Sayı 38 Aralık 2011 - ATAUM

Transkript

Sayı 38 Aralık 2011 - ATAUM
ATAUM
e-bülten
Avrupa Gündemi...
Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi
Yıl 4 - Sayı 38
KASIM 2011
Yukarıdan Devrim!
Teknokrasi İşbaşında
Ciddi olarak ilk kez 1929 Büyük Bunalımı’nı takiben gündeme gelen “teknokrasi hareketi”, Britanya, Almanya ve Sovyetler Birliği’nde
savunulan bir yaklaşım olmuştu. Ne var ki, 1930’ların ortalarından itibarense Franklin Roosevelt yönetiminin kabul ettiği “New Deal”
programıyla Keynesyen politikalara geçiş sürecinde ilgi çekiciliğini kaybetti. Ta ki, 2000'lerde gündeme gelen küresel finansal krize kadar!
Avrupa’da kritik mevkilere getirilen üst düzey teknokratların kariyerlerinin önemli bir bölümünü dünyaca ünlü yatırım bankası Goldman Sachs’ın önemli pozisyonlarında geçirmiş olmaları, sadece bir tesadüften ibaret olmasa gerek. Zira hatırlamakta yarar var: Goldman Sachs, 2008 küresel krizinin ana sorumlularından biri olarak kabul ediliyor.
SESSİZ BİR DARBE Mİ ?
Esra AKGEMCİ
Avrupa’da uzun süredir devam eden finansal kriz, iki hükümetin daha fazla dayanamayarak istifa etmesine
yol açtı. Önce Yunanistan Başbakanı Papandreu, ardından da İtalya Başbakanı Berlusconi görevden çekildi
ve bu koltuklar bir sonraki seçimlere kadar teknokratlara emanet edildi. Yeni atanan Avrupa Merkez Bankası
başkanıyla birlikte yönetime gelen liderlerin ortak noktasıysa, sıradan teknokratlar değil, ABD’nin ünlü yatırım bankası Goldman Sachs’ta bir dönem yönetici olarak çalışmış ya da bu bankayla yakın ilişkiler kurmuş
üst düzey teknokratlar olmaları. Bu bankanın Euro Bölgesi’ni sarsan küresel krizde çok büyük bir payı olduğu
göz önünde bulundurulduğunda, küresel krizi takiben kurulmak istenen “yeni finansal mimari”yle ilgili arayışlar ilginç bir boyut kazanıyor. Görenen o ki, IMF’nin yeniden yapılandırılmasından G20’nin formüle edilmesine kadar bir dizi reform ve projeyi kapsayan bu yeni küresel finansal yapının ana mimarı yine ABD olacak. Avrupa’nın teknokrat liderlerineyse inşaat işiyle uğraşan taşeron rolü düşüyor. (devamı 2 ve 3.sayfada)
Euro'da Hesaplar
Tutmadı
Esra DERE
sayfa 4-5
Portre:
Stefan Zweig
Nazlı AKGÜN
sayfa 16-17
Çizgilerdeki Irkçılık
Aylin AYDI
sayfa 7
Avrupa'da
Vicdani Ret
Alev YILDIRIM
sayfa 12-13
Noel
Sosyalistler Kaybetti
Erbil ERTÜRK
sayfa 14-15
Ceren DÖNMEZ
sayfa 20
üyelik ve diğer talepleriniz için [email protected]
Dikkat Radyosyon
Aysun ÜNAL
sayfa 6
İrlanda: Kilise Yangını
Sönmüyor
Onur HAZNEDAR
sayfa 8
2
Nedir bu Teknokrasi?
Esra AKGEMCİ
KASIM 2011
ATAUM
e-bülten
Nedir bu Teknokrasi?
Esra AKGEMCİ
Teknokrasi, Yunanca tekhne
(yetenek) ve kratos (güç) kelimelerinden türetilmiş bir
kavram. Bu kavramı ilk kez
Californialı bir mühendis
olan William Henry Smyth,
1919’da yayınladığı “Technocracy: Ways and Means to
Gain Industrial Democracy”
adlı makalesinde kullandı.
Smyth’in sözünü ettiği “Endüstriyel Demokrasi”, işçilerin, mühendislerin ve bilim
adamlarının karar verme sürecine dâhil olarak otoriteyi
paylaştıkları bir yönetim biçimine işaret ediyordu. Böylelikle sorumluluk paylaşılmış
olacak ve teknokratlardan
oluşan “uzmanlar kurulu” da-
ha etkili ve daha etkin bir yönetim sağlayacaktı. Bu kavramın yeniden gündeme gelmesi ve ciddi anlamda tartış ılm a ya başlanması için
1929 Büyük Bunalımı önemli
bir zemin oluşturdu. 1930’
ların başlarında ABD’de yine
bir mühendis olan ve “Technical Alliance” adını verdiği
bir platformda birçok mühendis ve bilim adamını örgütleyen Howard Scott öncülüğünde bir “teknokrasi hareketi” başladı. Bu sefer teknokratlar, iktidarı paylaşmak
değil ele geçirmek istiyorlardı. Ekonomiyi yönetmek için
siyasilerin yerine uzmanlardan oluşan bir kurul gelmeli,
bir diğer ifadeyle ekonomi,
ekonomistlere bırakılmalıydı. Aynı dönemde Britanya,
Almanya ve Sovyetler Birliği’
nde de teknokrasiyi savunan
birçok hareket belirdi. Ne
var ki, 1930’ların ortalarından itibaren Franklin Roosevelt yönetiminin kabul ettiği
“New Deal” programıyla Keynesyen politikalara geçiş sürecinde Teknokrasi Hareketi’ne olan ilgi giderek azaldı.
Yine de teknokratların bugüne kadar dünyanın birçok yerinde hükümetlerin karar alma me ka niz ma la rın da
önemli rol oynadığını göz ardı etmemek gerekir. Örneğin
1986’da Sovyetler Birliği’
nde Komünist Parti’nin politikalarını belirleyen en üst karar organı olan Politbüro’
nun yüzde 89’u mühendislerden oluşuyordu. Bugün yine Obama’nın iktisadi işlerden sorumlu ekibinin sadece
finans uzmanlarından oluştuğunu görebiliyoruz. Dünya
siyasetinde bunun gibi, tam
anlamıyla “teknokrat” olmasa da teknokratların etkili olduğu pek çok hükümet örnek
olarak gösterilebilir. Fakat
kuşkusuz ki İtalya’da Berlusconi’nin istifasının ardından
göreve gelen Monti hükümeti, şimdiye kadar kurulan
en önemli teknokrat hükümetlerinden biri.
Yunanistan ve İtalya emin ellerde!
Yunanistan’da başbakanlık
koltuğuna oturan eski Avrupa Merkez Bankası Başkan
Yardımcısı Lukas Papadimos’
un ilk açıklaması “ben politikacı değilim” oldu ve önceliğinin “Yunanistan’ı Euro Bölgesi’nde tutmak olacağını”
belirtti. Papadimos, Massachusetts Institute of Technology’de (MIT) fizik ve ekonomi eğitimi almış, Columbia
Üniversitesi’nde öğ re tim
üyeliği yapmış ve 8 yıl Yuna-
nistan Bankası’nın yönetim
kurulu başkanlığı görevinde
bulunmuş önemli bir isim. Ayrıca, Yunanistan’ın Euro’ya
katılımında önemli rol oynamakla tanınıyor. Bu katkıyı
nasıl yaptığıysa ayrı bir tartışma konusu. Yunanistan’ın
Euro’ya girebilmesi için borç
takası yöntemiyle borçlarının
bir kısmını gizlediği çok yakın
bir zamanda ortaya çıkmıştı.
İşte bu borç gizleme operasyonu, ABD’li yatırım bankası
Goldman Sachs danışmanlığında gerçekleştirilirken Yunanistan Merkez Bankası yöneticiliği yapan Papadimos,
sahtekârlıktan haberdar olmakla kalmamış, Goldman
Sachs’la birlikte bu süreçte
aktif rol oynamıştı. Görünen
o ki, zamanında Yunanistan’ı
Euro Bölgesi’ne sokmayı başaran Papadimos, bugün ülkesini Euro Bölgesi’nde tutmak için uğraşacak. Üstüne
üstlük, o dönemde Goldman
Sachs Avrupa’nın başkan yardımcılığı görevini yürüten ve
Yunanistan’ın borçlarının gizlenmesini sağlayarak bu işlemler karşılığında yaklaşık
300 milyon Euro kazandığı
iddia edilen Mario Draghi
de, 1 Kasım’da Avrupa Merkez Bankası’nın başına getirildi. Bütün bunlar, finans devi Goldman Sachs’ın Avrupa’
daki nüfuzuyla ilgili soru işaretlerini de beraberinde getiriyor.
İtalya’nın ‘Super Mario’su Monti
İtalya’ya gelince, Silvio Berlusconi’nin istifası uzun zamandır beklenen bir olaydı.
2001’den bu yana İtalya Başbakanı olarak görev yapan
ve Mussolini ve Giolitti’nin ardından İtalyan tarihindeki en
uzun süreli hükümeti kuran
Berlusconi’nin adı, görevi boyunca birçok rüşvet, yolsuzluk ve seks skandalına karıştı. Tüm bunlara rağmen bu
zamana kadar koltuğunu korumayı başaran Berlusconi,
nihayet geçtiğimiz ay baskılara dayanamayarak, AB’nin
istediği ekonomik reformların Senato ve Temsilciler
Meclisi’nde onaylanmasının
ardından istifa edeceğini
açıkladı. Berlusconi hükümetinin meclisten geçirdiği
bu son yasada, devletin gayrimenkullerinin satışa çıka-
rılması, emeklilik yaşının yükseltilmesi ve akaryakıta ek
vergi gibi kemer sıkma önlemleri yer alıyordu. Berlusconi hükümetinin istifasının
ardından Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano, erken seçimlere kadar ülkeyi idare etmesi için kısa bir süre önce
“hayat boyu senatör” ilan ettiği Mario Monti'yi başbakanlığa getirdi. Yeni hükü-
meti kurmakla görevlendirilen Monti, Bocconi Üniversitesi’nde ekonomi eğitimi aldıktan sonra Yale Üniversitesi’nde lisansüstü eğitimini
tamamladı. Avrupa Komisyonu’nda görevliyken, Microsoft ve General Electric’e
yönelik yaptırımlarıyla adını
duyurdu. 2005’de Goldman
Sachs’ın uluslararası danışmanlığına getirildi. Bu da de-
ATAUM
e-bülten
mek oluyor ki, Monti’nin başbakanlığıyla birlikte Avrupa’
nın Goldman Sachs kökenli
teknokrat liderlerine bir yenisi daha eklenmiş oldu.
Monti’nin başarılarından
dolayı “Eurocrat” olarak
anıldığını ve İtalyan halkının
borç krizini aşmak için
Monti’ye çok güvendiğini de
belirtmemiz gerekli.
Monti’nin 307 oydan 281’ini
alarak Senato’da güvenoyu
KASIM 2011
sağlayan hükümeti sadece
teknokratlardan oluşuyor.
Ekonomi Bakanlığı’nı da bizzat kendisi üstlenen Monti,
kabinesinde hiçbir politikacıya yer vermemesini “hükümette siyasi isimlerin yer almamasının daha çok işe yarayacağı sonucuna vardım”
şeklinde açıklıyor. Monti’ye
göre, siyasi güçler arasındaki çatışmalara dâhil olmayan
teknokratlar piyasalara hu-
zur getirecek. Mucize beklenen bu teknokratların bazılarına yakından bakalım: Altyapı ve Ulaştırma Bakanlıklarını üstlenen Corrado Passera, ülkenin en büyük ikinci
bankası Intesa Sanpaolo’
nun CEO’su olarak görev yapıyordu. Eski bir rektör olan
ve Ulusal Araştırma Konseyi
CNR’nin başkanlığını yapan
Francescı Profumo ise kabinede Eğitim Bakanı olarak ye-
Nedir bu Teknokrasi?
Esra AKGEMCİ
3
rini aldı. Ceza avukatı ve
akademisyen Paola Severino
Adalet Bakanı olurken, sosyal güvenlik uzmanı Elsa Fornero Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na getirildi.
Her biri “işinin ehli” olan bu
isimler, önce İtalya’ya sonra
Avrupa’ya yokluğu fazlasıyla
hissedilen istikrar ve güven
ortamını getirmeye çalışacak.
Goldman Sachs projesi mi?
Öte yandan teknokratlar hükümeti yoluyla parlamenter
demokrasinin askıya alınmasına yönelik ciddi itirazlar
var. Bu teknokrat hükümetlerin halka hesap vermek gibi
bir sorumlulukları bulunmadığı ve iktidara gelme biçimlerinin darbeden farksız olduğu sıkça dile getirilen
eleştirilerden biri. Örneğin
2012 baharındaki erken seçimlere kadar görev yapması
beklenen teknokratlar hükümetinin 2013’e kadar görevde kalacağının açıklanması,
bazı kesimlerce sessiz sedasız yapılmış bir darbe olarak
yorumlanıyor. Başka bir bakış açısına göreyse, bu teknokratların tek işlevi, iktidarını meşrulaştırmakta yetersiz kalan “seçilmişlerin” işini
kolaylaştırarak halkın bir süreliğine “atanmışlarla” oyalanmasını sağlamak. Ünlü
Fransız düşünür Etienne
Balibar’a göre, Bodin’in tanımladığı ve daha sonra Carl
Schmitt tarafından teorileştirilen komiser diktatörlükler
(commissarial dictatorship)
kavramı, tam da bu teknokratları anlatıyor. Mevcut durumu muhafaza etmek için
demokrasinin askıya alınması durumuna işaret eden
bu kavramın sözüne ettiği komiserler, Balibar’a göre bugün ne askerler ne de hâkimler ancak ekonomistler
olabilir. Balibar, Euro’nun dağılmasını engellemek için bu
teknik kadronun göreve getirilmesini “yukarıdan devrim” olarak tanımlıyor ve toplumla devlet, ekonomiyle siyaset arasındaki denge alt
üst olduğu zaman yönetici sınıfın kullandığı bu “önleyici
stratejinin” köklerinin Bismarck’a kadar uzandığına
dikkat çekiyor.
Bununla birlikte, bu son hükümet değişikliklerini yorumlamadan önce sorgulanması gereken çok daha
önemli bir nokta var. Avrupa’da kriz yönetimi sürecinde kritik mevkilere getirilen
bu üst düzey teknokratların
kariyerlerinin önemli bir bölümünü dünyaca ünlü yatırım ban ka sı Gold man
Sachs’ın önemli pozisyonlarında geçirmiş olmaları, sadece bir tesadüften ibaret olmasa gerek. Yatırım bankacılığının önde gelen ismi
Goldman Sachs, 2008 küre-
sel krizinin ana sorumlula- ve geçen sene IMF’nin Avrurından biri olarak kabul edi- pa Masası Direktörlüğünü yaliyor. Ezeli rakibi Lehmann pan Antonio Borges de
Brothers kriz sırasında iflas Goldman Sachs’ın eski üst
ederken kendini kurtarmayı düzey yöneticilerinden.
başaran Goldman Sachs, hü- Peki, bu üst düzey teknokratkümetler ve piyasalar üze- lar neden kritik görevlere gerindeki etkisinden dolayı tiriliyor? Kredi derecelendir“Sachs hükümeti” olarak me kuruluşu Fitch’in geçtiğianılıyor. Kısacası, Avrupa’nın miz günlerde ABD’nin önde
krizle mücadelesinde “kurta- gelen bankaları JP Morgan,
rıcı” gözüyle bakılan üç isim, Goldman Sachs, Bank of
Monti, Papadimos ve Draghi, America, CitiGrup, Wells Farkrizde en büyük paya sahip fi- go ve Morgan Stanley’e yapnans devlerinden birinin eski tığı sert uyarı bu konuda bir
çalışanları…
ipucu verebilir. “Avrupa’daki
Dikkat çeken bir başka nok- kriz derinleşirse, Amerikan
taysa, bu isimlerin Goldman bankaları ciddi bir riskle karSachs’la olan ilişkilerinin şı karşıya kalacağı” uyarısıngündeme gelmesinden ra- da bulunan Fitch’e göre, bu
hatsız olmaları ve bu ortak altı bankanın Portekiz, Yunageçmişlerinden bahsetme- nistan, İrlanda, İtalya ve
meyi tercih etmeleri. Öte yan- İspanya gibi “sorunlu” ülkedan, Avrupa’daki “Sachs hü- lere olan toplam riski 50 milkümetinin kabinesi” bu üç yar dolar. Anlaşılan o ki,
isimle sınırlı değil. Almanya İtalya ve Yunanistan’ın başıMerkez Bankası (Deutsche na getirilen bu iki başbakan,
Bundesbank) eski başkanı Ot- Avrupa Merkez Bankası’nın
mar Issing, İrlanda’nın yeni başkanıyla birlikte, ke2009’daki borç krizini örgüt- mer sıkma politikalarının uyleyen Peter Sutherland, şu an- gu lan ma sı nı, böy le lik le
da Yunanistan’ın borcunu yö- borçların ödenmesini garanneten Petros Hristodulos, ti altına alarak ABD bankala2012 Londra Olimpiyat Ko- rını iflasa sürükleyecek bir sümitesi başkanı Paul Deighton reci engellemeye çalışacak.
4
Euro'da Hesaplar Tutmadı
Esra DERE
KASIM 2011
ATAUM
e-bülten
Euro'da
Hesaplar Tutmadı
Esra DERE
AB liderleri, Merkel, Sarkozy
yani şimdilerin gözde tabiriyle “Merkozy” ve göreve gelişinin ilk ayını yaşayan Monti,
AB’nin i kin ci baş ken ti
Strazburg’ta bir araya geldi. Gündem son iki yıl içinde onlarcası düzenlenen zirvelerden farklı değildi aslında. Mevzu yine borç kriziyle
mücadeleydi. Görüşmelerden finans piyasalarını rahatlatacak bir sonuç çıkmadı
ama AB’nin siyasal ve kurumsal geleceği açısından
tarihi fakat bir nebze pürüzlü
bir uzlaşmaya varıldı. “İki vitesli Avrupa Birliği”ne ilk adım oldu bu uzlaşma.
Nicolas Sarkozy, zirve sonunda düzenlenen ortak basın toplantısında, Euro krizinin aşılması ve bu tür krizlerin bir daha yaşanmaması
amacıyla Fransa ile Almanya’nın AB antlaşmalarında
değişiklik yapılması konusunda müşterek çalışma yürüttüklerini bildirdi. Sarkozy,
iki ülkenin bu konuda 9 Aralık cuma günü Brüksel’de ya-
pılacak AB liderler zirvesi öncesinde bir dizi öneride bulunacağını duyurdu. Söz konusu önerilerin, Euro Bölgesi ülkelerinin bütçe ve vergi politikalarında uyum, İstikrar ve
Büyüme Paktına uymayan ülkelerin cezalandırılması ve
AB karar alma mekanizmasında değişiklik konuları
üzerinde yoğunlaşması bekleniyor. Almanya, siyasi
problemlere siyasi çözümler
üretilmesi gerektiği düşüncesinden hareketle, AB Antlaşmalarında değişikliğe gidilmesinin piyasalarda güvenin yeniden tesisi açısından gerekli ve öncelikli olduğu inancında. Ayrıca Euro
Bölgesi’nde ulusal ekonomi
ve maliye politikalarının daha sıkı koordinasyonu ve doğrudan gözetiminin sağlanması amacıyla AB’de “mali
birlik” yönünde adım atılmasının gerekli olduğunu savunuyor. Bu kapsamda, bütçe
disiplinine uymayan Euro Bölgesi ülkelerinin Avrupa Adalet Divanı’na şikâyet edilebil-
mesini istiyor. Fransa ise bu çözüm olmayacağını ileri sükonuda Almanya ile görüş rüyor. Bununla birlikte, Albirliğinde değil. İki ülke ara- manya Eurobond çıkarılmasındaki bir diğer görüş ayrılı- sını aslında bir pazarlık unğıysa, Avrupa Merkez Ban- suru olarak kullanıyor ve Antkası’nın Euro krizinin çözü- laşmalarda değişiklik yapılmünde oynayacağı olası rol ması önerisi kabul edilirse Eukonusunda. Fransa, Merkez robond çıkarılmasına da
Bankası’na borç batağındaki olumlu yaklaşabileceğinin
ülkelere daha fazla yardım et- sinyallerini veriyor.
me yetkisi tanınmasını ister- Zirveye katılan üçüncü ülke
ken, Almanya enflasyon en- olan İtalya’ysa, öncelikli hedişesiyle bu fikre şiddetle kar- defin Euro bölgesinin sağlığı
şı çıkıyor ve Strazburg zirve- olduğunu savunarak, bölgesinde de Merkez Bankası’nın de vergi birliği oluşturulmabağımsızlığının vurgulanma- sından yana olduğunu belirsını istiyor. Fransa, AB Ant- tiyor. İtalya AB’de ekonomik
laşmalarında değişiklik ya- entegrasyonu ve bütçe disippılmasının zaman alacak bir linini güçlendirecek mali birsüreç olduğu, Merkez Ban- lik fikrine de sıcak bakıyor. Sokası’na müdahale yetkisi ve- nuç olarak, Euro Bölgesi’nin
rilmesininse acil bir durum ol- dağılmasının 2008-09 kriduğu fikrinde. Buna karşın Al- zinden çok daha olumsuz somanya, ortak garanti altında nuçlar yaratacağı düşünce“Eurobond” çıkarılması veya siyle, üç ülke arasında ortak
Avrupa Merkez Bankası’na para birimi Euro’ nun mutlatahvil piyasalarına müdaha- ka korunması gerektiği kole etme yetkisi verilmesi gibi nusundaki görüş birliği kokısa dönemli mali çözümle- runmaya devam ediyor.
rin Euro bölgesinde yaşanan
aşırı borçlanma problemine
ATAUM
KASIM 2011
e-bülten
İki vitesli AB
Peki, Almanya, Fransa ve
İtalya üçlüsünün mali kriz konusunda dizginleri ele alması ve kurumsal yapıda değişiklik önerileri ne anlama geliyor? Euro bölgesinde olmayıp AB üyesi olan ülkeler karar mekanizmasının neresinde yer alıyor? Euro bölgesi ve
AB ülkeleri ayrımına vurgu
yapılması, cevabı görece açık ediyor aslında. Gelecekte
17 üyeli Euro bölgesinde, 27
üyeli Avrupa Birliği’nden daha farklı kuralların işleyeceği
aşikâr. Bunun kavramsal ifadesiyse “iki vitesli AB”. Sarkozy, Kasım başında yaptığı
bir konuşmasında açıklıyor
bu kavramı: “Daha fazla entegrasyonun bulunduğu Euro bölgesi ve daha konfede-
ratif bir yapıya sahip olan
AB.” Bunun bir avantajı, çekirdek ülkelerin hızla mali ve
sosyal politikalarda entegrasyonu tamamlayarak ABD
benzeri bir federal devlet olmaları. Böyle bir yapıda halen tüm Avrupa’yı sarsan döviz krizleri çıkmayacak. Ya da
ikinci vites ülkeler seçimlerini
İngiltere’nin yaptığı yönde
yaparak Euro’nun dışına çıkacak, kurtarma programlarına katkı yapmak zorunda
kalmayacak ve dolayısıyla
onlardan da yararlanamayacak. Ya da bunlar kendi hızında çekirdeğe, güçlü ülkelere uyum sağlamaya çalışacak ve konfederasyon benzeri bir yapılanmaya gitmeye
terkedilecek.
AB’de liderlik yarışı
AB’nin temelini oluşturan
topluluk antlaşmaları, 1950’
li yıllarda ortaya çıkan ulus
devlet krizinin ve aşırı milliyetçiliğin ortaya çıkardığı
güç mücadelelerinin sona erdirilmesini amaçlıyordu. Bu
antlaşmalar sayesinde Avrupa, tarihindeki en uzun barış
dönemini yaşıyor. Ancak son
dönemde AB ülkelerinde yükselen aşırı milliyetçilik, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı,
kendinden olmayanı ötekileştiren, zenginliğini paylaşmakta kıskanç davranan toplumsal yapılar oluşmasına
neden oldu. Partiler de bu
doğrultuda davranarak seçmen oylarını kazanma yarışına girdi. AB’nin fiili liderliğini
ele geçirmek, ulusal çıkarı
maksimize etmek gibi amaçlar, ülkeleri sert çıkışlar yapmaya yöneltti. AlmanyaFransa-İtalya üçlüsü 17 ül-
Euro'da Hesaplar Tutmadı
Esra DERE
5
Yani güçlü ve zayıf ülkelerden oluşan iki ayrı grup çıkıyor karşımıza. Birinci grubu
içeridekiler, ikinci grubuysa
dışarıdakiler diye de adlandırabiliriz. Zira Euro bölgesindeki kriz 17 Euro ülkesini
birbirine yakınlaştırıyor ve bu
ülkelerin Euro bölgesiyle ilgili olmayan konularda da geriye kalan 10 AB ülkesini dışlayarak karar alması riskini
doğuruyor. Bu durum en çok
dışarıdakilerin başını çeken
İngiltere’yi tedirgin eder kuşkusuz. Daha şimdiden Fransa cephesinden İngiltere’ye
uyarılar gelmeye başladı bile. Sarkozy ve Fransız Avrupa
Bakanı, Cameron’a dışında
kaldıkları sürece Euro bölgesinin işlerine dâhil olmaya ça-
lışmamaları gerektiğini hatırlatıyor. AB Konseyi Başkanı
Van Rompuy ise, 27 ülkenin
bilgilendirilmesi ve sürece dahil edilmesi gerektiği görüşünde ancak bunun sınırını
da çizmeyi ihmal etmiyor: Euro Bölgesi adına kararlar almamak. İngiltere ve diğer Euro bölgesi dışında kalan AB
ülkelerini teskin etmek isteyen Van Rompuy, Euro bölgesini daha seçkin üyeleri
kapsayacak şekilde budamanın AB ruhuna aykırı olacağını dile getiriyor ve 17 ülkeyi diğerleriyle bir arada tutmak için elinden geleni yapacağına söz veriyor. Zira Euro bölgesi AB’den ayrık hale
gelirse Ortak Pazar’ın işleyişi
de durabilir.
keli Euro bölgesinin en
önemli üç ekonomisini oluşturuyor. Bu üç ülke, Euro bölgesinin toplam milli gelirinin
de yüzde 70’ine sahip. Yani
bu üç ülke, Euro bölgesinin
troykası. Dolayısıyla kendilerinde oyunun kurallarını belirleme yetkisi buluyorlar.
Fransa AB’nin en çok konuşan ve konuşulan figürü haline gelmeye çalışırken, Almanya AB’nin yönlendiricisi
konumunu elden bırakmaya
pek niyetli değil. Nitekim
Fransa, İtalya ve İspanya’nın
iç siyaset ve ekonomik sorunlarla boğuştuğu, İngiltere’nin de Euro bölgesi dışında olduğu bir ortamda,
AB’nin tartışmasız en güçlü
ve en etkili ülkesi sıfatını da
sürdürüyor.
6
Dikkat, Radyasyon !
Christos TEAZIS
ATAUM
KASIM 2011
e-bülten
Dikkat, Radyasyon !
Aysun ÜNAL
Geçtiğimiz ay birçok Avrupa
ülkesinin semalarında görülen radyoaktif atık gündemi
meşgul etmekle kalmayıp büyük bir endişeye de yol açtı.
Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Slovakya ve
Avusturya’nın ar dın dan
Fransa’da da görülen iyot
atığının radyoaktif şekli olan
ve I-131 olarak tanımlanan
bu atom, diğer radyoaktif
maddeler gibi devamlı surette parçalanarak çevreye radyasyon yayıyor.
İlk olarak radyoaktif atığın
kaynağı tespit edilememişti.
Uzmanlar ve yetkililer üç olasılık üzerinde durmaktaydı:
Birincisi I-131’in bir nükleer
santral veya bir araştırma reaktöründen gelme olasılığıydı. Ancak nükleer santraller
veya araştırma reaktörleri
başka tür maddeler de ürettiklerinden ve havada bu
atomların tespit edilememesinden dolayı bu olasılık üzerinde fazla durulmadı. İkinci
olasılıksa, I-131 bazı kanserlerin tedavisinde tıbbi amaçla kullanıldığından, bu alanda üretim yapan bir fabrikadan sızıntı olmasıydı. Zira
benzer bir vaka 2008’de
Belçika’da yaşanmıştı. Üçüncü ve son olasılıksa, radyoaktivitenin “bilinçli” ve “kötü
niyetle” havaya salınmış olmasıydı. Böyle bir durumda
“suçlunun” tespit edilememesi durumunda tüm ülkeler
işbirliği yapacak ve sorumlu
tespit edilecekti. Ayrıca üzerinde çok az durulan bir olasılık da Japonya’daki Fukushima nükleer santralinden
gelen radyoaktif hava dalgasıydı ama uzmanlar bunun
mümkün olmadığı konusunda hemen hemen kesin bir
görüşe sahiptiler.
Kısa bir süre içinde radyasyonun nereden sızdığı tespit
edildi. İkinci olasılıkdı söz konusu olan: Sorumlu Macaristan’daki izotop üreticisi
İzotop Enstitüsü Ltd Şirketi
idi. 8 Eylül’den 16 Kasım’a
kadar sızıntıya neden olan şirket, tıbbi amaçla radyoaktif
izotop üretmekte ve bu izotoplar özellikle tiroit kanseri
tedavisinde kullanılmaktaydı. Macar şirket sızıntının kendilerinden kaynaklandığını
itiraf ettikten sonra da üreti- 2012’ye kadar başlatılmami bir süreliğine askıya aldı- yacağı kararı aldıklarını dile
ğını açıkladı.
getirdi. Yani birçok Avrupa ülTespit edilen radyasyonun in- kesinin semalarında görülen
san sağlığına hiçbir kötü et- radyoaktif iyodun tek kaynakisi olmadığı uzmanlar ve Vi- ğı kendi şirketleri olamazdı.
yana merkezli Uluslararası Her ne kadar uzmanlar taraAtom Enerjisi tarafından be- fından insan sağlığını tehdit
lirtilirken, konu hakkında so- edecek bir durumun söz koruşturma başlatıldığı da ba- nusu olmadığı belirtilse de,
sına duyuruldu. Ayrıca İsveç I-131’in dozunun yükselmeve Almanya’da da tespit edi- si durumunda süt veya sebze
len izotopların Çernobil so- gibi bazı besin maddeleri yonucunda havaya karışan rad- luyla insan vücuduna ulaşayoaktif atomların milyonda rak zarar vermesi de ihtimalbiri değerinde olduğu da ler dahilinde.
açıklamaya eklendi.
İtalya Alternatif Ulusal Enerji
Tüm bunlardan sonraysa, Kurumu Başkanı Massimo SeMacar şirketin müdürü Joz- pielli ise, mevcut durumun
sef Kornyei sızıntının kendi- tek bir sorumludan kaynaklerinden kaynaklanmasının lanmayacağı görüşünde.
çok düşük bir ihtimal oldu- Sepielli’ye göre, bu sızıntı bir
ğunu iddia etti. Jozsef’e gö- nükleer denizaltından, radre, 2011’in ilk yarısında nor- yoaktif madde taşıyan bir vamalin üzerinde salım yaptığı sıtadan veya bir hastaneden
tespit edilen şirketin filtre sis- kaynaklanabilir. Hatta birtemi yenilenmiş ve değiştiril- den fazla kaynağı da olabilir.
mişti. Eylül’de yeniden üreti- Kısacası, gerçek sorumlunun
me başladıklarını belirten di- tespit edilmesi zor.
rektör, salımın bu ay yine nor- İspanya, Rusya, Ukrayna, Finmalin üzerinde olduğu tespit landiya, Britanya, Fransa,
edildikten sonra üretimin
İsviçre, Polonya ve Norveçli
yetkililer kendi ülkelerinde
normalin üzerinde I-131’in
tespit edilmediğini açıkladı.
Uluslararası Atom Enerjisi’nin Romanyalı gözlemcisiyse, ülkedeki tek nükleer
santralden herhangi bir sızıntı olmadığını açıkladı.
Hâlihazırda net herhangi bir
sonuç elde edilemese de, sızıntı kaynağının tartışmalı da
olsa tespit edilmiş olması
Avrupalı hükümetleri, uzmanları ve halkları bir nebze
de olsa rahatlatmış görünüyor. Büyük bir ekonomik kriz
sınavından geçen Avrupa
Birliği’ne mensup yöneticiler
ve bilim adamları bir de bu
konudan dolayı endişeli günler geçirmiş olsalar da sağlık
açısından bir tehlikenin söz
konusu olmaması rahatlatıcı
tek unsur. Tabii, nükleer
enerjinin tehlikeleri ve alınması gereken önlemler konusunda daha temkinli davranmanın ne kadar önemli
olduğu da bir kez daha
hatırlanmış oldu.
ATAUM
e-bülten
İletişim
Adres: Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi (ATAUM)
Cemal Gürsel Caddesi, 06590 Cebeci, Ankara
Telefon: 0 (312) 362 07 62
Faks: 0 (312) 320 50 61
Web: www.ataum.ankara.edu.tr/ebulten
E-posta: [email protected]
Editör: Erdem DENK
Tasarım: Volkan KAYA - Turan BACI
* Yazılarınızla katkıda bulunmak için [email protected] adresine email atabilirsiniz.
* ATAUM E-Bülten’de yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. ATAUM'un resmi görüşü değildir.
* Bu e-bülten içinde yer alan özel kullanım lisanslı tüm yazı ve görsellerin bütün hakları ATAUM`a aittir.
* Bu e-bülten, kaynak gösterilerek kopyalanabilir, dağıtılabilir, basılabilir.
Sahibi: ATAUM adına Çağrı ERHAN · Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: B. Erdem DENK · Yayının Türü: Süreli (Aylık) · Basım Yeri: Hermes
Ofset Ltd. Şti., Kazım Karabekir Cad. Murat Çarşısı 39/16 İskitler/ANKARA Tel: 0(312) 341 01 97 · Basım Tarihi: 11.11.2011
ATAUM
KASIM 2011
e-bülten
Çizgilerdeki Irkçılık
Aylin AYDI
Çizgilerdeki Irkçılık
Aylin AYDI
Irkçılık, fiziksel özelliklerin insanlar arasında bir ast-üst
ilişkisi yarattığına inanılan teorinin adı. Bu görüşe göre, insanların fiziksel görünüşleri
bir hiyerarşi yaratır ve bu hiyerarşide değişmeyen alt ve
üst sınıflar vardır. Fiziksel
özellikler genlerimizden kay-
naklandığına göre bu hiyerarşinin ortadan kalkmasından da bahsedilemez. Bu durum size garip mi geldi? Çok
değil bundan yaklaşık 70 yıl
önce Avrupa’nın üzerinde gezinen bir hayalet bu düşünceleri işaret ediyordu. Avrupa bu düşüncelerle sarsılır-
ken yaşanan günlerin sanata
ve edebiyata yansıması da
gecikmedi. 1930’lu yıllarda
Belçikalı bir karikatüristin kaleminden ortaya çıkan kahraman, dünyanın farklı yerlerinde farklı insanların olduğunu söylüyordu. Kahramanımız Tenten ve sevimli kö-
peği Fındık, dünyanın pek bilinmeyen yerlerini gezerek
okuyucuya değişik pencereler açıyordu. Fakat ortaya çıkan kişi gerçekten bir kahraman mıydı? Daha doğrusu,
kahraman olmak için Tenten
gibi beyaz ırka mensup olmak mı lazımdı?
işçilere ihtiyaç vardı. Tenten’in Kongo macerası sömürgeciliğin baskın izlerini
taşıdı. Kitap, ırkçı ve sömürgeci söylemleri ve hayvanlara karşı açıkça şiddet uygulanması yüzünden yıllarca
eleştirildi; hatta 1946’da albüm yeniden çizildi. Fakat bu
çabalar bir özür mahiyetinin
çok ötesindeydi. Kitap bu
içerikleri yüzünden uzun süre yayından kaldırıldı ve
1970’te uzun bir aradan sonra yeniden basılmaya başlandı. Renkli basılan kitabın
tartışmaları sona erdirip erdirmediğine bakacak olursak, yeni bir fitili ateşlediğini
söylemek sanki yanlış olmaz.
da yankısını buldu. Öyle ki,
ABD’de de pek çok kitapçı tarafından ya raflardan kaldırıldı ya da yetişkin bölümünde satılmaya başladı.
Tenten’le ilgili tartışmalar sadece bu örneklerle sınırlı değil. Çizgi romanın basılmasının yasaklanması için benzer
girişimler Fransa’da da olmuştu fakat başarısızlıkla sonuçlandı. Yine İsveç’te Kongo kökenli İsveç vatandaşı
olan Jean Dadou Monya, kitap hakkında suç duyurusunda bulunmuş fakat İsveçli savcı şikâyeti yerinde bulmayarak dava açılmasına gerek olmadığı kararını vermişti.
Konu son olarak yine Belçika’da gün de me gel di.
Irkçılıkla mücadele için kurulan Fransız Cran Derneği ve
Bienvenu Mbutu Mondondo
adlı kişi, yayıncı iki kuruluşu
mahkemeye verdi. Davacıların talepleriyse yine aynı yönde: Yayınların durdurulması,
durdurulmuyorsa bile çocuk
reyonundan kaldırılması ve
üzerine -aynı İngiltere’de olduğu gibi- ırkçı içeriğe sahip
olduğuna dair uyarı koyulması. Davanın ilk duruşması
çeşitli ertelemeler nedeniyle
4 yıla yakın sarkıtıldı ve en sonunda davaya bakmaya yetkili mahkemenin Brüksel
mahkemesi olduğuna karar
verildi. Kasım 2011’de, Belçika mahkemesinin hukuk
müşaviri elindeki belgeleri
göstererek, kurgusal bir çocuk kahramanı olan Tenten’
in ırkçı ifadeler içerdiği iddiasının reddedilmesi gerekti-
ğini tavsiye kararı olarak bildirdi. Mahkemenin, Mondondo’nun argümanını kabul edip etmeyeceği merakla
bekleniyor.
Dava devam ederken Tenten
’in yeni filmi de Stephen Spielberg imzasıyla vizyona girdi. Tenten’in popülaritesinin
yeniden gündeme geldiği bu
günlerde mahkeme kararının bunu etkileyip etkilemeyeceği merak konusu. Ancak
bu konuda filmden çok daha
önemli bir unsur daha var.
O da şüphesiz ki, Vatikan. Vatikan, ırkçılık iddiaları karşısında “Katolik kahraman
Tenten”i savundu. Resmi gazetesinde bu konuya yer veren Vatikan, Katolik kahramandan yana tavır aldı.
deki halinde mister (bayım)
halini almış. Romanda sadece Tenten değil köpeği de
Kongolular hakkında fikirlerini söylüyor. Örneğin bir diyalogda Tentenle konuşan
zenci çocuğa köpek “pek de
akıllı görünmüyor” diyerek
adeta Avrupalıların genel düşüncesini dillendirmiş oluyor.
Bir bölümdeyse yerli halk
Tenten’e yere kapanmış tapıyor ve Tenten onlara üstten
bakıyor. Bunun karşısında köpeği de kendisine tapılması
isteğinde bulunuyor. Verilmek istenen mesaj, bir beyazın köpeğinin bile yerli halktan daha değerli olduğu ve
ona bile tapılması gerektiği
gibi duruyor. Öyle ki, ilerleyen bölümlerde köpeğin bu
isteği yerine getiriliyor ve yerli halk ona da tapıyor. İleri sürülen “maymunlar gibi gösterilip geri zekalılar gibi
konuşturuluyor” iddialarına
bu bölümler dayanak oluşturuyor. Ayrıca kitapta Tenten’in hayvanlara karşı da
şiddet uygulaması eleştirilen
konular arasında.
Mahkeme kararında bunları
dikkate mi alacak mı yoksa
tüm bu güçlü iddiaları yine
görmezden mi gelecek merak konusu. Çizgi romanın
ka ri ka tü ris ti nin e se ri ni
“1920’lerin ‘saf’ sömürgeci
an la yı şın dan et ki len miş
olan, bir acemilik dönemi
hatası” olarak nitelediğiyse
açık bir gerçek ya da en azından acı bir itiraf olarak ortada duruyor.
Maceranın başlangıcı
Tenten’in yaratıcısı Hergé,
Belçikalı bir karikatürist. Hergé, Tenten’i Sovyetler’den
Amerika’ya Kongo’dan Çin’e
pek çok coğrafyada çizmişti.
İlk Tenten kitabı olan “Tenten
Sovyetler’de” çizere çalışmakta olduğu dergi tarafından sipariş verilmişti. Sovyetler Birliği karşıtı bir çalışma ol-
ması isteniyordu. Nitekim
eserin bu düşünceden izler
taşıdığı hala görünür bir olgu. İkinci kitap olan “Tenten
Kongo’da” ise tartışmaların
asıl kaynağı oldu. Bu kitap,
aynı önceki gibi sipariş üzerine hazırlanmıştı. O günlerde
Kongo, Belçika sömürgesiydi
ve orada çalışmak için beyaz
Taraflar saflarını aldı
2007’de Londra’da yaşayan
ve eşi zenci olan insan hakları avukatı David Enright, Borders kitapevi zinciri ve Britanya Irk Eşitliği Komisyonu'
na (CRE) kitabın ırkçı olduğu
gerekçesiyle bir şikayette bulundu. Aynı yıl CRE, kitapta
yerli halkın maymun, tembel
ve cahil gibi gösterildiği gerekçesiyle kitapçılarda satılmamasına ilişkin tavsiye kararı verdi. Borders da kitabı
çocuk reyonundan kaldırıp
yetişkin reyonunda satmaya
devam etti. Kitaba ilişkin ilk
düzeltme 1946’da yapılmasına rağmen aradan onca yıl
geçtikten sonra 2005’te kitabın üstüne “saldırgan ve rahatsız edici öğeler içerebilir”
ibaresi koyuldu. Aslında
CRE’nin bu isteği de o yıllar-
İçindekiler
İnsanların bilinçaltını ele geçirmenin en iyi yolu, oraya
görsel sanatlarla hitap etmek midir acaba? Eğer cevap “evet”se, Hergé bunu
çok başarılı bir şekilde yapmakta. Zira bu kadar tartışmaya neden olan çizgi romanın bazı bölümlerini açacak olursak, karşımıza en
başta Tenten’in yerli halkla diyalogları çıkıyor. 1930 versiyo nun da Kon go lu lar
Tenten’e master (efendi) diye
hitap ederken bu günümüz-
7
8
İrlanda: Kilise Yangını Sönmüyor
Onur HAZNEDAR
KASIM 2011
ATAUM
e-bülten
İrlanda: Kilise Yangını Sönmüyor
Onur HAZNEDAR
Geçtiğimiz günlerde İrlanda
Hükümeti, Vatikan nezdindeki diplomatik misyonunu
ekonomik gerekçelerle kapatacağını açıkladı. Her ne
kadar Vatikan’a gönderilen
notada gerekçe “ekonomik”
olarak açıklansa da, bu kararın İrlanda kiliselerindeki
cinsel istismar olaylarının
Temmuz’dan bu yana ortaya
çıkması sonucunda zedelenen ikili ilişkilerin gölgesinde
alındığı da bir gerçek. İrlan-
da’da nüfusun çoğunluğunun da Katolik olduğu düşünüldüğünde, alınan bu kararın Vatikan’da büyük endişeler yarattığını tahmin etmek
zor değil. Ekonomik krizle birlikte bu durumun diğer Katolik ülkelere de yayılmasından korkulduğu Vatikan’dan
gelen haberler arasında.
“AB-IMF yardım programında belirlenen mali hedeflere
ulaşabilmek ve kamu harcamalarını sürdürebilir düzeye
getirebilmek amacıyla Vatikan’daki diplomatik misyonun kapatıldığı” açıklaması
da İrlanda Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Eamon Gilmore’dan geldi. Kararın büyük
bir üzüntüyle alındığını belirten Gilmore, Vatikan’la diplomatik ilişkilerin yerleşik olmayan büyükelçiler aracılığıyla yürütüleceğini söyledi.
Aslında, Avrupa’da ekonominin çalkalanmakta olduğu
bir dönemde bundan daha
iyi bir gerekçe de olamazdı.
Ancak Temmuz’daki Cloyne
Raporu’ndan bu yana iyice
gerilen ilişkiler hatırlandığında, böyle bir kararın alınmasını sadece ekonomiye dayandırmak pek yerinde olmayacağı gibi kararın arkasında yatan pek çok sebebi
de görmemize ve konuyu
yanlış anlamamıza yol açabilecek nitelikte.
Cloyne Raporu ve ilişkilerin gerilmesi
Peki, ne oldu da ilişkiler bu
noktaya ulaştı? Vatikan, bağımsızlığını kazanmasından
sonra İrlanda’yla diplomatik
ilişkilerini en erken kuran
(1929) devletlerden biriydi.
An cak i liş ki ler Tem muz
2011’de hükümet talimatıyla hazırlanan ve kamuoyuna
açıklanan Cloyne Raporu’yls
birlikte bozulmaya başladı.
Bu raporda, 1996-2009 yılları arası İrlanda’nın Cloyne
bölgesinde görev yapmış 19
rahibin çocuklara cinsel tacizde bulunduğuna ve bunun örtbas edildiğine ilişkin
kanıtlara yer veriliyor. Bu rapo ru iz le yen gün ler de
İrlanda Başbakanı Endo
Kenny, Meclisteki konuşmasında Vatikan’ı “Cloyne soruşturmasının yürütülmesine
engel olmak ve kendi gücünü, itibarını korumak için çocuklara tecavüz ve işkence
edilmesini hafife almakla” itham etmişti. “Raporun, Vatikan kültürüne bugüne dek
hâkim olan işlevsizlik, bağlantısızlık, elitizm ve narsisizmi gün yüzüne çıkardığını”
söyleyen Başbakan’ın bu çıkışı, gerek ulusal gerekse
uluslararası basında bugüne
kadar hiçbir İrlanda başba-
kanının Katolik Kilisesi’ni
eleştirirken bu tür bir dil kullanmadığı şeklinde yorumlanmıştı. Bu sert çıkışın ardından Vatikan da İrlanda
nezdindeki büyükelçisini (nuncio) geri çağırmıştı.
İşte bu kritik gelişmenin üstü ne ge len son ka rar,
Vatikan’da büyük bir endişeyle karşılandı. Çünkü nüfusunun çoğunluğu Katolik
olan bir devletin böyle bir karar alması, Vatikan’ın gerek
Katolik ülkelerdeki gerekse
Katoliklerin azınlıkta olduğu
ülkelerdeki konumunu oldukça sarsmakta ve daha da
önemlisi kararın bir domino
etkisi yaratmasından korkulmakta.
Karar muhalefet de tepkili.
Kararın ekonomik nedenlerle değil Cloyne Raporu sonrası bozulan ilişkiler sonucu
alındığı ve kilise-devlet ilişkilerinin de tehlikeye atıldığı
görüşü hâkim. İrlanda Katolik Gazetesi editörü Garry
O’Sullivan, kararı, hükümetin Katolik kültürüne yaptığı
bir saldırı olarak nitelendiriyor. Özellikle İrlanda’da
Katoliklerin lideri konumundaki Kardinal Sean Brady’in
kilise-devlet ilişkilerinin bo-
zulabileceğini beyan etmesi,
Başbakan Keny’i oldukça kızdırmış gibi gözüküyor. Başbakanın bu eleştirilere verdiği yanıtta, alınan bu kararın
Cloyne konusuyla hiçbir ilgisinin olmadığı, Kardinal
Brady’nin beyanına hiçbir şekilde yorum yapmayacağını,
bunun bir hükümet işi olduğunu ve hükümetin kapsamlı
analizleri sonucu diplomatik
misyonların yeniden organize edildiğini dile getirdi.
Halkın alınan bu karara tepkisiyse genel olarak olumlu.
Özellikle kiliselerde yaşanan
olayları protesto eden ve
o bölgeden biri olan 51 yaşındaki John Deegan, Euronews’in sorularını yanıtlarken alınan karardan oldukça
mutlu olduğunu, hükümeti
ve özellikle Başbakan’ı tebrik
ettiğini ve bu olayın daha da
üzerine gidilmesini istediğini
dile getiriyor. Anlaşılan, toplum da hükümetin almış olduğu bu kararı yaşanan
skandallara bir tepki olarak
gö rü yor. Baş ba kan da,
Mart’taki seçimlerde halkın
desteğini almış olmanın rahatlığıyla, Vatikan’a karşı
çok sert eleştirilerde bulunabiliyor. Her ne kadar Vatikan
geçtiğimiz günlerde İrlanda’ya yeni büyükelçi (nuncio)
John Brown’ı atayarak iyi niyetini gösterse de, ilişkilerin
hemen eski halini alması zor
gözüküyor. Resmi kaynaklardan yapılan açıklamalar
ekonomik nedenlere hala
ağırlık verse de asıl nedenin
bu olmadığı herkes tarafından bilinen bir gerçek.
İrlanda’nın Vatikan’ın yeni elçi atamasından sonra hemen yeni bir hamle yapmasını beklemek herhalde sürpriz olur. Çünkü hükümet bu
kararı iç politikadaki popülaritesini arttırmak için yapmış
gibi gözüküyor. Ancak tüm
bu yaşananlara rağmen, kilise hala İrlanda toplumundaki etkinliğini devam ettirebiliyor; özellikle okulların ve
hastanelerin çoğunda kontrolü elinde bulundurabiliyor.
Sözün kısası, İrlanda Hükümeti yaşanan skandallar sonrası zor durumdaki Vatikan
ile ilişkilerini, iç politikadaki
çıkarları doğrultusunda şekillendiriyor ve önümüzdeki
dönem de bu yönde kararlar
alamaya devam edecek gibi
gözüküyor.
ATAUM
e-bülten
KASIM 2011
Bağımsızlık Günü, Hesaplaşma Günü
Recep Ersel ERGE
Bağımsızlık Günü, Hesaplaşma Günü
Recep Ersel ERGE
11 Kasım Bağımsızlık Günü,
Polonya’nın en önemli milli
bayramı. Avusturya, Prusya
ve Rusya arasında paylaşıldıktan sonra 123 yıl boyunca
esaret altında yaşayan Polonya, 11 Kasım 1918’de tekrar bağımsızlığını ilan etmiş
ve Avrupa haritasında yeniden görünmüştü. Bağımsızlık Günü 1937’de milli bayram ilan edildi ve hemen iki
yıl sonra komünist partinin iktidara gelmesiyle de yasaklandı. 1989’dan beriyse yani
Doğu Bloku’nun dağılması
sonrasında aralıksız kutlanıyor. Ancak kutlamalara katılan bazı sağcı grupların fazla
ırkçı olduğu eleştirisiyle başlayan tartışmalar, son yıllarda bağımsızlıktan daha
önemli bir gündem maddesi
haline gelmiş durumda. Aşırı
sağ ve sol gruplar arasındaki
gerginlik nedeniyle bu yılki
kutlamalar sırasında da başkent Varşova sokakları adeta
savaş alanına döndü.
Tartışmanın iki tarafı var: Bir
yanda Polonya Gençliği
(MW) ve Ulusal Radikal
Kamp (ONR) adlı milliyetçi
hareketlerin başı çektiği aşırı
sağcılar; diğer yandaysa
anarşistler, feministler ve Yahudi örgütleri dâhil 40 gruptan oluşan aşırı solcu “11 Kasım İttifakı”. Sağın öncülerinden MW, çok kültürlülük ve
hoşgörü politikalarını destekleyen her türlü öğretiye
karşı olduğunu açıkça belli ediyor. Dünya çapındaki ününüyse özellikle Yahudi düşmanlığına ve homofobik söylemlerine borçlu. MW, başkentte gelenekselleşen Bağımsızlık Yürüyüşü’nün organizasyonunda da ONR ile
birlikte başı çekiyor.
11 Kasım İttifakı ise, her ne
kadar milli bayram olarak Bağımsızlık Günü’nün kendisine karşı değilse de, sırf MW
ve ONR’nin katılımını onaylamadığı için Bağımsızlık
Yürüyüşü’nü engellemek
amacıyla her yıl bir “karşıyürüyüş” düzenliyor. İttifak’a
Almanya’dan katılan Antifa
adlı anti-faşist grup, bu yılki
kutlamalardan önce internet
sitesine koyduğu “Nazi yürüyüşünü engelle!” başlıklı yazıda, ırkçılığı, Yahudi düşmanlığını ve homofobiyi teşvik ettiği gerekçesiyle Polonya Hükümeti’ni yerden yere
vurmakta. İttifak’ın Polonyalı
üyelerinden Anarşist Federasyon ise, daha da ileri giderek, polis kordonunun nasıl yarılacağı, taş ve molotof
kokteyllerinin ne zaman
atılması gerektiği vb. hakkında bilgiler içeren bir rehber
yayınladı.
11 Kasım 2011 Cuma gününe işte bu atmosfer içinde gelindi. Sabah saatlerinde devlet törenine katılan Cumhurbaşkanı Bronislaw Komorowski, Meçhul Asker Anıtı’na
çelenk bıraktıktan hemen
sonra “Milli bayramımızı birlikte kutlayalım, birbirimize
karşı değil” sözleriyle son kez
boş yere sağduyu çağrısında
bulundu. Çünkü polis öğleden sonraki yürüyüşlerde bazı göstericilerin şiddete başvuracağına kesin gözüyle bakıldığını duyurarak malumu
ilan etmişti bile. ABD Konsolosluğu, bunun üzerine, başkentte yaşayan ABD vatandaşlarından “gösteri yapılacak cadde ve sokaklardan uzak durmalarını ve şehir mer-
kezinde tek başlarına dolaşmamalarını” istedi.
Nitekim olaylar beklendiği gibi başladı. Sağcı MW ve ONR
liderliğindeki Bağımsızlık Yürüyüşü şehir merkezine vardığında, önünde 11 Kasım
İttifakı’nın karşı-yürüyüşünü
buldu. Karşılıklı hakaret ve
tehdit sloganları atıldı, ancak polis kordonunu aşamayan solcu göstericiler molotof kokteyllerini atacak o fırsatı bir türlü bulamadılar.
İşte tam bu sıralarda, polisin
hiç hesaba katmadığı bir şekilde, birbirine erişememenin yarattığı engellenmişlik
duygusunun etkisiyle olsa gerek, iki taraftan da göstericiler bütün öfkelerini polise yöneltti. Çöp bidonları, güvenlik bariyerleri, kaldırım taşları vs. ellerine ne geçtiyse fırlatan göstericilere polis tazyikli su ve göz yaşartıcı gazla
yanıt verdi. Hızını alamayan
birkaç eylemci bir canlı yayın
aracını ateşe verdi; olaylarda gazeteciler de yaralandı.
Gecenin ilerleyen saatlerinde nihayet meydanlar boşalırken 11 Kasım İttifakı’ndan
bir yetkili zaferin haberini
şöyle veriyordu: “Hedefimize
ulaştık. Neo-faşistlerin Bağımsızlık Yürüyüşü Varşova’nın merkezinden geçemedi.” Ne var ki solun bu
“başarısı” Polonya tarihine
kanlı harflerle yazıldı. Üçdört saat süren olaylarda toplam 40 polis yaralandı, 8’i polis 29 kişi hastaneye kaldırıldı. 92’si yabancı olmak üzere 200’den fazla kişi gözaltına alındı -ki yabancıların çoğu Alman vatandaşı. Varşova Valiliği, maddi kaybın 72
bin zloti (yaklaşık 36 bin TL)
olduğunu açıkladı. Hal böyle
olunca, Pazartesi’yi beklemeden derhal harekete geçen savcılık 46 kişi hakkında
soruşturma başlattı, 12 Kasım Cumartesi günü mahkemeler özel oturum yaptı. 35’i
polise saldırmakla suçlanan
sanıkların ikisi 3’er yıl hapis
cezası aldılar bile.
Yaşananları “milli utanç”
olarak nitelendiren Cumhurbaşkanı, bayramı ülke çapındaki sayısız kültürel etkinliğe
katılarak kutlayan “uygar”
vatandaşlara teşekkür etti ve
parlamentoyu gösteri yürüyüşlerinde şiddetin önlenmesine hizmet edecek kanun değişiklikleri yapmaya
çağırdı. Hatta en kısa sürede
kendisinin de bizzat bir tasarı
sunması bekleniyor. Başbakan Tusk da Cumhurbaşkanı’yla aynı görüşü paylaşıyor.
“Almanlar, Varşova’nın göbeğinde, Bağımsızlık Günü’
nde, sırf ulusal semboller taşıyorlar diye Polonyalılara
saldırdı!” sözleriyle tepkisini
dile getiren ana muhalefet lideri Jaroslaw Kaczynski ise,
kanun değişikliğine ihtiyaç
olmadığı görüşünde. Ona
göre, karşı-yürüyüşün olay çıkarmak maksadıyla düzenlendiği o kadar açıktı ki, mevcut kanuna göre bu organizasyona zaten izin verilmemiş olmalıydı. Kaczynski
olayları kısaca “Donald Tusk
hükümetinin tipik sorunlarından biri” olarak nitelendirdi. Eski Başbakan Leszek
Miller gibi Polonyalılara saldıran Alman anarşistlerden
ziyade “Polonyalılara saldıran Polonyalılardan” endişelenenler de bulunmakta.
9
10
Yunanistan’ı sarsan 15 gün
Christos TEAZIS
KASIM 2011
ATAUM
e-bülten
Yunanistan’ı sarsan 15 gün
Christos TEAZIS
Yunanistan’da sular durulmak bilmiyor. Halkın tepkileri bir kartopu gittikçe büyümekte ve bunun genel siyasi
sistemi etkilememesi de
mümkün değil. Ta ki, yeni hükümete kuruluncaya kadar.
Olayların gelişim seyrine şöyle bir bakalım: 28 Ekim 1940
milli bayramı vesilesiyle
Yunanistan’da bir askeri tören yapılıyor. Tam da Yunan
Cumhurbaşkanı törenin başlaması için hazır duruma gelmişken törenin yapılacağı
cadde aniden onbinlerce kişi
tarafından kapatılır. Ve Cumhurbaşkanına yönellik sloganlar atılmaya başlar. Yarım saat sonra Yunanistan’da
bir ilk gerçekleştirilir ve tören
iptal edilir…
Bu olayın hemen ardından
Yunanistan siyasetinin iyice
karıştığına tanık olundu.
Şöyle ki, Yunanistan’ın eski
başbakanı Yorgo Papandreu,
27 Ekim tarihinde Yunanistan ile ilgili alınan kararlar
hakkında PASOK milletvekillerine bilgi veriyordu. Papandreu, grup toplantısındaki konuşmasında, 27 Ekim
kararlarını halkın onayına sunacak yani referanduma götürecekti. Ondan sonra iş
rayından çıktı. Papandreu’
nun açıklamaları Berlin ve
Paris’in hoşnutsuzluğuna neden oldu. Drahmiye dönüş
senaryoları yeniden alevlendi. Avrupalılar Papandreu’
nun inisiyatifini mantık dışı
olarak değerlendirdiler ve Euro bölgesini tehlikeye attığı
yolunda bir görüş bildirdiler.
Kasım’daysa PASOK milletvekili Milena Apostolaki partisinden ayrılıp bağımsız milletvekili oldu. Parti’nin bir diğer milletvekili Vaso Papandreu, bir Ulusal Kurtuluş Hü-
kümeti kurulması teklifinde almayı başardı. Karşılığınbulundu. PASOK’un altı daysa Papandreu istifa edip
milletvekili aynı sıralarda yeni hükümet kurulması için
Papandreu’yu istifaya çağırı- işlemleri başlatacaktı.
yordu. Ana muhalefet (Yeni 5 Kasım: Papandreu, CumDemokrasi) Genel Başkanı hurbaşkanı’nı ziyaret edip
Adonis Samaras ise, Cum- ulusal koalisyon hükümeti
hurbaşkanıyla görüşüp se- kurmaya çalışacağını açıklaçim istedi.
dı. “Ben makama yapışmış
2 Kasım: Sarkozy ve Merkel, değilim” dedi. Ana muhalePapandreu’yu G-20 zirvesi- fet başkanı Adonis Samaras,
ne ‘’ifade’’ vermek için ça- ulusal koalisyon hükümeti
ğırdı. Yunan gazetelerine gö- düşüncesini reddederek sere, Yunanistan küçük düşü- çim istedi. Ortodoks Halk
rü cü an lar ya şı yor du. Uyanışı Partisi genel başkanı
Sabaha karşı Merkel ve Sar- olan Yorgo Karacaferis,
kozy, önce “referandumdan Samaras’ın seçim isteğinden
vazgeç” diye, Papandreu’ vazgeçmesi ve ulusal koalisnun fi kir değiştirmediği yon hükümet kurulması için
görülünce de bir basın top- çağrıda bulundu.
lantısı düzenleyerek referan- 6 Kasım: Gece, PASOK ve Yedumun en kısa zamanda ger- ni Demokrasi (YD) arasında
çekleştirilmesi için ültima- anlaşmaya varıldığı duyurultom verdiler. Referandumun du. Bu anlaşmada iki temel
içeriği değişti: “Euroya Evet prensip söz konusuydu. Gemi Hayır mı?” Üstelik, IMF de çici hükümetin esas görevi sehem de müzakereler sürer- çime gitmek olacak ve Paken altıncı taksiti dondur- pandreu bu hükümette yer
duğunu açıkladı.
almayacaktı.
3 Kasım: Maliye Bakanı Veni- 7 Kasım: Başbakan’ın kim
zelos, referandumun gerçek- olacağı yönünde isim pazarleşmemesinden yana tavır lığı başladı. İlk bildirilen isim
koydu. PASOK milletvekil- Lukas Papadimos’ydu; sonra
leri Diamadopulu ve Vaso Pa- Panagiotis Rumeliotis ve
pandreu, grup toplantısında Nikiforos Diamaduros isimçok açık ve net bir şekilde baş- leri de diğer adaylar olarak
bakanı istifaya çağırdı. Pa- gündeme geldi. Aynı gün Mapandreu, gece yaptığı açık- liye Bakanı Venizelos Eurolamada, istifa etmeyeceğini grup’a katıldı. Avrupalılar, Yuve ulusal koalisyon kurulma- nanistan’ın durumunun ensı için gereken adımları dişe verici olduğunu ifade etatacağını açıkladı. Bu açıkla- tiler ve oluşturulacak yeni hümanın ardından da güveno- kümetten de 27 Ekim kararyu istedi. Ana muhalefet baş- larını uygulayacağına dair
kanı Adonis Samaras, Ulusal taahhütname imzalamasını
Koalisyon Hükümeti’ne katı- istediler. 8 ve 9 Kasım’da
labilmek için Papandreu’nun pazarlıklar devam etti ve niistifasını şart koştu.
hayet 10 Kasım’da da Baş4 Kasım: Papandreu’yla PA- bakan’ın ismi açıklandı: LuSOK milletvekilleri arsında kas Papadimos. 11 Kasım’da
yapılan büyük pazarlıklar ar- da PASOK, Yeni Demokrasi
dından Papandreu güvenoyu ve Ortodoks Halk Uyanışı
partilerinden oluşan yeni hükümetin bakanları açıklandı.
Bu çerçevede iki noktaya
değinilmesi gerekmekte. Birincisi, üç partiden oluşan yeni hükümet gösteriyor ki,
krizle baş edebilmek tek bir
partinin işi değil. Ayrıca,
“eski” zihniyetin egemen olduğu bir partinin de işi değil.
Bu kriz, sosyal olduğu kadar
siyasal bir niteliğe de sahip
ve bu bağlamda derinlikli bir
sosyo-politik dönüşümün yaşanmasına neden olmakta.
İkincisiyse, yeni hükümetin
kurulmasıyla Yunan siyasi tarihine damgasını vurmuş bir
aile olan Papandreou ailesi
de siyasetten çekilmiş bulunmakta: Yorgo Papandreu’
nun dedesi Yorgo, yetmişli yıllara kadar siyaset sahnesinin
başrolünde yer almıştı. Babası Andreas seksenli ve
doksanlı yıllara damgasını
vurdu; son olarak siyaset sahnesine çıkan Yorgo başbakanlığındaysa kriz başlamış
oldu. İlginç olan, bu ailenin bilimsel bir terminolojiyle
ifade edecek olursak- siyasal
yaşamının diyalektik bir süreç içinde varlık alanı bulmuş
olması. Zira aile fertleri birbirlerinden çok farklı, hatta
zıt siyasetler izlediler. Dede
Yorgo tez iken oğlu Andreas
antitezdi. Andreas sonra tez
ol du ğun da oğ lu Yor go
antitezdi. Yorgo Papandreu
ile bir senteze varıldı ve bilindiği gibi bunun anlamı derinlikli bir dönüşüm demekti.
Evet, Papandreu siyasetin dışına itilmiş olabilir; ama Yunanistan da bir dönüşüm yoluna girildi. Yeni tez, antitez
ve sentezlere yelken açıldı.
ATAUM
KASIM 2011
e-bülten
Yunanistan’da Evsizlik ve Sosyal Dışlanma
Ezgi ÖZEN
11
Yunanistan’da
Evsizlik ve Sosyal Dışlanma
Ezgi ÖZEN
Yunan sivil toplum örgütü
KLIMAKA, gün geçtikçe ağırlaşan ekonomik koşullar nedeniyle ülkedeki evsiz sayısının “toplumsal patlama noktasına geldiğini” açıkladı.
Ekonomik kriz ülkede yalnızca 20 milyona yakın insanı işsiz bırakmakla kalmadı, aynı
zamanda ülkedeki insan ve
yaşam profilini de önemli ölçüde değişikliğe uğrattı. Aslında evsizlik Avrupa toplumları için yeni bir sorun değil.
Sanayi toplumlarının ortaya
çıkmasından bu yana başta
Birleşik Krallık olmak üzere
pek çok ülkenin önemli sorunlarından biri. Geleneksel
evsizlik tanımları kültürel, tarihsel, ekonomik ve siyasal
yapılara göre çeşitlilik göstermekte ve evsizlik “kronik
evsizlik” ve “geçici evsizlik”
olarak ikiye ayrılmakta.
ABD’de yapılan evsizlik tanımı aileleriyle bağlarını koparan gençleri ve eşlerinden ayrılan yetişkinleri de içermekte ve bu tür evsizler “geçici
evsiz” olarak nitelendirilmekte. Kronik evsizleriyse,
bir yıldan daha fazla evsiz kalan veya son 3 yılda en az 4
defa evsiz olarak yaşam sürmüş insanlar oluşturmakta.
Evsizlik geleneksel olarak alkol veya uyuşturucu bağımlılarıyla, kimsesiz engellilerle,
suçlu ve kanun kaçaklarıyla
özdeşleştirilmiş bir kavram.
Fakat günümüzün Yunanistan’ında evsizlerin büyük bir
kısmını işini kaybetmiş turizmciler, güvenlik görevlileri
ve denizciler oluşturmakta.
Krizin Yunanistan’ı vurmasıyla birlikte önceden işçi ya da
küçük burjuva olarak toplumun çeşitli sınıflarına mensup olan bireyler şimdi evlerini kaybetme tehlikesiyle
yüz yüze. Bu tehlike beraberinde toplumsal dışlanmayı
da getiriyor. Pek çok gazetede vasıflı işgücünün sokağa
yerleşmesi Yunanistan’da
“yeni bir evsiz sınıfı yarattığı”
şeklinde yorumlanıyor. Fakat
evsizliğin beraberinde getirdiği toplumsal dışlanma, yeni bir sınıf yaratmaktan ziyade Avrupa toplumlarını sınıfsızlığa doğru itiyor. Avrupa
toplumunun krizle üst noktaya çıkan bu erozyonu, yaklaşık 15 yıl öncesinden tahmin
edilebilmekteydi. Küreselleşme teorileri, 1990’lardan
bu yana sosyal dışlanmanın
yeni liberalizm için vazgeçilmez bir unsur olarak ön plana çıktığı görüşünde. Örneğin Susan George, “Fikirler
Savaşını Kazanmak” (1997)
başlıklı makalesinde, 20. yüzyılın sonlarında başlayan küresel yeni liberalizm dönemini “dışlanma çağı” olarak niteliyor. Yeni evsizleri bir
“sınıf” olarak tanımlamanın
onları sisteme “katmak” bağlamında faydalı bir yaklaşım
olmayacağı açık.
Evsizlik, yaşamını sokakta
sürdüren insanların niteliğine göre değerlendirilebilecek bir sosyal durum olmanın ötesinde. Yunancada
Türkçedeki “hayat” kelimesinin iki farklı karşılığı var: zoe
ve bios. Zoe, insanın biyolojik olarak varlığı demekken
bios ise insanın düşünsel ve
toplumsal anlamdaki yaşantısı ve onu hayvandan ayıran
temel nitelik. Bu durumda,
“barınma hakkı” da yalnızca
fiziksel anlamda bir ihtiyaç
değil, bios’a ilişkin, insan yaşantısını bios olarak var etmeyi olanaklı kılan bir önkoşul. Barınma hakkının kapsamını ele alırken evsizlik ke-
limesinin kökeni olan “ev” ke- rılması ve iç hukuka aktarıllimesini de dikkate almamız ması sürecinde büyük aksakgerekmekte. Ev, Oxford söz- lıklar göze çarpmakta.
lüğünde konut kelimesinden Öte yandan, İngiltere’de evfarklı olarak yalnızca barına- sizlere yardım amacıyla kucak bir alanı değil, sosyal iliş- rulmuş 700’e yakın sivil topkileri de içeren bir mekan lum kuruluşu bulunmakta.
olarak tanımlanmakta. Sınıf Bu sivil toplum kuruluşlarının
sözcüğü de, statü sözcüğün- büyük bir kısmı evsizleri soden farklı olarak bir konum ğuk kış günlerinde barınakveya durumu ifade etmekten lara yönlendirmek gibi hizöte bir “ilişki”yi ifade etmek- metler sunuyor. Dolayısıyla
te. Nitekim Marx, bir toplulu- “ev” kavramının beraberinğun “sınıf” olarak nitelendi- de getirdiği toplumsal, siyasi
rilebilmesi için “üretim ilişki- yaşantıyı evsizlere sunmaya
leri bağlamında benzer de- yönelik yardımlarda bulunneyimleri paylaşan insanlar” muyorlar.
KLIMAKA’nın
olmaları gerektiğini söyle- açıklamalarına göre Yunamekte. Pek çok evsiz, hayatı- nistan’da da benzer eylemnı sadakalarla ve yardımlar- lerde bulunan sivil toplum örla idame ettirebilmekte. Bu- gütleri mevcut; fakat bu örnun haricinde üretim ilişkile- gütler de evsizliğin ortadan
riyle herhangi bir bağ içeri- kaldırılmasına yönelik çösinde de değiller. O zaman, züm üretmekte yetersiz. Saevsizlik de bireyleri toplum- dece evsizlere sokaktaki yasal ve siyasal hayattan kopa- şamı kolaylaştırmaya yönelik
ran ve onların yaşantılarını faaliyetlerde bulunmaktalar.
zoe’ye indirgeyen bir durum. KLIMAKA’nın 2008 tarihli raDolayısıyla, sokağa düşme poruna göre, Yunanistan’da
sebepleri ve evsizlikten ön- evsiz nüfus devlet tarafından
ceki statüleri ne olursa olsun, kayıt altında tutulmuyor; dobu kişiler hem sosyal hayat- layısıyla evsizlerin sayısıyla illarından hem de üretim iliş- gili resmi rakamlar vermek
kilerinden büyük ölçüde so- güç. Evsizlik ve işsizlikle müyutlanmaktalar. Toplumun cadele Yunan devletinin Uluevsizlere genel bakışı da göz sal Hareket Planı’nın bir parönünde bulundurulduğunda çasını oluştursa da, devlet bu
evsizlik hali -evsizlerin niteli- kesimlere hizmet etmekte yeğindeki değişmeye rağmen- tersiz kalıyor. KLIMAKA devhala toplum ve ekonomi dışı- let nezdinde evsizlere yönedır ve dolayısıyla sınıfsızdır. lik bir veri tabanının oluştuBu açıdan evsizlerin topluma rulmamış olmasını bu yeteryeniden kazandırılabilmeleri sizliğin en önemli sebebi olave evsizliğin önlenmesi el- rak gösteriyor. Hatırlamakta
zemdir.
fayda var ki, Yunanistan’daki
Çeşitli AB antlaşmalarında, evsizlerin önemli bir kısmını
evsizlik ve toplumsal dışlan- göçmenler ve mülteciler omanın diğer türlerine yönelik luşturuyor. Nitekim KLIMAKA
önlem paketleri üye ülkeler da mülteci ve göçmen evsiztarafından kabul edilmiş du- lerin ayrıksı durumunun devrumda; fakat bunların dev- let tarafından gerektiği gibi eletler nezdinde uyumlulaştı- le alınmadığı görüşünde.
12
Avrupa'da Vicdani Ret
Alev YILDIRIM
KASIM 2011
ATAUM
e-bülten
Avrupa'da
Vicdani Ret
Alev YILDIRIM
Avrupa Konseyi’nin, AB üyeliğine aday ülkelerin vicdani
ret hakkını tanıması için verdiği üç aylık mühlet, Aralık’ta
sona eriyor. Avrupa Konseyi
üyesi olan ve vicdani ret hakkını tanımayan ülkelerse,
A zer bay can ve Türkiye.
Özellikle Kasım boyunca,
1949’dan beri Avrupa Konseyi üyesi olan ve vicdani ret
hakkını tanımadığı için AİHM
tarafından bir çok ceza alan
Türkiye’de vicdani ret tartışm a sı ol duk ça hız lan dı.
Yunanistan’ın keza, özellikle
AB’nin baskıları sonucu
1998’de, Bulgaristan’ınsa
Birliğe katılmadan hemen önce vicdani reddi kabul etmesi
ve 2008’de zorunlu askerliği
kaldırma taahhüdü vermesi,
Birliğin vicdani ret konusundaki perspektifini ve politika-
sını özetler nitelikte. Bu bağlamda, AB üyesi 27 ülkedeki
zorunlu askerlik ve vicdani
ret uygulamalarına bakmakta fayda var.
hangi bir zamanda yapılabileceği kararı aldı ve üye devletlerden bu ifadeyi yasalarında belirtmeleri gerektiğini
talep etti.
Vicdani retle birlikte, bir çok
devlet askerlik hizmeti yerine
vatandaşlarından zorunlu kamu hizmeti talep etmekte. Belirtmekte fayda var ki, askerlik bedeli olarak görülen kamu hizmeti anlayışı da zorunlu olmak durumunda değil. Fakat, askeri hizmet yerine kamu hizmeti talep eden
devletler bunun kapsamını
yasalarla belirleyerek kamu
yararına sivil hizmet öngörebilir deniyor. BM İnsan Hakları Komitesi’ne göre, bu sivil
hizmetin hem hizmetin türü
açısından, hem de hangi koşullarda yerine getirildiği konusunda cezalandırıcı olmayan bir yapıda olması gerekmekte. Bu anlamda birçok ülkede sivil kamu hizmeti farklı
süreler ve farklı koşullar altında uygulansa da, komite,
Foin v. France davasında
verdiği kararla, hizmet süresinin makul ve objektif bir şekilde gerçekleşmesi gerektiğini açıkça belirtti.
Vicdani ret konusunda uluslararası hukuk davalarında
altı çizilen bir başka noktaysa, devletlerin bu hak konusunda vatandaşlarına bilgi
vermesi. Zira hakkın kullanılması açısından önceden
bilgi sahibi olmak önemli.
Uluslararası hukukta durum
Vicdani ret bugün, uluslararası hukuk tarafından korunan bir hak. Uluslararası sözleşmeler açısından değerlendirildiğinde vicdani ret,
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesinde ve
Medeni ve Siyasi Haklara
İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 18. maddesinde, din,
vicdan ve düşünce özgürlüğü
kapsamında korunuyor. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları
Komisyonu da 1987’den itibaren aldığı kararlarla bu
maddelerde belirtilen haklar
üzerinden vicdani ret hakkını
korumakta. AİHS’nin 9. maddesinin vicdani ret hakkını
kapsayıp kapsamadığı bir süre tartışma konusu olsa da,
yapılageliş, vicdani reddin
düşünce, vicdan ve din özgürlüğünden kaynaklandığını kabul etmiş durumda. Öte
yandan buradan, vicdani reddin yalnızca dini gerekçelerle savunulduğunu söylemek
zor. Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 18. maddesi de -BM
İnsan Hakları Komitesi’nin
22 No’lu Genel Yorumu’na
göre- deist, deist olmayan veya ateist kişileri korumakta.
Vicdani reddin askerlik sırasında, öncesinde ya da sonrasında gerçekleştirilebileceği kabul edilmekte. Avrupa Parlamentosu, 24 Mart
2006’da yaptığı toplantıda,
vicdani ret başvurusunun her-
ATAUM
e-bülten
KASIM 2011
Avrupa'da Vicdani Ret
Alev YILDIRIM
13
AB’de vicdani ret uygulaması
AB ü ye si dev let ler den
İrlanda, Portekiz, Lüksemburg, Mal ta, Ro man ya,
Slovenya ve Birleşik Krallık’
ta zorunlu askerlik yok. Buna
karşılık, Avusturya, Kıbrıs,
Danimarka, Estonya, Finlandiya, Almanya, Yunanistan,
Litvanya, Polonya ve İsveç’te
zorunlu askerlik var ve
vicdani ret konusunda farklı
uygulamalar söz konusu. Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Fransa, Macaristan,
İtalya, Letonya, Hollanda,
Slovakya ve İspanya gibi
ülkelerdeyse zorunlu askerlik askıya alınmış durumda.
AB üyesi devletlerin hepsi,
vicdani ret hakkını askerlik
öncesi tanıyor olmasına karşın, Danimarka, Finlandiya,
Al man ya, Hol lan da ve
İsveç’teyse bu hak askerlik
hizmeti sırasında ve sonrasında da öne sürülebiliyor.
Bu da, Avrupa Parlamento’sunun 2006’da üye devletlerden vicdani retle ilgili
düzenlemelerde istenilen
standartlara bu devletlerde
ulaşıldığını gösteriyor. Öte
yandan Almanya, Hollanda
ve Birleşik Krallık’ta vicdani
ret hakkını, profesyonel askerler dahi öne sürebilmekte. Bu devletlerdeki düzenlemeler, daha kapsayıcı
nitelikte.
Birlik üyesi devletlerin tamamının vicdani ret hakkını tanıması, bu ülkelerde herkesin vicdani ret hakkı kullanabileceği anlamına gelmemekte. Daha açık bir şekilde
ifade etmek gerekirse, vicdani ret hakkını kullanmak
için kimi devletler farklı düzenlemeler öngörmekte ve
bu düzenlemelerle birlikte,
ancak bazı şartların taşınması durumunda vicdani retçi
olunabiliyor. Örneğin Yunanistan’da, bazı gruplar vicdani ret başvurusunda bulunamıyor. Silah ruhsatı bulunanlar veya sabıka kaydı bulunanlar gibi. Estonya’da örneğin, kimlerin vicdani retçi
olabileceğine ya da kimlerin
olamayacağına dair düzenlemeler yeterince açık değil,
fakat çoğunlukla, dini gerekçelerle yapılan başvuruların
işleme alındığı görünüyor.
Keza Litvanya’da da benzer
bir durum söz konusu.
Bir çok AB devletinde vicdani
ret başvurusunun yapılabileceği zamanlar sınırlı tutuluyor ve belirtildiği üzere, bir
çoğunda bu hak yalnızca askeri hizmet öncesi iddia edilebiliyor. Öte yandan, başvuruların belli bir zaman diliminde yapılması gerektiğine
dair sınırlamalar da söz konusu; bu da vicdani ret hakkının kullanılma alanını daraltıcı nitelikte. Askeri hizmet
yerine sunulan zorunlu kamu hizmetiyle ilgili AB devletleri arasında oldukça farklı uygulamalar söz konusu.
Almanya, vicdani retle ilgili
uygulamada gerek zaman
sınırlaması yapmaması, gerekse profesyonel askerlere
dahi bu hakkı tanımasına karşın, mecburi kamu hizmeti
konusunda sıkı düzenlemelere sahip. Kamu hizmeti dahil olmak üzere tamamen ret
mümkün değil; ayrıca, kamu
hizmetini gerçekleştirmeyi
reddedenler de tekrarlanan
disiplin cezalarına maruz
kalabilmekteler. Yine, zorunlu askerlik yerine kamu hizmeti öngören Avusturya’ daysa, yapılan zorunlu kamu hizmeti görevinde oldukça düşük ücretler verilmesi sorun
teşkil ediyor. Bir başka örnekse, Estonya. Kamu hizmeti görevinin tamamen sivil
görevlerden oluşup oluşmadığı konusunda ülke yasalarında tam bir netlik söz
konusu değil. İsveç’teyse,
vicdani retçilerin kamu hizmeti yapmak gibi bir zorunlulukları bulunmuyor.
Kamu hizmeti göreviyle ilgili
bir diğer sorunsa, Almanya
ve Danimarka hariç diğer
devletlerin tümünde bu zorunlu görevin askerlik hizmetinden daha uzun olması;
hatta bazılarında, oldukça
uzun olması. Özellikle, Kıbrıs, Estonya, Yunanistan ve
Finlandiya’da zorunlu hizmetin uzunluğu dikkat çekici
nitelikte. Bazı nedenlerden
ötürü vicdani ret başvurusu
kabul edilmeyenler, özellikle
Yunanistan’da, zorunlu hizmet yerine sıklıkla açılan soruşturmalar ya da tutuklanma lar la karşılaşabiliyor.
Finlandiya’daysa zorunlu kamu hizmetinin uzunluğu (13
ay) nedeniyle her yıl onlarca
dava görülüyor ve hapis cezaları görülüyor. Finlandiya’daki Vicdani Retçiler
Birliği’nin açıklamalarına göre, her yıl bu sebeple hapis
cezası alan kişi sayısı 60 ila
80 arasında.
Kısacası, AB ülkelerinin tamamı vicdani ret hakkını tanıyor ve bu hakkı -farklı düzenlemeler söz konusu olmakla birlikte- yasalarıyla
güvence altına alıyor. Ancak
belirtildiği gibi, bu konuyla ilgili oldukça farklı düzenlemeler söz konusu. Öte yandan, vicdani ret hakkının
kapsayıcılığı, başvuru dönemiyle ilgili sınırlamalar, mecburi kamu hizmeti ve bu hizmetin süresi ve vicdani reddin ve zorunlu hizmetin tamamen reddedilmesi durumunda uygulanan cezai yaptırımlar oldukça farklılıklar
gösteriyor. Bütün bu konularda, BM İnsan Hakları
Komitesi’nin ön gör dü ğü
uluslararası standartlara henüz ulaşılmış değil. Yalnızca
birkaç AB devleti vicdani
rettin herhangi bir zamanda
ya pılabileceğini öngörürken, yalnızca üç tanesinde
profesyonel askerler bu haktan faydalanabilmekte. Vicdani ret gerekçeleri ve
vicdani rettin kapsamı hakkında yasalarda açık ifadelerle düzenlenmeler olmadığındaysa, vicdani ret talepleri geri çevrilebiliyor; Yunanistan ve Estonya’da sıklıkla
görüldüğü gibi. Yine de, Birliğin vicdani reddin bir hak
olarak tanınması ve sınırlarının genişletilmesi konusundaki duruşu ve Avrupa Parlamento’sunun bu konudaki
çalışmaları, mevcut düzenlemelerin daha da ilerletileceğini düşündürüyor.
içtimaiyat
Noel
Erbil ERTÜRK
Noel, her ne kadar farklı çağ- gın kutlaması. Hıristiyan ce- taraftan da yılbaşı kutlama- başını kutlayan ancak Hıristirışım ve farklı içeriklerle de ol- maatinin İsa’nın doğum gü- larıyla iç içe geçmiş ve yan olmayan insanlar tarasa, belki de dünyanın en yay- nünü andığı bu özel gün, bir Noel’in seküler motifleri, yıl- fından da benimsenmiş.
Etimoloji
Türkçede Noel şeklinde kabul görmesine rağmen, daha doğru bir ifadeyle Milat ya
da Doğuş Yortusu olarak
anabileceğimiz bu bayramın
Türkçenin kelime dağarcığına Fransızcadan geçmiş olmasının etkisini görüyoruz.
Fransızcada Noël olarak geçen sözcüğün, Latince natalis (doğum) kelimesinden gel-
diği biliniyor. İngilizcede bu
yortu için kullanılan Christmas kelimesiyse, yine kökenini Latinceden alan Christ
(İsa) ve Mass (ayin) kelimelerinin birleşiminden oluşuyor
ve anlamsal olarak İsa’nın
Ayinine tekabül ediyor.
Her Hıristiyan bayramında olduğu gibi, Noel kutlamalarının da pagan dönemde ayak
izlerinin sürülmesi mümkün.
Genel olarak, Noel, pagan
dönemdeki -her ne kadar bazı itirazlara sebebiyet verse
de- kış festivalleriyle özdeşleştiriliyor. Kış festivali olarak
kutlansa da, esasen 21 aralıkta günlerin yeniden uzamaya başlamasını, başka bir
deyişle gün doğumunu (solstis) selamlayan bu etkinlik,
Latince Dies Natalis Solis
Invicti (Yenilmez Güneşin Doğumu) sloganıyla ölümsüzleştirilmişti. İki etkinlik arasındaki bu ilişkiyi kanıt sayılabilecek tarihsel belgelerin
azlığına rağmen, kolektif bilinçte böyle bir süregelişe
inanmak son derece makul
gözüküyor.
ATAUM
e-bülten
KASIM 2011
Noel
Erbil ERTÜRK
15
Tarih(çe)
Noel’in hangi ülkede hangi
tarihte kutlandığı, aynı zamanda Noel’in tarihçesini de
anlamlandırma imkanı sunuyor. Örneğin Katolik ve
Protestan kiliseleri, Noel’i 24
Aralığı 25 Aralığa bağlayan
gece kutlarken, Ortodoks kilisesi Noel ayinini 6 Ocak gecesi yapıyor. Öte yandan, Hıristiyan olmayan topluluklar,
algısal düzlemde neredeyse
Noel’le iç içe girmiş bir şekilde 31 Aralıkta yılbaşını kut-
larken, bu günün aynı zamanda İsa’nın doğum günü
olduğunu da düşünüyorlar.
Hıristiyan aleminde kiliseler
arasındaki bu tarih farkı,
Katoliklerin Jülyen ve Ortodoksların Gregoryen takvime bağlı kalmasıyla anlamını buluyor. İznik Konsülü’nde
birbirinden ayrışan iki yorumun iki farklı takvim kullanmaya gitmesi, çok özel bir siyasi anlam yaşıyor. Modernizm öncesi, her şey gibi za-
man da tek tipleştirilmeden
önce kullanılan takvim, yani
zamanı işaretleme ayrıcalığı,
siyasal iktidarla doğrudan
ilişkili bir olgu olarak göze
çarpıyor.
Gerçekteyse İsa’nın ne 24
Aralık ne 6 Ocak ne de 31
Aralık gecesi doğduğuna dair kesin bir kanıt bulunmakta. Bazı kutsal metinler
İsa’nın baharda doğduğunu
(bir başka pagan bayramı
olan Paskalyayla mı birleşti-
rilmek isteniyor?), bazılarıysa ekim ayının daha makul olduğunu öne sürüyor. Yine
de, tarihin bu döneminde bireyin bu kadar merkezde olmaması, İsa’nın doğum gününün saptanması çabalarının o dönemde kaleme alınan metinlerdeki “domatesler kızardığı” ya da “kuşlar
göç ettiği” zaman gibi tanımlamalarla yetinmesini zorunlu kılıyor.
dillerindeki şekliyle Santa
Claus’tur. Türkiye’de bilinen
en genel haliyle, iyi yürekli
bir Antalyalı rahipten türediği düşünülen hikayenin,
İtalya ve Almanya versiyonlarında bölge sakinlerinin
kendi din adamlarını kayırma eğiliminde olduğunu göreceğiz. Noel’le organik bağ
içindeki bir diğer motif, Noel
ağacıdır. Pagan kültüründe,
yaprak dökmeyen ağaçların
ölümsüzlüğü simgelediği düşünülerek hürmet gösterilen
çam ağacı, Mısır, Çin ve Yahudi geleneklerinde de aynı
çağrışımlara sahip. Hıristi-
yanlığın neden çok daha kutsal bir haleye sahip olan elma ağacını tercih etmek yerine çam ağacını elmalarla süsleme yoluna gittiği sorunsalı,
özellikle kuzeyli halkların din
değiştirme sürecinde pratik
bir kolaylık sağlaması açıklamasıyla bir nebze olsun anlam buluyor. Öte yandan, Orta Çağ boyunca, İskandinav
damarı ağır basan ve Hıristiyanlıkla çok zor barışan Kuzey Batı Almanya’da Noel
için hazırlanan piyeslerde,
üzerine kutsal elmalar ve hamursuz ekmek asılan çam
ağacı dekorunun çok popü-
ler olduğu görülüyor.
Noel ağacı kadar etkileyici
bir sentez örneği de, Noel
sofrasının vazgeçilmezi haline gelen hindi. Hindinin
Amerika kökenli bir hayvan
olduğu ve 15. yüzyıla kadar
Avrupa’da bilinmediği düşünülürse, hindinin bugün Noel imgesindeki baskın konumu, oldukça şaşırtıcı. Yine
Noel’le özdeşleştirdiğimiz hediye alıp verme alışkanlığı ve
şehirleri ışıklı süslemelerle
donatma geleneğinin, özellikle modern zamanlarla birlikte farklı bir niteliğe büründüğü iddia edilebilir.
kan motif Noel olmuştur.
Özellikle ABD’de tam bir
alışveriş çılgınlığı halini alan
yortu, bunun da ötesinde, tüketim toplumunun bazı sembolleri kendi isteğine göre şekillendirme isteğiyle de karşı
karşıya gelmiştir. Örneğin
Noel kutlamaları ve Noel Baba deyince akla kırmızının
gelmesinin, tamamen olma-
sa da büyük ölçüde 30’lu yıl- bi alışveriş yaparken, Noel’
lardaki Coca Cola’nın rek- den önce yapılması gereken
lam kampanyasıyla alakalı perhiz genelde es geçiliyor.
olduğu söylenir. Başlangıçta Yine de ABD’nin tersine,
bu birlikteliğe onay veren ki- Avrupa’nın pek çok yerinde
lisenin, işin vardığı boyuttan Noel günü dükkanların kaşikayetçi olduğu ve Noel’in palı olduğu ve Noel’in dinsel
anlamının boşaltıldığını dü- anlamdaki saygınlığının külşündüğü biliniyor. Gerçekten türel erozyona karşı dirende, kendini Noel babayla öz- meye çalıştığı görülüyor.
deşleştiren herkes çılgınlar gi-
Ana motifler
Hıristiyanlığın en baştan beri
köktenci bir tavır benimsememesi, Hıristiyanlığın hem
teolojik düzeydeki kurgusunda hem de gündelik pratikleri düzenlemede son derece eklektik bir tavır sergilemesine fayda sağlamış görünüyor. Bu seçmecilik, kilisenin pagan inanç dünyasının
pek çok öğesinden faydalanmasına yol açtığı gibi, Hıristiyan sembollerin farklı merkezlerde çok geniş marjlarla
yeniden yorumlanmasına
göz yumulmasına da imkan
sağlıyor. Noel’in en çarpıcı
imgesi, Noel Baba ya da batı
Modern Noel
Hıristiyan kiliseleri, pek çok
konuda oldukça tutucu olsalar da, etkilerinin toplumun
geniş kesimlerine yayılmasına imkan verecek fırsatları
iyi değerlendirilirler. Tüketim
toplumu ve muhafazakar orta sınıfın tarihsel evliliği, kilisenin üzerine atladığı fırsatlardan biri olmuş ve bu süreçte de en çok ön plana çı-
Portre
Nazlı AKGÜN
Stefan Zweig
Tüm ulusların fikir adamlarıyla savaşa karşı birlik olmak istiyordu fakat başaramadı. Hitler iktidarı insanları
kamplara attı, Zweig ve birçok ünlünün kitaplarını meydanlarda yaktı. Nasyonal Sosyalistlerin Avusturya’yı da ele
geçireceklerini anlayan Zweig, 1934’te ailesini de bırakarak önce İngiltere’ye göç etti. En son Brezilya'nın Petropolis
şehrinde karar kılsa da Hitler’in dünya düzeninde kendine uygun bir vatan bulamayan Zweig, 1942’de intihar etti.
Avusturyalı yazar Stefan Zweig, 28 Ka sım 1881'de
Viyana'da dünyaya geldi. Avru pa kül tü rü nün bü tün
akımlarının birleştiği ve kesiştiği bir kent olan Viyana,
Zweig’ın ge liş me sin de
önemli bir yere sahipti. Buranın bilim, kültür ve sanat
ortamını en iyi şekilde değer-
lendiren Zweig, gençliğinden itibaren tiyatro, şiir, öykü, roman ve biyografi alanında önemli yapıtlar vermiş, büyük bir kültür hazinesi
sunmuştur okurlarına.
Stefan Zweig tarih ve edebiyat alanlarında öğrenim görmesinin ardından on sekiz yaşında Viyana Üniversitesi Fel-
sefe ve Edebiyat Bilimleri
Fakültesi’ne girdi. 1902'de
Neue Freie Presse'nin edebiyat sayfalarında yazmaya
başlayan Zweig, aynı yıl Paul
Verlaine, Baudelarie ve Emeli Verhaeren'in şiirlerini Almancaya tercüme etti. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca dillerini öğ-
renen Zweig adını ilk olarak
şiirleri ve çevirileriyle duyurdu.
Gençlik yıllarında
Hofmannsthal ve Rilke’dan
etkilenerek yazdığı lirik şiirlerini “Gümüş Teller” ve “İlk
Çelenkler” kitaplarında yayımlayan Zweig, ikinci şiir kitabıyla Avusturya’nın en değerli edebiyat ödüllerinden
ATAUM
e-bülten
KASIM 2011
biri olan Bauernfeld Şiir
Ödülü'ne layık görüldü.
İnsanları ve dünyayı yakından tanımak isteyen Zweig,
sık sık komşu ülkelere ve başka kıtalara seyahat ediyordu.
1907-1909 yılları arasında
Seylan, Gwaliar, Kalküta, Benores, Rangun ve Kuzey
Hindistan'da bulunan Zweig,
1911'de New York, Kanada,
Panama, Küba ve Porto Riko’
ya uzanan Amerika gezisini
gerçekleştirdi. Bu seyahatlerin ardından Avrupa’ya dönen Zweig, burayı oldukça
gelişmiş buldu. Kırk yıl süren
barış sürecinde teknolojide
büyük ilerlemeler kaydedilmiş, tüm Avrupa’da yeni buluşlar ortaya çıkmış, yeni keşifler yapılmıştı. Zweig'a göre
Avrupa o kadar güçlenmişti
ki, güçlenen devletlerin yayılma hırsı da bu güce paralel gelişmişti. Savaş yıllarında Romain Rolland ile sık sık
mektuplaşan Zweig şöyle diyordu: "Sonsuz kurbanlarla
bir zafer kazanılsa da, savaşa karşı savaşmak gerekir".
İnsancıl ve uyumsuzlukları
dengeleyen bir yapıya sahip
olan Zweig polemiklere ve savaşlara her zaman karşıydı.
Fikir çatışmalarından, bir fikrin zorla kabul ettirilmesinden hoşlanmıyor, politik kavgalardan kaçınıyordu. 1917’
de savaşı körükleyenlere karşı tepkisini “Jeremias” adlı
oyununda dile getirdi. Savaşın ardından Avusturya'ya dönerek Salzburg'a yerleşen
Zweig burada Frederike Von
Winternit ile evlendi. Kapuzinerberg'in ya ma cın da,
ağaçların arasında iki katlı
bir eve yerleştiler. Oldukça
huzurlu olan bu evde geçirdiği yıllar Zweig'ın hayatında
oldukça özel ve olağanüstüydü. İkinci Dünya Savaşı’
na kadar önemli biyografi yapıtlarını, romanlarını ve öykülerini yazarak uzun yolculuklara çıktı. Zweig'ın ünü Londra’dan ayrılıp konferans
o yıllarda dünyanın dört bir ve edebiyat söyleşileri için önyanına yayılmakta, öyküleri, ce New York’a, sonra sırasıybiyografileri, denemeleri ve la Arjantin, Paraguay, ve
romanları sadece Amerika Brezilya’ya gitti. Aralıkta tekve Avrupa'da değil Asya'da rar New York'a giden Zweig
burada "Amerigo-Tarihi Bir
da büyük ilgi görmekteydi.
Hatanın
Öyküsü" adlı kitabıStefan Zweig tüm ulusların fikir adamlarıyla savaşa karşı nı yazmaya başladı. Ardınbirlik olmak istiyordu fakat dan Brezilya'nın Petropolis
başaramadı. Hitler iktidara şehrine yerleşen Zweig 1941
geldikten birkaç ay sonra in- yılında "Brezilya Geleceğin
sanlar kamplara atıldı, Zwe- Ülkesi"'ni, 1942 yılında ise
ig ve birçok ünlünün kitapları savaş öncesi Avrupa'nın sosmeydanda, herkesin gözleri yal ve kültürel hayatını özönünde teşhir tahtasında ya- lem le anlattığı "D ünün
kıldı. 1933 yılında iktidara Dünyası" isimli otobiyografik
gelen Nasyonal Sosyalistle- eserini kaleme aldı. Ayrıca
rin Avusturya’yı da ele geçi- ölümünden kısa bir süre önreceklerini anlayan Zweig ce eşiyle satranç oynaması1934’te ailesini de bırakarak nın akabinde yazmaya karar
İngiltere'ye göç etti. Dostları- verdiği" Bir Satranç Öyküsü"
nın yardımıyla 1940'ta İngiliz isimli kitabında mevcut sistetabiiyetine geçen Zweig, bu- min insanlara hükmetmesini
rada ikinci eşi Charlotte Alt- anlatmıştır okurlarına.
mann ile evlendi. Fakat 1942'nin 14 Şubat günü
İngiltere'de de huzursuzdu. "Daha Fazla Direnmek İm-
kânsız!", "İngiltere'de Derin
Üzüntü!" ve "Süveyş Kanalını
Hedef Alan Alman Hücumu,
Libya'da!" manşetli gazeteleri gören Zweig, ümidini tamamen kaybederek insanlığa olan inancını yitirir. 23
Şubat 1942 sabahı, Hitler’in
dünya düzeninde kendine uygun bir vatan bulamayan
Zweig kendi isteğiyle hayata
veda eder. Yatak odasına giren polisler, sırtüstü yatan
Stefan Zweig ve elini onun
göğsüne koymuş olan eşi Elisabeth Charlotte'u bulurlar.
Devlet töreniyle Petropolis
Mezarlığına gömülen Zweig,
öldüğünde arkasında sayısız
öykü, 400 civarı şiir, novellalar, romanlar, biyografiler,
monografiler, denemeler, tiyatro eserleri, menkıbeler ve
bir de libretto bırakmıştır.
Stefan Zweig özellikle biyografi alanında önemli eserler
ortaya koymuştur. 1919'da
Portre: Stefan Zweig
Nazlı AKGÜN
17
"Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski", 1925'te
"Kendi İçinde Savaşanlar:
Hölderlin, Kleist, Nietzsche",
1928'de "Kendi Hayatının
Şiirini Yazanlar: Casanova,
Stendhal, Tolstoy" isimli biyografik incelemelerini yayımlamıştır. Bunların dışında
bağımsız kitaplar halinde
"Romain Rolland", "Fouché",
"Marie Antoinette", "Marie
Stuart", "Erasmus", " Calvin'e
Karşı Castellio", "Magellan"
ve "Balzac" biyografileri de
mevcuttur. Stefan Zweig'ın
deneme tarzında yazdığı bir
de "Yıldızın Parladığı Anlar" ismiyle Türkçeye çevrilmiş minyatür biyografilerden oluşan
kitabı vardır. Bu eserlerinde
Zweig, tarihsel kişilikleri ve
dö nem le ri an lat ma da ki
ustalığını eşsiz kültürüyle birleştirerek okurlarına sunmuştur.
Kasım'da Avrupa
BBC TV Yayınına Başlıyor (2 Kasım 1936)
İnsanlar, kendi varlıklarının
üretimini sağlasa da kendi
bilinçlerinden, dileklerinden
bağımsız olacak şekilde
yaşamları süresince belli ilişkilere girerler. Çoğunlukla
Marx’a atfedilse de epey yaygın kabul gören kanaate bakılırsa, bu bağlamda toplumun ekonomik yapısı her türlü ilişkinin ve toplumsal
çıktının temelini oluşturmakta; yasal ve siyasal üst yapı
da bu temel üzerinde yükselmekte. Bir anlamda insanları
dahası toplumu var eden ilişkiler ağı zaman içinde
çeşitlenmiş ve gelişen teknoloji, kurumlaşmalar ve bunların da ötesinde ulusal ya
da uluslararası ekonomik, siyasal, sosyal dinamiklerdeki
dönüşümle karşılıklı bağımlılıkların artması gibi etkenlerle karmaşık bir yapı kazanmış durumda. Özellikle
20. yüzyılla birlikte başlayan
bu hızlı teknolojik gelişimin
en önemli taşlarından birini,
radyolarla televizyonlar
oluşturmakta; bu yeni odaklarsa kendi endüstriyel, siyasal, ekonomik ve sosyal
alanlarını doğurmuşlar. Bu
çerçevede gerek ulusal gerekse uluslararası alandaki
faaliyetleriyle kitle iletişim
alanında öncü sayılan BBC,
ilk olarak akla gelen yayın kuruluşu. BBC, British Broadcasting Company Ltd. adıyla
1922’de özel bir şirket olarak kuruldu. 1927’de kamu
kuruluşu niteliği kazanarak
parlamentoya karşı sorumlu
hale getirilen yayın kuruluşunun yöneticileriyse Krallık
tarafından atanmaya başladı. Kuruluşun kamulaşmasının ardından atanan ilk
yöneticiyse John Reith oldu
ve Reith, BBC tarihi açısından
çok önemli bir rol oynadı. Ka-
mu hizmetini, ticari amaçların önüne koyan ve ulusal
kapsamlı, merkezileşmiş bir
kontrole bağlı bir anlayışı
öneren Reith, yüksek kaliteli
standartlardaki programların geliştirilmesi gerektiğine inanıyordu. Bu kapsamda, ahlaki değerlere -ki bundan kasıt çoğunlukla dini değerlerdi- önem verilmesi gerektiğini ve özellikle 1927’deki
kamulaşmanın ardından siyasi baskılardan bağımsız hareket edilmesinin gerekliliğini vurguluyordu. Ne var ki,
yöneticisi Kral tarafından
atanan, parlamentoya karşı
sorumlu olan bir kuruluşun siyasal anlamda bağımsızlığını koruyabilmesi hele hele
de Britanya gibi küresel
alanda etkisi olan ve bu etkinliği tam da gücünü yitirmeye başladığı bir dönemde
sürdürmek isteyen bir ülkede
oldukça zor olacaktı. Reith,
her ne kadar öncelikli işinin
her zaman radyoculuk olduğuna inanmışsa da televizyon alanında da yeni açılımlara ön ayak olmak istedi ve
bu alanda yapılan araştırmaları da takip etti. Nitekim
BBC de TV alanındaki elektronik gelişmelerin etkileyici
hale gelmesiyle 2 Kasım
1936’da ilk düzenli TV yayının açılışını yaptı. Britanya’nın İkinci Dünya Savaşı’na gireceği 1939’a kadar
sürecek bu yayın hayatı boyunca yapılan programlar,
ma ga zin, ha ber ler ve
belgeseller çerçevesinde
şekillendi. 1946’da yeniden
yayın hayatına başlayan
BBC, 1954’te TV tekelini kaybetti ve ticari yayınlar başladı. Bugünün medya ağları
içinde başı çeken yayın kuruluşlarından biri olarak BBC,
Pınar Dilan SÖNMEZ
ulusal ve uluslararası alanda
enformasyonun önemli bir
halkası oldu. Dünyanın pek
çok yerindeki temsilcilikleri,
çalışanlarıyla birlikte bir anlamda siyasal, ekonomik,
toplumsal olayların tespiti ve
aktarılmasında ciddi bir güç
elde etti. Medyanın dördüncü güç olarak nitelendirildiğini göz önünde bulundurursak, BBC’nin bunun çok
önemli bir örneği olduğu ortadır. Ne var ki, dördüncü
güçten kastımızın ne olduğu,
küresel dünyanın içinde bulunduğu rekabetçi koşullar,
karşılıklı bağımlılık ağları düşünülerek sorgulanmaya
açık. Dördüncü güç olarak
medya, insanların gözü, kulağı, ağzı mıdır; yoksa ekonomik, siyasal, ideolojik
amaçlara hizmet eden egemenlik rolleriyle ilişkili bir
araç mı? Belki de hepsi…
Georgios Papandreou (13 Şubat 1888- 1 Kasım 1968)
20. yüz yı la sa vaş lar la,
işgallerle, siyasi çekişmelerle
girmiş ve neredeyse yarım
yüzyıl boyunca istikrarsızlıklar içinde yüzmüş bir ülkenin
tarihinin canlı tanıkları olarak, halkın gözünde adeta
ilahlaşmış Karamanlis ve
Papandreou aileleri sahip oldukları mirası kuşaktan kuşağa aktararak bugün hala
Yunanistan siyasi hayatında
rol almaya devam ediyor.
2009’da yapılan genel seçimlerin ardından yönetimi
K a r a m a n l i s ’ i n Ye n i
Demokrasisi’nden, Papan-
dreou’nun PASOK’u devralmış ve Papandreou ailesi yeniden iş başına gelmişti. Tüm
ülkeyi kasıp kavuran ekonomik kriz le bo ğu şan
Yunanistan’da henüz geçtiğimiz günlerde istifasını vererek geri plana çekilmiş eski
başbakan, dışişleri bakanı ve
PASOK lideri, torun Giorgos
A. Papandreou; popülist,
retorik ustası, 1980’li yılların
tek ismi ve PASOK’un kurucu su, ba ba And re as
Papandreou; nihayet yüzyılın başlarından 1968’de öldüğü 1 Kasım gününe dek si-
yaset sahnesinin her alanında yer almış dede Georgios
Papandreou… 1888’de
Kaletzi’de doğmuş olan
Giorgos Papandreou, eğitim
hayatına Atina Üniversitesi
Hukuk Fakültesi’nde başlamış ve sonrasında Almanya’ya giderek yüksek lisansını burada tamamlamıştı.
Almanya’da bulunduğu dönem içinde siyasi faaliyetlerine başlamış, 1915’de Ege
Adaları valiliği göreviyle de
siyasi kariyerine ilk adımı atmıştı. Yunanistan’ı bekleyen
olaylar zincirinin her bir
halkasından bizzat etkilenecek ve yaşamı buna göre
şekillenecek olan Papandreou, önce 1923’te Mytilini
vekili olarak parlamentoya
girecek, hemen ardından da
1930-1932 yılları arasında
Kral karşıtı, liberal Venizelos
hükümetinin Eğitim Bakanı
olarak görev yapacaktı. Kısa
bir süre sonraysa liberal partinin sol kanadından ayrılarak 1935’de Demokratik Sosyalist Parti’yi kuracak, ne var
ki İtalyan ve Alman işgali,
onun başlattığı bu süreci sekteye uğratacaktı. Metaxas dö-
ATAUM
e-bülten
neminde tutuklanacak olan
Papandreou, 2 yıllık bir
tutukluluğun ardından hapisten kaçarak Kahire’ye gide cek ti. İkinci Dün ya
Savaşı’nın sonuna gelindiği
ve nihayet işgal ordularının
Yunanistan’dan çekilmeye
başladığı 1944’te Georgios
Papandreou, Ortadoğu’da
sürgündeki koalisyon hükümetinin başbakanı olarak
Yunanistan’a geri dönecekti.
Oysa onu bekleyen yeni ve
zorlu bir dönem savaşın hemen ertesinde ara vermeden
başlamış ve ülke bir iç savaşa
sürüklenmişti. Bu iç savaş
adeta Soğuk Savaş’ın iki blo-
KASIM 2011
ğu arasındaki ideolojik çatışmasının, tek bir ülke içindeki
tezahürüydü. Bu koşullar altında görevinden çekilen başbakan, önce 1950’de kendi
a dı nı ver di ği Ge or gi os
Papandreou Partisi’ni sonra
da 1961’de yeni ve Yunanistan tarihinde önemli bir yere
sahip olan partiyi, Merkez
Birliği’ni kuracaktı. 1950’ler
boyunca çeşitli pozisyonlarda ve genellikle de muhalefette kalmış olan eski başbakan, 1963 genel seçimleriyle
birlikte oyların çoğunluğunu
elde edecek ve yeniden başbakan olarak göreve başlayacaktı. Merkez Birliği hükü-
meti, pek çok alanda önemli
reformlar gerçekleştirecek
ve özellikle Papandreou’nun
büyük hassasiyete sahip olduğu “Eğitim” üzerinde
duracaktı. Bu arada Kıbrıs’ta
patlak veren gelişmeler ve ülke içinde yapılan reformların
Kral ve yanlılarının hoşuna
gitmemesiyle ortaya çıkan
an laş maz lık, 1965’te
Papandreou’nun Kral tarafından görevinden alınmasıyla neticelenecekti. Ortaya
çıkan boşluk ve istikrarsızlığın çözümünün yeni bir genel seçim olduğu hususunda
ısrar eden Papandreou’nun
baskılarına rağmen, Merkez
Kasım'da Avrupa
Pınar Dilan SÖNMEZ
Birliği’nin yeniden çoğunluğu elde etmesi olasılığının
yüksekliğinden korkan muhafazakâr kesim, bu fikre bir
türlü yanaşmayacak ve süreç
de 1967 Darbesi’yle sonuçlanacaktı. Albaylar Cuntası’nın ardından Georgios
Papandreou yaşamının son
günleri ev hapsinde geçecek
ve salıverilmesinin kısa bir süre sonra da ölecektir. Atina’nın yarısından çoğunun
katıldığı cenaze töreniniyse,
diktatörlük yönetimine karşı
ilk büyük gövde gösterisi ve
tam anlamıyla bir direniş
olarak tarihe geçecekti.
Norveç’te AB’ye Üyelik Referandumu (28 Kasım 1994)
Bugün yaşam standartlarının
en iyi olduğu ülkelerden biri
o la rak bi li nen Nor veç,
İskandinav yarımadasında,
Avrupa’nın kuzey ucunda bulunmakta. Dünya balıkçılık
sektörünün merkezi olarak
görülen ülkede, zengin petrol yatakları, doğalgaz, demir, bakır gibi doğal kaynaklar da çıkarılmakta. Jeopolitik konumu da ülke topraklarının önemini arttıran bir unsur olarak karşımıza çıkarken bu durum doğal olarak
onun diğer devletlerle kurduğu ilişkileri de doğrudan
belirleyebilmekte. EFTA,
NATO, CE, WTO gibi önemli
uluslararası örgütlere üye
olan Norveç, dünden bugüne, Avrupa Birliği’ni en çok
zorlayan ülkelerden biri. AB
üyeliği için ilk kez 1972’de
yapılan referandumda, Norveç halkı, AB’ye “hayır” demiş ve ülkesinin birliğe girişine izin vermemişti. Referandumdan çıkan sonucun belirli ve geçerli nedenleri bulunmaktaydı. En başta, yüzyıllarca işgale uğramış ve nihayet 1905’te İsveç’ten kazandığı bağımsızlığına kavuşmuş bir ülke olarak
“bağımsızlık” kavramına büyük önem atfediyor ve AB’ye
üyelik dâhilinde bu bağımsızlığın zarar göreceğine
inanıyordu. Avrupa ülkeleriyle entegrasyonuna karşı
çıkmamakla birlikte -ki bunun kanıtı EFTA’dır- asıl olarak AB idealinde somutlaşan
bu sıkı merkezileşmeye yönelik entegrasyon fikri,
Norveç’i AB’den uzaklaştırmıştı. İkinci ve belki de en
önemli nedense, tamamıyla
ekonomik faktörlere dayanıyor. Bir defa Norveç refah seviyesi oldukça yüksek bir ülke olarak ekonomisini doğrudan etkileyen balıkçılık sektörüyle doğal kaynaklarına
yönelik politikalarını kendi
yararına belirlemek istiyor ve
AB üyeliğinin özellikle ortak
balıkçılık politikası kapsamında kendi çıkarlarını
zedeleyebileceğinden çekiniyor. Kaldı ki, Norveç’te kişi
başına düşen gelirin yüksekliği de göz önünde bulunduruluyor ve bu zenginliğin
27 ülkeyle paylaşmanın pek
de kolay olmadığına dikkat
çekiliyor. AB içinde, belirli ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda empoze etmeye
çalışabileceği politikaları uygulamak yerine kendi doğru
bildiğini yapmayı yeğleyen
ve fakat yine de Schengen ve
Avrupa Ekonomik Alanı üyesi
olarak AB direktiflerini kendi
hukukuna yansıtmaya çalışarak tamamen birliğin dışında da kalmayan Norveç’
te en son Kasım 1994’te gerçekleşen referandumun da
gösterdiği gibi, halk hala
AB’ye tereddütle yaklaşıyor.
Özellikle 2009’da başlayan
ve hala -üstelik büyüyerekdevam eden krizle birlikte,
bugün üyeliğe ilişkin yeni bir
referandum yapılsa ülkede
“hayır” diyenlerin oranının
geçtiğimiz yıllara oranla artacağı yönündeki haberler
de, Norveç’in AB’yi zorlamaya devam edeceğinin en
büyük göstergesi.
19
Kaybetti
20 Sosyalistler
Ceren DÖNMEZ
KASIM 2011
ATAUM
e-bülten
Sosyalistler Kaybetti
Ceren DÖNMEZ
İspanya haritası, geçtiğimiz
günlerde gerçekleşen genel
seçim sonuçları itibariyle neredeyse tümüyle muhafazakârların rengi olan maviyle
kaplanmış durumda. Bu harita, bir önceki seçimlerin yapıldığı 2008’den oldukça
farklı. Katalunya ve Bask ülkesi hariç tüm ülkede, Halkçı
Parti (Partido Popular) oyların çoğunu alarak birinci parti oldu. Avrupa’nın iktidarda-
ki son İşçi Partisi’nin siyaset
sahnesinden bir anda düşmesinin, kimi yankıları oldu.
İspanya demokrasi tarihinde
hiçbir parti tek başına bünyesinde böylesine güç toplayamadı. Halkçı Parti oyların
yüzde 45.5 oranına denk gelen on milyondan fazla seçmenin oyunu aldı ve 350 sandalyeli mecliste 186 sandalye kapmayı başardı. Bu sonuçla, Halkçı Parti, hem
Senato’da hem de Kong- diyeyi kazanmıştı. Halkçı
re’de kontrolü ele geçirmiş ol- Parti’nin yükselişi şüphesiz
du. 2000’den bu yana en sosyalistlerin düşüşüyle paçok oy alan sağcı lider Jose ralel biçimde gerçekleşti. AMaria Aznar’ın da rekoru raştırmalara göre Sosyalist
böylece kırılmış oldu. Öyle İşçi Partisi (PSOE) oyların yüzki, 1982’de Felipe Gonza- de 28.68’ini alarak ancak
les’le Frankocu dönemin ar- 6.8 milyon seçmenin destedından alınan rekor bile aşıl- ğini kazandı. Bu, sosyalistledı. Partido Popular, bu başa- rin tarihindeki en kötü rekor
rısının temellerini geçtiğimiz olarak kayıtlara geçti.
Mayıs’ta yapılan yerel seçimlerde atmış ve pek çok bele-
Kaleler yıkıldı: Endülüs ve Katalunya
PSOE’nin 19 yıldan beri aralıksız destek aldığı Endülüs
seçmenleri -Sevilla dışındabu defa tercihini büyük ölçüde muhafazakârlardan yana
kullandı. Katalunya’daysa
Zapatero’dan şimdiye kadar
desteğini hiç esirgemeyen
Katalan Sosyalist Partisi’nin
(PSC) desteğini çektiği çok
net biçimde görüldü: 25 sandalye 11’e, yani 2008 seçimlerindekinden de az bir sayıya düştü. 350 sandalyenin
323’ünü kaplayan iki partinin sandalye sayısıysa bu seçimlerde 296’ya düştü, çok
partili bu yeni meclisin daha
demokratik olduğu da seçim
değerlendirmeleri arasında
dikkat çekiyor. Gerçekten de
bu sefer Kongre’de 13 farklı
partinin yer alacak olması,
İspanya tarihinde bir ilke de
işaret ediyor.
Son iki genel seçim boyunca
sert bir muhalefet çizgisinde
olan ve eski başbakan Zapatero ve kabinesini oldukça
zorlayan Halkçı Partinin iktidar olmaya pek de çabuk
adapte olamayacağını ironik
biçimde ifade eden çevreler,
seçim sonuçlarını “mutlak
sağ, sosyalist fiyasko” olarak
değerlendiriyor.
PSOE’nin son zamanlardaki
sağ tandanslı politikası ve AB
ve IMF karşısındaki kararsız
tutumu nedeniyle büyük bir
oy kaybı yaşandığı söylenmekle beraber, 1929’dan beri Avrupa’nın gördüğü en
önemli ekonomik kriz nedeniyle yönetimdeki tüm partilerin iktidarı kaybettiği de bir
başka iddia. Zira Avrupa’da
bu ortamda aynı akıbeti yaşamayan parti yok gibi. Partinin içinde yaşanan gelişmeler de bu yönde bir sonu-
cu dolaylı da olsa etkiliyor.
Zapatero’nun yerini kim dolduracak sorusu PSOE’nin
gündeminde iktidar olmak
kadar önem arz etmesine
rağmen hala bir sonuca ulaşılamadı. Parti içinde kongreye gidilmesi beklenen
kongre seçimleri için, son dönemin konuşulan isimleri Rubalcaba ve eski kadın savunma bakanı Carme Chacon gibi isimler PSOE’de liderlik yarışında. Bu yarış, partiden kopuşlar olacağının da bir göstergesi.
Hiçbir zaman 'masaya yumruğunu vurmayan' başbakan
Sakin görünüşüyle dikkati çeken Halkçı Parti lideri Rajoy,
“utangaç, içine kapalı, gururlu, hassas ve klasik bir
adam” olarak tanımlanıyor.
Her ne kadar güçlü ve yoğun
muhalefet döneminde İspanyol Meclisi çokça hararetli tartışmaya sahne olsa
da, Rajoy hiçbir zaman
“yumruğunu masaya vuran”
politikacılardan olmadı. Önceki seçim kampanyalarında, göçmenlere ve Müslü-
manlara olan hoşgörüsüz
tavrı ve sert ifadeleriyle gündeme gelen müstakbel başbakan Rajoy’un, güçlü iktidar döneminde İspanya’da
önem taşıyan bu gruplarla ilgili düşüncelerine ilişkin henüz bir ipucuna rastlanmadı.
2000 seçimlerinde Rajoy,
göçmenler için gelenek göreneklere uyma taahhüdü ölçütü getirmeye çalışan modeller üzerine çalışıyordu.
Şimdiki seçimlerden hemen
sonra yaptığı açıklamadaysa
farklılıkların İspanya’yı güçlendirdiğini belirterek bir tür
“yumuşak giriş” yapmaya çalıştı. “Mucizeler yaratmayacağız” diyen Rajoy, ekonomik kriz, işsizlik, doğum
oranlarının düşüklüğü gibi
hayati sorunların “hep beraber” aşılması gerektiğini vurgularken, daha güçlü bir
İspanya yaratma özlemi içinde olduğunu seçim sonrası
söylemleriyle bir kere daha
gösterdi. “İspanya’nın ve
İspanyolların hizmetinde
olacağım.”
Avrupa çapında çeşitli thinkthank değerlendirmelerindeyse, İspanya’da esen ve
pek de beklenmedik bir sonuç olmayan bu sağcı rüzgârın, yapılacak anayasal değişiklikler ve reformlarla çelişmemesi ve İspanya’nın Avrupa’nın gerisinde kalmaması
temennisi oldukça güçlü.
Avrupa`nın
Bayrakları
Yiğit KÖSEOĞLU
Malta
Akdeniz’in engin mavilikleri
arasında yer alan Malta, büyük bir ada olmamasına rağmen bulunduğu konum itibariyle her devirde çok
önemli bir yere sahip oldu.
Bu sebeple, tarihte birçok
kez imparatorluklar ve devletler tarafından işgale uğradı. Adanın tabiri caizse hareketli siyasi hayatı, doğal olarak kullanılan bayrakları da
etkiledi. Ama şu bir gerçek
ki, yıllar içinde değişen sadece bayrağın şekli oldu. Bayrağın şimdilerde de kullanılan kırmızı ve beyaz renkleri
yüzyıllar boyunca değişmeden aynı şekilde kaldı ve bugünlere kadar geldi.
Hikâyemiz, Sicilya Krallığı’
nın (1130-1816) adayı ele
geçirdiği 1194’ten daha öncesine uzanmakta, çünkü Sicilya Krallığı tarafından adaya yapılan ilk seferlerin 11.
yüzyıl başlarında gerçekleştiğini görüyoruz. Bu seferlerin bayrak açısından önemiyse, adaya sefer düzenleyen Sicilya krallarından
I.Roger’ın (1031?-1101)
1091’de Malta bölgesinin
renkleri olarak kırmızı ve
beyazı seçmesi. Kralın ömrü
adanın tamamının ele geçirilmesine belki yetmedi, ama
biraz önce de bahsettiğimiz
gibi Malta bayrağının asırlarca kullanılacak renklerinin belirleyicisi de I. Roger oldu. Hemen belirtelim, kral tarafından bölgede bu iki rengin kullanılması ön görülmüşken, Sicilya Krallığı
hükümranlığı altında geçen
dönemde adada bu krallığın
bayrağı olan, iki tarafta iki
kartaldan ve ortada yer alan
kırmızı-sarı şeritlerden oluşan bayrak kullanıldı.
Bu dönemde kullanılan bayrağa baktığımızda, ilk kez kırmızı ve beyaz renklerin bir
bayrak üzerinde kullanıldığını görmekteyiz. I. Roger’ın
ada için uygun gördüğü
renkler belki ada halkı tarafından dana önce benimsenmişti ve yerel olarak da kullanılmaktaydı, fakat ilk kez
gerçek anlamda bir politik
oluşumun bayrağı olarak kabul görmekteydi. Bu bayrak,
kırmızı zemin üzerinde bulunan beyaz bir haçtan oluşmaktaydı.
anılan bu haç, Malta Şövalyeleri döneminden beri kullanılan önemli bir sembol olması nedeniyle Malta halkı
tarafından da ulusal bir simge olarak görülmekte.
Haça yakından bakıldığında,
“V” şeklindeki kolların toplamda sekiz tane köşe oluşturduğu görülüyor. İşte bu şekiller, sadakat, dindarlık, cömertlik, cesaret, onur, ölümün küçük görülmesi, yoksul ve düşkünlere yardım ve
son olarak kiliseye olan bağlılığı temsil etmekte. Aslında
bu haç, birçok Avrupa devleti
tarafından da farklı alanlarda ve farklı anlamlar yüklenerek kullanılmakta.
Malta, bu jesti karşılıksız bırakmamak adına nişanı bayraklarına eklemiş. Bu haça
yakından baktığımızda, etrafındaki VI harflerinin Kral
Georgo’u temsil ettiği anlaşılmakta. Ayrıca, haç üzerinde yer alan “For Gallantry”
ifadesi de “cesaret/ kahramanlık için” anlamını taşımakta.
Malta Şovalyeleri’nin kullandığı bayrak
Ada, 1798’de Napoleon Bonaparte tarafından ele geçirildi. Fakat Fransızların adadaki varlığı pek uzun sürmedi ve ada, 1800’de Birleşik
Krallık ’ın topraklarına katıldı. Yaşanan bu gelişme bayraktaki değişimi de beraberinde getirdi. 1875’e kadar
Malta şövalyelerinin bayrağının sol üst köşesine Birleşik
Krallık’ın bayrağının eklenmesiyle oluşturulan bayrak
kullanıldı.
Malta Haçı
St. George haçı
Bayrak 1943’te bir kez daha
değişikliğe uğradı. Sağda bulunan armada yaşanan değişiklikle beraber armadaki
beyaz haç çıkarıldı, zemin aynı şekilde kalmakla beraber
sol üst köşeye mavi bir zemin
üzerinde St. George haçı eklendi. Malta’nın İkinci Dünya
Savaşı sırasında sergilediği
cesaretinden ötürü Kral VI.
George tarafından 1942’de
bir nişan olarak Malta halkına bahşedilen bu haç, bu1875’e kadar kullanılan bay- günkü bayrak üzerinde de
rak
sol köşede yer almakta.
1875’e gelindiğinde bayrak
biraz değişikliğe uğrayacak,
yeni bayrağın zemini öncelikle mavi olacaktı. Sol üstteki Birleşik Krallık bayrağı daha da büyüyecek, bayrağın
sağ köşesineyse ortasında
bir haç olan ve bugünkü Malta bayrağının zemininden
Sicilya Krallığı’nın bayrağı
oluşan bir arma eklenecekti.
Bu bayrak da 1943’te tekrar
Bu bayrak yaklaşık dört yüz değişime uğrayacaktı.
se ne ka dar kul la nıl dı.
1530’da Malta adası, Kutsal
Roma Germen İmparatoru V.
Karl (1519-1556) tarafından
bu adada 11. yüzyılın başlarından beri tarih sahnesinde 1875-1943 yılları arasında
olan ve gene Malta adasında kullanılan bayrak
kurumsallaşan, daha sonraları Malta Şovalyeleri (St. Je- Burada armanın içinde buluan ve Hospitalier şövalyeleri) nan haçtan da bahsetmek geolarak anılacak tarikata ba- rek; çünkü bu haç en az kırğışlandı ve böylece adada şö- mızı ve beyaz renkler kadar
valyelerin yönetimi başlamış Malta adası tarihi için önem
oldu.
taşımakta. Malta haçı olarak
Malta, 21 Eylül 1964’te bağımsızlığını ilan etti ve bağımsızlığın ardından önceki
bayraktaki armanın aynısı
birkaç farkla yeni bayrak
olarak kabul edildi. Bu değişliklerden ilki, haçın kırmızı
bir şeritle çevrelenmesiyken,
ikinci değişiklik armanın dikdörtgen bir şekle dönüşmesi
oldu.
Malta Bayrağı
BASINDA TÜRKİYE - AB
İLİŞKİLERİNİN 50 YILI
9 Kasım 2007'de Milliyet gazetesinde yayınlanan bu haber,
ATAUM bünyesinde hazırlanan “Basında Türkiye-AB İlişkilerinin 50 Yılı“ (ed. Erdem Denk) başlıklı kitaptan alınmıştır.
Türkiye-AB ilişkileri, çeşitli iniş-çıkışlara rağmen tarafların bir şekilde sürdürmekte kararlı göründükleri ve somut
gelişmelerin çok ötesinde anlam yükledikleri bir süreç. Bu 50 yıllık sürecin kimisi unutulan kimisi de belleklerde yer eden
halkalarının basının farklı kanatları tarafından nasıl haberleştirildiği de önemli. Zira yazılı basın, sadece tarihsel gelişmeleri
bir bütünlük içinde değerlendirmek ve siyasal süreçlerin izini sürmek açısından değil, ilgili gelişmelerin yaşandıkları andaki
algılanış ve yansıtılış şekillerini tespit etmek açısından da ziyadesiyle “öğretici” olabilir. Farklı dönemlerde farklı gelişmeler
konusunda Türkiye’de oluşan farklı algıları çarpıcı bir şekilde tespit etme olanağı yaratacağı için...
Avrupa
Gündemi...
ATAUM
ATAUM-BİM (10-2011)
e-bülten
bulmak isteyene not:
sadece elektronik posta kutusunda bulunur...

Benzer belgeler