ERZiNCAN BAROSU DERGİSİ
Transkript
ERZiNCAN BAROSU DERGİSİ
ERZiNCAN BAROSU DERGİSİ Sayı 1 • Mayıs 2015 BAŞLARKEN Baro dergimizin ilk sayısında sizlere buradan “merhaba” demekten büyük mutluluk duymaktayım. Uzun zamandır birlikte hayalini kurduğumuz Baro Dergimiz nihayet yönetim ve yayın kurulumuzun uzun uğraşıları sonucu yayın hayatına başlamış bulunmaktadır. Bu vesileyle dergimizin ilk sayısında emeği geçen tüm meslektaşlarımıza teşekkür ederim. Baro Dergimiz 1973 yılında kurulan Baromuzun kurucu başkan ve yönetim kurulundan başlayıp bize kadar gelen tüm baro yönetiminin ve meslektaşlarımızın birikiminin güzel bir sonucudur. Hukukun üstünlüğünden, yargı bağımsızlığından, meslek etiğinden taviz vermeyen, topluma hizmet etme ve katkıda bulunma anlayışından hiç ayrılmayan ve adalet düşüncesinin tesisi için çalışmayı hedef edinmiş baromuz adına büyük emeklerle hazırlanan Baro Dergisinin bilim ve hukuk alanına katkı sunacağından kuşkumuz yoktur. Bir ilki başarabilmenin verdiği mutluluk, uzun ve yorucu çalışmalarımızı unutturmuş bulunmaktadır. Dergimizin ilk sayısı olması nedeniyle uzun bir süredir yoğun çaba ve emek gerektirmesi hazırlık sürecinin uzamasına yol açmıştır. Beklentilerin gecikmiş olması, hata ve noksanlıklardan dolayı hoşgörünüze sığınıyoruz. Avukatların, halkın, yargı erki içindeki temsilcileri olduğu da göz önüne alınırsa, sadece mesleki kalkınma, onur ve vakarın korunması, çalışma disiplininin ve ahlakının takip edilmesi değil; hak ve özgürlüklerin korunması, kollanması ve geliştirilmesinde baş aktör olmasının da sağlanması zorunludur. Avukatlık mesleğini yüceltmek, insan hak ve özgürlükleri eşiğini de yükseltmek anlamına geldiği hepimizin malumudur. Baro Dergimizin bu amacı tesis etmede önemli bir rolü olacağı kuşkusuzdur. İlk sayının verdiği heyecanla sonraki hedefimizin Baro Dergimizin “Hakemli Dergi” olarak yayın hayatına devam etmesi yönünde çalışmalar yapmaktır. Dergimizin hak ve özgürlüklerin korunması, adaletin tesisi adına önemli katkılar sunması dileğiyle tüm meslektaşlarıma şahsım ve yönetim kurulumuz adına saygılarımı sunarım. Av. Cemalettin ÖZER Erzincan Barosu Başkanı Erzincan Barosu Dergisi İ Ç İ N D E K İ L E R ERZiNCAN BAROSU DERGİSİ Sayı 1 • Mayıs 2015 5237 SAYILI TÜRK CEZA KANUNU’NUN 87/4 MADDESİNDE DÜZENLENEN NETİCESİ SEBEBİYLE AĞIRLAŞMIŞ KASTEN YARALAMA SUÇU Stj. Av. Ferhat ÇELİK................................................................................................................3 İİK.’NUN 354. MADDESİ ÜZERİNDE BİR İNCELEME AROSU zincan ks: 0 (446) 224 69 70 g.tr u.org.tr • Twitter: /baroerzincan Av. Talih UYAR...........................................................................................................................6 02.05.2015 09:45:40 Erzincan Barosu Dergisi Mayıs 2015 - Sayı: 1 İmtiyaz Sahibi Erzincan Barosu Yayın Kurulu Av. Cemalettin ÖZER Av. M. Çağatay ÇAĞAN Av. Ferhat BULUT Av. Mustafa KARATAY Av. Deniz GEYİK Av. Şeyda Nur ADIGÜZEL SARIGÜL Yazışma Adresi Adliye Sarayı Kat:3 Erzincan Tel: 0446 214 10 42 - 224 69 69 Faks: 0 (446) 224 69 70 erzincanbarosu.org.tr [email protected] Dergide yayımlanan yazılardan kaynak gösterilmesi koşuluyla birkaç paragrafı geçmeyecek şekilde alıntı yapılabilir. Makalelerdeki fikirler yazarlarına aittir. Dergimiz için bağlayıcı değildir. Yazarlar yazılarından sorumludur. Yılda Bir Yayınlanır. MÜDAFİNİN DOSYAYI İNCELEME YETKİSİ Av.Turgay NAS...........................................................................................................................9 İDAM CEZASI Av. Ufuk ŞENGÜL....................................................................................................................13 EMEKLİ MAAŞININ HACZİ Av. Emrah ASLAN....................................................................................................................15 AVUKATIN ÖZEN BORCU Stj. Av. Sevgi KAZAN................................................................................................................17 TÜRKİYE’DE ÇOCUK İŞÇİ SORUNU Av. Zübeyda Melek DURAK.....................................................................................................22 ERZİNCAN’DA HESLERE BAKIŞ VE DELİÇAY HES Av.Sezai DEMİRBİLEK............................................................................................................26 7. STAJYER AVUKATLAR KURULTAY SONUÇ BİLDİRGESİ........................................28 HUKUK ve EDEBİYAT Av. A. Cavit BAYRAKTAR.........................................................................................................30 HAKİMLER VE SAVCILAR İLE AVUKATLARIN GÖREV VE ŞAHSİ İLİŞKİLERİ Hüsnü ALDEMİR.....................................................................................................................33 HEKİMİN SÖZLEŞMEDEN DOĞAN HUKUKİ SORUMLULUĞU Av. M. Çağatay ÇAĞAN...........................................................................................................38 5403 Sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Kanunu’nda SINIRDAŞ TARIMSAL ARAZİ MALİKİNİN ÖNALIM HAKKI Av.Recep ADIGÜZEL...............................................................................................................42 KAYITSIZ BİREY Av. Can TEKİN.........................................................................................................................47 İSVİÇRE’DE İKİ ÖNEMLİ DEĞİŞİKLİK: SOYADININ KAZANILMASI VE AYNI CİNSTEN OLANLARIN KAYITLI BİRLİKTELİKLERİ Saibe Oktay ÖZDEMİR............................................................................................................49 1136 SAYILI AVUKATLIK KANUNU’NUN 176. ve DEVAMI MADDELERİ UYARINCA Tasarım - Baskı Şen Matbaa Özveren Sk. No: 25/B Demirtepe-ANKARA 0312 229 64 54 ERZİNCAN BAROSU ADLİ YARDIM BÜROSU TARAFINDAN 2014 YILI İÇERİSİNDE YAPILAN GÖRELENDİRMELERE İLİŞİKİN RAPOR.......................................................55 5271 SAYILI CEZA MUHAKEMESİ KANUNU’NUN 150. MADDESİ UYARINCA 2014 YILI İÇERİSİNDE ERZİNCAN BAROSU BAŞKANLIĞI TARAFINDAN YAPILAN GÖREVLENDİRMELERE İLİŞKİN RAPOR.......................................................................59 İÇTİHATLAR..........................................................................................................................77 SANATA DAİR..................................................................................................................... 111 2 Erzincan Barosu Dergisi 5237 SAYILI TÜRK CEZA KANUNU’NUN 87/4 MADDESİNDE DÜZENLENEN NETİCESİ SEBEBİYLE AĞIRLAŞMIŞ KASTEN YARALAMA SUÇU Stj. Av. Ferhat ÇELİK1 GİRİŞ Ceza hukukunda kusursuz ceza olmaz ilkesi gereği kişinin cezalandırılması için kural olarak kusurunun olması gerekir. Dolayısıyla suç esas olarak kasten işlenir ve kişinin sorumluluğu kastına göre belirlenir. Kast 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 21.maddesinde,“ suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek işlenmesidir ” şeklinde tanımlanmıştır. Bu itibarla sorumluluk için meydana gelen neticenin failin bilgisi dâhilinde olması ve failin bu neticeyi istemesi gerekir.1 “Bununla birlikte kişi, suç oluşturan bir eylemi gerçekleştirirken, kastettiği sonuçtan daha ağır veya daha başka bir sonuç meydana gelebilir. Örneğin, başkasına yaralamak amacıyla yumruk vurmasına rağmen kişi ölebilir. Aynı şekilde kişi basit bir etkili eylemde bulunmak isterken mağdurun gözü çıkabilir. Yine cinsel istismar maksadıyla başvurulan cebir ve şiddet sonucu suçun mağduru ölebilir. İşte failin gerçekleştirmek istediği neticenin meydana gelen neticeden daha ağır veya daha farklı olması halinde neticenin kastı aştığından söz edilmekte”2 böylece cezanın ağırlaşması sonucunu doğuran suç tipine netice sebebiyle ağırlaşmış suç denilmektedir.3 1 2 3 Kafkas Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yöneyimi Yüksek Lisans Öğrencisi Kastedilenden başka netice her zaman ağır olmayabilir. O nedenle haklı olarak bu maddenin başlık ve ifadesinin yanlış olduğu ileri sürülmüştür. (Toroslu, Nevzat -Ersoy, Yüksel, “Kanunlaşmaması Gereken bir Tasarı”, Türk Ceza Kanunu Reformu, Makaleler, Görüşler Raporlar, İkinci Kitap, Türkiye Barolar Birliği Yayını, Ankara, 2004, S. 10; Yurtcan, Erdener, Yeni Türk Ceza Kanunu ve Yorumu, İstanbul 2005, s. 72; Tanım için ayrıca bkz. Toroslu, Nevzat, Ceza Hukuku, (Kısaltma: Toroslu, 2005) Ankara 2005, s. 153. Dönmezer, Sulhi, Sahir Erman, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, C. II, 9. Bası, İstanbul 1986, s. 315vd; Özen, Muharrem, Ceza Hukukunda Objektif Sorumluluk, Ankara 1998, s. 183, Önder, Ayhan, Ceza Hukuku Genel Hükümler, (Kısaltma: Genel Hükümler) C. II, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 23.maddesinde neticesi sebebiyle ağırlaşmış suç düzenlenmiştir. Bu maddeye göre netice sebebiyle ağırlaşmış suçtan söz edebilmek için, bir fiilin: 1. Kasten gerçekleştirilmiş olması, 2. Kastedilenden daha ağır veya başka bir neticenin oluşumuna sebebiyet vermesi, 3. Kişinin bundan sorumlu tutulabilmesi için kasten gerçekleştirilen hareket ile sonuç arasında nedensellik bağının bulunması, 4. Kişinin oluşan ağır ya da başka netice bakımından en azından taksirle hareket etmesi gerekir. Bu hükümle, failin kastettiğinden daha ağır veya başka netice açısından sorumluluğun kusura dayalı bir sorumluluk olması sağlanmak istenmiştir. Neticeden failin sorumlu tutulabilmesi için nedensellik bağlantısını yeterli gören 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun aksine 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu sorumİstanbul 1989, s. 386; Toroslu bu suçlar için sonucu nedeniyle ağırlaşan suçlar ifadesini kullanmaktadır. Bkz, Toroslu - Nevzat, Ceza Hukuku, (Kısaltma: Toroslu, 2004) Ankara 2004, s. 116. 3 Erzincan Barosu Dergisi luluk için nedensellik bağlantısının yanında kusur kriterini de esas almıştır.4 Dolayısıyla failin meydana gelen neticeden sorumlu tutulabilmesi için en az taksir derecesinde olmak üzere kusuru ve illiyet bağının olması gerekmektedir. Böylece eski kanunundaki kusursuz ceza olmaz ilkesiyle çelişen durum ortadan kaldırılmıştır. Sonuç olarak yaralama suçu açısından değerlendirdiğimizde, yukarıdaki şartları sağlayan bir yaralama suçu madde 87/4 kapsamında değerlendirilirken bu şartları sağlayamayan yaralama suçu basit yaralama suçu(madde 86) kapsamında değerlendirilecektir. Kasten Yaralama Sonucu Ölümün Gerçekleşmesi (TCK m. 87/4) Kasten yaralama sonucunda ölüm meydana gelmesi, faile verilecek cezanın ağırlaşması sonucunu doğuracaktır. Kasten yaralama sonucunda ölüm meydana gelmişse, TCK 86. maddenin birinci fıkrasına giren hallerde, yani başkasının vücuduna acı vermesi veya sağlığının ya da algılama yeteneğinin bozulmasına neden olması halinde ölüm sonucu meydana geldiğinde faile sekiz yıldan on iki yıla kadar hapis cezası verilecektir. Üçüncü fıkrasına giren hallerde, yani kasten yaralama sonucunda ölen kişinin üstsoy, altsoy, eş veya kardeş olması ya da beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunması, suçun kamu görevi nedeniyle veya kamu görevlisinin sahip bulunduğu nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle ya da silâhla işlenmesi hallerinde ise on iki yıldan on altı yıla kadar hapis ceza verilecektir. Burada fail yaralama kastıyla hareket etmekte, fakat ölüm neticesi meydana gelmektedir.5 Zaten fail yaralama kastıyla değil de, ölüm neticesine yönelik doğrudan veya olası kast varsa kasten adam öldürme (TCK m. 81 ) suçundan sorumlu olur. Failin bu netice4 5 4 Öztürk/Erdem, s.257. “Sanığın yanında yedek fişek de bulunduğu halde maktulü gördüğü yere hazırlıklı olarak gelmesi, maktule ateş edip vurduktan sonra tüfeğe yeniden fişek yerleştirip kaçmaya çalışan maktulü sonucu almak gayesiyle ısrarla caddede takip ederek ikinci kez ateş edip vurdum .. çocuğunu diye bağırması gibi hususlar da, sanığın eylemi öldürme kastıyla gerçekleştirdiğini ortaya koymaktadır” YCGK, 12.03.2002-1-45/203; “Kahvede tartıştığı maktulü dışarı davet ederek, bıçakla sol meme altından kalbe etkili olacak biçimde yaralayan, maktulün bıçağı zorla elinden alıp fırlatması ve yere düşmesinden sonra nedamet duyarak kahveye gidip maktulü yaraladığını, ölebileceğini söyleyip hastaneye kaldırılması için yardım isteyen sanığın eylemi, darbenin isabet ettiği bölge ve şiddeti, suç aletinin niteliği, sonucu almaya elverişli biçimde ve etkinlikte kullanılması, sanığın engel neden yüzünden hareketlerine son vermesi gibi hususlar karşısında kastı aşan etkili eylem sonucu adam öldürme değil, kasten adam öldürmedir” YCGK, 09.07.2002-1-185/300, Kaban/ Aşaner/Güven/Yalvaç, Yargıtay Ceza Genel Kurulu Kararlan (2004), No. 168-170. den sorumlu tutulabilmesi için taksirle hareket etmiş olmasına bağlıdır. Eğer failin netice açısından taksiri yoksa suçun temel cezası verilecektir. Gerçekleştirilen yaralama eylemi ile ortaya çıkan ölüm neticesi arasında nedensellik ilişkisi bulunmalıdır. Yani ölüm kasten yaralama fiilinin sonucunda meydana gelmelidir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mağdurun TCK madde 86’nın birinci veya üçüncü fıkrasında düzenlenen şekilde yaralanmış olması gerekir. O halde, mağdurun basit tıbbi müdahale ile giderilemeyecek şekilde yaralanması ve/veya bu şekilde yaralamanın üstsoya, altsoya, eşe veya kardeşe karşı, beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı, kişinin yerine getirdiği kamu görevi nedeniyle, kamu görevlisinin sahip bulunduğu nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle veya silâhla, gerçekleştirilmesi durumunda anılan nitelikli hal uygulanacaktır. Dolayısıyla TCK madde 86 /2 de düzenlenen basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek şekilde meydana gelen yaralanmalarda bu nitelikli hal uygulanmayacaktır. Bu durumda failin konumunda olan objektif bir kimse, bu sonucun meydana gelebileceğin öngörebilecek ise, taksirli ölüme sebebiyet vermekten, fail somut olayda bu sonucun meydana gelebileceğini öngörmüş ise bilinçli taksirle adam öldürme (TCK m. 85) suçundan sorumlu olacaktır.6 An cak failin taksirle ölüme sebebiyet vermekten sorumlu tutulması için daha önce de belirttiğimiz gibi sonucun öngörülebilir olması ve failin gerekli özeni göstermeyerek neticeye sebebiyet vermesi gerekmektedir. Gerçekleştirilen eylem nedeniyle ölüm neticesinin meydana gelmesinin öngörülmesi mümkün değilse, fail taksirle ölüme sebebiyetten sorumlu tutulamaz.7 6 7 Tezcan/Erdem/Önok, Teorik ve Pratik Ceza Hukuku, 2006, sh. 210; Sanık ve maktul arasında hesap yüzünden tartışma çıktığı, tartışma sırasına karşılıklı etkili eylemde bulundukları maktulün maruz kaldığı müessir fiilin etkisiyle sanık tarafından daha önceden bilinmeyen kendine mevcut kalp hastalığının aktif hale gelmesi sonucu gelişen solunum ve dolaşım yetmezliğinden öldüğü anlaşılmakla, 5237 sayılı TCK’nın 23 ve 86/2. maddeleri delaletiyle 85. maddesi gereğince taksirle öldürme suçundan mahkûmiyeti yerine beraatına karar verilmesi kanuna aykırıdır. (1.CD’nin 24.5.2006 tarih ve 1457/2115 sayılı kararı) Sanığın, iş ortağı olan maktulle anlaşmazlığı yüzünden çıkan tartışmada, kronik kalp hastalığı olduğunu bilmesine karşın, olay günü basit derecede etkili eylemde bulunduğu, inzimam eden olayın stresi ve eforu sonucunda gelişen kalp yetmezliği sonucu ölümün meydana geldiği, ölüm sonucunu istememekle birlikte öngördüğü anlaşılmakla, 5237 sayılı TCK’nın 22/3, 23, 85. maddesi uyarınca cezalandırılması gerektiği düşünülmeden yazılı (73, 86/2) hüküm kurulması kanuna aykırıdır. (1.CD’nin 10.5.2006 tarih ve 685/1921 sayılı kararı) Centel, Kasten Yaralama Suçu Sonucunda Ölüm Meydana Gelmesi, 189 Erzincan Barosu Dergisi Yargıtay’a göre, kasten yaralama sonucunda (kastı aşan) insan öldürme ile kasten insan öldürme arasındaki ayırıcı ölçüt, manevi unsurun farklılığına dayanır. Birinci durumda sadece daha hafif sonuç (yaralama) istenmiş olup daha ağır sonuç (ölüm) istenmemiştir. Ancak, bu sonuncu durum yine de failin hareketinden doğrudan doğruya doğmuş bulunmaktadır. Fail, daha ağır sonucun gerçekleşmesini istemiş olduğu takdirde ise, kasten insan öldürme suçunun oluştuğu kabul edilir.8 Ölüm neticesine sebebiyet veren fiil icrai olabileceği gibi ihmali de olabilir. Yani seçimlik hareketlerden hangisinin olması önem taşımaz. Ancak failin ihmali hareketi ölüm tehlikesini artırmış olmalı. Ayrıca fiilin teşebbüs aşamasında kaldığı hallerde de illiyet bağı söz konusu ise bu nitelikli hal uygulanabilir. 8 YCGK, 09.02.2002-1-185/300. Bu kararın devamında kastın belirlenmesi ölçütleri şöyle gösterilmektedir: “Bu durumda: a) Fail ile Ölen arasında olay öncesine dayalı, öldürmeyi gerektirir bir husumet bulunup bulunmadığı, b) failin olayda kullandığı aracın öldürmeye elverişli olup olmadığı, c) ölendeki darbe sayısı ve şiddeti, d) darbelerin vurulduğu bölgelerin hayati bakımdan önemi, e) failin davranışlarına kendiliğinden mi, engel bir nedenin etkisiyle mi son verdiği, f)failin suç aletini kullanış biçimi, g) olay sonrasında failin ölene (veya mağdura) yönelik davranışları gözetilmeli, tüm bu kıstaslar birlikte değerlendirilerek kastı ortaya çıkarılmalıdır”, YCGK, 09.02.2002-1-185/300, Kaban/Aşaner/Güven/Yalvaç, Yargıtay Ceza Genel Kurulu Kararlan (2004), No. 169. SONUÇ Yukarıda da bahsettiğimiz gibi 5237 sayılı kanunla getirilen düzenleme ile beraber 765 sayılı kanuna nazaran neticesi sebebiyle ağırlaşmış yaralamadan sorumlu tutulabilmek için illiyet bağı yanında kusur şartını da aramıştır. Bu değişiklikle beraber failin ağırlaşmış neticeden sorumlu tutulabilmesi için en az taksir derecesinde kusurunun olması gerekir. Aksi takdirde kişi basit yaralamadan sorumlu tutulacaktır. Burada bir kast taksir kombinasyonu vardır. Yani temel suç olan yaralama suçu için kast, ağırlaşmış sonucu olan ölüm için en az taksir derecesinde kusur olması gerekiyor. Bu nedenle kusuru belirlemek noktasında uygulamada bazen aksaklıklar olabiliyor. Kanundaki bazı belirsizlikler de doktrin ve Yargıtay uygulamaları ile bertaraf edilmeye çalışılıyor. Özellikle sonuca yönelik kastın olması halinde neticesi sebebiyle ağırlaşmış kasten yaralamamı yoksa doğrudan neticenin sebebiyet verdiği suç mu uygulanacağı tartışmalıdır. Örneğin, kasten yaralama suçu ölümün meydana gelmesinde olası kast varsa kasten adam öldürme mi yoksa neticesi sebebiyle ağırlaşmış kasten yaralamamı uygulanacağı tartışmalıdır. Genel olarak kabul edilen görüş TCK madde 81 de düzenlenen kasten adam öldürme suçunun uygulanmasıdır. 5 Erzincan Barosu Dergisi İİK.’NUN 354. MADDESİ ÜZERİNDE BİR İNCELEME (İcra Suçlarında Dava ve Cezanın Düşürülmesi) - (Tazyik Hapsi ve Disiplin Hapsine İlişkin Kararların Yerine Getirilme Süresi) Av. Talih UYAR1 Bu maddede «İİK’nın 16. babında (İİK mad 331-354) düzenlenen takibi şikayete bağlı suçlarda ‘dava ve cezanın hangi hallerde düşeceği’ ve ‘icra ceza mahkemesince verilen tazyik hapsi ile disiplin hapsine ilişkin kararların en geç hangi sürede yerine getirilmesi gerekeceği’» düzenlenmiştir.1 I- Davanın ve cezanın düşürülmesi: a)İİK’nun 16. Babında (İİK. mad. 331-354) düzenlenmiş olan ‘takibi şikayete bağlı’ suçlarda -örneğin; İİK. mad. 331, 332/I, II; 333a; 334; 337a; 338; 339; 340; 341; 343; 344; 345a- davacı-alacaklı şikayetinden (davasından) vazgeçerse icra mahkemesince «davanın feragat nedeniyle düşürülmesine» karar verilir.2 Şikayetçi (davacı), yargılamanın her aşamasında şikayetinden (davasından) feragat edebilir. Temyiz aşamasında da, şikayetten (davadan) feragat edilebilir.3 Şikayetçi (davacı) vekilinin, şikayetten (davadan) feragat edebilmesi için, vekaletnamesinde bu konuda özel yetki bulunması gerekir.4 Şikayetten feragatten dönülemez. Yani, feragatten rücu edilemez.56 Dava sonuçlanıp, mahkumiyet kararı verildikten sonra -yani infaz aşamasında da -şikayetten feragat edilebilir.76a Bu durumda mahkemece «feragat nedeniyle cezanın düşürülmesine» karar verilir. İcra ceza mahkemesi «feragat nedeniyle dava1 2 3 4 5 6 7 6 İzmir Barosu Avukatlarından. (Dokuz Eylül Ünv. Huk. Fak. E. Öğr. Görv.) Bknz: 11. CD. 26.12.2013 T. 26902/20144; 10.10.2013 T. 24107/14879; 17. HD. 8.2.2007 T. 5671/334 (www.e-uyar.com) Bknz: 8. CD. 20.6.1994 T. 7185/7661; 24.1.1994 T. 2/348; 20.1.1994 T. 11876/341; 12. HD. 15.1.1987 T. 15727/36; 21.11.1986 T. 13980/12693 (www.e-uyar.com) Bknz: 8. CD. 12.4.1994 T. 3362/3825; 25.2.1993 T. 31/3504(www.e-uyar.com) ÖZMEN, İ. İcra Mahkemesinin Görevine Giren Suçlar, s:548 COŞKUN, M. Açıklamalı-İçtihatlı İİK. C:3, s:3403 Bknz: 8. CD. 19.4.1995 T. 4969/5852 (www.e-uyar.com) 6a Bknz: 11. CD. 21.11.2013 T. 26601/83622; 07.11.2013 T. 26558/16323 (www.e-uyar.com) nın düşürülmesine» karar verirken, «vekalet ücreti ve yargılama giderlerinden borçlunun sorumlu tutulmasına» da karar verir.8 Şikayetten vazgeçme (feragat) ya da açıkça -mahkemeye verilecek dilekçe veya duruşma sırasında tutanağı geçirilecek beyanla- veya zımnen -«muayyen günde duruşmaya gelmemek veya duruşma günü bir vekil göndermemek» şeklinde (İİK. mad. 349/VI)- olur. Alacaklı (veya vekili) hükümden9 hatta cezanın kesinleşmesinden sonra da şikayetten vazgeçebilir. Bu suretle, burada TCK. mad. 72 hükmüne aykırı bir çözüm tarzı benimsenmiştir. Başka bir deyişle, genel hükümlere göre, ancak «hüküm kesinleşinceye kadar» şikayetten feragat etmek mümkünken (TCK. mad. 73/(4) burada, şikayetçinin «hükmün kesinleşmesinden sonra»da şikayetinden vazgeçebileceği kabul edilmiştir. Alacaklı, birden fazla borçlu hakkında «aynı» şikayet dilekçesinde (ya da şikayet beyanında) şikayette bulunmuşsa, daha sonra duruşma sırasında ya da hükümden sonra, bunlardan birisi (ya da birkaçı) hakkındaki şikayetinden vazgeçerse, bu vazgeçmeden diğer sanıklar da yararlanırlar mı? İcra ve İflâs Kanununda bu konuyu düzenleyen açık bir hüküm yoktur. Bu durumda; «iştirak halinde suç işlemiş sanıklardan biri hakkındaki şikayetten vazgeçme, diğerlerini de kapsar» şeklindeki ‘TCK. mad. 73/(5) hükmünün uygulanması gerekeceği’ düşünülerek, «sanıklardan biri hakkında şikayetten vazgeçilmesi halinde, bu vazgeçmeden diğer sanıkların da yararlanacağı» -yani, onlar hakkındaki davanın da düşürülmesi gerekeceği- sonucuna ulaşılabilir. Ancak bu hüküm «birlikte (iştirak halinde) işlenen suçlarda» 8 9 Bknz: 8. CD. 18.3.1993 T. 2495/3457 (www.e-uyar.com) Bknz: 12. HD. 15.1.1987 T. 15727/36; 21.11.1986 T. 13960/12693 (www.e-uyar.com) Erzincan Barosu Dergisi uygulanabilir. Yüksek mahkeme10 de bu doğrultuda içtihatta bulunmuştur... b) İİK’nun 16. Babında (İİK. mad. 331-354) düzenlenmiş olan ‘takibi şikayete bağlı’ suçlarda, borcun ifa edildiği (yani; sona erdiği, ödendiği) sabit olursa mahkemece «davanın (ve bütün neticeleri ile birlikte cezanın) düştüğü» belirtilir.11 Yargılama sırasında sanık «borcu ödediğini» savunursa, bu savunma araştırılmadan «mahkumiyet kararı» verilemez…12 Yüksek mahkeme13«‘nafaka borcunu ödememe’ suçlarında, şikayet tarihinden geriye doğru birikmiş 3 aylık cari nafaka borcunun ödenmesinin, 354. maddesinin uygulanmasını gerektireceğini» belirtmiştir... «Borcun itfası (ödenmesi) nedeniyle davanın (veya bütün neticeleri ile birlikte cezanın» düştüğüne karar verilebilmesi için «borcun icra masrafları ve işlenmiş faizleriyle birlikte» tamamen ödenmiş olması gerekir. Eğer sadece «asıl borç» ödenmiş fakat «icra vekalet ücreti ve faizi»14«icra masrafları»15 ödenmemişse, -İİK. mad. 354/I gereğince- «düşme kararı» verilemez. Ödeme, davadan önce veya sonra da olabilir. Hatta, hüküm verildikten sonra16 dahi borcun ödenmiş olması cezanın düşürülmesini gerektirir. Doktrinde bu hükmü; «icra suçlarına verilen cezaların amacı esas itibariyle borçluyu yerine getirmekten kaçındığı bazı fiilleri ifa etmeye zorlamak olup, bu sonucun gerçekleşmesi halinde de cezanın kalkması tabiidir» şeklinde isabetli bulunanlar17 bulunduğu gibi, «bu hüküm borçlular tarafından kötüye kullanılmaya elverişlidir. Şöyle ki, borçlular cezaya hükmedilinceye kadar alacaklıyı uğraştıracaklar ve borçlarını ödeyemeyeceklerdir... Nasıl olsa borç ödenince verilen ceza bütün neticeleriyle birlikte düşecektir. Böylece, borçlu hüküm verilinceye kadar borcu ödememek suretiyle kendi kendine bir süre vermiş olacak ve alacaklıyı ve mahkemeyi boş 10 Bknz: 11. CD. 16.05.2013 T. 3176/8069; 16. HD. 12.1.2009 T. 9636/43; CGK. 21.11.1988 T. 8-433/479; 8. CD. 6.9.1988 T. 5775/6401 vb. (www.e-uyar.com) 11 Bknz: 16. HD. 13.1.2004 T. 10923/401; 8. CD. 30.1.1997 T. 16539/826; 20.6.1996 T. 8315/9362 (www.e-uyar.com) 12 Bknz: 8. CD. 20.2.1997 T. 2106/2011; İİD. 6.4.1973 T. 3961/3770; 8. CD. 21.1.1988 T. 10784/404 (www.e-uyar.com) 13 Bknz: 8. CD. 20.9.1995 T. 1152/12101; 14.10.1993 T. 9112/10171; 5.2.1991 T. 10577/12068 (www.e-uyar.com) 14 Bknz: 12. HD. 14.11.1986 T. 13546/12257; 5.6.1968 T. 7393/6840(www.e-uyar.com) 15 Bknz: 12. HD. 14.11.1986 T. 13546/12257; 5.6.1968 T. 7393/6840(www.e-uyar.com) 16 Bknz: 8. CD. 20.6.1994 T. 7185/7661; 24.1.1994 T. 2/348; 20.1.1994 T. 11876/341; 12. HD. 15.1.1987 T: 15727/36; 21.11.1986 T. 13960/12693 (www.e-uyar.com) 17 ÜSTÜNDAĞ, S. İcra Hukukunun Esasları, 8. Bası, s:426 yere uğraştırabilecektir. Buna engel olmamak için dava açıldıktan sonra borcun ödenmesi halinde cezanın ancak yarısının düşeceğini kabul etmek uygun olacaktır»18 şeklinde eleştirenler de olmuştur. Bu eleştiriler ışığında maddenin ikinci fıkrasında mevcut olan «Ancak, kendi temyizi neticesinde haksız çıkan borçlunun birinci fıkrada yazılı hallerde yalnız cezasının yarısı düşer» şeklindeki hüküm -17.7.2003 tarih ve 4949 sayılı Kanun ile- madde metninden «...kanun yoluna başvurudan caymanın önüne geçilmesi ve iyiniyetli borçlunun haksız yere cezalandırılmasının önlenmesi amaçlanmıştır» gerekçesiyle çıkarılmıştır. Mahkeme; hükümden önce borcun ödendiğini saptayarak «düşme kararı» verirken, davanın açılmasına sebep olan borçluyu (sanığı) «yargılama giderlerini» (ve varsa, şikayetçi vekili için «vekalet ücretini») ödemeye mahkum eder.19 II- İİK. mad. 352/II uyarınca; «takibi şikayete bağlı suçlarda, dava ve cezanın 354. maddede yazılı sebeplerle düşeceği»nin verilen mahkumiyet kararında açıkca belirtilmesi gerekir.20 III- İcra mahkemesince, İİK’nun 16. Bab(İİK. mad. 331-354) hükümlerine göre verilen «tazyik hapsi» ve «disiplin haczi»ne ilişkin verilen kararlar, kesinleşmelerinden itibaren iki yıl geçtikten sonra infaz edilemez (İİK. mad. 354/II). IV- 6217 s. Kanunla İİK.’nun 354. maddesine aşağıdaki fıkra eklenmiştir: «Nafaka alacaklarına ilişkin takipler hariç, alacak miktarı asgari Ücret Tespit Komisyonu tarafından her yıl belirlenen aylık en yüksek brüt asgari ücret tutarının altında kalan takiplerde bu Kanunda öngörülen disiplin ve tazyik hapsi uygulanmaz.»2119a V- Yüksek mahkeme; √ «Şikayetçiler vekilinin şikayetinden feragat etmesi halinde, İİK. mad. 354 gereğince ‘davanın düşürülmesine’ karar verilmesi yerine İİK. mad. 349/5’e göre ‘düşme kararı’ verilmesinin isabetsiz olduğunu»2219b √ «Şikayetten vazgeçme halinde İİK.’nun 354. 18 KURU, B. İcra ve İflâs Kanunu Değişikliği Hakkında Düşünceler, s:59 - ALACAKAPTAN, U. İcra ve İflâs Kanunu Değişiklik Tasarısının Cezai Hükümleri, “Seminer”, s:183 - Ayrıca bknz: NAYIR, H. Bizde İcra Ceza Davaları, s:91 vd. 19 Bknz: 8. CD. 18.3.1993 T. 2495/3457 (www.e-uyar.com) 20 Bknz: 11. CD. 19.12.2013 T. 25657/19635; 20.10.2013 T. 24113/15176; 13.06.2013 T. 19277/10023; 16. HD. 3.11.2008 T. 6502/6936; 24.2.2004 T. 13180/2989 (www.e-uyar.com) 21 Bknz: 11. CD. 11.04.2013 T. 6743/6142 (www.e-uyar.com) 22 Bknz: 11. CD. 21.11.2013 T. 26533/17393(www.e-uyar.com) 7 Erzincan Barosu Dergisi maddesi uyarınca ‘davanın düşürülmesine’ karar verilmesi yerine, ‘şikayet hakkının düşürülmesine’ karar verilemeyeceğini»23 √ «İİK›nun 354. maddesinin, müştekinin şikâyetten feragati durumunda da uygulanacağı kararının yerinde gösterilmesinin gerekeceğini»24 √ «Alacak miktarı asgari ücret miktarının altında kaldığından sanığın disiplin ve tazyik hapsi ile cezalandırılamayacağını»2521a √ «Şikâyet tarihinden sonraki bir tarihi içeren ve üzerinde müşteki vekilinin isim ve adresi bulunan tahsilat makbuzunda, şikâyete dayanak icra takip dosyası borcunun ödendiği ve alacağın kalmadığı belirtilmiş olması ve bu tarihten üç gün soma da alacaklı vekilinin ilgili icra müdürlüğünden hacizlerin fekkini talep ettiği birlikte değerlendirildiğinde, borcun itfa edildiğinin kabulünün gerekmesi nedeniyle davanın düşürülmesine karar verilmesinin gerekeceğini»26 √ «Yargı Hizmetlerinin Hızlandırılması Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 6. maddesi ile İİK’nun 354. maddesine eklenen 4. fıkrasında; nafaka alacaklarına ilişkin icra takipleri hariç alacak miktarı her yıl belirlenen aylık en yüksek brüt asgari ücret tutarının altında kalan takiplerde İİK’da öngörülmüş olan disiplin ve tazyik hapsi cezalarının uygulanmayacağı hükme bağlanmış olup; alacak miktarından, asıl alacağın anlaşılacağı ve asıl alacak miktarı brüt asgari ücret tutarının altında kalan takiplerde İİK’da düzenlenmiş olan disiplin ve tazyik hapislerinin uygulanmayacağını»27 √ «Vekillikten çekilen avukatın, sanık hakkındaki şikâyetlerinden vazgeçtiğine ilişkin beyanına göre yazılı şekilde davanın düşürülmesine karar verilmesinin isabetsiz olduğunu»28 √ «Borçlu şirketin yetkilisi sanığın taşınmazı ve aracı aynı kasıt altında satmakla birlikte, aracı ve taşınmazı satın alanların ayrı ayrı sanıklar olduğu ve eylemlerinde iştirak hâlinin bulunmadığı, karardan sonra müşteki vekilinin 11.08.2009 havale tarihli dilekçe ile sanıklardan (F.T.) hakkındaki şikâyetinden vazgeçmesinin, ..........plaka sayılı aracı sanık (R.G.)’ye satışına ilişkin şikâyetin devam ettiği göz önünde bulundurulduğunda, şikâyetten vazgeçmenin sanık (F.T.) dışındaki sanıkları da kapsadığının ka23 24 25 26 27 28 8 Bknz: 11. CD. 04.04.2013 T. 19193/55668(www.e-uyar.com) Bknz: 16. HD. 07.06.2012 T. 2284/5094(www.e-uyar.com) Bknz: 16. HD. 05.06.2012 T. 1997/4921(www.e-uyar.com) Bknz: 16. HD. 27.03.2012 T. 8666/2835(www.e-uyar.com) Bknz: 16. HD. 08.02.2012 T. 579/940(www.e-uyar.com) Bknz: 16. HD. 15.11.2011 T. 5046/7179 (www.e-uyar.com) bulü ile tüm sanıklar hakkındaki davanın düşürülmesine karar verilmesinin isabetsiz olduğunu»29 √ «Taraflar arasında düzenlenen protokolde, kefil tarafından düzenlenip alacaklıya verilen ve ödendiğinde tüm dava ve takiplerden feragat edileceği ve borçlu şirketin ibra edileceği düzenlenmiş olup, 28.01.2010 tarihli duruşmada da müşteki vekilinin ‘asıl borç ödenmiştir, ancak icra takibi ile ilgili giderler ve vekalet ücreti ödenmemiştir’ şeklindeki beyanı ile söz konusu protokolde icra gider ve vekalet ücretinin ayrık tutulmayarak ödenecek miktarın rakamsal olarak 130,000 TL şeklinde gösterildiği dikkate alındığında, borcun ödendiğinin kabulü gerekeceğini»30 √ «İcra ve İflas Kanunu’nun 354 üncü maddesinin tatbikinin gerektiği hâllerde TCK.’nun 50/1-b maddesinin uygulanamayacağını»31 √ «Hükmün esasını oluşturan tefhimle geçerlilik kazanan ‘kısa karar’ da İİK.’nun 354. maddesinde yazılı ihtarata yer verilmediği halde, ‘gerekçeli karar’ da aynı ihtarata yer verilmesinin, hükmün bozulmasına neden olacağını»32 √ «İİK.’nun 352/II maddesi uyarınca ‘takibi şikayete bağlı suçlarda, dava ve cezanın 354. maddede yazılı sebeplerle düşeceği’nin kararda belirtilmesi gerekeceğini»33 √ «Borçlunun taahhüt ettiği miktardan o tarihe kadar ödemek zorunda olduğu meblağı yatırdığının mahkemece de kabulü nedeniyle İİK’nun 354 üncü maddesi gereğince verilen cezanın düşürülmesine karar verilmesinin gerekeceğini»34 √ «Davanın ve cezanın tüm neticeleriyle birlikte düşürülmesine karar verilebilmesi için müştekinin feragati veya borcun itfa edilmiş olmasının gerekeceğini»35 √ «İİK›nun 354 üncü maddesine göre, sadece şikâyetten vazgeçme hâli belirtilmeyerek, borcun itfa edildiğinin sabit olması halinde de dava ve cezanın tüm neticeleriyle düşeceğinin kararda gösterilmesinin gerekeceğini»36 belirtmiştir. 29 30 31 32 33 Bknz: 16. HD. 01.11.2011 T. 5035/6820(www.e-uyar.com) Bknz: 16. HD. 07.12.2011 T. 3339/8585 (www.e-uyar.com) Bknz: 16. HD. 24.01.2011 T. 7656/14 (www.e-uyar.com) Bknz: 16. HD. 23.05.2011 T. 348/2828 (www.e-uyar.com) Bknz: 16. HD. 07.02.2011 T. 7862/678; 15.03.2010 T. 724/2095; 18.10.2010 T. 4401/6101; 11.10.2010 T. 4173/5837; 15.03.2010 T. 722/2091; 24.10.2011 T. 5195/6469; 06.12.2010 T. 4385/7185; 01.06.2010 T. 2736/4026 (www.e-uyar.com) 34 Bknz: 16. HD. 04.10.2010 T. 5510/5763 (www.e-uyar.com) 35 Bknz: 16. HD. 06.12.2010 T. 4385/7185 (www.e-uyar.com) 36 Bknz: 16. HD. 10.06.2010 T. 3190/4196 (www.e-uyar.com) Erzincan Barosu Dergisi MÜDAFİNİN DOSYAYI İNCELEME YETKİSİ Av.Turgay NAS Müdafinin dosya inceleme yetkisi ceza yargılamasında, müdafinin savunma hakkını kullanması bakımından çok önem taşıyan bir yetkidir.Müdafinin veya vekilin dosyayı incelemesi ve dosyadan suret alması bakımından ceza muhakemesi sisteminde soruşturma ve kovuşturma evreleri ayrı ayrı düzenlenmiştir. Müdafiin dosyayı inceleme yetkisi CMK 153/1 deki madde ‘‘Müdafi, soruşturma evresinde dosya içeriğini inceleyebilir ve istediği belgelerin bir örneğini harçsız olarak alabilir.’’ Diyerek genel ilkeyi belirtmiş aynı maddenin 5.fıkrası ise ‘‘Bu Maddenin içerdiği haklardan suçtan zarar görenin vekili de yararlanır.’’hükmü ile aynı haklardan katılanın ve suçtan zarar görenin vekilinde istifade edeceğini belirtmiştir. CMK 153. Maddenin 2.fıkrası ‘‘Müdafiin dosya içeriğini incelemesi veya belgelerden örnek alması, soruşturmanın amacını tehlikeye düşürebilecek ise, Cumhuriyet savcısının istemi üzerine, sulh ceza hâkiminin kararıyla bu yetkisi kısıtlanabilir.’’diyerek 1.fıkrada verdiği genel yetkiye soruşturmanın amacını tehlikeye düşürebilir gerekçesi ile istisna getirmiş anılan bu maddenin 3.fıkrası ise 2. Fıkrayla getirilen istisnaya ‘‘Yakalanan kişinin veya şüphelinin ifadesini içeren tutanak ile bilirkişi raporları ve adı geçenlerin hazır bulunmaya yetkili oldukları diğer adlî işlemlere ilişkin tutanaklar hakkında, ikinci fıkra hükmü uygulanmaz.’’diyerek istisnaya istisna getirerek tutanak ile bilirkişi raporları ve adı geçenlerin hazır bulunmaya yetkili oldukları diğer adlî işlemlere ilişkin tutanakların incelenebileceğini ve bunlardan suret alınabileceğini ifade etmiştir. Ancak CMK’nın 4.fıkrası her halükarda ‘‘Müdafii, iddianamenin mahkeme tarafından kabul edildiği tarihten itibaren dosya içeriğini ve muhafaza altına alınmış delilleri inceleye- bilir; bütün tutanak ve belgelerin örneklerini harçsız olarak alabilir.’’diyerek kovuşturma evresinde müdafinin veya vekilin dosyadaki tüm belgeleri inceleyebileceğini ve bunlardan harçsız suret alabileceğini belirterek iddianamenin mahkemeye sevkinden sonra müdafii için hiçbir kısıtlama ve istisna olmadığını belirtmiştir. Bilindiği üzere ceza yargılamasının 3 sac ayağı vardır;bunlar iddia,hüküm ve savunmadır.Yargılamanın bu 3 sac ayağı işlevlerini hukuk düzeni içerisinde tam olarak yerine getiremediği takdirde verilen hükmün isabetli ve adil olmayacağı açıktır.Ceza yargılamasında savunmayı temsil eden müdafiin CMK153. maddedeki dosyayı inceleme yetkisi, hukuka aykırı bir şekilde ve hukuka aykırı gerekçelerle veya gerekçesiz olarak kısıtlanır ise yargılamanın savunma ayağı işlevsiz bırakıldığı için verilen karar CMK 289/1h kapsamında adil bir yargılama olmadığı için mutlak bir bozma nedenidir.İddia makamı olan Cumhuriyet savcısının istemi ve sulh ceza hakimliğinin dosyayı inceleme yetkisinin kısıtlanması ve gizlilik kararı olmaksızın,dosyanın incelenemeyeceği ve dosyadan suret alınamaycağı ile ilgili avukatların taleplerine karşı verilen görüş beyanat ve kararların hepsi açıkça hukuka aykırıdır.Bütün bu konular yargılama sonunda yerel mahkemenin verdiği kararda temyize konudur.Açıkça belirtilmesi ve altı çizilmesi gereken bir konuda savcılığın talebi üzerine mahkemenin gizlilik kararı verdiği hallerde dahi dosyadaki bazı belgelerin müdafii tarafından incelenmesinin yada belgelerden örnek alınmasının engellenemeyecek olmasıdır. Avukatlık Kanunu’nun 46.maddesi Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 153.maddesini teyit ederek, soruşturma veya kovuşturma dosyasını avukatın 9 Erzincan Barosu Dergisi inceleme ve dosyadan suret alma yetkisinin sadece avukatın yetkisi olmadığını aynı zamanda avukatın yanında çalışan stajyeri eliylede dosyayı inceleyebilceğini belirten hüküm şu şekildedir: A.K.md.46: ‘‘Avukat, işlerini kendi sorumluluğu altındaki stajyeri veya yanında çalışan sekreteri eliyle de takip ettirebilir, fotokopi veya benzeri yollarla örnek aldırabilir. Avukatın onanmasını istemediği örnekler harca tâbi değildir. Avukat veya stajyer, vekâletname olmaksızın dava ve takip dosyalarını inceleyebilir. Bu inceleme isteğinin ilgililerce yerine getirilmesi zorunludur. Vekâletname ibraz etmeyen avukata dosyadaki kağıt veya belgelerin örneği veya fotokopisi verilmez.’’ denilerek dosyadan sadece suret ve fotokopi almak için vekaletnamenin gerektiği belirtilmiştir. Özellikle bir hususu belirtmekte fayda vardır;oda şudur.Sanık yada katılan yargılama sırasında avukatın kendisinin müdafisi veya vekili olduğunu belirttikten sonra avukat vekaletname sunmadan da ilgili dosyadan suret alabilir. İzmir 16.Sulh Ceza Mahkemesi 2011/79 Değişik iş numaralı dosyası ile soruşturma aşamasının gizliliği gerekçe gösterilerek avukata evrak üzerinde inceleme yetkisi verilmeyen soruşturma dosyasının kendisinin avukat olması sıfatıyla incelemeye sunulmasına karar verilmesi talepli dilekçesini inceleyen mahkeme muteriz avukatın talebi üzerine şu şekilde karar vermiştir: ‘‘1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 46. Maddesinin 2. Fıkrasında “avukat ve stajyer vekaletname olmaksızın dava ve takip dosyalarını inceleyebilir. Bu inceleme isteğinin ilgililerce yerine getirilmesi zorunludur.” hükmü yer almaktadır. Bu hükme göre, 1136 sayılı Yasanın 46. maddesinde düzenlenen bu hükmün, savcılık dosyalarına teşmil edilmediği görülmektedir. Ancak bu maddedeki incelemenin dava ve icra dosyaları için geçerli olduğu, soruşturma dosyaları için geçerli olmadığı ve 5271 ceza muhakemeleri kanununun 157. Maddesi olan “Kanunun başka hüküm koyduğu haller saklı kalmak ve savunma haklarına zarar vermemek koşuluyla soruşturma evresindeki usul işlemleri gizlidir.” hükmünce soruşturma dosyalarının esasen gizli olduğu anlaşılmaktadır. Gizliliğin amacı, suçun işlenmesinden kamu davası açılıncaya kadar geçen sürede şüpheli veya şüphelilerin hızlı ve doğru bir şekilde tespiti, firarların önlenmesi, suçla ilgili delillerin toplanması ve kamu davasının temelini teşkil eden hazırlık soruşturmasının eksiksiz yapılmasıdır. Müdafiin dosyayı inceleme yetkisi başlıklı 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 153. maddesine göre“(1) müdafi, soruşturma evresinde dosya içeriğini inceleyebilir ve 10 istediği belgelerin bir örneğini harçsız olarak alabilir” hükmü uyarınca avukatın şüpheli ve sanık bakımından müdafi, katılan bakımından ise vekil olarak adlandırılmıştır. Ceza Muh 7. STAJYER AVUKATLAR KURULTAY SONUÇ BİLDİRGESİ” akemesi Yasası’ na göre müdafi, şüpheli veya sanığın ceza muhakemesinde savunmasını yapan avukatı, vekil ise katılan, suçtan zarar gören veya malen sorumlu kişiyi ceza muhakemesinde temsil eden avukatı ifade eder. 5271 sayılı CMK’ nın 153. Maddesinde müdafiin dosya inceleme ve dosyadan örnek alabilme hakkı düzenlenmiştir. Halbuki, müdafi olmadan sadece avukat sıfatıyla soruşturma dosyasını inceleme ile ilgili herhangi bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Soruşturmanın gizliliği 5271 sayılı Yasanın 157. maddesi uyarınca temel ilke olmakla birlikte, kimi hallerde Cumhuriyet Savcısı’nın talebi ile Sulh Ceza Hakimi’ nin kararı ile dosya ile ilgili kısıtlamanın getirilebileceği 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’ nun 153/2. maddesi olan“ Müdafiin dosya içeriğini incelemesi veya belgelerden örnek alması, soruşturmanın amacını tehlikeye düşürebilecek ise Cumhuriyet Savcısı’ nın istemi üzerine, Sulh Ceza Hakimi’ nin kararıyla bu yetkisi kısıtlanabilir.” Hükmü ile öngörülmektedir. Cumhuriyet Başsavcılıkları ve Adli Yargı İlk Derece Ceza Mahkemeleri kalem hizmetlerinin yürütülmesi usul ve esaslarını belirlemek amacıyla çıkartılan Cumhuriyet Başsavcılıkları ile Adli yargı İlk Derece Ceza Mahkemeleri Kalem Hizmetlerinin Yürütülmesine Dair Yönetmeliğin “Soruşturma evrakının incelenmesi” başlıklı 45. maddesinin 2. fıkrasında müdafiinin soruşturma evresinde, soruşturmanın amacını tehlikeye düşürmemek kaydıyla görevlendirme yazısı veya vekaletname ibraz ederek soruşturma evrakını inceleyebileceği, 3. Fıkrasında mağdur veya şikayetçinin vekilinin soruşturma evresinde soruşturmanın amacını tehlikeye düşürmemek kaydıyla görevlendirme belgesi veya vekaletname ibraz ederek soruşturma evrakının içeriğini inceleyebileceği öngörülmüştür. Müdafilik sıfatı şüphelinin avukatı müdafi olarak kabul ettiğini bildirdiği anda kazanılan ve başkaca hiçbir usul ve merasime gerek olmayan bir sıfattır. Yargının kurucu unsurlarından olan bağımsız savunmayı temsil eden avukatlık mesleğinin icrasında dosya incelemek günlük bir uğraş olup, avukatların dosya incelemelerinin kimi zorlaştırıcı şartlara bağlanması, avukatların her gün bu sorunla yüz yüze gelmeleri anlamına gelecektir. Savunma hakkı kutsaldır ve adil yargılanma hakkının temel unsurudur. Savunma hakkının sınırlarını da ancak yasa hükümleri çizer. Uygulama ile Erzincan Barosu Dergisi bu hakkın sınırları çizilemez. Bu bağlamda müdafi, vekaletname aranmaksızın soruşturma ve kovuşturma aşamasının her aşamasında, tüm evrakı inceleyebilir, örnek alabilir, şüpheli veya sanıklarla görüşebilir, ifade ve sorguda bulunabilir, her türlü hukuki yardım yapabilir. Soruşturmanın her aşamasında müdafiin, şüphelinin yanında bulunması bir hak olarak tanındığına göre, müdafiin dosyayı incelemeden hukuki yardımda bulunamayacağı açıktır. Bu nedenle, avukatlardan biri, on binlerce dosya arasından, belli bir dosya numarasını ve dosyanın taraflarını belirtmek suretiyle bir soruşturma dosyasını incelemek için başvuruyorsa, artık incelemeyi talep eden avukatın o dosyanın tarafları ile ilgisinin bulunduğu kabul etmek ve güvenmek gerekir. Dosyanın incelenmesi konusunda kısıtlama yoksa, Cumhuriyet Başsavcılıkları ile Adli Yargı İlk Derece Ceza Mahkemeleri Kalem Hizmetlerinin yürütülmesine dair yönetmeliğin 45. maddesinin son fıkrasınca“ soruşturma evrakı soruşturmayı geciktirmemek kaydıyla Cumhuriyet Savcısı huzurunda incelenir.” Avukatlık kanunu 2. maddeye göre “ avukatlığın amacı; hukuki münasebetlerin düzenlenmesini, her türlü hukuki mesele ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarını tam olarak uygulanmasını, her derece yargı organları, hakemler, resmi ve özel kişi, kurul ve kurumlar nezdinde sağlamaktır. Avukat bu amaçla hukuki bilgi ve tecrübelerini adalet hizmetine ve kişilerin yararlanmasına tahsis eder. Yargı organları, emniyet makamları, diğer kamu kurum ve kuruluşları ile kamu iktisadi teşebbüsleri, özel ve kamuya ait bankalar, noterler, sigorta şirketleri ve vakıflar avukatlara görevlerinin yerine getirilmesinde yardımcı olmak zorundadır. Kanunlarındaki özel hükümler saklı kalmak kaydıyla, bu kurumlar avukatın gerek duyduğu bilgi ve belgeleri incelemesine sunmakla yükümlüdür. Bu belgelerden örnek alınması vekaletname ibrazına bağlıdır.” Denilerek kanunun özünde avukat- lara dosya inceleme yetkisi verildiği görülmektedir. Avukatlık kanunun 34. maddeye göre “ avukatlar, yüklendikleri görevleri bu görevin kutsallığına yakışır bir şekilde özen, doğruluk ve onur içinde yerine getirmek ve avukatlık unvanının gerektirdiği saygı ve güvene uygun biçimde davranmak ve Türkiye Barolar Birliği’ nce belirlenen meslek kurallarına uymakla yükümlüdürler.” Avukatlık Kanunu’ nun 57. maddesi olan “ görev sırasında veya yaptığı görevden dolayı avukata karşı işlenen suçlar hakkında, bu suçların hakimlere karşı işlenmesine ilişkin hükümler uygulanır.” Hükmü ile hakimlik ile eş tutulan avukatlık bir güven mesleğidir. Bu nedenle, gerek avukatlık kanunu gerekse Türkiye Barolar Birliği Avukatlık Meslek Kuralları, avukatı, etik ve mesleki sorumlulukları bakımından sıkı denetime almıştır. Yasa koyucu avukata güvensizliği düşünmemiş, avukat olmayı sıkı koşullara bağlamış, mesleki yetkilerin kötüye kullanması durumunu ise ağır şekilde cezalandırmıştır. Avukatın her incelediği dosyada vekalet sunmasının mümkün olmadığı, dosyayı inceledikten sonra çeşitli sebeplerden dolayı vekalet almaktan vazgeçebileceği, avukat alamayacağı bir dava için vekalet sunarsa taraflara boş yere masraf yaptıracağı ve üstlenemeyeceği bir iş için avukatın hukuken sorumlu olacağı ve gereksiz bir vergi yükümlülüğü altına girerek mağdur olacağı, Türkiye Barolar Birliği’ nin her yıl yayınlamış olduğu tarifeye göre avukat danışma hizmeti, dosya inceleme, dilekçe yazma, vekaletle dava alma vs. hizmetlerin ayrı ayrı ücrete tabi olduğu bu açıdan bakıldığında Savcılığın ret işleminin avukatın çalışma hak ve özgürlüğünü kısıtladığı düşünülmektedir. Her avukat, vekalet sunmaya gerek duyulmadan gizlilik kararı verilmemiş soruşturma ve kovuşturma dosyalarını inceleme hak ve yetkisine sahip bulunmaktadır. İnceleyen avukattan kimlik sorulması ve talebin yazılı olarak alınması her zaman mümkün olup bu konuda yasal bir kısıtlama bulunmamaktadır. Dolayısıyla, hakkında gizlilik kararı verilmemiş, Avukatlık Kanunu 2. Maddesindeki deyimiyle kanunlarındaki özel hükümler saklı kalmak kaydıyla, bir kısıtlaması bulunmayan (hakkında gizlilik kararı verilememiş) soruşturma dosyasının incelenmesinin kısıtlanmasına yasal olarak olanak yoktur. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’ nun 153/2. maddesine göre “ müdafiin dosya içeriğini incelemesi veya belgelerden örnek alması, soruşturmanın amacını tehlikeye düşürebilecek ise, Cumhuriyet Savcısı’ nın istemi üzerine, Sulh Ceza Hakimi’ nin kararıyla bu yetkisi kısıtlanabilir.”Hükmü uyarınca her ne kadar dosya 11 Erzincan Barosu Dergisi inceleme talebinde bulunan Avukat Adnan ÖZDEMİR’ in müdafi olduğuna dair görevlendirme yazısı veya vekaletname ibraz etmemiş ise de dosyayı inceleme isteminin soruşturmanın güvenliğini tehlikeye sokmayacağı, çünkü soruşturmanın güvenliğini tehlikeye sokma durumunda savcının, Sulh ceza Mahkemesi’ nden gizlilik kararı alması gerektiği, ancak Savcılığın böyle bir gizlilik kararı talebinde bulunmadığı, bu nedenlerle Mahkememizce Anayasa’ nın 36. Maddesinde yer alan hak arama hürriyeti, insan hakları Avrupa sözleşmesinin 6. Maddesinde yer alan Adil yargılanma hakkı, avukatlık kanunu ve ceza muhakemeleri kanununa bağlı olarak avukatın, soruşturma dosyasını “gizlilik kararı yoksa” vekalet koymadan incelemek hakkına sahip olduğu kanaatine varıldığından muterizin itirazının kabulüne karar vermek gerekmiştir. HÜKÜM : Yukarıda açıklanan nedenlerle; 1-Muterizin avukat sıfatıyla İzmir C. Başsavcılığı’ nın 2010/86507 sayılı soruşturma dosyasının incelenmesine karar verilmesi talebinin hukuka uygun olduğu kanaatine varıldığından talebin KABULÜNE, 2-Kararın taraflara tebliğine, Evrak üzerinde yapılan inceleme sonucunda itirazı kabil olmak üzere karar verildi. İtiraz süresinin 7 gün olduğu, İzmir Asliye Ceza Mahkemesi’ dilekçe ya da zabıt katibine yapılacak beyan ile itiraz edilebileceği belirtildi. 17.01.2011’’ (1) Müdafiin dosyayı inceleme yetkisi savunma hakkının kullanılması,silahların eşitliği,kovuşturmada ise yargılamaının aleniyeti çerçevesinde çok önemli bir hak ve yetkidir. CMK m.153,Av.K.m:46/2,Yakalama, Gözaltına Alma ve İfade Alma Yönetmeliği’nin 22.maddesi, Cumhuriyet Başsavcılıkları İle Adli Yargı İlk Derece Ceza Mahkemeleri Kalem Hizmetlerinin Yürütülmesine Dair Yönetmelik”in 45. Maddesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin düzenlediği en önemli madde “adil yargılanma hakkı” başlıklı 6/3.maddeleri doğrudan ve dolaylı olarak müdafiin veya vekilin hiçbir gerekçe ve ksıtlamaya tabi tutulmaksızın dosyayı inceleme ve dosyadan suret alma hakkı ve yetkisi olduğunu belirtmektedir. Savunma hakkı kapsamında değerlendirilen müdafiin dosyayı inceleme yetkisi soruşturma ve kovuşturma evresi olarak CMK m:153’te iki evreye ayrılmıştır.Kovuşturma evresinde müdafiye dosyayı inceleme ve dosyadan suret alma hakkı ve 12 yetkisi hiçbir yasal kısıtlamaya tabi tutulmaksızın tam olarak verilmiş iken,soruşturma evresinde ise müdafiin dosyayı incelemesi veya belgelerden örnek alması soruşturmanın amacını tehlikeye düşürecek ise,cumhuriyet savcısının istemi üzerine sulh ceza hakiminin kararı ile bu yetki kısıtlanabilir.Bu yetkinin kısıtlandığı soruşturma evresine dahi yakalanan kişinin veya şüphelinin ifadesini içeren tutanak ile bilirkişi raporları ve adı geçenlerin hazır bulunmaya yetkili oldukları diğer adli işlemlere ilişkin tutanaklar incelenebilir ve bu tutanak ve belgelerden suret alınabilir.Cumhuriyet savcıları ve adliye personeli sulh ceza hakimin dosya hakkında gizlilik kararı olmaksızın konusu ne olursa olsun hiçbir soruşturma dosyası için incelenemez demeye hiçbir yasal hakkı bulunmadığı gibi,CMK m:153.madde çok açık olduğu için bununla çelişen hiçbir yönetmelik ve talimatıda dosyanın incelenmeyeceği iddiasına gerekçe olarak gösteremez. Zira bu konu ile ilgili dosyayı inceleme yetkisinin bir savunma hakkı kapsamında değerlendirileceğini ifade eden yukarıda mahkeme kararları sunulmuştur. Avukatın,vekaletname sunmadığı veya sunacağını taahhüt etmediği bir dosyayı da inceleme hakkı vardır;zira avukatların içeriğini bilmediği ve inceleyemediği bir dosyaya vekaletname sunarak dosyayı inceleme hakkı elde etmesi müvekkili açısından ekonomik bir kayıptır.Aynı zamanda dosyayı inceledikten sonra dosyayı alıp almayacağına ve buna göre vekaletname sunacak olan bir avukat için vekaletname sunmaksızın dosyanın incelenemeyeceği kararı avukat ve müvekkili için savunma hakkının zarar görmesi ile birlikte zaman ve emek kaybıdır. Avukatların kendilerine başvuran şüphelilerin müdafiliğini, mağdur ya da şikâyetçilerin ise vekilliğini üstlenebilmeleri için sadece bu kişilerin anlatımları ile yetinmeyip dosya içeriklerini inceleyerek müdafi ya da vekil olup olmayacaklarını değerlendirmelerinin bir zorunluluk olarak ortaya çıktığı ve savunma hakkı açısından bu durumun önem arz ettiği HSYK tarafından da Cumhuriyet Başsavcılıklarına bildirilmiştir. Avukatların kendilerine müracaat eden şüpheli, mağdur, şikâyetçi ve suçtan zarar görenin müdafi ya da vekilliklerini alabilmeleri ile onlarla vekâlet ilişkisi kurabilmelerine kolaylık ve imkân sağlanması için dosyayı inceleyebilmelidir. Erzincan Barosu Dergisi İDAM CEZASI Av. Ufuk ŞENGÜL Bir devletin suçun karşılığı olarak bir mahkûmun hayatına son vermesine ölüm cezası, bu cezaya çarptırılan kişinin cezasının infaz edilmesine idam denir. Gerek devlet organizmasının ortaya çıkmasından sonra gerekse de devlet organizmasının varlığından önce idam cezası toplumlar arasında günümüze kadar uygulanmıştır. Şu anda, 58 ülkede halen ölüm cezası kullanılmaktadır. 98 ülke ölüm cezasını hukuken tamamen kaldırmış, 7’si savaş suçları ve istisnai durumlar dışında kaldırmış, 35’i ise fiilen ölüm cezasını uygulamadan kaldırmıştır. Cumhuriyet döneminde idam kararları yüksek mahkemece onaylandıktan sonra TBMM’ye gönderiliyordu. Meclis’in de idam kararını onaylaması halinde ölüm cezaları infaz ediliyordu. İnfaz kurallarına göre ölüm cezası hükümlünün mensup olduğu din ve mezhebin hususi günlerinde yerine getirilmiyor, hamile kadınlar doğum yapana kadar, akıl hastalığı tespit edilenler akli dengesi düzelene kadar idam edilmiyordu. 18 yaşından küçükler ve 65 yaşından büyükler hakkındaki ölüm cezası infaz edilmiyordu. Ülkemizde fiili olarak son idam cezası Hıdır Aslan adlı kişiye 25 Ekim 1984 tarihinde Burdur ilinde uygulanmıştır. Bu tarihten sonra memleketimizde idam cezası verilmiş olsa da infazı yapılamamış- tır. Ölüm cezası önce 2001’de savaş tehdidi ve terör suçları halleri dışındaki suçlar için kaldırılmış, 3 Ağustos 2002’de “Savaş ve çok yakın savaş tehdidi hâllerinde işlenmiş suçlar hariç” şartı ile kaldırılmıştır. 7.5.2004 tarihli 5170 sayılı kanun ile anayasadan ölüm cezaları ile ilgili maddeler çıkarılmış, 14.7.2004 tarihli 5218 sayılı kanunla Türk Ceza Kanunu’ndan ölüm cezaları ile ilgili maddeler çıkarılmış, böylece ölüm cezası Türk Hukuku’ndan tamamen kaldırılmıştır. İdam Şekilleri toplumların suçluları korkutma amacını gütme anlayışına göre değişiklik göstermiştir. Birçok ülkede idamlar halka açık meydanlarda gerçekleşmiştir. Türkiye’de Cumhuriyet döneminde aleni idamlar olduğu gibi Osmanlı döneminde de aleni idamlar bir hayli fazla olmuştur. Şüphesiz ki, devletin amacı idam cezası ile bu suçların işlenmesinin önüne geçmektir. Ancak dünya genelinde yapılan araştırmalar idamın bu konuda kesin çözüm olamadığını açıkça göstermektedir. Toplumumuzda infial yaratan her olaydan sonra idamı tartışmaya başlarız. Şüphesiz son olarak yaşanan Özgecan Aslan cinayeti bunun en büyük örneğidir. Gerçekten haksızca ve hunharca katledilen insanları görünce idamın tartışılması kaçınılmaz olmaktadır. Kendimizi mağdurun ailesinin ve yakınlarının yerine koyduğumuzda, suçlular için idam 13 Erzincan Barosu Dergisi cezasının bile az kaldığını, mümkünse aynı acının fazlasını çekmesi için gaddarca öldürülmesini istemekteyiz. Bu istek belki insan olmanın doğasından kaynaklanmaktadır. Ancak 21. yy’da evrensel hukukun ve iç hukukumuzun idama bakışını irdelememiz gerekmektedir.Böylelikle idam cezasının geri gelip gelemeyeceğini açıklığa kavuşturmuş olacağız. İç hukukumuzda idamın geri gelmesinin önünde engel olarak 2 önemli temel madde vardır. Bunların ilki Anayasanın 38. maddesidir. 07 Mayıs 2004 tarihinde yapılan değişiklikle 38. maddeden ölüm cezası ve genel müsadere kaldırılmıştır. Ölüm cezasının olabilmesi için bunun anayasamızda açıkça olması gerekmektedir. İç hukukumuzdaki ikinci norm ise Anayasanın 90. maddesidir, bu maddeye göre “Usulüne uygun şekilde yürürlüğe girmiş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarla, kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, uluslararası antlaşma hükümleri esas alınır” denmektedir. Hatta bu maddenin devamında uluslararası anlaşmaların anayasaya aykırılığı iddiasının ileri sürülemeyeceği açıkça belirtilmiştir. Buna göre ülkemizin taraf olduğu anlaşmalara kısaca değinecek olursak; AİHS’nin Ek-6 Nolu protokolü ve Ek-13 Nolu protokolü ile ölüm cezasının verilemeyeceğine ilişkin maddeleri ülkemiz kabul etmiş ve imzalamıştır. Ek-6 Nolu protokol ile savaş ve yakın savaş tehlikesi durumları hariç ölüm cezasını yasaklamıştır. Bu protokol 2003 yılında ülkemizde kabul edilmiş ve yasalaşmıştır. Ek-13 Nolu protokol ile ölüm cezasının her koşulda kaldırılmasını 2005 yılında ülkemizde kabul edilmiş ve yasalaşmıştır. Bu protokollerin dışında 14 Avrupa Birliği Hukuku açısından da konuyu ele alacak olursak AB Lizbon Antlaşması ile bağlayıcılık kazanan Temel Haklar Şartı’nın 2. maddesi de açık olarak idamı yasaklamıştır. Malum olduğu üzere müzakereler sürecinde bu anlaşma da ülkemiz hukuku açısından bağlayıcıdır. Ele aldığımız normlar çerçevesinde hukuken idam cezasının geri gelmesi mümkün değildir. Tabii ki açıkça belirttiğim gibi “hukuken”. Şayet siyasi erk uluslar arası ekonomik-siyasi yaptırımları göze alıp taraf olduğu anlaşmaları feshederse bu konuda diyecek bir şeyimiz bulunmamaktadır. Zira bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için bu durum intihardan başka bir şey olamaz. Son olarak; her insan gibi doğal olarak bazı suçlar için idam cezasının geri gelmesini istemekteyiz, fakat sakinleşip olayları akıl ve hukuk süzgecinden geçirdiğimiz zaman idam cezasının olmamasından yana tarafım. Benim açımdan bunun iki önemli nedeni bulunmaktadır. Bunlardan ilki; kişinin ileride masum olabilme ihtimalidir ve ayrıca suç olarak tanımlanmış bir fiilin suç olmaktan çıkarılmasıdır. ikincisi ise; idam cezasının sırf yargı kararı olmayışıdır. Geçmişte, ülkemizdeki uygulamaya göre idam cezası yargısal anlamda kesinleştikten sonra TBMM’nin onayını alması gerekmekteydi. Bu tür uygulamaların memleketimizi kutuplaştıracağı ve idam kararlarının siyasi yönünün ağır basmasına sebebiyet vereceği açıktır. Bu nedenlerle idam kararı hukuken geri gelemez, gelebilme ihtimali olsa dahi idam cezasının olmamasından yanayım. BARIŞ’ın ve HUZUR’un hakim olduğu bir dünya dileğiyle... Erzincan Barosu Dergisi EMEKLİ MAAŞININ HACZİ Av. Emrah ASLAN 5510 sayılı kanun md. 93 ile tüm sosyal güvenlik kurumları tek çatı altında toplanmıştır. Emekli aylıklarına yönelik icra takibi 5510 sayılı yasanın 93 md.’si ile getirilen yenilikler ile SSK, Bağ – Kur, Emekli Sandığı ayırımı olmadan haczedilmezlik kuralından yararlanacağı belirtilmiştir. 28.02.2009 tarihinde ise yürürlüğe giren 5838 sayılı kanun 32. md.’si ile değiştirilen md. 93’de haczi yasaklanan gelir, aylık ve ödeneklerin haczedilmesine ilişkin taleplerin, borçlunun muvafakati bulunmaması halinde icra müdürü tarafından reddedileceği belirtilmiştir. Emekli maaşları İİK md. 83’de kısmen haczi caiz olmayan şeyler başlığı altında düzenlenmiştir. Fakat yukarıda belirtildiği üzere daha yeni bir düzenleme ve özel kanun olması niteliğinden dolayı emekli maaşlarına 5510 sayılı yasanın 93. md.’si uygulanmaktadır. İcra ve İflas Kanunu 83. maddeye göre borçlunun gelirinin en az dörtte biri her halukarda haczedilir. Dörtte bir oranı asgari yapılması gereken kesintiyi ifade ettiğinden, icra memuru, borçlunun maaşı ve durumuna göre dörtte birden fazla kesinti yapılmasına karar verebilir1. Bu maaş ve ücretlerden borçlunun ve ailesinin geçinmeleri için zorunlu olan miktar (icra memuru tarafından) borçluya bırakıldıktan sonra, kalan para (kısım) haczedilebilir2-3. 1 2 3 PEKCANITEZ Hakan / ATALAY Oğuz / SUNGURTEKİN ÖZKAN Meral / ÖZEKES Muhammet, İcra ve İflas Hukuku, 7. Bası, Ankara-2009, s. 254. KURU Baki / ARSLAN Ramazan / YILMAZ Ejder, İcra ve İflas Hukuku, Ankara-2009, s.274. Y. 12 HD., 28.06.2002, 12550/14005, “İİK’nin 83. Maddesinde borçlu ve ailesinin geçinmeleri için icra müdürlüğünce lüzumlu olarak takdir edilen miktar tenzil edildikten sonra kalan kısım borçlunun maaşından haczedilebilir. İcra müdürünün takdirinin yerinde Maaş ve ücretler ile ilgili hacizler, niteliği ve infazındaki özellik yönünden genel haciz uygulamasına göre farklılık gösterir. Genel haciz kararı tek işlemle infaz olunduğu halde, maaş ve ücret hacizleri belli süreler içinde tekrarlanır. İnfaz işlemi ise doğrudan doğruya icra memuru tarafından değil, onun adına borçlunun çalıştığı yerde bulunan ve icra dairesinin bu yoldaki tebliğini alan kanuni muhatap tarafından yerine getirilir. Bu surette maaş ve ücretten yasanın öngördüğü kurallara göre yapılan kesintiler doğrudan icra dairesine gönderilmekte ve dairece icra veznesine alınmaktadır4. İcra ve İflas Kanunu md. 83’teki ücret kavramına, her çeşit ücret dahildir. Bağımsız geliri olan sanat, ticaret ve serbest meslek sahibi kimselerin gelirleri de buraya dahildir; yani bunların da bir kısmı haczedilebilir5. Ayrıca belirtmek gerekir ki maaş ve ücret haczinde, hacze konu olan miktara borçlunun eline geçen yan ödemeler de dahil sayılmaktadır6. 5510 sayılı yasa, 01.08.2008 tarihinde yürürlüğe girdikten sonra artık icra dairesinin muhatabı emekliler açısından tek bir kuruma indirgenmiştir. Sadece Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı’na ya- 4 5 6 olup olmadığının borçlunun aile durumu ve ilgili nüfus kayıtları celbedildikten sonra incelenmesi gerekirken bu konuda araştırma yapılmaksızın yasada yeri olmayan asgari ücret miktarı esas alınarak yazılı şekilde eksik inceleme ile karar verilmesi isabetsizdir”. OSKAY Mustafa / DEYNEKLİ Adnan / KOÇAK Coşkun / DOĞAN Ayhan, İİK Şerhi, 2. Cilt, Ankara 2007, s.2487. KURU / ARSLAN / YILMAZ, İcra ve İflas Hukuku, Ankara-2009, s.274, Aynı yönde PEKCANITEZ / ATALAY / SUNGURTEKİN / ÖZEKES, s. 255. AKIN Levent, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/298/2740. pdf, s. 343. Y12HD.13.2.1989, 5754/1798. “Bankanın cevabî yazısında, sırf maaş yönünden bilgi verilmiş bulunmaktadır. Adı geçen bankadan maaş bordro örneği celbedilerek, borçlunun eline geçen (yan tediyelerle beraber) miktara göre, şikâyet konusu ek alınıp, sonuçlandırılması gerekirken, eksik inceleme ile yazdı şekilde karar verilmesi isabetsizdir.”. 15 Erzincan Barosu Dergisi zılacak haciz müzekkeresi ile, emeklinin maaşından haciz kesintisi yapılabilecektir. Memur, işçi, BağKur emeklisi bakımından herhangi bir ayırım yapılmaksızın emekli maaşı hacizleri için, bununla ilgili hüküm içeren 5510 sayılı yasanın 93. md.si uygulanacaktır. Çünkü 5510 sayılı yasanın 4-c ve geçici 4. md.sinde memur emeklileri hakkında bu hükümlerin uygulanacağı açıkça belirtilmiştir. Emekli aylıkları haricinde, dul-yetim aylığı, yaşlılık aylığı ile vazife malullüğü durumunda yapılan sürekli ödemeler de 5510 sayılı kanunun 93. md.sinden yararlanmaktadır. Ayrıca Yargıtay, yurtdışından alınan emekli maaşının kısmen haczedilebileceğini belirtmiştir7. 5510 sayılı yasanın 93’üncü maddesinin açık hükmünden anlaşılacağı üzere, gelir, aylık ve ödeneklerin haciz yasağının üç istisnası bulunmaktadır. Birincisi, aynı Yasanın 88’inci maddesinden kaynaklanan (prim borcu vs.) alacaklar; ikincisi nafaka borcundan kaynaklanan alacaklardır. Buradaki nafakanın, eş ve çocuklara verilen iştirak-tedbir veya yoksulluk nafakası olabileceği gibi Medeni Kanunun 364’üncü maddesinde düzenlenen yakın hısıma verilecek nafakayı da kapsayacağı aşikardır. Üçüncü istisna ise borçlunun muvafakatidir8-9. Usulünce yapılan muvafakat ile, 5510 sayılı yasanın 93. md.sinde açıklanan nedenler dışında haciz yapılabilecektir. Burada usulüne uygun alınmayan muvafakat beyanı ile yapılan hacizler, Yargıtay’a gelen şikayetler arasında ciddi yer tutmakta olup tarafların mağduriyetine yol açmaktadır. Yargıtay 12. HD, emekli, malul ya da çalışanların muvafakatinin geçerli olması için şu koşulları aramaktadır: • Kesinleşmiş bir icra takibinin olması gerekir. Kesinleşmeyen takip öncesi verilen muvafakat geçerli değildir. 7 8 9 16 Y. 12. HD. , 23.03.2007, 2752/5620 “Borçlunun yabancı ülkeden aldığı emekli maaşının kısmen haczi mümkündür.”. Terazi Hukuk Dergisi, Nisan 2010, Sayı:44, s. 85. Y. 12HD 2009/15248 E. 2009/23552 K. “Alacaklı ... Bankası A.Ş. tarafından, şikâyetçi borçlu M.K. aleyhinde, kredi kartı borcu nedeniyle yapılan takipte, borçlu, adresinde yapılan 26.03.2009 tarihli menkul haczi sırasında, SGK’ dan aldığı maaşın üzerinde haciz olsa dahi oranında kesinti yapılmasına muvafakat etmiştir. İcra müdürlüğünce bu muvafakat üzerine; SGK Başkanlığına 31.03.2009 tarihli haciz müzekkeresi yazılmış ve kurumca verilen cevapta, Mayıs 2009 ve müteakip aylıklarından kesinti yapılacağı bildirilmiştir. .... Somut olayda, borçlu tarafından bu kanuna göre haczi yasak olan emekli maaşı üzerine haciz konulmasına muvafakat edildikten sonra, icra müdürlüğünce uygulanan haciz işlemi anılan yasa hükmü karşısında geçerlidir. Bu düzenleme usule değil, esasa ilişkin olup, İİK.nun 83/a maddesi karşısında özel hüküm sayılır ve öncelikle tatbik edilir.”. • Emekli maaşından en az bir kez, haciz nedeniyle kesinti yapılmış olacak ve emekli bu kesintiden haberdar olacaktır. Muvafakat da bu kesintiden sonraki zaman aralığında yapılmış olacaktır (yani, kesinti sonrası emekli, kesintiden bakiye kalan maaş ile geçinebileceğini –kesinti sonrası durumu- görüp hissedecektir. Bir anlamda Yargıtay ve yasakoyucu, emeklinin asgari yaşam standartlarının altına düşmemesini, hayatının son demlerini sıkıntı içinde geçirmemesini istemektedir). • Muvafakat, icra memurlarının borçlunun evine veya işyerine gelerek yaptıkları menkul haczi esnasında verilmemiş olacaktır. Zira burada, verilecek muvafakatin iradi olmayacağı, haciz tehdidi altında verildiği kabul edilmektedir. • Emeklinin haciz muamelesi dışında icra memurlarına veya icra dairesine giderek vereceği imzalı beyan olmalıdır. • Muvafakat esnasında borçlunun kimlik tespiti yapılmalıdır10. Önemli bir nokta ise henüz haciz yapılmadan verilecek muvafakatin geçersizliği konusudur. Bu konuyla ilgili Yargıtay emsal bir karar vermiştir “SSK’dan bağlanmış olan gelir veya aylıklar ile sağlanacak yardımlar, nafaka borçları dışında haczedilemez veya başkasına devir ve temlik edilemez. Öte yandan henüz haciz uygulanmadan haczedilemeyecek olan SSK emekli maaşının haczine muvafakat edilmesi de geçerli değildir. Dosya kapsamından borçlunun, evde menkul haczi yapılırken emekli maaşının haczine muvafakat ettiği anlaşılmaktadır. Maşa haciz uygulanmadan önce emekli maaşının haczine muvafakat edilmesi geçerli değildir”11. Sonuç olarak 28.02.2009 tarihi sonrasında emekli olan borçlunun açık rızası olmaması durumunda icra müdürü kesinti isteğini reddetmek durumundadır. Ayrıca haczedilmezliğe ilişkin yapılacak süre kısıtlaması da söz konusu değildir. Unutulmaması gereken bir nokta da daha önceden yapılan kesintilerin geri istenememesi halidir. Hak kazanan kişi sadece yürürlük tarihinden sonraki kesintileri isteyebilir. 10 Terazi Hukuk Dergisi, Mayıs 2009, Sayı:33, s. 74. 11 Y. 12 HD. 4224 /3590 T. 26.2.2008, http://www.turkhukuksitesi. com/showthread.php?t=53900. Erzincan Barosu Dergisi AVUKATIN ÖZEN BORCU Stj. Av. Sevgi KAZAN A) Avukatın Mesleki Faaliyetleri Sırasındaki Yükümlülükleri 1) Genel Olarak Avukatın en temel yükümlülüğü avukatlık sözleşmesi çerçevesinde yüklendiği işi görmektir. Avukat sözleşme ile yüklendiği işi görürken özen ve sadakat yükümlülüğü çerçevesinde hareket etmelidir. Avukatın yükümlülüklerinin düzenlenmesi bakımından üç ayrı sistem öngörülmüştür. Bunlardan ilki, yasa koyucunun mesleki yükümlülükleri tek tek düzenlemesidir (Enumerationsmethode). İsviçre’nin Bern Kantonu’nda bu sistem uygulanmaktadır. İkincisi ise yasa koyucunun yükümlülükleri tek tek sıralamak yerine genel bir kural koyması ile yetinilmiş olmasıdır (Generalklausel). Üçüncü sistem ise her iki sistemin birleşimi niteliğinde karma bir sistemdir (Mischsystem). İsviçre’nin Zürich ve St. Gallen Kantonları’nda bu sistem cari bulunmaktadır1. Bizde de karma sistemin uygulandığını söyleyebiliriz. Çünkü Avukatlık Kanunu bir çok yükümlülüğü ayrı ayrı düzenlemiş olmasının yanında, Avukatlık Yasası m. 34’te ayrıca bir genel hükmün düzenlendiğini görmekteyiz. Çalışmamızda avukatın müvekkilini aydınlatma, talimata uyma, mesleki bilgilerini güncel tutma gibi hususlar özen yükümü altında incelenecektir. 2) Avukatın İşi Özenle Görme Borcu 1 WEGMANN Paul, Die Berufspflichten des Rechtsanwalts unter besonderer Berücksichtigung des zürcherischen Rechts, Diss., Zürich 1969 (naklen ADAY Nejat, Avukatlık Hukukunun Genel Esasları, İstanbul 1997, s. 56). a) Genel Olarak Avukat, üzerine aldığı işi özenle yürütmek zorundadır. Avukatın özen yükümlülüğü hem Avukatlık Yasasında hem de Borçlar Yasasından çıkartılabilir. Avukatlık Kanununda, avukatların yüklendikleri görevleri bu görevin kutsallığına yakışır şekilde özen içinde yerine getirmeleri gerektiğini belirtmektedir. Aksine bir davranış, zarardan avukatın sorumlu tutulmasını gerektirebilir2. Hatta avukatın özen borcuna aykırı davranması kimi zaman görevi kötüye kullanma suçunu da teşkil edebilir3. 2 3 Sorumluluk ve sorumluluğun koşulları için bkz. MÜDERRİSOĞLU Feridun, Avukatlıkta Vekalet ve Ücret Sözleşmesi ve İçtihatlar, Ankara 1974, s. 53 vd. Yargıtay 4. CD’nin 29.03.1985 tarih ve 2099/2555 sayılı Kararında şöyle denilmektedir: ‘Davayı açamayacağını, vekaletten ayrıldığını müdahile bildirmeyen, aldığı vekalet ücretini de geri vermeyerek davanın zamanaşımına uğramasına neden olan sanık Avukatın, 1136 sayılı Avukatlık Kanununun 59/1 maddesi delaleti ile TCK’nın 240. Maddesine göre tecziyesi gerekir.’ (Hukuk Dünyası, Kasım 1991, s. 14). 17 Erzincan Barosu Dergisi Borçlar Kanununun vekili düzenleyen hükümlerinde, vekil, üstlendiği iş ve hizmetleri, vekalet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür, denilmiştir. Avukatlık mesleği ruhsata tabi bir meslek olması hasebiyle, yüksek özen sorumluluğu söz konusu olup, avukatın göstereceği özen objektif olmalıdır. Özen yükümünün avukat tarafından ihlal edilmesi ifa etmeme ya da ayıplı ifa olarak görülmektedir. Bu durum sözleşme ihlali olarak değerlendirilecek ve avukatın sorumluluğunu gerektirecektir. b) Özen Borcunun Kapsamı ve Görünüm Şekilleri Avukat, iş sahibine en iyi biçimde yardım etmek zorunda olan bir meslek mensubudur4. Bu anlamda avukatlar, alanlarında uzman olarak kabul edilen kişiler oldukları için genellikle bilinen ve kabul edilen kural ve yöntemleri bildikleri varsayılmaktadır. Avukatın bilmesi gereken hukuki bilgilere gelince; öncelikle yasayı bilmesi gerekmektedir. Yürürlükteki kuralları yakından takip etmekle yükümlüdür. Yasalardaki değişiklikleri, çıkarılan yeni yasaları ve tüzük, yönetmelik gibi diğer yazılı hukuk kurallarını yakından izlemelidir. Ancak bunları bilmekle yetmez. Avukat yargısal kararları da bilmelidir. Avukat, aldığı işin uzmanlık alanına girmediğini yahut uzun bir süreden beri hastalığı nedeniyle yasal değişiklikleri takip edemediğini ileri sürerek sorumluluktan kurtulamaz. Avukatlık yasası bu bağlamda gerekli olanağı sağlamıştır. İşi reddetme hakkını bu anlamda anlamak gerekmektedir. Özen yükümlülüğünün bir diğer boyutu, talimatlara uygun davranmayı kapsamaktadır. İş sahibinin iradesine uygun biçimde davranma olarak açıkladığımız bu yükümlülük ile avukatlık mesleğinin bağımsızlığı ilkesi zaman zaman ters düşmekte ve çelişir bir görünüm ortaya çıkmaktadır. c) Doğruluk ve Onur İçinde Görev Yapma Yükümlülüğü Avukatlar, avukatlık unvanının gerektirdiği saygı ve güvene yakışır şekilde hareket etmekle yükümlüdürler. Bu yükümlülük kapsamında çeşitli alt yükümlülükler bulunmaktadır. 4 18 Yarg. 13. H.D. 01.03.1991 günlü, E. 990/8301, K. 991/2325 sayılı kararı, naklen GÜNER Semih, Avukatlık Hukuku, s. 354. ca) Temiz ve Açık Hukuki İlişki Kurma Yükümlülüğü Avukatlık dürüstlük mesleğidir. Güvenli, açık ve temiz bir ilişki içinde bulunmayı gerektirmektedir. Yasa, avukatın bu tür ilişki içine girmesi için gerekli önlemleri almış ve yeterli olanakları sağlamıştır. Bu amaçla ‘işi bırakma hakkı’, ‘işi reddetme hakkı’ gibi haklar yasaya konulmuş olanaklardır5. Avukatın işi alırken doğruyu söylemesi gerekmektedir ve işin sonucu hakkında bir üstlenmeye girmemesi gereklidir. Hukuki düşüncelerin çokluğu, yoruma açık yönleri, takdir hakkının kullanılması ile farklı sonuçlara ulaşma gibi etkenler, avukatın kesin ve eksiksiz bir görüş ileri sürmesini engellemektedir. Ayrıca yargıcın da insan olduğu ve onun da hata yapabileceğini daima göz önünde bulundurmalıdır. Tüm bunlar avukatın müvekkiline kesin tahminde bulunmasını ve kazanılacağı yolunda garanti verilmesini engeller6. Nitekim bir olayda avukatın davayı kazanma koşulu ile sözleşme yapması işlemin geçersiz sayılması sonucunu doğurmuştur7. İş sahibinin avukattan işin olası sonuçları ile ilgili bir açıklama, bir görüş beklediğini de unutmamak gerekir. Hatta işi o avukata verip vermeme konusunda avukatın bu konuya yaklaşımı önem arz edebilir. Bu nedenle avukatın davanın başarı şansı konusunda en azından yaklaşık ancak kat’i olmayan bir tahminde bulunması gerekmektedir. Bu aşamada mutlaka işin riskleri, farklı karar çıkmasına etkili olacak yönleri iş sahibine açıkça anlatılmalıdır8. Temiz ve açık ilişki kurma sözcükleriyle açıklanmak istenen görüş, avukatın işi ve olayı anladığını, işin, iş sahibinin çıkarı doğrultusunda sonuçlanması için olasılıklar olduğunu, bunun için içtenlikli, bilinçli çaba harcanacağını, birikimin yeterli olduğunu, güvenmesi gerektiğini iş sahibine duyurup işi üstleneceğini icap ve kabul biçiminde ortaya koymaktır9. 5 6 7 8 9 GÜNER, s. 361. GÜNER, s. 361. Yarg. 13. H.D. 07.05.1981 günlü, E. 981/1265, K. 981/3495 sayılı kararı ( YKD, Y. 1982, S. 3, s. 376). Alman Federal Mahkemesi, avukatın ‘her davada muhakkak bir riziko bulunduğunu’ belirtmesini yeterli bulmamış, onu ayrıca, rizikonun derecesi ve davanın kaybedilme şansı hakkında görüş bildirmekle yükümlü tutulmuştur (ŞENOCAK Zarife, , ‘Avukatın Akdi sorumluluğunun Şartları’, Ankara Barosu Dergisi, Y. 1998, S. 2, s. 16). GÜNER, s. 362. Erzincan Barosu Dergisi cb) Amaca En Uygun ve En Güvenli Yolu Seçme ve Yürütme Yükümlülüğü gerekir. Bu nedenle avukat müvekkiline her konuda bilgi vermeli, onu uyarmalı ve aydınlatmalıdır. Avukat, üzerine aldığı işi başarmak için, işin uzmanı gibi davranmak, en güvenli ve amaca en uygun yolu seçmekle yükümlüdür10. Sonucun elde edilmemiş olması avukatın üstlendiği bir sonuç değildir. Avukatın yaptığı işi, eser sözleşmesinde yüklenicinin yükümlülüğünden ayıran bu hukuksal olgu, işin sonucunu başta bildirmemeyi gerektirmesindendir. Bu yükümlülüğün doğrudan doğruya avukatlık sözleşmesine dayandırıldığı Almanya’da tarafların karşılıklı bilgi verme yükümlülüğünden bahsedilmektedir. Avukat işin görülmesi için tüm bilgileri edinmelidir, buna karşılık müvekkil de bu tür bilgileri avukatına bildirmelidir. Ancak avukat, işin çözümlenmesi için gereken bilgileri ortaya çıkarmak için iş sahibine sorular yöneltmelidir. Avukatın bu biçimde davranmaması aydınlatma yükümünün ihlali sayılır ve avukat bundan doğacak zararlardan sorumlu tutulabilir. Tabii ki buradan avukatın olayı aydınlatmak için dedektif gibi davranmasını da bekleyemeyiz14. Aksi cümleden, maddi durum hakkında gerekli asgari bilgiye sahip olmayan avukatın ileri sürülebilecek itiraz ve def’ileri fark edememesi ihtimal dahilindedir15. En sağlıklı yolu seçmek ve işi güvenli bir biçimde yürütmekle yükümlüdür avukat. Bunun için alınması gereken tüm önlemleri almak zorundadır. Örneğin, aksine talimat olmadığı sürece iş sahibinin aleyhine kararı temyiz etmemesi özen borcuna aykırı davranış olarak kabul edilmektedir11. Vekaletname, ilgili belgeler ve beraberinde harç giderleri alınarak işi kabul edilmiş olmasına rağmen, davanın süresinde açılmamış olması nedeniyle hak düşürücü sürenin geçmesi özen borcuna aykırı davranış olarak kabul edilmektedir12. cc) Aydınlatma Yükümlülüğü Avukat, müvekkili ile sözleşmesini yapıp işi üstlenirken, açılacak davanın tüm güçlüklerini ve sakıncalı yönlerini saptayıp, daha önce de değindiğimiz gibi bunları iş sahibine tüm açıklığıyla bildirmekle yükümlüdür. Bunu yaparken gerçeklerle paralel bir görüş belirtmeli, objektif değerlendirmeli, yargısal ve bilimsel içtihatlara uyum gösteren bir saptama içinde iş sahibine aktarmalıdır13. Aynı sorumluluk işin görülmesi aşamasında da söz konusudur. Örneğin önerilen yemininin ne anlama geldiğini, yemin etmesi halinde ne gibi sonuçlar doğacağı, kaçınırsa ne kazanacağını bildirmesi gereklidir. Diğer taraftan yoksulluk içinde bulunan iş sahibini adli yardım imkanları konusunda uyarması 10 Alman Federal Mahkemesi bu yükümlülüğü şu şekilde ifade etmiştir: ‘Avukat, söz konusu olan bir çok önlemden, kural olarak muhtemel sakıncaları mümkün mertebede en iyi şekilde önleyen tedbirleri almakla yükümlüdür; eğer elde edilemeye çalışılan sonucu gerçekleştirmeye yönelik birden çok yol mümkünse, en güvenilir ve en tehlikesiz yolu seçmekle yükümlüdür’ ŞENOCAK, s. 16. 11 Yarg. 4. H.D., 09.10.1973 günlü, E. 972/9028, K. 972/8680 sayılı kararı (MÜDERRİSOĞLU Feridun, Avukatlıkta Vekalet ve Ücret Sözleşmesi, Ankara 1974, s. 314). 12 TBB. Disiplin Kurulu, 19.01.2001 günlü, E. 2001/167, K. 2002/1 sayılı kararı ( ABD, Y. 2002, S. 1, s. 310). 13 GÜNER, s. 368. Danışma ve temsil amacıyla kendisine başvurulan avukat, hedeflenen amaca ulaşmayı sağlayacak birden fazla hukuki yolun bulunması halinde, kendi hukuki görüşüne yakın olanın yanı sıra, yargısal kararlarda ve bilimsel yapıtlarda ele alınan ve başarı olasılığı olan diğer yolları da iş sahibine bildirmelidir16. cd) Onur İçinde Görev Yapma Yükümlülüğü Avukat bir serbest meslek mensubudur. Kendisine ait bir iş yeri vardır. Belli bir düzeyin altına düşmemesi arzu ettiği bir yaşam düzeyi olmalıdır. Bütün bunlar avukatın güçlü olmasını gerektirmektedir. Ancak avukat, üstlendiği işin parasal yönü ile onur ve kutsallık yönünü bağdaştırmakla yükümlüdür. Unutulmamalıdır ki avukatlık, sırf para kazanma için yapılan bir meslek değildir. Avukatlıkta para kazanma amaç değil araçtır. Çalışan insanın emeğinin karşılığını alması onun en doğal hakkıdır. Ama avukat, para kazanmak için her işi kabul eden, kazanmak için her yolu deneyen kişi değildir ve asla olmamalıdır. Onun meslek onuru ve kişisel onuru her şeyin üzerindedir. Avukatlığın, karşılığında para alınarak yapılan mesleklerin en onur vericisi olduğu hiçbir 14 ADAY, s. 60. 15 GÜNERGÖK Özcan, Avukatlık Sözleşmesi, Ankara 2013, s. 57. 16 SUNGURTEKİN Meral, Avukatlık Mesleği, Avukatın Hak ve Yükümlülükleri, İzmir 1999, s. 242. 19 Erzincan Barosu Dergisi zaman unutulmamalıdır17. Avukatın, yasal işlem yapmak üzere teslim aldığı bonolara ve takip giderlerine karşı kendi imzasını taşıyan bir bono vermesi avukatlık onuru ile kabul edilmeyecek bir davranıştır18. Bir Yargıtay kararında19 avukatın dilekçesinde yer alan ‘iddia makamının hukuk tanımaz, işkenceye izin veren, siyasal iktidarın tehditlerine eşlik eden’ sözleriyle duruşmada bulunan Cumhuriyet Savcısını küçük düşürücü ithamlarda bulunduğu gerekçesiyle, savunma sınırının aşıldığı düşüncesine ulaşması ve avukatın cezalandırılmasına karar verilmesi, avukatın ilişkilerinde uyması gereken ölçüyü gözler önüne sermektedir. ce) Dürüst Biçimde Görev Yapma Yükümlülüğü Avukat, görevini yaparken edindiği unvanın ve mesleğinin icaplarını bilmek, bunları dürüst biçimde icra etmekle yükümlüdür. İş sahibinin çıkarlarını korurken yasal olanaklar çerçevesinde hareket etmek zorundadır. Avukat, mesleğini yerine getirirken vicdani muhasebesi ile karşı karşıya gelmesi oldukça yüksek bir ihtimaldir. Bu tür durumları aşarken yüksek (insani) değerler kendisine yol gösterici olmalıdır. Avukatın insani değerlerden ayrılmadan bunlara uygun davranma yükümlülüğü mesleğin toplumdaki itibarı ile çok yakından ilgilidir. Avukat, borçluların olası bilgi yetersizliğinden yararlanarak icra takiplerinde yasal sınırların üzerinde faiz talebinde bulunmak, itiraz edilmediği ya da itiraz süresi kaçırıldığı taktirde haksız kazanç sağlamak düşüncesi içinde olmamalıdır. Böyle basit kurnazlıklar ve çıkarcı davranışlar, avukatlık mesleğinin saygınlığı ve onuru ile bağdaşmayan davranışlardır. Avukatlık her şeyden önce bir kamu hizmetidir ve avukat kamunun mesleğe güveninin sarsılmaması için özen göstermek zorundadır20. 17 GÜNER, s. 369-370. 18 TBB Disiplin Kurulu, 05.02.1994 günlü, E. 994/10, K. 994/13 sayılı kararı (TBBD, Y. 1994, S. 3, s. 439). 19 Yarg. 4. C.D., 03.11.1992 günlü, E. 992/5905, K. 992/6627 sayılı kararı ( ABD, Y. 1993, S. 3, s. 502). 20 TBB Disiplin Kurulu, 19.12.1997 günlü, E. 997/119, K. 998/134 sayılı kararı (TBBD, Y. 1998, S.1, s. 93). 20 cf) Mesleki Çalışmasını Kamunun İnancını ve Mesleğe Güvenini Sağlayacak Biçimde ve İşini Tam Bir Sadakatle Yürütme Yükümlülüğü Avukatın işlemlerinin temelinde güven duygusu yatmaktadır. Güven duygusunu hem müvekkili ile ilişkisinde hem de topluma yansır şekilde görmek mümkündür. Yani buradaki güven ilişkisinin çemberi oldukça geniş çizilmiştir. Avukat da görevini yerine getirirken bu duyguyu zedeleyecek davranışlardan kaçınmak zorundadır. Yargıtay 13. Hukuk Dairesi bir olayda ‘ Avukatlık, karşılıklı güven ve sadakat isteyen bir meslek olup, vekalet de bu inanç doğrultusunda verilir. Davalı avukat, davacının bu inancını kötüye kullanarak hasım tarafın kendisini vekil tayin etmesine karşı koymamış, onun da vekilliğini üstlenmiştir. Bu durum müvekkil davacının davalı avukatına karşı beslediği güvenin sarsılmasına neden olduğunun kabulünde duraksamaya yer yoktur. O nedenle davacı müvekkil salt bu nedeni ileri sürmek suretiyle dahi azilde haklıdır’ görüşünü ileri sürmektedir. Bu olayda avukat üstlendiği paydaşlığın giderilmesi davası sonucu elde edilen alacağı tahsil aşamasında iken yani henüz iş sahibi ile ilişkisi bitmemiş iken hasım tarafın vekaletnamesini alması güven ilişkisinin sarsılması olarak kabul edilmiş ve avukatın bu tutumu TBB Disiplin Kurulu tarafından kınama cezası ile cezalandırılmasına neden olmuştur21. Avukat, muvazaalı işlem tesis edemez. Avukatlık mesleğinde toplumun avukata inanması ve güvenmesi çok önemlidir. Bu nedenle avukatın üçüncü kişilerin haciz koymasını önlemek için borçlu tarafından düzenlenip, ciro edilen şahsın vekili olarak icraya koyup inandırıcı olması için haciz yoluyla tahsil ettiği senetleri vekil eden yerine borçluya ödemesi muvazaa ve yasaya karşı hile niteliğindedir. Bu davranış Avukatlık Yasası ve Meslek kuralları yönünden yasaklanmış bir davranıştır22. TBB Disiplin Kurulu bir kararında ‘şikayetçi avukatın 18.05.1993 günü Erzincan Asliye Hukuk Mahkemesine mazeret dilekçesi vererek aynı gün 21 TBB Disiplin Kurulu, 15.11.2002 günlü, E. 2002/201, K. 2002/335 sayılı kararı (BDD, Y. 2003, S. 71, s. 126). 22 TBB Disiplin Kurulu, 30.01.1993 günlü, E. 992/100, K. 993/2 sayılı kararı (TBBD, Y. 1993, S. 2, s. 257). Erzincan Barosu Dergisi Refahiye’deki keşif nedeniyle duruşmaya katılamayacağını bildirdiği ve bu nedenle erteleme isteminde bulunduğu; ancak, yapılan kovuşturma sırasında gerek Refahiye C. Savcılığı’nın, gerekse Refahiye Hakimliği’nin cevap yazılarına göre belirtilen günde Refahiye’de keşfinin bulunmadığı anlaşılmıştır. Üstlenilen davanın uzatılması amacıyla, başka bir mahalde davası veya keşfi olmadığı halde gerçeğe aykırı mazeret dilekçesi düzenlemek, toplumda ve yargı mercileri nezdinde mesleğe güveni önemli ölçüde zedeleyecek bir davranış’ olduğunu vurgulamıştır23. cg) Meslek İtibarına Uygun Davranma ve Yaşam Sürme Yükümlülüğü Meslek itibari ‘meslek vakarı’ anlamındadır24. Avukat, mesleğini icra ederken, hem kendi itibarını zedeleyecek her türlü tutum ve davranıştan kaçınmak ve hem de iş itibarını zedeleyecek tutum ve dav- 23 TBB Disiplin Kurulu, 19.11.1994 günlü, E. 994/101, K. 994/101 sayılı karar. 24 Meslek itibarı ‘ticari itibar’ değildir. Bazı mesleklerin gerçekten varlığı belli bir ‘vakar’ın varlığına bağlıdır. Meslek vakarı ‘ortak’, ^manevi mamelek’dir (Erem, s. 350, Şerh 2002). ranıştan imtina etmelidir. Bu anlamda gereken özeni göstermekle yükümlüdür. Bu kural gereği avukatlar haklarında çıkabilecek olumsuz yakıştırmalar veya söylentilere mahal verecek davranışlardan kaçınmalıdır. Böyle bir durumun yaratılmaması için de en üst düzeyde özen gösterilmeli, unvanının gereği olarak çok dikkatli davranmalıdır25. Konuya ilişkin bir olayda avukatın, kamulaştırma davaları almak amacıyla davet edilmediği halde köylere gidip, arazileri kamulaştıran köylülerle görüşmeler yapması26, bol miktarda kart dağıtması, davalar için sadece harç parasının alınacağını, avukatlık ücretinin artırımın tahsilinden sonra alınacağı yolunda vaatlerde bulunması reklam yasağına, görüşme yapılacak yer kuralına aykırı olmasının yanı sıra meslek itibarını da sarsıcı bir davranış olarak kabul edilmektedir27. 25 TBB Disiplin Kurulu, 12.09.1998 günlü, E. 998/79, K. 998/110 sayılı karar. 26 TBB Disiplin Kurulu, 23.11.2001 günlü, E. 2001/251, K. 2001/211 sayılı karar (BBD, Y. 2003, S. 71, s. 127). 27 TBB Disiplin Kurulu, 19.01.2001 günlü, E. 2001/169, K. 2002/3 sayılı karar (ABD, Y. 2002, S. 1, s. 311). 21 Erzincan Barosu Dergisi TÜRKİYE’DE ÇOCUK İŞÇİ SORUNU Av. Zübeyda Melek DURAK İnsan, Kadın ve Çocuk Hakları Komisyon Üyesi 1-Çocuk İşçi Kavramı ve Uluslar arası Hukuktaki Düzenlemeler Çocuk haklarına ilişkin düzenlemeler içeren, çocuk işçi kavramı ve çocukların çalışmalarına yönelik ilkeleri kapsayan uluslar arası hukuk belgeleri 1924 tarihli Cenevre Çocuk Hakları Bildirisi, 1959 Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirgesi, Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Uluslar arası Çalışma Örgütü (ILO) 1973 İstihdama Kabulde Asgari Yaşa İlişkin Sözleşme’dir. 1924 tarihli Cenevre Çocuk Hakları Bildirisi ve 1959 Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirgesi sözleşme niteliğinde olmayıp bir bildiri niteliği taşıdığından imzalayan devletler açısından bağlayıcılığı ve ihlallere karşı yaptırımı olmayıp, çocuk haklarına dikkat çekmekle yetinmişlerdir. Bu iki belge, kendisinden sonra düzenlenecek olan belgelere örnek teşkil etmiş ve çocuk haklarını uluslar arası platformda vurgulayarak “Çocukların gelişmelerini sağlayacak tüm imkan ve olanaklardan yararlanmaları; fiziksel, zihinsel veya ruhsal engelli çocukların eğitim ve bakım görmeleri gerektiği ve eğitim hakları olduğu fikrini” ortaya koymuşlar ve “çocukların her türlü istismar, ihmal ve sömürüye karşı korunmasını ve hiçbir şekilde ticaret konusu olmamasını beyan etmişlerdir.” 1.1 - Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 20 Kasım 1989 tarihinde kabul edilen bu sözleşme Türkiye tarafından 1995 yılında imzalanmış ve resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 22 Sözleşmenin 32. maddesine göre; “1. Taraf Devletler, çocuğun, ekonomik sömürüye ve her türlü tehlikeli işte ya da eğitimine zarar verecek ya da sağlığı veya bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlaksal ya da toplumsal gelişmesi için zararlı olabilecek nitelikte çalıştırılmasına karşı korunma hakkını kabul ederler. 2. Taraf Devletler, bu maddenin uygulamaya konulmasını sağlamak için yasal, idari, toplumsal ve eğitsel her önlemi alırlar. Bu amaçlar ve öteki uluslararası belgelerin ilgili hükümleri göz önünde tutularak, Taraf Devletler özellikle şu önlemleri alırlar: a) İşe kabul için bir ya da birden çok asgari yaş sınırı tespit ederler; b) Çalışmanın saat olarak süresi ve koşullarına ilişkin uygun düzenlemeleri yaparlar; c) Bu maddenin etkili biçimde uygulanmasını sağlamak için ceza veya başka uygun yaptırımlar öngörürler.” 1.2 - 1973 İstihdama Kabulde Asgari Yaşa İlişkin Sözleşme Erzincan Barosu Dergisi Çocuk işçiliğinin önlenmesi için mücadelede en önemli uluslar arası hukuk belgelerinden biri olan bu sözleşme de 1998 yılında Resmi Gazetede yayımlanarak iç hukukumuzda bağlayıcılık kazanmıştır. Sözleşmenin 1. maddesine göre; (1)“Bu sözleşmenin kendisi için yürürlükte olduğu her üye, çocuk işçiliğini etkin bir şekilde ortadan kaldırmayı ve istihdama ve çalışmaya kabul için asgari yaşın giderek gençlerin fiziksel ve zihinsel yönden tam olarak gelişmelerine olanak tanıyacak bir düzeye yükseltilmesini sağlayan ulusal bir politika takip etmeyi kabul eder.” 2.maddesinin 3. ve 4. fıkralarına göre; “Bu maddenin 1 inci fıkrasına göre belirlenen asgari yaş sınırı, zorunlu öğrenim yaşının bittiği yaşın, altında ve her halükarda 15 yaşın altında olmayacaktır. Ekonomisi ve eğitim olanakları yeterince gelişmemiş olan, her üye bu maddenin 3. fıkrası hükümlerini dikkate almaksızın varsa ilgili işveren ve işçi örgütlerinin görüşünü aldıktan sonra, asgari yaşı başlangıçta 14 olarak belirleyebilir.” 3. maddesi ise tehlikeli işlere ilişkin bir düzenleme getirmiştir: Doğası veya yapıldığı koşullar bakımından genç kişilerin sağlığını, güvenliğini veya ahlakını tehlikeye düşürebilecek her türlü istihdam veya çalışmaya kabul için asgari yaş 18’in altında olmayacaktır. Bu maddenin 1. fıkrasının uygulandığı istihdam veya çalışma türleri varsa işveren ve işçi örgütlerine danışıldıktan sonra ulusal mevzuat yahut makamca belirlenecektir. Ulusal mevzuat yahut yetkili makam bu maddenin 1. fıkrası hükümlerine bakılmaksızın, varsa işveren ve işçi örgütlerine danışarak, söz konusu genç kişilerin sağlığı, güvenliğinin ve ahlakının tam olarak güvenceye alınması ve genç kişilerin ilgili faaliyet dalında yeterli özel öğrenim veya mesleki eğitim görmeleri koşuluyla 16 yaşından itibaren istihdamlarına veya çalışmalarına izin verebilir. Bu düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde ortaya çıkan sonuç şudur ki; sözleşmeye taraf devletler asgari yaşı 15 olarak belirleyecek istisnai olarak bunu 14 e indirebilecek; tehlikeli işlerde ise bu durum asgari 18 istisnai olarak da 16 yaş olarak belirlenebilecektir. Yani 15 yaşın altında olan kişiler için çalışma yasağı söz konusudur. Sözleşmenin devamı maddelerinde sanatsal faaliyetler, kurslar, mesleki eğitim programları çalışma yasağının dışına alınmıştır. Sözleşmenin 7. maddesi hafif iş kavramından bahsetmiş, hafif işlerde 13-15 yaş arası kişilerin çalıştırılabileceği ve istisnai olarak bunun 12-14 olarak belirlenebileceği kabul edilmiştir. 2-Uluslar Arası Mevzuata Paralel Olarak İç Hukuktaki Düzenlemeler Çocuk haklarına ilişkin düzenlemeler içeren, çocuk işçi kavramı ve çocukların çalışmalarına yönelik ilkeleri kapsayan iç hukuk mevzuatı şunlardır: 2.1 – Anayasa MD 50: “Kimse, yaşına, cinsiyetine ve gücüne uymayan işlerde çalıştırılamaz. Küçükler ve kadınlar ile bedenî ve ruhî yetersizliği olanlar çalışma şartları bakımından özel olarak korunurlar.” 2.2 – 4857 Sayılı İş Kanunu 4857 sayılı İş Kanunu madde 71 e göre on beş yaşını doldurmamış çocukların çalışması yasaktır. Ancak on dört yaşını doldurmuş ilköğretimi tamamlamış olan çocuklar, bedensel, zihinsel ve ahlaki gelişmelerine ve eğitime devam edenlerin okullarına devamına engel olmayacak hafif işlerde çalıştırılabilirler. Görüldüğü gibi çocukların asgari çalışma yaşına ilişkin düzenleme uluslararası hukukla uyumlu bir biçimde yapılmıştır. Devamı fıkrada çocukların haftalık çalışma saatleri belirlenmiş haftada otuz beş saati geçemeyeceği kuralına yer verilmiştir. 72. maddeye göre ise “Maden ocakları ile kablo döşemesi, kanalizasyon ve tünel inşaatı gibi yer altında veya su altında çalışılacak işlerde on sekiz yaşını doldurmamış erkek ve her yaştaki kadınların çalıştırılması yasaktır.” Yine madde 73 e göre: “Sanayie ait işlerde on sekiz yaşını doldurmamış çocuk ve genç işçilerin gece çalıştırılması yasaktır.” İş Kanunu madde 85, 86 ve 87 ağır ve tehlikeli işlerde çocukların çalışamayacağı kuralı kabul edilmiştir. 23 Erzincan Barosu Dergisi Çocuk ve Genç İşçilerin Çalıştırılma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik’te Tanımlar: Genç işçi 15 yaşını tamamlamış, ancak 18 yaşını tamamlamamış kişiyi; çocuk işçi 14 yaşını bitirmiş, 15 yaşını doldurmamış ve ilköğretimini tamamlamış kişiyi; hafif iş yapısı ve niteliği itibariyle ve yerine getirilmesi sırasındaki özel koşullara göre; çocukların gelişmelerine veya sağlık ve güvenliklerine zararlı etki ihtimali olmayan, devamını, mesleki eğitimini veya yetkili merciler tarafından onaylanmış eğitim programına katılımını ve bu tür faaliyetlerden yararlanmasını engellemeyen işleri ifade eder denmiştir. 3-Türkiye’de Çalışan Çocukların Durumu ve Türkiye İstatistik Kurumu’nun Çocuk İşgücü Araştırması, 2006 6-17 yaş grubunda çalışan çocuk sayısı 958 bin kişidir 6-17 yaş grubunda bulunan 16 milyon 264 bin çocuktan % 5,9’u ekonomik bir işte çalışmakta, bir başka ifadeyle istihdam edilmektedir (958 bin kişi). Türkiye genelinde 6-17 yaş grubunda istihdam edilen çocukların % 47,7’si kentsel, % 52,4’ü kırsal yerlerde yaşamaktadır. İstihdam edilen çocukların % 66’sını erkek, % 34’ünü kız çocukları oluşturmaktadır. Çalışan çocukların % 31,5’i bir okula devam ederken, % 68,5’i öğrenimine devam etmemektedir. 24 Okula devam eden 6-17 yaş grubundaki çocukların % 2,2’si ekonomik bir işte çalışırken, okula devam etmeyen çocukların % 26,3’ü çalışmaktadır. Çalışan çocukların % 40,9’u tarım (392 bin kişi), % 59,1’i tarım dışı sektörde (566 bin kişi) faaliyet gösterirken, % 53’ü ücretli veya yevmiyeli, % 2.7’si kendi hesabına veya işveren, % 43,8’i ücretsiz aile işçisi olarak çalışmaktadır. Çocukların % 43,1’i ev işlerinde çalışmaktadır. Ev işlerinde ailesine yardımcı olduğunu ifade eden 7 milyon 4 bin çocuğun, % 61,2’sini kız çocukları oluşturmaktadır (4 milyon 289 bin kişi). İstatistiklere bakıldığında çocuk işçiliğin kırsal alanlarda en yaygın biçimde görüldüğü, yine bunların çoğunluğunu erkek çocukların oluşturduğu, uluslar arası standartlara göre asgari çalışma yaşını on beşe indirmiş olsak da Türkiye de bu yaşın altıya kadar düştüğü ve yine bu çocukların büyük çoğunluğunun, uluslar arası mevzuat ve iç hukuk düzenlemelerinin gerektirdiğinin aksine, eğitimlerine devam etmedikleri görülmektedir. TEPAV’ın Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine dayanarak gerçekleştirdiği Madencilik Sektörü: Çocuk İşçiler, Hukuk ve İstatistikler başlıklı araştırması kömür ve linyit madenlerinde, 2012 sonu itibariyle 15 yaşında 164, 16 yaşında 334, 17 yaşında 274 çocuk işçi olduğunu gösteriyor.(bianet) Erzincan Barosu Dergisi ÇOCUK İŞÇİLERLE İLGİLİ HABERLER: 6 yaşında minicik bir çocuk; Yücel Arı... Okul masraflarını çıkarabilmek için sokaklarda kağıt ve hurda topluyordu. Bir kamyonetin altında can verdi. (cnntürk) Çocuk işçi 18 lira için can verdi: Adana’da yaralı olarak hastaneye getirilen 13 yaşındaki çocuğun trafik kazası sonucu yaşamını yitirdiği iddia edildi. Ancak yapılan araştırmada, günlük 18 lira karşılığında çalışan çocuğun, iş kazası sonucu öldüğü belirlendi. Yapılan soruşturmada Yıldız’ın, Keresteciler Sitesi yakınlarındaki bir plastik fabrikasında presleme makinesinde başının sıkışması sonucu yaralandığı tespit edildi.(ntvmsbc) UNICEF Türkiye’de çocuk işçiliğine karşı yapılan planlamalara rağmen ilerleme kaydedilemediğine dikkat çekti. 6-17 yaş arasında ekonomik amaçlarla çalışan 800 binden fazla çocuğun yanı sıra ev işlerinde çalışan milyonlarca çocuk bulunduğunu bildirdi.(bianet) 4- Çocuk İstihdamı Sorununa İlişkin Değerlendirme Çocuk işçi sorununun nedenleri arasında yoksulluk başta gelmektedir. Okul çağındaki çocukların eğitim ve oyunla geçirmeleri gereken zaman adeta ellerinden alınarak bu çocuklar “aileye yardım ve destek” kisvesi altında ya ailenin kendi işlerinde ya da ucuz istihdam olarak başka işverenlere bağlı olarak çalıştırılmaktadır. Ülkemizde hukuki düzenlemeler göz önüne alındığında kanunlarımızın getirdiği kurallar uluslar arası hukuk ölçütlerine uymak- la birlikte, istatistikler ve medyaya yansıyan çocuk işçi ölümleri göstermektedir ki bu kanun hükümleri de etkin bir biçimde uygulanamamaktadır. Türkiye bazında düşünüldüğünde; kırsal kesimlerde tarım, hayvancılık alanlarında tüm aile fertlerinin yaş gözetmeksizin işlere katılımı gelenekselleşmiştir. Çocuklarımız, “Her kız çocuğu geleceğin annesi olduğundan yemek pişirme, temizlik gibi işleri küçük yaşlarda öğrenmelidir.” düşüncesiyle okul çağına gelmeden ev işlerinde çalıştırılmaya başlanmaktadır. Çocuk işçi sorunun en temel nedenlerinden biri de ucuz istihdam olarak görülmeleridir. Mevsimlik tarım işçisi olarak veya çay ocaklarında, sanayide ve hatta bazı büyük işletmelerde bir çok çocuğun istihdam edilmesinin nedeni, henüz yetişkinlerin bile çalışma şartlarını iyileştirmek için direnemediği, hak arayamadığı işverenlere karşı çocukların herhangi bir hukuksal baskı uygulayamayacağı inancıdır. Bu nedenle devlet çocuk istihdamı açısından denetimlerini sıkı tutmalı, çocukların bilinçlenmesi ve haklarını öğrenmesi için mücadele vermelidir. Unutulmamalıdır ki; çocuğa eğitimin önemini ilk basamakta kavratacak olan ailelerdir. Bunun için ailelerin de küçük yaşta çalışmanın çocukların ruhsal, bedensel gelişimine zarar vereceğine dair eğitimlere tabi tutulması, ailelerin bilinçlendirilmesi gerekmektedir. Her çocuk, aile bireylerinden “Ben hem okudum hem çalıştım.” diye övgü cümleleri, “Erkek evin reisidir, limon satar ailesine bakar.” gibi çocuğu özendirecek nitelikteki cümleleri işiterek büyümektedir. Basit gibi görünen bu geleneksel bakış açısı çocuğu okula gitmesi gereken bir çocuk gibi değil de para kazanması ve hayata tutunması gereken veya yemek pişirip çocuk bakması gereken bir yetişkin özentiğiline sürükler. Çocuk eğitim işçisidir ve çalışmak kavramıyla yalnızca dersleri için karşılaşmalıdır. 25 Erzincan Barosu Dergisi ERZİNCAN’DA HESLERE BAKIŞ VE DELİÇAY HES Av.Sezai DEMİRBİLEK Son ağaç kesildiğinde, Son nehir kuruduğunda, Son balık avlandığında, İşte o zaman paranın yenmediğini anlayacaksınız… Kızılderili Atasözü Ülkemizin her yanında meralar, yaylalar, ormanlar, akarsular on bin yılın en kökten değişimini yaşamaktadır. Devlet eliyle anormal şekilde enerji ve madencilik alanında faaliyet gösteren onlarca şirket ortaya çıkmış, büyük çoğunluğu hiçbir yeterliliğe sahip olmayan bu şirketler tamamen kâr amacıyla bu kökten değişimi büyük bir yıkım ile gerçekleştirmeğe başlamışlardır. Erzincan ili de bu yıkımdan büyük bir şekilde payını almaktadır. 20’si işletme 30’a yakını talep aşamasında olmak üzere 50 adet HES projesi ilimizde bulunmaktadır. Talepte bulunan projelere onay ve lisans verilmesi ile Erzincan ilinde üzerinde santral ve baraj kurulmayan akarsu kalmayacaktır. Hiç şüphesiz bütün HES’lerle ilgili bir değerlendirmek yapmak mümkün olmamakla birlikte Kemah Deliçay HES özelinde aslında HES’lerin nasıl bir şekilde doğayı, ekolojik dengeyi, yaşamı, kutsal alanları yok ettiğini görmemiz mümkün olacaktır. Deliçay-Gabanvadisi yapılması planlanan HES projesi Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporu 29.04.2013 tarihinde ilan edilmesine rağmen çalışmayı yürüten şirket 2012 Eylül ayında inşaat çalışmalarına başlamış 2013 Haziran ayına gelindiğinde 26 ise vadi artık tanınmaz hale getirilmiştir. Köylülerin tescilli merasına mera tahsis değişikliği yapılmadan beton santrali kurulmuş, kamulaştırma yapılmadan özel mülkler tahrip edilmiş, çıkarılan hafriyatlar dere yatağına dökülmüş, izinsiz kontrolsüz dinamit patlatılmış, bu dinamitlerin büyük kısmı hiçbir önlem alınmadan köy merasına gömülmüş, bölgenin kutsal alanları olan Hasan Dede Ziyaretgâhı ve Şehitlik Ziyaretgâhı tahrip edilmiştir. Bu süreç içerisinde köylülerin hukuka aykırılık iddiaları hiçbir şekilde dikkate alınmamıştır. Hazırlanan ÇED raporu başka raporlarının kopyala yapıştır şekilde bölgeden bihaber masa başında hazırlanmıştır. Bir anda hayatları alt üst olan bölge halkı evinden çıkamaz duruma geldiği gibi kutsal alanlarını ziyarete dahi gidememiştir. Bunun üzerine Deliçay HES ile ilgili etkilenen yaklaşık 4 köy bir araya gelmiş Deliçay HES platformu kurularak HES ile ilgili hem hukuksal hem de demokratik mücadele başlatılmıştır. Konu ile ilgili tüm resmi kurumlara başvuru yapılmış ÇED iptali için Sivas İdare Mahkemesine Dava açılmıştır. Mahkeme kısa bir süre sonra yürütmenin durdurulması kararı vererek daha büyük bir yıkıma karşı bir nebze olsa da bölge halkını rahatlatmıştır. Akabinde mahkeme 19.01.2015 tarihinde bu haklı mücadeleyi yerinde bularak ÇED iptali davasını kabul etmiş Deliçay’a şimdilik zincir vurulmasını engellemiştir. Deliçay örneği şunu göstermiştir ki her şeyi kâr olarak gören bu zihniyete karşı taşına, toprağına, suyuna, kutsal alanlarına korumak ancak bir araya gelerek örgütlü olarak gerek hukuksal gerek ise demokratik hak hukuk çerçevesinde direnmek ile sonuç alınabil-mektedir. Erzincan Barosu Dergisi Ancak Deliçay şu anlık kurtulması bir kazanım olsa da Kemah Havzasına yapılmak istenen Kemah Barajı çok daha büyük bir tahribata yol açacak niteliktedir. Zira yaklaşık 15 köyü etkileyecek bu projede çevresel, tarihsel bir yok edilişin zemini hazırlanmaktadır. Zira Kemah barajının (ÇED iptali davası Sivas İdare Mahkemesin ’de devam etmektedir) hemen ilerisinde Eriç Barajının ÇED sürecini tamamlamış İliç Barajı ise su tutulmaya başlamıştır. Kemaliye Bağıştaş Barajı faaliyete geçmiştir. Görüldüğü üzere dünya da eşi benzeri olmayacak bir biçimde ekolojik, ekonomik, tarihsel bir yok ediş ile bölgemiz karşı karşıya kalmıştır. Zira ortada akarsu yatağı kalmayacak tamamen yapay göller ile bölge ekolojik dengesi alt üst edilip onlarca medeniyete beşiklik eden bu coğrafya yok edilecektir. Bu durum göstermektedir ki bu projelerin ÇED süreçleri Havza Planlaması yapılmayarak, bölgenin bir bütün olarak ekolojik yapısı değerlendirilmeye tabi tutulmayarak hiçbir şekilde arkeolojik kazı, çalışma yapılmayarak yüzeysel bir ÇED süreci işletilerek bu ÇED süreçleri devam etmektedir ki bu husus kabul edilemez bir durumdur. Erzincan gerek tarihi gerek coğrafyası ile gerek Munzur Milli Parkına yakınlığı ile Doğu Anadolu’nun en güzide şehirlerinden olmasına rağmen maalesef HES’ler konusunda bölgesini en az koruyan bu konuda yeterli duyarlılığı göstermeyen bir duruma gelmiştir. Deliçay örneği ve sonucu bu hususu değiştirmesi dileği ile… 27 Erzincan Barosu Dergisi 7. STAJYER AVUKATLAR KURULTAY SONUÇ BİLDİRGESİ Stj. Av. Ferhat ÇELİK Bu yıl yedincisi yapılan stajyer avukat kurultayı 28 ve 29 Kasım tarihlerinde Kahramanmaraş’ta yapıldı. Türkiye’nin birçok ilinden barolar katıldı. Çeşitli barolar tarafından sunumlar, konuşmalar yapıldı, tiyatrolar sergilendi. TBB başkanı Av. Prof. Dr. Metin Feyzioğlu ve yönetim kurulu üyeleri kurultaya iştirak ettiler. Baromuz adına Av. Cengiz Keleş ile beraber katıldık. Tüm baroların stajyerlerinin katıldığı oylama sonucunda sekizincisi Antalya’da yapılmasına karar verildi. Benim de içinde bulunduğum bir komisyon oluşturularak bir sonuç bildirisi hazırlandı. Umarız bu kurultay stajyer avukatların ve avukatlık mesleğinin temel sorunlarını çözmede atılacak olan adımların başlangıcı olacaktır. 7. STAJYER AVUKATLAR KURULTAY SONUÇ BİLDİRGESİ 1. Her baroda stajyerlerden teşekkül eden bir komisyon oluşturulmalı ve bir temsilci belirlenmelidir. 2. Gelecek kurultaylara Adalet Bakanlığı’ndan ve Yasama organından birer temsilci davet edilmeli; kurultay süreci ve bildirilerin bu temsilcilere ulaşması sağlanmalı. 28 3. Kurultay katılan katılımcılardan oluşturulacak Kurulca, söz konusu bildirinin hayata geçip geçmediği ve sonuçlarına ilişkin takip sağlanmalı; bu kurul bir sonraki kurultayda bir değerlendirme sunmalıdır. 4. Avukatlık Sınavı en kısa zamanda ve mutlaka ihdas edilmelidir. 5. Fırsat eşitliğini sağlamak için Bölge Staj Eğitim Merkezleri oluşturulmalıdır. Bu merkezlerde teorik ve hukuki bilgiler yanında avukatın hak ve yükümlülükleri de stajyerlere aktarılmalıdır. Bu dönemde kişisel gelişime yönelik, halkla ilişkiler, sosyal psikoloji, drama, vücut dili ve diksiyon gibi eğitimler, seminerler verilmelidir. 6. Kazanım odaklı puan toplamaya dayalı bir sistem oluşturularak stajyer avukatların staj döneminde toplaması gereken belirli bir puan barajı belirlenip stajyer avukatın katıldığı seminerler, yazdığı makaleler, yaptığı sunumlar, katıldığı etkinlikler vs. dikkate alınarak belirli puan toplayan stajyer avukatların stajını bitirmesi şeklinde bir sistem getirilmelidir. 7. İkinci 6(altı) aylık dönemde, Stajyerin mesleği öğrenmesine faydası olacak nitelikte, mesleki tecrübe sağlanması, duruşmalara katılması, dosya takibi sağlayacak bir program oluşturulması ve takiplerde ve duruşmalarda asgari sayıya ulaşması sağlanmalıdır. Erzincan Barosu Dergisi 8. Avukat yanı stajı için yanında staj yapılan avukata ilişkin stajyer avukatın rapor sunması usulü getirilmelidir. 9. 1136 sayılı Avukatlık Kanunu gereğince staj süresinin uzatılmasına yönelik yönetim kurulu kararlarının kesin olduğu yönündeki ifadenin idarenin her türlü işlem ve eylemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu ilkesine aykırı olup kaldırılması gerekmektedir. 10.Uzlaştırma Yönetmeliği madde 15’ten istifade edilebilmesi için Avukatlık Kanununda yapılacak değişiklikle stajyer avukatın yapabileceği işlere uzlaştırma yetkisi eklenmelidir. 11.Sulh Ceza Mahkemesinin kaldırılması nedeniyle Stajyer Avukatın girebileceği davalar konusunda oluşan belirsizlik ortadan kaldırılmalıdır. Stajyer avukatların Sulh Ceza Mahkemesinin görevine giren davalara ilişkin Asliye Ceza Mahkemesinde de duruşmaya girmeleri sağlanmalıdır. 12.Meslekte belirli süreyi doldurmuş avukatlara dönemsel olarak stajyer avukat çalıştırma ve staj ödemesi yapma zorunluluğu getirilmelidir. Söz konusu avukatlara uygulanabilirliği sağlamak açısından vergi ve aidat konularında muafiyet ve kolaylık sağlanmalıdır. 13.TBB’nin stajyerlere verdiği 500,00 TL’lik staj kredisi miktarının bir avukat için çok düşük olduğu düşündüğünden bu miktarın 1.000,00 TL olması stajyerler için elzem bir durumdur. Geri dönüşümlü olması nedeniyle bütün stajyere verilmesi ve ekonomik durumu kötü olan stajyerlere de burs olarak verilmesi gerekmektedir. 14.Staj kredisi geri ödemesi 2 yıldan 5 yıla çıkarılmalı ve kefilsiz kredi imkanı sağlanmalıdır. 15.Stajyerken yapılabilen işler ruhsat bekleme sürecinde de evleviyetle yapılmalıdır. Bu dönem süresince mesleğinin gerekleri yerine getirebilmek için Avukatlık Ruhsatının edinilmesi anına kadar geçici staj bitim belgesi düzenlenmelidir. 16.Ruhsatname bekleme süresi kısaltılıp bir standarda bağlanmalı ve Genel Sağlık Sigortasının, stajın başlama tarihinden avukatlık ruhsatının alınmasına kadar devam etmesi sağlanmalıdır. 17.Staj kaydiyeleri tamamen kaldırılmalıdır. 18.Ruhsat ücreti makul seviyeye indirilmeli ve taksitlendirme imkanı sağlanmalıdır. 19.Avukatlık Kanunun 70. Maddesinde geçen kredi borcunun ödenmemesinin yaptırımı olarak Baro levhasından silinmesi durumunun kaldırılması gerekmektedir. Sorunların çözümlerine ilişkin ayrıntılı çalıştay raporu tüm barolara, TBB’ye, Yasama organına ve Adalet Bakanlığı’na gönderilmelidir. 29 Erzincan Barosu Dergisi HUKUK ve EDEBİYAT Av. A. Cavit BAYRAKTAR “Hukuk ve edebiyat” bu iki kelimenin benim dünyamda ayrı bir yeri var. Birine yirmi beş yılımı diğerine on yılımı verdim. Birine gönlümü, duygumu diğerine; aklımı, fikrimi verdim. Bu yüzden olsa gerek. Edebiyat öğretmeni olarak başladığım meslek hayatıma son on yıldır avukat olarak devam etmekteyim. Hani bilirsiniz. Picasso İspanya’da bir cafede otururken Amerikalı bayan bir turist yaklaşır; “Siz meşhur ressam Picasso musunuz?” der. Picasso; “Picasso benim ama meşhur olduğumu bilmiyorum” der. Bunun üzerine Amerikalı bayan; “Rica etsem bana bir resim yapar mısınız?” der. Picasso da “Olur hanım efendi.” Der ve hemen bir resim yapar hanım efendiye verir. Amerikalı turist teşekkür eder “Borcumuz ne kadar?”. Picasso “ 10.000 $” der. Bunun üzerine Bayan; “ Ama nasıl olur beş dakikalık bir emek karşılığı bu kadar ücret fazla değil mi?” dediğinde Picasso; “Hayır hanım efendi beş dakika değil, otuz yıl artı beş dakika” der. Şimdi bizim ki de hukuk ve edebiyat olarak yirmi beş yıl artı on yıl olarak devam etmektedir. Bundan yaklaşık beş altı yıl önce Baro odasına girdiğimde o zamanki Baro Başkanı avukat Can TEKİN Bey bana dönerek; “Cavit Bey, Erzurum’a gitmek ister misin? dedi. “Hayırdır.” dedim. Bana dönerek; “Baroyu temsilen yönetimden bir arkadaşın Erzurum’a gitmesi gerek. Benim işlerim var. Ben gidemeyeceğim. Baroyu temsilen Erzurum’a gitmek ister misin? Hem memleketini görürsün hem de bizim Baro adı30 na da üniversitedeki toplantıya katılırsın.” Dedi. Ben de biraz düşündükten sonra; “Olur giderim. Hem bizimkileri görürüm hem de toplantıya katılırım.” Dedim. Hemen ertesi gün sabah erkenden Erzurum Atatürk Üniversitesine gittim. Erzurum Barosu ve Atatürk Üniversitesinin birlikte hazırlamış oldukları; Erzurum’da “Hukuk Öğreniminin Sorunları» Çalıştay’ına katıldım. Tarih 10 Aralık 2009 Perşembe günü gösteriyordu. Erzurum Barosu ve Atatürk Üniversitesi’nin ev sahipliğini yaptığı “Türkiye’de Hukuk Öğreniminin Sorunları” konulu 3. Çalıştayı yapılıyordu. Atatürk Üniversitesi Kültür Merkezi’nde başlayan ve İki gün sürecek olan Çalıştay’a Yükseköğretim Kurulu Başkan Vekili Prof. Dr. İzzet Özgenç’in yanı sıra Adalet Bakanlığı’dan, Yargıtay’dan, Hukuk Fakültelerinden, Barolardan ve Yüksek Mahkeme Üyelerinden kalabalık bir heyet katılmıştı. Üç oturum halinde gerçekleştirilen tartışmalarda, “Türkiye’de Hukuk Öğretiminin Sorunları Bağlamında Hukuk Fakültelerine Öğrenci Kabulü, Hukuk Fakültelerinin Müfredatı, Adalet Meslek Yüksek Okullarının Hukuk Fakülteleriyle Olan İlişkisi, Staj ve Mesleğe Kabul İçin Aranması Gereken Koşullar” ele alınıp tartışılıyordu. Kurul görüşlerini içeren raporlar üzerinde tartışma ve değerlendirme yapılacak. Çalıştay sonunda bir de “Sonuç ve Değerlendirme” raporu hazırlanacaktı. Sırayla konuşma yapılıyordu. Çalıştay’ın Açılış konuşmasını Atatürk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hikmet KOÇAK, daha sonra Yüksek öğretim kurulu başkan vekili Prof. Dr. ÖZGENÇ ve sırasıyla özel ve Erzincan Barosu Dergisi devlet üniversiteleri hukuk fakültesi dekan ve temsilcileri ve Baro temsilcileri konuşmaya ve hukuk eğitim sorunlarını dile getirmeye başladılar. Bu arada ben kendi kendime “Sadece Çalıştay’a katılmak için gelmiştim. Konuşma yapacağım söylenmemişti. Hatta Can Beye de sitem etmiştim. Konuşma yapacağım söylense idi. Ben de kısa bir konuşma hazırlardım. Artık olan olmuş hazırlıksız yakalanmıştım. Sıra bana geliyordu. Ne konuşmalıydım. Bunu bir an evvel tespit etmeli o konuda konuşmalıydım. Hukuk Eğitim Sorunlarını dekan ve temsilcileri kadar vakıf olamazdım. Bu konu dışında bir konu bulmalı ve o konuda konuşmalıydım. Hemen aklıma hem kendimin de yaşadığı hem de gördüğüm aksaklık ve sorunları dile getirmeliydim” diye düşündüm. Hemen aklıma emekli bir edebiyat öğretmeni olmam münasebetiyle hukuk ve edebiyat ilişkisi ve buna bağlı olarak ortaya çıkan beyan ve ifade sorunu geldi. Ben de bu konuya değindim ve şöyle dedim; “Hukuk fakültelerinde edebiyat dersine ağılık verilmeli; hukuki ifade ve beyanlar dile getirilirken diksiyon ve dilbilgisi dersleri konulmalı” dedikten sonra şöyle dedim; “Burada karşınızda bu konuşmayı yaparken zorlandığımı bu nedenle yargılama esnasında bu hususlara ağılık verilmesi için edebiyat ve hitabete ağılık verilmeli “dedim.” Ve böylece konuşmamı tamamlayarak süratle yerime geçtim. Ben konuşmamı bitirmem dolayısı ile yerime geçip oturmuştum ki; benden sonra gelen ismini hatırlayamadığım konuşmacı bir Prof. Şöyle dedi; “ Biraz önce konuşan baro başkanı arkadaş çok haklı bir konuya el attı. Maalesef yargılama esansında bu gibi aksaklıkların olduğu gerçeğini belirtti. Görüşlerime katıldığını” beyan etti. Daha sonra kürsüye gelen başka bir Prof. Aynen şöyle devam etti. “ Kardeşim biz hukuk eğitimini mi tartışıyoruz yoksa edebiyat fakulltesi sorunlarını mı tartışıyoruz. edebiyatın diksiyonun ?” Dedi. Ben daha sonrasını duymadım. Daha sonra gelenlerden bir kaçı hak verdi bir kaçı da elleştirerek konuşmaları sürdürdüler. Ancak ortada bir gerçek var ki; hukuk ve edebiyat hiçbir zaman bir birinden ayrılmadılar. Nerde bir hukuki ifadeye rastladıysam orada edebi ifadeyi de yanında gördüm. İster katılır ister katılmazsınız iyi bir hukuki karar da her zaman edebi ifadeyi de bulmak mümkündür. Edebi ifadenin olmadığı yerde iyi bir karardan değil normal bir karardan bahsedersiniz. Bir hukukçunun beyanlarının doğru, yasal ve hukuki olduğu kadar; cümleleri sağlam, ifadesi yalın, anlatımı ise açık olması gerekir. Lise yıllarında idi. Edebiyat dersinde edebiyat öğretmenimiz Serveti Fünun Dergisinin kapanmasına Hüseyin Cahit YALÇININ “Edebiyat ve Hukuk “ makalesinin sebep olduğu söylemişti. İçeriğinden de bahsetmemişti. (Fransız ihtilalına atıfta bulunduğundan mahkemeye sevk edilmiş ancak suçlu bulunmamış. Ne yazık ki dergideki görevinden ayrılmasına sebep olmuştur) Bende “Edebiyat ve Hukuk” adlı bu makale bu alanda ilişkiyi bahseden ilk örnek olarak aklımda kalmıştı. Sonradan da edebiyat ve hukuk üzerine önemli bir yazı ben okumadım. Bu iki kavram zaman zaman edebiyat çevrelerinde dile getirilmişse de bu konuda ne bilimsel bir araştırma ne de üzerinde gereği gibi durulmamıştır. Ben hukuk ve edebiyat üzerinde durulması gereken bir konu olduğuna Hüseyin Cahit “ edebiyat ve hukuk” adlı makalesini duyduğumdan beri inanırım. Dikkat ettiyseniz tüm hukuk eserlerine baktığınız zaman hepsinde; ifadenin mükemmel, anlamın yerinde olduğunu görürsünüz. Gerek hukuk eserlerinden gerekse kanunlarda kendine özgü bir ifade, kendine özgü bir dil ve kendine özgü bir edebiyat vardır. Bu bağlamda bugün kullanılmasa da Türk hukuk tarihinin medarı iftiharı olan Mecelle gerek hazırlandığı devre göre sistem gerek muhteva bakımından gerek hukuk mantığı kadar gerekse edebi ifade bakımından sosyal hayatımızda çok önemli yer tuttuğu inkar edilemeyecek bir gerçektir. “Mecelle” üzerinde ilmi araştırmalar yapan çok kıymetli hocam Prof. Dr. Osman KAŞIKÇI Beyin de ifade ettiği gibi; hukuk lisanına vakıf olanlar anladıkları gerek halk gerekse ilim erbabı arasında bazı ifadelerin bir vecize şeklinde kullanıldığı görülmektedir. Bunlardan; “Beraat-ı zimmet asıldır”, “ Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur”, “ İçtihat ile 31 Erzincan Barosu Dergisi içtihat nakz olunmaz”, “ Zarar ve mukabele biz-zarar yoktur”, “zaruretler memnu olan şeyleri mubah kılar”, “ehven-i şerreyn ihtiyar olunur”, “def’-i mefasid, celb-i menafiden evladır”, “adet muhakkemdir”, “örf ile tayin nass ile tayin gibidir”, “ezman’ın tagayyürü ile ahkamın tagayyürü inkar olunamaz”, “külfet nimete nimet külfete göredir”, “ Raiyye, yani teba üzerine tasarruf maslahata menuttur” gibi ilk akla gelen ifadeler hükmün yanında birer edebi ifade olarak değer taşımaktadırlar. Hukuki ifadelerden anlaşıldığı üzere hukuk ve edebiyat ayrılmaz bir ikili gibidir. Evet, her edebi eser hukuki değildir ancak her hukuki bir eser aynı zaman da edebi eser de sayılır. Diğer taraf ceza muhakemesinin temel ilkelerinden olan “şüpheden sanık yararlanır.” ifadesi benim için ceza hukukunun bir vecizesi olarak görünür. 32 Keza Hukuk usulleri kanunun düsturu sayılan “esas usule tabiidir” benim için bir mısra-i berceste olarak görünür. Keza bunlar gibi çok örnekler gösterebiliriz. Şunu belirtmek isterim ki; ister kabul edelim ister kabul etmeyelim hukuk yanında edebiyatını da getirmektedir. Gerek Yargıtay kararlarında gerek yazdığımız dilekçe ve beyanlarda hukuk dilinin meydana getirdiği bir hukuk edebiyatı var. Kullanılan her hukuk kendi edebiyatını meydana getirmektedir. Bu yadsınamaz bir gerçektir. Ben insanların hukukçu kişiliklerini verdiği kararlardan değil kullandığı kelimelerden anlarım. Kararların adil olması insanların adalet ve vicdan duygusundan kaynaklandığına inanırım. İnsanların hukukçu olup olmadığını ise kullandığı kavram ve ifadelerinden. Erzincan Barosu Dergisi HAKİMLER VE SAVCILAR İLE AVUKATLARIN GÖREV VE ŞAHSİ İLİŞKİLERİ Hüsnü ALDEMİR Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı H u k u k u n üstünlüğüne saygı esasına dayalı olarak kurulmuş bulunan bir toplumda avukat özel bir role sahiptir. Avukatın görevi yasanın izin verdiği sınırlar içinde verilen talimatları yerine getirmekle başlayıp sona ermez. Avukat, kendisine hak ve özgürlüklerin savunulması ve sağlanması görevini verenlerin çıkarlarının yanı sıra adaletin sağlanmasına da hizmet etmek zorundadır ve sadece müvekkilinin davasını takip etmekle görevli olmayıp aynı zamanda müvekkilinin danışmanıdır. Bir toplumda avukatın mesleki işlevine saygı göstermek o toplumda demokrasi ve hukukun üstünlüğünün varlığı için zorunlu bir koşuldur. Toplum içerisinde Kabul görmüş şu özlü sözler avukatlık mesleğinin ne kadar önemli olduğu anlaşılmaktadır: - Avukat, herkese kendisininkini verdirmektir. Malı, canı, hürriyeti, namusu saldırıya uğrayan kişi, avukatta korunma, sığınma ve emniyet bulur. - Hakim hakkı uygular, hukuku yaratan, canlandıran avukattır. - Avukat, masumların savunucusu, adaletin yardımcısı, yetimlerin koruyucusudur. - Avukatlık, hakimlik kadar eski, fazilet kadar asil, adalet kadar gereklidir. Avukatlık mesleğinin amacı, hukuki münasabetlerin düzenlenmesini, her türlü hukuki mesele ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını her derecede yargı organları, hakemler, resmi ve özelkişi, kurul ve kurumlar nezdinde sağlamaktır( 1136sayılı Av. K. m. 2, I). Bu hükümden de anlaşılacağı üzere, davaların görülmesinde mahkemelerin işlerini büyük ölçüde kolaylaştırmak suretiyle adaletin hızlı ve doğru bir şekilde gerçeleşmesine yardımcı olur. Avukatı, mahkemelerin yardımcısı olarak kabul eden kanun koyucu, avukatın hak ve görevlerini bu esasa paralel bir şekilde düzenlemiştir. Ayrıca avukatlar, yüklendikleri görevleri bu görevin kutsallığına yakışır bir şekilde özen, doğruluk ve onur içinde yerine getirmek ve avukatlık unvanının gerektirdiği saygı ve güvene uygun biçimde davranmak ve Türkiye Barolar Birliğince belirlenen meslek kurallarına uymakla yükümlüdürler( 1136 sayılı Av. K. m 34). Yargılamanın olmazsa olmaz şartlarından olan savunma makamını işgal eden avukatlar ile yargılamayı yapan hakim ve yargılamada iddia görevini ifa eden savcı arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğine dair2802 sayılı Kanun,1136 sayılı Avukatlık 33 Erzincan Barosu Dergisi Kanunu ile usul kanunlarında açıkça hüküm bulunmamakla birlikte, Türkiye Barolar Birliği tarafından kabul edilen meslek kurallarında avukatların yargı organları ile adli mercilerle ilişkilerinin önemine binaen şu kurallar kabul edilmiştir: Uluslararası özelliğe sahip olan Avrupada Avukatlık Mesleğine İlişkin Temel İlkeler Tüzüğü’nde de gözetilen, Avrupada Avukatların Tabi Olduğu Meslek Kuralları’nda da bu hususta bir takım hükümlere yer verildiği görülmektedir. Şöyleki; 1. Hakim ve savcılarla ilişkilerinde, avukat, hizmetin özelliklerinden gelen ölçülere uygun davranmak zorundadır. Bu ilişkilerde karşılıklı saygı esastır. Avrupada Avukatların Tabi Olduğu Meslek Kuralları’nın “Mahkemelerle İlişkiler” başlıklı 4. maddesinde şu hususlar hükme bağlanmıştır: 2.Avukat, dahaönce hakim, savcı, hakem ya da başka resmi bir sıfatla incelediği işte görev alamaz. 1.Mahkeme veya bir heyet önünde dava takip eden veya duruşmaya çıkan avukat, o mahkeme veya heyetin daha once belirlenen meslek kurallarına uymalıdır. 3. Hakim ve savcı ile hısımlık ya da evlilikten gelen engelleri gösteren, kanun hükmünde yazılı derece dışında kalan hısımlıklar ve başkaca yakınlıklarda, avukat, meslek onuruna en uygun biçimde takdirini kullanır. 4.Avukatlar ve avukat stajyerleri, mesleğe yaraşır bir kılık ve kıyafetle, başları açık olarak mahkemelerde görev yaparlar. Duruşmalara, Türkiye Barolar Birliği’nce şekli saptanmış cübbe ile ve temiz bir kıyafetle çıkarlar. Erkek avukatlar, iklim ve mevsim koşullarının elverdiği ölçüde kravat takarlar. 5.Avukat duruşmayı terk edemez. Ancak kişisel veya meslek onurunun zorunlu kıldığı hallerde duruşmalardan ayrılabilir. Bu durumda avukat derhal baroya bilgi verir. 6.Avukat savunma için zorunlu olmadıkça davanın uzaması sonucuna varacak isteklerden kaçınır. 7. Hakimin reddi, savcıların ve başkaca adalet görevlilerinin reddi veya şikayet edilmesi konusunda ve genellikle konuşmalarında ve yazılarında avukat, kanunun gerektirdiği gerekçeleri amacı aşmayacak biçimde açıklar. Ret veya şikayet dilekçelerinin bir örneği de baroya verilir. 8. Avukat, ilerde tanık olarak dinlenecek kimselerden, istisnai olarak bazı hususları öğrenmek mecburiyetinde kalmış olursa, onları etkilemiş olma şüphesi altına düşmekten kaçınmalıdır. Avukat, tanıklara tavsiyelerde bulunamaz, ne şekilde tanıklık edecekleri veya hakim önünde nasıl hareket edecekleri hakkında talimat veremez. 9.Avukat, mahkeme kalemlerinde, icra dairelerinde ve her türlü mercilerde çalışan görevlilerle olan ilişkilerinde de meslek onuruna ve ağırbaşlılığına uygun tutum ve davranışlarını korur. 34 2.Bir avukat, duruşmaların adilane bir şekilde yürütülmesine daima gereken özeni göstermelidir. 3.Bir avukat, mahkemeye karşı gerekli saygı ve nezaketi gösterirken, müvekkilinin çıkarlarını; kendi çıkarlarını ve kendisi veya üçüncü şahıslar bakımından ortaya çıkabilecek sonuçlarını düşünmeksizin, onurlu ve korkusuz bir biçimde savunacaktır. 4.Bir avukat hiç bir zaman mahkemeye, bilerek, yanlış veya yanıltıcı bilgi sunmaz. 5.Bir avukatın mahkemelerle olan ilişkilerinde tabi olduğu kurallar, arada sırada başvurulsa dahi, hakem heyetleri, mahkeme ve mahkeme benzeri işlevleri üstlenmiş diğer kişilerle olan ilişkileri bakımından da geçerlidir. Hakim (savcı) ile avukatlar, adaletin gerçekleşmesinde birlikte çalışması gereken kamu görevlileri oldukları kabul edilmektedir. Aynı mekanda ve zamanda birlikte çalışmak zorunda olan (başka bir değişle görev bakımından boşanamayacak derecede birbirleri ile evlilik ilişkisi gibi bir ilişkisi bulunan) hakim (savcı) ile avukatların amaçları da ortaktır. Bu ortak amaç da “adaletin gerçekleşmesi”dir. Birlikte çalışmak zorunda olan ve amaçları bir olan hakim (savcı) ile avukatlar arasındaki ilişkinin ne olduğu ve nasıl olması gerektiği hususu tartışılırken, söz konusu bu kişilerin ortak amaçları gözönünde tutulması gerekmektedir. Ayrıca, hakim (savcı) ile avukatlar arasındaki ilişkilerin hangi esaslar doğrultusunda tanzim edilmesi gerektiğine dair ( daha once belirtilen metinler dışında) yasal veya usul hüküm bulunmamasına rağmen, yıllardır bu ilişki nezaket ve hoşgörü ilişkisi üzerinden yürütülmüştür. Zaman zaman belirtilen Erzincan Barosu Dergisi nezaket ve hoşgörü ilişkisine aykırı şekilde tavır ve harekette bulunan hakim, savcı veya avukatların duruşma, keşif gibi yargılama faaliyetlerinin yapıldığı yerlerde istenmeyen olaylara neden olduklarına şahit olunmuştur.Hoş karşılanmayan bu olaylar, basına yansıması nedeniyle vatandaşların yargıya olan güvenlerinin azalmasına yol açtığı inkar edilemez bir gerçektir. Basına yansıyan ve yargıya güvenin zedelenmesine yol açan ( hakim (savcı) ile avukatlar arasında yaşanan ve toplum tarafından hoş karşılanmayan) olayların olmaması için şu hususlara özenle uyulması gerektiğine inanmaktayım: a- Hakim (savcı) ile avukatların görevleri ile ilgili olarak hak, yetki ve yükümlülüklerinin neler olduğu açıkça usul ve diğer kanunlarda açıkça hükme bağlanmıştır. Adaletin gerçekleşmesi için ortak çaba gösteren bu kişilerin, söz konusu usul ve maddi hükümlere uygun davranmaları ve güven zedeleyici veya şüphe doğurucu hiçbir kanuna aykırı iş ve işlem yapmamaya özellikle dikkat etmeleri gerekmektedir. Belirtilen hususlara dikkat edilmesi halinde uyuşmazlıklar usule uygun, doğru ve hızlı bir şekilde çözümlenmesi sağlanmış olacaktır. b- Vatandaşların yargıya olan güvenini artıran en önemli etkenlerden birisi, ilgili hakim (savcı) ve avukatların görev bilinci içerisinde hareket etmeleridir. Bu nedenle dava dosyalarını incelemek suretiyle duruşmaya hazırlıklı çıkılması, kanundaki sürelere özenle uyulması, delillerin zamanında ve hızlı bir şekilde dosyaya sunulması ve gerçeklerden ayrınılmaması gerekir. c- Hakim veya savcıların sık sık görev yerlerinin değişmesi, görev yerlerinde yaşayan vatandaşlar ile ilişkisinin çok sınırlı olması gibi hususlar gözetildiğinde, avukatların, hakim ve savcılara nazaran toplumda kamu oyu oluşturma bakımından çok avantajlı oldukları inkar edilemez bir gerçektir. Hakim veya savcıların yapmış oldukları iş ve işlemlerden dolayı, kamu oyunda yanlış algıların oluşmasının önlenmesi veya haksız eleştirilen önüne geçilmesi amacıyla, toplum içerisinde saygınlıkları ve itibarı bulunan avukatların dikkatli davranması ve gerçekle ilişkisi bulunmayan söz ve davranışlardan özenle kaçınması gerekmektedir. Aksine bir davranış halinde, yetersiz hukuk bilgisine sahip olmayan veya kötü niyetli kişiler tarafından hakim veya savcıların haksız eleşti- rilmesine yol açacak ve dolaylı bir şekilde adliyenin itibarı kamu oyunda olumsuz etkilenecektir. d - Münasip olmayan hal ve hareketlerde bulunan hakim veya savcılar ile avukatlar, karşılıklı olarak gereksiz veya anlamsız bir tartışma ortamının yaratılımasına zemin hazırlamış olacaktır. Bu durum ise kamu görevi yürüten bu kişiler arasında istenmeyen olayların yaşanmasına veya anlamsız çekişmelerin başlamasına neden olacağı inkar edilemez bir gerçektir. Bu nedenle hakim/savcı ve avukatların görevlerinin kutsallığına yakışır özen, doğruluk ve onur içinde haraket etmek zorundadırlar. Karşılıklı olarak birbirlerine saygılı davranmak zorunda olan ve yargısal faaliyet yürüten bu kişilerin, en küçük hatalı davranışı hem yürütülen yargısal faaliyetin ciddiyetine ve hem de görev gereklerine aykırı olacaktır. Akisne bir davranış ise yargısal faaliyete katılan herkesi yüceltici bir etkiye sahip olacaktır. e- Yargılama faaliyetine katılan hakim, savcı ve avukatların karşılıklı saygı ve hoşgörü kurallarını dikkate alarak tartışma açmaktan, duruşmalara özensiz gelmekten, dilekçe, mütelaa veya kararlarda gereksiz sözlerle saldırılarda bulunmaktan, usul kanunlarında öngörülmeyen bir şekilde davranışta bulunmaktan, hukuki metinlerde öngörülen kılık-kıyafetten başka, bir giyim tarzı ile yargılama faaliyetine katılmaktan, objektif olmayan, incitici, kırıcı anlatımlarla verilen kararı eleştirmek veya kanun yoluna başvurmaktan ve söz kesmekten önemle ve özenle kaçınılmalıdır. Aksine bir davranış adaletin hizmetinde bulunan kişilerin onur ve saygınlığını zedeleyecektir. f- Saygı ve sevgi kurallarına uymak zorunda olan hakim, savcı ve avukatların karşılıklı güven ilişkilerini güçlendirecek davranış tarzı içerisinde bulunmakla yükümlüdürler. Karşılıklı güvenin bulunmadığı yerde şüphe, şüphenin bulunduğu yerde de güven bulunmaz. Güvensizliğin hakim olduğu ortamlarda görev yapan kişiler de birbirlerine kırıcı ve önyargılı davranmaya başlarlar. Güvene davayalı ve önyargılardan uzak ortamlarda yürütülmesi gereken yargısal faaliyetlere katılan hakim savcılar, avukatların doğruyu, hakkı, gerçeği dile getirdiklerine inanmalı ve onların beyanlarına değer vermelidir. Aynı şekilde avukatlar da hakim ve savcılara güvenmeli, görev gereği yapılan iş ve işlemlere önyargılı davranmamalıdır. Güven ilişkisinin zedelenmesine yol açan davranışlardan özen ve önemle kaçınmalıdır. 35 Erzincan Barosu Dergisi Güven ilişkisinin tesisinde, vatandaşlarla yakın ilişki içerisinde bulunan avukatların büyük bir sorumluluğu ve özverili davranma yükümlülüğünün olduğu unutulmamalıdır. g- İçinde bulundukları olumsuz şartlara karşın, işlerin yoğunluğu nedeniyle mesai mefumu gözetmeksizin çalışmak zorunda kalarak ruhen ve fikren gerilen hakim ve savcıların bu durumunu anlayışla ve hoşgörü ile düşünülerek değerlendirilmeye tabi tutulması, anlık tepki gösterilmemesi, sabırla karşı tarafı anlamaya çalışmak suretiyle çözüm odaklı yaklaşımlarda bulunulmasının onurlu bir davranış olduğu ve avukatlık mesleğinin yüceliğine yakışır bir tutum olacağını belirtmek isterim. h- Müvekkillerinin hak ve menfaatlerini korumakla yükümlü olan avukatlara, duruşmalarda ve diğer iş ve işlemlerinde müvekillerinin hak ve menfaatlerini korumak amacıyla yapmış oldukları sözlü savunmalarını kısıtlayıcı veya ortadan kaldırıcı davranışlardan özellikle ve önemle kaçınılması gerekmektedir. Aksine bir davranış, avukatlar ile hakim ve savcılar arasındaki ilişkileri zedeleyecek ve olumsuz etkileyecektir. Bu durum hem adil yargılanma hakkına aykırı olacak hem de yargının güvenirliği ve tarafsızlığı bakımından önyargıların oluşmasına neden olacaktır. Bu çerçevede avukatların da hakim ve savcılar tarafından yapılan yargısal iş ve işlemlerini objektif bir şekilde değerlendirmesi, müvekillerinin duygu ve yaşantılarını yansıtarak taraf haline gelmemeye dikkat etmesi, hukuk içerisinde kalarak anlaşmazlıkların çözülmesine yardımcı olması, hukuki ve cezai soruşturma veya kovuşturmalarda yapılacak savunmaların hukuki sınırlarının aşılmaması, savunmalarının öz, kısa ve anlaşılır bir şekilde dosyaya yansıtılması gerektiğini önemle belirtmek isterim. h- Uyuşmazlıkların öğreti ve uygulamada yapılmış bilimsel çalışmalar ışığı altında çözülmesi gerektiği hususunda, hakim ve savcının avukatları, avukatların da hakim ve savcıları teşvik edici tutum sergilemeleri hem adaletin gerçekleşmesi hususundaki ortak çabaya uygun olacak, hem de adaletin yücelmesine yararlı olacağı inkar edilemez bir gerçektir. i- Usul yasaları dahil olmak üzere bir çok hukuki metinde, hakim – savcı ve avukatların görev ilişkilerinin sınırları az çok çizilmiş olmasına karşın, bu ki36 şiler arasındaki özel ilişkilerin sınırlarının ne olacağı veya nasıl olması gerektiğine dair herhangi bir yasal düzenleme bulunmamaktadır. Bu nedenle hakim ve savcılar ile avukatlar arasındaki görev ilişkilerinden dolayı bir yakınlaşma sağlanmış olmasına rağmen, bu kişiler arasındaki özel ilişkilerde aynı yakınlaşma sağlanamamıştır. Başka bir ifade ile bu kişiler görevleri ile sınırlı olmak üzere bir araya gelmekte, ancak birlikte bir gezi veya piknik yapma, aynı koroda şarkı veya türkü söyleme, birlikte sinema veya tiyatroya gitme, ailece görüşme, aynı mekanda bulunarak birlikte kültürel faaliyette bulunma gibi özel ilişkiler yönünden bir yakınlaşma sağlanamamıştır. Belirtilen yakınlaşma sağlanamamanın sebebi şahsi değil, özellikle hakimlik ( savcılık) mesleğinin niteliklerinden kaynaklandığını göz ardı edilmemesi gerekir. Şöyle ki; hakimlik (savcılık) mesleğinin en temel özelliklerinden biri özde ve görünürde tarafsız olmaları zorunludur.Başka bir ifade ile hakim veya savcı görevlerini tarafsızlık ilkesi uyarınca yerine getirmesi beklendiği gibi tarafsız görev yaptıklarının inancını doğuracak hal ve davranış içerisinde olduklarını çevrelerine göstermeleri beklenmektedir. Hal böyle olunca, hakim veya savcıların özel yaşantılarında bir çevre oluşturmaları her zaman şüphe ile karşılanmaktadır.Uyuşmazlıklara çözüm bulmaya çalışan yargı mensupları, iki taraftan birini haklı veya haksız çıkaracağını düşünerek, özel ilişkilerinde çekingen davranmakta ve her zaman dikkatli davranmak zorunda kalmaktadır.Bu gerçekten hareketle, hakim ve savcıların bu durumunu bilerek veya bilmeyerek eleştiriye tabi tutulması, kınanması veya hoşgörülmemesi yargının saygınlığını, güvenirliğini ve toplum nezdindeki itibarını zedeleyeceği inkar edilemeyecek bir gerçektir. Avukatların kamuoyu oluşturmasındaki gücü gözetildiğinde, hakim ve savcıların bu tavrını hoşgörü ile karşılaması, özellikle kültürel (hukuk üzerine yapılan söyleşiler, konfernslar, açık oturumlar, bilimsel seminerler, resim veya fotoğraf sergisi gibi) faaliyetler kapsamında birlikte ve gönül hoşluğu içerisinde yürütülecek etkinliklerle örnek davranış kalıplarının oluşması sağlanmış olacaktır. Son olarak eski Yüksek Hakimler Kurulu Başkanı M. Mahzar BUDAK Beyefendinin “ Hakim ve Avukat İlişkileri” konulu makalesinde de belirtildiği gibi; objektif ölçüler içinde görev yapan hakim Erzincan Barosu Dergisi (savcı) avukatların hukuk bilgisi, adalet duygusu, gerçekleri bulma aşkı aynı doğrultuda olduğu sürece karşılıklı saygı ve anlayış içinde hukuki anlaşmazlıkların kolayca çözüme bağlandığı, bu yoldaki uygulamanın adalete olan güveni artırdığı ve adaletin ayrılmaz öğeleri olan hakim (savcı) ve avukatların saygınlığı ile birlikte kişiliklerini de yücelttiği görülmektedir. Pek nadir olsa dahi bu anlayış ve ölçüler içinde görevlerini sürdürmeyen hakim (savcı)ve avukat ilişkilerinin üzücü olaylara neden olduğu anlaşılmaktadır. Hakimlerin o yüce kürsülerde adalet dağıtmak gibi müstesna bir hizmetin sahipleri olduğu tartışmasız kabul edildiğine gore, adalet mensubu avukatlarımızın bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da adalet ülküsüne içten bağlı olarak hakimlerimize karşı gerekli ölçüde saygı davranışlarını sürdüreceklerine, hakimlerimizin de savunmanın kutsallığını, adaletin ayrılmaz parçası sayılan avukatların kendilerine en yakın yardımcı olduklarını gözönünde tutarak mesleğin onuruna yaraşır biçimde mukabil saygı ve kolaylık göstereceklerinden kuşku duymuyoruz. Gönlümüz üzücü olayların olmaması temennisi ile doludur. 37 Erzincan Barosu Dergisi HEKİMİN SÖZLEŞMEDEN DOĞAN HUKUKİ SORUMLULUĞU Av. M. Çağatay ÇAĞAN Hekim ile hasta arasında ki hukuksal ilişki, ilke olarak, bir sözleşme ilişkisidir. Tarafların karşılıklı hak ve borçları, ister yazılı, ister sözlü olsun bu sözleşmeye dayanır. Hekim ile hasta arasında ki ilişki, genel olarak gerekli bir tedavinin gerçekleştirilmesi ya da hastalık veya sağlığa ilişkin herhangi bir sorunun ortadan kaldırılması isteminden kaynaklanır.1 Sözleşmenin, “tedavi sözleşmesi” veya “hastane kabul sözleşmesi” olması, konunun özü bakımından bir fark yaratmaz. Ancak olaylar değerlendirilirken, diğer koşullar yanında sözleşme tipi ve içeriği de ele alınarak sonuca ulaşılmalıdır. Herhangi bir sözleşme dolayısı ile hukuki sorumluluğun doğması için bazı unsurların mevcut olması gerekir. Bunlar dört başlık altında toplanabilir. a- Sözleşme hükmüne aykırı davranış, b- Zarar, Tedavi sözleşmesinden doğan edimin kötü ifa edilmesi (malpiraktis) hekimliğin kötü uygulanması olarak adlandırılmaktadır. Türk Tabipleri Birliği etik ilkelerine göre (m.13), bilgisizlik, deneyimsizlik yada ilgisizlik nedeni ile bir hastanın zarar görmesi hekimliğin kötü uygulanması anlamına gelir. Malpiraktis, hekimin ilgisizliği ve beceriksizliğinden kaynaklanabileceği gibi yeterli olanak bulunamaması, araç-gereç eksikliği gibi hekimin dışındaki faktörlerden de kaynaklanabilir.2 Hangi nedenle olursa olsun uygulama hatası sonuç olarak sözleşmeye aykırı eylem ve işlem niteliğindedir. b) Zarar; Hekimin hukuki sorumluluğundan söz edilebilmesi ve sonucunda tazminat istenebilmesi için bir zararın gerçekleşmiş olması gereklidir. Bir başka deyişle, hukuki sorumluluğun temel unsurlarından biri de zarardır. c- Kusur, d- Nedensellik bağı, a) Sözleşme Hükmüne Aykırı Davranış; Öncelikle hukuken geçerli bir sözleşme olması, taraflardan birinin bu sözleşme hükümlerinden en az birine aykırı davranmış olması gerekir. Sözleşme hükümlerinin “yerine getirmeme” ile “gereği gibi yerine getirmemem” arasında sözleşme hükümlerine aykırılık yönünden bir fark yoktur, yani her ikisi de sözleşmeye aykırı nitelik taşır. 1 38 Ü.Er; Sağlık Hukuku s;36 ba)Maddi Zarar; Hastalık nedeni ile tanı, teşhis ve tedavi giderleri, ölüm meydana gelmişse cenaze masrafları, eşin sağlığının bozulması veya ölmesi nedeni ile destekten yoksun kalma, kişilerin mal varlıklarında eksilmeye neden olur bu eksilmeye maddi zarar denir. Sağlığı zara gören kişi, çalışamamaktan ve ileride ekonomik olarak uğrayacağı yoksunluklardan doğan zararları ve bu nedenle yaptığı masrafları Türk Borçlar Kanunu m.54 gereğince isteyebilir.3 2 3 H.Sarıtaş;hasta hakları açısından hekim sorumluluğu s.96) Ç.Ahçıoğlu;tıbbı yardım ve el atmalardan doğan sorumluluklar; s.100 Erzincan Barosu Dergisi bb) Manevi Zarar: Manevi zarar sadece kişinin sağlık ve yaşamı ile ilgili değildir. Hastanın sağlık durumu ile ilgili bilgi ve sırlarının açıklanması, cesetten izinsiz organ veya doku alınması, aydınlatılmış onayı olmaksızın deneye tabi tutulması gibi eylemler, hukukta, kişinin ruhsal bütünlüğüne ve kişilik haklarına saldırı olarak nitelenir. Manevi tazminat sorumluluğunun doğması için, kusurun ağır olmasına gerek yoktur; hafif kusur da tazminat sorumluluğu için yeterlidir. c- Kusur: ca) Genel olarak kusur “Kusur” kavramını çeşitli biçimlerde tanımlamak mümkündür. Bunlardan biri, “hukuk düzenince hoş görülmeyen ve kınanması gerektiği düşünülen davranış” şeklindeki tanımdır. Diğer bir tanım “Benzer durum ve koşullardaki kişilerden beklenen davranışa uymama hali”dir. Bir başka tanım da şöyledir: “kusur, hukuka uygun olmayan, hukuk düzeninin kınadığı bir irade veya irade noksanıdır. Hukuka aykırı sonucu isteyen veya hukuka aykırı sonucu önlemek için gerekli iradeyi göstermeyen kimse kusurludur”. Kusur, kast ve ihmal (savsama) olmak üzere ikiye ayrılır. Kast; Hukuka aykırı sonucun, zarar veren kişi tarafından istenmesi, bilerek ve isteyerek bu amaca yönelik bir eylemde bulunulması veya bilinmesinin gerekmesidir. Örneğin hekimin, sırf fazla ücret almak için, hiç gerekli olmadığı halde, hastasını ilaçla tedavi yerine ameliyat etmesi kasti bir harekettir. İhmal; Hukuka aykırı sonucun istenmemesi, fakat gerekli önlemlerin alınmaması, dikkat ve özenin gösterilmemesi suretiyle haksız sonucun doğmasına neden olunmasıdır. İhmal de kendi içinde hafif ve ağır ihmal olarak ikiye ayrılır. - Ağır ihmal: Aynı koşullarda bulunan makul ve mantıklı her insanın alacağı basit önlemlerin alınmaması nedeniyle ortaya çıkan ihmaldir. - Hafif ihmal: Ancak dikkatli kişilerin farkına varabileceği önlemlerin alınmaması, gereken özenin gösterilmemesi halidir. Hekimin hukuki sorumluluğu yönünden ihmalin ağır veya hafif olması arasında fark yoktur. Çünkü, ihmalin ağır veya hafif şeklinde sınıflandırılması, gerek sözleşmeye dayalı ve gerekse sözleşme dışı sorumlulukta sadece tazminat miktarının hesaplanmasında önem taşır; yoksa he-kim, ister ağır ister hafif olsun, her türlü ihmalinden sorumludur.4 Bu konuda şöyle bir örnek verilebilir: Hekimin belirlediği tedavi programında penisilin uygulanmasına karar verilmişse, önce, hastanın penisiline karşı alerjisi olup olmadığının araştırılması gerekir. Ayrıca penisilin iğnesini yapacak olan hemşire de hastadan bu hususta bilgi almalıdır. Aksi halde, alerji tespiti yapılmadan uygulanan penisilin dolayısıyla bir komplikasyon oluştuğu takdirde, hekim gibi, hemşire için de sorumluluk gündeme gelecektir.5 İhmalin ölçüsü objektiftir. Hekimin davranışı, orta seviyede, aklı başında, makul bir kişinin somut olayın durum ve koşullarına göre alması zorunlu önlemlere, harcayacağı çabaya, göstereceği özene göre değerlendirilir. Dolayısıyla, hekimin sübjektif özellikleri dikkate alınmaz. İhmalin belirlenmesindeki kıstas, hekimin mensup olduğu kategori içinde yer alan ortalama bir hekimin aynı durum ve koşullarda göstereceği davranıştır. Pratisyen bir hekimin davranışı, uzman hekimle değil, ortalama seviyedeki bir pratisyen hekimin davranışı ile kıyaslanır.6 Bir başka deyişle, özenin derecesi her somut olayın özelliğine göre belirlenir; nitelikli olmaktan çok niceliklidir. Ancak, yolsuz ve kuralsız davranışların sakıncalarını önlemek üzere hukuk bilimi, kusurun objektifleştirilmesi denilen “objektif ölçü”yü esas almıştır. Bu ölçüde, sorumluluğu tartışılan doktorun yetenek ve becerisi esas alınmaz; bunlar sübjektif ölçülerdir. Özenin belirlenmesinde “normal ve orta düzeydeki olağan davranışlar” esas alınır. Bu nedenle hekim, kendisinden beklenen objektif özeni (uyanıklığı-duyarlığı ve beceriyi) gösterdiği takdirde kusurdan söz 4 5 6 M. Ayan; Tıbbi Müdahalelerden Doğan Hukuki Sorumluluk; s. 103. Z.Özçelik/ B. Karaduman/ K. Bafra/ A. Yıldırım/ S. Ş. Çelik/ S. Ülker; Hemşirelikte Haklar ve Sorumluluklar; s. 47. M. Ayan; Tıbbi Müdahalelerden Doğan Hukuki Sorumluluk; s, 102. 39 Erzincan Barosu Dergisi edilmeyecektir. “İhmalin ve tedbirsizliğin tespiti için ölçü, zararı meydana getirenin sübjektif niteliklerine bakılmadan, yalnız orta düzeyde bir kimsenin yani olayda tedbirli bir doktorun aynı hal ve şartlarda göstereceği mutat ihtimamdan ibarettir” şeklindeki Yargıtay kararı da (4. HD, 1967/296/5112) bu görüşü destekler niteliktedir.7 Tedavi sözleşmesine “vekâlet sözleşmesi” hükümlerinin uygulanması hukukumuzda genel kabul gören, öğretide ve yargıda büyük çoğunlukla benimsenen bir yaklaşımdır. Vekâlet sözleşmesi ile borçluya getirilen özen gösterme yükümlülüğünde objektif ve sübjektif kriterler öngörülmüştür: Objektif kriter: Borçlunun üstlendiği işin çeşidi, güçlüğü, yapılan işin gerektirdiği mesleki bilgi ve beceri vb. önem taşır. Bu kriter uyarınca hekimin tedaviyi tıp biliminin bilinen ve genel kabul görmüş ilkelerine göre yürütmesi gerekir. Sübjektif kriter: Borçlunun kişisel özellikleri, sahip olduğu bilgi, deneyim vb. hekimin kişisel özellikleridir. Özel hukukta kusurun ağır veya hafif oluşu tazminatın miktarı bakımından önem taşımaktadır. Türk Borçlar Kanunu uyarınca borçlu, genel olarak her türlü kusurundan sorumludur. İhmalin belirlenmesinde sübjektif durum ve koşullar (yorgun olmak, konuyu yeterince bilmemek, o konuda meraklı olmamak vb.) dikkate alınmaz; failin durumu öngörüp görmemesi önem taşımaz. Kısaca belirtmek gerekirse hekimin sorumluluğunun saptanmasında sübjektif değil, objektif kriterlerin göz önüne alınması gerekir. cb) Meslek Kusuru; Kötü uygulama (malpraktis), “hekimin, hastanın teşhis ve tedavisini gerçekleştirirken bilgisizliği, beceri eksikliği ya da ihmali nedeniyle hastaya zarar vermesi şeklinde tanım-lanmaktadır, genel kabul gören tanıma göre meslek kusuru “tıp biliminin genel olarak tanınan kurallarının kusurlu bir ihlâlidir. Yani, tıp bilimî ve uygulamasında genel olarak tanınıp kabul edilmiş kuralları, hekimin, gerekli dikkat ve özen göstermemek suretiyle ihlal etmesi, çiğneme-sidir. 7 40 Ç. Aşçıoğlu; Tıbbi Yardım ve El Atmalardan Doğan Sorumluluklar; s. 78. Meslek kusurundan söz edebilmek için hekimin, tıp biliminin genel olarak tanınıp kabul edilmiş bir kuralını çiğnemesi, kurala aykırı davranması gerekir. Ayrıca, bu aykırı davranışın kusurlu olması da şarttır. Bunun için de hiç olmazsa uygulanacak tedavi yönteminin seçiminde bir ihmalin, tıbbi özen borcuna aykırılığın mevcudiyeti aranır. “Basit bir parmak muayenesiyle ‘biyopsi yapmadan rektum kanseri tanısı konularak’ gereksiz yere yapılan ameliyat sonucu ömrünün sonuna kadar büyük aptesini karnından yapmak durumunda bırakılmasında davalı yüzde yüz kusurludur” şeklindeki Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Karan (YGK, 16.02.1972, 1971/4-137/105)8 bu duruma güzel bir örnek oluşturur. d- Nedensellik (illiyet) bağı: Hekimin kusuru dolayısıyla zarardan sorumlu tutulabilmesi için, hekimin verdiği hizmet ile zarar arasında nedensellik bağmm bulunması, bir başka anlatımla, ortaya çıkan zararın hekimin yaptığı tedavi ve/veya verdiği hizmetin sonucunda meydana gelmiş olması, hizmet ile sonuç arasında “sebep-sonuç” ilişkisinin bulunması gerekir; yani zarar, hekimin sözleşmeye aykırı davranması nedeniyle meydana gelmiş olmalıdır. Önemli olan hukuka aykırı fiili işleyen failin sonucu öngörebilmesi değil, objektif olarak fiilin o zararı meydana getirebileceğinin olayların normal akışına göre kabul edilmesidir. Örneğin, gerekli tetkiklerin yapılması için laboratuvara gönderilen hastanın bindiği asansörün düşmesi sonucu hayatını kaybetmesi halinde, sevki yapan doktorun ölüm konusunda herhangi bir kusuru yoktur; çünkü hekimin sevk işlemi ile ölümün meydana gelmesi arasında, hayatın normal akışına göre, herhangi bir ilişki bulunmamaktadır. Ancak gerekli kan testleri yapılmadan ameliyata alman hastanın kanının çok geç pıhtılaşması nedeniyle ölümünden, he-kim sorumlu olacaktır. Yargıtay kararlarından biri (4. HD, E. 1983/1998, K. 1983/2984), bu konuda iyi bir örnek oluşturmaktadır9: “Haksız eylemin unsurlarından birisi ve en önemlisi de illiyet (nedensellik) bağıdır. Zararla 8 9 Ç. Aşçıoğlu; Tıbbi Yardım ve El Atmalardan Doğan Sorumluluklar; s. 78. Z. Özçelik/ B. Karaduman/ K. Bafra/ A. Yıldırım/ S. Ş. Çelik/ S. Ülker; Hemşirelikte Haklar ve Sorumluluklar; s. 44 Erzincan Barosu Dergisi eylem arasında nedensellik bağının mevcut olması demek; zararın, eylemin bir sonucu olarak ortaya çıkması, yani eylem olmadan zararın meydana gelmeyeceğinin muhakkak olarak görülmesi demektir. Diğer bir deyimle, verilen zararın tazmin borcu doğurabilmesi için zararın, kendisine tazmin mükellefiyeti bağlanan olayın bir sonucu olarak görülmesi, bu ikisi arasında uygun bir neden-sonuç bağı bulunması gerekir”. Başka bir örnek Yargıtay karan da şudur: “... çıkış deliği olmayan kurşun yarasının sadece sarmakla yetinilip aranıp bulunmaması sonucu kişinin bir gün sonra ölmesinde; operasyon ya da diğer mevcut olanaklar yaralının hayatını kurtarabilecek idiyse, zararlı eylemle ölüm arasında uygun bir illiyet (ilişki) olabileceği (Yargıtay 4. HD, 2.3.1965 14865/1160). karşı konulması mümkün olmayan olağanüstü olay. • Üçüncü kişinin kusuru, • Hastanın bizzat kendi kusuru. Hastanın veya üçüncü kişinin kusurunun nedensellik bağını kesebilmesi için özel bir yoğunlukta olması gerekir; nedensellik bağını kesecek yoğunlukta değilse, tazminatta indirime gidilir. Hastanede yanlış bir tedavi gören hastanın üçüncü bir şahsın kusuruyla başka bir zarara uğraması (örneğin bıçaklanması) ya da hastanın intihar etmesi, illiyet bağım kesen sebeplere örnek olarak gösterilebilir. • Mücbir sebep: Sorumlu veya borçlunun faaliyet ve işletmesi dışında meydana gelen, genel bir davranış normunun veya borcun ihlaline mutlak olarak kaçınılmaz bir şekilde yol açan, öngörülmesi ve Burada son olarak vurgulanması gereken husus şudur: Hukuk davaları, ceza davalarının sonucuna bağlı değildir. Ceza sorumluluğu bulunmayan bîr kişinin, hukuki sorumluluğu olabilir. Bir ceza davasından beraat etmiş olan kişi aleyhine tazminat davası açılabilir. Hukuki sorumlu-lukta nedensellik bağı geniş yorumlanmaktadır. Zararlı sonucun meydana gelmesi olasılığını arttıran ve azaltan her koşul göz önüne alınır. Ceza sorumluluğunda ise nedensellik bağı daha dar yorumlanmaktadır. Bu bir çelişki değil, her iki sorumluluğun amaç ve niteliğinin doğal sonucudur.11 10 Z. Şenocak; Özel Hukukta Hekimin Sorumluluğu; s. 94. 11 Sunay Akyıldız; Hasta Hakları ve Hekimin Sorumluluğu; Güncel Hukuk; Mart 2006;Sayı 3; s. 21. Nedensellik bağının kesilmesi: Bazı hallerde nedensellik bağı kesilir. Böyle durumlarda neden-sonuç ilişkisi kesildiğinden, sorumluluk ortadan kalkar. Bunları üç grupta toplayabiliriz10: 41 Erzincan Barosu Dergisi 5403 Sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Kanunu’nda SINIRDAŞ TARIMSAL ARAZİ MALİKİNİN ÖNALIM HAKKI Av.Recep ADIGÜZEL1 A-GİRİŞ Tarımsal üretimin artışındaki etkenlerden biri ve en önemlisi toprak büyüklüğüdür. Topraklar küçüldükçe verimli şekilde işetilmeye elverişli olmaktan çıkar. Küçük toprak sahipleri kendilerini geçindirecek geliri elde edemeyeceğinden tali bir geçim kaynağını teşkil eden toprağında verimli şekilde tarımsal üretim yapamazlar. Böylece çok sayıda küçük, cılız tarımsal işletmeler ortaya çıkar. Toprağın daha verimli kullanılması için büyük oranlarda tarımsal işletmelerin varlığını sağlamanın aksine Türk Medeni Kanunu (m.590-611) taksim serbestisini getirerek toprağın parçalanmasına yol açmıştır. Devlet, Anayasanın 44 maddesindeki “devlet toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve geliştirmek…amacıyla gerekli tedbirleri alır “ hükmüne rağmen uzun yıllar daha çok miras yoluyla toprağın parçalanmasına göz yummuştur. Ta ki 2005 yılında yürürlüğe giren 5403 sayılı “Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Kanunu” ile toprakların bölünmesi ve kullanımına sınırlamalar getirilmiştir. 1 Ancak Dünya üzerinde tarım arazilerinin öneminin artması ve kaynakların sürdürülebilir olmasını ve kullanımını hedefleyen politikalar dolayısıyla tarım arazilerinin korunması daha da önemli hale gelmiştir. Bu değişen anlayışın yansımaları olarak da anılan yasa ile getirilen yükümlülük ve kısıtlamalar yetersiz görülmüştür. 5403 sayılı kanunda 9.2.2007 tarihinde 2649 sayılı kanunla yapılan değişikliklerle getirilen kısıtlamalar dahi yetersiz görülerek 15.5.2014 tarihinde yayımlanmış olan 6537 sayılı kanunla 5403 1 Manisa Barosu üyesi, TBB Eğitim Merkezi Yürütme Kuru- lu Üyesi 42 sayılı kanunda köklü değişiklik ve ek maddeleri ile yenilikler getirilmiştir. Kanunda tarım arazileri; kullanım yönünden, mutlak tarım arazisi, özel ürün arazisi, dikili tarım arazisi, marjinal tarım arazisi olarak sınıflandırılmıştır. Büyüklük yönünden de Asgari tarım arazisi ve yeter gelirli tarım arazi büyüklüğü olarak ayırarak bunun ölçülerini açıklamıştır. Yazının konusu kanunda yapılan değişiklik ve getirilen yeniliklerden sadece “sınırdaş taşınmaz malikinin ön alım hakkı” ile sınırlanmıştır. B-KONU İLE İLGİLİ KANUNDA BELİRTİLEN KAVRAMLAR; 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu, toprağın doğal veya yapay yollarla kaybını ve niteliklerini yitirmesini engelleyerek korunmasını, geliştirilmesini ve çevre öncelikli sürdürülebilir kalkınma ilkesine uygun olarak planlı arazi kullanımını sağlayacak usul ve esasları belirlemek amacıyla çıkartılmıştır. Ancak, 30.4.2014 tarihinde kabul edilen ve 15.5.2014 tarihinde yürürlüğe girmiş bulunan 6537 sayılı kanunla yapılan değişiklikte kanunun amacı “Toprağın korunması, tarım arazilerinin sınıflandırılması, asgari tarımsal arazi ve yeter gelirli tarımsal arazi büyüklüklerinin belirlenmesi ve bölünmelerin önlenmesi, tarımsal arazi ve yeter gelirli tarımsal arazilerin çevre öncelikli sürdürülebilir kalkınma ilkesine uygun olarak planlı kullanımını sağlayacak usul ve esasları belirlemek” olarak açıklanmıştır. Kanunda arazilerin nitelikleri göz önüne alınarak çeşitli sınıflandırmaya tabi tutulmuş olmakla bir- Erzincan Barosu Dergisi likte bu sınıflandırmalardan sadece yazı konusu ile ilgili olan “tarımsal arazi”, “asgari tarımsal arazi” ve “yeter gelirli tarımsal arazi” tanımlamaları üzerinde kısaca durmak gerekmektedir. a-Tarım Arazileri; Tarım toprakları “üzerinde ekim, dikim, bakım, yetiştirme yapılabilen veya orman hariç, doğrudan doğruya tabiattan yararlanmak suretiyle bitki ve hayvan üretimi yapılabilen veya ıslah suretiyle üretime elverişli hale getirilen topraklardır. Görülüyor ki, halen üzerinde ekim-dikim yapılan (kültür arazisi ile), orman hariç, mera, yaylak, kışlaklar ve ıslah yoluyla tarıma elverişli hale getirilen topraklar bu tanım içinde yer almaktadır.2” şeklindeki açıklamalarla daha geniş bir alanı içine almakta iken 5403 sayılı kanunda “Toprak, topoğrafya ve iklimsel özellikleri tarımsal üretim için uygun olup, halihazırda tarımsal üretim yapılan veya yapılmaya uygun olan veya imar ihya ıslah edilerek tarımsal üretim yapılmaya uygun hale dönüştürülebilen” arazi tanımını yaparak alanı kısmen daraltmıştır.3 b-Asgari tarımsal arazi büyüklüğü; “Üretim faaliyet ve girdileri rasyonel ve ekonomik kullanıldığı taktirde, bir tarımsal arazide elde edilen verimliliğin, söz konusu tarımsal arazinin daha fazla küçülmesi halinde elde edilemeyeceği bakanlıkça belirlenen en küçük tarımsal parsel” olarak kanunun 3/h maddesinde açıklanmıştır. Kanunun 8/3 maddesinde de “asgari tarımsal arazi büyüklüğünü tarım arazilerinde 2 hektar, dikili tarım arazilerinde 0,5 hektar, örtü altı tarımı yapılan arazilerde 0.3 hektar “ olarak belirlenmiş ve Bakanlıkça bunun günün koşullarına göre arttırılabileceği ifade edildikten sonra da bunun azaltılamayacağı/ indirilemeyeceğini belirtmiştir. Bakanlığın tarımsal arazi parsellerinin belirlenen büyüklüklerinden indirerek daha küçük parseller oluşturmasını yasaklamıştır. Ancak, tarım dışı kullanım izni verilen veya çay,fındıklık, zeytinlik gibi bitkilerin yetiştirildiği 2 3 Doç.Dr. Ünal, Ahmet “Tarımsal toprakların miras yoluyla parçalanması ve bunun ekonomik zararları”,” Elektronik kaynak Kazancı Hukuk Com.” 5403 sayılı Kanun mad.3/d) Tarım arazisi: Toprak, topografya ve iklimsel özellikleri tarımsal üretim için uygun olup, hâlihazırda tarımsal üretim yapılan veya yapılmaya uygun olan veya imar, ihya, ıslah edilerek tarımsal üretim yapılmaya uygun hale dönüştürülebilen arazileri, alanlarda arazi özellikleri nazara alınarak Bakanlığın uygun görüşü ile daha küçük parseller oluşturulabilir. Kanun koyucu, Kanunda belirtilen büyüklükteki tarımsal arazi parsellerinin “bölünemez eşya niteliğinde” olduğunu da belirterek her hangi bir şekilde bunların bölünmesini imkansız kılmıştır.4 Yargıtay, bölünemez nitelikteki arazilerin tescili için açılmış olan davalarda 5403 sayılı kanun hükümleri kamu düzeni ile ilgili olup davanın davalı tarafından kabulünün hiçbir sonuç doğurmayacağını bir kararında da belirtmiştir.5 Ancak asgari tarımsal arazi büyüklüklerinin altında kalan arazilerde rehin ipotek işlemleri yapılabileceği gibi hissedarlara satışı veya üçüncü kişilere satışı ve ihale yoluyla satışını engelleyici bir hüküm bulunmadığından mümkündür. c-Yeter gelirli tarım arazi büyüklüğü ; Kanunun 8/A maddesinde Kanun koyucu bir çiftçinin geçimini idame ettirecek büyüklükteki tarımsal arazilerini, bulundukları bölge farklılıklarını, niteliklerini de gözeterek belirlemiştir. Kanuna eklenen (1) sayılı cetvelde her il ve ilçede yeter gelirli tarımsal arazi miktarları gösterilmiş bulunmaktadır. Kanuna ekli (1) sayılı yasada belirlenen parsel büyüklüğünden (Örneğin Manisa Merkezde sulu arazide 50 dekar, kuru arazide 145 dekar, dikili arazide 10 dekar örtü altı tarımsal arazide 3 dekarın altında tarımsal parseller) küçük olan tarımsal arazi parselinin bölünmesini/ifrazını yasaklamıştır.6 (1) sayılı 4 Bilgin Yüce, Melek, “Taksim davasını göre hakim bunu re’sen araştıracak ve nazara alacaktır. Ancak, arazinin bu niteliği gözden kaçırılarak küçük parsellere ayrılarak aynen taksim kararı vermiş ve bu hüküm de Tapu Müdürlüğü tarafından infaz edilmiş ise bu her hangi bir süreye bağlı olmaksızın yolsuz tescil niteliğinde olması nedeniyle TMK.1025 mad. gereği tapu sicilinin düzeltilmesi yoluyla eski hale iadesi sağlanacaktır.” “Torak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu İle Getirilen Kanunu Kısıtlamalar.” Makale, Elektronik Kaynak, 5Yargıtay 14. HD E. 2009/12498, K. 2009/11836 t. 2.11.2009 kararı ve Yargıtay 6. HD. E. 2012/4165 K. 2012/6910T. 8.5.2012 kararı 6 Yeter gelirli tarımsal arazi büyüklüğü MADDE 8/A - İl ve ilçelerin yeter gelirli tarımsal arazi büyüklükleri bölge farklılıkları göz önünde bulundurularak bu Kanuna ekli (1) sayılı listede belirlenmiştir. Tarımsal araziler bu Kanuna ekli (1) sayılı listede belirlenen yeter gelirli tarımsal arazi büyüklüklerinin altında ifraz edilemez, bölünemez. Tarımsal arazilerin bu niteliği şerh konulmak üzere Bakanlık tarafından ilgili tapu müdürlüğüne bildirilir. Yeter gelirli tarımsal arazi büyüklüklerinin hesaplanmasında, aynı kişiye ait ve Bakanlıkça aralarında ekonomik bütünlük bulunduğu tespit edilen tarım arazileri birlikte değerlendirilir. Yeter gelirli tarımsal 43 Erzincan Barosu Dergisi cetvelde gösterilen büyüklükteki tarımsal arazilerin tapu kayıtlarına Bakanlık tarafından bu tarımsal arazinin bu niteliği Tapu Müdürlüklerine şerh verilmek üzere bildirilmesi öngörülmüştür. Bununla bu büyüklüğü aşmayan parsellerin yeter gelirli tarımsal arazi olduğu, yanlışlıkla bölünmesini önlemek ve temliklerde tarafları uyarmak olduğu anlaşılmaktadır. Yeter gelirli tarımsal arazi ölçütünün kanunda yer almasının diğer bir amacı da tarımsal arazi parçasının bölünmesi halinde en küçük parça kanuna ekli (1)sayılı cetvelde gösterilen büyüklükten aşağı olamayacağını belirtmiş olmasıdır. Tarımsal arazinin ifraz işlemi yapılırken nazara alınacak olan ölçüt Kanunun 8/A maddesi gereği (1) sayılı cetveldeki ölçütlerdir. Kanunun 8/3 maddesinde öngörülen ölçüt en küçük parselin tabanını göstermektedir. İfraz buna göre değil 8/A maddesine göre yapılacak ancak yine de en küçük parça 8/3 ölçütünden küçük olmayacaktır. Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki bu ölçütler parsellerin tevhidinde/birleştirilmesinde nazara alınmayacaktır, çünkü işlem kanunun toplulaştırma amacına uygundur. Aynı kişiye ait olup da her bir parçanın ayrı ayrı yeter gelirli tarımsal araziler için öngörülmüş (1) sayılı cetveldeki miktara ulaşmaması halinde; bunların toplanıp yeter gelirli tarım arazi büyüklüğünde kabul edilebilmesi için aralarında “ekonomik bütünlüğünün varlığının tespit edilmiş” olmasına bağlanmıştır. Yeter gelirli tarımsal arazi büyüklüğünün tespitinde, aynı kişiye ait olup da parçalar halinde bulunan bu arazilerin miktarlarının toplamının (1) sayılı cetvele uygun olması yeterli olmamaktadır.7 Bu parseller arasında ekonomik bütünlüğün bulunması gerekir. Ekonomik bütünlüğe sahip olmayan kısımları Bakanlığın izni ile satılabilecektir. Burada parseller arasında ekonomik bütünlüğün varlığından ne anlamak gerektiği konusunda kanunda bir açıklık bulunmamaktadır. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının 27.6.2014 tarih 5257 sayılı talimatında ekonomik bütünlülükten ne anlaşılması gerektiği konusunda 7 44 arazilerin ekonomik bütünlüğe sahip olmayan kısımları Bakanlığın izni ile satılabilir. Bilimsel gelişmeler ve günün koşullarına göre bu Kanuna ekli (1) sayılı listede Bakanlığın teklifi üzerine Bakanlar Kurulu kararı ile değişiklik yapılabilir. Sadece Manisa ili olarak (1) sayılı cetvel eklidir. açıklama yapılmıştır. Ekonomik bütünlük, “Tarımsal üretim faaliyetine ekonomik bir değer katacak şekilde birbirine bağımlı olarak çalışan tarımsal arazilerin bütünlüğünü” ifade etmektedir. Örneğin, malikin toplam 8/3 maddede belirtilen miktarların üzerinde olan sınırdaş arazileri, aynı köy veya mahalle sınırları içinde veya farklı köy veya mahalle sınırları içinde olup da aralarında kuş uçuşu 5 km’den az olan araziler arasında ekonomik bütünlük var kabul edileceği talimatta belirtilmiştir. Belirtilen bu ölçülerin dışında olan araziler arasında ekonomik bütünlük olmadığı kabul edilecektir. Malikin toplam arazi parselleri sınırdaş olsa bile toplam miktarı ekonomik bütünlük sınırının altında ise bu arazilerin satışına izin verileceği talimatta belirtilmiştir. Bazı tapu dairelerinde bu nitelikteki parsellerin birinin veya bir kaçının değil tamamının satışının zorunlu olduğu yönünde işlem yapılmaktadır. İznin hangi halde var olduğu açık değildir. Kanaatımca, malikin birden fazla parselleri arasında ekonomik bütünlük varsa ve bu miktarlar da 8/A maddesine dayalı (1) sayılı cetvellerdeki miktara ulaşmış ise bunun dışında kalıp da ekonomik bütünlüğü olmayan arazilerin satışına izin verilmesi böyle ağır bir şarta bağlanmış olduğuna göre bu miktara ulaşmayan arazilerin tamamının satışa konu edilmesi gerektiği düşüncesindeyim. (Uygulamada, her biri yeter gelirli tarımsal arazi miktarına ulaşmayan büyüklükteki iki parselin malik tarafından birinin satışın talep edildiği halde Tapu Müdürlüğü tarafından her ikisinin de satışı ile mümkün olabileceği belirtilerek izin verilmemiştir. Bunun için malik aynı anda birini gerçek alıcıya diğerini eşine satarak amacına ulaşmıştır.) C-SINIRDAŞ TARIM ARAZİ MALİKLERİNİN ÖNALIM HAKKI, Kanunun 8/C maddesinin (b) bendi gereği, birden fazla ehil mirasçıların miras dışı tarımsal arazilere sahip olması durumunda, bu mirasçıların mevcut arazilerini yeter gelirli arazi büyüklüğüne ulaştırmak veya bu arazilerin ekonomik olarak işletilmesine katkı sağlamak amacıyla hakim tarım arazilerinin yeter gelir büyüklüğünü aramaksızın bu mirasçılara devir ederek aile malları ortaklığı veya kazanç paylı Erzincan Barosu Dergisi aile malları ortaklığı kurulduğu taktirde, ortaklardan birinin payını üçüncü kişiye satması halinde, diğer ortaklara önalım hakkı getirilmiştir. Böylece aile malları ortaklığı veya kazanç paylı aile malları ortaklığı kurulmakla tarımsal işletmelerin bölünmesi önlenmiştir. Ancak, Ortaklardan birinin payını üçüncü kişiye satması halinde diğer ortaklara önalım hakkı getirerek tarımsal işletmeyi devam ettirmeyi amaçlamıştır. Birinci fıkrada aynı kanunun 8/C maddesinin (b) bendi uyarınca kurulan otaklıklardan söz edilmektedir. Çünkü kanunun paylaşım dışına çıkartılan tarımsal işletmeler başlıklı 9. maddesinde sayılanlar arasında TMK.664-665 maddeleri yürürlükten kaldırılmıştır. Artık TMK’ya göre aile malları ortaklığı, kazanç paylı aile malları ortaklığı kurulması veya hakimin bu yönde bir tahsis kararı verebilmesi mümkün olmayacaktır. O nedenle fıkrada kastedilen aile malları ortaklığı ve kazanç paylı aile malları ortaklığı, 5403 sayılı kanunun 8/C maddesinin (b) bendi gereği hakim tarafından kurulan ortaklıklardır. Maddenin amacı, ortaklardan birinin payını üçüncü kişiye satması halinde diğer ortaklara ön alım hakkını tanıyarak tarımsal arazinin bölünmesine engel olmaktadır. Maddenin ikinci fıkrasında ise, “Tarımsal arazilerin satılması halinde sınırdaş tarım arazi malikleri de önalım hakkına sahiptir.” hükmü ile TMK. 732 vd. göre önalım hakkına sahip ortakların bu haklarını kullanmaması halinde sınırdaş arazi maliklerine bu hak tanınmış mıdır? İkinci fıkrada açıkça “tarımsal arazilerin satılması” sözcüğü kullanılmış olması sınırdaş taşınmaz payının satılması halinde bu hakkın kullanılamayacağı anlamı çıkmaktadır. Kanunun gerekçesinde ise, “Türk Medeni kanuna göre önalım hakkına sahip ortakların bu hakkını kullanmaması halinde sınırdaş arazi maliklerine de önalım hakkı tanınarak arazilerin büyümesi hedeflenmiştir.” hükmü karşısında kanunun madde gerekçesi ile lafzı çelişki içindedir. Anayasa Mahkemesi yukarıda belirttiğimiz 30.10.2014 günlü gerekçeli kararında ise “8/İ maddesinin ikinci fıkrasıyla tarımsal arazilerin satılması halinde sınırdaş tarımsal arazi maliklerine önalım hakkı tanınmaktadır. Kuralda, tarımsal arazinin satılmasından söz edilmiş olup hissenin satılması ifadesine yer verilmediğinden, önalım hakkının sadece arazinin (parselin) bütünüyle satılması halinde mevcut olduğu, tarım parselinin hissesinin bir bölümünün satılması durumunda geçerli olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.” şeklinde yorumda bulunmuştur. Maddenin ikinci fıkrasında ise, miras yoluyla intikal etmiş veya kişisel malı olsun, ister asgari tarımsal arazi veya yeter gelirli arazi büyüklüğünde olsun her türlü tarım arazisinin tamamının üçüncü şahıslara satılması halinde, sınırdaş tarımsal arazi malikine önalım hakkı getirilmiştir. Tabii ki tarımsal arazinin bir sınırdaş malike satılmasında diğer sınırdaş malikinin önalım hakları olamaz. Maddenin üçüncü fıkrasında; “ Tarımsal arazi, sınırdaş maliklerden birine satıldığı taktirde, diğer sınırdaş malikler önalım haklarını kullanamaz. Önalım hakkına sahip birden fazla sınırdaş tarımsal arazi malikinin bulunması halinde hakim, tarımsal bütünlük arz eden sınırdaş arazi malikine önalıma konu tarımsal arazinin mülkiyetinin devrine karar verir.” hükmü ile tarımsal arazilerin büyütülmesini sağlamak amacıyla malikin bu malını istediğine satmak serbestisi sınırdaş parsel maliklerine önalım hakkı tanınmak suretiyle sınırlanmıştır. Madde, sınırdaş tarımsal arazi malikinin önalım hakkının varlığı yeteri kadar açıktır. Önalıma konu sınırdan tarımsal arazinin yeter gelirli büyüklükte veya asgari büyüklükte tarım arazisi olup veya olmamasının önemi yoktur. Her türlü tarım arazisi için bu hak vardır: Ancak birden fazla sınırdaş tarımsal arazi malikinin istemi halinde hakimin dikkate alacağı “tarımsal bütünlük” yeteri kadar açık değildir. Tarımsal bütünlük nitelik olarak mı? kullanım tarzı olarak mı? yoksa miktar olarak mı? belli değil. Bunu uygulama belirleyecektir. 5403 sayılı kanunda değişiklik yapan 6532 sayılı kanunun yürürlüğe girmesi ile kanunun 8/A maddesinde yer alan “…Bakanlığın izni ile…” ibaresinin ve 8/İ maddesinin 2. fıkrasının (Sınırdaş tarım arazi maliklerine tanınmış önalım hakkının) Anayasa’ya aykırılık iddiası iptal davası açılmıştır. Mahkeme “ 8/A maddesinde taşınmaz malikin amaçladığı kişinin dışındaki birine satılmakta ise de malikin maddi yönden her hangi bir kaybı olmadığından menfaatinin gözetilmediği, mülkiyet hakkına ölçüsüz müdahale 45 Erzincan Barosu Dergisi edildiği söylenemez. ….Kanun koyucu, taşınmazın sınırdaş maliklerden birine satılması durumunda, satış yapılacak sınırdaşı seçmesi hususunda maliki tamamen serbest bırakmak suretiyle kamu yararı ile malikin kişisel yararı arasında makul bir denge kurmaya çalışmıştır.” Gerekçesi ile kanunun Anayasanın 13, 35 ve 44 maddelerine uygun olduğundan iptal isteminin reddine karar vermiştir.8 hibi olan başvurucular mülklerinin ölçüsü nedeniyle ayrımcılık mağduru olduklarını ileri sürmüşlerdir. Mahkeme uygulanan yasa nedeniyle sadece büyük arazi sahipleri arazilerini diledikleri şekilde kullanma hakkına sahiptir ve bu durum başvurucuları ve diğer küçük arazi sahiplerini 1 nolu Ek protokolün 1. maddesi ile bağlantılı olarak 14. maddenin ihlali anlamına gelen ayrımcı bir durum sonucuna varmıştır.9 Ancak, AİHM, mülkiyet temeline dayanan Chassagnou ve diğerleri Fransa’ya karşı ayrımcılık davasında, 20 hektardan daha küçük arazi sahiplerinin avlanma haklarının avcılık derneklerine verilmesini öngören bir yasa uygulamıştır. Bu tür arazi sa- AİHM.nin sadece küçük miktarlı tarımsal arazi üzerindeki mülkiyet hakkını sınırlandırmasını ayrımcılık olarak gördüğü halde Anayasa Mahkemesi bu yönde verdiği kararda anayasa aykırılık görmemiştir. 8 Anayasa mahkemesinin 30.10.2014 gün 2014/133 E. 2014/165 K. sayılı kararı, MANİSA 46 Ahmetli Sulu/dk 60 9 Tezcan, Murat Avukat “Taşınmazın El Atma Tarihindeki Nitelikleri” Güncel Hukuk Dergisi Sh. 43 dip not, AİHM “Chassagnou ve diğerleri-Fransa “davasındaki kararı, başvuru no:25088/94, 28443/95, Kuru/dk 120 Dikili/dk 10 Örtüaltı/dk 3 Akhisar 50 130 10 3 Alaşehir 55 130 10 3 Demirci 85 200 10 3 Gölmarmara 55 145 10 3 Erzincan Barosu Dergisi KAYITSIZ BİREY Av.Can TEKİN Gerçekten de, geniş bir kitle, insanı tüketen çeşitli sorunların verdiği yorgunluk, hayatın karmaşıklığı ve kişiye yüklediği sorumluluklar karşısında dünyanın, her şeyi kapsayacak biçimde her türlü düşünme mesaisini nihai olarak tümüyle üzerinden alacak bir düzenle mekanikleşmesini özler. (Stefan Zweig -Vicdan zorbalığa karşı) “Bir kimsenin veya bir başka canlının karşılaştığı kötü durumdan dolayı duyulan üzüntü, acıma” kişinin acınacak bir hale gelmiş, bir felakete uğramış veya ıstırap çeken bir insana acıyarak, o insanın çektiği ıstırabı kendi yüreğinde hissetmesi, ıstırabını paylaşması ve ıstıraba son vermeye çalışması kayıtsız kalmamasıdır. Affetmek, tıpkı ceza gibi, bir süreci sonlandırır, merhamet ise merhamet edende yol açtığı duygular nedeniyle onu tutum almaya harekete geçmeye zorlar. 1959 yılında, fareler üzerinde yapılan bir deneyde aynı kafes içinde bulunan farelerden birinin bir kola basarak yiyecek alınması sırasında diğer fareye elektrik şoku uygulandığında, yiyecek alan farenin bir süre sonra bu davranışı durdurduğunu yayınlamıştır. Farenin kendi beslenmesini (dolayısıyla hayatını) tehlikeye atacak şekilde diğerinin acısına engel olmaya çalışması ona ne kazandırabilir? Bu sorunun yanıtı, birinin sıkıntı çekmesinden sıkıntı duymak olmalıdır. Yani önemli olan diğerine iyilik etmekten çok, diğerinin sıkıntı çekmesinin kendisi için de bir tehlike algısı yaratması ve onu bu durumdan kurtarmaya çalışması çözüm üretmesi. Merhamet ve rahmet kelimeleri; acımak, esirgemek, korumak, affetmek, bağışlamak, nimet vermek, ikamet etmek anlamlarına gelen “r-h-m” kökünden türemiştir. (Rahim, Rahman, Rauf) Allah’ın aynı kökenden gelen sıfatlarından biri olan “rahman” (bağışlayan, rahmet eden) Allah kulunu kendi gazabından koruması, doğrudan kendi kulu arasındaki meselelerdeki affediciliğini betimlerken, “rahim” (esirgeyen) daha çok Allah ın kullarını daha başka, kötülüklere karşı esirgeyen konumu ile ilişkili bir sıfattır. “Rauf” ise çok şefkat ve merhamet gösteren, kolaylık sağlayan anlamındadır. Tüm varlıklarda var olan merhameti “Yeryüzünde Allah’ın temsilcisi halifesi “ olan insan, özünde barındırır. Merhamet etmek için, akletmek ve sorgulamak sormak gerekir. Ancak sorgulayan insan merhamet edebilir. Sorgulamayan insan, duygularıyla ve gerçeklikle teğet yaşamayı seçer. Yani itaati, gizlenmeyi ve kaçmayı seçer. Düşünmek ve sorgulamak içimizde bir çatışma yaşatacağı için sorgulamaktan vazgeçip, kayıtsızlığı seçeriz. Oysa sorgulamak yüzleşmektir; insanın kendiyle, düşünce ve duygularıyla, gelenekleriyle, toplumsal ve genetik kodlarıyla yüzleşmesidir en zor olanı ise kendine sormak ve alacağı yanıtla yüzleşebilmektir. Kayıtsız kalmayıp sorgulamak aynı zamanda birey olarak vatandaş olarak görevdir. Merhametli olmak için, var olabilmek birey olmak gerekir. Kendi var olmayan, kendini var edenlere veya var ettiğini düşünenlere teslim eden kul olan bir kişiden böyle bir şuur beklenemez. Kendini kınayan nefse, vicda47 Erzincan Barosu Dergisi nını kınayan sesine yemin ederim. (Kıyame/2). Sormazsak merhamet edemeyiz. Eğer adaletsizlik karsısında tarafsız kalıyorsanız, zalimin tarafını seçmişsiniz demektir. (Desmond Tutu) Affetmenin karşıtı cezalandırmak, merhametin karşıtı ise cezayı reva görmek veya kayıtsız kalmaktır. Karşımızda acı çeken ile bu acıya vesile olan iki kişi varsa ya kayıtsız kalırız ya da kendimizi kaçınılmaz bir taraf olma ikileminin içinde buluruz. Kayıtsızlığımız bizi, zulme tanıklık ettiğimiz zaman, merhametimizden doğabilecek suçluluk ve öfke duygularının etkisiyle benliğimizin sürüklenebileceği çatışmalardan korur, çatışmayı göze alamayan benliğimizi bizi vicdanımızla muhatap olmaktan alıkoyar. Benliğimizi korumak içgüdüsüyle kayıtsız kalmayı seçer, merhameti devre dışı bırakır, davranışlarımızı akla uygun hale getiririz. Mesela “Herkese yardım eli uzatırsak kendimiz için kaynaklarımızı kullanamayız”, “ben tarafsızım” bazen pisliğe bulaşmamak için en iyi çözüm; susup izlemektir öyle yaparız ya da: o da bu işlere bulaşmasaydı der veya oda zamanında kötülükler yapmıştı diyerek hem taraf olma ikileminden sıyrılırız hem de bunların bizim başımıza gelmeyeceğini zannederiz. Kısaca kayıtsızlık çarpma işlemindeki sıfır gibi değil, bir gibi olan her şeyin olduğu gibi kabul edildiği, olaylar karşısında tepki vermeme durumudur. Kayıtsızlığımız sebebiyle hiçbir olumsuz durumu değiştiremeyiz, Toplum kayıtsızsa idareciler merhametsiz olur. Kayıtsızlık devlet vatandaş ilişkilerinde farklı bir şekilde de olur, Suçlunun alacağı cezanın işlediği suça denk olup olmayacağına devletin ceza verirken dayanağı olan hukuk karar verir. Gücü kullanma yetkisi verdiğimiz devletin uygulayıcısı olduğu yargılama faaliyetinde, bir şeylerin eksik veya fazla olduğuna dair kuşku duymayız. Toplumun üzerinde mutabık olduğu hukuk normları bizi rahatlatır ve bu normların adil olduğu varsayımı ile kayıtsızlığımızı sürdürürüz. 48 Devlet bizi kime merhamet etmemiz gerektiği çatışmasından korur, devletin cezalandırma için bulduğu adaletli gerekçeleri ikna edici görürüz. Mağdur fail ikilisi arasında taraf olmaya zorlanırken bu ikisinin daha üst konumunda bir yerden şiddet uygulayan devlet ile özdeşleşip sorumluluktan sıyrılırız. Devlet ile özdeşleşip şiddetin kime uygulandığına kayıtsız kalıp, gerçeği bilme arzusunun azalmasına zayıf olanın aleyhine güçlü olanın lehine şiddeti meşrulaştırmaya meyilli oluruz. Ezilen kişiye karşı merhamet gösterip onun yanında yer almak güçlü ve korkutucu olana karşı gelmek imkansız olur. Vicdan muhasebesinden kurtulmak için acı çekene değil saldırgana zayıfa değil güçlüye merhamet göstermeyi seçen kişi saldırganın arzu ettiği ya da saldırganın kendisine gösterdiği yönlerini görür ve şiddetin haklılığına kendisini inandırmak için tıpkı saldırgan gibi mağdura öfkelenir. Sisteme, özgürlük, adalet, şeffaflık ve insan haklarına saygı gibi temel demokrasi ilkelerini ayakta tutmak konusunda güvenimiz ciddi şekilde sarsıldığı, hukukun üstünlüğüne darbe vurulduğu dönemlerin yaşanmasının ana sebeplerinden biride; olup bitene kayıtsız kalan, demokrasi ilke ve idealine sahip çıkmayan kayıtsız insanlardır. Zalimler bu sıradan insanın kayıtsızlığını bilirler. O yüzden zalim zulmünü sıradan insanların kayıtsızlık güdüsü sayesinde devam ettireceğini öngörür. İnsan için merhamet edip etmeme ikileminden sıyrılmanın bedeli ise daha az hissetmek ve hakiki merhamete muhtaç olduğu zaman aradığı yerlerde ona, yani merhamete daha az rastlamaktır. Burada ve orada….. Her kim, bu dünyada, hak ve hakikati, çevresinde olup bitenleri görmekte kör kesiliyorsa, âhirette, ebedî yurtta da kördür. Üstelik hiçbir çıkış yolu bulamayacak derecede felâketle karşı karşıyadır. (İsra /72) Erzincan Barosu Dergisi İSVİÇRE’DE İKİ ÖNEMLİ DEĞİŞİKLİK: SOYADININ KAZANILMASI VE AYNI CİNSTEN OLANLARIN KAYITLI BİRLİKTELİKLERİ* Prof. Dr. Saibe Oktay ÖZDEMİR İstanbul Ün. Hukuk Fak. Medeni Hukuk Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi I- GİRİŞ: İsviçre’de son yıllarda çıkarılmış ve 2013 yılında yürürlüğe sokulmuş çok sayıda kanunla Medeni Kanunda ve bu bağlamda Aile Hukuku bölümünde önemli değişiklikler yapılmıştır. Çalışmamda değişiklikler-den iki önemli konu ile ilgili olanı ele alacağım. Bunlardan ikisi soyadı ile ilgili olarak Medeni Kanun hükümlerini değiştiren kanun, diğeri de aynı cinsten olan kişiler arasında yaşam birlikteliğini düzenleyen kanundur. Evlilikte soyadının düzenlenmesi konusunda uzun yıllar mevzuatında gerek kendi Anayasa’sındaki gerekse uluslararası belgelerdeki eşitlik ilkesine aykırı hükümleri taşıyan İsviçre, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin soyadı ile ilgili mevzuatını değiştirmediği hakkında verdiği mahkumiyet kararlarına muhatap olmuştur. Nihayet soyadı ile ilgili 30 Eylül 2011 tarihli “Ad ve Vatandaşlık Hakkı” başlıklı Kanunla soyadı konusunda köklü bir değişikliğe gidilerek eşitliğe aykırı düzenleme kaldırılmış ve aşağıda inceleyeceğim düzenleme getirilmiştir. Eşitliğe aykırı düzenlemelerin giderilmesi kuşkusuz ilerici bir adımsa da, soyadının kişilik hakkı unsuru olduğunu nazara almayan bir düzenleme yapıldığını görmek şaşırtıcıdır. Diğer yandan İsviçre’de 18.06.2004 de çıkarılan ve 1 Ocak 2007’de yürürlüğe giren bir kanunla1, aynı cinsten olan cinslerin birlikteliği tanınarak bu birlik* 1 Bu makale İstanbul Barosu tarafından “8 Mart 2015 Dünya Kadınlar Günü” için çıkarılan özel dergi için hazırlanmış ve orada da yayınlanmıştır. La Loi fédérale sur le partenariat enregistré entre personnes du même sexe (RO 2005 5685; FF 2003 1192). teliğe hukuki sonuçlar bağlanmıştır. Kanun öncesinde referandum yapan İsviçre %58 oranla aynı cins eşlerin birlikteliğinin hukuki mevzuatta düzenlenmesine onay vermiştir. İsviçre’nin bu konuda dünyada tek referandum yapan ülke olduğunu görüyoruz. Yine bu kanunla evlat edinme ile ilgili hükümlerde de esaslı değişiklik yapılarak aynı cins kişilerin birbirlerinin çocuklarını evlat edinmesine olanak verilmiştir. Aşağıda önce İsviçre Medeni Kanununda yapılmış olan ve mevcut kanunumuzdaki düzenlemelerden ayrılan “soyadının kazanılması” ile ilgili düzenlemeleri arkasından da aynı cins kişilerin birlikte yaşamalarına ilişkin düzenlemelerin ana hatlarına değineceğim. II-İSVİÇRE HUKUKUNDA EŞİN VE ÇOCUĞUN SOYADINA İLİŞKİN GETİRİLMİŞ YENİ DÜZENELEMELER: 1) Evlilikte Soyadı: a)Düzenlemelerin gelişimi: İsviçre Medeni Kanununda, kocanın soyadının aile soyadı olduğu ve evlenen kadının bunun alacağı yönündeki düzenlemede 1983 tarihinde yapılan değişiklikle2 (CCS. Art. 160) kadının evlendirme memuruna yapacağı beyanla kocanın soyadının yanı sıra kendi soyadını da taşıyabileceği kabul edilmişti. Yine 1998’de yürürlüğe giren ve İMK. m. 30’da yapılan değişiklikle3 haklı sebep varsa kadını eşin 2 3 RO 1986 122 153 art. 1; FF 1979 II 1179 RO 1986 122 153 art. 1; FF 1979 II 1179). Bak. S. Oktay, Aile Hukukunda Eşitliğe Aykırı Hükümler, Prof.Dr. Zahit İmre’ye Armağan, 2009, İstanbul, s. 289 vd. 49 Erzincan Barosu Dergisi soyadının da aile soyadı olarak alınabileceği hükme bağlanmıştı4. Eşitlik ilkesini öngören İsviçre Anayasasına aykırı olan bu hükümler5 nihayet 30 Eylül 2011 tarihli “Ad ve Vatandaşlık” isimli Kanunla6 değiştirilmiş ve çağdaş düzenlemelere uygun olarak Medeni Kanunda evliliğin ad değiştirmeyi gerekli kılan bir kurum olmadığı yönünde düzenleme yapılmıştır. Evlilikte eşlerin soyadlarını bırakma zorunluluğu yüklemeyen düzenleme ile, bunun yanında ortak aile soyadını seçme hakkı da tanınmıştır. Ancak bu defa ilerleyen bölümde ele alacağımız gibi adın değişmezliği kuralından taviz verilerek bir düzenleme yapılmış ve evlilik soyadı olarak eşlerin fiilen taşıdıkları soyadının değil de sadece bekarlık soyadının alınmasına izin verilmiştir7. Yine aynı biçimde gerek evlilik içi gerekse evlilik dışı doğan çocuklar bakımından çocukların ebeveynle aynı soyadı taşımasını mümkün kılmak yerine, çocuğun soyadının ebeveynin bekarlık soyadı olması yolunda bir düzenleme tercih edilmiştir ki, bu düzenlemenin de mantığı anlaşılamamaktadır. Ancak getirilen hükümle on iki yaşını doldurmuş olan çocuğun rızası alınmaksızın soyadının anne veya babanın isteği ile değişime tabi tutulması önlenmiştir. b) Evlilikte soyadı: 1 Ocak 2013’de yürürlüğe girmek üzere 30 Eylül 2011 yılında çıkarılmış ve Soyadı ve vatandaşlık hakkını düzenleyen kanunla evlilikte soyadı yeni baştan düzenlenerek “soyadı“ uzun seneler sonrasında ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği kararlardan sonra8 artık eşler arasında bir eşit olmayan uygulama alanı olmaktan çıkarılmıştır Ad ve Vatandaşlığın düzenlenmesi ile ilgili Kanunla Medeni Kanunun 160. maddesinde yapılan 4 Bu hüküm nedeniyle eşinin soyadını kullanan erkek eşin kendi soyadını kullanma hakkının olmadığı kabul edilmekteydi. Ancak İsviçre’nin Avrupa İnsan hakları Mahkemesi tarafından ayrımcılık nedeniyle mahkûm edilmesi sonrasında (Hagmann-Hüsler İsviçre Kararı) Kişisel Durum Yönetmeliğine ilgili değişikliği yaparak, kocanın da İMK. m.30/f.2 uyarınca belirlenen yeni aile adı önünde, önceki soyadını evlendikten sonra da kullanmak istediğini beyan etmesine olanak tanınmıştır. 5 18 .04 1999 tarihli İsviçre Anayasası m. 8, insanlar arasında eşitlik ve yine kadın ve erkek arasında aile içinde eşitlik ön görmesine rağmen İsviçre Medeni Kanununun soyadı ile ilgili hükümleri Anayasa’ya aykırı olarak 2013 yılına kadar varlık sürdürmüştür. 6 RO 2012 2569; FF 2009 6843 6851. 7 İsviçre’de eşlerin fiilen sahip oldukları soyadlarının aile soyadı olarak kullanılmasına ilişkin kanun teklifleri bir çok kez Parlamentoda reddedilmiştir: Bu konudaki gelişmeler için bak. S. İ. Çakırca, Kadın Erkek Eşitliği Açısından MK.M.187’nin Değerlendirilmesi, Prof. Dr. Rona Serozan’a Armağan,Cilt 1, Oniki Levha Yayıncılık, 2010, İstanbul, s. 715 vd. 8 Hagmann-Hüsler İsviçre Kararı, Burghartz v. İsviçre kararı 50 düzenlemeye göre evlenen kişilerden her bir kendi soyadını muhafaza edebilecektir. Ancak eşlerin içlerinden birisinin bekarlık soyadını ortak evlilik soyadı olarak seçme haklarının da olduğu hükme bağlanarak, nişanlılara evlilik sırasında böyle bir bildirimi yapma hakkı tanınmıştır. Bu durumda her eki eş ve çocukları hangi eşin bekarlık soyadını aile soyadı olarak seçmişlerse o soyadına sahip olacaklardır. Yapılan düzenleme ile Medeni Kanunun 160. maddesinin ikinci fıkrası olarak getirilmiş hükmün ikinci fıkrasına göre kendi soyadlarını muhafaza etmek isteyen eşler çocuklarının hangi eşin bekarlık soyadını taşıyacağı konusunda karar vererek bildirimlerinde bunu belirtmek zorundadırlar. Ancak hükme göre Nüfus Müdürlüğü uygun gördüğü hallerin varlığı durumunda eşleri bu bildirimi yapmaktan muaf tutmak hakkına sahiptir. İsviçre Medeni Kanunu m. 160’a göre bu bildirimler evliliğin yapıldığı sırada Nüfus Müdürlüğüne yapılacak olup, daha sonra bu bildirimin değiştirilmesi hakkı verilmemiştir. Evlilik yapıldığında yapılan bu bildirimlere göre kazanılan soyadının değiştirilmesi ancak genel hüküm niteliği olan İMK. m.30’a göre adın değiştirilmesi prosedürü ile mümkün olacaktır. Yine bu düzenlemede ortak aile adının seçilmesi durumunda soyadı seçilmeyen tarafa kendi soyadını da ortak soyadı yanında taşıma hakkı verilmemiş görünmektedir. Düzenleme değerlendirildiğine görülmektedir ki, İsviçre kanun-koyucusu soyadının kişiye bağlı ve değişmez bir hakkın kullanımı9 olduğunu kabul eden bir eğilim sergilememektedir. Eşlerin ortak soyadı olarak kendi fiilen taşıdıkları soyadını değil, bekarlık soyadını alabilmelerine imkan vermesi soyadının değişmemesindeki haklı çıkarı ve soyadı üzerindeki kişilik hakkını göz ardı etmek manasındadır. Yakın gelecekte bu düzenlemenin ya İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinde bir aleyhe karara konu olması ya da yasa koyucu tarafından tekrar değiştirilmesi beklenebilir. Çünkü bu düzenleme eşler arasında eşitliği sağlar gibi görünse de, bu defa da insanın temel haklarını ihlal niteliği taşımaktadır. c) Boşanma ve eşin ölümü halinde diğer eşin soyadı: İsviçre Medeni Kanununun 119. maddesine göre boşanma sonrasında evlilik sırasında soyadını 9 Öz adı üzerinde bulunan kişilik hakkı soyadı üzerinde de var olduğundan bu adın değişmezliği ve vazgeçilmezliği ihlal edilmiş görünmektedir. Erzincan Barosu Dergisi değiştiren kişi bu soyadını isterse her hangi bir izin alma ihtiyacı duymadan korur, isterse de nüfus müdürlüğüne bekarlık soyadını korumak istediğine ilişkin bildirimde bulunarak soyadını değiştirir. Bu hak her hangi bir süre ile sınırlanmış değildir. Boşanan eş bu hakkını boşanma sonrasında istediği her hangi bir zaman diliminde kullanabilir. 2012 yılında 270a hükmüne eklenen10 bir fıkra ile çocuğun korunması ile görevli makamın11 çocuğun velayetini her iki eşe bırakması halinde 12 anne ve babanın bir yıl içinde Nüfus Müdürlüğüne birlikte başvurarak çocuğun babanın soyadını taşımasını istediklerini belirtmeleri halinde çocuğun baba soyadına geçmesi mümkün kılınmıştır. İsviçre Medeni Kanunu m. 30a’ya göre aynı şekilde eşinin ölümü üzerinde de evlilik sırasında soyadını değiştiren diğer eş, nüfus müdürlüğüne bildirimde bulunarak bekârlık soyadını alacağını bildirebilir. Eğer çocuk sadece baba yanında kalmakta ise babanın bu bildirimi tek başına yaparak çocuğun soyadını kendi soyadı ile değiştireceği yine bu hükümde üçüncü fıkra olarak düzenlenmiştir13. Bu bildirim de her hangi bir süreye tabi değildir. Ölümden sonra sağ kalan eş istediği bir zaman diliminde bu talepte bulunma hakkına sahiptir. 2) Çocukların soyadını kazanmaları: İsviçre’de evlilik sırasında soyadının değiştirilmesi ile ilgili yapılan değişiklikler, çocukların soyadı ile ilgili düzenlemelerin de değiştirilmesi ile sonuçlanmış ve 2013 yılı başında yürürlüğe girmek üzere çıkarılmış 30 Eylül 2011 tarihli “ Ad ve Vatandaşlık” kanunu ile Medeni Kanunun 270-276 maddelerindeki hükümlerde önemli değişiklikler yapılmıştır. Önceki düzenlemelere göre evlilik içi doğan çocuk aile soyadı olduğu için babanın soyadını almakta idi. Evlilik dışı doğan çocuk ise annenin soyadını almakta, anne eğer önceki evliliği nedeniyle çift soyadı taşımakta ise çocuk ilk soyadını almakta idi (eİMK. m. 270). İstisnai olarak annenin soyadı aile soyadı olarak seçilmişse çocuğun soyadı bu soyadı olabilmekte idi. Ancak eİMK 271. maddeye göre evlilik dışı doğan çocuğun velayeti babaya verilmişse çocuğun babanın soyadını alma hakkı bulunmakta idi. Yeni düzenleme sonrasında İsviçre Medeni Kanununun 270. maddesine göre evlilik sırasında soyadlarını muhafaza eden çiftlerin çocukları bu çiftin evlilik sırasında çocuklarına vereceklerini bildirdikleri eşin bekârlık soyadını alacaktır. Eğer eşler evlilik sırasında ortak soyadı seçmişlerse doğan çocukları da bu soyadını alacaktır. Hükmün ikinci fıkrasına göre eşlerin birinci çocuklarının doğumunu izleyen bir yıl içinde birlikte başvurması halinde çocuğun diğer eşin soyadına geçirilmesi mümkündür. İsviçre Medeni Kanununun 270a maddesine göre evli olmayan anneden doğan çocuk annenin bekarlık soyadını alacaktır. Kanuna 270 b hükmü olarak getirilmiş düzenleme ile çocuğun on iki yaşına gelmesinden sonra kendi rızası olmadan soyadının değiştirilmeyeceği hükme bağlanmıştır. Çocuğun vatandaşlığı kazanma hakkı da adını taşıdığı ebeveynin vatandaşlığına bağlanmış ve Medeni Kanununun 271. maddesinde yapılan değişiklikle çocuğun soyadını taşıdığı ebeveynin vatandaşlığını alacağı hükme bağlanmıştır. Çocuğun diğer ebeveyninin soyadını alması halinde bulunduğu vatandaşlıktan soyadını aldığı ebeveynin vatandaşlığına geçeceği hükme bağlanmıştır. 3) Değişikliğin değerlendirilmesi: Son değişiklikle İMK. m. 270a’da yer alan ve evli olmayan kadının doğurduğu çocuğun soyadının annesinin bekarlık soyadı olacağını hükme bağlayan düzenleme oldukça şaşırtıcıdır. Çocuğun birlikte yaşadığı kişi ile soyadı benzerliğinin bulunmasında oldukça büyük menfaatleri vardır. Annenin eşinin ölümü veya boşanması halinde soyadını muhafaza edeceğini hükme bağlayan düzenlemelere göre anne evlilik nedeniyle bekarlık soy adından uzaklaşmış olabilir. Bu durumda kendisinin evlilik yolu ile kazandığı soyadını kullanması, evlilik dışı doğurduğu çocuğuna ise taşımadığı halde bekârlık soyadının verilmesi çocuğun bir soyadı kazanmasını sağlarsa da, bu soyadının menfaatlerini koruyan bir soyadı sağlamadığı açıktır. İsviçre Federal Mahkemesinin çocuğun yaşadığı ebeveynle soyadı benzerliğini sağlamak amaçlı ad değiştirme taleplerini haklı sebep kabul ederek 10 11 RO 2012 3227 2008 yılında getirilmiş düzenleme ile vesayet kurumu kaldırılmış ve gerek yetişkinler gerekse de çocuklar için koruma makamları oluşturulmuştur. 12 Evlilik dışı doğan çocuğun ebeveynin ortak isteği halinde ortak velayet altında bırakılması mümkündür (İsv. MK. m. 298a). 13 Böylece çocuğun yaşadığı kişi ile aynı soyadını almasının amaçlandığı anlaşılmaktadır ki bu haklı bir tutumdur. 51 Erzincan Barosu Dergisi annenin ikince eşinin soyadının birinci eşten olan çocuğa verilmesini kabul ettiği kararlar olduğu hatırlandığında, yeni kanuni düzenlemenin annenin fiilen taşıdığı soyadına bağlı kalmamasının geriye gidiş olduğunu kabul etmek gerektir. Gerçekten de İsviçre Federal Mahkemesinin çocuğun soyadı ile ilgili geçmişte verdiği ve çocuğun menfaatlerini ileri derecede koruyan kararlarının da gerisinde kalındığı sonucuna ulaşmak kaçınılmazdır. İsviçre Federal Mahkemesi, Medeni Kanun’daki değişiklik öncesinde çocuğu ile aynı soyadını taşımayı haklı sebep sayarak, adın değiştirilmesi imkânına dayanarak, boşanmış bir kadının eski kocasının soyadını taşımasına müsaade etmiştir14. Çok daha önemli olarak Federal Mahkeme boşanma sonrası annesi ile yaşayan çocuğun annesinin soyadını almasını haklı görmüş ve MK. m. 30’u (TMK m. 27) uygulayarak çocuğun soyadını anne ile benzer kılmıştır15. Yine başka bir kararda, evlilik dışı çocuğa annenin soyadının verilmesini ön gören İsviçre Medeni Kanunu m. 270’deki hüküm (TMK. m. 321) MK. m. 30 (TMK. m. 27) vasıtasıyla aşılarak, çocuğa koca olmayan babanın soyadı verilmesi uygun görülmüştür16,17. Başka bir kararda ise baba ile yaşayan evlilik dışı çocuğa babanın soyadının verilmesini haklı bulmuştur18. Bir başka kararda, boşanma sonucu anneye bırakılmış çocuğun, annenin yeniden evlenmesi halinde yeni kocanın soyadını alması için haklı sebebin varlığı kabul edilmiştir19. İMK. m. 169 ve m. 30a’ya göre gerek boşanma sonrasında gerekse de eşinin ölümü sonrasında evlilik soyadı olarak soyadı kullanılmayan tarafın her 14 15 16 BGE 81 II 404=JdT 1956 I 450; JdT 1974 I 352. BGE 121 III 145; 124 III 401. JdT 1996 I 655: Bu kararda çocuğun, bulunduğu aile ortamında anne ile kalıcı bir evlilik dışı ilişki sürdüren babanın soyadını değil de, annenin soyadını taşımaktan ızdırap duyacağı, bunun ona sosyal alanda dezavantajlar yaratacağı mülahazasıyla ad değiştirmek için haklı sebebin bulunduğu kabul edilmiştir. Karar sadece sosyal sebepleri nazara alıp, çocuğun ahlaki, duygusal ve psikolojik ihtiyaçlarının nazara alınmadığı için eleştirilmiştir: P. Pichonnaz/B. Foëx, Commentaire Romand (Art. 1-359), Bale, 2010.Art. 30, N. 19. Bu konularda diğer kararlar: JdT 1980 I 127; JdT 1972 I 29; JdT 1980 I 26. Boşanma halinde de eğer çocuğun babanın soyadını taşıması konusunda somut ve ciddi zorlukları varsa uygulanması gerektiği: Pichonnaz/Foëx, Art. 30, N. 19. 17 Anayasa Mahkemesi’nin Medeni Kanunun 321. maddesi ile ilgili iptal kararından önce Yargıtay’da aynı kaygı ile ilginç kararlar vermiştir: Yarg. 2. HD., 22.12.2003 T., 16107/17028’de babası ile soybağı kurulan çocuğun MK. 321. maddeye göre annesinin soyadını alması gerekirse de, MK. m. 27 çerçevesinde anne tarafından yapılan taleple ilgili olarak davanın babaya yöneltilmesini isteyerek babanın soyadının alınması imkanını sağlamıştır (Kazancı Bilişimİçtihat Bilgi Bankası). 18 JdT 2007 I 119: Boşanma halinde de eğer çocuğun babanın soyadını taşıması konusuda somut ve ciddi zorlukları varsa uygulanması gerektiği: PichonnazFoëx, Art. 30, N. 19. 19 BGE 104 III 401. 52 zaman nüfus müdürlüğüne başvurarak bekarlık soyadına dönme imkanının olması da var olan sakıncaları bertaraf etmemektedir. Çünkü annenin kendi mesleki ve sosyal yaşamında taşıdığı soyadı ile kendisini tanıtmış olması çocuğunu edindikten sonra da bu soyadına dönüş yapmasına haklı olarak imkan vermeyecektir. Kaldı ki böyle bir dönüşün olması dahi istenmediği durumda adın değişmezliği kuralının ihlali anlamına gelmektedir. III- AYNI CİNSTEN OLANLARIN BİRLİKTE YAŞAMLARININ DÜZENLENMESİ: 1. Kanunun getirdiği esaslar: 18.06.2004 de çıkarılan ve 1 Ocak 2007’de yürürlüğe giren “aynı cinsten kişilerin kayıtlı birlikte yaşamları hakkında federal kanuna20, göre aynı cins iki insan birlikteliklerini resmi olarak kaydettirme hakkına sahiptirler. Kanun bu birlikteliği evlilik olarak adlandırmamakta, kayıtlı birliktelikle bağlılık (lié par un partenariat enregistré) olarak adlandırmaktadır. Bu birlikteliğin tarafları kanunda “partner” olarak tanımlanmış olup, Türkçeye “Birlikteliğin Tarafları” olarak çevirmenin uygun olacağını düşünüyorum. Belirtmek gerekir ki kaydedilen kurum olarak ”birliktelik” tir. Aynı cins arasındaki bu birliktelik İsviçre’de evlilik kurumu olarak kabul görmemiş ve Medeni Kanun dışında özel bir kanunla “kayıtlı birliktelik” olarak düzenlenmiştir. Ancak kanun incelendiğinde görülmektedir ki Medeni Kanun’da eş olmaya bağlanan bir çok sonuç “kayıtlı birliktelik” için de ön görülmüştür (İsviçre MK. m. 21, m. 374, m. 456, m. 462). Bu noktada belirtelim ki İsviçre’de ayrı cinsten kişilerin birlikte yaşamları kanun tarafından düzenlenmiş değildir. Evlilik dışı yaşamayı tercih eden bu çiftler yaşamlarını ve ilişkilerini iki bağımsız insan gibi düzenleyebilmektedirler. Bu durumda olan kişilere Medeni Kanuna eklenmiş olan 298a hükmü ile, ortak çocukları bulunduğu takdirde birlikte başvuru yapmaları halinde çocuğun velayetini birlikte almak hakkı tanınmıştır21. Bu kanunla Medeni Kanunun 462. maddesinde değişiklik yapılarak kayıtlı birlikteliğin tarafları birbirlerine saklı paylı mirasçı haline getirilmişlerdir. Kanunda bu tür birliktelikten doğan haklar ve ödevlerin ne olduğu belirtilerek, bu birlikteliği kay20 La Loi fédérale sur le partenariat enregistré entre personnes du même sexe (RO 2005 5685; FF 2003 1192). 21 21 Haziran 2013 de kabul edilmiş olup, 1.07. 2014’ de yürürlüğe giren velayet hakkındaki kanun (RO 2014 357; FF 2011 8315). Erzincan Barosu Dergisi dettirenlerin bu hak ve ödevlere sahip olacağı ön görülmüştür. Bu kayıtlı birlikteliğe girebilecek aynı cins insanların 18 yaşını doldurmuş ve ayırt etme gücüne sahip olmaları aranmıştır. Kanunda evlenme engeli olarak görülen hısımlık dereceleri bu “kayıtlı birliktelik” için de ön görülmüştür. Buna göre bir kişi alt ve üst soyu ile olduğu gibi kardeşi ile de bu birlikteliği kuramaz22. Yine evlilik için olduğu gibi daha önce kayıtlı bir birlikteliğin veya evli olma halinin varlığı bu birlikteliği kayıt etmeye engel olarak sayılmıştır. Kayıt talebi yetkili makama yapılmakta ve yetkili makam gerekli şartların yerine gelip gelmediğin, kayıt engeli olup olmadığını ve her iki tarafın iradesini serbestçe açıklayıp açıklamadığını değerlendirerek birlikteliği kayıt edip etmeyeceğine karar verir (art. 6)23. Aynı cinsten kişilerin birlikteliklerinin kayıt altına alan belgelerin aleni olduğu hükme bağlanmıştır. Kanunda tıpkı evlilikler için olduğu gibi birlikte yaşam kaydında da mutlak ve nisbi butlan sebepleri öngörülerek (m. 9-0) Les autorités fédérales de la Confédération suisse tüm ilgililere ve yetkili makama bir süre ile sınırlı olmaksızın yukarıda belirtilen ve kaydın yapılması için gerekli olan şartların bulunmadığı iddiası ile iptal davası açma hakkı tanınmıştır (m. 9). İrade bozukluğu hallerinde altı ay içinde ve en fazla beş yıl içinde sadece birlikteliğin taraflarına iptal davası açma hakkı verilmiştir( m. 10). Birliktelikte geçerli olan hak ve ödevler ise aşağıdaki gibi düzenlenmiştir: Birlikteliğin taraflarından her biri diğerine yardım etmek ve saygı göstermek zorundadır. Ayrıca her bir tarafın imkanlarına göre birlikteliğe katkıda bulunma zorunluluğu olduğu belirtilerek anlaşmazlık durumunda yapılması gereken maddi katkının hakim tarafından belirleneceği hükme bağlanmıştır. Aynı evlilikte odluğu gibi maddi yükümlülüklerini yerine getirmeyen tarafın borçlularına da hakim tarafından diğer partnere ödeme yapılmasının istenebileceği de düzenlenmiş başka bir 22 Evlat edinme yolu ile olan ilişki de evlilik yasağı kapsamına girdiği halde birlikte yaşamda evlat edinme ilişkisi yasak kapmasında görülmemiştir. 23 İsviçre’de 15.6.2012 de çıkan ve 1.7.2013’de yürürlüğe giren Kanuna göre birlikte bir hayat sürmek için değil de İsviçre’de oturma hakkı için aranan şartları dolanmak için yapılan evlilik taleplerinin reddi gerektiği hükme bağlanmıştır. Ayrıca yabancıların gerek evlilik, gerekse kayıtlı birliktelik talep etmeleri halinde İsviçre’de yerleşim yeri sahibi olduklarının da ispatı aranmaktadır (Kayıtlı Birlikte Yaşam Kanunu m. 6 ve İsv. MK. m. m. 98/f. son). haktır24. Soyadı konusunda evlilikte verilen haklar yaşam birlikteliğinde de verilmiş ve her bir partnerin bekarlık soyadının ortak soyadı olarak seçilebileceği de hükme bağlanmıştır (m. 12a)25.. Aile konutu ile ilgili koruyucu hükümler “ortak konut” adı ile yaşam birlikteliği için de ön görülmüş ve birlikteliğin taraflarının diğerinin açık rızası olmadan ortak kontun kira sözleşmesini feshedemeyeceğini, konutu devredemeyeceğini veya konut üzerindeki hakkını başkasına hak tanıyarak sınırlayamayacağını hükme bağlamıştır. Evlilik birliğinin temsili ile ilgili hükmün aynısı kayıtlı birliktelik için de ön görülmüş ve olağan ihtiyaçlar için her bir tarafın birlikteliği temsil edeceği, olağan dışı ihtiyaçlar bakımından yetkilendirme veya kanunda sayılan hallerden birisinin varlığı aranmıştır (art. 15). Diğer bir önemli düzenleme de her bir tarafa diğerinin geliri, borçları ve malvarlığı hakkında bilgi verme yükümlülüğünün getirilmesi ve talep halinde hâkimin bu bilgileri sağlamasıdır (m. 16). Kayıtlı birlikteliğe haklı sebeplerle ara verilmesi ve hâkimin bu durumda alacağı önlemlerde de yine kanunda düzenlenmiştir (m. 17). Kanunun daha önemli yanı kayıtlı birliktelikte de mali ilişkilerin düzenlenmiş olmasıdır (m. 18 vd.). Birlikte yaşamda her bir tarafın kendi malvarlığına ve borçlara ve onları idare hakkına sahip olacağı, her hangi bir malın kendisine ait olduğunu iddia edenin bunu, kanıtlaması gerektiği ve yine kime ait olduğu kanıtlanamayan malların da paylı mülkiyete ait olacağı evlilikle paralele hükümler olarak hüküm altına alınmıştır (m. 18, m. 19, m. 24). Diğer yandan evlilikte olduğu gibi kayıtlı birliktelikte de taraflara sözleşme yaparak birliğin sona ermesi halinde paylaşımın yasal mal rejimi olan “edinilmiş mallara katılma rejimi”ni seçme hakkı verilmiştir (m. 25). Birlikte yaşamda çocuklarla ilişkiler de düzenlenmiş ve taraflardan birisinin çocuğu varsa diğerinin çocuğun bakımına ve velayet hakkının gereği gibi kullanılmasına yardımcı olması ve gerektiği zaman diğer tarafa ait bu görevleri yerine getirmesi gerektiği hükme bağlanmıştır (m. 27). Kayıtlı birliktelik 24 25 İsviçre Medeni kanunu m. 177. Bu hüküm ad ve vatandaşlık İle ilgili 30.9.2011 tarihli kanunla kanuna girmiş ve 1 Ocak 2013 den itibaren de yürürlük kazanmıştır. 53 Erzincan Barosu Dergisi tarafları ne evlat edinmeye ne de tüpte döllenme yoluyla çocuk sahibi olmaya yetkili kılınmıştır. (m. 28). Kayıtlı birlikteliğin sona ermesi de evliliğin boşanma yolu ile sona ermesine benzetilmiş26 ve birlikteliğin ortak taleple anlaşmalı olarak hakim kararıyla sona erdirilmesi mümkün kılındığı gibi, eğer bir yıllık bir ayrı yaşama dönemi varsa tek taraflı taleple de birlikteliğin sona ermesi kararı alınabileceği hükme bağlanmıştır. Birlikteliğin sona ermesi halinde ismini değiştiren tarafın isterse aldığı ismi koruyacağı isterse de önceki soyadını tekrar alabileceği de aynı boşanma sonucunda olduğu gibi hükme bağlanmıştır (m. 29, m. 30). Yine evlilikte olduğu gibi kayıtlı birlikteliğin sona ermesi tarafların birbirlerine mirasçı olmasını sona erdirir ve sona erme öncesinde yapılmış ölüme bağlı tasarrufla kazanılmış haklar da sona erer (m. 31). Birlikteliğin sona ermesi halinde ortak konutta kimin kalacağı ve hangi haklara sahip olacağı da boşanmanın sonuçlarına paralel olarak düzenlenmiştir (m. 32). Aynı şekilde kayıtlı birlikteliğin sona ermesi halinde taraflardan birinin yoksulluğa düşecek olması veya birliktelik sırasında çalışmasını bırakmış olması halinde de diğerinden nafaka alma hakkı düzenlenmiştir (m.34). 26 54 İsviçre’de boşanma sistemi 2000 yılında yürürlüğe giren kanun ile ülkemizdekinden farklı şekilde düzenlenmiş ve anlaşmalı boşanma ile bir yıllık ayrı yaşamaya dayanan boşanma düzenlenmiştir. 2. Kanunun Değerlendirilmesi: Kanunun incelenmesinden de anlaşıldığı gibi kanun koyucu ayni cinsiyete sahip kişilerin beraber yaşamlarını “kayıtlı birliktelik” olarak adlandırmasına rağmen evliliğe bağlanmış bir çok önemli hukuki sonuçları bu birlikteliğe bağlamıştır. Gerçekten de soyadı, aile konutu, gibi konular düzenlenmiş ve yine birlikteliğin taraflarının birbirlerine karşı yardım ve saygı gösterme yükümlülükleri, birlikteliğe katkıda bulunma yükümlülükleri, birlikteliği temsil etme hakları evlilikte olduğu gibi düzenlenmiştir. Taraflardan birinin birlikteliğin devamı içinde ölmesi halinde birbirlerine mirasçı olmaları mümkün olduğu gibi birlikteliğin taraflarının bir sözleşme yaparak kendilerine ayrılık veya ölüm halinde evlilikte uygulanan “edinilmiş mallara katılma rejimi”nin uygulanmasına imkan vermeleri de hüküm altına alınmıştır. Sonuç olarak İsviçre’de kanun koyucunun ayni cinsten olana kişilerin birlikte yaşamalarını adının evlilik kaymamakla beraber evlilik gibi değerlendirdiğini söyleyebiliriz. İsviçre’de yapılmış referandumda aynı cinsten kişilerin birlikteliğinin hukuki olarak düzenlenmesi %58 gibi yüksek bir oranla kabul edilmesine rağmen, kanun koyucunun konuyu Medeni Kanun içinde değil de ayrı bir kanunla ve ayrı bir isimle düzenlemiş olması muhafazakar bakış açısını yansıtmaktadır. Erzincan Barosu Dergisi 1136 SAYILI AVUKATLIK KANUNU’NUN 176. ve DEVAMI MADDELERİ UYARINCA ERZİNCAN BAROSU ADLİ YARDIM BÜROSU TARAFINDAN 2014 YILI İÇERİSİNDE YAPILAN GÖRELENDİRMELERE İLİŞİKİN RAPOR 1136 Sayılı Avukatlık Kanunun 176. Maddesine göre kurulan baromuz Adli Yardım Bürosu, yasal koşulları taşıyan kişilere avukatlık hizmetini kapsayan ücreti Adli Yardım fonundan karşılanmak üzere avukat görevlendirmektedir. Bu kapsamda 2014 yılı içerisinde yaptığımız görevlendirmelere ilişkin rapor ayrıntılı şekilde aşağıya çıkarılmıştır. 2014 yılı içerisinde Adli Yardım Bürosuna yapılan başvuru sayılı 113’tür. Başvurucuların %87’i (98) kadın, %13’ü (15) erkektir. (Grafik-1) 55 Erzincan Barosu Dergisi Başvuruların %79’u Erzincan Merkez’den yapılmış geri kalan %21’i ise ilçelerden yapılmıştır. (Grafik-2) Başvuruculardan 65 kişinin yasal koşulları taşıdığı tespit edilmiş ve kendilerine avukat atanmıştır. (Grafik-3) ADLİ YARDIM BAŞVURU SONUÇLARI 56 Erzincan Barosu Dergisi Talebi kabul edilenlerden 46 kişiye boşanma davası için, 8 kişiye nafaka davası için ve 4 kişiye de nafaka artırım davası için avukat ataması yapılmıştır. (Grafik-4) 57 Erzincan Barosu Dergisi 58 Erzincan Barosu Dergisi 5271 SAYILI CEZA MUHAKEMESİ KANUNU’NUN 150. MADDESİ UYARINCA 2014 YILI İÇERİSİNDE ERZİNCAN BAROSU BAŞKANLIĞI TARAFINDAN YAPILAN GÖREVLENDİRMELERE İLİŞKİN RAPOR Bilindiği üzere 5271 Sayılı Kanunun 150. Maddesiyle, mağdur, şüpheli/sanık müdafi seçebilecek, durumda değilse, kendisini savunması amacıyla Baro tarafından müdafi atanması Kanunumuzun kabul ettiği bir sistemdir. Atamanın nasıl yapılacağı 21.05.2007 tarih ve 26528 sayılı Resmi Gazete ’de yayımlanan Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Müdafi ve Vekillerin Görevlendirilmeleri İle Yapılacak Ödemelerin Usul ve Esaslarına İlişkin Yönetmelikte açıkça düzenlenmiştir. Bu doğrultuda Baromuzca 2014 yılı içerisinde gerek kolluk, gerek savcılık ve gerekse mahkeme aşamalarından mağdur vekili, şüpheli/sanık müdafi olarak yapılan görevlendirmelere ilişkin detayları rapor halinde yayınlamayı uygun bulduk. Bu şekliyle Baromuz görev sınırları içerisinde (Erzincan İl sınırları) yapılan görevlendirmelerin kapsamı, suç tipleri, suçlu profili (yaş gurubu, cinsiyet gibi) hakkında bilgi vermesi bakımından bu çalışmanın önemli olduğunu düşünüyoruz. Rapor dikkatlice incelendiğinde, yapılan görevlendirmelerin sayısı, ağırlıklı olarak işlenen suç tipleri, suçlu yaşı gibi parametreler dikkate alındığında suç ve suçluyla mücadelede hangi noktalardan hareket edilmesi gerektiği açısından bize çok önemli doneler vermektedir. Bu açıdan sorunun çözümü için hangi projelerin yapılması gerektiği yönünde de bize yol gösterici olacaktır. Suçtan ve suçludan arınmış, sosyal huzuru yerinde, toplumsal barışı sağlamış toplum olarak hayatımıza devam etmek istiyorsak bu sorumluluk bilinciyle hareket etmek zorunda olduğumuz da bir gerçektir. Bu açıdan çalışmanın tüm topluma fayda getirmesi dileriz. A- 01.01.2014-31.12.2014 TARİHLERİ ARASINDA YAPILAN GÖREVLENDİRMELER; 2014 Yılının tamamı için Baromuz tarafından Erzincan Merkez ve İlçeler dahil kollukta (Polis-Jandarma) toplamda 687 dosya üzerinden 733 müdafi görevlendirmesi yapılmıştır. Bazı dosyalarda şüpheli/sanık arasında menfaat çatışması bulunduğundan görevlendirme haliyle dosya sayısından fazladır. (Grafik-1) 59 Erzincan Barosu Dergisi Kolluk görevlendirmelerini ayrı olarak değerlendirdiğimizde ise görevlendirmelerin %85 Emniyetteki soruşturma dosyaları için %15 civarındaki görevlendirmenin de Jandarma Soruşturma dosyaları için yapıldığı görülmüştür. (Grafik-2) 2014 yılı içerisinde Baromuz tarafından Erzincan Merkez ve İlçeler Savcılık aşamasında 452 dosya üzerinden 536 müdafi görevlendirmesi yapılmıştır. Bazı dosyalarda şüpheli/sanık arasında menfaat çatışması bulunduğundan görevlendirme dosya sayısından fazladır. (Grafik-3) 2014 Yılı içiresinde sorgu hâkimliğine yapılan görevlendirmeler ise 80 dosya için 101 görevlendirmedir. Bu görevlendirmelerin %89’unun Erzincan Sorgu Hâkimliği için yapıldığı görülmüştür. (Grafik-4) 2014 yılı içerisinde Mahkemeler nezdinde ise 537 Esas dosya, 58 Talimat dosyası olmak üzere 595 dosya üzerinden 772 müdafi görevlendirmesi yapılmıştır. Görevlendirilen şüpheli/sanık sayısı dosya sayısından fazla olduğundan görevlendirmelerde dosya sayısından fazladır. (Grafik-5) 60 Erzincan Barosu Dergisi 2014 yılı içiresinde yapılan tüm görevlendirmelere ilişkin detaylı grafik ise aşağıda verilmiştir. Buna göre görevlendirmelerin %86’ı Erzincan merkez için %14’ü ise ilçelere yapılmıştır. (Grafik-6) B- GÖREVLENDİRME YAPILAN KOLLUK VE SAVCILIK DOSYALARINDA DOSYALARIN DAVAYA DÖNÜŞME DURUMLARI; 2014 yılında görevlendirme yapılan savcılık (kolluk dahil) dosyalarında soruşturma dosyalarının son durumu gösterir grafikler aşağıda ayrıntılı olarak verilmiştir. Buna göre Erzincan Merkez Savcılık tarafından yürütülen soruşturma dosyalarının %48’i takipsizlikle sonuçlanmıştır. %41’i hakkında dava açılmış durumdadır. %4’ünün soruşturması devam etmektedir. (Grafik-7) Askeri Savcılığa görevlendirilen dosyalarda ise %25 takipsizlikle sonuçlanmış, %63’ü davaya dönüşmüş ve %12 ise soruşturması halen devam derdest niteliktedir. (Grafik-8) 61 Erzincan Barosu Dergisi Çayırlı Savcılık Soruşturma dosyalarında takipsizlik oranı %53, davaya dönüşme oranı %32 ve derdest dosya ise %10’dur. (Grafik-9) İliç Savcılık Soruşturma dosyalarında takipsizlik oranı %47, davaya dönüşme oranı %13 ve derdest dosya ise %33’dur. (Grafik-10) Kemah Savcılık Soruşturma dosyalarında takipsizlik oranı %7, davaya dönüşme oranı %35 ve derdest dosya ise %58’dir. (Grafik-11) Kemaliye Savcılık Soruşturma dosyalarında takipsizlik oranı %25, davaya dönüşme oranı %50 ‘dir. (Grafik-12) Tercan Savcılık Soruşturma dosyalarında takipsizlik oranı %44, davaya dönüşme oranı %41 ve derdest dosya ise %5’dir. (Grafik-13) 62 Erzincan Barosu Dergisi Refahiye Savcılık Soruşturma dosyalarında takipsizlik oranı %43, davaya dönüşme oranı %35 ve derdest dosya ise %19’dir. (Grafik-14) 2014 Yılı İlçeler genelindeki soruşturma dosyalarının %44’ü hakkında takipsizlik kararı verilmiş, %40’ı hakkında dava açılmış ve %13’ü ise derdesttir. (Grafik-15) 2014 yılı içiresinde Erzincan merkez ve İlçeler arasındaki soruşturma dosyalarının sonucunu gösterir durum aşağıda grafikte gösterilmiştir. (Grafik-16) C- ERZİNCAN MERKEZ MAHKEMELERE YAPILAN GÖREVLENDİRME DOSYALARINDA VERİLEN KARARLAR; 2014 yılında Askeri Mahkemelerde görevlendirilen dosyaların %70’inin derdest olduğu, %3’ünün beraatla sonuçlandığı %10’u hakkında HAGB verildiği, %7’si hakkında ise mahkûmiyet hükmü kurulduğu görülmüştür. (Grafk-17) 63 Erzincan Barosu Dergisi 2014 yılında Sulh Ceza Mahkemesinde görevlendirilen dosyalarda %13 oranında beraat kararı verildiği, %30 oranında HAGB kararı verildiği ve %20’sininde devredildiği görülmüştür. (Grafik-18) Asliye Ceza Mahkemesi görevlendirme dosyalarında ise dosyaların %48’nin devam ettiği, %7’sinin beraatla sonuçlandığı, %12 hakkında HAGB kararı verildiği, %21’i hakkında ise mahkûmiyet hükmü kurulduğu görülmüştür. (Grafik-19) Asliye Ceza Mahkemeleri nezdinde yapılan görevlendirmelere ilişkin ayrıntılı grafikler aşağıda verilmiştir. Grafik 19’daki veriler tüm asliye ceza mahkemeleri açısından ilgili kararları göstermekte aşağıdaki grafikler ise her bir mahkeme açısından değerlendirme yapmaktadır. NOT: 16 görevlendirme talimat dosyaları için yapılmıştır. 64 Erzincan Barosu Dergisi Erzincan Ağır Ceza Mahkemesi nezdinde görevlendirme yapılan dosyalarda ise %18 oranında beraat kararı, %17 oranında mahkûmiyet kararı, %6 oranında HAGB kararı verilmiş ve dosyaların %48’i ise derdest durumdadır. (Grafik-20) D- ERZİNCAN MERKEZ SORGU HÂKİMLİĞİ KARARLARI; 2014 yılında Erzincan Sorgu Hâkimliğine sevk edilen dosyalar hakkında mahkeme %65 oranında tutuklama kararı, %11 oranında adli kontrol kararı ve %22’si hakkında ise serbest bırakma kararı vermiştir. (Grafik-21) 65 Erzincan Barosu Dergisi E- İLÇELERDE YAPILAN MAHKEME GÖREVLENDİRMELERİNDE VERİLEN KARARLAR; Çayırlı mahkemelerindeki görevlendirmelerde %4 beraat kararı, %33 HAGB kararı verilmiş dosyaların %59 ise derdest haldedir. (Grafik-22) İliç mahkemelerinde beraat oranı %50, HAGB oranı ve mahkumiyet oranı ise %17 olmuştur. (Grafik- 23) Refahiye mahkemelerinde beraat oranı %22, HAGB oranı %31, derdestlik oranı ise %39 olmuştur. (Grafik- 24) Tercan mahkemelerinde beraat oranı %13, HAGB oranı %22, derdestlik oranı ise %19 olmuştur. (Grafik- 25) 66 Erzincan Barosu Dergisi Kemaliye mahkemelerinde HAGB oranı %25, derdestlik oranı ise %12, mahkumiyet oranı ise %38 olmuştur. (Grafik- 26) Kemah mahkemelerinde Beraat oranı %29, derdestlik oranı ise %43, mahkumiyet oranı ise %14 olmuştur. (Grafik- 27) İlçeler geneli mahkemelerde ise durum 28 nolu grafikte belirtilmiştir. (Grafik-28) 67 Erzincan Barosu Dergisi F- GÖREVLENDİRMELERDE SANIK/ŞÜPHELİ/MAĞDUR CİNSİYET; 2014 yılında yapılan kolluk görevlendirmelerinde 454 erkek mağdur, şüpheli/sanığa 332 kadın mağdur, şupneli/sanığa avukat ataması yapılmıştır. Bu sayı savcılıkta 590 erkek, 80 kadın şeklinde olmuştur. Mahkemelerde ise 738 erkek 161 kadın şeklindedir. (Grafik-29) 68 Erzincan Barosu Dergisi G- GÖREVLENDİRMELERDE YAŞ GURUPLARI; Kolluk, savcılık ve mahkemelerdeki yaş gurupları aşağıda ayrıntılı şekilde gösterilmiştir. (Grafik-30) NOT: Jandarma-Polis görevlendirmeleri Yukarıdaki grafiklerden de anlaşılacağı üzere 12-15 yaş gurubu en çok suça sürüklenen yaş gurubu olmuştur. Savcılık soruşturma dosyalarında bu gurubun oranı %47, mahkemelerde ise bu gurubun oranı %35’tir. Bu gurubu savcılıkta %42, mahkemelerde %33’lük oranla 15-18 yaş gurubu izlemektedir. Yani soruşturma ve savcılık dosyalarının yarıdan fazlasının mağduru, sanığı veya şüphelisi çocuktur. (Grafik-31) 69 Erzincan Barosu Dergisi Savcılık görevlendirmelerinde %75 18 yaşından küçükler (çocuk) için görevlendirme yapılırken mahkemelerde bu oran %90 olmuştur. H- GÖREVLENDİRMELERDE MAĞDUR, SANIK/ŞÜPHELİ DOĞUM YERİ; Kanun gereğince yapılan görevlendirmelerde kişinin cinsiyeti, yaşı veya doğum yeri önemli değildir. Fakat suç ve suçluyla doğru mücadele için bu hususlarında bilinmesinde çözüm için fayda olacaktır. Yaşadığımız coğrafya göç alan ve göç veren konumda olduğundan bu verilerde dikkate alınmıştır. (Gafik-32) NOT: Mağdur/şüpheli görevlendirmesi birlikte değerlendirilmiştir. 70 Erzincan Barosu Dergisi İ- SUÇ TİPİ AÇISINDAN DAĞERLENDİRMELER; 2014 yılında yapılan görevlendirmelerde en çok rastlanan suç tipi hırsızlık ve yaralama suçlarıdır. Bu suç tiplerini diğer suçlar izlemekte fakat bu iki suç tipi oran olarakta diğer suçlardan daha fazla rastlanan suç tipi olmuştur. Diğer suç tipleri kolluk, savcılık ve mahkeme olarak ayrıntılı liste halinde verilmiştir. SUÇ TİPLERİ (KOLLUK) KASTEN YARALAMA 134 TAKS!RLE YARALAMA 91 KAYIP ŞAHIS 61 HIRSIZLIK 47 ÇOCUĞUN CİNSEL İSTİSMARI 40 TEHDİT 35 İNTİHAR 30 UYARICI VEYA UYUŞTURUCU MADDE TEMİNİ 28 YAĞMA 28 YARALAMALI TRAFİK KAZASI 22 REŞİT OLMAYANLA CİNSEL İLİŞKİ 19 CİNSEL TACİZ 18 AİLE FERTLERİNE KARŞI KÖÜ MUAMELE 15 KİŞİLERİN HUZUR VE SÜKUNUNU BOZMA 15 ZEHİRLENME 15 CİNSEL SALDIRI 14 HAKARET 14 BASİT YARALAMA 13 KİŞİYİ HÜRRİYETİNDEN YOKSUN KILMA 12 KASTEN OLDÜRME 8 BİLİŞİM SUÇLARI 7 ÇOCUĞUN KAÇIRILMASI VE ALIKONULMASI 7 SUÇ TANIMI YAPILMAMIŞ 6 2911 SAYILI TGYK MUHALEFET 5 4320 SAYILI AİLENİN KORUNMASI KANUNUNA MUHALEFET 5 4926 SAYILI KAÇAKÇILIK KANUNUNA MUHALEFET 5 BIÇAKLA KASTEN YARALAMA 5 DOLANDIRICILIK 5 18 YAŞINDAN KÜÇÜK GEBELİK 4 FUHUŞ 4 NİTELİKLİ YAĞMA 4 PASAPORT KANUNUNA MUHALEFET 4 SAHTECİLİK 4 TAKSİRLE YARALAMA 4 GÖREVLİ MEMURA MUKAVEMET 3 MALA ZARAR VERME 3 NİTELİKLİ CİNSEL SALDIRI 3 SİLAHLA TEHDİT 3 TAKSİRLE ÖLDÜRME 3 TEFECİLİK 3 UYUŞTURUCU MADDE BULUNDURMA 3 5846 SAYILI FİKİR VE SANATESERLERİ KANUNUN MUH. 2 AİLE HUKUKUKNDA KAYNAKLANAN YÜK. İHLALİ 2 AİLE YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜN İHLAL 2 BASİT TEHDİT 2 71 Erzincan Barosu Dergisi EVDEN KAÇMA 2 İFTİRA 2 KASTEN ÖLDÜRMEYE TEŞEBBÜS 2 KÖTÜ MUAMELE 2 ÖZEL HAYATIN GİZLİLİĞİNİ İHLAL 2 SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜNE ÜYELİK 2 TAKSİRLE ÖLDÜRMEYE NEDEN OLMA 2 UYUŞTURUCU KULLANMA 2 560 SAYILI KANUNA MUHALEFET 1 ATEŞLİ SİLAHLAR VE BIÇAKLAR KAN. MUH. 1 BANKACILIK KANUNUNA MUH. ZİMMET 1 HAKKI OLMAYAN YERLERE TECAVÜZ 1 HAYVANI THE. YAR. ŞEKİLDE SERB. BIRAKMA 1 KARŞILIKSIZ YARARLANMA 1 SAĞLIK İÇİN THE. MAD. TEMİNİ 1 SUÇ İŞLEMEK AMACIYLA ÖRGÜT KURMA 1 SUÇ UYDURMA 1 TAKSİRLE YARALANMAYA NEDEN OLMA 1 TAKSİRLE YANGINA NEDEN OLMA 1 YARALAMA 1 UYUŞTURUCU MADDE SATMA 1 ZORLA KAÇIRIP ALIKOYMA 1 72 Erzincan Barosu Dergisi SUÇ TİPİ (SAVCILIK) HIRSIZLIK 236 BASİT YARALAMA 122 KASTEN YARALAMA 80 HAKARET 29 TEHDİT 22 YARAMALA 19 MALA ZARAR VERME 14 CİNSEL TACİZ 11 YAĞMA 9 BASİT TEHDİT 8 KASTEN ÖLDÜRME 7 TAKSİRLE YARALAMA 7 UYUŞTURUCU VE UYARICI TİCARETİ YAPMA 7 UYUŞTURUCU KULLANMA 6 4926 SAYILI KAÇAKÇILIK KANUNUNA MUH. 8 ÇOCUĞUN KAÇIRILMASI VE ALIKONULMASI 4 TAKSİRLE YARALANMAYA NEDEN OLMA 4 UYUŞTURUCU MADDE BULUNDURMA 4 CİNSEL SALDIRI 3 ÇOCUĞUN CİNSEL İSTİSMARI 3 FİRAR 3 İFTİRA 3 KAMU KURUMUNDAKİ EŞYA HAK. HIRSIZLIK 3 KAMU MALINA ZARAR VERMEK 3 REŞİT OLMAYANLA CİNSEL İLİŞKİ 3 TAKSİRLE ÖLÜME NEDEN OLMA 3 TRAFİK GÜVENLİĞİNİ TAHLİKEYE SOKMA 3 2911 SAYILI TGYK MUH. 2 BİLİŞİM SUÇLARI 2 DOLANDIRICILIK 2 GÖREVİ YAPTIRMAMAK İÇİN DİRENME 2 İNTİHAR 2 KAÇAKÇILIĞA KONU EŞYAYI BLEREK TİCARİ AMAÇLA ALMA 2 KASTEN ÖLDÜRMEYE TEŞEBBÜS 2 KAYIP ŞAHIS 2 KİŞİLERİN HUZUR VE SÜKUNUNU BOZMA 2 KİŞİYİ HÜRRİYETİNDEN YOKSUN KILMA 2 NİTELİKLİ CİNSEL SALDIRI 2 SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜ NE ÜYE OLMA 2 UYUŞTURUCU MADDE SATMA 2 6136 SAYILI ATEŞLİ SİLAHLAR VE SIÇAKLAR KAN. MUH. 1 AİLE YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜ İHLAL 1 BAŞKASININ BANKA KARTINI İZİNSİZ KUL. 1 ÇALINTI MALI SATIN ALMA 1 ÇOCUĞUN NİTELİKLİ CİNSEL İSTİSMARI 1 DARP 1 DİLENCİLİK 1 EVİ TERKEDEN ÇOCUK 1 FUHUŞ 1 GENEL GÜV. KASTEN TEHL. SOKULMASI 1 GÜVENİ KÖTÜYE KULLANMA 1 73 Erzincan Barosu Dergisi KAMU YARARINA TAHSİS ED. EŞYA HAK. HIRSIZLIK 1 KARŞILIKSIZ YARARLANMA 1 KESİCİ ALETLE MÜE. FİİL 1 KONUT DOKUNULMAZLIĞINI İHLAL 1 ÖZEL HAYATIN GİZLİLİĞİNİ İHLAL 1 SAHTECİLİK 1 SESLİ VE YAZILI İLETİ İLE HAKERET 1 SUÇ EŞYASININ SATIN ALINMASI 1 SUÇ İŞLEME AMACIYLA ÖRGÜT KURMA 1 SUÇ TANIMI YOK 1 TAKSİRLE YANGINA NEDEN OLMA 1 ZİMMET 1 74 Erzincan Barosu Dergisi SUÇ TİPİ (MAHKEME) HIRSIZLIK BASİT YARALAMA HAKARET FİRAR TEHDİT UYUŞTURUCU VE UYARICI MAD. BUL. VE SAĞ. YARALAMA ÇOCUĞUN NİTELİKLİ CİNSEL İSTİSMARI KASTEN YARALAMA CİNSEL TACİZ TAKSİRLE BİR KİŞİNİN YARALANMASINA NEDEN OLMA 4926 SAYILI KAÇAKÇILIK KANUNUNA MUH. BİNA İÇİNDE MUH. ALT. ALN. EŞYA HAK. HIRSIZLIK MALA ZARAR VERME ÇOCUĞUN CİNSEL İSTİSMARI KASTEN ÖLDÜRMEYE TEŞEBBBÜS KASTEN ÖLDÜRME MUH. ALTINA ALINAN EŞYA HAK. HIRSIZLIK ÇOCUĞUN BASİT CİNSEL İSTİSMARI KAÇAKÇILIĞA KONU EŞYAYI BİLEREK TİCARİ AMAÇLA ALMAK KİŞİLERİN HUZUR VE SÜKUNUNU BOZMA BİRLİKTE YAĞMA KİŞİYE HÜRRİYETİNDEN YOKSUN KILMA SUÇ EŞYASININ SATIN ALINMASI AÇIKTA BIRAKILAN EŞYA HAK. HIRSIZLIK BAŞKASINI BİR MALI TESLİ. EVİ TERK EDEN ÇOCUK NİTELKLİ CİNSEL SALDIRI YAĞMA BASİT TEHDİT HAYVANIN TEH. YAR. ŞEK. SERBEST BIRAKILMASI İFTİRA CİNSEL SALDIRI GÖREVİ YAPTIRMAMAK AMACIYLA DİRENME TAKSİRLE YARALAMA KAMU MALINA ZARAR VERMEK SİLAHLA TEHDİT SUÇ TANIMI YOK ŞANTAJ ÇOCUĞUN KAÇIRILMASI VE ALIKONULMASI ÇOCUĞUN SOY BAĞINI DEĞİŞTİRMEK DİLENCİLİK HAKSIZ YERE BULUNDURULAN ANAH. HIRSIZLIK KONUT DOKUNULMAZLIĞINI İHLAL KONUT DOKUNULMAZLIĞINI BOZMA KULLANMAK AMACIYLA UYUŞTURUCU MADDE SATIN ALMA SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜNE ÜYE OLMA TAKSİRLE YARALAMAYA NEDEN OLMA TAKSİRLE YANGINA NEDEN OLMA TRAFİK GÜVENLİĞİNİ TEHLİKEYE SOKMA ALKOL ETKİSİ ALTINDA ARAÇ KULLANMAK BAŞKASINA AİT BANKA KARTININ İZİNSİZ KULLANIMI BİLİŞİM SUÇLARI DOLANDIRICILIK GECE VAKTİ YAĞMA KAMU KURUMUNDAKİ EŞYA HAK. HIRSIZLIK MAĞDURUN BİR SENED VERMEYE ZORLAMAK ORMAN YASASINA MUHALEFET SAĞLIK İÇİN TEHLİKELİ MADDE TEMİN ETME SAHTECİLİK TAKSİRLE ÖLÜME NEDEN OLMA TEHLİKELİ MADDELERİN İZİNSİZ BULUNDURULMASI 2911 SAYILI TGYK MUH. 6136 SAYILI ATEŞLİ SİLAHLAR KAN. MUH. AİLE YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜ İHLAL BASİT CİNSEL SALDIRI 210 196 27 25 25 24 22 20 20 17 15 14 13 13 11 11 10 10 9 9 9 8 8 8 7 7 7 7 7 6 6 6 5 5 5 4 4 4 4 3 3 3 3 3 3 3 3 3 3 3 2 2 2 2 2 2 2 2 2 2 2 2 1 1 1 1 75 Erzincan Barosu Dergisi BİRDEN FAZAL KİŞİ İLE TEHDİT CEBİR İLE KİŞİYİ HÜR. YOKSUN KILMA ÇOCUKLARI FUHŞA TEŞVİK ETMEK KENDİNİ SAV. DUR. OLANA KARŞI CİN. SALDIRI EŞE KARŞI CİNSEL SALDIRI EVLENME OLMAKSIZIN DİNSEL TÖRENLE EVLİLİK GÖÇMEN KAÇAKÇILIĞI GÖREVİ KÖTÜYE KULLANMA KAMU KURUMU ZARARINA DOLANDIRICILIK KAYIP ŞAHIS KİŞİNİN MALINI KOR. DUR. YARARLANMAK NİTELİKLİ YAĞMA ÖLÜME SEB. VER. KASTEN YARALAMA RESMİ BELGEDE SAHTECİLİK RUHSATSIZ MERMİ BULUNDURMAK SESLİ VE GÖRÜNTÜLÜ İLETİ İLE HAKARET SİLAHLA YAĞMA SİLAHLA YAĞMAYA TEŞEBBÜS YARALAMALI TRAFİK KAZASI UYUŞTURUCU KULLANMA YETKİSİZ OLARAK SOYUNMA ODASINA GİRMEK ZİMMET 76 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 1 Erzincan Barosu Dergisi İÇTİHATLAR YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ ÖN İNCELEME DURUŞMASINA KATILMAYAN TARAFIN HAKLARI Y.2 .H.D. E.2013/15291 K.2013/28266, T.02.12.2013 ÖZET: Aynı duruşmaya davalı yine mazeret göndererek gelmediğine göre, artık uyuşmazlık konularını tespit ve tarafları sulha teşvik gibi ön incelemeye ait işlemlerin yapılması söz konusu olamaz. Bu durumda mahkemece tahkikata ge- çilmiş olduğuna göre, davalının tahkikat duruşmasına usulünce davet edilmiş olması gerekir (HMK md.147). Bu bakımdan tahkikat duruşmasına davalı usulünce davet edilmeden, yokluğunda hüküm kurulması doğru görülmemiştir. Taraflar asındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü: Mahkemece dilekçelerin karşılıklı olarak verilmesi aşaması (HMK. Md.126-136) Tamamlandıktan sonra ön inceleme duruşma günü (HMK. Md.139) tayin edilmiştir. Davalı vekili ön inceleme günü duruşma için mazeret dilekçesi göndermiş, mahkemece dava- lının mazereti kabul edilerek ön inceleme duruşması davalının yokluğunda yapılmış ve gelecek oturum tahkikat duruşma günü olarak belirlenerek oturum ertelenmiştir. Ön inceleme duruşmasında davalı vekilinin mazereti kabul edilip, duruşmanın bir başka güne bırakılmasına karar verildiğine göre; ön inceleme o gün tamamlanmamış, zorunlu sebeple yeni bir duruşma günü tayin edilmiş demektir (HMK. Md.140/4). Bu durumda, yasanın ön inceleme duruşmasında yapılmasını öngördüğü işlemlerin(HMK. Md. 137.1.140.1-2),mahkemece yeniden belirlenen 04.04.2013 günü duruşmada tamamlanması gerekecektir. Ne var ki, aynı duruşmaya davalı yine mazeret göndererek gelmediğine göre, artık uyuşmazlık konularını tespit Yargıtay Kararları 353 ve tarafları sulha teşvik gibi ön incelemeye ait işlemlerin yapılması söz konusu olamaz. Bu durumda mahkemece tahkikata geçilmiş olduğuna göre, davalının tahkikat duruşmasına usulünce davet edilmiş olması gerekir (HMK md.147). Bu bakımdan tahkikat duruşmasına davalı usulünce davet edilmeden, yokluğunda hüküm kurulması doğru görülmemiştir. SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA, temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, iş bu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 02.12.2013(Pzt.) 77 Erzincan Barosu Dergisi YARGITAY 9. HUKUK DAİRESİ ISLAHA İLİŞKİN İLKELER Y.9 HD. E.2014/25790 K.2014/25766 T.09.09.2014 ÖZET: Islah tek taraflı usul işlemi olup, karşı tarafın kabulüne bağlı değildir. Islah ile vakıalar, talep konusu ve talep sonucu değiştirilebilir. Davaya cevap vermemiş olan davalı, ıslah yoluyla davaya cevap veremez. Kısmi davadaki talep ıslahla arttırılabilir. Belirsiz alacak davasındaki talep ıslaha gerek olmadan arttırılabilir. Yargıtay bozmasından sonra da olsa tahkikat bitinceye kadar ıslah yapılabilir. Esasa yönelik Yargıtay bozmasından sonra ıslah yapılamaz. Somut olayda davacı, davalı Belediyede iş sözleşmesi ile ve sendikalı olarak çalıştığını belirterek, toplu iş sözleşmesinden doğan ve ödenmeyen fazla çalışma ücreti, hafta tatili ücreti ve direksiyon primi alacaklarının ödetilmesini istemiştir. Mahkemece, genel tatil ücreti talebinin kabulüne, diğer taleplerin reddine karar verilmiştir. Dairemizce, sendika üyelik kayıtları getirtilmeden davacının toplu iş sözleşmesinden yaralanamayacağının kabul edilmesi, davacının hafta tatili gününde yarım gün çalışmasına rağmen hafta tatili ücreti talebinin reddi ve tanık beyanlarına göre belirlenen genel tatil ücretinde takdiri indirim yapılmaması sebebiyle hüküm bozulmuştur. Mahkemece, bozmaya uyulup gerekli araştırmalar yapılarak, fazla çalışma ücreti talebinin reddine, diğer taleplerin kabulüne karar verilmiş, ancak bozmaya uyulmasına rağmen hafta tatili ücreti ve genel tatil ücretinde takdiri indirim yapılmamıştır. Mahkemece, bozmaya uyulmasına rağmen hükmedilen hafta tatili ücreti ve genel tatil ücreti alacaklarında hakkaniyete uygun bir indirim yapılmaması isabetsizdir. Taraflar, davanın veya savunmanın genişletilmesi yasağı se- 78 bebiyle yapamadıkları usul işlemlerini, karşı tarafın rızasına gerek duymadan ıslah yoluyla yapabilirler. Islah, tek taraflı bir usul işlemi olup, karşı tarafın kabulüne bağlı değildir. Ancak HMK.177 uyarınca ıslah dilekçesinin karşı tarafa tebliği gereklidir. Islah ile vakıalar, dava konusu ve talep sonucu değiştirilebilir. Islah yoluyla ikinci tanık listesi verilemez. Davalı, davaya cevap vermemiş ise, sonradan vereceği ıslah dilekçesi ile davaya cevap veremez. Çünkü ortada daha önce yapılmış bir usul işlemi yoktur. Örneğin, davalı, davaya hiç cevap vermemiş ise, sonradan vereceği ıslah dilekçesi ile zamanaşımı def’inde bulunamaz. Ancak davacı, savunmanın genişletilmesine açıkça muvafakat ederse, bu durumda mahkemece, zamanaşımı savunmasının dikkate alınması gerekir. Davacı, kısmi dava konusu talebini, daha sonra ıslah yoluyla artırabilir. Bu halde, ıslahla artırılan talep harca tabi ise, davacının bakiye harcı yatırması gerekir, aksi halde harç yatmadıkça ıslah yapılmamış sayılır. Davacı, belirsiz alacak davasında, alacak miktarı belirlendiğinde talebini netleştirerek iddiayı genişletme yasağına tabi olmadan ve ıslaha gerek olmadan asıl talebini artırabilir. Fakat bu durumda dahi bakiye harcı yatırması gerekir. Somut olayda davacı, esasa yönelik bozmadan sonra ek rapor doğrultusunda talebini ıslah ile artırmış ve mahkemece, ıslah doğrultusunda karar verilmiştir. Dairemizin yerleşik kararlarına göre, ıslah tahkikat bitinceye kadar yapılabilir; esasa yönelik bozmadan sonra ıslah yapılamaz. Ayrıca dosyada, ıslah harcının yatırıldığına dair harç makbuzuna da rastlanmamıştır. Mahkemece, hukuken geçerli olmayan talep dikkate alınarak ıslah konusu miktarların hüküm altına alınması hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir. SONUÇ: Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı nedenlerden dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 09.09.2014 tarihinde oybirliği ile karar verildi. Erzincan Barosu Dergisi YARGITAY 9. HUKUK DAİRESİ DAVALI ADRESİ ∙ MAHKEMENİN İZLEYECEĞİ YOL Y.9. HD. E.2014/26024 K.2014/25800 T.9.9.2014 ÖZET: Davalının adresinin hiç bildirilmemesi halinde davanın açılmamış sayılmasına karar verilmelidir. Ticaret sicili kayıtları ibraz edildiğine göre bu kayıtlara istinat edilerek davaya devam edilmelidir. Somut olayda davacı, dava dilekçesinde davalıların adresini belirtmiş, bu adrese gönderilen davetiyeler bila tebliğ dönmüş, mahkemece davacıya tebligata yarar adresleri bildirmesi için kesin süre verilmiş, davacı, davalıların başka bir adresini tespit edip mahkemeye bildirmiştir. Mahkemece, yeni adrese çıkartılan davetiyelerin de tebliğ edilememesi sebebiyle davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiştir. 6100 Sayılı HMK.’nın 119/2.maddesindeki, dava dilekçesinde davalının adresinin belirtilme- mesi durumunda mahkemece, davacıya 1 hafta kesin süre verileceğine ve adres bildirilmemesi halinde davanın açılmamış sayılacağına ilişkin hüküm, davacının dilekçesinde hiç bildirilmemesi halinde davanın açılmamış sayılacağına ilişkin hüküm, davacının dilekçesinde hiç adres göstermemesi ve kesin süreye rağmen bu konuda hareketsiz kalması halinde uygulanabilir. Davacı, dava dilekçesinde davalıların bulunabileceği adresi göstermiş, mahkemece verilen kesin süre içinde davalıların yeni adresini bildirmiş ve davanın açılmamış sayılmasına karar verildiği gün ticaret sicil kayıtlarını da ibraz etmiş, üzerine düşen yükümlülüğü yerine getirmiştir. Mahkemece, usul ekonomisi ilkesi ve taraf teşkilinin kamu düzenine ilişkin oluşu dikkate alınarak, ticaret sicil kayıtları getirtilip davalı Şirketlere 7201 sayılı Yasaya uygun tebligat yapılması yerine, davanın açılmamış sayılmasına karar verilmesi hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir. SONUÇ: Temyiz olunan kararın, sair yönleri incelenmeksizin yukarıda yazılı nedenlerden dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 09.09.2014 tarihinde oybirliği ile karar verildi. 79 Erzincan Barosu Dergisi YARGITAY 13. HUKUK DAİRESİ AVUKATIN HAKSIZ AZLİ ∙ DAVA DIŞI SULH Y. 13. HD. E: 2013/16282 K: 2013/21326 T: 12.09.2013 ÖZET: Harca esas değer üzerinden Avukatın hak edeceği Sözleşmesel ve Yasal vekâlet ücreti ayrı ayrı hesap edilerek her iki taraftan da müşterek ve müteselsil olarak ödettirilmesi yoluna gidilmelidir. Davacı avukat olduğunu, davalı kooperatif ile 13.10.2009 günlü avukatlık ücret sözleşmesi düzenlendiğini, kooperatife karşı diğer arsa sahiplerinin açtığı davada ve kooperatifin arsa sahiplerine karşı açtığı davada kooperatif vekili olarak yer aldığını, ancak kooperatif ile arsa sahiplerinin dava dışında 16.7.2010 günlü protokolle sulh olmaları üzerine davaların takipsiz bırakılarak açılmamış sayılmasına karar verildiği, kendisinin haksız olarak 17.5.2011 tarihinde azledildiği, Avukatlık Kanununun 165. maddesine göre her iki tarafı sözleşme ve kanuni vekalet ücretinden müştereken ve müteselsilen sorumlu olduklarını belirterek 2009/325 esas sayılı dava dosyası nedeniyle ücreti vekalet alacağı için başlattığı icra takibine yapılan itirazın iptali ile icra inkar tazminatına hükmedilmesine, icra takibine konu olmayan 2010/126 esas sayılı dava dosyası nedeniyle ücreti vekalet alacağından dolayı 30.000 TL nin tahsiline karar verilmesini talep etmiş, 5.4.2012 tarihli ıslah dilekçesi ile fazlaya ilişkin hakları saklı kalarak, 2009/325 esas sayılı dava dosyası nedeniyle yasal ve sözleşme vekalet ücreti alacağına konu icra takibinin 50.058 TL üzerinden devamı ve % 40 icra inkar tazminatının tahsiline, 2010/126 esas sayılı dava nedeniyle ücreti vekalet alacağı için 6.670 TL sinin yasal vekalet ücreti olarak tahsiline, sözleşme vekalet ücretinin ise davalı kooperatife kazandırdığı menfaat esas alınarak bilirkişi tarafından hesaplanacak meblağın tahsiline karar verilmesini, istemiştir. Davalılar, takip edilen dosyalarda sulh olunmadığını, davaların takipsizlik nedeniyle açılmamış sayıldığı80 na karar verildiğini ancak kararın kesinleşmediğini, sözleşmenin geçersiz olduğunu, yetkili kişilerce imzalanmadığını, itirazın iptali ve alacak davalarının birlikte açılamayacağını, arsa sahiplerine husumet düşmeyeceği savunularak davanın reddini dilemişlerdir. Mahkemece, arsa sahipleri hakkında açılan davaların husumet nedeniyle reddine, davalı kooperatif aleyhinde açılan itirazın iptali davası yönünden, davanın kısmen kabulü ile takibin 49.188 TL asıl alacak üzerinden devamına, fazlaya ve faize ilişkin talebin reddine, asıl alacağın % 40’ı oranında hesap edilen 19.275, 20 TL nin kooperatiften tahsiline, alacak davasının kısmen kabulü ile 6.670 TL nin dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile kooperatiften tahsiline karar verilmiş, hüküm davacı ve davalı kooperatif tarafından temyiz edilmiştir. 1-Dosyadaki yazılara kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre davacının sair, davalı kooperatifin tüm temyiz itirazlarının reddi gerekir. 2-Dosyanın incelenmesinde; Davacının, davalı kooperatif ile hukuki ihtilaflarının çözümü için 13.10.2009 tarihli vekâletname ve avukatlık ücret sözleşmesi düzenlediği, sözleşmenin 2.maddesine göre, dava değerinin % 10’unun vekalet ücreti olarak kararlaştırıldığı, 6.maddesinde haksız azil halinde kararlaştırılan ücretin tamamının verileceğinin belirtildiği, kooperatifin diğer davalılarla yaptığı kat karşılığı inşaat sözleşmesi nedeniyle arsa sahiplerinin açtığı 2009/325 esas sayılı 289.000 TL müddeabihli ecrimisil davasında davalı vekili olarak temsil ettiği, yine 2010/126 esas sayılı dava dosyası ile arsa sahiplerine karşı, süre uzatımı verilmesi, olmadığı takdirde yapılan imalatların değerinin tespiti ve tahsili davası açıldığı, harca esas değer olarak 60.000 TL gösterildiği ancak yapılan bilirkişi incelemesinde imalatların değerinin 2.603.923 TL olarak tespit edildiği aşamada tarafların dava dışı bir protokolle 16.7.2010 günü sulh oldukları, protokol içeriğine göre tarafların davalardan feragat etmesi, masraf ve vekalet ücreti almaması kararlaştırılarak taraflar arasındaki hukuki ve mali ilişkilerin tekrar düzenlendiği, bu protokol uyarınca açılan davalar takip edilmeyerek 3.11.2010 ve 8.11.2010 tarihlerinde her iki davanın da açılmamış sayılmasına karar verildiği, davacının veka- Erzincan Barosu Dergisi let ücretini talep eden 16.5.2011 tarihli ihtarnamesi üzerine davalı kooperatifin gönderdiği esas alınarak bilirkişi tarafından hesaplanacak meblağın tahsiline karar verilmesini, istemiştir. Davalılar, takip edilen dosyalarda sulh olunmadığını, davaların takipsizlik nedeniyle açılmamış sayıldığına karar verildiğini ancak kararın kesinleşmediğini, sözleşmenin geçersiz olduğunu, yetkili kişilerce imzalanmadığını, itirazın iptali ve alacak davalarının birlikte açılamayacağını, arsa sahiplerine husumet düşmeyeceği savunularak davanın reddini dilemişlerdir. 17.5.2011 tarihli azilname ile herhangi bir gerekçe gösterilmeksizin azledildiği dosya kapsamından anlaşılmaktadır. Mahkemenin de kabulünde olduğu üzere, davacı avukatın takip ettiği davalar her ne kadar HMK hükümleri doğrultusunda sulh sözleşmesiyle karara bağlanmamış ise de takip edilen davanın taraflarının haricen sulh oldukları açıkça anlaşılmaktadır. Avukatlık Kanunu’nun 165. maddesi hükmüne göre takip edilen davanın harici sulhle sonuçlanması nedeniyle davanın tarafları avukatın yasal ve sözleşme vekâlet ücretini ödenmesinden müştereken ve müteselsilen sorumludur. Davalı arsa sahiplerinin de Avukatlık Kanunu 165.maddesine göre sorumlu olduğu gözetilerek karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde eksik inceleme ile hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirir. 3-Davacı, dava dilekçesinde harca esas değeri 30.000 TL olarak göstererek 2009/325 esas sayılı dava dosyasından doğan ücret alacağı için yaptığı takibe itirazın iptaline ve % 40 icra inkâr tazminatına hükmedilmesini, 30.000 TL alacağının tahsiline karar verilmesini talep etmiştir. Taleplerinin açık olmaması nedeniyle verdiği 5.4.2012 tarihli ıslah dilekçesinde, harca esas değerin 18.000 TL sinin 2009/325 esas sayılı dava dosyası nedeniyle doğan ücret alacağı için yaptığı takibe itirazın iptali ve icra inkâr tazminatı davasına münhasır olduğu bildiri- lerek icra takibinin 50.058 TL üzerinden devamına karar verilmesini ve icra inkâr tazminatına hükmedilmesini, bu nedenle eksik kalan kısım için 32.058 TL üzerinden harcın tamamlatılmasını, icra takibine konu olmayan 2010/126 esas numaralı dava dosyasından doğan ücret alacağı için fazlaya ilişkin hakları saklı kalarak yasal vekâlet ücreti olarak 6.670 TL nin tahsiline karar verilmesini, sözleşme vekâlet ücretinin ise her ne kadar o davada harca esas değer olarak 60.000 TL göstermiş ise de kazandırdığı menfaat üzerinden bilirkişi marifetiyle hesaplanarak tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.5.4.2012 tarihli makbuzla da ıslah harcını ödemiştir. Buna göre, (30.00018.000=12.000) 12.000 TL nin 2010/126 esas sayılı dava dosyasından kaynaklanan ücret alacağı davası için harç yatırmış olduğu anlaşılmaktadır. Bilirkişi incelemesinde davacının 2010/126 esas sayılı dava dosyası için yasal vekâlet ücreti 6.670 TL, sözleşme vekâlet ücreti ise harca esas değer üzerinden hesaplandığında 6000 TL olarak hesaplanmıştır. Bu durumda mahkemece davacının 2010/126 esas sayılı dava dosyası nedeniyle, (taleple bağlı kalınarak) sözleşme vekâlet ücreti alacağının da davalılardan tahsiline karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde bu kalem isteğin de “fazlaya ilişkin talebin reddi” ifadesi kapsamında reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirir. SONUÇ: Yukarıda 1. bentte açıklanan nedenle davacının sair davalının tüm temyiz itirazlarının reddine, 2. ve 3. bentlerde açıklanan nedenlerle kararın davacı yararına BOZULMASINA, 421,97 TL kalan harcın davalılardan alınmasına, peşin alınan 24.30 TL harcın istek halinde davacıya iadesine, HUMK’un 440/1 maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 12.9.2013 gününde oybirliğiyle karar verildi. 81 Erzincan Barosu Dergisi Y.21. HUKUK DAİRESİ GİDER AVANSI ∙ DELİL AVANSI ∙ ARA KARARLARI Y.21.HD. E.2013/12154 K.2013/16209 T.19.09.2013 ÖZET: Hangi delilin toplanması için ne miktarda delil avansı yatırılması gerektiği ara kararda açık şekilde belirtilmeli ve verilen kesin süre içinde delil avansının yatırılmaması halinde talep olunan delilin ikamesinden vazgeçilmiş sayılacağı ihtar edilmelidir. Keşif ve bilirkişi ücreti delil avansı olup, yatırılmaması halinde davanın usulden reddine karar verilmez. Mahkemece, davacıya verilen iki haftalık kesin süreye rağmen gider avansının yatırılmadığı gerekçesiyle dava şartı yokluğu nedeniyle davanın usulden reddine KARAR VERİLMİŞTİR. 6100 sayılı HMK’nın 120.maddesinde davacı tarafından her türlü tebligat ücretleri, keşif giderleri, bilirkişi ve tanık ücretleri gibi giderleri karşılayacak tutarın dava açarken yatırılması zorunluluğu getirilmiş olup, bu avansın yeterli olmadığının dava sırasında anlaşılması halinde mahkemece bu eksikliğin tamamlanması için davacıya iki haftalık kesin süre verileceği hususu hüküm altına alınmıştır. Gider avansı kural olarak dava açılırken yatırılmakta ise de bu avansın yeterli olmadığının dava sırasında anlaşılması halinde tamamlanması da mümkündür. Gider avansının tamamlanmasına yönelik ara kararın HMK.’nın 120. maddesine, Hukuk Muhakemeleri Kanunu Yönetmeliği’nin 45.maddesine ve 30.09.2011 tarih ve 28070 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren Hukuk Muhakemeleri Kanunu Gider Avansı Tarifesine uygun kabul edilebilmesi için hangi yargılama işlemi için ne miktarda gider avansı yatırılması gerektiği kararda açıkça belirtilmelidir. Buna göre davacı; a) Taraf sayısının beş katı tutarında tebligat gideri, b) Dava dilekçesinde tanık deliline dayanılmış ve tanık sayısı belirlenmiş ise tanık sayısınca tanık asgari ücreti ve tebligat gider; tanık sayısı belirtilmemiş ise 82 en az üç tanık asgari ücreti ve tebligat gideri, Yargıtay Kararları 615 c) Dava dilekçesinde keşif deliline dayanılmış ise keşif harcı avansıyla birlikte 75 TL. Ulaşım gideri, ç) Dava dilekçesinde bilirkişi deliline dayanılmış ise Bilirkişi Ücret Tarifesinde davanın açıldığı mahkeme için öngörülen bilirkişi ücreti, d) Diğer iş ve işlemler için 50 TL. Toplamını avans olarak öder. Aynı Yasa’nın 114.maddesinde gider avansı dava şartı olarak kabul edilmektedir. Gider avansının yatırılmasına yönelik ara kararda “gider avansının verilen kesin süre içerisinde yatırılmaması halinde davanın şartı yokluğundan usulden reddine karar verileceği” ihtar edilmiş ve gider avansı da kesin süreye rağmen yatırılmamışsa HMK’nın 115.maddesine göre davanın dava şartı yokluğu nedeniyle usulden reddine karar verilme si gerekir. Öte yandan, “Delil İkamesi İçin Avans” başlıklı HMK’nın 324.maddesine göre “Taraflardan her biri ikamesini talep ettiği delil için mahkemece belirlenen avansı, verilen kesin süre içinde Yatırmak zorundadır. Taraflar birlikte aynı delilin ikamesini talep etmişlerse, gereken gideri yarı yarıya avans olarak öderler. Taraflardan birisi avans yükümlülüğünü yerine getirmezse, diğer taraf bu avansı yatırabilir. Aksi halde talep olunan delilin ikamesinden vazgeçilmiş sayılır. Tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edemeyeceği dava ve işler hakkındaki hükümler saklıdır.” Delil avansı, tarafların dayandıkları delillerin giderlerini karşılamak üzere mahkemece belirlenen kesin süre içinde ödemeleri gereken meblağı ifade eder. Delil avansının yatırılmaması halinde, bu delile dayanan taraf bu delilin ikamesinden vazgeçmiş sayılır ve mahkemece dosya kapsamındaki delillere göre kesin hüküm oluşturacak biçimde karar verilir. Delil avansına yönelik ara kararın HMK. nın 324.maddesine ve Hukuk Muhakemeleri Kanunu Yönetmeliği’nin 45.maddesine uygun kabul edilebilmesi için hangi delilin toplanması için ne miktarda delil avansı yatırılması gerektiği ara kararda açıkça belirtilmeli ve verilen kesin süre içerisinde delil avansının yatırılmaması halinde talep olunan delilin ikamesinden vazgeçilmiş sayılacağı ihtar edilmelidir. Somut olayda, davanın 6100 sayılı HMK’nın yürürlüğe girmesinden önce 25.03.2011 tarihinde açıldığı ve mahkemece “bilirkişi ücreti ve mahkeme heyeti yasal yolluğu” adı altında toplam Erzincan Barosu Dergisi 570,80 TL. gider avansını yatırması için davacıya “2 haftalık kesin süre” verilerek gider avansının süresinde yatırılmaması halinde “davanın usulden reddine karar verileceği” bildirilmiş ve davacı vekiline 11.01.2013 tarihinde tefhim edilmiş ise de gider avansı süresinde yatırılmamıştır. Mahallinde keşif yapılması amacıyla davacıdan talep edilen “bilirkişi ücreti ve mahkeme heyeti yasal yolluğu” delil avansı olup gider avansı olmadığından yatırılmaması halinde davanın usulden reddine karar verilemez. Delil avansının yatırılmaması halinde dosya kapsamındaki deliller çerçevesinde davanın esası hakkında bir karar verilmesi gerekir. Ne var ki bunun için delil avansına yönelik ara kararda hangi deliller için ne kadar avans istendiği ve yatırılmaması halinde bu delilin ikamesinden vazgeçilmiş sayılacağı ve dosya kapsamındaki delillere göre bir karar verileceği ihtar edilmelidir. Mahkemece bu maddi ve hukuki olgular göz önünde bulundurulmaksızın usulüne uygun olmayan delil avansına dair ara kararın hatalı olarak gider avansına ilişkin olduğu ve gereğinin yerine getirilmediği gerekçesiyle yazılı şekilde davanın usulden reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir. O halde, davacının bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır. SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, temyiz harcının istek halinde davacıya iadesine, 19.09.2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. 83 Erzincan Barosu Dergisi YARGITAY CEZA GENEL KURULU Esas No: 2010/11-246 Karar No: 2010/266 ♦ TENSİP ZAPTININ DÜZENLENMESİNE KATILAN HAKİM ♦ TENSİP KARARI ♦ SANIĞA HABER VERİLMEKSİZİN ATANAN ZORUNLU MÜDAFİİN YÜZÜNE TEFHİM EDENİLEN HÜKÜM ♦ HÜKMÜN TEBLİĞİ DAVA : Sanık Bayram’ın, nitelikli dolandırıcılık suçundan, 765 sayılı TCY’nin 504/3, 80 ve 522. maddeleri uyarınca, 4 yıl 9 ay ağır hapis ve 7.261.050.000 TL ağır para cezası ile cezalandırılmasına ilişkin, ( Ankara Dördüncü Ağır Ceza Mahkemesi )’nce verilen 25.04.2001 gün ve 99-190 sayılı hüküm, temyiz edilmeksizin 28.09.2001 tarihinde kesinleşmiştir. 01 Haziran 2005 tarihinde 5237 sayılı TCY’nin yürürlüğe girmesi üzerine yapılan uyarlama yargılaması sonunda, Ankara Dördüncü Ağır Ceza Mahkemesi’nce 13.07.2005 gün ve 99-190 sayı ile; “765 sayılı TCY daha lehe olduğundan, sanık hakkında yeniden hüküm kurulmasına yer olmadığına, ancak; infazda ağır hapis cezasının hapis olarak, ağır para cezasının ise adli para cezası olarak gözönünde bulundurulmasına” karar verilmiş, Hükümlü tarafından temyiz edilen hüküm, Yargıtay Onbirinci Ceza Dairesi’nce 13.02.2006 gün ve 535-754 sayı ile; “... 5252 sayılı Yasa’nın 9. maddesi 1. fıkrası uyarınca usulüne uygun şekilde duruşma açılıp anılan maddenin 3. fıkrası uyarınca da hükümlünün 765 sayılı TCK’nın 504/3, 80, 522. maddeleri gereğince cezalandırılmasına ilişkin kesinleşmiş mahkumiyet hükmü ile sonradan 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Yasa hükümleri olaya uygulanarak ortaya çıkan sonuçların denetime imkan verecek şe- 84 kilde gösterilip birbiriyle karşılaştırılması suretiyle lehe hükmün belirlenip sonucuna göre hüküm kurulması gerektiği gözetilmeden yazılı şekilde dosya üzerinde karar verilmesi,...” isabetsizliğinden bozulmuştur. Ankara Dördüncü Ağır Ceza Mahkemesi’nce bu kez 02.05.2006 gün ve 105-114 sayı ile; “... Sanığın 5237 sayılı TCY’nin 158/1-f-son ve 43. maddeleri uyarınca 3 yıl 9 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına ve infazın durdurulmasına... sanığın yokluğunda, sanık müdafi Av. Yurtseven’in yüzüne karşı, mütalaaya uygun, tefhim tarihinden itibaren 7 gün içerisinde Yargıtay yolu açık olmak üzere oybirliği ile...” karar verilmiş, gıyapta verilen bu hüküm katılan vekili ile sanığın zorunlu müdafiine tebliğ edildikten sonra, temyiz edilmediğinden bahisle 31.05.2006 tarihinde kesinleştirilmiştir. Kesinleşen hükümle ilgili olarak; Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü’nün 25.07.2007 gün ve 39745 sayılı yazısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 16.08.2007 gün ve 165250 sayılı ihbarnamesiyle; “... Dosya kapsamına göre, 5237 sayılı Kanun’un 158. maddesinin birinci fıkrasında hapis cezası i/e birlikte beşbin güne kadar adli para cezası da öngörüldüğü halde, adli para cezasına hükmedilmemesinde, 5237 sayılı Kanun’un 158. maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesinde yer alanxAncak ( e ), ( f ) ve ( j ) bentlerinde sayılan hallerde hapis cezasının ait sınırı üç yıldan, adli para cezasının miktarı suçtan elde edilen menfaatin iki katından az olamaz’ hükmünün 29.06.2005 tarihli ve 5377 sayılı Kanun’ia eklendiği, dolayısıyla, suç tarihi itibarıyla yürürlükte bulunmayan aleyhe hükmün sanık hakkında uygulanamayacağı cihetle, anılan maddenin birinci fıkrasının birinci cümlesi gereğince iki yıl hapis cezasına hükmediimesi gerektiği gözetilmeden üç yıl hapis cezasına hükmoiunmak suretiyle fazla hapis cezası tayininde, İsabet görülmemiştir” nedenleri ile Ankara Dördüncü Ağır Ceza Mahkemesi’nin 02.05.2006 gün ve 105-114 sayılı hükmü ile ilgili olarak yasa yararına bozma yasa yoluna başvurulması üzerine; Yargıtay Erzincan Barosu Dergisi Onbirinci Ceza Dairesi’nce 19.06.2009 gün ve 69417792 sayı ile; “ ...İncelenen dosya kapsamına göre; hükümlü Bayram’ın suç tarihinde müdahii Naşide’nin çantasından çaldığı kredi kartını birçok kez kullanıp toplam 2.420.350.000 TL tutarında haksız menfaat sağlayarak, bankayı vasıta kılmak suretiyle nitelikli dolandırıcılık suçunu işlediğinin iddia ve kabul olunması karşısında, suç tarihinde yürürlükte bulunan 765 sayılı TCK’nın 504/3, 80. maddelerinin 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın da karşılığını oluşturan 245/1, 43. maddeleri ile karşılaştırma yapılarak lehe yasanın belirlenmesi yerine uygulama yeri bulunmayan 5237 sayılı TCK’nın 158/1-f madde ve fıkrası iie karşılaştırma yapılmış olduğu anlaşılmış olup, yukarıda açıklanan hukuka aykırılık nedeniyle CMK’nın 309. maddesi uyarınca Adalet Bakanlığı’nca Kanun Yararına Bozma istenip istenmeyeceğinin takdir ve ifası için dosyanın Yargıtay C.Başsavcılığı’na iadesine...” karar verilmiş, Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü’nün 15.09.2009 gün ve 52502 sayılı yazısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 09.10.2009 gün ve 225157 sayılı ihbarnamesiyle; “... Dosya kapsamına göre, sanığın suç tarihinde müdahii Naşide’nin çantasından çaldığı kredi kartını birçok kez kullanıp toplam 2.420.350.000 Türk Lirası tutarında haksız menfaat sağlayarak, bankayı vasıta kılmak suretiyle nitelikli dolandırıcılık suçunu işlediğinin iddia ve kabul olunması karşısında, suç tarihinde yürürlükte bulunan 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 504/3, 80. maddelerinin 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda karşılığını oluşturan 245/1, 43. maddeleri ile karşılaştırma yapılarak lehe yasanın belirlenmesi yerine uygulama yeri bulunmayan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 158/1-f madde ve fıkrası ile karşılaştırma yapılmış bulunulmasında isabet görülmemiştir...” nedenleri ile yeniden yasa yararına bozma yasa yoluna başvurulmuştur. Yargıtay Onbirinci Ceza Dairesi’nce 14.10.2010 gün ve 19347-11240 sayı ile; de, “... İncelenen dosya içeriğine göre, Ankara Dördüncü Ağır Ceza Mahkemesinin kesinleşen 25.04.2001 gün ve 2000/99 esas, 2001/190 sayılı kararıyla hükümlünün, katılan Naşide’nin çantasından çaldığı kredi kartını birden çok kez alışverişte kullanarak yüklenen suçu işlediğinin sübuta erdiği gerekçesiyle, mülga 765 sayılı TCK’nın 504/3. maddesi uyarınca ait sınırdan uzaklaşılmak suretiyle takdi ren ve teşdiden 3 yıl ağır hapis ve 4.840.700.000 TL ağır para cezası iie cezalandırıldığı, eylemin teselsül etmesi nedeniyle hürriyeti bağlayıcı cezasının aynı Yasa’nın 80. maddesinin uygulanması suretiyle 1/6 oranında artırılması sonucu 3 yıl 6 ay ağır hapis ve 4.840.700.000 TL ağır para cezası ile cezalandırıldığı, suça konu değerin suç tarihindeki ekonomik koşullar dikkate alınıp pek fahiş olarak değerlendirilmesi üzerine aynı Yasa’nın 522. maddesi iie cezasının takdiren 1/2 oranında artırılması iie hükümlünün sonuç olarak 4 yıl 9 ay ağır hapis ve 7.261.050.000 TL ağır para cezası ile cezalandırılmasına karar verildiği, cezanın infazı sırasında yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nın lehe hükümlerinin uygulanması talebi üzerine, mahkemece bozma üzerine duruşma açılarak, hükümlünün olayda uygulama yeri olmayan 5237 sayılı TCK’nın 158/1-f-son ve 43. maddeleri uyarınca sonuç olarak 3 yıl 9 ay hapis cezası iie cezalandırıldığının anlaşılması karşısında; hükümlünün eylemine uyan 765 sayılı TCK’nın 504/3, 80 ve 522. maddeleri iie 5237 sayılı TCK’nın 245/1, 43. maddelerinin karşılaştırılmasında 5237 sayılı TCK’nın uygulanması suretiyle yapılacak uyarlamanın her halükarda aleyhe sonuç doğuracağı anlaşılmakla; kanun yararına bozma istemine atfen düzenlenen ihbarnamedeki düşünce bu itibarla yerinde görüldüğünden, Ankara Dördüncü Ağır Ceza Mahkemesi’nin 02.05.2006 gün ve 2006/105 esas, 2006/114 sayılı kararının CMK’nın 309. maddesi uyarınca aleyhe sonuç doğurmamak koşuluyla bozulmasına, hükümlü hakkındaki infazın 5237 sayılı TCK’nın 158/1-f-son ve 43. maddeleri ile hükmolunan 3 yıl 9 ay hapisten ibaret ceza üzerinden yerine getirilmesine, hükümdeki diğer hususların aynen muhafazasına, dosyanın mahalline gönderilmesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına iadesine...” karar verilmiştir. 85 Erzincan Barosu Dergisi Yargıtay C.Başsavcılığı’nca 29.11.2010 gün ve 225157 sayı ile; “... İtiraz, öncelikle kesin hükümde değişiklik yargılaması sonucu verilen ve kanun yararına bozma konusu edilen Ankara Dördüncü Ağır Ceza Mahkemesi’nin 02.05.2006 gün ve 2006/105-114 sayılı kararının kesinleşmediğine ve dolayısıyla kanun yararına bozma isteminin reddine karar verilmesi gerektiğine ilişkin bulunmaktadır. Ankara Dördüncü Ağır Ceza Mahkemesi’nin 25.04.2001 tarihli 2000/99- 2001/190 sayılı mahkumiyet hükmünün kesinleşmesiyle sanık Bayram ve müdahil Naşide’nin sırasıyla vekilleri olan Avukatlar M.E. ve H.A. ile vekalet ilişkileri sona ermiş bulunmaktadır. Kararın kesinleşmesinden sonra bu vekalet ilişkisinin sürdüğüne ilişkin dosyada herhangi bir beyan, dilekçe veya başkaca belge bulunmamaktadır. verilenler yönünden yasa yolu süresinin başlangıcının tebliğden itibaren başlayacağının gözetilmemesi 5271 sayılı Yasa’nın 34/2, 231/2, 232/6. maddelerine aykırılık oluşturmaktadır. Kararın, hükümlü ve müdahile yasa yolunun türü, süresi, şekli, merciini gösteren ve başvuru süresinin kararın tebliğinden itibaren başlayacağını içeren bir açıklama ile hükümlü ve müdahile tebliği gerekmektedir. Karar, müdahil ile hükümlüye tebliğ edilmemesi nedeniyle kesinleşmemiştir. Kesinleşmeyen karar, yasa yararına bozma incelemesine konu edilemeyeceğinden kanun yararına bozma isteminin reddine karar verilmesi yerine yazılı şekilde karar verilmesinin hukuka aykırı olduğu kanaatine varılmıştır. Söz konusu karar, ilk yargılamada müdahilin vekili olan ve vekalet ilişkisi sona eren Avukat H.Ali’ye 23.05.2006 tarihinde tebliğ edilmiş, müdahil ile kendisine yargılamayı yapan mahkeme tarafından zorunlu müdafii tayin edildiğinden bilgisi bulunmayan sanığa tebliğ edilmemiştir. Kabule göre ise; kanun yararına bozma konusu edilen karar kesinleşmiş hükümde değişiklik yargılaması sonucu verilen bir karardır. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 20.06.2006 gün ve 124-165, 04.07.2006 gün ve 128-177 sayılı kararlarında da vurgulandığı üzere, kesin hükümde değişiklik yargılamasına ilişkin kararlar infaz aşamasında verilen ve infaza ilişkin hükümlerden olması nedeniyle aleyhe sonuç doğurmama ilkesinin geçerli olmadığı hükümlerdir. Dolayısıyla bu hükümlerin kanun yararına bozulması hükümlüler açısından aleyhe sonuç doğurabilir. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 30.01.2007 gün ve 348-16 sayılı kararı da bu yöndedir. Hükmün bozulması sonucu hükümlü hakkında ilk kesinleşmiş hükümdeki cezayı geçmemek kaydıyla daha ağır bir ceza verilebilir. Bozma sonrası Yargıtay ilgili Dairesinin işin esasına hükmetme hak ve yetkisinin cezanın kaldırılması veya daha hafif bir ceza verilmesi ile sınırlı olmasından dolayı, Yargıtay Özel Dairesi’nin daha ağır bir cezaya hükmetme yetkisi bulunmamaktadır. Bu durumda, ilgili Dairece hükmün bozulmasına karar verilmesi ile yetinilmesi, bozma sonrasında daha ağır cezanın hükmü veren ilk derece mahkemesince yapılan yargılama sonucunda verilmesi gerekmektedir. Kararın yasa yolu açıklamasında, yasa yoluna başvuru şekli gösterilmemesi ve yokluğunda karar Somut olayda, hükümlünün 765 sayılı TCK’rnn 504/3, 80, 522. maddelerine mümas eylemi Yargıtay Ankara Dördüncü Ağır Ceza Mahkemesi’nin evrak üzerinde yaptığı inceleme sonucu verdiği kesinleşmiş hükümde değişiklik yargılamasına ilişkin 13.07.2005gün ve 2000/99-2001/190 sayılı ek kararın Yargıtay Onbirinci Ceza Dairesi tarafından bozulmasına müteakip yapılan tensip ile, hükümlü için müdafii tayin edilmesi için Ankara Barosu Başkanlığı’na müzekkere yazılmasına ve hükümlünün savunmasının alınması için talimat yazılmasına karar verilmiş, hükümlü Bayram’m beyanı 12.04.2006 tarihinde talimat yoluyla Baro tarafından görevlendirilen müdafii Avukat Tacettin’in huzurunda saptanmış, mahkemece yapılan ilk oturum sonucunda sanığın yokluğunda, tayin olunan zorunlu müdafii Avukat Yurtseven’in yüzüne karşı, tefhim tarihinden itibaren 7 gün içerisinde Yargıtay yolu açık olmak üzere kanun yararına bozma konusu edilen 02.05.2006 gün ve 2006/105-114 sayılı karar verilmiştir. 86 Erzincan Barosu Dergisi Ceza Genel Kurulu’nun 30.03.2010 gün ve 2010/1117-65 sayılı kararında belirtildiği üzere 5237 sayılı TCK’rnn 141/1. maddesinde yazılı hırsızlık iie 245/1. maddesinde yazılı banka veya kredi kartlarını kötüye kullanma suçunu oluşturmaktadır. Olaya uygulanacak hükümlerin karşılaştırılması sonucu lehe olan hüküm, 765 sayılı Kanun hükümleridir. Bu bağlamda, yerel mahkemenin kesinleşmiş ilk kararında sanık hakkında teşdiden ceza tayini yoluna gidildiği de gözetilerek Özel Daire’nin 5237 sayılı Kanun hükümlerinin hükümlü aleyhine sonuç doğuracağına ilişkin saptaması ve hükmü kanun yararına bozması isabetlidir. Ancak, hüküm kesinleşmiş mahkumiyette değişiklik yargılaması sonucu verilen bir hüküm olması nedeniyle aleyhe sonuç doğurmama ilkesinin geçerli olmayacağından yerel mahkeme hükmünün kanun yararına bozulmasına ve müteakip işlemlerinin mahalli mahkemesince yapılmasına karar verilmesi yerine hükmün aleyhe sonuç doğurmayacak bir biçimde bozulmasına karar verilmesinin isabetli olmadığı düşünülmüştür...” gerekçeleri ile itiraz yasa yoluna başvurularak, Yargıtay Onbirinci Ceza Dairesi’nin 14.10.2010 gün ve 19347-11240 sayılı kanun yararına bozma kararının kaldırılmasına, Ankara Dördüncü Ağır Ceza Mahkemesi’nin 02.05.2006 gün ve 205-114 sayılı hükmünün kesinleşmemesi nedeniyle Adalet Bakanlığı’nın kanun yararına bozma isteminin reddine karar verilmesi, talep edilmiştir. Dosya, Yargıtay Birinci Başkanlığı’na gönderilmekle, Ceza Genel Kurulu’nca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır: KARAR : İnceleme; hükümlü Bayram hakkındaki hükme hasren yapılmıştır. Hükümlü Bayram hakkında yapılan kesin hükümde değişiklik yargılaması sonunda, 02.03.2000tarihinde işlediği eylem nedeniyle, dolandırıcılık suçundan 5237 sayılı TCY’nin 158/1-f-son ve 43. maddeleri uyarınca 3 yıl 9 ay hapis cezasına karar verilen olayda Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan uyuşmazlık; yasa yararına bozma yasa yoluna konu edilmiş bulunan hükmün, kesinleşmiş olup olmadığının belirlenmesi bağlamında, uyarlama yargıla- ması sırasında hükümlünün bilgisi haricinde atanan zorunlu müdafiin yüzüne karşı yapılan tefhim ile katılan vekiline yapılmış bulunan tebliğin, temyiz süresini başlatıp başlatmayacağı ve yasa yolu bildiriminin yeterli olup olmadığının saptanmasına ilişkin ise de; ilk derece mahkemesince yapılan yargılama sırasında ağır ceza mahkemesi üye hakimi sıfatıyla “sadece tensip zaptının hazırlanmasında” görev yaptığı belirlenen Hakim Saniye’nin, bu davaya ilişkin hükmün yasa yararına bozma yasa yolu başvurusuna dayalı olarak Yargıtay Onbirinci Ceza Dairesi’nce incelenmesi üzerine verilen kararlara iştirak etmiş olmasının, 5271 sayılı CYY’nin 23. maddesine aykırılık oluşturup oluşturmayacağı hususunun öncelikle çözümlenmesi gerekmiştir. Bu durumda; çözümlenmesi gereken iki ayrı konu bulunmaktadır: 1- İlk derece mahkemesindeki yargılama sırasında tensip zaptının hazırlanmasına iştirak eden Hakim Saniye’nin, temyiz incelemesi sonunda Özel Daire’ce verilmiş olan karara da katılmış olmasının, 5271 sayılı CYY’nin 23. maddesine aykırılık oluşturup oluşturmayacağı sorunu: Dosya bu yönüyle incelendiğinde; Ankara Dördüncü Ağır Ceza Mahkemesi üyesi Hakim Saniye’nin, bu mahkemenin 2000/99 esas sayılı dosyasının 10.04.2000 tarihli tensip kararına, katıldığı ve bu tensipte, müşteki, sanık ve tanıkların duruşmaya çağrılması ile sanığın doğum ve sabıka kaydının celbine karar verildiği, sonraki aşamaya ise katılmadığı, Daha sonra; anılan hakimin Yargıtay Üyeliğine atandığı, kesin hükümde değişiklik yargılaması sonucu verilen hükmün kesinleştirilmesi ve bu hükme yönelik olarak T.C. Adalet Bakanlığı’nca yasa yararına bozma yasa yoluna başvurulması üzerine, Yargıtay Onbirinci Ceza Dairesi’ne gönderilen dosyada, Dairece yapılan incelemede 19.06.2009 ve 14.10.2010 tarihlerinde Hakim Saniye’nin de katılımıyla iki ayrı karar verildiği, anlaşılmaktadır. 5271 sayılı CYY’nin, “Bir karar veya hükme katıları hakim, yüksek görevli mahkemece bu hükme 87 Erzincan Barosu Dergisi ilişkin olarak verilecek karar veya hükme katılamaz” şeklindeki 23. maddesinin 1. fıkrası, 1412 sayılı CYUY’nin 22. maddesindeki benzer düzenlemeden bir noktada ayrılmaktadır: Buna göre, 22. maddede “Aleyhine Kanun yollarından birine müracaat edilmiş olan bir hükme iştirak eyleyen hakim mafevk mahkemesince bu hükme dair verilecek karara iştirak edemez” şeklinde yer alan düzenleme, 5271 sayılı CYY’de “hüküm” kelimesinin yanına “karar” kelimesi de eklenmek ve bir anlamda yasağın alanı genişletilmek suretiyle değiştirilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesine göre; “Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir...” Burada konumuz açısından üzerinde durulması gereken husus, “tarafsız bir mahkeme” ilkesidir. Bu anlamda, özellikle ceza yargılamasında, işin esası hakkında karar veren yargıcın duruşma evresi tamamlanmadan önce davaya ilişkin başka roller üstlenip üstlenmediği hususu önem kazanmakta ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce zaman zaman, bu aşamada verilen kararlarla, “tarafsız mahkeme” ilkesinin zedelendiğine karar verilmektedir. Bu konuyla ilgili olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları incelendiğinde; AİHM’nin, ihlal kararı vermek için yargıcın duruşma öncesinde yapmış bulunduğu yüzeysel değerlendirmeleri yeterli görmediği ve “duruşma yargıcının duruşmadan önce kişinin suçlu olup olmadığı konusunda düşünce oluşturup oluşturmadığı” kıstasından hareket ettiği görülmektedir. ( AİHM, Bulut. -Avusturya Davası, 22.02.1996 ) Bu bağlamda, yargıcın daha önceden bazı tedbirlere başvurmuş veya işlemler yapmış olmasının, esasa ilişkin olarak önceden belirlenmiş bir görüşe ulaştığını peşinen göstermeyeceği kabul edilmektedir. ( AİHM, Fey.-Avusturya Davası, 24.02.1993 ) Bunun yanında; usul yasamızdaki yasaklamanın “ilk derece mahkemesince verilen hükümlere” 88 katılan hakimleri kapsadığında bir duraksama yaşanmamakta ise de; “karardan” ne anlaşılması gerektiği üzerinde durmak gerekmektedir. Zira, AİHM kararları da nazara alındığında; yüksek görevli mahkemede görev yapma yasağının sadece, önceki yargılama sırasında, “kişinin suçlu olup olmadığı konusunda düşünce oluştuğunu gösterir nitelikteki” kararlara katılan hakimleri kapsadığı kabul edilmelidir. Bunun dışında, hiçbir ayrım yapılmaksızın, önceki yargılama sırasındaki her türlü karara katılan hakimlerin, yüksek görevli mahkemede görev yapamayacağını söylemek ise düzenlemenin amacıyla bağdaşmamaktadır. Somut olayda; ilk derece yargılama sırasında, sadece Ankara Dördüncü Ağır Ceza Mahkemesi’nce 10.04.2000 tarihinde yapılan ve sanık, müşteki ve tanıkların mahkemeye çağırılması ile sanığın doğum ve sabıka kaydının istenmesine ilişkin olan tensip zaptının düzenlenmesine katıldığı anlaşılan Hakim Saniye’nin, aynı dava hakkında verilen hükme yönelik olarak yasa yararına bozma yasa yoluna başvurulması üzerine Yargıtay Onbirinci Ceza Dairesi’nce gerçekleştirilen incelemeye ve inceleme sonunda verilmiş bulunan kararlara katılmış bulunması; “tensip kararının”, “hakimin, sanığın suçlu olup olmadığı konusunda düşünce oluşturduğunu gösteren kararlardan” olmaması nedeniyle, 5271 sayılı TCY’nin 23. maddesine aykırılık oluşturmaz. Bu itibarla, ilk derece yargılaması sırasında, tarafları duruşmaya çağırmak ve basit bilgileri toplamak biçiminde duruşma öncesi tedbirleri almaktan ibaret tensip kararına katılmış olan Hakim Saniye’nin, aynı işle ilgili olarak yüksek görevli mahkemedeki inceleme ve karara da katılmış olmasında hukuka aykırılık bulunmadığı, oybirliğiyle kabul edilmiştir. 2- Hükmün kesinlesip kesinleşmediği sorunu: 5271 sayılı CYY’nin 309. maddesine göre; ancak, hakim veya mahkeme tarafından verilen ve istinaf veya temyiz incelemesinden geçmeksizin kesinleşen hüküm veya kararlarla ilgili olarak yasa yararına bozma yasa yoluna başvurulabilir. Dolayısıyla, bir hüküm ya da karara ilişkin olarak yasa Erzincan Barosu Dergisi yoluna başvuru yoluna gidilebilmesinin en önemli koşullarından birisi karar veya hükmün kesinleşmiş olmasıdır. Olayımızda ise, 02.05.2006 gün ve 105-114 sayılı hükmün kesinleşip kesinleşmediği hususunun üç ana başlık altında incelenmesi gerekmektedir: a- Yasa yolu bildirimindeki eksiklik: Dosya incelendiğinde; sanığın ve katılan ile katılan vekilinin yokluğunda, sanığa haber verilmeksizin atanan zorunlu müdafiin ise huzurunda tefhim edilen hükümdeki yasa yolu bildiriminin, “Dair, sanığın yokluğunda, sanık müdafii Av. Yurtseven’in yüzüne karşı, mütalaaya uygun, tefhim tarihinden itibaren 7 gün içerisinde Yargıtay yolu açık olmak üzere oybirliğiyle verilen karar açıkça okunup, anlatıldı” şeklinde olduğu görülmektedir. Ceza Genel Kurulu kararlarında duraksamasız olarak belirtildiği üzere; 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 40/2. fıkrasında: “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır” hükmüne yer verilmiş, Bu düzenlemeye paralel olarak 5271 sayılı CYY’nin; 34/2. maddesinde; “Kararlarda, başvurulabilecek kanun yolu, süresi, mercii ve şekilleri belirtilir”, 231/2. maddesinde; “Hazır bulunan sanığa ayrıca başvurabileceği kanun yolları, mercii ve süresi bildirilir”, 232/6. maddesinde ise; “Hüküm fıkrasında, 223. maddeye göre verilen kararın ne olduğunun, uygulanan kanun maddelerinin, verilen ceza miktarının, kanun yollarına başvurma ve tazminat isteme olanağının bulunup bulunmadığının, başvuru olanağı varsa süresi ve merciin tereddüde yer vermeyecek şekilde açıkça gösterilmesi gerekir”. Şeklindeki emredici düzenlemeler yer almıştır. Buna göre; gerek yüze karşı, gerekse yoklukta verilen hüküm ve kararlarda, başvurulacak yasa yolu süresi, başvuru yapılacak mercii ile başvuru şeklinin hiçbir duraksamaya yer vermeyecek biçimde açıkça belirtilmesi zorunludur. 5271 sayılı CYY’nin 40. maddesinin 1. fıkrasında, kusuru olmaksızın bir süreyi geçirmiş olan kişinin, eski hale getirme isteminde bulunabileceği, 2. fıkrasında ise, yasa yoluna başvuru hakkının kendisine bildirilmemesi halinde, kişinin kusursuz sayılacağı açıkça belirtilmiştir. Anılan düzenlemelerden, hüküm ve kararlardaki yasa yolu bildiriminin; yasa yolu, mercii, şekli ve süresini de kapsaması zorunluluğu yanında, açıkça anlaşılabilir ve her türlü yanıltıcı ifadeden uzak olması gerektiği, sonucuna varılmaktadır. Bu açıklamalar ışığında; Hükmün, sanığa haber verilmeksizin atanan zorunlu müdafiin yüzüne, sanık, katılan ve katılan vekilinin ise gıyabında tefhim edildiği somut olayda, yasa yolu bildiriminde bulunulurken temyiz süresinin tefhimden itibaren 7 gün olduğunun belirtilmesi, tefhimde hazır bulunmayan ancak hükmü temyiz etme hakkı bulunanlar yönünden yanıltıcı nitelikte bir eksiklik olarak değerlendirilmiştir. b- Kesin hükümde değişiklik yargılaması sırasında, kendisine zorunlu müdafii atandığından hükümlünün haberdar edilmemiş olması: Dosya bu yönüyle incelendiğinde; Soruşturma aşamasında bir avukat ile temsil edilmeyen hükümlünün, ilk derece yargılama sırasında kendisine vekaletnameli bir avukat atadığı, bununla birlikte ilgili avukatın 31.10.2000günlü dilekçe ile davadan çekildiği, bu durumun da 24.11.2000 tarihinde hükümlüye tebliğ edildiği, ilk hükmün ilanen tebliğ edilmek suretiyle kesinleştirildiği, Kesin hükümde değişiklik yargılaması sırasında ise; evrak üzerinde verilen ilk hükmün Yargıtay’ca usule ilişkin bir nedene dayalı olarak bozulması üzerine yapılan yargılama sırasında, Baroya yazı yazıla89 Erzincan Barosu Dergisi rak hükümlüyü savunmak üzere bir avukatın görevlendirilmesinin istendiği, Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; Aynı zamanda da, cezaevinde bulunduğu Edirne’de talimatla savunması alınan hükümlüye, savunma sırasında yanında bulunması için Av. Tacettin’in atandığı ve bu avukatın, talimatla ifadesi alındığı sırada hükümlünün yanında bulunmakla sınırlı bir görevi ifa ettiği, Mahkemenin istemi üzerine Baro tarafından görevlendirilen zorunlu müdafiinin yüzüne karşı yapılmış olan tefhim, kendisine zorunlu müdafii atandığından haberdar edilmeyen hükümlü açısından hukuksal sonuç ifade etmediği gibi, temyiz süresini de başlatmayacağından; öncelikle gerekçeli kararın, hakkında verilen karardan habersiz olan hükümlüye tebliğ edilmesi gerektiği düşünülmeden, yasa yararına bozma başvurusu üzerine Özel Daire’ce bir karar verilmiş olması isabetli bulunmamıştır. Yargılamanın yapıldığı Ankara Barosu’nca atanan Avukat “Yurtseven” isimli zorunlu müdafiiden ise hükümlünün hiçbir şekilde haberdar edilmediği, Keza, Av. Yurtseven’in, bozmadan sonra 02.05.2006 tarihinde yapılan ve hükmün tefhim edildiği tek celseye katıldığı, görülmektedir. Bahsedilen avukatın yüzüne karşı verilen bu hüküm ayrıca hükümlüye tebliğ edilmediği gibi Av. Yurtseven tarafından da temyiz edilmemiştir. Ceza Genel Kurulu’nun, 17.11.2009 gün ve 212-269 sayılı kararı başta olmak üzere birçok kararında belirtildiği gibi; Mevzuatımızda zorunlu müdafilik sistemini öngören yasanın amacı, kendisini savunmak için yeterli maddi olanağı bulunmayanların bu hakkı kullanamamalarından kaynaklanabilecek olası hak kayıplarının önlenmesi, dolayısıyla da savunma hakkının etkin kullanılabilmesinin sağlanması suretiyle adil yargılanmanın gerçekleştirilmesidir. Bunun doğal sonucu olarak, maddi olanakları elverişli olan sanık nasıl ki vekaletname vermek suretiyle dilediği avukatı serbestçe tayin edebiliyorsa, parası olmayan sanığın da aynı şekilde müdafiliğini üstlenecek avukatı serbestçe belirleyebilmesi, en azından kendisine tayin edilen avukatı beğenmediğinde değiştirme hakkının bulunması, daha da ötesi, görülmekte olan davada kendisine müdafii olarak bir avukat atanacağının sanığa bildirilmesi gereklidir. Kendisine zorunlu bir müdafii görevlendirileceğinin sanığa bildirilmediği ve sanığın bu konudaki iradesine değer verilmediği ya da başka bir ifadeyle sanığın bu konudaki iradesinin dosya kapsamından anlaşılamadığı durumlarda, hükmün müdafii yanında sanığın kendisine de tebliğinin adil yargılanma hakkının bir gereği olduğu kabul edilmelidir. 90 c- Katılan ile vekili arasındaki ilişkinin hükmün kesinleşmesinden sonra da devam edip etmediği ve buna bağlı olarak katılan vekiline yapılmış bulunan tebliğin, katılan yönünden temyiz süresini başlatıp başlatmayacağı: Dosyaya yansıyan bilgi ve belgelerden; katılan Naşide’nin ilk derece yargılama sırasında vekaletname ile atanmış Av. H.Ali tarafından temsil edildiği, bununla birlikte anılan avukatın ilk hükmün kesinleştiği 28.09.2001 tarihinden sonraki yargılamaya hiçbir şekilde iştirak etmediği, buna karşılık kesinleşip1 kesinleşmediği tartışılan ve katılan ile vekilinin yokluğunda verilen uyarlama hükmünün, bu avukata tebliğ edilmekle birlikte temyiz de edilmediği anlaşılmaktadır. Ceza Genel Kurulu’nun 13.05.2008 gün ve 101113 sayılı kararında da ifade edildiği üzere; Sona erdirilmediği sürece devam ettiği kabul edilen vekalet sözleşmesinin aksine avukatlık sözleşmesinin süresiz olarak devam ettiğini kabul etmek mümkün değildir. Böyle bir kabul, birçok sorunu da beraberinde getirecektir. Belli bir ücret karşılığı iş yapan vekilden, kesinleşen bir hükümden yıllarca sonra, bu hükümle ilgili yeni bir durum ortaya çıktığında, o hususu da kendiliğinden halletmesi bir görev olarak beklenemez. Şu durumda, yasal düzenlemelere uygun olanı, avukatlık sözleşmesinin hükmün kesinleşmesi ile sona ermesidir. Olağan olmayan yasa yolları bu sürece dahil edilmemelidir. Ancak, açıkça sonlandırılmadığı veya diğer sona erme nedenleri bulunmadığı takdirde, vekalet ilişkisi halen devam Erzincan Barosu Dergisi ediyor olacağından, kesinleşme sürecinden sonraki işlemler için de aynı avukatın işe devam etmesi isteniyorsa, ayrı bir avukatlık sözleşmesi yapılmalıdır. Bir şekle bağlı olarak yapılması şart olmayan bu sözleşme, müvekkilin vereceği sözlü bir talimatla kurulabileceği gibi, vekilin müvekkilinin lehine işe girmesi ve müvekkilinin buna izin vermesi ya da ses çıkarmaması şeklinde de ihdas edilebilir. Olayımızda ise; katılan ile vekili arasındaki vekalet ilişkisinin devam ediyor olma olasılığı bulunmakta ise de; vekilin, hükmün kesinleşmesinden sonra uyarlama yargılaması sırasında da görev yapması konusunda katılan ile vekili arasında “açık” veya “zımni” bir avukatlık sözleşmesi yapıldığına ilişkin bilgi ya da belge bulunmadığı gibi vekilin, müvekkili adına, onun kabul edebileceği bir işlemi gerçekleştirdiği ( örneğin hükmü temyiz ettiği ) de söylenemeyeceğinden, uyarlama hükmünün katılan vekiline tebliği yeterli olmayıp katılanın kendisine de tebliğ edilmesi gerekir. Tüm bu açıklamalar birlikte değerlendirildiğinde; yasa yolu bildiriminin yanıltıcı nitelikte eksiklik içermesi, hükümlüden habersiz olarak atanan zorunlu müdafiin yüzüne karşı tefhim edilen hükmün ayrıca hükümlüye tebliğ edilmemesi ve aralarında bir avukatlık sözleşmesi bulunduğuna dair hiçbir bilgi ve belge bulunmamasına rağmen uyarlama yargılaması sonunda verilen hükmün, katılan yerine, katılan vekiline tebliğ edilmiş olması nedenleriyle; hükümlü ve katılan yönünden eski hale getirme yoluyla temyiz edilmesi halen olanaklı bulunmakla kesinleşme- yen hükümle ilgili olarak yasa yararına bozma yasa yoluna başvurulamaz. Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Daire kararının kaldırılmasına, yasa yararına bozma isteminin reddine, dosyanın, kararın ilgililere tebliğinin sağlanması için yerel mahkemeye gönderilmesine karar verilmelidir. SONUÇ : Açıklanan nedenlerle; 1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE, 2- Yargıtay Onbirinci Ceza Dairesi’nin, 14.10.2010 gün ve 19347-11240 sayılı kararının KALDIRILMASINA, 3- T.C. Adalet Bakanlığı’nın yasa yararına bozma isteminin hükmün henüz kesinleşmemiş olması nedeniyle REDDİNE, 4- Dosyanın, gerekçeli kararın “temyiz süresinin tefhimde hazır bulunmayanlar için tebliğden itibaren 7 gün olduğu” açıklamasıyla birlikte, hükümlü Bayram müdafii Av. Yurtseven’e, hükümlü Bayram’a ve katılan Naşide’ye tebliğinin sağlanması ile temyiz dilekçesi verilmesi halinde gereğinin yapılması için Ankara Dördüncü Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığıma TEVDİİNE, 21.12.2010 günü yapılan müzakerede oybirliği ile karar verildi. 91 Erzincan Barosu Dergisi YARGITAY KARARI HUKUKA AYKIRI ARAMA VE ELDE EDİLEN DELİLLER İ. 2011/145958 E.2013/9-610 K.2014/512 Kararı Veren Yargıtay Dairesi : 9. Ceza Dairesi Mahkemesi : DOĞUBAYAZIT 2. Asliye Ceza Günü : 10.01.2011 Sayısı : 252-5 Davacı : K.H. Sanık : Mehmet Yıldırım Göçmen kaçakçılığı suçundan sanık Mehmet Yıldırım’ın 5237 sayılı TCK’nun 79/1-a, 35/2, 62, 52 ve 53. maddeleri uyarınca 1 yıl 3 ay hapis ve 25 Lira adli para cezası ile cezalandırılmasına ve hak yoksunluğuna ilişkin, Doğubayazıt 2. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 10.01.2011 gün ve 252-5 sayılı hükmün sanık tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 9. Ceza Dairesince 28.02.2013 gün ve 5778-3123 sayı ile oyçokluğuyla onanmasına karar verilmiş, Daire Üyesi C. Özer; “Göçmen kaçakçılığı suçu seçimlik hareketli bir suçtur. Bu seçimlik hareketler: 1- Bir yabancının yasal olmayan yollardan ülkeye sokulması, 2- Yabancının yasal olmayan yollardan ülkede kalmasına imkan sağlanması, 3- Bir Türk veya yabancının yasal olmayan yollardan ülke dışına çıkarılmasıdır. Bu seçimlik hareketlerin birinin gerçekleştirilmesi suçun oluşması için yeterlidir. Sanığın eyleminin bu seçimlik hareketlerden hangisine uyduğunun belirlenebilmesi için göçmenin amaç ve niyetine bakmak gerekmektedir. Seçimlik hareketlerde kul92 lanılan kavram olan ‘imkân sağlama’ ise yasa koyucu tarafından bir sınırlama getirilmeyen her türlü hareketle gerçekleştirilebilir olmakla birlikte ülkede kalmaya imkân sağlama niteliği gereği içerisinde sürekliliği barındıran bir kavramdır. Örneğin Türkiye’ye yasal yollardan girmiş ikamet süresi dolmuş veya yasal olmayan yollardan girmiş bir yabancıya doğrudan veya dolaylı maddi çıkar sağlamak kaydıyla kalacak yer sağlanması, ev kiralanması, bir işte çalışmasının sağlanması hallerinde yabancının yasal olmayan yollardan ülkede kalmasına imkân sağlanması söz konusu olabilir. Ancak niteliği itibariyle süreklilik içermeyen örneğin yabancıya ücreti karşılığında lokantada yemek verilmesi, otobüsle bir yerden bir yere taşınması gibi durumlarda bu fiiller yabancının ülkede kalmasını temin etmeyeceğinden atılı suçu oluşturmayacaktır. Somut olayımızda otobüs şoförü olan sanığın otobüse biletli binen Doğu Türkistan uyruklu kişiyi otobüsle taşımak şeklindeki eyleminin, yabancının daha önce Türkiye’de yasal yollardan girip ikamet etmiş ancak pasaport ve 3 aylık vize süresinin bitmiş olması, kişinin Türkiye’de kalıp yerleşmek ve sığınma isteyen yabancı olması, yoldan biletli olarak araca binen yabancının otobüsle çok kısa süre seyahat ettikten sonra araç durdurularak yapılan aramada yakalanması, yabancı uyruklu şahsın yolcu ücreti dışında sanığa bir ücret ödediğine dair beyanının bulunmaması, sanığın istikrarlı olarak suçu inkâr etmesi ve yabancının beraat eden muavin tarafından otobüse alınması ve en önemlisi yabancı uyruklu şahsın İstanbul’a götürülmesi halinde dahi göçmen kaçakçılığına teşebbüs olarak kabul edilen eyleminin, icra hareketlerini tamamlaması durumunda yabancının ülkede kalmasına imkân sağlamak olarak kabul edilemeyeceği hususları göz önüne alındığında; unsurları oluşmayan suçtan sanığın beraatine karar verilmesi gerekmektedir” düşüncesiyle karşı oy kullanmıştır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 30.04.2013 gün ve 145958 sayı ile; “1)Suçun konusu olan göçmenin iradesi ve Türkiye ile hukuki ilişkileri göçmen kaçakçılığı suçunun sanık yönünden unsurları itibariyle oluşup oluşmadığında önem arz etmektedir. Olayımızda süresi Erzincan Barosu Dergisi geçmiş olsa dahi göçmenin Türkiye’den alınma bir oturma izni var ise suç unsurları itibariyle oluşmaz. Bu husus araştırılmamıştır. 2) Polisler otobüsü durdurduklarında muavinin beyanına göre göçmenin otobüsün içinde ve arka kısımda olduğu savunulduğuna göre, göçmenin otobüs durunca kaçak olduğunu bilerek ani bir davranışla yakalandığı yere girmiş olma ihtimali hiç düşünülmemiş ve muavin beyanı ile kolluk tutanağındaki çelişki en azından sorularak giderilmemiştir. 3) Göçmenin biletli yolcu olduğu aşamalarda tutarlı şekilde savunulduğu halde dosya içeriğine varsa bilet konulmadığı gibi sanıklardan ve göçmenden de bu husus sorulmamıştır. 4) Suçun unsurları itibariyle oluşabilmesi için sanığın Türkiye’ye kaçak olarak girdiğini bildiği kişiyi, doğrudan veya dolaylı maddi menfaat elde etmek maksadı ile ülkede kalmasına imkân sağlaması gerekir iken yıllardır Türkiye’de yaşadığı anlaşılan göçmeni otobüsüne alan sanığın kişinin kaçak halde olduğundan bir bilgisinin olup olmadığı ve bir menfaat elde edip etmediği araştırılıp sonucuna göre hüküm tesisi gerektiğinin düşünülmemesi, 5) Suçun unsurlarında yer alan ‘ülkede kalmasına imkân sağlama’ unsurunun somut olayda nasıl gerçekleştiğinin hüküm yerinde gösterilip tartışılmaması usul ve kanuna aykırıdır” görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurarak, Özel Daire onama kararının kaldırılmasına ve yerel mahkeme hükmünün bozulmasına karar verilmesi talebinde bulunmuştur. CMK’nun 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 9. Ceza Dairesince 18.06.2013 gün ve 4777-9513 sayı ile; itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır. TÜRK MİLLETİ ADINA CEZA GENEL KURULU KARARI Özel Daire çoğunluğu ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; yerel mahkemece göçmen kaçakçılığı suçundan sanık hakkında eksik araştırma ve yetersiz gerekçeyle hüküm kurulup kurulmadığının belirlenmesine ilişkin ise de; öncelikle suçun işlendiğinin öğrenilmesi sonrasında delil elde edilmesi amacıyla olaydan önce verilmiş olan önleme araması kararına istinaden yapılan arama işleminin hukuka uygun olup olmadığı, bu bağlamda arama sonucunda elde edilen delillerin hükme esas alınıp alınamayacağı hususunun Yargıtay İç Yönetmeliğinin 27. maddesi uyarınca ele alınıp değerlendirilmesi gerekmektedir. İncelenen dosya kapsamından; 03.07.2009 tarihli olay yakalama ve el koyma tutanağında; Doğubayazıt İlçe Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Grup Amirliğince yapılan istihbari çalışmalarda 03.07.2009 günü saat 11.30 sıralarında Doğubayazıt’tan İstanbul’a gidecek olan 34 ET .... plaka sayılı yolcu otobüsünde sahte para, mülteci ve kaçak eşya bulunduğu bilgisinin elde edildiği, Doğubayazıt İlçesi Ağrı istikameti çıkışı olan “86 noktası” olarak adlandırılan yerde otobüsün beklenmeye başlanıldığı, 34 ET .... plakalı bir turizm firmasına ait otobüsün geldiğinin görülmesi üzerine durdurulduğu, otobüs şoförü olan sanıktan otobüste suç unsuru madde veya malzeme olup olmadığının sorulduğu, “yoktur” demesi üzerine Doğubayazıt Sulh Ceza Mahkemesince olaydan 8 gün önce verilmiş 25.06.2009 gün ve 2009/713 Değişik İş sayılı önleme araması kararına istinaden otobüsün aranmaya başlanıldığı, otobüsün ikinci sürücüsünün dinlenme yeri olarak kullanılan arka kapısının yanında yolcuların bulunduğu yerden bağımsız olan alt kısımda bulunan istirahat yerinde Haıreti Hasımu isimli, 1968 Doğu Türkistan Urumçi doğumlu Çin vatandaşı birisinin olduğu, yapılan kontrolde pasaportunun bulunduğu ancak 1996 tarihli pasaportunun süresinin ve 3 aylık vizesinin bitmiş olduğunun görüldüğü, sanıktan otobüsün ön tamponunun arkasında bulunan yedek tekerlek konulan kapalı bölmenin açılmasının istenildiği, sanığın önce kapağın açılmadığını söyleyip açmak istemediği ancak arama yapılacağı söylenince kendiliğinden açtığı, yapılan kontrolde bölme içerisinde yedek tekerleğin olmadığı, toplam 2.240 paket gümrük kaçağı sigara ve puro bulunduğunun tespit edildiği, sanığın kaçak eşyaların otobüsün muavini 93 Erzincan Barosu Dergisi ve oğlu olan Emrullah’a ait olduğunu, mülteci şahsı da oğlunun otobüse bindirmiş olabileceğini beyan ettiği, olayla ilgili Cumhuriyet savcısı ile yapılan görüşmede otobüsün detaylı aranması için Gümrük Müdürlüğünde bulunan x-ray cihazından geçirilmesi ve kaçak eşyalara el konulması talimatının alındığı, emir üzerine aracın detaylı arama yapılmak üzere Gürbulak Gümrük Müdürlüğüne götürüldüğü bilgilerine yer verildiği, Olay yakalama ve el koyma tutanağında arama saatinin gösterilmediği, gözaltına alma tutanağında sanığın saat 13.00’da gözaltına alındığının belirtildiği, Cumhuriyet savcısı tarafından 04.07.2009 tarihli yazı ile Doğubayazıt Sulh Ceza Mahkemesinin 25.06.2009 gün ve 2009/713 sayılı önleme araması kararına istinaden 03.07.2009 tarihinde 34 ET .... plaka sayılı araçta yapılan aramada bir göçmenin bulunduğu belirtilerek CMK’nun 128/1-b maddesi uyarınca araca el konulmasına karar verilmesinin talep edildiği, Doğubayazıt Sulh Ceza Mahkemesince 04.07.2009 gün ve 2009/730 sayılı kararla Anayasanın 20, 5607 sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanununun 9, 5271 sayılı CMK’nun 127/3 ve Adli ve Önleme Aramaları Yönetmeliğinin 8. maddeleri uyarınca 34 ET .... plakalı araca el koyma işleminin onaylanmasına karar verildiği, Dosya içerisinde hakim, Cumhuriyet savcısı veya kolluk amiri tarafından verilmiş bir adli arama kararının bulunmadığı, Arama işleminin dayanağını oluşturan Doğubayazıt Sulh Ceza Mahkemesinin 25.06.2009 gün ve 2009/713 sayılı önleme araması kararı incelendiğinde; Doğubayazıt Kaymakamlığı’nın müracaatı üzerine terörist grupların sızma girişimlerinin, eylem hazırlıkları ile eylemlerinin engellenmesi, terör olaylarının faillerinin yakalanması ve 5607 sayılı Kaçakçılık Kanununa muhalefet ve asayiş olaylarının önlenmesi, aranan şahısların yakalanması, vatandaşların huzur ve güven içinde bulunmalarının temini, kamu düzeninin sağlanması, yasak olan her türlü silah, patlayıcı madde ve eşyanın ele geçirilmesi, genel sağlık ve milli güvenliğin korunması amacıyla zaruret bulunduğu belirtilerek İlçe girişi, Bölge Trafik Denetleme İstasyon Amirliği inşaatı önündeki 94 uygulama noktasında, Jandarma Komanda Taburu önündeki uygulama noktasında, 2 nolu Iğdır Caddesi üzerinde ve İlçe merkezinde İlçe Emniyet Müdürlüğü personelince oluşturulacak arama ve kontrol noktalarında 26.06.2009 günü saat 08.00 ila 09.07.2009 günü 24.00 saatleri arasında araçlar, şahıslar ve özel kâğıtları ile eşyaları üzerinde ve Doğubayazıt ilçe genelinde bulunan umuma açık istirahat, eğlence, konaklama ve oyun yerlerinde, halkın topluca bulunduğu veya toplanabileceği yerlerde, yerleşim birimlerinin giriş ve çıkışlarında araçlar, şahıslar ve özel kâğıtları ile eşyaları üzerinde önleme araması yapılmasına izin verilmesine karar verildiğinin belirtildiği, Kaçakçılık suçundan yapılan soruşturma evrakının tefrik edildiği, UYAP üzerinden yapılan incelemede Doğubayazıt 1. Asliye Ceza Mahkemesince 04.02.2010 gün ve 381-44 sayılı kararla Mehmet Yıldırım ve Özal Yıldırım’ın delil yetersizliğinden beraatine, Emrullah Yıldırım’ın ise cezalandırılmasına ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verildiği, temyiz üzerine Yargıtay 7. Ceza Dairesince beraat kararlarının onandığı, Sanığın 1918 sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanununa aykırılıktan çok sayıda sabıkasının bulunduğu, Anlaşılmaktadır. Sanığın sevk ve idaresindeki otobüste yakalanan Doğu Türkistan asıllı Çin vatandaşı Haıreti Hasımu kollukta; 1996 yılı Nisan ayının 6’sında pasaportu ile Türkiye’ye girdiğini, Türkiye’de kalmak için oturma izni aldığını, süresi bitince parası olmadığı için yeniletemediğini, ancak Zeytinburnu’nda bulunan Doğu Türkistanlılar Derneğinde kalmaya devam ettiğini, tercümanlık yaparak geçimini sağladığını, olaydan bir hafta kadar önce yeniden vize alabilmek için yasal olmayan yollardan İran’a geçtiğini, İran’da bulunan karışıklıklar nedeniyle konsolosluğa gidemediğini, olay günü yine yasal olmayan yollardan Türkiye’ye geldiğini, Çaldıran’da otobüse bindiğini, polislerin kendisini aldıklarını, Çin’de siyasi suçlu olarak arandığını, Çin’e iade edilmek istemediğini, iade edilmesi durumunda idam edilebileceğini, Türkiye’de kalmak istediğini beyan etmiş, Erzincan Barosu Dergisi Tutanak mümzii tanıklar Cihan Sarı ve Cengiz Aydın; olayı detaylı hatırlamadıklarını, otobüsün içinde mülteci bulduklarını, buna ilişkin tutanak tuttuklarını, tutanak içeriğinin doğru olduğunu ifade etmişler, Hakkında göçmen kaçakçılığı suçundan beraat kararı verilen ve otobüsün muavini olan sanığın oğlu Emrullah Yıldırım savcılıkta; araçta ele geçen kaçak sigaraların kendisine ait olduğunu, Haıreti Hasımu adlı yolcuyu da otobüse kendisinin bindirdiğini, bu kişinin ülkeye yasal olmayan yollardan girdiğini ve oturma hakkı olup olmadığını bilmediğini, şahsın elinde yazıhaneden kesilmiş bilet bulunduğu için diğer yolcular gibi biletini kontrol edip otobüse aldığını, pasaportunu kontrol etmediğini böyle bir yetkisinin ve yükümlülüğünün de olmadığını, diğer yolculardan farklı bir menfaat temin ederek otobüse almadığını, şahsı otobüse aldığında babasının şoför koltuğunda oturduğunu, otobüse bindiğini fark etmemiş olabileceğini söylemiş, 30.09.2009 tarihli talimat duruşmasında yabancı uyruklu şahsı şehir merkezinin dışında yoldan aldıklarını, elinde bilet olduğunu, araca bindikten yaklaşık 5 dakika kadar sonra otobüsün durdurulduğunu, şahsın aracın orta kapısından inmek isterken polisler tarafından yakalandığını, bu kişinin ülkeye yasal olmayan yollardan girdiğini bilmediğini belirtmiş, 06.10.2010 tarihli talimat duruşmasında ise kaçak olarak otobüse binen kişiden haberi olmadığını, yapılan arama sonucunda böyle bir durumun ortaya çıktığını dile getirmiştir. Hakkında beraat kararı verilen, otobüste bulunan ve sanığın bir diğer oğlu olan Özal Yıldırım ise tüm aşamalarda; İstanbul’a ablasının yanına gittiğini, yolculuk boyunca babasının yanında hostes koltuğunda oturduğunu, yabancı uyruklu kişinin ne zaman ve nasıl araca bindiğini bilmediğini, arama sonucunda durumdan haberdar olduğunu, ağabeyi ve babası ile birlikte araçtan inince polislerin kendisini de karakola götürdüklerini anlatmış, Sanık kollukta; kaçak sigaraları ve göçmen şahsı oğlu Emrullah’ın otobüse almış olabileceğini, olayla bir alakası olmadığını; duruşmada ise, yabancı uyruklu şahsın ne zaman ve nasıl araca bindiğini bilmediğini, kesinlikle göçmen kaçakçılığı yapma- dığını, şahıs yakalandığında elinde bilet olduğunu savunmuştur. Uyuşmazlık konularının isabetli bir biçimde çözümlenebilmesi için aşağıdaki başlıklar altında incelenmesinde yarar bulunmaktadır. I-Tedbir Kavramı ve Tehlike Tedbirleri: Tedbir; “bir şeyin sonunu düşünerek gerekeni hazırlamak veya hazırlanan şey” anlamına gelmektedir. Hukukta tehlike halleri göz önünde tutularak bunlara karşı bazı geçici tedbirlere başvurulmaktadır. Bu tedbirlere öğretide üst kavram olarak tehlike tedbiri adı verilmektedir. (Nurullah Kunter, Tehlike Tedbiri Genel Teorisi ve Para Cezaları İçin İcrai ve İhtiyati Haciz, İHFM 1969, C.34, s.27 vd; Feridun Yenisey, Ayşe Nuhoğlu, Ceza Muhakemesi Hukuku Ders Kitabı, Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları, İstanbul, Ekim 2014, 2. Bası, s. 424) Tehlike tedbirleri sadece ceza muhakemesi hukukunda değil hukukun diğer dallarında, örneğin; medeni, idari, askeri, mali muhakeme hukukunda ve hatta ceza hukuku, borçlar hukuku, anayasa hukuku gibi muhakeme dışı hukuk dallarında da bulunmaktadır. Bu kapsamda, medeni muhakemedeki “geçici hukuki korumalar” başlığı altında düzenlenen ihtiyati tedbir ve delil tespiti, idari yargılama hukukundaki yürütmenin durdurulması ve anayasa hukukundaki yürürlüğün durdurulması birer tehlike tedbirinden ibarettir. II-Koruma Tedbirleri: Ceza muhakemesi hukukunda uygulanan tehlike tedbiri türü “koruma tedbiri”dir. Koruma tedbiri kavramı kanun koyucu tarafından da kabul görmüş bir kavram olup ceza muhakemesinin yapılmasını veya yapılan muhakemenin sonunda verilecek kararın kağıt üzerinde kalmamasını ve muhakeme masraflarının karşılanmasını sağlamak amacıyla, kural olarak ceza muhakemesinde karar verme yetkisini haiz olan yetkililer tarafından, gecikmede sakınca bulunan durumlarda geçici olarak başvurulan ve hükümden önce bazı temel hak ve hürriyetlere müdahaleyi gerektiren kanuni çarelere “koruma tedbiri” denir. (Bahri Öztürk, Behiye Eker Kazancı, Sesim Soyer Güleç, Ceza 95 Erzincan Barosu Dergisi Muhakemesi Hukukunda Koruma Tedbirleri, Seçkin Yayınları, Ankara, Eylül 2013, 1. Bası, s.1) Ceza muhakemesinin kurallarının işlemeye başlaması “başlangıç şüphesi” ile olmaktadır. Bu nedenle koruma tedbirleri bir suçun işlendiği izlenimini veren hâlin öğrenilmesinden sonraki aşamada başvurulan adli nitelikli tedbirlerdir. Soruşturmayı başlatmaya yetebilecek nitelikte olması gereken ve basit şüphe de denilen başlangıç şüphesi, 5271 sayılı CMK’nun 160. maddesinin birinci fıkrasında “bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâl” şeklinde ifade edilmiştir. Başlangıç şüphesinin, dayandığı deliller basit, diğer aşamalarda elde edilebilecek delillere göre yetersiz ve/veya sayıca az olmakla birlikte en azından belirti düzeyinde delillere dayanıyor olması ve bir şuçun işlendiği yolunda akla ve mantığa uygun bir şüphe ortaya koyması gerekmektedir. Bu bakımdan somut olaylara dayanmayan, soyut iddia ve tahminler başlangıç şüphesi olarak kabul edilemeyecek, buna karşılık başlangıç şüphesinin belirli bir kişiye yönelmesi de gerekmeyecektedir. Ortada bu nitelikte bir şüphe yokken ceza muhakemesi soruşturmasının başlatılması ve koruma tedbirlerine müracaat edilmesi halinde, bu işlemin kaynağı hukuki olmayacağından keyfilik olarak değerlendirilmesi söz konusu olacaktır. (Bahri Öztürk, Ceza Hukukunda Koğuşturma Mecburiyeti, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1991, s.54, Feridun Yenisey, Hazırlık Soruşturması ve Polis, Beta Yayınları, İstanbul, 1.Bası, Mayıs 1987, s.45) 5271 sayılı CMK’nda ayrıntılı olarak açıklanmayan başlangıç şüphesine ilişkin olarak 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanunun 4. maddesinin 3 ve 4. fıkralarında; “Bu Kanuna göre memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında yapılacak ihbar ve şikâyetlerin soyut ve genel nitelikte olmaması, ihbar veya şikâyetlerde kişi veya olay belirtilmesi, iddiaların ciddî bulgu ve belgelere dayanması, ihbar veya şikâyet dilekçesinde dilekçe sahibinin doğru ad, soyad ve imzası ile iş veya ikametgâh adresinin bulunması zorunludur. Bu şartları (üçüncü fıkradaki) taşımayan ihbar ve şikâyetler Cumhuriyet başsavcıları ve izin vermeye yetkili merciler tarafından işleme konulmaz ve durum, ihbar veya şikâyette bulunana bildirilir. Ancak iddiaların, sıhhati şüpheye mahal vermeyecek belgelerle orta96 ya konulmuş olması halinde ad, soyad ve imza ile iş veya ikametgâh adresinin doğruluğu şartı aranmaz” şeklinde ayrıntılı düzenlemeye yer verilmiştir. Soruşturma işlemlerine fiilen başlamak için gerekli şüphe bakımından getirilen bu kriterlerin sadece bu kanun kapsamındaki kamu görevlileri açısından değil tüm soruşturmalar için uygulanması soruşturmaların hukuka uygun olarak başlatılması ve yürütülmesi noktasında yararlı bir yaklaşım tarzı olacaktır. Nitekim, “koruma tedbirleri nedeniyle tazminat” davalarını temyizen incelemekle görevli Yargıtay 12 . Ceza Dairesi’nin 24.12.2013 gün ve 9105-30731 sayılı kararında; “Cumhuriyet savcısı, davacı-şüphelinin evinde uyuşturucu bulunduğu ihbarı üzerine hemen işin gerçeğini araştırmaya başlamadan ve bu konuda başkaca hiçbir araştırma yapmadan doğrudan davacının evinde arama kararı talep etmiş ve bu konuda karar aldırmış olup, dolayısıyla soruşturma makamlarının ihbarla ilgili hiçbir araştırma ve inceleme yapmadan, başka deliller toplanmadan alınan arama kararına dayanılarak davacı/şüphelinin evinde uyuşturucu madde araması yapılmıştır. Bu şekildeki uygulamanın CMK’nun 116 ve 160. maddesine uygun olmadığı gibi ayrıca konut dokunulmazlığının korunmasını öngören Anayasanın 21/1. maddesindeki usulüne göre verilmiş hakim kararı olmadığından Anayasaya ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin özel hayatın ve aile hayatının korunmasını öngören 8/2. maddesinde öngörülen ‘bu hakkın kullanılmasına bir kamu otoritesinin müdahalesi, için, demokratik bir toplumda, zorunlu olan ölçüde ve yasayla öngörülmüş olmak koşuluyla söz konusu olabilir’ hükmüne de aykırılık oluşturmaktadır” sonucuna ulaşılmıştır. Koruma tedbirleri genel itibariyle 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununda düzenlenmiştir. Ceza Muhakemesi Kanunun Birinci Kitabının Dördüncü Kısmı “Koruma Tedbirleri” başlığını taşımakta olup bu kısımda yakalama ve gözaltı, tutuklama, adli kontrol, arama ve el koyma, telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi, gizli soruşturmacı ve teknik araçlarla izleme koruma tedbirlerine yer verilmiştir. Ancak koruma tedbirleri sayılan bu tedbirlerle sınırlı olmayıp Ceza Muhakemesi Kanunun diğer bölümlerinde, örneğin; zorla getirme (m. 146), beden muayenesi ve vücuttan örnek alınması (m.75, Erzincan Barosu Dergisi 76, 77) koruma tedbirlerine yer verildiği gibi özel kanunlarda da düzenlenmiş, örneğin; erişimin engellenmesi (6551 sayılı Kanun m.8, 9, 10) tanık koruma tedbirleri (5726 sayılı Kanun m.5) gibi daha başka bir çok koruma tedbiri bulunmaktadır. Anayasamızın 13. maddesinin amir hükmü uyarınca kanunla düzenlenmesi gereken koruma tedbirleriyle çoğu zaman henüz gerçekten bir suçun işlenip işlenmediği ya da işleme muhatap olan şüpheli tarafından işlendiği yargı kararı ile sabit olmadığı halde gecikmesinde sakınca bulunmasından dolayı görünüşte haklılıkla yetilinilerek gerek şüphelinin gerekse şüpheli statüsünde olmayan üçüncü kişilerin temel hak ve özgürlükleri ihlal edilmektedir. Bu nedenle koruma tedbirlerine başvurulabilmesi için şu üç ön şartın birlikte bulunması gerekmektedir: 1-Gecikmede sakınca ya da tehlike bulunması, 2-Görünüşte haklılık, 3-Ölçülülük. Koruma tedbirlerinin ilk ön şartı gecikmede sakınca ya da tehlike bulunmasıdır. Bu şart hem koruma tedbirine başvurulması hem de tedbire kim tarafından karar verilebileceğinin belirlenmesi bakımından önem arz etmektedir. Gecikmede sakınca ya da tehlike bulunması derhal işlem yapılmadığı takdirde tedbirden beklenen faydanın elde edilemeyecek, ceza muhakemesinin gereği gibi ve amacına uygun biçimde yapılamayacak olmasıdır. (Nur Centel, Hamide Zafer, Ceza Muhakemesi Hukuku, Beta Yayınları, İstanbul, Eylül 2014, 11. Bası, s.321) Koruma tedbirine ancak böyle bir zorunluluk durumunda başvurulabilir. Diğer bir anlatımla iş ivedi değilse geçici bir önlem olan koruma tedbirine başvurulmasına da gerek yoktur. Gecikmede sakınca bulunup bulunmadığını tedbire karar vermeye yetkili mercii takdir edecektir. Ancak demokratik bir hukuk devleti olmanın sonucu olarak bu takdir yetkisi mutlak olmayıp onay makamının yahut kanun yolu mercilerinin denetimine tâbidir. Koruma tedbirlerinin ikinci ön şartı ise görünüşte haklılıktır. Koruma tedbiri bir tehlike tedbiri türü olduğundan ancak bir hakkın tehlikede olduğunu gösteren olaylar mevcut olduğu takdirde uygulanabi- lir. Hakkın bulunup bulunmadığının araştırılması zaman alacağından ve tehlike gecikmeye müsaade etmediğinden haklı görünüşle yetinilmek zorunludur. Bu nedenle koruma tedbirlerinde yanılma her zaman mümkün olup, haksızlık ihtimali daima vardır. Koruma tedbirine başvurulmasının gerçekten haklı olup olmadığı yapılacak muhakemenin sonunda anlaşılabilecektir. Görünüşte haklılık ön şartının gereği olarak koruma tedbirine müracaat edilebilmesi için soruşturma veya kovuşturma konusu suçun işlendiğine ve tedbire müracaat edilmesinde yarar bulunduğuna ilişkin belirli derecede bir şüphenin bulunması aranır. Tedbirinin türüne göre aranan şüphenin derecesi “makul” veya “kuvvetli” şüphe olabilecektir. Bununla birlikte her halükarda, kişilerin temel hak ve özgürlüklerine müdahale edilmesinin dayanağını oluşturan bu şüphenin, soruşturmanın başlangıcında aranan başlangıç şüphesinden yoğun bir şüphe olması zorunludur. Koruma tedbirlerinin üçüncü ve son ön şartı ölçülülüktür. Ölçülülük ilkesinin temel amaç ve işlevi, koruma tedbirine muhatap olacak kişilerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almak için kullanılacak kamu gücünü, hak ve özgürlükler lehine sınırlandırmak, müdahalelerde aşırılığa gidilmesini ve buna bağlı olarak doğabilecek mağduriyetleri önleyebilmektir. Anayasal bir ilke olan ölçülülük ilkesinin, elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkesi bulunmaktadır. Elverişlilik; söz konusu tedbirin ulaşılmak istenen amaca uygunlugunu veya elverişliliğini, gereklilik; belli bir amacın elde edilmesinde aynı derecede elverişli olan birden çok sayıdaki tedbir arasından temel hak ve özgürlükleri en az sınırlayan tedbirin seçilerek kullanılmasını, dar anlamda ölçülülük de denilen orantılılık ise; tedbirin ilgililere “ölçüsüz bir yükümlülük” getirmemesini ve “katlanılamaz” nitelikte olmaması gerektiğini ifade etmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından da, Buck/Almanya (28.04.2005; Başvuru no:41604) ile Smirnov/Rusya (07.06.2007; Başvuru no:71362/01) kararlarında; yapılan müdahale ile izlenen meşru amacın orantılı olması gerektiği vurgulanmıştır. Bu ön şartların kanunda açıkça ve ayrıntılı olarak belirtilmemiş olması, bu ön şartlar aranmadan koruma tedbirine başvurulmasını hukuka uygun hale 97 Erzincan Barosu Dergisi getirmeyecektir. Zira bu ön şartlar koruma tedbirinin bünyesinde bulunmakta ve hukuki temelinde yatmaktadır. Nitekim Anayasamızın 13. maddesinde yer alan; “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz” şeklindeki hüküm bu hususa işaret etmektedir. Koruma tedbirlerinin, yöneldikleri değerler, amaç, uygulandıkları kişiler, açık veya gizli oluşu gibi çeşitli açılardan sınıflandırılması mümkündür. Ancak hangi tür koruma tedbiri olursa olsun hepsinde görülen ortak bazı özellikler bulunmaktadır. Bunlar; kanunla düzenlenmeleri, geçici mahiyette ve araç niteliğinde olmaları, hüküm verilmeden önce temel bir hak ve özgürlüğü kısıtlamış olmaları, suç şüphesinin temel hak ve özgürlüklere müdahale edilmesini gerektirecek bir yoğunlukta olması ve yetkili merciin emir veya kararının bulunmasıdır. III-Önleme Tedbirleri: Tehlike tedbirlerinin kolluk hukuku alanında uygulanan çeşidi ise “önleme tedbirleri”dir. Bu tedbirler ceza muhakemesi öncesinde kolluk kuvvetlerince başvurulan idari nitelikli tedbirler olup uygulamada ve bazı özel kanunlarda bu tedbirlere “önleyici ve koruyucu tedbirler” veya “idari tedbirler” de denilmektedir. Önleme tedbirleri gelecekteki tehlikeleri önlemek amacıyla başvurulan tedbirlerdir. Bu bakımdan koruma tedbirlerini harekete geçiren anahtar kavram “suç şüphesi” iken önleme tedbirlerini için bu “tehlike”dir. Öğretide tehlike; makul, genel yaşam tecrübesine dayanan düşünceye ve hayatın olağan akışına göre yakın bir zamanda kamu güvenliği ve düzeni için bir zarar maydana gelmesi ihtimali, bu bağlamda yakın bir gelecekte somut bir olayda korunan hukuki menfaatin ihlali ihtimali olarak tanımlanmaktadır. (Veli Özer Özbek, Organize Suçlulukla Mücadelede Ön Alan Soruşturmaları, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2002, Cilt 4, Sayı 2, s.61). 98 Tehlike, soyut ve somut tehlike olarak ikiye ayrılır. Somut tehlike; araya engel bir sebep girmediği takdirde, istenmeyen ve hakkı ortadan kaldırabilecek nitelikte olan bir neticenin gerçekleşeceğinin, makul ve orta zekalı insanlar tarafından kabul edilebileceği hallerde var sayılan tehlikedir. Buna karşılık soyut tehlike ise; genel ve soyut olarak tarif edilebilen bir durumu ifade eder. Demokratik bir hukuk devletinde soyut tehlike idareye ancak genel düzenlemeler yapma yetkisi verirken, kolluğun kişiler üzerinde bireysel işlem niteliğinde somut tedbirler alabilmesi için tehlikenin de somut olması gerekmektedir. Önleme tedbirlerinin de tıpkı koruma tedbirleri gibi temel hak ve özgürlüklere müdahale edici ve kısıtlayıcı nitelikte olması mümkündür. Bu halde koruma tedbirlerinde olduğu gibi önleme tedbirinin de Anayasanın 13. maddesi uyarınca kanunla düzenlenmiş olması zorunlu olup yapılacak düzenleme “Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine” aykırı olmamalıdır. Önleme tedbirleri genel itibariyle 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanununda (PVSK) düzenlenmiştir. Durdurma ve kimlik sorma, önleme araması, önleme amaçlı iletişimin denetlenmesi, parmak izinin ve fotoğrafın kayda alınması, muhafaza altına alma amaçlı yakalama, bilgi toplama PVSK’nda düzenlenen önleme tedbirleridir. PVSK dışında diğer özel kanunlarda ve düzenleyici idari işlemlerde öngörülmüş başkaca önleme tedbirleri de bulunmaktadır. Önleme tedbirleri, suçun işlenmesinden önceki alanla ilgili idari tedbirlerdir. Suçun işlenmesinden önceki alan, ceza yargılaması sürecini başlatan başlangıç şüphesinden önceki aşama olup, burada Cumhuriyet savcısının bir görevi ve fonksiyonu yoktur. Eğer başlangıç şüphesi oluşmuşsa, ceza muhakemesi işlemleri başlayacağından artık Cumhuriyet savcısının görev ve yetkisi başlamış olacaktır. Bu nedenle önleme tedbirleri idari, koruma tedbirleri ise adli işlemdir. Suç şüphesinin ortaya çıkmasından sonra fiilin ve faalin ortaya çıkarılması ve suç delillerinin muhafazası amacıyla yapılan işlemler adli, suç öncesi suçun işlenmesi de dahil olmak üzere bir tehlikelinin önlenmesi amacıyla yapılan işlemler ise idari iş- Erzincan Barosu Dergisi lemlerdir. Önleme tedbirleri idari işlem olduğundan tüm idari işlemlerde olduğu gibi yetki, şekil, usul, sebep, konu ve amaç unsurları bakımından hukuka uygun olması gerekmektedir. Önleme tedbirlerinin idari bir işlem olması, bu görevler esnasında kolluğun sahip olduğu sıfat ve sorumluluğun belirlenmesi ile kolluğun bağlı olacağı amirin tespiti bakımından da önemlidir. Kamu güvenliği ve düzenini temin eden kolluk teşkilatı genel ve özel kolluk olarak ikiye ayrılmaktadır. Polis ve jandarma genel kolluktur. Özel kolluk ise genel kolluk dışında kalan ve mahsus kanunlarına göre teşekkül edip muayyen vazifeleri gören zabıta kuvvetleridir. Belediye, gümrük, orman kolluğu gibi. Genel kolluğun idari (mülki) ve adli olmak üzere iki tür görevi vardır. Nitekim bu husus 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun 2. maddesinde; “Polisin genel emniyetle ilgili görevleri iki kısımdır. A) Kanunlara, tüzüklere, yönetmeliklere, Hükümet emirlerine ve kamu düzenine uygun olmıyan hareketlerin işlenmesinden önce bu kanun hükümleri dairesinde önünü almak, B) İşlenmiş olan bir suç hakkında Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu ile diğer kanunlarda yazılı görevleri yapmak”, 2803 sayılı Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanununun 7. maddesinde ise; “ Jandarmanın sorumluluk alanlarında genel olarak görevleri şunlardır. a) Mülki görevleri; Emniyet ve asayiş ile kamu düzenini sağlamak, korumak ve kollamak, kaçakçılığı men, takip ve tahkik etmek, suç işlenmesini önlemek için gerekli tedbirleri almak ve uygulamak, ceza infaz kurumları ve tutukevlerinin dış korunmalarını yapmak. b) Adli görevleri; İşlenmiş suçlarla ilgili olarak kanunlarda belirtilen işlemleri yapmak ve bunlara ilişkin adli hizmetleri yerine getirmek...” şeklinde ifade edilmiştir. Suç öncesi görev yapan kolluk birimine idari (önleyici) kolluk, suç şüphesinin ortaya çıkmasından sonra başlayan ceza muhakemesi sürecinde görev yapan kolluk birimine ise adli kolluk denilmektedir. Önleme tedbirleri bakımından kolluk idari kolluk olarak görev yapmaktadır. İdari kolluğun amiri mülki amirler yani illerde vali, ilçelerde ise kaymakamdır. İdari kolluk görevi sebebiyle işlenen suçlardan dolayı kolluk görevlileri hakkında soruşturma yapılması 4483 sayılı Kanunun ilgili hükümleri uyarınca izne tâbidir. Adli kolluğun amiri ise yetkili Cumhuriyet savcısıdır. Ülkemizde idari ve adli kolluk görevi aynı teşkilat içerisinde yer alan görevliler tarafından yürütülmekte olup CMK’nun 164/3 maddesi uyarınca adli kolluk, adli görevleri dışında idari üstlerinin emrindedir. Adli kolluk görevlilerinin adli görevlerinin ifası sırasında işledikleri suçlardan dolayı soruşturma yapılabilmesi için izne gerek olmayıp Cumhuriyet savcısı tarafından genel hükümler uyarınca doğrudan soruşturma yapılmaktadır. İdari kolluk görevlilerinin idari görevlerinin ifası sırasında işledikleri suçlardan dolayı ise istisnai haller dışında 4483 sayılı Kanun hükümleri uyarınca soruşturma izni alınması gerekmektedir. Bu bağlamda, önleme tedbirlerinden olan önleme araması veya önleme amaçlı iletişimin denetlenmesi gibi işlemler sırasında görevlerinin ifası sebebiyle suç işlediği iddia olunan kolluk görevlileri hakkında 4483 sayılı Kanunun ilgili hükümleri uyarınca soruşturma izni alınması zorunludur. IV-Arama: Arama, Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğünde, “arama işi, taharri”, aramak ise “birini veya bir şeyi bulmaya çalışmak, araştırmak, yoklamak” şeklinde tanımlanmıştır (Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 2009, s.113) Arama, gizli, saklı olan bir şeyin ortaya çıkarılması için yürütülen bir faaliyet olup gözle görülen veya açıkta bırakılan şeyler arama kavramı içerisine girmemektedir. Bu nedenle örneğin; bir polis memurunun yolda yayalar ya da diğer araçlar bakımından tehlike oluşturacak şekilde kullanılması nedeniyle durdurduğu bir aracın arka koltuğunda uyuşturucu madde veya tabanca görmesi üzerine bunlara el koyması arama olarak kabul edilmemektedir. (Veli Özer Özbek, Ceza Muhakemesinde Koruma Tedbiri Ola99 Erzincan Barosu Dergisi rak Arama, Seçkin Yayınları, Ankara, 1999, 1. Bası, s.18) Arama kişilerin konutları, iş yerleri, araçları, diğer yerleri, üstleri, eşyaları, özel kağıtları, kullandığı bilgisayar veya bilgisayar programları ile bilgisayar kütükleri üzerinde yapılmaktadır. Kişinin üstünde yapılan aramanın beden muayenesi boyutuna varmaması gerekir. Zira, beden muayenesi ve vücuttan örnek alınması aramadan farklı hükümlere tâbi kılınmış olup cinsel organlar veya anüs bölgesine bakılması iç beden muayenesi sayılmaktadır. Bu bölgeler haricindeki ağız, koltuk altı gibi beden boşlukları ile ayak, kol, saç arası gibi vücut bölgelerine tıbbi araç veya yöntemler kullanılmaksızın bakılması arama hükümlerine tabidir. Arama başta özel hayatın gizliliği olmak üzere temel hak ve özgürlüklere önemli bir müdahale niteliğindedir. Bunun dışında aranan yer ve icra ediliş şekline göre aramanın konut dokunulmazlığına, kişi özgürlüğüne, seyahat özgürlüğüne ve vücut bütünlüğüne müdahale oluşturması da mümkündür. Bu nedenle belirtilen temel hak ve özgürlükler bağlamında Anayasamızdaki ve uluslararası belgelerdeki aramayla ilgili hükümlerin gözden geçirilmesi gerekmektedir. Anayasa’nın “Özel Hayatın Gizliliği” başlıklı 20. maddesinde; “Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. Mlli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak, usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kâğıtları ve eşyası aranamaz ve bunlara el konulamaz. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hakimin onayına sunulur. Hakim, kararını el koymadan itibaren kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, el koyma kendiliğinden kalkar...” 100 “Konut Dokunulmazlığı” başlıklı 21. maddesinde; “Kimsenin konutuna dokunulamaz. Milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak usulüne göre verilmiş hakim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin konutuna girilemez, arama yapılamaz ve buradaki eşyaya el konulamaz. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hakimin onayına sunulur. Hakim, kararını el koymadan itibaren kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, el koyma kendiliğinden kalkar”, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “Özel hayatın ve aile hayatının korunması” başlıklı 8. maddesinde; “1. Her şahıs hususi ve ailevi hayatına, meskenine ve muhaberatına hürmet edilmesi hakkına maliktir. 2. Bu hakların kullanılmasına resmi bir makamın müdahalesi demokratik bir cemiyette ancak milli güvenlik, amme emniyeti, memleketin iktisadi refahı, nizamın muhafazası, suçların önlenmesi, sağlığın veya ahlâkın ve başkasının hak ve hürriyetlerinin korunması için zaruri bulunduğu derecede ve kanunla derpiş edilmesi şartıyla vuku bulabilir” Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin “Mahremiyet hakkı” başlıklı 17. maddesinde; “1. Hiç kimsenin özel ve aile yaşamına, konutuna veya haberleşmesine keyfi veya hukuka aykırı olarak müdahale edilemez; onuru veya itibarı hukuka aykırı saldırılara maruz bırakılamaz. 2. Herkes bu tür saldırılara veya müdahalelere karşı hukuk tarafından korunma hakkına sahiptir” Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 12. maddesinde ise; “Hiç kimse özel hayatı, ailesi meskeni veya yazışması hususlarında keyfi karışmalara şeref ve şöh- Erzincan Barosu Dergisi retine karşı tecavüzlere maruz kalamaz. Herkesin bu karışma ve tecavüzlere karşı kanun ile korunmaya hakkı vardır” Hükümlerine yer verilmiştir. Arama, amacına göre “adli arama” ve “önleme araması” olarak ikiye ayrılmaktadır. Arama şüpheli veya sanığı ya da bir delili elde etme amacıyla yapılabileceği gibi, bir suçun işlenmesini veya bir tehlikeyi önlemek amacıyla da yapılabilir. Birinci tür aramaya “adli arama” ikinci tür aramaya ise “önleme araması” denilmektedir. Bu itibarla arama hem bir koruma tedbiri hem de önleme tedbiri çeşididir. Her iki tür arama arasında ortak özellikler bulunmakla birlikte hukukî nitelikleri, tâbi oldukları kanuni düzenlemeler ve kapsamları bakımından önemli farklılıklar da bulunmaktadır. V-Koruma Tedbiri Olarak Arama (Adli Arama): Koruma tedbiri olarak arama, başka bir ifadeyle adli arama, elkoyma ile birlikte 5271 sayılı CMK’nun 116-134 ve Adlî ve Önleme Aramaları Yönetmeliğinin 5-17. maddelerinde düzenlenmiş olup Yönetmeliğin 5. maddesinde adlî arama; “bir suç işlemek veya buna iştirak veyahut yataklık etmek makul şüphesi altında bulunan kimsenin, saklananın, şüphelinin, sanığın veya hükümlünün yakalanması ve suçun iz, eser, emare veya delillerinin elde edilmesi için bir kimsenin özel hayatının ve aile hayatının gizliliğinin sınırlandırılarak konutunda, işyerinde, kendisine ait diğer yerlerde, üzerinde, özel kâğıtlarında, eşyasında, aracında 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ile diğer kanunlara göre yapılan araştırma işlemidir” şeklinde tanımlanmıştır. Adli aramanın amacı şüpheli veya sanığın yakalanması veya suç delillerinin ele geçirilmesidir. Aramaya konu olabilecek yerler şüphelinin veya sanığın yahut diğer bir kişinin üstü, eşyası, konutu, işyeri veya ona ait diğer yerlerdir. Adli aramanın günün her saatinde yapılması mümkün olmakla birlikte konutta, işyerlerinde ve diğer kapalı yerlerde aramanın kural olarak gündüz yapılması gerekir. Suçüstü veya gecikmesinde sakınca bulunan hâller ile yakalanmış veya gözaltına alınmış olup da firar eden kişi veya tutuklu veya hükümlünün tekrar yakalanması amacıyla yapılan aramalar hariç söz konusu yerlerde gece vaktinde arama yapılamayacaktır. Arama kararı verilebilmesi için aramanın konusunu oluşturan kişi veya şeylerin arama yapılacak yerde bulunduğu hususunda belli bir şüphenin bulunması gerekir. Kanun aranacak kişinin suçla ilgilisine göre bu şüphenin yoğunluğunu farklı olarak düzenlemiş ve suçla ilgisi bulunmayan kişiler nezdinde aramayı daha sıkı koşullara tâbi kılmıştır CMK’nun 116. maddesinin suç tarihinde yürürlükte bulunan haline göre şüpheli veya sanıkla ilgili yapılacak aramalarda arama sonunda şüpheli veya sanığın yakalanabileceği veya suç delillerinin elde edilebileceği hususunda makul şüphe bulunmalıdır. Adlî ve Önleme Aramaları Yönetmeliğinin 6. maddesine göre makul şüphe; hayatın akışına göre somut olaylar karşısında genellikle duyulan şüphedir. Aramanın kişi hak ve özgürlüklerine ciddi boyutta bir müdahale olduğu göz önüne alındığında makul şüphede, ihbar veya şikâyeti destekleyen emarelerin var olması ve belirtilen konularda şüphenin somut olgulara dayanması şarttır. Başka bir anlatımla arama sonunda belirli bir şeyin bulunacağını veya belirli bir kişinin yakalanacağını öngörmeyi gerektiren somut olgular mevcut bulunmalıdır. CMK’nun 117. maddesi uyarınca, suç işleme şüphesi altında olmayan diğer kişilerin de üstü, eşyası, konutu, işyeri veya kendisine ait diğer yerleri, şüphelinin veya sanığın yakalanabilmesi veya suç delillerinin elde edilebilmesi amacıyla aranması mümkündür. Diğer kişiler kavramına tüzel kişiler ile resmi makam ve daireler de dahildir. Kişinin tanıklıktan çekinme hakkının bulunması da aramaya engel değildir. Maddenin ikinci fıkrasına göre diğer kişilerle ilgili arama yapılması, makul şüphenin ötesinde aranılan kişinin veya suç delillerinin belirtilen yerlerde bulunduğunu gösteren olayların varlığına bağlıdır. Ancak bu sınırlama şüphelinin veya sanığın bulunduğu yerler ile izlendiği sırada girdiği yerler bakımından geçerli değildir. Arama yazılı bir karara veya emre dayanmak zorundadır. Sonradan yazıya çevrilmiş olsa bile sözlü emir ile arama yapılması mümkün olmayıp yazılılık şartı Anayasa’nın 20, 21 ve Ceza Muhakemesi Kanu101 Erzincan Barosu Dergisi nun 116. maddelerinin amir hükmü gereğidir. Arama kural olarak hakim kararı ile gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde Cumhuriyet savcısının, Cumhuriyet savcısına ulaşılamadığı hallerde ise kolluk amirinin yazılı emri ile de yapılabilecektir. Ancak, konutta, işyerinde ve kamuya açık olmayan kapalı alanlarda sadece hâkim kararı veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet savcısının yazılı emri ile arama yapılması mümkündür. Arama kararı veya emrinin belli bazı bilgileri içermesi zorunludur. (CMK m.119/2) Arama karar veya emrinde; aramanın nedenini oluşturan fiil, aranılacak kişi, aramanın yapılacağı konut veya diğer yerin adresi ya da eşya, karar veya emrin geçerli olacağı zaman süresi, açıkça gösterilmelidir. Arama kolluk tarafından icra edilmekle birlikte hakim veya Cumhuriyet savcısı her zaman aramaya katılıp nezaret edebilir. Hakim veya Cumhuriyet savcısının katılımıyla yapılan aramalarda herhangi bir işlem tanığının bulundurulmasına gerek yoktur. Kolluk tarafından, hakim veya Cumhuriyet savcısı hazır olmaksızın konut, işyeri veya diğer kapalı yerlerde yapılan aramalarda ise o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan iki kişinin hazır bulundurulması gerekmektedir. Askerî mahallerde yapılacak yapılacak aramalarda Cumhuriyet savcısının katılımı zorunlu olup ayrıca arama genel kolluk tarafından değil askerî makamlar tarafından yerine getirilecektir. Aranacak yerlerin sahibi veya eşyanın zilyedi aramada hazır bulunabilir, kendisi bulunmazsa temsilcisi veya ayırt etme gücüne sahip hısımlarından biri veya kendisiyle birlikte oturmakta olan bir kişi veya komşusu hazır bulundurulur. CMK’nun 120/3. maddesi uyarınca kişinin avukatının aramada hazır bulunmasına ve bu kapsamda hazır bulunabilmesi için ilgili tarafından çağrılmasına engel olunamaz. Bununla birlikte aramanın sonuçsuz kalmasına neden olabilecekse avukatın çağrılması veya beklenilmesi şart değildir. Ancak, kolluk kuvvetlerine ve yargı merciilerine “engel olmama” biçiminde negatif yükümlülük öngören bu hükmün avukatın hiçbir şekilde çağrılmayacağı ve beklenilmeyeceği şeklinde yorumlanmaması, aksine uygulamaların arama işlemini ve bunun sonucunda elde edilen delilleri huku102 ka aykırı hale getirebileceğinin unutulmaması gerekir. Bu nedenle talep edilmesi durumunda bu istek aramayı tehlikeye sokacak veya sonuçsuz bırakacak nitelikte olmadığı müddetçe arama mahallinde gerekli tedbirler alınarak makul bir süre kişinin avukatının beklenilmesi ceza muhakemesinin amaç ve ilkelerine daha uygun olacaktır. Nitekim öğretide de; “muhakemenin her aşamasında avukat yardımından yararlanmak mümkün olduğuna göre, aramada da sanık kadar onun avukatının da hazır bulunma hakkının olduğu kabul edilmelidir... Ancak bir avukat çağrılması ve beklenilmesi aramayı sonuçsuz bırakacağı hallerde, diğer bir ifadeyle gecikmede tehlikelinin bulunması halinde artık bu haktan yararlanılmaması gerekir” (Veli Özer Özbek, Ceza Muhakemesinde Koruma Tedbiri Olarak Arama, Seçkin Yayınları, Ankara, 1999, 1. Bası, s.132-133), “Hakkında arama tedbiri uygulanan kişinin avukatının aramada hazır bulunmasına engel olunamaz. Ancak, avukat çağrılması ve beklenmesi aramayı sonuçsuz bırakmayacak olmalıdır” (Nur Centel, Hamide Zafer, Ceza Muhakemesi Hukuku, Beta Yayınları, İstanbul, Eylül 2014, 11. Bası, s.393) şeklinde görüşler ileri sürülmüştür. Aramaya başlanılmadan önce aramanın muhatabı olan kişiye aramanın sebebi ve amacı hakkında bilgi verilmelidir. Ceza Muhakemesi Kanununun 120. maddesinin ikinci fıkrasında suçla ilgisi olmayan kişiler bakımından bu bilgilendirilmenin yapılması zorunlu kılınmıştır. Adli ve Önleme Aramaları Yönetmeliği’nin aramaların yapılma şekline ilişkin 28, 29 ve 30. maddelerinde delil karartılmasına yol açarak aramanın amacını tehlikeye sokması veya kolluk memurlarını veya diğer bireyleri tehlikeye düşürebilecek olması gibi istisnai haller dışında aramadan önce şüpheli ve sanık dahil aramanın muhatabı olan kişilere aramaya başlanılmadan önce aramanın sebebi ve amacı hakkında bilgi verilmesi ile arama kararının gösterilmesi gerektiği kabul edilmiştir. Aramaya muhatap olanların aramaya karşı çıkmama ve katlanma yükümlülükleri bulunmaktadır. Adli arama, kolluğa lüzumunda zor kullanma yetkisini veren bir tedbir türüdür. CMK’nun “adlî kolluğun olay yerinde aldığı tedbirlere uyulmaması” başlıklı 168. maddesi adli arama sırasında da uygu- Erzincan Barosu Dergisi lanabilecektir. Bu itibarla arama işlemine başlayan kolluk görevlileri aramaya engel olan veya yetkisi içinde aldığı tedbirlere aykırı davranan kişileri, işlemler sonuçlanıncaya kadar ve gerektiğinde ölçülü bir şekilde zor kullanarak bundan men edebilecektir. Arama işlemi tutanağa bağlanır. Tutanakta; arama kararının tarih ve sayısı, hâkim kararı yoksa verilmiş olan yazılı emrin tarih ve sayısı ile emri veren merci, aramanın yapıldığı yer, tarih ve saat, aramanın konusu, aranan kişinin kimlik bilgileri, adını söylemediği takdirde eşkâl bilgileri, araçta, konutta, işyeri ve eklentilerinde arama yapılmışsa, aracın plaka numarası, markası, konutun, işyerinin ve eklentilerinin açık adresi, su üstü aracının aranmasında aracın cinsi, ismi, sahibi ve kullananı, deniz aracının aranması hâlinde ise deniz aracının cinsi, ismi, donatanı, bağlama limanı, tonajı, acentesi, kaptanı ve arama mevki, aramanın sonuçları, el konulan suç eşyasına ilişkin belirleyici bilgiler, aramada yakalanan kişiler varsa kimlik bilgileri, kimliği belirlenemiyorsa eşkâl bilgileri, arama sonucunda yaralanma veya maddî bir zarar meydana gelip gelmediği ve arama işlemini yapanların adı, soyadı, sicili ve unvanı hususları yer almalıdır. Aramanın sonunda hakkında arama işlemi uygulanan kimseye istemi üzerine aramanın hangi amaçla yapıldığı, soruşturma ve kovuşturma konusu fiilin niteliğini belirten bir belge ve istemi üzerine elkonulan veya koruma altına alınan eşyanın listesini içeren bir defter ve eğer şüpheyi haklı kılan bir şey elde edilmemiş ise bunu belirten bir belge verilmelidir. Arama sonucunda bulunması umulan suç delillerine el konulacak, yapılmakta olan soruşturma veya kovuşturmayla ilgisi olmayan ancak, diğer bir suçun işlendiği şüphesini uyandırabilecek bir delil elde edilirse yine bu delil de muhafaza altına alınarak ve durum Cumhuriyet savcılığına derhâl bildirilecektir. Arama kolluk tarafından yerine getirilse bile hakkında arama işlemi uygulanan kimsenin belge veya kâğıtlarını inceleme yetkisi sadece Cumhuriyet savcısı ve hâkime aittir. Avukatlar, hakimler ve savcılar gibi yaptıkları görevlerin özelliği gereği özel soruşturma usulüne tâbi olan bazı kişiler bakımından adli arama bu kişilerin mesleklerinin ve ifa ettikleri görevlerin özelliğine göre genel hükümlerden farklı usullere ve özel hükümlere bağlamış bulunmaktadır. Böyle bir durumun varlığı halinde mahsus kanunda kabul edilen aramaya ilişkin özel kurallar geçerli olacaktır. VI-Önleme Tedbiri Olarak Arama (Önleme Araması): Genel emniyet ve asayişin korunması ve tehlikelerin önlenmesi amacıyla başvurulan önleme araması, kolluğun suç öncesi görevleri içerisinde yer alan bir idari kolluk faaliyetidir. (Hüseyin Yalçın, Önleme Araması, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya, 2010, s.44) Önleme araması 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun 9 ve Adlî ve Önleme Aramaları Yönetmeliği’nin 18-26. maddelerinde düzenlenmiş olup Yönetmeliğinin 19. maddesinde; “Millî güvenlik ve kamu düzeninin, genel sağlık ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, taşınması veya bulundurulması yasak olan her türlü silâh, patlayıcı madde veya eşyanın tespiti amacıyla, hâkim kararı veya gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde mülkî âmirin yazılı emriyle ikinci fıkrada belirtilen yerlerde, kişilerin üstlerinde, aracında, özel kâğıtlarında ve eşyasında yapılan arama işlemidir” şeklinde tanımlanmıştır. Önleme aramasının kanuni dayanağını oluşturan 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun 9. maddesi, kanunun yürürlüğe girdiği 04.07.1934 tarihinden sonra bir çok kez değişikliğe uğramış, 02.06.2007 gün ve 5681 sayılı Kanunla aşağıdaki son şeklini almıştır: “Polis, tehlikenin veya suç işlenmesinin önlenmesi amacıyla usûlüne göre verilmiş sulh ceza hâkiminin kararı veya bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde mülkî âmirin vereceği yazılı emirle; kişilerin üstlerini, araçlarını, özel kâğıtlarını ve eşyasını arar; alınması gereken tedbirleri alır, suç delillerini koruma altına alarak 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu hükümlerine göre gerekli işlemleri yapar. 103 Erzincan Barosu Dergisi Arama talep yazısında, arama için makul sebeplerin oluştuğunun gerekçeleriyle birlikte gösterilmesi gerekir. Arama kararında veya emrinde; a) Aramanın sebebi, b) Aramanın konusu ve kapsamı, c) Aramanın yapılacağı yer, ç) Aramanın yapılacağı zaman ve geçerli olacağı süre, belirtilir. Önleme araması aşağıdaki yerlerde yapılabilir: a) 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu kapsamına giren toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yapıldığı yerde veya yakın çevresinde. b) Özel hukuk tüzel kişileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları veya sendikaların genel kurul toplantılarının yapıldığı yerin yakın çevresinde. c) Halkın topluca bulunduğu veya toplanabileceği yerlerde. ç) Eğitim ve öğretim özgürlüğünün sağlanması için her derecede eğitim ve öğretim kurumlarının idarecilerinin talebiyle ve 20 nci maddenin ikinci fıkrasının (A) bendindeki koşula uygun olarak girilecek yüksek öğretim kurumlarının içinde, bunların yakın çevreleri ile giriş ve çıkışlarında. d) Umumî veya umuma açık yerlerde. e) Her türlü toplu taşıma araçlarında, seyreden taşıtlarda. Konutta, yerleşim yerinde ve kamuya açık olmayan işyerlerinde ve eklentilerinde önleme araması yapılamaz. Spor karşılaşması, miting, konser, festival, toplantı ve gösteri yürüyüşünün düzenlendiği veya aniden toplulukların oluştuğu hallerde gecikmesinde sakınca bulunan hal var sayılır. Polis, tehlikenin önlenmesi veya bertaraf edilmesi amacıyla güvenliğini sağladığı bina ve tesislere 104 gelenlerin; herhangi bir emir veya karar olmasına bakılmaksızın, üstünü, aracını ve eşyasını teknik cihazlarla, gerektiğinde el ile kontrol etmeye ve aramaya yetkilidir. Bu yerlere girmek isteyenler kimliklerini sorulmaksızın ibraz etmek zorundadırlar. Milletlerarası anlaşmalar hükümleri saklıdır. Önleme aramasının sonucu, arama kararı veya emri veren merci veya makama bir tutanakla bildirilir.” Önleme aramasının amacı milli güvenlik, kamu düzeni, başkalarının hak ve hürriyetlerinin ve genel sağlık ile genel ahlakın korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, taşınması veya bulundurulması yasak olan her türlü silâh, patlayıcı madde veya eşyanın tespitidir. Böylelikle kamu güvenliği ile düzenini bozabilecek kişi ve eşyalar bulunarak muhtemel bir zararın gerçekleşmesine veya suç işlenmesine engel olunarak toplum yakın bir tehlikeden korunacaktır. Ayrıca yapılacak önleme amaçlı arama ile suç işlemenin normal bir davranış olmadığı ve suça giden yolların devlet tarafından kapatıldığı mesajı da verilmiş olacak ve bu mesaj, çoğu zaman suç işleme kararında olanların bu kararlarından dönmelerinde etkili olacaktır. (M. Bedri Eryılmaz, Türk ve İngiliz Hukukunda ve Uygulamasında Durdurma ve Arama, Seçkin Yayınları, Birinci Bası, Ankara, Mart 2003, s. 35) Önleme aramasına karar verilebilmesi için belirtilen konulara ilişkin tehlikenin somut ve öngörülebilir bir tehlike olması gerekir. 2559 sayılı PVSK bu nitelikteki tehlike halini “makul sebep” olarak ifade etmektedir. Suç delillerinin elde edilebileceği hususunda somut olgulara dayalı “makul şüphe” ile önleme aramasındaki “makul sebep” arasında fark vardır. Makul sebep, konunun uzmanı olan kişi tarafından değerlendirilen olgulardır. Somut bir olguyu o konuda bilgi sahibi olan bir kişi gördüğünde, buna bir anlam verebilir. Çok sayıda uzmanın aynı görüşü paylaşabildiği hallerde, “makul sebep” bulunduğu kabul edilir. Makul şüphe ise sıradan bir kişinin yapacağı değerlendirmeye dayanmakta olup makul düzeydeki çok sayıda insanın, somut bir olguyu aynı yönde değerlendirebildikleri durumlarda, bu değerlendirme suç ile ilgili ise “makul şüphe” vardır. (Feridun Yenisey, Ayşe Nuhoğlu, Ceza Muhakemesi Hukuku Erzincan Barosu Dergisi Ders Kitabı, Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları, İkinci Bası, Ekim 2014, s. 538) Önleme araması ancak kanunda öngörülen yerlerde yapılabilir. PVSK somut ve yakın bir tehlikenin baş gösterecebileceği alanları esas almak suretiyle önleme araması yapılabilecek yerleri tek tek saymıştır. Buna göre önleme araması; 1) 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu kapsamına giren toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yapıldığı yerde veya yakın çevresinde, 2) Özel hukuk tüzel kişileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları veya sendikaların genel kurul toplantılarının yapıldığı yerin yakın çevresinde, 3) Halkın topluca bulunduğu veya toplanabileceği yerlerde, 4) Eğitim ve öğretim özgürlüğünün sağlanması için her derecede eğitim ve öğretim kurumlarının idarecilerinin talebiyle ve kurumun imkânlarıyla önlenmesi mümkün görülmeyen olayların çıkması ihtimali karşısında rektör, acele hâllerde de dekan veya bağlı kuruluş yetkililerinin kolluktan yardım istemeleri hâlinde, girilecek yüksek öğretim kurumlarının içinde, bunların yakın çevreleri ile giriş ve çıkışlarında, 5) Umumî veya umuma açık yerlerde, 6) Her türlü toplu taşıma araçlarında, seyreden taşıtlarda yapılabilecektir. Konutta, yerleşim yerinde ve kamuya açık olmayan özel işyerlerinde ve eklentilerinde hiçbir şekilde önleme araması yapılması mümkün olmayıp bu yerlerde şartları varsa ancak adli arama yapılabilir. Anayasa’nın 20. maddesi gereğince özel hayatın gizliliği esastır. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak, usulüne göre verilmiş hakim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça dokunulamaz. Anayasanın bu hükmü sadece adli aramalar için değil önle- me aramaları içinde geçerli üst norm niteliğindedir. Nitekim Anayasa Mahkemesinin 22.02.2006 gün ve 29-24 sayılı kararında da bu husus; “Anayasa’nın 20. maddesi sadece adlî aramalarda değil, özel yaşama müdahale oluşturan tüm aramalarda uygulanma olanağına sahiptir. Bu nedenle de madde ile öngörülen hâkim kararı güvencesinden önleme aramalarının istisna tutulduğu düşünülemez” şeklinde açıklanmıştır. Bu nedenle önleme araması idari bir işlem olsa da kural olarak hakim kararıyla yapılmalıdır. Kolluk tarafından somut tehlikenin oluştuğunu gösteren belirlemeler önceden tespit edilip aramanın yapılması önerilen yer ve zaman ile birlikte o yer mülkî âmirine yazılı olarak iletilir. İllerde vali veya bu konuda yetkilendirdiği yardımcısı ve ilçelerde ise kaymakamı ifade eden mülki amir kolluğun talebini uygun bulursa hâkimden arama kararı talep eder ancak gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde kendisi de yazılı arama emri verebilir. Önleme kararının alınmasında ve icrasında Cumhuriyet savcısının herhangi bir görev ve fonksiyonu yoktur. Kolluğunun kendi içindeki birim amirlerinin emri ile önleme araması yapılamaz. Adli ve Önleme Aramaları Yönetmeliğinin 4. maddesi uyarınca, önleme araması bakımından gecikmesinde sakınca bulunan hal; derhâl işlem yapılmadığı takdirde, millî güvenlik ve kamu düzeninin, genel sağlık ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunmasının tehlikeye girmesi veya zarar görmesi, suç işlenmesinin önlenememesi, taşınması veya bulundurulması yasak olan her türlü silâh, patlayıcı madde veya eşyanın tespit edilememesi ihtimâlinin ortaya çıkması ve gerektiğinde hâkimden karar almak için vakit bulunmaması hâlini ifade etmektedir. 2559 sayılı PVSK’nun 9/6. maddesi uyarınca spor karşılaşması, miting, konser, festival, toplantı ve gösteri yürüyüşünün düzenlendiği veya aniden toplulukların oluştuğu hallerde gecikmesinde sakınca bulunan halin bulunduğu kabul edilmektedir. Önleme araması kararında veya emrinde; aramanın sebebi, konusu ve kapsamı, aramanın yapılacağı yer, aramanın yapılacağı zaman ve geçerli olacağı süre belirtilmelidir. Önleme aramasında gece ile ilgili bir istisnaya yer verilmediğinden her zaman yapılması mümkündür. Önleme araması kararının geçerli olacağı sürenin sınırı ile ilgili olarak da mevzuatta kısıtlayıcı bir hüküm bulunmamaktadır. Zira önleme 105 Erzincan Barosu Dergisi aramasının geçerli olacağı süre, karar verilmesine dayanak teşkil eden makul sebebin niteliğine göre değişkenlik arz edebilmektedir. Örneğin; olimpiyat oyunları gibi iki ya da üç hafta sürecek ve dünyanın bir çok ülkesinden sporcu ve izleyicilerin katılacağı bir spor organizasyonunda yaşanabilecek kamu düzenini bozucu nitelikteki olayların ve suç işlenmesinin önlenmesi amacıyla makul sebep oluşması halinde yapılacak bir önleme aramasının geçerlilik süresi organizasyon süresi kadar olabileceği gibi, başka olaylarda duruma göre bir gün süreli, hatta saatli önleme araması kararlarının verilmesi de mümkündür. Her halükarda bu sürenin aramanın haklı kıldığı süreden fazla olmaması lazımdır. Önleme aramasının da kişilerin temel hak ve özgürlüklerine bir müdahale niteliğinde bulunması nedeniyle, makul bir sebep olmadığı halde verilen uzun süreli önleme araması kararı yasal olsa bile hukuka uygun olmayacaktır. Aynı şekilde makul bir sebep yokken belli periyotlarla yenilenmek suretiyle süreklilik arzecek ve genel arama izlenimi verecek şekilde önleme araması kararı verilmesi de hukuka aykırı olacaktır. Önleme araması niteliğinde sayılmayan idari denetimler için herhangi bir arama emir veya kararına gerek yoktur. Bir yerin faaliyeti bakımından uymakla yükümlü bulunduğu kurallara uygun olarak çalışıp çalışmadığının tespiti bakımından o yerde yapılan işlem bir denetlemedir. (Murat Aydın, Arama ve El Koyma, Seçkin Yayınları, Ankara, Mart 2009, Birinci Bası, s.124) Adli ve Önleme Aramaları Yönetmeliğinin “denetim yapılacak yerler” başlıklı 18. maddesinde kolluk tarafından kendiliğinden denetim yapılabilecek bu haller gösterilmiştir. Bu kapsamda örneğin; umuma açık istirahat ve eğlence yerlerinin genel güvenlik ve asayiş yönünden denetimi, kimlik sorma, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununa göre araçlarda bulunması gerekli belgeler ve eşyalarla ilgili yapılan denetimler, elektromanyetik aygıtlar ve dedektör köpekleri aracılığıyla yapılan tarama şeklindeki denetimler kolluk tarafından herhangi bir arama emir veya kararına gerek olmadan kendiliğinden yapılabilecektir. Önleme araması niteliğinde sayılmayan idari denetimler yönetmelikte sayılanlardan ibaret olmadığından daha pek çok özel kanunda ve düzenleyici işlemde idari denetimlere ilişkin hükümler yer almaktadır. 106 Ayrıca 2559 sayılı PVSK’nda ve Adli ve Önleme Aramaları Yönetmeliğinde hakimden önleme araması kararı alınması gerekmeyen haller gösterilmiştir. Buna göre; polisin, tehlikenin önlenmesi veya bertaraf edilmesi amacıyla güvenliğini sağladığı bina ve tesislere gelenlerin herhangi bir emir veya karar olmasına bakılmaksızın, üstünü, aracını ve eşyasını teknik cihazlarla, gerektiğinde el ile kontrol etmeye ve aramaya yetkisi bulunmaktadır. (PVSK m.9/7) Bunun dışında Adli ve Önleme Aramaları Yönetmeliğinin 25. maddesi uyarınca Devletçe kamu hizmetine özgülenmiş bina ve her türlü tesislere giriş ve çıkışın belirli kurallara tâbi tutulduğu hâllerde, söz konusu tesislere girenlerin üstlerinin veya üzerlerindeki eşyanın veya araçlarının aranmasında, 5442 sayılı İl İdaresi Kanununun Ek 1. maddesi kapsamında bulunan, sivil hava meydanlarında, limanlarda ve sınır kapılarında, binaların, uçakların, gemilerin ve her türlü deniz ve kara taşıtlarının, giren çıkan yolcuların X-ray cihazından geçirilerek, gerektiğinde üstünün ve eşyasının aranması ile buralarda görevli kamu kuruluşları ve özel kuruluşlar personelinin, üstlerinin, araçlarının ve eşyalarının aranmasında, 2935 sayılı Olağanüstü Hâl Kanununun 11. maddesi kapsamında, kişilerin üstünün, eşyalarının Olağanüstü Hâl Valisinin emriyle aranmasında, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanununun 3. maddesi kapsamında, konutların ve her türlü dernek, siyasî parti, sendika, kulüp gibi teşekküllere ait binaların, işyerlerinin, özel ve tüzel kişiliklere sahip müesseseler ve bunlara ait eklentilerin ve her türlü kapalı ve açık yerlerin, mektup, telgraf ve sair gönderilerin ve kişilerin üzerlerinin sıkıyönetim komutanının emriyle aranmasında, kanunların, muhafaza altına alınmalarına olanak verdiği kişilerin, üst veya eşyalarının aranmasında, 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun çerçevesinde görevli kolluğun, aynı Kanunun 79. maddesindeki silâh taşıma yasağı kapsamında, silâh taşıdığından şüphelenilen kişilerin üstlerinin ve eşyalarının aranmasında ayrıca bir arama emri ya da kararı gerekmeyecektir. Yine 2559 sayılı PVSK’nun 20. maddesi gereğince; bir hukuka uygunluk nedenine bağlı olarak yapılan aramalarda da örneğin imdat istenmesi veya yangın, su baskını ve boğulma gibi büyük tehlikelerin haber verilmesi veya görülmesi hallerinde de arama emir veya kararına gerek olmayacaktır. Erzincan Barosu Dergisi Önleme aramasının nasıl icra edileceği hususunda 2559 sayılı PVSK’nda ve Adli ve Önleme Aramaları Yönetmeliğinde özel bir düzenleme bulunmamaktadır. Yönetmeliğin “Aramaların Yapılma Şekli” başlıklı bölümündeki hükümler hem adli hem de önleme araması için geçerli ortak hükümlerdir. rarının, geçerli olduğu yerdeki herkesi veya her şeyi hiçbir ayrıma tâbi tutmaksızın tehdit unsuru olarak kabul ettiği söylenemez. Diğer taraftan tehlikelinin tâbi kıldığı zorunluluk gereği objektif sebeplere bağlı olarak aynı statüde bulunan herkesin durdurulup aranması da keyfilik olarak kabul edilmemelidir. Ancak bu noktada havaalanları ile bazı kamu binalarının giriş ve çıkışlarında buraya girmek isteyen herkesin üzerinde ve eşyalarında yapılan aramalarla diğer kamuya açık alanlardaki aramaları birbirinden ayırmak gerekmektedir. Zira ilk halde kişiler arama yapılacağını bilmesine karşın bir tercihte bulunarak aramaya baştan rıza göstermiş olmaktadır. Diğer halde ise kişi herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, önceden bildirilmeksizin ve vazgeçme hakkı da olmaksızın zorla aranmaktadır. Kişilerin konutlarından veya işyerlerinden açık alanlara, örneğin; sokağa çıkmaları veya hususi veya toplu taşıma araçlarına binmeleri, özel yaşama ilişkin haklarından vazgeçtikleri anlamına gelmeyecektir. Böyle bir kişinin aranmasının Anayasa ve AİHS’in 8. maddesini ihlal etmemesi için aramanın yasal olması, meşru bir amaca dayanması ve ayrıca demokratik bir toplumda gerekli olması gerekmektedir. Kişilerin tercih hakkı bulunmayan kamuya açık alanlardaki aramalarda kolluğa keyfi müdahalelere karşı hukuki koruma sağlamayan sınırsız bir takdir hakkı tanınması kabul edilemez. Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Gıllan ve Quınton/Birleşik Krallık (12.01.2010; Başvuru no: 4158/05) kararında da aynı ilkeler benimsenmiştir. Bu itibarla kolluğun hakim kararı veya mülki amirin yazılı emrine dayalı açık alanlardaki önleme araması yetkisini kullanılabilmesi için mesleki tecrübesine ve içinde bulunulan durumdan edindiği izlenime dayanan makul bir sebebin bulunması gerekir. Esasen önleme aramasının yapılacağı gösterilen yerlere gelen kişilerin üstünün, eşyasının, kağıtlarının ve aracının aranabilmesi için öncelikle bu kişilerin durdurulması gerekir. Bu nedenle 2559 sayılı PVSK’nun 4/A maddesindeki durdurmaya ilişkin; “Durdurma yetkisinin kullanılabilmesi için polisin tecrübesine ve içinde bulunulan durumdan edindiği izlenime dayanan makul bir sebebin bulunması gerekir. Süreklilik arz edecek, fiilî durum ve keyfilik oluşturacak şekilde durdurma işlemi yapılamaz” şartının gerçekleşmesi zorunludur. Önleme araması ka- Önleme aramasında tehlikeli bir kişi veya eşya aranmakta olup önleme aramasının muhatapları da suç şüphesi altında olmayan kişilerdir. Bu nedenle önleme aramasının, en kısa zamanda tamamlanması gerekir. CMK’nun 161/2 ve PVSK’nun Ek 6. maddeleri uyarınca edinilen bilgi veya alınan ihbar veya şikâyet üzerine veya kendiliğinden bir suçla karşılaşan kolluğun, olay yerinde kişilerin ve toplumun sağlığına, vücut bütünlüğüne veya malvarlığına zarar gelmemesi ve suçun delillerinin kaybolmaması ya da bozulmaması için gerekli acele tedbirleri aldıktan sonra durumu derhal Cumhuriyet savcısına bildirmesi ve Cumhuriyet savcısının talimatı doğrultusunda işin aydınlatılması için gerekli soruşturma işlemlerini yapması gereklidir. Başlangıçta suç işlenmesinin önlenmesi düşüncesi olsa bile, suç şüphesi ortaya çıktığı andan itibaren yapılacak durdurma ve arama adli bir nitelik taşıyacaktır. Örneğin, terör olaylarının yoğun olarak yaşandığı bir şehrin girişinde, terör örgütü mensuplarının muhtelif zamanlarda şehre gizlice girdiğinin bilindiği bir durumda, terör örgütü mensuplarının muhtemel bir eylem için şehre girmesi bir tehlike oluşturacağından bu tehlikeyi önlemek için, günün belli bir saatinde, araçların durdurulup aranması halinde durdurma ve aramayı haklı kılan bir makul sebep söz konusu olabilecektir. Bu amaçla yapılacak bir durdurma ve arama önleme amaçlıdır. Ancak, araçlardan, bir tanesinin kontrol noktasında durmayıp bilinçli olarak kaçması halinde, bir suç şüphesi ortaya çıktığından bu aracın ve içindekilerin daha sonra durdurulup aranmak amacıyla takip edilmesi adli bir işlemdir. Yine, uçağa binen yolcuların, tek tek durdurulup aranması önleme amaçlıdır. Amaç uçağa silah ve patlayıcı gibi maddelerin girmesini önleyerek muhtemel bir tehlikenin önüne geçmektir. Ancak, bu sırada, yolculardan birisinin kontrolden geçmek istememekte direnmesi veya kaçması halin107 Erzincan Barosu Dergisi de bu bir şüphelenme sebebidir ve bu kişinin daha sonra gerçekleştirilecek araması adli amaçlı olacaktır. (M. Bedri Eryılmaz, Türk ve İngiliz Hukukunda ve Uygulamasında Durdurma ve Arama, Seçkin Yayınları, Birinci Bası, Ankara, Mart 2003, s. 161) Önleme araması sonucunda bir suç unsuruna veya deliline rastlanırsa koruma altına alınacak ve durum Cumhuriyet Başsavcılığına derhâl bildirilerek elkoyma işlemini gerçekleştirmek üzere Cumhuriyet savcısından yeni bir yazılı emir istenecektir. Cumhuriyet savcısına ulaşılamadığı hâllerde kolluk âmirinin yazılı emriyle de elkoyma yapılabilecektir. Hâkim kararı olmaksızın yapılan elkoyma işlemi, yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulmalıdır. Önleme aramasının konusu ve kapsamı içinde olan ancak suç unsuru oluşturmayan örneğin, bozuk para, çakmak gibi bir eşya ise geçici olarak koruma altına alınır ve aramaya sebep teşkil eden husus sona erdiğinde ilgiliye teslim edilir. Önleme aramasının sonucu arama kararı veya emri veren merci veya makama bildirilir. Ayrıca arama sırasında suç unsuruna rastlanılmışsa bununla ilgili özel olarak önleme araması tutanağı hazırlanır. Bu tutanakta adli arama tutanağında olduğu gibi arama kararının tarih ve sayısı, hâkim kararı yoksa verilmiş olan yazılı emrin tarih ve sayısı ile emri veren merci, aramanın yapıldığı yer, tarih ve saat, aramanın konusu, aranan kişinin kimlik bilgileri, adını söylemediği takdirde eşkâl bilgileri, arama yapılan yerin adresi, araçta arama yapılmışsa aramanın mevkii ve aracın bilgileri, aramanın sonuçları, elkonulan suç eşyası varsa buna ilişkin belirleyici bilgiler, aramada yakalanan kişiler varsa kimlik bilgileri, kimliği belirlenemiyorsa eşkâl bilgileri, arama sonucunda yaralanma veya maddî bir zarar meydana gelip gelmediği ve arama işlemini yapanların adı, soyadı, sicili ve unvanı hususları yer alır. Tutanak arama işlemine katılmış olanlar ve hazır bulunanlarca imzalanarak bir sureti ilgiliye verilir. Suç unsuruna rastlanmadığı durumlarda, aranan kişinin talebi hâlinde, kendisine arama kararı veya emrinin tarih ve sayısı, aramanın tarih ve saati, yeri, aranan şahsın ve arayan görevlinin kimlik bilgilerinin yer aldığı bir belge verilir. VII-Aramanın Hukuka Aykırılığı ve Bu Aykırılığın Sonuçları: 108 Aramanın hukuka aykırı olması, arama karar veya emrinin ya da aramanın icrasının hukuka aykırı olması anlamına gelmektedir. Hukuka aykırılık bir hukuk kuralının uygulanmaması veya yanlış uygulanmasıdır. Kanuna aykırılıktan daha geniş bir içeriğe sahip olan hukuka aykırılık kavramının çerçevesi ve kapsamı belirlenirken gerek pozitif hukuk kurallarına gerekse temel hak ve hürriyetlere ilişkin evrensel hukuk ilkelerine aykırılık bulunup bulunmadığı gözetilmeli ve aykırılığın varlığı halinde hukuka aykırılığın mevcudiyeti kabul edilmelidir. Nitekim, Anayasa Mahkemesi’nin 22.06.2001 gün ve 2-2 sayılı kararında:“Hukuka aykırılık en başta milli hukuk sistemimiz içinde yürürlükteki tüm hukuk kurallarına aykırılık anlamına gelir. Bu çerçeve içinde, anayasaya, usulüne uygun olarak kabul edilmiş uluslararası sözleşmelere, kanunlara, kanun hükmünde kararnamelere, tüzüklere, yönetmeliklere, içtihadı birleştirme kararlarına ve teamül hukukuna aykırı uygulamaların tümü hukuka aykırılık kavramı içinde yer alır. Bunun dışında, hukuk sistemimiz, hukukun genel ilkeleri adı verilen ve uygar dünyanın tüm medeni ülkelerinde uygulanan kuralları da hukuk kuralı olarak kabul etmektedir. Hukukun genel ilkelerinin neler olduğu konusunda bir belirsizlik olsa da, hukukun genel ilkelerinin hukuki bağlayıcılığı bulunduğu gerek uygulamada gerekse doktrinde tartışmasız olarak kabul edilmek-tedir. Anayasa Mahkememiz de birçok kararında, hukukun genel ilkelerinin varlığını kabul etmenin hukuk devletinin gereklerinden biri olduğunu ve bu ilkelerin yasakoyucu tarafından dahi yok edilemeyeceğini hükme bağlamıştır (Örneğin, E. 1985/31. K. 1986/1, KT. 17.3.1986, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, S.22. s.115). Anayasa Mahkemesi’nin bu görüşleri çerçevesinde hukukun genel ilkeleri, yasalardan, hatta Anayasa’nın değiştirilebilir hükümlerinden de üstün bir konuma getirilmiştir” denilmektedir. Bu itibarla aramanın hukuka uygun olup olmadığı arama tedbirine başvurulma şartları ve uygulanmasıyla ilgili gerek pozitif hukuk kuralları gerekse evrensel hukuk kaideleri göz önünde bulundurularak bütüncül bir bakış açısıyla belirlenmelidir. Erzincan Barosu Dergisi Hukuka aykırı olarak yapılan aramanın hem ceza muhakemesi hukuku, hem maddi ceza hukuku, hem de tazminat hukuku bakımından birtakım müeyyedeleri ortaya çıkabilecektir. Aramanın hukuka aykırı olmasının ceza muhakemesi açısından sonucu arama sonucunda elde edilen delillerin hükme esas alınamamasıdır. 5271 sayılı CMK’nun 217. maddesinde; “1) Hâkim, kararını ancak duruşmaya getirilmiş ve huzurunda tartışılmış delillere dayandırabilir. Bu deliller hâkimin vicdanî kanaatiyle serbestçe takdir edilir. (2) Yüklenen suç, hukuka uygun bir şekilde elde edilmiş her türlü delille ispat edilebilir” şeklindeki düzenlemeyle hakimin ancak hukukun izin verdiği yöntemlerle elde edilen delilleri dikkate alabileceği hüküm altına alınmıştır. Anılan kanunun 206. maddesinin 2. fıkrasının (a) bendinde de ortaya konulmak istenen delilin kanuna aykırı olarak elde edilmiş olması halinde reddolunacağı ifade edilerek hukuka uygun olarak elde edilmeyen delillerin ispat aracı olarak kabul edilmeyeceği ve hükme esas alınmayacağı açıklanmıştır. Kaldı ki, aynı kanunun 230. maddenin birinci fıkrası uyarınca, mahkûmiyet hükmünün gerekçesinde, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesi, hükme esas alınan ve reddedilen delillerin belirtilmesi; bu kapsamda dosya içerisinde bulunan ve hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delillerin ayrıca ve açıkça gösterilmesi de zorunludur. Hukuka aykırı aramanın maddi ceza hukuku bakımından yaptırımı ise eylemin suç teşkil etmesidir. 5237 sayılı TCK’nun “haksız arama” başlıklı 120. maddesinde hukuka aykırı olarak bir kimsenin üstünü veya eşyasını arayan kamu görevlisinin üç aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacağı öngörülmüştür. Konut ve işyerleri bakımından hukuka aykırı aramalar ise 5237 sayılı TCK’nun 116 ve 119/1-e maddeleri kapsamında değerlendirilecektir. Nihayet, aramadaki hukuka aykırılıklar gerek Devletin, gerekse arama kararına veren veya uygulayan kamu görevlilerinin tazminat sorumluluğunu gündeme getirebilecektir. Bu kapsamda 5271 sayılı CMK’nun 141/1. maddesinde aramanın amacıyla orantılı olmayacak biçimde ölçüsüz gerçekleştiril- mesi durumunda kişilerin maddî ve manevî her türlü zararlarını Devletten isteyebilecekleri öngörülmüştür. Yapılan bu açıklamalar doğrultusunda Ceza Genel Kurulunca önleme aramasına ilişkin olarak şu ilkeler kabul edilmiştir: 1-)Makul bir sebep yokken belirli periyotlarla yenilenerek birbirini takip edecek şekilde süreklilik gösterecek ve genel arama izlenimi verecek arama kararı verilmesi hukuka aykırıdır. 2-) Suç şüphesinin ortaya çıkmasından sonra 5271 sayılı CMK kuralları uygulanması gerektiğinden, arama işleminin önceden alınmış bulunan önleme araması kararına göre değil CMK kurallarına göre icra edilmesi gerekmektedir. 3-) Önleme araması mahiyeti gereği en kısa zamanda tamamlanmalıdır. Arama işleminin hukuka uygun olup olmadığına ilişkin önsorunun değerlendirilmesinde; Doğubayazıt İlçe Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Grup Amirliğince yapılan istihbari çalışmalarda 03.07.2009 günü saat 11.30 sıralarında Doğubayazıt’tan İstanbul’a gidecek olan 34 ET ... plaka sayılı yolcu otobüsünde sahte para, mülteci ve kaçak eşya bulunduğu bilgisinin elde edildiği, durum Cumhuriyet savcısına haber verilmeden Doğubayazıt İlçesi Ağrı istikameti çıkışı olan “86 noktası” olarak adlandırılan yerde otobüsün beklenilmeye başlanıldığı, 34 ET .... plakalı bir turizm firmasına ait otobüsün geldiğinin görülmesi üzerine otobüsün durdurulduğu, ihbarda belirtilen suçların delillerinin el edilmesi amacıyla Doğubayazıt Sulh Ceza Mahkemesince olaydan 8 gün önce verilmiş 25.06.2009 gün ve 2009/713 Değişik İş Sayılı Önleme Araması kararına istinaden otobüsün arandığı, otobüsün yedek sürücüsünün dinlenme yeri olan arka kapısının yanında yolcuların bulunduğu yerden bağımsız olan alt kısımda bulunan istirahat yerinde göçmen bir kişinin ve ön tamponunun arkasında bulunan yedek tekerlek konulan kapalı bölmenin içeresinde ise çeşitli gümrük kaçağı eşyaların ele geçirildiği, hakim, Cumhuriyet savcısı veya kolluk amiri tarafından verilmiş bir adli arama kararının bulunmadığı olayda; 109 Erzincan Barosu Dergisi 5271 sayılı CMK’nun 2/e, 161 ve 2559 sayıl PVSK’nun Ek 6. maddeleri uyarınca bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenen kolluğunun derhal Cumhuriyet savcısına olayı haber verip emri doğrultusunda soruşturma işlemlerine başlaması gerekmekte iken usulüne uygun adli arama emri veya kararı almadan delil elde etmek amacıyla olaydan 8 gün önce verilmiş mevcut önleme araması kararı uyarınca yaptığı arama işlemi usulüne uygun verilmiş bir arama kararı bulunmadığından açıkça hukuka aykırı olup bu arama sonucunda elde edilen delillerin hükme esas alınması da mümkün değildir. Bu itibarla; hukuka aykırı olarak gerçekleştirilen arama işleminde elde edilen delilin ve buna ilişkin düzenlenen tutanağın, yerel mahkemece hükme esas alınmasında ve Özel Dairece hükmün onanmasında isabet bulunmamaktadır. Bu konuda çoğunluk görüşüne katılmayan iki Genel Kurul Üyesi; “arama işleminin hukuka uygun olduğu” düşüncesiyle karşı oy kullanmıştır. Yapılan arama işleminin hukuka aykırı olduğu kabul edildikten sonra, hukuka aykırı aramada elde edilen maddi delil dışındaki diğer delillerin somut olayda mahkûmiyet için yeterli olup olmadığına gelince; Amacı, somut olayda maddi gerçeğe ulaşarak adaleti sağlamak, suçu işlediği sabit olan faili cezalandırmak, kamu düzeninin bozulmasını önlemek ve bozulan kamu düzenini yeniden tesis etmek olan ceza muhakemesinin en önemli ve evrensel nitelikteki ilkelerinden biri de, öğreti ve uygulamada; “suçsuzluk” ya da “masumiyet karinesi” olarak adlandırılan kuralın bir uzantısı olan ve Latincede; “in dubio pro reo” olarak ifade edilen “şüpheden sanık yararlanır” ilkesidir. Bu ilkenin özü, ceza davasında sanığın mahkumiyetine karar verilebilmesi bakımından gözönünde bulundurulması gereken herhangi bir soruna ilişkin şüphenin, mutlaka sanık yararına değerlendirilmesidir. Oldukça geniş bir uygulama alanı bulunan bu kural, dava konusu suçun işlenip işlenmediği, işlenmişse sanık tarafından işlenip işlenmediği veya gerçekleştirilme biçimi konusunda bir şüphe belirmesi halinde de geçerlidir. Sanığın bir suçtan cezalandırılmasına karar verilebilmesinin temel şartı, suçun hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak 110 kesinlikte hukuka uygun olarak elde edilmiş delillerle ispat edilebilmesidir. Bu itibarla, hukuka uygun olmayan arama işlemi sonucunda ele geçen delillerin hükme esas alınamayacağının belirlendiği olayda; sanığın tüm aşamalarda suçlamayı kabul etmediği de gözetildiğinde, dosyadaki hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delillerin değerlendirme dışı tutulması halinde, sanığın cezalandırılmasına yeterli delil bulunmamaktadır. Sonuç olarak; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının değişik gerekçeyle kabulüne, Özel Daire onama kararının kaldırılmasına, yerel mahkeme hükmünün sanık hakkında yapılan arama işlemi hukuka aykırı olup bu arama sonucunda elde edilen delillerin hükme esas alınamayacağı, dosyadaki hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen deliller değerlendirme dışı tutulduğunda ise sanığın cezalandırılmasına yeterli delil bulunmadığı gözetilmeden beraati yerine yazılı şekilde mahkimiyetine karar verilmesi isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmelidir. SONUÇ: Açıklanan nedenlerle; 1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının değişik gerekçeyle KABULÜNE, 2- Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 28.02.2013 gün ve 5778-3123 sayılı onama kararının KALDIRILMASINA, 3-Doğubayazıt 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 10.01.2011 gün ve 252-5 sayılı kararının sanık hakkında yapılan arama işlemi hukuka aykırı olup bu arama sonucunda elde edilen delillerin hükme esas alınamayacağı, dosyadaki hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen deliller değerlendirme dışı tutulduğunda ise sanığın cezalandırılmasına yeterli delil bulunmadığı gözetilmeden beraati yerine yazılı şekilde mahkumiyetine karar verilmesi isabetsizliğinden BOZULMASINA, 4-Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 25.11.2014 günü yapılan müzakerede önsoruna ilişkin oyçokluğuyla, diğer uyuşmazlık yönünden ise oybirliğiyle karar verildi. Erzincan Barosu Dergisi SANATA DAİR Seni sevmek olmamalıydı, Can çekiştiğim, Gündelik günahlarımın bedeli, Çünkü çoktan tedavülden kalkmıştı, Sonu iyi biten aşk hikayeleri. Oysa kırılganım ben, Ne hasretine dayanır yüreğim, Ne de katran karası gözlerinin ateşine, O yüzden varsın, Eskiyen hatıralarım, Eksilen sol yanımla, Bedeli peşin ödensin bu aşkın…..01.01.2015 Aşkın kaldı, gözlerinden yüreğime miras ve, Solumdan geldi can alıcı darben, Lakin, ben çoktan niyet etmiştim seni sevmeye ve, Israr etmene gerek yoktu beni benden etmeye….. Av. Tolga AYDEMİR Doğru bildiğim bütün yanlışlarımın, Hesaba katmadığım tüm günahlarımın; Bedeliydi seni sevmek; Deliler gibi,durmadan düşünemeden; Sevmek. Gülüşüne sevdalanmak; Bir bakışına dünyayı yakmaktı, O yüzdendir, Verdiğin cezaya bir itirazımın olmayışı; Av. Tolga AYDEMİR 111 ERZiNCAN BAROSU Adliye Sarayı Kat:3 Erzincan Tel: 0446 214 10 42 - 224 69 69 Faks: 0 (446) 224 69 70 erzincanbarosu.org.tr [email protected] Facebook: /erzincanbarosu.baskanligi • Twitter: /baroerzincan