böyle olunca muhdesin
(sonradan yaratılanın) vücûdu, kendisinin gayrinden (başkasından)
husûle (meydana) gelmiştir. Binâenaleyh (bundan dolayı), muhdes
(sonradan yaratılmış), vücûdda (varlıkda) kendisinin gayri (başkası)
olan muhdise (yaratıcıya), irtibât-ı
bağıntısıyla) ile murtabıttır (bağlıdır).
iftikar
(şiddetli
muhtaçlık
Misâl: Buharın zâtı bir derece tekâsüf edince (yoğunluk
kazanınca) bulut olur. Buharın vücûdu (varlığı) bulutun vücûdundan
(varlığından) mukaddemdir (öncedir). Bulutun vücûdu buhara nazaran
hadistir (sonradan olmuştur). Şüphe yoktur ki, bulut kendi zâtında
vücûd-i müstakıl (kendine ait bir varlığa) sâhibi olmadığı cihetle
(yönüyle), kendisini ihdâs eden (meydana getiren) bir muhdise,
(yaratana) ya’nî buharın vücûduna (varlığına) muhtaçtır. Şu halde
muhdes (sonradan olmuş) olan bulutun vücûdu, kendisinin gayri
(başka) olan buhar-ı lâtîfin vücûdundan (latif olan buharın varlığından)
husûle gelmiştir (meydana gelmiştir). Binâenaleyh (bundan dolayı),
muhdes (sonradan oluşmuş) olan bulut, muhdis (yaratatıcısı) olan
buhâr-ı latîfe (latif olan buhara) irtibât-ı iftikar (şiddetli ihtiyaç bağı ile)
ile murtabıttır (bağlıdır). İşte muhdes (sonradan yaratılmış) olan halk-ı
kesîfin (naddesel, yoğun yaradılmışların) kadim olan (öncesiz eski olan)
Hakk-ı latîfe (Latif olan Hakk’a) irtibâtı (ilişkisi) bu misâle mutâbıktır
(uygundur).
İmdi muhdes (sonradan yaratılmış olan) vücûdda (varlık için)
muhdise
(yaratana)
müstenid
olduğu
(dayandığı)
için,
müstenedün-ileyhin (kendisine dayanılan (Hakk)) li-zâtihî (zâtının
gereği, bizzat) vâcibü’l-vücûd (varlığının zaruri) olması, kendi nefsinde
vücûdunda ganî (zengin doygun) bulunması ve vücûdunun başka bir
vücûda müftekır (ihtiyacı) bulunmaması lâ-büddür (kaçınılmazdır).
Eğer böyle olmasa; ya'nî vücûd-i Hak (Hakk’ın vücûdu) kendisinin gayri
(başka) bir vücûda müftekır (muhtaç) olsa (yumurta tavuktan ve tavuk
yumurtadan peyd"a oldu) gibi devr (bir döngü) ve (halkın vücûdu
Hak'tan ve Hakk'ın vücûdu falan şeyden ve falan şeyin vücûdu da
falandan ilh... çıktı) gibi ilâ-mâ-lâ-yetenâhî (nihayeti olmayan) teselsül,
(zincirleme gidiş) lâzım gelir. Devr (döngü) ve teselsül (zincirleme gidiş)
ise, emr-i vücûdu (varlık hususunu) bir mebdee îsâl edemeyeceğinden
(bir esasa ulaştıramayacağından) fâsid (kısır döngü) olur. Ve
müstenedün-ileyh (kendisine dayanılan) bu hâdise (sonradan olana),
kendi zâtı ile vücûd (varlık) veren zâttır: Böyle olunca hâdis, (sonradan
yaratılan) vücûdda (varlıkda), vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu) olan
müstenedün-ileyhe (kendisine dayanılana) müntesib (bağıntılandı,
mensub) oldu. Ve vâcibü'l-vücûd, (varlığı zorunlu olan) hâdisi
(sonradan yaratılmışı) kendi zâtı için iktizâ (lâzım) edince, o hâdis
(sonradan yaratılmış) vâcibü'l-vücûdun (varlığı zorunlu olanın) vücûdu
ile vâcib (zorunlu) oldu. Zîrâ vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu olan),
hâdise (sonradan yaratılmışa) vücûd ifâza etmese (vermese), zâhir
olmaz (açığa çıkamaz) idi. Binâenaleyh (bundan dolayı), hâriçte (dışta)
zuhûr (ortaya çıkmak) için, vâcibü'l-vûcûdun (varlığı zorunlu olanın)
hâdise (sonradan olana) vücûd ifâza etmesi (vermesi), kendisinin
iktizâ-yı zâtîsidir. (Zât’ının gereğidir) Ve Hz. Şeyh-'ı Ekber (r.a.)
Fütûhât-ı Mekkiyye'lerinde vücûd hakkında âtîdeki (aşağıdaki) îzâhâtı
beyan buyururlar:
"Ma'lûm olsun ki, emr-i vücûd (varlık hususu) Hak ve halktan
(yaratan ve yaratılandan) ibârettir. O emr-i vücûd, (varlık hususu) ya
lem-yezel (yok olmaz) ve lâ-yezâl (yok olmayacak) vücûd-i mahzdır;
(halis katıksız, sırf varlıkdır) yâhut lem-yezel (yok olmaz) ve lâ-yezâl
(yok olmayacak) vücûd-i imkân-ı mahzdır (sırf mümkün varlıktır) veyâ
lem-yezel (yok olmaz) ve lâ-yezâl (yok olmayacak) adem-i mahzdır (sırf
yokluktur). Vücûd-i mahz (Sırf varlık) ezelen ve ebeden adem (yok)
kabûl etmeyen şeydir. Adem-i mahz (sırf yokluk) dahi (da) ezelen ve
ebeden vücûd (varlık) kabûl etmeyen şeydir. İmkân-ı mahz (sırf imkan)
ise, ezelen ve ebeden bir sebeple vücûdu (varlığı) ve kezâ (diğer) bir
sebeple ademi (yokluğu) kabûl eden şeydir. İmdi, vücûd-i mahz (sırf
varlık) ancak Allah'tır, onun gayri (ondan başkası) değildir. Ve adem-i
mahz (sırf yokluk) ancak muhâldir (imkansızlık, mümkün olmama
durumudur) ve muhâlin (imkânsızın) gayri (başkası) değildir. Ve imkân-ı
mahz (sırf imkan) ise, ancak âlemden (evrenden) ibârettir ve âlemin
(evrenden) gayri (başkası) değildir. Ve âlemin (evrenin) mertebesi ise,
vücûd-i mahz (sırf varlık) ile adem-i mahz (sırf yokluk) beyninde vâkı'dir
(arasında oluşmuştur) "
Vaktâki hâdisin (Ne zaman ki sonradan olanın) istinâdı
(dayandığı), Vâcibü'l-Vücûdun (varlığı zorunlu olanın) iktizâ-yı
zâtîsinden nâşî (Zâti gereksiniminden dolayı), o vâcibü'l-vücûddan
(varlığı zorunlu olandan) zâhir olmakla, (açığa çıkıp görünür olmakla)
O'na oldu; ya'nî hâdis, (sonradan olan) zuhûr etmiş (meydana çıkmış)
olduğu vâcibü'l-vücûda (varlığı zorunlu olana) istinâd etti (dayandı) ;
bu istinâd (dayanma), Vâcibü'l-Vücûd’a (varlığı zorunlu olana) nisbet
(bağıntılı) olunan her bir isim ve sıfatta, hâdisin (sonradan olmanın) o
vâcibü'l-vücûdun (varlığı zorunlu olanın) sûreti üzere olmasını iktizâ
eyledi (gerektirdi). Ya'nî Allah Teâlâ Hazretleri vâcibü'l-vücûddur
(varlığı zorunlu olandır). İnsan ise hâdistir (sonradan yaratılmıştır).
Vücûd-i insânî zuhûrda (insani varlık açığa çıkışında) vâcibü'l-vücûda
(Allah’a) müsteniddir (dayanır) ki, bâlâda (yukarıda) îzâh olundu. İşte
insan bu istinâd (dayanma) sebebiyle Hakk'ın esmâ ve sıfâtıyla
mevsûm (isimlenmiş) ve muttasıf (vasıflanmış) oldu. Meselâ Hak hayât,
ilim, sem, basar, kudret, kelâm ve tekvîn sifatlariyle muttasıf;
(vasıflanmış) ve bu sıfatlardan mütezâhir olan (ortaya çıkan) Hayy,
Alîm, Semî', Basîr, Kadîr, Mütekellim ve Mükevvin isimleriyle
mevsûmdur (isimlenmiştir). İnsan dahi (da) bu sıfatlar ile tavsîf
(vasıflanmış) ve bu isimler ile tevsîm (isimlendirilmiş) olunur. Yalnız
Vücûb-i Zâtî (Zati, zorunluluk) müstesnâdır. İnsan vücûb-i Zâtî (Zati,
zorunluluk) ile tavsîf olunamaz (vasıflandırılamaz), çünkü hâdistir.
(sonradan olmuştur) Ve hâdisin (sonradan yaratılmışın) vücûb-i zâtî
(Zati, zorunluluk) ile ittisâfı (vasıflanması) sahîh (doğru) değildir. Vâkıâ
(aslında) hâdis (sonradan yaratılmış varlık da) hadd-i zâtında
vâcibü'l-vücûddur (esasında zorunlu varlıkdır). Zîrâ hâdis, (Çünkü
sonradan yaratılmış) vâcibü'l-vücûdun (zorunlu varlığın) mertebe-i
letâfetten (letafet mertebesinden) mertebe-i kesâfete (yoğunluk
mertebesine) tenezzülünden (inişinden) başka bir şey olmadığı cihetle
(yönüyle) onun gayri (başkası) değildir. Velâkin, (ancak şu kadarı var ki)
kesîfin vücûdu (yoğun olanın varlığı) latîfin vücûduna (latif olanın
varlığına) muhtaçtır. Binâenaleyh (bundan dolayı), hâdisin vücûbu,
(sonradan olanın zorunluluğu) nefsiyle (kendi ile) değil, gayrin
(başkasının) vücûduyla (varlığıyla) hâsıldır (meydana gelir). Ve vücûb-i
Zâtîde (Zati zorunlulukda) hâdisin (sonradan olanın) kademi (payı)
yoktur.
Ondan sonra ma'lûm olsun ki, muhakkak emr, bizim dediğimiz
üzere, onun sûretiyle, onun zuhûrundan oldukda, Hak Teâlâ bizi
ilminde hâdisde nâzar üzerine havâle etti. Ve muhakkak âyâtını bize,
bizde gösterdiğini zikr eyledi. Binâenaleyh biz, bizim ile, ona istidlâl
ettik. Şu halde biz onu bir vasf ile vasf etmedik, illâ ki vücûb-i hâss-ı
zâtînin gayri, biz bu vasıf olduk. İmdi vaktâki biz onu bizim ile bizden
bildik; bize nisbet ettiğimiz her şeyi ona nisbet ettik; ve bununla bize,
elsine-i terâcim üzere ihbârât-ı ilâhiyye vârid oldu. Böyle olunca
nefsini bize bizim ile vasf eyledi. Binâenaleyh biz onu, müşâhede
ettiğimiz vakit, kendi nüfûsumuzu nıüşâhede ederiz. Ve bizi
müşâhede ettiği vakit, nefsini müşâhede eder. Ve biz her ne kadar
bizi cem' eden hakîkat-i vâhide üzerine isek de, şekk etmeyiz ki,
muhakkak biz, şahıs ve nevi' ile çoklarız. İmdi biz kat'â biliriz ki,
muhakkak bir fârık vardır. Onun sebebiyle eşhâsın ba'zısı ba'zısından
ayrıldı. Eğer bu olmasa idi, vâhidde kesret olmaz idi. Yine böylece,
her ne kadar Hak, min-cemî'i'l-vücûh kendi nefsini vasf ettiği şeyle,
bizi vasf etti ise de, bir fârık lâ-büddür. Ve o fârık, vücûdda ancak
bizim ona iftikârımız ve imkânımızdan dolayı vücûdumuzun ona
tevakkufu ve bizim ona müftekır olduğumuz şey'ın mislinden onun
gınâsıdır. (14)
Sonra bilmelisin ki iş dediğimiz gibi Hakkın sûretlenerek açığa
çıkıp görünür, bilinir olması olunca, Hak Teâlâ kendisiyle ilgili bilgi
edinebilmemiz için bizi hadis olana yani yarattıklarına bakıp
düşünmeye yöneltti. Ve ayetlerini, işâretlerini, delillerini bize yine
bizde gösterdiğini söyledi. Bundan dolayı bizde onun hakkında
kendimizle çıkarımda bulunduk. Bu durumda da biz Onu sadece
kendisine Has olan Zati gerekleri dışında tamamen kendimizden
ibaret vasıflarla vasıflandırdık yani vasıf kendimiz olduk. Şimdi ne
zaman ki biz onu bizim ile bizden bildik; kendimizde nisbet ettiğimiz
her şeyi ona kıyas ettik; ve böylelikle bize ulaşan İlahi haberleri
tercüme edip anlayabilir olduk. Böyle olunca O da kendisini bize,
bizim ile vasfederek açıkladı. Bundan dolayı bizim onu,
gözlemlememiz, kendi nefslerimizi gözlemlememizdir. Ve O da bizi
müşâhede ettiği zaman, kendi nefsini müşâhede eder. Ve biz her ne
kadar bizi biraraya getiren tek bir hakîkat üzerine isek te, bizim, şahıs
ve tür olarak çok sayıda olduğumuz şüphesizdir. Şimdi biz kesinlikle
şunu da biliriz ki, muhakkak (arada) bir ayrıştırıcı vardır. Onun
sebebiyle şahısların bâzısı bâzısından ayrılır. Eğer bu olmasa idi,
birlikte çokluk olmaz idi. Yine böylece, her ne kadar Hak, tüm
yönleriyle kendi nefsini vasfettiği şeyle, bizi vasfetti ise de, bir
farklılığın olması zorunludur. Ve o farklılık, bizim, vücûdda (var
olmada) ona olan ihtiyacımız ve mümkün varlık olarak yine ona bağlı
olmamız ve Onun bizim kendisinden ihtiyac duyduğumuz bu gibi
şeylerden zengin olup, hiçbirşeye ihtiyacı olmamasıdır. (14)
Ya'nî hâdisin (sonradan olanın) emri ve şânı (işleri ve halleri),
bâlâda (yukarıda) îzâh ettiğimiz (anlattığımız) vech (yön) ile,
vâcibü'l-vücûdun sûretiyle (zorunlu varlığın sureti ile) onun
zuhûrundan (açığa çıkmasindan) olunca, Hak Teâlâ hazretleri kendi
vücûdunu (varlığını) bilmemiz husûsunda bizi hâdise (sonradan
yaratılanlara) nazar etmeğe (bakmaya) havâle etti (yöneltti). Ve “Se
nurîhim âyâtinâ fîl âfâki ve fî enfüsihim“ (Fussilet, 41/53) ya'nî " Biz,
âyâtımızı (işaretlerimizi) karîben (gelecekte) onlara âfâkta (dışta) ve
nefislerinde (kendilerinde) gösteririz" âyet-i kerîmesinde, âyâtını
(ayetlerini) bize bizde gösterdiğini beyân buyurdu. (bildirdi)
Binâenaleyh (bundan dolayi) biz hâdis (sonradan yaratılmış) olan
vücûdumuza (varlığımıza) nazar ettik; (baktık) ve onda hayat, ilim,
sem', basar, kudret ilh.... gibi sıfatlar gördük. Bu sıfatlarımız ile vücûd-i
vâcibe (zorunlu varlığa) ve onun böyle sıfatlari bulunduğuna istidlâl
eyledik. (neticesini çıkardık) Şu halde biz onu bir vasif ile vasf etmedik,
illâ ki biz o vasfin ayni olduk. (Biz onu kendimizde olmayan bir vasıfla
vasıflandırmadık, biz o vasfın kendisi olduk yani kendimizde ne gördü
isek Onu da onlarla vasıflandırdık) Yalniz kendimizi vasf etmediğimiz
(vasıflandırmadığımız) bir vücûb-i hâss-i zâtî (sadecve O’nun Zâtına ait
zorunlu gereklilikler) kaldı. Zîrâ (çünkü) biz hâdis (sonradan) olduğumuz
için, vücûb-i hâss-i zâtî vasfi (Zâta ait zorunlu özellikler) ile kendimizi
vasf etmemize (nitelememize) imkân yoktur. İmdi (buna göre) biz
vâcibü'l-vücûdu, (zorunlu varligi) hâdis olan (sonradan yaratılan)
vücûdumuz (varlığımız) ile, vücûd-i hâdisimizden (hadis varligimizdan)
bildiğimiz vakit, kendimize nisbet ettiğimiz (bağıntılı yaptığımız) her
vasfı, ona nisbet ettik; (orantıladık) ve enbiyâ-yi izâm hazarâtinin
(büyük nebiler hazretlerinin (hz. Muhammed’in) lisâniyla bize bununla
ihbârât-i ilâhiyye (ilâhi bildiriler) vârid (gelmiş) oldu. Nitekim, Kur'ân-ı
Kerîm'de:
“innallâhe semîun alîm” yâni “Muhakkak ki Allah Sem'î'dir (en
iyi işitendir), Alîm'dir (en iyi bilendir).” (Bakara, 2/181)
“innenî meakumâ esmau ve erâ” yâni “Muhakkak ki Ben, sizinle
beraberim, işitirim ve görürüm” (Tâhâ, 20/46) ve
“innallâhe semîun basîr” yâni “Muhakkak ki Allah; Sem'î'dir (en
iyi işiten), Basîr'dir (en iyi gören)” (Lokman;31/28) ve
“Men yutiır resûle fe kad atâallâhe” yâni “Kim Resûl'e itaat
ederse, böylece andolsun ki Allah'a itaat etmiş olur.” (Nisâ, 4/80) ve
“ve mâ remeyte iz remeyte” yâni “Ve attığın zaman da sen
atmadın ama Allah attı” (Enfâl, 8/17) ve
“fe lillâhil mekru cemîân” yâni “Oysa bütün tuzaklar,
Allah'ındır.” (Ra'd, 13/42);
“vallâhu hayrul mâkirî.” yâni “Ve Allah, (hileye karşı) hile
yapanların en hayırlısıdır” (Âl-i İmrân, 3/54),
“ve akradûllâhe kardan hasenen” yâni “ve Allah'a güzel borç
verenler” (Hadîd, 57/18), “Ve ekîdu keydâ.” yâni “Ve Ben de hile
yaparak tuzak kurarım.” (Târık 86/16),
“Allâhu yestehziu bihim” yâni “Allah da onlarla alay eder”
(Bakara, 2/15) ve “İnnellezîne yu’zûnallâhe ve resûlehu” yâni
“Muhakkak ki Allah ve Resûl'üne eziyet edenlere” (Ahzâb, 33/57)
gibi bir çok âyât-ı kerîme (ayetler) ve
“maraztu fe lem tu’dini ve reca’tu fe lem tat’ımni” ya’nî “hasta
oldum ziyâretime gelmedin ve aç kaldım beni doyurmadın” gibi de
ahâdîs-i kudsiyye (kutsal hadisler) lisân-ı Nebî (nebinin lisanı) üzere
vârid olmuştur. (gelmiştir) Ve kezâ (aynı şekilde)
“men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu” yâni “nefsine ârif
olan Rabbine ârif olur” ve
“men ata’ani ata’allah” ya’nî “Bana itaat eden Allah’a itaat
etmiştir” şerîfe (kutsal hadisler) buyrulmuştur.
Suâl: (soru) İlim, sem', basar, kudret gibi sifât-ı kemâliyyenin
(kemal sıfatlarının) vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu) hazretlerine izâfesi
(bağıntılı kılınması) câizdir. (dogrudur, uygundur) Fakât mekr, (hile,
aldatmaca) keyd, (tuzak) istihzâ (alay etme) ve ezâ, (işkence) hastalik,
açlik ve it'âm (nahoş durumda kalma) gibi sifât-i halkiyyenin (halka ait
vasiflarin) Hakk'a nisbeti (alakasi, bagintisi) nasil olur?
Cevap: Biraz yukarıdâ denilmiş idi ki, muhdesin (hadis olanın
(sonradan yaratılmışın) kendi zâtında vücûdu (kendine ait varlığı)
yoktur. Ve onu hâdis kılan (sonradan yaradılmış yapan) bir muhdise
(yaratıcıya) ihtiyâcı sâbittir. (kesindir) Binâenaleyh (bundan dolay)
muhdesin (sonradan yaratılmış olanın) vücûdu, (varlığı) kendi
vücûdunun (varlığının) gayri (başkası) olan vâcibü'l-vücûddan (zorunlu
varlıktan) husûle gelmiştir. (meydana çıkmıştır). Zîrâ (çünkü)
vâcibü'l-vücûdun (zorunlu varlığın) vücûdu latîf (şeffaf, uçucu,
yoğunlıksuz) ve hâdisin vücûdu (sonradan yaradılmışın varlığı) ise
kesîftir. (yoğundur, katıdır) Ve latîf (yoğunluğu olmayan) kesîfin (yoğun
olanın) gayridir. (başkasıdır) Fakat latîften (yoğunluğu olmayandan)
olan kesîfin (yoğun olanın) vücûdu (varlığı) min-haysü'z-zât (zat
bakimindan) o latîfin (yoğunluğu olmayanın) aynidir.(aynısıdır,
kendisidir) Ve bu ayniyyet (aynı olmaklık) ve gayriyyet (başka olmaklık)
yine bâlâda (yukarda) buhar ile bulut misâlleriyle tavzîh edilmiş
(açıklanmış) idi. İmdi (buna göre) vâcibü'l-vücûd, (zorunlu varlık)
hâdise (sonradan yaratılana) vücûd (varlık) ifâza etmese (vermese)
ya'nî mertebei letâfetten (yoğunluğu olmayan mertebeden) mertebe-i
kesâfete (daha yoğun mertebeye) tenezzül edip (inip) hudûs (hadis
olma) sıfatını o mertebede iktisâb etmese, (elde etmese) hâriçte
(dışarıda) ism-i Zâhir'in (Zâhir isminin) ahkâmi (hükümleri) zuhûr etmez
(açığa çıkıp bilinmez) idi. Mâdemki hâdisin (sonradan yaratılmışın)
vücûdu, vâcibü'l-vücûdun (zorunlu varlığın) vücûdudur, şu halde bu
mertebe-i kesâfette (yogunluk mertebesinde) zâhir olan (açığa çıkan)
mekr, (aldatma, hile) istihzâ', (alay etme) ezâ (işkence) ve hastalik ve
açlik gibi sifât-i muhdesâtın, (sonradan meydana gelmiş sıfatların) dahi
(da) min-haysü't-taayyün (açığa çıkışları, belirişleri bakımından) ona
izâfesi (onunla ilişkilendiği) der-kârdir. (aşikardir) Zîrâ (çünkü) bu sıfât
(sıfatlar) muktezâ-yi kesâfettir (yoğunluk gerektirir). Velâkin (fakat)
Hak, minhaysü'z-zât (Zâtı bakımından) bu sıfâttan (sıfatlardan)
münezzehdir. (arınmıştır, mukaddestir) Zîrâ (çünkü) îcâbât-ı kesâfetin
(yoğunluk gerektiren şeylerin) letâfetle (yoğunluğu olmayanla) aslâ
münâsebeti (alakası) yoktur.
Böyle olunca Hak Teâlâ kendi nefsini bize hayât, ilim, sem', basar,
kudret ve irâde gibi bizde olan sıfatlarla vasf eyledi. (vasıflandırdı)
Binâenaleyh (bundan dolayı) biz onu âlimiyyet, (âlim’lik) kâdiriyyet
(kâdir’lik) ve mürîdiyyet (mürid’lik) gibi vasıflar ile müşâhede ettiğimiz
(gözlemlediğimiz) vakit, bu vasıflar (özellikler, nitelemeler) ile
kendimizi, müşâhede ederiz. (gözlemlemiş oluruz) Zîrâ (çünkü) niseb-i
ademiyyeden (yokluk bağıntısından) ibâret bulunan bu umûr-i külliyye,
(külli hususlar) bizlerde zâtlariyla sârî (sirayet etmiş) ve zâhirdir.
(görünürdür) Ve bizim vücûdât-i ayniyyemiz (kendi varlıklarımız) bu
umûr-i külliyyeye (külli hususlara) müsteniddir. (dayanmaktadir) Ve
umûr-i külliyye (külli hususlar) mertebe-i akılda (akıl mertebesinde)
sâbit (mevcut) olan Hakk'in şuûnâtindan (işlerinden) ibârettir. Ve Hak
Teâlâ dahi (da) bizi bu vasiflar ile müşâhede ettiği (gözlemlediği) vakit,
kendi nefsini o vasıf ile müşâhede eder. (gözlemler) Zîrâ (çünkü) bizim
vücûdât-i kesîfemiz (kesif varlıklarımız) dahi (da) onun vücûdudur.
(varlığıdır) Binâenaleyh (bundan dolayi) merâyâ-yi kesîfede (kesif
aynalarda) Hak Teâlâ hazretleri kendi nefsini müşâhede eder.
(gözlemler)
Beyit: ................................
İmdi (buna göre) Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) Hak ile halk (yaratan ve
yaratılmışlar) beynindeki (arasındaki) irtibâti (ilişkiyi) beyân
buyurduktan (anlattıktan) sonra bir i'tibâr ile (önemli bir husus olarak)
beyinlerindeki (aralarındaki) farkı îzâhan (açıklayarak) derler ki: Biz her
ne kadar bizi cem'eden (biraraya toplayan) ve ihâta eyleyen (kuşatan)
insâniyyet (insanlik kavramının) hakîkat-i vâhidesi (tek olan hakikati)
üzerine isek de, şübhemiz yoktur ki, biz Zeyd, Amr, Bekir ilh... gibi şahis
(şahıslar) ve arab, acem, türk ve çerkes ilh, ... gibi nevi' (türler) ile
kesîriz. (parçalanmışız, çokuz) Ve biz kat'â (kesin olarak) biliriz ki,
ortada bir fârık (fark, ayırıcı) vardır ki, o fârık (farklar) sebebiyle
eşhâsin (şahısların) ba'zısı ba'zısından ayrılır. O fârık (farklılık, ayırıcı)
dahi (da) bizim husûsât-i zâtiyyemizdir. (şahsımıza ait özelliklerimizdir)
Ve husûsât-i zâtiyyemiz (Şahsımıza ait bu özellikler) dahi, (da) bizim
isti'dâdât-i zâtiyyemizden (şahsi kabiliyetimizden, potansiyelimizden)
ibârettir ki, hüsn (güzellik) ve kubuh, (çirkinlik) ilim ve cehl (cahillik)
gibi şuûnâtimiz (oluşumlarımız) bu isti'dâdâta (kabiliyetlere,
potansiyellere) taalluk eder. (bağıntılıdır) Eğer ortada böyle bir fârık
(fark) olmasa idi, küll (bir bütün, tümel) olan vâhidde (tek'de)
cüz'iyyâtin (cüzlerin, parçaların) kesreti (çokluğu) zâhir (görünür) olmaz
idi. İşte nasıl ki, hakîkat-i vâhide (tek bir hakikat) olan insâniyyetin
(insanlık kavramının) taht-ı hîtasinda (tahtı altında) müctemi' (bir
arada toplanmış) olan eşhâs (şahıslar) ve envâ' (türler) arasinda fârık
(farklar) mevcûd ise, Hak Teâlâ hazretleri hayât, ilim, kudret ve irâde
gibi mincemî'i'l-vücûh (tüm yönlerden) kendi nefsini vasf ettiği
(vasifladırdığı) şeyle bizi vasf etmekle (vasıflandırmış olmakla) berâber,
vücûd-i Hak'la (Hakk’in varlığı ile) vücûd-i halk (yaratılanların varlığı)
beyninde (arasında) öylece bir fârık (ayırıcı, fark) lâ-büddür. (olduğu
muhakkaktır) O fârık (fark, ayırıcı) dahi (da), vücûd (varlık) ile adem
(yokluk) arasinda vâki' (olmuş) olan vücûd-i imkânîmizden (mümkün,
olası varlığımızdan) dolayı vücûdda (varlıkta) bizim ona muhtâç
olmamızdır. Ve varlığımızın onun varlığına mütevakkıf (bağlı) olmasıdır.
Ve mevcûd olmamiz için bir vâcibü'l-vücûda (zorunlu varlığa) muhtâç
olmamız gibi bir halden onun ganî (zengin, ihtiyaçsız durumda)
bulunmasıdır. Zîrâ (çünkü) Hakk'in vücûdu (varlığı) zâtindandır
(kendisindendir); ve zâtının aynıdır; ve zâtı üzerîne zâid (ek, ilave)
değildir: Fakat bizim vücûdumuz (varlığımız) böyle değildir; vücûdda
(var olmada) biz O'na müftekiriz. (muhtacız)
İmdi bu sebeple, Hak için kendisinden evveliyyet müntefî olan
ezel ve kıdem sahîh oldu; o da öyle bir evveliyyettir ki, onun için
ademden iftitâh-ı vücûd vardir. Binâenaleyh o "Evvel" olmakla
berâber ona nisbet olunmaz. Ve işte bunun için onun hakkında "Âhir"
denildi. İmdi onun evveliyyeti vücûd-i takyîd evveliyyeti ola idi,
mukayyed için "Âhir" olması sahîh olmaz idi. Zîrâ mümkin için âhir
yoktur. Çünkü mümkinât gayr-i mütenâhîdir; onlar için âhir yoktur.
Belki emrin küllîsi, bize nisbet olunduktan sonra, ona rücû' ettiği için,
o "Âhir" oldu. Böyle olunca o, ayn-i evveliyyetinde "Âhir" ve ayn-i
âhiriyyetinde "Evvel"dir. (15)
Şimdi bu sebeple, Hak için şüphesiz ki başlangıcı bulunmayan
anlamında ezel (geçmiş ve geleceği kapsama) ve kıdem (öncelik, evveli
olmama, eskilik) geçerli olmuştur; burada başlangıçtan kasıt, onun
yokluktan vücûda (varlığa) açılma anıdır. O “El-Evvel” (başlangıcı
olmayan, ilk) dir, ancak bu ilk oluş başka bişeyle kıyaslandığından
dolayı değildir. Ve işte bunun için Onun hakkında “Âhir” de (son,
sonuncu da) denildi. Eğer O’nun evvelliği, varlıkların kayıt ve şarta
bağlı olan evveliyetleri gibi olsaydı, kayıtlılar gibi onun için de
“sonuncu” olma geçerli olmazdı. Çünkü mümkün (varlığı Hakkla
mümkün olan, olabilirlikleri, olamazlıklarına denk, olası olanlar) için
son yoktur. Çünkü olasılıkların sonu gelmez, onlar için son yoktur.
Belki tüm bu işler, bize kıyas olunduktan sonra, ona döndüğü için, O
“Âhir” (son, sonuncu) oldu. Böyle olunca o, kendi evveliyetinde
“Ahir” (son, sonuncu) ve kendi son oluşunda ise “Evvel” (ilk) dir. (15)
Ya'nî abdin (kulun) iftikârından (muhtaçlığından, fakirliğinden) ve
Hakk'ın gınâ-yı zâtîsinden (zatının zenginliğinden, doygunluğundan)
ibâret olan bu fârık (farklılık, ayırıcı) sebebiyle, Hak için ezel (geçmiş ve
gelecek zamanı içine alıp zamanla kayıtlı olmama) ve kıdem (öncesi
olmama, en eskilik) sahîh (dogru, gerçek) oldu. Fakat bu ezeliyyet ve
kidemiyyet (zamansızlık ve ilk oluş) öyle bir ezeliyyet ve kidemiyyettir
ki, bunlardan evveliyyet-i mukayyede (şartlı, kayıtlanmış öncelik)
müntefîdir. (ortadan kalkmıştır) Ve bu müntefî olan (ortadan kalkan)
evveliyyet, kendisi için ademden (yokluktan) iftitâh-i vücûd-i
evveliyyettir. (varlığa açıldığı ilk durumudur) Zîrâ (çünkü) yoktan var
olmağa başlamaktan ibâret olan evveliyyet (öncelik) ile muttasıf
(vasıflanmış) olan bizim vücûdât-ı ilmiyyemizdir. (ilmi varlıklarımızdır)
Çünkü meşiyyet-i ilâhiyye (ilâhi irade) zuhûru (meydana çıkmayı) iktizâ
ettikde, (gerektirdiğinde) ilk önce ilm-i ilâhîde (İlahi ilimde) bizim
hakâyıkımız (hakikatlerimiz) sâbit oldu. (belirlendi) İmdi (buna göre)
bizim bu hakâyıkımıza (hakikatlerimize) ve a'yân-i sâbitemize (ilmi
suretlerimize) nisbeten (göre) Hak Teâlâ evvel olmakla berâber,
mertebe-i ıtlâkında, (kayıtsız oldugu sırf zat mertebesinde) ona
evveliyyet (öncelik) nisbet olunmaz. (bağıntılı kılınmaz) Çünkü
mertebe-i ıtlakta (mutlak kayıtsızıik, sırf zat mertebesinde) bi'l-cümle
(bütün) niseb (bağıntılar ve kıyaslar) muzmahil (çökmüş) ve
mütelâşîdir. (mahv ve yok olmuştur) Ve ezmân (zamanlar) ve evkâtin
(vakitlerin) vücûdât-i izâfiyyelerine (izafi, göreceli varlıklarına)
müteallik, (baglı) olan hudûs (sonradan olma) ve kıdem (önce olma)
gibi nisbetlerden (kıyaslardan, bağıntılardan) vücûd-i mutlak-i Hak
(Hakk’ın mutlak varlığı) münezzehdir. (uzak ve temizdir, mukaddestir)
Ve vücûdât-ı izâfiyyenin (izafi, göreceli varlıkların) iftitâhı (başlangıcı)
kendisinden olduğu için, bu vücûdâta (varliklara) nazaran (göre)
"Evvel" (önce) denildiği gibi, yine bu vücûdâtın (varlıkların) ihtitâmıyla
(sona ermesiyle) bâkî (daimi, kalacak) olan yine kendisi olduğu için,
Hak Teâlâ hakkında "Âhir"dir (en sondur) denildi. Eğer Hakk'in
evveliyyeti (önce oluşu) vücûd-i aynî (algılanabilir, somut varlık) sâhibi
olmak sûretiyle mukayyed (şarta bağlı, kayıtlı) olan evveliyyet (öncelik)
ola idi, vücûd-'i aynî (algılanabilir, somut varlık) sâhibi olan
mukayyedât (varlıkları şarta bağlanmışlar, kayıtlılar) için Âhir (son)
olması sahîh (gerçek) olmaz idi. Zîrâ (çünkü) mümkinin (mümkünün,
olasılığın) âhiri (sonu) yoktur; çünkü gayr-i mütenâhîdir. (sonsuzdur)
Suâl: Mevcûdât-ı hâdisenin (varlık kazanma olayının) âhiri (sonu)
olmayıp gayr-i mütenâhî (sonsuz) olunca, suver-i âlemin (evren
sûretlerinin) ebedî (sonsuz, daimi) olması ve bu suver-i âlemin (evren
sûretlerin) infisâhından (bozulmasindan) ibâret olan kiyâmet-i
kübrânın (büyük kıyametin) kâim (mevcut) olmaması lâzim gelmez mi?
Cevap: Ma'lûm olsun (bilinsin) ki, vücûd-i mümkin (mümkün,
olası varlık) yalnız sathında (yüzeyinde) yaşadiğimiz küre-i arzdan
(dünyadan) ibâret değildir. Belki arz (dünya) vücûd-i mümkinâttan
(olası, mümkün varlıklardan) bir zerre mesâbesindedir. (ölçüsündedir)
Zîrâ (çünkü) fezâ-yi nâmütenâhî (sonsuz uzay) ta'bîr olunan (denilen)
sâha (alan) ayn-i vücûd-i mutlaktan (kayıtsız, mutlak varlığın
suretinden) ibârettir. Ve vücûd-i mutlak (kayıtsız, sınırsız varlık)
mine'l-ezel ile'l-ebed (ezelden ebede (başlangici olmayan geçmişten
sonsuza dek) nefes-i rahmânîsiyle (rahmani nefesiyle) müteneffistir.
(soluklanandır) Ve bu tenfis (soluklanma) vücûdun (varlığın) iktizâ-yi
zâtîsi (Zâti gereği) olup meşiyyeti (iradi, dilemesi yoluyla) değildir.
Binâenaleyh (bundan dolayi) zuhûr (meydana çıkma, görünür ve bilinir
olma) zâti sırfın (sırf Zâtın) muktezâsidir. (gereğidir) İmdi (buna göre)
bu tenfîs (soluklanma) netîcesinde fezâ-yi bî-nihâyede, (sonsuz uzayda)
ya'nî vücûd-i mutlakta (sınırsız, kayıtsız varlıkta) öbek öbek inbisât
eden (yayılan, genişleyen) nefes-i rahmânî (rahmani nefes) avâlim-i
bî-nihâyenin (sonsuz alemlerin) heyûlâsıdır. (ilk cevheridir) Ve bu
tenfîs, (nefes) zâtın kendi zâtında, yine kendi zâtına, kendi zâtı ile vâki'
(olmuş) olan bir tecellîsidir. Ve nefes-i rahmânî (rahmani nefes) zâtın
"ayn"ıdır. (kendidir, hakikatidir) Ancak, zât-ı latîfin (latif zatın)
bi't-tenezzül,
(aşağı
inerek)
nefesini
teksîf
etmesinden
(yogunlaştırmasindan) ibârettir. Nitekim Ebu'l-Hasan Gûrî hazretleri
“Tenzîh ederim şu en celil ve a’lâ zatı ki, nefesini [nefsini] latîf
kılıp ona Hak dedi ve nefesini [nefsini] kesîf kılıp ona da halk
edilmişler dedi.”
Bu nefes-i rahmânî (rahmani nefes) âlî (yüksekte) iken, ya'nî zât-ı
bahtın (halis, sırf Zâtın) tenfîsini (soluklanmasını) müteâkib (takiben)
kemâl-i letâfetinden bîsûrettir; (latif kemalatından dolayı suretsizdir)
teseffül eyledikçe (aşağı indikçe) teberrüd (soğur) ve tasallub edip
(katılaşıp) eşkâl (şekil) ve suver (biçim) iktisâb eyler. (kazanır) Nitekim
nefes-i insânî (insanın nefesi) zemherîde (soğuk havada) bir cam
üzerine irsâl olundukda (üflendiğinde) hîn-i hurûçta (dışarı çıkış anında)
harâretle latîf (sıcaklıkla şeffaf) ve bîsûret (şekilsiz) iken teseffül
eyledikçe (aşağı indikçe) teberrüd (soğur) ve tasallub edip (katılaşıp)
cam üzerinde çiçekli buzlar peydâ kılar. (oluşturur) Ve o buzlardaki
eşkâl (şekiller) ayn-i nefestir. (nefesin kendidir) Nefes-i rahmânî
(rahmani nefes) de hîn-i tenfîste (nefes verme sırasında) böylece latîf
olup tedrîcen (aşama, aşama) duhân-i ziyâ-dâr (parlak ışıklı duman)
hâline gelir ve avâlimin (alemlerin) madde-i ûlâsi (ilk maddesi, ilk
cevheri) olur. Nitekim Hz. Şeyh (r.a.) Fass-ı Îsevî'de :
“Nefesin aynında olan herşey, gece karanlığının sonundaki ışık
gibidir” beyt-i şerîfiyle bu hakîkate işâret buyururlar ki, inşâallah orada
şerh olunur.
İmdi (buna göre) fezâda öbek öbek tekâsüf (yoğunlaşan) ve
teberrüd eden (soğuyan) sehâb-i muzîler (parlak bulutlar) ilk
devrelerinde dumandan başka bir şey değildirler. Nitekim Ayet-i
Kerimede “Sümmestevâ iles semâi ve hiye duhânun” ya’nî “Sonra
duman halinde olan semaya yöneldi.” (Fussilet, 41/11) buyrulur.
Ba'dehû (daha sonra) bunlarin kendi mihverleri (eksenleri) etrâfındaki
devirlerinden mütehassil (meydana gelen) kuvve-i ani'l-merkeziyye
(merkez kaç kuvveti) hasebiyle, (sebebiyle) bir takım küreler ayrılıp
kendilerinden iftitâk ederek (başlayarak) şems (güneş) hâlinde kalan
merkezin etrâfinda mahrekleri (yörüngeleri) üzerinde devr ederler.
(dönerler) Nitekim âyet-i kerîmede işâret buyrulur “E ve lem
yerellezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe
fetaknâhuma” ya’nî “İnkâr edenler, semaların ve arzın bitişik
olduğunu görmediler mi?” (Epbiyâ, 21/30). İmdi (buna göre) fezâda
mütekevvin (uzayda oluşan) sehâb-i muzî (parlak bulut) kütlelerinin
her birisi şemsleriyle (güneşleriyle) berâber birer manzûme ((güneş)
sistemi) olup bunlari görüp ta'dâd etmek (saymak) bizler için kâbil
(mümkün) değildir. Yalniz âlet vâsitasiyla görülebilenler hakkında
alâ-tarîki'l-istidlâl (delile dayanarak netice çikarmak yoluyla) erbâb-i
fenn-i hey'et (astronomi bilginleri) tarafindan beyân-i mütâlaât
olunabilmektedir. (inceleme sonucu oluşan görüşleri açıklanmaktadır.)
Ve bu avâlime (alemlere) ehl-i hakîkat (hakikat ehli) indinde (katında)
"âlem-i simsime" ta'bîr olunur. (denir) Ve "simsime" ibâre (cümlelere)
ve beyâna (açıklamalara) sığmayan ma'rifet demektir. Cenâb-i Şeyh-i
Ekber (r.a.) Fütûhât-i Mekkiyye'de bu avâlimden (alemlerden)
ba'zılarının ahvâlini (hallerini) beyan buyurmuşlar (açıklamışlar) ve:
"Her şeyi ki, akıl onu işbu dâr-i dünyâda (bu dünya yurdunda) muhâl
(imkansız, olamaz) görür, biz onu o arzda (o dünyada) mümkin
(olabilir) bulduk. Ve bildik ki, ukûl (akıllar) kâsirdir" (eksiktir,
kusurludur) demişlerdir. Zîrâ (çünkü) bizim aklımiz, üzerinde
yaşadığımız arzdaki (dünyadaki) kavânîn-i tabîiyyeyi (tabiat
kanunlarını) bile tamâmiyle ihâtadan (kavramaktan) âcizdir. Bu arzın
(dünyanın) kavânîn-i tabîiyyesi (tabiat kanunları) hâricinde (dışında)
kalan avâlim-i sâirenin (diğer alemlerin) tâbi' (bağlı) olduğu kavânîne
(kanunlardan) ittilâ' (haberdar olmak, bilmek) nasil mümkin olabilir?
İmdi (buna göre) "semâvât-ı seb'a" (yedi gök) ta'bîri (denilmesi)
bizim manzûmemize ((güneş) sistemimize) taalluk eden (ait, alakalı
olan) bir beyândan (açıklamadan) ibârettir. Ve âyet-i kerîmede “Ve
lekad halaknâ fevkakum seb'a tarâika” ya’nî “Ve andolsun ki Biz, sizin
üzerinizde yedi yol halk ettik” (Mü'minûn, 23/17) âyet-i kerîmesinde
işâret buyrulan "tarîk"lar (yollar) her biri bir felekten (gök katından)
ibâret olan seyyârât-ı seb'anin (yedi gezegenin) mahrekleri
(yörüngeleri) olup bu babdaki (konudaki) îzâhât (açıklama) Fass-ı
İdrîsî'de (idris bölümünde) gelecektir. Nefes-i rahmânînin (rahmani
nefesin) tenfîsi (soluğu) iktizâyi zâtî (Zât’ının gereği) olan zuhûra (açığa
çıkma, görünüp bilinmeye) müstenid bulunduğundan (dayandığından)
ve kemâl-i zuhûr (bütün mükemmelliği ve tamlığı ile ortaya çıkış) ve
ma'rifet (bilinip, kavranması) ise; sûret-i ilâhiyyenin (ilahi suretin)
ancak bir endâm (boy) âyînesinde (aynasında) intibâ'ıyla (belirip
görülmesiyle) hâsıl olabileceğinden (elde edilebileceğinden) bu avâlim-i
nâ-mütenâhiyyenin (sonsuz alemlerin) her birerleri birer endâm (boy)
âyînesi (aynası) mesâbesinde (derecesinde) vâki' (olmuş) oldu. Hakk-ı
mutlak (kayıtsız Hakk) her birerlerinde sûret-i ilâhiyyesini (ilâhi
suretini) müşâhede buyurur. (görür, seyreder) Fakat bu müşâhede
(seyrediş) uzaktan ve kendi vücûdunun (varlığının) hâricinde (dışında)
vâki' (olmuş) olan bir şeye nazar (bakmak) ile vâki' olan (gerçekleşen)
müşâhede (seyrediş) kabîlinden (türünden) değildir. Belki cemî'-i
zerrâtta (bütün zerreciklerde) bi'z-zât (kendi zatıyla) zuhûr (açığa çıkış)
ve huzûr (hazır bulunmak) ile vâki'olan (gerçekleşen) müşâhede-i
zevkiyyedir. (seyretme deneyimidir) “Lâ tudrikuhul ebsâru ve huve
yudrikul ebsâr ve huvel lâtîful habîr“ ya’nî “Görme hassaları onu
idrak edemez. Ve O, görme hassalarını idrak eder. Ve O, lâtiftir,
herşeyden haberdardır.” (En'âm, 6/103) Zîrâ (çünkü) zatı-latif (latif,
şeffaf Zât) eşya sûretleriyle mütekâsif (kesifleşmiş, yoğunlaşmış)
olunca, onlarda bi-hasebi'l-kesâfe (yoğunlaşma sebebiyle) zâhir olan
(açığa çıkan) ahvâl (haller) ve şuûn, (işler) zevk-i şûhûdî ve huzûrî
(seyretme ve hâzır bulunma deneyimi) ile zât-i latîfin (latif Zâtın)
ma'lûmu (bilineni) olur. Onun için âyet-i kerîmede "Latîf" (şeffaf,
yoğunluksuz) ve "Habîr" (her şeyden haberli) buyrulmuştur. Çünkü
"hibret" (bir şeyin iç yüzünü hakkı ile bilmek) ilm-i zevkidir (ilmi
deneyimdir) Ve “Elâ ya’lemu men halaka, ve huvel latîful habîr” ya’nî
“Halk eden bilmez mi? Ve O; Lâtif'tir, Habîr'dir.” (Mülk, 67/14) âyet-i
kerîmesi de ayn-i ma'nâ-yi münîfi (aynı yüce manaya) müş'irdir. (işaret
eder) .
Velâkin (fakat) bu avâlimin (âlemlerin) her biri âyîne (ayna)
olmakla berâber kemâliyle (tam olarak) musaykal (parlak cilâlanmış)
değildir. Nitekim âlemin mir'ât-ı gayr-i meclüvve olduğu (bulanık bir
ayna olduğu) bâlâda (yukarda) murûr etmiş (geçmiş) idi. Sûret-i
ilâhiyyenin (ilâhi sûretin) aksini (yansımasını) kemâliyle (tam olarak)
kabûl edecek ve azhar (en açık) bir sûrette (şekilde) gösterecek, âyîne
(ayna) bu âlem üzerinde insandır; ve insan nümûne-i ilâhîdir. (ilahi
numunedir, prototiptir) Bizim manzûme-i şemsiyyemizde (güneş
sistemimizde) arzın (dünyanın) nev'-i insâna (insan türüne) tahsîs
buyrulduğu (ayrılmış olduğu) “Vel arda vedaahâ lil enâm” yâni “Ve
arzı mahlûklar için meydana getirdi” (Rahman, 55/10) âyet-i
kerîmesinden
anlaşılır.
Ya'nî
arzın
(dünyanın)
halkından
(yaratılmasından) maksad (gaye) üzerinde Âdem'in (İnsanın)
zuhûrudur, (meydana çıkmasıdır) demek olur. Diğer ecrâmı
semâviyyede (gök cisimlerinde) nebâtât (bitkiler) ve hayvân nev'inden
(cinsinden) mahlûkât-ı sâire (başka yaratıklar) olduğu “Ellâ yescudû
lillâhillezî yuhriculhab’e fîs semâvâti vel ardı” ya’nî “Nasıl secde
etmezler Allah için ki, göklerde ve yerde saklı olanı çıkarır” (Neml,
27/25) ve “Ve min âyâtihî hálkus semâvâti vel ardı ve mâ besse
fîhimâ min dâbbetin, ve huve alâ cem’ihim izâ yeşâu kadîr” ya’nî
“Gökleri ve yeri halk etmesi ve orada dâbbeden çoğaltıp yayması,
O'nun işâretlerindendir. Ve O, dilediği zaman onları toplamaya
kadirdir.”(Şûrâ, 42/29) âyet-i kerîmelerinde beyân buyrulur. (bildirilir)
Ve insan dahi (da) "devâbb" (hayvanlar) kısmındandır. Nitekim âyet-i
kerîmede işâret buyrulur. “İnne şerred devâbbi indallâhillezîne keferû
fe hum lâ yu'minûn” ya’nî “Allah katında dâbbelerin en şerrlisi,
muhakkak inkâr eden kimselerdir. Artık onlar inanmazlar.” (En'fâl,
8/55).
Velhâsıl (sözün kısası) arz (dünya) üzerinde yaşayan efrâd-ı
âdemiyye, (insan fertleri) nasıl ki eceli gelip zâhirden (görünenden,
dünyadan) bâtına (görünmeyene, ahîrete) intikâl eder (göçer) ve
bununla sûret-i insâniyyede (insanlığa ait suretlerde) olan tecelliyât-ı
Hak (Hakk’ın tecellileri) muattal (durdurulmuş) ve munkatı' (arkası
kesilmiş) olmazsa, efrâd-ı âlemden (alemin fertlerinden) birinin
kıyâmeti kopmakla Hakk'ın avâlim-i şehâdiyye (şahit olunan, görünen
alemler) sûretindeki (şeklindeki) tecellîsi (oluşumları) dahi (da) muattal
(durmuş) ve munkatı' (arkası kesilmiş) olmaz. “Men mate fekad kamet
kıyametuhu” ya’nî “kim öldü ise kıyameti kopmuştur” hadîs-i şerîfi
cevâmiu'l kelimdir (bir çok manayı kendinde toplamıştır); avâlime
(alemleri) de şâmildir. (kapsar, içine alır) Zîrâ (çünkü) her bir âlem-i
şehâdî (görülen şahit olunan âlem) insân-ı kebîr (büyük insan)
olduğundan "men" (kim) kelimesi tahtına (altına) dâhil olur.
İmdi (buna göre) avâlimin (alemlerin) fezâda (uzayda) (vücûd-i
mutlak) (sınırsız, kayıtsız varlıkta) da tekevvün (var oluş, şekillenme) ve
tefessüdünün (dağılma ve, bozulumunun) ibtidâsı (başlangıcı) ve
intihâsı (sonu) yoktur. Vücûd-i hakikî (gerçek varlık) ezelî (devamlı var
olup varlğının başlangıcı olmayan) ve ebedî (sonsuz) ve kadim (önce,
en eski) olduğu gibi, vücûdât-ı izâfiyyenin (izafi varlıkların, göreceli
varlıkların) bu tekevvün (var oluş, şekilleniş) ve tefessüdü (dağılıp
bozunmaları) keyfiyyetleri (hususları) dahi (da) ezelî ve ebedî ve
kadîmdir. Ancak efrâdının (fertlerinin) ibtidâsı (başlangıcı) ve intihâsı
(sonu) vardır. Vasf-ı hudûs (hadis olma vasfı, sonradan yaratılmış
olma) ve evveliyyet (öncelik) ve âhiriyyet (sonralık) bu tekevvün (var
olan şekillenen) ve tefessüd eden (bozulup yok olan) avâlimin
(âlemlerin) her birerlerine izâfe olunur. (maledilir, göre olur) Âlem-i
şehâdeti (görünen, şahit oldunan alemi) içinde bulunduğumuz
âlemden ibâret zannettiklerinden onun kıdemi (önceliği) ve hudûsü
(sonralığı) hakkında bir çok kıyl ü kaller (dedikodular) vâkı' oldu
(yapıldı). Ve âlem-i şehâdetin, bir alemden ibâret olduğuna göre,
kıyâmet-i kübrânın (büyük kıyametin) vuküuyla (olması ile) esmâ-i
ilâhiyyehin (ilahi isimlerin) muattaliyyeti (faaliyetlerinin durması) lâzım
geleceğinden, muhakkıkînden (tahkik ehlilerinden) bir takımı da te'vîl
(yorum) cihetine (yönüne) gittiler. Nitekim cenâb-ı Bedreddîn-i Simâvî
Vâridât'ında şöyle buyurur: ............ ya'nî "Avâmın (halkın) zu'm
eyledikleri (zannettikleri) şey üzere (gibi) haşr-i ecsâd (cesetlerin
toplanması) sahîh (doğru, gerçek) olmaz. Velâkin (fakat) mümkindir
(olabilir) ki, nev'-i insandan (insan sınıfından) âlemde (dünyada) bir
şahsın kalmadığı bir zaman gele. Ba'dehû (daha sonra) topraktan
babasız ve anasız insan tevellüd ede. (doğmuş ola) Sonra da tenâsül
(birbirlerinden üreme) ile doğa." İşte bu hükümler hep sûret-i ilâhiyyeyi
(ilahi surete) hâiz (sahip) olan mahlûku ancak bir âlemin mahmûl
(yüklenmiş, taşıyor) olduğuna zehâbdan (olduğu zannından)
mütevelliddir. (ileri gelmiştir)
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'lerinin üç yüz
altmış yedinci bâbında (bölümünde) semâvâtta (göklerde) İdrîs (a.s.)a
mülâkî olduğu (buluştuğu) hînde (esnada) sorduğu suâllerden birisi
olmak üzere buyururlar ki: ........................
Ya'nî: "Ben İdrîs (a.s.)’a dedim ki, vâkıamda (rüyâmda) tavâfta bir
şahıs gördüm. Bana ecdâdımdan (atalarımdan) olduğunu haber verdi
ve ismini söyledi. Zamân-ı mevtinden (öldüğü zamanı) suâl ettim
(sordum). Bana “kırk bin senedir” dedi. Bizim indimizde (bize göre)
târîhte takarrur eden (tarihimizin karlaştırıldığı, başlatıldığı) Âdem'in
müddetinden (süresini) sordum. “Hangi Âdem'den suâl ediyorsun?
Yakın olan Âdem mi?” dedi. İdrîs (a.s.) buyurdu ki: “Doğrudur. Ben
Allah'ın nebîsiyim ve âlemin müddetini bilmem. Ve onun cümlesi
indinde (onların tamamında) tevakkuf ederiz (dururuz, bulunuruz).” Şu
kadar var ki, bi'l-cümle hâlikan (bütün yaratılanlar) lem-yezeldir
(daimidir), dünyâ ve âhiretçe lâ-yezâldir (bitimsizdir, daimidir). Ve
eceller (ölümler) halk (yaratma) hakkında değil, mahlûk (yaratılmışlar)
hakkında müddetlerin intihâsı (sürelerin bitmesi) iledir. İmdi halk
(yaratma) enfâs (nefesler) ile teceddüd eder (tazelenir, yenilenir).
Binâenaleyh (bundan dolayı), biz, bize bildirilmiş şeyi bildik: : “ve lâ
yuhîtûne bi şey’in min ilmihî illâ bi mâ şâe“ ya’nî “Ve O'nun ilminden,
O'nun dilediğinden başka bir şey ihâta edemezler” (Bakara, 2/255)
İdrîs (a.s.)'a dedim ki: “Kıyâmetin zuhûruna (açığa çıkmasına) ne
kaldı?” Buyurdu ki: “Ikterebe lin nâsi hisâbuhum ve hum fî gafletin
mu’ridûne” yâni “İnsanlar için hesap vakti yaklaştı. Ve onlar, gaflet
içinde yüz çevirenlerdir.” (Enbiyâ, 21/1) “Onun kurbu alâmetlerinden
(yakın işaretlerinden) bir alâmeti (işareti) bana ta'rîf buyur” dedim.
“Vücûd-i Âdem (insanın varlığı) kıyâmet alâmetlerindendir
(işaretlerindendir)” buyurdu.
Velhâsıl (Kısaca), Zât-ı Mutlak’ın (Allah’ın Zât’ının) cemî'-i
merâtibde (bütün mertebelerde) tecellî etmediği (oluşmadığı) bir ân
yoktur. Ve onun bu tecelliyâtı (oluşumları) ezelî ve ebedî ve kadîmdir.
Ve bir âlemin kıyâmeti kopmakla, hazret-i şehâdiyye (şahadet
mertebesi) sûretinde olan tecelliyât-ı İlâhiyye (İlâhi oluşumların)
ebeden münkatı' (arkası kesilmiş) olmaz. Kıdem (öncelik) ve hudûs
(sonralık) arasındaki tekaddüm (değerleme) zamânî değil, belki akılda
sâbit (var) olan bir ma'nâ-yı rütebîdir (mananın derecesidir, rütbesidir).
Ey tâlib-i hakîkat (hakikati isteyen), bu beyânâtın (açıklamaların)
zevkına vâsıl oldun ise (erdi isen), sana bir sırr-ı azîm (büyük bir sır)
münkeşif oldu; (açıldı) ve anladın ki, kıyâmet-i kübrâ (büyük kıyamet)
haktır (doğrudur) ve vâkı' (gerçek) olacaktır. Ve vücûd-i mümkinât
(mümkün, olası varlıklar) gayr-i mütenâhîdir (sonsuzdur) ve âhiri (sonu)
yoktur.
İmdi, Hakk'ın evveliyyeti (önceliği), nasıl ki evveliyyet-i
mukayyede (kayıtlı, şarta bağlı bir öncelik) değilse, âhiriyyeti dahi
(sonralığı da) öylece âhiriyyet-i mukayyede (kayıtlı, şarta bağlı bir
sonralık) değildir. Belki bize nisbet olunan emrin küllîsi (bize kıyas
olunan hususların tümü) Hakk'a rücû' ettiği (geri döndüğü) için, Hak
"Âhir"dir (Son’dur). Zât-ı Mutlak’ın (Mutlak Zatın), bi'l-cümle
taayyünâtın (tüm oluşumların) mebdei (kaynağı, başlangıç yeri) olduğu
için, sâbit olan evyeliyyeti (kesin olan önceliği) ve bi'l-cümle taayyünâta
(bütün oluşumlara) nisbet olunan (kıyaslanan, orantılanan) emrin
(işlerin, hususların) Zât-ı Mutlak’a (Mutlak Zat’a) rücû' etmesinden
(geri dönmesinden) dolayı onun sâbit olan âhiriyyeti (sonralığı), ıtlâk-ı
Zâtîsi (Kayıtsız Zat’ı) üzerine emr-i zâid (ilave birşey) olmayıp emr-i
nisbî (göreceli bir şey) olduğundan, Hak, ayn-ı evveliyyetinde (kendi
önceliğinde) "Âhir" (sonra) ve ayn-ı âhiriyyetinde (kendi sonralığında)
"Evvel"dir (önce, ilk dir).
Ba'dehû, bilelim ki, muhakkak Hak Teâlâ kendi nefsini "Zâhir"
ve "Bâtın" olmakla vasf eyledi. Binâenaleyh, âlemi, gaybımız ile
bâtını, ve şehâdetimiz ile zâhiri idrâk etmemiz için, âlem-i gaybi ve
şehâdeti îcâd eyledi. Ve kendi nefsini rızâ ve gazab ile vasf etti:
Binâenaleyh âlemi havf ve recâ sâhibi olarak îcâd eyledi. Böyle
olunca biz onun gazabından dünyâda ve âhirette* korkarız ve rızâsını
recâ ederiz: Ve nefsini "Cemîl" ve "Zül-celâl" olmakla vasf etti. Ve
bizi' heybet ve üns üzere îcâd eyledi. Ve ona mensûb olan ve onlar ile
tesmiye olunan şeylerin kâffesi böyledir. İmdi Hak Teâlâ, âlemin
hakâyık ve müfredâtını câmi' olmasından nâşi, İnsân-ı Kâmil’in
halkına teveccüh eylediği bu iki sıfatı “iki el" ile tâ'bîr buyurdu. Böyle
olunca âlem "şehâdet" ve halîfe "gayb"dir. Ve bundan dolayı sultân
ihticâb eder. Ve Hak Teâlâ kendi nefsini hucüb-i zulmâniyye ile vasf
eyledi ve onlar ecsâm-ı tabîiyyedir. Ve hucüb-i nûrâniyye ile vasf etti;
onlar da ervâh-ı latîfedir. Böyle olunca âlem, kesîf ile latîf
arasındadır. Ve o kendi nefsine ayn-ı hicâbdır. İmdi âlem, Hakk'ın
kendi nefsini idrâk ettiği vech ile Hakk`ı idrâk etmez. Ve ona iftikârı
sebebiyle kendi mûcidinden mütemeyyiz olduğunu bilmekle berâber,
hicâb içinde zâil olmaz. Velâkin vücûd-i Hak olan vücûd-i Zâtî’nin
vücûbunda âlem için haz yoktur. Binâenaleyh, onu ebeden idrâk
edemez. Şu halde Hak Teâlâ bu haysiyyetten, ilm-i zevk ve şuhûd ile
gayr-i ma'lûm olmaktan ebeden zâil olmaz. Zîrâ bunda hâdis için
kadem yoktur. İmdi Allah Teâlâ Âdem'i ancak teşrîften dolayı "iki el"i
arasında cem' etti. (16)
Daha sonra, bilelim ki, muhakkak Hak Teâlâ kendi nefsini
"Zâhir" (görünen, açık) ve "Bâtın" (görünmeyen, gizli) olmakla
nitelendirdi. Bundan dolayı, gaybımız ile bâtınını, ve tanıklığımız ile
zâhirini idrâk etmemiz için, âlemi, gayb ve şehâdet âlemleri olarak
var etti. Ve kendi nefsini rızâ (hoşnutluk, memnunluk) ve gazab (öfke
kızgınlık) ile niteledi: ki Bundan dolayı âlemi de korku ve ümît sâhibi
olarak var etti. Böyle olunca biz dünyâda ve âhirette* onun
gazabından korkarız ve rızâsını umarız. Ve nefsini "Cemîl" (güzel) ve
"Zül-celâl" (celâl sahibi) olmakla niteledi. Ve bizi heybet (korku ve
saygı hali) ve üns (canayakın olma) üzere var etti. Ona nisbet edilen
ve kendisiyle isimlendirildiği tüm şeyler için durum böyledir. Şimdi
Hak Teâlâ, âlemin hakîkat ve içeriğini toplamış olmasından dolayı,
insan-ı kâmilin varlığını yaratmaya yönelince bununla ilgili kıldığı bu
iki karşıt sıfatını (cemâl ve celâl) “iki el" ile ifâde buyurdu. Böyle
olunca âlem "şehâdet" ve halîfe "gayb"dir. (Âlemin cesed ve ruhunun
halife olması bakımından) Ve bundan dolayı sultân perdelenir. (O
halde bil ki (celâlin tezahüründen ibaret olan) Âlemin açıkça ortada
olması ve halifenin gizli kalmasıyla (gerçekten) saltanatın sahibi (olan
Hak) perdelenmiştir) Ve Hak Teâlâ kendisini, (Celâl sıfatı olan) tabiat
cisimlerinin oluşturduğu zulmâni (karanlık) perdelerle ve (Cemâl sıfatı
olan) latîf rûhların oluşturduğu nûrâni (aydınlık) perdeler ile vasfetti.
Böyle olunca âlem, kesîf ile latîf arasındadır. Ve (alem)bizzat kendisi
için (kesif latife, latif de kesifge perde olduğundan) perdedir. Buna
göre âlem, Hakk'ın kendi nefsini idrâk ettiği gibi Hakk`ı idrâk edemez.
Kendini yaratandan ona olan ihtiyacı sebebiyle farklı/ayrışmış
olduğunu bilmesine rağmen (bu bilişle) perde ortadan kalkmaz.
Hakk’ın varlığı olan Zâtî varlığın zorunlu oluşunda âlem için bir pay
yoktur. Bundan dolayı onu sonsuza kadar idrâk edemez. Şu halde
Hak Teâlâ bu hususdan dolayı şuhud ve zevk ilmi (gözlem ve manevi
deneyim sonucu edinilen ilim) ile bilinir olmaktan daima, sonsuza
kadar uzak kalır. Çünkü sonradan yaradılmışların bu tarafata bir
nasibi yoktur. Şu halde Allah Teâlâ Âdem'i ancak şereflendirmek için
"iki el"i arasında topladı. (yarattı) (16)
*Yukarıdaki koyu siyah yazılar Füsusu’l Hikemin başka transkripsiyonlarında Avni Konuk Beyin
transkripsiyonundan farklı şekilde olan veya ilave olarak yer alan kısımlardır. A.Konuk Bey’in
nüshasında yer almayan bu kısımlar, bir arada görülebilmeleri maksadıyla konulmuştur.
Ya'nî Hak Teâlâ hazretleri “Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel
bâtın, ” ya’nî “O, Evvel'dir ve Âhir’dir, Zâhir’dir ve Bâtın’dır“ (Hadîd,
57/3) âyet-i kerîmesinde kendi nefsini (kendisini) "Zâhir" (açık,
görünür) ve Bâtın" (gizli, görünmeyen) olmakla vasf etti (vasıflandırdı).
Çünkü her mertebe Vücûd-i Mutlak’ının (Mutlak varlığın)
tenezzülâtından (inişinden, yoğunlaşmasından) zâhir olmuştur (açığa
çıkmıştır). Ve her mertebe kendisinden evvelki mertebeye nisbeten
(göre) "zâhir" (görünür) ve evvelki (önceki) mertebe de ona nisbeten
(göre) "bâtın" (gizli) olur. Binâenaleyh (bundan dolayı), Hak Teâlâ eksef
(en yoğunları) olan âlemi (evreni) yarattı. Ve âlem (evren) sûret-i
İlâhiyye (İlâhi sûret) üzerine mahlûk (yaradılmış) olmakla, bilcümle
merâtibi (bütün mertebeleri) câmi' olduğu (kendinde topladığı) gibi,
Âdem (İnsan) dahi (de) sûret-i İlâhiyye (İlâhi sûret) üzerine mahlûk dur.
(yaradılmışdır) Bizim gaybımiz, (gizli tarafımız) ya'nî havâss-i bâtınemiz
(iç duyularımız, hislerimiz) ile bâtını (gizli olanları) ve şehâdetimiz,
(gözlemlediklerimiz) ya'nî havâss-i zâhiremizle (dış duyularımız ile)
zâhiri (aşikar, görünür olanları) idrâk etmemiz için, âlem-i gaybi ve
şehâdeti (gayb ve şahadet âlemlerini) îcâd eyledi (yarattı). Şu halde biz
havâss-i zâhiremizle (dış duyularımız ile) sûver-i kesîfe (yoğun suretler)
olan eşyâyı (şeyleri) ve havâss-i bâtınemizle (iç duyularımız,
hislerimizle) de suver-i latîfe (latif suretler) olan ma'nâyı (manaları)
idrâk ederiz (anlarız). Ve bu idrâk (anlayış) dahi (da) isti'dâdât-ı
zâtiyyemizin (kendi kabiliyetimizin) bize verdiği kadar olur. Ve kezâ Hak
Teâlâ nefsini rızâ (hoşnutluk, memnunluk) ve gazab (hiddet, öfke) ile
vasf etti; (vasıflandırdı) âlemi de havf (korku) ve recâ (umut) sâhibi
olarak îcâd eyledi (yarattı) . Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de buyurur “Lev
enzelnâ hâzel kur’âne alâ cebelin le reeytehu hâşian mutesaddian
min haşyetillâh” yâni “Eğer Biz, bu Kur'ân'ı, dağa indirseydik, O'nu
mutlaka, Allah'ın korkusundan huşû ile boynunu bükmüş, parça
parça olmuş görürdün.” (Haşr, 59/21) ve kezâ (aynı şekilde): “İnnâ
aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en
yahmilnehâ ve eşfakne minhâ” yâni ”Muhakkak ki Biz, emaneti
göklere, arza ve dağlara arz ettik. Onu yüklenmekten çekindiler ve
ondan korktular.” (Ahzâb; 33/72) Binâenaleyh (bundan dolayı) âlemin
(evrenin) cüz'ü (bir parçası) olan biz insanlar onun gazabından
(hiddetinden) korkarız ve rızâsını (hoşnutluğunu) recâ (temenni) ederiz.
Ve kezâ Hak Teâlâ nefsini "Cemîl" ve "Zû-Celâl" olarak vasf eyledi.
(sıfatlandırdı) Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: “Tebârekesmü rabbike zîl
celâli vel ikrâm” yâni “Celâl ve İkram Sahibi Rabbinin ismi
Mübarek'tir“ (Rahmân, 55/78) ve hadîs-i şerifte “Allah Cemîl’dir cemîli
sever” buyrulur. Binâenaleyh (bundan dolayı) biz onun celâliyle heybet
(korku ve saygı duygusu) ve cemâliyle üns (ünsiyet, yakınlık) üzerine
oluruz.
Ma'lûm olsun ki, "gazab" (hiddet) ve "rızâ" (hoşnutluk) Allah
Teâlâ Hazretlerinin iki sıfatıdır ki, ehl-i bidâyet (yolun başında olanlar
(seyri sülûkun başında olanlar) için zâhir (görünür) olurlar. Onların
zuhûruyla (açığa çıkmasıyla) ehl-i bidâyette (daha işin başında olanlar
(seyri sülûkun başında olanlarda) havf (korku) ve recâ (temenni) zuhûr
eder (belirir). Bu sıfatlara mukâbil (karşılık) olarak, Celâl ve Cemâl dahi
(de) kezâlik (aynı şekilde, öylece) iki sıfat-ı ilâhiyyedir ki, (İlahi sıfattır ki)
ehl-i sülûkün (yol ehlinin) mutavassıtları (yolu yarılamışları) için zâhir
olurlar (görünür olurlar) . Bunların zuhûruyla (meydana çıkmasıyla)
ehl-i tavassutta (yolu yarılamış, arada olanlarda) heybet (korku ve
saygı hali) ve üns (yakınlık kurma) ve kabz (daralma) ve bast
(genişleme) halleri zâhir olur (açığa çıkar). Kezâlik (aynı şekilde, öylece)
tecellî (görünme) ve istitâr (örtünmek) dahi (de) iki sıfat-ı İlâhiyye’dir
(ilahi sıfattır) ki, ehl-i nihâyet (yolun sonuna erişenler) için zâhir
(görünür) olurlar. Bunların zuhûruyla (açığa çıkmasıyla) ehl-i nihâyette
(yolun sonunda olanlarda) fenâ (yok olma) ve bakâ (var olma) halleri
zâhir olur (açığa çıkar) . İşte i'zâz (aziz olma) ve izlâl (rezil olma), darr
(zarar) ve nef’ (fayda), âtâ (lütuf) ve men' (yasak) ve ihyâ (diriltme) ve
imâte (öldürme) gibi Hakk'a nisbet (bağıntılanan, kıyas) olunan ne
kadar sıfatlar; ve Muizz (aziz ve şerefli kılan) ve Müzill (zelil kılan),
Mâni' (engelleyen) ve Mu'tî (veren), ve Muhyî (dirilten) ve Mümît
(ölümü tadtıran) gibi kendisinin tesmiye olunduğu (isimlendirildiği) ne
kadar isimler varsa hepsi böyledir. Her bir sıfatı bizde, bir sıfat-ı
infiâliyyeyi (bu sıfat tesiriyle oluşan edilgenlik sıfatını) ve her bir ismi
bir eseri (oluşumu, yapıyı) îcâd eder (yaratır).
İmdi Hak Teâlâ, âlemin (evrenin) rûhânî ve cismânî hakâyıkını
(hakikâtlerini) ve eşhâs-ı cüz'iyye (şahıslardan oluşan kısmı) gibi
müfredâtını (içeriğini) câmi' (kendinde toplayan) olan İnsân-ı Kâmil’in
halkına, (yaradılmasına) gazab (hiddet) ve rızâ (hoşnut olma) ve celâl
ve cemâl gibi yekdîğerine (birbirlerine) mütekâbil (karşıt olan) sıfatlar;
ve Mâni' ve Mu'tî ve Celîl ve Cemîl gibi kezâ yekdîğerine (bir birlerine)
mütekâbil (karşıt olan) isimler ile teveccüh buyurdu. (yöneldi, irade
etti) Ve tekâbül i'tibâriyle (zıtlıkları sebebiyle) ikiye inkısâm eden
(bölünen) bu sıfatlara da "iki el" ta'bîr buyurdu (dedi) . Nitekim Kur'ân-ı
Kerîm'de buyrulur: “Kâle yâ iblîsu mâ meneake en tescude limâ
halaktu bi yedeyye” (Sâd, 38/75) ya'nî "Ey İblîs, iki elimle yarattığım
şeye secde ve ser-fürû (itâat) etmekten seni' men' eden şey nedir?"
İmdi izlâl ve Müzill ve darr ve Dârr ve men' ve Mâni' gibi sıfât ve esmâ-i
celâliyyeye (celâli sıfat ve isimlere) Hakk'ın "sol el"i; ve i'zâz ve Mu'izz,
ve nef ve Nâfi', ve atâ ve Mu'tî gibi sıfât ve esmâ-i cemâliyyeye (cemâli
sıfat ve isimlere) de "sağ el" ta'bîr olunur (denir). Küffâr (kafirler,
inanmayanlar) üzerine esmâ-i celâliyye gâlib (celal isimlerinin üstün)
olduğu cihetle (olması yönüyle) onlara "ashâb-ı şimâl" (amel defterleri
sol taraflarından verilecek olanlar, cehennemlikler, solcular..vs) ve
mü'minîn (inananların) üzerine esmâ-i cemâliyye gâlib (cemal isimleri
üstün) olduğundan onlara da "ashâb-ı yemîn” (ahid ve yeminlerinde
sadık olanlar, amel defterleri sağ taraflarından verilecek olanlar,
sağcılar, vs.) denir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bayrulur: şimâli mâ
ashâbuş şimâl * Fî semûmin ve hamîm” ya’nî “Ve sol ashabı, (ama) ne
sol ashabı! * iliklere işleyen bir ateş ve kaynarsu içinde“ (Vâkıa,
56/41-42) ve “Ve ashâbul yemîni mâ ashâbul yemîn * Fî sidrin
mahdûd” yâni “Sağ ashabı, (ama) ne sağ ashabı! * dikensiz sedir
ağaçları arasında” (Vâkıa, 56/28). Münâfikîn (münafıklar) ise, celâl ve
cemâl arasında hâl-i tezebzübde (karışık durumda) bulundukları ve bu
tereddüdden (kararsızlıktan) ayrılamadıkları cihetle (yönüyle) onların
makarları (bulunacakları yer) ehl-i îmân ile ehl-i küfrün makarrları
(iman ve küfür ehlinin bulundukları yerin) tahtında (altında) vâkı olur;
(bulunur) ve bu makarr (bahse konu yer) ise, nârın (ateşin) derk-i
esfelidir (en aşağılarıdır). Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur “İnnel
munâfikîne fîd derkil esfeli minen nâr“ yâni “Muhakkak ki
münafıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar“ (Nisâ, 4/145).
İmdi mâdemki Hak Teâlâ nefsini "Zâhir" ve "Bâtın" olmakla
vasfetti (vasıflandırdı) ve ism-i Zâhir'in mazharı (zahir isminin görüntü
mahalli) olmak üzere âlem-i şehâdeti (şahadet alemini) ve ism-i
Bâtın'ın mazharı (batın isminin görüntü mahalli) olmak için dahi (de)
âlem-i gaybı (gayb alemini) yarattı ve mâdemki insan şehâdeti, ya'nî
cismâniyyeti ile zâhiri; (meydanda olanı) ve gaybı ya'nî rûhâniyyeti ile
bâtını (gizli, görülmeyeni) idrâk ediyor; şu halde cesed-i müsevvâ (ceset
hükmünde) olan âlem (evren) "şehâdet", ve bu cesed-i müsevvânın
(şekillendirilip düzenlenmiş cesedin) rûhu olan ve Âdem'den (İnsandan)
ibâret olan halîfe "gayb"dır. (Gizli, görülmeyendir.) Zîrâ ma'nâ sûret
perdesi arkasında muhtefîdir. (gizlenmiştir.) Nitekim, bu ma'nâya
işâreten cenâb-ı Mevlânâ (r.a.) buyurur:
Beyt: .....................
Îzâhan tercüme: Âdem'in sûret-i cismânîsi (madde bedeni) olan
bu heykel, bu kalıb bir nikâb (örtü) ve perdeden ibârettir. Bu sûrete
taalluk eden (ait olan) ma'nâ ki, hakîkat-i insâniyyeden (insanın
hakikâtinden) ibârettir ve bu hakîkat ise, sûret-i İlâhiyye’den (İlâhi
sûretlerden) ibâret ve "Allah" ism-i câmi'inin mazharıdır (Allah tümel
isminin görünme yeridir). Ka'be-i muazzama (yüce, ulû kâbe) mazhar-ı
ism-i Zât (Zât isminin görüntü mahalli) olmak i'tibâriyle, nasıl ki
bi'l-cümle (bütün) secdelerin kıblesi olmuş ise, mazhar-ı ism-i Zât
(Zât’ın görüldüğü yer, mahal) olan bizim hakîkatimiz dahi (de) öylece
secdelerin kıblesidir. Ve bu ma'nâya işâreten Ebu'l-Hasan Harkânî
(r.a.): "Eğer benim hakîkatimi ârif olaydınız, (bilseydiniz) bana secde
ederdiniz" buyurmuştur.
İşte bu sırdan dolayı, selâtîn-i sûriyye (suretlerin sultanı) kendi
teb'asiyle (kendisine tâbî olanlarla) dâimâ ihtilât etmeyip (karışmayıp)
kendi sarayında ihticâb eder (gizlenir). Hadd-i zâtında Sultan, sûreti
i'tibâriyle (görünüşüyle), efrâd-ı reâyâdan (idaresi altında
bulunanlardan) mümtâz (seçkin, ayrılmış) değildir. Fakat onda îcâb-ı
saltanat (saltanatının gereği) olarak; bir izzet ve azamet (şeref ve
büyüklük ululuk) ma'nâları vardır ki, bu i'tibârla (bu yüzden)
teb'asından (kendisine tâbî olanlardan) mümtâzdır (seçkindir,
ayrılmıştır). Bu ma'nâlar ise "gayb"dır (gizlidir). Ve gayb (gizlilik)
ihticâbı (örtünmüş, perdeli olmayı) iktizâ eder (gerektirir). Sûret
ma'nâdan münfekk (ayrılmış) olmadığı için, sultânın sûreti manâsına
tebean (uyarak) ihticâb eyler (perdelenir, gizlenir).
Ve Hak Teâlâ Hazretleri, kendi nefsini hucüb-i zulmâniyye
(karanlık perdeleri) ile vasfeyledi (vasıflandırdı) ki, onlar, mâddiyyûnun
(maddecilerin) "madde" ta'bîr eyledikleri (dedikleri) ecsâm-ı
tâbîiyyeden (tabiat cisimlerinden) ibârettir. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz
buyururlar: "Muhakkak Allah Teâlâ'nın nûrdan ve zulmetten yetmiş
bin hicâbı (perdesi) vardır" Ve kezâ (aynı şekilde) Hak Teâlâ nefsini
hucüb-i nûrâniyye (nûr perdeleri) ile vasf etti (vasıflandırdı) ki, onlar da
ervâh-ı latîfedir (latif olan rûhlardır). Şu halde hakîkat-i vücûdu (varlık
hakikatini) madde vâsıtasıyla arayan maddiyyûn (maddeciler), vücûd-i
hakîkînin (gerçek varlığın) perdesine ve nikâbına (örtüsüne) yapışmış
kalmışlardır. Ve mertebe-i rûhâniyyette (ruhani mertebelerde) arayan
ve ezvâk-ı rûhâniyyeye (rûhani deneyimlere) dalan mü'minîn
(inananlar) dahi (da) ayn-ı hâl (aynı hâl) içinde hayrete düşmüşlerdir.
Böyle olunca âlem, (evren) kesîf (yoğunlaşmış madde) ile latîf (şeffaf,
nûr) arasında vâkı' (var) olmuştur. Ya'nî ma'nâsı i'tibâriyle latîf ve sûreti
i'tibâriyle kesîftir (yoğundur). Gerek latîf ve gerek kesîf (yoğun) olan
sûretlerde müteayyin olan (açığa çıkan) vücûd-i mutlak-ı Hak'tır
(Hakk’ın kayıtsız varlığıdır) ki, akl-ı kesîfin (kesif olan aklın) idrâk
edemeyeceği mertebede eltaftır (seviyede latiflerin latifidir). Ve âlem-i
sûret (suret alemi) ma'nâya ve âlem-i ma'nâ (mana alemi) da âlem-i
sûrete (suret alemine) hicabdır (perdedir). Ta'bîr-i dîğerle (bir başka
anlatımla) kesîf, latîfin (yoğun olan latifin) ve latîf (ince, uçucu, şeffaf)
dahi (da) kesîfin (yoğun olanın) hicâbıdır (perdesidir). Binâenaleyh
(bundan dolayı) âlemin sûret-i kesîfesi (âlemin yoğun sûreti), sûret-i
latifesi (yoğunluksuz latif sureti olan) olan kendi zâtına ve hakîkatine
ayn-i hicâbdır (kendisi perdedir). Ve âlem (evren) mâdemki kendi
hakîkatine ayn-ı hicâb (kendisi perde) oluyor, şu halde Hakk'ın kendi
zâtını idrâk ettiği gibi, âlemin (evrenin) Hakk'ı idrâk edememesi pek
tabii bir hâl (doğal bir durum) olur. Vâkıâ (gerçi) âlem (evren), vücûdda
(varlıkda) kendi mûcidine (yaratıcısına) müftekır (muhtaç) olduğunu ve
binâenaleyh (bundan dolayı) ondan mütemeyyiz (başka, ayrı)
bulunduğunu bilir. Fakat onun bu bilişi, kendini hicâbdan (perdeden)
kurtarmaz. Bu hâle bizim zevkimiz şâhiddir. Bu adem-i idrâk (idrak
yokluğu), vücûd-i Hak'tan (Hakk’ın varlığından) ibâret olan vücûd-i
Zâtî’nin (Zati varlığın) vücûbunda, (zaruri olmasında) âlemin (evrenin)
hazzı (payı, hissesi) olmamasındandır. Vücûd-i Zâtî’nin vücûbunda (Zâti
varlığın zaruri olmasın da) âlemin (evrenin) hazzı (payı) ve zevki
(deneyimi) olmayınca, vâcibü'l-vücûdu (olması zorunlu varlığı) ebeden
idrâk edemez (sonsuza kadar anlayamaz). İşte vücûd-i Zâtînin
vücûbunda (Zâti varlığın zaruri oluşunda) âlemin (evrenin) hazzı (payı)
olmaması haysiyyetiyle (bakımından) ; Hak Teâlâ ilm-i zevk ve şuhûd
(ilmi deney ve gözlem yoluyla) ile gayr-i ma'lûm (bilinmez) olmaktan
ebeden (sonsuza kadar) zâil (yok) olmaz (bilinmezliği sonsuza kadar
sürer). Zîrâ âlem hâdistir (evren sonradan yaratılmıştır). Ve hâdisin
(sonradan yaratılmışın) vücûb-i zâtî (zorunlu Zatın) mertebesine adım
atabilmesi kâbil (mümkün) değildir. Eğer vücûb-i Zâtî (zorunlu Zât)
mertebesine kadem (ayak) bâsmış olsa, buz gibi eriyip taayyünü
(varlığı) kalmaz. Ve sıfat-ı hudûs (sonradan yaratılmışlık sıfatı)
kendisinden zâil (yok) olur. Ve o vakit "müdrik" (idrak eden) ve
"müdrek" (idrak edilen) ve "idrâk" nisbetleri (bağıntıları) şey-i vâhid
(tek şey) olup vücûb-i Zâtî (zorunlu Zât) mertebesinde muzmahil (eriyip
yok olmuş) olur. Nitekim hadîs-i şerîfte bu hakîkate işâret buyurulur
“Cebrâil’e sordum: Rabbini görüyor musun? diye. Cevap verdi:
“Benimle Onun arasında yetmişbin nûr perdesi vardır. Eğer
perdelerin en altta olanını dahi görseydim (baştan aşağı) yanardım.”
İşte "Rabb'ini görüyor musun?" suâline cevâben Cibrîl (a.s.) Rabb'isi ile
kendi arasında hicâb-i zulmânî (karanlık perdeleri) olduğunu beyân
buyurup (açıklayıp) yetmiş bin hicâb-ı nûrânî (nûrani perde) olduğunu
ve bu hicâbât-ı nûrâniyye (nûrani perdeler) kalkmış olsa, kendi
taayyün-i nûrânîsinin (nur olan oluşumunun) muzmahil (dağılıp,
perişan) olacağını ifâde eylemiştir. Zîrâ cenâb-ı Cibrîl dahi (de) hâdistir
(sonradan yaratılmıştır). Ve hâdisin (yaratılmışın) vücûb-i Zâtîye
(zorunlu Zat’a) bir adım atabilmesi mümkin değildir. İmdi Hak Teâlâ
Hazretleri, ancak teşrîf (şereflendirme) ve ta'zim (hürmet) için, Âdem`i,
"iki el" ile ta'bîr buyurduğu (ifade ettiği) sıfât-ı mütekâbilesi (karşıt
sıfatları) arasında cem' etti (topladı). Ve Âdem bu sebeple mazhar-ı
Celâl ve Cemâl (Celâl ve Cemâl’in görünme yeri) oldu. Zîrâ Âdem'in
sûret-i İlâhiyye üzere (İlahi suretle ilgili) olan hakîkati, mir'ât-ı Cemâl-i
İlâhîdir. (İlahi Cemal aynasıdır) Ve cismâniyyetinden ibâret (cisim
şeklinde olan) olan sûret-i kevniyyesi (varlık sureti), bu mir'âtın
(aynanın) perdesi ve hicâbı (örtüsü) olduğundan, mazhar-ı Celâl'dir
(celâl ‘in görüntü yerdir)
Ve işte bunun için Hak Teâlâ İblîs'e: "İki elimle halk ettiğim şeye
ser-fürû etmekten seni men' eden şey nedir?" buyurdu. Halbuki o;
sûret-i âlem ile sûret-i Hak'tan ibâret olan iki sûret arasında ancak
onun ayn-i cem'idir: Ve onlar da Hak Teâlâ'nın yedidir. Ve İblîs
âlemden bir cüz'dür. Onun için bu cem'iyyet hâsıl olmadı. Ve bundan
dolayı Âdem halîfe oldu: İmdi eğer onu istihlâf ettiği şeyde, onu
istihlâf edenin sûretiyle zâhir olmaya idi, halîfe olmaz idi. Ve eğer
onda, üzerlerine istihlâf olunduğu reâyânın taleb ettiği şeyin kâffesi
mevcûd olmasaydı, onlar üzerine halîfe olmaz idi. Zîrâ onların istinâdı
onadır. Böyle olunca muhtâcün-ileyh olan şeyin kâffesi ile kâim
olması lâ-büddür. Ve yoksa onların üzerine halîfe değildir. Bu
takdirde hilâfet ancak İnsân-ı kâmil için sahîh oldu. İmdi onun sûret-i
zâhiresini hakâyık-ı âlemden ve onun sûretinden inşâ eyledi. Ve
sûret-i bâtınesini de Allah Teâlâ kendi sûreti üzere inşâ etti: Ve
bunun için onun hakkında: "Ben onun sem'i ve basarı olurum" dedi.
Ve onun "ayn"ı ve "üzn"ü olurum demedi Şu halde iki sûret arasını
tefrîk etti. (17)
Ve işte bunun için Hak Teâlâ İblîs'e: "İki elimle halk ettiğim şeye
itaât etmekten seni meneden (alıkoyan) şey nedir?" [Sâd, 38/75]
buyurdu. Oysa o; âlem sûreti ile Hak sûretinden ibâret olan iki sûret
arasında, onların toplamlarının ta kendisidir. Ve onlar da Hak
Teâlâ'nın iki elidir. Ve İblîs âlemin bir parçası olduğundan, bu
kapsayıcılık onda ortaya çıkmadı. Ve bundan dolayı Âdem halîfe
oldu. Şayet O halîfe kılındığı şeyde, onu halîfe kılanın sûretiyle açığa
çıkmasaydı, halîfe olamazdı. Ve eğer onda, üzerlerine halîfe kılındığı
idâresi altında bulunan halkın talep ettikleri şeylerin tamamı mevcût
olmasaydı, onlar üzerine halîfe olamazdı. Çünkü onların dayanağı
onadır. Böyle olunca kendisine ihtiyac duyulan şeylerin hepsi ile kâim
(donanmış) olması lâzımdır, aksi halde onların üzerine halîfe değildir.
İşte bu yüzden halifelik sadece İnsan-ı Kâmil için geçerli oldu. Şimdi
onun zâhir (dış/görünen) sûretini âlemin hakîkatleri ve sûretinden, ve
bâtıni (iç /gizli) sûretini de Allah Teâlâ kendi sûreti üzere inşâ etti. Ve
bunun içindir ki onun hakkında: "Ben onun işitişi ve görüşü olurum"
dedi. Ve onun "gözü" ve "kulağı" olurum demedi. Şu halde (zahir
batın olan) iki sûretin arasını ayrı kıldı. (17)
Ya'nî Âdem cem'iyyet-i ilâhiyye (ilahi topluluk) ile müşerref
(şereflenmiş) olduğu için, Hak Teâlâ İblîs'e: "İki elimle, ya'nî sıfât ve
esmâ-i Celâliyye ve Cemâliyye’mle (Celâl ve Cemâl isim ve sıfatlarımla)
halk eylediğim (yarattığım) Âdem'e secde ye ser-fürû (secde edin
emrime itâat) etmekten seni men' eden (engelleyen) şey nedir?" diye
hitâb (konuştu) ve itâb eyledi (azarladı). Halbuki o "iki el" ile Âdem'i
halk etmek (yaratmak), birisi âlemin (evrenin madde yapısı), diğeri
Hakk'ın sûreti (evrenin ruhu) olmak üzere iki sûret arasında, ancak
Âdem'i cem' etmenin (toplamanın) aynıdır. Zîrâ Hakk'ın sûreti, esmâ-i
İlâhiyye (İlâhi isimlerin) ve sıfât-ı Rabbâniyye (Rabbani sıfatların)
hey'et-i mecmûasının (bütün hepsinin toplamının) sûretidir. Ve bu
esmâ ve sıfât müessir (tesir edici, etken) ve fa'âl (çalışır) olduğu cihetle
(olması bakımından) Hakk'ın "veren eli"dir; ve âlemin sûreti (evrenin
madde bedeni) ise, âlem-i kevnde (varlıklar aleminde) ne kadar
sûretler var ise hepsinin hey'et-i mecmûasıdır (bütün hepsinin
toplamıdır). Ve suver-i kevniyye (varlıkların suretleri) müteesir (tesiri
kabul eden, edilgen) ve münfail (failin fiilini kabul eden) olduğu cihetle,
(olması bakımından) Hakk'ın "alan eli"dir. Nitekim âyet-i kerîmede
buyrulur “E lem ya’lemû ennallâhe huve yakbelut tevbete an ibâdihî
ve ye’huzus sadakâti” yâni “Allah'ın kullarından, tövbeleri kabûl
ettiğini ve sadakaları aldığını (kabûl ettiğini) bilmiyorlar mı?” (Tevbe,
9/104)
Ve İblîs eczâ-yı âlemden (evrenin parçalarından) bir cüz' (parça)
olduğu cihetle (olması bakımından), Âdem'deki (İnsandaki) cem'iyyet
(toplayıcılık, topluluk) onda yoktur. Zîrâ İblîs'in bâtını olan "Mudill" ismi
(Baştan çıkaran, azdıran, doğru yoldan saptıran.) esmâ-i Celâliyye’den
(Celâl esmalarından) olduğu gibi, zâhiri (dış tarafı) olan neş'et-i
unsuriyyesi (yapı taşları) dahi (da) havâdan ibâret olan
müvellidü'l-humûza (oksijen) ile tekevvün eden (oluşan) nârdır
(ateştir). Binâenaleyh (bundan dolayı) onun eczâ-yı unsuriyyesi (ana
madde yapısı) nâr (ateş) ile havâdır. Ve onun cüz'-i a'zamı (büyük bir
parçası) olan nâr (ateş) ise, mezâhir-i Celâliyye’ dendir. (Celâl’in
görüntü mahaldir) Şu halde İblîs zâhiren ve bâtınen (iç ve dış olarak)
mazhar-ı Celâl (Celâl isminin görüntü yeri) olduğundan yed-i şimâl (sol
el) olan Sıfat-ı Celâliyye ile (Celâl sıfatlarıyla) mahlûktur.(yaratılmıştır)
Bu sebeple İblîs'in hakîkati olan ism-i Mudill (Mudill ismi) ıdlâl
(şaşırtma), hîle, küfür, cühûd (inkâr), hıkd (kin) ve hâsed (kıskançlık)
gibi sıfâtı hâizdir (sıfatlara sahiptir). Ve neş'et-i unsuriyyesi (kendisini
meydana getiren unsûrlar, yapı taşları) olan nâr (ateş) dahi (de) isti'lâ
(üstün gelme, ele geçirme), kibir, tasallut (musallat olma) ve ceberût
(zorla boyun eğdirme, diktatörlük) gibi sıfât-ı kahriyyeyi (kahredici
sıfatları) iktizâ eder (gerektirir). Âdem'e gelince onun bâtını (içi) "Allah"
ism-i şerîfi olduğu ve bu ism-i a'zam (en büyük isim) Celâl'i ve Cemâl'i
bi'l-cümle esmâyı câmi' bulunduğu (Celâli ve Cemâli ve tüm isimleri
kendisinde topladığı) gibi, onun zâhiri (dışı) olan neş'et-i unsuriyyesi
(kendisini meydana getiren unsurlar, yapı taşları) dahi (da) mezâhir-i
Celâliyye’den (Celâlin görüntü mahalli) olan nâr (ateş) ile havâdan ve
mezâhir-i Cemâliyye’den (Cemâl sıfatının görüntü mahalli) olan mâ'
(su) ile türâbdan (topraktan) mürekkebdir (bileşiktir). Binâenaleyh
(bundan dolayı), onun hakîkati olan "Allah" isminde ism-i Mudill
(mudill ismi) ve zâhirinde (dışında) nâr (ateş) mündemic (kapsanmış)
olduğu cihetle (olması bakımından), bâlâda (yukarda) zikr olunan
sıfât-ı mezmûmeyi (beğenilmeyen sıfatlara) hâvî (sahip) olduğu gibi,
"Hâdî" (doğru yolu gösteren) ism-i şerîfinin (mübarek isminin)
muktezâsı (gereği) olan hidâyet, istikâmet, îmân, ikrâr (tasdik etme),
kabûl, teveddüd (sevgi, dostluk) ve hayır-hâhlık (hayır-severlik) gibi
sıfâtı (sıfatları) ve neş'et-i unsuriyyesinin (meydana geldiği unsurların)
cüz'-i a'zamı (büyük bir parçası) olan mâ' (su) ile türâbın (toprağın)
muktezâsı (gereği) olan tezellül (alçalma), tevâzu' (alçak gönüllülük),
adem-i tasallut (sataşmanın olmaması) ve hilim (yumuşaklık) gibi sıfât-ı
hamîdeyi (beğenilen sıfatları) şâmildir (kapsamına almıştır). Eğer
Âdem'de yed-i şimâlin (sol elin) ahkâmı (hükümleri) olan sıfât-ı İblîsiyye
(İblîs’e ait sıfatlar) gâlib (üstün) olursa, kendisi ashâb-ı şimâlden (sol
taraf topluluğundan) olup "el-cinsü maa'l-cins" ("cins cinsiyle beraber
olur") îcâbınca mahall-i Celâl (Celâl mahalli) olan cehenneme ve eğer
yed-i yemînin (sağ elin) ahkâmı (hükümleri) olan sıfât gâlib (sıfatlar
üstün) olursa mahall-i Cemâl (Cemâl mahalli) olan cennete dâhil olur
(girer). Nitekim âyet-i kerîmede işâret buyurulur: “ferîkun fîl cenneti
ve ferîkun fîs saîr” yâni “Onların bir kısmı cennette ve bir kısmı alevli
ateştedir” (Şûrâ, 42/7),
Beyt: ..................
Tercüme : "Eğer senin evsâf (vasıfların) ve ahlâkın iyi olursa, ey
iyi huylu, sekiz cennet sensin. Ve eğer sıfât-ı zemîmenin (beğenilmeyen
sıfatların) giriftârı (düşkünü) oldun ise, cehennem de sensin, azâb-ı
ebedî (sonsuz azâb) de sensin. Cihanda her kimin ahlâk-ı hamîdesi
(övülmüş ahlakı) varsa, o kimsenin cânı esrâr-ı Hakk'ın (Hakkın
sırlarının) mahzeni (kasası) olur. Cehennemin mayası nedir? Kötü
ahlâktır. Kötü ahlâk râh-ı Hakk'ın (Hak yolunun) seddi ve
mâni'idir.(engelidir) Ey oğul, ahlâk ve evsâfın kâffesi, (vasıfların hepsi)
her zaman birtakım sûretlerde temessül eder (şeklillenir, mahiyetini
aksettirir). Onlar, sana ba'zan nâr (ateş) ve ba'zen nûr; ba'zan da
cehennem ve ba'zan cennetler ve hûrîler sûretinde görünür. Eğer
ayne'l-yakîn (Göz ile görür derecede kesin olarak bilme veya bu
derecede inanma.) sâhibi isen benim bu söylediğim şeylerin istidlâl
(delillere dayanarak, akıl yürüterek) ve taklîd tarîkından (taklit etme
yoluyla) değil, belki keşif cihetinden (Allah’ın bildirmesiyle) olduğunu
anlarsın."
İşte İblîs Âdem'de, (insanda) böyle bir cem'iyyet (topluluk) hâsıl
olduğunu (meydana geldiğini) ve kendisinde bu cem'iyyetin
(topluluğun) bulunmadığını bilmedi. Âdem'i dahi (de) kendi hâline
kıyâs edip (kendisiyle karşılaştırıp) secde ve ser-fürû (itâat) ile emr
olundukda, (olununca) bâtınının ve zâhirinin iktizâsına tebean
(gereklerine tabi olarak, uyarak) istikbâr etti (kibirlendi, kendini büyük
gördü). Ve kendi taayyünü ile (oluşumu yüzünden) Âdem'in
hakîkatinden mahcûb (perdeli) olduğu için, Hak Teâlâ onu verâ-yı
hicâba (perde arkasına) tard etti (kovdu) Zîrâ İblîs'in muktezâsı (İblis
için gerekli olan) bu idi. Hak Teâlâ Hazretleri hakîm-i mutlaktır; (kayıtsız
hüküm sahibidir) hükmünü mahalline vaz' eder (hükmünü mahallinde
belirtir, gösterir) ve hükmünde aslâ kimseye zulm (eziyet) etmez.
Şu hakîkat ma'lûm olsun (bilinsin) ki, bâlâda (yukarıda) birçok
mahallerde (yerlerde) dahi (de) îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere,
kisve-i taayyüne (oluşum elbisesine) bürünen vücûd-i vâhid-i Hak'tan
(tek varlık sahibi olan Hak’tan) gayrisi (başkası) değildir. Bu taayyün
(oluşum) dediğimiz perde, müteayyîn olan (belli aşikar ve meydanda
olan) vücûd-i Hak üzere (Hakk’ın varlığının üzerini) istilâ edip (kaplayıp)
onu setr eder. (örter) Maahâzâ (bununla beraber), bu taayyün
(oluşum) perdesinin sebâtı (kalıcılığı) yoktur “Küllü şey’in hâlikun illâ
vechehu” yâni “O'nun vechi hariç herşey helâk olucudur” (Kasas,
28/88) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu vech (yüz) ile vücûd-i
Hakk'ın nûru, (Hakkın varlığının nuru) ânen-fe-ânen (git gide, an be an,
zamanla) bu perdeleri yırtar. Şu halde taayyün (oluşum, perrdelenme)
Zât-ı Hakk'a nazaran (Hakkın Zatına göre) "mel'ûn" (lânetlenmiş) ve
"matrûd" (kovulmuş) olur. Ey tâlib-i irfân (irfanı isteyenler), eğer sen bu
taayyün (oluşum) perdesinin arkâsında Hakk-ı müteayyini (belli aşikar
ve meydanda olan Hakk’ı) müşâhede edersen (görürsen), hakîkati
hicâbda (örtülü, perdeli hakikati) müşâhede etmiş (görmüş) olursun.
Ve seni "ben, ben" demeğe sevk eden şey, ancâk taayyününden
(oluşumundan, perdelerinden) ibârettir.
Gülşen-i Râz'dan beyt: ............
Tercüme : "O hakîkat ki, taayyün (açığa çıkması, aşikar olması)
ile muayyen (kesin olarak belli) oldu, sen o hakîkate, esnâ-yı
tekellümünde (konuşma esnasında) "ben" dedin."
İmdi bu perdenin sebât üzere (kalıcı) olmadığını yakînen (Hiç
şübhesiz olarak, kat'i surette) bildin ise, artık "ben, ben" diyecek
mecâlin (gücün) kalmaz. Ve eğer bu taayyün (oluşum) perdesinin
arkasında vücûd-i müteayyin (açığa çıkmış, aşikar olmuş varlık) olan
Hakk'ı müşâhede etmezsen (görmezsen), taayyün (oluşum) ile hicâba
düşersin (perdelenirsin). Ve kendi taayyünün (oluşumun) kendi nefsine
(kendine) hicâb (perde) olur.
Gülşen-i Râz'dan beyt: ................
Tercüme : "Âlemin taayyünleri (oluşumları) senin üzerine târîdir
(beladır). İşte bundan dolayı şeytan gibi; "Benim gibi kim vardır?”
dersin.
Ve böyle olan kimse, bu taayyünle (oluşumuyla) Zât-ı Hak'tan
(Hakk’ın Zâtından) mel'ûn (lânetlenmiş) ve matrûd, (kovulmuş) olup
müteayyin (meydanda olan, aşikar) ve muhtecib (örtülü) olan ayn-ı
vâhideyi (tek hakikati) ebeden (asla) müşâhede edemez (göremez).
A'mâl-i hasenesi (yaptığı iyilikler) sebebiyle cennete dâhil olsa bile,
taayyünât-ı cinâniyye (cennetteki oluşumlar) ile Hak'tan mahcûb
(perdeli) olup, bunlarla meşgûl olur:
İşte Âdem'in halîfe olmasının sebebi, "iki el" ta'bîr olunan
(denilen) sıfât mütekâbile-i İlâhiyye (biribirlerine karşıt olan İlâhi
sıfatlar) ile mahlûk (yaradılmış) olmasındandır. İmdi Âdem, eğer
Hakk'ın istihlâf ettiği âlemde ve eczâ-yı âlemde (Hakkın kendisini halife
kıldığı evren ve parçalarında), kendisini istihlâf eden (kendisini halife
kılan) Hakk'ın sûreti ile zâhir olmasa (açığa çıkıp, belirmese) idi, onda
hilâfete (halifeliğe) istihkâk tezâhür edip (hak kazanmışlık açığa çıkıp) ;
halîfe olmaz idi. Ve eğer Âdem'de, üzerlerine istihlâf (halife) olunan
reâyânın (tebanın, idaresi altındakilerin), ya'nî âlemin ve eczâ-yı âlemin
(evrenin ve kısımlarının) taleb ettiği (istediği) şeyin kâffesi (tamamı)
mevcûd olmasaydı, âlem üzerine halîfe olmaz idi. Zîrâ âlemin istinâdı
(dayanağı) halîfeyedir. Binâenaleyh (bundan dolayı) âlem ve eczâ-yı
âlem (evren ve kısımları) neye muhtâç ise, halîfe olan Âdem onların
kâffesiyle kâim olmak (hepsiyle donanmış olması) iktizâ eder (gerekir).
Ve eğer âlemin (evrenin) muhtâç olduğu şeyler bulunmasa, Âdem'de
hilâfet (halifelik) sâbit (var) olmaz. Zîrâ âciz olan bir kimse, kendi gibi
âciz olan diğer bir kimsenin ihtiyâcını te'mîn edemez. Bu takdirce
hilâfet, sûret-i İlâhiyye (İlahi sûret) üzere mahlûk (yaratılmış) olmak
i'tibâriyle, (olması bakımından) bi'l-cümle cüz'iyyât-ı âlemi (evrenin
bütün parçalarını) câmi' (toplamış) olan İnsân-ı Kâmil için sahîh (doğru)
oldu. Böyle olunca Hak Teâlâ, İnsân-ı Kâmil’in sûret-i zâhiresini (dış
suretini) hakâyık-ı âlemden ve hakâyık-ı âlemin sûretlerinden (evrenin
hakikâtlerinden ve bu hakikatlerin suretlerinden) inşâ etti (yaptı). Ve
sûret-i bâtınesini de (iç suretini de) “İnnallahe halaka âdeme ala
sûretihi" yâni “Allah Âdemi kendi sûreti üzerine yarattı” muktezâsınca
(gereğince), Allah Teâlâ kendi sûreti üzere inşâ eyledi (yaptı) . Ve
İnsân-ı Kâmil’in bu vech (yönü) ile inşâsından (yapılandırılmasından)
dolayı, onun hakkında hadîs-i kudsîsinde: "Ben onun sem'i (işitişi) ve
basarı (görüşü) olurum" dedi. Ve onun sûret-i cismâniyyesinden
(cismani biçminden) olan "gözü ve kulağı olurum" demedi. Ve böyle
buyurmakla sûret-i bâtıne ve zâhiresi (batıni ve zahiri suretleri) arasını
tefrik etti (ayırdı) . Zîrâ sem' (işitme) ve basar (görme) sûret-i
bâtınedendir (batıni sûretdendir) . Ve sem'iyyet (işitici) ve basariyyet
(görücü) Hakk'â isnâd olunur (dayandırılır). Velâkin, göz ve kulak
Hakk'a muzâf kılınmaz (bağıntılı kılınmaz). Cisim ve cismâniyyet hâdisin
(sonradan yaratılanın) ve müteayyinin (oluşmuş olanın, tayyün
edilmişin) şânıdır. Zât-ı Hak (Hakkın Zatı) ise hudûs (sonradan
yaratılmaktan) ve taayyünden (oluşmaktan) münezzehdir (arı, uzak,
mukaddestir).
Ve bunun gibi, o, âlemden her bir mevcûd da, bu mevcûdun
hakîkatinin taleb ettiği kadardır. Velâkin, halîfe için mecmû' olan şey,
bir ahad için yoktur. Böyle olunca, ancak mecmû' ile fâiz oldu. İmdi
eğer Hakk'ın mevcûdâtta sûretle sereyânı olmaya idi, âlem için vücûd
olmaz idi. Nitekim, o hakâyık-ı ma`kule-î külliyye olmasa idi,
mevcûdât-ı ayniyyede bir hüküm zâhir olmaz idi. Ve bu hakîkatten,
âlemin kendi vücûdunda Hakk'a iftikârı sâbit oldu. (18)
Ve buna benzer olarak, O, âlemdeki her bir varlıkta, bu varlığın
hakîkatinin talep ettiği kadardır. Ancak halîfede toplanmış olan
şeyler, diğerlerinde yoktur. Böyle olunca o da (kendisinde) toplanmış
olan bu şeyler ile diğerlerinden üstün oldu. Şimdi eğer Hakk
mevcudada sureti ile yayılmış, nüfuz etmiş olmasaydı, âlem var
olmazdı. Nitekim sadece akılda varlık kabul eden tümel kavramların
hakîkatleri olmasaydı, dış (görünür) varlıklarda da hiçbir hüküm açığa
çıkmazdı. Bu gerçek dolayısıyla, âlemin var olabilmek için Hakk'a
ihtiyacı kesinleşmiş oldu. (18)
Ya'nî Allah Teâlâ'nın sûreti Âdem'de külliyyet (tümellik) ve
cem'iyyet (toplayıcılık) üzere zuhûr ettiği (açığia çıktığı) gibi, âlemin
cüz'ünden (parçalarından olan) her bir mevcûdda (varlıkta), bu
mevcûdun hakîkatinin isti'dâdı (kabiliyeti, potansiyeli), Hakk'ın
kendisinde ne kadar zuhûrunu (açığa çıkışını) taleb etmiş (istemiş) ise,
Hakk'ın zuhûru (açığa çıkışı) o mevcûdda o kadardır. Eczâ-yı âlemden
(âlemin kısımlarından) hiçbir mevcûdda (varlıkta) halîfe için olan
cem'iyyet (topluluk) yoktur. Zîrâ halîfenin isti'dâd ve kâbiliyyeti
(yetenek ve kabiliyeti), kendisinde kâffe-i esmâ'-i İlâhiyye’nin (İlâhi
esmaların hepsinin) fiilen zuhûruna (açığa çıkmasına) müsâid olacak
kadar geniştir. Mevcûdât-ı sâirenin (diğer varlıkların) isti'dâdında
(potansiyelinde, kapasitesinde) bu vüs'at (genişlik) ve kâbiliyyet yoktur.
Binâenaleyh (bundan dolayı) Âdem, sûret-i Hak'la (Hak’ın sûretiyle)
sûret-i âlem (âlemin sûretinin) cem'iyyetini hâiz olduğu (birleşimimini,
toplamını taşıdığı) için, hilâfete (halifeliğe) nâil (ermiş) oldu. İmdi eğer
Zât-ı Mutlak-ı Hakk'ın (Hakk’ın kayıtsız Zatının) sûret-i İlâhiyyesiyle
(İlâhi sûretiyle) mevcûdâtta (mevcutlarda) sereyânı (yayılması) olmaya
idi, âlemin vücûdu (varlığı) olmaz idi. Zîrâ Zât-ı Hak (Hakk’ın Zâtı)
vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunl ve gerekli olan) ve âlem mümkinü'l-vücûddur (varlığı mümkün, olası olandır). Ve mümkinin vücûdu
ise, (mümkün, olası olanın varlığı ise) bâlâda (yukarda) îzâh olunduğu
(açıklandığı) üzere, vücûd (varlık) ile adem (yokluk) arasında vâki'dir
(bulunur). Binâenaleyh (bundan dolayı) eğer Hakk-ı latîf (yoğunluğu
olmayan Hakk), mertebe-i kesâfete (daha yoğun mertebelere)
bi't-tenezzül (inerek), mevcûdât-ı mümkinede (mümkün, olası
varlıklarda) esmâsı sûretiyle (isimleri yoluyla) müteayyin (görünür)
olmasaydı, bu mevcûdât-ı mümkine (mümkün olası mevcutlar)
ademde (yoklukta) kalır idi. Nitekim eğer hayât, ilim, sem', basar ve
irâde ve kudret gibi mertebe-i akılda sâbit (akıl mertebesinde var) olan
hakâyık-ı külliyye (külli hakikâtler) olmaya idi, bu hakâyık-ı külliyyenin
(külli hakikâtlerin) mevcûdât-ı ayniyyede (somut, algılanabilir
varlıklarda) birer hükmü zâhir olmaz (açığa çıkmaz) idi. Umûr-i
külliyyenin (külli, tümel hususların) vücûdât-ı ayniyyeye (kesif, somut
varlıklara) irtibâtı (bağlantısı) bâlâda (yukarda) tafsîl olunmuş
(açıklanmış) idi. İşte Hakk'ın mevcûdâtta sûretle sereyânı (sureti ile
yayılması) hakîkatinden dolayı, âlemin vücûd iktisâ etmesinde, (varlık
elbisesi giyinmesinde) Hakk'a iftikâr (muhtaçlığı) ve ihtiyâcı sâbit
(kesin) oldu. Demek ki, vücûd-i mümkin (mümkün, olası varlıklar)
hakâyık-ı ma'kûle-i külliyyeye (akılla idrak edilebilen külli hakikatlere)
merbût (bağlanmış) olduğu gibi vücûdda (varlıkda) dahi (da) Hakk'a
merbûttur. (bağlıdır) Zîrâ bir şeyin mertebe-i kesâfeti (yoğunluk
mertebesi) mertebe-i letâfetine (latiflik mertebesine) merbûttur;
(bağlıdır) ve vücûdda (varlıkda) ona muhtâçtır.
Şiir:
İmdi hepsi müftekırdir; küllîsi müstağnî değildir.
İşte bu haktır ki biz dedik; ve kinâye etmedik. (19)
Şiir:
Şimdi hepsi muhtaçtır; hiçbiri zengin değildir.
İşte bu dediğimiz doğrudur gerçektir; ve onu dolaylı/üstükapalı
olarak anlatmadık. (19)
Ya'nî gerek Hak ve gerek âlem yekdîğerine (biri diğerine)
müftekırdır (muhtaçtır); her birisi yekdîğerinden (hiçbiri diğerinden)
müstağnî (ihtiyaçsız) değildir. Âlemin Hakk'a iftikârı (muhtaç oluşu),
bâlâda (yukarıda) îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere, vücûddadır (varlık
yönündendir, var olabilmek içindir). Ve Hakk'ın âleme iftikârı (muhtaç
oluşu) ise, vücûdda (varlık yönünden) olmayıp esmâ ve sıfât-ı
İlâhiyyesinin (ilahi isim ve sıfatlarının) âlemin mazharında (görüntü
mahallinde) fiilen zuhûrundadır (açığa çıkmasındadır). Hâce Hâfız
Şîrâzî (k.a.s.) bu iftikârı (muhtaç olmayı) bir beytinde "iştiyâk" (şiddetle
arzu etmek) ile ta'bîr buyurmuştur. (açıklamıştır)
Beyt-i şerîf şudur: ....................
Tercüme: "Ma'şûkun sâyesi, (sevgilinin gölgesi) âşık üzerine
düştü ise ne oldu? Biz vücûdda ona muhtaç ve müftekır (fakir) idik. O
da zuhûrda (açığa çıkmada) bize müştâk (şiddetle arzulayan) idi."
İmdi Hakk'ın bize iftikârı (muhtaç oluşu), gayre iftikâr (kendinden
başkasına muhtaç oluş) zannolunmasın. Bu iftikâr (muhtaç oluş) O’nun
esmâsı arasındaki nisebden (bağıntılardan) bir nisbettir (bağıntıdır).
Onun ism-i Bâtın'ı, (batın esması) zuhûrda (meydana çıkmada) ism-i
Zâhir'ine (Zâhir esmasına) müftekırdır (muhtaçtır). Bizler ise Hakk'ın
ism-i Zâhir'inin mazharıyız (Zâhir esmasının görüntü yerleriyiz), İşte
bizim açık söylediğimiz ve kinâye etmediğimiz (dolaylı, üstü kapalı
söylemediğimiz) bu kavl (deyiş) haktır (doğrudur/gerçektir).
İmdî eğer sen Ganî'yi zikredersen; ki onun iftikârı yoktur;
binâenaleyh bizim kavlimiz ile murâd ettiğimiz şeyi muhakkak
bilirsin. (20)
Şimdî eğer sen Ganî'yi (zengin, herşeyi olanı) zikredersen, ki
onun (hiçbirşeye) muhtaçlığı yoktur; bundan dolayı bizim ne
anlatmak istediğimizi kesinlikle anlayabilirsin. (20)
Ya'nî eğer sen, Hak Teâlâ Hazretlerinin Zâtı i'tibâriyle (Zât’ından
dolayı) ganî (zengin) olup; hiçbir şeye muhtaç olmadığını zikredersen,
(söylersen) bu takdîrce sen bizim bâlâdaki (yukarıdaki) beyt-i şerîfte
............... ya'nî "Gerek Hak ve gerek âlem yekdîğerine (birbirlerine)
müftekırdir" (muhtaçtır) kavlimizden (sözümüzden) ne ma'nâyı murâd
ettiğimizi (ne mana kastettiğimizi, anlatmak istediğimizi) bilirsin; ve
anlarsın ki, bizim Hak hakkında beyân ettiğimiz (açıkladığımız) iftikar
(muhtaçlık), onun aslâ Zât’ına taalluk etmez (ait değildir). Belki bu
taalluk-ı iftikâr (muhtaçlık münasebeti) ancak esmâ ve sıfât (isim ve
sıfatları) i'tibâriyledir (bakımındandır): Beyt-i Şerîfteki “zikredersen”
sîğasında (kipinde) şurrâh-ı kirâm (muteber şerh edici zatlar) : “İki
i'tibâr (fareziye, tez) vardır; birisi "muhâtab" (kendisine hitap edilen)
diğeri "nefs-i mütekellim"dir, (konuşanın kendisidir) diyorlar” Muhâtab
(hitap edilen) i'tibâr olunursa (olduğu farz edilirse), suâl-i mukadderin
(sorulmuş sorunun) cevâbı olur. Ya'nî gûyâ bir sâil (soru soran) çıkıp der
ki: Ey hazret, sen Hakk'ı da müftekır (muhtaç) mevkı'ine vaz' ettin
(koydun) ; bu nasıl olur? Halbuki, Allah Teâlâ Hazretleri Kur'ân-ı
Kerîm'inde: “innallâhe le ganiyyun anil âlemîn” yâni “Muhakkak ki
Allah, âlemlerden ganîdir” (Ankebût, 29/6) buyurur. İşte bu beyt-i
şerîf buna cevap olur. Eğer nefs-i mütekellim (konuşanın kendisi)
olursa, beyt-i şerîf evvelki beyt-i şerîfin (önceki beyitin) îzâhı
(açıklaması gibi) olur.
Binâenaleyh hepsi, hepsine merbûttur. Şu halde ondan onların
infisâli yoktur. Benim dediğim şeyi benden alın! (21)
Bundan dolayı hepsi, birbirine ayrılamayacak şekilde sımsıkı
bağlıdır. Benim dediğim şeyi benden alın! (21)
Ya'nî gerek küll (tümel) olan Hak ve gerek o küllün (toplamın)
bi'l-cümle suver-i esmâiyyesinden (bütün isimlerinin sûretlerinden)
ibâret olmakla küll (toplam, tümel) olan âlem (evren) yekdîğerine
(birbirlerine) merbûttur (bağlanmıştır). Onların o irtibâttan (ilişkiden,
bağlantdan) aslâ infisâli (ayrılması) yoktur. Benim: "Hak, Rubûbiyyetini
(Rablığını) ızhâr etmek (ortaya çıkarmak, göstermek) için âleme
(evrene) merbûttur (bağlıdır) ve âlem (evren) dahi (de) vücûdda
(varlıkda, var olabilmek için) Hakk'a müftekırdır (Hak’ın muhtaçtır).
Binâenaleyh (bundan dolayı) bu husûsta tarafeynin (iki tarafın)
yekdîğerine (birbirlerine) iftikârı sâbittir" (ihtiyacı olduğu kesindir)
dediğim sözü benden ahz (alın) ve zabt edin (tutun)! Zîrâ (Çünkü) bu
söz, ehl-i felsefenin (felsefe yapanların) hükümleri gibi mahsûl-i istidlâl
(delile dayalı elde edilmiş) değil, belki keşf tarîkıyla (keşif yoluyla)
söylenmiştir.
İmdi muhakkak sen, cesed-i Âdem neş'esinin hikmetini bildin;
ben onun sûret-i zâhiresini murâd ederim. Ve muhakkak rûh-i Âdem
neş'esini de bildin, ben onun sûret-i bâtınesini murâd ederim.
Binâenaleyh, o Hak ve halktır. Ve onun rütbesini de bildin. O da
onunla hilâfete müstehak olduğu mecmû'dur. Böyle olunca Âdem,
kendisinden bu nev'-i insânî halk olunan nefs-i vâhidedir. O da Hak
Teâlâ`nın kavlidir: “Yâ eyyuhen nâsuttekû rabbekumullezî halakakum
min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ
ricâlen kesîran ve nisâen, ” (Nisâ, 4/1} İmdi “ittekû rabbekum” kavli,
sizden zâhir olan şey'ı Rabb'inize vikâye edin. Ve sizden bâtın olan
şeyi ki, o sizin Rabb'inizdir, kendinize vik'aye edin, demektir. Zîrâ
emr, zemm ve hamddir. Binâenaleyh siz, zemmde vik'aye olun ve
onu hamdde kendinize vikâye edin ki, âlimlerin üdebâsı olasınız.
Sana gelen her iyilik Allah’tandır, sana gelen her kötülük de
kendindendir. Fakat hepsi Allah katından dır. [Nisâ, 4/79].* (22)
Şimdi muhakkak sen, Âdemin dışta görünen (zahir) suretiyle
anlatmak istediğimi, onun bedenî oluşumundaki hikmeti anladın. Ve
muhakkak ki batıni sûretiyle anlatmak istediğim, Âdemin ruhi
oluşumundaki hikmeti de anlamışsındır. Bundan dolayı o Hak ve
halktır. Ve onun üstünlük derecesini de bildin. O da onunla halîfe
olmaya hak kazandığı sahip olduğu topluluktur/tümellikdir. Böyle
olunca Âdem, kendisinden bu insan türünün yaratıldığı/çoğaltıldığı
tek bir nefstir. Bu da Hak Teâlâ`nın şu sözüdür: "Ey nâs, sizi Nefs-i
Vâhide’den halk eden ve ondan onun zevcesini yaradan ve her
ikisinden ricâl-i kesîri ve nisâyı bess eyleyen Rabb'inizden ittikâ
edin!" yani "Ey insânlar, sizi tek bir nefsten/özden/kişiden yaratan ve
ondan onun eşini yaratan ve bu ikisinden de bir çok erkek ve kadını
üretip yayan Rabb'inizden sakının!" (Nisâ, 4/1). Şimdi “ittekû
rabbekum” yâni “Rabb’inizden sakının” sözü, sizde açığa çıkan şeyi
Rabb'inize siper yapın. Ve sizde bâtın olan şeyi ki, o sizin Rabb'inizdir,
kendinize siper yapın, demektir. Çünkü bunlar, kötüleme ve övme
işleriyle ilgilidir. Bundan dolayı siz, kötülemede kendinizi
(kötülüyerek) Hakka siper/koruyucu ve övme ve övülmede de Onu
(överek) kendinize siper/koruyucu edinin ki, âlimlerin edeb sahibi
olanlarından olasınız. Sana gelen her iyilik Allah’tandır, sana gelen
her kötülük de kendindendir. Fakat hepsi Allah katından dır. [Nisâ,
4/79].* (22)
*Yukarıdaki koyu siyah yazılar Füsusu’l Hikemin başka transkripsiyonlarında Avni Konuk Beyin
transkripsiyonundan farklı şekilde olan veya ilave olarak yer alan kısımlardır. A.Konuk Bey’in
nüshasında yer almayan bu kısımlar, bir arada görülebilmeleri maksadıyla konulmuştur.
Ya'nî sen bâlâdaki (yukarıdaki) îzâhâttan (açıklamalardan),
Âdem'in cesed'i (ruhsuz bedeni) olan sûret-i zâhiresinin (görülen dış
yüzünün) hakâyık-ı âlemden (alemin hakikatlerinden) ve onun
sûretlerinden inşâ olunduğunu (yapıldığını) ve bunun hikmeti dahi
(hikmetinden dolayı da) Âdem, âlemde halîfe ittihâz (kabul) olunup bu
halîfenin, âlemin muhtâç olduğu şeyin kâffesi (hepsi) ile kâim
(donatılmış) olması lâzım gelmesinden ibâret bulunduğunu bildin. Ve
kezâ (aynı şekilde) Âdem'in rûhu olan sûret-i bâtınesini de (batıni
suretini de) Hak Teâlâ Hazretlerinin kendi sûreti üzere inşâ edip (yapıp)
onun sem'i (işiteni) ve basarı (göreni) olduğunu bildin. Ve kezâ (aynı
şekilde) Âdem'in hilâfetten (halifelikten) ibâret olan rütbesini (üstünlük
derecesini) de bildin ki, o rütbe, Hak Teâlâ hazretlerinin Zâhir ve Bâtın
isimlerinin taht-ı hîtasında (kuşatması, kapsamı altında) bulunan
bi'l-cümle (bütün) esmâ cem'iyyetinden (isimler topluluğundan)
ibârettir; ve Âdem, bunların hey`et-i mecmûasını (bütün hepsini) câmi'
olduğu (kendinde topladığı) için, hilâfete (halifeliğe) müstehak
olmuştur. (hak kazanmıştır) Âdem zâhiri ve bâtını câmi' (kendinde
toplamış) olunca, kendisinden bu nev'-i insânî halk olunan (insan
türünün çoğaltıldığı) Nefs-i Vâhide (tek bir öz) olmuş olur.
Misâl: Elimize bir şeftâli alalım. Bu Nefs-i Vâhide’ den (tek bir
özden) ibâret bir meyvedir. Çekirdeği, bâtını (gizlisi) ve içi ve eti, zâhiri
(görüneni) ve dışıdır. Demek ki bu şeftâli, zâhiri ve bâtını câmi'dir
(kendinde toplamıştır): Onun çekirdeğini arza (toprağa) dikip terbiye
ettiğimizde bir şeftâli ağacı çıkar. Çekirdek bâtın (gizli) ve ağaç zâhir
(görünür) olur. Ve ağaçta binlerce şeftâli peydâ olur ki, her bir şeftâli
zâhir ve bâtını câmi' (kendinde toplamış) bulunur. İşte o elimize
aldığımız bir şeftâliden alâ-vechi't-teselsül (zincirleme, silsile olarak)
nâmütenâhî (sonsuz sayıda) ağaçlar ve şeftâliler zuhûra (görünür
duruma) gelir. İşte bu misâle mutâbık (karşılık) olarak, Hak Teâlâ
Âdem'den bu nev'i insânı halk eyledi (insan türünü çoğalttı). Bunun
delîli dahi' (de) Hak Teâlâ Hazretlerinin: “Yâ eyyuhen nâsuttekû
rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ
zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisâen, ” yani "Ey
insânlar, sizi tek bir nefsten/kişiden/özden halk eden (çoğaltan) ve
ondan onun eşini ve her ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip
yayan Rabb'inizden sakının!" (Nisâ, 4/1) kavl-i şerîfidir ki, (mübarek
sözüdür ki) metnin tercümesinde ma'nâ-yı münîfi (yüce manâsı) beyân
olundu (açıklandı).
Hilkat-i Âdem (İnsanın yaradılışı) hakkında ehl-i kitâb (indirilen
kitaplara inananlar) ile maddiyyûn (maddeciler) arasında ihtilâf
(anlaşmazlık) vardır. Ehl-i kitâb, Âdem'in (İnsanın) sûret-i zâhiresi (dış
yapısı) olan cesedinin kırk günde tesviye buyrularak; (hazırlanarak) rûh
nefh olunduğunu (üflendiğini) ve ba'dehû (daha sonra) onun dıl'-i
eyserinden (sol kaburga kemiğinden) zevcesi (eşi) olan Havvâ'nın halk
edildiğini (yaratıldığını) ve sonra sâdır olan zelleleri (yaptıkları
yanlışlar) hasebiyle (sebebiyle) arza ihbât olunduklarını (karşılık olarak
dünyaya gönderildiklerini) beyân ederler (açıklarlar) ki; kütüb-i
münzelenin (indirilmiş olan kitapların) ibârât-ı-zâhiresinden
(cümlelerinin görünen açık manalarından) böyle anlaşılır.
Maddiyyûn (maddeciler) ise, hilkat-i âlemin (evrenin
yaratılmasının) kavâid-i tekâmüliyyeye (tekâmül, gelişme kaidelerine)
müstenid olduğunu (dayandığını) ve küre-i arzın (dünyanın) ibtidâ
(ilkin) sehâb-ı muzi (parlak bulut) hâlinde tekevvün edip (oluşup)
ba'dehû (daha sonra) buhâr-ı nârî (yüksek sıcaklıkta gaz), sonra da
mâyi'-i nâr (yüksek sıcaklıkta akışkan ateş) hâline geldiğini ve ondan
sonra da tasallub ederek (sertleşerek) milyonlarca seneler sonra rûy-i
arzda (yeryüzünde) nebâtât (bitkilerin) bittiğini ve yüz binlerce sene
sonra nebâtâtın (bitkilerin) envâ'ı (türlerinin) tedrîcen (derece derece)
tekemmül ede ede (gelişe gelişe) hayvânât-ı ibtidâiyye (ilk hayvanlar)
olan zevâhıf (sürüngenlerin) zuhûr eylediğini (ortaya çıktığını) ve
zevâhıf (sürüngenlerin) tekemmül-i tedrîcî (aşama aşlama gelişmesi)
ile memeli hayvanlar şekline inkılâb ettiğini (dönüştüğünü) ve sinîn-i
vefireden (pek çok seneler) sonra bu hayvânâtın dahi (da) tekemmül
ederek (gelişerek) nesnâsa (maymuna) tebeddül eylediğini
(dönüştüğünü)
ve
nesnâsın
(maymunun)
tekemmülünden
(gelişmesinden) dahi (de) ibtidâî insanlar (ilk insanların) zuhûra
geldiğini (açığa çoktığını) ve bu ibtidâî insanların (ilk insanların)
ale't-tedrîc (yavaş, yavaş) tekemmül ederek (gelişerek) bugünkü
mertebeyi ihrâz eylediklerini (elde ettiklerini) tedkîkât-ı müstehâsâttan
(fosillerin incelenmesinden) istidlâlen (çıkardıkları neticelere
dayanarak) beyân edip (açıklayıp) Hâlık'ı (Yaradanı) Peygamber’i, dîni
inkâr eylerler. Ve derler ki: "İnsanın kendisinde ebedî (sonsuz,
ölümsüz) bir rûh tasavvur etmesi (düşünmesi) hubb-i enâniyyetten
(benliklerini sevmelerinden) mütevellid (ileri gelen) bir keyfiyyettir
(husustur). Bu enâniyyete (benliğe) o kadar merbûttur (bağlıdırlar) ki,
kendi ecdâdı (ataları) olan hayvânâtta (hayvanlarda) böyle bir rûh
tasavvurunu (düşüncesini) zihnine sığdıramaz. Ve kendisini hayvânât
ve nebâtât ve ma'deniyyâttan (hayvanlar, bitkiler ve madenlerden) bu
husûsta mümtâz (ayrılmış, seçkin) görür." Halbuki bâlâda (yukarıda)
görüldüğü üzere, hayat, ilim, sem' ilh...(vb..) hakâyık-ı ma'küleden
(akledilebilen hakikâtlerden) olup onların hâriçte vücûdu (dışarıda
varlıkları) yoktur. Onların hükmü zâhir olmak (hükümlerinin açığa
çıkabilmesi) için mevcûdât-ı ayniyyeye (somut, algılanabilen varlıklara,
yoğun suretlere) lüzûm vardır. Binâenaleyh (bundan dolayı), hayât bir
emr-i küllî-i ma'k'uledir (akledilebilir tümel kavramdır) ki, hükmü
(hükmü) cemî'-i mevcûdâtta (bütün varlıklara) sârîdir (yayılmıştır) . Şu
kadar ki, her bir mevcûdun taayyünü (varlığın oluşumu) bu hayâtın
zuhûruna (meydana çıkmasına) müsâid değildir. Hayât, cemâdâtta
(cansız dediğimiz şeylerde) gayr-i mahsüs (hissedilmez) nebâtâtta
mahsüs (hissedilebilir), hayvânâtta zâhir (açıkça görülür) ve ahsen-i
takvîm üzere (en güzel sûrette) mahlûk (yaradılmış) olan insanda ise
azhardır (en açık şekilde görülür). Şu halde inde'l-muhakkıkîn (hakikâte
erenlerin görüşünde), efrâd-ı- mevcûdâttan (mevcudadın fertlerinden)
her bir ferd (her biri) zî-rûhdur (rûh sahibidir). Zîrâ her birisi bir ismin
mazharıdır (görüntü mahallidir) ve o isim onun Rabb-i hâssı (ona has
olan Rab, terbiye edicisi olan İlahi isimdir) ve rûhudur ve onun
müdebbiri (tedbir edeni, yöneteni) olan bu isim, zâta delâleti (ait
olması, işareti) hasebiyle (sebebiyle) kâffe-i esmâyı câmi'dir (tüm
isimleri kendinde toplamıştır). O mevcûdun (varlığın) "Hayy" (Hayat
Sahibi, Canlı) isminden dahi (de) nasîbi (payı) vardır. Velâkin, bu ismin
hükmü ba'zısında bâtın (gizli) ve ba'zısında zâhirdir. (açıktadır) Nitekim
Kur'ân-ı Kerîm'de bu hakîkate işâreten buyrulur: “ve in min şey’in illâ
yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum“ yâni “O'nu
hamd ile tesbih etmeyen bir şey yoktur. Ve fakat onların tesbihlerini
siz anlayamazsınız.” (İsrâ, 17/44) İmdi her bir şey Hakk`ı tesbîh (Hakkı
güzel sözlerle anmak) etmek için zî-rûh (rûh sahibi) olmak (olması)
lâzımdır. Ehl-i hicâb (perdeli olanlar) onların tesbîhlerini işitmez ve
bilmezler. Velâkin (ancak) hicâb-ı taayyünden (oluşum perdesinden)
halâs (kurtulmuş) olan ehl-i keşf (keşif sahipleri) sem'-i rûh (ruhi duyuş)
ile onların nutuklarını (konuşmalarını) işitirler. Bu husûstaki tafsîlât
(açıklama) Fass-ı Hûdî'de ve diğer faslarda (bölümlerde) gelecektir.
Mâdemki her bir mevcûdun hakîkati, mazhar (aynası) olduğu isimdir
ve isim ise müsemmânın (isim sahibinin) aynıdır; şu halde o mevcûdun
sûreti (varlığın şekli, bedeni) fenâ-pezîr (yok) olsa da, hakîkati bâkîdir
(hakikati kalıcıdır, daimidir). Bu husûstaki tafsîlât dahi Fass-ı
Yûnusî'dedir. Binâenaleyh (bundan dolayı) hilkat-i Âdem (insanın
yaratılması) keyfiyyeti (hususu) maddiyyûnun (maddecilerin)
tedkîkâtına mutâbık (incelemelerine uygun) olsa dahi (da), Hakk'ı,
Peygamber’i, dîni inkâr etmek için hiçbir sebep yoktur. Bu inkâr, (red
ediş) onların vehm (belirsiz fikir ve düşünce.) ile meşûb (karışmış) olan
nazar-ı aklîlerinin (akli görüşlerinin) hükmü iktizâsındandır (hükmünden
dolayıdır). Yazık ki hicâb-ı enâniyyetleri (benlik perdeleri) sâikasıyla
(sebebiyle) Peygamber'e tebaiyyetten (uymaktan) istikbâr edip
(kibirlenip) şikeste (kırık dökük) ve beste (tutucu) olan ukûl-i
cüz'iyyelerine (cüzi akıllarına) mağrûren (güvenip), sûret-i insâniyyede
(insan sûretinde) mevcûd olmak gibi bir ni'metin kadrini (değerini)
bilmezler. Ey tâlib-i ma'rifet (marifet isteyen), bu fırsat eline bir def’a
geçer. Kibir ve gurûr ve isti'lâ (üstün gelme) gibi huzûzât-ı nefsâniyyeye
(nefsinin hoşlandığı şeylere, nefsani hazlara) tâbi' olup (uyarak)
isti'dâdını (yeteneğini, potansiyelini) zâyi' etme !. (boşa harcama)
İmdi, Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) “Yâ eyyuhen nâsuttekû
rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ
zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisâen, ” yâni "Ey
insânlar, sizi tek bir nefsten/özden/kişiden halk eden ve ondan onun
eşini ve her ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan
Rabb'inizden sakının!". (Nisâ, 4/1) âyet-i kerîmesinin lisân-ı hakîkatle
(hakikat lisanı ile) tefsîrine (açıklamasına) şurû' edip (başlayıp)
buyururlar ki: “ittekû rabbekum” yâni “Rabb’inizden sakının” kavli
(sözü) "Vücûd-i zâhiriniz (görünen bedeniniz) olan bu taayyün-i
kesîfinizi (yoğun oluşumunuzu) Hakk'a vikâye (koruma), ya'nî siper
ittihâz ediniz" (kabul ediniz) demektir. Zîrâ bu vücûd-i kesîf-i beşerînin
(insanın madde bedenin) bir çok evsâf-ı mezmûmesi (beğenilmeyen,
kötülenmiş vasıfları) vardır. Her ne kadar hakîkatte bunların senden
zuhûru (ortaya çıkması) esmâ-i İlâhiyye âsârından (ilahi isimlerin
eserlerinden) ibâret (meydana gelmiş) ise de, mâdemki senin ortada
bir vücûd-i hâdis-i kesîfin (sonradan yaratılmış bir madde bedenin)
vardır ve bunların cümlesinin (hepsinin) o vücûda taalluku (bedenle
ilişkili olduğu) der-kârdır (âşikârdır) ve Hak, min-haysü'z-zât, (Zât’ı
bakımından) bunların kâffesinden (hepsinden) münezzehtir; (beridir,
temizdir) şu halde, senden evsâf ve efâl-i zemîme (kötü sıfat ve fiiller)
sâdır olursa, (çıkarsa) "Bunlar Hakk'ındır”; deme; “benimdir” de ! Ve
eğer kerem (cömertlik, lütuf, ihsan, şeref) ve âtâ (bağışlama) ve
rahmet gibi evsâf (vasıflar) ve efâl-i hamîde (iyi, övülen fiiller) sâdır
olursa (çıkarsa) bâtının (rûhun) olan Rabb'ini nefsine siper edip "Bunlar
Hakk'ındır, de!" Zîrâ bunlar ahlâk-ı İlâhiyye’dendir. (İlahi ahlâkdandır)
Ve biz bu ahlâk ile tahalluka (ahlaklanmaya) me'mûruz (vazifeliyiz).
Nitekim buyrulur: “Tahalluku bi Ahlakillahi” yâni “Allah’ın ahlâkı ile
ahlâklanınız” Ve Hak Teâlâ bize şu“Mâ esâbeke min hasenetin fe
minallâhi, ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike” (Nisâ, 4/79)
ya'nî "Sana iyilikten bir şey isâbet ettiğinde, Allâh'dandır; ve
fenâlıktan bir şey isâbet eylediğinde nefsindendir" âyet-i kerîmesinde
bu edebi (terbiyeyi) ta'lîm buyurdu (öğretti). Eğer böyle yapacak
olursan, ya'nî vücûd-i kevnîde (yaratılmış varlıkda) sâbit (var) olan
zemm (kötüleme) ve hamdden (övgüden), zemde (kötülemede) nefsini
Hakk'a siper ve hamdde (övgüde) Hakk'ı nefsine siper edecek olursan,
âlim olan kimselerin edîblerinden (edeplilerinden) olursun. Nitekim
Âdem (a.s.) kendisinden sâdır (çıkmış) olan zelleyi (küçük günahı)
hakîkat-i hâli ârif iken (halin hakikatini bildiği halde), kendi nefsine
isnâd edip (dayandırıp) “rabbenâ zalemnâ enfusenâ” yâni “Rabbimiz,
biz nefslerimize zulmettik” (A'râf, 7/23) buyurdu. Ve zellede (yapılan
yanlışta) nefsini Rabb'ine siper ittihâz ettiği (yaptığı) için, mahzâ
(sadece) bu edebi sebebiyle makbûl (beğenilmeye layık) oldu. Ve İblîs
ise Hak'la münâzaa (ağız kavgası) edip terk-i edeb (edepsizlik) ettiği
için matrûd (kovulmuş) ve mel'ûn (lânetlenmiş) oldu.
Ondan sonra Allah Teâlâ, onda îdâ' eylediği şeye onu muttali'
eyledi. Ve bunu kendisinin iki kabzasında kıldı: Kabza-i vâhidede
âlem ve kabza-i uhrâda Âdem ve evlâdı ve onda onların merâtibi var
idi. Vaktâ ki Allah Teâlâ, bu imâm-ı vâlid-i ekberde îdâ' eylediği şeye,
sırrımda beni muttali' kıldı; bu kitapta, ondan bana tahdîd olunan
şeyi îrâd ettim, yoksa ona vâkıf olduğum şeyi değil. Zîrâ buna, ne
kitap ne de el'ân mevcûd olan âlem vâsi' olmaz. İmdi bu kitapta îdâ'
ettiğimiz şey, müşâhede ettiğim şeydendir. Nitekim Resûlullah
(s.a.v.) Kelime-i Âdemiyye'de mündemic hikmet-i ilâhiyyeyi bana
tahdîd eyledi. O da, bu babdır.
Ba'dehû Kelime-i Şîsiyye'de mündemic hikmet-i nefesiyye,
ba'dehû Kelime-i Nûhiyye'de mündemiç hikmet-i subbûhiyye,
ba'dehû Kelime-i İdrîsiyye'de mündemic hikmet-i kuddûsiyye,
ba'dehû Kelime-i İbrâhimiyye'de mündemic hikmet-i müheyyemiyye,
ba'dehû Kelime-i İshâkıyye'de mündemic hikmet-i hakkıyye,
ba'dehû Kelime-i İsmâîliyye'de mündemic hikmet-i aliyye,
ba'dehû Kelime-i Ya'kûbiyye'de mündemic hikmet-i rûhiyye,
ba'dehû Kelime-i Yûsufiyye'de mündemic hikmet-i nûriyye,
ba'dehû Kelime-i Hûdiyye'de mündemic hikmet-i ahadiyye,
ba'dehû Kelime-i Sâlihiyye'de mündemic hikmet-i fütûhiyye,
ba'dehû Kelime-i Şuaybiyye'de mündemic hikmet-i kalbiyye,
ba'dehû Kelime-i, Lûtiyye'de mündemic hikmet-i melkiyye,
ba'dehû Kelime-i Uzeyriyye'de mündemic hikmet-i kaderiyye,
ba'dehû Kelime-i Îseviyye'de mündemiç hikmet-i Nebeviyye,
ba'dehû Kelime-i Süleymâniyye'de mündemic hikmet-i Rahmâniyye,
ba'dehû ` Kelime-i Dâvûdiyye'de mündemic hikmet-i vücûdiyye,
ba'dehû Kelime-i Yûnusiyye'de mündemic hikmet-i nefsiyye,
ba'dehû Kelime-i Eyyûbiyye'de mündemic hikmet-i gaybiyye,
ba'dehû Kelime-i: Yahyâviyye'de mündemic hikmet-i celâliyye,
ba'dehû, Kelime-i Zekeriyyâviyye'de mündemic hikmet-i mâlikiyye,
ba'dehû Kelime-i İlyâsiyye'de mündemic hikmet-i înâsiyye,
ba'dehû Kelime-i. Lokmâniyye'de mündemic hikmet-i ihsâniyye,
ba'dehû Kelime-i Hârûniyye'de mündemic hikmet-i imâmiyye,
ba'dehû Kelimie-i Mûseviyye'de mündemic hikmet-i ulviyye,
ba'dehû Kelime-i . Hâlidiyye'de mündemic hikmet-i samediyye,
ba'dehû Kelime-i Muhammediyye'de mündemic hikmet-i ferdiyyedir.
(23)
Ondan sonra Allah Teâlâ, onda emânet bıraktığı şeyden onu
haberdar etti. Ve bunları kendisinin iki avucunda yaptı. Bir avucunda
Âlem ve diğer avucunda Âdem ve evladı ile onun soyundan gelenler
ve onların mertebeleri var idi. Allah Teâlâ, bu “en önde gelen büyük
babamıza” emânet bıraktığı şeye, sırrımda beni haberdar kıldığı
zaman; bu kitapta, o sırların izin verilen kadarını söyledim, yoksa
hakikatine erdiğim tüm şeyleri değil. Çünkü bunları, ne kitap ne de şu
an mevcût olan âlem sığdıramaz. Şimdi bu kitapta emânet ettiğimiz
şey, şahit olduğum şeylerdendir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) Âdem
Kelimesinde kapsanmış olan ilâhi hikmetle ilgili açıklanacak
hususların, çerçevesini çizdi. O da bu bölümdür.
Daha sonra Şîs Kelimesinde mevcût olan nefesiyye hikmeti,
daha sonra Nûh Kelimesinde mevcût olan subbûhiyye hikmeti,
daha sonra İdrîs Kelimesinde mevcût olan kuddûsiyye hikmeti,
daha sonra İbrâhim Kelimesinde mevcût olan müheyyemiyye
hikmeti,
daha sonra İshâk Kelimesinde mevcût olan hakkıyye hikmeti,
daha sonra İsmâîl Kelimesinde mevcût olan aliyye hikmeti,
daha sonra Ya'kûb Kelimesinde mevcût olan rûhiyye hikmeti,
daha sonra Yûsuf Kelimesinde mevcût olan nûriyye hikmeti,
daha sonra Hûd Kelimesinde mevcût olan ahadiyye hikmeti,
daha sonra Sâlih Kelimesinde mevcût olan fütûhiyye hikmeti,
daha sonra Şuayb Kelimesinde mevcût olan kalbiyye hikmeti,
daha sonra Lût Kelimesinde mevcût olan melkiyye hikmeti,
daha sonra Uzeyr Kelimesinde mevcût olan kaderiyye hikmeti,
daha sonra Îsâ Kelimesinde mevcût olan nebeviyye hikmeti,
daha sonra Süleymân Kelimesinde mevcût olan rahmâniyye hikmeti,
daha sonra Dâvûd Kelimesinde mevcût olan vücûdiyye hikmeti,
daha sonra Yûnus Kelimesinde mevcût olan nefsiyye hikmeti,
daha sonra Eyyûb Kelimesinde mevcût olan gaybiyye hikmeti,
daha sonra Yahyâ Kelimesinde mevcût olan celâliyye hikmeti,
daha sonra İlyâs Kelimesinde mevcût olan înâsiyye hikmeti,
daha sonra Lokmân Kelimesinde mevcût olan ihsâniyye hikmeti,
daha sonra Hârûn Kelimesinde mevcût olan imâmiyye hikmeti,
daha sonra Mûsâ Kelimesinde mevcût olan ulviyye hikmeti,
daha sonra Hâlid Kelimesinde mevcût olan samediyye hikmeti,
daha sonra Muhammed Kelimesinde mevcût olan ferdiyye
hikmetidir. (23)
Ya'nî Hak Teâlâ Hazretleri, Âdem'e tevdî' (emanet) eylediği şeyi
göstermek sûretiyle, o şeye muttali' (haberli) kıldı ve göstererek
muttali' (haberdar) kıldığı bu şeyi, iki kabzasında (avucunda) ona irâe
etti (gösterdi). O iki kabzadan (avuçtan) birisi, sıfât-ı kâbiliyyet sâhibi
olan (kabiliyet (Dıştan gelen tesirleri kabul edebilme gücü) sıfatları ile
nitelenen) sol kabzadır (sol avuçdur) ki, onda âlem var idi. Ve diğer
kabza (avuç) dahi (da) sıfât-ı fiiliyye, sâhibi olan (fiiliyat (tesir etme,
terbiye etme) sıfatları ile nitelenen) sağ kabzâdır (sağ avuçtur) ki, onda
Âdem ve evlâdı ve evlâdının merâtibi (mertebeleri) meşhûd (görülüyor)
idi. Vaktâ ki (ne vakit ki) Allah Teâlâ, bu imâm-ı vâlid-i ekber (en önde
gelen büyük babamız) olan Âdem'de îdâ' eylediği (emanet ettiği) şeye
beni sırrımda (özümde, kalbimde) (Sırr: Cenâb-ı Hakk`ın isim ve
sıfatlarına ait gizli hakikatlerin göründüğü kalp) muttali' kıldı (haberdar
etti) ve onun kâmil olan evlâdının suver-i cem'iyye-i İlâhiyye’sini
(sûretinde toplamış olduğu İlâhi topluluğu) tafsîlen (açarak) müşâhede
ettirdi (şahitlik yaptırdı); bu kitapta sırrımda vâki' olan (gerçekleşen)
müşâhedâtımdan (şahit olduklarımdan) bana tahdîd olunan (koyulan
sınır ölçüsünde) şeyi îrâd ettim (söyledim). Zîrâ sırrımda cemî'-i
Enbiyânın hakâyıkını (bütün Peygamberlerin hakikâtlerini) müşâhede
ettiğimde (gördüğümde), ezvâk-ı Enbiyâyı (Peygamberlerin işlerini,
hoşluklarını) zevk-ı Muhammedî dâiresinde (Muhammedi haz
çerçevesinde) ızhâr (ortaya koymak) ve bu kitapta beyân etmek
(açıklamak) için, (S.a.v.) Efendimiz tarafından bana bir hadd ta'yîn
buyruldu (belli bir sınır atandı). Binâenaleyh (bundan dolayı) ben bu
kitapta bana ta'yîn olunan haddi (sınıra) tecâvüz etmedim (aşmadım).
Ve sırrımda vâkı' olan (özümde gerçekleşen) müşâhedâtımın (şahit
olduklarımın) hepsini yazmadım. Zâten müşâhede ettiğim (gördüğüm)
esrâr (gizli sırlar) ve ezvâk (manevi tatlar), ne bu kitaba ve ne de el'ân
(şu anda) mevcûd olan âleme sığmaz. Zîrâ bir bahr-i bî-pâyân (sonsuz
bir derya) olan ezvâk (zevkler) ve maânî (manâlar) libâs-ı sûrete (suret
elbisesine) sığmaz. Nitekim Hakîm-i Senâî hazretleri buyurur:
Beyt: ..............
Tercüme : "Söylediğimden rücû' ettim (geri döndüm) . Zîrâ sözde
ma'nâ ve ma'nâda söz yoktur."
İşte bu kitapta îdâ' ettiğim (bıraktığım, emanet ettiğim) şey dahi,
(de) sırrımda müşâhede ederek (görerek) muttali' olduğum (malumat
sahibi olduğum) ezvâk (zevkler) ve maârifdendir (bilgilerdendir).
Nitekim (S.a.v.) Efendimiz, Kelime-i Âdemiyye'de mündemic (Âdem
kelimesinde kapsanmış) olan "hikmet-i İlâhiyye"yi (İlâhi hikmetleri)
bana tahdîd etti (sınırladı, çerçeveledi), o da bu babdır (bölümdür).
Binâenaleyh (bundan dolayı) hikmet-i İlâhiyye’den (İlâhi hikmetlerden)
sırrımda muttali' (malumat sahibi) olduğum şeyi ber-vech-i tahdîd
(sınırlandığı şekliyle) yazdım. Ondan sonra sırasıyla her birinin ezvâkı
(tadları, hazları), bu kitâb-ı münîfin (kıymetli kitabın) birer bâbından
kinâye olan (birer bölümü demek olan) her bir fasta (kısımda) beyân
olunmuştur (açıklanmıştır). Her bir kelimenin bir hikmete sebeb-i
ihtisâsı (ayrılma sebebi), her fassın (bölümün) ibtidâsında
(başlangıcında) mukeddeme (ön bilgi) olarak gösterilmiş olduğundan
burada ayrıca beyânına (açıklamasına) hâcet (lüzûm) görülmemiştir.
Ve her bir hikmetin fassı, kendisine nisbet olunan kelimedir.
Binâenaleyh bu kitapta, Ümmü'l-Kitap’ta sâbit olduğu şey üzere, bu
hikmetlerden zikrettiğim şey üzerine iktisâr ettim. İmdi ben, bana
resm olunan şeye imtisâl ettim. Ve bana tahdîd olunan şey' indinde
durdum. Ve eğer bunun üzerine ziyâde etmeğe meyl etsem, kâdir
olmaz idim. Zirâ hazret bundan men' eder. Muvaffık ancak Allah'tır.
Onun gayri Rab yoktur. (24)
Ve her bir hikmetin özü, kendisine bağıntılanan kelimedir.
Bundan dolayı bu kitapta, Ümmü'l-kitap’ta (ana kitapta/levh-i
mahfuz) belirlendiği şekliyle, bu hikmetlere ilişkin anlattıklarımda
sözü uzatmadım. Şimdi ben, bana tertib ve tarif edilene uydum. Ve
bana çizilen sınırlarda durdum. Ve eğer bunun fazlasını yapmağa
kalksam bile güç yetiremezdim. Çünkü Hazret, beni bunu yapmaktan
alıkoyar. Başarıya ulaştıran ancak Allah'dır. Ondan başka Rab yoktur.
(24)
Ya'nî her bir hikmet, bir Nebî’nin kalbinde müntekıştır (nakş
olunmuştur). Ve o Nebî’nin vücûdu (varlığı) bir kelimedir ki, onun
kalbinde müntekış (nakş) olan hikmet o kelimeye nisbet olunur.
(bağıntılanır, karşılık gelir) "Kelime" ve "fass" haklarındaki îzâhât
(açıklama) "Dîbâce"nin (Önsözün) şerhinde (açıklamasında) mürûr etti
(geçti). Hz. Şeyh (r.a.) buyurur ki: Ben bu kitapta, ümmü'l-kitapta (Ana
Kitapda/Levh-i mahfuzda) sâbit (var) olan hadd (sınır) dâiresinde
(içerisinde), bu hikmetlerden zikrettiğim (anlattığım) ezvâk ve maârif
üzerine (hazlar ve bilgiler hakkında) iktisâr ettim (sözü kısalttım). Bu
Ümmü'l-Kitap’ta sâbit (var) olan haddi tecâvüz etmedim. (sınırı
aşmadım) Bu Ümm-i Kitap (Ana kitab/Levh-i Mahfuz), hakîkat-i
Muhammediyye’den (Muhammedi hakikatten) ibâret olan taayyün-i
evveldir (ilk oluşum, beliriş mertebesidir). Ve cemî'-i Enbiyâ (bütün
Peygamberler) ve Evliyâ, kâffe-i ezvâk (tüm manevi hazları) ve ulûmu
(ilimleri), velâyet-i hâssa-i Mûhammediyye (Muhammed’e has Velâyet)
ve makâm-ı Mahmûd’dan (öğülmüş, medh edilmişlerin makamından)
ibâret bulunan, bu mertebeden alırlar. Ve bu Ümm-i Kitap (Ana Kitab)
hâtem-i Evliyâ (nebilerin mühürlerinin) mişkâtıdır (vitrinidir). (Mişkat:
Kandil koyulan küçük hücre) Bu babdaki (bölümdeki) tafsîlât
(açıklama), Fass-ı Şîsî'de gelecektir. Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) vâris-i
kâmil-i Nebevî (nebinin kâmil varisi) olduğundan buyururlar ki; Ben
hâtem-i Enbiyâ mişkâtında (nebilerin mührlerinin vitrini gibi olan), bu
Fusûsu'l-Hikem kitabında beyân ettiğim (açıkladığım) ulûm (ilimler) ve
ezvâk-ı Enbiyâyı (Peygamberlerin işlerini, hoşluklarını) tahrîrde,
(yazmakta) bana resm (tertib ve tarif edilen) olunan hadde (sınıra)
imtisâl ettim (uydum) ve bu tahdîd olunan (belirlenen) mikdâr
dâiresinde (sınır içerisinde) durdum. Bu dâireyi aslâ tecâvüz etmedim
(Bu sınırı asla açmadım) Eğer bunun ziyâdesine (fazlasına) meyl ede
idim (yönelseydim), kâdir olamaz idim.(güç yetiremezdim) Zîrâ (çünkü)
ben ubûdiyyet (kulluk) mertebesinde sâbitim (duruyorum). Ve hazret-i
ubûdiyyet (kulluk makamı) ise, seyyidin (efendimin) resm ettiği (tertib
ve tarif ettiği) şeye muhâlefetten men' eder. (karşı gelmeyi yasaklar)
Binâenaleyh (bundan dolayı) hakikat-i Muhammediyye’den me'hûz
(ödünç alınmış) olan bu Fusûsu'l-Hikem'de ızhârına (ortaya koymaya)
me'mûr (vazifeli) olduğum maârifte (bilgilerde) ne ziyâde (fazla) ve ne
de noksan vâkı' olmamıştır. Doğru yolda tevfik ihsân eden (İlâhi
yardım, bahşeden) ancak (sadece) Rabbü'l-Erbâb (iyilerin, iman
edenlerin Rabbi) olan Allâhü zü'l-celâl hazretleridir. O Rabbü'l-Erbâbın
(iman edenlerin Rabbi’nden) gayri (başka) olan bir Rab yoktur.
.........................
İmdi kitap müellifleri (kitab yazanlar, yazarlar) kendi hal ve
şanlarına kıyâsen, (kıyaslayarak) bu Fusûsu'l-Hikem'de Hz. Şeyh-i
Ekber (r.a.) Efendimizin himmet ve tasarrufu sebk ettiğine (himmet ve
tasarrufun önüne geçtiğini) zâhib olurlar (zannederler) ise, hatâ-yı
azîmde bulunurlar (büyük hata yapmış olurlar). Vâris-i ekmelin ulûmu,
(en mükemmel mirasçının ilmi) ehl-i hicâbın (perdeli olanların) âlem-i
tabîattan (tabiattan) müstenbat (tetkik sonucu elde edilmiş) olan
ulûm-i istidlâliyyesi (akli delillere dayandırılan ilimleri) gibi değildir. İşte
bu kıyâs-ı nefsten (kendileriyle kıyastan) dolayıdır ki, ulemâ-i zâhireden
(zahir ilimlerle uğraşanlardan) birçoğu bu kitâb-ı münîfe (kıymetli
kitaba) i'tirâz edip ihrâka (yakmaya) teşebbüs etmişler ve ba'zıları Hz.
Şeyh'in kadr-i âlîsini (yüksek mertebesini) mu'terif olmakla (îtiraf
etmekle) berâber, mahzâ (ancak) isti'dâdât-ı zâtiyyelerinin (kendi
istidâtlarının) adem-i müşâadesinden (görüşü olmayışından)) dolayı
mündericât-ı kitaptan (kitabın içinde bulunanlardan) ürkerek, bu
kitâbın bir İspanyol generali tarafından bi't-te'lîf (yazılarak) Hz. Şeyh'e
isnâd olunduğunu (dayandırılmış olduğunu) beyân etmişlerdir
(söylemişlerdir). Halbuki bu isnâd (yakıştırma) o kadar câhilânedir ki,
külfet-i redde (reddetme zahmetine) bile değmez. Şu kâdar diyelim ki,
bu kitâb-ı münîfin te'lîfi; (kıymetli kitabın yazımı) 627 sene-i
hicriyyesindedir. Fütûhât-ı Mekkiyye ise 590 senesinde Mekke'-i
Mükerreme'de te'lîf buyrulmuştur (yazılmıştır). Tecelliyât-ı Mevsıliyye
ise Musul'da te'lîf olunmuştur (yazılmıştır) . Halbuki o vakit usûl-i
tıbâat (kitap basma usûlü) mevcûd olmadığı cihetle (yönüyle) Fütûhât-ı
Mekkiyye gibi bir eser-i cesîmin (büyük eserin) İspanya'ya kadar intişârı
(neşrolunması) nasıl mümkin oldu da bu general bu kitâb-ı münîfte
(kıymetli kitapta) Fütûhât-ı Mekkiyye ve Tecelliyyâta Mevsıliyye ve
Kitâbü İnşâi'd Devâir gibi Hz. Şeyh'in birtakım âsâr-ı celîlesi (apaçık
meydanda olan eserlerinin) mündericâtına (içerdikleri) atf-ı hakâyık etti
(hakikâtlere atıfta bulundu)? O ne büyük general imiş ki, lübb-i
Kur'ân'a (Kuran’ın özüne) ve Hz. Şeyh-i Ekber'in âsâr-ı aliyyesinde (yüce
eserlerinde) inbâ' buyurduğu (haber verdiği) ezvâka (zevklere) vâsıl
olmuş da; Fusûsu'l-Hikem gibi bir eser-i azîm (büyük eseri) vücûda
getirmiştir ve mertebe-i kemâlde (kemal mertebesinde) Hz. Şeyh'e
müsâvî (aynı seviyeye) gelmiştir? Bunun mümkin olmadığı meydanda
olduğundân bu isnâd (yakıştırma) bir ürcûfe-i câhilânedir (cahilce bir
uydurmadır) . Ey mü'min-i mütefekkir (düşünen mümin), eğer bu ve
emsâli (bu ve bunun gibi) âsâr-ı ekâbiri (büyük eserleri) okuyup
anlamıyor isen, ta'n etme (kötüleme) ! “Benim için değildir” de, bırak!
Bu, tarîk-ı insâftır (insaflı yoldur) . Ve insâf, dînin yarısıdır. Zîrâ âsâr-ı
ekâbirden (büyük eserlerden) her ferdin (şahsın) nasîbi (payı) yoktur. .
“Vallâhu yahtassu bi rahmetihî men yeşâu, vallâhu zul fadlil
azîm” yâni “Ve Allah, rahmetini dilediği kimseye tahsis eder. Ve
Allah, “büyük fazıl” sahibidir.” (el-Bakara, 2/105).
İntihâ:(Bitişi) Leyle-i perşenbe (Perşembe gecesi) 2 Kânfın-i Sânî
335 ve 29 Rebîu'1-Âhir 337; Saat 1, 5. (2 Ocak 1919 ve 29 Rebîu'l-Âhir
1337; Saat 01:50)

Benzer belgeler

1. neyi dinle, nasıl şikâyet ediyor? Ayrılıklardan

1. neyi dinle, nasıl şikâyet ediyor? Ayrılıklardan (birleşme) kabûl etmeyen suver (sûretler) ve eşkâl (şekiller) ile hâriçte (dışta) zuhûrudur (meydana çıkmasıdır). Ve bu âleme “âlem-i misâl” tesmiyesinin (ismi verilmesinin) vechi (yönü, nedeni) bu...

Detaylı