GEÇMİŞİN BAKİYESİ

Transkript

GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Evliya Çelebi’nin Gözünden
Ayasofya
Geyik Dostu: Duhalar
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
2. SAYI
MAYIS 2015
MSGSÜ TARİH
Tesadüfi Keşif:
Max von Oppenheim ve Tell Halaf
Geçmişin Bakiyesi
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
İÇİNDEKİLER
Bergama
Yeniliklerle Merhaba...................................................................................1
Osmanlı’nın Nabzının Attığı Yerler; Kahvehaneler.................................2
Osmanlı’da Hayvan Haklarına Dair Genel Bir Bakış..............................4
İstanbul’a açılan kapı: Aydos kalesi............................................................7
Geyik Dostu: Duhalar..................................................................................8
Molek’in Cehennemi..................................................................................13
Evliya Çelebi’nin Gözünden Ayasofya.....................................................17
Tarihin En Acı Darbesi: Genç Osman’ın Katli........................................22
Osmanlı Şiiri ve Muhibbi..........................................................................26
Maceraperest Afanasiy...............................................................................28
Tesadüfi Keşif: Max Von Oppenheim ve Tell Halaf...............................30
Tarih(rüya) Tabirlerine Girizgâh..............................................................34
Çağlara Ev Sahipliği Yapan Kudüs’ten Günümüze Kalanlar.................35
Çanakkale Gezisi Hakkında Düşünceler.................................................38
Son Umut(The Water Diviner).................................................................40
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
İÇİNDEKİLER
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
EDİTÖRDEN
Yeniliklerle Merhaba
İlk göz ağrımız olan mart sayısı oldukça ilgi gördü.
Ardından gelen tebrikleriniz ise bizleri son derece
sevindirdi. Özellikle hocalarımızın kıymetli görüşleri
bizi bu yolda daha da kararlı kıldı. Bütün bunlar için
teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Küçük bir düşünceyle başlayan bu yolculuk, ikinci
sayının çıkmasıyla devam ediyor. Bu bizler için oldukça
gurur ve mutluluk verici bir durum. Ayrıca bu yolculuğun
her zaman devam etmesi de en büyük dileğimiz. Çünkü
derginin ortaya çıkması kadar düzenli ve başarılı bir şekilde
devam etmesi de oldukça önemli bir meseledir. Burada
görev ise sizlere düşüyor. Zira dergini şuan ki kadrosu genel
olarak tarih dördüncü sınıf öğrencilerinden oluşmakta.
Derginin kurucuları olarak bu mirası devralacak yeni
arkadaşlara ihtiyacımız var. Bu doğrultuda hevesli olan
tarih öğrencilerini aramıza almak ve birlikte çalışmak
istiyoruz. Gelin bu dergiyi tarih bölümümüzün şirin bir
geleneği haline getirelim ve nesilden nesile bırakalım.
Ancak bu yolla gerçek ve kalıcı bir başarıya ulaşmış oluruz.
Bu nedenle sizleri aramızda görmek için sabırsızlanıyoruz.
Yeni sayımızda, sizden gelen tavsiyeler doğrultusunda
eksik bulduğumuz noktaları düzeltmek için gayret
sarf ettik. Başta derginin tasarımı olmak üzere birçok
konuda düzenlemeler yaptık. Yine de eksiklerimizin ve
yanlışlarımızın olacağını düşünüyoruz. Ancak bunları
yine sizin tavsiyelerinizle aşacağımızdan eminiz. Bu
nedenle görüş ve düşüncelerinizi bizimle paylaşmaktan
çekinmeyin. İyi okumalar…
Berkay Yekta ÖZER
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
1
Osmanlı’nın Nabzının Attığı Yerler: Kahvehaneler
Kömürde, kum ateşinde yahut ocakta pişirilen, bir lokum ve yarım bardak su ile ikram edilen
kahvenin müdavimi çoktur. Kökeni neresidir, onu kim bulmuş ve nasıl bu kadar yayılmıştır gibi
sorulara cevaplar bulunadursun, kahvenin her millet ve ırk tarafından sevildiği ve sahiplendiği
bir gerçektir. Hal böyleyken kahvehaneler de zaman içinde rağbet gören mekânlar haline gelmiş
ve kahvehane türleri de şekillenmiştir.
Cansu AKCAN
Kahvehanenin ilk örnekleri, 16. yüzyılın başlarında
Mekke, Kahire, Şam gibi şehirlerde ortaya çıkmış ve kısa bir
süre sonra Osmanlı başkentine gelmiştir. Genel kanaate göre
Osmanlı’nın ilk kahvehanesi İstanbul’un Tahtakale semtinde
açılmıştır. Kahvenin yaygınlaşmasında başlıca etkenlerden
biri olan ticaret vasıtasıyla toplumun alt tabakasında da
kahve kültürü oluşmuş ve sosyalleşme anlamında toplumda
önemli bir yere sahip olan kahvehaneler Osmanlı ülkesinin
hemen her köşesinde yerini almıştır.
Bulunduğu mekâna ve hitap ettiği kitleye göre
kahvehaneler de şekil almış ve çeşitlenmiştir. Genellikle
liman çevresinde bulunan yazlık kahvehaneler, esnafın
müdavimi olduğu esnaf kahvehaneleri, tulumbacıların
yoğun olduğu yerlerde hizmet vermiş tulumbacı
kahvehaneleri, camilere yakın yerlerde bulunan imaret
kahvehaneleri, irfan sahibi olanların yani günümüzde elit,
entelektüel kesim olarak tabir ettiğimiz kimselerin gittiği
tiryaki kahvehaneleri, özellikle ramazan ayı ve bayramlarda
faaliyet gösteren meddah kahvehaneleri, manilerin söylenip
müzik icra edilen semai ya da çalgıcı kahvehaneleri,
ulaşımın zor olduğu yerlerde kurulan, belli bir mekânı
olmayan seyyar kahvehaneler ve bunlara ek olarak yeniçeri
kahvehaneleri belli başlı Osmanlı kahvehanelerindendir.
Kahvehaneler çoğunlukla yeniçeriler tarafından
işletilmekteydi. Yeniçerilerin evlenmelerine izin verilmesiyle
birlikte kışla dışı hayata dâhil olmaları sağlanmış, bunun
sonucunda 17. yüzyıldan itibaren yeniçeriler ve yeniçeri
kahvehaneleri, gündelik hayatın içerisinde yer almaya
başlamıştı. Yeniçeri kahvehaneleri, yeniçerilerin kültürel
yapısında önemli bir yer edinen Bektaşi şeyhlerinin
önderliğinde gerçekleşen törensel bir geçit resmiyle
açılıyordu.
Resim 2. İstanbulda’ki bir kahvehanede meddah (Resim: Münif Fehim, ERcüment Ekrem, dünden Hatıralar, İstanbul.)
Hemen hemen hepsi süslü olan bu kahvehaneler,
genellikle İstanbul’un en güzel manzarasına sahip yerlerine
kurulurdu. Esnafın sıkça gittiği bu kahvehanelerde, esnafla
yeniçerinin simbiyoz ilişkisi hâkimdi. 1826 yılında II.
Mahmud tarafından yeniçeri ocağı kaldırılınca, yeniçeri
kahvehaneleri zamanla yerini tulumbacılara bırakmıştır.
Tulumbacı kahvehaneleri, yeniçerilerin temsil ettiği
kahvehane kültürünü devralmakla kalmamış, aynı zamanda
bekâr odalarında ve şehir kültürüne nispeten kapalı halde
yaşayan külhanbeyi-kabadayı tipini kahvehaneler yoluyla
mahalleye getirmiştir.
Resim 1. Semai kahvehanesi (Yeni Geveze, no.142, Ağustos 1911)
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
Kahvehane müdavimlerinin hiçbir statüsü olmayan,
sıradan insanlardan oluştuğu belirtilse de kimi kaynaklar
ilk kahvehane müdavimleri arasında yönetimdeki yeni
seçkinler, bürokratlar, kalemiyye üyeleri gibi ayrıcalıklı
sınıfa mensup insanların olduğunu yazar.
2
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Ama şunu belirtmek gerekir ki, kahvehanelerin homojen
bir yapıya sahip olduğunu söylemek güç. Kahvehaneler,
yeniçerileri, aydın bürokratları ve siyasi iktidarın seçkin
üyeleri yanında hiçbir statüsü olmayan, düşük gelirli
insanları da kendine çekiyordu. Osmanlı tarihçilerinden
İbrahim Peçevi’nin de yazdığı gibi, üst düzey bir memur,
“aylak” bir adamla yan yana oturabiliyordu. Yani
kahvehaneler birer eğlence, sosyalleşme, buluşma mekânları
olmasının yanı sıra heterojen yapısıyla toplumun değişik
kesiminden insanları bir araya getiren, yabancılaşmayı
azaltan ve fikir alışverişinin sağlanabileceği ortamlar
oluşturan mekânlardır.
Kahvehaneler, zamanla halkın siyasi iktidar karşısında
seslerini duyurabildikleri bir kamusal mekân haline gelmiş
ve çeşitli tepkilerle karşılaşmıştır. Zaten Osmanlı’nın gelenek
ve toplumsal yaşamı cami, medrese ve saray dışında bir
kamu mekânına izin vermesi beklenemezdi. Durum böyle
olunca kahvehaneler “Fitne yuvası ve miskinlerin buluşma
yeri.” olarak algılandı. Kahvehanelerin kapatılması için
şeyhülislamlar fetvalar verdi, padişahlar fermanlar çıkardı,
ağır cezalar birbiri ardına sıralandı. Nitekim IV. Murat
zamanında 1633 yılında Fatih’te başlayan ve şehrin büyük
bölümünü kaplayan bir yangına, kahvehanelerde içilen
tütünün sebep olduğu belirtilmiş ve bir fermanla Osmanlı
coğrafyasında yer alan tüm kahvehanelerin kapatılması
kararı alınmıştır. Halkın iktidar karşısında seslerinin
duyurulmasında önemli bir payı olan kahvehaneler özellikle
III. Mehmet döneminden sonra birer muhalefet mekânına
dönüşmüştür. Bu dönemde asi askerlerin buluşma mekânı
olan kahvehaneler adeta “isyancıların kalesi” konumuna
gelmiştir. Tüm bunlarında yanında kahvehaneler bir de
işsizlerin mekânıydı. III. Selim döneminde şehirdeki işsizlerle
baş edebilmek için de kahvehaneler kapatılmak istenmiştir.
Zamanla kahvehaneler mevcut düzene ayak uydurmayı
başarmış, kısıtlayıcı ve yasaklayıcı emirler kalkmış ve
toplumsal kültürün üretildiği ve tüketildiği mekânlar haline
gelmiştir. II. Mahmut’tan sonra kahvehanelere daha ılımlı
yaklaşılmaya başlanmış ve İstanbul’un mahallelerinde,
cami yanlarında kahvehaneler kurulmuş ve dönemin
dini şahsiyetleri kahvehane müdavimleri arasında yerini
almıştır. Bununla birlikte kahvehanelerin kimi kısımları
hizmet mekânı olarak kullanılabiliyordu. Kamusal alan
olmanın yanında berber, dişçi, sünnetçi gibi birçok işlevi de
söz konusuydu.
MSGSÜ TARİH
Resim 4. Bir kıraathanenin iç görünümü (Hayal, no. 105)
Kahvehaneler, Tanzimat döneminde gazeteciliğin
gelişmesi ve okuma oranının artmasıyla birlikte “kıraathane”
olarak anılan okuma mekânlarına dönüştü. Kıraathanelerde
gazete okunması, kıraathaneye gitmek için ilave bir cazibe
unsuru olarak görülmeye başlandı. Kıraathaneler, bir bakıma
Tanzimat’ın modernleştirici faaliyetlerinin bir ürünüydü
ve Tanzimat’ın reformcu devlet adamları kıraathaneler
aracılığıyla topluma yön vermeye çalışmıştır. Bu dönemde
kıraathaneler entelektüel faaliyetlerin bir mekânı haline
gelmiştir ve gazetelerin, kitapların ve okuma salonlarını
olduğu mekânlar oluşturulmuştur. Öyle ki dönemin
ünlü yazarlarında Sait Faik Abasıyanık kıraathaneler için
“Kıraathaneye gitmemiş bir üniversitelinin tahsilini yarım
sayarım.” der. Zamanının büyük bölümünü kıraathanelerde
geçirmiş bir diğer yazar Ahmet Rasim de Abasıyanık ile
aynı fikirde olup bunu eserlerine de yansıtmıştır.
Cumhuriyetin modernleştirici faaliyetleri kahvehaneler
üzerinde de etkili olmuş ve kahvehaneler artık kızların da
gidebildiği bir yere dönüştürülmüştür. Zamanla kültürel
faaliyetler yok olmaya başlamış, savaştan sonra artan nüfus
ve işsizlik kahvehaneler üzerinde kötü bir intiba bırakmıştır.
Günümüzde kahvehaneler saatler süren oyunların, bol
küfürlü boş lafların, akıp giden onca zamanın, bol fotoğraflı
gazetelerin, büyük yazılı haberlerin içini doldurduğu
mekânlar haline gelmiştir. Osmanlı’nın, beyaz boyalı
duvarları, hasırla örtülü sedirleri olan, ortada mermer
havuzun fıskiyesinden ince bir su fışkıran, bakır cezvelerde
kahvelerin piştiği ve duvar levhalarında “Mâdem ki gelmişiz
köhne cihâne / Derdimizi çeksin şu virân hâne / Gönül ne kahve
ister ne kahvehane / Gönül ahbap ister kahve bahane.” şeklinde
düzenlenmiş anonim dörtlüklerin yer aldığı kahvehaneleri,
değişen ve yıkılan İstanbul gibi tarihin tozlu sayfalarında
kalmıştır.
MAYIS 2015
3
Osmanlı’da Hayvan Haklarına Dair Genel Bir Bakış
Tuğba YILMAZ
İlk insan ile başlayan medeniyet sürecinde ademoğlu,
çevresini keşfetmeye başlar ve bilgisi arttıkça edindiği
deneyimlerini çevreye karşı kullanır. Zamanla kendisini
tabiattan üstün görerek ona hakim olma mottosu ile bilerek
yada bilmeyerek büyük zararlar verir ve ekolojik sistemin
bozulmasına sebep olur. Sistemdeki bu bozulmalar,
insanoğlunun karşısına çevre sorunu olarak çıkar, bizzat
kendisini etkileyen olumsuz argümanlara dönüşür.
Böylelikle toplumlarda kendilerine has bir çevre koruma
bilinci oluşur.
Ekolojik sistemdeki bu bozulmalardan yaşam alanları
kısıtlanan ve çeşitli sebeplerle öldürülen hayvanlar da
nasibini almıştır. Hayvanlara karşı yapılan bu haksızlıklar
bir grup insanın dikkatini çekerek İngiltere’de 1824 yılında
Hayvanları Koruma Derneği’nin kurulmasına neden
olmuştur. Oluşan hayvanları koruma hareketi Avrupa ve
Amerika’da yayılmıştır. Bu hareket Osmanlı Devleti’ni de
etkilemiş ve bunun neticesinde 1912 yılında İstanbul’da,
“Altıncı Daire-i Belediye” adıyla anılan Beyoğlu Belediyesi
bünyesinde ilk hayvan derneği kurulmuştur. İngiltere
Büyükelçisinin eşi Lady Lowther’ın öncü çalışmaları
ile kurulan “İstanbul Himâye-i Hayvânât Cemiyeti”
faaliyetlerine başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’dan
88 yıl sonra ilk hayvanları koruma derneğini kurması
akla bazı soruları getirmektedir: Osmanlı Devleti’nde bu
dernek kurulmadan önce hayvanlara karşı bakış açısı neydi
ve bu tarihe kadar böyle bir derneğe ihtiyaç yok muydu?
Yazımızda bu sorulara cevap aramaya çalışarak Osmanlı
toplumunun hayvan haklarına olan tutumunu ortaya
koymaya çalışacağız.
Osmanlı toplumu, hayvanlara karşı merhamet duygusunu
yoğun olarak barındıran bir halktır. Bu merhametin kaynağı
çoğunlukla dini inanca dayandırılmıştır. “Allah merhametli
olanlara rahmetle muamele eder. Yeryüzündekilere
merhamet ediniz ki gökte bulunanlarda size merhamet
etsin.” gibi hadisleri kendilerince yorumlayıp hayvanlara
karşı kendilerini sorumlu tutmuşlardır. Bir nevi Yaradan’dan
dolayı onun yarattıklarına saygı gösterme yoluna
girmişlerdir.
Hayvanlara karşı bu sorumluluk gerek devlet gerekse
vatandaşlar tarafından itina ile gözetilmiştir. Bu gözetim,
bazen bir kanunname ile bazen de bir vakıf kanalı ile
karşımıza çıkar. Örneğin; II. Beyazıt döneminde hazırlanan
1502 tarihli İstanbul Kanunnamesi’nde hayvan haklarının
korunmasına dair hukuki normlar içeren şu metin
bulunmaktadır: “… ve ayağı yaramaz beygir işletmeyeler.
Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler.
Ve ağır yük vurmayalar; zira dilsuz canlıdır. Her kangısında
eksük bulunursa, sahibine tamam ettüre. Etmeyenin ve
eylemeyenin gereği gibi hakkından gele. Filcümle bu
zikrolunanlardan gayrı her ne kim Allah Teala yaratmıştır,
hepsinin hukukunu muhtesip görüp gözetse gerekir,
şer’i hükmü vardır.” Yine 1587 tarihli bir fermanda ise;
hayvanlara aşırı yük taşıtmak, birbirine bağlı ve nalsız
yürütmek ve bakımsız bırakmak yasaklanmış, ayrıca aksine
davrananlarla ilgili gerekli müeyyidelerin uygulanması
hususunda İstanbul kadısı ve muhtesibi uyarılmıştır. Bu
metinlerden anlaşılacağı gibi hayvan hakları kanunnameler
ile garanti altına alınmak istenmiştir.
Hayvanların bakımlarını üstlenen önemli müesseslerden
biri de toplumsal yaşama çeşitli şekillerde katkıda bulunmuş
vakıflardır. Bu vakıflar hayvanlara barınma ve tedavi, yaşlı
hayvanların ömürlerini tamamlayana kadar kullanmaları
için büyük otlaklar sunma, göçmen kuşların göçlerini
kolaylaştıracak yönde önlemler alma gibi hizmetlerde
bulunmuşlardır.
Vakıflar farklı hayvan gruplarına hizmet vermektedir:
Kimisi Çınarlızade Mehmet Bey Vakfı gibi güvercinlerin
bakımı için çiftlik evi bağışlamış kimisi ise Suriye’de Kediler
Camii ’si adı altındaki bir vakıf gibi yavru sokak kedilerinin
bakımını üstlenmiştir. Yine Suriye’de çok büyük bir alana
konumlandırılmış başka bir vakıf, yaralanmış binek
hayvanlarına profesyonel bakım alabilecekleri bir tesis
sunmuş ve bu hayvanların sahipleri tarafından vurulmasını
veya ölüme terk edilmesini önlemişlerdir. Böylece emekliye
ayrılan bu hayvanlar, bir nevi huzurevinde gibi hayatlarının
geri kalanını burada sürdürmüşlerdir.
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
4
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Vakıfların hayvanlara karşı yaptıkları hizmetlerle ilgili
bunlara benzer birçok örnek vardır.
Osmanlı’daki hayvan sevgisi yabancı seyyahlarında
gözünden kaçmamıştır. Fransız gezgin Du Loir, Anadolu’yu
anlattığı kitabında “Osmanlının birçok şehrinde kedilerin
barınıp, beslenmesi için vakıflar kurulduğunu hayretle
gördüm. Bu vakıflarda uşaklar, vekilharçlar hayvanlara
hizmet ediyorlar. Köpek sevgisi de yaygındır. Birçok kibar
Türk’ün, kasaplardan et, kebapçılardan kebap getirip kendi
elleriyle kedilere, köpeklere büyük sabırla yedirdiklerini
gördüm. Kuşlara ise sevgiler bunlardan daha fazladır.” diye
bahsetmektedir.
Yabancı seyyahında dediği gibi Osmanlı toplumunda
kuşlara ilgi fazladır. Kuşlara su ve yem vermek için sayısı
bilinmeyecek kadar çok vakıf kurulmuştur. Özellikle göç
esnasında hastalanıp, yaralanıp düşen kuşların tedavi
edilmeleri için kurulan Göçmen Kuşlar Vakfı; kış aylarında
yem bulamayan kuşlar için Darı Vakfı; Ahmet Haşim’in
anılarında da bahsettiği Bursa’daki Gurabahane- i Laklakan
adındaki leylek hastanesi bu vakıflara verilebilecek güzel
örneklerdir.
Kuşlara duyulan bu sevgiyi, saray, camii, türbe, medrese,
kütüphane, han, köprü, çeşme gibi mimari yapılarda
da görmek mümkündür. Bu yapıların hava şartlarına
karşı en korunaklı cephelerinde kuşlar için ince ve zarif
tasarımlarla “kuş evleri” konumlandırılmıştır. 13.yüzyıldan
Sivas’taki İzzeddin Keykavus Şifahanesi’nden başlayarak
15. yüzyılda yaygınlaşmış ve 19. yüzyıla kadar olan birçok
yapıda karşımıza çıkan kuş evleri, Osmanlı mimarisinin
karakteristik bir özelliği haline gelmiştir.
Şunu da belirtmek isterim ki; Edirne Eski Cami, Edirne
Rüstem Paşa Kervansarayı, Süleymaniye Camii, Yeni
Cami, Fatih Camii, Feyzullah Efendi Medresesi, Millet
Kütüphanesi, Seyyid Hasan Paşa Medresesi, Taksim
Maksemi, Nuruosmaniye Camii, 3. Selim Türbesi’ndeki kuş
evleri detaylı mimarileri ve zarifliği bakımından görmeye
değer yapılardır.
Birçok seyyaha ilham veren Osmanlının hayvan
haklarına gösterdiği ehemmiyet çeşitli şekillerde yazılarına
konu olmuştur:
Yine bir Fransız seyyah olan A.L. Castellan; “ Bir Türk
meskeni inşa edilirken, güvercinlerin ve diğer kuşların
susuz kalamamaları için münasip yerlere yalaklar yapmak
Türk sivil mimarisinin vazgeçilmez özelliklerindendir.
İstanbul’a hububat, gemilerle gelir ve limanlara boşaltılır.
Binlerce kuş boşaltmayı bekleyip hücuma geçer. Onlar
için çuvallar açılır ve Türk gümrüğünün harç olarak aldığı
miktardan fazlasını tüketirler.” diye not düşerken bir
diğer Fransız seyyahlarından Jean de Thevenot: “ Onların
iyilikseverliği hayvanlara ve bu arada kuşlara kadar ulaşır;
her gün birçok kimse pazarlara kuş satın almaya gider ve
bunları serbest bırakırlar.” şeklinde bahsetmektedir. Evliya
Çelebi’de seyahatnamesinde, kuşları özgür bırakmak için
satın alan kişilerden söz etmektedir.
İtalyan seyyahlardan Edmando De Amicis ise,
İstanbul’daki izlenimlerini söyle aktarmıştır: “Sultanların
veya şahısların hayatıyla beslenen sayılamayacak kadar çok
güvercin sürüsü var. Türkler, kuşları himaye edip beslerler.
Kuşlar da onların evlerinin etrafında, denizin üstünde ve
mezarların arasında şenlik eder. İstanbul’un her yerinde,
insanın etrafında uçuşan kuşlar vardır.”
Hayvanlara karşı gösterilen bu hassas tutum, 19. yüzyılın
sonlarına ve 20. yüzyılın başlarına doğru değişmeye
başlamıştır. Özellikle İstanbul’un simgesi haline gelen sokak
köpeklerine karşı, olumsuz bir tavır görülmektedir.
Üsküdar Yeni Valide Camii-Kuş Evi
MSGSÜ TARİH
Köpeklere karşı yapılan ilk müdahale II. Mahmut
Dönemi’nde; Galata’da gece yarısı bir İngiliz turistin,
sokak köpeklerinden kaçarken düşüp ölmesi ve bunun
üzerine İngiltere’nin Osmanlı’ya ültimatom vermesiyle
gerçekleşmiştir. Bunun üzerine Sultan II. Mahmut
hayvanların toplatılıp günümüzde Sivriada olarak bilinen
Hayırsız Ada’ya gönderilmesine karar vermiştir. Ancak
halkın “köpekleri bırakın” haykırışları üzerine bu karardan
vazgeçmiştir. Nitekim bu kararın alınmasında siyasi
aktörlerin etkisi olduğu kadar Osmanlı taşra teşkilatının
bozulmasıyla köylerden kente göç sürecinin yaşanması
da etkendir. Bu durum kentlerin nüfus oranındaki artışa
paralel olarak kentin halka yetmeme durumundan
kaynaklanmaktadır.
MAYIS 2015
5
Osmanlı’da Hayvan Haklarına Dair Genel Bir Bakış
Osmanlı toplumu kuruluşundan itibaren hayvanlara
karşı şefkat ve sevgi besleyen bir halk profili sergiler. Bu
tutumun yabancı seyyahlar tarafından ilgi ile olduğu kadar
şaşkınlıkla da takip ediliyor olması 19. yüzyıla kadar hayvan
haklarını gözetmeyen ve hayvanlara türlü işkencelerde
bulunan bir Avrupa karşısında, dönemin şartlarına göre
oldukça olağandır.
Hayırsız Ada
Köpeklere karşı ikinci bir toplama hareketi de Sultan
Abdülaziz zamanında meydana gelmiştir. Köpekler
toparlanarak gemilerle yine Hayırsız Ada’ya terk edilmiştir.
Bu süreçte aç ve susuz kalan hayvanların haykırışları
İstanbul’dan duyulmuş ve İstanbul halkını derinden
etkilemiştir. Bu toplama hareketinin hemen akabinde 1865
Eylül’ünde büyük İstanbul yangınları meydana gelmiştir.
Halk bu felaketin köpeklere karşı yapılan zulümler sebebiyle
ortaya çıktığını düşünmüş ve verdikleri tepkiler sonucunda
köpekler tekrar İstanbul’a geri getirilmiştir. Nitekim II.
Abdülhamid döneminde köpeklere karşı her hangi bir
olumsuz yaklaşımda bulunulmadığı gibi Fransa’daki
Pastör Enstitüsü’ne bir heyet gönderilerek 10 bin altın
bağışlanmıştır ve böylelikle dünyadaki üçüncü Kuduz
Enstitüsü’nün İstanbul’da kurulması sağlanmıştır.
II. Meşrutiyet’in ilanından sonraki süreçte devlet, gerek
Batılılaşmanın getirdiği baskılar gerek kuduz salgınlarıyla
oluşacak tehdit nedeniyle yine sokak köpeklerine karşı
tam bir kıyım harekatına girişmiştir. İttihatçı hükümet ilk
olarak, köpeklerin toplatılmasını emredip Topkapı’daki eski
siper çukurlarında hapis edilmesini sağlamıştır. Ancak bu
yerlerin hayvanlar için yetersizliği, hayvanların çıkarttıkları
gürültüden ve etrafa kötü kokular yaymasından halkın
rahatsız olması üzerine 29 Mayıs 1910 tarihinde yine
aynı istikamet olan Hayırsız Ada’ya gönderilmesine karar
verilmiştir. Karar üzerine yaklaşık 80 bin civarında köpek
adaya sürgün edilerek ölüme terk edilmiştir. Durumdan
rahatsız olan halk, sandallarla hayvanlara yiyecek götürmüş
ve az sayıda köpeği adadan kaçırarak kurtarabilmişlerdir.
Fakat köpeklerin çoğu adada aç susuz sefil bir halde
hayatlarını kaybetmiştir. Hayırsız Ada’daki durum dünya
basının dikkatini çekmiş ve protestoları da beraberinde
getirmiştir. Gelen tepkiler üzerine Osmanlı Devleti
hayvanları korumaya yönelik uygulamaları gündeme
getirmiş ve İstanbul Himaye-i Hayvanat Cemiyeti’ nin
temellerinin atılması sağlanmıştır. İstanbul Himaye-i
Hayvanat Cemiyeti kurulduktan sonra hükümet tarafından
desteklenmiş ve I. Dünya Savaşı’na kadar faaliyetlerine
devam etmiştir.
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
Hayvan haklarına karşı saygı duyan bir toplum için
“Hayırsız Ada”
dramı kara bir lekedir. Bu noktada
sorgulanması gereken ise hayvanlara karşı merhamet
duyan bu geleneğin nasıl olur da böyle bir katliama izin
vermiş olmasıdır. Gerek politikayla gerek modernleşen
kentleşme çerçevesinde insanların “ben merkezli” bakış
açısıyla vicdanlarını bir kenara bırakıp kendinden başkasını
önemsemez tavırlara girmeleriyle açıklanabilecek olan bu
durumu Osmanlının hayvan haklarına karşı tavrı olarak
düşünmek hatalı bir yaklaşım olur. Osmanlı dinamiklerinin
hayvan haklarına bakışı hem kendi dönemi için hem de
günümüz koşulları için oldukça bilinçlidir.
Hacı Bayram Veli Cami- Kuşlara Karşı Alınan Önlem!
Bildiğiniz gibi ülkemizde son on yıldır Osmanlıyı yeniden
canlandırma fikri moda olmuştur. Kültür, sanat, mimari,
ilim vb. birçok konuda yapılan faaliyetlerde Osmanlıcılık
vurgusunu görmek mümkündür. Ancak her teşebbüste
olduğu gibi hayvan hakları konusunda da ne Osmanlı ne
de Osmanlının taklidi olunabilinmektedir. Bunu bizzat
ülkemizde hayvanları korumak adına konulan “Hayvanları
Koruma Kanunu” kapsamında sokak hayvanlarının
toplanarak şehirden uzak alanlara konumlandırılan,
binlerce kapasitelik toplama kamplarını andıran barınaklara
gönderilmesinden başlayarak yapılan birçok (yol, köprü
vb.) çalışmada da görmek mümkündür.
Yüksek hızlı trenlerle insanlar için yolculuk
rahatlatılmıştır ve fakat yüzlerce yıldır kullanılan kuşların
göç rotaları onlar için katliama dönüştürülerek, kuşların
bu icadımıza da alışması beklenmektedir. Keşke birlikte
yaşamak hiçbir canlı için ölümü zorunlu kılacak koşulları
getirmese ve saygı duyarak insanlığımıza sahip çıkabilsek.
6
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
İstanbul’a açılan kapı: Aydos kalesi.
Yunus Emre DOĞDU
Aydos bugün Sultanbeyli sınırları içerisinde yer alan
bir bölgedir. Gerek yükseltisi gerek bulunduğu konum
bölgenin önemini arttırmıştır. Deniz seviyesinden 537 metre
yüksekliğe sahip bir tepede inşa edilmiştir. İç ve dış sur
olmak üzere iki sur dizesinden meydana gelmiştir. Kalesinin
11. Yy ’da Arap akınlarına karşı yapıldığı düşünülmektedir.
Bizans burayı Rumca kartal anlamına gelen “aetos” olarak
isimlendirmektedir. Aydos kalesi tekfuru Samandıra,
Kartal, Pendik, Maltepe, Sarıgazi, Gebze’yi de içine alan bir
bölgeden sorumluydu. Bizans için Aydos kalesi Osmanlı ile
bir tampon bölgeydi. Bu nedenle önemi oldukça yüksekti.
Osmanlı akıncı komutanlarından Akçakoca ilk
önce Kandıra’yı ele geçirmiş ve burayı Bizans üzerine
yapılacak akınlar için üs olarak kullanmıştır. Osman ve
Orhan Bey zamanında gazalarda bulunan dönemin ünlü
komutanlarından Abdurrahman gazi (kaynaklarda Rahman
olarak da geçiyor) Akça Koca ile birlikte Kocaeli bölgesinin
fethiyle görevlendirilmişti. Abdurrahman gazi askerleriyle
birlikte ilk olarak Samandıra tekfurunu mağlup ederek onu
esir almıştır. Daha sonra asıl hedefi olan Aydos’a yönelmiştir.
Bölgenin sarp olması kalenin yüksek olması ve yeterli kuşatma
silahlarının olmaması gibi nedenlerden ötürü kuşatma çok
zorluydu. Burada kaynaklarda geçen rivayetleri zikretmemiz
gerekir. Aydos tekfurunun kızı bir gece rüyasında kuyuya
düştüğünü ve kendisini nur yüzlü birinin kurtardığını görür.
İlerleyen günlerde kuşatmanın durumunu görmek üzere
surların üzerine çıkan tekfurun kızı düşman kuvvetlerinin
MSGSÜ TARİH
içinde rüyasında kendisini kurtaran kişiyi görmüştür. Bu kişi
Abdurrahman gazidir. Derhal Rumca bir mektup kaleme
almış ve bunu surlardan aşağı atarak Abdurrahman gaziye
ulaşmasını sağlamıştır. Kız mektubunda Abdurrahman
gaziye ordusunu geri çekmesini ve bir süre sonra gece vakti
tekrar surların önüne gelmesini ve kendisinin kapıyı orduya
açacağını söylemiştir. Mektubu tercümanlara çevirten
Abdurrahman gazi ordusunu Samandıra’ya geri çekmiştir.
Osmanlı ordusunun geri çekildiğini gören Bizans kuvvetleri
Osmanlının yenildiğini düşünerek eğlenceler tertip
etmişlerdir. Bu eğlenceler sırasında surların güvenliğine
yeterli önem verilmemiş nihayet bir gece Abdurrahman
gazi surların önüne gelerek tekfur kızının yardımıyla surlara
tırmanmıştır.
Daha sonra orduya kalenin kapısını açmış böylelikle Aydos
kalesinin fethi gerçekleşmiştir. Aşıkpaşazade’nin eserinde
yazdığı üzere Abdurrahman gazi ve tekfurun kızı evlenmiş
ve bu evlilikten Karacarahman adında erkek evlatları
olmuştur. Karacarahman da babası gibi akıncı gazi olmuş
ve Bizans üzerinde öylesine etkili olmuştur ki o dönemde
anneler yaramazlık yapan çocuklarını Karacarahman geliyor
diye korkutmuşlardır. Kimi tarihçiler kalenin fethinin 1325
yılından sonra olduğunu söyleseler de Halil İnalcık kalenin
fethinin 1304 Sakarya seferinden hemen sonra olduğunu
söylemektedir. Kalenin fethi ile birlikte Bizans’ın Anadolu ile
olan bağlantısı büyük oranda kesilmiştir. Aydos kalesi 1331
yılındaki iznik’in fethine kadar askeri üs olarak kullanılmış
daha sonra ise buradaki gaziler İznik’e nakledilmmişlerdir.
MAYIS 2015
7
Geyik Dostu: Duhalar
Avcılık yapan, ormanlarda yemiş toplayarak hayatta kalmaya çalışan bir topluluk düşünün.
Günümüzden on binlerce yıl öncesi gibi yaşamını sürdüren insanları bir hayal edin. Evet,
sadece hayal etmekle kalmamak için sizleri Duhalar ile tanışmaya davet ediyorum. Ren
geyiklerini evcilleştiren daha doğrusu kendilerine hayat arkadaşı edinen kavim “ Duhalar”…
Tuğçe Boyraz
Moğolistan toprakları, Türk kültür ve uygarlık tarihi
bakımından oldukça önemli bir konuma sahiptir. Bahsi
geçen coğrafyada eski Türk kültürünü sürdüren halklar,
topluluklar bulunmaktadır. İşte bu kültürü devam
ettirmekte olan topluluklardan birisi de Duhalar’dır.
Moğolistan nüfusunu teşkil eden 24 boy vardır. Bu 24 boy
içerisinde yer alan Kazak, Hoton, Tuva ve Duhalar (Tsaatan)
olmak üzere toplam dört boy halen kendilerine has Türk
kültürünü devam ettirmektedir. Bu yazı kendi kültürünü
kaybetmemiş, asimile olmaya karşı çıkmış Duhaları daha
yakından tanımanıza yardımcı olacaktır. O zaman sıkı
durun, yolculuğumuz başlıyor…
Duhalar, bugünkü Moğolistan Cumhuriyetinin kuzey
bölgesinde yer alan Doğu Soyon ve Tannu Dağ silsilesinde
yaşamaktadır. Sadece Duhaların yaşadığı bu bölge, dünya
haritası üzerinde kuzey enlem 52°-60°, boylam 98°-102°
konumunda bulunmakta ve deniz seviyesinden ortalama
1200 metre yüksekliktedir. İklim özelliğine bağlı olarak
hava sıcaklığı kış aylarında -29/-53, yaz aylarında ise 12/23
derece arasında değişim göstermektedir. Moğolistan’ın
en soğuk ve en dağlık bölgesinde yaşayan Duhalar, gerek
iklim gerekse coğrafya şartlarına uyarak geyik yetiştiriciliği
ve avcılık işleriyle meşgul olmaktadırlar. Hayat şartları
çok zor görünse de Duhalar yaşamlarını bir şekilde
kolaylaştırmayı becermişlerdir. Bunun en basit örneği
geyikleri evcilleştirmeleridir. Duhalar dışındaki insanlar
kedi-köpek gibi hayvanları evcilleştirirken Duhalar gerek
coğrafya gerekse de yaşam standartları gereği böyle bir yol
tercih etmişlerdir.
MSGSÜ TARİH
Konunun en eğlenceli kısmı olan Ren geyiği evcilleştirme
kısmını şimdilik bir kenara bırakırsak; Duhalar ile ilgili temel
sorular sorarak bu şirin topluluğu daha kolay tanıyabiliriz:
- Sual: Peki tanımaya çalıştığımız Duhaların nüfusları
hakkında neler biliyoruz? Sayıları ne durumdadır? Bin, On
Bin, Yüz Bin… ?
- El-cevap: Öyle çok uçlara gitmemize gerek yok. Evet,
şaşırmayın Duhalar bilindiği kadarıyla sadece 500 kişiden
oluşmaktadır. Ayrıca bu 500 kişiden olan topluluk üç farklı
bölgede yaşamaktadır. Bu bölgeler; Batı ile Doğu Tayga ola
rak ayrılan yüksek taygalar, Harmay ve Hogrok adlı nehir
bölgeleri ve Tsagaannuur kasabası şeklinde bölümlere
ayrılmıştır. Tayga bölgelerinde yaşayan Duhalar Ren geyiği
besleyerek, avcı ve toplayıcı tarzı bir yaşam sürmektedir.
Tsagaannuur kasabasında ve nehir bölgelerinde yerleşik
olanlar ise Moğol tarzı hayvancılık yapıp sığır, at, deve, keçi
ve koyun beslemektedirler.
Sayıları bir kenara Duhaların kökeni de sürdükleri
yaşam tarzı kadar enteresandır. Kaynaklarda kökenleri
ile ilgili olarak Çin yıllıklarında geçen tu-po, yani dubo
adı üzerinde durulmakta ve dolayısıyla da Tuvalara
bağlandıkları görülmektedir. Çin yıllıklarından Tang
Devleti’ne ait belgelerde dubo olarak adlandırılan
topluluğun Tuvaları gösterdiği belirtilmektedir. Belgeler
itibari ile Duhaların kökenini Tuvalara dayandırmak çok
da yanlış olmayacaktır. Ayrıca bazı araştırmacılara göre de
Dede Korkud Hikâyelerinde geçen Duha Koca Oğlu Deli
Dumrul adındaki Duha adı ile bu yerel yaşayışı sürdüren
kavim arasında bir ilişki olabileceği de iddia edilmiştir.
İddialar bir yana 1921 yılından önce Duhalar, Moğolistan
İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altında Tanno Uryanhai
hududu içinde dağlarda yaşayan Soyonlar diye resmi
kayıtlarda karşımıza çıkmaktadır. Fakat bahsettiğimiz hudut
1917 yılında Çarlık Rusya’nın düşmesi ile yeni kurulan
Sovyet Cumhuriyeti dış politikası sonucu 1921 senesinde
Moğolistan İmparatorluğu’ndan kopmuştur. Ardından
Tuva Cumhuriyeti bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu olayla
beraber Sovyetler Birliği ve Moğolistan Halk Cumhuriyeti
arasındaki sınır çizgisi, bir tartışma mevzusu olmuş ve 1952
senesine kadar devam etmiştir.
MAYIS 2015
8
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Sınır çizgisi hakkında taraflar anlaşmaya varınca, sınır
bölgesinde yaşamakta olan 53 civarındaki ailenin vatandaşlık
sorunu da gündeme gelmiştir. Ancak 1955 yılında bu 53
aileden oluşan Duhalar, kendi iradeleri ile Moğolistan
vatandaşlığına müracaat etmişler ve müracaatları olumlu
karşılanmıştır.
Yazımızın buraya kadarki kısmında Duhalara dair az
çok bilgi sahibi olduk. Şimdi ise Moğolistan’ın topoğrafik
olarak en zor bölgelerinde yaşayan Duhalar neden ilgimizi
çekiyor gibi sorular aklımıza takılabilir. Evet, Duhalar
Anadolu coğrafyasına oldukça uzak bir konuma sahiptir.
Ama Duhalar ile bizleri ortak paydada birleştiren bir husus
söz konusudur. O husus da hiç şüphesiz evrensel olan dildir.
Duhaların kendilerine has çağdaş literatürde de yeri olan
bir dilleri mevcuttur. Duhaca, Türk lehçelerinin KuzeyDoğu Sibirya grubu içinde yer alan Sayan Türk dillerinin
tayga alt grubuna mensuptur. Diğer Tayga Sayan Türk
dilleri ise Irkutsk Oblastı’nda yaşayan Tofaların dili Tofaca,
Tuva Özerk Cumhuriyeti’nin doğusunda Toca ve Tere-Höl
bölgelerindekilerin dilleri Toca-Tuvacası ve Tere-HölTuvacası ile Buryat Özerk Cumhuriyeti’nin Oka bölgesinde
yaşayan Soyotların dili Soyotça’dır. Duhacadaki bazı
kelimeler ile Türkçe birçok kelime benzerlik göstermektedir.
Örneğin; sïltas-yıldız, gïz-kız, hün-gün, put- but, töörtdört gibi… Bütün Tuva dilleri Moğolcadan etkilenmiştir
fakat Duha dili son altmış yılda güçlü biçimde Moğolcanın
etkisi altında kalmıştır. Bu durum büyük olasılıkla Moğol
hakimiyeti altında bulunmalarından dolayı kaynaklanmıştır
diyebiliriz. Diğer yandan Duhacada çok az da olsa Rusça
unsur bulunmaktadır.
MSGSÜ TARİH
Dillerini ve kökenlerini öğrendiğimiz Duhaların biraz
da yaşayış biçimleri hakkında bilgi sahibi olmak yerinde
olacaktır. Genel olarak üç ayrı bölgede yaşayan 32 aile, Ren
geyiği yetiştiriciliği, avcılık ve bitki toplamaya dayalı bir
yaşam sürmektedir. Duhalar, Duhaca direk evi anlamına
gelen kendilerine has konik çadırlarda yaşamaktadır.
Geçmişte Ren geyiği derisi ve huş ağacı kabuğundan yapılan
çadırın dış kaplaması günümüzde su geçirmez sentetik
maddeden yapılmaktadır. Çadırın küçük kapısı Moğol
çadırlarının genel özelliği gibi güneydoğuya bakmaktadır.
Çadırların iç planlaması da tipik Moğol Çadırı örneği
gibidir. Çadırın ortasında ocak, sağında yemek ve mutfak
eşyalarının olduğu kişisel bölümler bulunmaktadır. Ayrıca
yaşlılarının anlattıklarına göre eskiden yemek pişirmek için
kullanılan ocakların dışarıda bulunduğu anlaşılmaktadır.
Duhaların evlerinin kapılarının solunda diş fırçaları ve
sabun gibi temizlik eşyaları asılı bulunmaktadır. Onların
yanında yerde üç çeşit eyer yer almaktadır. Bu eyerler
yetişkin eyerleri, yük eyerleri ve küçük çocuklar için özel
bir eyer şeklindedir. Ailede bebek varsa asılı beşik denen
tahtadan yapılmış bir beşik çadırın direklerine takılarak
sallanmaktadır. İç duvarlara asılan çeşitli çantalar arasında
Ren geyiği heybesi yer almaktadır. Bunlardan başka
çeşitli eşyalarla birlikte genellikle giysi ile battaniyeler
bulunmaktadır.
Klasik bir hayat süren Duhaların yemekleri, hayatları
kadar normal değildir. Daha doğrusu mutfakları çoğu
insanın pek alışık olmadığı değişik tatlar ile doludur.
Duhalar nisan ile kasım ayları arasında Ren geyiği sütünden
ki oldukça yağlıdır öncelikli olarak tuzlu sütlü çay hazırlarlar.
MAYIS 2015
9
Geyik Dostu: Duhalar
Yine aynı sütten iki türlü peynir yaparlar. Bu peynirlerin
Duhaca adları pïhštak ve hurat şeklindedir. Taze sütün
birkaç dakika kaynatılması ile birlikte Duhaların hööretken
süt ‘yükselmiş süt’ dedikleri kalın bir kaymak elde ederler.
Bunların dışında sütten ‘acı süt’ diye adlandırılan ekşi
kaymak yaparlar. Ayrıca undan mantı yapmayı da ihmal
etmezler. Kızarmış makarna ve haşlanmış etli mantı ana
yemekleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Tam bu noktada geyik ile bütünleşmiş olan Duhaların
geyik yetiştiriciliği faaliyetlerinden bahsetmek yerinde
olacaktır. Duhalar için geyik çok önemlidir. Genellikle
göçlerini geyiklere daha yararlı olacak şekilde
ayarlamışlardır. Diğer göçebe kabileler gibi dört mevsime
göre göç etmektedirler. Geyik otlatmak için otla kapalı
yerleri arayarak yılda 6-8 defa göçerler ve kasım ayında kışlak
yerine geçerler. Geyikler için dağın yan eteğinde bulunan ot
dolu yeri, kışlak olarak tercih ederler. Her ne kadar kar yağsa
da geyikler kar altındaki otları rahatça çıkarıp yiyebilirler.
Bu yüzden kışın en çok karın düştüğü yer, Duhalar için en
uygun kışlak olur. Çünkü kar kalınlığı fazla olduğu zaman
geyik sürüleri de uzak yerlere gitmezler, fazla yorulmazlar
ve bu yüzden de fazla zayıflamazlar. Geyikler için barınak
gibi yapılar yapılmamıştır. Sadece onların yatacağı yerin
karı temizlenir. Tam kış mevsimi başladığında geyikleri
gece direk ve ona benzer çubuklara bağlarlar ve gündüz
otlatırlar. Eğer bölgede kurtlar dolaşmaya başlarsa geyik
sürüsü sadece sabah saatlerinde otlatılır. Geyik sayısı az ve
otlak taze ise kışın göçülmez. Ama geyik sayısı fazla ise kış
aylarında iki veya üç defa başka bir yere geçilir. Çünkü geyik
dışkısının artmasıyla geyiklerin yatacağı yer kalmaz. Aile
erkekleri sabah ve öğlen saatlerinde geyik sürüsüne nöbetle
bakarlar. Eğer erkekler ava gitmişse, kadınlar da sürüleri
kontrol ederler.
Duhalar, özellikle yaz aylarında sinekler çoğalınca
yazlık mekanlara doğru göçmeye karar verirler. Onlar için
sineklerin çoğalması göçme zamanın geldiğine işarettir.
MSGSÜ TARİH
Genelde yazlık mekanlar, sineği az olan serin havalı dağ
zirveleri olur. İlkbaharlık ve yazlık arası mesafe 30- 40 km
civarındadır. Yaz aylarında geyikleri günde üç kere sağarlar.
Yazın sineklerden rahatsız olan geyik sürüsü gündüz
ocak dumanına doğru gelir ve otlağa çıkmaz. Sadece
şafak ve akşam vakitlerinde otlağa çıkarlar. Bu yüzden
bu mevsimlerde geyikler kilo almazlar. Eylül başında
sonbaharlık için zirveden inip dağ eteklerinde mantarı bol
olan yerlerde konaklarlar. Sonbahar aylarında taze otlağa
doğru bir veya iki kere göç edilir. Mantarın bol olduğu
yerlerde geyikler fazla kilo alır ve böylece kış aylarını
geçirebileceği yağı biriktirir. Bu zaman geyikleri sabah ve
akşam olmak üzere iki kere sağarlar ve kasım ayına kadar
içecekleri sütleri dondurarak saklarlar. Eylül, ekim ayları
arasında geyik birleşmesi olup hamilelik süreci başlar. Bu
yüzden ekim ayından sonra geyikleri sağmamaya başlarlar.
Görüleceği üzere Duhalar için geyik vazgeçilmezdir. Bu
vazgeçilmezlik zirve seviyesindedir ki Duhalar geyiklerin
yaşlarına göre ayrı isimler vermişlerdir. Bu isimler :
- Eter – Geyiğin boğa olanı
- Zari – Yumurtaları çıkarılmış,
- Mandcig- Dişi olanı
- Hugaş- Bir yaşında yavrular
- Dongor- İki yaşında erkek olanı
- Dungui- İki yaşında dişi olanı
- Guidaa- Üç yaşında erkek olanı, şeklindedir.
Yaşamlarının merkezinde geyik olan Duhaların avcılık
sanatları da oldukça gelişmiş durumdadır. Duhalar, genelde
7 veya 10 kişi arası bir grup kurarak ava çıkmaktadırlar.
Onlardan üç veya dördü nişancı olarak gizlenir ve diğer
kalanlara av sürme görevi verilmektedir. Av sürme ile
görevlendirilen kişiler, yanlarındaki köpekle beraber gürültü
çıkararak nişancıların olduğu yere doğru av hayvanlarını
sürüklerler. Bu av grubu içinde söz sahibi olan bir yaşlı
mutlaka vardır ve av payını adilce dağıtma hakkına sahiptir.
Eğer ayı avlanmışsa derisini avlayan kişi alır ve gurubun en
yaşlısı safra kesesine sahip olur. Duha folkloruna göre geyik
ve ceylan altı bacaklı hayvan sayılır. Bunların dört ayağı ile
MAYIS 2015
10
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
bel ve boyun dahil olmak üzere toplam altı bacağının
var olduğu kabul edilir. Bu kısımlardan arka bacak ise en
yaşlının payıdır. Eve dönerken yolda kendilerinden yaşlı
biriyle karşılaşırlarsa, ona avlanan hayvanın derisi ve en
kutsal olan bel kısmını sunarlar. Bu yüzden bu tür yaşlılara
“bel adam” derler. Avlanan hayvan etini çevredeki bütün
komşularla beraber adilce paylaşır ya da hep beraber
bir araya gelip hepsini yerler. Görüldüğü üzere Duhalar
arasında avcılık oldukça önemlidir ayrıca aile büyüklerine
çok fazla önem verilmektedir.
Çoğunlukla avda elde edilen etten çorba yapımında
yararlanılır. Bu çorbaya ayrıca erişte veya pirinç ile zambak
soğanı da katılır. Yapılan çorbanın içeriği oldukça zengindir.
Etin bol olduğu kış mevsiminde Duhalar eti orta büyüklükte
çubuklar halinde kesip tahta şişe geçirerek yavaş ateşte
pişirirler. Bu, Türk döner kebabına oldukça benzeyen bir
yöntemdir. Son olarak Duhaların beslenmelerinde önemli
yer tutan ormandan topladıkları gök hat -yabanmersini,
inek garaa -kuş üzümü gibi besinleri yazabiliriz. Ayrıca
Duhalar nadiren balık tutarlar. O yüzden balık hayatlarında
önemli bir yere sahip değildir.
Duhaların inanç sistemi de günümüz şartlarına göre
oldukça gariptir. Duhaların dini yaşamlarında eski Türk
inanışlarının izlerini bulmak mümkündür. Duhalar ile ilgili
yapılan çalışmalarda onların Şamanist bir yaşam tarzına
sahip oldukları genel bir kanı olarak kabul edilmiştir. Duha
Şamanizmi’nde eski Türklerde olduğu üzere göğe, güneşe,
aya, yıldıza, dünyaya tapma söz konusudur. Duhalar ruhları
insan şeklini almış biçimde ve genelde, ayaklı varlıklar
olarak düşünmektedirler. Bu inanma biçimi Moğollardaki
şamanizmden farklıdır. Duhalara göre ruhların çeşitleri
vardır: Erkeklerin av ruhu, bayan ruhu, davul ruhu ve köpek
ruhu gibi… Ruh sahipleri Şamanlara, yıldız ve gökkuşağı
MSGSÜ TARİH
olarak görünmektedir. Duha Şamanları ava giderken kazanç
istemek, çocuklarına iyi hayat dilemek, hastalık ve zulümden
arındırmak gibi hayatı ilgilendiren bütün hususlarda büyüibadet yaparak bütün bu istekleri koruyucu ruha emanet
etmektedirler. Duha Şamanlarının kurban olarak kutsal
geyiği seçtikleri bilinmektedir. Ayrıca boyunlarında geyik
kemiklerinden yapılmış farklı renklerde birçok materyal
bulundurmaktadırlar.
Duhalar için evlilik hayatın bölünmez bir parçasıdır.
Duhalarda evlenme adetleri geleneksel özellikler içerir
ve bu geleneklere özel hassasiyet gösterilmektedir. Evlilik
gerçekleşmeden önce kız isteme merasimi uygulanır.
Onlara göre gençlerin 20-24 yaşlarında evlenmesi uygun
görülmektedir. Ancak birçok toplulukta da görülen
beşik kertme olayına benzer olarak çocukların henüz
bir yaşındayken evlenme sözleşmesinin yapıldığı da
görülmektedir. Evlenmeye karar veren gençlerden kızın
ailesi razı olmazsa kızı kaçırma adeti vardır. Ayrıca kız
kaçırıldıktan bir yıl sonra nişan ve istemeye gelme adeti de
mevcuttur. Ama Duhalar arasında kendi klanları (yasun)
içinden evlenmek tamamen yasaktır. Kız istemek için
damat adayının babası veya yakınları kızın evine gidip kız
babasına adak,süt ve pirinç sunduktan sonra ocağına tütsü
ve yağ dökerek şu sözler sarf edilir:
“Evladımın mutluluğu
Yüce devletimizin huzuru için
Ailemiz ve ilçemiz de büyüsün”
Sözleri ile geliş sebebini açıklarlar. Aile rıza gösterdiği
takdirde düğün gerçekleşir. Üç gün süren bir şenlik
mevcuttur. Kız, damat evine gider ve artık o evin bir bireyi
olur.
MAYIS 2015
11
Geyik Dostu: Duhalar
Duhalar dış dünyaya kapalı olsalar da az da olsa yakın
çevrelerindeki değişikliklere ayak uydurmaya çalışmışlardır.
Kimi teknolojik unsurlar tayga bölgelerine ulaşmıştır.
Neredeyse bütün ailelerin Moğolca yayın yapan televizyon
ve radyo için enerji üretecek güneş paneli bulunmaktadır.
Ayrıca telsiz telefon ile tayga kampları hem kendi aralarında
hem de başka köyler ile irtibat sağlamaktadırlar. 2009
yılından bu yana ise bazı tayga kamplarında cep telefonu
şebekesi mevcut olup bir başka yakın köyde de buna ilave
olarak internet bağlantısı da bulunmaktadır.
Son yıllarda Duhalar bazı yerli ve yabancı örgütlerin
yardımıyla kendi turizmlerini geliştirmeye başlamışlardır.
Geçimlerini çeşitli el işleri ve hem Maral hem de Ren
geyiği boynuzundan yaptıkları küçük eşyaları satarak
sağlamaktadırlar. Duhalar Moğolistan’ın tek Ren geyiği
yetiştiricileri olarak turistik ün ve öneme sahip olmuşlardır.
Moğolistan’daki Moron Havaalanının girişindeki Ren
geyikçiliği ile ilgili büyük bir tablo vardır. Bu da Ren
geyiğine ve Duhalara verilen önemin göstergesi olarak
karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda Moğolistan coğrafyasını
özellikle de Duhaları neredeyse bütün dünya ziyaret etmiş
durumdadır. Turizm sektörünün gelişmesi ve bu sektörden
kazanılan para, onların hayatını ekonomik yönden olumlu
etkilemekle beraber, onların geleneksel yaşam tarzının
ve kültürünün gittikçe erimesine de neden olmaktadır.
Turistler, çok dağlık olan bu bölgede ancak belli noktalara
kadar gelebilmektedirler. Duhalar da turistlerin gelebileceği
noktalara inmek amacıyla yavaş yavaş dağdan inmeye
başlamışlardır. Bu durum da geleneksel göç etme adetinin
yok olmasına sebep olmaktadır. Özellikle turizm sezonunun
kapandığı kış aylarında, yerli Moğollar gibi Duhalar da
Hövsgöl’ün doğu bölgelerinde bulunan maden ocaklarında
çalışmaktadırlar. Geri kalan aileler Tsagaannuur köyü ve
yakındaki ırmak bölgelerine yerleşerek at, deve, öküz,
koyun, keçi gibi Moğolistan’ın geleneksel çiftlik hayvanlarını
yetiştirmektedirler. Duhalar özellikle kış aylarında Türk
kökenli oldukları tahmin edilen, ancak eski dilleri yerine
Moğolcanın bir türünü konuşan Darhat Moğolları ile
doğrudan temas halinde yaşamaktadırlar.
MSGSÜ TARİH
Sonuç itibari ile Duhalar Moğolistan’da yaşayan ve
geleneksel yaşamlarından ödün vermeyen bir topluluk
olarak karşımıza çıkmaktadır. Geleneksel yaşamlarını
sürdürmeleri bir bakıma çok güzel bir olaydır. Ancak
onlar bu hayatın zorluğunu oldukça fazla çekmektedirler.
Nüfuslarının azlığı, ekonomik sıkıntılar, turizme ilginin
artması ile yaşamlarında meydana gelen değişiklikler,
ayrıca yeni nesillerin şehirlere göçme istekleri Duhaların
kültürlerini yavaş yavaş kaybetmesine sebep olmaktadır.
Ayrıca kendilerine has Duhaca dili de etkisini zamanla
yitirmektedir. Yukarıda da değindiğimiz gibi yeni nesil
şehirlere gitmekte ve oradaki okullarda tahsillerini
sürdürmektedir. Şehirlerdeki okulların dili Moğolcadır
ve Duhaca sadece aile arasında kullanılan bir dil haline
gelmiştir. Şu an Duha topluluğuna mensup sekiz kız öğrenci
şehirde üniversite okumaktadır. Üniversite okuyan Duhalı
gençler ile gerçekleştirilen röportajın birinde, hemşire
adayı bir öğrenci: “Bazen buraya gelen yabancılar bizim kot
pantolon giymemize ya da güneş paneli ile elektrik kullanıp
radyo ya da televizyonu biliyor olmamıza çok şaşırıyorlar.
Onlar bizi hiçbir şeyden haberi olmadan dağda yaşayan
insanlar olarak hayal ediyorlar sanırım ve hayal kırıklığına
uğruyorlar. Oysa anlayamadıkları şey şu ki, bizim ne giyiyor
olmamız kafamızın içini değiştirmiyor. Ve biz dış dünyadan
haberdar olduğumuz halde gene de burada yaşamayı tercih
ediyoruz. Ben okulu bitirince hemşire olacağım ve gelip
burada kendi halkıma hizmet edeceğim. Birçok insan başka
seçenekleri ve dünyaları bildiği halde buraya geri dönüyorsa,
bu bence daha da kıymetli bir şey… “ şeklinde duygularını
belirtmiştir. Evet, Duhalar bizden bir o kadar farklı ama
aslında bir o kadar da bizden kişiler. Duha köyünde yaşayan
yaşlı bir amcanın sözü ile bitirmek istiyorum. “ Çevrende
gördüğün her şeyin bir ruhu vardır ama her şeyin…
NOT: Ben de Duhaların ruhlarına inandım. Umarım
sizler de az da olsa Duha ruhuna inanmışsınızdır.
Duhalar hakkında günümüzde büyük çapta araştırmalar
yapılmaktadır. Özellikle Duhaların Türkiye’de duyulması
Atlas Dergisi sayesinde olmuştur. Duhalar ile daha
fazla bilgiye Atlas Dergisi Kasım 2012 sayısından
ulaşabilirsiniz. Ayrıca internette “Kayıp Türkler- Ren
Geyiği Türkleri Belgeseli” şeklinde ararsanız harika bir
videoyu da izleyebilirsiniz. Duhaların gelenekselliklerini
kaybetmemeleri ve bir an önce o coğrafyaları görme
dileğiyle….
MAYIS 2015
12
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
MOLEK’İN CEHENNEMİ
Alman düşünürü Marx, 1864 yılının ekim ayında yaptığı bir açılış konuşmasında şöyle der:
‘’Eski zamanlarda çocuk öldürme, Moloh dininin esrarlı ayinlerindendi. Ne var ki yılda ancak
bir kez yapılırdı. Hem de Moloh sadece yoksul çocuklarına müptela değildi’’
Mert ASLAN
Hikâyemiz yaratılışla yani dünyanın ve insanın hayat
bulmasıyla başlamakta, zira Molek ve Cehennem yaratılış
kadar eskiler. Atalarımız için dünya korkunç bir yerdi çünkü
karanlıktı, bilinmiyordu ve dahası saldırgandı. İnsanlar
türlü tehlikelerle karşı karşıyaydı. Gerek vahşi hayvanlar
gerek dizginlenemeyen doğa insanoğlunu yok etmek için
anlaşmışlar gibiydi. Böyle bir ortamda insanlar korunmaya
gerek duydular. Basit silahları ve özellikle ateşi bulmalarıyla
da bunu bir nebze başardılar ama bundan fazlasına ihtiyaç
vardı ve insanlar doğanın gazabının dinmesi, kıtlığın
olmaması ve huzur için tanrılara yöneldiler.
İnsanlar, yaratılışın tanrının eliyle olduğunu ve başlarına
bir kaza bela gelmemesi için onları sürekli hoşnut tutmak
gerektiğini düşündüler. İlkel insan tanrıları da kendisi gibi
tasvir etti. Onları, insanlarla konuşan, doğan, doğurulan,
ihtiraslarına yenik düşebilen kimi zaman kıskanç kimi
zaman adil olarak hayal etti. Ve gayet tabi ki yemek yiyen!
Hatta bazen insanlar kendilerini tanrı yerine koydular.
Zira bu kadar benzerlikten sonra bunu düşünmüş olmaları
mantıksız değil. Tanrıların insanlardan pek farkı yok
gibi görünüyorken yemek yeme alışkanlıklarında bazı
değişiklikler vuku bulmuş görünüyor. Bunların en büyük
örneklerinden biri; Molek. Onun karnını taze et doyuruyor.
Aslında kim kokmuş ya da çürümüş et yemeyi sever ki?
Molek de sevsin, fakat Molek’in körpe etten anladığı bir
ailenin yeni doğan ilk çocuğudur. Ayrıca çocuk eti seven tek
tanrı Molek değildir.
Yunan tanrıları arasında önemli bir yeri olan Kronos’da
çocuk eti sever hatta kendi çocuklarını yer. Çünkü kendisi,
babasını tahtından etmiştir ve çocuklarının da kendisine
aynısını yapacağını düşünür. Bu korku dolayısıyla
çocuklarını mideye indirir. Kronos’un pisboğazlığından
sadece Zeus kurtulur ki o da babasına kâbusunu yaşatır.
Ve onu tahtından ederek kardeşlerini kusturur. Kendisi
göklerin hâkimi olurken, dünyayı ise kardeşleriyle paylaşır.
Molek’e kurban sunulmasını gösteren temsili bir resim.
Molek’in saltanat sürdüğü topraklar oldukça ilginçtir.
Onun yeri Kudüs’ün hemen güneybatısında bulunan
vadidir ki buraya ‘’ Hinnom oğulları vadisi’’ anlamına gelen
‘’Ge Bne Hinnom’’ denirken kısaltılmış olarak ‘’Hinnom
vadisi’’ anlamında ‘’Ge Hinnom’’ kullanılmıştır. Ge Hinnom
Grekçeye ‘’geenna’’ Latinceye ‘’gehenna’’ olarak geçmiştir.
Cehennem ismiyle de biz kullanıyoruz. Cehennem ‘’derin
kuyu: hayırsız, uğursuz’’ anlamına gelen Arapça bir
kelimedir. Kimi kaynaklara göre, vadide bulunan bir kuyuda
ateş yakılarak kurbanlar bu ateşe atıldığı söylenirken, kimi
kaynaklar ise vadide, karnı kocaman bir fırın olarak inşa
edilen Molek’in putu bulunduğunu ve bu putun içindeki
ateşe kurbanlar atıldığı belirtmişlerdir.
Çocuklarını doğar doğmaz yiyen Kronos
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
13
Molek’in Cehennemi
Çocuk veya yetişkin insan kurban etmek pek çok
kültürde ve dinde izine rastlanan bir eylemdir. Kuzeyde
ki Vikinglerden, Orta Amerika’da ki Aztek, Maya, İnka
uygarlıklarına kadar, insanlar hemen hemen her yerde
tanrıları için insan kurban ettiler. Hatta Samiler bu husus
da Orta Amerika ile yarışamazlar bile. Bu inancın ve ayinin
çok köklü ve eski olduğu anlaşılıyor fakat kaynağının
nereye dayandığını söylemek zor. Yukarıda da dediğimiz
gibi tanrılarını kendileri gibi hayal eden insanlar onların
öfkesini yatıştırmak ya da dileklerinin kabulü için
kendilerini, ellerindeki en değerli varlıkları vermek zorunda
hissetmiş olmalılar. Bu tapınmanın izlerini Hz. İbrahim’de
dahi görürüz. Peygamber olan Hz. İbrahim Eski Ahit’e göre
bir oğlu olması durumunda bunu Tanrı’ya kurban olarak
adayacağına söz verdi. Nihayet İshak dünyaya geldi ve
Tanrı İbrahim’e sözünü hatırlattı, İbrahim oğlunu Tanrı’nın
buyruğu doğrultusunda Moriya diyarında bir tepeye
götürdü. İshak ‘’Baba, işte ben, oğlun, işte ateş ve odun; ama
yakılacak olan kurbanlık kuzuyu göremiyorum.’’ İbrahim’de
‘’ Oğlum yakılacak olan kuzuyu Tanrı tedarik edecek’’ der.
Tepede İbrahim bir mizbah ( ya da mezbah: kurban kesme
yeri) yapar ve İshakı bağlayarak odunların üzerine koyar,
eline bıçağı alır ama bu esnada Tanrı’nın meleği gelerek
İbrahim’i durdurur. Çalıların arasından ise bir koç çıkar.
İbrahim koçu keserek yakmalık sunu olarak kurban eder.
İshak’ın kurban olmaktan son anda kurtulması.
Bu kurtuluş hikâyesinde Batı Samilerinin oğullarını
Baal’ e kurban olarak sunmalarının hatırasını buluyoruz.
Baal’ de bu topraklarda hüküm süren diğer bir tanrıdır ve
oldukça aktiftir. Onun da bir takım beslenme alışkanlıkları
bizim anlayışımıza pek uymamaktadır. Ama o da Molek gibi
canlı ve taze et sever. Sami dillerinde ‘’sahip’’ ya da ‘’efendi’’
anlamlarına gelir ve bereket tanrısı olarak tapınılır. Baal
aslında farklı şehir ve toplumlarda farklı isimlerle anılan bir
tanrıdır. Neredeyse her şehrin ve topluluğun bir Baal’i vardır.
Molek Ge Hinnom’un Baal’ idir. Eski Ahit’ te Baal için utanç
anlamına gelen ‘’boşet’’ sözcüğü kullanılır. İsrailoğulları’nın
bundaki amacı çocuk yakmak gibi korkunç bir adetî Yehova
kültüne değil de yabancı gördükleri bir külte bağlamaktır.
Oysa Baal’ in izine daha pek çok yerde rastlayacağız
bunlardan biri Hz. Yusuf kıssasıdır.
MSGSÜ TARİH
Molek’in Fırın şeklinde olan putu
Karnı fırın şeklinde
olan Molek putu.
Eski Ahit’in anlattığına göre Hz. Yusuf kardeşleri
tarafından kör bir kuyuya atılıp daha sonra bir tüccara satılır.
Kervanla Mısır’a giden Yusuf ’u değerli komutan Potifar köle
olarak alır ve büyütür. Potifar’ın eşi Züleyha büyüdükçe
güzelleşen Yusuf ’a âşık olur ve ona sahip olmak ister
ama aşkına karşılık bulamayınca onu ihanetle suçlayarak
zindana attırır. Yusuf zindandan firavunun garip rüyasını
akıllıca yorumlayarak kurtulur. Firavun rüyasında önce 7
cılız ineğin 7 semiz ineği yediğini görür, sonra 7 çürümüş
buğday başağının 7 olgun buğday başağına dolanarak
onları da çürüttüğünü görür, Yusuf ’un rüyaya yorumu;
7 yıl bolluğun ardından 7 yıl kıtlığın geleceği şeklindedir.
Hikâyeyi Baal’ le bağdaştıran 7 sayısıdır. Efsaneye göre
Baal düşmanı olan ölüm ve kısırlık tanrısı Mot’ la ölümcül
bir mücadele içindedir ve savaşı Baal kazanırsa dünyada
7 yıl bolluk Mot kazanırsa 7 yıl kıtlık olmaktadır. Baal’ in
bir diğer lakabı ‘’Bulutlara Binen’’ idi. Eski Ahit’te Yehova
yani İsrailoğullarının Tanrı’sı Mısır’da esaretten kurtulan
has kavmine çölde rehberlik ederken gündüz bulutların
üstünde gece ise bir ateş sütunu üzerinde durarak yol
gösterir. Görünen o ki Baal kültü İsrailoğullarına hiç de
yabancı değil.
Baal’den daha üstün bir Tanrı’da bulunmaktadır o da
El’dir. El, Kenan Tanrılarının en büyüğüdür ve diğer tanrıları
da o yaratmıştır. Ama El pasif bir görüntü çizer ve işlere
fazla müdahale etmez umursamaz bir tavrı vardır. Ama
onun da anısı günümüze kadar yaşamıştır. El herhangi bir
doğa gücüyle özdeşleştirilmiş bir Tanrıda değildir, Molek
cehennem, Baal bereket Tanrısıyken El sadece Tanrıdır ve
en büyüktür. Samilerde güçlü bir tek Tanrı inancının var
olduğunu düşünüyoruz. Zira El tek Tanrı inancına modellik
etmiş gibi duruyor. El özel isimlerde de kullanılagelmiştir
Azra-il Cebra-il Bab-il İsra-il İl/El eki alarak Tanrı ile
ilişkilendirilmiştir. Bu kelimeler Arapçada ‘’il’’ İbranicede
‘’el’’ ekini almıştır. Azra-il Arapça iken Azra-el İbranicedir.
Üç semavi ve tek Tanrılı dinin bu topraklardan çıktığına
ve üç büyük din için de yine bu toprakların mukaddes
olmasına şaşmamalı.
MAYIS 2015
14
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Biz tekrar, doymak bilmeyen iştahıyla çocuk eti bekleyen
Molek’ e dönelim. Her ne kadar Molek ve Baal kültleri
İsrailoğullarının kültürlerine, adetlerine, hatta kutsal
kitaplarına sızsalar da İsrailoğulları Hz. Musa önderliğinde
yeni bir Tanrı ile tanışırlar.
Hz. Musa’nın hayatı bir efsane kahramanının hayatını
yansıtır. Rivayet o ki Firavun ebelere ‘’İbrani kadınları
doğum yaptıklarında erkek çocuk olursa öldürün kız ise sağ
bırakın,’’ der fakat ebelerin gönlü emri uygulayamayacak
kadar yufkadır. Bu defa Firavun İsrailoğullarına doğan
erkek çocukları nehre atarak boğmalarını emreder. Böyle
bir emrin verildiği bugüne kadar belgelerle desteklenmiş
değildir bu belki de bir nüfus sınırlamasının anısıdır. Bu
arada bir düğün olduğunu görüyoruz. Levi evinden bir adam
Levi evinden bir kadın alır ve kadın hamile kalır, çocuk
erkektir. Emre göre öldürülmesi gerekir ama ana yüreği
dayanamaz ve kadın sazlardan yapılma bir sepete çocuğunu
koyarak sepeti nehre bırakır. Sepeti Firavunun kızı bulur
ve Musa Mısır sarayında yaşar ve büyür. Hemen hemen
benzer bir olay da Akad kralı Büyük Sargon’un başına gelir
onun da anası oğlunu gizlice doğurup bir sepet içinde nehre
bırakmıştır. Sargon’un hikâyesi daha mütevazıdır. Onu bir
çiftçi bulur ve büyütür. Sonra Tanrıça İştar, Sargon’u beğenir
ve kral yapar.
Molek vadisinde halâ huzur içindedir ama rahatının
kaçacağına şüphe yok. Musa kanunlarında çocukların
Molek’e verilmesi yasak edilmiştir. Fakat bu yasağın daha
ziyade yabancı bir Tanrı’ya tapma yasağı olduğu anlaşılıyor.
Zira daha önce de değindiğimiz gibi insan kurban etmek
köklü bir gelenektir ve İsrail oğullarının dedelerinin de
bunu yaptığını söylemek yersiz değildir. Nitekim Tevrat’ın
Hâkimler kitabında şöyle bir bölüm vardır: ‘’ Ve Yeftah’ın
üzerine Tanrı’nın ruhu geldi (…) Ve Yeftah Tanrı’ya adak
adayıp dedi: Eğer Ammon oğullarını mutlaka benim elime
verecek olursan o zaman, Ammon oğullarından selametle
döndüğüm vakit beni karşılamak için evimin kapılarından
çıkan (kişi) Tanrı’nın olacaktır ve onu yakılan takdime olarak
arz edeceğim.’’ Bu apaçık bir insanı kurban adamaktır. Yeftah
savaştan zaferle döner ama kötü bir sürprizle karşılaşır
evin kapısından çıkan ilk kişi kızıdır. Yeftah verdiği sözden
dönemez ve biricik kızını boğazlar ve yakmalık sunu olarak
Rab’be sunar. Bu arada Yeftah anlaşıldığı üzere sıradan bir
adam değil İsrail Hâkimlerindendir. İlginç bir peygamber
olan Hezekiel’den de bir alıntı yapalım şöyle diyor: ‘’Ve
ben (Yahve) de onlara iyi olmayan kanunları ve onlarla
yaşamayacakları hükümleri verdim. Ve onları harap edeyim
de Rab ben idiğimi bilsinler diye, her ilk doğanı ateşten
geçirerek ettikleri takdimelerle onları mundar ettim.’’
Belki İsrail oğulları bu hikâyeyi Babil tutsaklığı sırasında
öğrenmiş ve kurtarıcıları olan Musa’ya yakıştırmışlardı.
Musa tek bir Tanrı’nın habercisi olarak Molek için önemli
bir düşmandır. Çünkü bu yeni Tanrı kendisinden başka
hiçbir İlah’a tapınılmamasını isteyen ve belirttiği gibi kıskanç
olan bir Tanrı’dır. Hele hele Molek’e çocuk kurban etmek
Yehova’nın tamamen karşı olduğu bir durumdur. Burada
şunu da belirtelim Eski Ahit’te Yehova adı geçmezden önce
El ya da çoğul hali olan Elohim kullanılır. Musa’nın Tanrısı
Mısırlılara büyük acılar yaşatır. Hele en son acı oldukça
manidardı. Yehova söz dinlemeyen Firavunun ülkesinde
bütün ilk doğanların insan olsun hayvan olsun bir gecede
canını alır. Buna Firavunun oğlu da dâhildir. Ve sonunda
has kavim Firavun tarafından salıverilir. Ama daha sonra bu
kararından pişmanlık duyarak ordusuyla İbranilerin peşine
düşse de Yehova onu Kızıldeniz’in suları altına gömer.
Mısır kaynaklarında bu mucizeyi de belgelemek epey
güçtür. Öyle ya da böyle İsrail oğulları Kızıldeniz engelini
geçerek vaat edilmiş ülkelerine doğru çölde yol almaya
başladılar ki bir türlü yolu bulamazlar. Tevrat’a göre 40 yıl
daha bulamayacaklardır da. İsrail oğullarının çöl macerası
oldukça renklidir ama konumuz dışı olduğundan burada
değinmeyeceğiz. İsrail oğulları nihayet ‘’bal ve süt akan
diyar’’a gelmişlerdir. Ama burası boş değildir. Yehova’nın
çölde kaybolan açlıkla susuzlukla imtihan olan pek çok kez
isyan eden has kavmi onca macera ve yorgunluğun üstüne
vaat olunan toprakları için savaşmak zorunda kalacaklardır.
İsrail oğulları Sihon krallığının ordusunu kılıçtan geçirir ve
istilâ devri başlar.
MSGSÜ TARİH
Kudüs’ün güneyinde bulunan Cehennem Vadisi.
Sözlerden anlaşılan tıpkı Molek’e insan kurban edildiği gibi
Yahve ( ya da Yehova) için de insan kurban edilmektedir.
Yahve İsrail’i, sürüsünü koruyan bir çoban titizliğinde
korumaktadır. Ve bu safhada Yahve’nin diğer Sami
Tanrılarından pek farkı yoktur. Burada Eski Ahit’in yüzyıllar
içinde meydana getirildiği unutulmamalıdır. Eski Ahit M.Ö.
1000 ile M.Ö. 300 arasında yazılmış ve defalarca değişime
uğramıştır. Kitap İsrail’in kutsal tarihidir ve İsrail oğulları
yüzyıllar boyunca destanlarını, efsanelerini, adetlerini,
ilahilerini, anılarını bu kitapta toplamış ve saklamışlardır.
MAYIS 2015
15
Molek’in Cehennemi
Bu arada İsrail ulusu yavaş yavaş oluşmaya başlamaktadır.
Kenaniler ile geçen mücadelelerin ardından bir de Midyaniler
musallat olur İsrail’e. Neyse Gideon’un yönetiminde bu
saldırıda püskürtülür. İsrail rahata kavuşur ama rehavet
felaket getirir. Çünkü İsrail oğulları Yahve’yi unutur ve
yeniden Baal’e tabi olurlar. Ve İsrail için tüm felaketler
Davut’un hükümdarlığıyla son bulacaktır. Davut 20-30 yıl
içinde İsrail’i önemli bir devlet konumuna getirir. Kudüs’ü
alıp kendisine başkent yapan da odur M.Ö. 1026-962
arasında yaşadığı tahmin edilmektedir. Davut Ahit Sandığını
hemen yeni başkentine getirdi ve gelenek gereği bir çadıra
koydurdu gezgin sandık sonunda bir yurt bulmuş oluyordu
Ahit Sandığı, Mısırlıların kutsal günlerinde Tanrılarını
Nil üzerinde Sandıklarda gezdirmelerini anımsatır. Ahit
Sandığı aslında bir kral ve peygamber olan Hz. Süleyman
döneminde gerçek bir yurt bulmuştur. Süleyman gözümüze
hoş görünmeyecek hareketler yapmıştır. Başka Tanrılara
kurbanlar sunmuş, kardeşini ve kutsal yere sığınan yaşlı
komutan Ahab’ı öldürtmüştür. Ayrıca anladığımız kadarıyla
biraz fazla müsrif ve çapkındır. Ama yaptığı bir iş adını din
tarihine altın harflerle yazdırmıştır. O da Kudüs tapınağını
inşa ettirmiş ve Yahve’ye ya da Ahit Sandığına bir yurt
sağlamıştır. Daha önce göçebe olan İsrail oğulları devletlerini
kurup yerleşik olunca Tanrıları Yahve’de artık yerleşik
olmuştur. İşte burada Yahve sonunda Molek’in asırlardır
hükmettiği topraklarda hakîm konuma gelmiştir. İsrail
halkı henüz göçebeyken Yahve ve Molek arasında da bazı
benzerlikler olduğunu görmüştük. Fakat artık yerleşik olan
Yahve ile Molek arasında bağ kurmak oldukça güçleşiyor.
Önceleri Yahve konuşur ve aniden peygamberlerin ya
da hakîmlerin karşısına çıkardı. Ama Süleyman’a rüyada
görünmüştür. Ayrıca tapınağa yerleştikten sonra yanına
kimse giremez olmuştur sadece yılda bir kez başkâhin bu
şerefli görevi yerine getirebilmektedir.
Kudüs Tapınağından geriye kaldığı düşünülen ağlama duvarı.
Süleyman’ın ardından oğlu Rehoboam kral olur. Fakat
devlet içten içe çöküntü halindedir. Sonunda bir isyan
devleti iki parçaya ayırır. Kuzeyde Yeroboam’ın kral olduğu
İsrail, güneyde Rehoboam’ın kral olduğu Yahuda devleti
vücuda gelir. Kuzeyde kalan Yeroboam’ın elinde Kudüs
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
gibi önemli bir merkez yoktur bu dezavantajı gidermek
için Yeroboam Altın Buzağı’ya tapmaya başlar. Hatta Eski
Ahit’in anlattığına göre Levilileri kovarak rastgele insanları
kâhin yapar. Buradan çıkan sonuç şudur; Yahve henüz ulusal
bir Tanrı olamamış, Kudüs’ün Tanrısı olarak kalmıştır.
Ahit Sandığı oradadır ve Yahve orada oturmaktadır. Bu
yüzden kuzeyde kalan İsrail oğulları kendi şehirlerinde
yeni bir Tanrı’ya ihtiyaç duymuştur. Yahve yerleşik olduğu
şehirin adeta Baal’i olmuştur. Zaten Yahve kültüne rağmen
boyuna insan kurban etme ayinleri bu dönemde de devam
etmiş görünmektedir. Molek’in Cehennemi hala sıcaklığını
korumaktadır.
Kudüs Tapınağının temsili resmi.
M.Ö. 721’ de Asur kralı Salmaneser Samiriye’yi zaptetti.
İsrail krallığı ve İsrail’in 12 kabilesi tarihe karışırken Baal ve
Yahve arasında sürüp giden savaşta son buldu ama Yahve’de
yenildi. Yahuda devleti de Asur boyunduruğu altına girdi. Bir
ara Mısır’la bir olup Sargon’un halefi Sanherib’e saldırsalar
da yenildiler. M.Ö. 690’da yahuda tahtında gördüğümüz
Manasse Molek’i yeniden canlandırdı hatta kendi oğlunu
da Molek’e kurban etti. Bu durum Yoşiya dönemine kadar
sürdü. Yoşiya Eski Ahit’e göre: ‘’ Rabbin gözünde doğru
olanı yaptı. Ve atası Davut’un her yolunda yürüdü ve sağa
sola sapmadı.’’ 621’de Yoşiya halkını tapınakta topladı ve
kanunlara uygun yaşayacağına yemin ederek Kudüs tapınağı
dışındaki bütün tapınakları yıktırdı. Bundan böyle yalnız
Kudüs tapınağında kurban sunulacaktı. Bu nokta önemlidir
çünkü Titus Flavius Vespasianus Yahudi isyanını bastırmak
için geldiği Kudüs önlerinde başarılı olup şehri ve tapınağı
yıktırmıştır. Artık Yahudilerin kurban sunabilecekleri bir
tapınakları yoktur.
‘’Vaat edilmiş ülke’’ de artık Molek’in adına pek
rastlanmaz. Hakîm olduğu toprakları önce Yehova’ya karşı
savunmuş kimi zaman yenilmiş kimi zaman üstün gelmiştir.
Yehova’da yenilmiştir ama o beslenme alışkanlıklarını
değiştirerek hayatta kalmayı başarmış ve yeniden ‘’Bal ve süt
akan ülke’’ ye dönmüştür. Molek ise çocuk etinden mahrum
kalarak herhalde açlıktan ölmüştür. Ama gitmeden önce bir
hatıra bırakmıştır hem de hemen hemen herkesin zihnine
kuvvetli bir şekilde yerleşen bir hatıra ‘’Cehennem’’.
16
Evliya Çelebi’nin Gözünden Ayasofya
Tarihi araştırmalarımızda bize yardımcı kaynaklar içerisinde seyahatname türünün müstesna
bir yeri vardır. Tarih boyunca Marco Polo, İbni Batuta, İbni Fadlan gibi çok önemli seyyahlar
yetişmiş ve bu alanda eserler ortaya koymuşlardır. Şüphesiz ki Evliya Çelebi bu alanda kendine
has üslubu ve olaylara bakış açışıyla diğer seyyahlardan farklı bir konumdadır. Biz bu çalışmamızda sizlere Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde övgüyle bahsettiği Ayasofya bölümünü toplu
bir şekilde vermeye çalışacağız.
Deniz İbrahim YİĞİT
Bir eserin layıkıyla anlaşılabilmesi için müellifi hakkında
bilgi sahibi olmamız önemlidir. Bu yüzden kısaca Evliya
Çelebi hakkında malumat vermeye çalışacağız. 1611 yılında
İstanbul’da doğan Evliya Çelebi devlet nezdinde değerli
görevlerde bulunmuş bir ailenin mensubuydu. Evliya Çelebi
doğduğu sıralarda babası, Sultan I. Ahmed’in kuyumcubaşı
görevini yürütmekteydi. Bu imkânlar dâhilinde iyi bir
tedrisattan geçen Evliya Çelebi’nin ikbal yılları dayısı Melek
Ahmed’in sadrazam olduğu zamanlara rastlar. İçerisinde
sürekli bir seyahat etme arzusunun olduğunu belirten
Evliya Çelebi, bu muazzam eserin ortaya çıkmasını hayırlı
bir rüyaya bağlamaktadır. 10 Muharrem 1040 ( 19 Ağustos
1630) tarihine rastlayan Aşure gecesinde, rüyasında
kendisini Ahi Çelebi camisinde gören Evliya Çelebi burada
Hazreti Peygamber ve onun ashabının huzuruna çıkar.
Heyecanından şefaat isteyeceği yerde seyahat istediğini
belirten Evliya Çelebi, Allah resulü tarafından kendisine
şefaatin de seyahatin de müjdelendiğini belirtir. 1682 yılında
Kahire’de ölen Evliya Çelebi yaklaşık 50 yıl süren seyahati
MSGSÜ TARİH
boyunca bütün Osmanlı coğrafyasını köşe bucak gezmiş
ve gördüklerini, duyduklarını kendine has zevkli üslubuyla
kayıt altına alarak günümüze ulaşmasını sağlamıştır. En
güvenilir nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde
bulunan seyahatnameyi ilim dünyasına ünlü Türkolog
Hammer kazandırmıştır.
Şüphesiz ki Ayasofya dünya tarihinin görmüş olduğu en
müstesna mimari yapılardan bir tanesidir. 916 yıl kilise, 482
yıl cami ve 1935’ten günümüze kadar müze olarak kullanılan
Ayasofya, birçok medeniyetin izlerini içinde taşıyan bir
mabettir. Eserinin ilk cildini sadece İstanbul’a ayıran Evliya
Çelebi’nin önem verdiği konuların başında Ayasofya gelir.
Hristiyanların Kâbe’si diye bahsettiği bu muazzam eserin
yapımından başlayarak fetih sonrası eklemelerle birlikte
nasıl Türk – İslam eseri haline dönüştüğünü anlatan
seyyahımız, Ayasofya’yı İstanbul’un en güzel camisi olarak
kabul eder. Seyyah-ı Alem’in hayranlıkla baktığı Ayasofya
talihinin döndüğü yerdi. 5 Mart 1635 tarihine denk gelen
Kadir gecesinde Sultan IV. Murad’ın huzuruna Ayasofya’da
çıkarıldı ve o günden sonra saraya intisap ederek padişahın
yakınları arasına girmeye muvaffak oldu.
MAYIS 2015
17
Evliya Çelebinin Gözünden Ayasofya
Kadim Bir Mabed: Ayasofya
Bu bölümde sizlere Evliya Çelebi’nin, Ayasofya’nın yapımı
ile ilgili verdiği rivayetleri aktarmaya çalışacağız. Bilindiği
üzere Ayasofya ilk olarak 360 yılında, Constantinius II.
tarafından inşa edilmiş ve Megali Eklesia ( büyük kilise )
adı ile anılmıştır. Eserini yazarken Yunan kaynaklarına da
başvurduğunu belirten Evliya Çelebi, yapım sürecini çok
daha eski zamanlara götürmekte ve bu mabedin kadim
bir miras üzerine inşa edildiğini bildirmektedir. Evliya
Çelebi’ye göre kuruluş hikâyesi Hazreti Süleyman’a kadar
uzanmaktadır. Allah tarafından kendisine Saba rüzgârının
hâkimiyeti verilen Hazreti Süleyman dünyayı dolaşarak
tahtını kurabileceği uygun bir yer arar ve günümüzde
Sarayburnu olarak adlandırdığımız bölgeye tahtını kurmaya
karar verir. İlk iş olarak buraya büyük bir mabed yaptırır.
Ayasofya’nın yapımı için seçilen bölgenin önemini bu
şekilde anlatan Evliya Çelebi daha sonra eserin yapımı ile
ilgili rivayetleri bizlere aktarmaktadır. Hazreti Adem’in
yeryüzüne inişinden 5052 sene sonra, Madyan oğlu
Yanko’nun soyundan olan Vezendon adlı bir kral İstanbul’u
yedinci kez imar etmek için çalışmalara başlamıştır. Bu olayı
haber alan Vezendon’un kızı, çok büyük hazinelerle babasına
yardım etmek için gelmiştir. Sofya’da doğdu için bu kıza Ay
Sofya denildiğini belirten Evliya Çelebi, mabedin adını bu
kişiden aldığını belirtmektedir. Bu mabedin yeniden ihya
edileceği zaman Hazreti Hızır zuhur ederek : “Bu caminin
bütün ihtiyaçlarının masraflarını benden alın ve bu biçimde
bir cami yapın.” diyerek Ayasofya’nın temelini öğretti. Bu
anekdotla Hazreti Hızır’ın mabedin çizimini öğrettiğini
belirten Evliya Çelebi, yapım aşamasıyla ilgili rivayetlerine
devam etmektedir. Temel atmak için yapılan kazıların
Ahırkapı seviyesinde su çıkması üzerine durdurulduğunu
belirten Evliya Çelebi, burada bir ay boyunca Nemrut ateşleri
yakıp kurşun akıtıldığını ve tam yedi yıl boyunca bu kurşun
denizinin temelde durduğunu belirtir. Yapılan bu temel
üzerine 3.000 sütundan oluşan dev bir sarnıç inşa edildiğini
ve mabedin bu sarnıçlar üzerine yapıldığını bizlere aktarır.
Bu devasa sarnıcın kırk çeşme suyu dolu olduğundan ve
tamirat için kayıkların yüzdüğünden bahseder. Seyyahımız
susayan cemaatin bu sarnıçlardan kovalarla su çekerek
susuzluklarını giderdiklerine şahit olduğunu bizlerle
paylaşmaktadır. Neredeyse bütün tarihi yarımadanın altının
bu şekilde sarnıçlarla dolu olduğunu belirten yazarımız,
mabedin depreme dayanıklı olmasında en büyük etken
olarak sarnıçları göstermektedir. Agnados adlı bir mimarın
liderliğinde 50.000 kişilik bir kadro tarafından eserin kırk
yılda tamamlandığını belirten seyyahımız, bu mabedi
“Hristiyanların Kâbe’si “ diye adlandırarak eserin ne kadar
önemli olduğunu vurgulamıştır. Tamamlanan kubbeye
yüz kantar ağırlığında İskenderi altından bir haç alem
konulmuştur. Evliya Çelebi kendisine has abartılı üslubu
ile güneş doğarken bu alemin parıltısının Uludağ’daki
ruhbanların gözbebeklerini kamaştırdığını söylemektedir.
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
Ayasofya’da ki Gizemler
Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde bahsettiği
ilgi çekici konulardan biri de tılsımlardır.
Seyyahımız İstanbul’da Bizans döneminden
kalma 360 tane tılsımın varlığından
bahsetmektedir. Biz bu bölümde
sadece Ayasofya’da bulunduğu iddia
edilen tılsımlardan bahsedeceğiz.
Evliya Çelebi’ye göre Ayasofya’nın
kubbesi ile sütunların birleştiği yerde
bulunan dört melek çizimi tılsımlıdır. Bu
dört büyük meleğin bila teşbih Cebrail,
İsrafil, Mikail ve Azrail’i temsil ettiğine
inanılır. Cebrail sureti yılda bir kez kanat
çırpıp çığlık atsa doğu tarafında bolluk
olacağı, İsrafil sureti yılda bir kez kanat
çırpıp çığlık atsa batıda kıtlık olacağı, Mikail
sureti yılda bir kez kanat çırpıp çığlık atsa
kuzey tarafında bir bozguncunun çıkacağı
ve Azrail yılda bir kez kanat çırpıp çığlık atsa
bütün dünyada veba olacağı tarzında bir inanışın
mevcut olduğunu belirtmektedir. Seyyahımız Hazreti
Peygamber’in doğumunda bu meleklerin göbeklerinde
bulunan ağızlarından bu kutlu olayı haber verdiklerini
söylemektedir.
Evliya Çelebi bu çizimlerin yanı sıra dört büyük melek
heykellerinin de Ayasofya’da bulunduğunu ve bunların
da tılsımlı olduğunu belirtir.
İstanbul’un fethinden
sonra bu heykellerin Okmeydanı’na götürüldüğünden ve
kemankeşler tarafından nişangah olarak kullanıldığından
bahseder. Bir diğer tılsımın ise Ayasofya’nın kapıları olduğu
rivayet edilmektedir. Evliya Çelebi 101’ i büyük olmak üzere
toplamda 361 kapının olduğunu ve hepsinin de tılsımlı
olduğunu söylemektedir. Kapıları sayabilmek için hepsine
işaret koyduğunu ama her saydığında işaret konmamış
başka bir kapının zuhur ettiğini belirtmektedir. Seyyahımız
bu kapıların Hazreti Nuh’un gemisinden alınan parçalardan
yapıldığını iddia etmektedir.
Tılsımlı olduğu düşünlen kapılardan biri.
18
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Seyyahımızın bahsettiği en önemli tılsımlardan biri
de Ay Sofya’nın tabutudur. Günümüzde imparator kapısı
olarak bildiğimiz bu kapının üzerinde bulunan sandukanın
içerisinde, mabedi yaptırılan Ay Sofya’nın bulunduğunu
belirtmektedir. Bunun da büyük bir tılsım olduğunu belirten
Evliya Çelebi, birçok aç gözlü imparatorun sandukayı
ele geçirmek için el sürdüklerinde zelzele ve velvele
kopacağından caminin içerisinde şimşek belirip cami yıkılır
endişesi ile kimsenin bir şey yapamadığını belirtir.
de bir parşömene çıkarttıkları rivayet edilir. Evliya Çelebi’nin
belirttiğine göre bu el izi hala Rum Patrikhanesi’nde
muhafaza edilmektedir. Ruhbanlar Mekke’den ayrılmadan
önce yetmiş deve yükü zemzem ve yetmiş deve yükü Mekke
toprağını yanlarına almışlardır. Seyyahımız Mekke’den
getirilen bu malzemelerin karıştırılıp, Hazreti Peygamber’in
mübarek ağız suyu ilave edilerek harç işleminin
tamamlandığını belirtir. Bu özelliği Mimar Sinan’ın da
bildiğini belirten Evliya Çelebi, Koca Sinan’ın Selimiye
Camisi’ni yaparken Ayasofya’nın kubbesinden bir miktar
kireç kazıttığından bahsetmektedir. Bu şekilde Hazreti
Peygamber’in mübarek ağız suyunun Selimiye Camisi’nde
de bulunduğunu belirterek, Allah’ın izniyle bu caminin
kıyamete kadar ayakta kalacağını müjdelemiştir.
Fatih’in Ayasofyası
İmparatorluk Kapısı üzerinde bulunan Ay Sofya’nın tabutu.
Hz. Risalet’in Doğumu ve Ayasofya
Seyyahımızın konumuzla ilgili olarak anlattığı en dikkat
çekici olaylardan biri de Hazreti Peygamber’in doğumu
ile birlikte başlayan mucizelerdir. Evliya Çelebi, Hazreti
Risaletin doğduğu gece Kisra Sarayı’nın yıkılması, Urfa’da
bin yıldır yanmakta olan Zerdüşt ateşinin sönmesi gibi
bilinen örnekler dışında bazı mucizelerden bahsetmektedir.
Bunlardan ilki daha önceki bölümde bahsettiğimiz
tılsımların özelliğini Hazreti Peygamber’in doğumu ile
birlikte kaybetmesidir. Diğer önemli bir rivayet ise bu
kutlu gece gerçekleşen depremler neticesinde Ayasofya’nın
kubbesinin yıkılmasıdır. Kubbenin defalarca tamir
edildiğini fakat yapılamadığını söyleyen Evliya Çelebi,
Hazreti Hızır’ın Ayasofya ruhbanlarına görünerek son
peygamberin ağız suyu ile kubbeyi onarmalarını tavsiye
ettiğini belirtmektedir. Hazreti Peygamber’i bulmak için
300 kişilik bir ruhban sınıfının Busra köyüne gelerek rahip
Bahira ile görüştüklerini ve Bahira’nın rahiplere Mekke’ye
gitmeleri tavsiyesinde bulunduğu anlatılmaktadır.
Seyyah-ı Âlem Evliya Çelebi’nin Ayasofya bölümünü
anlatırken en önem verdiği konulardan bir tanesi de
İstanbul’un Fethi’dir. Evliya Çelebi İstanbul’un fethi ile
birlikte Ayasofya’nın kaderinin değiştiğini ve mabedin
yapılan eklemelerle birlikte nasıl Türk - İslam eseri haline
geldiğini aşamalarıyla anlatmaktadır. Fetihten üç sene
evvel İstanbul’da büyük bir deprem olur ve Ayasofya büyük
hasar görür. Sultan II. Mehmed Han dostluğunun nişanesi
olarak mimarbaşını tamirata yardımcı olması için İstanbul’a
gönderir. İstanbul’a gelen Mimar Ali Neccar hemen tamirata
başlar ve payandalar ile mabedi sağlamlaştırır. Binanın
kuzeydoğu köşesine 200 ayak minare yolu gibi yol yaparak
Edirne de bulunan Sultan Mehmed’in huzuruna çıkar.
Mabedi nasıl bir tamirattan geçirdiğini anlatan mimarbaşı:
“ Padişahım tamir etmek benden, feth etmek sendendir.
Senin için bir minare yeri yaptım. En kısa zamanda fetih
müyesser olur inşallah.” diyerek fetihten önce minare yerinin
belirlendiğini rivayet etmiştir. Ayasofya’da bulunan tuğlalı
minarenin fetihten sonra bu ayak üzerine inşa edildiğini
bildirmektedir. Fatih’in İstanbul’un fethi ile birlikte hemen
Ayasofya’ya gittiğini anlatan Evliya Çelebi enteresan bilgiler
vermeye devam etmektedir.
Hazreti Peygamberin rahip Bahira ile karşılaşma
hadisesi siyer kitaplarında da bildiğimiz bir hadisedir. Ebu
Talip aracılığıyla Hazreti Peygamber’in ağız suyunu alan
ruhbanların ayrıca vergi muafiyeti için peygamberin el izini
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
19
Evliya Çelebinin Gözünden Ayasofya
Kuşatmanın 50. günü şehrin düştüğünü ve Ayasofya’yı
ele geçirmek için üç gün uğraşıldığını belirtir. Bu mabede
sığınmış 12.000 ruhbanın üç gün boyunca çarpıştığını
ve üç günün sonunda mabedin ele geçirildiğini yazar.
Ayasofya’ya giren Fatih’in buradaki ilk ezanı okuduğundan
ve Hazreti Peygamber’in sancağını mihrap bölümüne
diktiğinden bahseder. Fatih’in kubbede peygamberin
mübarek ağız suyu olduğunu bildiği için nişanem olsun
diyerek bir oku kubbenin tam ortasına attığını iddia eden
Evliya Çelebi okun izinin hala belli olduğunu söyler. İçeride
kanlı çarpışmaların gerçekleştiğini söyleyen seyyahımız,
günümüzde solakpençesi olarak adlandırdığımız bölümün
hikâyesini de anlatmaktadır. Fatih’in mihrap bölümüne
doğru ilerlediği sırada önlerine çıkan ruhbanı, bir hünkâr
solağının sol eliyle öldürdükten sonra sağ elini kana
bulayarak mermer bir taş sürdüğünü ve solakpençesi izinin
bu olaydan sonra kaldığını belirtir.
Solak Pençesi izi-Ayasofya
Fatih’in bu mabedinin ihtişamına ve sağlamlığına hayran
kaldığını belirten yazarımız, içerinin hemen temizletilip,
putlardan
arındırılarak
camiye
dönüştürülmesini
emrettiğini yazmaktadır. Burada anlatılan ilginç olaylardan
biri ise ilk Cuma namazında gerçekleşmiştir. Cuma
namazının kılındığı esnada oluşan coşkudan etkilenen 3.000
ruhban saklandıkları yerden çıkarak Müslüman oluyor. En
yaşlılarından olan 300 yaşındaki ruhbana Baba Mehmet adı
veriliyor. Baba Mehmet mihrabın sağ köşesindeki karanlık
bölümün Süleyman mabedi olduğunu ve burada büyük bir
hazinenin bulunduğunu belirtiyor. Çok büyük bir hazinenin
buradan çıkarıldığını belirten seyyahımız, bu ganimetin
İslam mücahidleri arasında pay edildiğini anlatmaktadır.
Fetihten sonra ganimet paylaşımında Ayasofya’nın Fatih’e
verildiğini belirten Evliye Çelebi, Fatih’in hemen bir vakfiye
kurdurttuğunu bildirir. Kurulan bu vakfiyenin çok büyük
gelirlere sahip olduğunu ve yaklaşık 2000 hizmetçinin
burada çalıştığını söyler.
Ayasofya’nın Osmanlı Devleti için ne kadar önemli
bir mabed olduğunu anlatan Evliya Çelebi, Fatih’in bu
mabedi geçecek bir cami yaptırmak muradında olduğunu
anlatır. Dönemin mimarı olan Sinan Ağa’dan bu talebini
MSGSÜ TARİH
gerçekleştirmesini isteyen Sultan Mehmed, imparatorluğun
dört bir yanından çok değerli malzemeler getirtir. Caminin
inşaatının bittiğinde heybetinin Ayasofya’nın gölgesinde
kaldığını gören sultanın gazabından mimarın elini kestirir.
Hepimizin bildiği gibi mimarbaşının şikâyeti üzerine,
Fatih’in kadı huzurunda yargılanarak elinin kesilmesine
karar verilir. Evliya Çelebi Ayasofya konusuyla bağlantılı
olarak bu hadiseyi anlatarak Osmanlı Devleti’ndeki adalet
anlayışını vurgulamıştır.
Eserin Türk-İslam Mabedi Haline Gelme Süreci
Bu bölümde sizlere İstanbul’un fethinden itibaren
Ayasofya’ya yapılan eklemelerle birlikte nasıl bir Türk
– İslam mabedi haline dönüştürüldüğünü anlatmaya
çalışacağız. Bir önceki bölümde de belirtildiği gibi Fatih
döneminde eser, camiye çevrilerek putlardan arındırılmış ve
tuğlalı minare eklenmişti. Seyyahımız mihrabın iki yanında
bulunan şamdanların, Kanuni döneminde Budin’den
getirildiğini anlatmaktadır. Sultan III. Murad döneminde
Marmara Adası’ndan iki büyük küpün getirildiğini ve bu
küplerin içinin su ile dolu olduğunu, cemaatin susuzluğunu
bu küplerdeki suyu içerek giderdiğini anlatmaktadır. Sultan
III. Murad döneminde diğer bir ekleme olarak müezzin
mahfilini göstermektedir. Mahfilin anlatılamayacak bir
güzelliğe sahip olduğunu belirtir. Sultan I. Ahmed Han
döneminde padişahlara mahsus mihrabın sol tarafında
maksure-i secdegah inşa edildiğini belirtir. Sultan IV.
Murad döneminde yapılan mermer kürsünün ise dünyada
eşi benzeri yoktur diye tasvir eder. Yine bu dönemde
Hazreti Peygamber’in mübarek ağız suyunun olduğu
kubbeye, Yakut-ı Mustasımı yazısı ile “ Allah göklerin ve
yerin nurudur.” (Nur Suresi, Ayet 35 ) ayeti yazılmıştır.
Seyyahımızın en beğendiği eklemelerden bir tanesi de
levhalardır. Bu levhaların Sultan IV. Murad’ın ferman-ı şerifi
ile Hattat Teknecizade Mustafa Çelebi tarafından yapılmıştır.
Allah’ın, Hazreti Peygamber’in ve dört halifenin isimlerinin
Karahisari tarzı ile yazıldığını belirten seyyahımız eserin bir
insanın yapamayacağı kadar güzel olduğunu ve bir elifin on
arşın büyüklüğünde olduğunu belirtir.
MAYIS 2015
Müezzin Mahfili
20
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Bu bölümde Ayasofya’daki sosyal hayattan da bahseden
Evliya Çelebi, mabedi tüm fakirlerin Kabe’si olarak
isimlendirmiştir. İnsanların bu camiye sadece namaz kılmak
için gelmediğini; bazı bölümler itikafa girildiğini, dini
eğitim alındığını ve kültürel bir merkez olarak İstanbul’un en
büyük camisi olduğunu belirtir. Sultan IV. Murad’ın camiye
geldiğinde yanında yüzlerce kuşun buraya getirildiğini de
yazan seyyahımız o esnada Ayasofya’nın cennette bulunan
Rıdvan bahçeleri kadar huzur verici olduğunu belirtir.
Evliya Çelebi, dünyaca meşhur olan seyahatnamesinde
şüphesiz ki birçok sıra dışı bilgiler vermektedir. Biz bu
bölümde konumuza sadık kalarak Ayasofya ile bağlantılı olan
birkaç hikâyeyi sizlerle paylaşacağız. Daha önce belirtildiği
gibi Evliya Çelebi’ye göre Ayasofya’nın kubbesinde Hazreti
Peygamber’in ağız suyu vardı. Fatih’in fetihten sonra
kubbenin ortasında bir zincir sarkıtarak, ucuna altın bir top
ilave ettiğini belirtir ve bu mahale Hızır makamı dendiğini
bizlerle paylaşır.
Bu bilginin yanı sıra seyyahımız iddiasını ispat için
bir hikâye de anlatmaktadır. Akşemseddin’in oğlu olan
Hamdi Çelebi, Göynük kasabasında bulunduğu sırada
kendisinde tuhaf bir unutkanlık hastalığı başlamıştır. İş o
noktaya gelmiş ki Hamdi Çelebi kendisine selam verenlere
karşılık, elinde daha önceden yazılmış “Aleykümselam”
cevabını okuyarak verirmiş. Sonuçta Akşemseddin’in
öğretmesiyle Hamdi Çelebi bu makamda yedi sabah namazı
kılıp öğretilen duayı okudu, yedişer siyah üzüm yiyerek
unutkanlığın hastalığından kurtuldu ve “Yusuf ile Züleyha”
telifine başlayarak yedi ayda tamamladı. Evliya Çelebi bu
örnekle birlikte birçok kişinin bu makamda derdine deva
bulduğundan bahsetmektedir.
MSGSÜ TARİH
Bir diğer nakil ise Sultan Mustafa’nın defin işlemi
ile ilgilidir. Sultan Mustafa’nın güzel özelliklerinden
bahsederek onu hayırla yâd eden Evliya Çelebi, sultanın
saltanatta yüzünün gülmediği gibi kabrinin bulunmasında
da sorun yaşandığını belirtir. Kendisini defn edecek uygun
bir yer bulunamadığı için Sultan Mustafa’nın on sekiz saat
musalla taşında bekletildiğini yazar. Evliya Çelebi burada
doğrudan bahsetmese de dolaylı olarak Sultan III. Mehmed
döneminde birçok şehzadenin öldürüldüğünden ve her
yeri şehzade mezarlarının kapladığından yakınmaktadır.
Bu acı hadiseye halk nezdinde olan tepkinin bir yansıması
olarak bakılabilir. Biz konumuza devam edecek olursak bu
kabir arayışı seyyahımızın babası Derviş Mehmet Zıllı sabık
sultanın Ayasofya’da bulunan yağhane binasına gömülmesi
teklifi ile çözüme kavuşmuştur. Bugün vaftizhane olarak
bildiğimiz yapı temizlenerek Sultan Mustafa’nın naaşı buraya
defnedilmiştir. Seyyahımızın burada hayretle belirttiği bir
olay ise yağhanenin temizlenirken duvarların arasından
tütün parçalarının çıktığını belirtir ve bunu insanoğlunun
tütün denen illeti çok eski zamanlardan beri kullandığının
bir delili olarak gösterir.
Son olarak Beşiktaş isminin nereden geldiği ile ilgili
seyyahımızın rivayetini sizlere aktaracağız. Beşiktaş
bölgesine eskiden Rumlar “Kona Petra” derlerdi. Yani” Taş
Beşik” manasına gelmektedir. Eski zamanda Yaşka adlı bir
rahip bu bölgeye bir kilise yaptırır. Rahip, Kudüs’te Hazreti
İsa’nın doğduğu Beytü’l – Lahm bölgesinden, ilk defa
yıkandığı taş tekneyi getirterek bu kiliseye koyar. O günden
sonra bu bölge Beşiktaş ismi ile anılır. Bu rahip öldükten
sonra anılan taş beşiğin Herakloğlu İlya adlı bir kralın bu taş
beşiği Ayasofya’ya taşıdığını ve sağ üst katta o dönemde de
sergilendiğini yazmaktadır. Müslümanların bu hadiseden
ötürü o bölgeyi Beşiktaş ismi ile andıklarını aktarmaktadır.
MAYIS 2015
21
Tarihin En Acı Darbesi: Genç Osman’ın Katli
Volkan ÇERİBAŞ
Genç Osman’ın Cülusu ve İlk Faaliyeti
Tarih, yaşayan ilk insanın aldığı ikinci nefesten beri
vardır. Böylelikle başlayan süreç yaşayan son insanın
vereceği son nefese kadar sürecektir. Bu süreci ortadan
iki parçaya ayıran çizgi ise “şu an”dır. “Şu an”ın öncesi
“geçmiş” sonrası “gelecek”tir. Süreç bu şekilde işlese de bu
sürecin başından sonuna kadar merkezinde olan insandır
ve insanın bu sürecin en başında aldığı nefes ile en sonunda
vereceği nefes aynıdır. Yani anlatmak istediğimiz kısaca şu
ki insanın tarihsel düzlemdeki yeri ve mekanı değişse veya
gelişse de insanın hırsı, tamahı, aç gözlülüğü gibi “insanlığın
zaafları” başlığı altında toparlayabileceğimiz özellikleri
(acziyetleri) tarihin her devrinde aynı olmuştur. Tarihin
tekerrürden ibaret olması hikayesi de bu minval üzeredir.
Bahsettiğimiz tarihi süreç içerisinde yaşanmış
güzelliklerin veya çirkinliklerin üzerimizde bıraktığı
duygusal etkiyi durup bir kenara atmalı ve yolumuza bu
gerçekliklerden ders alarak devam etmeliyiz. Tarihin bize
vermek istediği ve amacı olan tema da budur.
Bu yazımızda güttüğümüz amaç da Genç Osman diye
bilinen 16. Osmanlı Padişahı II. Osman’ın başına gelen
elim olayın yukarıda bahsettiğimiz ve tarihin amacına
uygun olan şekliyle irdelenmesi, bugünün siyasal güç
odaklarının o dönemin güç odaklarıyla karşılaştırılarak iyi
analiz edilmesi ve anlaşılmasıdır.
Sultan II. Osman 26 Şubat 1618 günü, henüz 14 yaşında
iken tahta çıktı ve bir devlet teamülü olarak Eyüp Sultan
Camii’nde kılıç kuşandı. Sultan II. Osman, kanun üzere
babası olan I.Ahmet’in vefatından sonra hükümdarlık
kendisine ait iken şuuru yerinde olmayan amcası I.Mustafa’yı
hükümdar ilan ettiren devlet adamlarına kızgındı. Bu
sebeple Sadaret Kaymakamı Gürcü Mehmed Paşa‘yı azletti.
Şeyhülislam’ın elinden de müderris ve kadıların tayin
işlerini alarak onu yalnızca fetva vermekle vazifelendirdi.
Böylelikle II. Osman tahta oturur oturmaz, hem nasıl bir
Sultan olacağının sinyallerini veriyor hem de devletin içinde
palazlanmış olan padişah dışı güç odaklarına karşı nasıl bir
tavır içinde olacağını göstermiş oluyordu.
Lehistan Seferi ve Genç Osman - Kapıkulu Çekişmesi
Bu dönemde Osmanlı–Lehistan ilişkileri dostane çizgide
ilerliyordu ve Dinyester Nehri iki devlet arasında sınır kabul
edilmişti. Ayrıca anlaşmaya göre Kırım Hanı Lehistan‘a akın
yapmayacak, buna karşılık Lehistan’da Erdel ve Boğdan
işlerine karışmayacaktı. Ancak bu anlaşmaya rağmen Kırım
Hanı, Lehistan’a yaptığı sınır tecavüzlerinden vazgeçmediği
gibi Lehliler de, Kazaklar aracılığıyla Osmanlı sahillerini
vuruyorlardı. İlerleyen süreçte Lehistan Boğdan işlerine de
müdahale etmiş ve Boğdan‘a tabi olan Hotin Kalesi’ni işgal
etmişti.
Aslında bakılırsa bu II. Osman için bulunmaz bir fırsattı.
O bir an önce kayda değer bir başarı kazanıp rüstünü ispat
ederek otoriteyi ve gücü sadece kendi uhdesinde toplamak
derdinde idi. Bu bağlamda savaşa bizzat katılmak istedi.
Padişah, sefere bizzat gitmeye karar verdiği zaman kardeşi
Mehmed’i hükümdar olma çağına gelmesi sebebiyle
öldürtmeye karar verdi. Rumeli Kazaskeri Taşköprülüzade
Kemaleddin Efendi‘nin de fetvayı vermesi üzerine Şehzade
Mehmed boğduruldu. Şehzade Mehmed, öldürmek için
üzerine hücum ettiklerinde: “Osman! Allah’tan dilerim
ki benim ömrümden nice mahrum eyledin ise sen dahi
behremend olmayasın” diyerek beddua ile feveran etti.
Sefer hazırlıklarını tamamlayan ordu 16 Haziran 1621’de
hareket etti. Tuna kıyısına gelindiğinde karşı tarafa köprü
kuruldu ve bu köprünün gözetimini padişah bizzat kendisi
yaptı. Köprüden yeniçeriler birer birer padişahın önünden
geçerken kendilerine yarımşar kuruş bahşiş verildi.
II. Osman
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
22
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Islahat Düşüncesi ve Hac Kararı
Lehistan Seferi’nde tam bir muvaffakiyet kazanamayan II.
Osman bunun en mühim sorumluları olarak elbette askeri
görüyordu. Bu itibarla askeri sistemde muhakkak ıslahatın
yapılması gerektiğini düşünüyordu. Bu konuda kendisini
teşvik edenler ise Darüssaade Ağası Süleyman Ağa ve hocası
Ömer Efendi idi ki bunların padişah üzerinde büyük etkileri
vardı. Bu bağlamda bunlar güç dengesinin Yeniçerilerden
genç padişaha yani doğal olarak kendilerine geçmesini
arzu ediyorlardı. Ancak askerlikten gelmeyen ve işin ehli
olmayan bu zatlar henüz küçük yaşta olan II. Osman‘ı
yanlış noktalara sevk etmekte idiler. Özellikle Süleyman
Ağa Yeniçeri taifesinin topyekün ilga edilmesi ve Anadolu
sekbanlarından müteşekkil tam itaat sağlanabilecek bir
ordunun meydana getirilmesi için genç padişahı iknaya
çalışıyordu. Elbette ki bu düşüncenin altında gücün
padişaha doğal olarak da onun en yakınlarına kayması fikri
vardı. Böylece “askerler devri “ kapanacak “ağalar saltanatı”
başlayacaktı.
Genç Osman’ın at üzerinde minyatürü.
II. Osman bu şekilde bir nevi asker yoklaması da yapmış
oluyordu. Fakat sefer ulufesinin bu şekilde dağıtılışı
padişahın cimriliği hakkındaki rivayetlerin çıkmasına
sebep oldu. Ayrıca kapıkulu zabitlerine güvensizlik olarak
algılanan bu hareket ocağın genç padişaha karşı tavır
almasına sebep oldu. Ocak taifesi padişahın bu tavrına
karşı ilk tepkilerini savaş meydanında gösterdiler. Savaşın
başarıya ulaşması için yapılan son hücumda yeniçeriler
savaşmak istemeyerek gayretsizlik gösterdiler. Bu onların bir
nevi gücün kimde olduğunu gösterme şekliydi. Yeniçerilerin
kasten bu şekilde hareket ettiklerini anlayan padişahın
ocakla arası her geçen gün daha da açılıyordu. Yeniçeriler,
savaşta kahramanlık gösteren askere padişahın iltifat
etmediğini ve az miktarda verdiği bahşişlerle askeri küçük
düşürdüğünü ileri sürüyorlardı. Yeniçerilerin bu yaptığını
cezasız bırakmak istemeyen padişah bu güç savaşında
kılıcını çekmiş bulunarak askeri etkilediğini tespit ettirdiği
yüz yeniçerinin başını vurdurdu. Bu durum ocak halkının
padişaha daha da kinlenmesinden ve intikam duygularının
kabarmasından başka hiçbir işe yaramadı.
Yeniçerilerin savaş meydanındaki tutumları padişahın
elini kolunu bağlamıştı fakat başarısız bir şekilde geri dönüş
de Genç Osman’ın sonu demekti. Bu ahval üzerine Genç
Osman gerekirse Hotin Kalesi önünde kışı geçireceğini ama
burayı almadan asla dönmeyeceğini büyük bir kararlılıkla
harp meclisinde dile getirdi. Alınan bu karar karşısında
Lehistan da daha fazla savaşmayı göze alamayarak Hotin
Kalesini Osmanlı’ya teslim etti. Tam anlamıyla bir başarı
kazanılamamış olsa da Lehlilerin bu hamlesi padişahın
düşeceği fena hali bir süre daha geçiştirmiş oluyordu.
Böylelikle kapıkulu–padişah çekişmesinin ilk etabı
II.Osman‘ın zaferiyle son bulmuş oldu.
MSGSÜ TARİH
II. Osman bu entrikalar arasında kalmış gayretli ve
reformist bir padişahtı. Halefleri gibi sadece orduda değil
diğer müesseselerde de reform yapmayı planlıyordu. Harem
geleneklerini değiştirerek burayı tasfiye etmeyi ve hanedan
erkeklerinin Türk ailelerden nikâhla kız almasına yol açmayı
istemekteydi. İlmiye teşkilatlarının siyasi nüfuzunu kırarak
bu zümreyi siyasetten uzaklaştırmak emelindeydi. Fatih ve
Kanuni devirlerinden kalan eskimiş kanun ve mevzuatın
değiştirilerek yerine günün ihtiyaçlarına cevap verebilecek
yeni kanunlar çıkarmak istiyordu. Padişahın bu arzu ve
isteklerine Şeyhülislam Esad Efendi’nin başında olduğu
ilmiye sınıf çekimser, kapıkulu ocakları ise açıkça muhalifti.
Padişah ıslahat hareketlerine çevresinin de etkisiyledoğrudan ocaktan başlamaya karar verdi. Öncelikle ocağın
mevcudunu anlamak için yoklama yaptırttı. Mevcudu,
maaş defterinde olandan az bularak parayı kesti. Bu durum,
mevcut olmayan askerleri var gibi göstererek onların
yevmiyelerini alan zabitlerin de memnuniyetsiz askerlerin
safına geçmelerine sebep oldu. Ardından padişah yeniçeri
taburlarını teftişe tabi tuttu. Bu sırada eksik gördüğü
hususlarda subaylarına, birliği önünde ağır sözler sarf etti.
Ceza olarak kıdem zamlarını kesti. Bu gelişmeler kapıkulu
ocakları ile padişahın arasının iyice açılmasına sebep oldu.
Artık II. Osman da Süleyman Ağa ile hocası Ömer Efendi‘nin
tesiri altında ocağın lağvedilmesi fikrine tam manasıyla
inanmış bulunuyordu. Kapıkulu ocaklarını ilga ederek;
yerine Anadolu, Suriye ve Mısır Türklerinden müteşekkil,
sadece askerlikle uğraşan, padişahın iradesine mutlak itaat
gösterecek bir ordu kurmak kararını vermişti. Bu itibarla
Halep, Şam, Erzurum ve Mısır beylerbeylerine gizli bir
irade göndererek bölgelerinden asker yazdırmalarını istedi.
Bu gelişmenin yeniçeriler tarafından duyulması ile mesela
daha da vahim bir hal aldı. Artık bombanın pimi çekilmişti
ve fitne kazanı fokurdamaya başlıyordu.
MAYIS 2015
23
Tarihin En Acı Darbesi: Genç Osman’ın Katli
Padişah bu tehlikeli fikirlerinin su yüzüne çıkması
üzerine Lübnan’daki asi lider Emir Fahreddin’in üzerine
yürümek için bu hazırlıkları yaptığını bildirdi ise de
yeniçeri buna ikna olmadı. Bunun üzerine genç padişah ani
bir hamleyle hacca gideceğini ilan etti. Kendisinden önce
gelen padişahlardan hiçbiri hacca gitmemişti. Fikirlerini
faaliyete geçirmek için yaptığı bu hamle padişahın hocası
Ömer Efendi ve Darüssaade Ağası Süleyman Ağa’dan
müthiş bir destek gördü. Onlar askerin dize getirilmesi
adına genç padişahı uçurumun kenarına sürüklüyorlardı.
Bu durumdan askerler elbette hoşnut değildi ve padişahın
ne amaçla bu kararı aldığının da farkındaydılar. Şimdi sahne
sırası askerlere geçmişti ne yapıp edip padişahı payitahtta
tutmak ve durum o raddeye gelirse de padişahı tahttan
indirmek niyetindeydiler. Zira aksi takdirde bu asker için
felaket demekti.
İsyan Hareketi Başlıyor:
“Padişahlara hac lazım değildir!”
Lehistan seferi sırasında ortaya çıkan padişah–
kapıkulu gerilimi, sefer dönüşü padişahın aldığı bir dizi
kararlar neticesinde iki taraf arasında kapanması pek de
mümkün olmayan geniş bir uçuruma sebep oldu. Yukarı
da bahsettiğimiz bu sürecin son halkası ise
padişahın hac kararı alması oldu. Yeniçeriler
bu durumdan memnun olmadıklarını
kendilerine özgü üsluplarıyla göstermeye
kararlı idiler.
Yeniçeri ve sipahi ileri gelenleri
padişahın hac kararı üzerine toplanarak;
“Padişahın Hicaz‘a gitmesi mutlak
olarak bizden yüz çevirmesi
dolayısıyladır. Başka türlü
değildir. Düşman tehlikesi
varken hükümdarın makamından
ayrılması hatadır. Bundan vazgeçmelidir
” diyerek söz birliği yaptılar. Padişahın
otağını Üsküdar’a geçirmeye başlaması
üzerine askerin hareketi de başlamış
oldu.
Süleymaniye’de
toplanan
yeniçeriler, At Meydanı denen Ayasofya
ile Sultanahmed camileri arasındaki alana
geldiler. Toplanan yeniçeriler, “Padişahlara
hac lazım değildir!” diye bağırmaya
başladılar. Daha sonra padişahı bu işe
teşvik edenleri cezalandırmak için önce
Sultan Osman’ın hocası Ömer Efendi’nin
konağını
yağmaladılar
ardından
Sadrazam Dilaver Paşa’nın konağına
gittiler. Sadrazam konağında olmadığı
için muhafızlar yeniçerilere ateş açtılar.
Silahsız yeniçerilerin bazılarının ölmesi
üzerine iş tamamen çığırından çıktı.
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
Genç padişah haberleri akşama doğru duyunca olayın
vahametini kavradı. Ulemadan birkaçını saraya çağırarak
yeniçerilerin ne istediklerini sordu. Onlar da “Kul taifesi,
padişahın Anadolu’ya gitmesine razı değildir. Hoca Ömer
Efendi ve Darüssaade Ağasının vazifeden alınarak saraydan
uzaklaştırılmasını istiyorlar” cevabını verdi. Sultan da
“Varın söylen Kâbe’ye gitmekten vazgeçtim. Fakat hoca
ile ağayı görevden azletmek istemem” dedi. Sultan Osman
fikrinden vazgeçmiş değildi ve durumun yatışmasını
bekliyordu. Akşam vakti olunca isyancılar meseleyi ertesi
güne bıraktılar. Ertesi gün yapılan müzakereler sonucu
aralarında Ağa ve Hoca’nın da olduğu yeniçerileri sevmeyen
altı kişinin kellesini istediler. Sultan Osman istekleri
duyunca “Onlar başsız askerdir. Tiz dağılır!” diyerek olayın
vahametini kavrayamadı. Kendisine bu haberi getiren
ulemayı da hapsettirdi. Bunun üzerine Saray dışında
ulemadan haber bekleyen askerin işin uzaması üzerine
taşkınlıkları arttı. Daha fazla dayanamayarak sarayın dış
kapısından binlerce isyancı içeri girmeye başladı. Hiçbir
mukavemetle karşılaşmayan askerler ikinci kapıyı da geçip
üçüncü avluya geldiler.
Askerler üçüncü avluya girdiklerinde saray adeta boş
gibiydi. Herkes bir tarafa saklanmış ve korku içindeydi.
Karşılarında kimseyi bulamayan yeniçeriler işi daha da
ileri götürüp padişahtan ayak divanı istediler. II. Osman
Han bunu kabul etmedi. Bunun üzerine iyice sinirlenen
isyancılar “Sultan Mustafa’yı isteriz!” diye bağırmaya
başladılar. Artık isyanın şekli değişmiş ve Sultan Osman’ın
tahttan indirilmesi yoluna gidilmişti. Askerler Sultan
Mustafa’nı kaldığı daireye dalarak onu çıkarıp biat ettiler.
İşte o an Sultan Osman iş işten geçtiğini anlamıştı. Bunun
üzerine Sadrazam Dilaver Paşa ve Darüssaade Ağasını
isyancıların yanına gönderdi. Bunları gören asiler oracıkta
ikisini de paramparça ettiler. Genç sultan bu şekilde asileri
yatıştırmayı düşünmüştü fakat isyan artık durdurulamaz
boyuta gelmişti. Akli melekelerini kaybetmiş olan Sultan
Mustafa’yı odasından kaçırıp biat eden askerler daha sonra
onu bir hasta arabasıyla Bayezid’deki Eski Saray’a götürdüler.
Şimdi ise tek ilgilendikleri Sultan Osman’dan alacakları
intikamdı.
Genç Osman son ana kadar mukavemet fikrinden
vazgeçmemişti. Sarayburnu’ndan gemiyle Mudanya’ya
gitmek, Bursa’da taht kurup asilerin hakkından gelmek
niyetindeydi. Fakat asiler tüm deniz vasıtalarına el
koymuştu. Başka bir çaresi olmadığının farkına varan
Sultan Osman yeniçeri ocağına sığınmaya karar verdi. Artık
yapacağı pek de bir şey kalmamıştı ve biraz “vicdan” umut
ediyordu. Sultan Osman Yeniçeri Ağası Ali Ağa ile ihtilali
nasıl söndürecekleri hakkında konuştuktan sonra bir takım
vaatleri askerlere bildirdiler. Fakat asker “Nasıl padişah
olduğunu bilirsiniz. Bu defa maazallah ocağımızı söndürüp,
intikam alsa gerektir ” diyerek Genç Osman’ın son umudunu
da kırmış oluyordu.
24
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Acı Son :
“Oldu Şehit Osman”
İsyancılar ellerine düşen sultanı Ağa Kapısı’ndan alıp Orta
Cami’ye götürdüler. Yolda bir hükümdara, bir Osmanoğlu’na
tarih boyunca asla reva görülmemiş hakaretler yapıldı.
Altıncıoğlu namında biri padişahın baldırını sıkıp, hayâsızca
padişahı taciz edince Sultan Osman “Behey edepsiz mel’un!
Padişahınız değil miyim? Nedir bu ettiğiniz cefa” diyerek bu
çirkinlikten yakındı.
Orta cami’ye getirilen Sultan Osman’ın sonu müphemdi.
İsyancılar şimdi Sultan Osman’a ne yapacaklarını
tartışıyorlardı. Yeniçeriler sultanın öldürülmesiyle halkın
ayaklanabileceğini düşünerek kafes hayatına alınmasını
istiyordu. Ancak gücünü akli melekelerini kaybetmiş şuursuz
bir padişahın acziyetinden alan ve yerini sağlam tutmak
isteyen yeni Sadrazam Davud Paşa onun yaşamasında
tehlike görüp öldürülmesini istiyordu. Sultan Osman bu
tartışmalar sırasında şöyle dedi “Sipahi ağalarım, yeniçeri
ihtiyarları babalarım. Gençlik belasıyla fena nasihatlere
kulak verdim! Niçin beni böyle tahkir ediyorsunuz? Keşke
getirirken tüfek kuşunu ile vursaydınız! Beni artık istemiyor
musunuz? ” Bunun üzerine bir ses yükseldi “Seni istemeyüz.
Ancak katline de rızamız yoktur.”
Davut paşa yeniçerilerin bu tutumundan hiç de hoşnut
değildi ve Genç Osman’ı öldürmeye niyetliydi. Sultan
Mustafa tahta oturduktan sonra asker dağıldı. Bunun üzerine
en güvendiği adam olan Kalender Uğrusu (Çocuk Hırsızı)
denen zabite Sultan Osman’ı Yedikule ‘ye götürmesini ve
MSGSÜ TARİH
yanına sekiz cellat almasını emretti. Yedikule’ye getirilen
sultan sonun geldiğini biliyordu ama sonuna kadar mücadele
etmek istedi. Cellatların hücumlarına son ana kadar karşı
koydu. Cellatlar kementden başkaca bir silah da kullanmak
istemiyorlardı. Çünkü hanedandan olanın kanı akıtılmazdı.
Fakat arkasından gelen bir cellad son çare baltası ile omzuna
vurarak Sultan Osman’ı fena şekilde yaraladı. Bu durumu
fırsat bilen cebecibaşı, kemendi padişahın boynuna geçirdi
ve yere düşürdü. Bu sırada Kalender Uğrusu, Genç Osman‘ın
husyelerini sıkarak şehit etti. (20 Mayıs 1622) “Oldu şehit
Osman” bu kahredici olayın tarihi olarak düşüldü.
Ey dil ciğerler doldı hûn
Derdim bir iken oldu on
Kan ağladı ehl-i fünûn
Şah-ı cihana kıydılar
Sonuç
Genç Osman’ın bu şekilde bir darbe ile ve bu denli bir
zulüm ile öldürülmesi tarihimizin en elim olaylarından
biridir. Osmanlı tarihinde katledilen ilk padişah Sultan
Osman oldu ama bu bir son olmadı. Bundan sonraki devirler
için bu acıklı olay kötü bir emsal oldu ve yeni katilerin
yolunu açtı. Bu tarihten sonra Osmanlı’nın çalışmayan
kurumlarını ıslah yoluna gitmek isteyen tüm yenilikçi
padişahlar çeşmenin başını tutmuş olan statükocu dönem
güçleri tarafından ya altlarındaki tahttan ya da omuzlarının
üstündeki baştan olmuşlardır.
MAYIS 2015
25
OSMANLI ŞİİRİ ve MUHİBBÎ
Şule BÜLBÜL
Osmanlı edebiyatı bildiğimiz üzere edebiyat tarihimiz
içerisinde ayrı bir yere sahiptir. Edebiyat otoriteleri Osmanlı
entelektüel hayatından övgüyle söz eder. Padişahların
şiirle, sanatla ve sanatçıyla müthiş bir bütünlük içerisinde
olduğu kaynaklarda sıkça belirtilen bir konudur. Osmanlı
edebiyatına ve şiirine dair hiç bir şey bilmesek dahi sadece
yirmi altı Osmanlı padişahının şair olduğunu düşünürsek
bu bile son derece değerli bir edebiyat hayatı ile
karşılaşacağımızın habercisidir. Elbette böyle
önemli bir dönemi burada ayrıntılı bir şekilde
incelemek mümkün değil. Şiirlere teknik bir
bakış ile yaklaşmak da daha çok edebiyatçıların
alanı olduğu için bu şekilde de bir hadsizlik
yapmak istemem. Burada çok daha genel hatlarıyla
Osmanlı döneminde şiirden söz edip ve padişah
şairlerden olan Muhibbî mahlaslı Kanuni Sultan
Süleyman’ın şiirine genel manada kısaca
değinmeye çalışacağız.
Osmanlı edebiyatı denildiğinde
zihnimizde ilk olarak, ‘’soyut, anlaşılmaz,
halktan uzak, dili ağır’’ şeklinde düşünceler
canlanabilir. Zira yıllarca ders kitaplarında
bu şekilde anlatıldı. Sadece ders kitaplarıyla yetinen
öğrencilerin zihninde bir ön yargı oluşması da çok doğaldır.
Bir edebi metin, döneminin sosyal ve kültürel özelliklerini
yansıtır. Dolayısıyla metni ve sanatçıyı asla toplumundan
ayrı düşünemeyiz. Osmanlı dönemi de gerek sanatçıya
verilen değer, gerekse şiirle iç içe sürdürülen bir hayat olarak
bu düşüncemizi destekleyecek örnekler sunar. Yavuz Sultan
Selim, Kanuni Sultan Süleyman, IV. Murad dönemleri edebi
zevk ve entelektüel hayat bakımından incelenmesi gereken
dönemlerden sadece bir kaçıdır.
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
Son yıllarda eski edebiyata dair yapılan tez çalışmaları
artmış bulunmakta fakat Osmanlı edebi metinlerinden
istifade konusunda henüz çok ciddi bir ilerleme olduğu
kabul edilmiyor. Bu çalışmaların azlığının çeşitli sebepleri
olduğu belirtiliyor. Metot yetersizliği, edebi dilin kendine
has yapısı vs. bu alanın yeterince ele alınmamasına sebep
olmuş. Bir de şöyle bir konu var ki benim de oldukça haklı
bulduğum bir gerekçedir bu. Ülkemizde –henüz üniversite
seviyesinde bile sağlayamadığımız- disiplinler arası
çalışmaların eksikliği...
Ne yazık ki tarih bölümlerinde edebiyat okunmuyor,
edebiyat bölümlerinde ise tarih, sosyolojii gibi
dersler okutulmuyor ya da çok az sayıda ders
bulunuyor. Maalesef bu durum da disiplinlerarası
birikime dayanan ciddi araştırmaların eksikliğine
sebep oluyor. Umarız elimizdeki hazinenin farkına
varabiliriz.
Osmanlı padişahlarının yirmi altısının şair
olduğunu belirtmiştik.
Şöyle diyor İskender Pala ‘’Onlar şair
olurlardı, çünkü sözü şiir biçiminde
söylemek nesir söylemekten evla idi. Onlar
şair olurlardı, çünkü doğu medeniyetinin
hükümdarları kılıç kadar söz ile birbirlerine üstün
gelmek isterlerdi. Onlar şair olurlardı, çünkü çevrelerindeki
insanların çoğu şair idiler ve onların kaç kırat söz
söylediklerini böylece anlamış olurlardı. Onlar şair olurlardı,
çünkü şehzadeliklerinde şiir eğitimi alırlardı. Onlar şair
olurlardı, çünkü meclislerinin ser-hoş eden, mest eden
içkisi şiir idi. Onlar şair olurlardı, çünkü şairleri himaye
etmek onlara Hz. Peygamber sünneti olarak kalmıştı. Ve
nihayet onlar şair olurlardı, çünkü onlar aşık olur, üzülür,
sever ve ya ağlarken şiire sığınmayı severlerdi. Onlar şair
olurlardı çünkü herkes gibi insan idiler...’’
26
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Sultan Süleyman da onlardan biriydi. Ve pek çok alanda
olduğu gibi söz sanatlarında ve şiirde de ustaydı. Şair
sultanlar arasında ihtişamlıydı. ‘’Muhibbî’’ mahlası; seven,
aşık, sevgi düşkünü, sevgiye yönelik anlamlarını ifade
eder. Onun yanı sıra ‘’Muhib(seven)’’ ‘’Meftûnî(tutkun)’’
mahlaslarıyla da şiirler yazmıştır. Devrinde şairlerin itibarı
artmıştır. İyi bir şair duyunca onu himaye etmek istediği ve
iltifatını esirgemediği kaynaklarda belirtilir. Çağdaşı tarihçi
Selaniki’nin anlattığına göre şair Baki hakkında ‘’Ömrümün
üç yerinden çok hazzetmişimdir; bunlardan biri de Bakî gibi
bir şairi bulup, çıkarıp iltifat etmekliğimdir!’’ buyurmuştur.
Coşkun bir lirizm ile şiirlerini yazmış ve âşıkane
şiirlerinde kendine has bir üslup oluşturmuştur. Kendisini
Allah’ın kulu ve sevgilisinin kölesi olarak görür, ona göre
mısralar oluşturur. Sevgili karşısında boyun eğen yumuşak
mizaca sahip. Sevgiliye ulaşmak isterken tasavvufun mecaz
dünyasından da sıklıkla faydalanır. Bir hükümdar olmakla
birlikte hükümdarlığının gelip geçiciliğin de farkındadır.
Divanında bunu sık sık tekrar eder.
Genel olarak Muhibbi’nin devrine göre sade bir şiir
yazdığı, sanat kaygısından uzak, kolay söylenmiş hissi
bırakan şiirleri olduğu ve kendisinin de dediği gibi ‘söz
mülkünün sultanlarından biri’ olduğu ifade ediliyor.
Kanuni dönemi klasik şiirimizin önemli bir çağı kabul
edilir. Zâtî, Fuzûlî, Hayâli, Yahya Bey, Baki vs. gibi ünlü ve
ismi bilinenler yanında, bu dönemde yüzlerce divan şairi
yetişmiştir.
Muhibbi Divanı ilk kez Adile Sultan tarafından
bastırılmıştır. (İstanbul 1308 h.) Divanın çeşitli
kütüphanelerde pek çok nüshası mevcuttur. Nuruosmaniye
Kütüphanesi’nde bulunan kopya ile İstanbul Üniversitesi
Kütüphanesi’ndeki nüsha bilhassa önemlidir.
Şimdi Muhibbi’nin bir kaç farklı şiirinden bölümler
örnekler okuyalım.
MURABBA
I
Tâlib-i gülden âlem içre nasibüm hârdur
İnlerem bülbül gibi can u dilüm bimârdur
Ta’n-ı düşmen bir yana cevr-i yârdur
Kankı birin diyeyüm bin dürlü derdüm vardur
(Şu dünyada gülü arzuladım ama nasibime diken
düştü. Şimdi bülbül gibi bu inlememin sebebi,canımın ve
gönlümün o gül için aşk hastası olmasıdır. Rakiplerimin kötü
sözleri bir yanda, sevgilinin eziyetleri öte yanda... Hangisini
söyleyeyim ki; (bu aşk yüzünden) bin türlü derdim vardır...
MURABBA
IX
Etsen tamâ’ sen mâla ger
Hiç kimse demez sana er
Terk eder ol gün cân u ser
Olsun kılıçlar bî-gılâf
(Eğer cenk esnasında ganimet malına tamah edersen bu
erlik değildir. Er, o zorlu günde canı ve başının kaygısına
düşmeyendir. İşte o erlik için kılıçlar kınından çıksın!...)
X
Giysin demirden pîrehen
Merdaneye oldur kefen
Budur sözüm ayruk dimen
Olsun kılıçlar bî-gılaf
(Demir gömlekler (zırhlar) giyilsin, ki yiğit olanın kefeni
işte odur. İşte sözümü söyledim, kimse üstüne bir şey
demesin: ‘’Kılıçlar kınından çıksın!...’’)
MUHAMMES
I
Dostlar var müşkülüm kılmadı hiç bir kimse hâl
Ânın içün eşk-i çeşmüm görünür mânend-i sel
Bir gedâyım ol şehün vaslı degül bana muhal
Top-ı âhumdan benüm bir taşına gelmez halel
Kal’a-i derd ü firâkun ne aceb bünyâdı var
(Dostlar!... Hiç kimsenin vaziyet edemediği, içinden
çıkamadığım bir müşkülüm var. Gözümün yaşı işte bu
yüzden sele dönmüştür. Ben bir dilenciyim, o ise sultan...
Ona kavuşmaksa olmayacak bir hayal... Şu dert ve ayrılık
hisarı ne acayip ve güçlü bir yapıdır ki benim ahlarımın
gülleleri bir tek taşına bile tesir etmiyor. (Şair ah eylediği
vakit ağzından çıkan dumanın yumak gibi gidişini bir top
güllesine benzetiyor.)
Ayrıca, Kanuni’nin öğüt verici mahiyetindeki
gazellerinden birinin matla’ı halen ata sözü gibi
kullanılmaktadır:
Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
27
MACERAPEREST AFANASİY
Büşra GÜLER
Toplumların siyasi tarihleri, yaşadıkları coğrafyaları,
kültürleri ve medeniyetleri hakkında bilgi edinmek için
birçok kaynaktan yararlanılmaktadır. Bunlardan birisi de
seyahatnamelerdir. Seyahatnameler sosyal tarih, kültür ve
medeniyet ile tarihi coğrafya açsından önemli kaynaklardan
biridir. Bu yazılar, bazen yazıldığı döneme ışık tutan nadir
kaynaklardan birisi olma özelliğini bile taşır. En çekici
olanları ise yüzyıllar önce yazılmış olan seyahatnamelerdir.
Bizleri o yüzyıllara götürüp yeni yerlerle ve toplumlarla
tanıştırırlar.
Seyahatnameleri yazan bu gezginlerden bazıları ya haber
ulaştırmak için ya da çevre hakkında rapor tutmak için yola
koyulmuştur. Bunların haricinde maceraperestliklerine
engel olamayıp yola koyulanlar da olmuştur. Bu kişiler ise
gördüklerini kaydederken kaygı ve çekinme gütmemişlerdir.
Rahat bir şekilde gördükleri şeylerden bahsedip fikirlerini
kaydetmişlerdir. Bunları zevk alarak okumanın en güzel
tarafı da yazdıkları şeyleri kaygı gütmeden apaçık bir şekilde
ifade etmiş olmalarıdır. İşte bunlardan birisi de Afanasiy
Nikitin’in “Üç Deniz Ötesine Seyahati”dir.
Afanasiy Heykeli-Tver
Seyahatname notları ilk kez 1817 yılında Türk-Tatar asıllı
Nikolay Mihayloviç Karamzin tarafından Troitse Sergiyev
Manastırı arşivinde bulunmuştur. Önemli bir kaynak oluşu
sebebiyle diğer dillere de çevirisi yapılmıştır.
MSGSÜ TARİH
Afanasiy’in 1955’te Hruşçev döneminde, Tver şehrinin
İtil Irmağı kıyısına bronz heykeli dikilmiştir. Bir başka
gelişmede seyahatnamenin beyaz perdeye aktarılmış
olmasıdır. Afanasiy’in neler yaşadığına gelin kısaca hep
beraber bir göz atalım.
XV. yüzyılın ikinci yarısında Rusya’nın Tver Knezliğinden
yola çıkarak Hazar Denizi, Hint Denizi ve Karadeniz
coğrafyalarına seyahat eden Afanasiy, yaşamının kısa bir
bölümünü o dönemde Hindistan’da hüküm süren Behmen
Türk Sultanlığında geçirmiştir. Bu seyahatiyle birlikte
Türk Dünyası’nda seyahat eden ilk ve tek Rus gezgini
olma özelliğini taşımaktadır. Yazdığı notlarda Türkçe
kelimelerde kullanmıştır. Seyahatini her ne kadar ticari
amaçları için gerçekleştirmiş olsa da; o dönem ki Rusların
seyahatnameden de anlaşılacağı üzere pek fazla dışarıya açık
olmadıkları anlaşılmaktadır. Bu durum ise bize Afanasiy’in
maceraperest birisi olduğunu göstermektedir.
Tacir gezginin bu yolculuğunu ticari ve iktisadi yönden
tek kelimeyle değerlendirecek olursak, büyük bir hüsran
diyebiliriz. Yolculuğu sırasında neredeyse başına gelmeyen
kalmamıştır. Türk-Tatarlarının saldırısına uğramış
olması, mallarının yağmalanması, seyahat ettiği gemilerin
parçalanmış ya da karaya oturmuş olması, tutsak edilmesi,
kendi dini ile Müslümanlık arasında sıkışıp kalması
gibi pek çok sorunla karşılaşmıştır. Kısacası onun için
kazançlı bir yolculuk olmamıştır. Müslümanlığı kabul
edip etmediği, bu konuda yazdıklarının çelişkili olması
sebebiyle anlaşılmamaktadır. Hint şehirlerinin bazılarından
bahsederken o şehirlerde yaşayan halkın tuhaf olduğundan
ve beyaz insanlara garip bir şekilde bakıldığından
bahsetmiştir. Farklılığın her zaman ilgi çekici olduğuna
burada da rastlamaktayız. Ayrıca fillerin askeri amaçla o
coğrafya da kullanıldığına da değinmiştir. Dönüşü sırasında
ise Tebriz’e uğradığında Otlukbeli Savaşı’nın izlerinin hala
devam ettiğini verdiği bilgilerden anlamaktayız. Son olarak
Kırım’a geçmek için elinde kalan iki altınını kullanmış ve
ancak üçüncü denemesinde Kırım’a geçtiğini kaydetmiştir.
Afanasiy Nikitin, XV. Yüzyıl Türk Dünyası hakkında bize
önemli bilgiler vermektedir. Yazdıklarından anlaşılacağı
üzere Kazan Hanlığı, Astrahan Hanlığı, Kırım Hanlığı,
Akkoyunlu Devleti, Timurlu Devleti, Behmen Türk
Sultanlığı ve Osmanlı Devleti topraklarına seyahat etmiştir.
Kısa olmasına rağmen erken dönem Rus edebiyatının
önemli eserleri arasında yerini almaktadır. Ayrıca Türk
tarihi açısından önemli olup, okurken sıkılmayacağınız
macera dolu bir seyahatnamedir.
MAYIS 2015
28
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
SEYAHATNAMENİN İÇİNDEN (RUS RESSAMLARIN ÇİZDİĞİ DÜŞÜNÜLEN BAZI RESİMLER)
Afanasiy’in yola çıkmadan önce vedalaşmasını gösteren resim.
Gemi yolculuğu sırasında Tatarlar tarafından saldırıya uğraması.
Seyahatnamesinde bahsettiği Hindistan’da ki pazar yeri.
Hindistan’da olduğu sırada konakladığı yerlerden biri.
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
29
Tesadüfi Keşif: Max von Oppenheim ve Tell Halaf
Müge TOPAL
Batılıların Doğu’daki arkeolojik keşifler yapmaya dair
ilgisi Napolyon’un Mısır seferiyle (1798-1801) başladı.
Arkeolojiye duydukları ilgi giderek arttı; Kuzey Afrika,
Mısır ve Mezopotamya’nın Batılılarca işgal edilmesinden
sonra 19. yüzyıl boyunca uygulama alanı da buldu.
Max von Oppenheim entelektüel eğilimin ve merakın
Doğu’ya yöneldiği bir dönemde, 1860 yılında Köln’de Albert
Oppenheim ve Pauline Engels’in ilk çocukları olarak doğdu.
Albert Oppenheim’ın ailesi aslında Yahudi’ydi fakat o,
Pauline Engels ile evlenebilmek için din değiştirerek Katolik
olmuştu. Max, babası tutkulu bir koleksiyoner olduğundan
küçüklüğünden beri sanatla iç içe yaşadı. Babası, onun da aile
mesleği olan bankerliğe başlamasını istiyordu ama Max’ın
istekleri daha başkaydı. O, Doğu kültürünün büyüsüne
kapılmıştı. Anılarında yazdığına göre Doğu medeniyetlerine
ilgisinin başlamasına sebep olan olay küçüklüğünde ona
1001 Gece Masalları’nın hediye edilmesiydi.
1880’li yıllara gelindiğinde genç Max von Oppenheim’in
babasının isteği üzerine üniversitede hukuk bölümünü
bitirdiğini diğer yandan ise Arapça öğrenerek ve Doğu
sanatına ait nesneler toplamaya başlayarak Doğu’ya
duyduğu ilgiyi perçinlediğini görüyoruz. Gerekli sınavları
başarıyla geçip 1891’de yargıç yardımcısı olduktan sonra
doğu seyahatlerine başladı. Günümüzde Lübnan, Suriye,
Mısır ve Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde bulunan
yerleri gezdi.
1892 yılının yedi ayını geçirdiği Kahire’de diğer Batılı
gezginlerin yapmadığını yapıp Avrupa tarzı yaşamın
sürdüğü otelinden çıktı ve çoğunluğunu yerli halkın
oluşturduğu bir mahalleye taşındı. Burada Arapça ve İslam
üzerine çalışmalar yaptıktan sonra 1893-1894 yılarını Suriye
Çölü’nü, Mezopotamya’yı ve Basra’yı dolaşarak geçirdi. Bu
seyahatlerinin masrafını ailesi karşılıyordu.
Bu geziler sırasında kendinden önceki Avrupalı
seyyahların gitmediği yerlere gidiyor; onların yapmadığı
biçimde Bedevilerle yakın temas kuruyor ve onların
mütevazı yaşamlarına ortak oluyordu. Bu yıllarda
emperyalizmden ve sömürgeci devletlerden kurtulmak
isteyen Müslüman topluluklar ile yakınlaştı. Panislamizm
konusunda II. Abdülhamid’le 1895’te yaptığı görüşmeden
sonra Mısır’daki İngilizlerin dikkatini çekti.
Arap kıyafetleri içerisinde.
Politika ve diplomasiye ilgi duyan Max von Oppenheim,
bu alanda çalışmak için Alman Dışişleri Bakanlığı’na
başvurmuş fakat baba tarafından Yahudi kökeni bulunması
nedeniyle reddedilmişti. Ancak 1896 yılında yüksek
mevkilerdekilerle bağları olan arkadaşlarını araya sokarak
Kahire’deki Alman Konsolosluğu’nda ataşelik görevine tayin
edildi. Ne var ki bu görevin uzun süre sürmesi beklenemezdi
ayrıca von Oppenheim’in istediği kadar yüksek bir
diplomatik statüsü yoktu. Sonraki on üç yıl boyunca evi
olacak Kahire’ye 1896 Haziran’ında ulaştı. Burada net bir
görevinin de olmaması sebebiyle gelen özgürlüğün keyfini
sürdü. Berlin’deki üstlerine bölgedeki izlenimlerinden oluşan
raporlar -toplamı 500 kadar- yolladı. Bu dönemde, Alman
Bankası (Deutsche Bank) için Berlin- Bağdat demiryoluna
belirlenecek rota üzerine tavsiyeler vermek amacıyla Halep
ve Dımaşk üzerinden Kuzey Mezopotamya gezisi yaptı.
Bu gezi esnasında bölgedeki yerlilerin bazı ürkütücü taşlar
bulduklarına dair anlattıklarından da faydalanarak 19
Kasım 1899’da Tell Halaf ’da kumların altına gömülmüş
olan heykelleri buldu. Sadece üç gün içinde “Oturan
Tanrıça” adıyla bilinen heykel de dâhil olmak üzere birkaç
kayda değer parça kumların altından çıkartılmıştı. Bu test
kazısı sonucunda Batı Sarayı denen kısım da bulunmuştu
fakat kazı yapmak için yasal bir izinleri bulunmadığından
Oppenheim buluntuları gömdürüp yoluna devam etti.
Oppenheim kazı alanında ki şahsi çadırında.
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
30
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Alman Bankası demiryoluna rota belirleme konusundaki
çalışmalarından tatmin olmayınca von Oppenheim’i
danışmanlık görevinden azletti. Kahire’de ateşe olarak
çalışmaya devam eden von Oppenheim, Tell Halaf ’taki
kazılarla daha fazla ilgilenebilmek için bu görevi 1910
yılında bıraktı. Bu görevi yaklaşık on dört yıl boyunca
sürdürmüş ve Bedevilere gösterdiği yakınlık yüzünden
İngilizler ve Fransızlar tarafından pan-İslamist düşünceleri
yayarak yerel halkı isyana teşvik etmekle suçlanmıştı.
Tell Halaf ’ta Kazılar Başlıyor
1910 yılının Ağustos ayında von Oppenheim’ın eline
dönemin ünlü arkeologlarından Erns Herzfeld’ın yazdığı
bir mektup ulaştı. Mektupta Herzfeld, von Oppenheim’a Tell
Halaf ’da kazılara başlamasını teklif ediyordu. Herzfeld’in
mektubuna saygıdeğer iki arkeolog olan Theodor Noldeke
ve Ignaz Goldziher’in de olumlu cevap vermesiyle Tell Halaf
kazılarının çekirdek ekibi kurulmuş oldu. Bu gelişmelerin
sağladığı güvenceyle von Oppenheim ise ataşelik görevinden
istifa etti ve kazılara başlamak için babasından finansal
destek istedi.
Beş kişilik arkeolog ekibi kazılara 5 Ağustos 1911’de
başlanmasını planladılar. Gerekli araç ve gereçler von
Oppenheim’in babası tarafından satın alındı ve kazı
alanına getirildi. Buharlı trenin de dâhil olduğu ekipmanlar
yaklaşık 750.000 Mark’ mal olmuştu. Kazı için yerli halktan
aralarında çocukların da olduğu erkek, kadın beş yüz elliye
varan gündelikçi tutulmuştu.
Arkeologlar, kazıya başladıklarında bazı buluntuların
halk tarafından toprak altından çıkarıldığını; insanların
batıl inanışları yüzünden ve ya inşaat malzemesi elde etmek
amacıyla buluntuları tahrip ettiklerini gördüler.
Çeşitli bölgelerden ve değişik yaş gruplarından yaklaşık
500 yerli ona yardımcı oldu. Sonunda, daha önceden
keşfettikleri fakat izinleri olmadığı için buluntuların üzerini
kapattıkları Batı Sarayı günışığına çıktı. Hayvan ve insan
figürleri, kabartmalar, taştan heykeller büyüleyiciydi. Kuzey
doğu kanadında ise şehrin duvarları, geçitler, mezarlıklar
ve ibadet odası ortaya çıktı. Keşfin neredeyse her aşamasını
fotoğrafçılar detaylı şekilde belgeledi.
1913 yılında ki kazılardan.
Oppenheim ve beraberindekilerin bulduğu kalıntılar Geç
Bronz Çağı ve Demir Çağı’nda varlığını sürdüren Arami
topluluğuna aitti. Batı Sarayı ise M.Ö. 1000’l i yıllarda yaşamış
bir Arami prensine aitti. Aramilerin devleti günümüzde
Türkiye’nin güneybastısı, Suriye’nin kuzeydoğusu, Irak’ın
kuzeyi ve İran’ın kuzeybatısında bulunan bölgeydi.
Kazıların iki yıl süren ilk aşamasının sonlarına doğru
Oppenheim bir süreliğine Almanya’ya dönme kararı
vermesinden önce Djebelet el-Beda’ki rölyefleri keşfetti.
Buluntuları zarar görmeyecek şekilde paketleyip kendisinin
ve kazı ekibinin kaldığı binaya yerleştirdikten sonra
Almanya’ya dönmek için hazırdı. Fakat I. Dünya Savaşı’nın
patlak vermesi ona engel oldu.
Dışişleri Bakanlığı, Doğu konusunda uzman olan
Oppenheim’dan bakanlıktakilerin savunduğu pek çok
farklı fikirler hakkında bir inceleme yapmasını istedi.
Fikirleri inceleyen Oppenheim, 1914’ün sonbaharında
“Düşmanlarımızın Elindeki İslami Bölgeleri Ayaklandırma
Bildirisi” ni yayınladı. Bu bildiride İngiliz ve Fransızlara
karşı Padişah’ın dünyadaki tüm Müslümanları cihada
çağırmasının Almanlar açısından gerekli olduğunu
savunmuştu. Gerekli propagandayı yapabilmek için
Berlin’de Doğu İstihbarat Ofisi (Nachrichtenstelle für den
Orient) kuruldu ve başına Oppenheim getirildi.
V. Mehmed’in 1914’te cihat çağrısı yapmasından sonraki
yılı İstanbul’da geçiren Oppenheim, buradaki Alman
Başkonsolosluğu himayesinde propaganda çalışmalarına
başladı. Prens Faysal’ı Alman tarafına çekmek için yaptığı
görüşmelerde başarısız oldu ama Arap isyanı çıkartma
çabaları başarıya ulaştı.
Berlin’e 1917’de dönen Oppenheim, kazı sonuçlarını
yayımlamak üzere çalışmaya başladı.
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
31
Tesadüfi Keşif: Max von Oppenheim ve Tell Halaf
I.Dünya Savaşı’ndan Sonra Devam Eden Tell Halaf Kazıları
Büyük Savaş’ın bitmesinden sonra –Almanya, henüz
Milletler Cemiyeti’ne üyesi olmadığından- Oppenheim’in
kazılara devam etmesinin bir yolu kalmamış gibi
görünüyordu. Çalışmalarına 1922’de Berlin’de kurduğu
Şarkiyat Araştırma Enstitüsü’nde devam etti. Servetinin
büyük kısmını 1923’teki enflasyon sonucu kaybedince
arkadaşlarının ve ailesini mali desteğini almak zorunda
kaldı.
Almanya’nın 1926’da Milletler Cemiyeti’ne katılmasından
bir yıl sonra Oppenheim, yeni kazılar yapmak için bir
kez daha Tell Halaf ’a gitti. Taştan eserleri, top atışları ve
yerliler tarafından tahrip edilmiş olarak buldu. Oppenheim,
ilk kazı sırasında buluntuların alçı kalıbını aldığından
heykellerdeki ve kabartmalı duvar bloklarındaki hasarların
çoğunu giderebildi. Fransız manda yönetimiyle yaptığı
anlaşma sonunda buluntuların kendi payına düşe kısmını
–yaklaşık olarak tüm buluntuların üçte ikisi- Berlin’e
nakletti. Buluntuların diğer kısmı ise Halep’e götürüldü ve
Oppenheim burada, 1931’de Ulusal Müze adını alacak bir
müzenin çekirdeğini kurdu.
Nazilerin Yükselişi ve II. Dünya Savaşı’na Kadarki Sürede
Oppenheim ve Tell Halaf ’daki Çalışmalar
Nazilerin 1933 yılından itibaren güç kazanması
Oppenheim için potansiyel bir tehlike haline gelse de –
babasının Hristiyanlığı seçmeden önce Musevi olması
nedeniyle- o, Dışişleri Bakanlığı’ndaki arkadaşlarının
ve ekonomi dünyasının desteğini kazandığından bu
tehlikenin doğurabileceği sonuçlarla fazla ilgilenmiyordu.
Bilim dünyasındaki eski dostları sayesinde akademik
çalışmalarına devam etse de bazen dönemin havasına
uygun açıklamalar yaptı. Tarihçi Sean McMeekin’e göre
Nazi liderlerinin önünde yaptığı bir konuşmada heykelleri
Ari ırk kültürüne ait olduğunu söyleyip hükümetten destek
almayı bile başarmıştı.
1929’da kurduğu Max-von-Oppeheim Vakfı’yla
ölümünden sonra da keşifleri üzerinde çalışmalar
yapılmasını garantilemiş oldu.
Oppenheim, Berlin’deki meşhur Pergamon Müzesi’yle
buluntuları sergilemek istedi fakat maddi konularda
anlaşamadıkları için 1930’da özel “Tell Halaf Müzesi”ni
kurdu. Yaklaşık üç bin yaşındaki birkaç tonluk taş
heykellerin sergilendiği müze kurulduğu yılda Irak Kralı
Faysal, İrlandalı oyun yazarı Samuel Beckett, İngiliz romancı
Agatha Christie gibi dönemin ünlü isimleri tarafından
ziyaret edildi.
Oppenheim ve Oturan Tanrıça Heykeli-Tell Halaf Müzesi 1930
1939 yılında artık 78 yaşında yaşlı bir adam olan
Oppenheim Doğu’ya son bir gezi yaptı. Gezi hakkında
çok az şey bilinse de esas Oppenheim’in amacının izni
bitmeden önce kazılara devam etmek olması kuvvetle
muhtemeldir. Fakat Fransız yetkililer izin yenileme talebini
reddedince Suriye’den ayrılmak zorunda kaldı. Kazı iznini
yeniletemeyen ve yaklaşık iki milyon Mark kadar borca
batmış olan Oppenheim için durum giderek ciddileşiyordu.
Buluntuların bir kısmını New York’da satmaya çalıştı; bu
görüşme sonuç vermeyince de Alman hükümetine aynı
teklifi sundu.
Tell Halaf Müzesi-Berlin
MSGSÜ TARİH
Pazarlıklar devam ederken 1943 yılının Kasım ayında İngilizlerin attığı fosfor bombalarından birisi Oppenheim’in
müzesine isabet etti. Fosfor bombalarının yarattığı 900 Celsius derecelik cehennemde devasa bazalt heykeller binlerce
parçaya ayrıldı. Yangın söndürülmeye çalışırken taşlar ani
ısı değişikliğinden dolayı termal şoka uğradı. Kalıntılara
Berlin’deki Ön Asya Müzesi (Vorderasiatisches Museum)
sahip çıkana kadar aylarca kış soğuğu ve yaz sıcağı parçalara
zarar verdi.
MAYIS 2015
32
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Bombardımandan arta kalan yaklaşık 27,000 parçanın
bazıları bir insanın başparmağından bile daha küçüktü.
Restore edilemeyeceği düşünülen parçalar uzun yıllar
boyunca bodrumda muhafaza edildi. Aynı yıl gerçekleşen
başka bir hava saldırısında düşen bombalar Oppenheim’in
Berlin’deki evini ve buradaki kitaplarıyla koleksiyonunu yok
etti. Bu olaydan sonra Dresden’e taşınan Oppenheim burada
1945’te bir hava saldırısı daha atlattı fakat malvarlığının
tamamını kaybetmişti. Oppenheim, 15 Kasım 1946’da
Landshut’ta öldü.
Alman Araştırma Topluluğu ve Oppenheim Bankası gibi
kuruluşların maddi desteği sayesinde yenileme çalışmaları
2001’de başladı. Dört kişiden oluşan ekip restorasyonun
ilk aşamasında 27,000 parçayı 600 metrekarelik bir alana
yaydı. 2010’a kadar süren çalışmalarda 30dan fazla heykel
bir araya getirildi. Bazı kırık parçaların boyutu çok küçük
olduğundan onları birleştirmek ekibe tam bir sinir harbi
yaşatıyordu. Restorasyon süresinde Oppenheim’in kazılarda
çektiği fotoğraflar onların en büyük yardımcıları oldu.
Restorasyonun ana sponsoru olan Oppenheim Bankası
2009’da iflas etse de çalışmalar devam etti. Yenileme
çalışmaları tamamlandıktan sonra Tell Halaf buluntuları
Berlin’deki Pergamon Müzesi’nde (2011) ve Bonn’daki
Bundeskunsthalle’de (2014) sergilendi. Louvre ve British
Museum da bu olağanüstü parçaları sergilemek istediklerini
belirttiler fakat küratör Lutz Martin “zeminlerinin bu kadar
ağır nesneleri taşıyıp taşımayacağına” karar vermeleri
gerektiğini açıkladı.
Tell Halaf Müzesinin 1943’de ki bombalamadan sonraki hali.
Tell Halaf Buluntuları Restore Ediliyor
Tell Halaf ’ın oldukça hasar görmüş buluntularından arda
kalanlar Soğuk Savaşı ve daha sonraki yılları yer altındaki bir
depoda geçirdi. Almanya’nın birleşmesinden sonra Max von
Oppenheim Vakfı harabe olan eserleri ödünç olarak Prusya
Vakfı’na verdi. 1999’da Dışişleri Bakanlığı, Alman Araştırma
Topluluğu ve özellikle Oppenheim Bankası gibi bir kaç
kuruluştan gelen Tell Halaf ’ın Batı Sarayı’nı restore etme
teklifi Berlin’deki Müze Adası’nın ( Berlin’deki Spree Nehri
üzerindeki küçük bir adada bulunan, 1 kilometrekarelik
alanı kaplayan müzeler kompleksine verilen ad ) yöneticileri
tarafından kabul edildi.
Restorasyon çalışmaları.
MSGSÜ TARİH
27,000 parçaya ayrılmış eserler 9 yıl süren ve son
dönemlerin en büyük ve en pahalı restorasyon çalışmasıyla
birleştirilmiş oldu. Tell Halaf buluntularının heyecan verici
macerası böylece günümüze ulaştı.
MAYIS 2015
33
Tarih(rüya) Tabirlerine Girizgâh
Samet GÜREN
Nereden geldiğimiz, nereye gideceğimizi belirlemek için
ilk bilinmesi gereken şeydir. Maalesef kimsenin haberi,
merakı/tecessüsü yok, bir şeyin devamı olduğunu bilmek
yeterli, bu şey nedir, ne değildir? Erbab-ı cumhuriyetin
maalesef umurunda değil. – batıyı etkilediği oranda
umurunda- İbn Sina, Mevlana, Farabi, Harezmî, Fuzuli,
Taşköprülü-zade vd. ilim adamları hakkında malumat, bir
Alman veya Fransız vatandaşıyla eşdeğer seviyede, ilginçtir
kendi geçmişi söz konusu olunca kedi gibi miyavlayan,
ama batının yazdığı tarih ile mest olan bir güruhla karşı
karşıyayız. Bu durumda kendi aklımızla düşünmek yerine,
düşündürtülüyoruz. Türkiye’de kavramlar çorbaya dönmüş
durumda. Kullanılan kelimeler ile ifade edilmek istenilen
anlam arasında adeta uçurum var. Kullanılan kelimelerin
anlamları bilinmiyor veya bilindiğinden çok farklı anlamlara
geliyor kelime, kendi çapında okur–yazar bir insanda olması
gereken kavramsal donanım maalesef
güzel
okullardan
mezun
kimselerde bile mevcut değil.
Bu sebeble ortaya sağlıklı bir
iddia/düşünce çıkartılamıyor.
Neyi niçin yaptığını bilen,
yaşama felsefesi olan bir
geçmişten kopmamak için
öncelikle, her insanın yapması
gereken şey kendi dilini en iyi
şekilde bilmektir. Atalarının
şanlı
zaferlerini
diline
pelesenk edenler, atalarının
ne düşündüğünden habersiz,
yazdığı yazıyı okuyamaz halde,
hatta kendi yazdığı yazı ile bile
ilişkisi sıkıntılı, son yaşanan
Kırım olayı geçmişi
es geçmeyenler için
şaşırtıcı olmasa gerek,
aynı oyun daha önce
de sergilendi, sadece
perde farkı olmuş
olabilir.
MSGSÜ TARİH
İsrail-Mısır mücadelesi sırasında İsrail
hava güçlerinin Yavuz’un Mısır’ı feth
ederken kullandığı taktiği kullanması
boşuna değildir. Bizim için esas önemli
olan bunun İsrailli bir yetkiliye
hatırlatılması üzerine verilen cevap
“Yavuz’un
taktiğini
kullandık,
Mısırlılar tarih bilmez”. İbn Haldun‘un
“suyun suya benzediği gibi, geçmiş
geleceğe benzer“ sözü çağları aşa aşa
gelip konuyor zarif bir kuş edasıyla
gözümüzün önüne. Herkes tarih
konusunda ucuz allamelik peşinde
ama gözünün önünde cereyan
eden hadiselerin geçmişinden
habersiz, köşe yazarlarının en
çok atıp tuttukları konu, kahve
sohbetlerinin baş aktörü, hele
siyasetle uğraşanların diline doladığıdır tarih-din ile
tababet de tarihin yanında yer alır. -ama malumattan uzak
tekdüze lakırtılar. Bu yapılanlar ergeç birkaç kavramaya yol
açsa da çok kere önyargıya tutsak ederek güdükleştiriyor
tarihi. 20. Yy. içinde Türkiye’de dünyaya seslenen bir bilim
projesi, dünyaya seslenebilen âlim çıktı mı? Türkiye’de 20.
Yy. da yapılan en güzel şey Yeşilçam oldu bizce en özgün ve
düzgün işlerin yer aldığı ve bizim kendi kendimizi aynada
görmemize yardımcı olan bir sürü ölümsüz sanatçı. İlmin,
ilm adamının, ırkı olmaz. Koyunun, keçinin, kedinin ırkı
olur. Kendimize güvenerek –bu güveni sağlayacak ilmi
geçmişe sahibiz- kendi sorunlarımıza ilmin ışığında cevablar
vermeye gayret etmeliyiz, ilm insanlığın ortak malıdır, batısıdoğusu-hindi-çini olmaz. Bir yerde duracağız– o yer insan
olmalı ve kendimizi tanımayı öncelemeliyiz– ve dünyanın
ilmi birikimine kucak açarak zenginleşeceğiz. Bu mezkûr
zenginleşme için önümüzdeki en büyük engel yirmi dört
saatlik günde yirmi dört saat okuma yapamamaktır. Şunu
unutmamalıyız, Emeksiz ilim olmaz, çok çalışmalı ve sabırlı
davranmalıyız, Birilerinin dayatmalarına maruz kalmamak
için düşünmeliyiz. Taşköprülü-zade “Düşünmek yola
çıkmaktır.” diyeli yıllar oldu ama kadim eskimeyendir. Büyük
rüyalar görmeye çalışın çünkü sizler büyük insanlarsınız.
MAYIS 2015
34
Çağlara Ev Sahipliği Yapan Kudüs’ten
Günümüze Kalanlar-1
Alaattin Cem ÖZDEMİR
Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı kitabını bilirsiniz. Kudüs’te
olan küçük bir tepedir Zeytindağı. Oraya çıktığınız zaman
Kudüs ayaklarınızın altındadır. Güzel bir tarih cümbüşüyle
karşılaşırsınız sonra. Ama ne tarih cümbüşü!
Silüetler görürsünüz, olaylar, halklar... Yanında Mısır’dan
çıkarttığı İsrail halkıyla Hz. Musa’yı görürsünüz, çarmıha
giden yolda acı çeken Hz. İsa’yı, Romalılar’ın alkışlarını,
miraca yükselen Hz. Peygamber’i, Ömer ile gelen
Arapları, Selahattin’in maiyetindeki Kürtleri, Haçlılar’ın
Hristiyanlar’ını, yıllarca bölgeye bakan Osmanlılar’ı, daha
söyleyemediğim nice isimi...
Kudüs, veya diğer adlarıyla Yeruşelayim (Yahudiler
için.), Jerusalem (Hristiyanlar için.), günümüzde sur
içerisindeki tarihi Eski Şehir, ki buradan günümüze kalanlar
tarihin hemen her çağından bize maddi kültür kalıntıları
bırakmıştır, bir de surun dışında kalan yakın tarihin siyasi
çatışmalarıyla şekillenmiş Yeni Şehir olmak üzere ikiye
ayrılmıştır. Anlatmaya öncelikle Eski Şehir’den başlamak
istiyorum.
Kudüs’ün bu bölümü İsrail’in ve Filistin’in tümünden daha
başka bir havaya sahip. Sosyal açıdan oldukça kozmopolit
bir yapıya sahip olduğunu söyleyebilmekte mümkün.
Eski Şehir’in sosyal hayatına kuş bakışı baktığımızda
bölgenin kültürel açıdan dörde bölündüğünü görmekteyiz.
Yahudiler’in mahallesi, Müslümanlar’ın mahallesi,
Ermeniler’in mahallesi ve Hristiyanlar’ın mahallesi.
Yahudiler’in mahallesinde özellikle Shabbat günüyse ,
geniş ailesiyle yürüyen bir hassidimle karşılaşabilmek
mümkündür.
MSGSÜ TARİH
Zeytindağından bir bakış.
Ermeniler’in mahallesi, leziz Anadolu yemeklerini
tadabileceğiniz güzel lokantalara sahip bir bölgedir.
Hristiyanlar’ın mahallesi, daha sonradan bahsedeceğim Via
Dolorosa (Acı Yolu) ve Kutsal Mezar Kilisesi’ne ev sahipliği
yapan bölgedir. Burada ilgimi çeken ise şu oldu. Austirae
Mariae adlı bir otel-müze karışımı yerde oldukça Masonik
betimlemelerle karşılaştım. Oteldeki yer kaplamalarının
damalı yüzeylerden oluşmasını buna örnek olarak
gösterebilmem mümkün.Müslümanlar’ın mahallesinin ise
Kubbetü’s Sahra ve Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Harem
el Şerif bölgesine yakın yerlerin olduğunu söyleyebiliriz.
Bu mahalleden geçtiğinizde dükkanlarda Ümmü Gülsüm
şarkılarının çaldığını duyabilirsiniz.
Bu mahalle ayrımı, bölgelere setler çekerek oluşturulan
ayrı yerleşim birimleri değil. Sadece tarihi ibadethanelerin
bulunduğu bölgelere göre yoğunlaşan farklı dinlere mensup
kişilerin oluşturduğu kültürel ayrımlardan ibaret bir durum.
Fakat Eski Şehir, küçük ve birbiriyle iç içe geçmiş sokaklara
sahip olduğundan dolayı, Ermeniler’in yoğun olduğu
bölgede bir hassidimle, Yahudiler’in yoğun olduğu bölgede
ise Etiyopyalı bir papazla karşılaşmak mümkündür.
Bu ayrı kültürlerin ortak buluşma noktası ise Eski
Şehir’in içerisindeki çarşıdır. Burada bir Arap ile Yahudi’nin
komşu dükkanlar işlettiğini, hatta Yahudi patronların Arap
çalışanlarını görmek bile mümkün.
Eski Şehir içerisindeki sosyal yaşamı biraz da olsa
anlatabildiğimi düşünüyorum. O yüzden biraz da Eski
Şehir’in tarih cümbüşünün maddi kalıntılara yansımasına
geçebiliriz.
MAYIS 2015
35
Çağlara Ev Sahipliği Yapan Kudüs’ten Günümüze Kalanlar-1
Tarihi kalıntıları anlatmaya öncelikle yazının başında
belirttiğim Zeytindağı’ndan başlamak önemli. Nedir
Zeytindağı’nı manzarasından ziyade önemli yapan diye
bir soru sorulursa cevabım, tepeden aşağı doğru çok
büyük basamaklı bir merdiven görünümünü andıran
mezarlıklardır, olacaktır. Mezarlıkların hikayesi ilgimi çok
çektiğinden ötürü değinmeden geçemeyeceğim. Kutsal
inanca göre, kıyamet sonrasında kabrinden uyanacak ilk
insanlar bu mezarlarda yatan insanlar olacaktır. Bu sebeple
buradaki mezarlar dünyanın en pahalı mezarlarıdır ve hala
kullanılmaktadırlar.
Zeytindağı’ndan aşağı doğru baktığınızda ilk başta Yahudi
mezarlıkları vardır. Daha sonra Hristiyan mezarlıkları
gelir, ki Yahudilerin tarihinde mühim bir yere sahip olan
Oscar Schindler’in mezarı da buradadır, surların diplerine
geldiğimizde ise Müslüman mezarları ile karşılaşırız. Eski
Şehir’in dışında kalan bu bölge büyük bir alanı kapsar ve
Eski Şehir’in surlarına kadar gider.
Kutsal Mezarlar
Şehrin içerisine girmeden surlardan bahsetmekte önemli.
Görünüş itibariyle oldukça sağlam bir şekilde ayakta kalan
surlar, Müslümanlar’ın bölgeye kattığı önemli eserlerden
birisidir. Surlara içeriden baktığımızda ise önleri yer yer
palmiye ağaçları, selvi ağaçları ile süslenmiştir.
Via Dolorasa ‘yı gösteren bir tabela
Sekizinci istasyonu geçmeniz artık yolun sonuna
yaklaştığınız anlamına gelir. Yolun sonunda ise Kutsal Mezar
Kilisesi karşımıza çıkmaktadır. Burası da Hristiyanlarca
Hz. İsa’nın mezarının bulunduğu yer olarak kabul edilen
kilisedir. Kilisenin ayrıntılarından bahsetmeden evevl
siHz. İsa’nın mezarının bulunduğu yer olarak kabul edilen
kilisedir. Kilisenin ayrıntılarından bahsetmeden evvel ileride
de sık sık örneklerini vereceğim tarihsel içiçeliğe dair birkaç
şeyden bahsetmek istiyorum. Buna ilk olarak Kutsal Mezar
Kilisesi’nin hemen yanında bulunan Hz.Ömer Camii’dir.
Burası Kutsal Mezar Kilisesi ile dipdibedir.
İkinci örnek ise Osmanlı’nın bölgeye yaptığı doğrudan
bir müdahaledir. Bahsettiğim Kutsal Mezar Kilisesi’ne
açılan dört kapı vardır. Bu dört kapı da dört ayrı Hristiyan
mezhebinin kiliselerinden açılır. Kıptilere, Ortodokslara,
Katoliklere ve Etiyopyalılara (Habeşistanlılar) ait olanlardır
bahsettiğim kiliseler ve bu kiliselerden açılan kapıların
anahtarları ise bu adet başladığından beri Osmanlı tarafından
verilen anahtarları alan ailededir. Habeşliler’in kilisesinde en
çok ilgimi çeken şu oldu, kilisenin hemen yanında bulunan,
sadece bir yatak sığabilecek kulübelerde yaşıyorlar.
Surların ardından karşımıza yukarıda bahsettiğim tarihi
Kudüs çarşısı ve çeşitli yerlere çıkan sokaklar çıkmaktadır.
Sokak demişken; size öncelikle Via Dolorosa’dan
bahsetmek istiyorum. Yürüyerek 5-8 dakika arası
bitirebileceğiniz bu yol, aslında Hz. İsa için bu kadar
çabuk bitmeyen, onu çarmıha getiren yoldur. Acı yolunda
dikkatinizi ilk çekecek şey, Hz. İsa’nın bu yolda ilerlerken
neler yaşadığının betimlendiği istasyonlardır. Daha da açık
hale getirmek gerekirse; III. İstasyon olarak görülen bölge Hz.
İsa’nın, çarmıhı sırtında taşırken üç defa yere düştüğü yerdir.
Bu yolda giderken omuzlarında büyük haçlar taşıyarak
ilahiler söylerek giden Hristiyan grupları da görebilirsiniz.
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
Etiyopyalı rahipler
36
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Kiliseden içeri girdiğimizde de buna benzer bir düzenle
karşılaşmaktayız. Ayrı mezhepler ayrı anıt mezarlara sahip
durumda. Kilise içerisinde Hz. İsa’nın mezarı, Hz. İsa’nın
çarmıha gerildiğinde kanının aktığı altında duran kaya
ve çarmıhtan indirildikten sonra üzerine konulduğu taş
gibi kutsal emanetlerin dışında, gene tarihsel eser olarak
sayabileceğimiz Roma’dan kalan sütunlar, daha sonradan
yapılan mozaiklerde içiçe geçmiş durumda bize tarih
cümbüşünü bu kilisenin içerisinde de göstermektedir. Bu
kiliseye Pazar günü gittiğinizde çan seslerine, karşıdaki
Hz. Ömer Camii’den okunan ezanların eşlik ettiğini
duyabilirsiniz.
Bundan sonraki durakta size bir tane daha peygamber
mezarından bahsetmek istiyorum. Bu mezarlık bütün
dinler için kutsal olsa da Yahudiler için anlamı oldukça
büyük. Hz. Davud’un mezarı. Buraya gitmek için evvelin
de Sion Kapısı’ndan geçmek gereklidir. Hz. Meryem’in
mezarının da burada bir kilise de olduğu da Hristiyanların
inancın da yer alır. Buradan sonra altın rengi, elinde arpını
tutan bir Hz. Davud heykeliyle karşılaşırsınız. Ardından
da onun mezarının bulunduğu küçük yapı. Mezarın
hemen yanında iki mermere 10 emir kazınmıştır. Daha
sonra yapıya girersiniz. Yapının içerisinde dikkatimi çeken
önemli iki mesele oldu, birincisi içeriye girerken saçların
erkekler tarafından kipayla veyahutta herhangi bir şapkayla
örtülmesi, ikincisi ise mezarlığın haremlik ve selamlık
olarak ayrılmış olması. Ortadan geçen ince bir set bu ayrımı
yapmaya yaramış durumda. Mezarın başındaysa Tevrat
okuyup dua eden Yahudiler hiçbir zaman eksik olmaz.
Yazının bu bölümünde ise son olarak Ağlama Duvarı
ve ona giden yolda her adımda nasıl farklı çağlarla
karşılaştığımı anlatmak istiyorum.
Hz. Davud’un mezarından sonra Ağlama Duvarı’na doğru
inen yolu takip ederken gözüme ilk olarak muazzam şekilde
dizilmiş sütunlar beni karşıladı. Burası Roma döneminde
çarşı olarak kullanılan bir yol ve o sütunlarda ondan kalan
olarak karşımızda duruyor. Antik kentlerin genellikle
günümüz şehirlerinden uzak yerlerde olduğunu görüyoruz.
(Küçük köyler dışında.) Fakat burası da tıpkı günümüz
Roma’sı gibi antik kentle içiçe bir yapıya kavuşmuş.
MSGSÜ TARİH
Davut Heykeli
Romalılar’ın çarşısından sonra Yahudiler’in Birinci
Tapınak döneminden kalan büyük bir harabe artık Ağlama
Duvarı’na yaklaşıldığının bir tabelası işlevini görmektedir.
Yahudiler’in Birinci Tapınak dönemi M.Ö. 10 yüzyıldan
Kral Hz. Süleyman’ın bu tapınağı yaptırmasından, Babil
Kralı Nebukadnezar’ın 586’da bu tapınağı tahrip etmesine
kadar olan dönemdir. Ağlama Duvarı denilen büyük taş
duvar, Harem el Şerif ’in, yani Kubbetü’s Sahra ve Mescid-i
Aksa’nın bulunduğu tepenin, hemen alt sütunlarından
birisini oluşturur. Burası Hz. Süleyman’dan kalan bir
yapı olduğu için Yahudiler açısından en kutsal yerlerden
birisidir. Tapınağın ana yeri de Harem el Şerif ’tir. Bu tarihsel
süreç, günümüzde siyasi krizlerin ve komplo teorilerinin
üretilmesine de yol açmaktadır.
Ağlama Duvarı’nın önündeki büyük avluya baktığınızda
muazzam bir kalabalıkla karşılaşmak mümkün. Çünkü
burası Kudüs’te en çok turist çeken bölgedir diyebiliriz.
Duvara yaklaştığınızda ellerini duvara koyup dua
eden turistlerle veya önünde sallanarak Tevrat okuyan
hassidimlerle karşılaşırsınız.
MAYIS 2015
37
MSGSÜ Tarih Bölümünün 1-3 Mayıs tarihleri
arasında düzenlediği Çanakkakle Gezisi
hakkında düşünceler
Assos Antik Kenti
Çanakkale Zaferinin 100. yılı dolayısıyla Tarih Bölümünün yapmış olduğu bu gezi oldukça eğlenceli geçti. Tabiki bunun
oluşmasında geziye katılan herkesin payı var. Ancak en büyük pay sahibi olan, gerek bu gezinin planlanmasında ortaya
koyduğu kararlılık gerekse de gezi sırasında bir arada olmamızı sağlayan Sn. Prof. Dr. Abdulvahap Kara’ya tarih dördüncü
sınıf öğrencileri olarak teşşekkkürlerimzi sunuyoruz.
Sana dar gelmeyecek makber’i kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem sığmazsın.
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.
Bundan tam 100 yıl önce, Çanakkale’de bir savaş, bir zafer, bir diriliş, bir
uyanış vardı. Binlerce yiğidimiz, gencimiz vatan uğruna canlarını feda etti.
“Çanakkale geçilemez”di, geçilemedi ve vatan yeniden can buldu. Bugün bizler,
Çanakkale’ye şehitlerin akıttığı kanlar hürmetine ayrı bir önem veriyoruz. Bu
şehrin havası, suyu, taşı, toprağı bizlere adeta o günleri anlatıyor. Çanakkale’de
çiçekler vatan aşkıyla açıyor, ağaçlar şehitlerimiz anısına yeşeriyor, kuşlar
savaşı anlatırcasına ötüyor, deniz serin dalgalarıyla o günü fısıldıyor. Ve rüzgâr;
“Ecdadını yâd et, unutma” dercesine naif bir şekilde esiyor.
Çanakkale gezisi boyunca bizi, pek çok anıt, abide, mezarlık karşılar.
Bunların her birinin ayrı bir büyüsü varmışçasına farklı bir manevi duygu
kaplar insanın içini. Bir burukluk sarar yüreğini... Savaşın hikâyesini dinleye
dursun kulağın, şöyle bir bakarsın etrafına ve o günü gözlerinin önüne
getirmeye çalışırsın. İste o an tüylerin diken diken olur. Bir kez daha anlarsın
vatanın kıymetini, ataların sevgisini, toprakların kutsallığını. Ve sıra gelir, bu
vatan için canını feda edan, dönmeyi aklından biran olsun dahi düşünmeyen
şehitlerimiz için dua vaktine. Gözler kapanır, eller semaya açılır, Fatihalar
okunur. Şehitlerimizin ruhu şâd olsun...
Oğul Eke SEYHUN
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
38
Gece karanlığında geçen uzun bir yolculuğun ardından Gelibolu’ya
ulaştık. Otobüsten indiğimizde ise gün yeni yeni doğmaya başlamıştı.
Buraların engin mavisi ve yeşili havayı olduğu kadar içimizi de
aydınlatmaya başladı. Havanın tamamen aydınlanmasının ardından ise
yeşil bir tepe önümüzde aniden duruverdi. Ayakta karşıladı bütün yolcuları
ve bir şeyler der gibiydi. Sonra tepenin üzerinde bulunan bir yazı ilişti
gözümüze. Şunlar yazıyordu üzerinde: “Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın
bu toprak, bir devrin battığı yerdir.” Evet, bir zamanlar şehitlerimizin
kanlarıyla sulanan bu koca tepe, nerede olduğumuzu, nasıl davranmamız
gerektiğini hatırlatmak istemişti. Ve öyle heybetli duruyordu ki bunu
sonsuza dek hatırlatacağından şüphemiz yok.
Büyük dedelerimizin vatan uğrana canlarını verdiği bu güzel topraklara
gitmekten onur duyduk. Hepsini saygıyla anıyoruz…
Berkay Yekta ÖZER
Kilitbahir
“Bir devrin battığı yer”
Nice destanlar yazılan, ağıtlar yakılan… Mehmetlerin, Seyitlerin şehri;
Bulutların gözyaşı, toprakların hüzün yüklü olduğu o şehir: Çanakkale.
Çanakkale kendisini görmeye gelen her insanda değişik hisler uyandıracak
kadar güçlü bir şehir, belki bir set, belki bir kale. Çanakkale’ye ilk ziyaretim
küçük yaşlarda olmuştu. Etrafımdakileri sadece “görmek”le yetindiğim,
attığım adımların yorgunluk olduğunu sandığım yaşlarda. Şimdi ise tarih
bölümü öğrencisi olarak ve sınıf arkadaşlarımla beraber ziyaret ettiğim
Çanakkale’de bambaşka şeyler gördüm. İlk ziyaretlerimdeki heyecan yerini
artık pişmanlık, suçluluk, yetersizlik ve hissedilen acının sahiciliğine
bırakmıştı. Anladım ki bu şehir her yaşta görülmeli. Görülmeli ki insan,
hayatının her döneminde değişen hislerini burada gerçek duygularıyla
harmanlayabilsin. Gelibolu yarımadasının başka bir dünya olduğunu
görebilsin.
Gezimize başlarken bastığımız yerlerin bir toprak parçası olmadığı
şuuruyla hareket etmemiz gerektiğini biliyorduk. Gittiğimiz her şehitliğin ayrı
bir hikâyesi olduğunu, akan her gözyaşının en saf haliyle aktığını biliyorduk.
Soluduğumuz havanın ölüm, şehadet, hüzün, özlem, ayrılık koktuğunu
biliyorduk. Hissedebilmek için ise bir annenin gözlerine bakmak yeterliydi
zaten...
Sembolik mezar taşları üzerindeki gencecik yaşlar, dönüp bir defa daha
kendimizi sorgulamak için çok en büyük sebep örneğiydi.
Çanakkale; şükrün, minnetin, vefanın şehriydi. Bizler ise samimi bir
şekilde duamızı edip oradaki maneviyatı kendi ellerimizle bozmaz ve o kutsal
ruhun bilinciyle hareket eder isek belki bir nebze borcumuz ödeyebiliriz.
Umudum bu şehre lâyık gençler olabilmek yönünde. Ve umarım herkes
hayatında en az bir kere Çanakkale’yi ziyaret eder.
Bu özel ziyaretimizde gerek gezi öncesi gerekse gezi esnasında bizlerden
desteğini esirgemeyen, her zaman yardımcı olan, öncülük eden değerli
hocamız Prof. Abdulvahap Kara’ya ve emeği geçen tüm arkadaşlarımıza
sonsuz teşekkürler.
Şule BÜLBÜL
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
Çanakkale gezisi fotolarımıza şu adresten ulaşabilirsiniz.
Cantrassos
39
SON UMUT (THE WATER DIVINER)
Aybike İlay CEYLAN
Çanakkale Savaşı’nın 100. yıl anısına gün geçmiyor ki
yeni bir film, sergi, vs. görmeyelim. Bunların bir kısmı
son derece başarılı iken daha büyük bir kısmı ise kaliteli
bir yapıt ortaya çıkarmaktan ziyade sadece savaşı anma
amacı taşımaktan öteye gidemiyorlar. Russell Crowe’un Son
Umut’u ise bana göre başarılılar arasında yerini aldı.
Ridley Scott, Michael Mann ve Darren Aronofsky gibi
önemli yönetmenler ile çalışmış, Gladyatör filmindeki rolü
ile Akademi, Akıl Oyunları’nda dahi bir matematikçiyi
canlandırdığı rolüyle ise Altın Küre ve BAFTA Ödüllerini
kazanmış olan Yeni Zelanda doğumlu Crowe, şimdi de hem
yönettiği hem de başrolünde oynadığı Son Umut filmiyle
karşımızda.
Avustralyalı bir çiftçi olan Connor (Russel Crowe),
Gelibolu’ya savaşa giden üç oğlunun ardından yaşadığı
acıya dayanamayıp intihar eden karısının ölümünden
sonra oğullarını aramak için Türkiye’ye gelir. Kendini farklı
bir dünyanın içinde bulan Connor, burada Binbaşı Hasan
(Yılmaz Erdoğan) ve Ayşe (Olga Kurylenko)’nin yardımı
ile umudunu kaybetmeden ölü ya da diri şekilde bulacağı
oğullarını arar.
Hisleri ile kurak arazide kuyu suyu bulma
kabiliyeti olan Connor, oğullarının toprağın
altında yattığı yeri de aynı şekilde hisleri ile
bulurken biz de onların savaşına ortak oluyoruz
ve objektif bir şekilde perdeye yansıtılmış
savaşı tüm acımasızlığıyla izliyoruz.
Filmin kötü karakterinin savaşın ta kendisi
olduğu hikayede, özellikle gece vakti
savaşa ara verildiğinde savaş meydanında
yatan yaralıların acı dolu iniltilerinin yankılandığı
an filmin en anlamlı ve etkileyici sahnesi. İşgal
altında olan ülkenin o dönemki ruhunun dışarıdan
bir gözle bakılmış olmasına rağmen gayet
gerçekçi ve önyargısız bir şekilde yansıtılmasında
senaristler Andrew Knight ve Andrew Anastasios
başarılı bir iş ortaya çıkarmışlar. Milli mücadele
filmin akışına güzel bir şekilde yedirilmiş.
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
Filmin etkileyici yanlarından olan mistik, büyülü bir
atmosfere sahip görselliği, Yüzüklerin Efendisi üçlemesinde
de çalışmış Akademi ödüllü görüntü yönetmeni Andrew
Lesnie’nin elinden çıkmış. Oyuncu kadrosunda filmdeki
Binbaşı Hasan rolü ile en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında
Avustralya Akademi Ödülü’nü kazanan Yılmaz Erdoğan’ın
yanı sıra, Hollywood’un son dönemde yükselen isimlerinden
biri olan Jai Courtney’de yer alıyor. Türk askerlerinden biri
olan Cem Yılmaz ise Hey Onbeşli türküsünü söylediği kısım
dışında filmde pek etkili bir yer edemiyor.
Çanakkale Savaşı’nı Son Umut gibi gerçekçi bir şekilde
ele alan kısaca bahsetmek istediğim bir diğer Avustralya
yapımı ise mart ayında Çanakkale Savaşı’nın 100. yılı anısına
yayınlanan Les Carlyon’un kitabından uyarlama 7 bölümlük
mini dizi Gelibolu (Gallipoli). Çanakkale Savaşı’na giden
gençlerin yaşadıklarını izlediğimiz ve başrolünde Kodi
Smit-McPhee’nin yer aldığı, Mustafa Kemal Atatürk’ü ise
Türk oyuncu Yalın Özüçelik’in canlandırdığı dizi kesinlikle
ilgiyi hak ediyor. Bu ay yayınlanacak, Çanakkale Savaşı
ile ilgili bir başka dizi ise Deadline Gallipoli adlı yine bir
Avustralya yapımı olan mini dizi. Avatar filmi ile dünyaca
tanınan Sam Worthington, Hannibal’da harikalar yaratan
Hugh Dancy, Game of Thrones’un sert mizaçlı Tywin
Lannister’ı Charles Dance ve Fringe’den tanıdığımız Anna
Torv gibi ünlü oyuncuların yer aldığı yapımda savaşa
Gelibolu’da tanıklık eden Avustralyalı gazeteciler Charles
Bean, Ellis Ashmead-Bartlett, Phillip Schuler’nin gözünden,
1915 yılında yaşanılanlar anlatılacak.
Oyuncu olarak kendini kanıtlamış olan Russell Crowe’un
yönetmenlik kariyerinde daha çok yol kat etmesi gerek,
ancak başlangıç olarak gayet iyi bir iş ortaya çıkardığını
söylemek gerek. Dikkat çekmek gereken nokta ise Crowe’un
ilk yönetmenlik denemesi için Çanakkale Savaşı ve onun
ardından yaşanılan zorlukları tarafsız bir bakış açısı ile
anlatmayı tercih etmiş olması. Her ne kadar sonu biraz hava
da kalmış olsa da Son Umut, tarihimizle ilgili böyle önemli
bir olayı gayet düzgün ele almış olması dolayısıyla izlenmeli.
40
BULMACA
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
EclipseCrossword.com
-SORULAR1-Konya’da Türkiye Selçuklu döneminden kalma ünlü medrese.
2-Osmanlı Devletinin Kuzey Afrika’daki son topraklarını da yitirdiği antlaşmanın adı.
3-1921’de doğmuş, Anadolu’nun birçok yerinde çeşitli kazılar yapmış ayrıca Hititçe metinlerin okunmasına
da katkıda bulunmuş ünlü kadın arkeologumuz.
4-Roma İmparatoru Caligula’nın konsül yaptığı iddia edilen atının adı.
5-Uygur Türkleri tarafından 11. yy’a doğru Çin’de dokunan çok ince kalite ipek duvar halılarına verilen ad.
6-Hayvan masallarıyla(fabl) ünlü eski Yunanlı yazar.
7-M.Ö. 11. ve 12. yüzyıllar arasında Doğu ve Güneydoğu Anadoluda yaşamış, Yakındoğu tarihinde ve
kültüründe önemli bir rol oynamış halk.
8-Yunanlı tarihçi Ksenephon’un Onbinlerin Dönüşü’nü konu alan ünlü yapıtı.
9-Ad kavmi hükümdarı Şeddad tarafından cennete benzetilerek yaptırılan efsanevi bahçe.
10-7 Mayıs 1915’te bir Alman denizaltısı tarafından batırılan ve ABD’nin I. Dünya savaşına girmesine neden
olan İngiliz yolcu gemisi.
11-Divan edebiyatında mesnevi türünün son büyük temsilcilerinden 17. yy Osmanlı şairi.
12-Tiryaki Hasan Paşa’nın Avusturya ordularına karşı kahramanca savunduğu kale.
13-1517’de yapılan ve Mısır’ın Osmanlı toprakları arasına katılmasını sağlayan savaş.
14-13. yy’da Anadolu’da çıkan büyük bir ayaklanmaya önderlik eden ünlü Türkmen derviş.
15-On iki hayvanlı eski Türk takviminde timsah yılına verilen isim.
MSGSÜ TARİH
MAYIS 2015
41
Geçmişin Altın Çağ Yanılgısı
Mehmet ÜNAL
Birey yaşantısı boyunca daima
geçmişe özlem duymuştur. Tabii
olarak bu durum toplumlar içinde
böyleydi. Nasıl ki günümüz insanları
geçmişin her zaman daha ihtişamlı
olduğunu düşünüyorsa, geçmişteki
insanlarda, çok daha geçmişin
mükemmeliyetine inanmıştı. Antik
Yunan dünyasında bile geçmişte daha
ihtişamlı bir medeniyetin varlığına
inanılmıştır. Yani bilinebilen en eski
bayramlarda bile “Nerede o eski
bayramlar?” denilmiştir. Günümüz
toplumları da kendilerinden önce
yaşanmış zamanların huzuruna ve
bereketine inanırlar. Fakat bu durum
hiçte düşünüldüğü gibi değildir.
Uzaylıların yaptığı piramitler,
kayıp kıtalar, antik uzay teknolojileri
gibi safsataları bir kenara bırakıp
bilimsel bir metotla incelediğimiz zaman
bunun bir yanılgıdan ibaret olduğunu
görürüz. Yani bugün elimizde antik
uzaylılar veya kayıp kıtalar hakkında
herhangi bir kanıt yoktur.
Şu şartlar altında tüm bunlar fantastik
dünyanın ürünleridir. İnsan ilk aleti ürettiğinden
beri emeğiyle kendine daha iyi yaşama koşulları
oluşturma çabası içerisine girmiştir. Her kuşakta
daha büyüyen birikim sayesinde daha karmaşık
ve işlevi aletler üreten insan yaşama koşullarını
geliştirirken bugün de içinde yaşadığımız toplumun
ve onun kurumlarının temelini atmıştır.
Zaman içerisinde üretim imkânları geliştiyse
ve verim arttıysa “Nerede benim bolluk çağım?”
demeye hakkınız var. Lakin o işler tam da öyle
değil. Sanayi devrimiyle insanın üretim kapasitesi
tarihte hiç olmadığı bir oranda arttı fakat peşi
sıra gelen bolluk ve huzur değil kıtlık ve savaş
oldu. Sebebi ise üretim esnasında geniş kitlelerin
emeği kullanılırken hem üretim araçlarının hem
de üretilen ürünlerin mülkiyet hakkının dar
bir grubun elinde olması ve bu grubun üretimi
insanların ihtiyaçlarını gidermek için değil kendi
kârları için finanse etmesidir. Yani eğer mülk
sahibi kâr etmeyecekse insanlar kıtlık çekerken
ürünlerin depolarda çürümesinde hiç bir mahsur
yoktur. Dolayısıyla primitivistlerin iddia ettiği gibi
içinde bulunduğumuz kıtlığın, savaşların ve çevre
kirliliğinin sebebi medeniyetin kendisi değil onun
üzerine çullanmış ve eyerlerini eline geçirmiş
mösyö burjuvazidir.
Sonuç olarak insanlığı iki asırdır esir etmiş bu
karanlığın perdesini geriye doğru değil, ancak ileri
doğru aralayabiliriz.
Görüş, öneri ve düşüncelerinizi lütfen bizlere iletin.
Geçmişin Bakiyesi

Benzer belgeler