a`yân-ı sâbite kazâ ve kader necdet ardıç terzi

Transkript

a`yân-ı sâbite kazâ ve kader necdet ardıç terzi
0
GÖNÜLDEN ESİNTİLER.
A’YÂN-I SÂBİTE
KAZÂ VE KADER
NECDET ARDIÇ
TERZİ BABA
NECDET ARDIÇ
İRFAN SOFRASI
TASAVVUF SERİSİ (78)
1
İÇİNDEKİLER………………………………………………………………………Sahife no:
Ön söz:………………………………………………………………………………………….(5)
A’yân-ı sâbite kazâ ve kader:……………………………………………………….(6)
Mevlânâ şöyle rivayet eder ki:……………………………………………………..(7)
(17/05/2007/Perşembe) Akşamı – İzmir Kazâ ve kader bahsi:….(9)
06.05.2011, Cuma Bugünkü sohbetimizin konusu benlik:……….(12)
Kayıttaki sohbetin ikinci bölümü:……………………………………………….(18)
“A’yân-ı sâbite mec’ul değildir.” (Fü-Hi-Mu) kazâ ve kader:…….(19)
Beşince vasıl kazâ ve kader:………………………………………………………(21)
Bu bölüm a’yân-ı sâbite hakkında:…………………………………………….(26)
Üçüncü bölüm istidad-ı gayr-ı mec’ul ve kabiliyet:………………….(32)
Mesnevi Tercüme:………………………………………………………………………(34)
Mesnevi-i Şerif A.A. konuk. Birinci cilt sayfa 230 beyt, 606. dan
devam edelim:……………………………………………………………………………(36)
Mesnevi 616. Beyt’ten devam:…………………………………………………..(46)
Mesnevi 626. Beyt’ten devam:…………………………………………………..(61)
Ehli sünnet vel cemaat’ın Kaza ve Kader hakkındaki yorum:…..(68)
İrâde nedir:…………………………………………………………………………………(70)
Külli irade:…………………………………………………………………………………..(70)
Halk yaratma kesb ilişkisi:………………………………………………………….(71)
kader:………………………………………………………………………………………….(71)
kazâ:……………………………………………………………………………………………(71)
Diğer taraftan başka bir internetten gene kader:…………………….(73)
Buyurun bu konuda bir hadis-i Kudsi:……………………………………….(74)
Küçük bir yorum:………………………………………………………………………..(76)
Bu akşam 12 Mayıs 2011 Perşembe, kader hakkında hadisler:.(79)
Şöyle bir hikâye anlatılır:……………………………………………………………(83)
Kadere inanmamak hakkında:……………………………………………………(88)
Kaza ve Kader mevzuunda bazı âyet-i kerîmeler:…………………….(89)
A’yân-i sâbite mec’ul değildir:……………………………………………………(91)
A’yân-ı sâbite suver-i ilmiye-i esmaiyyeden ibaret olduklarından
vücud-u haricileri yoktur:…………………………………………………………..(93)
Misal: Bir insanda gülme ve ağlama:…………………………………………(94)
Dikkat çok mühim bir not=:……………………………………………………….(96)
Üçüncü Vasl: İstidad-ı Gayri Me’cul ve Kabiliyet:………………………(96)
Mesnevî-i Şerifte şöyle diyor:……………………………………………………..(99)
Cümleten hoş geldiniz:……………………………………………………………..(102)
Dördüncü Vasl: İlim Ma’lûma Tâbidir:………………………………………(108)
Kaldığımız yerdebn devam edelim, Fusûs’ul Hiken Cilt 1.
Mukaddime sayfa 21 Kazâ ve Kader bölümü:………………………….(112)
Kazayı mübreme misal:…………………………………………………………….(117)
Kazayı muallaka misal:……………………………………………………………..(118)
Mesneviden beyit: Tercüme:…………………………………………………….(118)
Misal: Hayvan cinsinin açlığı kazâdır:………………………………………(119)
Dokuzuncu fasıl: Mertebe-i ervah:……………………………………………(121)
Bu hususta Hz Mevlânâ dahi buyururlar:…………………………………(124)
Hakikat-ı Melâike-i Kiram:……………………………………………………….(130)
2
Kaldığımız yerden devam edelim:…………………………………………..(133)
Cebrail (a.s):…………………………………………………………………………….(136)
Mikail (a.s.):……………………………………………………………………………..(137)
Azrail (a.s.):……………………………………………………………………………..(137)
İsrafil (as):………………………………………………………………………………..(138)
İkinci vasl. Hakikat-ı İblis:………………………………………………………..(138)
Üçüncü Vasl: Hakikat-i Âdem ve Havva:………………………………….(144)
Fusus-ul Hikem 3. Cilt 81. Sayfa Fass-ı Kelime-i Üzeyride
Mündemiç olan Hikmet-i kaderiyye beyanındadır:………………….(150)
İlm-i İlâhide nefisleri ile ma’dum:……………………………………………(155)
İmdi kazâ-yi ilâhî:…………………………………………………………………….(156)
Fusus’l hikem cilt 3 sayfa Üzeyir fassı 83:………………………………(160)
İmdi hüccet-i bâliğa Allah için sabittir:………………………………….(162)
Ehl-i ikâb: Yâ Rab!:…………………………………………………………………..(165)
Dinleyici sorusu:………………………………………………………………………..(168)
Kaldığımız yerden devam edelim, bu kaza kader bölümü Üzeyir
fassı sayfa 84:…………………………………………………………………………..(169)
İsti'dâd-ı gayr-ı mec'ûl:…………………………………………………………….(171)
Böyle olunca hâkim:………………………………………………………………….(174)
İmdi hâkim, kim olursa olsun:………………………………………………….(175)
Bu akşam 25/10/2011 kazâ ve kader devam:…………………………(175)
Rabb-ı Has:……………………………………………………………………………….(185)
Misâl: "Akıl" dediğimiz şey:………………………………………………………(185)
Misal: Kendisinde mi'mârlık, hattatlık:…………………………………….(189)
Bu akşam 27/10/2011 Perşembe:…………………………………………..(195)
Misâl: Bir çekirdeğin içinde:……………………………………………………..(195)
Bu akşam 28/10/2011 Cuma akşamı:……………………………………..(203)
Kaza ve Kader bahsi, İsmail Fassı devam:………………………………(214)
Sohbetimize kaldığımız yerden devam edelim Hud fassı başlangıcı,
Kaza ve kader…………………………………………………………………………..(229)
bir ressam hikâyesi:………………………………………………………………….(236)
Kaldığımız yerden devam edelim inşeallah:…………………………….(245)
Rûmîlerle Çinlilerin nakkaşlık ve ressamlık-tasvir, san’atında
iddiaya girişmeleri:…………………………………………………………………..(253)
Bugün 31/05/2012 Perşembe günü:……………………………………….(254)
Büyükte ve küçükte ve umuru bilende bilmeyende Allah'ın "ayn"ı
zâhirdir (2):……………………………………………………………………………….(267)
Bu gün 02/06/2012 Cumartesi Fususu’l Hikem Hud Fassı sayfa 269
kaldığımız yerden devam edelim:…………………………………………….(270)
19.04.2012, Perşembe, Umresinden küçük bir aktarma:……….(301)
04.06.2013 Salı. Ene ve ente/ben ve sen sohbeti:………………….(303)
16.03.2014 Pazar Günü kazâ ve kader:…………………………………..(307)
İnsan-ı Kâmil şerhinde geçen. Kaza kader:…………………………….(318)
(89) Merkez dosyasından aktarma:………………………………………….(324)
NOT= İlgisi dolayısıyla İrfan mektebi kitabımızın sekizinci bölümün
den küçük bir aktarma yapalım:………………………………………………(333)
Merkez hikâyesine devam edelim:…………………………………………..(335)
Kazâ-i muâllâk, değişebilen kazâ:……………………………………………(345)
3
Kendini arayan kişi:………………………………………………………………….(346)
Kazâ kader, ve â’yân-ı sabite:………………………………………………….(346)
Muallâk kaderin bu âlemde düzenlediği hakkında bilgi:………….(349)
Ümmü Seleme (Radiyallahu Anha) Annemizin tavsiyesi:………..(351)
3/54-Mekr yaptılar:…………………………………………………………………..(353)
Cennet ve Cehennem:………………………………………………………………(354)
(27) Genç ve elmas dosyasından: Sayfa (34)…………………………(356)
(1) Sultan-Hükümdar- Padişâh:……………………………………………….(360)
(2) Sultan-Hükümdar- Padişâh: ın sarayı:……………………………….(361)
(3) Birinci vezir:………………………………………………………………………..(362)
(4) İkinci vezir:………………………………………………………………………….(363)
(5) Ordu kumandanı:………………………………………………………………..(364)
(6) Genç:……………………………………………………………………………………(365)
(7) Elmas:………………………………………………………………………………….(366)
(8) Çekiç:…………………………………………………………………………………..(370)
(9) Elması kırma veya kırmama, fiileri:……………………………………(374)
Başka bir elmas hikâyesi:…………………………………………………………(378)
Terzi Baba kitapları sıra listesi:………………………………………………..(380)
4
ÖN SÖZ
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Muhterem okuyucularım, uzun zamandır, başlangıcı (17/05/
2007/Perşembe) den bu günlere kadar, gerek sohbetlerle gerek el
yazmaları ile oluşumuna çalıştığmız, bizleri en çok ilgilendiren,
anlaşılması oldukça da güç olan, a’yân-ı sâbite kazâ ve kader,
mevzuunu nihayet neticelendirmiş bulunuyoruz. Bu arada sohbetlerin çok büyük bir bölümünü, ses kayıtlarından yazı kayıtlarına,
büyük bir gayretle, bıkmadan yorulmadan çalışarak aktaran, sayın
Hulusi Korucu kardeşimize, yaptığı bu büyük hizmetten dolayı çok
teşekkür ederiz, ayrıca diğer sohbet yazılarını da yazan, kardeş ve
evlâtlarımızada çok teşekkür ederiz. Ve ayrıca her hangi bir şekilde
hizmeti geçmiş ve geçebilecek olanlara da, çok teşekkür ederiz
Cenâb-ı Hakk hepsinin dünya ahret işlerini kolay getirsin.
Bilindiği gibi yüce dinimizin “âmentü”sü olan imân bahsinin altı
şartından biri “kadere” inanmaktır. Kader denince onunla birlikte
kazâ hükmüde akla gelmektedir. Bu mevzu, “kazâ ve kader” çok
merak edilen, oldukça zor bir konudur. Bu sahaya bizimde bir
katkımız olsun, düşüncesi ile epey uzun zamandır, üzerinde gerek
sözlü gerek yazılı, çalıştığımız bu çalışma bölümlerini, toplayarak
bir bütün halinde, içinde birçok sorularınıza cevap bulabileceğiniz
bu çalışmayı, karşılığında hiç bir şey beklemeden, kendi sahasında
gönüllerinize sunmakla, sizlere faydalı olmaya çalışıyorum. Cenâb-ı
Hakk azami derecede faydalandırsın inşeallah.
Sevgili okuyucum, bu kitabın yazılışında, düzenlenişinde, tüm
oluşumunda emeği ve hizmeti geçenleri saygı ile yadet,
geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları
açsın. Yarabbi; bu kitaptan meydana gelecek ma’nevi hasılayı,
evvelâ acizane, efendimiz Muhammed Mustafa, (s.a.v.) in ve Ehl-i
Beyt Hazaratı’nın rûhlarına, emeği geçen kardeşlerimizinde
geçmişlerinin ruhlarına hediye eyledim kabul eyle, haberdar eyle,
ya Rabbi.
Muhterem okuyucularım; yine bu kitabı da okumaya
başlarken, nefs’in hevasından, zan ve hayelden, gafletten
soyunmaya çalışarak, saf bir gönül ve Besmele ile okumaya
başlamanızı tavsiye edeceğim; çünkü kafamız ve gönlümüz, vehim
ve hayalin tesiri altında iken gerçek mânâ da bu ve benzeri
kitaplardan yararlanmamız mümkün olamayacaktır.
Gayret bizden muvaffakiyyet Hakk’tandır.
Terzi Baba NECDET ARDIÇ Tekirdağ:
5
A’YÂN-I SÂBİTE
KAZÂ VE KADER
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Muhterem okuyucularım, İnsan sınıfından olan bizleri ençok
ilgilendiren bir konu olan a’yân-ı sâbite kazâ ve kader mevzuu
hakkında çok yazılar yazılmış, bir çok konuşmalar yapılmıştır, bizde
bu hususta bir araştıma yapalım dedik, zaman zaman bu hususta
yapılan sohbetlerle ve yazılarla neticede, uzunca sayılabilecek bir
zamanda ve muhteviyatıda oldukça geniş olan,
bu kitabımız
ortaya çıkmış oldu. Cenâb-ı Hakk, sıkılmadan okuma fırsatı
bulabilenlerin, idrak ve irfaniyetlerini açsın İnşeallah.
Bu mevzuun daha kolay ve daha iyi anlaşılabilmesi için kişinin
kendisi hakkında bazı şeyleri bilmesi gerekmektedir. A’yân-ı
sâbite kazâ ve kader ilminin ve yaşantısının kişiler hakkında,
kişilerin içinde bulunduğu, yaşam mertebelerine göre, değerlendirildiği bilinmelidir. İleriki sahifelerde bu hususlar geniş olarak
görülecektir.
Kur’ân-ı Kerîm de bir çok yerde insandan bahsedilirken
“men/kim” hitabı kullanılmaktadır. Bu ifade ve tarif görüntüde,
insan olmamız dolayısı ile her birerlerimizi kapsamaktadır. Acaba
hiç kendimize, içimize dönüpte gerçek bir tarafsızlık ile “ben
kimim” sorusunu kendimize sordukmu? veya hiç düşündükmü?
İşte düşünülmesi gereken ilk ve en mühim husus budur. Çünkü ne
yazıkki, yaşadığımız devirde, çok büyük bir İlâh-i kimlik kaybı
vardır ki, buda bizlerin ebedi hayatı olan geleceğimizi zora ve
tehlikeye sokmaktadır.
Şimdi yavaş yavaş kendimizi tanıma yolculuğuna çıkmaya
başlayalım. Ancak bu yolculuğa çıkmak için, üzerimizde ne kadar
beşeri ve dünyevi, ağırlıklar varsa onları sırtımızdan atıp, daha
hafifleyerek yola çıkmamız bizlerin yorulmadan daha çok yol
katetmemizi sağlayacaktır. Yolumuzda mevzu ile ilgili, veya dolaylı
ilgili, bir çok duraklar vardır, bazı yerlerde o duraklara birkaç defa,
oğramak vardır, ancak oğranılan bu duraklarda, her oğrandığı
zaman başka manzalar ile karşılaşılacaktır. Bu yüzden bunlar
tekrar edilmektedir, bir mevzu birkaç kere sohbet konusu olsada,
her konuşmada başka bir tarafı açıldığından, zarar değil kazanç
olmaktadırki kişinin aynı mevzu hakkında değişik görüş ve bilişleri
oluşmaktadır. Şimdi bir hadîs-i şerîf ile akıl arabamızı çalıştırıp
yolumuza çıkalım ve herkese gece gündüz bu yolda hayırlı
yolculuklar dileyelim.
6
Mevlânâ şöyle rivayet eder ki:
“Cenâb-ı Hakk, kendi nurundan aklı yarattı, sonra ona gel dedi,
o da geldi, git dedi, o da gitti, sen kimsin, ben kimim? diye sordu,
akıl, sen benim rabb-i rahîmimsin, ben ise senin aciz kulunum
dedi. Cenâb-ı Hakk buyurdu, ey akıl, senden daha aziz bir mahlûk
yaratmadım.”
“Sonra ateşten nefsi yarattı, ona gel dedi, nefis icabet etmedi,
Cenâb-ı Hakk ben kimim, sen kimsin? Dedi, nefis ben benim, sen
sensin cevabını verdi, Cenâb-ı Hakk onu ateşe attı, azap verdi, yine
sordu, nefis yine ben benim sende sensin dedi. Cenâb-ı Hakk bu
defa nefsi aç bıraktı, ben kimim sen kimsin? Diye sorduğunda,
nefis, sen benim rabb-i rahimimsin, bende senin aciz kulunum
cevabını verdi.” (Hadîs-i kudsi)
(bkz: tâcü’l arûs el hâvîli tehzîb’in nüfûs)“internet”ten.
------------------Görüldüğü gibi (Hadîs-i kudsi) de iki önemli husus belirtiliyor. Birincisi aklın halkedilmesi, ikincisi ise nefsin halkedilmesir.
Akıl hemen itaat etmiş nefs ise belirli yaptırımlar neticesinde
çaresiz olarak itaat etmiştir, ancak fırsat bulduğunda hemen
isyanını sürdürmek için beklemektedir.
Bahsedilen akıl, akl-ı küldür ve nefs, nefsi küldür, ve her ikiside
bütün âlemleri kaplamışlardır. Bizdeki olan akıl aklı cüz, ve nefsi
cüz ise, bunların bize ait olan bölümleridir ve bizimde beden
mülkümüzü, her ikisi de kaplamışlardır. Eğer aklımız ruhumuz ile
birlikte olursa, o beden salâh bulur, eğer nefs ile olur, onun hükmü
altına girerse yoldan çıkmış olur, çünkü “nefsi emmâre kötülüğü
emreder.” (12/53) halife Âdem en geniş ma’nâ da iki isimle anılır,
bunların biri “nefs”tir, Kur’ân da (294) yerde geçmektedir. Diğeride
bilindiği gibi “İnsan”dır, o da (311) defa geçmektedir. Görüldüğü
gibi birbirine yakın sayılarda’dırlar.
“Akıl bilici ve nefs tadıcıdır.” Ve beden üzerindeki yerleri ise,
akıl başta, nefs ise sadır/göğüstedir. Ancak her ikisininde bütün
beden üzerinde tesirleri vardır. İnsan dört asli halden oluşmuştur.
Sırasıyla bunlar.
Akıl, ruh, nefs, ve beden’dir. Ruh ile bedenin izdivacından
nefsin mahalli ortaya çıkmış olur, kendinde her yöne uyabilecek
kabiliyet vardır, “sonra da ona hem kötülüğü, hem (ondan)
sakınmayı ilham edene ki,” (91/8) Böylece kendinde iki zıt bir
araya getirilmiştir, ancak kendi içindeki mücadelesi sonun da
Hakk’ın emrine uyması istenmiştir. Ancak o daha ziyade kötülüğü
emretmektedir.
“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi
de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.”
7
(50/16) demek sureti ile kendisinin nefislerimize ne kadar yakın,
hattâ onunla birlikte olduğu açık olarak bildirilmektedir. İşte
böylece İnsan binası ve mekânı, akıl, ruh, ve nefse, mahâl, mekân
olmuşlardır, akıl ve nefs bu mekâna sahip olmak isterler, eğer akıl
aklı selim olursa, nefsi hükmü altına alır kontrolunda tutar eğitir,
nefsi sâfiye olarak/hakk’ın “gel cennetime gir” (89/28) hitabına
mazhar olur. Eğer akıl eğitimsiz kalırda kendini kullanamazsa o
zaman akıl nefsin hükmü altına girer ki, ondan sonra nefs onu
kullanarak her türlü kötülüğü o bedene emreder ve bedende onun
isteklerini yerine getirmek zorunda kalır, ve her türlü nefsi
tadışlarını onunla yapar ve sonunda ölümüde böylece nefs,
tadacaktır. Çünkü bedenimiz bizim bineğimizdir, aslımız değildir.
Aslımız, aslında aklımızdır, ona hayat veren ruhtur, ve nefsimizde
bu hayatı tadandır.
Ölümü tattıktan sonra nefs hayatına berzah âleminde devam
edecektir, bedeni kendisinden ayrıldığında, elinden tadış ve
kullanım aracı alınmış olduğundan, bundan sonraki tadışı, o bedeni
kullanamayışı sebebi ile, çok büyük bir azab olacaktır. İşte özetle
bütün bunlar kulun kulluk mertebesinde mutlak var olduğunu bize
açık olarak belli etmektedir. Böyle olunca da kulun kulluk
mükellefiyetleri olacağıda açıktır. Ve bu kula yaşayacağı ömür
süresi boyunca bir program lâzım gelecektir, bu programın ismine
de (kazâ ve kader) denmiştir.
Bu kısa izahlardan sonra artık kazâ ve kader bahsimize
girebiliriz, kâh sohbetlerimizden kâh yazılarımızdan meydana
getirdiğimiz bu kitabımızdan okuyucularımız umarım azami faydayı
sağlarlar, oldukça geniş bir muhtevaya/iç hacmine sâhip olan bu
sahada yola çıkılırken, kendimiz ile ilgili bazı gerçekleride değişik
mertebeleri ile görmüş olacağız.
Gerçekten ben varmıyım yokmuyum? Sorusunun cevaplarını
da, değişik mertebelerinden görmüş olacağız. Cenâb-ı Hakk bu
yolculumuzda gönül ve idraklerimizi açarak en geniş ma’nâda
fayda sağlayanlardan olmamızı nasib etsin İnşeallah. Çalışmak ve
gayret bizden, yardım ve lütuf Hakk’tandır. T.B.
-------------------
8
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
(17/05/2007/Perşembe) Akşamı – İzmir
Kazâ ve kader bahsi, dinimizin konuları arasında en çok
ihtilâflı olan mevzulardan bir tanesidir, hatta başında gelmektedir,
ehli sünnet vel cemaat olarak, o gurubun anlayışı, yani bizim de
içinde bulunduğumuz, ehli sünnet vel cemaat, akidesinin anladığı
kaza ve kader, hükmü;
cenâb-ı Hakk ezelde kullarının hepsinin bir kazası ve kaderi
vardır. Kazasına hükmeder ömrünün sonuna kadar ne yapacağını
bildiğinden öylece de yazar, ancak sen benim dediğim gibi mutlak
hareket edeceksin demez, peki neden yazar, kulunun ne
yapacağını daha evvelden bildiği için onun kazasını yani hükmünü
yazar, bu kaza hüküm ma’nâsına, program ma’nâsı’nadır, dünyaya
geldiğinden itibaren her gün birer bölüm, kader olarak hayatını
sürdürür.
Yani insanın programının toplu haline “kazâ” denmekte, bu
programın açığa çıkmasına da “kader” denmektedir. Kader miktar
demektir, bölüm bölüm zuhura çıkması demektir. Her birerlerimizin
böyle bir kazâ’mız vardır, biz şu anda dahi şu kazâ’nın kaderini
yaşamaktayız. Sadece şu an değil, her an, yani yaşadığımız
saatlerin dakikaların saniyelerin bir tık, tık geçişi bir kaderdir. İşte
ehli sünnet vel cemaat akidesi Cenâb-ı Hakk kişinin kaderini yazar,
bu kader de iki türlüdür, birisi kazâ-ı mübrem de denilen kazâ-ı
mutlak, diğeri de kazâ-ı muallâk, yani boşta olan hüküm kesin
olmayan hüküm diye belirtilmektedir. Kesin olan hükümler den
sorumluluğumuz yoktur, ama muallâk olan, boşta olan kader yani
bölümlerden sorumluluğumuz vardır.
İşte bizi insan yapan ve mes’uliyet sahibi yapan bu bölümlerdir.
Bir başka mahlûkatta, hayvanlarda bitkiler de madenlerde,
göklerde semâlarda böyle bir sorumluluk yoktur. Çünkü onların
kaderlerinin her bölümü, yani yaşam sahalarının her bölümleri
kazayı
mutlaktır, onların kazayı muallâkları yoktur. Yani ne
yapacaklarsa yapacaklardır. Şimdi şu teypler içindeki kasetler
çalışıyor, bu kazayı mutlaktır, bunun dışına çıkamazlar, bozulması,
cereyanının kesilmesi, ayrı konudur. Kendiliğinden kendini
değiştiremez. O salâhiyet onlarda yoktur, ama insanda böyle bir
selâhiyet vardır. Kendi fikriyle yeni bir şeyler üretme hususiyeti
vardır. Bu da kendisine tanınan hürriyet bölümündedir.
Bunun dışında “mutezile” diye bir gurup vardır, kazâ kader
hakkında onların anlayışları şöyledir; Allah insan hakkında ezelde
bir şey yazmamıştır, kul fiilini halk eder, yani yaşadığı sürede kul
kendi fiilini halk eder diye anlatmaktadırlar ve böyle
inanmaktadırlar. Sabah kalktım, kahvaltı yaptım, işe gittim diye
9
bunları ben kendim halk ettim, kendi fiilim diye kabul ederler, Allah
ezelde insana bir şey yazmamıştır derler. Bunun tam karşıtı, zıddı
olan bir gurubun anlayışı da “cebriye” dir. Cebriyeler de derler ki,
biz fiilimizi yapmaya mecburuz, Allah ezelde bizim için bir kazâ
yani bir hüküm takdir etti, bu hüküm bizim üzerimizden geçecek
biz bunu yapmaya mecburuz derler.
Dolayısıyla biri kulun varlığını kaldırmakta, diğeri de Hakk’ın
hükmünü kaldırmaktadır. Mutezile kulun üzerindeki Hakk’ın
hükmünü kaldırmakta, kul kendi fiilini halk eder, onlara göre
anlayışı ile, cebriye de kulu kaldırmakta, kul fiilinde mecburdur der,
mecbur olunca o zaman kişinin kendi kimliği ortadan kalkmış olur.
Bir dördüncüsü de yine ehl-i sünnet vel cemaatin batını ile birlikte
yaşanmasıdır, işte en güzel en dengeli ve büyük irfan ehli kişilerin,
büyüklerimizin pirlerimizin bildirdikleri en güzel anlaşılan ve
kaderin ve kazânın hakikati olan anlayıştır. Ayrıca daha bir çok
kaderi ma’nâda topluluklar vardır, meselâ bazıları hurufiye diyor,
bazıları kaderiye fırkası diyorlar, ama en önemlisi bu üç veya dört
şeklinde olan fırkadır.
Birincisi ehl-i sünnet vel cemaatın dediği gibi Cenab-ı Allah
kazâsını kaderini yazar, neden yazar kulunun ne yapacağını bildiği
için. Şimdi bir mühendis bir makine icat etti o makine saatte 100
Km gidiyor, bu saat bir de kalkacak beşte hedefine gidecek daha
ne giden var nede gelen var, programı ona göre yapılıyor, o
mühendis ona o saatte gidecek diye hükmetmiyor, ama makinenin
kabiliyetini bildiğinden daha önceden bilmiş oluyor. Yoksa böyle
yap diye âmir bir hüküm ile onu belirtmiyor. Cenâb-ı Hakk’ın
insanlar üzerindeki kazâ-ı mutlak hali, kazâ-ı mübrem de dedikleri
o hali değiştirme imkanımız yoktur.
Değiştiremediğimiz için, ve o filler bizden zuhur ettiği için
Cenâb-ı Hakk bizden bunları sorumlu tutmuyor. Aradaki fark odur.
Yani biz kazâ-ı mutlaktan sorumlu değiliz, çünkü Hakk’ın isteği
istikametinde onları yapıyoruz. Ama kazâ-ı muallaktan sorumluyuz,
meselâ şu kazâdan aşağı doğru inen kader bahsi var, ortada bir
çizgi sağ tarafta nurani sol tarafta zulmani haller var, Cenâb-ı Hakk
emr-i teklifi ile bu programı bize yapmış, bize teklif ediyor, şöyle,
şöyle hayatını sürdür, şöyle sürdürürsen böyle olur, bu tarafa
sürdürürsen ehl-i cehennem olursun, şu tarafa sürdürürsen cennet
ehli olursun diyor. Yani oradaki iradeyi, irade-i cüzziyeyi Cenâb-ı
Hakk. Bizim kullanımımıza bırakmıştır.
Eğer biz gayret eder de, nefsimizle mücadele eder de,
söylenenleri yaparsak boşta olan o hükmü, yani o enerjiyi o zaman
süresini nura döndürmüş oluruz, nura döndürdüğümüz zaman da o
kazâ-ı mutlak hükmüne geçer. Çünkü iş tahakkuk etmiştir,
tahakkuk ettiğinde de, mutlakıyet ortaya çıkar. Ama yarınki
işlerimiz bakın tahakkuk etmiş değildir, o zaman mutlağa
dönüşmüş değildir, yarınki kader-i muallâktadır. Cenâb-ı Hakk bize
10
camiye gidin demişse, bizde meyhaneye gitmişsek veya eksi bir
tarafa gitmişsek, o kader-i muallâkı getirmişiz eksi ma’nâ da
kader-i mutlak hale dönüştürmüşüz, yani faaliyete getirmişiz,
kayda geçirmişiz ve böylece mutlakıyet kazanmıştır.
İşte burada onun mutlakıyet kazanması bizi mes’uliyete
götürmesi, diğer tarafta Hakk’ın istikametin de kullanmamız da bizi
mükâfata götürmektedir, nur âlemine ilhak etmektedir. Bu basit
misalle anlayabildik mi, nerede sorumluyuz, nerede sorumlu değiliz
diye. Bu şekilde kendimizi eleştirdiğimiz zaman veya araştırdığımız zaman hayatımızın seyrini gayet güzel değiştirebiliriz, biz
irade ile değiştirebiliriz, o iradeyi de Cenâb-ı Hakk insana vermiştir.
Eğer insanın öyle bir gayreti iradesi olmasa Cenâb-ı Hakk bu
kader-i muallak kısmını boşta bırakmaz hepsini mutlakiyete
döndürür, kendi âmir hükmü ile yaptırır, o zaman da biz halife
olamayız, insan olamayız, diğer varlıklardan farklı olarak bir
değerimiz de olmazdı.
Allah’ın muradı ise insanı halife olarak halk etmek ve öyle
yaşatmaktır, halifenin de sorumlulukları olacaktır. Sınırlı da olsa
sorumlulukları da olacaktır. Bunun daha geniş anlamdaki hali,
dördüncü mertebedeki hali, yani ehl-i sünnet vel cematin kazâ ve
kader anlayışının hali, bâtını ile birlikte yaşandığı zaman bu hakikat
çok daha geniş kapsamlı ve doyurucu bir şekilde ortaya
çıkmaktadır. Çünkü tevhid akidesi sahaya geldiği zaman onun da
kendine göre bağlantıları olmaktadır, hiçbir boşluk kalmadan kazâ
ve kader hükmü ortaya çıkmakta ve yaşanmakta öyle çok güzel
olmaktadır.
Bir bakıma mutezilenin söylediği bir yönüyle doğrudur, “kul
kendi fiilini halk eder” dediği, ama bir mertebe de doğrudur,
doğrular bütün mertebeyi kapsadığı zaman gerçek doğru
olmaktadır, hakikati ile olmaktadır, ama tek mertebeden
bakıldığında yanlış kalmaktadır, diğer mertebelere cevap
verememektedir. Kul kendi fiilini nasıl halk eder? ne zaman ki kul
kendindeki rabbani hakikatleri idrak etmiş olur ve rabbıyla birlikte
yaşar, işte o zaman kul kendi fiilini kendi halk eder. O zaman da
halk eden kul değil, Allah’tır, rabtır, kuldan kendi fiilini işleyerek
ortaya getirir. Ama bu çok ileri derecede bir düşünce halidir. Eğer
önümüze gelen bizler, dersek ki kul fiilini halk eder, bu batıl bir söz
olur, şeriat mertebesinde batıl bir söz olur.
Diğerine gelelim; cebriyeye gelelim, cebriye de der ki “ben
fiilimi işlemeye mecburum” yani benim başka çarem yoktur, şimdi
anahtarı açtı şu lâmba yanıyor bu lâmba ben yanmaya mecburum,
emri öyle aldım derse doğru söylemiş olur, çünkü onun kendine ait
bir iradesi yoktur, lâmba ben şu anda yanmak istemiyorum
diyemez, çünkü bütün âlem insanlara insanın emrindedir onlara
musahhar kılınmıştır. İşte bu şekliyle bazı tefekkür ehli o yönde
düşünenler âleme bakıyorlar ki kulun bir varlığı yoktur, zaten de
11
yoktu, yokluk âleminden geldi bir varlık gösterecek yine yokluğa
gidiyor, o halde kul denen bir şey yoktur, kula yapılan bir program
vardır, bu programı işlemeye mecburdur,
kul fiilini işlemeye
mecburdur diyor o da bu yönden gidiyor.
Yani birinde kul kaldırılmış oluyor, birinde de Hakk kaldırılmış
oluyor, zahir itibariyle. Şimdi kul fiilini yapmakta mecbur, ne
zaman hangi mertebede mecbur, İseviyet mertebesinde
mecburdur, kul varlığında fani olduğu zaman, yani fenafillâh
mertebesinde Hakk ile Hakk olduğu zaman, bütün yaptığı fiiller
kendinden değil Hak’tandır. Dolayısı ile zâhir anlayışı itibariyle kul o
fiilini yapmak mecburiyetindedir sözü zâhiren geçerli gibi oluyorsa
da hükümsüzdür. Neden, cebir ve cabbariyet ikilik gerektirir, yani
bir cebreden olacak, bir de onu da yapan olacaktır. Fenâfillâh
mertebesinde böyle bir husus olmadığından orada da gene Hakk
kendi fiilini kendi işlemektedir. İkinci bir kişi yok ki cebir etmiş
olsun.
Dolayısı ile cebriyecilerin de ifadeleri çürük olmuş oluyor. İşte
bütün bunları bir araya getirip toplayan tevhid ilmi Arifler, irfan ehli
olan kimseler kazâ ve kader hükümlerini birlikte zâhiri ve bâtını ile
birlikte yaşayarak mutlak ma’nâ da kader ve kazâ hakikatini ortaya
çıkarıp en güzel şekilde izah edenler olmaktadır. Diğerlerinin
hepsinin boşlukları vardır, ve mutlak isabetleri olmamaktadır.
------------------Şimdi burada biz varmıyız yokmuyuz hükmünü anlamamız
lâzım gelecektir. Bu husutaki bir sohbetimizi faydalı olur düşüncesi
ile ilâve edelim. T.b.
------------------06.05.2011, Cuma
Bugünkü sohbetimizin konusu benlik yâni kimlik yâni insan,
beşeri varlığı. İnsan gerçekten var mı, yok mu? Var ise nasıl var,
yok ise nasıl yok! Bunun aslı hangisi, yâni insan varlık üzerine mi
halk edilmiş, yoksa yokluk üzerine mi? halk edilmiş, veyâ her ikisi
üzere mi halk edilmiş ve, varlık ve yokluk onun üzerinde birer
mertebelerden mi ibârettir? Hangisidir?
Bu âlemde insanoğluna lâzım olan ilimlerin başta geleni kendini
bilmesi, tanımasıdır. Kişi kendisini bilmiyor ise eğer, öğrendikleri
ve bildikleri şeyler onun hayâl hânesine yazılır, aslî hânesine
yazılmaz. Çünkü kendini bilip, tanımadığından dolayı kendini hayâli
bir varlık olarak zannettiği için, bütün bilgisi hayâl hânesine yazılır,
ve o bu dünyâdan ayrıldıktan sonra da, hayâl zâten aslı olmayan
bir şey kendi, olmadığından boşta kalır, gider. Kendisine âit aslî
tarafı için de bir şey üretemediği için, bu âlemden hayâl olarak
geçer gider ve bunun da mes’uliyeti, üzerine yüklenmiş olur.
Çünkü Cenâb-ı Hakk (c.c) bizleri bu âlemlere hayâli birer varlıklar
12
olarak gelelim, ve öteki tarafa intikal edelim, diye değil, aslî birer
varlık olarak, gelelim ve hakîkatimizi idrak edelim, ve ona göre
Rabb’ımızı değerlendirelim ve ona göre âhiret halimiz oluşsun diye
gönderdi.
Genel olarak kendimizi tanımaya çalıştığımızda bize denilecektir
ki, her ne kadar sen bir tek varlık olarak gözüküyorsan da, sende
üç aşamalı bir yaşam yâni üç türlü benlik vardır. Bunların birincisi
nefsî benliktir, ikincisi izâfi benliktir, üçüncüsü ise İlâh-î
benliktir.
İşte bunlar bizim varlık sebebimiz ve ilmî mânâ da açılışlarımız
ve mertebelerimizdir. Bizler bu mertebeleri idrak edemez isek
yaşamımızın hangi döneminde olduğumuzu tespit edemeyiz. Nüfus
kâğıdımıza göre yaşımızı bilebiliriz, ancak bu bilmek sadece bizim
beden dediğimiz aracımızın yaşıdır. Bu aracı tanımanın üç
aşamasından bir tanesi ilk olarak nefsî benliğimizi şuur etmek,
daha sonra bu nefsî benliğin kendisine âit bir varlığı olmadığı, ve
izâfi olduğunu anlamamız gerekmektedir. Bunları da geçerek
peygamberlerin ve evliyaların öğrettikleri ile ne zaman ki gerçek
İlâh-î varlığımızı idrak edersek, gerçek anlamda İlâh-î hakîkatler ile
yaşayan ve var olan kişiler oluruz. İşte bu zamanda insan oluruz.
İlk iki aşamada daha henüz insanlık vasfına ulaşılmış değildir.
Nefsî benlik, kişilerin üzerinde ana rahminden dünyâya
geldikten sonra oluşmaya başlayan yaşantıdır. Burada en büyük
etken ilk olarak aile etkenidir. Bunun yanı sıra içerisinde bulunulan
coğrafya, iklim gibi koşullar nefsî benliğin oluşmasında etkendir.
Daha sonra okul ve arkadaş çevresi, daha sonrada genel olarak
içerisinde bulunduğu toplum etkendir.
Kişiler bu etkenler ile birlikte ve kendisine verilen isim ile birim
olarak kabûl görmektedirler. Nefsî varlık çocukluktan başlayarak
buluğ çağına kadar gelinen süreçte oluşmaktadır. Bunun sonucun
da o kimsede bir idrak ve hayata bakış anlayışı da oluşmaktadır.
İnkârcı, tasdikçi, îmân ehli, küfür ehli olabilmektedir ve hayatını
kazanmak için edindiği mesleği ile beraber bu benlik kişide iyice
yerleşmektedir. Eğer kişi araştırmaları ile bu işin bu kadar
olmadığını ve bunun üzerinde başka özellikler olduğunu anlamaya
başlarsa, artık “Ben neyim ?” diyerek kendini sorgulamaya
başlar. Ve kişinin kendi kendine yapacağı en büyük rahmet dahi
budur. Bu da Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın vermiş olduğu bir hak ve
rahmettir ve bunları bize bildiren peygamber Efendimiz (s.a.v)’in
şefaati de daha burada başlamaktadır. En büyük şefaatte budur,
çünkü kendimizi tanıma yolunu bize Efendimiz (s.a.v) açmıştır ve
onun risâleti ile bizler bunları öğrenmişizdir. Allah’ın huzuruna
giderek direkt bir şeyler alma imkânı zâten yoktur, aksi halde
herkes peygamber olurdu.
Var zannettiğimiz ve gaflet içerisinde yaşadığımız hayatımızın
13
bölümü nefsî benliktir. Burada “ben” diye düşündüğümüz bir
varlık vardır, ancak hiç düşünmeden ve bunu kim verdi de “ben”
diye sahipleniyorum, gibi sorular sormadan bunu kabûllenmişizdir.
Kişi bunları kendi çabası olmadan, elde ettiğini görüp, sorgulamaya
başlayınca, adalet yerine gelmeye başlar, çünkü bu varlık sahibine
aktarıldığı zaman ancak adaletli hareket edilmiş olunmaktadır. Aksi
halde hiçbir karşılık ödemeden Allah’ ın malına sahip çıkmış
olmaktayız. Ben bunun için, yâni karşılığında ibâdet ediyorum,
diyen kişi de kendisi için ibâdet etmektedir, yoksa bunun için değil,
yâni sonuçta yine cennete gitmek amacıyla nefsîne pay
çıkarmaktadır.
Dünyâda cennet beklentisi, veya cehennem korkusu, ile
yaşananlar nefsî benliğimizin içerisinde olan şeylerdir. Eğitim ve
araştırmalar sonucu, yavaş yavaş nefsî zevklerin de, kesilmesiyle
birlikte, eski düşünce şekli değil, yâni ben “emmâre” yönümle
yapıyorum değil, izâfi benlik yâni, isimlendirilmiş benlik yönüyle
bu oluşumları idrak etmeye başlıyorum olur. Bu durumda ilk
başlangıçta olan ve var zannettiğimiz nefsî benliğin hükmü
biter ve “ben” iddiasında bulunan bu varlık bu şekilde yok olur ve
izâfi benliğe geçiş olur. İzâfi benlik ara benliktir. Tabiki bu iş bir
anda bıçakla kesilir gibi olacak bir iş değildir, yavaş yavaş
olmaktadır ve bir hayli zaman ister. İnsanların şartlanmış oldukları
bir yaşam tarzları vardır, bundan kurtulmak kolay bir şey değildir
ancak olmayacak bir şey de değildir, eğer bu iş olmayacak bir iş
olsa idi şimdiye kadar kimse yapamazdı.
Daha önce bu işleri yapanlar var ki, bizlere bunları yâni
çalışmaları ve eğitimleri emanet etmişlerdir. Hazır kurulu sistemler
olarak bizlere bırakmışlardır ve bizlerde o sistemi kullanmaya
çalışıyoruz. Geçmişte kimin bu yollarda hizmeti var ise hepsine
şükrederiz, hepsinden Allah razı olsun ve her zaman onları yâd
etmek dahi bizim görevimizdir. Hangi yoldan olursa olsun hepsi
bizim önderlerimizdir ki, hakîkatte ise zâten ayrı tarikat sözkonusu
değildir. Yolların hepsi Allah’a gider ve hepsi orada bir menzil
tutmuştur. Bizim yapmamız gereken hedeften ayrılmamaktır, yolda
bir mertebe de takılı kalır isek orada mûkim oluruz, ve yolumuz
eksik olur. Hedefimiz Hakk ise ve bu yolda nasıl yaşamak lâzım
gelirse, hangi bilgileri almak lâzım gelirse, ve o bilgilerin tatbikatı
nasıl olacaksa, bunları yapmamız gerekmektedir ki, mi’raca
ulaşabilelim, aksi halde bunları hayâlen yapmış olur ve izâfi
benlikte kalmış oluruz. Beşeri veya izâfi benlik ile olsun, yapılan
bütün ibâdetlerin mükâfatı vardır tabiki âhirette. Bu âlemde de
huzuru vardır.
Bu aşamadan sonra kendimize baktığımızda “lâ fâile illallah”
hükmü ile bizim zannettiğimiz fiillerin bizim olmadığını anlarız.
Daha sonra “lâ mevcûde illallah” hükmü ile de bizim dediğimiz
varlığımızın bizim olmadığını anlarız. Bunların hepsi yolda gidiyor
14
iken, yolun üzerinde birer mertebedir. Bu mertebelerin hiçbiri
mutlak ve her tarafı kapsayan mertebeler değildir. Kişinin kendi
bulunduğu mertebesi, mutlak kendi mertebesidir, ancak Allah’a
giden yolda sadece bu mertebe vardır, ve bunun dışında bir
mertebe yoktur, denilirse hata edilmiş olur ve Allah’ın ilmini
sınırlamış oluruz ki, böyle bir şeyde söz konusu değildir. Her
mertebe kendi düzeyinde geçerlidir. Fusûsu’l-Hikem’de Muhiddîni
Arabî hazretleri şöyle buyurmuştur: “Vücûd birdir ancak metrebelere riâyet şarttır.” Bu şekilde her mertebenin hükümleri
başka başkadır ve bu hükümlere uymak gereklidir ki, uyulmaması
zındıklıktır.
İşte hakîkati Muhammediyye’nin bizlere bahşettiği güzellik
budur, Âdem (a.s.)’dan beri gelen bütün peygamberler risâlet
mertebelerini ve İlâh-î mertebelerin hepsini bize paket bir program
olarak getirmiştir ki, en büyük şefaati de zâten budur. Bizden
evvelki ümmetlerin böyle bir şansları yok idi. Bu nedenle kişinin
kendini tanıması dînimizin getirdiği hakîkatleri bilmesi, bakımın dan
çok mühim bir hadisedir. Şu anda tevhid ehlinin irfâni olarak
konuştuğu meseleleri beni İsrâil peygam-berleri bilmiyorlar idi. Bu
ifade yanlış anlaşılmasın sakın, peygamberliğin üstünde bir
mertebe mevzû bais değildir burada, çünkü peygamberlik Allah’ın
verdiği bir mertebe dir ve hiçbir insan çalışarak oraya erişemez,
ancak Beyâzıdı Bestâmi’nin dediği gibi “Bizler öyle bir deryânın
sâhiline ulaştık ki beni İsrâil peygamberleri o deryaya
ulaşamadı.”
BU ifade peygamber hazaratının zâtını küçültmez ancak İlâh-î
mertebelerde bizler ümmeti Muhammed olarak onların bilgilerinden
daha üstün bilgilere sahibiz çünkü bu bilgiler Efendimiz (s.a.v)’in
getirdiği bilgilerdir. Efendimiz (s.a.v) ise bütün peygamberlerin
üzerindedir. Ve bu da’vâ peygamberlik da’vâsı değil, ilim ve
irfâniyet meselesidir. En son peygamberin getirdiği bilgiler,
kendisinden önceki peygamberlerin getirdiği bilgilerden üstündür,
aksi halde peygamber olarak gelmesine gerek kalmazdı.
Kişi bu şekilde bakış ile kendisinin sahibi olduğu hiçbir şeyin
olmadığını ve bütün bunların kendisine verilmiş isimden ibaret
olduğunu, yâni izafet olduğunu anlar. Sonradan olma olarak
yaptığımız değerlendirmelerin, izâfi olduğunu yâni geçici olduğunu
anladığımız zaman, bir şeyimizin olmadığını anlıyor, ve bir adım
daha atarak kendimizi gerçek mânâda tanımaya yaklaşmış
oluyoruz.
Âyet-i Kerîme’lerde ve hadîs-i şeriflerde belirtildiği gibi, üçüncü
aşamaya geliriz ki, bu da İlâh-î benliktir. İşte kim ki gerçek mâ’nâ
da bu İlâh-î benliği idrak etti, Allah’a ulaşan o oldu. Ehlullah
denilen kimseler İlâh-î benliği içerisinde hakîkati idrak edip Allah’ın
varlığına ulaşanlardır. Kişinin kendisinde mevcut olan İlâh-î benliği
ezelde a’yân-ı sâbitesine, Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın koyduğu kulun
15
Hakk tarafıdır. Bununda daha sonraki aşamalarında, kul Hakk
olarak halk ismi ile ilmî mâ’nâ da yeniden doğarak varlık içerisinde
yaşar. Yine aynı varlığı içerisindedir ancak artık nefsî benliği ile
değil İlâh-î benliği iledir.
Şimdi, kul birinci aşamada nefsî mâ’nâ da vardır, ancak bu
hayâli bir benliktir, ve zandadır. Eğer kişi burada kalırsa şirk
ehlidir, ve ilelebet Allah’a ulaşması mümkün değildir. Çünkü
kendisini nefsî benlik olarak, ayrı bir varlık olarak, kabûl etmiştir.
Tevhîd ehli yâni eğitim alarak kendisini tanımaya çalışan kimsenin
ise ilk yapacağı şey bu anlayıştan kurtulmaktır, çünkü bu anlayış
insanın üzerinde prangadır, ve çizilmiş bir çemberdir ki, dışına
çıkamaz. İşte cengâverlik, bu çerçeveyi ilmi mâ’nâ da kırıp,
dışarıya açılmaktır. Bizlerin içerisindeki genişlik İlâh-î kimliktir.
Nefsî emmâremizin saltanatından kurtulduğumuz anda, bizlere bu
denli geniş ufuk açılmış olur. Bunun en güzel örneği ise kişisel
olarak kullanılan bir bilgisayarın sadece kendi hard diskindeki
bilgileri kullanmasıdır, oysa internete bağlı olan bir bilgisayarın,
nerede ise sonsuz denilebilecek genişlikteki bilgileri kullanabilmesidir. İşte akl-ı cüz’imiz bizim kişisel olarak kullandığımız bilgisayar
gibi iken, akl-ı küll internete bağlanmış bir bilgisayar gibidir. Nefsî
benlik içerisinde yaşadığımız sürece, akl-ı küllden haberimiz olmaz.
İşte belirtildiği üzere kişinin kendisine âit bir varlığı olmadığını
idrak etmesine fenâ-fillah yânî Hakk’ta fâni olmak denmektedir.
Ancak iş bununla da bitmemektedir, burası câzibe yâni meczubların
yeridir. Meczub derken, yollarda üstü başı perîşan kendi kendine
bağırıp çağıran kişiler, değildir kastedilen. O tür kişiler halkın
meczubları dır. Meczûb Hakk’ın câzibesine kapılmıştır, ve kendileri
olmayıp sadece Hakk vardır.
İlk mertebede de kul aslında yoktur, ancak kendisini var zannetmektedir ki, işin bütün zorluğu bu, kendini var zannetmekten
kurtulabilmektir. Bu beden kutrundan çıkabilmek ise ancak sultan
güç (55/33) ile mümkün dür. Bu şekilde hürriyetimizi kazandıktan sonra, artık dervişin ufku çok açıktır. İşte bu yapılan sohbetler
dahi “sultan” hükmünde olan sohbetlerdir, bu kuturlar sadece
sohbetler ile aşılabilir, yoksa fiili ibâdetler ve fıkıh ilmi, bu kutru
açamaz, çünkü yeri değildir. Bu ifadeler o ilimleri inkâr etmek için
değildir, onların yerleri başka yerlerdir, çünkü hepsi Allah’ın ilmi ve
şerîat-ı Muhammediyye’dir.
Bunların hepsi kendi başlarına birer ilaçtırlar, ancak hangi ilaç
nerede kullanılacaktır, bunun iyi bilinmesi gereklidir. Hakk yoluna
gitmek için hangi bilgiyi nerede kullanacağımızı, ve hangi programı
nerede tatbik edece-ğimizi, bilmemiz gerekmektedir. Bu nefsî
emmâre kutru aşılmadıktan sonra, kişi âbid de olsa, zâhid de olsa,
sevab kazanır, ancak Allah’ı kazanamaz, kendini kazanamaz.
Cennet ehli olur tabî, cennete gitmek isteyen de buyursun gitsin,
bizim talebimiz ise “bana Seni gerek Seni” olmalıdır ki gerçek
16
olan talep dahi budur. Diğerleri farkında olmadan, şuur altında
nefsî taleplerdir. Bunların hepsi iyi niyet ile yapılır ayrı konudur;
ancak iyi niyet başka şeydir gerçekler başka şeydir.
İşte bu şekilde kendi hakîkatimizi idrak etmeye çalıştıkça, bizde
cennet arzusu da düşer, cehennem korkusu da düşer. Bu ikisinden,
nefsî benliğe bağlı olan şeyler olduğu için kurtulur. Nefsî benliğin
hükmü ortadan kalktıktan sonra, zâten üzerimizde bunların
muhatabı kalmaz. Hedefimiz Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın ne cennetidir ne
de cehennemidir, hedefimiz Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın zâtıdır. Cennet
ve cehhennem Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın isimleri ve sıfatlarıdır, oysa
bizler gerçek mâ’nâ da insanlık hakîkatini taşıyor isek, bize zâtı
lâzımdır.
İşte fenâfillâh mertebesinde Hakk’ın cezbelenmesi içerisinde,
hayatını sürdüren kişinin, kendine âit bir varlığı kalmaz. İddiası da
kalmaz, çünkü iddia, kendine âit bir varlığı olduğunu kabûl
edendedir, yok olanın ise, ne varlığından ne de yokluğundan haberi
olmaz. Onda bütün fiilleri işleyen Hakk’tır. Buraya ulaşmak için ise
bir hayli çalışma, ibâdetler, zikirler yâni nafile hükmünde olan
çalışmalar gereklidir, yoksa sadece farzları yerine getirmek, buraya
ulaşmaya yetmez. Farzlar tabi ki çok yüksek hallerdir, ancak desteklenmesi gerekmektedir. Buna da (kurb’u nevâfil) denilmektedir, kişinin kendi iç bünyesinde oluşan, velâyet mertebesidir ki,
dışa dönük değildir.
Meselâ Hızır (a.s.) bu şekilde velâyete sahip idi, ancak ne
zaman Mûsâ (a.s.) ile ilgilenmeye başladı, onun velâyeti velâyet-i
zâhireye dönüştü. Mûsâ (a.s.) ise orada bâkâya geçmiş oldu ki,
onun orada anlatılan üç hikâye hali, nübüvvet halidir, risâlet hali
değildir, beraber geçirdikleri haller ise her ikisinin de nübüvvet
halleridir. Hızır (a.s:)’dan Mûsâ (a.s.) ile bulunduğu zaman, ancak
haber alıyoruz, diğer hallerinden bize haber yoktur, dikkat edersek.
Hızır (a.s.) bu hâdiseler ile bize haber verdiğinden kendisi haber
verici anlamında (Nebî)dir, bunun dışındaki yaşantılarında ise
(velî) dir. Kendi halinde Hakk’ta fâni olarak yaşadığı hallerde,
kendisi olmadığından dolayı, bir haber çıkmaz. Hızır zâten hâzır
demektir yâni “Allah’ın binbir ismi vardır, bir ismi Hızır,
Allah’ı nerede çağırır isen orada hâzır” demek sûretiyle
Hızır’da var olan Hakk’ın kendisidir.
Efendimiz (s.a.v) Hakk’ta fâni olan bir kimsenin halini belirtmek
için hadîs-i kûds-î de şöyle buyurmuşlardır, “(Farzlardan sonra)
Kulum bana nafile ibâdetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben onu
severim. Kulumu sevince de (âdeta) ben onun işiten kulağı, gören
gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum.” İşte burada artık kul
yoktur, kul olarak gözüken bir varlık vardır, ancak onun bütün
fiillerini yapan Cenâb-ı Hakk (c.c)’tır. İşte bu şekilde kurbu nevâfil,
kulun üzerinde Allah’ın faaliyeti olmaktadır.
17
Nefsî ve izâfi benliğini bilemeyen kişilerin burada belirtilen
mertebeye gelmeleri mümkün değildir. Burası bir mertebedir ve
Cenâb-ı Hakk (c.c.) dilerse onu orada bırakır. Bu şekilde kalanlar
sürekli bu hal içerisinde kendi âlemlerinde yaşarlar ve bir kenara
çekilerek, halk içinden fazla dolaşmadan, dünyâ ile fazla meşgul
olmazlar. Bu mertebede olan kişilerin bâzıları zaman zaman
ibâdetlerinden âciz kalırlar, yapamazlar çünkü ortada kendileri
olmadığı için irâdeleri de kalmadığından yapamazlar, oysa onu
dışarıdan gören halk onları ibâdeti terk etti zanneder. Ancak
burada “Dur! Rabb’ın namazda!” hükmü gereğince Rabb’ları
onların vekilleri olmakta ve onların bütün görevlerini kendisi
almaktadır. Bu nedenle görevlerini yerine getiremeseler dahi,
günah yazılmaz. Îsâ (a.s) şu anda göğe çekilmiş halde bu
mertebededir ve dünyâdaki ömrü henüz bitmiş değildir, dünyâya
geri döndükten sonra bâkâbillah olarak gelecek ve ömrünü dünyâ
da tamamlayıp vefât edecektir.
Bir de Cenâb-ı Hakk (c.c) dilerse bu mertebeye ulaşmış
kişilerden bâzılarını, kendi zâtında mevcut olan İlâh-î hakîkatleri
ortaya çıkarmak sûretiyle ve yeni bir teçhizât ile ve kurgu ile tekrar
halkın arasına gönderir. Bu haldeki kişiyi tanımak da mümkün
olmaz çünkü aynen işin başındaki şerîat mertebesinde yaşadığı gibi
o kişi yaşar. Sûreten bu şekilde olan kişinin artık iç düşüncesi
bambaşkadır, ve bu hale bürünme denir. Bunun sebebi de halkın
onu kendisinden zannederek vereceği nasihatları kabûl etmeleri
içindir.
------------------Kayıttaki sohbetin ikinci bölümü.
Şimdi üçüncü aşama olan İlâh-î benlikten bahsedelim. Bizim
İlâh-î ma’nâdaki gerçek kimliğimizin-hakîkatimizin aslı a’yânı sâbite
olarak belirtilen, kazâ ve kader hükmü ile de ifâde edilen kimliktir.
Bilindiği gibi a’yânı sâbite denilen, ve kazâ yönüyle de toplu olarak
belirtilen programımızın, iki yönü vardır. Birincisi mutlak kazâ yani
değiştirilmez olan hükümlerdir, diğeri ise muallak kazâ ve kader
olarak bize bırakılan sahadır. Âhirette “Kitabını oku!” (17/14)
hükmüyle bize verilecek olanlarda bu şekilde yapraklarını
doldurduklarımız olacak ve “Bugün de bunların karşılığını
göreceksiniz” denilecektir. Bu ifâdelere göre a’yânı sâbite ne
demektir, şimdi ona bakalım. A’yânı sâbite, sâbit olan gerçek
kimlik bilgisi, yani kişinin programı demektir. Diğer bir ifâde ile
“ayn” kaynak ma’nâsına alındığında, saf, berrâk ilk kaynak
demektir. A’yân, kişinin açık olarak beyân edilmiş, olan net
programı demektir. İşte Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın bize ilk verdiği
program bu programdır ve bu program ezeli bir programdır. Bu
şekilde her birerlerimizin (a’yân-ı sâbite) denilen programı
Allah’ın ilm-i İlâhîyyesinde ezeli olarak vardır. Çünkü hiçbir varlık
rastgele halk edilmiş değildir.
18
“A’yân-ı sâbite mec’ul değildir.” (Fü-Hi-Mu)
İşte belirtilen bu ibâre insanın kendisini tanıması ve yüceliğini
idrâk etmesi açısından, Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın o kulum ve habîbim
dediği insan, ve İnsân-ı kâmile verdiği değeri göstermesi bakımın
dan muazzam bir ibâredir. İşte her birerlerimiz bu değerdeyiz,
Allah’ın indinde ırk ve cinsiyyet yoktur, sadece ilim yönüyle O’na
yaklaşmak ve idrâk etmek vardır. Bu şekilde kişi varlığı gerçek
sahibine aktardıktan sonra O’nun da tekrar kulum, habîbim dediği
mertebesine vereceği hakîkatler vardır. “A’yân-ı sâbite, isimlerin ilmi sûretlerinden ibâret olduklarından, hâricî vücutları
yoktur” (Fü-Hi-Mu)
Yâni daha zûhura gelmemişlerdir. Bu hal her birimizin kendi
beyninde olan ve kimsenin bilmediği hale benzer. Bizim kendi
beynimizde olan program henüz zuhûra çıkmadığı için, hâriçte
vücûdu yoktur, ve zâtımızın ta kendisidir. Ve bu ifâde üzere a’yân-ı
sâbite halk edilmemiş olup Hakk olarak vardır.
“Oysa “ca’l” tesir edicinin te’sîrinden ibârettir.” (Fü-HiMu)
Yâni bir şeyin sûret bulması için ona bir te’sir yani yaptırıcı bir
güç gereklidir. “Bunlar ise te’sir ve etkiyi kabul mahalli olmadıklarından mec’uliyetleri söz konusu olamaz; yanî bunlar
“yapılarak” vücûda getirilmiş şeyler değildir.” Bunlar ancak
zuhûra geldiği zaman mahlûk hükümünü alırlar. Allah’ın zâtında
olduklarından Hâlik hükmündedirler. Herbirerlerimizin a’yân-ı
sâbiteleri bizleri halk ederek sûretlerimizi mahlûk etmektedirler. Bu
nedenle işte “insan hakîkat-i İlâh-îyye üzere mahlûktur”
denilmektedir.
İlâh-î benlik denilen yer burasıdır ve izâfi ve nefsi benlik
bundan sonra meydana gelmektedir. Bizler ise cehlimizden dolayı,
hakîkatimizi idrâk edemediğimizden kendimizi beşer olarak
zannediyoruz ve İlâh-î varlığımız bizde “gizli hazine” olarak
kalıyor. Ve a’yân-ı sâbite sonradan bir takım bilgiler ile yapılmış
şeyler olmayıp kendi özüdür.
“Çünkü zâti şuunattan ibârettirler. Ve bu işler zât’ın
gerektirmesidir, ve zât ile berâber kadîmdir; ve zâti şuunat bir
yapıcının yapması ile yapılarak mevcût olmadıkları gibi, bir te’sir
edicinin te’sîri altında da değildirler. Mademki vücûdun zât’ı
mevcûttur, elbette onlar da O’nunla berâber mevcûttur.”
Yani zât mertebesinde zâtı ile mevcutturlar.
“Örnek: İnsanda gülme ve ağlama gibi bir çok işler vardır.
İnsan gülmediği ve ağlamadığı zamanlar, bu şe’nler bi’l-kuvve
olarak mevcût ve bi’l-fiil yoktur. Ağlaması ve gülmesi, fiilen zuhûr
ettiği zaman bu zuhûr, irâdesi ve yapılışı ve te’sîri ile olmaz; belki
zâti gereklilik olarak iradesiz ve yapılmaksızın ve te’sîrsiz
19
gerçekleşir. Yanî insân, henüz gülmeden ve ağlamadan evvel,
gülmeğe ve ağlamaya hazırlanmaz ve gülme ve ağlama işler
olmaları itibârıyla insâni mânâda birlikte iseler de, zuhûrda bir
dîğerinden ayrılırlar. Çünkü gülme, ağlamanın aynı değildir. Şimdi
bunlar, insânın şahsında mevcût ve fiilen yok iken, bu yok olan
şe’nlerin mevcût şahıs üzerinde te’sîrleri görülür.
Bundan dolayı mevcût şahıs bunların te’sîri ile gözüktüğünde,
yanî güldüğünde ve ağladığında, bu şe’nler de, fiilen mevcût
olurlar; ve onların mevcudiyyetleri mevcût şahısa bağlı olarak olur.
Ve mâdemki insânın şahsı mevcûttur, elbette bu şe’nler de onunla
berâber bi’l-kuvve olarak mevcûtturlar; ve bir sebep altında da zâtî
gereklilik olarak, iradesiz ve yapılmadan ve te’sîrsiz, fiilen zâhir
olurlar. İşte bunun gibi hakîkî mevcut olan ulûhiyyet zât’ında fiilen
yok olan şuunatın te’sîri ile, Allah’ın zâtı bu şe’nleri dolayısıyla
tecelli eder. Çünkü a’yân-ı sâbite zuhûrun illeti yâni sebebi ve
Allah’ın zâtı ise, onların ma’lûlu yâni sonucudur. Ve illetin ma’lûl
üzerinde te’sîrini reddetmek ve kabul etmemek mümkün değildir.
Bu te’sîr ve te’sîr alan ve illiyet yânî sebep oluş ve ma’lûliyyet
yânî sonuç oluş meseleleri, vâhid yâni bir olan Hakk’ın vücudunun
zâti bağıntılarından ibâret olup meydanda bir başkası bulunmadığından, ulûhiyyet şanına yakışmayacak bir hüküm türü olarak
anlaşılamaz.” (Fü-Hi-Mu)
İşte her birerlerimizin yaşı, Âdem a.s ile başlamaktadır, hatta
ilm-i İlâhîyye de daha ezeli de vardır ancak zuhûr hâlimiz Âdem a.s
iledir. Sûretimiz i’tibâriyle ise her birerlerimiz dünyâya gelip
yaşadığı tarihler arasında zuhûrdadır. Bu zuhûr ise sadece bedenimizin sûret zuhûr süresidir. Ancak âhiretteki ceza ve mükâfatlandırma buradaki yaşamda yaptığımız ameller üzerine binâ edilmektedir. A’yân-ı sâbitemize bir yönden bakıldığında (emr-i iradi)
hükmündedir, yani Allah’ın iradesinin işidir. (Emr-i teklifi) bölümü
ise bize bırakılan sahadır. Peygamberler yoluyla bildirilen emir ve
yasakları bize verilen program dahilinde uygulayabiliyor isek
cennet ehli ve Hakk ehli olmaktayız, eğer uygulayamaz isek
cehennem ehli, ve gayr hükmü ile, hayatımızı sürdürüp, âhirette
karşılığını almış olmaktayız.
------------------Genelde böyle bir girişten sonra, kazâ ve kaderin oluşumu yani,
cenâb-ı Hakk’ın kulları üzerinde kurduğu, bu sistemin özelliğine ve
hakikatine geçelim. Bundan daha evvel okunması gereken a’yân-ı
sâbite hakikatleridir ama mevzu biraz ağır olduğundan biz onların
bir aşama sonrası kaza ve kadere bakalım, vaktimiz kalırsa a’yân-ı
sâbitenin mahluk mu halik mi? yani var edilmiş mi yoksa asalati ile
var mı? özelliğine geçeriz inşeallah. Fusus-ul Hikem tercüme şerhi
Ahmed Avni Konuk’un ve Marmara Üniversitesindeki hocaların
20
yaptıkları çeviri mukaddimede 21. Sayfada beşinci vasıl kaza ve
kader.
------------------“A’yân-ı sâbite, iktiza-i zâtileri olan isti’dad ve kabiliyetleri
dairesinde Hak’tan zuhuru taleb ederler. Bu taleb lafzi değil,
halidir.”
Şimdi kazâ ve Kader dediğimiz ilmin daha açılmamış haline
“kazâ” denmiş, kadı ve kazâ, âmir hüküm, şimdiki hâkim
dedikleridir. Hâkim olan âmir hüküm manâsınadır. Oda bir
programdır, ayrıca bir ilimdir. Bu kazâ denilen programın ismine
a’yân-ı sâbite diyorlar. Yani açık olan program, sabit ve açık olan
program demektir. Ayrı bir ifade ile aynı olan program yani kişinin
kişiliğinin aynısı veya aynası olan program, veya programının toplu
halde bulunduğu bir özelliktir. Yani ilim manzümesi program yani
diğer şekliyle kanundur.
A’yân-ı sâbite, iktiza-i zâtileri olan, yani a’yân-ı sâbitenin zât-i
gerekliliği olan istidat ve kabiliyetleridir. Şimdi Cenâb-ı Hakk bir
kişi için bir program uyguladı, düzenledi bu program faaliyet
sahasına çıkmaya hazırlanan bir varlığın programıdır. Nasıl ki
Japonlar bir robot yapmışlardı, insan benzeri onun evvelâ bir
programı var, bir beyni var işte o beyinde o robotun kabiliyetleri
programlandı. O kabiliyet ve istidatları olmasa o robot yürüyemez,
konuşamaz hesap yapamaz, hiçbir şey yapamaz. İşte bu teknolojinin getirdiği televizyonlar, sadece kalıp halinde ruhsuzdur, ne
zaman cereyan veriliyor, hayatiyet buluyor, hayatiyet bulduğunda
da, bize istidat ve kabiliyetlerini gösteriyor. Ondan daha fazla bir
şey beklemek mümkün değildir. Siyah beyaz tv lerin kabiliyeti ile
renkli tv lerin kabiliyetleri farklıdır, ayrıca LCD ve HD ve 4K tv lerin
istidat ve kabiliyetleri daha farklıdır.
İşte her kazânın programın, bir istidat ve kabiliyeti vardır. İşte
bu istidat ve kabiliyeti dairesinde Hakk’tan zuıhur taleb ederler.
Şimdi program yapıldı, o program kendi istidatı üzerine bu
kabiliyetini faaliyete geçirecek, onda o enerji var onda o program
da var, peki bu faaliyeti ortaya getirmek için, Hakk’tan zuhurlarını
taleb etmektedirler. O program diyor ki “ya rabbi madem ki beni
böyle kurguladın, o zaman beni zuhura çıkar, kendimi bâtın
âleminde gösteremiyorum der,” zuhur taleb ederler, bu talep lâfzi
değil halidir. Daha henüz orada beden varlığı beden makinesi
Hayat, İlim, İrade, Kudret, Kelam, Semi, Basar subuti sıfatları
faaliyete geçmediğinden fiziki beşeri yani zuhur lisanıyla değil
özünde bulunan hal lisanıyla bunu taleb eder.
Bir müdür var diyelim genel müdür, baktılar ki işler artış
gösteriyor, başka yerlere de şubeler açalım der aynı şirket, önce
bunun araştırmasını yapıp programını yapıyorlar, yerlerini tesbit
ediyorlar, neler koyacaklarını tesbit ediyorlar. İşte o tesbit o bilgi
21
onların a’yân-ı sâbiteleridir. Yani zuhur bekleyen kaderleridir. Ama
henüz daha program olaraktır, gizlidir, açığa çıkmış değildir. Bu
programa birer de müdür tayin ediyorlardır, yani hangi şehire ne
yapacaklarsa, oraya da bir müdür tayin ediyorlar, bu müdür bir
müddet bekliyor, istihkak olmadığı için bir şey yapamıyor, sonra
merkeze telefon ediyor, yahut haber gönderiyor, diyor ki; bana bu
görevi verdiniz ama bu görevi yapmak için evvela bir arsa lâzım,
bina lâzım araba lazım, bilgisayar lâzım, malzeme lâzım her şey
lâzım, diye özelliğine göre, yani bu onların istidadıdır, bana bunu
verin diye taleb ediyor, bu onun hakkıdır, bunlar verilmezse görev
yapamayacak, eğer bir program varsa, uygulanacaksa, o programın gereği olan ekipmanı o müdüre tabii olarak verilmesi
gerekiyor, işte o müdür onu kendiliğinden istemiyor, kendisine
verilen görevin gereği olarak istiyor, nefsinden istemiyor. Olması
lâzım geldiği için istiyor.
Cenâb-ı Hakk o kadar güzel şeyler ortaya getirmiş ki, işte
büyüklerimiz Allah onlardan razı olsun, bunu o kadar güzel izah
etmişler ki, sanki adeta bizleri de yaşatıyorlar, hayali olarak değil,
yani yukarıda Allah var şunu bana ver onu bana ver değil zâten din
bu değildir. Kabiliyetleri dairesinde Hakk’tan zuhuru taleb ederler.
Yani o müdür diyor ki ben fabrika kuracağım, beni sen görevlendirdin o halde bana malzememi ver diyor. İşte bunu istemek
kendinden değildir, görevi dolayısıyla bunu istiyor ve bu istemesi
onun hakkıdır, işte bunlar da Hakk’tan zuhurlarını taleb ederler
yani a’yân-ı sâbite istidat ve kabiliyetlerini ortaya çıkarabilmek için
zuhur taleb ederler. Yani varlık taleb ederler. Buradaki varlık benlik
ma’nâsına değil, kendindeki Esmâ-ı İlâhiyeyi zuhura getirme
ma’nâsındadır, işte bu talebleri de lâfzi değil halidir. Çünkü orada
daha henüz lâfız mertebesi yoktur hal mertebesi vardır.
Mesneviden tercüme: “Biz yok idik ve bizim takâzâmız dahi
yok idi senin lütfun bizim nâ-güftemizi işitir idi.”
Biz yok idik, bakın Mevlânâ Hzleri, bizden kasıt varlıklar, yani
program dahilinde olan kazâ hükmü a’yân-ı sâbite hükmünde olan
bizler yok idik ve bizim takazamız dahi yok idi. Yani biz alacaklı
dahi değildik. Hakk’tan alacaklı değildik. Senin lütfun bizim
söylediklerimizi işitir idi. Söylemediklerimizi de işitir idi. Bakın ne
kadar kibar söylüyor. Şimdi a’yân-ı sâbitenin programı, Hakk’ın
indinde sükunet ile duruyor. Her ne kadar duruyor gibi
görünüyorsa da program gereği a’yân-ı sâbite Hakk’tan talebini
istiyor. İşte bu sessiz sözsüz, sözlerimizi sen işitiyordun diyor,
konuşmadığı halde işitiyordu, neden çünkü o programı yapan zâten
O talebi de veren O, O hali de geliştiren O’dur. Bu talep lâfzi değil
halidir. Biz yok idik ve bizden alacaklı dahi yok idi, yani senden
alacaklı kimse dahi yok idi. Senin lütfun bizim söylemediklerimizi
işitir idi.
22
Bu talep yaşamak için bakın balığın vücudu su ve insanın
vücudu, güzel havayı talep etmek gibidir. Cenâb-ı Hakk balığı halk
etmişse, yaşayabilmesi için lâzım olan su, en azından belirli bir
derinliği, belirli bir genişliği haliyle talep etmektedir, ya rabbi sen
beni zuhura getirdin ama, ben toprak üstünde yaşayamam, hal
diliyle bana su ver, ver diyor, yaşayabilmesi için. Lisanen bunu
söylemiyor hal diliyle söylüyor. İşte insanın varlığı, insanın vücudu
da ya rabbi sen beni halk ettin ama, yaşamam için havaya
ihtiyacım var, bana hava ver, talebinde bulunuyor, ama biz
farkında olmadan bu talepte bulunuyoruz, daha doğrusu. Bunun
daha açık ifadesi ağzımızı burnumuzu teneffüs yollarımızı azıcık
kapatalım, Cenâb-ı Hakk’tan istediğimiz acilen, en acil en zaruri
olarak ne istiyoruz, hava istiyoruz.
Ama bunu “yarabbi hava ver” diye söylemiyoruz, ama en
şiddetli istediğimiz hayat vesilemiz olan havayı taleb ediyoruz, ne
ile hal lisanımız ile. Bakın başımızdan öyle hadiseler geçiyor ki
nelerin ne olduğunun farkında bile olmadan, tam ilâhi hakikatleri
tasavvuf halini yaşıyoruz, ama dile getiremiyoruz.
Bu talep
yaşamak için balığın vücûdu su, ve insanın vücûdu temiz havayı
talep etmek gibidir, zira onların istidat ve kabiliyetleri vücûdiyeleri
böyledir. Yani balığın istidadı suda yüzmek, insanın istidadı da
havada yüzmektir. Balık yatay olarak yüzer, bizler de dikey olarak
yüzmekteyiz, çünkü etrafımızı kuşatan havanın aslı zâten sudur.
Ama balığın kullandığı su yoğunlaşmış koyu bir su, bizim kullandığımız daha lâtif buhar hükmünde olan bir su (hava) dır.
İşte her bir ayn Zat-ı Uluhiyetten böyle iktiza-i zatiyesine göre
tecelli talebinde bulundu, işte her bir a’yân-ı sâbite yani kazâ,
hüküm, program uluhiyetten yani Allah’lık mertebesinden böyle
iktiza-ı zatiyesine göre zâtının gerektirdiği şekilde yani her a’yân-ı
sâbitenin zâtının gerektirdiği, yani hususiyetinin gerektirdiği şekline
göre tecelli talebinde bulundu, yani balık, balık şeklinde ve su
içinde su talebinde, su içinde zuhura çıkma talebinde bulundu,
insan bu beden varlığında atmosfer denilen, hava deryasının içinde
çıkmayı diledi, onların istidat ve kabiliyetleri malum-u ilâhi
olduğundan taleplerini yerine getirme maluliyetleri dairesinde
tekvinlerini murad eyledi. Yani kendi programları özelliği içerisinde
yani o dairede var olmalarını murad eyledi.
Yani Cenâb-ı Hakk bir program halk etti, o program hangi
tabiat ortamında hayatiyet bulacaksa özünden o programın hayat
bulacağı mahalli talep etti ki yaşayabilsin ortaya çıkabilsin ve
kendindeki istidat ve kabiliyetlerini zuhura çıkarabilsin diye.
Böylece Hakk’ın iradesi ilmine ilmi de malum olan ayan-ı sabiteye
tabi oldu. Balığın zuhura getirilmesi için bir irade gerekmektedir,
ama iradenin tecelli etmesi için bir ilim gerekmektedir ki o ilim o
irade ile zuhura gelsin, sadece irade olmuş program yoksa ne
çıkacak, sadece ilim olsa irade yoksa o ilim nasıl tahakkuk edecek,
23
o halde Hakk’ın iradesi ilmine tabi oldu, ilmi de malum olan a’yân-ı
sâbiteye tabi oldu. A’yân-ı sâbite program olduğunda malum oldu
yani bilinen şey oldu, program olarak bilinen şey oldu, ama
programın muhtevasını bilmiyoruz. A’yân-ı sâbitenin bir program
olduğunu biliyoruz, ama her kişinin a’yân-ı sâbitesinin programının
içindeki mahiyetini bilemiyoruz.
Peki nasıl biliyoruz, zuhura çıktığı zaman tahakkuk, ettiği
zaman. İşte her bir günümüz bizim hatta kısaltalım her saatimiz,
hatta dakikamız ve saniyemiz, o a’yân-ı sâbite programı içerisinde,
kader hükmü ile, peyder pey zuhura çıkmaktadır. Şu anda görüntülerin hepsi, görüntülerimizin hepsi, a’yân-ı sâbitelerimizin gereği
olduğundan, görüntüden geriye dönerek a’yân-ı sâbitelerimizi
müşahede etmiş oluyoruz. Yani gizlide olan a’yân-ı sâbite
programlarımız, bizi böylece programladığını, hepimiz aynı asli
program üzere olmakla birlikte, her birerlerimizin ayrı birer özelliği
olmasından, hiçbir program birbirine benzememektedir. Asli olarak
sistem olarak ayni, ama zuhur tecelli itibariyle bütün programlar
birbirinden ayrıdır. Kişi aynaya baktığı zaman kendi a’yân-ı
sâbitesinin kendi hali olduğu, olduğunu kolayca görmektedir,
nereye kadar yaşadığı ana kadar, ama bir saniye sonrasının a’yân-ı
sâbitesini kaderinin o bölümünü bilememektedir.
Bildiğimiz şey, a’yân-ı sâbitemizin sistem olarak, bizi programladığı şekilde, zuhura çıkmamız, ama bunun safahatı yaşanan
süreler içerisinde, son nefesimizi verdiğimiz ana kadar, bizim
a’yân-ı sâbitemiz devam etmektedir. Bakın dünyada bir a’yân-ı
sâbitemiz var o a’yân-ı sâbitemizdeki program safhaları yani kader,
miktar miktar sona geldiği zaman öldü diyoruz, dünya bitti diyoruz.
İşte ahiret yaşantımızın da bir a’yân-ı sabitesi var, mutlak bir
genişliği var, orada da kaza var orada da kader var ama dünyadaki
gibi değildir. Kader burada miktar, orada da yaşanacak süreler
vardır, bu süre de sona gelip tükendiğinde, o kapanmış oluyor.
Ama bu süre çok uzun bir süre olduğundan, zâhir ehline kolay
anlaşılması için, orası ebedi diye ifadesi kullanılıyor.
Böylece Hakk’ın iradesi ilmine ve ilmi de malum olan a’yân-ı
sâbiteye tabi oldu. Şimdi onların bütün mertebelerde istidat ve
kabiliyetleri üzere zuhurlarına Hakk’ın hüküm etmesi kazâ-ı ilâhidir.
Yani ilâhi hüküm, ilâhi kazadır. İşte kazanın tasavvufi ma’nâ da en
güzel izahı bu şekildedir. Yani kazâ o varlıkların yani zuhura
gelecek varlıkların bütün mertebelerde istidat ve kabiliyetleri üzere
zuhurlarına Hakk’ın hüküm etmesi kazâ-ı ilâhidir. Bu kaza hükmü
külli icmalidir. Yani toplu bir hüküm içerisindedir. Bu kazâ yani bu
program hükm-ü külli icmali, cem olan bir hüküm külli bir
hükümdür. İktizat-i zatileri üzerine Zeyd’in ilmine ve sadetine ve
Amr’ın cehline ve şekavetine hüküm idi. Fakat bu hükümde cebir
yoktur. Çünkü cebir ikilik gerektirir. Bir cabir olacak bir de onu
yapmak için mecbur olacak.
24
Zeyd’in ilmine ve saadetine ve Amr’ın cehline ve şekavetine
hüküm gibi fakat bu hükümde cebir yoktur, zira bu hükmü a’yân-ı
sâbite kendileri üzerine vermiştir. Şimdi a’yân-ı sâbite “ceal” mi
değil mi yani halk edilmiş mi halk edilmemiş mi diye bir mevzu
vardı. Şimdi özetle söyleyelim a’yân-ı sâbiteler yani kazâ yönüyle
hüküm Allah’ın Zât’ında var olduğundan, yani Zât’i hususiyet
olduğundan Zât’i gereklilik olduğundan “mec’ul “ değildir. Yani
a’yân-ı sâbiteler sonradan var olmuş değillerdir. Allah’ın varlığı ile
vardırlar, her birerlerimizin programları böyledir. Ceal edilmemişlerdir, “ceal” dilemek, kılmak, zuhura getirmek sonradan var olma
gibi hükümler ile bilinmektedir. Ama tefsirlere baktığımız zaman
bunu “yaratma” olarak basitçe kolayca ifade ederler ama çok yanlış
bir ma’nâdır.
Her zaman dediğimiz gibi, şeriat ve tarikat mertebesinde bu
kullanılabilir, mazur görülebilir, çünkü orada ikilik vardır, ama
Hakikat ve Marifet mertebesinde olanlar bu “yaratma” kelimesini
kullanamazlar. Yani a’yân-ı sâbiteler; halk edilmiş programlar
değildir. Allah’ın Zât’ında Zât’ıyla birlikte olan programlardır. O
halde bakın, zira bu hükmü a’yân-ı sâbite kendileri üzerine
vermişlerdir. Yani Zeyd’in ilmine ve saadetine, Amr’ın cehline ve
şekavetine, yani Zeyd’in âlim olmasına, Amr’ın da câhil olmasına
a’yân-ı sâbite, kendi kendi üzerine bu hükmü vermiştir. Bu hükmü
Allah vermemiştir, burası çok ince bir konudur, anlaşılması da biraz
zordur, olsun biz yine belirtelim de, sonra kişiler tefekkür etmek
suretiyle kendi kendilerine bunun yorumunu yaparlar.
Böylece daha önce de söylendiği gibi bu hususta cebir yoktur,
yani a’yân-ı sâbite hakikat-ı ilâhiyeye dayandığından, hakikat-ı
ilâhiye de mahluk olmadığından, yani var edilmemiş olduğundan,
bunlar program olarak Allah’ın varlığında var olan bir programdır.
Bu hüküm a’yân-ı sâbiteleri kendileri üzerine vermişlerdir. Yani
Zeyd’in âlim olması Amr’ın câhil olmasını Allah vermemiş, kendi
programlarının böyle olması taleb etmiştir, yani kendi programları
bunu taleb etmiştir. Yani Zeyd’in ve Amr’ın a’yân-ı sâbiteleri
mahluk değildir, Hakk’ın indinde, Hakk’ın Zât’ında olan bir
programdır, dolayısıyla mahluk değildir. Zeyd’in ve Amr’ın a’yân-ı
sâbitesi hâlik, halk edici, o halde birisi “Mudil” isminin zuhuru, birisi
“Hâdi” isminin zuhuru ise, Allah bunlara sen Mudil olacaksın sen
Hâdi olacaksın dememiştir, a’yân-ı sâbitenin programı ne ise
program neyi taleb etmişse, yani Amr kendi, kendi üzerine mudilliği istemiştir. Zeyd de kendi kendi üzerine Arifliği irfaniyeti istemiştir, Allah vermiş değildir. Burası çok hassas bir konu ama
bilemiyorum anlaşılabiliyor mu?
Bu konu oldukça zor bir konudur, işte zor olduğundan, gerçi
izah edildiğinde kolaylaşıyor, ama gene de anlaşılması zor
olduğundan, bu kader bahsinden ihtilâflar meydana geliyor, bu
hakikati her gurup bilemediği, sadece dışarıdan baktığındandır.
25
Yani alttan beşer aklıyla akl-ı cüz ile baktığından, akl-ı kül ile
kurgulanan bir şeyi ihata etmesi anlaması zor olmaktadır.
Anlaşılabilmesi için akl-ı külden anlatılması, lâzım ki o açıklığı ile
anlaşılabilsin.
Tekrar edersek, her birerlerimizin bir programlarımız vardır,
bunun ismine kazâ diyorlar ilmi mahiyette ama hakikati itibariyle
diğer ismi de a’yân-ı sâbite yani sâbit olan bizim programlarımızdır. İşte bu sâbit olan programlarımız Cenâb-ı Hakk’ın zât’ında
var olduğundan mahluk değildir. Yani Hakk’ın varlığından ayrı bir
program değildir, dolayısıyla bu programlar, belirli isimlerle donanmışlar, o isimler de Hakk’ın isimleri her bir isme göre her bir a’yânı sâbite bir istidat kazanmış, dünyaya zuhura geldiği zaman da, bu
istidadını kabiliyete dönüştürerek, istidadını zuhura çıkarmaya
başlıyor. İşte o zaman Amr’ın istidadı, ilâhi mertebedeki istidadı
Mudil ismi ağırlıklı olduğundan, Mudil’i kendisi talep etmektedir,
Allah onu Mudil etmemektedir. Ama diğerinin istidat ve kabiliyeti
programı, kazâsı yani hükmü “Hâdi” ismi ağırlıklı kurulduğundan
onun hidayeti talep etmesi Allah’tan değil yine kendindendir. Yani
sorumluluk kulun kendinden, zuhurun mahallinin kendinden zuhura
çıkmaktadır.
Onun için Allah Cebbar değildir, mutlaka sen Hâdi olacaksın,
sen Mudil olacaksın diye bir emri yoktur. Program vardır, bu
program da ceal edilmiş değildir, Allah’ın varlığında zât’ında olan
bir programdır, o programın gereği ne ise o program istidadı ve
kabiliyeti itibariyle o özelliği talep etmektedir. İşte balık yaşaması
için suyu talep ediyor, semender de ateşi talep ediyor, ateş böceği
ışığı talep ediyor, özünde olanları talep ediyorlar yoksa Allah onlara
böyle olacaksın demiyor. A’yân-ı sâbitedeki kurgusu ne ise onu
talep ediyor, onu yapması da onun ibadeti oluyor, kulluğu oluyor.
Tabi bunu söyleyince bir sürü sorular gelir aklımıza, cennet nerede,
cehennem nerede diye, onlar da ayrı konudur. Sadece bilelim
geçelim.
Yani a’yân-ı sâbite kendileri, kendi üzerlerine hüküm
vermişlerdir. Zeyd’in a’yân-ı sâbitesi ne ise, Hakk’tan onu taleb
etmiş, Amr’ın a’yân-ı sâbitesi ne ise Hakk’tan onu talep etmiştir.
Hakk da onları vermiştir, kendi talepleri istikametinde, Allah
dememiştir, bunları böyle yapacaksınız diye. Hakk bidayeten
mahkum-un aleyhdir. Yani her bir a’yân-ı sâbitede kendi kabiliyet-i
zâtiyesini gösterip Hakk’a demiştir ki “ey zîatâ benim hakkımda
hükm-ü saadeti ver ve beni bu hüküm dairesinde izhar et.
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
Bu bölüm a’yân-ı sâbite hakkında yine Fusus-ül Hikem’in
Mukaddimesinden sayfa 17 den devam ediyor.
26
A’yân-ı sâbite suver-i ilmiye-i esmaiyeden ibaret olduklarında
vücud-u haricileri yoktur. Yani Allah’ın isimlerinin, Esma-ı
İlâhiyesinin ilmi suretleri olduğundan maddi ma’nâda bir sureti
şekli olmadığından yani zuhura çıkmadığından vücud-u haricileri
yoktur, yani hariçte bir varlıkları yoktur. Halbuki ceal müessirin
tesirinden ibarettir. Bakın bu cümleyi yazarsanız iyi olur. Bu hoş bir
açıklamadır, yerli yerince bir açıklamadır. Yani a’yân-ı sâbite mec’ul
değildir demişti ya, ceal kelimesi genel tefsirlere bakıldığında
“yaratma hükmüyle belirtilir, halbuki bu yaratma değil zuhur ve
tecelli” ma’nâ’sına olmaktadır. Ceal müessirin tesirinden ibarettir.
Yani kazmayı çapayı yere vuran kişinin nasıl o toprağın parçasını
oradan koparmışsa, onun orada bir tesiri vardır. Yani vurma
çapalama, kopartma orayı açma, eşeleme ile orada bir tesir vardır.
İşte bu çapalamayı yapmak için de, bir program bir düşüncesi
bir muradı vardır, bir isteği vardır. İşte “ceal “ bu demektir. Yani
bir yerde bir oluşumu meydana getirmek için düşünülen arzu
edilen şeyin tatbikatı “ceal” dir, yani zuhura çıkarmaktır. İşte bu iş
müessirin tesirinden ibarettir, çapayı vuran kişi orada çapalayarak
oraya bir tesir vermektedir, yani orayı hükmü altına almaktadır,
işte orasını ne için çapalıyor,? ya fidan dikecek, ya toprağı yeşertecek, veya orada istenmeyen otlar varsa, onları temizleyecek yani o
fiili yapmakta bir program var, bir murad var, o fiili yapacak olan
kişi müessir, yani tesir edici hâkim unsurdur, ayrıca müessirin
oradaki tesiridir.
Bunlar ise mahalli tesir ve infial olmadıklarından mec’uliyetleri
mevzubais değildir. Yani a’yân-ı sâbitelerimiz üzerinde böyle bir
tesir vâki olmadığından a’yân-ı sâbiteler daha henüz zuhura çıkmış
değildirler. Yani Allah’ın varlığında Allah’ın varlığı ile var olan
programlardır. İşte her birerlerimizin aslı, bakın Allah’ın varlığındaki varlıklarımıza dayanmaktadır. Yani her birerlerimizin biraz
daha ileriye giderek söyleyelim ama yerimizi de bilelim, bir bakıma
insan oğlu Allah’ın indinde, Uluhiyet mertebesinde programı vardır,
bir bakıma da en aşağıda, zuhurda abdiyet mertebesi vardır. Yani
insan en edna, en düşük mertebe ile, en yüksek mertebeyi
bünyesinde bulundurmaktadır. O geniş imkânlarla a’yân-ı sâbitesi,
programı kurulmuş olan, her birerlerimiz bir insanız.
İşte bu hakikatleri ne kadar idrak edersek, kendimizi o kadar
güzel ve rabbımızı da o şekilde iyi olarak tanımış değerlendirmiş
oluruz, ancak Allah’ın yanındaki yerimize bakarak, sadece kendimizi çok yukarılarda görmeyip, ama aşağıdaki süfli yerimize bakarak
da, kendimizi çok aşağılarda, basit işe yaramaz varlıklar olarak da
görmemek, her ikisini birlikte yaşayarak, gerektiğinde en düşük
basit bir insan olarak, ama gerektiğinde en âlâ en asil bir insan
olarak, hayatımızı sürdürmeliyiz, tevhid yaşamının aslı yani gerçek
hali budur. Hani tevhid birleme diyorlar ya, işte insan oğlu
kendisindeki o süfli nefsaniyeti ile birlikte ilâhi hakikatlerini birlikte
27
yaşaması tevhit etmesi olmaktadır. Yani yeri geldiğinde Hakikat-ı
İlahiyede, olan mertebesini idrak etmesi yeri geldiğinde âlemin
dünyanın en bayağı insanı, olduğunu da bilebilmesi kadar da,
acziyesini anlaması gerekmektedir. Bunu tefekkür edelim, düşünelim inşeallah.
İşte a’yân-ı sâbiteler, daha henüz üzerinde faaliyet ceal
edilmediğinden, ve bu her hangi bir müessir tarafından kendine
tesir edilmediğinden, zuhura çıkmış değil, sadece birer program
olarak Allah’ın ilm-i ilâhisinde mevcuttur. Yani bunlar yapılarak
vücuda getirilmiş şeyler değildir. Yani her hangi bir varlığın işte
toprak aldık çanak yaptı, işte meyve aldı reçel yaptı gibi, her hangi
bir tesirle meydana gelmiş şeyler değildir, “zira şuunat-ı Zatiyeden
ibarettir,” yani Allah’ın Zât’ının hakikatleri özellikleridir, daha
zuhura çıkmamıştır “ve şuunat Zat’ın iktizasıdır,” yani Zât’ın
gereğidir ve Zât ile beraber kadimdir.
Yani a’yân-ı sâbiteler Allah’ın şuunatı gereği, yani özellikleri
hususiyeti gereği, ve “Allah’ın Zat’ıyla birlikte kadimdir, a’yân-ı
sâbitelerimiz ve şuunât-ı Zât’iye bir cealin cealiyle mec’ulen
mevcut olmadıkları gibi” yani herhangi bir yapım ile bir program ile
yapılmadıkları gibi, bir müessirin tesiri altında da değildirler, yani
a’yân-ı sâbiteye tesir edecek hiçbir varlıkta yoktur. Madem ki Zât-ı
vücut mevcuttur, elbette onlar da onunla beraber mevcuttur,
madem ki Allah’ın Zât’i vücud-u mutlak mevcuttur, Allah’ın
mevcudiyetiyle bizim a’yân-ı sâbitelerimiz de mevcuttur. Yani her
birerlerimizin ayn’ları, yani hakikatleri Allah’ın indinde ezeli olarak
mevcuttur.
Misal: insanda gülme ve ağlama gibi bir çok şeenler vardır her
birerlerimizde, zaman geliyor gülüyoruz, zaman geliyor ağlıyoruz,
insan gülmediği ve ağlamadığı zaman bu şeenler bil kuvve mevcut
kendisinde. Her birerlerimizde bu hususiyetler vardır. Gerektiğinde
hepimiz ağlayabiliyoruz ve gülebiliyoruz da. Ama bazılarımız mübalâğalı olarak, bazılarımız mübalâğasız, ama hepimiz bu hükmün
altındayız, bunlar insani hususiyetimizin bir gereğidir. Bunlar
kuvvede olarak mevcutken, fiili olarak da batındadır yani yoktur.
Ağlaması ve gülmesi fiilen zuhur ettiği vakit, yani o insan ağladığı
ve güldüğü vakit kendisinde, batında olan a’demde/geçici yoklukta
olan bu hususiyetler, zuhura çıkmakta, zuhurat iradesiyle ceal ve
tesiriyle vaki olmaz. Fiilen zuhur ettiği vakit bu zuhurat iradesi, ve
ceal tesiriyle vaki olmaz, belki iktizâ-ı zâtisi olarak, yani Zâti
gerekliliği olarak, bila meşiyet ve bila ceal tesir vaki olur. Yani
cealsiz ve tesirsiz o ağlama zuhura gelir.
Yani insan, henüz gülmeden ve ağlamadan evvel gülmeye ve
ağlamaya hazırlanmaz, yani insan isteği ile kendi kendine gülmez,
kendi kendine de ağlamaz, yani durup dururken bu olmaz, onu
belirtiyor. Gülme ve ağlama şe’niye itibariyle ma’nâyı insaniyede,
bir iseler de, yani batında gülme ve ağlama birliktedirler, zuhurda
28
diğerinden ayrılırlar. Yani batınımızda gülmek ile ağlamak içimizde
birliktedir, ama zuhura çıktığında birbirlerinden ayrılmaktadırlar.
Çünkü aynı anda hem gülme hem de ağlama olmaz. Ağlama gittiği
zaman gülme gelir, gülme gittiği zaman da ağlama gelir, yani ikisi
bir arada olmaz. Çünkü gülme ağlamanın aynı değildir, başka
şeklidir. Ama bazen çocuklarda ağlarken, bakarsın bir hediye
verirsiniz, aynı anda güler, ama o aynı anda değildir, ağlama biter
ardında gülme başlar. Birbirine çok yakın olduğundan gülme
zannederiz.
Çünkü hem ağlamak hem de gülmek bunları birleştirmek
mümkün değildir. Yani gece ile gündüzü birleştirmek mümkün
olmadığı gibi, aynı anda gece aynı anda gündüz olmaz. Olmuş gibi
olur ama, olmaz bulut gelir, ay tutulması olur, gece gibi karanlık
olur ama mutlak değildir, geçicidir.
Şimdi bunlar insanın şahsında mevcut, yani varlığında mevcut
bilfiil ma’dum yani batında a’demde yoklukta gizlide iken o ma’dum
olan şeylerin yani gizlide, batında olan şeylerin şahs-ı mevcut
üzerinde tesirleri görülür. Bakın bu gülme ve ağlama batında iken
batında olduğu halde de hiçbir hükümleri yok iken, ama her hangi
bir sebeple gülme fiili ortaya çıktığında o gülme fiili gülen kişiye
hâkim olmaktadır. Gülme fiili hâkim olduğundan o kişi gülmeye
başlamaktadır. Tam tersi ağlama fiili kişide âmir yani hükmü
olduğundan ağlama ya başlamaktadır. Yoksa kendinden ağlama
değildir. Böylece şahs-ı mevcut bunların tesiri ile zâhir olduğunda
yani güldüğünde ve ağladığında, bu şeenler de fiilen mevcut
olurlar. Yani batında mevcut olan ağlama ve gülme, iki ayrı fiil
birbirinin aynı olmakla birlikte batında, özde ama zuhura çıktığında
birbirlerinin tamamen tersi olmaktadır. Ağlama ve gülme fiili o
kişiyi hükmü altına almaktadır. Neden, çünkü a’yân-ı sâbitesinde
vardır. Ezeli halinde vardır. Âmir hüküm olarak programında vardır.
İşte o program o vücutta hakimiyetini sürdürerek onu ağlatıyor ve
güldürüyor, program gereği biz ağlıyoruz gülüyoruz, yoksa ağlama
bizden çıkmıyor. Yani ağlamanın kaynağı biz değiliz. Ağlamanın
kaynağı ağlamanın kendisidir. Biz de onu zuhura çıkaran varlıklarız.
Yani gülündüğünde, ve ağlandığında bu şeenler fiilen mevcut
olurlar, daha önce bâtında iken gülme ve ağlama insanda kızma
fiili de vardır, muhabbet fiili de vardır, ama bunların hepsi
batındadır, bir aradadır, ne zaman fiile çıkıyor, o fiile çıktığı anda
kendi varlıklarıyla bâtında olan varlığı fiile dönüşmüş oluyor.
Onların mevcudiyetleri şahs-ı mevcude muzafen vâki olur,” yani
falan kişi ağladı diye izafe edilerek, zuhura çıkar. Kişi ağladı diye,
halbuki kişiyi ağlatan ağlama fiilidir, ama ağlayan kişiye isnad
edilerek falan kişi ağladı falan kişi güldü diye kişiye isnad edilir. Bu
fevkalâde bir izah tarzıdır Allah onların hepsinden razı olsun. Onlar
bizlere bu gün bu bilgileri bırakmasaydı, biz neleri konuşacaktık,
29
neleri bilecektik,? işte her zaman bu büyüklerimizin yolunda olup,
ona göre hayatımızı sürdürmeliyiz inşeallah. Onların birer
benzerleri olup, daha doğrusu kopyaları olmaya çalışarak olmamız
da mümkün değil de. İnşeallah öyle oluruz.
“Madem ki şahsi insani mevcuttur,” yani madem ki insan şahsı
mevcuttur, “elbette bu şeenler dahi onunla beraber bil kuvve
mevcutturlar.” Bu misalleri neden vermeye çalıştı, nasıl ki Allah’ın
Zât’ında a’yân-ı sâbiteler Allah’ın varlığı ile mevcuttular, ilâhi
hakikatler olarak gaybda, aynı bu özellikler insanın varlığında da
mevcutturlar, uygun bir zaman zemin, olduğunda faaliyete
çıkmaktadırlar. Bir sebep altında iktizâ-i zâti olarak yani Zât’ının
gerekliliği olarak, bilâ meşiyet, bilâ ceal tesir, fiilen zâhir olurlar.
Yani her hangi bir oluşum onlara tesir etmeden fiilen zâhir olurlar.
“İşte bunun gibi mevcud-u hakiki olan Zât-ı uluhiyette fiilen
ma’dum olan şuunatın tesiriyle Zâtullah bu şuunatı hasebiyle tecelli
eder.”
Şimdi olduğumuz yerde duralım, bizden her hangi bir fiil
çıkmadı, ama içimizde bir çok hususiyetler, özellikler var, bir çok
esma ve o esmaların zuhur yaşam halleri var, işte Cenâb-ı Hakk da
kendi Zât’ında bu şekilde bütün özellikleri ile birlikte mevcut, bu
kendindeki a’demde olan yani batınında olan özellikler, belirli
suretler şekiller suretiyle, zuhura çıktığında bunların özellikleri de
meydana gelmiş olur. Bizdeki gülme ağlama fiili mevcut olduğu
halde, ama ağlayıp gülmediğimiz zamanlar, bâtınımızda ise bütün
bu âlemlerde de Cenâb-ı Hakk’ın şuunat-ı ilâhiyeleri, kendi
varlığında gizli, ve onu zuhura çıkardığında onun hususiyetleri
ortaya çıkmaktadır.
“Zira a’yân-ı sâbite zuhurun illeti, sebebi ve Zatullah ise onların
ma’luludur,” a’yân-ı sâbite programları olmasa zuhur olmaz, yani
mühendisin kafasında bir binâ projesi olmazsa o bina yapılamaz.
İşte her birerlerimizin projeleri olan, bu a’yân-ı sâbiteler, zuhurun
sebebi o programa göre bir akış içerisinde çıkmakta, aksi halde bu
âlem karma karışık olur, kimse kimseyi tanımaz, annesini babasını
bilmez ve karma karışık olur, Zâtullah ise onların ma’luludur.” Yani
var oluş sebebi de Allah’ın Zât’ıdır. Yani a’yân-ı sâbitelerin zuhura
çıkma sebebi de Allah’ın Zât’ıdır. O zuhur Allah’ın iradesi dışında
her hangi bir şey yapamaz, ben böyle çıkmayacağım ben böyle
yapmayacağım diyemez. Nitekim “illiyet ve maluliyet meselesi
misal-i kevni iradi ile yukarıda izah olundu.”
“Bu tesir ve teessür illiyet ve maluliyet meseleleri vücud-u
vahidi Hakk’ın niseb-i Zat’iyesinden ibaret olup meydanda bir gayr
bulunmadığından şan-ı uluhiyete yakışmayacak bir hüküm
kabilinden telâkki olunamaz.” Yani illiyet sebep, maluliyet de o
illiyeti kabul etme meselesi, bir kevniyet misâli ile yukarıda izah
olundu. Bu tesir ve teessür yani tesir ettikten sonra, müessir
olması yani ondan tesir almış olması, müessir sadece üzüntü
30
ma’nâ’sına değildir, tesir edilen her yerde müessiriyet vardır, yani
tesir olunmuşluk vardır. Mesela bahçıvanın bahçeyi sulaması bir
tesirdir, toprağın da suyu alarak kabarması müessir oluyor, tesir
edilmiş oluyor. Tabi toprak o suyu almakla müteessir olmuyor,
ama bahçıvanın, hükmü altına girmiş oluyor. İlliyet ve maluliyet,
yani illet eden sebep, ve sebebi kabul eden bu meseleler, “vücud-u
vahid-i Hakk’ın niseb-i zâtiyesinden ibaret olur.” Yani bütün bu
âlemde Hakk’ın gayri bir varlık olmadığından, tesir eden ve edilenin
Hakk’ın aynı olduğundan, yani bir ismi ile bir yere tesir ediyor,
diğer bir ismi ile de o tesiri aldığından müessir oluyor, ama gayrı
bir vücut olmadığından bunların hepsi Hakk’a nisbet edilen Zât’i
oluşumlardan ibaret olduğundan, meydanda da bir gayr bulunmadığından, yani âlemde Hakk’ın gayrinden başka bir varlık olmadığından, bütün bu tesir ve müessirlerde şân-ı Uluhiyete yakışmayacak bir hüküm kabilinden telâkki olunamaz.
Yani gördüğümüz her türlü fiil, bize ters de gelse Hakk’a yani
Allah’ın Uluhiyetine yakışmayacak bir hüküm bir fiil değildir, bunu
böyle kabul etmemiz gerekir diye burada küçük bir izah yapıyor.
Meselâ; bir zelzele oldu, Cenâb-ı Hakk bir şehri ortadan kaldırdı,
burada bir tesir edici var müessir, bir de tesiri alan müessirin
ileyh/tesir alan vardır. Şimdi düşünürüz ki; orada öldüler, binalar
yıkıldı, insanlar altında kaldı, o anda Allah’a yakışmayacak bir
hüküm isnad edebiliriz. Bunun sırası mı idi şimdi, bu kadar can
gitti, yazık değil mi? gibilerinden, dediğimiz anda, Hakk’ın işine
karışmış oluyoruz. Bu durumda farkında olmadan Hakk’a suç isnad
etmiş oluruz. Ama bu ifadeye göredir, gerçek ifadeye göre ise,
Allah’ın mülkünde kendinin gayrı olmadığından tesir eden de
kendisidir, tesir alan da kendisidir, o halde eksi ters bir şey yoktur.
Nefsimize göre eksi gelir, kayıplarımız olmuştur, ama o
nefsimize göre görecelidir. Cenab-ı Hakk bir ismi ile “Kahhar”
ismiyle kahreder, sonra “Rahman” ismiyle besler yeniden yaptırır.
Kendi kendinde olan bir oluşum olduğundan burada Hakk’a suç
isnadı, insanlara yakışmaz, nedendi niçindi denmez, çünkü mülk de
kendinin melekut da kendinin mülkün içindeki bireyler de varlıklar
da hepsi kendinindir, ama biz kendi kendimizi ilâh edindiğimizden,
bizim malımız, bizim ettiğimiz, bizim yaptığımız sattığımız, dediğimizden ve O’nun malına mülküne her şeyine sahip çıktığımızdan,
ve o sahip çıktığımız mallara, biraz zarar geldiğinde hemen canımız
sıkılmaya ve feryada başlamaktayız. Neden, kendimizi Hakk’ın
dışında gördüğümüz dendir.
Ehlullahtan birine sormuşlar; “Hakk’a suç isnadından nasıl
kurtuldun” O da demiş ki, “mülkünde gayrıyı komayarak” eğer
mülkünde Cenâb-ı Hakk’ın gayrı olmuş olsa, o zaman iki ilâh
gereklidir, ikilik gereklidir, o zaman bir tarafta bir Allah var, öteki
Allah’ın kullarına eziyet etti hükmü çıksın. Bir insan kendi kendine
iken koluna vurdu bir darbe etti, diyelim kimi suçlayacaksın, vuran
31
kol da kendinin vurulan kol da kendinindir. Kimi kime suçlayacaksın ki. İşte bu hakikatı idrak eden O büyük zat sorduklarında
“Allah’a suç isnadından nasıl kurtuldun” Mülkünde gayrıyı
komayarak demiştir. Şimdi suç isnadı, iki varlık arasında olur, suçu
işleyen ve suçu işlenen olmak üzere iki varlık gerekir, ama Allah’ın
varlığı tek olduğundan suç nerede, işleyen nerede, işlenen nerede?
yani suç nerede sevap nerede daha doğrusu.
NOT= Bu hususta ileriki sayfalarda, (genç ve elmas
dosyası)ndan, küçük bir aktarım olacaktır orada daha geniş bilgi
bulunmaktadır.
Ama bizler aciz aklımızla, kendi nefsimize uygun şekilde
hadiselere baktığımızda, yani nefsimizin isteği üzere, o nun anlayışı
üzere, hadiselere baktığımızda o kadar çok Allah’a da, kullara da,
bir çok varlıklara, suç isnad etmekteyiz ki, onun sonu gelmiyor.
Yağmur ne kadar çok yağdı, her yer çamur oldu, bu kadar yağmur
hep üstümden geçti, dediğimizde Hakk’a suç isnat etmiş oluruz.
Yağmuru yağdıran Hakk’tır, fazla yağdırdı her taraf sel oldu, deriz
hâşâ, biz sanki O’nun ortağı mışız gibi. Veya hava çok sıcak veya
çok soğuk dediğimiz zaman, Allah’a ısıyı artırdın bizi de yakıyorsun
ma’nâ’sına farkında olmadan suç isnad etmiş oluyoruz. Ama bu şu
şekilde söylenirse suç teşkil etmez, aman ya rabbi zayıfız fakiriz
üşüdüm gibilerden, yani suçlamadan acziyetini ifade ederek
söylerse, bir suç teşkil etmez. Ama biraz âmir hükmünde “ya şimdi
bunun zamanımıydı tam ısınmıştık tekrar havalar soğudu üşüdük
gittik “dediğimiz de Hakk’a suç isnad etmiş olmaktayız.
Üçüncü bölüm istidad-ı gayr-ı mec’ul ve kabiliyyet.
Yani var edilmemiş olan istidadlar ve kabiliyetler, var edilmemiş
derken yok hükmünde olan değil, Allah’ın Zât’ıyla mevcut, bir
başka şekilde var edilmemiş ezeli varlık ezeli istidat ve kabiliyet,
“iktiza-i Zâti olan a’yân-ı sâbitede her bir aynın yani her bir a’yan-ı
sabitenin bir istidatı ve kabiliyeti mahsusası vardır.” Yani kendine
mahsus bir istidat ve kabiliyeti vardır. Burası da çok mühim bir
mevzudur, konular biraz ağır ama ne yapalım, bu kısa süreler
içerisinde, mümkün olduğu kadar, yoğun bir çalışma yapmamız
gerekiyor. Akıl ve idrak seviyelerimizi mümkün olduğu kadar
yukarıya çekmeye çalışıyoruz, kim ne kadar anlarsa o kadar kâr
olur, en azından bir hedef olur ki, ileride biz böyle bir şeyler
dinlemiştik deriz, ufkumuzu ona göre açalım, gayretimiz ile oralara
ulaşmaya çalışalım. Şu anda ulaşamamış isek bile, ama bunlar
şuur altı bile de olsa, bellek altı da olsa azar azar da olsa, kayıda
geçmekte, yani akıllarımızın bir tarafında hafif hafif silik de olsa
kalmaktadır, en azından böyle bir mevzu var düşüncesi ile, işte bu
tür mevzular kişilerin önünde kendilerine ufuk açmakta o ufka
kadar kim nereye kadar gidebilirse, gitmesi kendi menfaatine
olmaktadır.
32
Ama kişi önündeki ufku bilmezse yani önündeki yol açık değilse
o zaman dönmeye başlar. Günleri bir gününün hep aynı olur. O
zaman ilerleme olmaz sevap kazanmış olur. Tabi ki hiçbir şey
yapmamaktansa sevap kazanmak da, güzel bir şeydir ama sevap
yerine Allah’ı kazanmak, daha güzel bir şeydir. Sevap kazanırsa
cennet ehli olur, Rabbını kazanırsa da Allah ehli olur. Yani ehlullah
olur. Allah ehli ne demektir, ehlullah demek ev halkı demektir, yani
Allah’ın yakınında mücaviri yani çok yakınında olmaktır. Allah’ın
yakınında olan cehennem de olsa ne olur, onu cehennem yakar mı,
İbrâhîm (as) ehlullahtandı, yani Allah’ın ehli olduğundan, onu ne
ateş yaktı ne de başka bir şey.
Yusuf (a.s.) Allah ehli olduğundan gittiği zindan 12 sene ona
cennet oldu. Orada hiç sıkılmadı ki, orada daha rahattı. Hapisahaneye giderken de, sarayda böyle yaşamaktansa hapishaneyi tercih
ederim, dedi ve öyle gitti hapishaneye. Onun için dışarıdaki hale
bakılmaz, içerideki hale bakıp ona göre değerlendirmek daha
gerçekçi olur. İşte bu gayri mec’ul istidat ve kabiliyet kâza ve
kader bahsinin bunlar özel halleridir, yani kaynak meseleleridir,
işte kolayca diyoruz kaderim buymuş, kazaymış böyleymiş diye,
bunların sadece lâfını yapıyoruz ama herbirerlerinin birer hakikati
vardır, bizler de o hakikatlere ne kadar nüfuz edebilirsek ahiretteki
veya daha dünyadaki ilmi kariyerimiz veya ilmi idrak ve anlayışımız
ilmi ulaştığımız yer oraları olacaktır.
Mademki mirac peygamberinin ümmetleriyiz, biz de bu miracı
kabiliyetimizin, yani imkânlarımızın yettiği kadar, sonuna kadar
kullanmak, bizim dünya ve ahiret kazancımız olacaktır, başka
kimsenin olmayacaktır. Hani basitçe, derler ya “her koyun kendi
ayağından asılır” diye, işte her kes de kendi ameliyle yükselmekte
kendi amelinin neticesini görmektedir. “Zât’i gereklilik olan a’yân-ı
sâbiteden her bir a’yân’ın bir istidadı ve kabiliyeti mahsusası
vardır.” Yani her bir a’yân-ı sâbitenin kendine ait olan hususi bir
kabiliyeti ve istidadı vardır. Yani her a’yn-ı saâbitenin istidat ve
kabiliyeti başka forumdadır. Bir a’yân-ı sâbite, bir başka ilerleme
kayıt ederken diğeri onda ilerleme kayıt etmez, ötekinde geri kalan
ötekinde ileri gider, çünkü hepsi de bir olmaz.
“Vücud-u mutlak asla biri diğerine benzemez. Vücud-u mutlak,
vücud-u mutlak-ı Hakk, yani Hakk’ın mutlak vücudu a’yân-ı
sâbiteden her bir aynın istidadına münasip olarak o aynın sureti ile
zahir olur”. Daha evvelki bölümde a’yân-ı sâbitenin hakikatinin ne
olduğunu yerinin ne olduğunu belirtti, şimdi de bu a’yân-ı sâbitenin
zuhur halini belirtiyor. “Hakk’ın mutlak vücudu a’yân-ı sâbiteden
her bir a’yânın” yani diyelim ki 50 milyar a’yân-ı sâbite programı
var, bu programların hepsi de birbirinden ayrı programlar, hani
bugün de diyorlar ya, cep telefonları paket programlar var kullanılıyor, bizim de bir paket programımız var, Hakk’ın indinde bu
gayri mec’ul yani halk edilmiş değil Allah’ın varlığı ile mevcut, işte
33
“mutlak vücutta var olan bu a’yân-ı sâbiteler her bir a’yân-ı sâbite,
a’yân-ı sâbitenin istidadına münasip olarak yani istidadına uygun
olarak o aynın suretiyle zâhir olur.”
Yani o programın hususiyeti ile zâhir olur, yani o mühendis o
programı diyelim ki, beş katlı bir bina kurdu, işte o binayı yapması
da zuhura çıkması, evvela kâğıda kağıtlara dökülmesi, sonra
arsada betonlarla yukarıya doğru çıkması, o a’yân-ı sâbitenin
programına uygun bir şekilde olur. Başka türlü olmaz. Çünkü
program odur, böylece meydana gelir. Şimdi, “a’yân-ı sâbite
mec’ul olmayınca yani var edilmiş olmayınca onların istidat ve
kabiliyeti dahi mec’ul olmaz.” Yani yaratılmış olmaz. A’yân-ı sâbite
yaratılmış olmadığı gibi, onların istidat ve kabiliyetleri dahi
yaratılmış olmaz. Yani sonradan meydana gelmiş olmaz. “Şu kadar
ki bu istidat ve kabiliyet a’yân-ı sâbitenin ve ayan-ı sabite dahi
Zat’ın gereği bulunduğu ve bunların illeti ancak vücud-u Zatullah
bulunduğu ve illetin malule tesiri tabi olacağı cihette bu istidat ve
kabiliyetin müessiri dahi ancak vücud-u Zâtullahtır.”
“Bu istidat ve kabiliyet yani programdaki istidat ve kabiliyet,
a’yân-ı sâbitenin ve a’yân-ı sâbite dahi Zât’ın gereği bulunduğu
yani a’yân-ı sâbite de Zât’a bağlı olmasından ve bunların illeti yani
sebebi de vücud-u Zatullah bulunduğundan yani a’yân-ı sâbiteler
de Allah’ın vücudu olduğundan ve illetin malule tesiri yani sebebin
sebebi alana tesiri tabi olacağı cihetle bu istidat ve kabiliyetin
müessiri dahi ancak vücud-u Zatullah’tır.” Yani bu istidat ve
kabiliyetlere tesir ederek de ortaya çıkaran Allah’ın vücududur
demek istiyor, yani onlar da kendi kendilerine zuhura çıkmış
değillerdir. İşte bu hakikate işareten Cenâb-ı Mevlânâ Mesnevi-i
şeriflerinde şöyle buyururlar:
Mesnevi Tercüme: “o kalb-i kasinin çaresi bir mübdilin
atasıdır; onun atası için kabiliyet şart değildir. Belki kabiliyetin şartı
onun atasıdır. Zira ata iç ve kabiliyet kabuktur.”
“Zira a’yân-ı sâbiteye vücud-u ilmi bahş eden atayı zâtiyedir.
Yani atayı zatiyeye ilmi bir vücut veren Zât’i ita yani Zât’i lütuf,
Zât’i veriştir ve bu Zât-ı ilâhi olması için hiçbir suret mertebe-i
ilimde peyda olmaz.” Yani Hakk’ın bu lütfu olmazsa hiçbir suret
mertebe-i ilimde peyda olmaz. Yani Allah’ın bu hükmü olmazsa bu
vericiliği olmazsa hiçbir suret mertebe-i ilimde meydana gelmez.
A’yân-ı sâbitelerin özellikleri evvelâ ilmi suretler olarak meydana
gelmekte işte Allah’ın itası, verişi itası olmasa bunlar meydana
gelmez, ve onların istidat ve kabiliyeti dahi mevzu bahis olamaz.
“Böylece atayı zâti, istidat-ı ilâhi iç, istidat ve kabiliyet kabuk
mesabesindedir.” Yani Zât’i veriş lutf-u ilâhi iç, yani a’yân-ı
sâbitenin içi, a’yân-ı sâbitenin istidat ve kabiliyeti de kabuk
hükmündedir. Çünkü istidat ve kabiliyet ile onlar ortaya
çıkmaktadır. “Şimdi burası iyi anlaşılsın ki istidat ve kabiliyette
34
cebir yoktur. Atayı Zâti ve tecelli-i İlâhi ve nefes-i Rahmâni alet
seviye vakidir, tenfis-i Rahmani mütekip her bir ayn kendi
istidadına ve kabiliyeti zatiyesine göre müteayyin olmuştur,
böylece her bir ayn kendi kendine cebir etmiştir.” Demek suretiyle
çok büyük bir ilmi hakikati ortaya çıkarmaktadır. Tekrar geriye
dönelim; şimdi şurası iyi anlaşılsın ki istidat ve kabiliyette cebir
yoktur.
Şimdi istidat ve kabiliyet o kişide faal olarak zuhura çıkmakta,
yani kişinin örgü örmesi gibi, işte bazılarının feza ilimlerine merakı
olması gibi, bazılarının deniz dibi araştırmalarına merakı olması
gibi. Bunları yapmayı sevmesi istidadı, yapabilmesi de kabiliyetidir.
Çünkü istidat yani arzu olmazsa hiçbir şey meydana çıkmayacak,
yani yapma ihtiyacını duymayacaktır. İşte onun arzu, yani
programında olan hususiyet onu arzu edip oraya yönelmesi,
yöneldiği şey de kabiliyeti arttı derler, çalıştığı sürede kendini daha
geliştirdi, işte kabiliyeti ile de, bu zuhura çıkmaktadır. O halde
kabiliyette cebir yoktur.
Bazıları daha evvelki sohbetlerimizde dört ana fikir üzerinde
ortaya sürülen Kaza ve kader bahsi olduğu konuşulmuştu, sıra
buraya gelince özet olarak kısaca bahsedelim şöyle ki, evvelâ kazâ
ve kader hükmü en kapsamlı dengeli şekliyle ehl-i sünnet vel
cematın vaaz ettiği kazâ ve kader hükmüdür, işte bu okuduklarımız
hep onun içerisindedir. Bir gurup var bunlara “Mutezile” diyorlar bu
Mutezilenin kanaati kul fiilini halk eder, Allah ezelde kazâ kader
diye bir şey yazmaz, kul yaşadığı sürede fiilini halk eder anlayışı
ile kazâ kader anlayına bakmaktalar. Bunun karşısında diğer bir
gurup ise kul fiilini yapmak mecburiyetindedir, hükmüyle kader
bahsine bakarlar. Bunun bir üstü olan dördüncü gerçektir. Bu
sahada, kaderiye var, hurufiye var, kader hakkında bir sürü fırkalar
vardır ama burada bu fırkaları inceleyecek durumda değiliz, biz
sadece kaderin ana hatlarıyla ehl-i sünnet vel cemat hakikatleri
içerisinde ne vaaz ediyor onu anlamaya çalışıyoruz. Dördüncü
sıraya koyduğumuz da ehl-i sünnet vel cemat kader anlayışının
bâtınıyla birlikte oluşmasıdır, işte bu anlatılanlar ehl-i sünnet vel
cemat kader anlayışının batınıyla birlikteki kabullenişi ve faaliyet
sahasında oluşu en kemalli ehl-i sünnet kazâ- kader anlayışı budur.
İşte burada istidat ve kabiliyette cebir yoktur.
Şimdi cebir gurubu yani, “ben fiilimi işlemeye mecburum” diyor.
Allah benim kaderimi yazmış ne yazmışsa onu işleyeceğim, diyor
yani ben fiilimi yapmakta mecburum, bu görüşte olanlara da
cebriye diyorlar. İşte o da bunu red ediyor, aslında bu kelimelerle
bu satırlarla, şurası iyi anlaşılsın ki istidat ve kabiliyette cebir
yoktur, atayı Zât’i ve tecelli-i İlâhidir. Yani kişilere verilmiş olan
istidat Allah’ın atasıdır, yani lütfudur, tecell-i i ilâhidir nefes-i
rahmani ilk olarak alemlere nefh edilen nefes-i Rahmâni alet seviye
vakidir. Yani bütün varlıklarda aynı şekilde bütün âlemde, aynı
35
seviye aynı düzende, bütün âlemde vakidir nefes-i Rahmani,
Rahman, nefes-i rahmanını bütün âleme yaydıktan sonra her bir
ayn her bir a’yân-ı sâbite kendi istidadına ve kabiliyeti zâtisine
göre müteayin oldu.
Yani “Errahman” da bahsedilen Rahman, hakikat-ı ilâhiye
nefes-i rahmanisini bütün âleme aynı miktarda yaydı, yani birine
fazla birine az, diğerine bulut gibi, diğerine yağmur gibi, bütün
âleme nefes-i rahmaniyesini aynı şekilde yaydı, tenfis eyledi, nefh
etti, burada her bir ayn kendi istidat ve kabiliyetine göre müteayin
oldu. Meydana geldi. Nefes-i rahmani yer yüzüne bütün âlemlere
yayıldıktan sonra o nefes-i rahmanideki Rahmaniyet hakikatleri,
bölük bölük, gurup gurup, bütün âlemdeki o gezegenleri galâksileri
galâksilerin ana mayası olan “sehab-ı muzi” denilen parlak
bulutsuları ortaya getirdi, işte onlardan sonra da üzerinde yaşayan
varlıkları ortaya getirdi, bunlar hep o varlıklar a’yân-ı sabiteleri
istikametinde programını oluşturdular ve zuhura çıktılar.
Böylece müteayin oldu, yani zuhura geldi, tayin edilmiş yani
görüntüye gelmiş oldu, böylece her bir ayn kendi kendine cebr
etmiştir. Alemde ikinci bir varlık yok ki o varlık o varlığa tesir
ederek, silah zoruyla galâkside, ben bu galâksiyi burada
istemiyorum, sen daha ileriye git, dediği zaman cebir olur. Ama
bütün bu galâksiler, kendi programları içerisinde, kendi oluşları ile
nefes-i rahmani ile, ortaya çıktıklarından şekillerini de kendi
programlarından aldıklarından, kimse onlara cebir etmiş değil kendi
programları ile kendi kendilerine meydana gelmişlerdir.
Şimdi diyelim ki bir buğday tanesi, yahut bir elma çekirdeğini
toprağa diktik, o çekirdek kendi özünde kendi programı, a’yân-ı
sâbitesi, bir bakıma zuhura gelmiş programı, toprağa ekince nefesi Rahmâni aldı, yani ihtiyacı olan gıdayı aldı, filizlenmeye başladı,
nihayet işte kök oldu, sap oldu, derken gövde oldu, yapraklar
oluştu, veya bir ısırgan tohumundan ısırgan otu, veya bir diken
tohumundan bir diken bitkisi ortaya çıktı, veya zehirli bir ot çıktı,
diğer taraftan meyva çekirdeğinden, meyva ağacı çıktı ortaya, işte
dikenin diken olarak çıkmasında meyvenin meyve olarak çıkmasın
da cebir yoktur. Yani kimse buna müdahele etmemiştir. Kendi
bünyesinde a’yân-ı sâbitesinde ne varsa onun istikametinde zuhura
çıktı. o halde hiç
bir varlıkta
âlemde cebir yoktur diye aynı
zamanda cebriyecilerin de tezini böylece çürütmüş olmaktadır.
------------------Mesnevi-i Şerif A.A. konuk. Birinci cilt sayfa 230 beyt, 606.
dan devam edelim.
Kazâ ve kader hükmünde tesiri olan ve kişinin gerçekten
varlığı, veya yokluğu, hakk’ında malûmatlar veren, bir bölüm
burası, vaktimizin yettiği kadar, bu sahada da, tefekkürlerimizi
açmaya çalışalım.
36
Cenâb-ı Hakk’tan her zaman olduğu gibi ricamız, murad-ı ilâhisi
ne ise, Yani İslâm dini olarak bizlere göndermiş olduğu bu dinin
gerçeği, murad-ı ilâhi olarak, neyi anlatmak istiyorsa bizim o
şekilde anlamamızı nasib etsin. Yani bizim beşeriyetimiz ile dinimizi
anlamak değil, onun bize öğretmeyi istediği şekliyle muradıyla
bizlere o sahaları açsın inşeallah, biz de o yollardan giderek,
mümkün olan en geniş ma’nâ da, islâm dinini anlamaya çalışalım,
nasıl? genel hatlarıyla, genel kısımlar, değişik mertebeleri ile.
Bilindiği gibi İslâm dininde dört ana mertebe vardır, birincisi
genelde kullandığımız şeriat mertebesi, ikincisi tarikat mertebesi,
üçüncüsü hakikat mertebesi, dördüncüsü de Marifet mertebesidir.
Aslında bunların tamamının aldığı isim şeriat mertebesidir.
Çünkü bunların hepsini (s.a.v.) Efendimiz bize bir kanunlar
manzumesi, bir bütün olarak getirdiğinden bunların hepsi şeriat
mertebesi ismi ile o sistem içerisinde bulunmaktadır. Ancak
mertebelerin açığa kavuşması için hepsi, şerhi hukuk hüküm ve
hepsi birdir, (s.a.v.) Efendimiz dört ayrı hüküm getirmedi, hepsi bir
hükmün değişik yönleridir. Bazı kardeşlerimiz, ilim adamlarımız,
yazarlarımız, ayrıca tv lerde de, ne yazık ki, çıktığı gibi efendim
tarikat mertebesi, hakikat mertebesi, yoktur sadece islâmda bir
mertebe vardır, şeriat vardır, bunun dışında bir şeye gerek yoktur,
şeriat mertebesinin vaaz ettiği kurallar da bellidir, yani imânın
şartları, islâmın şartları gibi, tabi bu kadarı ile de insan Müslüman
olur, ancak bunun mümkün olduğu kadar genişliği vardır, ama bir
de islâmiyetin helezon şekliyle de miracı yükselmesi vardır.
İşte yükselmeyi murad edersek, veya kendi içimize doğru olan
yolculuğumuzu murad edersek, biraz daha araştırmacı olmamız
gerekiyor, hangi sahada, islâmiyet in derinliği özü sahasında, peki
bunları nasıl araştıracağız, daha evvelce o yollardan geçmiş olan
büyüklerimizin izlerini sürerek, başka türlü de bulunmaz. Çünkü
onlar bu yolları bizlere muhkem olarak bulmuşlar, kurmuşlar ve
bırakmışlar zaten, bize sadece geçmek kalıyor, o yolları bulup
sonra da geçmek kalıyor, işte Mevlânâ Hz leri de bu büyüklerimizden bir tanesidir, bize bırakmış olduğu en büyük miraslardan
bir tanesi de Mesnevi-i Şerif’tir, Mesnevi-i Şerif’in bir çok mertebelerden vaazı vardır, zuhuru vardır, ifadesi vardır, çok tutulmasının
sebebi de her gurup tarafından sevilmesinin tutulmasının sebebi de
içerisinde şeriat, tarikat, Hakikat, Marifet mertebelerinin hepsinden
mevzular olduğundan, ve her yöne tesiri bulunduğundan, hayret
edilecek şekilde, ayrıca meselelere sâhip olduğundan, ve onları da
çok güzel misallerle bizlere vermiş olduğundan, bu şekliyle en çok
tutulan, istifade edilen islâmi değer, kitaplardan birisi olmuştur.
Ayrıca eskiler bilindiği gibi mesnevi-i şerif okutmasını icazata
bağlamışlardır. Yani hususi bir tahsil gören kişi ancak mesnevi han
olabiliyordu. Şu anda herkes bu kitapları alır okur kimse mâni
değildir, ama bunu güzel anlayıp güzel anlatabilmek için onun bir
37
eğitimi gerekiyor, eski mesnevi şârihleri böyle yetişmişler ve
icazatla, yani birisi çıkıpda ben Mesnevi okutacağım diye bunu
yapamazmış. İşte bizim Rahmetullah-ı aleyh benim ilk şeyhim,
Hazmi Babamız Mesnevihan idi, Süleymaniye kütüphanesinin de
müdürü idi, kendisi Mesnevi şerh eder, Bayazit Camiinde de ikindi
namazın dan sonra Cumartesi günleri Mesnevi okuturdu.
Dolayısıyla az da olsa kenarından köşesinden bize de bu verese
olarak intikal etti. Yani Mesnevi okutabilme selâhiyeti diyelim.
Bizim sohbetlerimizde dört ana mevzumuzdan bir tanesi de
Mesnevi-i Şerif idi. Bir tanesi Kur’an’da Yolculuk, Kur’an’ın bazı
yönleri ile ilgili, mealleri ile birlikte okuyarak, diğeri Ahmed Avni
Konuğun Fusus’ul Hikem’i dört ciltlik müthiş bir eser hayran
kalmamak elde değildir, diğeri İnsan-ı Kamil Abdülkerim Cili’nin
eseri, o da çok müthiş bir eserdir, diğeri de Mesnevi-i Şeriftir.
Mesnevi-i Şerif’in de en derli toplu tevhide ve tasavvufa yakın izahı
yine Ahmed Avni Konuk tarafından yapılmıştır, gerçekten içindeki
ma’nâlara ulaşmak oldukça zordur, ama güzel izahlarla anlayabileceğimiz şekle dönüştürmüşler, işte biz de bunları okuyorken her
birerlerimiz okuyorken mümkün olduğu kadar meseleleri anlamaya
çalışarak, onlara baktığımızda ve tatbik ettiğimizde, biz de
mümkün olan kabiliyetlerimiz içerisin de, en yoğun en faydalı hali
almaya çalışmamız, dünya hayatında iken, bizim menfaatimize
olacaktır. Çünkü bir daha bunların tahsili âhirette yoktur. Ancak
âhirette de bazı sahalarda, bazı kişiler için idrakler devam edecek,
yani gelişme devam edecek, ama bu zor bir hadisedir, burada
idrak seviyesi açılmış olan kimseler, tevhid hakikati ile kendi
hakikatlerini, idrak etmiş olan kimselerin tasavvurları, orada da
devam edecek, yani açılımları müşahedeleri, orada da devam
edecek, çünkü Alah’ın müşahedesinin sonu yoktur, sonu olsaydı
kıyamet ile Allah’ın sonu demek olurdu, böyle bir şey de söz
konusu değildir. Ancak Cennetin bir bölümü var ki, oraya ibadetleri
ile gitmiş olanların, sevapları ile gitmiş olanların, bir daha
ilerlemesi yoktur.
Efendimiz de buyuruyorlar ya hani insanlar ne şekilde
yaşamışlarsa o şekilde ölürler, ne şekilde ölmüşlerse o şekilde
kalkarlar hükmü içerisinde, cennet ehli “halidine fiha ebeda” (4/57)
hükmüyle de bulundukları mertebelerinde ebedi kalacaklardır. Yani
bir alt kattan üst kata geçme imkânları yoktur. Üsttekiler belki
alttakileri ziyarete gidecekler, ama aşağıdan yukarıya gitme
yoktur. Bunun sebebi de orada, artık gelişme yoktur. Yani akıl,
beyin, idrak tasavvur, hal dünyadaki kanaati en üst kanaati kendisi
hakkında Hakk hakkında ve âlemler hakkında nasıl bir değer yapısı
oluşturmuşsa, o mertebesi ile gidecek, bir daha gelişmesi de
yoktur. Ama ariflerin, irfan ehli olanın gelişmesi, orada da devam
edecektir. Bu da tabi ayrı bir konudur.
38
Şimdi tasavvuf ehli olarak, kişiler bazı guruplara bölünmüşler,
bu guruplardan bir kısmı, Allah var kul yok, demektedir. Yani
bütün âlemde “lâilâhe illâllah” hükmüyle, Allah var, Allah’tan başka
hiçbir varlık yok, yani kul da yok hükmündedir. Diğerleri ise kul
var, var ama Hakk’tan ayrı, Allah yukarılarda, kul aşağıda, ona
ibadet etmekte, diye böyle düşünülmektedir. Tabi bunun dışında
da, daha birçok, başka anlayışlar da vardır, Mutezile anlayışı var,
Cebriye anlayışı var, o görüştüğümüz arkadaş, o arkadaşın kendi
aldığı eğitim itibariyle, kulun yokluğu hakkında, yani bütün fiilleri
Allah’ın yaptığı, ve kulun yokluğu hakkında, kanaati vardır. Tabi ki
kul genel ma’nâ da yoktur, ama kulluk diye bir mertebe de vardır.
İşte bu kulluk mertebesi ile, uluhiyet mertebesi, nerede açığa
çıkmakta,? hangi mertebede kul var,? hangi mertebede kul yok,?
hangi mertebede uluhiyet mutlak ma’nâ da geçerlidir,? hangi
ma’nâ da kulun fiilleri geçerli, ona göre ceza veya mükâfat alsın,
işte bu bölümde bu hususlara ait bilgiler vardır. Şimdi onu
okuyarak anlamaya çalışalım.
------------------Mesnevi-i Şerif A.A. konuk. Birinci cilt sayfa 230 beyt,
606. dan devam edelim.
(606) Biz çenk gibiyiz ve sen mızrap vurursun. Nâle bizden
değildir sen nâle ettirirsin.
--------Bu hitâb Hak Teâlâ’yadır, vücûd-i mahlükat “çeng” denilen
çalgıya ve esmâ ve sıfat-ı ilâhiyyeye de mızrâba ve mahlûkâtta
zahir olan akvâl ve ef’âl dahi nâleye teşbîh buyurulmuştur.
--------yani biz çalgı gibiyiz sen de mızrab vurursun. Yani mızrabı
vuranın Hakk olduğunu, mızrab vurulduğu zaman çıkan nâmeler
inlemeler bizden değildir, sen nâle (nâme) ettirirsin. Kısaca izahı:
bu hitap Hakk Teâlâ’yadır, yani Mevlânâ Hz leri öyle bir cuş-u
huruş içerisinde kendi varlığının yokluğunu ve varlığında var olanın
Hakk olduğunu yani kendisini bir çalgı gibi, yani müdahele edilen
bir varlık gibi olduğunu, müdahele edenin de Hakk olduğunu sen
bizi inletirsin, hitabeti Hakk Teâlâyadır, vücûd-u mahlûkât çenk
denilen çalgıya ve esma ve Sıfat-ı İlâhiye de mızraba yani Esma-ı
ilâhiye sıfat-ı İlâhiye’de mızraba benzetiliyor. Mahlûkatta zâhir olan
ahval yani kaviller sözler ve ef’âl, fiiller, dahi nâleye teşbih
buyurulmuştur. Yani inleme ile misal getirilmiştir.
--------(607) Biz ney gibiyiz bizden olan neva sendendir. Biz dağ
gibiyiz, bizdeki sada sendendir.
---------
39
Görüldüğü gibi bu beyitler “fenâfillah” mertebesinden
söylenmiştir, neyzenin elinde bir ney vardır ancak onu söyleten ve
nâğmelendiren neyzendir, eğer o ney nefsin elinde olsa idi o
zaman oradan ilâhi değil, nefsani sesler çıkacaktıki, bu el iblisin eli
olacaktı. Dağ gibi olan insan-ın bedeni lâtifleşmezse kendisine nasıl
seda gelmişse onu yansıtır eğer lâtifleşmiş ise onu yansıtmaz içine
alır. T.B.
--------(608) Biz bürt ve matla satranç gibiyiz. Ey sıfatları güzel olan
bizim bürt ve matımız sendendir.
--------Satranç ma’lûm olan bir oyunun adıdır, bürt galip ve mat
mağlûp ma’nâ’sına olarak bu oyunun ıstılahındandır,
yani ey, sıfatları güzel olan Allah’ımız,, heyet-i mecmuası bir
satranç tahtası gibi olan bu âlemin üstündeki biz insanların
arasında galibiyet ve mağlûbiyet nisbetleri hep senin esmanın ve
sıfatının eserleridir.
--------(609) Ey sen ki, bizim canımızın canısın, biz kim oluyoruz ki
ortada senin ile biz olalım.
--------Ey Zat-ı Azimmüşan, bizim canımızın diriliği yani varlığı
sendendir, bir avuç topraktan ibaret olan bizler, varlık noktayı
nazarında kim oluyoruz ki senin varlığına karşı bizliğimizi ortaya
koyup vücutta sana ortak olalım.
--------(610) Biz yoklarız, bizim varlıklarımız da yoktur, sen fani
gösterici bir vücud-u mutlaksın.
--------Cenâb-ı Mevlânâ Hakk Teâlâ Hz lerinin Zat-ı Azimmüşanına
vücud-u mutlak demek hususunda Şeyh-i Ekber M. Arabi Hzleri ile
müttehiddir,
yani aynı görüştedir. Cenâb-ı Mevlânâ Hakk Teâlâ Hz lerinin
Zat-ı Azimmüşanına vücud-u mutlak bakın bu iki kelime cenâb-ı
Hakk’ı tanımamıza çok büyük bir izah tarzıdır. Zat-ı Azimmüşan
yani şanı yüce olanın vücud-u mutlak demek hususunda Şeyh
Ekber M. Arabi Hz leri de aynı ifadeyi kullnıyor Allah’ın Zat’ı
hakkında vücud-u mutlak diye bu ifadeyi kullanıyor.
Esasen vücut yani varlık hususunda üç itibar vardır, yani bu
alemde vücud diye varlık hakkında üç itibar vardır. Birincisi fani
40
olan vücud-u mukayyededir. Yani “kevn” dediğimiz bu madde
alemi ki bu vücut eşyayı kevniyenin vücududur. Şey’iyyet
dediğimiz kevn dediğimiz sonradan olan dediğimiz ve denilen bu
kevniyet vücud-u mukayyettir. Yani kayıtlı bir vücuttur. Önü vardır,
sonu vardır, evveli vardır, ölçüleri vardır, bu vücut eşyayı
kevniyenin vücududur. Bunun ıstılah-ı ilmisi şartsız şeydir, ikincisi
keza fani olan vücud-u camidir. Bu da vücudat-ı kevniyenin
menşe-i olup bir suretle mukayyet olmayan vücuttur.
Şimdi bir vücut var ki suret ile mukayyettir. Yani kevn alemi
olan bu alem, bir vücut var ki fani olan vücudu camidir, yani fani
olan vücudu kapsamına almıştır. Yani fani vücudun kaynağıdır. Bu
da vücudad-ı kevniyenin menşe-i olup yani kevni vücudun kaynağı
vücuda getiricisi olup bir suretle mukayyet olmayan vücuttur. Yani
lâtif vücuttur. Âlem-i sıfatın lâtif olan vücudu ve varlığı bu
kabildendir. Yani sıfat âleminin ve esma âleminin vücudu bu
kavildendir. Bunun ıstılah-ı ilmisi ise bi şart-ı la şeydir. Üçüncüsü
sıfatın sahibi olup bakayı ezeli ve ebedi ile baki olan bir varlıktır ki
eltaf-ı lâtif olduğundan künhü ne manen ne de maddeten idrak
olunamaz. Bu hususta akıllar ve zekâlar hayrettedir. İşte buna
vücud-u mutlak demişlerdir.
Istılah-ı ilmisi yani ilmi terimi lâ bi şart-ı şey’indir. Bu vücut
Zât-ı Hakk’ın künhü olup tarife ve tavsife sığmaz.
Şimdi Zât-ı İlâhiyeye gerek Muhiddin-i ibn-i Arabi gerek se
Mevlânâ Celâlettin-i Rumi ve diğer büyük tevhid ve tasavvuf
bilginleri arifler Allah’ın mutlak vücuduna “Mutlak vücut”
demişlerdir. Bu vücudu da üç kısımda ayırmışlardır. Birincisi kevn
olan şu gördüğümüz müşahede ettiğimiz vücuttur yani madde
vücuttur. Yani kayıda giren vücuttur. İkinci vücut ise bu vücudu
meydana getiren nurani ve ruhani vücuttur. Yani alemlerin
meydana gelmesine kaynak olan nur ve ruhtan meydana gelmiş bir
vücuttur. Ama bu vücut şekli bir vücut değildir, güç olan enerji
olan bir vücuttur, bu ikincisidir.
Yani kevn âlemini ortaya getiren kaynak olan bir vücuttur.
Diğer vücut ise mutlak vücut diye belirtilen Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ının vücudu, ama vücutsuz vücuttur. Vücut dendiği zaman mevcut
zannedilmekte, mevcut da madde ma’nâsında oluşmaktadır.
Birincisinin izahı gayet kolay yani anlaşımı gayet kolay, işte bu bir
vücut yani mevcut, bunu meydana getiren lâtif vücut, onu da
anlamak mümkün, yani anlaşılmasa bile en azından idrak etmek
mümkündür, ama Vücud-u Mutlağı idrak etmeye insanın aklı ve
havsalasının ermesi mümkün değildir. İşte Cenâb-ı Hakk
a’maiyette iken a’maiyetten ilk tecellisi, Ahadiyet mertebesine
ulaştığında işte bu vücud-u Mutlak ifadesi buraya verilmektedir.
Sıfat ve esma mertebesine intikal ettiğinde Vücud-ı Lâtif olarak
belirtilmekte oradan da ef’al mertebesine tecelliye zuhur ettiğinde
41
buna da vucud-u kesif denmektedir. Yani üçüncü vücut kevn
vücudu, varlık olarak bu varlığın ismini almaktadır. Böyle kısaca bir
ifade ile Cenâb-ı Hakk’a olan yaklaşabilmemiz herhalde daha kolay
olacaktır, O’nu tanımadaki halimiz. Tabi bu vücut zuhurlarının altı,
yedi zuhuru, bazıları beş zuhuru bazıları yedi zuhuru diye
belirtmişler, tabi o vücut mertebelerinde bunlar teferruata
geldiğinde bunlar bakılacak şeylerdir. İşte burada o kaydı Ahmed
Avni Konuk bu şekilde açıklıyor, Hz Mevlânâ ve Şeyh-i Ekber
Muhiddin-i Arabi Hz leri bu tarifte müttefiktirler yani ikisi de bu
tarifi yapmaktadırlar diye bize bir ön bilgi vermiştir.
Lâ bi şart-ı şeydir, bu vücud-u Zat-ı Hakk’ın künhü olup yani
özü hakikati olup tarif ve tavsife sığmaz.
Sadece bir terim olarak ıstılah olarak bu konuşulmaktadır, bu
şekilde varlığı ifade edilmektedir, ama mahiyetinin ne olduğunu
insan aklı beşer aklı ile bilmemiz mümkün değildir, tarife sığmaz.
Şimdi vücud-u ammın menşeyi Zattır, yani umumi vücudun
aslı hakikati Zatt’tır.
Fani olan vücudad-ı mukayyedenin menşeyi de vücud-u ammdır
yani umumi vücuttur ve alem-i sıfattır, vücud-u ammın mukayyet
vücud-u mutlakın izafatındandır.
Yani onun isimlendirilmişlerindendir.
Hakk Teâlâ Hz lerine vücud-u mutlak denilmesinden dolayı bir
takım zevatın itirazı vardır.
Bakın bu Hazretler böyle kabul etmekle birlikte bazıları da
Cenâb-ı Hakk’a vücud-u mutlak tabirinden ve isimlendirmeden
dolayı itirazları vardır.
Fakat bunların itirazatı vücud-u
anlamalarından meydana gelir.
mutlakı
vücud-u
umumi
Yani vücud-u umumi yani bu gördüğünüz kevn vücudu vücud-u
mutlak olarak anlamalarındandır. İşte o arkadaşın dediği gibi âlem
her şey Allahtır diyor. İşte o zaman orada kargaşaya düşüyor,
vücud-u kevni vücud-u mutlak zannetmesinden kaynaklanıyor.
Böylece itiraz anlayışa aittir, yoksa hakikat Hz pirin Cenab-ı
Şeyh Ekberin buyurdukları gibidir. Vücud-u Mutlak tabiri hakkında
Futuat-ı Mekkiyenin 2. Ve 6. Bablarında Şeyh Ekber Hz lerinin
izahatı ita buyurmuşlardır, yani bu hususta izahat vermişlerdir.
Şimdi tekrar devam ediyoruz.
--------(611) biz hep arslanlarız fakat bayrak arslanı onların hamleleri
vakit vakit rüzgardan olur.
---------
42
biz bayrakların bezlerine yapılmış arslan resimlerine benzeriz.
Bu resimlerin hamleleri ve hareketleri arasıra rüzgar estikçe vaki
olur, ilâhi bizim hareketimiz dahi yani sakinliğimiz ve hareketliliğimiz dahi senin esma ve sıfat rüzgarlarının tesiri iledir.
--------Burada İran bayrağındaki arslan resminin misali vardır, rüzgar
bayrağa vurdukça arslan harekete geçmiş oluyor, işte koşuyor,
kılıcı sallıyor gibi.
Bakın bu giriş kulun yokluğu hakkındadır. Belirli bir safhalara
geldiği zaman kul kendi mutlak yokluğunu idrak etmesi
gerekmektedir. Başka türlü de şirkten kurtulamaz, ikilikten
kurtulamaz. Burası İseviyet mertebesidir, iseviyet mertebesindeki
fenafillâhtır.
Peygamber hazaratı nasıl bir fiil sürmüşlerse Kur’an’i bilgiler
içerisinde genelde biz de miraç etmemiz için seyiri kendi
bünyemizde, yani bireysel şümul olarak kendi bünyemizde, idrak
ederek sürdürmemiz gerekmektedir. Ama diğer tarafta bütün
peygamberan hazaratı bir insanlık ömrü müddetine bunlar
yayılarak yaşanmıştır. Ama bizler bu seyiri belirli bir ömrümüz
içerisine sığdırıp bunun hakikatlerini yaşamamız gerekiyor. Mutlak
ma’nâ da mı, değil ama kişi bunu kendine mutlak görevim diye,
kendi kendine bu görevi üstüne alırsa, orası mutlak olur, ve de çok
iyi bir iş yapmış olur. Eğer sadece cennete girmek bana yeter
derse, tabi o zaman yapacak bir şey yoktur o yeter.
--------(612) Onların hamleleri zâhirdir ve rüzgar zâhir değildir. O zâhir
olmaya asla eksik olmasın.
--------O rüzgar ile hareket eden arslan resimlerinin hamleleri his
gözüyle görünür, fakat rüzgar kesif bir madde olmadığından zahir
gözüyle görülmez. Bunun gibi ilahi bizim kesif olan cisimlerimiz
görünür, yani şu kesif olan kevn vücutlarımız görünür, fakat senin
latif olan esma ve sıfatın zahir gözü ile görülmez. Neden, çünkü
latif olduğundan. O hissen görülmeyen sıfat ve esma-ı ilâhiyyenin
tecelliyetı bizim üzerimizden asla münkati olmasın.
--------Şimdi bayrak direği üstünde bayrak sallanmakta, hangi resim
ve hangi renk olursa olsun, ama arslanı almış kendisi de oralardan
geldiğinden onu misal vermiş, bayrağı rüzgar dalgalandırdığı
zaman fiil olarak his olarak dalgalanma görünüyor, ama rüzgar
görünmüyor. Tabi ki biz dışarıda isek rüzgar eserek bize vuruyor
ise o zaman rüzgarı da hissediyoruz ama kapalı bir yerden bayrağa
43
bakıyor isek rüzgarı göremiyoruz, ama rüzgarın ortaya getirdiği fiili
his gözü ile görüyoruz.
Yani senin tecellin bizim üzerimizde devamlı olsun. Diye niyaz
etmektedir. Aslında bu zaten devamlı da biz farkında olmuyoruz.
(613) Bizim rüzgarımız ve
varlığımız hep senin icadındır.
vücudumuz
senin
ihsanındır,
--------(614) Yoksa varlık lezzetini gösterdin yoku kendinin aşıkı etmiş
idin.
--------İlâhi biz senin ilminde sabit kıldığın esma ve sıfat-ı ilâhiyenin
suretleri idik ve henüz bu suretleri temsil etmekte olan bu vücud-u
kesif âlemine gelmemiş idik. Bunların cümlesi şuunat-ı Zât’iyyen
olmak itibariyle vücud-u müstakil sahibi olmadıklarından senin
zâtının varlığı önünde yok idiler. İşte sen bu yoklara varlık lezzetini
gösterdin ve onları kendi Zat’ına aşık etmiş idin zira şuunat-ı
Zât’iyyen Zât’ından ayrı değildir. İşte bu aşı ezelidir, bu âlem-i
kesifte süver-i ilmiyelerimizi ilmi suretlerimizi temsil eden vücudatı unsiriyelerimiz yani bu unsur olan vücutlarımız da zâhir oldu.
--------Biz yoktuk sen bizi var ettin ve bu yok olan vücud-u varlıkı
kendine aşık ettin.
İlâhi diye o muhabbetle rabbına seslenmekte, biz senin ilminde
sabit kıldığın esma ve sıfat-ı İlâhiyenin suretleri idik, işte bu kazâ
ve kader hükmünde her birerlerimiz bir a’yân-ı sâbitelerimiz vardır,
yani ezelde Cenâb-ı Hakk kendi Zât’ında bütün âlemin a’yân-ı
sabiteleri vardır, ayrı programları vardır, buna “kazâ” da deniyor, o
programlar olmamış olsa bizler zuhur edemeyiz. Herhangi bir şeyin
oluşması bir programa bağlıdır bir plân projeye programa bağlıdır.
Bir mühendis bir ressam bir heykeltraş ne yapacaksa evvela onun
programını aklında yapıyor, yani onun aklında olması o kişinin
zâtıyla bir durumda olmaktadır. Yani kişinin zâtına bağlı zâti
hakikati olmaktadır proje halinde iken program halinde iken.
A’yân-ı sâbiteleri böyle, a’yanları itibariyle Hakk’tan ayrı bir
şeyler değiller, yani öz kaynak programlarımız, işte biz senin
ilminde sâbit kıldığın esma ve Sıfat-ı İlâhinin suretleri idik, yani
isimlerinin ve sıfatlarının yani isimlerinden ve sıfatlarından
meydana gelen bir proje idik burada suretleri demesi maddi
ma’nâda bir suret değildir, ilmi ma’nâda program ma’nâsında bu
suretten bahsediyor. Henüz bu suretleri temsil etmekte olan henüz
daha bu suretleri meydana getirecek bir vücud-u kesif âlemine
gelmemiş idik. Yani ruhlar âlemindeki halimizi belirtiyor bu
safhada. Bunların cümlesi şuunat-ı Zâtiyyen olmak itibariyle
44
vücud-u müstakil sahibi de değillerdi. Yani Cenâb-ı Hakk kendi
Zât’ında bizlerin programını yapmış olduğunda biz Hakk’tan gayri
bir şey değildik.
Bu programların cümlesi senin şuunat-ı zâtiyen olmak üzere
yani senin Zati şeenlerin zâti özellik zâti hususiyetlerin olmak
itibariyle vücud-u müstakil sahibi değildik. Her ne kadar bunlar
bizim programlarımız idi ise de, o halde iken, ama biz daha henüz
müstakil bir varlık değildik. Yani sende vardık sen olarak sen de
vardık. Yani işte o mühendisin kafasındaki proje gibi. Vücud-u
müstakil sahibi olmadıklarından yani bizler o programlar müstakil
istiklâlleri olmadıklarından senin zâtının varlığı önünde yok idiler.
Yani birey olarak yok idiler. Ne olarak vardılar, Hakk ile şuunat-ı
İlahi olarak var idiler.
İşte sen bu yoklara varlık lezzetini gösterdin yani program
olarak bu a’yân-ı sâbitelere zuhura getirmek suretiyle varlık
lezzetini gösterdin ve onları kendi zâtına aşık etmiş idin. Aslında
kendi zâtına aşık etmiş demek, bir yönüyle Hakk kendi Zât’ına aşık
etmiş çünkü kaynağı Hakk, olduğundan oraya yönelmiş, bir bakıma
da bireyin kendini kendi zâtına aşık etmiş, zâten işin aslı da bir
değişik yönden öyledir, biz farkında olmadan yani sistem içerisinde
vücudumuza aşık varlıklarız. Yani nefsimiz bedenimize aşıktır ama
biz bunun farkında değiliz. İşte gayemiz hep nefsimize güzel şeyler
yedirmek onu güzel yerlerde gezdirmek gibi düşünceler hep o ana
kaynaktan gelmekte yani nefs-i emmaremiz bizim bu vücut
varlığımızın aşıkıdır. O yüzden kabir de de ayrılamaz nefsimiz,
ruhumuz ayrılır da nefsimiz ayrılamaz.
Çünkü bir ömür boyu bu beden ile birliktelik yaşamış kendi
olarak kabullenmiş bedeni kendi olarak kabullenmiş, beden orada
kıtır kıtır yense de oradan ayrılamamakta ve o ızdırabı duymaktadır
günahkar olan nefsler. İşte bu aşkı ezelidir, bu kesif âlemde yani
yoğun, madde âleminde ilmi suretlerimizi temsil eden vücudat-ı
unsiriyemiz böylece zâhir oldu. Cenâb-ı Hakk evvelâ a’yân-ı sâbite
olarak bütün âlemdeki varlıkların programını yaptı, ana programını
yaptı bunlara insan da dahildir, tabi insanın programıyla diğer
varlıkların programı arasında çok büyük farklar vardır. Ne yönüyle
farklar var, çünkü insanın bir de gayrı mec’ul tarafı vardır, diğer
varlıkları gayrı mec’uliyeti yoktur ama insanın gayrı mec’uliyeti
vardır. Dolayısı ile insanın programı çok daha değişik bir biri içinde
çok hususiyetleri olan bir programdır. İşte bu programla birlikte,
bu program ilmi olarak yapıldı sonra ruhlar alemine nakledildi, lâtif
bir suret verildi, o lâtif suretlerde unsur vücutlarda zâhir oldular.
Âlemdeki bizlerin ana kaynak özet olarak gelişimiz böyledir.
Buralarda ifade edilmek istenen şey biz yokuz, ya rabbi sen varsın
biz seninle var olduk, ana teması burada işlenmektedir. Yani iki
ana hususiyetin bir yönü işlenmektedir.
---------
45
(615) İn’amın lezzetini esirgeme, mezeni ve içkini ve kadehini
esirgeme.
--------İlâhi bu vücud-u kesif aleminde de bizden ihsanını kesme. O
aşkı ezelinin mezesini ve şarabını ve kadehini bizden esirgeme.
--------Gene Mevlânâ H.z. bir yerde bir tarif yapar, diyor ki; irfan ehli
Allah’ın kadehleridir, yani arifler, Allah’ın kadehleridir. Tabi ki şarap
kadehi değildir. ne kadehi, irfaniyet kadehidir. Yani o kadehlerden
muhabbet-i ilâhiye tahsil edilmekte diğer bir ifadeyle. Tabi ki
bunlar birer teşbihtir. İn’amın lezzetini esirgeme, mezeni, içkini ve
kadehini esirgeme hani Kur’an-ı Kerim’de geçiyor ya, İnsan suresi
21. Ayette... Rableri onlara şarab'en tahura (temiz şarap)
içirmiştir.
‫ﻃَﻬًﻮرا‬
ُ ‫َ َوَﺳﻘُْﻴﻬﻢَ رﺑُْـﱡﻬﻢَ َﺮﺷاﺑ ً ﺎ‬
Tabi bunların da bir çok yönlerden izahları vardır.
İlâhi bu vücud-u kesif âleminde de bizden ihsanını kesme. Nasıl
ki ma’nâ âleminde bize bir ma’nâ verdi sonra onu vücuda
döndürdü ve burada yaşamaya başladık, o ezelde daha evvelce
vermiş olduğu ilâhi lütfunu bedenleştikten sonra da bizde devam
ettir, diyor. O aşk-ı ezelinin mezesini ve şarabını ver kadehini
bizden esirgeme. İşte bunlar hep teşbihtir, misaldir. Tasvvufta
bunlar çok işlenmiştir, gül, bülbül, şarap, kadeh, meyhane gibi,
ama onlar zâhirde bildiklerimiz değildir.
--------Mesnevi 616. Beyt’ten devam
(616) Eğer esirger isen kim cüstü cu edebilir, nakış, nakkaşa
nasıl mukabele edebilir.
--------ilâhi sen aşk ve muhabbet-i ilahiyeyi bizden esirgeme, eğer
kesersen onu tahsil edebilmek kimin haddinedir. Sen suver-i
mahlukatı nakş etmekte bir nakkaş-ı hakimsin, kudretsiz olan
nakşın kudret sahibi olan nakkaşa mukabele imkanı varmıdır.
--------Yani ilâhi sen aşk ve muhabbet-i ilâhiyeyi bizden esirgeme, bu
muhabbeti kesme, devam ettir, eğer kesersen onu tahsil
edebilmek kimin haddinedir. Yani sen tecellini kesersen onu devam
ettirmek kimin elindedir, kim yapabilir. Sen suver-i mahlukatı nakş
etmekte bir nakkaş-ı hakimsin, kudretsiz olan nakşın kudret sahibi
olan nakkaşa mukabele imkanı varmıdır. Yani ey yarabbel alemîn,
sen aşk ve muhabbet-i ilâhiyyeyi bizden esirgeme, yani ma’nâ
46
âleminde verdiğin gibi dünya aleminde de devam ettir. Onu tahsil
edebilmek kimin haddidir. Eğer sen vermezsen ilâhi hakikatleri kim
tahsil edebilir. Yani bize akıl fikir, gönül, muhabbet, gayret kuvvet,
vermezsen bu ruhu vermezsen kim verebilir, bunu bulmak kimin
haddinedir.
Sen suver-i mahlukatı yani mahlukatın suretlerini nakş etmekte
bir nakkaş-ı hakimsin. Yani âlemdeki bütün suretleri nakş eden
hakim bir nakışçısın, yani ressamsın. Yani sen bütün bu âlemin
varlık vücutlarını ortaya getirensin.
Yani şunu demek istiyor; bir ressam tuvali aldı resmi
nakşetmeye başladı, yani nakkaş nakış işlemeye başladı. Onu
bahsediyor, nakşın nakkaş önünde sözü olabilir mi? Diyor. Şimdi
bakın fırçayı almış eline onunla işlemeye başlamış, yahut bir hattat
yazıyı yazmaya başlamış, veya bir ressam resmini yapmaya
başlamış, şimdi o resim diyebilir mi ki, beni resmetme, yahut
kırmızı yap başımı, kanatlarımı sarı yap, yani nakış nakkaşın
hükmü altındadır. İşte biz de senin elinde yani kudret elinde nakış
gibi sen nakkaşsın bizim sana her hangi bir şekilde şunu etme
bunu etme diyecek halimiz mi vardır.
Ama bu değişik bir mertebeden ifadesini vermekte yani
buraları, bu izahlar ve anlayışlar, aslında fenâfillâh mertebesinin
tahakkuk yerleridir, yaşam yerleridir.
--------NOT= Bu husuta daha geniş bilgi kitabımızın sonların da
bulunan (61-Bir ressam hikâyesi) isimli kitabımızdan küçük bir
bölüm aktarımında görülecektir. T.B.
--------(617) Bize bakma bize nazar etme, sen kendi ikram ve
sehavetine bak,
--------Yani cömertliğine bak,
--------(618) biz yok idik ve takazamız da yok idi, senin lütfun bizim
söylenmemişimizi işitir idi.
--------Biz cesed-i unsurimiz ile taayyün etmiş değil idik ve lisan-ı zâhir
ile taleplerimiz de vâki değildi. Fakat senin esma-ı ilâhiyene olan
lütfun ve rahmetin bizim a’yân-ı sâbitemizin lisan-ı zâhir ile
söylenmemiş olan lisan-ı istidatları ile vâki taleplerini işitir idi. Yani
bizim ezelde suver-i ilmiyemiz mashar oldukları ismin gereği ne ise
47
hal ve istidat ve kabiliyet diliyle onları senden talep etmiş ve sen
de onları işitmiş idin.
--------Şimdi bizlerin cesed-i unsurimiz, yani unsur olan mâden olan,
et kemik olan, bu yani taş toprak olan bu unsur bedenimiz ile biz
taayyün etmiş değiliz. Yani ezelde biz daha henüz zuhura gelmiş
değildik ve lisan-ı zâhir ile yani kelâmlarımız ile zâhir sözlerimiz ile
taleplerimiz vâki değildi. Yani daha henüz birey varlık olmamıştık
ve taleplerimizi de sana ulaştıramamıştık. Yani bir talebimiz olmamıştı neden? çünkü varlığımız yok lisanımız yok ki, taleplerimiz
olsun.
Ancak öyle bir hususiyetle anlatıyor ki, senin esma-ı ilâhiyene
olan lütfun ve rahmetin yani Cenâb-ı Hakk’ın kendi isimlerine ve
sıfatlarına olan lütuf ve rahmeti bizim a’yân-ı sâbitemizin, yani
ezelde cenâb-ı Hakk’ın kendi varlığında kurgulamış olduğu bizim
a’yân-ı sâbitelerimizi, yani lâtif programlarımızı ilmi mahiyetteki
programlarımızı, lisan-ı zâhir ile söylenmemiş olan lisan-ı istidatları
ile vâki taleplerini işitir idi. Şimdi Cenâb-ı Hakk bizim a’yân-ı
sâbitelerimizi programladı, bu programlar ölü boş içleri boş
programlar değildir. İlmi mahiyette olan bu programları Cenâb-ı
hakk lâtif suretler olarak varlıklarını halk etti. Ama daha henüz
madde vücutlar haline getirmedi. Lâtif varlıklar olarak suretlerimizi
halk etti. Ne şekilde, esma-ı ilâhiye ve sıfat-ı ilâhiye olarak.
İşte senin bu esma-ı İlâhiye ve sıfat-ı İlâhiyene olan lütfun ve
rahmetin yani kendi isimlerine olan lütfu ve rahmeti a’yân-ı
sâbitelerimizin yani bizdeki bu programın sözcüleri oldular diyor.
ama bizim birey olarak daha vücud-u kevniyemiz ortaya
gelmemişti. Lisan-ı zâhir ile söylenmemiş olan yani madde âlemine
gelmediğimiz için kelâm olarak, şimdi konuştuğumuz gibi kelâm
olarak zuhura gelmemiş idi. Söylenmemiş olan lisan-ı istidatlarıyla
vâki taleplerini işitir idi. Sessiz ve sözsüz esma-ı ilâhiyye ve sıfat-ı
ilâhiyelerin sözlerini işitir idi. Yani ezelde bizim suver-i ilmiyemiz
yani ilmi suretlerimiz mazhar oldukları ismin gereği ne ise yani
Cenâb-ı hakk bizim a’yân-ı sâbitemizi programımızı yaptı bu
programın içerisine bütün esma-ı ilâhiyeden sıfat-ı ilâhiyeden
miktar, miktar terkip var, işte bu terkipler her ne kadar daha
zuhura çıkmamış iseler de ama her bir esma-ı ilâhiyenin kendi
bâtınında kendi hakikati olduğundan, o yaşantısı ve hakikati
itibariyle istidat ve kabiliyetine göre, o fiili ortaya çıkarma gücünü
istedi, faaliyet sahasını istedi.
Ama orada henüz biliş şuuru olmadığından, Hakk kendi namına,
isimleri ve sıfatları namına, Zât’ından isimleri ve sıfatları Hakk’ın
namına istedi. İstidat ve kabiliyet diliyle, yani o halin istidadı ve
kabiliyeti diliyle onları senden talep etmiş ve sen de onları işitmiş
idin. Bu söz aynı zamanda dünya âlemine gelmeden ruhlar
48
âleminde olan bir hâdiseyi yani “elestü birabbiküm” (7/172)
sözünün bir başka türlü izahıdır.
--------(619) Nakış ana karnında çocuk gibi nakkaşın ve kalemin
önünde aciz ve mukayyettir.
--------Yani nakış, ana karnındaki çocuk gibidir. Ana karnındaki çocuk
ne yapabilir ki, nakkaşın ve kalemin önünde aciz ve mukayyettir,
kayıtlıdır. Yani şurada bir resim yapılmış, bu resmi yapan ressamın
elinde bu kayıtlıdır. Ressamın emriyle, düşüncesiyle tasavvuru ile
kayıtlıdır. Ressamın düşüncesi ne ise bu nakış onun dışına
çıkamamaktadır. İşte nakşı bizlere nakkaşı da Hakk’a benzetiyor.
--------(620) Bârigâhın bütün halkı kudretin önünde iğnenin önündeki
gergef gibi acizdirler.
--------Bârigâh-ı âlem gergef gibi dediği Allah’ın var edici ve üzerindeki
halkın cümlesi gergef üzerindeki nakışlar gibi ve kudret-i ilâhiye
dahi gergef üzerindeki nakış işleyen iğne gibidir, nakkaş Hakk
Teâlâ Hz leridir. Gergef nakış yapmak için bir çember vardır, o iç
içe geçmiş iki çemberdir, bezi o iki çember arasına gererler, bu
gergin haldeki çember ve kumaşa gergef derler. İşte bu âlem bu
gergefe benzemektedir, üzerindeki nakışlar da Hakk’ın iğnesi ile
işlediğinden o nakışlar işleyene diyemez ki beni sarı iplikle yap,
kırmızı iplikle yap diye. Nakkaşın hükmü ne ise nakışta olan geçerli
olan da odur.
Yani nakşın kendine ait bir varlığı yoktur, oradaki varlık
nakkâşın ta kendisi veya kendisine ait bir hususiyettir.
--------(621) O bazen şeytan ve bazen Âdem nakşeder. Bazen sürur
bazen gam nakşeder.
--------(622) El yoktur ki, el defe kımıldasın. Nutuk yoktur ki, zarar ve
fâide hakkında söylesin.
--------Hakk’ın kudretinin tasarrufuna muhalif bir el yoktur ki, o
tasarrufu def etmek için hareket edebilsin; ve söz söyleyecek bir
ağız yoktur ki, kudret-i Hakk’ın tasarrufâtının zararı ve faidesi
hakkında söz söyleyebilsin.
---------
49
Yani kişiye ait bir el yoktur ki def etmek için kımıldasın. Yani
nakkaşın yaptığı şeyleri aman onu yapma bunu yapma diyebilsin.
Daha önce mesnevide okunmuştu; pehlivanın bir tanesi
pehlivanlığını göstermek için sırtına bir aslan nakşı yaptırmaya
gitmiş, nakkaş yani dövmeci sırtını aç yapacağız demiş, iğneleri
kızdırmışlar cız, cız, cız bastırmaya başlamışlar, yani dövme
yapmaya başlamışlar, pehlivan demiş ki dur, dur, şu anda aslanın
neresini yapıyorsun demiş, kuyruğunu yapıyorum demiş, sen
kuyruğunu bırak başka yerini yap demiş. Bu sefer baş kısmını
yapmaya başlamış, pehlivan gene bağırmaya başlamış durun diye
neresini yapıyorsun, başından yapıyorum demiş sen başını da bırak
başka yerini yap demiş. Tekrar başlamış karnını yapmaya adam
gene bağırmaya başlamış acıdı diye onu da bırak demiş, başka
yerini yap demiş. Dövmeci; ya kardeşim buraya geldin bir pehlivan
gibi kuyruğu olmayan, kafası olmayan, karnı olmayan aslan olur
mu demiş, git sen istediğin gibi pehlivanlığını sürdür başka şekilde
demiş.
Şimdi yukarıdaki ifade ile, buradaki ifade değişiktir. Cenâb-ı
Hakk’ın nakşını alan bu âlem o nakşı kabul etmek zorundadır.
Nakış, nakş edilen yer diyemiyor ki, bana bunu yapma diye. Ama
diğer misalde aman bana yapma diye, bakın söz sahibi oluyor. İşte
bu kişideki benliğin ifadesi oluyor bir başka ifade ile. Yani kişinin
canı acıdığı zaman her şeyden vaz geçiyor, pehlivanlıktan da kavga
etmekten de. Tabi bu değişik konular ama yani birisi elini
kaldıramıyor, eli yok ki kaldırsın, kendisine yapılan nakşı yapan
nakkaşa müdahele edebilsin, diğeri ise varlık âleminde olduğundan
varlık gösterdiğinden, nakkaşa müdahele ediyor, ama orada
nakkaş kendisi gibi bir zuhur mahalidir, ama diğerinde nakkaş
Hakk’ın ta kendisidir. Aradaki fark o oluyor.
--------(623) Sen beyitin tefsirini Kur’an’dan açık oku ki hüda
‫ْﺖ‬
َ‫ْﺖ ا ِ ْذََرﻣﻴ‬
َ‫ََرﻣﻴ‬
‫ََوﻣﺎ‬
Enfal /17 âyetinde buyurdu.
--------yukarıdaki bir beyitte biz rüzgarlardan hareket eden bayraklar
üzerindeki arslan resimleriyiz, demiş ve onu takip eden beyitlerde
bunu misaller ile izah etmiş idik. Bu ma’nâ Kur’ân-ı Kerîm’de Enfal
suresi 17. Âyette zikredilmiş olan şu
‫ََرﻣﻰ‬
َ ‫ِﻦ اﻟﻠﱠﻪ‬
‫ْﺖَ وﻟَﻜﱠ‬
َ‫ْﺖ ا ِ ْذََرﻣﻴ‬
َ‫ََوﻣﺎََرﻣﻴ‬
yani “Ey peygamberim attığın vakit sen atmadın, velâkin Allah
attı” âyet-i celîlesinde açık surette beyan buyurulmaktadır. Bu
50
beyân-ı âlîde Hak Teâlâ senin attığın oku sen atmadın Allah Teâlâ
attı demekle, ef’âli kullarından nef ediyor ve suret-i beşeriyyeyi
Hakk Teâlâ Hazretleri kendi ef’âlinin âleti olarak gösteriyor.
--------Yani yukarıdaki beytin tefsirini Kur’ân’dan al sen diyor ve çok
mühim olan bir hadiseye yöneltiyor. Yani yukarıdaki bir beyitte biz
rüzgârlardan hareket eden bayraklar üzerindeki arslan resimleriyiz,
demiş ve onu takip eden beyitlerde bunu misaller ile izah etmiş idik
diyor Mevlânâ Hz leri. Hani arslan resmini aldı sonra da başka
misaller vererek kulun yokluğu hakkında ifadelerde bulundu. Yani o
mertebeyi açığa çıkarma hususunda kelâm edildi.
Şimdi âyetin ifadesine bakalım; “Ey peygamberim, attığın vakit
sen atmadın velâkin Allah attı” (8/17) buradaki ilâh-i ibâreyi
belirten hangi mertebedir.? Hz Peygamberin lisanından çıkmış olsa,
Hz peygamber atış fiilini yapan, “ey peygamberim attığın zaman
sen atmadın” diye peygambere hitap ediliyor. “attığım zaman ben
attım”, “Allah attı ben atmadım” dese söz lisan-ı Muhammedi
mertebesinden çıkmış olacak. Burada Allah’ın Zât’i lisanından
başlayarak çıkıyor, “Attığın zaman sen atmadın velâkin Allah attı”
diye bir başka mertebe, Allah, Ulûhiyet ve nübüvvet mertebelerini
ifade ediyor. “Ey peygamberim attığın vakit sen atmadın” Allah
kelâmı diye belirtelim, tabi ki hepsi Allah kelâmı, mertebe olarak
Uluhiyet mertebesi, yani Allahlık mertebesinden söylenmiş bir
kelâm, peygamberine diyor ki, görüntüde vücud-u Muhammedi idi,
Hz Muhammed ismini alan vücut attı oku, görüntüde O idi, ama
attığın zaman sen atmadın sendeki fiili yapan bendim yahut
Allah’dı, diyor ikinci bölümünde. “Velâkin Allah attı” bu âyet-i
kerîmenin bu bölümünün tamamını anlatan bir başka mertebe
vardır. Yani uluhiyet ve risâlet mertebesini birlikte izah eden,
anlatan bir başka mertebe vardır. Şimdi bakın peygamber geçiyor,
Allah geçiyor, peygamberin ve Allah’ın ikisini birlikte bu fiili yapan
birisi olduğu, yani üçüncü bir lisan üçüncü bir kimlik olduğu
anlaşılıyor, çünkü eğer peygamber “attığım zaman ben atmadım
Allah attı” dese o zaman gayet açıktır, diğer şekliyle yani “ey
peygamberim attığın vakit sen atmadın Allah attı Allah bunu
diyorsa o zaman ikisinden birisini değişik söylemesi lâzımdır.
“yani attığın vakit sen atmadın Allah attı” yukarıdaki ifade ey
peygamberim attığın zaman sen atmadın sözünü Allah söylemiş
olsa yani Uluhiyet mertebesinden söylemiş olsa ikinci bölümü
“velakin Allah attı” sözünü de “senden ben attım” şekliyle
söylemesi lâzımdır. Tabi bunlar bütün Kur’an’ın mertebeleri,
kendine ait değişik mertebeleri gizli anlayışları vardır, anlatılışları
vardır, ancak bu mutlaka her okuyan tarafından bu şekilde
anlaşılacak demek değildir. tercümelerde ve meallerde karşılığı ne
ise o şekilde anlayarak, o şekilde tatbik ederek iyi niyetle kişi buna
inandığı ve böyle kabul ettiği zaman, mü’min olarak âyet-i
51
kerîmeye inanmıştır ve kendi onu okuduğu ile sevabına ermiştir.
Ama gerçek ma’nâda tevhid ehli olmaya çalışıyor isek ayrıca
araştırıcı isek, bunlar bizlere verilmiş birer hediyedir, bizlerden
kastım ümmet-i Muhammed olan her birerlerimize, hatta insanlık
âlemine sunulmuş birer sırlı hediyelerdir, çünkü herkesin bunları
anlamasın da bazı problemler çıkarabilir.
Yanlış anlaşılması suretiyle tefsirlerde birbirlerine zıt hükümler
çıkabilir, onun için çok hususide kişiler kendi bünyelerinde bunları
tatbik etmek üzere yaşamak üzere bilgilerini kendilerine ait
almaları gereklidir, genele ait değildir. Veya küçük topluluklar
halinde fikir birliği olan kişilerin anlayacağı şekilde enfüsi olarak
tatbikatları yapılmalıdır. Aksi halde geneli ilgilendiren âyetler
değildir. genele bir bilgi vermekte, böyle bir özelliğin hususiyetin
olduğunu Cenâb-ı Hakk bizlere açmakta yani kullarına açmakta,
kim bu tür âyet-i kerîmelerin ne kadar derinliğine nüfuz edebilirse
alacağı payın o derinlikte o genişlikte olacağı açıktır.
İşte Kur’ân’da yolculuk ifadesiyle demeye çalıştığımız yolculuk
bunlardır. Derinliğine doğru genişliğine doğru yüceliğine doğru
yolculuk etmektir, sadece Kur’ân’ın aynı yerinde durup çevresinde
dolaşmak değildir. tabi o da çok güzel bir şeydir, bilgisi olmayan
Kur’ân’ın çevresine gelemeyen kimselerle Kur’an’la birlikte
yaşamak, çevresinde de olsa çok güzeldir. Ama derinliğin derinliği,
yüceliğin yüceliği, olması dolayısıyla biz de ne kadar ileriye
gidebilirsek bu sahada veya kendimize dönük kendi derinliğimize
ne kadar ileriye gidersek! çünkü “nefsini bilen rabbını bilir”
hükmüyle rabbımızı o kadar tanımış olma yolu bizlere açılmış olur.
Aksi halde kendimizde var ettiğimiz, yani kendimizde
kurguladığımız bir Allah’ın önünde secdeye kapanmış oluruz ki,
insanın iyi niyeti ile olunca bu da geçerlidir, çünkü Cenâb-ı Hakk
“Ben kulumun zannı gibiyim” demektedir. Dolayısıyla her türlü
iman ve itikadı ehl-i sünnet vel cemaat sistemi içerisinde Cenâb-ı
Hakk kabul etmektedir. Ama İlâhi sistem o kadar olmayıp sonsuz
ufukları da olduğunu bilirsek ve o ufuklara da gidebildiğimiz kadar
gidersek âhirette bizim için çok yararlı, faydalı olur. Sadece
ahirette değil bu dünyada da faydalı olur.
Tekrar ederek yolumuza devam edelim, herkes Enfal suresi
(8/17) âyet-i hatırınızda kalırsa tefsirlerde bunun araştırmasını
yaparsınız, yani birey çalışma olarak daha faydalı olur. Böylece
daha güçlendirilmiş olur buradaki ifade. “Ey peygamberim” bakın
şimdi bu peygamberim sözüyle ifade Uluhiyet mertebesinin sözü
olduğu yani gizli uluhiyet açık olarak değil “Ey peygamberim attığın
zaman sen atmadın ancak Allah attı” neden başta Allah kelâmını
söylemedi, “ey peygamberim” yani “ey Allah’ın peygamberi attığın
zaman sen atmadın ben attım (Allah olarak)” diyebilirdi. “sen
atmadın Allah attı” diye bir başka hedef gösteriliyor.
52
Bu ifade Ahadiyet mertebesinden veriliyor. Çünkü Uluhiyet
mertebesinin üstünde ahadiyet mertebesi vardır. Ahadiyet
mertebesi diyor ki “ey peygamberim” çünkü O’nun peygamberi,
“attığın zaman sen atmadın ancak Allah” yani uluhiyet
mertebesinden işlendi bu hadise. Çünkü Ahadiyet mertebesinde
işlem yoktur, faaliyet yoktur. Ama şuur vardır, kurgu vardır,
Ahadiyet mertebesi itibariyle “ey peygamberim” diyor, “attığın
zaman sen atmadın Allah attı” onu ilâhlık mertebesi attı sende fiili
meydana getiren Allah’tı diyor.
Şimdi burada atan Uluhiyet, atılma mahali yani elden çıkan
risalet, ama bir yere atılıyor, atılan yer de abdi HU. Bu beyan-ı
ilâhide Hakk Teâlâ “senin attığın oku sen atmadın Allah teala attı”
demekle ef’âli yani o fiili kullarından nehy ediyor, kullarından
alıyor, suret-i beşeriyeyi Hakk Teâlâ Hzleri kendi fiilinin âleti olarak
gösteriyor. yani Muhammed ismi ile zuhura gelen o fiili, Cenâb-ı
hakk’ın Allahü Teâlâ Hz leri kendi ef’âlini âleti olarak Hz
peygamberin vücudunu kullanıyor. Kendi fiilinin âleti olarak onu
kullanıyor. Atıldığı yerde abdiyet mertebesi yani en son mahal
atıldığı yerdir.
--------(624) Eğer biz okları atar isek bizden değildir, biz yayız, onun
ok atıcısı hüdadır.
--------(625) Bu cebir değildir, bu ma’nâyı cebbâriyettir. Cebbarlığın
zikri tazarru/yalvarma, içindir.
--------Bu beyt-i şerîf yukarıdaki beyitlere karşı vâki' olacak bir suâl-i
mukadderin cevâbıdır. Ya'nî birisi çıkıp diyebilir ki, mâdemki bizim
ef’âl ve akvâlimiz Hakk'ındır ve bizler Hakk'ın âleti mesâbesindeyiz;
şu halde biz akvâlimizde ve ef’âlimizde mecbûruz ve bizim
irâdemizin ve ihtiyârımızın hiç hükmü yoktur. Bu suâlin cevâbını
tavzîh için bir mukaddimeye ihtiyâç vardır.
Ma'lûm olsun ki, varlık dünyâda ve âhirette hep Hakk'ın
varlığıdır. Bu vücûd-ı hakîkînin sıfâtı ve esmâsı vardır, zuhûr
isterler. Zuhûr için de mutlaka keserât âleminin vücûdu lâzımdır.
Halbuki nâmütenâhî olan vücûd-ı vâhid-i Hakk'ın muvâcehesinde,
vücûdât-ı kesîrenin bi'l-istiklâl isbâtı kabil değildir. Binâenaleyh bu
vücûd-ı vâhid-i hakîkî, mertebe-i letâfetden merâtib-i kesâfete
tenezzül etmedikçe, âlem-i keserât tekevvün etmez. Nitekim bu
hâle işâreten Ebu’l-Hasan Gûrî hazretleri, ya'ni "Tenzîh ederim o
Zât-ı Ecell ve A'lâyı ki, Zât'ını latîf kıldı, ona Hak tesmiye etti; ve
nefsini ve Zâtını kesîf kıldı, ona da halk dedi" buyurur. Ve Cenâb-ı
Şeyh-i Ekber ya'ni "Tenzîh ederim o Zât-ı ecell ve a'lâyı ki, eşyâyı
izhâr etti; halbuki o Zât-ı Ecell, eşyânın "ayn"ıdır" buyurur.
53
İmdi, vücûd-ı vâhid-i hakîkî evvelen suver-i ilmiyyesinin
mertebesine tenezzül etti ve bu mertebede sıfât ve esmâsının
sûretleri sâbit oldu. Esmâ-i ilâhiyye ise, Hâdî ve Mudill ve Dârr ve
Nâfi' gibi mütekâbildir; ve Hâdî isminin iktizâsı hidâyet olup, bu
ismin mezâhiri mü'minlerdir. Mudill isminin iktizâsı da dalâlet olup,
onun mezâhiri de kâfirler, fâsıklardır.
Bu suver-i ilmiyyeye "a'yân-ı sâbite" derler. Bunların bu
mertebede vücûd-ı kesîf-i hâricîleri olmadığından Zât-ı Hak’dan
ayrı olarak bir zuhûrları yoktur. Bundan sonra o vücûd-ı hakîkî, bu
"a'yân-ı sâbite" hasebiyle gayriyyet libâsına bürünerek, mertebe-i
ervâha tenezzül etti. Ondan sonra yine bu suver-i ilmiyye hasebiyle
"mertebe-i misâl"e ve ondan sonra da "esfel-i sâfilîn" olan "âlem-i
şehâdet"e tenezzül eyledi; ve "âlem-i şehâdet"de zâhir olan her bir
vücûd-ı kesîf bir ism-i ilâhînin iktizâsına tâbi’ olup, onlardan bu
ismin ahkâm ve âsârı gâliben zuhûr etti; ve insan ise sûret-i
ilâhiyye üzerine mahlûk olduğundan cüz'î ve küllî bilcümle esmânın
mazharı oldu. Fakat mazhar olduğu esmâ-i külliyyeden birisi onun
"Rabb-i hâss"ıdır ve onu terbiye eder. Meselâ "Rabb-i hâss"ı
"Mudill" ismi ise, cümle mevâtında onda gâliben bu ismin ahkâmı
zâhir olur ve "Rabb-i hâss"ı "Hâdî" ismi ise, kezâlik onda gâliben,
bu ismin ahkâm ve âsârı zuhûr eder.
İmdi Tekvîn Kelâm'a ve Kelâm Kudret'e ve Kudret İrâde'ye ve
İrâde İlm'e ve İlim, malûma tâ'bîdir ve ma'lûm "a'yân-ı sâbite"dir.
Ya'nî Hak ilm-i ilâhîsinde sâbit olmayan "şey'in zuhûrunu irâde
etmez ve irâde etmediği "şey"e de kudreti taalluk etmez; ve
kudreti taalluk etmeyen "şey", dahi mevcûd olmaz.
Vaktâki efrâd-ı insâniyye bu âlem-i kesîfde tekevvün etti,
sûretleri i'tibâriyle hepsi insan olduğundan, meydanda bir mîzân
olmadıkça hakîkatlerini ve ma'nâlarını yekdîğerinden ayırmak
mümkin olmadı. Bu maksadın husûlü için peygamberleri vâsıtasıyla
Hak Teâlâ "emr-i teklîfi"sini teblîğ etti. Binâenaleyh emir iki nevi'
oldu. Birisi "emr-i iradî" ve diğeri "emr-i teklîfî"dir. "Emr-i irâdî",
Hakk'ın ilmine müsteniden vâki' olan irâdesi, ya'nî suver-i ilmiyye
mertebesinde Hak'dan lisân-ı isti'dâd ile, kendilerinin "Hâdî" veyâ
"Mudill" isimlerinden birisine mazhariyyetini taleb edenler
hakkında, o sûretle sübûtuna Hakk'ın irâdesinin taallukudur. Diğeri
de "emr-i teklîfî"dir ki, bu âlem-i kesîfde her ferdin isti'dâd ve
kâbiliyyeti temeyyüz etmek için, peygamberler vasıtasıyla vâki'
olan teklîfât-ı şer'iyyedir. Bu hakâyıka nazaran kul, ezelde lisân-ı
isti'dâd ile ne taleb etmiş ise, Hak onu vermiş ve bu âlem-i kesîfte
de kezâ kul, irâde ve ihtiyârın, bu isti'dâdının sevkı ile fiilen isti'mâl
edip, yine onu taleb etmiş ve Hak dahi kezâlik onu vermiştir.
Binâenaleyh Hak tarafından cebir yoktur. Cebir ancak her mazharın
kendi hakîkatinden kendisine vâki' olur. Bunların hey'et-i
mecmûasını Hakk'ın cebbâriyyeti ihata etmiştir; zîrâ vücûd-ı hakîkî
Hakk'ındır ve kulun vücûdu bu vücûda muzâf olan bir vücûddur. O
54
halde dâimâ Hakk'ın cebbâriyyeti altında zebûndur; ve mahlûkâtın
Hakk'ın cebbâriyyeti altında zebûn olmasının hikmeti de, gayriyyet
libâsıyla zâhir olan İnsanların mevhûm olan varlıklarını, vücûd-ı
hakîkî muvâcehesinde ifnâ için, kemâl-i zilletle tazarru' ve niyâzları
lâzım gelmiş olmasındandır.
--------Hani bazı guruplar var ya cebriyeci olarak “ben fiilimi yapmak
zorundayım mecburum” diyor, bu görüşü savunanlara da cebriyeci
diyorlar. Bunlar kulu ortadan kaldırıyorlar, Mutezile de ne diyor, kul
fiilini halk eder demek suretiyle Hakk’ın programını kaldırıyor,
ayan-ı sabite hükmünü kaldırıyor ortadan bakın ikisi bir birine
zıttır. ama ehl-i sünnet vel cemaat hem kulun bir şeyler yapması
gerektiğini hem de Allah’ın mutlak hâkim olduğunu belirten bir
sistem içerisinde kader sırrını hakikatini ortaya getiriyor, en geniş
şekilde bunun da en güzeli ehl-i sünnet vel cemaat anlayışını hem
zâhiren hem de bâtınen yaşamak bütün bunlar bâtın’ın içerisinde o
zaman en kemalli kader anlayışı ehl-i sünnet vel cemaatinin zahiri
ve batını ile birlikte oluşturulan anlayış olmaktadır.
Ama bu kadar tafsilâtla bilinmese de ehli sünnet vel cematin
kazâ ve kader anlayışı bütün anlayışların içerisinde en kemalli
olandır. Zâhiren de olsa en kemalli olandır. Bu beyt-i şerif
yukarıdaki beytlere karşı vaki olacak bir sual düşünür ki, eğer
benim fiilim ben kendimden bu fiili yapmıyorsam, yani o bayraktaki
aslanı sallayan birisi varsa bakın şimdi topladı topladı getirdi,
şüphe ve tereddüt olacak karşı sual sorulacak muhtemel sorulacak
suali cevaplamaya çalışıyor. O zaman bayrak mecbur değil mi o
rüzgarın etkisinde sallanmaya, rüzgar esti rüzgarı estiren Hakk
rüzgar estikçe, o bayrakta resmedilmiş aslan, yuvarlak hale geldiği
zaman kılıcı vurdu, vurdu gibi gözüktü, kah ayaklarını salladı gibi
gözüktü, yani hareketlendi.
İşte bu hareketi yapmağa ben mecburum dediği zaman arslan
ne dersin diye yani böyle bir sual vâki olursa o zaman bütün âlem
ne diyordu, “attığın zaman sen atmadın atan Allahtı” orada da
cebriyet yok mudur diyor. Peygamber onu kendi kendine atmadı ki
o fiilini yapmaya mecburdu. Mâdem Allah attı o fiili yapmaya
mecburdu. İşte vaki olacak bu yanlış anlayışı gidermek için onun
cevaplarını vermeye çalışıyor. Bu cebir değildir, eğer biz okları atar
isek bizden değildir, biz yayız, onun ok atıcısı hüdâdır. Yani her bir
varlığı yay olarak kabul edilmiş, o yayı kullanan yani bu bedenleri
de kullanan Hüda Hakk olduğunu, o halde bu cebir değil midir diye
bir soru sorulabilir diyor.
Ona cevap olarak bu cebir değildir, bu ma’nâ-ı cebbâriyettir,
yani cebir değil cebirin ma’nâsıdır diyor. bu nasıl oluyor,
cebbârlığın zikri yalvarma içindir. Bu beyt-i şerif yukarıdaki
beyitlere karşı vaki olacak bir sual-i mukadderin cevabıdır, yani
55
sorulabilecek bir sualin cevabıdır, yani birisi çıkıp diyebilir ki
madem ki bizim ef’al ve ahvalimiz yani fiillerimiz ve sözlerimiz
Hakk’ındır, bizler de Hakk’ın âleti düzeyindeyiz, şu halde biz
ahvalimizde ve ef’âlimizde, yani konuşmalarımızda ve fiilimizde
mecburuz, ve bizim irademizin de ihtiyarımızın da hiç hükmü
yoktur. Aynen cebriye sorusu gibi, madem ki kul fiilini yapmaya
mecburdur, o zaman ihtiyarı yoktur demek suretiyle, kulun
mes’uliyetini ortadan kaldırmaya çalışmaktır altında gizli olan. Bu
sualin cevabını açıklamak için bir mukaddemeye ihtiyaç vardır.
Ma’lûm olsun ki varlık dünyada ve âhirette hepsi Hakk’ın
varlığıdır. Bu vücud-u hakikinin sıfatı ve esması vardır, zuhur
isterler, zuhur için de mutlaka kesarat âleminin vücudu lâzımdır.
Yani Cenâb-ı hakk’ın isimleri sıfatları vardır bunlar Cenâb-ı
Hakk’tan zuhur isterler, bu zuhur için de kesret/çokluk âleminin
vücudu lâzımdır yani bu âlemin, vücudu lâzımdır. Halbuki na
mütenahi olan vücud-ı vâhid-i Hakk’ın yüzeyinde vücudat-ı
kesirenin bil istiklâl ispatı kabil değildir. böylece bu vücud-u vahid-i
hakiki mertebe-i letâfetten mertebe-i kesâfete tenezzül etmedikçe
vücud-u mutlak, vücud-u izafi oradan da kevniye tenezzül
etmedikçe âlem-i keserat yani kesret âlemi meydana gelmez.
Nitekim bu hale işareten ebul Hasan Gûrî şöyle demiştir; yani
tenzih ederim O zat-ı âlâyı ki zât’ını lâtif kıldı, ona Hakk tesmiye
etti. Yani Hakk ismini verdi. Nefsini ve Zât’ını kesif kıldı, ona da
halk dedi. Cenâb-ı şey ekber “tenzih ederim o Zat-ı âlâyı ki eşyayı
ızhar etti halbuki o Zat’ı ezel eşyanın aynı buyurur, kevniyet
mertebesi itibariyle. Şimdi vücud-u vâhid-i Hakiki yani tek olan
hakiki vücut, evvelen suver-i ilmiyesini yani ilmi suretlerinin
mertebesine tenezzül etti. Yani a’yân-ı sâbiteler programını
yaptıktan sonra Ahadiyet mertebesinden Vahidiyet mertebesine
yani sıfat mertebesine oradan yani Vahidiyet Rahmaniyet
mertebesinden oradan da rububiyet mertebesine zuhur etti ve
esmasının suretleri zuhur etti. Yani ruhlar alemi denilen yerde
isimlerin suretleri lâtif suretleri meydana geldi.
Esma-ı İlâhiye ise Hâdi ve Mudil ve Dâr ve Nâfi mütekabildir.
Yani zıt isimlerden meydana gelmiştir esma-ı İlâhiye. Hâdi isminin
iktizası yani gereği hususiyeti hidayet olup, bu ismin mezahiri de
mü’minlerdir. Mudil isminin gereği yani iktizası dalâlet olup onun
masharı da kâfirler fasıklardır. Bu suver-i ilmiyeye yani bu ilmi
suretlere a’yân-ı sâbite derler, bunların bu mertebede vücud-u
kesif-i haricileri olmadığından yani a’yân-ı sâbitelerin dışa dönük
kesif vücutları olmadığından Zât-ı Hakk’tan ayrı olarak bir zuhurları
yoktur. Yani a’yân-ı sâbiteler Hakk’ın varlığı ile vardır. Diğer ifade
ile a’yân-ı sâbite varlık kokusu almamıştır diye ifade edilmiştir.
Zât-ı Hakk’tan ayrı olan bir zuhurları yoktur, bundan sonra o
vücud-u hakiki bu a’yân-ı sâbitesi hasebiyle gayriyet libasına
bürünerek mertebe-i ervaha tenezzül etti.
56
İşte ilk mahlûkluk özelliği ulûhiyetten Vahidiyete, Vahidiyetten
de Rahmaniyete
oradan da rububiyete yani sıfat ve esma
mertebelerine geçerken mahlûkiyet başlamakta yani halk edilmişlik
başlamaktadır. Ondan evvelki mertebede bu esma-ı ilâhiye ilâhi
Zât’ın varlığında olduğundan orada mahlûkiyet elbisesi ve hükmü
yoktur, Allah’ın Zât’ıyla vardırlar. Ne zaman ki, sıfat ve esma
mertebelerinde lâtif varlıklar olarak suretlendiklerinde, o zaman
mahlûkiyet başlamaktadır. Rahmaniyette başlıyor, gayriyet libâsına
bürünerek daha evvelce a’yân-ı sâbite, yani hakkın aynları iken,
sonra gayrları olmaya başlıyorlar. Yani bu âlemin iki özelliği var,
birisi ayniyeti biri de gayriyetidir. Gayriyeti itibariyle kulluğu
meydana geliyor, ayniyeti itibariyle de a’yân-ı sâbitesi dolayısıyla
Hakk’taki olan Zât’i hakikati belirlenmiş oluyor.
Gayriyet elbisesine bürünerek mertebe-i ervaha tenezzül edip,
ondan sonra yine bu suver-i ilmiye hasebiyle ilmi suretler hasebiyle
mertebe-i misâle, yani rububiyet, rablık mertebesine oradan sonra
da esfel-i sâfilin olan âlem-i şehadete tenezzül eyledi. âlem-i
şehâdette zâhir olan her bir vücud-u kesif, bir ism-i ilâhisinin
iktizasına tabi olur, yani onun ahlâkına özelliğine hususiyetine tâbi
olup, onlardan bu ismin ahkam ve asarı galiben zuhur etti. Yani
Cenâb-ı Hakk her birerlerimizin programlarını yaparken muhtelif
esma-ı İlâhiyelerden, bir terkip üzere oluşturdu. Kendimize bir
baktığımız zaman, bizde cabbariyet de var Rahmaniyet de vardır.
Bizde merhamet de var, gadap da vardır. Bizde gülme de var
ağlama da vardır. Yani zıt isimler hepimizde her birimizde bu zıt
isimler 99 veya sonsuz isimlerin hepsinden bir terkip olacak şekilde
a’yân-ı sabitelerimizde var a’yân-ı sâbitelerimizin hususiyeti budur.
Nasıl ilaçları hazırlarken değişik maddelerden değişik miktarlar
da bir terkip yapıyorlar, bakıyorsunuz bu terkip baş ağrısına iyi
geliyor, işte bu esma-ı ilâhiyenin içerisinde hangi esmaların, gurup
esmaların ağırlığı varsa, o vücuttan o ahlak zuhur ediyor. Ne
yönüyle, a’yân-ı sâbite yönüyle, programı yönüyle. Tabi bu, bu
kadar değildir, öyle olursa kulun hiç mi dahli yok kendi kendini
düzenlemekte o da ayrıdır. Cenâb-ı Hakk diyelim ki Kahhar
esmasından 10 verdi, Rahman Esmasından 9 verdi, eğer biz gaflet
halinde olursak Kahhar esması bizde 10, 11 diye artışa geçer. Yani
aşırılığa gider. Rahman esması azalır, yani perdelenmiş olur. Ama
eğer biz gayret eder rahmân esması yönünde fiiliyat gösterirsek
Rahmân esması bizde artışa geçer o arttığı kadar da Kahhar
esması bizde azalır. İşte bizim mesuliyetimiz buralarda
oluşmaktadır. Tabi bu saha ayrı bir konudur.
Mertebe-i misale oradan da esfel-i sâfilin olan bu âlem-i
şehâdete tenezzül eyledi, âlem-i şehâdette zâhir olan her bir
vücud-u kesif bir ism-i ilâhinin istidadına tabi olup onlardan bu
ismin ahkam ve asarı galiben zuhur etti, buna ne diyorlar, rabb-ı
has diyorlar. Kişinin üzerinde ağırlıklı olan esma-ı İlahiye kişi veya
57
varlıkların rabb-ı hassı’dır. İşte bu rabb-ı hasları tanımak suretiyle
Rabb-ul Erbab’a ulaştırılması kişinin rabb-ul hastan Rabb-ul
Erbab’a yani esma-ı İlahiyenin hepsini kapsamına alan Allah ismine
ulaşması gerekmektedir. Hakk’ı bulmak bu yolla mümkündür.
Yoksa her birerlerimiz Hakk’a ibadet etmekteyiz ancak rububiyet
mertebesi itibariyle Hakk’a ibadet etmekteyiz. Yani hangi ismin
kapsamında isek evvelâ o esmaya yönelmekteyiz o esma da eğer
gayretimiz varsa oradan Hakka, çünkü yolu odur. İşte
‫ا ِ ﻻۤ اُوﻟُﻮا‬
‫ﺎب‬
ِ َ ‫اﻻَ ﻟْﺒ‬
denilen her bir esma-ı ilahiye bir kapı olduğundan ehlullah
da bu kapılardan Hakk’ın Zât’ına yol olduğundan o yoldan
götürdüğünden ehlullah’ın bir ismine de,
Ancak tefsirlere baktığımız
‫ﺎب‬
ِ َ ‫وﻟُﻮا اﻻَ ﻟْﺒ‬denir.
ُ‫ا‬
‫ﺎب‬
ِ َ ‫ﻟُﻮا اﻻَ ﻟْﺒ‬zaman
‫ اُو‬kâmil akıl sahipleri
diye ifade edilir ki zâten kâmil İnsanlardır.
İnsan ise suret-i İlâhiye üzerine mahluk olduğundan, bakın bu
çok müthiş bir ifadedir, günlerce kişi kendi bünyesinde bu terim ve
terkibi alsın da, müşahadesini yapsın hazzını duysun, şu şekilde ki
Cenâb-ı Hakk’ın insan suretine ne kadar bir değer verdiğini
düşünsün, ve kendi hakikatini idrak etsin, sadece bu âlemin esfel-i
safilin olmadığını, aynı zamanda müşahede âlemi, aynı zamanda
buluşma müşahede, âlemi olduğunu anlasın. O kadar güzel bir
tabir ki, “insan ise suret-i ilâhiye üzerine mahluktur.” Bütün
varlıklar suret üzere mahlukturlar. Ama insan suret-i ilâhiye üzere
mahluktur, hadis-i kudside buyurulduğu gibi “Allah Âdem’i kendi
sureti üzere halk etti”, “halakal Âdeme alâ suretihi” tabi tefsirlerde
fıkıh kitaplarında bu ifade daha değişik olarak ifade edilirsede şöyle
derler; “Allah Âdemi kendi Âdemlik sureti üzere halk etti” diye
geçer ama aslı ise “Allah Âdemi kendi suretinde halk etti” dir ama
Allah Âdem suretinde mi? o ma’nâda değildir.
İsim ve sıfatlarıyla teçhiz edildiğinden Cenâb-ı Hakk da isim ve
sıfatlarıyla zuhurda faaliyette olduğundan Âdem de isim ve
sıfatlarıyla zuhurda olduğundan ve kendisine ilk öğretilen
‫َﻋَﻠﱠﻢ َاَدم‬
‫ُﻠﱠﻬﺎ‬
َ ‫اﻻَﲰ ﺎۤء َ ﻛ‬
َْ 2/31 hükmüyle isimler kendisine verildiğinden işte bu
isimler ve sıfatlar dolayısıyla suret-i ilâhiye üzere mahluktur.
Suret-i ilâhiye üzere hâlik değil, a’yân-ı sâbitesi ve iç bünyesindeki
hakikatleri itibariyle yani bâtın âlemi itibariyle Allah’ın varlığında
olan bir varlık ama hulk halk edilince, zuhura geldiği zaman suret-i
ilâhiye üzere olan bir mahluk, sureti, suret olarak sadece bir
mahluk değil, yani hayvanlardaki madenlerdeki nebatlardaki gibi
58
mahluk değil. Ancak sureti ilâhiye üzere mahluk olduğundan cüzi
ve külli bil cümle esmanın masharı oldu. Fakat mazhar olduğu
esma-ı külliden birisi onun rabb-ı hasıdır ve onu terbiye eder.
Mesela rabb-ı hassı Mudil ismi ise cümle mevatında onda galiben
bu yaşantısında ismin ahkamı zâhir olur ve rabb-ı hassı Hâdi ismi
ise böylece onda galiben bu isim ahkam ve asarı yani hükümleri ve
eserleri zuhur eder.
Şimdi tekvin kelâma, kelâm kudrete, kudret iradeye, ve irade
de ilme, ve ilim de maluma tabidir. Malum da a’yân-ı sâbitedir.
Yani Cenâb-ı Hakk’ın kurmuş olduğu malum bilinen a’yân-ı
sâbitedir. Yani Hakk ilm-i ilâhisinde sâbit olmayan fiilini irade
etmez. Yani ilm-i ilâhide mevcut olmayan bir şeyin oluşumunu
irade etmez. Evvela programı olacak, yani Hakk ilm-i ilâhisinde
sabit olmayan şeyin zuhurunu irade etmez, ve irade etmediği şeye
de kudreti taalluk etmez. Yani kudreti onu zuhura getirmez, yani
ilgilenmez. Kudreti taalluk etmeyen şey dahi mevcut olmaz.
Vakta ki efrad-ı insaniye yani insan fertleri bu âlem-i kesifte
tekevvün etti, yani yoğun âlemde meydana geldi, suretleri
itibariyle hepsi insan olduğundan meydanda bir mizan yani ölçü
olmadıkça ve ma’nâlarını yek diğerinden ayırmak mümkün olmadı.
Yani bir kimsenin içerisinde Hâdi esması var, bunu zuhura
çıkarmadığı zaman, diğerinde de mudil esması var, onu da zuhura
çıkarmadığı zaman, içlerinde ne olduğu bilinmez demek istiyor.
Yani bir teklif olmadığı zaman bunları ayırmak mümkün olmadı. Bu
maksadın husuli için peygamberleri vasıtasıyla Hakk Teâlâ “emr-i
teklifisini” tebliğ etti. Böylece emir iki nevi oldu biri “emr-i iradi,”
diğeri de “emr-i teklifi.”
“Emr-i iradi” demek a’yân-ı sâbitenin programı, “emr-i teklifi”
de peygamberler vasıtasıyla insanlara emredilen yani insanlara
tavsiye edilen yaşam sistemi oldu. “Emr-i iradi” Hakk’ın ilmine
müsteniden vâki olan iradi, yani ilmi suretleri mertebesinden
Hakk'ta’ lisan-ı istidadıyla kendilerinin Hâdi veya Mudil isimlerinden
birisine mashariyetini taleb ederler. Yani emri iradi olarak a’yân-ı
sâbitesi, hangi isim üzerine kurulmuşsa, kevn âleminde yani bu
âlemde ya rabbi bana daha evvel de bahsedildi ya, sessiz ve
sözsüz sen bizim sözlerimizi işitir idin, bizim daha suretlerimiz yok
iken a’yân-ı sâbitedeki batın talebi, işte emr-i iradi olarak mudil
esması Mudillik talebini ister. Ama Hadi esması da hidayet talebini
ister.
Bunlar bir faaliyet olmadıkça ortaya çıkmazlar. Şimdi iki kişi
yan yana oturalım, biri ehl-i küfür, birisi ehl-i iman ama, içlerinde
bunlar, faaliyetleri zuhura çıkmadığı için bunları anlamak mümkün
değildir. O suretle sübutuna Hakk’ın iradesini taallukudur. Yani
emr-i iradi dediği şey batınından o esmanın zuhurunu talep eder.
Neden? çünkü o esma hasebiyle programlandığından o esmanın
ahlâkını sever ve o ahlâkını çıkarmak ister kul. Bu emr-i iradi
59
yönüyledir. Yani kişinin programı yönüyle o programı ortaya
çıkarmak ister, artı veya eksi olarak. Kulun a’yân-ı sâbitesinden
çıkıyor ki kuldan yani bireyden çıkmaktadır. İşte buraları anlamak
çok zordur.
Hak’tan lisân-ı istidat ile kendilerinin Hâdi ve Mudil isimlerinden
birisinin mashariyetini talep eder yani özelliğini taleb eder. Taleb
edenler hakkında o suretle sübutuna yani o şekilde sabit zuhura
gelmesine Hakk’ın iradesinin taallukudur diyor, emr-i iradi tarif
ediyor. Diğeri ise emr-i teklifidir ki bu âlem-i kesifede her ferdin
istidat ve kabiliyetleri temeyyüz ettiği için yani istidat ve kabiliyyetlerin ortaya çıkması için emr-i teklifi vardır. Yani peygamberler
vasıtasıyla vaki olan teklifat-ı şer’iyedir, şer’i tekliftir. Yani namaz
şöyle kılınacak iman edilecek işte Allah var peygamber var, bunlara
emr-i teklifi, teklif edilen görevler ma’nâsınadır. Ama biz kabul
ederiz etmeyiz burada “dinde zorlama yoktur” hükmüne göre ne
baskı yapılabilir, ne de her hangi bir cebir zorlama yapılabilir.
İşte bizim sorumlu olduğumuz nokta bu emr-i teklifi noktasındadır. A’yân-ı sâbitemizin bir bölümü kader-i mutlak, mübrem
kader bir bölümü de kader-i muâllâk, işte kader-i muâllâk olan
bölümlerden sorumluyuz, onlar da emr-i teklifi hükmü içinde olan
bölümlerdir. Bu hakayıka nazaran kul ezelde lisan-ı istidat ile ne
talep etmiş ise Hakk onu vermiş ve bu âlem-i kesifte kul irade ve
ihtiyarın bu istidadının fevkiyle fiilen onu kullanıp yine onu taleb
etmiş ve Hakk da onu vermiştir. Böylece Hakk tarafından cebir
yoktur, cebir ancak bir masharın kendi hakikatinden kendine vaki
olur. Yani bir fiil eksi ma’nâda ortaya çıkmışsa veya artı ma’nâda
ortaya çıkmışsa Cenâb-ı Hakk onu yaptırmış cebir yoktur, peki ne
vardır, a’yân-ı sâbitesi itibariyle kişi Hakk’tan o fiili kendisi talep
etmiştir. Ve bu âlemde onu zuhura getirmektedir.
Dolayısıyla ikilik yok, cebir de yoktur, cebir ikilik olduğu yerde
olur. Yani bir cebir eden olacak bir de cebir edilen olacak orada
ikilik yoktur ki cebir olsun. Kul kendi fiilini kendi talep etmiştir.
A’yân-ı sâbitesinin terkibi itibariyle demek istiyor. Cebir ancak bir
mazharın kendi hakikatinden kendine vaki olur bunların heyet-i
mecmuasını Hakk’ın cebbariyeti ihata etmiştir. Zira vücud-u hakiki
Hakk’ındır ve kulun vücudu bu vücuda muzaf olan bir vücuttur.
Yani izafe edilen, kılıf olan bir vücuttur, o halde daima Hakk’ın
cebbariyeti altındadır ve zebundur ve mahlukatın Hakk’ın cebbariyyeti altında zebun olmasının hikmeti de gayriyet libasıyla zâhir olan
insanların, mevhum olan varlıklarını vücud-u hakiki düzeyinde ifna
için, kemali zilletle tazarru ve niyazları lâzım gelmiş olmasındandır.
Hakk’ın vücudu insana izafe edilen bir vücuttur, daima Hakk’ın
Cebbar hükmünün altındadır.
İşte bu mahlûkatın Hakk’ın Cebbariyeti altında zebun olması
hikmeti de gayriyet libasıyla yani ayrı, Hakk’ın varlığından ayrılmış
hükmüyle zâhir olan insanların mevhum olan varlıklarını yani
60
zanda ve hayelde var zannedilen mevhum olan varlıklarını vücud-u
hakiki muvacesinde, yani istikametinde ifna etmek için kemâl-i illet
ile niyazları lâzım gelmesi olmasındandır. Yani Rablarına yönelmeleri bakımından cenâb-ı Hakk bütün kullarını cebbariyeti ile ihata
etmiştir. cebbarlık hususiyeti çıksa da "aman yarabbi” desinler diye
niyaz etsinler diye o yoldan da kendilerini temizlesinler diye ifade
edilmektedir. “Lâ ilâhe illâllah “ dediğimizin özü budur. “Lâ faile
illâllah” ın özü de budur. Bu mutlak vücudu anlamak için “lâ fâile
illâllah” sistemini idrak etmek lâzımdır. Ondan sonra “Lâ mevcuda
illâllah” ondan sonra “Lâ mevsufe illâllah” ondan sonra da “Lâ
mabude illâllah” ve onun diğeri olan “Lâ ilâhe illâllah”ı ancak
burada söyleyebiliyor, insan oğlu gerçek ma’nâ da diğerleri benzeri
kelime-i tevhit olarak söylenmektedir.
--------Mesnevi 626. Beyt’ten devam.
--------(626) Tazarru’umuz ıztırarın delili oldu; utanmamız da ihtiyârın
delîli oldu
--------Ya'nî aczimiz ve tazarru'umuz, ihtiyârımızın olmadığına
alâmettir;
ve bir kötülüğü yaptıktan sonra utanmamız ve vicdanımızda azâb duyarak pişmân olmamız, irâde ve ihtiyârımız
olduğuna alâmettir.
Binâenaleyh hakîkatimiz nokta-i nazarından Hakk'ın
cebbâriyyeti altındayız ve isti'dâdımızın mecbûruyuz;
fakat şerîat ve zâhirimiz nokta-i nazarından fiilimizde
muhtârız. Biz, tavla oyuncuları gibiyiz. Hakikatte zara
tâbîyiz; fakat oyunculuktaki mahâretimiz ve ihtiyârımız da
inkâr olunamaz.
--------Utanmamız da ihtiyarın delili oldu, hani yukarıda gerçek
ma’nâsıyla biz var mıyız, yok muyuz? daha evvelki beyitlerde
bahsedildiği gibi işte bayrak arslanlarıyız bizi hareketlendiren
rüzgardır, attığın zaman sen atmadın, ancak Allah attı, gibi kulun
iradesinin bir mertebede olmadığı hakkındaki bilgilendirmeler idi,
ancak mutlak ma’nâda bu böyle miydi, değil miydi, diye bir vâki
sual sorulduğunda daha evvelki o suali görmüştük o sualin cevabı
olarak izahları böylece gelmekte.
Utanmamızda ihtiyarın delili oldu, yani aczimiz ve tazarrumuz,
yalvarmamız çaresizliğimiz ihtiyarımız olduğuna âlemettir. Yani
ihtiyarı olanın da varlığı vardır. Bir kötülüğü yaptıktan sonra
61
utanmamız ve vicdanımızda azab duyarak pişman olmamız irade
ve ihtiyarımız olduğuna âlemettir. Evvelki beyitlerde yokluğumuz
itibariyle meseleyi ortaya getirdi, şimdi de varlığımız itibariyle
getirdi. Böylece hakikatimiz noktayı nazarından Hakk’ın Cebbariyeti
altındayız ve istidadımızın mecburuyuz, fakat şeriat ve zahirimiz
noktayı nazarından fiilimizde muhtarız.
Biz tavla oyuncuları gibi hakikatte zara tabiyiz, fakat
oyunculuktaki maharetimiz ve ihtiyarımız da inkâr olunamaz.
--------(627) Eğer ihtiyarımız olmasa idi bu utanma nedir ve bu teessüf
eseflenme üzülme ve kacelet ve teeddüt nedir, edeplenme nedir,
--------(628) Üstatların çırakları
tedbirlerden çevirmek niçindir,
men
etmesi
ne
içindir?
Hâtırı
--------Ya'nî insanın ihtiyâr sâhibi olduğunun alâmetlerinden birisi
üstadların çıraklarını ve muallimlerin talebeyi ve mürşidlerin
mürîdleri fenâ hareketlerinden men' etmesidir. Diğer bir alâmet
dahi budur ki, meselâ insanın hâtırına bir iş hakkında bir tarz-ı
hareket vârid olur; fakat düşünür, muhâkeme eder, bu tedbîri fenâ
bulup icrâdan vazgeçer. İnsanda ihtiyâr ve irâde olmasa, bunlar
olmazdı.
--------(629) Eğer sen o cebirden gafildir Hakk’ın ayı onun bulutunda
gizlenmiştir dersen
--------yani eğer sen kendisinde zâhiren ihtiyar ve irade gören o kimse
cebr-i hakikiden gafildir çünkü Hakk’ın ay gibi açık olan sıfat-ı
Cebbariyesini onun bulut gibi olan vucud-ı kesif-i zâhirisi örtmüştür
dersen atideki/gelecek, cevabı veririm.
--------(630) Buna güzel bir cevap vardır eğer dinlersen küfürden
geçersin.
--------625 numaradaki beytin şerhini zevkan anladın ise. Hz pirin
âtideki/gelecek, cevaplarını da zevkan anlarsın. O vakit irade-i
cüz’iyye yi inkârdan vaz geçersin ve emirler ve nehiylerden ibaret
olan dinin lüzumunu tasdik edersin. Zira din irade-i cüzziyeyi ispat
ediyor.
---------
62
İrade-i cüz’iyye olmasa din gelmezdi, ne olurdu, herkes kendi
a’yân-ı sâbiteleri istikametinde hareket eder, ne âhiret olurdu ne
cennet ne de cehennem olurdu.
--------(631) Hastalık içinde olan nedâmet ve tazarrudur ki vakt-i
maraz bütün uyanıklıktır.
--------Yani irâde-i cüzziyenin delili hastalık içindeki nedamet ve
tazarrudur, zira hastalık vakti insana uyanıklık verir
--------Yani hastalık vakti bütün uyanıklıktır,. Bir tarafın ağrıyorken,
sıkıntıda iken nasıl uyursun.
--------(632) Sen hasta olduğun zaman günahtan istiğfar ediyorsun
--------(633) Sana günahın çirkinliği görünür yola rücu edeyim diye
niyet edersin
--------(634) Aht-ı feyman edersin ki bundan sonra taattan başka iş
ihtiyar etmeyeyim.
--------(635) Şimdi bu mukarrer oldu ki hastalık sana akıl ve
intibah/uyanma, bahşediyor.
--------Ya'nî, ey cebir mezhebine sâlik olan kimse, sen, bende bir şey
yoktur; her neyi Hak murâd ederse, o olur; binâenaleyh ben ef’âl
ve harekâtımda ma'zûrum dersin. Fakat bilfarz içkinin veyâ diğer
bir fiil-i nâ-meşrû'un te'sîriyle hasta olduğun vakit, aklın başına
gelir de cebrini unutur; ve eğer iyi olursam bir daha bu fiili
yapmıyacağım diye nedâmet ve hasret izhâr edersin. Bu nedâmet
ve hasret bir meyl-i tabîîdir ki, mezhebine muhâlif olarak sana,
sende bir irâde bulunduğunu ihtâr eder; ve bu meyl-i tabîî senin
mezhebini tekzîb eder.
--------Yani bir uyanıklık bahşediyor ve kendine dönüş bahşediyor.
Yani halin sende bir irade olduğunu ortaya koyar. Sen istediğin
kadar ben fiilimi yapmaya mecburum de.
---------
63
(636) Böylece ey aslı arayan bu aslı bil ki her kimin derdi varsa o
koku almıştır.
--------Yani ey asıl olan sırr-ı kaderi nazar-ı itibara alan ve bu surette
kendini ef’âlinde mecbur addeden kimse şu aslı dahi nazar-ı itibare
al ki Allah Teaâlâ kazâ ve kader hükmünü kullarından gizlemiştir.
Bu gizlilik insanda bir dert ve elem peyda eder, böylece her kimin
derdi varsa o kimse cebr-i hakikiden koku almış olur. Yani
cebbariyetten koku almış olur.
Nitekim (s.a.v.) Efendimiz “ben sizin en ziyade Allah’ı
bileninizim ve ben sizin en ziyade Allah’tan korkanınızım” buyurdu.
--------(637)Her kim ziyade vakıf ise yani hakikatlere vakıf ise yüzü
ziyade sarıdır.
--------Bakın fiziki ma’nâda bir hadis-i şerifin hakikatleri nerelere
dayanmaktadır. Her kim ziyade uyanık ise ziyade dertlidir, her kim
ziyade vakıfsa yüzü ziyade sarıdır. Yani her kim ziyade uyanıksa
yani çok uyanık ise uyanıktan kasıt uykusuz yatıyor manasına
değil, akılda fikirde uyanık ise ileriyi görüyor istikbalin ne olacağını
düşünüyor ise ziyade dertlidir yani hüzünlüdür ne yaparım ne
ederim, ne olacak diye,
--------(638) Eğer O’nun cebrinden agâh isen hani senin tasarrufun
hani sana cebbariyet zincirinin görüşü.
--------Sırr-ı kaderin vücûdundan âgâh isen, "Aman Allâh'ım" diye
yalvarman nerede? Boynunda cebbâriyet zinciri takılı olduğunu,
eğer nazar-ı hakîkatle görüyor isen, kendini âciz görürsün.
Muâmelâtında "Ben böyle yapıyorum; böyle yaparım; şöyle
yaparım" diyemezsin, insaf et ey cebrî, sen böyle misin?
Resûl-i Ekrem Efendimiz ekserî zamanda Ya'ni "Ey kalbleri ve
basarları döndüren Allâh'ım, bizim kalblerimizi dînin üzerinde tesbît
et!" diye yalvarırdı. Hz. Enes dedi ki: "Ey Allâh'ın Peygamberi, biz
sana ve senin getirdiğin şeye inandık. Sen bundan sonra da bizim
üzerimize korkar mısın?" Resûl-i Ekrem Efendimiz buyurdular:
"Evet, muhakkaktır ki kalbler Rahmân'ın parmaklarından iki
parmak arasındadır; onları istediği gibi çevirir."
--------(639) Zincirde bağlı olan nasıl şadi eder, bahsin esiri olan ne
vakit hürlük eder.
64
--------Sen mecburiyet davasında bulunduğun halde yani ben
cebriyeyim fiilimi yapmakta mecburum, davasında bulunduğun
halde, hayat-ı dünyeviyende keyifli bir halde imar-ı evkad
ediyorsun. Yani vakitleri keyfinle imar ediyorsun. Yani vakitleri
keyfine göre geçiriyorsun, muamelâtında da tasarrufa kıyam
ediyorsun. Yani muamelelerinde de tasarruf etmeye kalkıyorsun.
Madem ki cebri hakiki altında bulunduğunu iddia ediyorsun niçin
hür bir şekilde hareket ediyorsun. Fiilin kavlini tekzib etmiyor mu.
--------(640) Eğer sen ayağını bağladıklarını senin üzerine padişah
çavuşları oturduklarını görüyor isen.
--------(641) O halde sen acizlere çavuşluk etme zira acizin tab’ı ve
huyu değildir.
--------Ayak bağından murad ilm-i ilâhîde abdin lisân-ı isti'dâd ile,
talebi üzerine vâki olan hükm-ü ilâhidir ki bu kazâdır. Padişahdan
murad, Hakk Teâlâ Hz leri, çavuşlardan murad, gerek surette
gerek ma’nâda kazâ-ı ilâhi infaza memur olanlardır. Kur’ân-ı
Kerîm’de bunlara
‫ات ًْاَﻣﺮا‬
ِ ‫ْﻤﺪﺑَـﱢﺮ‬
َ ُ‫ﻓَﺎﻟ‬
79/5 âyetinde buyurur. Bir iş
çevirenler âyet-i kerîmesinde buyurulur. Yani ey cebri bu esasata
hakikatan imanın varsa, hem kendinin hem de başkalarının, aciz
olduğunu bilirsin, ve herkesin üzerinde acizlerin şanından olmayan,
tasarrufa
kıyâm edemezsin. Zira sen âciz isen başkalarının
üzerinde hüküm ve tasarruf etmek bir âcizin tab-ı ve huyu değildir.
--------(642) Mademki onun cebrini görmüyorsun söyleme. Eğer
görüyor isen hani görmenin alâmeti.
--------Yani sen Hakk’ın cebrini zevkan ve hâlen görmüyor isen, artık
mecbur olduğundan bahsetme, eğer görüyor isen görmenin
alâmeti kendini ve başkalarını âciz bilmektir, hani sende görmenin
alâmeti varmıdır.
--------(643) Meylin olan her bir işte kendi kudretini açık görürsün.
--------(644) Meylinin matlubu olmayan bir işte yani talebin olmayan
bir işte bu Hakk’tandır diye cebri olursun.
65
--------Yani nefsine hoş gelen menhiyatı icraya koşar, ve kudretini sarf
eder, fakat nefsine hoş gelmeyen evamir-i ilahiyeyi, terk edip yani
ilâhi emirleri terk edip “ne yapayım, bu benim için mukadderdir”
dersin.
Şu hale nazaran senin bir ihtiyarın olduğu ve senin bu
ihtiyarının senin üzerine kazâ-ı ilâhiyi celp eylediği meydandadır.
--------(645) Peygamberler dünya işinde cebridirler. Kâfirler de âhiret
işinde cebridirler.
--------(646) Peygamberler için âhiret işi ihtiyaridir, câhiller için dünya
işi ihtiyaridir.
--------Peygamberler ve peygamberlere tâbi olanlar dünya işlerini zor
ile istemeyerek yaparlar. Çünkü yemede ve içmede ve nikâhta
mevtın-ı dünya ahkâmına tebâiyet zaruridir. Yani dünya
yaşantısında tabi olmak zaruridir. Ahiretin işlerini seve seve
yaparlar. kâfirler ise, hayatı ancak hayat-ı dünya olarak
bildiklerinden, dünya işlerini seve seve icra ederler. Ahiret işlerine
asla yanaşmazlar.
Din ve âhiret sözlerini hurafeler addedip asla dinlemek
istemezler. Böylece âhiret işi peygamberler ve onlara tâbi olan
mü’minler için ihtiyaridir, ve kâfirler onların isrine/yoluna tâbi
olanlar, yani onların yolları üzerine tâbi olanlar câhiller içinde
ihtiyâri olmuş olur. Yani kendi istekleri ile olmuş olur.
--------(647) Zira her bir kuş kendi cinsi tarafındadır, o geriye ve can
ileri ileri uçar.
--------Yani her bir kuş kendi cins tarafına uçtuğu gibi, kesif ten
ahkâmına tâbi olan küffâr, örtücüler küfür ehli ve cühelâ câhiller,
Zât’ı Hakk’tan uzak ve geri olan âlem-i kesif-i dünya tarafına uçar,
ve ruh-u lâtif ahkâmına tâbi olan, enbiya ve mü’minler ise, Zât-ı
Hakk’a yakın ve mertebe-i şehâdet ve misâl âlemlerinden ileri olan
âlem-i lâtif olan ruhâniyet tarafını uçarlar. Lâtif olan ruhâni âlem
tarafına uçarlar.
--------(648) Kâfirler siccin cinsi geldiklerinden dünya zindanı içinde
hoş âyîn geldiler.
66
--------“Siccin” tabiat ve kesâfetiye unsuriyye âlemidir, “siccin”
cehennemde bir tabaka derler, tabiat ve kesafet-i unsuriye yani
unsur âlemidir, tabiat âlemi kesif âlem bu âlem, yani anâsır-ı erbaa
diyorlar yani dört unsur, kâfirlerdeki ruh dahi hayvaniyet mertebesinden ileri geçemediği, böylece âlem-i kesafet cinsinden
bulunduğu cihetle zulmâni bir zindan olan dünya için, güzel âdet
olarak geldiler. Kâfirlerin dünyaya güzel rüsum, yani resim ve âdet
olmaları dünyayı imâr ile meşguliyetleri dünyanın her bir hazzını ve
zevkini yerine getirmeleri hasebiyledir. Dünyanın ma’muriyeti ise
dünya için bir hoş ayindir.
İmdi küffar Hakk’tan ve âlem-i illiyyinden gafil olarak dünyayı
şenlendirirler.
--------(649) Peygamberler illiyyin cinsi olduklarından yani yücelikler
cinsi olduklarından illiyyin tarafının canı ve kalbi oldular.
--------Yani peygamberler ve onların tâbiinleri âlem-i kesâfet
ahkâmında müstağrak olmayıp yani orayla gark olmayıp oraya
dalmayıp, yani kesâfet âlemine dalmayıp, âlem-i latif, ervâh ile
münasebetkar olduklarından bu ruhaniyet âleminin canı ve kalbi
oldular ve bu âlemi şenlendirdiler.
--------(650) Bu sözün nihayeti yoktur, fakat biz gene o kıssanın
tamamını söyleyelim,
--------Yani a’yân-ı sâbite âleminden itibaren her ferdin dünyadaki ve
berzahtaki ve cennet ve cehennemi cismanideki ahvalini beyan
etmeye başlarsak bunun nihayeti gelmez zira bunu söylemek
tecelliyat-ı esmaıye-i ilâhiyeyi söylemektir, tecelliyat-ı esma-ı
ilâhiyenin de nihayeti yoktur, böylece kıssaya rücü edip bu
mevzuyu bitirelim.
--------Buradan vezirin halveti terk etmekten müritleri bölümüne
geçiyor.
--------Bir İsevi veziri varmış aslında Musevi imiş ama İsevi gibi
gözüküyor, o günkü İsevileri bozmak için türlü türlü oyunlar
kurmuş onun özelliklerinden bahsediyor.
67
Mevzumuz ayan-ı sabitelerin hakikati ve bizler gerçek ma’nâda
varmıyız, yokmuyuz diye konumuz buydu. Bir bakıma hakikatlerimiz itibariyle bizler yokuz, a’yân-ı sâbitelerimiz tarafından
baktığımızda yokuz, yani fenâfillah mertebesine kadar olan
seyrimizde Âdemiyet mertebesindeki varlığımızdan Âdemiyetimizi
idrak etmek suretiyle var oluşumuzdan nihâyet İbrâhîmiyet
Museviyet, İseviyet, mertebelerine geldiğimiz yolda da İseviyetin
hakikati yani fenâfillâh’ın hakikati itibariyle de yoklarız. Orada yok
olmamız gerekiyor. Ama Muhammedi hakikatler itibariyle de var
olmamız gerekmektedir.
Ne şekilde, Hakikat-ı İlâhiye Bakâbillah hükmü üzere var
olmamız gerekmektedir. Yalnız bu var oluş daha evvelce terk etmiş
olduğumuz beşeri bireysel irade-i cüzziye ile değil, bakın burası çok
mühim, hakikat-ı ilâhiyenin yani İlm-i ilâhiyenin bünyesinde İlâhi
birer cüzziyet ama kül ile birlikte bir cüzziyet olarak tekrar hakiki
varlığımızın ortaya çıkması ile var olduğumuz, böylece bilinmesi
gerekiyor ki, kişilik varlıklarımızın kemâli böyle oluşmaktadır. Yani
bir mertebe itibariyle ayniyiz, bir mertebe itibariyle de gayriyiz.
Ayniyetimiz de var gayriyetimiz de vardır. Zaman zaman
gayriyetimiz ile yaşamaktayız, zaman zaman da, ayniyetimiz ile
yaşamaktayız.
İşte kim ki bu iki mertebeyi birlikte yaşamakta onlar bu dünya
da kemâl ehli, ehl-i kemâl olarak yaşamaktadırlar. Yani tek bir
yönde ağırlık vermeden bazıları dediler ki tenzih mertebesi
itibariyle Allah yukarılardadır, kulu Hakk’tan ayırdılar, bâzıları
dediler ki kul hiç yoktur Hakk vardır sadece bazıları dediler ki evet
bütün âlemde Hakk’ın zuhurundan başka bir zuhur yoktur, ancak
insan denen varlık “suret-i ilâhiye üzere mahlûk olduğundan”
hakikatleri itibariyle, nefisleri itibariyle değil, emmâreliği itibariyle
değil, hakikatleri itibariyle vardırlar, işin hakikati de budur. İşte bu
oluşturulmaya çalışılan mevzudur, hangi yönümüz ile yokuz, hangi
yönümüzle varız, onu belirtmektedir, Cenâb-ı Hakk cümlemize
bunlar ve bunlar gibi bilgilerin en geniş ma’nâda idraklerimize
yazdırması, sığdırması ve yaşatması düşünce arzu ve isteğiyle
inşeallah bu akşamki sohbetimize de son verelim.
------------------Ehli sünnet vel cemaat’ın Kaza ve Kader hakkındaki
genel yorum ve anlayışını internetten indirdiğimiz sayfalardan
okuyalım, daha sonra başka kaynaklardan yolumuza devam
edelim.
-------------------
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
68
Kazâ ve kader meselesi sadece islâmiyetin var oluşundan bu
yana insanların zihinlerini yoran bir mesele değildir. Yani Kazâ ve
Kader hükmü islâmiyetle başlamış bir hüküm değildir. Nedir,
insanlık ile başlayan bir meseledir. Bilâkis bu konu islâmiyetin
varlığından önce de sonra da bütün ilim ve fikir ehlinin zihinlerini
meşgul eden son derece önemli, bir o kadar da karmaşık bir
mesele olmaya devam etmiştir. İşte peygamber efendimiz kader
hakkında konuşan bazı sahabe-i kiramı gördüklerinde soruyor ne
konuşuyordunuz diye kazâ ve kader hakkında dedikleri zaman
efendimizin yüzü kırmızılaşıyor. Yani biraz sertleşir gibi oluyor, bu
hususta münakaşa etmeyin bu konuda konuşmayın diyor.
Çünkü gerçekten de guruplaşmaların yani mesheplerin kaza ve
kader anlayışı üzerinde daha ziyade yoğunlaştığı anlaşılıyor. Diğer
hususlarda fazla teferruat olmadığından fazla bir ayrışma olmuyor
ama, esas ayrışmalar düşünce ve tavırların değişmesi kazâ ve
kader hakkında oluşmaktadır. Bu konu açıldıkça derine inildikçe
her bir konunun birbirini düşündürdüğü bir mevzu. İslâm mütefekkirleri arasında uzun uzadıya giden anlaşmasızlıklara ve
tartışmalara sebep olan, “bakın islâm alimleri arasında mütefekkirleri arasında” uzun uzadıya giden anlaşmazlıklara ve tartışmalara sebep olan çözülmesi güç anlaşılması zor bir mesele haline
gelmiştir.
------------------İşte kaza ve kader hükmünün anlaşılması için en lüzumlu olan
mesnet yani ölçü mertebeleri bilmektir. İlâhi mertebeleri bilemez
isek kazâ ve kader hükmünü tamamen çözebilmemiz mümkün
değildir. İşte bu mertebelerin varlığıdır ki, her bir gurup kendi
bulunduğu anlayışı içindeki mertebeyi o mertebenin kader
anlayışını genel kader anlayışı olarak kabul ettiklerinden diğer
bölümleri inkâr etmektedirler. Bulundukları mahalde haklıdırlar,
ancak tüm olarak haklı değillerdir. Yani herkesin kader hakkında
fikir yürütmüş olan her meshebin kendine ait mertebelerde
haklılıkları vardır ama, bir mertebededir, ancak onlar bu bir
mertebeyi, bütün mertebelere, yani kazâ ve kaderin tamamı
budur, dediklerinde yanılmalar olmaktadır, kendi bulundukları yerin
aşağısında ve yukarısında olan sorulara da cevap bulamadıkları
için, çünkü tek mertebeden bakılınca bütün mertebelere cevap
verilemez. Bu cevabı da bulamadıklarından gene kargaşa hüküm
sürmektedir. Ama o gurup kendilerine ait bildikleri, bir bilim
sistemini çaresiz olarak, Yani bu kader anlayışı böyledir diye.
kabullenmektedirler.T.B.
------------------Kader meselesi güç anlaşılır bir mesele haline gelmiştir bu konu
hakkında sadece bizi ilgilendiren ve bilmemiz gereken kadarı o
kadar da uzun ve zor değildir.
69
------------------İşte aynı burada toparlamış bizim aklımız yettiği kadar olanı
bize yeter bize daha fazlası da gerekli değil, bunu anlamak da çok
zor değildir deniyor. T.B.
------------------Peygamber efendimiz bazı meşhur hadislerinde kazâ ve kadere
imanı imanın bir esası olarak açıklamıştır. Cibril hadisi olarak
bilinen bir hadis-i şerifte Cebrail (a.s.) insan şekline bürünerek
ashabı ile beraber oturmakta olan Rasulullah’ın yanına gelmiş ve
“İman nedir” diye sormuş, O da Allah’a meleklerine ahiret gününe
hayır ve şerriyle kaza ve kaderin Allah’tan olduğuna inanmandır
demiştir.
kader ve Kazâ alıştığımız tabiriyle Kazâ ve Kader aslında
birbirinden ayrılmayan iki mefhumdur.
------------------Şimdi birinde kader ve kazâ bahsetti, alıştığımız tabiriyle Kaza
ve kader. Yani bir tabirde kader ve kaza diğer tabirde kaza ve
kader. Yani isimlerin yerlerini değiştirerek. Ama bunun hangisi
acaba geçerli olanı ayrıca gerçek olanıdır. T.B.
------------------Aslında birbirinden ayrılmayan iki mevhumdur, yani kaza ve
kader, fakat kaza ve kaderi anlatmadan önce bu meselenin temeli
olan irade nedir, külli ve cüzzi irade ne demektir, halk kesb ilişkisi
nasıl olur, sorularına cevap vermek gerekir. Halk etmek ve kesb
etmek yani kazanmak irade-i külli ve irade-i cüzzi ne demektir.
İrâde nedir; insanın iki tip fiili vardır, birisi kendi istemesi ile
ilgili yaptığı fiillerdir, buna ihtiyari iradeli isteyerek ve bilerek
yapılan fiiller denir. Bunlar kitap okumak yazı yazmak oturup
kalkmak gibi işlerdir, bu fiillerin karşılığında sevap almaya veya
azap görmeye hak kazanırız, diğeri ise insanın irade istemesinin
dışında meydana gelen zaruri fiillerdir. Bunlara refleks hareketleri
ve nefes alma gibi fiiller örnek gösterilebilir. Bir davranışı
yapabilme tercih edip gerçekleştirebilme yapılabilecek iki şeyden
birini diğerinden ayırıp o şeyi gerçekleştirmeye irade denir. Kelâm
alimlerince insanda bulunan irade iki kısma ayrılmıştır, külli irade
cüzzi irade.
Külli irade; bu irade insanda mevcut olan bir yetenektir fiilen
ortaya çıkmadığı veya bir şey ile fiilen ilgisi olmadığı müddetçe
buna külli irade denilir. Bu irade insanın bir işi yapmasına veya
yapmamasına vasıtadır. Cüzzi irade külli iradenin potansiyel
hareket edebilme ve yapabilme kabiliyetinin bir işi yapmak için o
tarafa eğilmesi demektir. İnsanlar kendi istek ve iradeleri ile bir
şeyi yapmak veya yapmamak gücündedirler, cüzzi irade bir işin iki
70
yönünden birini tercih edip seçebilir. Sevaba veya azaba müstehak
olmaları belirli şeylerle sorumlu tutulmaları işte bu cüzzi irade bir
başka deyişle hür iradeleri sebebiyledir.
İnsan hür bir iradeye cüzzi bir iradeye sahiptir bu irade onun
fiillerinin meydana gelmesine tesir eder, fakat fiillerin gerçek halk
edicisi AllahTealadır. Bu husus Allah her şeyi halk edendir
‫َﻰء‬
ٍ‫ﺎﻟِﻖ ﻛﱢُﻞ ْﺷ‬
ُ ‫َﺧ‬
ُ‫اَﻟﻠﱠﻪ‬
39/62 ayetinde buyurur. 4/78 ayetinde “Sizi ve
yaptıklarınızı halk eden Allah’tır.” Gibi bir çok ayet ile
sabitlenmiştir. Allah Teala kullarının iradeli kasıtlı hür fiillerini
onların irade ve seçimlerine uygun olarak irade eder ve halk eder.
Çünkü mutlak halk eden odur, işte cüzzi iradenin bu manada
kavranması gerekir.
Halk yaratma kesb ilişkisi
İfade ettiğimiz üzere Allah (cc) kullarının cüzzi kasıtlı, hür
iradelerinden meydana gelen fiilleri onların kendi irade ve
seçimlerine uygun olarak irade eder ve halk eder. Bunun bu
şekilde olması Allah’ın kullarının fiillerini yaratmaya mecbur
olmasından değil, adetullah’ın ve sünnetullah’ın bu şekilde
gerektirdiğindendir. O halde fiili bir işi seçmek tercih etmek
kazanmak kesb, kuldan kulun seçtiği tercih ettiği ve kazandığı şey
ile uygun olarak yaratma, halk Allah’tandır. Kul kasip, kazanan
elde eden işinin o şekilde olmasını isteyen Allah’ta halıktır, kulunun
dilediği ve kazandığı şekliyle yaratandır. Kul iki yoldan birini seçer.
İradesini bu iki yönden hangisine kullanırsa onu o şekliyle yaratır.
Bu ileride anlatılacak olan kader mefhumuna ters bir şey
değildir, zira Allah kulun cüzzi hür, kasıtlı, serbes iradesi ile
işleyeceği şeyleri ezelde bilmektedir. Aksinin düşünülmesi O’nun
ilim sıfatının inkarını gerektirir, bu anlatılanlar doğrultusunda kazâ
ve kaderi kısaca açıklayacak olursak;
Kader: Allah Teala tarafından var olan her şeyin bütün
mahlukatın ve bütün olayların yaratılmadan önce ezelde yanında
korunmakta olan Levh-i Mahfuz adlı kitapta durumları nitelikleri
sebepleri şartları ve zamanı gelince sahip olacakları güçleri
yetenekleri yapıları yerleri zamanları ile birlikte belirlenmesi
düzenlenmesi ve yazılı olması demektir. İşte bu belirleme işine
kader denilir. Takdir edilip belirlenen şeylere de mukadder, takdir
olunan denilir.
Kazâ: Allah Teala tarafından takdir edilen şeyin varlık madde
aleminde ortaya çıkması yaratılıp meydana gelmesi demektir.
Kader-Kazâ ilişkisi bu anlamda öncelik ve sonralık göstermektedir,
zira önce Kader, Kazâ ise sonradır. Yani önce bir varlık hakkında
Allah Teala nın takdiri olur, daha sonra kazası gerçekleşir. Bu varlık
71
madde alemindeki gerçekleşen her olay hem kader, hem de
kazadır. Şayet Allah’ın bildiği bir hikmet sebebiyle gerçekleşmediyse bu kaderdir. Bu iki tarifte geçen her şeyin kaderinin Allah’ın
ezeli ilminde olmasının anlamına gelince insanların cüzzi kasıtlı hür
serbest iradeleri ile yapmak istedikleri bir şeyi Allah’ın (cc) o kulun
bu işi nerede ne zaman nasıl kiminle ve ne şekilde seçeceklerini
bilmesi bu bilgisine göre irade etmesi ve zamanı gelince de kulun
tercihine göre yaratması demektir. Bu bizim astronomi ilminin
vasıtasıyla gelecek sene Ramazan hilalinin veya Ay tutulmasının
hangi tarihe olacağını bilmemiz ve zamanı gelince de o olaya şahit
olmamıza benzemektedir. Kaza ve kader hakkında bu kadar
malumata değindikten sonra velilerin bazı salih insanların bu
konudaki görüşlerine yer vermek gerekir.
“Şeyh Muhammed Ziyaettin Hz leri babasının halifesi ayrıca
katibi Bitlis’li Mustafa’ya bu konuda bir mektup yazmıştır.
Mektubundaki kazâ ve kader ile ilgili bölümleri özetle aktarıyoruz.“
”Ey doğru ve şefkatli efendim, bu konu geniş olarak izah
edilmesi gereken bir meseledir, Şafi, Hanefi meshebine mensub
alimleri ile diğer bütün meshep alimleri bu konudan söz etmiş
hatta bu konu bazı alimlerin helâk olmasına bazılarının da
kurtuluşuna sebep olmuştur.” Muhammed Ziyaettin Hz leri
mektubuna devamla kazâ ve kader kuldan cüzzi kasıtlı hür serbest
iradesini kaldırmaz. Çünkü Allah Teala kulun kendi cüzzi iradesi ile
o işi yapacağına ve yapmayacağına hükmetmiştir. Ezeli ilmi ile
bilmektedir.
Bu konuya Alaattin Attar da işaret ederek şöyle buyurmuşlardır,
müridin zahirde Allah’ın yoluna sımsıkı sarılması kalbini de Allah’a
bağlaması demektir. Yani onu saadete kavuşturacak zahiri
sebepleri düşünüp emir olunduğu üzere çok çalışıp kendini
kötülüklerden koruyacaktır. Hülasa kul zahirde dış sebeplere
bağlanıp hakikate Allah’a tevekkül edecektir. Şöyle ki korktuğu
şeylerden dolayı vaktinde kapısını kapatıp atını bağlayacak
yemeğini yiyecek fakat hakiki koruyan ve doyuranın Allah (cc)
olduğunu bilecektir. Ayrıca bu konuda Mevlâna Halid’in bir risale
niteliğinde kendisinde Kazâ-Kader, irade-i cüzziye kesb konularının
ehl-i sünnet vel cemaat alimlerinin görüşlerinin bulunduğu bir
mektup yazmıştır, bu mektuba El ikdul Cevheri farkı beyne
kesbeyyil Maturidi ismini vermiştir.
Şeyh Mahmut Ziyaettin Hz leri Bitlisli Mustafa’ya yazdığı Kaza
ve Kader konusunu işleyen mektubun sonlarında şunları
söylemiştir. Kader konusuna dalma hakkında inceden inceye soru
sormak uygun bir şey olmayıp hatta bidad bile denmiştr. Gerçek
şudur ki kaderin mahiyeti bir sırdır, Allah Teala’dan başkası bu sırrı
kesin olarak bilemez.
-------------------
72
Görüldüğü gibi buradaki bakış tamamen ehl-i zâhir hükmüyle
belirtilen ana hatları ile olan bir kader ve kazâ anlayışıdır, ayrıca
kazâ ve kaderin de yerleri değişik olarak ifade edilmektedir.
Aslında Kazâ; kader ondan sonra gelir. Çünkü kazâ toplu halde
hüküm demektir, kader ise bu toplu halde olan hükmün yani
hukukun seneler ve süreler içerisinde miktar, miktar, ayrılmasına
zuhura çıkmasına kader denir. Kader miktar demek, kazâ bir bütün
hüküm demektir. Yani daha baştan bakış açısı üzerinde durulması
lazımdır. T.B.
------------------Diğer taraftan başka bir internetten gene kader hakkında
indirdiğimiz bilgiye bakalım;
------------------Kader konusu islâm dininin en girift konulardan birisidir. Kader
konusunda söylenecek her söze dikkat etmek gerekir. Çünkü
imanın şartlarından biri kadere imandır. Kader konusunda yanlış
düşünmeleri yüzünden yoldan çıkıp sapıklığa düşen bir çok tarikat
olmuştur, kaderiyye tarikatı da bunlardan biridir. Kader nedir?
Aslında bu sorunun kısa bir cevabı yoktur, lügat anlamı açısından
kader, ölçü, miktar, plan program takdir biçim ve şekil verme
demektir.
Dini açıdan Cenâb-ı hakk’ın kainatı ve içindekileri zamanı
kıyameti, ahiret alemetlerini yani bütün mükevvenatı yaratmadan
önce bir ölçü ve programa göre takdir etmesidir. Levh-i Mahfuz
denen ilahi deftere yani bilgisayara kayıt etmesidir diyebiliriz. Özet
olarak kul kendi iradesi ile yolunu çizer ve yaptıklarının neticesine
katlanır,
şeklinde
özetleyebileceğimiz
görüşü
savunanlara
kaderiyeciler denmiştir ki bunlar hakkında ümmetimin Mecusileridir
kaderiyeciler şeklinde bir hüküm gelmiştir. Kader mevzuunda, birisi
olan kaderiyeciler peygamber efendimizde “Bunlar ümmetimin
Mecusileridir” demiştir.
Kaderiyeciler “kul kendi kaderini kendi yazar görüşünde olanlar
dır, bunun diğer ismi de yani kaderiyecilerin diğer ismi de
Mutezilecilerdir. Allah’ da ötelerden bir yerde veya başka bir
boyutta oturup bu boyutta yapılanları seyir eden bir varlığın adıdır.
Esasen Kur’ân-ı Kerîm baştan sona bu görüşü iptal için sayısız
hükümler serdeder.
Allah’ın azameti yüceliği sonsuz varlığı yanında insanın yeri
iradesi ve kudreti sahip olduğu şeyler nelerdir, kısaca “Allah” ismi
ile işaret edilen indinde insan neleri yapacak güce ve iradeye
sahiptir. Yüz milyarlarca güneşin birbirlerinden çok büyük
uzaklıklarla içinde yüzmekte oldukları kainatın var edicisi katında
insanın yeri nedir.?
73
Buyurun bu konuda bir hadis-i Kudsi: Rasulullah (s.a.v)
şöyle buyurdu, Allah (c.c.) şöyle diyor;
Ey kullarım, hepiniz delâlettesiniz ancak benim hidayet
ettiklerim hariçtir. Benden isteyiniz ki sizi hidayete erdireyim,
hepiniz fakirsiniz ancak benim zengin ettiğim hariçtir, benden
isteyiniz ki size rızık ihsan edeyim, hepiniz günahkarsınız, ancak
benim mağfiretle verdiklerim müstesnadır. İçinizden her kim benim
bağışlayıcı olduğumu bilir de benden mağfiret dilerse günahlarının
büyüklüğüne aldırış etmeden bağışlarım. Sizin evveliniz ve ahiriniz
diriniz ve ölünüz yaşınız ve kurunuz kullarımdan en takvalısı kalbi
gibi olsalar bu durum benim mülkümde bir sivrisineğin kanadı
kadar artış meydana getirmez. Sizin evveliniz ve ahiriniz diriniz ve
ölünüz yaşınız ve kurunuz en şaki kulun kalbi gibi olsalar yani
hepsi inkarda olsalar bu durum benim mülkümden bir sivrisineğin
kanadı kadar eksiltmez.
Sizin evveliniz ve ahiriniz, diriniz ve ölünüz, yaşınız ve kurunuz,
bir sahada toplansa ve içindekilerden her insan ümmetleri istediği
kadar istese her isteyenin istediklerini veririm ve bu benim
mülkümden hiçbir şey eksiltmez. Öyle ki içinizden biri denize
uğrayıp iğneyi suya daldırıp alsa kesinlikle bilin ki ben sınırsız ihsan
ediciyim. Varlığın sâhibiyim, yüceyim. Dilediğimi yaparım, bağışım
bir sözdür, azabım bir sözdür, bir şeyin olmasını istersem
emrederim “Ol” derim, o şey olur,
nasıl bir şeyler anlatabiliyor mu bizim yerimiz haddimiz
gücümüz irademiz kudretimiz hakkında bu hadisi kudsi.
Kainatta dünyadan bir milyon küsür defa büyük güneşin yeri
iğne ucu ile gösterilemezken gururundan kendine biçtiği payeden
yanına yaklaşılmayan insanın yeri acaba daha iyi anlaşılabiliyor mu
bu satırlarda. Bizde Allah’a rağmen bir iş yapabilecek potansiyel
mevcut mu,
ٌ‫َﺼِﺮََوﻣﺎۤ ُْاَﻣﺮﻧَ ﺎۤ ا ِﻻ َ وِاﺣَﺪة‬
َ ‫ َﻛﻠَْﻤٍﺢ ﺑِﺎﻟْﺒ‬hiç şüphesiz, biz her şeyi
kader ile yarattık bizim emrimiz bir göz kırpma gibi yalnızca bir
keredir, 54/50 Kader: Allah’ın geçmiş ve gelecek tüm olayları tek
bir an olarak bilmesidir. İnsanların önemli bir bölümü Allah’ın
henüz yaşanmamış olayları önceden nasıl bildiğini sorarlar ve
kaderin gerçekliğini anlayamazlar. Oysa yaşanmamış olaylar bizim
için yaşanmamış olaylardır. Allah ise zamana ve mekâna bağımlı
değildir, zaten bunları yaratan kendisidir, Allah katında zaman diye
bir kavram yoktur, bu nedenle Allah için geçmiş gelecek ve şu an
hepsi birdir ve hepsi olup bitmiştir.
Bu toplumda yaygın olan çarpık bir kader anlayışıdır. Örneğin
ölümden dönen bir hasta için kaderini yendi gibi cahilce ifadeler
kullanılır oysa kimse kaderini değiştiremez, ölümden dönen kişi
74
kaderinde ölümden dönme yazılı olduğu için ölmemiştir. Kaderimi
yendim diye kendilerini anlatanların bu cümleyi söylemeleri ve o
psikolojiye girmeleri de yine kaderlerindendir. Çünkü kader Allah’ın
ilmidir, tüm zamanı aynı anda bilen ve tüm zamana ve mekana
hakim olan Allah için her şey kaderde yazılmış ve bitmiştir. Allah
için zamanın tek olduğunu Kur’an’da kullanılan üsluptan da anlarız.
Bizim için ölümümüzden sonra bazı yaşanacak olaylar Kur’an’da
çoktan olup bitmiş olaylar olarak anlatılır. Allah bizim bağlı
olduğumuz izafi zaman boyutuna bağlı değildir. Allah tüm olayları
zamansızlıkta dilemiş insanlar bunları yapmış tüm bu olaylar
yaşanmış sonuçlanmıştır.
İslâmda kader inancı ile ilgili değişik anlayışlar olmasına
rağmen ehl-i sünnet dediğimiz çoğunluğun orta yol islam
anlayışına uygun olarak Maturidilik ve Eşarilik adı altında iki
meshebin görüşleri yaygınlık kazanmıştır. Bunlara karşı Mutezile ve
Cebriye mesheblerinin görüşü islam düşünce tarihinde azınlıkta
kalmış fazla yaygınlık kazanamamıştır. Türk toplumunda ağırlıklı
olarak ehl-i sünnetin kader anlayışı hakimdir. Ehl-i sünnet
mesheplerinden Maturidiliğe göre yüce Allah’ın ezelden ebede
kadar olacak bütün şeyleri zaman ve yerini özellik ve niteliklerini
ezeli ilmi ile bilip sınırlaması ve takdir etmesi demektir. Allah’ın
ezelde irade ettiği ve takdir buyurduğu şeyleri zamanı gelince
meydana getirmesi ve yaratmasına da Kaza denir.
Eş’âriliğe göre tanımların aynı olmasına rağmen Maturidinin
“Kader” dediğine “Kazâ” , kazâ dediğine de kader denilmektedir.
Dünyada meydana gelmiş ve gelecek olan her şey Allah’ın ilmi,
dilemesi, takdiri, ve yaratması ile olur, yani her şeyin bir kaderi
vardır, bunun anlamı ise insanların hür iradeleriyle seçecekleri
şeylerin nerede ve ne şekilde seçileceğini Allah’ın ezeli zamanla
sınırlı olmayan mutlak ilmiyle bilmesi ve bilgisine göre dilemesi ve
buna göre takdir buyurup kulun seçimine göre yaratmasıdır, bu
durumda Allah’ın ilmi kulun seçimine bağlı olup Allah’ın ezeli
anlamda bir şeyi bilmesinin kulun irade ve seçimi üzerinde zorlayıcı
bir etkisi yoktur.
Aslında insanlar yüce Allah’ın kendileri hakkında sahip olduğu
bilgiden habersizdirler, pratik hayatta bu bilginin etkisi altında
olmaksızın kendi iradeleri ile davranmaktadırlar. Kader ve kazaya
inanmak farz olmakla beraber insanlar kaderi bahane ederek
kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Bir insan Allah böyle
yazmış bu şekilde takdir etmiş deyip hata yapamayacağı gibi
yanlışlık yaptıktan sonra da ben ne yapayım Allah’ın takdiri
böyleymiş alın yazım buymuş diyerek kendini suçsuz ve kaderi
mazeret olarak gösteremez.
Çünkü bu fiiller insanlar böyle tercih ettikleri için bu seçime
uygun biçimde Allah tarafından yaratılmıştır, bu nedenle kazâ ve
kadere güvenip çalışmayı bırakmak olumlu sonucun sağlanması ya
75
da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak
ve tedbirleri almamak islami anlayış ile bağdaşmaz. Bununla ilgili
tevekkül kavramı vardır, tevekkül insanın bütün işlerinde Allah'a
daya’nıp güvenmesi O’nun iradesine boyun eğerek işin sonunu
O’na bırakması anlamına gelir. Tevekkülde bir taraftan meşru
hedefe ulaşabilmek için gerekli tüm çabayı gösterirken bir taraftan
da Allah’a dayanıp güvenmek ve işin sonunu ondan beklemektir.
Hareket ve faaliyeti bırakmak şeklinde anlaşılan bir tevekkül
anlayışı islam ile bağdaşmaz. Tevekkül uyuşukluk ve hareketsizlik
ve tedbirsizliğin bir mazereti değil bütün güçlüklere rağmen
işlerimizi başarmamıza yardım edeceğine inandığımız Allah’a
samimi güven ve ümidimizdir. Bu sebeple “eşeğini bağla sonra
Allah’a tevekkül et” denilmiştir.
Kader inancı konusunda ehl-i sünnet anlayışına uymayan
Cebriye ve Mutezile mesheplerine ait iki görüş daha vardır,
bunlardan Cebriyeye göre insanda irade hürriyeti seçme imkanı ve
fiili yapma gücü yoktur. Bu itibarla insan özgür değil aksine robot
gibi Allah (cc) tarafından önceden belirlenmiş işleri yapmak
zorundadır. Başka bir ifade ile insan tıpkı rüzgarın önünde oraya
buraya sürüklenen bir yaprak gibidir anlayışına sahip olan cebriye
anlayışı ehl-i sünnet bilginlerince eleştirilmiştir. Buna rağmen kader
ve tevvekkül anlayışını tam anlamamış bazı kişilerin bu görüşleri
benimsemiş olduğu görülmektedir. Halbuki bu görüşün benimsenmesi durumunda bazı konuların açıklanması mümkün değildir.
Bunların başında da kişinin nasıl sorumlu tutulacağı günah ve
sevap kavramlarının ne anlamlara geldiğinin açıklanması
gelmektedir.
------------------Küçük bir yorum.
Şimdi bu her iki kazâ ve kader hakkında yazılan yazılarda,
yazılara baktığımız zaman ittifakla görüyoruz ki, ikisi de “yaratma”
dan bahsediyor. İşin aslında daha burada çözümsüzlüğe gittiği açık
olarak görülmektedir, çünkü bu âlemde hakikati itibariyle
“yaratma” diye bir şey yoktur, sadece zuhur ve tecelli vardır.
Ancak şeriat ve tarikat mertebesinde olan kimseler bu kelimeyi
kullanmakta mazurdurlar, çünkü o mertebede, tenzih ağırlıklı, yani
ötelerde olan bir Allah anlayışı olduğundan, ötelerde olan Allah,
burada olan varlıkları, çok dar bir anlayış içerisinde yaratmış, yani
yoktan var etmiş hükmü ile, çıkarıldıklarından bu âlemler hadis,
Allah’ın varlığı da bâki olarak düşünülmektedir. Yani bütün bu
âlemdekiler, sonradan var edilmiş varlıklar olarak, yoktan var
edilmiş varlıklar olarak düşünülmektedir. Böyle bakıldığında zâten
âyet-i kerimelerde belirtilen Zât’i hakikatlerin anlaşılması kesinlikle
mümkün olamamaktadır. Bu iki tebliğde de iki bildirgede de
76
beşeriyet mertebesinden yani ef’al mertebesinden kader mevzuunu
izah etmeye çalışmadır.
Bu kader mevzuu Allah’ın Zât’ına ait bir mevzu olduğundan
ef’âli mertebede ef’ali ifadelerle bunun tamamen mutmain olarak
anlaşılması zaten mümkün değildir. Ancak yukarıda da ifade
edildiği gibi kader anlayışı hakkında üç ana fikir ortaya çıkmaktadır, bunun birincisi “Kaderiyye” de dedikleri Mutezile anlayışıdır,
diğeri “Cebriye” anlayışı diğeri de “Ehl-i sünnet vel cemaat”
anlayışıdır ki bizim de içinde bulunduğumuz zahiren, o hükümdür,
Mutezilede bu ikinci bölümün sonlarında bahsedildiği gibi Allah’ı
ortadan kaldırmakta yani Allah’ın insan üzerindeki hükmünü
ortadan kaldırmakta insanın bütün fiillerinin hâliki onların ifadesine
göre yaratıcısı kendi olduğu hükmüne varılmaktadır.
Yani kul kendi fiilini halk eder diye tabir edilmektedir. Mutezile
anlayışı böyle. Kul kendi fiilini halk eder. Diğeri ise Cebriye
hükmünde olan kul hiçbir şey yapmaz, kul fiilini işlemekte
mecburdur, der. Yani kulun hiçbir hükmü yoktur, kula ne program
verilmişse Cenâb-ı Hakk ne âmir hüküm olarak, sen şunu
yapacaksın, bunu yapacaksın demişse onun dışında hiçbir şey
yapamaz dolayısıyla kul fiilini yapmakta mecburdur. Yani kul
memurdur. Memur ise mes’ul değildir.
Şimdi bu ikisi birbirinin tam zıddıdır, biri Allah’ın kudretini
ortadan kaldırmakta diğeri ise kulun mesuliyetini ortadan
kaldırmaktadır. Biri diyor ki “kul bütün fiilini kendi ortaya getirir”,
demekle Hakk’ı dışlamış olmakta, diğeri ise “kul fiilini yapmak
mecburiyetindedir” demek suretiyle kulluğun iradesini devre dışı
bırakmaktadır. İşte bunların ikisi de belli bir yerde doğrudur, ama
genelde yanlıştır. Kul fenafillâh mertebesine geldiği zaman kendine
ait bir varlığı olmadığından onun üzerinde Cenab-ı Hakk işlemektedir, o zaman Cebriyeyi düşünebiliriz. Ancak gene yanlış olur,
çünkü cebir iki varlık arasında olur. Cebreden ve cebir edilen,
âlemde böyle bir husus olmadığından yani âlemde ikilik olmadığın
dan Cenâb-ı Hakk kendi kendisiyle meşgul olduğundan o zaman
ikinci bir varlık olmadığından cebir diye zâten bir şey söz konusu
olamaz.
Şimdi bir insan kendi saçını kesiyorken saçına cebretmiş mi
olur, olmaz çünkü kendi saçıdır. Ama bir insan makası alsa da
başka birinin saçını o istemediği halde zorla kestirse, kesse o
zaman cebir olur, ki o da haksızlık olur. İşte bütün bu ve diğer
teferruat olan kaza ve kader bahsini kendi bünyesinde ve mutedil
olarak birleyen ehl-i sünnet vel cemaat Maturidiye ve Eşariye
imamlarının ki Maturidi bizim imamımız, İmâm-ı Azam Ebu
Hanifi’nin, bakın ilimdeki önderi Maturidiyyedir. İmâm-ı Azam Ebu
Hanife fiildeki önderimizdir. Düşüncedeki tefekkürdeki önderimiz
Maturiyedir, İmam-ı Maturiye, yalnız zâhir olarak, bizim gerçek
önderlerimiz, bâtıni önderlerimiz ayrıdır. Ehlullah, Ârif kimselerdir,
77
bunlar ise suret olarak uymamız lâzım gelen islâmın şeriat hükümleridir.
İmâm-ı Azam Ebu Hanife fiili imamımızdır, yani onun koymuş
olduğu Kur’ân-ı Kerim’den ve hadis-i şeriflerden tarayarak,
ayırarak aldıkları hüküm üzerine fıkhi ilim olarak bizlere bildirdikleri
namaz, haç oruç, zekât bunlar nasıl yapılır farzı sünneti nelerdir,
diye bize bildirdikleri İmam-ı Azam Ebu Hanifi Hz leridir.
Düşüncede, idrakte itikattaki önderimiz de, Allah nedir, nicedir, gibi
İmâm-ı Maturidi dir. Diğerlerinin de Şafi, İmam-ı Şafinin
çevresinde olanların itikattaki imamı da İmâm-ı Eş’ari dir.
Ehlullahtan birine sormuşlar “Hangi meshebdensin” diye “Hüda
meshebindenim” demiş. İşte tevhid ehli olmaya çalışan bizler de
Hüda meshebindeyiz. Nerede, aşkta muhabbette, irafniyette Hüda
meshebindeyiz. Ama fiiliyatta yani namaz hac oruç zekat hükümlerin de İmâm-ı Azam Ebu Hanifi meshebindeyiz. Varlığımız ayrı,
yani beden varlığımızın hukuku hükümleri ayrı, gönül âleminin ve
marifet âlemimizin hukuku hükümü ve önderleri ayrıdır. Bunları
birbirine karıştırmamamız lâzımdır. Hepsi kendi mertebesinde
gerçektir, sahihtir ve doğrudur. İşte zâhiren içinde bulunduğumuz
ehl-i sünnet vel cemaat kazâ ve kader anlayışı genelde kitaplarda
kader ve kazâ diye geçer ama aslı Kazâ ve kaderdir. Yani evvelâ
kazâ hükmü sonra kaderdir.
Cenâb-ı Hakk’ın bizim üzerimizde kendi programladığı bir
sahamız vardır, buna kazâ-ı mutlak veya kazâ-ı mübrem
denmektedir. Bunu değiştiremiyoruz. Ama bir bölümümüz var ki,
buna da kazâ-ı muallak, denmekte boşta olan, işte bu sahayı
Cenâb-ı Hakk bize bırakmıştır, oralarını biz doldururuz. Gerçi
Cenâb-ı Hakk ezelden bilir, bizim oraları nasıl dolduracağımızı, ama
böyle yapın diye yazmaz. Bizim ne yapacağımızı, o boşlukları nasıl
dolduracağımızı, bildiği için bizim kitabımız yazılmıştır. Ama o sayfa
bize boş olarak verilir. Biz burada onları doldururuz. Ama Cenâb-ı
Hak o dolduracağımız yerleri daha evvelden bildiğinden zâten
doldurmuştur. Ama böyle yapın diye değildir. Bizim ne yapacağımızı bildiği içindir ama bize verilen kaderde boştur.
İşte bu da ehl-i sünnet vel cemaatın, daha itidalli daha mantıklı,
hem Allah’a hüküm veren, yani Allah’ın kulun üstündeki hükmünü
belirten, hem de kulun hürriyeti olan, bir sahasının olduğunu
belirten anlayıştır, bu anlayış. Ancak bütün bu anlatılanlar dahi ehli sünnet vel cemaat Kazâ ve kader anlayışının zahiridir. İşte gerçek
ma’nâ da kazâ ve kader hakkında hakikatini anlamak için, Ehl-i
sünnet vel cemaat anlayışının batını ile birlikte, zahirini yaşayıp
idrak ettiğimiz zaman, işte en dengeli, en mükemmel kader
anlayışına, bu şekilde ulaşılmış olunmaktadır. Aksi halde ehl-i
sünnet vel cemaatin zâhir olarak ifade ettiği bölümler diğerlerine
göre çok dengeli olmakla birlikte ama çok araştırmaya kalktığınız
zaman, onun içerisinde de bir sürü boşluklar bulunmakta, neden
78
kaza ve kader anlayışının gerçeğinde boşluklar olmamakla birlikte,
ama anlayanlar bakış açılarını, fiil mertebesine göre değerlendirdikleri için, fiil mertebesi de daha ötelerdeki mertebeleri
kapsamına alamadığı için, ötelerde olan kazâ ve kader hükümlerinin anlaşılması mümkün olamamaktadır.
İşte bunu anlatacak yaşatacak yaşayacak, yaşanacak tek yol
vardır o da seyr-i sülûk yolu, irfaniyet yolu ehlullah’ın yolu,
evliyanın yoludur, işte böyle seyr-i sülûk yapıldıkça ancak bu
şekilde kişi, her mertebede geldiği her mertebede kader anlayışını
o mertebenin oluşumu hakikati istikametinde idrak ettikçe, kader
anlayışına ve yaşantısına geçmiş olabilmektedir. Yani kader, ilmi
diğer herhangi bir fıkıh ilmi gibi kitaptan okunarak ezberlenecek bir
şey değil, bizatihi kişinin kendi hayatını ilgilendirdiğinden ve bir
ömür boyu kapsamına aldığından her ulaştığı yerde, ve o yerin
kaderini anlamakta, o yerin hakikatini anlamakta, ve o yerin
hakikatine göre kadere bakmaktadır, işte bu da, ef’âl âleminden
başlayarak ef’âli kader, esmai kader, sıfati kader, Zâti kader
mertebesi olarak, kendisinde bunlar açılmış olacaktır. Belki biraz
sıkıcı oldu ama Zâhiren genel bir bilgi olması bakımından bunları
da söylememiz gerekiyordu. Şimdi burada sahih hadislerden
meydana gelmiş olan, Kütüb-i sitte deki kitaplardan Sünen-i
Trimizi isimli kitaplardan, kader bölümü olarak bazı hadis-i şerifler
vardır ikinci bölümde inşeallah onlara bakalım.
-------------------
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
Bu akşam 12 Mayıs 2011 Perşembe akşamı sohbet
mevzumuz kader hakkında idi, daha evvelce ona başlamıştık bu
akşam da Sünen-i Tirmizi isimli hadis kitabından kader bahsine
devam edelim, Kader babları;
------------------Bab-1: Mevzu kader bahsinin derinliklerine dalmanın sert
hükmü hakkındadır. 2216. Hadis-i şerif o kitabın içerisinde Ebu
Hüreyre (r.a.) rivayet edilmiştir dedi ki Kader mevzuunda bir
birimizle çekişmekte iken Rasulullah (s.a.v.) üzerimize çıka geldi. O
kadar kızdı ki yüzü kırmızılaştı hatta yanaklarına sanki nar
sıkılmıştı, sonra şöyle buyurdu, size bu kader mevzuunda münazaa
mı emredildi ve ya ben size bununla mı gönderildim. Sizden önceki
milletler bu meselede çekiştikleri için helâk oldular, artık bu
mevzuda münazaa etmemenizi sizden ciddi olarak istiyorum. Bu
babda ömer, aişe ve enes (r.a.) den hadis rivayet edilmiştir.
Bu hadis gariptir, onu yalnız bu vecihten Salih el Murri’nin
rivayetinden bilmekteyiz. Bu zatın münferiden tek başına rivayet
ettiği garip hadisleri de vardır. Belirtildiği gibi bir gün peygamber
79
efendimiz bir topluluğun üzerine gelmiş veyahut oradan
geçiyormuş, bu topluluk kader bahsi üzerine karşılıklı istişare
ediyorlarmış, konuşuyorlarmış ama biraz çekişme gibi olmuş
aralarında, Peygamber efendimiz de bu hadiseyi görünce biraz
kızıyor, bu babda konuşmayın bu tehlikeli bir mevzudur diye, daha
evvelki kavimler de bu yüzden helak olmuştur, gibi ikazda
bulunmuş böyle bir hadis vardır.
Bab-2: Âdem ile Musa’nın delilli münakaşası hakkındadır, 2217.
Hadis, Ebu Hüreyre (ra) dan rivayet edilmiştir, Rasulullah (sav)
buyurdu ki Âdem ile Musa delil göstererek münakaşa ettiler ma’nâ
âleminde. Musa; “Ya Âdem sen o kişisin ki Allah seni kudret eliyle
halk edip ruhundan sana ruh üfledi, ve sen insanları ayarttın
onların cennetten çıkarılmalarına sebep oldun.” Dedi. Musa (a.s.)
Âdem (a.s.) a böyle bir söz söyledi ma’nâ âleminde. Âdem dedi ki;
“sen de Allah’ın konuşmak için seçtiği Musa’sın, gökleri ve yeri halk
etmeden önce Allah’ın bana yazdığı mukadder kıldığı bir işi işledim
diye beni ne hak ile kınıyorsun” dedi. Rasulü Ekrem; “Âdem
Musa’ya delil kuvveti ile galip geldi buyurdu.” dedi
Bab-3: Mevzuu: saadet, mutluluk ve şekavet, bedbahtlık
hakkındadır. Abdullah bin ömer (r.a.) dan rivayet edilmiştir, dedi ki
Ömer (r.a.) “Ya rasulallah” dedi, “yapmakta olduğumuz işin yeni
peyda olan bir iş veya bir başlangıç mı, olduğu yoksa önceden
tamamlanan Allah tarafından takdir edilen bir işte mi çalıştığımız
kanatindesin” Rasul-u Ekrem şöyle buyurdu; “Ey Hattab’ın oğlu
önceden tamamlanan kati olarak tayin ve tesbit edilen bir işte
herkes kendine takdir edilen işi kolaylıkla başaracaktır, ne var ki
mutluluk ehlinden olan şüphesiz mutluluk için çalışacak ve
behbahtlık ehlinden olan da şüphesiz behbatlık için çalışacaktır.
Bu babda Ali Hüzeyfe’den bin esid ve İmran dan bin husayn
(r.a.) dan hadis rivayet edilmiştir, bu hadis hasen sahihtir. Bu
hadisin üzerinde çok durulması lazım gelmekte üç husus var,
dikkatimizi çektiyse eğer, birincisi önceden tamamlanan işte herkes
kolaylıkla başaracaktır, ikinci bölümü, ne var ki mutluluk ehlinden
olan şüphesiz mutluluk için çalışacak ve behbadlık ehlinden olan da
şüphesiz onun için çalışacaktır diye üç mertebeden haber veriyor.
Ali Kerremallahüveche’den rivayet edilmiş tir, dedi ki Rasulullah
(sav) ile beraber bulunduğumuz bir sırada ve kendisi toprağı
elindeki çalı ile eşelerken birden başını göğe kaldırdı ve sonra şöyle
buyurdu; “içinizden hiçbir fert yoktur ki onun cehennemden
oturma yeri veya cennetten oturma yeri bilinmemiş olsun.” Yani
takdir edilmemiş olsun. Ashab “Ya rasulullah o halde tevekkülü
terk edelim mi, “ Rasul-u ekrem şöyle buyurdu; “Hayır çalışın ve
herkes yaratıldığı işi kolaylıkla başaracaktır.
Bab-4: Mevzu: Amellerin Hatimelerle Bağlı Olduğu Hakkında
80
2220. Hadis, Abdullah bin Mesud (r.a.) dan rivayet edilmiştir,
dedi ki; Rasulullah (sav) ki sadık ve mastuktur, bize şöyle anlattı;
“Sizden her birinizin yaratılış maddesi annesinin karnında 40 günde
bir araya getiriliyor, sonra bu kadar zamanda alaka, pıhtılaşmış
kan haline geliyor, sonra da bir o kadar zamanda mudge, et
parçası haline geliyor, sonra Allah ona bir melek gönderiyor, melek
ona ruh üfler ve bu meleğe dört şey emredilir. Rızkını, ecelini,
amelini ve şaki veya said olduğunu yazar. Kendisinden başka
mabud-i hakiki bulunmayan Allah’a yemin ederim ki sizden biriniz
cennet ehlinin amelini işleyecek ve kendisi ile cennet arasında
yalnız bir arşın kalınca behbatlık yazısı galip gelerek cehennem
ehlinin ameli ile son bulacak ve dolayısı ile cehenneme girecektir.
--------Bu sizden biriniz de cehennem ehlinin amelini işleyecek, kendisi
ile cehennem arasında yalnız bir arşın kalınca mutluluk yazısı galip
gelerek cennet ehlinin ameli ile kapatılacak dolayısıyla cennete
girecektir. Bu da değişik yönden bakış açısı olan hadis-i şeriftir,
bunun üzerinde durulduğu zaman veya düşünüldüğü zaman biraz
acabalar hatıra getirmektedir, o zaman neden bir ömür boyu kişi
amel-i sâlih işlesin ki! madem cehenneme gidecek ise cennete bir
arşın kala cehenneme gidecekse neden işlesin, diğeri de bütün bir
ömür boyu kötülük işler de cehenneme bir arşın kala sonra
cennete götürülür, bunların üzerinde durulması lazımdır.
Bunu şöyle düşünebiliriz, bir insan sureten ibadet etmektedir,
beni görsünler bana şöyle desinler, yapsınlar diye ibadet etmektedir, işte bu o farkında olmadan bu yaptığı ibadetlerle zanneder ki
ben cennete giderim, o niyetle yola çıkar, ama oraya yaklaştırılınca
asli hali galip gelir, yani içindeki inkâr hali galip gelir, cehenneme
gider. Diğer yönüyle de bir insan, kötü kötü, kendi kendini levm
eder ben kötüyüm bir işe yaramam ben cehenneme gideceğim diye
o niyetle düşünür, ama safiyeti ile iyi niyetlidir, Cenâb-ı Hakk onun
iç bünyesine bakar suret olarak cehenneme gideceği yerde siret
olarak Cennet ehli olur. Bunun böyle bir açıklaması vardır.
--------2221.
Hadis: Muhammedden bin Beşşar Yahya bin Said
tarikiyle el Ameş’ten Zeyb bin Veheb’den Abdullah bin Mesut’tan
bize rivayet etmiştir, Abdullah bin Mesut Rasulullah (s.a.v.) bize
şöyle anlattı, dedi ve bu geçen hadisin benzerini zikretti. Bu babda
Ebu Hureyre ve Enes (r.a.) dan rivayet edilmiştir. Ahmed bin El
Hasan’dan işittim; Bu hadis hasen sahihtir,
2222. Muhammed bin El Â’la, Veki tarikiyle El ameşten
Zeyd’den ve geçen hadisin eşini bize tahdis rivayet etti.
Bab-5: Mevzu: Her Çocuğun Fıtrat Üzere
din-i İslam üzere doğduğu hakkında.
81
Müslümanlık üzere
Ebu Hüreyre (r.a.) dan rivayet edilmiştir, dedi ki “Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu her çocuk islâm milleti dini üzere doğar ve
sonra anne ve babası onu Yahudi ve hıristiyan veya müşrik kılarlar.
Bunun üzerine ya rasulullah dedi ya bundan Yahudi ve Hıristiyan
veya müşrik yapılmadan önce ölenler, Rasul-u Ekrem, onların
yaşamış olsalardı ne yapacak olduklarını ancak Allah bilir buyurdu.
--------Burada da çok mühim meseleler vardır, şöyle diyelim bu hadis
Peygamberimiz söylediği için Peygamberimizden sonra gelen, yani
Hakikat-ı Muhammedi üzere peygamberimiz 40 yaşından sonra
dünyaya gelen bütün insanların hepsi islâm fıtratı üzere doğar.
Yani fıtri ve tabi olarak ümmet-i Muhammed’den olmaktadırlar.
Peygamber Efendimize peygamberlik geldikten sonra doğan
bütün çocuklar islâm fıtratı üzere, islâm fıtratı üzere dediği,
Muhammedi ümmet olarak doğarlar. Neden, çünkü geçmiş
peygamberlerin ümmetleri nesilleri nesih olmuştur kaldırılmıştır.
Peygamber Efendimiz gelmezden evvel İsâ (a.s.) a peygamberlik
geldiği süreden Hz Peygambere Peygamberlik geldiği süreye kadar
doğan çocuklar iseviyet fıtratı üzerine idi. Ondan evvel doğanlar
Museviyet fıtratı üzere idiler çünkü en üst mertebede onlar vardı.
Ama Museviyet ve İseviyet peygamber Efendimizle nesh/kaldırma,
edildikten/kaldırıldıktan sonra peygamberimizden sonra gelen
bütün çocuklar islâm fıtratı üzere yani mü’min olarak, sonra annesi
babası onu hıristiyan yapar, putperest yapar, diye belirtilmektedir.
Bu da mühim bir mevzudur.
Şu anda iki tür ümmet vardır, birisi ümmet-i davet birisi
ümmet-i icabettir. Yani Müslüman olanlar ümmet-i icabet, yani
davete icabet etmiş olanlar, içinde bulunmakla şeref duyduğumuz
bizler, davete icabet etmeyenler davet edilenler kıyamete kadar
davet edilecek olanlar işte diğer insanlar.
2224. Hadis: Ebu Hüreyre (r.a.) dan rivayet edilmiştir,
Rasulullah (s.a.v.) den bu geçen hadisin manaca benzerini rivayet
etti ve fıtrat dini olan Müslümanlık üzere doğar dedi. Bu hasen
hadis sahihtir.
Bab-6: Mevzu, kaderi yalnız duanın çevirdiği hakkında.
2225. hadis: Selman (r.a.) dan rivayet edilmiştir, dedi ki
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu, “Kazayı ancak dua önler ve
ömrü yalnız iyilik arttırır” Bu babda ebu Üseyd (r.a.) dahi rivayet
edilmiştir, bu hadis garibdir onu yalnız Yahya bin Dureys’in
rivayetinden bilmekteyiz. Ebu Mevdud iki kişinin künyesidir birinin
adına Fıdda öbürünün adına Abdülaziz bin Ebu Süleyman
denmektedir, birisi basralı, öbürü Medine’lidir, her ikisi de aynı
asırda yaşamışlardır, bu hadisi rivayet eden ebu Mevdud,
Basra’lıdır, adı da Fıdda’dır.
82
--------Kazayı ancak dua önler, ömrü yalnız iyilik arttırır. Bu da çok
mühim bir hadistir. Bunu şöyle tarif ediyorlar, “kaza kaza ile red
olunur.” Kaza demek bilindiği gibi bir hükümdür, yani bir hüküm
yeni bir hüküm ile değiştirilir. Demek ki kazâ ve kader üzerinde
oynama ve değiştirme mümkün olabiliyor. Ancak bu hangisi,
kazâyı mübrem, kazâyı mutlak olan değildir, kazâyı muallâk
tarafıdır. Değiştirilebilen orasıdır. Aslında değiştirilme konusu da
incelenmesi gereken bir şeydir, bir şeyin değiştirilmesi için tesbit
edilmesi lâzımdır. Tesbit edilecek ki o değiştirilsin. Tesbit edilmemiş bir şeyin nesi değiştirilecektir.
İşte Cenâb-ı Hakk’ın bizim insiyatifimize bıraktığı bizim
şahsımıza ve irademize bıraktığı bize ait hayatımızın parçaları,
bölümleri vardır. İşte burada varlığımızda mevcut olan Esma-ı
İlâhiyelerden birisinin Mudil esmasının bir kısmını eksi yazdırması
mümkündür. Çünkü muallâk olan bizim kaderimiz bölümüne
diyelim ki şöyle iki sütun halinde kader sayfamız birisi kader-i
mutlak, yani mübrem, değiştiremeyeceğimiz tarafı, burası bizim
fiiliyatlarımızla doldurulmaktadır. Ancak bizde her türlü esma-ı
ilâhiye olduğundan eksi ve artı, kahhar esması ile birilerine vurduk
günah işledik, Cabbar esmasıyla birilerinin tarlasına girdik, yanlış
işler yaptık, gaflet esmasıyla gaflette kaldık, Mudil esmasıyla
delâlette kaldık, derken yoldan kalma ihtimalimiz oldu, işte bu
ihtimaller hep buraya yazılmış hükmündedir. Tam yazılı değil ama
yazılacak ihtimalindedir.
İşte biz bunların yerine hadi esmasını, Vehhab esmasını, Lâtif
esmasını Rezzak esmasını koyarsak yazdırırsak bakın o işte bir
kaza başka bir kaza ile değişmiş olur. Yani yerlerini kendi lehimize
değiştirmiş olmaktayız. “Kazâ kazâ ile red olunur” dediği odur, yani
bir hüküm yeni bir hüküm ile değiştirilir, hani Abdül Kadir Geylâni
Hz. leri için söylerler, Kazayı değiştirir diye söylerler bu tarihte,
görülmüş şeylerdendir. Ama kazâyı mübremin değişmesi mümkün
değildir, bunu ayıralım. Kazâyı muallâk olanın tarafının değişmesi
mümkündür.
Şöyle bir hikâye anlatılır misâl olsun diye aklıma geldi, bir
gün Geylân kasabasından, Bağdat civarından umreye gitmeye
niyetleniyor, dervişin bir tanesi, şeyhine gidiyor efendim ben bir
seyahata çıkmak istiyorum deve katarları da var belkide bir ticaret
işi, o zaman da yol güvenliği yok eşkıyalar da var, acaba bir gönül
eder misiniz bu yolda benim için bir tehlike varmıdır yok mudur
gibilerden. Şeyhi ma’nâ âlemine yöneliyor, diyor ki oğlum sen bu
yola çıkma senin için tehlike vardır diyor, o da peki efendim diyor,
evine geliyor, düşünüyor, düşünüyor bir türlü işin içinden
çıkamıyor, yani gitse tehlike var diye bir haber aldı, gitmese evi
rızık bekliyor, o malları almış satması lâzım, oradan da aldığı
malları kendi memleketinde satması lâzım, sıkıntı içerisinde ne
83
yapayım diye düşünürken bir de Abdül Kâdir Geylâni’ye gideyim
diyor.
Gidiyor Abdül Kâdir Geylâni Hz. lerine alıyorlar içeriye oturuyor
ve efendim bir maruzatım var, size arz edebilir miyim diyor, O da
buyur oğlum diyor, işte ben kervan sahibiyim kervan ile yola
çıkmam için şeyhim ile istişare ettim bana yola çıkmamamı tavsiye
etti siz ne dersiniz diye soruyor. Abdül Kâdir Geylâni Hz leri biraz
murakabaya vardıktan sonra hadi oğlum yolun açık olsun sen çık
ticaretini yap diyor, git mal sat mal al güle güle git güle güle gel
diyor. Adamcağız seviniyor, kendisine biraz daha güven geliyor,
hazırlıklarını yaptıktan sonra yola çıkıyor, nihayet menzile çıkıyor
satacaklarını satıyor, alacaklarını alıyor, bütün mallarını satmış bir
şey de almamış paralarını toplamış cebine koymuş, geri dönüyor
iken bir ikindi üzeri yolu bir kasabaya düşüyor, kasabadan
geçerken bakıyor ki bahçe yeşillik güzel cami de var sular da var
şadırvan da var, şurada bir abdes alayım ve ikindi namaını kılıp
yola öyle devam edeyim diyor.
Namazı kıldıktan sonra yorgun olduğu için bir ağaç gölgesinde
biraz dinleneyim diyor. ceketini de toparlayıp o ağacın yukarıdaki
bir dalı arasına sıkıştırıyor yani gizliyor. Uykusu arasında haramiler
gelmişler baskın yapmışlar parasını malını almışlar hepsini ne varsa
ve boğazından da kesmişler. Bu rüyada olan bir hadisedir. O can
havliyle bir uyanıyor, bakıyor ki hakikaten boğazından ince bir çizgi
var kan damlamaya başlıyor, hemen ceketine bakıyor, ceket
yerinde duruyor, ceketini alıyor hiç durmadan yoluna devam
ediyor. nihayet yolları bittikten sonra hemen kendi kasabasına
gelince Abdül Kâdir Geylâni Hz lerini ziyarete gidiyor. Heyecanlı bir
şekilde bu işin sırrı neydi, rüyada gördü, ama kan var, boğazında
hadise rüyada olmuş olsaydı kan olmazdı, sadece bu olay
hayalinde olurdu.
Abdül Kâdir Geylâni Hz leri soruyor ne oldu gittin geldin mi
diye, efendim gittim geldim ama bir hadise oldu rüya gördüm
çözemedim bu hadiseyi, nedir diye anlat bakalım diyor neymiş
hadise, işte başından geçenleri anlatıyor, ben diyor mallarımı
sattım paramı da aldım bir kasabadan geçerken ikindi namazını
kıldım, biraz dinlenmek için ağacın altına uzanmıştım paramı da
yukarı koymuştum, rüya görmeye başladım rüyada 40 haramiler
geldiler beni soydular paramı aldılar, boğazımı kestiler gittiler ben
de can havliyle uyandım, baktım ki boğazımdan ince ince kanlar
akmaktadır. Abdül kâdir Geylâni Hz leri gülüyor, oğlum diyor biz bu
hadiseyi biliyorduk yani şeyhin sana doğru söylemişti çıkma sen
oraya senin için tehlike var demişti.
Ama, biz sana bu kaderi rüyada yaşattık diyor. Bakın kaderin
değiştirilebilir hükmü olduğunu bu hikâye bu hadise ile ama
neresidir, kader-i muallâk bölümü kader-i mutlak değildir. Eğer
onun mutlak ma’nâda orada katledileceği bildirilseydi o ne şeyhine
84
giderdi ne de Abdül Kâdir Geylâni Hz lerine giderdi. Kendisi yola
çıkardı ve başına o hadise gelirdi. Hiçbir yardım da almazdı. İşte
bilinmesi lâzım gelen şey kaderin değişebilen tarafı muallâk olan
tarafıdır ve o kaderin o yönünü biz oluşturmaktayız.
--------Bab-7: Kalplerin Rahmanın iki Parmağı Arasında Olduğu
Hakkındadır.
2226. Hadis, Enes (r.a.) tarafından rivayet edilmiştir, dedi ki
Rasulullah (s.a.v.) sık, sık “Ey kalpleri değiştiren kalbimi dinim
üzere sabit kıl “ derdi. Efendimiz böyle dua edermiş. Ya rasulallah
dedim, sana ve getirdiğin şeriata inandık, bu durumda bizim için
korkuyor musun? Hâlâ bizim için korkuyor musun, buyurdu ki
“Evet çünkü kalpler Allah’ın iki parmağı arasındadır, onları dilediği
şekilde çevirir” diyor. Cenâb-ı Hakk’ın iki parmağı Celâl ve Cemâl
dir, kâh Celâl’e çevirir, kâh Cemâl’e çevirir diye izah edelim. Bu
hadis hasen sahihtir, birden çok kişi bu hadisi böylece el Ameş’ten,
Ebu Süfyandan, Enes’ten rivayet ettiler.
Bab-8: Mevzu Allah’ın Cennete ve Cehenneme girecekleri
önceden Tayin Ettiği Hakkındadır.
Abdullah bin Amr (r.a.) dan rivayet edilmiştir, dedi ki Rasulullah
(s.a.v.) elinde iki kitap olduğu halde bir gün üstümüze çıkageldi,
bu iki kitabın ne olduğunu biliyor musunuz buyurdu, hayır ya
rasulullah ancak bize bildirirsen biliriz dedik! bunun üzerine sağ
elindeki kitap için bu âlemlerin rabbinden bir kitaptır, cennete
gireceklerin adları, baba ve kabilelerinin isimleri bu kitapta
mevcuttur, orada son kişilere kadar icmalen yazılmıştır ki, artık
onların sayısı zinhar arttırılmayacak ve eksiltilmeyecektir.
Sonra sol elindeki kitap için de bu da âlemlerin rabbından bir
kitaptır, cehenneme gireceklerin adları, baba ve kabilelerinin
isimleri bu kitapta mevcuttur, orada son kişilerine kadar icmalen
yazılmıştır, artık onların sayısı arttırılmayacak ve eksiltilmeyecektir.
Buyurdu. Rasul-u Ekrem’in ashabı Ya rasûlallah dediler, durum
önceden tamamlanmış takdir edilmiş ise o halde amel neye yarar,
rasûl-u Ekrem şöyle buyuruldu, doğru olun ve mutedil davranın
çünkü cennete girecek kişi her ne amel işlemiş olursa olsun, onun
ameli cennet ehlinin ameli ile son bulacaktır.
Cehenneme girecek kişi de her ne amel işlemiş olursa olsun,
onun ameli Cehennem ehlinin ameli ile nihayet bulacaktır. Buna
mütakip Rasulullah (s.a.v.) iki eli ile işaret ederek onları attı, ve
sonra şöyle buyurdu, “Rabbınız kulların kaderini tayin etmiştir, bir
bölük cennete bir bölük cehennemedir. Hani o Mutezile ve Cebriye
alimlerinin kader hakkındaki kanati var ya onlar da belirli hadisler
den alarak yola çıkarak bunları hüküm haline getirmekteler, biz de
tek tek bu hadis-i şerifleri ele alır isek sadece o hadisin belirttiği
85
yönden kader anlayışını anlamaya çalışırsak biz de çok isabetli
olmayız.
Çünkü Peygamber Efendimiz kader mevzularını değişik
mertebelerden bildirmiş, her hadis-i şerifi bir başka mertebeden
bildirmiştir. Onun için bunların bütün özetini çıkararak her hadisin
de hakkını vererek kader anlayışına ulaşmak gerekiyor. İlâveleri
var; Allah bir kuluna hayır murad ederse onu kullanır, Ya
Rasulullah o kulunu nasıl kullanır, Rasûl-u Ekrem; ölümünden önce
ona salih amel işlemeyi muvaffak kılar buyurdu.
Bab-9: Mevzu: Adve hame ve Safer itikadının batıl olduğu
hakkında.
2230. hadis; İbn-i Mesud (r.a.) dan rivayet edilmiştir, dedi ki
Rasulullah (s.a.v.) bize hutbe irad ederek hiçbir şey hiçbir şeye
hastalığını bulaştıramaz buyurdu, bunun üzerine Arabi bedevidir,
ya rasulullah haşefesi uyuzlu erkek deveyi ağıla alıyoruz ve sonra
bütün develeri uyuz yapıyor, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu, o
halde birinci deveyi uyuz yapan kimdir, hani deve diğerlerini uyuz
yaptı dediler ya birinci deveyi uyuz yapan kimdir, adve ve safer
yoktur, Allah her canlıyı yaratmış onun hayatını rızkını ve
nusubetlerini takdir etmiştir.
Bab-10: Mevzu; hayrı ve şerri ile kadere iman hakkındadır.
2231. Hadis: Cabir bin abdullah’dan rivayet edilmiştir, dedi ki
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu, bir kul hayırı ve şerri ile kadere
iman etmedikçe kendisine isabet eden hayır ve şerrin ondan
şaşmasına kendisini atlayan hayır veya şerrin ona isabet etmesine
zinhar imkân olmadığında bilmedikçe mü’min olamaz.
2232. Hadis: Ali (k.a.v) den rivayet edilmiştir dedi ki Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu, kul şu dört esasa iman etmedikçe mü’min
olamaz. Allah’tan başka mabudi hakiki olmadığına ve benim
Allah’ın rasulü oldup beni Hakk ile gönderdiğine şahadet edecek
ölüme inanacak ölümden sonra dirilmeye inanacak ve kadere iman
edecektir.
Bab-11: mevzu her canlının takdir edilen yerde öleceği
hakkında.
2235. Hadis: Matar bin Yukamis (r.a.) dan rivayet edilmiştir,
dedi ki Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu, Allah bir kulun muayyen
bir yerde ölmesini takdir ettiği vakitte onun işini oraya düşürür,
yani onu oraya gönderir, orada canını alır.
--------Bu hususta şöyle bir bilgi vardır, belki duymuşsunuzdur, bir gün
Hz Süleymanın huzurunda bir toplantı yapılıyormuş görevliler de
büyükler de oraya gelmişler, o görevlilerin içinden birisi varmış o
toplantıya gelenlerden birisi o kişiye şöyle bir bakmış, biraz şiddetli
86
bakmış, o bakılan kişi bakanın bakışından rahatsız olarak toplantı
bittikten sonra hemen Süleyman (a.s.) a gitmiş, ya Süleyman ben
korktum, yani o kişiden korktum, beni Hindistana Çin’e gönder
diyor, Süleyman (a.s.) kendisinde bulunan güçlerle yani kullandığı
o üç harflilerle o adamı anında Hindistan’a gönderiyor. Bakıyor
Hindistanda Pazar içinde dolaşmaya başlıyor, kendisini Pazar
yerinde buluyor. Pazar yerinde dolaşırken aynen Hz süleymanın
Huzurunda ki kişiyi Pazar yerinde de görüyor. Ve o kişinin orada
canını alıyor.
Meğerse o gördüğü Azrail (a.s.) imiş, sonra Hz Süleyman ile
görüştüğünde neden bunu korkuttun dediğinde ben diyor hayrete
düştüm elimdeki listede o kişinin canını Hindistanda alacaksın diye
yazıyordu, ama ben onu senin huzurunda gördüğüm için onun
canını nasıl Hindistanda alacağım diyor, işte o da bundan korktu ve
Hindistana gitti diyor. Demek ki program doğruymuş. İşte oradaki
mevzu da canını nerede alacaksa oraya gönderir.
--------Bab-12: Mevzu; Efsun; okunma ve ilaçların hiçbir surette
Allah’ın kaderini önlemediği Hakkındadır.
2238. Hadis: Ebu Hüreyre (r,a) dan rivayet edilmiştir, bir adam
Rasul (s.a.v.) e gelerek, yaptırdığımız efsun, yanı okuma,
okunmaların tedavide kullandığımız ilaçların ve tuttuğumuz
perhizlerin Allah’ın kaderinden her hangi bir şeyi önleyeceği
görüşünde misiniz, diye sordu, Rasul-u Ekrem; “Onlar da Allah’ın
kaderindendir” buyurdu. Bu hadisi yalnız Ezühri’nin rivayetinden
bilmekteyiz, birden çok kişi bu hadisi süfyan tarikiyle Zühriden
Ebu Huzame’den babasından rivayet etmişler dir. Bu rivayet daha
sağlamdır.
Bab-13: Mevzu; Kaderiye mezhebi hakkında.
İbn-i Abbas (r.a.) dan rivayet edilmiştir, Rasulullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu, ümmetimden iki sınıf vardır ki onların islâmdan
nasibi yoktur. Mürcie ve kaderiye fırkalarıdır.
Bab-14: Mevzu insan oğlunun çevresinin 99 ölüm tehlikesiyle
kuşatıldığı hakkında.
Abdullah bin Eşşıhır (r.a.) tarafından rivayet edilmiştir
Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki “Adem oğlu yanı başında 99 ölüm
tehlikesi olduğu halde tasvir edilmiş yaratılmıştır. Şayet bu ölüm
tehlikelerini atlatırsa ihtiyarlığa düşer ve neticede tabi ölüm ile
ölür.
--------Bu da çok üzerinde durulması lâzım gelen şeydir, nedir bu 99
ölüm, her bir Esma-ı İlâhiyenin onun üzerindeki ölümüdür. Diğer
bir ifade ile Esma-ı İlâhiyenin ölümü değil, Esma-ı İlahiyenin kendi
87
nefsinde olan kendinin sahiplendiği Esma-ı ilâhiyyenin onlar o
zaman onun nefsine ait yani nefsine sahip çıkmasıyla nefsinin
sahip çıkmasıyla Allah’ın isimlerine sahip olmakta, işte bunların
hepsinin ölmesi nefsinden ölmesi demek, Cenâb-ı Hakk’a iade
etmesi demektir. Yani Esma-ı İlâhiyeyi gerçek ma’nâda kullanması
mevzuunda dır.
Kadere inanmamak hakkında:
2243. Hadis. Nafiden rivayet edilmiştir Abdullan bin Ömer (r.a)
ya bir adam gelerek falanın sana selâmı var dedi, bunun üzerine
Abdullah bin Ömer şöyle konuştu, bana ulaştığına göre o şahıs dine
bidad sokmuş kaderi inkâr etmiştir. Şayet gerçekten dine bidad
sokmuş ise, ona benden selâm söyleme, çünkü ben Rasulullah
(s.a.v) den bu ümmette veya ümmetimde şek kendisinden
gelmektedir, kaderciler yüzünden mutlaka yere batma veya şekil
değiştirme veya taşlanma olacaktır buyurduğunu işittim diye ilâve
etmiştir.
Abdül Vahid bin Süleyman’dan rivayet edilmiştir, dedi ki
Mekke’ye geldim Ve Ata bin Ebi Rabah ile karşılaştığımda kendisine
Ya eba Muhammed dedim, Basra’lılar kaderi inkar ediyorlar, bana
evlatçığım Kur’an okuyor musun dedi, evet dedim o halde ez Zuhr
suresini oku, ben de ayetlerini okudum, Ümm’ül Kitap nedir
bilirmisin, dedi Allah ve Rasulu bilir dedim, O göğü yaratmadan ve
yeryüzünü yaratmadan önce Allah’ın yazmış takdir etmiş olduğu bir
kitaptır, ki firavunun Cehennem ehlinden olduğu onda mevcuttur.
Übade bin es Samidden oğlu Velid ile karşılaştım ve kendisine
ölümüne yakın babasının sana vasiyetin ne idi diye sordum, dedi ki
beni yanına çağırdı şöyle dedi, “Ey evlatçığım Allah’ın gazabını
mucib hareketlerden sakın bilmiş ol ki Allah’a inanmadıkça ve
bütün kadere, hayrına ve şerrine iman etmedikçe, Allah’tan ittika
etmiş olmazsın, şayet bundan başka itikad üzere ölürsen,
cehenneme girersin, çünkü ben Rasulullah (sav) den şöyle
buyurduğunu işittim, “Allah en önce kalemi halk etti, ona yaz
buyurdu, kalem ne yazayım dedi, Allah kaderi, olanı, ve ebediyete
kadar olacağı yaz buyurdu.
2245. Hadis: Rivayet edilmiştir diyor ki Rasul (s.a.v.) den şöyle
buyurduğunu işittim, “Gökleri ve yerleri yaratmadan 50 bin sene
önce Allah ölçüleri takdir etmiştir.
Ebu Hüreyre (r.a) dan rivayet edilmiştir dedi ki; Kureyş
müşrikleri kader mevzuunda dava görmek üzere Rasulullah (sav) a
geldiler bunun üzerine 54/47-48-49 ayetleri nazil oldu,
-------------------
‫اﻟﺮﱠﺟ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﻄَﺎن‬
ِ ‫ﺑِﺎﻟﱠﻠﻪَِﻣﻦ اﻟ ْﺸﱠﻴ‬
ِ ُ‫اَﻋُﻮذ‬
88
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ ﴾ ْﺑِﺴِﻢ‬١﴿
Kaza ve Kader mevzuunda Hadis-i Şeriflerden bazı bölümler
okumuştuk şimdi de âyet-i kerimelerden bir kaç ayet okuyalım.
Bakara Suresi 216. Ayette buyurur;
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
‫اَن ﺗَ َﻜُْﺮﻫﻮا َْﺷﻴﺌً ﺎ‬
ْ ‫ﺘَﺎلَ َُوﻫﻮ ْﻛُﺮﻩٌ ﻟَ ْﻜُﻢَ وﻋَۤﺴﻰ‬
ُ ‫ﺘِﺐ َﻋْﻠَﻴ ُﻜُﻢ اﻟِْﻘ‬
َ ‫ ﴾ ُﻛ‬٢١٦﴿
‫ْﺘُﻢ‬
ْ ‫اَن ُﲢِ ﺒﱡﻮا َْﺷﻴﺌً ﺎ َ َُوﻫﻮ ﻟَﺷﱞْﻜﺮُﻢَ واﻟﻠﱠﻪُ ﻳـ َْﻌﻠَُﻢَ واَﻧـ‬
ْ ‫َ َُوﻫﻮ ٌَْﺧﻴـﺮ ﻟَ ْﻜُﻢَ وﻋَۤﺴﻰ‬
‫ﻮن‬
َ ‫ﻻ ﺗ ْـَﻌﻠَُﻤ‬
2/216-Cihad hoşunuza gitmediği halde üzerinize farz kılındı bazen
bir şeyden hoşlanmazsınız halbuki o şey sizin için bir hayırdır, ve
bazen de bir şeyi de seversiniz halbuki o şey sizin için bir şerdir.
AllahTeala bilir siz bilmezsiniz.
--------Âyet-i Kerîmede öyle belirtiliyor, karşımıza gelen bazı şeyler bizim
için şer gibi gözükür, ama arkasından hayır gelir, bazı şeyler vardır
da, baştan hayır gibi görünse de, arkasından şer çıkar, onun için
başımıza gelen her hangi bir şey hakkında, ön yargılı olmamalıyız.
Bu nerden geldi başıma, niçin oldu bunlar şimdi zamanı mıydı, ben
ne yaptım ki, bunlar geldi başıma? diye hiç bunlardan yerinmemek
lâzımdır, hani Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz leri der ya “Bak sonunu
sabreyle, görelim mevlâm neyler, neylerse güzel eyler”
--------Yunus Suresi 61. Ayette buyurur;
‫ُﻮنِ ْﻣﻦ‬
َ ‫ُﻮن ِﰱ َﺷﺎء ْ ٍنََوﻣﺎ ﺗـَْﺘـﻠُﻮا ِﻣﻨْﻪُ ِ ْﻣﻦ ﻗ ْـُﺮ ٍاَنَ وﻻﺗ َْـَﻌﻤﻠ‬
ُ ‫﴾ََوﻣﺎ ﺗَﻜ‬٦١﴿
‫ﺑﱢﻚِ ْﻣﻦ‬
َ ‫ُب ْﻋَﻦَ ر‬
ُ‫ﻮن ﻓِ ِﻴﻪََوﻣ ﺎ ﻳـ َْﻌﺰ‬
َ ‫ﻴﻀ‬
ُ ‫َﻋَﻤٍﻞ ا ِﻻ ُﻛﻨﱠﺎ َﻋﻠَْﻴ ْﻜُﻢ ُُﺷﻬًﻮدا ا ِ ْذ ِﺗُﻔ‬
‫اَﻛﺒـﺮ ا ِﻻ‬
َْ ۤ‫ذَﻟِﻚَ وﻻ‬
َ ‫اَﺻ َﻐَﺮِ ْﻣﻦ‬
ْ ۤ‫اﻟﺴﱠﻤﺎِۤءَ وﻻ‬
َ ‫ضَ وﻻ ِﰱ‬
ِ ‫اﻻَر‬
ْ ‫ِﻣﺜَـْﻘ ِﺎل ذَرﱠةٍ ِﰱ‬
‫ﺒِﲔ‬
ٍ ‫ﺘَﺎبُ ﻣ‬
ٍ ِ‫ِﰱ ﻛ‬
10/61
ve sen bir işte bulunmazsın ve Kur’an’dan bir şey
okumazsın ve sizlerde amelden bir şey yapmazsınız ki illa biz sizin
üzerinize o işe daldığınız zaman şahidleriz ve rabbinden ne yerde
89
ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey gaip bulunmaz ve ondan ne
daha küçük ve ne de daha büyük bir şey yoktur ki illa apaçık olan
bir kitapta yazılıdır.
--------Yani siz en küçücük ne yaparsanız yapın bunların hepsi yazılmıştır
deniyor.
--------Neml Suresi 75. Âyetinde buyurur;
‫ﺒِﲔ‬
ٍ ‫ﺘَﺎبُ ﻣ‬
ٍ ِ‫ض ا ِﻻ ِﰱ ﻛ‬
ِ ‫اﻻَر‬
ْ ‫اﻟﺴﱠﻤﺎِۤءَ و‬
َ ‫َوﻣﺎ ِ ْﻣﻦ َﻏﺎۤﺋِ ﺒ ٍَﺔ ِﰱ‬٧٥
َ﴾ ﴿
27/75- Gökte ve yerde bir gaip bir gizlenmiş şey yoktur ki apaçık
bir kitapta yazılmış olmasın
--------Enam Suresi 59. Ayette buyurur;
‫ْﺐ ﻻ ﻳـ َْﻌﻠََُﻤﻬﺎۤ ا ِﻻ َُﻫﻮَ وﻳـ َْﻌﻠَُﻢَ ﻣﺎ ِﰱ اَﻟْﱢﺒـﺮ‬
ِ ‫ﺎﺗِﺢ اﻟْﻐَﻴ‬
ُ ‫﴾َ ِوﻋﻨَْﺪﻩ ُ َ َﻣﻔ‬٥٩﴿
‫ض‬
ِ ‫اﻻَر‬
ْ ‫ﺎت‬
ِ ‫ُﻂ ِ ْﻣﻦََور ٍﻗَﺔ ا ِﻻ ﻳـ َْﻌﻠََُﻤﻬﺎَ وﻻ َﺣٍﺒﱠﺔ ِﰱ ﻇُﻠَُﻤ‬
ُ ‫ﺗَﺴﻘ‬
ْ ‫َﺤِﺮََوﻣﺎ‬
ْ ‫َ واﻟْﺒ‬
‫ﺒِﲔ‬
ٍ ‫ﺎبُ ﻣ‬
ٍ َ‫ﺎﺑِﺲ ا ِﻻ ِﰱ ﻛِ ﺘ‬
ٍ َ ‫ْﺐَ وﻻ ﻳ‬
ٍ ‫َ وﻻَ رﻃ‬
6/59-Gaybın anahtarları onun Cenab-ı hakkın yanındadır, onları
ancak başkası bilemez ve karada ve denizde ne varsa bilir, bir
yaprak düşmez ve yerin karanlıkları içinde bir dane de bulunmaz ki
illa onu bilir. Ve bir yaş ve bir kuru da yoktur ki illa apaçık
kitaptadır.
--------Tevbe Suresi 51. Âyette buyurur
‫اﻟﻠﱠﻪ‬
ِ ‫ﺘَﺐ اﻟﻠﱠﻪُ ﻟَﻨَﺎ َُﻫﻮَْﻣﻮﻟَﻴﻨَﺎَ َوﻋﻠَﻰ‬
َ ‫ُﺼَﻴﺒـﻨَ ﺎۤ ا ِﻻَ ﻣﺎ َﻛ‬
ِ ‫ﻗُﻞ ﻟَْﻦ ﻳ‬
٥١
ْ ﴿﴾
‫ﻨُﻮن‬
َ ‫ﱠﻞ اﻟُْﻤﻮء ِْﻣ‬
ِ ‫َﻓـﻠْﻴ ََﺘـَﻮﻛ‬
9/51-De ki bize Allah Teala’nın yazmış olduğu şeyden başkası
isabet etmez, o bizim mevlamızdır mü’min olanlar artık Allah
Teala’ya tevekkül etsinler.
--------Kamer Suresi 49. Âyette buyurur
90
‫َﻰء َﺧﻠ َْﻘﻨَﺎﻩ ُ ﺑِﻘََﺪٍر‬
ٍ‫ُﻞ ْﺷ‬
‫﴾ ا ِ ﻧﱠﺎ ﻛﱠ‬٤٩﴿
49-Muhakkak ki biz her şeyi bir kader, muayyen bir ölçü ile halk
ettik.
--------Kamer Suresi 52. Ayette buyurur:
‫َﻰء َﻓـَﻌﻠُﻮﻩ ُ ِﰱ اﻟﺰﱡﺑ ُ ِﺮ‬
ٍ‫ُﻞ ْﺷ‬
‫َﻛﱡ‬
‫ ﴾ و‬٥٢﴿
52- Ve her neyi yapmışlar ise defterlere kayıtlıdır.
--------Hadid Suresi 22. Ayette buyurur,
‫ضَ وﻻ ِۤﰱ اَﻧـْﻔُِﺴ ْﻜُﻢ ا ِﻻ ِﰱ‬
ِ ‫اﻻَر‬
ْ ‫ﺎبِ ْﻣﻦُ ﻣِﺼﻴﺒ ٍَﺔ ِﰱ‬
َ ‫اَﺻ‬
َ ۤ‫ ﴾َ ﻣﺎ‬٢٢﴿
ٌ ‫اﻟﻠﱠﻪ ﻳ َِﺴﲑ‬
ِ ‫ذَﻟِﻚ َﻋﻠَﻰ‬
َ ‫اَن ﻧـََْﺒـﺮ َاَﻫﺎ ا ِ ﱠن‬
ْ ‫ﺘَﺎب ِ ْﻣﻦ ْﻗـَﺒِﻞ‬
ٍ ِ‫ﻛ‬
22- Ne yerde ve ne de kendi nefislerinizde nusibetten bir şey
isabet etmez ki illa o onu yaratmamızdan evvel bir kitapta
yazılmıştır. Şüphe yok ki bu Allah’a göre pek kolaydır.
------------------Şimdi gelelim işin daha mühim ve biraz zor tarafına, gerçi zor
darken, hiçbir bilinen şeyin zorluğu olmaz, ama anlayışlar
bakımından biraz teknik terimler olduğundan, belki bu yönden
zorlanabiliriz. Fusus’l hikem 1. Cild mukaddime bölümü sayfa 17 de
İkinci Vasl:
A’yân-i sâbite mec’ul değildir
A’yân-ı sâbite mec’ul değildir, sözünden biz ne anlıyoruz,?
evvelâ a’yân-ı sâbite nedir, a’yân-ı sâbite; sâbit olan ayn, sabit
olan hakikatlerimiz, Hakk’ın indinde sâbit olan kayıda geçmiş olan
bizim ilm-i ilâhideki programlarımız, yani bütün âlemde ne varsa,
başta insan olmak itibariyle, her birerlerimizin programları Hakk’ın
indinde mevcuttur. Yani bizim göz rengimizden tutalım da,
saçımızdan, başımızdan, boyumuzdan, kilomuzdan, neyimiz varsa
bunların hepsi programlanmış vaziyettedir. Ama biz biraz çok yeriz,
bunu daha sonraki süre içerisinde genişletiriz, hücre yapımızı
arttırırız, ama az yeriz biraz daraltırız, o yazılmış da hiç değişmez
hükmünde değildir. Ana varlığı itibariyle Cenâb-ı Hakk, bizim bütün
fıtri yapımızın, programını gerek fiziksel, gerek tıp olarak, gerek
ilmi olarak, gerek ruhi gerek nuri gerek bedeni olarak, bütün
kayıtlarımız programlarımız Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i ilâhisinde
mevcuttur, toplu olarak mevcuttur.
91
Nasıl ki bir arabanın bütün parçalarının programları bir bir
gramına kadar kaç diş olacağına kadar bir vidanın büyüklüğü
ölçüleri işte bir vida arıyorsunuz 2 mm ye 5 mm diyor, ölçülerini
veriyor. Bir demir parçasının insanlar tarafından hesapları tutuluyor
ise, Allah’ın mutlak kuvveti kudreti ilmi içerisinde halk etmiş
olduğu bütün âlemini bilhassa insanını programsız başı boş bırakır
mı? Ayet-i Kerime’de zâten belirtiliyor, 26/146
‫ُﻮن ِﰱَ ﻣﺎ َُﻫﻬﻨَ ﺎۤ ِاَﻣﻨَِﲔ‬
َ ‫َﻛ‬
‫﴾ اَﺗـُْﺘـﺮ‬١٤٦﴿
26/146- sizler böyle başı boş bırakılacağınızı mı zannediyorsunuz?
Yani Cenâb-ı Hakk bizi dünya meydanına gönderdi, biz
zannediyoruz ki bizimle kimse ilgilenmiyor, ben istediğim gibi
yaşıyorum, gidiyorum, yiyorum, içiyorum, çalışıyorum geziyorum,
dolaşıyorum, yatıyorum uyuyorum, gibi mi zannediyorsunuz acaba
siz? hayır, bizim her anımız kontrol altındadır, bu a’yân-ı sâbite
programı içerisinde, kazâ ve kader hükümleri içerisinde, bize
ayrılan sürelerimiz vardır, Cenâb-ı Hakk’ın âmir hükmü ile
üstümüzde ki hükümleri vardır, O’nun âmir hükümleri vardır,
böylece biz hayatımızı sürdürüyoruz. İşte a’yân-ı sâbiteyi tarif
ederken, kabaca bizim programımız, ama nasıl oluyor, program
şimdi ona bakalım.
Daha evvelce dinleyenler belki var ama tekrarında yarar vardır,
kaç defa okursak, dinlersek, meratip olduğu için bu yazıların
içerisinde, her okuyuş dinleyişte, bir başka açılımı olur. Bir başka
yaklaşımı olur, çünkü bu tür bilgiler sadece nakli ve rivayet bilgiler
değil yaşam ve tatbikat bilgileridir. Yani kişinin kendi bünyesine
intikal ettireceği, ve kendi bünyesinde bizzat, bizâtihi tatbik
edeceği insani bilgilerdir. Tabiat bilgisi, gök yüzü bilgisi astroloji
astronomi bilgisi, deniz altı bilgisi, fizik kimya bilgisi değildir, onlar
nakil olarak öğrenilir, ama bunlar nakil olarak aktarılır. Yani, sonra
bizâtihi kişi kendi tadışıyla kendi yaşayışıyla bilinecek, öğrenilecek,
asli bilgilerdir, ana bilgilerdir, ana programlardır.
İşte insanın kendi gerçek halini bilebilmesi için cem olarak da
olsa, yani mücmel toplu olarak da olsa, bu a’yân-ı sâbite bilgisine
mutlak surette ihtiyacımız vardır. Çünkü bizim aslımızı, asli
programımızı burası meydana getiriyor. Biz aslımızı neslimizi
bilmezsek, kendi birey olarak yaşasak ne olacak, yaşamasak ne
olacak, gaflet içerisinde yaşasak ne olacaktır.
Bu âyet-i kerîme de, insanın varlığını sorumlu olduğunu ve
hesaba çekileceğini, açık olarak ifade etmektedir. T.B.
------------------Şimdi metinden devam edelim;
92
Ayan-ı sabite suver-i ilmiye-i esmaiyyeden ibaret
olduklarından vücud-u haricileri yoktur. Bunlar kendi tabiri ile
anlatılan cümlelerdir, yani tam Türkçe dediğimiz metne
dönüştürülemiyor. Dönüştürüldüğü zaman ma’nâ yapısı, ve
yoğunluğunu kayıp ediyor, biraz daha hafiflemiş oluyor. ama yine
de daha hafifletmeye çalışarak okuduğumuzda, a’yân-ı sâbite
esma-ı ilâhiyenin ilmi suretlerinden ibarettir ve bunların bir
toplamıdır. Yani her bir a’yân-ı sâbitede bütün esma-ı İlâhiyenin
ilmi olarak özellikleri vardır. Çünkü daha orası ilim mertebesi
olduğundan dışarıya çıkış yoktur Allah’ın Zât’ındaki ilmidir.
Vücud-u haricileri yoktur, şimdi bizim bir düşüncemiz var,
diyoruz ki, yarın şuraya gidelim, veya mekanik bir sistem tasavvur
ediyoruz aklımızdan, daha öyle bir sistem zuhura gelmiş değil,
yapılmış değil mucitlerin icat ettiği şeyler gibi, o zihinde, bakın ilmi
olarak zihindeki bir suret, yani kişinin Zat’ında olan bir surettir.
Daha henüz harici vücutları yoktur, yani dışarıya çıkmış bir
görüntüleri yoktur, ne zaman ki o mucit, o kafasında düşündüğü
şeyi, mekanik olarak dışarıya çıkartıyor, o zaman o aklındaki harici
vücuda geçmiş oluyor, hariçte görüntüye gelmiş oluyor. İşte a’yânı sâbitelerin böyle hariçte bir vücutları yoktur. halbuki “Ceal” yani
a’yân-ı sâbite mec’ul değildir, halbuki ceal müessirin tesirinden
ibarettir. Şimdi şuradaki bardağı ben tuttum kaldırdım, nasıl kalktı
bu, müessir yani tesir edicinin tesiri ile kalktı yani bir muharrik
gerekti. Kaldırdım ve yere indirdim, burada bir kaldırma, bir
indirme, tesiri ile oldu.
İşte ceal etmek yani bir şeyi meydana getirmek bu demektir,
yani bir tesir ile oluşmaktadır yani bir şeyin vücudunun olması, ve
hareket etmesi, ama a’yân-ı sâbite ceal edilmemiştir, yani daha
herhangi bir tesir ona tesir etmediği için, zuhura faaliyete çıkmamıştır, İlm-i İlâhiyede mevcuttur. Kişinin beyninde mevcuttur. Peki
o beyninden dışarıya çıkması nasıl olmaktadır, işte bir tesir ile
olmaktadır. Bizdeki irade ve kudret ve kuvvet onu ortaya çıkarmakta, kesmekte, parçalamakta malzeme almakta doğramakta
müessirin tesir etmesi ile, bir varlık ortaya çıkmaktadır.
Ceal işte bu değildir, mec’ul olan. Ceal faaliyette olandır, bu
faaliyet olmadığı için o a’yân-ı sâbite henüz mec’ul değil, yani halk
edilmiş değildir. Bunlar ise mahal-i tesir ve infial olmadıklarından
mec’uliyet-leri mevzubahis olamaz. Yani İlm-i İlâhiyede mevcut
olan a’yân-ı sâbitelerin ceal edilmiş olmaları mümkün olmaz. Yani
halk edilmemişlerdir. Zuhura çıkmamışlardır, vardır ama ilm-i
ilâhide mevcuttur a’yân-ı sâbitelerimiz. Yani bunlar yapılarak bakın
fiille yapılarak vücuda getirilmiş şeyler değildir neler, a’yân-ı
sâbiteler. Bunlar yapılmış, sonradan olmuş şeyler değildir, zira
şuunat-ı Zat’iyeden ibarettir. Yani Allah’ın dilemesinden şe’ninden
Allah’ın özelliklerinden ibarettir.
93
Bizim Cenâb-ı hakk’ın ilm-i İlâhisinde olan programlarımız
sonradan meydana getirilmiş bir tesir ile ceal edilmiş zuhura çıkmış
şeyler değildir. Cenâb-ı Hakk’ın bizim üzerimizdeki tasarrufu
programları budur. Şuunat Zat’ın iktizatıdır, yani buradaki şuunat
Zat’ın gerekliliğidir. Zat’ın özelliği hususiyetidir ve Zat ile beraber
kadimdir. Bakın şu cümleye çok dikkat çekelim, a’yân-ı sâbite Zat
ile beraber kadimdir. Bakın şu kelimeyi anlayarak yaşayabilmemiz
bizim Allah’ın indindeki değerimizin, ne kadar yüksek olduğunu
bize açık olarak göstermektedir.
A’yân-ı sâbitelerimiz mec’ul değil, yani sonradan var edilmiş
değil, Allah’ın Zat’ıyla beraber kadim yani ezelidir, insanoğlunun
a’yân-ı sâbiteleri. Ama efendim ben 1900 senesinin şu zamanında
bu zamanında dünyaya geldim, nereden ezeli oldum, o tarihte
dünyaya gelen bizi ceal edilmiş, yani halk edilmiş vücutlarımızdır,
elbiselerimizdir, biz değiliz bizim eğer bir yaş vermemiz gerekirse
belki mübalâğalı gibi olacak ama yaş belirtmek gerekirse hepimizin
yaşı dedemizin yaşı olan Âdem (a.s.) ın yaşıdır bizim hepimizin
yaşı.
Dünyaya gelme yaşımızı ceal olarak düşünürsek, var edilmiş
olarak hepimizin yaşı Âdem (a.s.) ile başlar suri yaşlar, ama biz
ondan on bin yıl sonra gelmişizdir, o ayrı konudur, dünyaya
indirilişimiz onunla beraberdir. Ancak bu yine zuhurda olan ceal
tarafımızdır. A’yân-ı sâbite hakikatimiz olarak ne yaşımız belli ne
başımız belli, ezeli Allah’ın varlığında mec’ul olmadığından yani
onlar var edilmediğinden, Zât’ının gereği olarak o programlar
Allah’ta mevcudiyetimiz dolayısıyle de ezeliyiz. İnsandan başka
hiçbir varlığın, böyle bir ezel ve ebed hususiyeti yaşantısı yok,
olamaz da.
Ve şuunat Zat’ın iktizatı yani gereğidir, Zat ile beraber,
kadimdir ve şuunat-ı Zat’iye bir cealin ceali ile mec’ulen mevcut
olmadıkları gibi bir müessirin tesiri altında da değildirler. Yani
a’yân-ı sâbiteler herhangi bir ceal ile yani bir kılma bir dileme ile
bir faaliyet ile, ve bir tesir ile mevcut olmadıkları gibi, yani her
hangi bir tesirden, müteessir olmadıkları gibi bunlar onun hükmü
altında da değildirler. Mademki zat-ı vücut mevcuttur, yani Allah’ın
vücudu mevcuttur, elbette onlarda onunla beraber mevcuttur. Yani
a’yân-ı sâbite Allah’ın mevcut vücuduyla, vücut dediğimiz zaman,
bu âlemler mevcudattaki vücut değildir. İlm-i ilâhide Allah’ın bâtın
âlemdeki varlığı, mutlak vücut buna deniyor. Vücut dendiği zaman
bir varlık zannederiz öyle bir varlık değildir.
Misal: Bir insanda gülme ve ağlama gibi bir çok şe’nler
vardır, insan gülmediği ve ağlamadığı vakitle, bu şe’nler bil kuvve
mevcut ve bil fiil madumdur. Şimdi her birerlerimizde az da olsa
çok da olsa gülme ve ağlama hususiyetlerimiz vardır. Ama şu anda
bakın kimse ne ağlıyor, ne de gülüyor. Nerede mevcuttur, ilimde
mevcut, kuvvede mevcut fiilde mevcut değil. Ne zaman ki her
94
hangi bir tesir ile ya
şey oluyor o zaman
a’yân-ı sâbiteler de
edilerek, daha sonra
geliyor.
gülünecek bir şey oluyor ya da ağlanacak bir
bunlar yine tabii olarak zuhura geliyor. İşte
bizim Hakk’ın varlığında mevcut ama ceal
oradaki gülme ağlama gibi fiiller bizde zuhura
Bil kuvve mevcut, ve bil fiil madumdur, yani ademdedir, fiilde
yoktur. Ağlaması ve gülmesi fiilen zuhur ettiği vakit zuhurat iradesi
ve ceal ile tesir ile vaki olmaz, belki iktizai zâtisi olarak bila meşiyet
bila ceal tesir vaki olur. Yani her ne kadar bir sebep ile ağlama
gülme oluyorsa da, ama aslında bizde mevcut olduğundan onlar
gene o sebeplerle değil mevcut olduğundan çıkıyor, eğer onlar
bizde mevcut olmasaydı 50 bin tane güldürücü kimse gelse takla
atsa biz yine gülmeyiz, gülemeyiz, 50 bin tane hüzünlü hadise olsa
bizde ağlama hususiyeti aslımızda olmasa biz ağlayamayız. İnsan
henüz gülmeden ve ağlamadan evvel gülmeye ve ağlamaya
hazırlanmaz.
Gülme ve ağlama şe’niyeti itibariyle ma’nâ-ı insaniyede
müttehit iseler de, yani ağlama ve gülme insanda birlikte iseler de,
bakın iki zıt şey bizim varlığımızda mevcut, ama kardeş kardeş
oturuyorlar, ağlama ile gülme birbirinin tam zıttıdır, biri geldiği
zaman biri gidiyor, diğeri geldiği zaman öteki gidiyor. Ama bunlar
batında iken ikisi birlikte duruyor. Tabi diğer bütün zıtlar da
böyledir. Bunlar insanın varlığında birlikte iseler de zuhurda yek
diğerinden ayrılırlar çünkü gülme ağlamanın aynı değildir. Şimdi
bunlar insanın şahsında mevcut, ve bil fiil ma’dum iken, yani
şahsında varlar ama, fiilde gizli iken yok iken bu ma’dum olan
şe’nlerin yani gizlide olan şe’nlerin şahsı mevcut üzerinde yani o
kişinin üzerinde tesirleri görülür.
Böylece şahs-ı mevcut bunların tesiri ile zahir oldukda, yani
güldüğünde ve ağladığında, bu şe’nler dahi fiilen mevcut olurlar.
Yani daha evvel kuvvede mevcut olanlar sonra fiile çıkar ve ağlama
ve gülme özelliği görülmüş olur. Onların mevcudiyetleri şahsı
mevcuda muzafen vaki olur. O mevcut şahsa izafe olarak o kişi
güldü, o kişi ağladı diye ortaya çıkar. Madem ki şahsi insani
mevcuttur, elbette bu şe’nler dahi onunla beraber bil kuvve
mevcutturlar. Bir sebep tahtında da iktiza-i Zâti olarak bilâ meşiyet
ve bilâ ceal tesir fiilen zâhir olurlar. yani herhangi bir tesir ve
istekle zuhura gelirler.
İşte bunun gibi mevcud-u hakiki olan Zat-ı Uluhiyette yani
hakiki varlık olan Allah’ın Zat’ında fiilen ma’dum olan şuunatın yani
fiilen yok olan, a’demde olan yani gayride olan fiiliyatın şuunatın
tesiriyle, Zatullah bu şuunatı hasebiyle tecelli eder. Yani bu
özellikleri ile tecelli eder zira a’yân-ı sabite zuhurun illeti ve
Zatullah ise onların malulüdür. İlletin malul üzerinde tesiri gayri
kabil-i ret ve cerhdir. Yani bir kişi bir şeyi bir sebep ile yaptığı
zaman o eşya diyemez ki bunu benim üstümde yapma diye, işte
95
onu diyor, Allah bir şeyi murad etmişse, kendisinde ma’dum/gizli
olan, batınında olan şeyleri her hangi bir tesir ve şe’n dilemesiyle,
ortaya çıkarır ve ortaya çıkarılan şeyler de buna mani olamaz, beni
neden ortaya çıkardın diyemez.
Nitekim illiyet ve maluliyet meselesi misal-i kevni iradi ile
bâlâda zikir olundu. Yani daha evvelce kevnde halkediliş
mevzularında bunlardan bahsedildi.
------------------Dikkat çok mühim bir not= Bilindiği gibi kitabımızın,
geldiğimiz bu bölümlerinde (Fusûs’l hikem 1. Cild mukaddime
bölümü sayfa 17 de İkinci Vasl: ve diğerleri) özetle aslı ve sohbet
şerhleri bir aradadır. Yukarıda görüldüğü gibi altları çizili olan
satırlar metnin aslı, çizgisiz olanlarda küçük izahlarıdır.
Niyetim bütün sohbetleri böylece, metin ve sohbet olmak
üzere, ayırarak belirlemek idi. Ancak metin ve sohbetler, okadar
birbirinin içindeki, onları ayırmak için yukarıdaki bölümde denedim,
fakat gerçekten çok uzun bir masâ-i gerktiryordu, bu yüzden,
bundan sonraki sayfaları vakit yetersizliğnden, ayırma imkânım
olamayacağından, sadece bütün olarak sayfa düzenlemelerini
yaparak devam edeceğim. Bu yüzden okuyan herkesten ve
yazarlarından özür dilerim, gayem kimsenin malına sahip çıkmak
değildir, gerçekten çok güzel konular olduğundan ve buda Allah’ın
Zât-i ilimlerinden olduğundan daha geniş kitlelerinde bu eserlerden
faydalanmaları için böyle bir çalışmaya girdim. Lütfen sakın kimse
bunlara sahipleniyoruz zannetmesinler, bizler sadece aktarıcılarız
gayemiz mümkün olduğu kadar çok aktarma yapmaktır, uzun
zamandır üzerinde mesâ-i yürüttüğümüz bu çalışmamızda bunlar
dan biridir. Cenâb-ı Hakk gerçek ve samimi, Zâtının yolunda
olanlara akıl ve gönül genişliği nasib etsin, asli metinlerde de
hizmeti ve emeği geçen herkeside rahmeti Rahmâniyesine dahil
eylesin. Âmiin. T.B.
------------------Üçüncü Vasl: İstidad-ı Gayri Me’cul ve Kabiliyet
İktizayı Zâti olan a’yân-ı sâbiteden her bir ayn bir istidatı ve
kabiliyeti mahsusası vardır, asla biri diğerine benzemez. Vücud-u
mutlak-ı Hakk a’yân-ı sâbiteden her bir aynın istidadına münasib
olarak o aynın sureti ile zâhir olur. İmdi a’yân-ı sâbite mec’ul
olmayınca onların istidat ve kabiliyetleri dahi mec’ul olmaz. Şu
kadar ki bu istidat ve kabiliyet a’yân-ı sâbitenin, ve a’yân-ı sâbite
dahi Zât’ın iktizatı bulunduğu bunların illeti ancak vücud-u Zâtullah
bulunduğu ve illetin malule tesiri tabi olacağı cihetle bu istidat ve
kabiliyetin müessiri dahi ancak vücud-u zatullahtır. İşte bu
hakikate işareten Cenab-ı Mevlânâ Mesnevi şeriflerinde şöyle
buyururlar; oraya geçmeden tekrar geriye dönelim.
96
--------Şimdi bu cümleleri paragrafları, birer birer yavaş yavaş, tekrar
incelemeye çalışalım, çünkü bir hayli yoğun kelimeler geçti. İktiza-ı
Zâti olan a’yân-ı sâbite, yani Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ının gereği olan
bizim a’yân-ı sâbitelerimiz, yani kendi Zât’ında var olan a’yân-ı
sâbitelerimiz. Her bir ayn’ın bir istidat-ı kabiliyeti mahsusası vardır.
Yani her bir a’yân-ı sâbitenin kendine ait bir kabiliyeti ve istidat-ı
mahsusası yani kendine mahsus bir istidadı ve kabiliyeti vardır.
Yani bizim programlarımızın sadece ilimden ibaret bir program
olmadığı bu programın içerisinde istidat ve kabiliyetlerin de
bulunduğu varlığını belirtmektedir. Eğer bizdeki bu istidat ve
kabiliyetleri miz olmamış olsa idi, hiç birerlerimiz bu gün ne ev işi
yapabilirdik, ne meslek edinebilirdik ne her hangi bir şeye sahip
olabilirdik, bilgi olarak işte bunlar istidat ve kabiliyetlerimizle
meydana gelmekte ve a’yân-ı sâbitelerimizin içinde ezelden yazılmış olan ve oraya bu hassalar konmuş olan programımız vardır.
Ancak bunların çalıştırılması, yani bu programların çalıştırılması,
faaliyete geçirilmesi, hakkında bizim mes’uliyetimiz vardır. Yani
gerektiği gibi çalışarak, veya çalışmayarak, bu programları faaliyete geçiremez isek gene mesulü biziz. Yoksa programın eksikliği
değildir.
Her ayn’ın, a’yân-ı sâbitenin, kendine mahsus bir istidat ve
kabiliyeti vardır ve asla biri diğerine benzemez. Onun için her
birerlerimizin her türlü hususiyetleri hepimiz de ayrı vaziyettedir.
Kimsenin kabiliyeti, biri birine benzememektedir. Bazı insanın
kabiliyeti bir başka yönde ileri derecede, diğerinin kabiliyeti o
yönden geride ama, o kişinin de bir başka yönden kabiliyeti ileri
derecededir. İşte onun için ihtisaslar ve mesleklerdeki farklılıklar,
kabiliyetlerimizin farklılığından oluşuyor. Eğer bu kabiliyetlerimiz
olmasaydı biz bu ilimleri ezberleseydik bile, gene elimizden bir şey
gelmezdi, yani bir şey üretemez yapamazdık.
Vücud-u mutlak-ı Hakk, yani mutlak Hakk’ın vücudu, a’yân-ı
sâbiteden her bir ayn’ın, istidadına münasib olarak o ayn’ın
suretiyle zâhir olur. Vucud-u mutlak-ı Hakk, a’yân-ı sâbitemize
uygun olarak zahir olur. İşte bizim vücutlarımızdan zâhir olan
surete, meydana gelmiş olan Hakk’ın mutlak Zât’ından başkası
değildir. Onun için bizler kendimizi öyle, 70-80 Kg lık et parçası
kemik yığını olarak bilmeyelim, bakın şu okuduğumuz şeyler, biraz
ağır yoğun bir lisan ile belki anlatılıyor ama, gerçekten insanı bu
kadar değerlendiren, insana değer veren zâten değerli olan, ama
değerini anlatan başka bir cümle yoğunluğuna, başka bir izaha
başka yerlerde rastlamak mümkün değildir.
Çünkü bunlar Zâtiyyun, yani Zât’i ilimler sistemi içerisinde olan
ilimlerdir. Sıfati, Esma-i, Ef’ali, fıkhi ilimler içerisinde değildir,
Allah’ın Zât’ının yolu Zât’ından gelen, Zât’ına giden, ve Zât’ının
97
hakikatlerini bildiren Hakikat ilimleridir. O yüzden belki bazılarımıza
uzak gibi gelebilir, bazılarımıza duyulmamış şeyler gibi gelebilir,
ama duyulan bilinen şeyler, zâten çarşıda pazarda satılıyor, cilt cilt
ciltler dolusu, onları oradan alıp okumak mümkündür, ama bunları
yalnız başımıza okumamız pek mümkün değildir. Mutlaka birlikte
aşılması incelenmesi izah edilmesi hafifleştirilmesi, lâzım gelen
bilgilerdir.
Tekrar o cümleyi okuyorum, bir sefer iki sefer değil, yüzlerce
defa, bu cümleleri okumamız lâzım geliyor ki, her okuyuşta, biraz
daha, biraz daha, onun hakikatine doğru intikal etmeye çalışalım.
Vücud-ı Mutlak-ı Hakk a’yân-ı sâbiteden, her ayn’ın istidadına
münasib olarak o aynın suretiyle zahir olur. İşte her birerlerimiz bu
cümlenin içerisindeyiz. Vücud-u Mutlak-ı Hakk; Hakk’ın mutlak
vücudu, her birerlerimizin a’yân-ı sâbitedeki programları
istikametinde zuhur eder, zâhir olur diyor. İşte bu vücutlarımız,
bize ait bir vücut değil, bu bütün vücutlarımız, Allah’ın “Zâhir” ismi
ile ifade ettiğimiz zuhura getirdiği, ceal ettiği, kıldığı, yani biz her
birerlerimiz kendi isim ve sıfatlarının, suret almış şekilleriyiz.
Bu pazar öyle bir pazar ki, burada can alınır can satılır. Birkaç
rekat namaz kılmakla, hacca umreye gitmekle, birkaç oruç tutmak
ile, biz sadece âbid veya zâhit oluruz, ama arif olamayız. İşte
bunlar irfaniyet yolunun bilgileridir, yaşantıları ve tatbikatlarıdır.
Şimdi a’yân-ı sâbite mec’ul olmayınca, yani a’yân-ı sâbite
sonradan halk edilmiş olmayınca, bakın buraya çok dikkat edelim;
a’yân-ı sâbite, yani bizim öz programlarımız, halk edilmiş,
sonradan uygulanmış, sonradan yapılmış şeyler değildir, bizim
vücutlarımız ezeli olan a’yân-ı sâbitelerin görüntü yeri faaliyet
yeridir vücutlarımız. Biz bunlar değiliz. Bunu iyi bilelim, bunlar
bizim bineğimiz, arabamız, bunlar bizim vasıtamız, veya bir evimiz
diyelim. Hani “Zünnun” var ya hani balığın karnına girmişti ya
Yunus (a.s.) ın bir ismi de “Zünnun” dur, balık sahibi ma’nâsınadır,
işte bu bedenlerimiz bizim o balık gibidir, yani bu beden içinde olan
gerçek kimliğimiz o Yunus peygamber, bu bedenimiz de Yunus
balığıdır. İşte bu balıktan dışarı çıkmamız lâzımdır.
Nasıl Yunus peygamberi balık hazm edemedi de dışarıya
çıkarttı, belirli bir süre sonra orada hürriyetine kavuştu, işte
üzerimizde o kadar çok kılıflar var, o kadar çok perdeler var ki,
bunları aşıp ta gerçek hürriyetimize kavuşmamız gerekiyor, ne
yazık ki biz, işte bu nefis kuturu içinde, nefis hapishanesi içinde
kafes hapishanesi derler ya, hapishanesi içerisinde Yunus balığı
hapishanesi içerisinde Yusuf (a.s.) ın hapishanesi içerisinde dönüp
durmaktayız. Biz de kendimizi hür insanlar zannediyoruz. İşte bizi
hür edecek, tutukluluktan kurtaracak bu tevhit ilimleridir, başka
türlü de bu tutkunluktan kurtulmamız mümkün değildir. Yani nefis
hapishanelerinden kurtulmamız mümkün değildir.
98
A’yân-ı sâbite mec’ul olmayınca, yani sonradan halk edilmiş
olmayınca, ezeli olduğundan onların istidat ve kabiliyetleri dahi
mec’ul olmaz. Yani a’yân-ı sâbitenin istidat ve kabiliyeti, asılda
özelde mec’ul değildir, kabiliyetler dahi ilâhidir. Ancak kabiliyetler
zuhura çıktığı zaman, faaliyete geçtiği zaman mec’uldür. Yani o
zaman halk edilmiştir. Her birerlerimizdeki kabiliyet ve istidat,
sonradan olma, yaratılma diye belirtilen şey değildir, kabiliyetlerimiz de ezelidir. Kabiliyetlerimizin faaliyetleri mec’uldür. Madde
âleminde faaliyete çıktığı zaman o zaman ceal edilmiş oluyorlar.
Ama asılları özleri programları itibariyle, onlar da mec’ul değildir.
Şu kadar ki bu isnad ve kabiliyet a’yân-ı sâbitenin, a’yân-ı
sâbite dahi, Zât’ın gereği bulunduğu, ve bunların illeti sebebi
ancak, vücud-u Zâtullah bulunduğu ve illetin malule tesiri, tabi
olacağı cihetle, bu istidat ve kabiliyetin müessiri dahi, ancak vücuu Zâtullah’tır. Bakın mertebe itibariyle dönüyor faaliyete geçiyor,
faaliyete geçtiği zaman dahi Allah’ın Zât’ı ile faaliyete geçiyor.
Allah’ın Zat’ından başka bu âlemde bir varlık yok ki, bir başka
varlık faaliyete geçsin. Ama biz kendimizi hakikatimizi idrak
edemediğimizden, kendimizi şartlanmaların içerisinde, mahluk
yaratılmış yaratıklar, diye kabul ettiğimizden, kabul gördüğümüz
den, Cenâb-ı Hakk’ı yukarılara attığımızdan, o tenzihtedir
yücelerdedir işte arşındadır, tahtında oturmaktadır, nurdandır,
dediğimiz zaman, biz Hakk’tan kendimizi ayırmış koparmış, ve
yeryüzünde zavallı varlıklar, haline düşürmüş oluyoruz.
Halbuki Cenâb-ı Hakk ezelde olduğu gibi, bugün de her
birerlerimizde mevcut, diğer ifade ile biz onunla mevcuduz, bu
âlemde bizim bize ait hiçbir varlığımız yoktur.
Mesnevî-i Şerifte şöyle diyor:
Tercüme: O kalbi kasinin çaresi bir mübdilin atasıdır, onun
atası için kabiliyet şart değildir, belki kabiliyetin şartı onun atasıdır,
zira ata iç ve kabiliyet de kabuktur.
Tabi bunlarında çok izahı lâzımdır, aslında Farsçadan okumak
lâzım bu beyitleri ki, tam daha anlaşılmış olsun.
Zira a’yân-ı sâbiteye vücud-u ilmi bahşeden atayı Zâtiyedir.
Yani a’yân-ı sâbitelere ilmi bir vücut veren Zât’ın atasıdır, Zat’ın
lütfudur. Yani Allah’ın Zât’ının lütfudur. Ve bu luf-u İlâhi olmasa
hiçbir suret mertebe-i ilimde peyda olmaz. Yani Allah’ın atası,
vergisi vermesi olmasa idi, bizim a’yân-ı sâbitelerimizin hiç biri ilmi ilâhide mevcut olmazdı, bu Allah’ın lütfudur ve dilemesidir.
Onların istidat ve kabiliyeti dahi mevzubahis olmaz idi. Kimlikleri
olmasa idi istidat ve kabiliyetleri dahi bahis mevzu olmazdı.
Böylece atayı Zâti, Zâti lütuf ve Zâtı veriş iç ve istidat ve
kabiliyet kabuk mesabesindedir. Atayı Zâti ve istidad-ı ilâhi iç,
istidat ve kabiliyet bunun kabuğu düzeyindedir. Şimdi burası iyi
99
anlaşılsın ki istidat ve
kabiliyette cebir yoktur. Hani Cebriye
taifesinin düşündüğü gibi “ben ne yapayım ben fiilimi işlemek
mecburundayım Allah bana bunu yaptırdı ben bunu yapmakta
mecburum” diye kaytarmaya çalışırız. Üstümüzden yükü
sorumluluğu atmak için, halbuki bu çok yanlış bir anlayıştır, burada
da diyor işte, istidat ve kabiliyette cebir yoktur.
Atayı Zâti ve tecelli-i İlâhi, ve nefes-i Rahmani, Zâti veriş ve
Zâti tecelli, ve nefes-i Rahmani, alesseviye vakidir. Yani hiç
kesilmeden, devamlı bu devam etmektedir. Tenfis-i Rahmani yani
nefes-i Rahmani mütakip her bir ayn kendi istidatına ve kabiliyet-i
Zâtiyesine göre müteayin olmuştur. Böylece her bir ayn kendi
kendine cebir etmiştir. Yani Tenfis-i Rahmaniye mütakip, şimdi
Cenâb-ı Hakk bütün bu âlemleri halk etmezden evvel, kendi
ahadiyetinde iken Ahadiyetinden bir tecelli ile, vahidiyetine intikal
etti, Vahidiyeti bir sahadır, Vahidiyette İlâh, Uluhiyet, Allahlık
meydana geldi, ki bütün bu âlemlerin programı Allah’tadır, O’na
verilmiştir, Ahad tarafından Zât-ı Mutlak tarafından, Cenâb-ı
Hakk’ın da en büyük sıfatlarından birisi Rahmaniyet, olduğundan
bütün bu sonsuz, fezayı namütenahi boş iken, Cenâb-ı Hakk bütün
bu âlemlerin olmasını murad ettiğinde, Rahmaniyet nefesi ile,
nefhası ile ruhaniyeti ile buna “Nefes-i Rahmani” deniyor, bütün
âlemlere bu nefes-i Rahmanisini yaydı.
Bu nefesin içerisinde, Esma-ı İlâhiye Sıfat-ı İlâhiyenin tamamı
mevcut idi. O gün yayıldı, ve bu yayılma bu gün de devam ediyor,
kıyamete kadar da devam edecek, eğer bu nefes-i Rahmani bir an
inkıtaya/kesilmeye uğramış olsa, ortada bu âlem diye hiçbir şey
kalmaz. Nasıl bu elektrik lâmbası ışık verirken, anahtarı
çevirdiğimizde, elektriğin kesilmesiyle, ortada ışık kalmaz, onun
gibi bütün alemler, bir anda yok olur. “Hu” nun devamı yani nefes-i
Rahmaninin devamı, olmasa her an yeni yeni tecelliler olmaz, şu
anda biz ölüp dirilmekteyiz, o kısa süre içerisinde, her an da bu
yaşanmaktadır. Sadece şu an değil, bütün anlarda, o ceryanın
kesik kesik gelmesi, sanki kesintisiz bir akım gibi gözüküyor, zaten
nefeslerimizden de bellidir, biz kesik kesik hep bir nefes veriyoruz,
bir alıyoruz bir veriyoruz bir alıyoruz. Yani bir ölüyoruz bir
diriliyoruz. Bu yüzden devamlı yaşıyoruz zannediyoruz.
Ama bu en küçük zaman parçası içerisinde, ayrıca müthiş bir
serilikle
oluyor.
Nefes
almamızı
sayabiliyoruz,
nabzımızı
sayabiliyoruz, ama ondan daha çok seri olan ölüp dirilmek, kevn ve
fesad deniyor, her an bir ölüm bir dirilme vardır bu âlemde. Ancak
ölüm anında beynimiz kayıtta olmadığı için hayat tarafını yazdığı
için biz hep yaşıyoruz zannediyoruz. Halbuki 60 yıllık ömrümüzün
yarısı ölü olarak geçmektedir. Ama işte bu ölü ve diri hayatın
devamını sağlıyor. Ölü olarak kaldığımızda zâten kopmuş gitmiş
oluyoruz, arkası gelmiyor.
100
İşte bu tenfis-i Rahmaniye, mütakip nefes-i Rahmani
verildiğinde, her bir ayn o ilm-i ilâhide, olan o ayn yani a’yân-ı
sâbite
programlar,
bütün
âlemin
programları
insanların
programları, her bir ayn (a’yân-ı sâbite) kendi istidadına ve
kabiliyet-i Zâtisine göre, yani zâti kabiliyetine göre, kişinin kendi
Zâtının kabiliyetine göre, Allah’ın verdiği programdaki, kişinin
zâtının kabiliyetine göre mütayin olmuştur, yani meydana
çıkmıştır, görüntüye gelmiştir. İşte bütün âlemdeki varlıkların,
bizler dahil, görünme faliyete geçme, fiile gelme halimiz, bu nefes-i
Rahmani’nin, bütün âleme yayılması, ve onun devamı ile olmakta,
bu yayılma ve açılma da, bizim zâti olan a’yân-ı sâbitelerimizin
programı, ve bizim bu suretlerimizi ortaya getirmektir, meydana
getirmektedir.
Yani özümüz Hakk’ın ta kendisi, zuhurumuz Hakk’ın “Zahera”
Zâhir ismi ile zuhura, gelmesinden başka bir şey değildir. Çünkü
“Lâ ilâhe illâllah” dediğimiz zaman zaten biz o şu, bu diye bir şey
bu âlemde, “Lâ fâile illâllah” dediğimiz zaman, Hakk’tan başka fâil
yok, “Lâ mevcude “dediğimiz zaman Hakktan başka mevcut yok,
bu âlmde. Ama biz kendimizi, hayel ve vehim ile bir var,
vehmetmişiz, hiçbir zaman, hani Mirat-ul İrfan’da Muhiddin –i Arabi
Hz leri “sen hiçbir zaman var olmadın, olamazsın da zaten, sen
yoksun sen diye bir şey yok ki bu alemde var olasın” diyor, sana
bir isim verdiler, sen kendini bu isimle var zannettin diyor, bu
senin zannın aslında ne sen diye bir şey var, ne ben diye bir şey
var, Ama O yüce zât’ın “ENE” dediği zaman “ENE” yi anlayacak
karşı tarafta bir “ENTE” olması lâzım geldiğinden, sana, bana, bize,
hayali olarak bir “ENTE” sen denildi lütfetti, işte o “ENTE” dediği de
bizim a’yân-ı sâbitelerimiz, a’yân-ı sâbitelerimize “ENTE” sen dedi.
O da zâten kendi varlığında mevcut olan a’yân-ı sabitedir.
Bu arada biz ne oluyoruz ki, kendimizi ortaya sokuyoruz, ben
yaptım ben ettim, kırarım dökerim ha, gibilerden, işte bunların
hepsi, hayel şeyler, ve de ne kadar büyük gaflette olduğumuzu,
hayelde yaşadığımızı, gösteren açık emarelerdir.
Kabiliyeti ve zâtiyesine göre, istidat ve kabiliyeti zâti kabiliyet
ve istidadına göre, müteayyin olmuştur. Yani meydana gelmiştir,
böylece her bir ayn kendi kendine cebri kabul etmiştir. Yani her bir
a’yân-ı sâbite kendi kendine cebretmiştir. Yalnız burada cebirden
kasıt, zorlama kırma dökme, mecbur etme değil, kişi kendi kendine
söz verir ya, ben şu işi yapacağım diye, şimdi burada cebir var mı?
zorlama var? mı yok, cebir iki şey arasında olur, yani şu kâğıttır
ben buna cebir edeceğim, cart curt yırttım, ben buna cebrettim,
ama bu benim elimi koparırsam, buna cebir denmez, bir kopma
yırtma var ama, kendi kendimde buna cebir tabir edilmez, dileme
tabir edilir, ben böyle diledim ayağımın kopmasını diledim gibi.
İşte cebriyenin aldandığı yerlerden birisi de bu hadise bu konu
bunlar zannediyorlar ki, Allah yukarıda kullar aşağıda, Allah
101
kullarınını mecbur ediyor, sen bunu yapacaksın, bunu yapacaksın
diye, Allah’ın buna ihtiyacı yok ki, herkesin kalbi Allah’ın iki
parmağı arasında, çeviriverir, o anda küfür ehli iken iman ehli
yapabilir neye cebir etsin ki. İşte daha sonra gelecek, Cebir her bir
ayn’ın kendi kendine cebir etmesidir. Buna da cebir denmez dileme
denir. Yani bu âlemde cebir diye bir şey söz konusu değildir. ama
varlıkları ayrı görürsek, zıt isimlerden meydana gelen, bu zıtlıkları
görürsek, o ona cebretti, buna zulmetti, diye düşünebiliriz, ama bu
bizim düşündüğümüz, veya öyle kanaatimiz, asli bir kanaat değil
zorlama hayali bir kanaattir. Bu bölümde süremiz doldu, bilmem
bir şeyler anlaşılabildi mi? her ne kadar zor da olsa, yavaş yavaş
anlamaya çalışacağız, daha sonra kaldığımız yerden devam ederiz
inşeallah Cenâb-ı Hakk hazmını versin anlayışımızı genişletsin.
‫اﻟﺮﱠﺟ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﻄَﺎن‬
ِ ‫ﺑِﺎﻟﱠﻠﻪَِﻣﻦ اﻟ ْﺸﱠﻴ‬
ِ ُ‫اَﻋُﻮذ‬
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ ﴾ ْﺑِﺴِﻢ‬١﴿
Cümleten hoş geldiniz Cenâb-ı Hakk her birerlerimize idrak
ve anlayış nasip etsin, bu hakikatleri olabildiğince en iyi şekilde
anlamaya çalışalım, gayret bizden muvaffakiyet, yardım Hakk’tan
olsun inşeallah. Bilindiği gibi devam etmekte olan, Kazâ ve kader
bahsini önceki bölümde kaldığımız yerden devam edelim inşeallah.
Cenâb-ı Hakk’ın ilminden zerreler olarak, bunları biz de hep birlikte
öğrenmeye çalışalım. Mevzu bir hayli derin ve uzun olmasından
dolayı, mümkün olduğu kadar kısa ve anlaşılır bir şekilde, izah
etmeye çalışalım, anlamaya çalışalım, çok fazla üzerinde durursak,
zamanlarımız yetmez, mümkün olduğu kadar hızlı geçerek, ama
hakkını da bir yönde, vererek yolumuza devam edelim, daha sonra
başka yerlerden yine buna devam edeceğiz.
Geçen sohbetlerde belirtildiği gibi, tenfis-i rahmani diye, nefes-i
Rahmani diye, bir terkip terim geçmişti, Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i
İlâhide, ezeli halinde bu âlemlerin ilk var oluşu, sürecinde
Rahmaniyet mertebesinin bütün varlığa, kendinde mevcut olan
ilâhi isim ve sıfatlarını yaymasına, nefes-i Rahmani denmektedir.
Bu bir misal olmaktadır, yani nasıl bizlerin içimizde olan, özümüzde
olan bir nefes, hayat bizim varlığımız diye yayıyor isek, buna misal
olarak, nefes-i Rahmani, Rahman’ın nefesi, yani Rahmaniyet,
Cenâb-ı Hakk’ın, Zât’i sıfatlarındandır ve Vahidiyet mertebesinden,
faaliyete geçtiğinden bütün âlemlere bu nefes-i Rahmani ve
içindeki ilim, irfan, ruh ve nur bütün âlemlere yayılmaktadır.
Hani bilindiği gibi, bu fezayı na mütenahi, sonsuz fezanın ilk
dokusu ne idi, ilk dokusu muhabbet hub, sevgi, ondan sonraki
dokusu ana muharrik hareket olanı ve programlayıcısı da, Ariflik
102
irfaniyet bilgisi, yani Zât’i bilgi, Zât’i ilim, onun sonrası ruhaniyet,
onun sonrası nuraniyet, ondan sonrasını da soğukluk, karanlık, ve
zaman, olarak fezanın dokusu. Yukarıdakilere ulaştıkları zaman
zâhir ilim adamları, o zaman tam bir zaman dokusunu ortaya
koymuş olacaklar, şimdi daha nur ve yukarısından pek haberleri
yoktur.
Madde olarak, o atomda parçalanmasında buldukları şey, nura
doğru bir geçiş, ama nuru tesbit edemeyeceğinden, insan elindeki
cihazlar, daha henüz belki ileriye doğru Cenâb-ı Hakk’ın bildirdiği
ilhamlarla, çalışanlar belki onda tesbit edeceklerdir. Onu tesbit
ettikleri zaman da, ilim üzerindeki anlayışlarda, inkılap olacak
tamamen değişecektir. İşte bu fezayı namütenahi, sonsuz fezaya
aslında bir şeye daha dokunalım; Peygamberimiz bir hadis-i şerif
buyuruyorlar “Kânellahu lem yekün mau şey’e” yani “Allah var idi
onunla birlikte hiçbir şey yok idi.” Yani A’mâiyetten Ahadiyete,
Ahadiyetten Vahidiyete tenezzül edildiği zaman ki hali belirten,
bakın Allah var idi dediği zaman.
Ahadiyette daha Uluhiyet oluşmuş değil, orada bu söz
söylenemez. Ama Vahidiyette, Uluhiyetin oluştuğu zamanın
hakikati, bu hadis-i kudsi, Hz Ali (k.a.v.) efendimize bu iletildiği
zaman şöyle bir düşünüyor, “el an kemakan” yani “bugünde
öyledir” diyor. gene Allah var başka hiçbir şey yoktur. Peki
görülenler nedir,? eğer biz görülenleri mahluk gözü ile görüyor
isek, bize göre mahluk, yani halk edilmiş, sonradan olmuş hadis,
meydana gelmiş, ama tevhid gözü ile bakıyor isek, bütün bu
görünenler, Hakk’ın isim ve sıfatlarının suret ve şekil almış
zuhurları, olduğunu düşündüğümüzde yine Allah var, onunla
birlikte hiçbir şey yoktur.
İşte feza-i na mütenahi sonsuz feza var idi, daha evvelce de,
Allah var idi dediği, feza var idi, nefes-i Rahmani bu fezanın içine
üfledi, eğer feza olmasaydı nereye üfleyecekti. Şu ev olmasa daha
baştan bu eşyalar, bizler nereye sığacaktık. Allah var idi, işte bu
hususu o hadis-i kudside açık olarak belirtiyor, Allah var idi, yani
bu sonsuz feza var idi, nefes-i Rahmani oraya üflendi. İşte bigbeng dedikleri onun içinde patladı, aslında bu patlama değil zuhura
çıkmadır.
İşte bu hususu küçük bir misal ile bize belirtiyorlar. Yani bu
hususa misal, nefes-i Rahmaninin açılmasına, yayılmasına, ve
oluşumuna, küçük bir misal, insan varlığından veriliyor. Bir kimse
zemheride/kışta, yani kışın en soğuk zamanında, nefesini
kesmeden bir camın üzerine verebildiği kadar, verse camın üzerine
kışın en soğuk zamanlarında, camın üzerine üflese, bu bilinen bir
şeydir, camın üzerine nefesini gönderse üflese, sureti olmayan bu
nefes, cam üzerine değdiği zaman yayılır, şiddetli soğuk sebebiyle,
bu nefes cam üzerinde tekasüf ederek/yoğunlaşarak buzlandığı
vakit maddeleştiği vakit, türlü şekiller zâhir olur.
103
Hep görmüşüzdür soğuk havalarda bunu müşahede etmişizdir.
Soğuk havalarda cama baktığımız zaman, buz kristallerinin
oluştuğunu görürdük, o cam üzerine hemen üflediğimizde, aynı
şeyi görürdük, eski yıllarda havaların çok soğuk geçtiği kış
aylarında. Cam üzerinde türlü türlü zâhir olan şekillerin hiç birisi,
ne uzunluk olarak ne de genişlik yükseklik olarak, o şekillerin hiç
biri, birbirine benzemez. Kar taneleri de nasıl düşüyor, hepsi
değişik değişiktir. Bu şekillerin her birisi, suretsiz olan o nefesin
içinde mevcut idi, bütün bu şekiller suretler. Ama veriliyor iken
suretsiz idi, nefes ne zaman ki, o cama geldi ve soğuk da onun
arkasından vurdu, o zaman o nefesin içerisinde olan, her türlü
hususiyet özellik görünür hale geldi.
Kesifleşerek, buzlaşarak meydana çıktılar, bu suretle kendi
istidat ve kabiliyetlerini ortaya çıkardılar. İstidad-ı ezeli dedikleri
programında olan her türlü özelliğidir. Bu suretle kendi istidat ve
kabiliyetlerini icra ettiler, yani ortaya çıkardılar. Bu istidat ve
kabiliyetlere asla müteneffisin/nefes verenin icbarı yoktur. Yani o
nefesin içerisinde programında, o zuhura çıkacak olan varlığın nasıl
bir yapısı varsa o onun istidadıdır. Yani asli özdeki programıdır.
İşte bu asli nefesin içerisinde üflenen o asli programlara, nefesi
üfleyenin dahli yoktur. Nefes kişiden çıkıyor, şekiller kendi
istidatları üzere, biz diyoruz ki, onlar kendi kendilerine oldular,
halbuki yok öyle şey. Ezelde olan istidadı ne ise, o nefesin
içerisinde o ortaya çıkmaktadır. Nefesi veren oraya icbar
etmemektedir, mecbur etmemektedir, sen şu kalınlıkta şu
genişlikte, veyahut şu şekillerde altıgen, sekizgen yıldız olacaksın,
diye nefesi veren. hiçbir şekilde oraya müdahele etmemektedir.
Bu istidat ve kabiliyetlere asla müteneffisin icbarı yoktur. Yani
nefes verenin onu mecbur etmesi yoktur. Belki aynı nefeste onlar
istidat ve kabiliyetlerine göre kendilerini yine kendileri icat ederler.
Ne müthiş ifadeler bunlar. Bunlar biraz ağır mevzular ama bilmem
anlaşılabiliyor mu? Ama bunları bilmemiz gerekiyor, gerçek ilimler
bunlar yoksa sadece nakil yapmak ve menkıbe anlatmak din
dersleri de değil, din sohbetleri de değil, onlar iyi ahlâk
sohbetleridir. Onlar da kötü değildir ama ilmi sohbetler arıyorsak
işte bunlar. Allah’ın varlığını ve Allah’ın bu alemdeki tasarrufunu ve
diğer hususiyetlerini ve bu âlemle ne kadar iç içe olduğunu bildiren
ilimlerdir ki gerçek Zâti ilim olanlardır.
Belki aynı nefeste onlar istidat ve kabiliyetlerine göre kendilerini
kendileri icat ettiler. Oraya müdahele eden hiçbir varlık yok o
program kendisi kendisini ortaya getiriyor, neden özünde o
program var çünkü. Nasıl çiçek tohum atıldığı zaman yere, tohumu
ekenin icbarı var mı o tohum üzerinde,? sen yeşil çıkacaksın
yanındakine mavi çıkacaksın aynı tohuma icbar edebiliyor mu? Etse
edemez zâten, peki bu icbar nereden oluyor, mecburiyet, icbar o
tohumun kendinden kendine oluyor, bakın cebir diye bu âlemde
104
hiçbir şey yoktur. İşte Cebriyecilerin anlayamadığı yer burasıdır,
burada sıkışıp kalıyorlar. Allah cebretmiştir bazılarını şöyle
yapmıştır bazılarını böyle yapmıştır, diye cebir kullanmıştır ben
diyor fiilimi yapmaya mecburum, Allah beni böyle programladı, ben
de bunu böyle yapmak mecburiyetindeyim dolayısıyla mazurum
demek istiyor. O biraz kolaycılık oluyor.
Belki ayn’ı nefeste onlar istidat ve kabiliyetlerine göre
kendilerini yine kendileri icat ettiler. Bir erik, ağacında oluyorken
dışarıdan gelen birisi bir şey yapıyor mu? hadi sen yeşil ol, sen
kırmızı ol sen böyle kal burada diğerleri kemâle ererken
tatlılaşırken kimse bir şey demiyor. Peki bunlar neden oluyor,? o
zaman kendi özünden kendi kendilerini icat ediyorlar, ama bunların
kendileri Allah mı? değil, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği programın
kendilerinde tatbiki yönüyle, kendi kendileriyle meşgul oluyorlar,
ve kendilerini üretiyorlar. Tabi Allah’ın mülkün de O’nun programı
içerisinde, Hakk’ın gayri olarak bir iş yapılamaz.
Ancak müteneffisin vücudu onların illet-i ısharı oldu. Nefhayı
verenin vücudu onların zuhura gelme sebebi oldu. Izhar sebebi
zuhur sebebi oldu. Yani o buzlanmayı anlatıyor. Ve onlar ma’lul
oldular, o sebebe tabî olarak meydana geldiler, şimdi bu eşkâl
içinden birisi çıkıp da yani o buzlanma suretlerini şekillerinin
içerisinden birisi çıkıp da bil farz müteneffise hitaben yani nefhayı
huu diye üfleyene cam üzerine nefesini üfleyene “sen beni niçin
yanımda mütekevvin olan şu güzel çiçek gibi tersim etmedin” yani
sen beni niçin yanımdaki bu çiçek gibi resimlemedin. Yani o
buzlanmanın üzerinde böyle upuzun bir şekilde kaldım sualini
soramaz.
Diyelim ki o camın üstünde bir şekil var ince upuzun kaldı,
yanında da bir başka şekil var, daha güzel uyumlu diyelim işte o
uzun olan resim sen beni neden yanımdaki gibi daha hoş gözüken
surette meydana getirmedin sualini soramaz. Neden, çünkü
müteneffis yani nefes veren onların hiç birine herhangi bir cebir
uygulamadı, hepsine adaletle davrandı, hangi yönden üflemesi
yönünden. Ama onların kendilerinde olan programları a’yân-ı
sâbiteleri yüzünden, onlar o şekilde kendi kendilerini icat ettiler.
Sorsa müteneffis ona cevaben der ki, bu şekilde hudusün/meydana
gelmen, için benim tarafımdan senin üzerine hiçbir cebir vaki
olmadı. Yani bu şekilde meydana gelmen için hadis için yani
sonradan zuhura gelme, için bu şekilde meydana gelmen için
benim tarafımdan senin üzerine hiçbir vakit cebir olmadı.
Ben ancak seni tenfis ettim, yani senin cam üzerine ulaşmanı
sağladım, içimde batınımda iken zuhura gelmeni sağladım, buna
sebep oldum. Ama sen kendi kendini programın dolayısıyla kendin
icat ettin. O zaman sivri olmak senin programın imiş, ötekinin
yuvarlak olma programı imiş, ben bir şey yapmadım diyor. Hiçbir
cebir vaki olmadı, ben ancak seni tenfis ettim, sen bil kuvve
105
mevcut iken, yani nefesi içeride kuvvede mevcut iken, daha sonra
bil fiil ma’dum olan kabiliyet ve istidadın hasebiyle, öyle tekevvün
ettin. Yani daha evvelce sen o nefesin içerisinde kuvvede mevcut
iken, sadece daha sonra kuvvede mevcut bil fiil ma’dum, fiil olarak
ma’dum iken, yani fiil olarak daha henüz zuhura çıkmamış iken,
yani ademde iken, yani yoklukta iken, olan bu kabiliyet ve istidadın
hasebiyle, dolayısıyla böyle tekevvün ettin. Cebir ancak senden
sana vaki oldu, niçin bana tevcihi hitap ediyorsun, yani niye beni
böyle suçluyorsun, olan hadise senden sanadır, benim sana
yaptığım bir cebir yoktur. Diye cevaplıyor.
Şimdi bu misali verdikten sonra nefes-i Rahmani’nin hin-i
tenfisinde her bir ayn (a’yân-ı sabite) o nefeste kün emrine
imtisalen, kendi istidat ve kabiliyeti dairesinde, kendi kendini
tekvin etmiş, onu o surette tekevvün için cebir vaki olmamış
olduğundan, Hal “lâ yüs’elü ammâ yefaldir.” (21/23) Senden sana
vaki oldu, diyor o müteneffis, niçin bana tevcih hitap ediyorsun,
yani bu soruyu niye bana yöneltiyorsun, ben senin üzerinde hiçbir
ferman uygulamadım, sadece nefesimi dışarıya çıkardım, bu nefes
içinde de siz mevcut idiniz.
Şimdi nefes-i Rahmani’nin nefesini verdiği zamanda nefha-i
ilâhiye bütün âleme yayıldığı zamanda her bir ayn yani a’yân-ı
sâbitei sabit program yani her varlığın kendi programı, kendi
sistemi, nasıl her şeyin bir sistemi var, bilgisayarın sistemi var, bu
telefonların sistemi var, hepsinin kendilerine ait bir sistemleri
vardır. İşte bu sistemler onların aynlarıdır. Aynıları, hakikatleri,
varlıkları ma’nâsına a’yân-ı sâbite, her insanın da programı
olduğundan bizim de aynımız odur sabit olan programımız
ma’nâsınadır. Her bir ayn o nefeste nefes-i Rahmani bütün aleme
yayıldığı zaman “Kün” emrinin dolayısıyla “Kün” emrine bağlı
olarak kendi istidat ve kabiliyeti dairesinde, bakın Big-beng
teorisinin sistemli başlangıcını anlatan mevzulardır, ilmi bilgilerdir.
“Kün” emrine bağlı olarak kendi istidat ve kabiliyeti dairesinde
kendi kendini tekvin etmiş, yani bütün varlıklar, kendi kendilerini
üretmiş olmaktadırlar. Ama nasıl, denildiği gibi kendilerine verilmiş
olan program otomatik olarak açılmaya başlıyor, yani dışarıdan
birileri gelip de cebir etmiyor, müdahale etmiyor. Eğer böyle bir
şey olsaydı alem karma karışık olurdu. Ancak aklımıza şu gelebilir,
şimdi genlerle oynuyorlar, ama bu da bir program dahilinde
olmakta ve bunlar bu âlemde, birer imtihandır. Hiç boş yere abes
ile iştikal olmaz, genlerle oynayanların sorumluluğu vardır, o
hususta çünkü nesli karıştırmaktalar dır, erik neslini, ayva neslini
neyse insan neslini her bir nesli tabii kuruluşunun dışında bazı
daha çok menfaat temin etmek için, üretmek için, üretimini
çoğaltmak
için, nefsi
menfaat
temini
için,
bunlar
ile
oynamaktalardır. Ama neticeleri ne olur, gelecekte görülecektir.
106
Zâten orada gene kendi kendinden olmaktadır, yalnız bir
uygulama yapılmakta, şimdi o genler ile oynayan kimse, geni halk
edemiyor ki, bir başka yapıdan halk edilmiş a’yân-ı sâbite olan, o
programı alıyor bir başka program ile karıştırıyor. Geni halk
etmiyor, halk edemiyor geni, zâten ona da kadir değildir, o hayat
vermek Allah’a ait bir şeydir. İstidat ve kabiliyeti dairesinde kendi
kendini tekvin etmiş, ve ona o surette tekevvünü için cebir vaki
olmamıştır. Her varlık kendi kendini zuhura getirdiğinden a’yân-ı
sâbite programı üzere bu program da Hakk tarafından
verildiğinden kimse kimseye cebir etmemiştir.
İşte bu hususta âyet-i Kerimede Enbiya 21 Suresi 23. Ayette
buyuru.
‫ُﻮن‬
َ ‫ُﺴﺌـﻠ‬
َ ْ ‫َﻤﺎ ﻳـ َ َﻔْﻌﻞ ُ َ ُوْﻫﻢ ﻳ‬
‫ﻻ ﻳ ُْﺴ ُﺌَﻞ ﻋﱠ‬٢٣
﴾﴿
Hak “lâ yüs’elü amma yefal”dir, yani Hakk “O’ndan sual
edilmez,” yani Allah’a fiilinden sual olunmaz. “vehüm yüs’elün”
ancak “onlara sorulur onlar yaptıklarından mes’uldürler,” bu
Allah’ın amirliği yönünden ulaşılamadığı yönünden sual olunmaz
değildir, hikmetinin gereği sual olmasına gerek yok, sual
olunamaz, padişaha sual olmaz sorarsan pat diye vurur öldürür,
neden soruyorsun diye sual ediyorsun beni eleştiriyorsun diye, işte
Allah’a sual olmaz kapısı yok yani böyle bir şey yok neyi soracağız
ki, Cenâb-ı hakk’a ne yanlış yapmış ki O’na sual soracağız, bunu
demek istiyor, yoksa Allah padişahtır, ona ulaşılmaz O’na kimse
soru soramaz, soranı da cezalandırır, gibi değildir burası.
Sorulamaz neyi soracağız, her şey o kadar mükemmel halk edilmiş
ki hani tebareke-i Şerifte 4. Ayette buyurur;
ٌ ‫َﺼﺮ َﺧ ِﺎﺳﺌً ﺎَ َُوﻫﻮ َﺣِﺴﲑ‬
َُ ‫ْﻚ اﻟْﺒ‬
َ‫ﻠِﺐ ا ِ ﻟَﻴ‬
ْ ‫َﺼﺮﻛﱠَﺮﺗ ْـَﲔِ ﻳـ َ ْﻨـَﻘ‬
َ ‫ْﺟِﻊ اﻟْﺒ‬
‫ ِار‬٤‫﴾﴿ﰒُﱠ‬
bakın gök yüzüne bakalım bir fütür bir çatlak bir yanlışlık bir
eksiklik görebilecek misiniz peki bir eksiklik göremezsek neyi sual
edeceğiz. Onun için diyor bir bakıma
‫ﻻ ﻳ ُْﺴ ُﺌَﻞ‬O mes’ul değildir ُ ‫َﻤﺎ ﻳـ َ َﻔْﻌﻞ‬
yaptığından
‫ﻋﱠ‬
mes’ul değildir,
dilediğini dilediği şekilde kemâliyle işler
Zâten de bulunamaz, sorulacak bir tarafta bulamayız.
Âyet-i kerîme’nin devamı vardır, sonra gelecek ama “sizler”
demek sûreti ile, demek ki, bizim yaptığımız fiiller inişli çıkışlı,
kemalli zevalli olduğundan biz fiillerimizden sorumluyuz.
Hakk’ın fiili onları tenfis etmek ve onlara ifaza-i vücut
eylemektir. Yani Hakk’ın yaptığı şey, nefes-i Rahmani ile onları
yaymaktır, onlara ifaza-ı vücut vermektir. Vücut feyizlerini
107
vermektir. Yani onlara bir vücut vermektir, Hakk’ın fiili ve bu
verdiği vücut da, her mertebede o mertebenin kemali üzere
olduğundan, Hakk’a neyi soracağız, nasıl soracağız. Bu ise atayı
Zâtidir, bakın ne kadar mühimdir, yani Zât’i lütuftur her birerlerine
bütün âlemde, vücut verilmesi Hakk’ın Zât’i lütfu âtisidir, atasıdır,
bütün âleme verilen mevcut görülen mahluk ismi ile bildirilen,
zuhur ve tecelli olarak bilinen, bütün varlık bizler de dahil olmak
üzere, atayı Zât’i, bakın Zat’i lütuftur, bütün bu âlemde
gördüklerimiz, hiç atayı Zat’isinden dolayı Hakk’a sual teveccüh
edilir mi?
Yani çok büyük lütuf almış olan kişi, aldığı bu lütuftan dolayı
sual sorabilir mi? Sorarsa nezaketsizliğin en büyüğünü yapmış olur.
Belki sual istidad-ı ali dururken belki sual sorulabilirse ali istidat
yani yüce istidat dururken istidad-ı süfliyi beğenip o istidat
dairesinde mütekevvin olanlara teveccüh eder.
‫ُﻮن‬
َ ‫ُﺴﺌـﻠ‬
َ ْ ‫َ ُوْﻫﻢ ﻳ‬
Onlar hakkındadır, yani süfli bir halde olup onu tercih edip. Niye
bunu böyle yaptın gibilerden yaşayanlar hakkındadır. Allah’a niye
bunu böyle yaptın diye suel sorulmaz, çünkü yaptığı bütün
kemâlde dir, buna gerek yoktur. Ama bizler süfli taraflarımızla
‫ُﻮن‬
َ ‫ُﺴﺌـﻠ‬
َ ْ ‫َ ُوْﻫﻢ ﻳ‬
yaşayanlar hakkında dır.
süfli bir iş yaptığımız zaman
bize sorgu sorulur, işte âyet-i kerîme’nin devamı, onlar
sorumludurlar onlara sorulur. Bu âyet-i kerîme bunlar hakkında’dır.
Zeyd diye bir kimseyi misal veriyor, Amr ve Zeyd olarak,
Cenâb-ı hakk Zeyd’i cebren canib-i saadete ve Amr’ı da cebren
şekavete sevk etmekten münezzehtir. Yani Allah böyle bir şey
yapmaz. Bir kimseyi saadet yoluna bir kimseyi de şekavet yoluna
göndermez bundan münezzehtir. Hakk’ın meşiyeti yani dileği,
ancak istidat ve kabiliyete taalluk eder, zira Hakk Teala ilminde
sabit olan şeyi murad eder, ve murad eylediği şeyi de işler.
Dördüncü Vasl: İlim Ma’lûma Tabidir
Ma’lûm olsun ki ilm-i İlâhide iki itibar vardır. Birisi mertebe-i
Vahdette ve Taayyun-u Evvelde Zât-ı Uluhiyetin cemi Sıfat ve
esmasına mücmelen ilmidir. Yani ilim iki türlüdür, biri ilm-i İlâhide
Zat’i ilmidir, diğeri de zuhura dönük ilmidir. Taayyun-u evvelde
Zât-ı Uluhiyetin cem-i Sıfat ve Esmasına mücmelen ilmidir. Yani
toplu olarak cem olarak ilmidir bu ilim kendi Zât’ına olan ilimden
ibaret olduğundan bu mertebede ilim, âlim, ma’lûm arasında asla
fark yoktur. Cümlesi tek şeydir, şey-i Vahid’dir. Yani tek şeydir,
“bu ilim ma’lûma tabi olan neviden değildir.” Zira Zât-ı Kadîm ile
beraber kadîmdir.
İkincisi mertebe-i Vahidiyete ve taayyün-u sani tenezzülünden
sonra, kendisinde mündemiç olan, kendisinde mevcut olan, bil
108
cümle sıfatın ve esmânın suretleri, yek diğerinden temeyyüz
etmiş/ayrılmış olarak, ilm-i ilâhide peyda olduklarından, her birinin
iktiza-i zâtileri olan kabiliyet ve istidadı ne ise inkişaf eder, bu
kabiliyet ve istidat ba’del inkişaf Hakk’ın tafsilen ma’lûmu olurlar.
İşte Hakk’ın bunlara taalluk eden ilmi onların malûmiyetlerinden
sonra olduğundan “ilim ma’lûma tabidir” denilmektedir. İlmi Sıfati
ve Esmai anlaşılmalıdır, ilmin ma’lûma tabiyeti hakkında delil-i
Kur’an’i Muhammed Suresi 47/31
‫َﻛُﻢ‬
‫ﺎر‬
ْ َ ‫اَﺧﺒ‬
ْ ‫اﻟﺼﱠﺎﺑِﺮَِﻳﻦَ وﻧـَْ ﺒـﻠَُﻮا‬
‫ﺎﻫﺪَﻳﻦِْﻣﻨ ْﻜُﻢَ و‬
ِ ِ‫ْﻤﺠ‬
َ ُ‫َ وﻟَﻨَْ ﺒـﻠَُﻮﻧﱠ ْﻜُﻢ َﺣﱠﱴ ﻧ ْـَﻌﻠََﻢ اﻟ‬
“Biz sizi imtihan ederiz tâ ki sizden mücahit olanları bilelim”
diye ne kadar muhteşem bir ifade vardır. Bunlar hemen meal ve
tefsirlerde geçiliverilir,
tek cümle ile ama yaşantısına nüfus
edilmeye başlandığında öyle büyük öyle yüksek bir yere ulaşılır ki
akıl zor alır.
Şimdi özetle iki tabir geçti; ilim ve ma’lûm arasında iki tür
anlayış var, biri “ilim ma’lûma tabi,” diğeri “ma’lûm ilme tabi”dir.
Hangisi bunun öncelik, denir ise “ma’lûm ilme tabidir” bir yönüyle,
diğer yönüyle de “ilim ma’lûma tabidir.” Bunlar ne demektir. Şimdi
şu bir makine, bunların hepsi bir makine, aşağıdan yukarıya doğru
baktığımız zaman, biz evvelâ makineyi görüyoruz,
cihazı
görüyoruz, bu cihazın bir ilim ile meydana geldiğini anlamış
oluyoruz. Bu cihaz olmasa o ilim meydana çıkmayacak. İşte bu
yönde baktığımızda “ilim ma’lûma tabidir”. Yani ilmin zuhura
çıkması için araca ma’lûma ihtiyacı vardır. Bu ma’lûm/bilinen
olmasa ilim ortaya çıkmayacaktır.
Şu yazılar, ma’nâları itibariyle ilim, sureti itibariyle ma’lûmdur.
Yani zuhura çıkmışlardır. İşte birisi budur. İlim ma’lûma tabidir,
yani ilmin ma’lûma/görülene bilinene, ihtiyacı vardır, o ilmin
olduğu ispatlansın, ortaya çıksın diye. Bu zuhura dönük tabirdir,
ama bir de “malum ilme tabidir”. Yani Allah’ın ezeli ilmi olmasaydı
bu ma’lûm hiç olmazdı. Yukarıdan baktığımız zaman ma’lûm, yani
bilinen şey ilme tabidir, aşağıdan baktığımız zaman ilim ma’lûma
tabidir. İşte ilmin ma’lûma tabi olması her birerlerimizin a’yân-ı
sâbitelerinin, bakın faaliyete geçmesi için, ma’lûma dönüşmesi
gerekiyor. yani fizik âleme gelip harekete geçmesi gerekiyor. ne
zaman ki biz eksi veya artı fiil işliyoruz, bizim yaptığımız şu işler
ma’lûm/bilinen oluyor, bakın a’yân-ı sâbitedeki ilmimiz ma’lûma
tabi olarak ortaya çıkmış oluyor, böylece fiilimiz zuhura çıktığı için
ispatlanmış oluyor.
Yani ayan-ı sabitemizdeki ilim ma’lûm ile anlaşılmış oluyor.
Ama yukarıdan baktığımız zaman ilim olmamış olsa ma’lûm hiç
meydana gelmeyecektir. Ma’lûmu meydana getiren ilimdir
yukarıdan bakılınca, ama zuhura gelindiğinde bu ma’lûm olmasa,
yani bilinen şey olmasa ilmi anlamamız mümkün değildir, o zaman
109
ilim bâtında kalmış oluyor. İşte her birerlerimizin de ilmi varlıklar
olarak a’yân-ı sabitelerimiz ma’lûma tabi olunca ortaya
çıkmaktadır, yani bizler birer beden alıp, bütün âlemdeki varlıklar
birer beden alıp faaliyete geçtiği zaman onun inceliklerini
gördüğümüzde ilmi bundan almış oluyoruz.
Yani buna bakıyoruz ki ölçüleri şu kadar şu kadar saat ses kayıt
eder, şunu söyler bunu söyler zil çalan programları vardır, bunu
görerek biz ancak o ilmi anlamış oluyoruz. İşte cenab-ı Hakk da
bizleri halk etti bizim içimizdeki özelliklerimizi ancak biz
yaşadığımız zaman ortaya çıkmakta eğer ruhlar aleminde kalsaydık
ilim mertebesinde kalsaydık bakın bizim hiçbir fiilimiz olmadığından
ne cennet ne cehennem ne bu alemler hiçbirisi olmazdı. İşte
dünyaya geldiğimizde nefes-i Rahmani ile ve her birerlerimiz ilmi
manada bir elbise giyip her birerlerimiz ayrı bir özellik
kazandığımızdan fiillerimizi de istiklal verilerek yapmaya
başladığımızdan bizim şaki veya said olduğumuz ortaya çıkmakta
işte ayet-i Kerim’e de bunu belirtmektedir. "Biz sizi imtihan ederiz
ta ki sizden mücahit olanları bilelim”
Yani çıkardığınız fiiller dolayısıyla mücahit misiniz, inkarcı
mısınız, olduğunu bilelim, diyor, işte bu verilen manaya itiraz
edenler oluyor, kelam ehlinden.
İlim kavli asla tevil edilemez. Yani Hakkın
‫َﺣﱠﱴ ﻧ ْـَﻌﻠََﻢ‬
“ta ki bilelim” kavli asla tevil edilemez. Şimdi Cenâb-ı Hakk
diyorlar ki o kişi fiilini yaptıktan sonra mı ilmi öğreniyor, diyor
bakın nereden nereye çıkarıyor âyet-i Kerîmeden, Yani Allah
ezelden bunu bilmiyordu, ne zaman ki fiil ortaya çıktı amil olan
kişiden fiil ortaya çıktı, gördü de öğrendi, o zaman Allah’ın ilmi
ezeli değil sonradan olmadır. Hükmünü çıkartıyorlar buradan. Ne
kadar yanlış bir yola gidilmiş oluyor, âyet-i Kerîm’e diyor ki
“bilelim” biz diyoruz ki “sen münezzehsin” bu tür bilgiden, hayır
sen öyle değilsin, biz âyetin, yerine başka bir şey koyuyoruz.
Kur’ân’ı değiştirmiş oluyoruz. Bundan Allah korusun farkında
olmadan neler yapılmış oluyor.
İşte ta ki biz bilelim kavli asla tevil edilemez, yani yorum
yapılamaz bunun üstünde ezelden biliyordu da, şu oluyordu da, bu
oluyordu gibi, bir sürü yorumlar yapılır bunların hepsi yanlış şeydir,
aynen olduğu gibidir diyor. Âyet-i Kerîm’e de açık olarak
bildirilmektedir, buna ne fazla ne eksik bir şey düşünülemez. Tevil
edilemez, buna ancak mütekellimin gibi tenzih-i vehmi sahipleri
tevil ederler. Bakın tenzih-i vehmi, vehim tenzihi, şimdi tenzih
demek Allah’ı yücelere yukarılara çıkarmak tenzih iki türlü biri
tenzih-i vehmi, birisi de tenzih-i kadim yani mutlak tenzihtir.
110
Tenzih-i vehmi, hayali vehim yani hayelde bir Allah üretiyoruz
ve O’nu noksan sıfatlardan tenzih ediyoruz. Allah’ta noksan sıfat
olur mu? Allah’ı noksan sıfatlardan nasıl tenzih edeceğiz, işte bu
tenzihi vehmidir. Yani kendi kurguladığı bir Allah anlayışı var, onu
tenzih ediyor noksan sıfatlardan, peki noksan diye adlandırdığımız
sıfatın neresi noksandır. Acaba neresi noksan ve neye göre
noksandır. Noksanlık bizdedir, işte gerçek tenzih evvela kişi kendini
tenzih edecek, yanlış düşünmekten, eksik düşünmekten, yanlış
karar vermekten, evvela kendinimizi temizleyeceğiz, yani tenzih
edeceğiz. Ondan sonraki bilgi ile Allah’a bakalım tenzih edebilecek
miyiz edemeyecek miyiz? veya eder isek nasıl ve nerede hangi
mertebede tenzih edeceğiz.
Öyle derler tenzihi tevhit yarım âlimliktir, teşbihi, benzetme ile
ilgili olan kısım da yarım bilgidir, bütünü tenzihi ve teşbihi birlikte
birleyip tevhit etmektir ki gerçek ilim diye irfan ehli söyler, ama
bunlar sadece lâfzi olarak söylenecek terkipler değil yaşanarak
söylenecek terkiplerdir.
Bu ancak mütekellimin gibi yani kelam bilginlerinin söylediği
sözlerdir, müşahede ehlinin söylediği sözler bu kavil üzerinde tevil
etmezler olduğu gibi alırlar. Neden teşbih mertebesi ile de Hakk’ı
tanırlar. Vehmi tenzih sahipleri tevil ederler, onlar vücud-u eşyayı
vücud-u Vahid’in gayri gördüklerinden, bakın eşyanın vücudunu
Hakk’ın vücudundan gayrı gördüklerinden, Hakk’ı eşyadan tenzih
ederler. Hakk’ın ilmi ma’lûma tâbi olsa Hakk ilmini gayırdan alması
lâzım gelir diye âyette belirtilir ya ilmin ma’lûma tâbi olması
yönden alındığı zaman Allah ilmini gayırdan alıyormuş zannederler
bunu tenzih ederler, bu varlığı Allah’ın gayrı gördüklerinden Allah
ilmini gayırdan alıyormuş hükmünü çıkarırlar. Halbuki böyle bir şey
söz konusu değildir, çünkü o Allah’ın gayrı değildir.
Hak ilmini gayrıdan alıyor lâzım gelir derler, bu da cehil ve acz
olduğundan Hakk’a lâyık olmaz zannederler. Halbuki vücut birdir,
bu kesarat O’nun suver-i esmasıyenin zılâlidir. Yani görülen bu
çokluk vücudun gölgeleridir, ayine-i mün’akis olan, yani aynaya
aksetmiş olan gölge şahs-ı muhazinin /hizası, suretinden gayri
değildir. Aynanın karşısında olan kişiden suretinden gayri değildir,
aynanın içerisinde görünen. Böylece şahs-ı muhazi/hizası, aynaya
nazar ettiği vakit gördüğü suretten kendisinde bir ilim peyda
oldukta, yani karşısındaki sureti gördüğünde o bu ilmi gayrdan ahz
etmiş olmaz. Yani bu bilgiyi görüntüyü başkasından almış olmaz.
Yani aynanın karşısına geçen kimse aynaya baktığı zaman o
dışarıdan gayr gibi görünür aslında aynada görünen görenin ta
kendisidir. Onu gördüğü zaman bu bilgiyi dışarıdan almaz
başkasından. Kendi kendi bilgisini kendi kendinden alır. Başka birisi
aynada olması lazım ki o da mümkün değildir, aynanın karşısında
olan kişi aynada gözükür, o aynadan çekildiği zaman başka birisi
gelir o da aynen aynada kendi ilmini alır. Bu ilmi gayrıdan almış
111
olmaz böylece mütekellimin tevehhüm ettikleri yani ehl-i kelâmın
vehim ve zan ettikleri gayriyet yoktur ki, Hakk’a cehil ve acz isnadı
lâzım gelsin bu ayniyet ve gayriyet meselesi mertebe-i şehâdet
fassında izah olunacaktır.
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
Kaldığımız yerdebn devam edelim, Fusûs’ul Hiken Cilt 1.
Mukaddime sayfa 21 Kazâ ve Kader bölümü.
A’yân-ı sâbitenin tarifini yapıyor, özetle a’yân-ı sâbite iktiza-ı
Zâtiyeleri olan istidat ve kabiliyetleri dairesinde Hakk’tan zuhuru
talep ederler, bu talep lâfzi değil halidir. Çünkü daha o mertebede
beşeriyet hasıl olmadığından, yani insan daha halk edilmemiş
olduğundan, dolayısı ile lisanları da yok idi. İnsanların olmadığı gibi
kelimeleri ve lisanları hiçbir varlığın da kendi lisanından hiçbir şey
söz konusu değildi. O zaman bu talep kelâmi, lâfzi değil hali, hal
lisanıyla hal diliyle idi, oradaki hal dilinden kasıt ilmi hususiyetleri
dolayısıyla ilmî ma’nâ da bir istekti.
A’yân-ı sâbiteler, bakın şimdi iktiza-ı zâtiyeleri, yani Zatlarının
gereği olan, yani programlarında yapılmış özellikleri olarak istidat
ve kabiliyetleri dairesinde, yani kendi programları ne şekilde
yapılmışsa, bu program dahilinde ve dairesinde, Hakk’tan zuhur
talep ettiler, a’yân-ı sâbiteler oluştuğu zaman. İşte bu zuhur
istemeleri, nefes-i rahmani ile meydana geldi. Yani üflendi bütün
âlemlere. Bu talep lâfzi değil halidir. Yani istenilen talep edilen
çünkü o programda zâti ma’nâda Zat mertebesi itibariyle hayat
vardır. İlmi ma’nâda hayat vardır. İşte o ilmi ma’nâda hayat orada
sıkışık vaziyettedir. Yani sınırlı vaziyettedir. Madem ki bu programı
yaptın, zatlarından Allah’ın Zât’ına bakın, orada daha kevn zuhura
gelme yoktur, ilm-i ilâhide a’yân-ı sâbitenin zatlarından Allah’ın
Zât’ına talep, madem ki bizi programladın yani bir terkip yaptın, o
zaman bize o terkibi açacak faaliyete geçirecek sahayı ve istihkakı
ver diye bunu talep ettiler.
İşte bir bakıma bu âlemlerin halk edilmesi istidat ve kabiliyetlerimizin, a’yân-ı sabitemizin gereği, taleb edilmesinden sonra, o
neticeden sonra, bu âlemler halk edilmeye başladı. Yoksa durup
dururken bu âlemler faaliyete geçmedi. Bu âlemlerin kaynağı odur.
İstidat, a’yân-ı sâbitelerin istidat ve kabiliyetlerini ortaya koyması
için, talepleri kendilerinin yayılmasına, dolayısıyla bu âlemin de
oluşmasına sebep oldu. Rastgele o sadece nefes-i Rahmani verildi
değildir. Taleb olduğu için, nefes-i Rahmani ile bütün Allah’ın
Zât’ında olan, ezeli ilminde programlanmış olan, a’yân-ı sâbiteler
orada mahluk değildi. Program ama mahluk değildi, bakın Allah’ın
Zât’ında Zât’ı ile birlikte müstakil programlardı.
112
Müstakil derken tamamen âlemin dışında bir istiklâl değil, gurup
gurup bölüm bölüm müstakil varlıklardı. Müstakil programlardı.
İşte bunlar dışarıya çıkmayı talep ettiler, bu talepleri neticesinde
nefes-i Rahmani onları geniş bir sahaya feza denilen bu sonsuz
sahaya yaydı. Bu yayılma isteme lâfzi değil hali idi, yani kendi
programları istikametinde bir açılma talebi idi.
Mesnevide Mevlânâ Hz leri iki satırla bunu şöyle belirtmiş, “Biz
yok idik yani zuhurdan evvel biz yok idik ve bizim takazamız dahi
yok idi.” Yani bizim gürültülerimiz ortaya çıkardığımız faaliyetlerimiz de yok idi. Biz yok isek faaliyetlerimiz de yok olacaktır tabii.
Senin lütfun bizim na güftemizi işitir idi. Yani sessiz sözsüz
güftemizi namelerimizi isteklerimizi işitir idi. Bakın aynı yeri ne
kadar değişik bir şekilde ki bunu aslında çevrilmiş olarak değil de
farisinin kendi akıcı lisanından okumak lâzım ki, o lezzeti versin biz
şimdi çevirinin çevirisini okuyoruz, ama bu dahi büyük bir lütuftur.
Bu talep yaşamak için balığın vücudu su ve insanın vücudu
havayı nesimi talep etmek gibidir. Balık lisanen ya rabbi bana su
ver diye bir talepte bulunur mu, bizler bir düşünelim bakalım "ya
rabbi bana hava ver” diye bir talebimiz oldu mu, lisanen olmadı,
ama fıtri olarak oldu ve oluyor da, meselâ azıcık nefesimizi tutalım,
almayalım, ilk istediğimiz şey ya Rabbi bana nefes ver demektir,
hal ile. Tepinmeye başlıyoruz işte onu alamadığımızdan.
Tepinmemiz var ya, ya rabbi bize nefes ver demektir. Ama lisanen
bunu söylemiyoruz, vücut bedenimizin sistemi fiilen bunu talep
ediyor, sessiz ve sözsüz olarak.
Zira onların istidat ve kabiliyet-i vücudiyeleri böyledir. Yani
balığın ve insanın istidatı ve kabiliyeti vücutlarının yaşama
sistemleri böyledir. Sistem bunu ister. Meselâ benzinli motor,
motoru çalıştırıyor iken lisanen bana benzin ver, diye söylüyor mu,
lisanen söylemiyor, ama hal ile söylüyor. Benzini vermediğin
zaman çalışmam diyor. Ver benzini çalışayım diyor. bu kadar
açıktır. Hal ile benzin talebinde bulunuyor. İşte her bir ayn zat-ı
uluhiyetten böylece iktiza-ı zatiyesine göre tecelli talebinde
bulundu. Her bir a’yân-ı sâbite kendi hususiyeti olarak iktiza-i
zâtisinin kabiliyeti ile tecelli talebinde bulundu. Yani zuhura çıkma
talebinde bulundu sessiz sözsüz. Bâtınından ihtiyacı olduğunu
istedi.
Onların istidat ve kabiliyetleri malum-u ilahi olduğundan yani
onların istidat ve kabiliyetleri Allah’ın ilminde bilindiğinden Cenâb-ı
Hakk da onların taleplerini “is’âfen/kabul etmek” Hakk malumiyetleri dairesinde tekvinlerini murad etti. Yani kendilerinde olan a’yânı sâbite ma’lûm olan hususiyetleri istikametinde onları tekvin
eyledi, meydana getirdi. Böylece murad eyledi. Böylece Hakk’ın
iradesi ilmine, ilmi de ma’lûm olan a’yân-ı sâbiteye tâbi oldu. Hani
bir evvelki sohbette ilim ma’lûma tâbidir, diğerinde ma’lûm ilme
tâbidir diye ifade edilmişti, burada onu belirtiyor.
113
Şimdi onların kâffe-i meratipte, yani bütün o a’yân-ı sâbitelerin
bütün
mertebelerde yani
zuhura çıkıncaya kadar
Sıfat
mertebesinde, esma mertebesinde, Ef’âl mertebesinde bütün
mertebelerde istidat ve kabiliyetleri üzere zuhurlarını Hakk’ın
hüküm etmesi kazâ-ı ilâhidir. Bakın gerçek ma’nâda kazâ budur.
Yani kitaplarda, kader ve kazâ diye belirtilir, aslında tam tersidir,
kazâ ve kaderdir. Çünkü kazâ hüküm ma’nâsınadır, toplu program,
kader ise bu programın gün be gün açılması yayılması, miktar,
kader miktar miktar açılmasıdır.
İşte bu program kazâ-i ilâhidir. İlâhi kazâ budur. Bu kazâ
hükmü külli-i icmalidir, yani bir bütün cem bir hükümdür. İstidat-ı
zâtileri üzerine Zeyd’in ilmine ve sadetine ve Amr’ın cehline ve
şekavetine hüküm gibi. Fakat bu hükümde cebir yoktur. Zeydin
programı kendine göredir, ilm-i ilâhide Amr’ın programı kendine
göredir. Burada zorla yapılmış yaptırılmış bir şey yoktur. Cebir
yoktur, zira bu hükmü a’yân-ı sâbite kendileri üzerine vermişlerdir.
Bakın ne kadar müthiş bir ifadedir. A’yân-ı sâbite bu hükmü kendi
üzerine kendi vermiştir, çünkü programı odur. dışarıdan gelen bir
zorlama bir icbar yoktur.
Hakk bidayeten mahkümün aleyhdir. Yani Hakk başlangıç
olarak mahkümün aleyhdir. Yani her bir a’yân-ı sâbite kendi
kabiliyet-i Zatiyesini gösterip Hakk’a demiştir ki ey zî ata, ey ata
sahibi olan, benim hakkımda hükm-ü saadeti ver, ve beni bu
hüküm dairesinden ıshar et. Yani a’yân-ı sâbite kendi programına
göre bunu böyle demiştir. Bu ise o a’yân-ı sâbite tarafından Hakk
üzerine bir hükümdür. Şimdi bu halde a’yân-ı sâbite hâkim, Allahü
Teâlâ Hz leri mahkûm hükmüne gelmiş olmaktadır. Yalnız yanlış
anlaşılmasın haşa Cenâb-ı Hakk suç işledi de mahkûm oldu
değildir.
Hani söylenir ya! sözünün mahkûmu oldu diye, bir kimse
farkında olmadan bir söz verir, bunu yerine getirmek zordur, o
duygusal bir halde olmayacak bir şeye söz vermiştir, kendi kendini
mahkûm etmiştir, karşıdaki mahkûm etmemiştir.
Şimdi a’yân-ı sâbite bâtınen ilmi ilâhide “Ya rabbi bunu bana
ver” demek suretiyle hâkim hükmündedir. İşte biz dua ettiğimiz
zaman bu hale geliyoruz, ya rabbi bana şunu ver bunu ver biz
hakim, Allah mahkum tutmuş oluyoruz. Tabi ki bu iyi niyetle
yapılan bir şeydir. Ama farkında olmadan hadise bu oluyor. Lâtife
lâtif gerek demişler incitici olmamak lâzımdır, yerine göre şaka da
gereklidir.
Şimdi Cenâb-ı Hakk ilm-i ilâhide a’yân-ı sâbitelerimizi kendi Zât
mertebesinde programlamış olduğundan, a’yân-ı sâbite kendi
hakkını istemekte hâkimdir. Bunda eksi yanlış bir şey yoktur. Bu
Hakk’ın verdiği bir Hakk’tır. A’yân-ı sâbite diyor ki beni şu şu şu
şekilde programladın, hal lisanı ile onu yapacak sahayı ekipmanı
114
bana ver, işte bu ver demesi hâkim, âmir hükmünde, alacağı yer
ise memur, mahkûm hükmünde oluyor. Bunda ters yanlış bir şey
yoktur. Mahkûm demekle suç işlemiş de mahkûm olmuş demek
değildir. ne yapıyor, kendi programı ile kendini mahkûm etmiş
oluyor. Yani o programın hakikatini vermeye, mahkûm etmiş
oluyor. Bunu isteyen de hâkim, hükmü yerine getirmek istiyor.
Yani bir bakıma âmir oluyor. Yani a’yân-ı sâbite âmir, bu hükmü
Allah kendi programladığı için de o programı yapmaya, Hakk
memur oluyor. Yani mahkûm dediği odur, yani onu yapmakla kendi
kendini görevlendirmiş oluyor.
Yani a’yân-ı sâbite kendi hakkını talep ediyor, haklı olarak bu
talebi verecek olan bu talebin karşılanmasına mahkûm edilmiş
oluyor. O zaman onu, karşılamaması diye bir şey söz konusu
değildir. yani her birerlerimiz özümüzden istediğimiz zaman lâfzi
olarak değil ma’nâ âleminde a’yân-ı sâbiteler üzere istediğimiz
şeyde biz âmir, Cenâb-ı Hakk memur oluyor, çünkü onu kendi
üzerine görev kabul ediyor. Bu hakikat bildirilen bilgiler genel
olarak toplanıp ta hepsi yerli yerine konduğu zaman hiçbir açıklık,
hiçbir boşluk hiçbir, yanlışlık tereddüt kalmıyor.
Bir hadis-i kudside “kulum bana nafileler ile yaklaşır ben
kulumu severim, onun elinde tutan, gözünde gören, ayağında
yürüyen kulağında duyan ben olurum” diyor. İşte bakın kul ne
oldu, kul âmir oldu, Hakk memur oldu. Yani öyle bir Rabbımız var
ki gerektiği yerde âmir, hâkim, mutlak sâhip, gerektiği yerde de
her şeyi meydana getiren yüklenen yapan eden, kendisi
olmaktadır. Yani hem hâkim, hem de mahkûmdur. Şimdi bir kimse
hırsızlık yaptı, veya kâtil oldu birisini öldürdü, mahkemeye gitti
hâkim ona 10 sene hapis dedi, şimdi biz ne diyoruz, hâkim onu
mahkûm etti diyoruz. Hayır! tâbir yanlış, görüntüde öyle de tâbir
yanlıştır. O kâtil kendi kendini mahkûm etti. Hâkim kendisi oldu,
yani o fiili işlemek suretiyle kendini o fiilin karşısı olan suça
mahkûm etti.
Peki hâkim ne yaptı,? hâkim süresini belirledi. Hâkim
hükmetmedi, burada kendisine cebir yapılmadı, mecburiyet diye
bir şey yapılmadı, kendi fiilinin karşılığını gördü, işte Cenâb-ı
Hakk’a biz Cenâb-ı Hakk’tan a’yân-ı sâbitemiz üzere bir şey taleb
ettiğimiz zaman biz taleb ettiğimizde a’yân-ı sâbitemizin miktarı ne
ise o miktar üzere taleb ediyoruz. İşte onu miktarlaştırmak bir
bilgiye bağlıdır, o bilgi de hâkim olmaya bağlı, hâkimlik de bilgi
istemektedir. Ve de biz hâkim O mahkûm, yani biz taleb edici O
vericidir.
Bu ise a’yân-ı sâbite tarafından Hakk üzerine bir hükümdür,
binaenaleyh o a’yân-ı sâbite hâkim, yani a’yân-ı sâbite hâkim ve
sâhib-i ata olan vücud-u Hakk mahkûmun aleyhdir. Yani o hükmün
üzerine mahkûmdur. Bakın sâhib-i ata olan yani verici olan
lütfedici olan Hakk’ın vücûdu varlığı o hüküm üzerine mahkûmdur.
115
Badehu Hakk hâkim, a’yân-ı sâbite mahkûmun aleyh olmuştur.
Böylece cebir her bir aynın istidat ve kabiliyetinden kendi üzerine
vakidir. Bakın dışarıdan bir cebir yoktur. İstidat ve kabiliyetin
mec’ul olmadığı yani zuhura gelmediği balâda/yukarıda izah
olunmuş idi. İstidat ve kabiliyet ceal edilmemiştir. Yani basit tabir
ile halkedilmemiştir, kendi hakikatinde vardır.
İstidat ve kabiliyet Allah’ın Zat’ında var olduğundan sonradan
olma bir şey değildir onu demek istiyor. istidat-ı Zâtiye asla
tebeddül etmediği gibi yani Zât’i istidat asla değişmediği gibi iki
nakisi de cami olmaz. yani İki ters istidat bir yerde olmaz. Meselâ
ilm-i İlâhide saadet ile ma’lûm olan bir a’yân-ı sâbite bittebeddül
şekavetle ma’lûm olmadığı gibi bir a’yân-ı sâbite an-ı vahitte hem
saadet hem de şekavete haiz olamaz. Yani hem saadeti hem de
şekaveti aynı yerde bulunduramaz. Zira bunlar yek diğerinin
nakızıdır. Yani zıddıdır. Nitekim bir şey bir an içinde hem beyaz ve
hem de siyah olamaz.
Kazâ-ı ilâhi biri mübrem diğeri de muallâk olmak üzere iki
nevidir. Bakın kazânın mutlak ve muallak olduğunun taraflarına
geliyor. Kazâ-ı ilâhi birisi mübrem, yani mutlak kazâ diğeri muallâk
olmak üzere iki nevidir. Kazâ-ı mübrem değiştirilemez, önlenemez,
olan bilâ kaydı şart infazı lâzım gelen kazâlardır. Şimdi basitçe
şöyle düşünelim; şu yazılarda olduğu gibi iki sutun halinde günlük
sayfalarımızı a’yân-ı sâbitemizin kazâ ve kader sistemini iki sutun
halinde bu sutunda olan kazâ-ı ilahi kaza-ı mübrem olduğundan bu
yazılar değişmez, kazayı mübrem mutlaka tahakkuk ediyor.
Kazâyı mübrem bilâ kaydı şart infazı lâzım gelen kazadır. Yani
hiçbir şarta bağlı olmadan mutlaka uygulanır. Ne ertelenir ne her
hangi bir şey olur, değişmesi mümkün değildir. Bu kazâ ne duayı
lâfzi, ne duayı fiili, ile yani tebadi ile mündefi olmaz yani tedbirler
almakla def edilemez, yani kaldırılamaz. Kazayı mübremde iki
itibar vardır, birisi indallah’ta kazayı muallak ve indel melâike vel
kâmilin kazâyı mübrem görünen kazâyı ilâhidir. Bu kazâ dua ve
tedbir ile mündefi olur. Yani atlatılmış önlenmiş olur.
Kazâyı muallâk, kaydı şarta tebaen infazı lâzım gelen kazadır,
bu kazâ şart-ı indifa’ın tahakkuku halinde nafiz olmaz, müessir
olmaz. Şart dahi kazadır, kazâ, kazâ ile red olunur, hadis-i
şerifinde bu hakikate işaret buyurulmuştur. Tekrar edelim; kazayı
mübremde iki itibar vardır, birisi indallahda kazâyı muallâk ve indel
melâike vel kâmilin kazayı mübrem görünen kazâyı ilâhidir. daha
önce de dediğimiz gibi bu sayfanın bir tarafı kazayı mutlak
mübrem, değişmeyen hiçbir şekilde ne dua ile ne her hangi bir fiil
ile karşılanmayan değişmeyen kazâdır, hükümdür mutlak olacaktır.
Ama kazâyı muallâk olan taraf değişebilir. İşte peygamberimizin
dediği “dua kazaları önler, ömrü uzatır” dediği budur.
116
Kazâyı mübremde iki itibar vardır, birisi indellahta kazâyı
muallak olan ve indel melâike vel kâmilin, melâikenin ve kâmil
ehlinin kazâyı mübrem görünen kazâyı ilahidir. Yani dışarıdan
öylece bakıldığında zannedildiğinde bir kazâ yani bir hüküm kazâyı
mübrem gibi görünür, ama kazâyı muallâk bölümündedir. Bu kazâ
dua ve tedbir ile mündefi olur. Yani muallâk tarafta yazılan bir
hüküm var ise bu hüküm dua ile değişebilir. İşte kazânın değiştirilmesi bu bölümde olandır. Kazâyı mübrem, mutlak kazâ hiçbir
şekilde değiştirilemez. Bu kazâ dua etmek ve tedbir almak ile
atlatılmış önlenmiş olur. Kazâyı muallâk kaydı şartı tebaen infazı
lâzım gelen kazadır. Yani değiştirilebilen kazâ kazâyı muallak şartı
ile infazı lâzım gelen kaza değiştirilebilir.
Dua edilmezse, tedbir alınmazsa o muallâk kazâ hükmü mutlak
kazâya dönüşür, o zaman da o bizim suçumuz olur, tedbirini almamamız dolayısı ile ve dua etmememiz, ve ilgilenememiz
dolayısıyla, aleyhimize yazılır. Kazâyı muallâk kayd-ı şarta bağlı
olarak infazı lâzım gelen kazâdır. Yani kazâ vardır ama bazı şartlar
oluşursa bu kazâ yerine gelir şartlar oluşmazsa bundan kurtulunmaz, yani şartlarını yerine getirirsen, yani kazâyı muallakta tedbir
alırsan duasını yaparsan bu kazâ kaldırılır,. Bu kazâ şartı indifaın
tahakkuku halinde, yani kazâ şartı faaliyete geçeceği tahakkuku
halinde nafiz olmaz, müessir olmaz. Yani o kazâ uygulanmaz.
Bunun şartı dahi kazâ bir başka kazâ ile red olunur.
Yani bir hüküm bir başka hüküm ile yerinden kaldırılır. Şimdi bir
hüküm yapılmıştır, bu hükmün gereği yerine getirilir ya rabbi sen
bizi görünmez kazâlardan belâlardan koru, diye dua ediyoruz ya
işte bu yaptığımız dualar ve çevreye yaptığımız iyilikler verdiğimiz
sadakalar, Allah seni her şeyden korusun, bir fakir dediği zaman
işte bu kazâ, bu kazâ ile değiştirilir. Yani o kazâ tahakkuk etmez.
Yani bu da bir kazâ ile değiştirilir kendi kendine o değişmez, demek
istiyor. işte hadis-i şerifte belirtilen bu kazâdır. “kazâ kazâ ile red
olunur” hükmü bu kazâdır.
Kazâyı mübreme misal; yani mutlak kazâya değişmeyecek
kazaya misal; tavla oyununu oynayan kimse oyununu iyi oynadığı
ve pullarını dahi önüne cem edip refikinden evvel toplamaya
başladığı halde öyle bir zar atar ki açık vermeye mecbur kalır, zira
başka türlü oynamak mümkün değildir. burada tedbir ve maharetin
tesiri yoktur, işte bu kazâyı mübremdir. Yani anlatıldığına göre
oynuyorsunuz, oynuyorsunuz, öyle bir oyununuz var ki artık bir
şey yapamıyorsunuz karşı taraf oraya patır patır çekip alıyor yani
tedbir de etseniz bilginizle ne yaparsanız orada para etmiyor.
Kazâyı muâllâka misal; ma’lûm olduğu üzere tavla
oyununda oyuncular zarın hükmüne tabidir, oyuncu oyununu
kazanmak için muafık gördüğü zarın gelmesini ister. Çok gelsin
ister en kıymetli olan çok gelendir, oynandığı zaman, fakat zarı
atınca ekseri muradına muhalif olarak zâhir olur. Yani istediği sayı
117
gelmez. Oyuncu bunda mecburdur, yani o zarı atmaya mecburdur,
çünkü oyunun kuralı odur.
Mutlaka onu oynayacaktır, velâkin gelen zar üzerine birkaç
türlü oyun mevcut olduğu takdirde onların en iyisini oynamakta
serbestir. Bakın kazayı muallâk olanı kişinin iradesine bağlı
oyununa sanatına yaşam sanatına bağlı onların en iyisini
oynamakta serbestir. Bu hususta mecbur değildir, yani şu taraftan
da zar atabilirim bu taraftan da zar atabilirim buradan da
oynayabilirim diye muhtelif imkân vardır. Bunların hiç birini
oynamak mecburi değildir. mutlaka iki üç atacaksın o yere konacak
diye mecbur değildir. ama öteki oyunda başka oynayacak yer
kalmadığı için sonuçta mecburdur.
Her gelen zarda oyununun en iyisini oynarsa oyunu kazanabilir
şimdi arzusuna muhalif gelen zara tabiiyet mecburiyeti bir kazâdır
yani bir hükümdür. İstediği altı ise ve gelen bir ise bu muhalif
gelen zara, yani istediğinin dışında gelen zara, tabiiyet mecburiyeti
kazâdır tabi olması bir hükümdür, oyunun hükmüdür, ve kazanmak
için oyunun iyisini oynamak dahi bir kazadır. Yani iyi oyun
oynamak dahi bir hükümdür. Arzusuna muhalif zar ile oyununu
kaybedebilirken iyi oynadığı için kaybetmedi. Yani çalışması
neticesinde kaybetmedi, böylece kazayı kaza ile red eyledi. yani
oyundaki hükmü bir başka hükmüyle kaldırmış oldu ve oyunu
kazanmış oldu. İşte kazayı muallâka da misâl bunu gösteriyor. Bu
kaza, kazayı muallâk oldu.
Mesneviden beyit: Tercüme:
Allah Teâlâ cenibinden evliyanın öyle bir kudreti vardır ki,
atılmış oku yolundan geri çevirdiler, beyt-i şerifi kazayı mübrem
hakkında değil kazayı muallâk hakkındadır.
Abdülkadir Geylâni Hz leri (k.s.a.) ben kazayı mübremi de def
ederim buyurmaları indallah kazay-ı muallâk ve indel melâike
kazâyı mübrem görünen kazayı ilâhi hakkındadır. Yoksa kazâyı
mutlak olan mübrem hiçbir vecih ile kaldırılamaz değiştirilemez.
Kader kazânın tafsilidir, şimdi kazâyı belirtti kadere geliyor,
kader; kazânın tafsilidir. Kazâ bir vakit ile mukayyed olmadığı
halde, vakit ile kayıtlı olmadığı halde. Kader vakten minel evkat,
yani vakit ile vakitten vakite her bir ayn–ı sâbitenin esbab-ı
mahsuse tahtında cemi meratibte zuhur edecek ahvalini takdirden
ibarettir. Yani a’yân-ı sâbitenin bütün mertebelerde zuhurunu
miktar miktar çıkarmaktır kader. Meselâ Zeyd saiddir diye
hakkında hukm-ü külli hukukundan sonra Zeydi’in falan vakit
âlem-i şehadette zuhuru ve kendisinden falan vakitlerde şu, şu
amel-i sâliha zâhir olması ve şu kadar sene muammer olduktan
sonra yaşadıktan sonra mü’min olarak berzaha intikal etmesi ve
berzahta dahi şu, şu, şu nimetlere nail olması gibi ahval bu
kazânın tafsili olduğundan bunlara kader denir.
118
Yani kazâ ve kader hükmü insanın üstünde ebedi devam
etmektedir. Kazâ toplu halde bu insanın programı bakın sadece
dünyada geçerli değil, berzahta, mahşerde, cennet ve cehennemde
bu kazâ hükmü kader olarak miktar miktar ebediyete kadar devam
eden bir husustur. bakın bizim üzerimizde bu programın ne kadar
tesiri vardır.
Şimdi kazâ a’yân-ı sâbitenin istidad-ı gayri mec’uline taalluk
ettiği gibi, yani halk edilmemiş asli istidada taalluk ettiği gibi kader
dahi her bir aynın cemi meratibinde her bir a’yân-ı sâbitenin bütün
mertebelerde zuhur edecek istidâd-ı mec’ulüne taalluk eyler,
böylece sırrı kader a’yân-ı sâbiteden her bir ayn’ın vücutta Zât’en
ve sıfat’en ve fiilen ancak kabiliyet-i asliyesinin yani asli
kabiliyetinin ve istidâd-ı zâtisinin hususiyeti miktarınca zuhuru
keyfiyetinden ibarettir kader. Sırr-ı kaderin sırrı dahi budur, yani
kader sırrının sırrı dahi budur, a’yân-ı sâbite Zat-ı ulûhiyetten gayrı
olarak hariçte zâhir olan umurdan değildir. yani a’yân-ı sâbite gayri
olarak Allah’ın varlığından gayri olarak hariçte zâhir olan işlerden
değildir. belki Hakk Teâlâ Hz lerinin niseb ve şuunat-ı zâtiyesinin
suretleridir kader. Hakk Teâlânın niseb ve şuunat-ı Zât’iyesi ise
ezelen ve ebeden tagayyür ve tebeddülden münezzehtir. Hakk
Teâlâ’nın nisbetleri ve şee’nleri yani zuhura çıkarttıkları şuunat-ı
Zat’iyesi ise ezelen ve ebeden tegayyur yani gayrileşmez,
değişmez, tebeddül etmez, bir başka hale girmez.
Böylece ayan-ı sabite dahi mümteniul tegayyurdurlar, a’yân-ı
sâbiteler dahi değişmezler, nitekim bâlâda/yukarıda izah olundu.
Vel hasıl kader kazanın tafsili olup anen ve feanen zâhir ve zâhir
oldukça ma’lum, ve ma’lum oldukça da mukadder olurlar.
Misal: Hayvan cinsinin açlığı kazâdır, yani bir hükümdür, aç
olacaktır bu bir hükümdür, bu bir hükm-ü külli icmâlidir, yani
bütün hayvan cinslerinde bunlar birdir, bu açlık hayvan cinsinin
iktizâ-i zâtisidir. Yani Zâti gerekliliğidir hayvan cinsinin. Bedenen
biz de aynı cinsteniz. Fizik beden olarak. Et kemik olarak hepsi
aynı diğer mahlukatta ne varsa bizde de aynısı vardır, bu halde
müşterekiz. Bu hüküm bizim üzerimizde de geçerlidir. Biz de
acıkıyoruz, işte bu ilâhi bir kazâdır. Acıkma bir kazâdır, bir
hükümdür.
Bu cins bu istidâd-ı zâtiyle kendi üzerine açlık ile hükmetti,
vücudun iktizâ-i zâtisi olarak Hicir Suresi 21. Ayet-i kerimesi
hükmünce
‫َﻰء ا ِﻻ ِﻋﻨَْﺪﻧَﺎ ََﺧﺰاۤﺋِ ﻨُﻪُ ََوﻣﺎ ﻧـُ ﻨـﱢَﺰﻟ ُۤﻪُا ِﻻ ﺑِﻘََﺪٍرَْﻣﻌﻠ ٍُﻮم‬
ٍ‫ِنِ ْﻣﻦ ْﺷ‬
ْ ‫َ وا‬
15/21 - Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim katımızda
olmasın. Biz onu, ancak belli bir miktar ile indiririz.
119
hazine-i gaybdan anen ve feanen an be an arkası kesilmeden
efrad-ı hayvaniyenin zuhuru ve efraddan her birinin yaşadığı
müddetçe yani bu hayvan cinsinin fertlerinden her birisinin
yaşadığı müddetçe ezmine-i muhtelifede yani muhtelif zamanlarda
açlığı kaderdir. Aç olması hüküm olarak kazâ ama süreler içerisinde
gün be gün onu yaşaması da kaderdir. İşte böylece onların tokluğu
da böylece kazâ ve kaderdir. Yani tokluğu da bir kazâ kaderdir.
Çünkü bir müddet tok duruyor ondan sonra acıkıyor. Yani ikisi de
kazâ doydukça tekrar tekrar doydukça doyma kaderi, aç kaldıkça
da aç olma kaderi üzerimizde sürmektedir.
Şimdi açlık hükmü küllisi tokluk hükmü küllisi icmalisine tekabül
eylediği cihetle kazâ kazâ ile red olunur. Yani aç olan bir kimse
açlık onun üzerinde bir kazâ iken o kişi doyduğunda, doymada,
onun üzerinde bir kazâ olduğundan, bakın açlık kazâsı hükmü
tokluk kazâsı hükmüyle kaldırılmaktadır. Kazâ kazâ ile red olunur,
burada biz buna kader kader ile red olunur çünkü o açlık tokluk
artık zuhura gelen bir hadise oluyor. Bunun gibi soğuk sıcak ile,
sıcak soğuk ile ve mekr, mekr ile red olunur. Yani bir hile diğer bir
hile ile kaldırılır. Diğer şee’nler de bunlara kıyas olunsun.
--------Bu hususa biraz daha ilâve yapalım. Kişinin açlığı ilâhi bir
hüküm/kazâdır, alış verişe gittiğinde, yiyeceği şeyleri seçmesi
kendi hükmü, kendi kazâsı’dır. Bu kazâ sonradan olan kaderin
kazâsıdır, işte böylece, kul kendi iradesi ile bir şeye karar verdiği
zaman o şeyin karar/kazâsı buradan kaynaklanmaktadır. Ezelden
değil, eğer her şey hepsi ezelde karalaştırılmış, kazâ edilmiş olsa
idi, insanlar için burada yaşamanın hiç bir hükmü olmaz idi.
Markete giden kişinin ihtiyaçlarını almak istemesi bir hüküm/
kazâ’dır, ancak kendinden müskirata karşı bir istek meyli olması da
bir kazâ’dır. Ancak bu meyil ile müskirata yaklaşılmamasının
istenmeside bir kazâ’dır. Bu durumda hür kişi kendi iradesiyle bu
yasak edilen menhiyatı yer içer kullanırsa, buda onun kader
içindeki kendi hükmü/kazâsı’dır. Ve bundan sorumludur, işte
imtihan budur.
Bitkiler cinsinden olan tütünün ve üzümün halkedilmesi, ilâh-i
bir hüküm/kazâ’dır, ancak bunlardan sigara ve içki yapılarak
içilmemesinin istenmesi de, yasak bir hüküm/kazâ’dır. Buna
rağmen kişi yaşadığı süre içerisinde bunları kullanır ise! Bu da
kişinin yaşadığı süre kader/miktar, içinde kendi ürettiği bir
hüküm/kazâ’dır. Eğer bunları kullanmaktan dolayı meydana gelen
her hangi bir şekilde hastalanması, o nun kendi kendine vermiş
olduğu bir kazâ/hüküm’dür, mes’ulü kendisidir. Hastalığın halkedilmesi bir ilâh-i kazâdır, o kişinin yasak edilen içkiyi veya sigarayı
kullanarak hasta olması kendisinin mes’ulü olduğu kaderin
kazâsı’dır. Ve bu halde onun ilâh-i kazasının muallâk bölümüne
120
kendi aleyhine yazılıp, mahşerde kendi aleyhine olmak üzere
kaderi mutlak haline geçmiş olmaktadır.
Eğer kulun, Allah’ın verdiği kendine ait olan nefsi ve geçici
beden varlığı olmasa idi, âyet-i kerîmede bahsedilen, “vehüm
yüs’elün” (21/23) “onlar mes’ul dürler” hükmü olmazdı. Kazâyı
ilâhi ezelde a’yân-ı sâbitede mutlak bölümünde yazılıdır, bura da
ise a’yân-ı sâbitenin muallâk bölümüne kulun iradesinden çıkmış
kaderin kazâsı yazılmaktadır. Kul yaşadığı sürece, vermiş olduğu
kazâ/ hüküm, kararları burada oluşmakta ve bunlar kula bağlı
olarak hüküm olunduğundan, “nagleme” (47/31) “bilelim” yani
kulda bunları bilsin bizde görüp bilelim ki, daha sonra bunları inkârı
mümkün olmasın, kendiside bizde azalarıda ona şahit olsun. T.B.
--------NOT= Burada bir hususu daha belirtmek gerekmektedir. Kazâ
ve kader bahsinde insanlar ile ilgili olan bölümde, eğer bütün
insanların, ve insanlarla ilgili konuların hepsi ilâhi âlemde düzenlenip burada sadece tabikatı yapılıyor ise o zaman bunların hepsinin
Kazâyı mutlak/mübrem olması lâzım gelecektir. Ancak kazâ ve
kaderin bir bölümüde kazâyı muallâk olduğundan bunların
düzenlenmeleride bu âlemde kazâ/hüküm olunmakta belirlenmektedir. Yani burada düzenlenmektedir ki işte insân-ı diğer varlıklar
dan ayıran ve insan yapan bu hususiyetleridir, ve bu sahadan da
sorumludurlar. Ahiret yurtlarındaki yerlerinide kazâyı muâllak
bölümlerindeki değerlendirmeleri belirliyecektir.
İleriki sayfalarda yeri
değineceğiz inşeallah. T.B.
geldiğinde
bu
mevzua
delilleri
ile
-------------------
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ ﴾ ْﺑِﺴِﻢ‬١﴿ ‫اﻟﺮﱠﺟ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﻄَﺎن‬
ِ ‫ﺑِﺎﻟﱠﻠﻪَِﻣﻦ اﻟ ْﺸﱠﻴ‬
ِ ُ‫اَﻋُﻮذ‬
Dokuzuncu fasıl: Mertebe-i ervah.
Bu akşam sohbetimize kaldığımız yerden devam edelim, sohbet
mevzuu Fusus-ul Hikem 1. Cilt Mukaddime Kazâ bahsi ile ilgili
olarak devam ediyoruz, mertebe-i Ervah yani ruhlar mertebesi,
Cenâb-ı Hakk her birerlerimize kolaylıklar ihsan etsin inşeallah
kendi indinden ilim versin ilm-i ledünni versin inşeallah. Bu
mevzularda belki doğrudan kazâ kader bahsi ile ilgili görülmeye
bilir ancak, sohbet mevzuları bu sıra ile gittiğinden bunlarıda ilâve
etmeyi uygun buldum, çünkü gerçekten çok güzel ve çok değerli
bilgilerdir. Kitabın hacmi genişliyor da olsa, vakti olanlar bunları da
okurlar, ismen ve zâhiren bildiğimiz şeylerin hakikatlerinin ne
olduğunu ve yaşadığımız âlemin nasıl bir yer olduğunu anlamamız
için, belki bir uykudan uyandırma vesilesi olur da, kişi kendi aslını
aramaya başlamasına sebeb olur. Gerçektende bu dünya, bizlerin
121
gelişip kendimizi bulmamız için, yegâne ve tek hayat okuludur.
Buraya yatmaya ve nefsi emmâremizin tutsağı olarak yaşamaya
gelmedik. Halifelik ve insanlık asâletimizi almaya geldik, bunları
almadan gidersek gerçekten bizlere vah vah olur. Allah (c.c.)
korusun. Amin.
------------------9. Fasıl – Mertebe-i Ervah:
Vücut taayyün-u sâni ve Vahidiyet mertebesinden sonra suver-i
ilmiye hasebiyle mertebe-i ervaha tenezzül eder. Cenâb-ı Hakk’ın
gerçek ma’nâda kendisini ifade eden bir kelâm vardır buna da
Vücud-u Mutlak denmektedir. Vücud-u Mutlak dendiği zaman vücut
mevcut, vecede- buldu, var olan bulunan bir şey lügat ma’nâsıyla
ifade edildiği halde Cenâb-ı Hakk’ı beyan eden yönüyle Vücud-u
Mutlak hiçbir varlıkta zuhuru olmayan ne lâtif, ne kesif, ilm-i İlâhi
olarak Allah’ın Zat’ına verilen isimdir İlâhi ilim olarak. Suretsiz ve
şekilsiz, vücud denildiği zaman suret ve şekil aklımıza geliyor, ama
burada bahsedilen vücut; Vücud-u Mutlaktır.
Daha evvel de bahsedilmişti, üç mertebesi vardı bu vücudun,
birincisi Vücûd-u Mutlak, Vücûd-u İzafi, Vücûd-u Şuhudi dediğimiz
mevcut olan vücut Vücûd-u şuhudi, müşahede edilen vücuttur.
Bunu meydana getiren lâtif vücûd Vücûd-u İzâfi, bütün bunları
meydana getiren de Vücûd-u Mutlaktır. İşte bu vücûd-u Mutlak
taayyün-u sani itibariyledir. Taayyun-u evvel daha evvel bu
terimler geçmişti, taayyün-u sâni yani ikinci zuhur ikinci tayin ikinci
programların zuhur yeri taayyün-u sâni ve vahidiyet mertebesiden
sonra suvar-i ilmiye hasebiyle yani ilmi suretler dolayısıyla
mertebe-i ervaha tenezzül eder. Yani mutlak vücûd yavaş yavaş
kesafet kazanarak varlıklar belirginleşmeye başlar mertebe-i
ervaha tenezzül eder, bu mertebede suver-i ilmiyeden yani ilim
suretlerinden suret burada bir benzetmedir bir varlığı ifade
etmektedir yoksa orada daha suret olarak hiçbir şey ortaya
çıkmamıştır.
İlmi ma’nâdaki programlar diye biliriz, suver-i ilmiyeden ilmi
suretlerden her biri birer cevher-i basit olarak zâhir olurlar. basit
bir cevher olarak zâhir olurlar. bu basit cevherden her birinin şekli
ve levni rengi olmadığı gibi zaman ve mekân ile de muttasıf
değillerdir. Yani bu mertebede renkler kokular hiçbir şey belli
olmadığı gibi zaman ile de vasıflandırılmış değildir. çünkü burada
zaman yoktur. Zira zaman ve mekân cisme tereddüp eden itibarattandır. Yani zaman ve mekân cismi ilgilendiren itibarlardandır. Yani
cisimde kullanılır zaman ve mekân, ilimde zaman ve mekan olmaz.
Bunlar ise cisim değildirler cisim olmadıklarından fark ve iltiyam
dahi kabul etmezler. Yani oradaki latif ilmi varlıklar parçalanma
bölünme yırtılma gibi şeyler kabul edilmez. Orada böyle şeyler
olmaz. Bunlar hep madde üzerinde olan yarılma ve parçalanma
122
gibi şeylerdir. İşaret-i hissiye âlem-i ecsamın icabatından
olduğundan hissi işaretler cisim âlemin icaplarından olduğundan bu
âleme havas-i zâhire-i insaniye ile işaret etmek mümkün değildir.
Yani bunlar his ve işaretler ile anlaşılmayacağından insandaki beş
zâhir duygu ile bunlar tesbit edilemez. Lâtif varlıklardır çünkü beş
duygumuzda onları tesbit edecek hisler yoktur, idrak ve anlayış
yoktur. Bunlarla işaret etmek mümkün değildir.
Bu mertebede her bir ruh, her bir ruh derken, ruhlar parçalanmış bir sürü ruh ma’nâsına değildir, müstakil ruhlar ma’nâsına
değildir, bir ruhun hususiyetleri bölümleridir, kendini ve kendi
mislini ve kendi mebdei kendi kaynağı olan olan Hakk Sübhane-i
Teâlâ Hz lerini müdriktir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de A’raf Suresi
172. âyetinde
‫“ اَﻟ َْﺴُﺖ َﺑِﺮﺑﱢ ْﻜُﻢ ﻗَﺎﻟُﻮا ﺑـ َ ﻠَﻰ‬Ben
sizin rabbınız
değimliyim?.”
Ki, bunların kendilerine ait bir idrakleri var ki! bu mertebeye ait
bu birlikteliği bu yaşantıyı idrak edip cevap verebiliyorlar. Bugün
konuşulan “B” kelimesi bakın “B” harfi, bu mevzu ile ilgili daha
geniş “B” harfi ile Sure-i Fetih bir başka mevzumuz olan sure-i
Fetihte (48/19) bunlar biraz daha geniş olarak bulunmaktadır.
“Bismillahirrahmanirrahim” (1/35( derken “B” nin “biismi”
bölümünde de bunlar zaten vardır, dileyenler oralara da bakabilirler.
Kısaca tekrar edelim insan oğlunun bakın ruhlar âleminden
başlayan bireysel serüveni ilk söyledikleri harf “B” harfidir. İnsan
oğlunun ruhlar âleminde ma’nâ âleminde ilk konuşmaları, ağızlarını
açıp kelâm söylemeleri “B” harfi ile başlamaktadır. Ayrıca Hz Ali
Efendimizin Peygamber Efendimiz tarafından belirtildiği özel hali
“Bab” yani ben ilim şehriyim Ali “Bab” kapısıdır, demek aynı
zamanda “B” harfi bütün ilimlerin de kapısıdır, giriş kaynağıdır,
“Bab” yazarken bir “b” ortada “elif” bir “b” de sonda vardır. Yani
başta “b” sonda “b” ortada “elif” vardır.
İşte Kur’ân-ı Kerim’in başında lâfızda olan kayıtta olmayan
“euzu “ de “elif” ile başlamaktadır, besmele de “B” ile başlamakta
o halde “elif” ve “B” bütün ilimlerin anasıdır, atasıdır, ceddidir. “EB”
oluşturmakta “EB” de “EBA” baba, ced, dede gibidir, işte bütün
harflerin anası babası dedesi atası “elif” ve “B” harfleri “EB”
harfleridir. İnsan oğlu ilk defa gerek Kur’an-ı Kerim’i okurken gerek
âlem-i ervahta bu harfleri “B” harfini söylemekte, biz de Kur’ân-ı
Kerîm’i okurken evvelâ “elif” ile başlamaktayız. “euzu “diye.
Onların da orada ifadesi vardır.
Hadis-i Şerifte buyrulur, yani “ervah cünüd-ü mücennededir,
onlardan tearüfü olanlar i’tilâf ederler tenakürü olanlar ise ihtilâf
eylerler” yani birbirleri ile uygunluğu olanlar birlikte olurlar, ihtilâfı
olanlar da birbirinden ayrılırlar, diyor.
123
Bu hususta Hz Mevlânâ dahi buyururlar,
Tercüme: Libas tenden, ten de candan âgâh değildir. onun
dimağında Allah gamından başkası yoktur.
Şimdi bu mertebe ayrılık ve gayriyetten bir nevi üzerine Zât’ın
hariçte zuhurundan ibarettir. Yani mertebe-i ervah, âlem-i ervah,
bu mertebe ayrılık ve gayriyyetten bir nevi üzerine Zât’ın hariçte
zuhurundan ibarettir. Ve ruh kendi Zât’ıyla kâim olup baka
hususunda, yani bâki olma hususunda bedene de muhtaç değildir.
Tecerrüd cihetinden mugayir-i bedendir, yani bedenin gayrıdır,
fakat tedbir ve tasarruf cihetinden bedene taalluku/alâkası vardır.
Tasarruf ve onu kullanma yönünden, bedenle ilgisi vardır.
Beden âlem-i şehadette ruhun sureti ve kemâlinin mazharıdır,
yani zuhur mahalidir. Bakın bedenlerimiz neymiş, işte her
birerlerimiz şu görüntülerimiz, ruhumuzun şekil almış yani sınırları
çizilmiş hâlidir. Şimdi fiziki ma’nâda elimiz kolumuz kesildi, şu veya
bu şekilde acaba ruhumuzun eli kesildi mi, ruhta böyle bir şey
olmaz. Yani kesilme parçalanma kopma diye bir şey olmaz. Bakın
aslımız yine sağlam yani trafik kazası oldu, her hangi bir şekilde
ayağımız kesildi, koptu, ama gene de ruhumuz bütündür. Çünkü
bizim aslımız bedenimiz değil ruhumuzdur. Hüküm de ruhumuzda,
bedende değildir.
Beden arız, arıza gerçek olan ruhumuzdur. İşte ma’nâ âleminde
bakın bu silüyet olarak varlıklarımız ilm-i ilâhide evvela a’yân-ı
sâbite olarak ilim olarak vardır. Ruhlar âleminde bir bütün silüyet
olarak var, lâtif silüyet olarak vardır, cisimler âleminde de
görüntüye gelmiş olarak vardır, ama bütün bu mertebelerin
hepsinin aslında a’yân-ı sâbitedeki programımız üzere varız.
Nitekim Hakk Teâlâ Hz leri buyurur, İsra Suresi 84. Âyetinde
‫ْﻗُﻞﻛُﻞﱞ ﻳـ ََْﻌﻤﻞ ُ َﻋﻠَﻰ َﺷﺎﻛِ ﻠَﺘِِﻪ‬
Buyurur “her şey kendi şakilesi üzere amel eder” Yani a’yân-ı
sâbite programı üzere amel eder. Binaen aleyh ruh bedenden
münfek/ayrı olmayıp ızhar için bir bedene ihtiyacı vardır, yani
kendisindeki kemâli ortaya çıkarmak için, bir elbiseye muhtaçtır,
her birerlerimizin sadece lâtif ruhları olsa şu anda şurada ruh
olarak olsak, birbirimizi görmemiz tanımamız toka etmemiz
konuşmamız dinlememiz mümkün olmaz. Ruhta bunlar a’yân-ı
sâbite olarak, istidat olarak mevcud’tur, bunları kabul edecek bir
bedene ihtiyaç vardır, Beden de mevcud ama bunları ortaya
çıkarmak içinde kabiliyyet halk edilmiş bunların hiç birisi bize pat
diye verilmiyor, çalışmamız gerekiyor,
Eğer bizde aslımızda bâtınımızda duyma hassası olmasa bize
ebediyyen kimse bir şey duyuramaz, işte eğer onda konuşma
hassası olmasa kimse o çocuğu konuşturamaz,
124
Çocuk aileden gördü duydu da konuştu, bin senede oğraşılsa o
çocuğa konuşma hassası yoksa bir kelime öğretilemez.
Tabi buraya eğitimde girmektedir. a’yân-ı sâbitemizin muallâk
tarafındaki yaşantısı buralar ile ilgilidir, eğitilmek veya
eğitilmemeklikle ilgilidir.
Ishar-ı kemâl için bedene muhtaçtır, kemalini ortaya koyması
için ve eczayı bedene saridir. Yani bedenin cüzlerine saridir, hiçbir
hücre yoktur ki insan bedeninde ruh oraya nüfuz etmiş olmasın.
Yani orası ruhsuz olsun. İşte onun için iğnenin ucunu bedenimizin
hangi mahaline dokundurursak hemen canımız yanmaya başlıyor.
İşte onu hisseden beden değil, oradaki ruhtur. Eğer o hissi beden
hissetmiş olsa, öldüğü zaman da onu hisseder. Ölen kişiye bir etki
yapsanız duymaz çünkü ondan ruh ayrılmıştır, o bedendeki duyma
ruha aittir. Konuşma ona aittir, oradaki saltanat ruha aittir o beden
onun elbisesidir.
İşte bakın eğer biz kendimizi beşer, elbise olarak kabul edersek
yandığımız gündür. Neden yandığımız gündür,? eğer bu bedeni biz
kendi varlığımız olarak kabullenmiş isek nefsimiz nefs-i emmare
yani tat alan tarafımız, nefis tarafımız “ben” olarak kabul ettiğinde
toprak altına girdiğinde o nefis kendini “ben” olarak kabul ettiği için
ondan ayrılamaz. İşte kabir cehennemi budur, kabir azabı budur.
Orada o böcekler, o bedeni yedikçe orada çürüdükçe, o nefs-i
emmâre dünyadaki gibi nasıl bizim bedenimize bir şey verdiği
zaman geldiği zaman acı hissediyorsak! o beden tükeninceye kadar
nefs-i emare, o acıyı hisseder. Neden,? çünkü, dünya kıyası ile,
nefsimiz dünyada öyle şartlanmıştı.
Ama biz nefsimizi terbiye eder de, dersek ki, “ey nefis bu
bedenin seninle ilgisi yoktur, bu bedeni bırak gitsin bu senin
bineğindir”, bir kişinin arabası çürüğe çıktığı zaman, kendi çürüğe
çıkıyor mu,? işte onun gibi. Eğer kendimizi bu dünyada, gerçek
ma’nâda idrak edebilir isek, o zaman kabirde bundan kolayca
ayrılmış oluruz, biz gideriz kendi alemimize, toprak beden de,
toprağa suya havaya kendi ateşine, kendi unsurlarına gider, sen
se sağ ben se selâmet ayrılırız. Eğer dünyada bu bedeni/aracımızı,
ben olarak kabul etmişsek, o benlik orada devam eder, o
şartlanma o anlayış bu bitinceye kadar dünyadaki gibi ızdırap
çekeriz.
Çünkü nefis bununla bu bedenle, uzun seneler müşterek
yaşadığı için, ve buna aşık olduğu için orada, kabirde bedenden
çıktığı halde, bunu bilemez gene bir karış üstünde, orada kabrin
içerisindedir. Yani şunu ayıralım, ruh kabire girmez, kabre giren
nefistir.
Ruh kendi âlemine gider, ruh her şeyden münezzehtir ve ruhu
kabir tutamaz, “ruhu Azrâil çıkarır, Allah da onu alır, çünkü
ondandır”
125
yani lâtif olanı kesif tutabilir mi,? ama nefsimiz kendini kesif
olarak kabul ettiğinden, yani bu beden kabul ettiğinden, oradan
çıkamaz ayrılamaz. Izdırapta, kabir azabı da, zâten budur.
Eczayı bedene saridir, onun sereyanı bedene hulûl ve beden ile
ittihat suretiyle değildir. yani ruhun beden ile olan irtibatı bedene
hulûl, yani ona girmek ile ve beden ile ittihad bedenin birleşmesi
ile, yani ruh ile bedenin birleşmesi gibi bir şey değildir. belki onun
bedene sereyanı, yani bedene olan tesiratı vucûd-u Mutlak-ı
Hakk’ın, cemi mevcûdata sereyanı gibidir. Nasıl ki Hakk’ın mutlak
vücûdu, yukarıda bahsedilen mutlak vücûdu, bütün bu âlem-i
ecsam/cisimler, bütün âlem-i lâtif kesif bütün âlemlerde sâridir,
sâridir, yani mevcuttur, işte ruhun bedendeki hâli de böyledir
bütün bedende sâridir.
Bu itibare göre ruh ile cisim arasında min küllin vucuh
mugayeret yoktur. Her yönden gayrılık yoktur. Nasıl ki Hakk bir
cihetten eşyanın aynı ve bir cihetten gayrı ise, ruh dahi bir cihetten
bedenin aynı, bir cihetten bedenin gayrıdır. Neden bedenin gayrı,
çünkü kendisi bâki, beden ise gelip geçicidir, buradan ayrı ama,
bedenle birlikte yaşadığından, bu süre içinde bedenden ayrı
değildir.
Nisbahul Hidaye adlı kitabın sahibi buyururlar ki, ruhun marifeti
ve onun zirve-i idraki, gayet refi ve meni’dir. Kemend-i ukûl ile ona
vüsûl müyesser olmaz. Yani ruhun sonsuz oluşumları vardır, aklı
kemende düşmüş, tuzağa düşmüş, yani sıkıntıda olan akıl, kısa
olan akıl bunu pek anlayamaz, diye izahat veriyor. Onun keşfini
kıskanıp ancak zebân-ı işaret ile beyananatta bulunmuşlardır. Yani
ondan işaretlerle haber verilmiştir. Hani 17 /85 ayetinde
‫ﻴﺘُﻢَِﻣﻦ اﻟْﻌِ ﻠِْﻢ ا ِﻻ‬
ْ ِ‫ﱡوحِ ْﻣﻦ ْاَﻣِﺮَ ﱢرﰉ ََوﻣﺎۤ اُوﺗ‬
ُ‫ﻗُﻞ اﻟﺮ‬
ِ ‫ﱡوح‬
ِ ‫ﻮﻧَﻚ َﻋِﻦ اﻟﺮ‬
َ ُ‫َﺴﺌـﻠ‬
َ ْ ‫َ وﻳ‬
‫ﻗَﻠِ ﻴﻼ‬
“Sana ruhtan soruyorlar de ki ey habibim ruh rabbımın emrindendir, size bundan az bir ilim verilmiştir” diye ifade edilmektedir.
Ancak burada, soruyu soran Musevi alimleri olduğundan Musevilere
bu ilimden az bir şey verilmiştir, diyor efendimiz. Tabi islâm
ümmetine peygamberimiz tarafından ruh babında, eski kavimlere
göre çok büyük bilgiler verilmiştir.
Bizim ulemâ-ı kirâm, işte âlimlerimiz de, kelâm âlimlerimizde,
sanki bu âyet-i kerîme mü’minlere gelmiş gibi, ruhtan size az bir
ilim verilmiştir diye o sahaya girmeyin derler, halbuki Yahudilere
ruhtan az bir ilim verilmiştir. Çünkü bunu soran Yahudi âlimleridir.
Biz bunu kendimize gibi zannediyoruz, ve kendimizi kısıtlıyoruz.
126
Hz İzzet indinde en şerif bir mevcut ve en yakın bir meş’hut
Ruh-u A’zâmdır. Hz izzet dediği Allah’ın yani Aziz olan Allah’ın
yanında, en şerefli bir mevcut şerefli bir varlık ve en yakın bir
meş’hut en yakın bir şuhut hali Ruh-u A’zâm’dır, zira Hakk Teâlâ
onu “min ruhina 15/29 âyetinde
‫ِ ْﻣﻦُ رِوﺣﻰ‬
ve 21/ 91 beyanı
âlisiyle kendisine izafe buyurdu. İnsana lütfedilen ruhu Cenâb-ı
Hakk iki vecihte bildiriyor.
‫َﺨ ُﺖ ﻓِ ِﻴﻪِ ْﻣﻦُ رِوﺣﻰ‬
ْ‫َ وﻧـَﻔ‬
15/29 yani
“ben ruhumdan üfledim, aynı mertebede “Min ruhina” biz
ruhumuzdan üfledik demek suretiyle Zât’ının Sıfatlarının Ef’âlinin
mertebelerinde
olan,
bütün
ruh
mertebelerinden
üfledik
ma’nâsındadır. Diğer ifadeyle de, Zât’i sıfatlarının hepsinin
hakikatleri üzere üfledik bizden kastı odur. “Ben” den kasıt
doğrudan doğruya Zat’ından yani “Zat’ımdan üfledim” demek
suretiyle bayan-ı âlisiyle kendisine izafe buyurdu. Yani açık olarak
bize, Ruh’un kendine ait olduğunu bildirdi.
İşte biz o kadar yüksek şerefe haiz varlıklarız ki Allah’ın Zât’ının
ruhunu taşımaktayız. Ama bize ilk olarak
‫َﺨ ُﺖ ﻓِ ِﻴﻪِ ْﻣﻦُ رِوﺣﻰ‬
ْ‫َ وﻧـَﻔ‬
ruhi sultani verilmektedir. Ruh-u sultaninin tarifini de evliya-ı kiram
şöyle demişler, bakın şurada belirtilen Ruh-u A’zâm, en yüksek ruh
mertebesidir ki, en geniş ma’nâda zuhur mahalli efendimiz
Muhammed (s.a.v.) dir. “Biz sana emrimizden bir Ruh vahyettik”
(42/52) diye belirtilen ayet-i kerime de Ruh’u vahy ettik, gerçi
tercümeye bakıldığı zaman Kur’an’ı vahy ettik, diye geçer ama
orada Kur’an denmiyor “Ruhu vahy ettik” diyor, ama kelâm ehli bu
ruhun ne ma’nâda olduğunu idrak edemeyince, en yüksek lütuf
peygamber efendimize indirilen, Kur’ân-ı Kerîm olduğu için, O diye
ifade ediliyor. Gerçi Kur’ân-ı Kerîm de, bir başka yönden Ruh-u
A’zâm’dır, o da ayrı meseledir.
Yani Ruh-u A’zâm’ın tecellisi, ile Ruh-ul Kuds meydana
çıkmaktadır. Ruh-u A’zâm’ın zuhur mahalleri, tecellileri, kudsi
tecellileri, Ruh-ul Kuds ismi ile, diğer ifade ile de, İsâ (a.s.) dan da
bahsedilen ve orası onun doğduğu mertebedir. Sıfat mertebesi.
Ruh-ul A’zâm-ı şöyle tabir ediyorlar, Ruh-ul A’zâm ve Ruh-ul
Kuds’ün mahlûka dönük yüzü
‫َﺨ ُﺖ ﻓِ ِﻴﻪ ِ ْﻣﻦُ رِوﺣﻰ‬
ْ‫َ وﻧـَﻔ‬
dir. Diye
belirtilmektedir. Eğer doğrudan doğruya Âdem (a.s.) a Ruh-ul
Kuds üflenmiş olsaydı, İsâ (a.s.)a üflenen, buna Âdem (a.s.)
dayanamazdı, ve o mertebeler bize kapalı kalırdı. Beşeriyet
mertebeleri kapalı kalırdı, hep kudsi mertebelerden olurduk, ama o
mertebeden onları anlamamız mümkün olmazdı. Yani seyr-i sülûk
olmazdı.
127
İşte mahlûka dönük yüzüdür, “Venefahtü” sü. Bu mahlûka
dönük “venefahtü” den İlâh’a dönüş mümkün olmaktadır. Çünkü
aslı kutsiyetten gelmektedir. Ve bu Ruh ruh-u Sultâni, yapılacak
olan seyr-i sülûk’te, ilk şey bu hakikatı idrak etmektir. Yani hayal
ve vehim cennetinden beden arzına “venefahtü” yü indirmek,
gerçek Âdem’lik o dur. Yoksa Âdem (a.s.) şöyle dua etti böyle etti
biz de şu duayı yapalım, gibi şeyler sevap kazandırır, başka hiçbir
şey kazandırmaz. Hakikati ancak irfaniyet kazandırır. Tabi bunlar
kendi başına ayrı ayrı, konulardır ama özet olarak geçelim.
İmâm-ı Gazali H.z lerine birkaç genç gelmiş, “efendim bize
ruhtan biraz malumat verirmisiniz” demişler, İmâm-ı Gazali nin
söylediği söz ne kadar hoş bir söz, tabi onların sözlerinin hepsi
hoştur, anlatırken diyor ki, “bana birkaç kabiliyetli genç geldi,
Ruh’tan sordular, ben de kendilerinde kabiliyet gördüğümden, yani
a’yân-ı sâbitelerindeki o hakikati, o taleplerinden bu kabiliyeti
istidatları olduğunu taleplerinden anladım talepleri de kabiliyetlerini
ortaya çıkartmak için çalıştığı şeydir. Kendilerinde kabiliyet
gördüğümden Ruh’u onlara anlatmaya başladım.
Bu arada O’nu bir başka dinleyen de varmış, İmâm-ı Gazali’nin
ruh mertebelerini anlatıyorken, onunla münazaa etmeye başlamış.
Yani olur mu bu şey, Allah’ın Kudsi Ruh’u insana üflenir, üflenir
ama o beşerdir, gibilerden ef’âl mertebesinden kesret çokluk
mertebesinden, şirk mertebesinden baktığı için, tevhide dönüştüremediğinden anlayamamış, İmâm-ı Gazalinin söylediği sözleri.
Ondan dolayı Onunla münazaa ediyormuş, karşılıklı münakaşa türü
bir konuşma geçiyormuş, daha sonunda demiş ki “ey münazaa
eden kişi”
‫َﺨ ُﺖ‬
ْ‫ َ وﻧـَﻔ‬dahi bir anlatma tarzıdır, mecazdır yani gizli bir
anlatımıdır, daha çok açarak,
‫َﺨ ُﺖ ﻓِ ِﻴﻪ ِ ْﻣﻦُ رِوﺣﻰ‬
ْ‫َ وﻧـَﻔ‬
“ben ona
ruhumdan üfledim” dendiği zaman sanki ayrı gibi, bir başka yere
aktarılmış gibi, o bunu daha da açıyor, “ruh onun gayrı mıdır ki”
neden münakaşa edip duruyorsun? diye, Allah diyorsa, ben ona
ondan verdim, ruh da Allah’ın gayrı değilse, ne demek? kendimden
verdim demektir, bunun daha ötesi de yoktur. Yani a’yân-ı sâbite
hakikatlerimiz itibariyle, her birerlerimizde Hakk’ın Zât’ından da,
Sıfatından da, Esmasından da, Ef’alinden de, Zat-ı Mutlak’ından da,
mukayyedinden de, hepsinden ne varsa âlemde hepsi bizde
mevcuttur işte bu yüzden insan bu âlemin özüdür.
Hani Muhiddin-i Arabi Hz leri öyle diyor, 18 bin âlemi mümkün
olsa da bir havan içine koysanız hepsini dövseniz, ortaya çıkan
hülasa İnsân-ı Kâmildir diyor.
128
Yakıyn bir meşhut Ruh-u Azam’dır, zira Hakk Teâlâ
15/29 ve
‫ِ ْﻣﻦ ُ رِوﺣﻨَﺎ‬
‫ِ ْﻣﻦُ رِوﺣﻰ‬
21/91 beyan-ı âlisi ile kendisine izafe
buyurdu. Yani ruh benimdir dedi. Âdem-i Kebir bakın halife Âdem,
Âdem-i Kebir yani büyük Âdem halife-i ûlâ (yüce halife) yani Âdem
(a.s.) ın lâkaplarını söylüyor, tercümân-ı ilâhi, Allah’ın tercümanı
Miftah-ı vücut, yani vücûdun anahtarı, bu beden vücûdu değil,
âlem mevcudiyetinin anahtarı, ki besmele de odur, kalem-i icat,
yani icat eden kalem, Cünd-ü Ervah, ruhlar ordusu, onun
evsafındandır. Bakın o venefahtü’nün vasıflarındandır ki o da
insana verilmiştir. Bütün bu vasıflar da aynı zamanda insanındır.
Şebeke-i vücûda düşen ilk sayd/av o idi. Meşiyeti kadime onu
âlem-i halkta kendi hilâfatına nasb etti. Şebeke-i vücûd; bütün
âlem vücûduna düşen ilk av o idi. Diyor bakın ne güzel bir av değil
mi. Meşiyet-i kadîme yani ilâhi ezeli dileme onu âlem-i halka kendi
hilâfetine nasb etti. Yani İlâhi dilek Allah’ın ezeli dileği bu âlemlere
onu halife nasb etti. Esrar-ı vücut hazinelerinin mekâlidini ona
tenfiz eyledi. yani anahtarlarını kilitlerini ona verdi, onunla
vazifelendirdi. Onu onda tasarrufa mezun kıldı, ve onun üzerine
bahri hayattan bir nehr-i azim açtı, hayat denizinden ona geniş
büyük bir nehir açtı. Hayat deryasından ona bir nehir açtı aksın
diye. Ta ki feyz-i hayat dâimâ ondan istimdat ede. Hayatın feyzi
dâimâ o imdat edilene yetişe.
Eczayı kevn üzerine iki âlemin cüzleri üzerine ifaza eyledi, feyiz
verdi. Bu suret-i kemâlât-ı ilâhiye makarr-ı cemde yani Zât-ı
Mukaddesten muhalli tefrikaya yani kudsi makamdan tefrika fark
alemine yani bu âleme yani âlem-i halka bunları eriştire. Ve a’yân-ı
tefasilde yani tafsilatlı a’yân-ı icmalden münkeşif oldu. A’yân-ı
tefasile yani tafsilatlı a’yân a’yân-ı icmalden toplu olan a’yân’dan
tafsilat âlemi münkeşif oldu, inkişaf etti, açıldı. Keramet-i Cenâb-ı
İlâhi O’na iki nazar bahşetti, iki yönüyle baktı, biri Celâl-i Kudreti
ezeliyetin müşahedesi için ikincisi Cemâl-i Hikmeti ezeliyetin
mülâhazası için, anlaşılması için.
Birinci nazar akl-ı fıtrıden ibarettir ki mukbildir, önceliklidir ve
onun neticesi muhabbet-i Cenâb-ı İlâhidir. İkinci nazar; akl-ı halki
ve müdbürden ibarettir, onun neticesi nefs-i küllidir. Ruh-u izâfinin
aynı cemden istimdad eylediği her bir feyzi nefs-i külli kabul eder,
onun mahalli tafsili ruh-u izâfi ile nefs-i külli arasında şiil ve infial
ve kuvvet ve zaaf hasebiyle zâhir oldu. Onların rabıta-i imtizaç ve
vasıta-ı izdivacı ile mütevellidad-ı ekvan mevcut oldular. Yani
bütün bu âlemler onların izdivacından meydana geldi.
Binaenaleyh kaffe-i mahlûkat bütün mahlûkat ruh ile nefsin
neticesi ve nefis ruhun neticesi ve ruh emrin neticesi oldu. Yani
bütün bu mahlûkat ruh ile nefsin neticesidir. Yani ruh ile nurun
129
izdivacından bu âlemler meydana geldi diye de belirtiliyor burada
ruh ile nefsin neticesi ve nefis ruhun neticesi ve ruh emrin neticesi
hani ruh "Rabbi“min emrindendir” 17/85 âyetinde belirtildiği gibi.
Zira Hakk Teâlâ ruhu hiçbir sebeple değil ancak Zât’ının
Zâtiyetiyle ıshar eyledi. Emir ile işaret olunması o sebepledir,
vesaireyi de vasıta-ı ruh ile ıshar etti ki halk ondan ibarettir. Âlem-i
şehadette vücud-u Âdem mashar-ı Ruh oldu, Âdem’in vücudu
ruhun zuhur mahali oldu. Vücud-u Havva mashar-ı suret-i nefs
oldu, suret vücudun sebebi nefsi oldu, beni Âdem’in sureti
zükurunun tevellüdü ruh-u külli suretinden müstefattır, yani
istifade etmiş meydana gelmiştir, velâkin sıfat-ı nefs ile
mümtezicdir, yani nefis sıfatı ile birliktedir ve tevellüdat-ı inas yani
insanların doğumları tevellüd etmeleri sıfat-ı ruhun imtizacı ile
nefs-i külli suretinden zâhir oldu.
Bu cihetten hiçbir suret-i inasta meb’us olmadı, zira nübüvvet
nüfus-u beni Âdem’de tasarruf ve alem-i halkta tesir hususunda
zukuret nisbetine haizdir. Vel hasıl ayn-ı vahide olan vücud-u
vahidiyet yine ayn-ı vahide olarak mertebe-i ruhiyete tenezzül
etmiş ve rütbe-i vahidiyette nasıl ki bil cümle esmanın suver-i
ilmiyyeleri yek diğerinden temayüz etmiş ise yani ayrı ayrı
belirlenmiş ise mertebe-i ruhiyette dahi onların zilâli olan ervah
yani gölgeleri olan ruhlar dahi öylece yek diğerinden temeyyüz
etmiştir, yani birbirlerinden ayrılmıştır, böylece bu mertebede dahi
Zat’ı itibariyle vahid ve nisebi itibariyle kesirdir.
Yani Ruh denilen şeyler Zât’ı itibariyle tek ama şuunat zuhurları
itibariyle de kesirdir, yani çoktur. Her bir ruh ayn-ı vahideden
nesebinden biridir. Ve her bir ruh ayn-ı vahidenin yani tek aynın
niseblerinden yani suretlerinden biridir.
Hakikat-i Melâike-i kiram
Şimdi bakın “Melek” dediğimiz şeylerin hakikati nedir, hani
genelde kanatlı uçuşan lâtif ruhani, nurani varlıklar olarak bilinir.
Ma’lum olsun ki vücudun yukarıda tafsil olunan suver-i ilmiye yani
hakikat-ı insaniye mertebesinden tenezzülü yine o mertebede sabit
olan sıfat-ı kudretin mezahiri yani kuvva ile vâkidir. Zira vücutta
kudret ve kuvvet olmayınca irade ettiği bir şeyin icadı mümkün
olmaz. Allah Teâlâ Hz leri “zül kuvvetil metin” dir ve Kudret Sıfatı
saire gibi vücud-u hakikinin şuunatından bir şe’n olduğu cihetle
Zat’ının gayrı değildir.
Böyle olduğu halde maddiyyun onu müstakil bir şey zannedip
menşeyi tekvini ki müstakil vücuda istinad ettirdikten sonra birine
madde diğerine kuvvet demişlerdir. Şüphe yok ki bu hüküm onların
vehme müstenid bir zanlarından ibarettir. Tekrar başa geçerek
bunları anlamaya çalışalım.
130
Ma’lum olsun ki, yani şöylece bilelim ki vücudun, mutlak vücut
ve bu mertebelerdeki daha evvelki yerlerden okuyamadığımız
yerlerde de vücut mertebelerini anlatmakta idi, bu vücud-u
mutlakın tafsil olunan suver-i ilmiye, ilmi suretler bölümü yani
hakikat-ı insaniye mertebesinden tenezzülü vücud-u mutlakın
hakikat-ı insaniye mertebesinden tenezzülü yine o mertebede sabit
olan yani o mertebede mevcut olan sıfat-ı kudretin mezahiri yani
kudret sıfatının zuhurudur. Yani kuvva ile vakidir. Zira vücutta
kudret ve kuvvet olmayınca irade ettiği bir şeyin icadı mümkün
olmaz. Yani herhangi bir şey bizler de yapmaya kalksak eğer bizde
de İrade ve Kudret olmamış olsa biz hiçbir şey yapamayız. İşte
bütün âlemlerde de Cenâb-ı Hakk Allah Teâlâ Hz leri zül kuvvetil
metin dir, Esma-ul Hüsnada da geçmekte ya ve kudret sıfatı-ı saire
gibi yani diğer sıfatlar gibi vücud-u hakikinin şuunatından bir şuun
bir şen bir bölüm olduğu cihetle Zât’ından gayri değildir. Yani
Kudret sıfatıdır.
Böyle olduğu halde maddiyun onu müstakil bir şey zanneder.
Yani madde âlimleri kudreti, Hakkın Zât’ından ayrı bir şey olarak
zannederler böyle karar verirler. Menşe-i tekvini yani zuhura gelişi
iki müstakil vücuda istinad ettirirler. Yani zuhura gelen varlıkları iki
kuvvete bağlarlar. İki kuvvete istinad ettirdikten sonra birine
madde, diğerine de kuvvet demişlerdir. Şüphe yok ki bu hüküm
onların vehme dayanan bir zanlarından ibarettir. Yani madde ve
kuvvet ayrı şeylerdir demişlerdir. 53/30 ve 10/36 âyetlerinde
buyurur.
‫ﺑﱠﻚ َُﻫﻮ ْاَﻋﻠَُﻢِﲟ َْﻦ َﺿﱠﻞ ْﻋَﻦ‬
َ ‫َﻐُﻬﻢَِﻣﻦ اﻟْﻌِ ﻠِْﻢ ا ِ ﱠنَ ر‬
ُْ ‫ذَﻟِﻚَْﻣﺒـﻠ‬
َ ﴾٣٠﴿
‫ﺘَﺪى‬
َ ‫َﺳﺒِﻴﻠِِﻪَ َُوﻫﻮ ْاَﻋﻠَُﻢِﲟ َ ِﻦ ْاﻫ‬
53/30- Onların bilgiden yana erişebilecekleri işte bu kadardır.
Muhakkak ki Rabbin, yolundan sapmış olanı en iyi bilendir. Ve O,
hidayete ereni de en iyi bilendir.
‫َﻖ َْﺷﻴﺌً ﺎ ا ِ ﱠن‬
‫اﳊ ﱢ‬
ْ ‫اﻟﻈﱠﻦ ﻻ ﻳـ ُ ﻐِْﲎ َِﻣﻦ‬
‫َﺮﻫﻢ ا ِﻻ ﻇَﻨﺎ ا ِ ﱠن ﱠ‬
ْ‫اَﻛﺜُـ‬
ُْ ‫ﱠﺒِﻊ‬
ُ ‫ﻳـ َ ﺘ‬٣٦
‫﴾﴿ََوﻣﺎ‬
‫ُﻮن‬
َ ‫اﻟﻠﱠﻪ َ َﻋﻠِ ٌﻴﻢِﲟَﺎ ﻳـ َ َﻔْﻌﻠ‬
10/36- Onların birçoğu (kupkuru bir) zandan başka bir şeye
uymaz. Zan ise haktan hiç bir şeyin yerini tutmaz. Şüphesiz ki
Allah onların ne yaptıklarını bilir.
Ef’âl kuvvet ile tezahür edeceğinden yani her hangi bir fiil
kuvvet ile meydana geleceğinden Ef’âl-i İlâhiye dahi melâike-i
Kiram ile zâhir olur. Şimdi burada biraz benzeyiş verdi yani bazı
terimleri anlattı, ön bilgi verdi, esas melâike-i kiramın nasıl
131
meydana geldiğini şu satırlarda anlatmaktadır. Ef’âl yani fiiller
kuvvet ile tezahür edeceğinden bakın her birerlerimiz ne iş
yaparsak yapalım, bu kuvvet ile meydana gelmektedir.
Yürümemiz, kalkmamız, konuşmamız, mesleğimizi yapmamız hep
bir kuvvet ile olmaktadır. Ef’âl kuvvet ile tezahür edeceğinden
ef’âl-i İlâhiye dahi, Allah’ın fiilleri dahi melâike-i kiram ile zâhir
olur. Yani bütün bu âlemde her ne türlü vak’a meydana geliyor ise
bir kuvvet ile olur, bunun da ismine melâike-i kiram denmektedir.
Kuvva-ı ilâhiyyenin yani İlâhi kuvvetlerin ismi lisân-ı enbiya
aleyhimüsselâmda melâikedir. Yani Allah’ın kuvvetinin peygamberler lisanındaki ismi melâikedir. Cem olarak tek olarak “melek”
denmektedir. Öyle hayellerimizde uçuşan kaçışan silüyetler
düşünmeyelim, ancak o şekilde olan kuvvetler de vardır, Allah’ın
değişik tipte kuvvetleri vardır onlar da onlardan biridir. Ama melek
zâten kuvvet demektir.
Tekrar edelim ef’âl-i İlâhiye dahi melâike-i Kiram ile zâhir olur.
Kuvayı ilâhiyenin ismi yani ilâhi kuvvetlerin ismi lisân-ı enbiya
aleyhimüsselâm da melâikedir, yani peygamberlerin lisanında ilâhi
kuvvetlerin ismi melâikedir. Zira melek “kuvvet” ve “ şiddet”
ma’nâsınadır. Melâike iki kısımdır birisi tabii, diğeri unsuridir.
Melâike-i tabiyyun anasırın bulunmadığı fezada suver-i tabiyeden
mütekevvin olan ervah-ı ulviyyedir. Melek kuvvet ve şiddettir, peki
burada insan nedir, insan Sultandır, sultan da güç demektir.
Melekler kuvvet, insan güçtür. Çünkü kuvvetler güce bağlıdır. Esas
olan güçtür, gücün zuhurları da kuvvet ile meydana gelir. Onun
için insan bu babda da melâike-i kiramdan yücedir ve onun için
Ruh-u Sultani denmiştir. Ve o yüzden melekler kuvvetler güç sahibi
olan Âdem (a.s.) a bu yüzden secde emrini almışlardır.
Zira melek kuvvet ve şiddet ma’nâsınadır, melâike iki kısımdır,
birisi tabii ama bizim tabiata bağlı tabii ma’nâsına değildir, fıtri
olarak tabii her hangi bir sebebe dayanmadan maddeye
dayanmadan tabii diğeri unsuridir, anasır yani madde kaynaklı
meleklerdir. Nasıl bizde bedenimiz unsurdan anasır, anasır-ı erba
dört unsurdan meydana gelmişiz, işte melâike-i kiram da bu
âlemde olan melâike-i kiram da unsuridir. Melâike-i tabiiyyun yani
tabii melâikeler anasırın bulunmadığı yani bu dört unsurun
bulunmadığı fezada yani gökler âleminde suver-i tabiiyyeden yani
tabi suretlerden mütekevvin olan ervah-ı ulviyedir. Yani ulvi
ruhlardır.
Yüksek ruhlardır, yüksek meleklerdir. Bunlar fezada mütekevvin
oldukları yani fezada meydana geldikleri ve anasırdan mürekkep
meydana gelmiş olan cisimler ile münesebaddar olmadıkları cihetle
Âdem’e secde ve serfuru ile emir olunmadılar. Bakın ne kadar
mühim bir bilgi burası. Yani meleklere Âdem’e secde edin denildiği
zaman bu tabii melekler, Âdem’e secde ile emir olunmadılar,
unsuri melekler Âdem’e secde emir olundular. Yani yeryüzündeki
132
melekler Âdem’e secde emri aldılar. Yani unsiri olan bu madde
âleminden meydana gelenler Âdem-e secde emri aldılar, diğerleri
tabii olanlar secde emri almadılar.
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
Kaldığımız yerden devam edelim Fusus’ul
Mukaddime sayfa 27 Melaike-i Kiram bölümü:
Hikem
Âdem’e secde iile serfuru ile emir olunmadılar. Kimlerdi bunlar,
Tabii meleklerdi. İkincisi Melâike-i Unsuriyyun dur yani anasır
kaynaklı unsur kaynaklı meleklerdir, bunlar anasıra mensup olan
ervahtır. Yani toprağa unsurlara su hava ateş toprak bunlara
mensub olan yani onlardan var olan ruhlardır ve Âdeme secde ve
iteat ile mükelleftirler.
Melâike-i Kiram ihtiyar sahibi olmayıp, ama insan ihtiyar
sahibidir, mesuliyeti de o oradandır. Melekler ihtiyar sahibi olmayıp
o kuvvanın sahibi olan yani o melek olan o kuvvetin sahibi olan
Zât-ı Uluhiyetin iradesine tabi olduklarından haklarında 66/6 âyeti
âyetinde buyurulmuştur.
‫ﱠﺎس‬
ُ ‫ﻗُﻮدُﻫﺎ اﻟﻨ‬
َ ‫ﻧَﺎراَ و‬
ً ‫اﻟﱠﺬَﻳﻦ َاَﻣﻨُ ﻮا ﻗ ۤـُﻮا اَﻧـَْﻔُﺴ ْﻜُﻢَ و ْاَﻫﻠِ ﻴ ْﻜُﻢ‬
ِ ‫ َ ﺎۤ اَﻳَـﱡﻬﺎ‬٦‫﴿ ﻳ‬
﴾
‫اَﻣْﺮﻫﻢ‬
َُ ۤ‫ﻮن اﻟﻠﱠﻪ َ َ ﻣﺎ‬
َ ‫اﳊ َِﺠَﺎرةُ َﻋﻠََْﻴـﻬﺎَ ﻣﻠۤﺌِ ﻜَﺔٌ ﻏِﻼ ٌظ ِﺷَﺪٌاد ﻻ ﻳـ َْﻌُﺼ‬
ْ ‫َو‬
‫ون‬
َ ‫ُﻮ َُْﻣﺮ‬
‫ُﻮنَ ﻣﺎ ﻳ ء‬
َ ‫َ وﻳـ َ َﻔْﻌﻠ‬
66/6- Ey inananlar! Kendinizi ve çocuğunuzu cehennem
ateşinden koruyun. Onun yakıtı, insanlar ve taşlardır. Görevlileri,
Allah’ın kendilerine verdiği emirlere baş kaldırmayan, kendilerine
duyurulanları yerine getiren pek haşin meleklerdir.
Nitekim vücud-u insanideki kuva dahi insanın iradesine tabidir.
Az önceki söylediğimiz hadisedir. Vücud-u insanın insandaki
kuvvetler dahi insanın iradesine tabidir. Yani elimizi kaldırdığımız
zaman bizim irademizle oluşan bir kuvvettir ve bu kuvvet insana
tâbidir. İnsan iradesini bir şeye tevcih edince yani insan yapmak
istediği şeye yönelince o kuvvet o şeye masruf olur, oraya sarf
edilmiş olur ve asla tahalluf etmez. Yani o kuvvet oraya
yönlendirilmiş olur ve bu kuvvet hayır ben bunu yapmam diyemez,
ihtilâf edemez. İnsanın iradesine karşı gelemez. Melâike-i
unsuriyyun avalim-i bi nihaye yani nihayetsiz âlemlerde âlem-i
kesifenin tedbirine memurdurlar. Kesif âlemlerdeki tedbire
memurdurlar. Yani buranın düzenlenme sine yaşantısına faaliyetine devamına memurdurlar, melâike-i unsiriyyunlar. Yani sonsuz
kesif âlemlerin tedbirine memurdurlar yani buranın faaliyetlerine
133
memurdurlar.
Bunların
adadı
yani
adetler,
sayıya
ve
sınırlandırmaya gelmez. O kadar çoktur. Melâike âlem-i his ve
şehadette eşhas-ı kesife gibi görünmezler. Bakın melâike-i kiram
âlem-i his ve şehadette yani bu içinde bulunduğumuz his ve
şehadet aleminde şahs-ı kesif yani bizler gibi kesif şahıslar olarak
görünmezler.
Zira ervahtır, âlem-i hayelde suver-i muhtelife mütemessilen
meşhut olurlar. Yani his ve şehadet âleminde melâike-i kiram
müşahhas varlıklar olarak oluşmazlar görülmezler. Ancak âlem-i
hayelde yani hayel aleminde rüya âlemi gibi hayel âleminde berzah
âleminde muhtelifeye mütemessilen yani muhtelif suretleri
temsilen muhtelif suretler gibi temsilde meşhud olur, yani
görülürler. Lâtif olarak görülürler. Onu da herkes göremez. Bu
temsil yani melâike-i kiramın bu temsili görünüşü rainin ahval ve
itikadatı ile münesebattır. Yani rüya âleminde lâtif âlemde rainin,
yani rüyayı gören kişinin halleri ve itikadı istikametinde görür. Yani
idrak ve anlayışı istikametinde melâike-i kiramı nasıl tahayyül
ediyorsa o suret ve halde görür.
Hz Cibrilin Cenâb-ı Meryem’e diğer melâike-i kiramın Lut (a.s.)
ve sair enbiya-ı aleyhimüsselama ve evliyaya ve sülehaya
temessülleri gibi. Cebrâil (a.s.) ı nasıl görmüştü Meryem ana, insan
suretinde görmüştü, ama Meryem ana gitseydide farz-ı misal o
kişiye elini dokunarak beni koru veyahutta bana yardım et deseydi,
elini değdirseydi eliiçinden geçer giderdi. Çünkü onlar lâtif
varlıklardır, kesif değildir. ancak karşıdan gördüğü için onu
gerçekten insan zannetti. Yani o sınırlar içerisinde insan zannetti
ve onun için senden Rahman’a (19/18) sığınırım dedi. Bakın Allah’a
sığınırım demedi, rabbıma sığınırım demedi, Rahman’a sığınırım
dedi.
Neden, çünkü mertebe-i Rahmaniye bütün âlemlere rahmet
dağıtıyor, o yüzden. Onların bu temessülleri yani lâtif olarak
görünmeleri esnasında rainin nezdinde hazır olanlar bu melâikeyi
müşahede edemezler. Yani melâike-i kiramın lâtif varlıklar olarak
temessül ettiğinde onları gören rainin yanında hazır olanlar bu
melâikeyi müşahede edemezler. Zira âlem-i hayale dahil olan
ancak raidir. Hayel âlemine dalan ancak o gören kimsedir. Mekke-i
Mükerreme’de Kâ’be-i Muazzama’nın çevresinde bu tür haller
oluşabiliyor, meselâ diyor ki aaa şurada şu var, yanındaki ben bir
şey görmüyorum diyor, neden sadece o gören kişiye görünüyor
onlar sadece veya o gören kişinin kabiliyeti açılarak onu müşahede
ediyor, orada var, diğerleri müşahede edemiyor, neden kesif
baktıkları için.
Meğer ki o kişinin çevresinde hazır olanlardan da âlem-i hayele
nüfus eden bir kimse varsa o da görür diyor. Bu temessülü bunlar
da görebilirler melâikenin vucuh-u tasarrufatı kanatlara teşbih
buyurulmuştur, yani melâikenin vecihleri, yönleri kanatlara
134
benzetilmiştir. 35/1 âyetinde bu kuvvanın semavat ve arzda
tesiratı mütenevvia ile kesiresi vardır.
ۤ‫اُوﱃ‬
ِ ‫ِﻞ اﻟَْﻤﻠۤﺌِ ِﻜَﺔُُرﺳﻼ‬
ِ‫ض َﺟﺎﻋ‬
ِ ‫اﻻَر‬
ْ ‫اتَ و‬
ِ ‫اﻟﺴَﱠﻤﻮ‬
َ ‫ﻓَﺎﻃِﺮ‬
ِ ‫اَﳊَْﻤُﺪ ﻟِ ِﻠﱠﻪ‬
ْ ﴾١﴿
‫َﺸﺎۤء ُ ا ِ ﱠن اﻟﻠﱠﻪ َ َﻋﻠَﻰ ﻛﱢُﻞ‬
َ ‫ِﻳﺪ ﻠِْﻖﰱَ ﻣﺎﻳ‬
َْ‫اﳋ‬
ُ‫َﺚَُورﺑ َ ﺎعَ ﻳ َ ﺰ‬
َ ‫ﻨِﺤﺔَ ﻣﺜَـْﲎَ وﺛـُﻠ‬
ٍَ ‫ْاَﺟ‬
‫َﻰء ِﻗَﺪٌﻳﺮ‬
ٍ‫ْﺷ‬
35/1- Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder
kanatlı elçiler kılan Allah’a mahsustur. Yaratmada dilediği kadar
artırır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.
Yani melâike-i kiramın yani bu kuvvetlerin semavat ve arzda
değişik değişik nevilerle çok kesiresi vardır. Yani değişik şekilde
faaliyet gösterirler. Vücud-u mutlakın meratip ve etvar-ı
mutelifisindeki tedbirat bu kuvva vasıtasıyladır. Yani mutlak
vücudun meratib ve etvar, yani mertebe ve tavırlarda yani
muhtelif mertebe ve tavırlarda tedbiratı tedbir alması yani âlemlere
hâkim olması hükmetmesi bu kuvvetlerledir. Bunlar canib-i
Uluhiyetten, uluhiyyet canibinden Uluhiyyet merkezinden veya
yönünden her bir mertebeye ve her bir tavıra irsal olunurlar. Her
bir mertebeye ve her bir oluşuma gönderilirler. Yani bazıları
enbiyaya vahy ile bazıları evliyaya ilham ile ve eşhas-ı saireyi
insaniyeden her birine ve hayvanat ve nebadata ve cemadata yani
hayvanlara ve madenlere vel hasıl bil cümle eşyaya umur-u
muhtelife-i kesirenin tasrifi ve tedbiri için irsal olunurlar. Yani
bütün alemlerdeki fiillerin oluşumların tasrifi ile sarf edilmesi ve
tedbir edilmesi düzenlenmesi için gönderirler.
Her hangi bir meleğin kendisinden müteessir olan şeye bir tesir
ile ittisali onun kanatlarıdır. Her hangi bir meleğin yani herhangi bir
kuvvetin kendisinden müteessir olan yani kendisine tesir eden o
malzemeye o varlığa tesir eden her bir şeye tesir ile ittisali yani
oraya ulaşması onun kanadıdır. Böylece her bir cihet-i tesir bir
kanat olmuş olur. Yani melâike-i kiram hangi yöne tesir etmişse
oraya giden lâtif kuvvet onun kanadı hükmündedir. Melâikenin
kanatları yani vucuhu, tesiratı adede münhasır değildir. Melâikenin
kanatları adetle sınırlandırılmış değildir. Belki onların tesiratı
mütenevvia kesiresi hasebiyle yani değişik değişik tesirleri
dolayısıyla kanatları gayri kabili tadattır. Yani kanatların sayılması
mümkün değildir.
Onun için (s.a.v.) Efendimiz leyleyi miraçta Cebrâîl (as) ı altı
yüz kanatlı olarak müşahede ettiklerini beyan buyurmuşlardır.
Bütün ufku kapladığını söylemiştir. Maksad-ı alileri yani bundan
yüce maksatları 35/1 âyeti Kerîme’si gereğince vücud-ı tesiratın
kesretine işaret buyurmaktır. Yani tesir yönlerinin çokluğuna
135
işarettir altı yüz kanatlı görmesi. Aslında 600’ün sıfırlarını
kaldırdığımız zaman 6 kalmakta ki bu da altı cihete olan tesirini de
göstermektedir. Ön, arka, sağ, sol, alt ve üst olmak üzere. Zâten
başka da cihet de yoktur. Yani melâike-i kiram bütün bu cihetlerde
tesirlidir, faildir ama Hakk’ın emri ile.
Şimdi Uluhiyetin âlem-i anasıra muhit olan dört kuvve-i
külliyesi vardır, Uluhiyetin yani Allah’ın âlem-i anasıra muhit olan
yani bu unsur âlemine muhit olan kaplamış olan dört kuvve-i
külliyesi vardır. Dört külli kuvveti vardır. Kül yani geniş kuvveti
vardır ki, onlara lisan-ı şeriatta Cebrâîl, Mikâîl, İsrâfil ve Azrâîl (a.s)
tesmiye olunur. Yani bu isimler verilir şeriat mertebesi lisanında.
Bunlara tabi olan melâikenin ise haddi ve hesabı yoktur.
Cebrâîl (a.s.): İlâhi gayb hazinesinde olan gizli ma’nâları
âlem-i surete isal ve ifaza eder. Yani oraya ulaştırır ve onu
feyizlendirir. Binaenaleyh her bir ferdin kalbine âlem-i gaybdan
nazil olan mânii kuvve-i natıka vasıtasıyla harf ve savt ile ısharı ve
batınından haber verip ıshar eylemesi vücuh-u cibrilden bir veçhin
tesiriyle vaki olur. Yani insanların kalbine gelen ilm-i ilâhi Cebrâîl
(a.s.) ın tesirlerinden bir tesir ile olur. Çünkü O ilim getirmektedir.
Hz Cibril Hakikat-ı Muhammediye mertebesinden taayyün-u
Muhammediye mertebesine kaffeyi vucuhu ile nâzil olduğundan
Kur’an-ı Kerim hakkında 6/59 âyetinde buyurur,
‫ْﺐ ﻻ ﻳـ َْﻌﻠََُﻤﻬﺎۤ ا ِﻻ َُﻫﻮَ وﻳـ َْﻌﻠَُﻢَ ﻣﺎ ِﰱ اَﻟْﱢﺒـﺮ‬
ِ ‫ﺎﺗِﺢ اﻟْﻐَﻴ‬
ُ ‫﴾َ ِوﻋﻨَْﺪﻩ ُ َ َﻣﻔ‬٥٩﴿
‫ض‬
ِ ‫اﻻَر‬
ْ ‫ﺎت‬
ِ ‫ُﻂ ِ ْﻣﻦََور ٍﻗَﺔ ا ِﻻ ﻳـ َْﻌﻠَ َُﻤﻬﺎَ وﻻ َﺣٍﺒﱠﺔ ِﰱ ﻇُﻠَُﻤ‬
ُ ‫ﺗَﺴﻘ‬
ْ ‫َﺤِﺮََوﻣﺎ‬
ْ ‫َ واﻟْﺒ‬
‫ﺒِﲔ‬
ٍ ‫ﺎبُ ﻣ‬
ٍ َ‫ﺎﺑِﺲ ا ِﻻ ِﰱ ﻛِ ﺘ‬
ٍ َ ‫ْﺐَ وﻻ ﻳ‬
ٍ ‫َ وﻻَ رﻃ‬
6/59- Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları ancak O bilir.
Karada ve denizde olanları O bilir. Düşen yaprağı, yerin
karanlıklarında olan taneyi, yaşı, kuruyu ancak O bilir ki, bunların
hepsi apaçık bir kitap (olan Levh-i Mahfuz) dadır.
Buyurulmuştur, Cebrâîl (a.s.) bu özelliği ile bütün âlemleri
kaplamıştır. Cebrâîl dediğimiz zaman sadece bir fert melek değil,
işte Hz peygambere geldi gitti diğer peygamberlere geldi gibi bir
fert değil, Cebrâîl ismi ile belirtilen nokta zuhur mahalli olarak
belirtilen ama bütün âlemlerde sari ve cari olan ve emrinde de
sayılamayacak kadar aynı güçten askerleri olan bir kuvvettir.
Cebrâîl (a.s.) bu hususiyeti ile bil cümle avamile muhittir, bu
vazifenin tafsilatını icraya memur onun tedbiri tahtında
sayıalamayacak hesap edilemeyecek çok da melek kuvvetleri de
vardır ona bağlı kuvvetler de vardır ve O’na ruh-ul Emin de derler.
136
Mikâîl (a.s.): Muhtelif mahlukat sınıflarının her birerine
mahsus olan erzakın hıfzına veznen tartı ve keylen ölçü ve tartı ve
adeden miktaren her bir hakkı zi hakka itaya müvekkel olduğu için
bu kuvvete Mikâîl tesmiye olundu. Bu hususta Hz Mikâîl’in dahi her
mahlûka bir tesir ile ittisali vardır. Yani bir ulaşması bütünleşmesi
vardır. Bu haşyeti ile o dahi avamili muhittir yani bütün âlemleri
çevrelemiştir, ve kezalik bu vazifenin tafsili icraya memur onun
tahtı idaresi altında nihayetsiz melâike vardır. Hatta sath-ı arza
düşen bir katre-i baran yağmur damlası bir kuvvet ile nazil olur.
Yani yağmur damlası dahi bir kuvvet ile yani bir melek ile iner,
yeryüzüne nazil olur, yani hiçbir yağmur tanesi kendisine verilen
yerden başka bir yere düşmez. Melâike-i kiram aldığı emir ile onu
yerine indirir. Bazı yağmurları görürüz, şakuli gelmez, yan yan
gelir, rüzgar geldi onları itirdi denir, o o toprağın rızkıdır, ayrıca
rüzgar da bir kuvvettir, onu asli yerine indirir ve işi tamamlanmış
ölmüş olur. Hatta sen bir şeyi vezn ettiğin tadat ve takdir eylediğin
vakit sende vücuh-u mikâîl’den bir veçhin tesiri vaki olur.
Rızıklardan sen birisine rızık verdiğin zaman Mikâîl (a.s.) ın
veçhinden yani yönünden bir vecih sende faaliyete geçtiği için onu
vermiş olursun. Yani o kanaldan vermiş olursun.
Azrâîl (a.s.) : Ma’nâdan ibaret olan ruhu, suretten ibaret olan
ebdandan tefrik eder. Ma’nâdan ibaret olan ruhu suretten ibaret
olan bedenlerden ayırır. Âlem-i zâhirde mevcut olan her bir suret-i
kesife bir ma’nânın ısharı içindir, o ma’nâ o suretin ruhudur.
Böylece zerreye varıncaya kadar âlem-i zâhirde vaki olan tefessüt
yani bozulma tasarruf-u Azrâîl ile husule gelir. Bakın sadece
insanların canlarını almıyor, bütün âlemde kevn ve fesad işte her
an Azrâîl (as) kevin fesad yapıyor. Yani bozuyor, öldürüyor her an.
Hayy ismi ona yeniden hayat verdiğinden kevn ve fesad olma ve
bozulma bu alemin özelliğindendir.
Şimdi Azrâîl (a.s.) dahi bu haysiyeti ile avamili muhittir. Yani
bütün âlemleri çevrelemiştir ve onun taht-ı emrinde dahi nihayetsiz
melâike mevcuttur. Sen suver-i mevcudadın birini ifsad ettiğin
vakit yani mevcudat suretlerinden birini öldürdüğün vakit sen de
Azrâilden bir veçhin tesiri vaki olur. Yani sen de her hangi bir şeyi
öldürdüğünde, yerden bir ot kopardığında Azrâilliğin bir benzerliğini
yapmış oluyorsun. Yani onu öldürmüş olursun. İşte burada dikkat
edilecek en mühim meselelerden biridir, kendi varlığımızın Azrâîl’i
olmayalım. Kendi hakikatimizi ruhaniyetimizi faaliyete geçiremez
isek eğer biz daha dünyada iken kendi Azrailimiz oluruz. Hani birisi
diyor “Ben senin Azrâîli’nim” dikkatli ol gibi halbuki kişi ondan
evvel kendi Azrâîli’dir.
İsrâfil (a.s.):
Her bir suretin kendi nevine hassı olan hayatı sur’i ile nef eder
ve fikrin mukaddematı kazâyı ile intacı yakın etmesi yani neticeye
137
ulaştırması dahi sende Cenâb-ı İsrâfilin tesiratından bir vecih ile
vaki olur. Şimdi nefh-i hayata memur, yani hayat nefhasını
vermeye memur, o kadar melâike-i kuvvet vardır ki hesaba ve
adede sığmaz, cümlesi Hz İsrâfilin iradesi altındadır. Âlemde hayat
sahibi olmayan bir şey yoktur. Nitekim 17/44 âyetinde buyurulur,
‫َﻰء‬
ٍ‫ِنِ ْﻣﻦ ْﺷ‬
ْ ‫ِﻦَ وا‬
‫اﻻَر ُضََوْﻣﻦ ﻓِ ﻴﻬﱠ‬
ْ ‫اﻟﺴﺒﻊَ و‬
ُْ‫ات ﱠ‬
ُ ‫اﻟﺴَﱠﻤﻮ‬
َ ُ‫ ﴾ َﺗُﺴ ُﺒﱢﺢ ﻟَﻪ‬٤٤﴿
‫ﺒِﻴﺤْﻬﻢ ا ِ ﻧﱠﻪُ َﻛ َﺎن َﺣﻠِ ًﻴﻤﺎ ﻏَﻔًُﻮرا‬
َُ ‫ﺗَﺴ‬
ْ ‫ﻮن‬
َ ‫َﻜِﻦ ﻻ ﺗـَﻔُْﻘَﻬ‬
ْ ‫ا ِﻻ ﻳ َُﺴ ُﺒﱢﺢِﲝ َْ ِﻤِﺪﻩَ وﻟ‬
17/44- Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tespih eder.
O’nu hamd ile tespih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların
tespihlerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır, bağışlayandır.
Hamd ve tesbih ancak hayat sahibi olandan vaki olur, böylece
Cenâb-ı İsrafil’in dahi her mahluka bir tesir ile ulaşması bağlantısı
vardır, bu haysiyeti ile cemi avalime o da muhittir.
Peygamber Efendimize sormuşlar melâike-i kiram görülmediği
için onların ölümü nasıldır diye, Efendimiz “inkıta-i zikir” “zikrin
kesilmesi” onun ölümüdür buyurmuştur.
İkinci vasl. Hakikat-ı İblis:
Bu konuda oldukça mühim bir konudur, inşeallah bunları da
olabildiğince de anlamaya çalışırız, Cenâb-ı Hakk da bize bunları
anlatır, hani İblis, İblis, dediğimiz o varlığın hakikati nedir.
Korkulacak bir şey değildir, ama kendini bilmeyen kimse hayalinde
bir varlık vehm ettiğinden o vehim ettiği varlıktan da korktuğundan
onun hükmü altına girer. Yani kendi icat ettiği iblisten kendisi
korkar. Eğer iblisin hakikatini bilmiş olsa böyle bir şey zâten icat
etmez, kendisi tasavvur etmez, düşünmez. Bakın ne kadar güzel
ifade ediyor.
--------Ma’lûm olsun ki, yani şöylece bilelim ki, İblis ism-i Mudil’in
mazharı etemmi ve ekmeli olan bir ruhtur. Yani Mudil isminin tam
kemâlli zuhur mahallidir. İblis her yönden Mudil isminin ekmeli yani
en kemâlli tam olan zuhur mahallidir. Ve böyle olan bir ruhtur ve
mertebe-i Ervah ayrılık ve gayriyetten bir nevi üzerine Zât’ın
hariçte zuhurundan ibarettir. Yani Ruhlar mertebesi, ayrılık ve
gayriyetten bir nevi üzerine, orada ayrılık başlıyor, yani şef’iyyet
orada başlıyor, ikilik orada başlıyor. Yani ayn ve gayn orada
başlıyor. İşte bu mertebede bütün Esma-ı İlâhiyenin zuhurları
tefrik edilmeye başlıyor, burası ikiliğin yani şirkin başladığı yerdir.
Tabi burada şuurlu varlıklar daha henüz madde elbiseleri giymediği
için, şirkten bahsedilemez, şirk inkardan bahsedilemez ama onun,
yani ikiliğin başlangıcı burası olmaktadır.
138
Mertebe-i Ervah ayrılık ve gayriyetten bir nevi üzerine Zat’ın
hariçte zuhurundan ibarettir. Gene Zât’ın zuhurundan ama bir
gömlek dıştadır. İşte bu günkü, akşamki sohbette de geçtiği gibi
“Elestü birabbiküm” (7/172) ayrılık ve gayrılığın başladığı yerdir.
“ben ve sen” bakın ondan evvel tabir ve ifade yoktur. Yani “Ben
sizin rabbiniz değilmiyim” dediği yerde ikilik başlamaktadır. Zât’ın
mertebe-i Ervah ayrılık ve gayriyetten bir nevi üzerine Zât’ın
hariçte zuhurundan ibarettir. Vahidin bakın bir’in, isneyniyet
dairesinde rüyeti bu mertebeden başlar. Yani bir olan vahidin ikilik
mertebesindeki başlangıcı bu mertebede başlar.
İsneyniyet üzere yani ikilik üzere işte islâmın zâhiri şeriat
mertebesi de, isneyniyet üzere bina edilmiş, ikilik üzere. Yani
yukarıda Allah var aşağıda kul vardır, zâhir olarak tenzih
mertebesi. Cümleyi tekrar okuyorum, isneyniyet dairesinde rüyeti
ikilik üzere görüntüsü bu mertebeden başlar, binaenaleyh ismi
Mudilin zuhur ahkâmının ibtidası bu mertebedir. Yani Mudil isminin
başlangıç mertebesi burasıdır, burada ikilik başlar. işte kendisi
Mudil isminin zuhuru olduğundan bozgunculuk olduğundan daha
faaliyeti burada başlamaktadır. Yani burada kendini ayırmaya
başlamaktadır.
Diğer Esma-ı İlâhiyede buradan ayrılmakta ama diğer esma-ı
İlâhiye varlık davasında olmadıkları için böyle bir hükme
düşmemektedirler. Binaenaleyh ism-i Mudilin zuhur ahkâmının
iptidası, Mudil isminin hükümlerinin başlangıcı bu mertebedir. Dalâl
şaşırtmak demektir, bir vücudun yek diğerine mugayir olarak iki
görülmesi şirk, ve şirk ise aynı dalâlettir. Ne kadar güzel tabirler
yapmışlar, ben hiçbir kitapta, hakikat-ı iblisin, bu kadar güzel, bu
kadar açık, ifade edildiğini hiçbir zaman, bir yerde görmedim. Nasıl
bahsediliyor, iblis kötüdür, iblis şunu yapar bunu yapar, hep
lânetlenme yönüyle ifade edilir. İlmi yönüyle hiç kimse bunu ifade
edemez.
Biz onu bu ifadelerle kendine ait bir varlık olarak zannederiz,
halbuki Mudil isminin en kemalli zuhurudur. İdlâl şaşırtmak
demektir, bir vücudun yek diğerine mugayir olarak yani bir
vücudun diğer vücudun gayrı olarak, gayrı gibi görünerek iki
görülmesi şirk, ve şirk ise aynen delâlettir. Bu tarz-ı rüyet bu tarz
görüş, kuvve-i vehimenin şartıdır. Yani vehim kuvvetinin işidir biri
iki görmek, şimdi bu kuvvet mazhar ismi Mudil olup ismi Mudilin
zuhur mahali olup hakikati iblistir. İblisin hakikatidir bu anlayış.
Zira şanı telbistir. İblis ismi de bundan müştaktır. Yani iblis ismi de
telbis isminden kaynaklanmaktadır. İblis bu haysiyetiyle avamili
muhittir. Yani bu özelliği ile tüm âlemlerde muhittir. Bir tane orada
beş tane orada, üç tane burada, gibi ayrı ayrı değil, diğer melâike-i
kiram gibi Cebrâîl, gibi Azrâîl gibi, Mikâîl gibi, İsrâfil gibi İblis de
bütün âlemlerde sâri bütün âlemleri kaplamıştır.
139
Ve onun tahtı tabiiyyetinde ona tabi olanlar onun altında ona
tabi olanlar adetlendirilemeyecek, sayılandırılamayacak kadar ruh
mevcuttur, yani kuvvet mevcuttur. Bakın bunların cümlesi dalâlete
düşürmeye ve bozgunculuk yapmaya memurdurlar, çünkü işi
budur, eğer iblis bozgunculuğu yanındaki kuvvetlerde bozgunculuğu yapmamış olsalar âsi olurlar. Allah’a âsi olmuş olurlar, bu işi
yapmamış olsalar. Yani onlar da Mudil ismi istikametinden Hakk’a
iteat etmektelerdir. Bunu anlamak biraz zordur, anlarız inşeallah
yavaş yavaş.
Bunlar delâlete düşürmeye mecburdurlar ve bunlar âlem-i
tabâiyede yani tabiat âleminde cemi eşyaya da saridirler. Yani
bütün eşyada mevcutturlar. (s.a.v) Efendimizin “her kimse ile birer
şeytan doğar, ve benimle beraber doğan şeytanı islâma getirdim”
işte tasavvufta nefis terbiyesi denen şey bu asla dayanmaktadır,
biz de Mudil olan şeytanımızı, eğer eğitir isek, islâm yani, teslim
almış oluruz bize teslim olur, ondan sonra ancak bizim hem gönül
âlemimizde hem beden âlemimizde sulh meydana gelir, biz o
zaman bâtınen de islâm oluruz.
Efendimiz (s.a.v.) in böyle buyurmaları nefsi insanideki vehme
işarettir, zira kuvve-i vehme asla kendini büyük kibirli görmekten
dönmez. Ve şanı bil cümle kuvva üzerine istilâdır. Yani bütün
kuvvetlerin üzerine istilâ etmek âmir olmaktır, bazı kimselerin
makam mertebe aşkı, isteği, buradan gelmektedir, nefs-i emmâre
hep âmir olsun ister. Bütün insanların üstünde âmir olsun hep
benim sözüm dinlensin bana sorsunlar, ben önde olayım, ister
nefs-i emârenin en büyük hazzı emretme hazzı olduğu belirtilir.
Âmir olma emretme hazzı.
Ve vücudundan eser olmayan bir şeyi mevcut ve hattı zâtında
mevcut olan şeyi de ma’dum gösterir. Yani olmayan bir şeyi var,
var olan bir şeyi de yok gösterir. Yani Allah’ın var olan varlığını yok
yok olan hayali de var gibi gösterir. Ehlullahtan birine sormuşlar,
bu kemâlâta nasıl ulaştın diye, o da demiş ki, “nefsimin isteğinin
tam tersini yaptım, öyle doğruyu buldum çünkü biliyorum ki nefs
mudil beni kötü yola sevk ediyor,” onun istediğinin tam zıddı da
doğru yol olduğunu tahmin ettim demiştir.
Şimdi kuvve-i mütefekkire aklın hükmüne tabi olursa, ona
zâkire-i mütefekkire, eğer vehmin hükmüne tabi olursa ona
mütehayyile yani hayel derler. Hakikat-i iblisiye akl-ı kül olan
hakikat-ı insaniyeye diğer kuvva-ı Uluhiyet gibi serfuru etmesi
teklifine karşı
‫ﻗَﺎل اَﻧَﺎ ٌَْﺧﻴـﺮ‬
َ ُ‫ِﻣﻨْﻪ‬
7/12 dedi yani “ben ondan
hayırlıyım” dedi, bu cevap kendisini ayrı görmek demektir. “ben
ondan” o ve ben demesi kendisini ayrı görmesinin kendi lisanından
ispatıdır. Biri iki görmek ise vehimdendir. Yani biri iki görmek
vehim kuvvetindendir. İşte İblis, Cami, cemi esma ve Sıfat-ı
140
İlâhiye olan Akl-ı Kül’e tabi olmayıp davayı teferrüde ve isti’lâya
kıyam ettiği ve biri iki ve mevcudu ma’dum yani varı yok, olmayanı
da var gördüğü için Zat-ı Uluhiyyet onu kuvvayı saire arasından
7/13 ayetinde
‫ﱠﺎﻏﺮَِﻳﻦ‬
ِ ‫ﱠﻚ َِﻣﻦ اﻟﺼ‬
َ ‫ُج ا ِ ﻧ‬
‫ﻓَﺎﺧْﺮ‬
ْ
hitabı ile yani “İn
oradan tard edilmişlerden olarak” hitabı ile tard eyledi. Zira kuvve-i
vehime bil cümle kuvvaya musallat olmakla beraber onlara
nazaran kıymetsiz ve küçük bir şey idi aslında. Bakın reklâmı çok
olduğundan biz onu büyük gibi görüyoruz. Yani far farası, tan
tanası çok olduğundan, biz onu büyük zannediyoruz. Zira şanı
hakikat-ı vusulden men etmektir. Yani iblisin şanı, yani yaptığı iş
hakikate ulaşmaktan kişiyi men etmektir. Yani Hakka ulaşmaktan
men etmektir. İşi de budur.
İblis kendilerine esrar-ı arziyye ve semaviye münkeşif olan ehl-i
sülûku idlal için muhayyel olarak arz ve sema suretlerinde zâhir
olur, hatta tecelliyat-ı Zâtiyeye karışıp sâliki ıdlâl eyler. Bakın
ne kadar derin halleri oluyor, işte onun için derler 70 bin perde
nurdan ve zulmetten vardır, nurdan perdelere de karışır, hadi
zulmet perdelerini anladık diyelim kesif perdeleri ama nurdan
perdelere karışarak oradan da bozar. Yani arkasını sıvazlar, sen ne
mübarek adam oldun maşeallah, bir namaz kıldın ki yani sorma,
âlemlerde bu namazı kimse kılamaz, aşk olsun sana, yuttuk mu o
zokayı, tamam işimiz bitti. Onun için yaptığımız işlerle de fazla
öğünmememiz gerekiyor. Çünkü hemen o sahaya giriveririz.
Ve hatta tecelliyat-ı Zât’iyeye de karışıp sâliki idlâl eder, bakın
ilâhi tecelliye, Zat tecellisine dahi karışıyor, işte bu gün ve
geçtiğimiz günlerde, bilhassa bu günde fenâfillâhta ayağı kayan
kimselerin hali, tam ona göre kıvamda olmuş kişilerdir eğer gerçek
ma’nâda sağlam olarak ilm-i ledün, yani irfaniyet ilmi ile oraya
gelmemiş ise, mutlaka iblis onun ayağını kaydırır. İşte dedikleri
açıktır zâten, efendim bizim namazımız kılındı, daha namaz mı
kılacağız, al işte iblisin Zat mertebesinden savurup gitmesi süpürüp
gitmiş, hepsini katmış önüne nasıl koşturuyor, onlar da Hakk’a
koşuyoruz zannediyor, halbuki iblisin kovalamasından kaçıyorlar.
Hakk’tan kaçıyorlar, Hakk’ı bulduk diye Hakk’tan kaçıyorlar. Ama
bunun farkında değiller ve kendilerini salâh üzere olduklarını
zannediyorlar, ne kadar müthiş neticedir Allah etmesin, kendilerimizi ne zannederken, ne durumda olduğumuz açılınca karşımıza
eyvah diyeceğiz, Cenâb-ı Hakk bu durumlara düşürmesin inşeallah.
Ve Hatta tecelliyat-ı Zât’iyeye de karışıp sâliki ıdlâl ederler. Yani
bozarlar. Ancak suret-i Muhammediye’de ve onun varisleri olan
kâmilin suretlerinde temessül edemezler. Yani pir-i fani şeklinde
gözükürler insanlara rüyada, yahut yakaza halinde piri fani olarak
gel seni ben Cennet’e götüreceğim, gel bir yere götüreceğim diye
çağırır, götürür şirkin tam içine yahut cehennem içine götürür
haberleri bile olmaz kişinin. Haberi olduğunda da iş işten geçmiştir.
141
Zira (s.a.v.) Efendimiz ile, onların varisleri olan kâmiller ism-i
hâdinin ve iblis ve tebaisi ism-i mudilin mazharı etemleridir yani
mükemmelleridir. Tecelliye-i Zâtiyeye karışması Zât-ı Ulûhiyetin
Hâdi ve Mudil isimlerinin, her ikisinde cami olmasındandır. İblisin
hakikati ism-i Mudil olduğundan, ve kalb-i hakayık mümkün
olmadığından, gerek kendi ve gerek tebayi ism-i hâdinin mazharına
temessül edemez. Hakikat-ı iblisiye hakkında söz çoktur, fakat ehli irfan ve sekaye bu desatir-i esasiye kafidir. Yani bu esas düsturlar
yani bu anlatımlar zâten yeterlidir deniyor.
Şimdi tekrar peygamber efendimizin haline gelip oraya
bakalım; zira (s.a.v.) Efendimiz ile onların varisleri olan kâmiller
ism-i Hadinin mazharıdırlar. İblis ve ona tabi olanlar ise ism-i
Mudil’in masharı dır. Mudil isminin tam masharlarıdır. Ve tecelliyatı Zât’iyeye karışması, yani İblisin Zât’i tecelliye nasıl karışır diye bir
soru gelirse aklımıza, karışması şu sebeptendir ki, Zât-ı Ulûhiyetin
varlığında Hadi ve Mudil isimlerinin her ikisi de cami olmasındandır.
Yani cenâb-ı Hakk’ta Hâdi ismi olmakla birlikte, Mudil ismi de
bulunduğundan o Mudil isminden o kanaldan girerek Zat tecellisine
de karışabilirler diyor. işte tecelli denilen şeylerin, yazıların
düşüncelerin vuruntuların, mutlaka bir ehli tarafından kanaldan
geçirilmesi lâzımdır.
Yani bir kontroldan geçirilmesi lâzımdır, yani istişare edilmesi
lâzımdır, herhangi bir kimseye ilhami gibi bir şeyler geldiği zaman,
mutlaka istişare edilmesi lâzımdır. İşte ism-i Mudil mazharı olan
iblis telbis yaparak şüphe karıştırarak, düşürerek Hâdi tecellilerin
içerisine öyle bir cümle koyar ki, işte o mudil tecellisidir, hâdi olan
bilimlerin hepsini karmakarışık yapar, ve ters şekilde tatbikat
yapmasına sebep olur. Ancak peygamber Efendimizde ve âriflerde,
bilhassa efendimizde, Mudil ismi bulunmadığından, sadece Hâdi,
hidayet, Rahmet üzere olduğundan, O’nu görenler O’nun suretine
iblis bürünemediği için, peygamber efendimizi, kim hangi surette
görürse görsün, O’nun hakikatini görmüş olur. Bu hususta daha
geniş bilgi, (18-peygamberimizi rü’ya-da görmek) isimli dosya
kitapta mevcuttur, isteyenler oradan bakabilirler.
Ancak her gören de Hz peygamberi görmüş değildir. neden,
çünkü (s.a.v.) Efendimizi asli olarak, gerek suret olarak, gerek lâtif
olarak görmek zâten mümkün değildir. ancak O’nu sahabe-i kiram
o 23 senelik devrede gördüler ve ondan başka O’nu Mekke,
Medine’de yaşayan suret-i, hakikati üzere kimsenin görmesi
mümkün değildir. Bu şekliyle görmesi mümkün değildir. Ruhani
ma’nâda baktığımız zaman da gene görmek mümkün değildir. Peki
görülenler nedir, görülenler gören kişinin itikadı üzere, kendi
hayalinde, kendi varlığında, tahmin ve kurguladığı, ve kendi
ma’nâsından kendisine yansıyan suret-i Muhammedidir. Ancak O
da, Hz peygamberden gayri bir şey değildir. Peki nedir,
suretlerinden bir surettir. Gerçek ma’nâda Hz peygamberi ne fiilen
142
ne ruhen görmek mümkün değildir. Bunu böyle bilelim. Ama
gördüklerimiz de O’nun gayri değildir. Kişinin idraki muhabbeti ne
kadarsa, o anlayış üzere ancak O’nu görebiliriz.
İşte Zât-ı Uluhiyetin Hâdi ve Mudil isimlerinin her ikisi de cami
olmasındandır. İblisin hakikati ism-i Mudil olduğundan ve kalb-i
hakayıkı mümkün olmadığından, yani onun kalbi hakikatleri idrak
etme durumunda olmadığından, Hâdi yönüne gelemez. Gerek
kendi ve gerek tevabi, ism-i Hâdi mazharına tevessül edemez.
Hakikat-ı iblisiye hakkında söz çoktur, bu kadarı yeterlidir, diye
belirtilmiş, ancak bir şey daha söyleyeyim, şimdi (s.a.v.) Efendimizin her hangi bir şeyde noksanlığını hiçbir şekilde düşünemeyiz.
Çünkü O zâhir ve bâtın evvel ve âhır bu âlemler ve diğer âlemlerin
her varlığında kemâl üzeredir, çünkü bu âlemlere rahmet olarak
gönderilmiştir. Eğer kendisi olmasaydı, bu âlemlerde zâten
olmayacaktı. “Eğer sen olmasaydın olmasaydın, bu âlemler halk
etmezdim”
Şimdi bu kadar, her mahallin kendisinde zuhuru olduğundan, ve
her esma-ı ilâhiye, ve sıfat-ı İlâhiye kendisinde mevcut olduğundan
peki, o zaman Mudil ismi kendinde yoksa, o zaman bu bir eksiklik
değil midir? Biz de soralım şimdi, bir eksiklik değil midir,? Allah’ta
var olan Mudil ismi, Hâdi ismi ile beraber iken, Hz peygamberde
Mudil isminin olmaması bir eksiklik değilmidir, hâşâ bir eleştiri
olarak değil, aklımıza gelirse, böyle bir düşünce, cevabını bulalım
cevabını bilelim, diye söylüyorum. İşte (s.a.v.) Efendimizden de
Mudil ismi çıkmakta, ancak kendisinde değil, karşı tarafta, ama
kendisinden, kendisi vasıtasıyla çıkmaktadır. Neden, Hâdi ismine
davet ettiği zaman, Mudil ismi mazharları tabi olmadığından daveti
dolayısıyla Mudil ismini ortaya çıkarmakta. Ondan O’nun vasıtasıyla
çıkarmakta, kendisinden çıkma değil, ama kendisi vasıtasıyla karşı
taraftaki Mudil esması ortaya çıkmaktadır. Davetten evvel o karşı
tarafta Mudil veya diğer esma, hangisi ağırlıklı olduğu bilinmediğin
den gizli kalmıştı, ne zaman ki kendisine risâlet verildi, davet
başladı, işte o zaman Hâdiler ve Mudiller birbirinden ayrıldı ve
Mudil ismi karşı geldi, Hâdi ismi tâbi oldu, işte böylece Mudil ismini
o da zuhura getirmiş oldu. Dolayısıyla hiçbir eksiklik kendisine izafe
edilememektedir. Cenâb-ı Hakk her birerlerimizi kendisini en iyi
şekilde idrak eden kullarından eylesin inşeallah.
------------------Ayrıca bu mevzuda, ne kadar kitap varsa, araştırılsın ne kadar
çok yazı olursa olsun, hepsinin toplamından şu özet bilgiler çok
daha fazladır. Ne kadar çok bu hususta kitap okunursa okunsun şu
bilgileri o kitaplar veremezler. Sadece iblisin suri faaliyetlerini
anlatırlar, bu bilgiler ise, iblisin hakikatini anlatmaktadır, bizler için
de çok değerlidir.
143
Hiçbir zaman her hangi bir yerde övgü geldiği zaman
sevinmemeliyiz, yerme geldiği zaman da üzülmemeliyiz. Övme ve
yerme bizim için bir olmalıdır.
------------------Üçüncü Vasl: Hakikat-i Âdem ve Havva
16.10.2011 Pazar, İzmir
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
Ma’lûm olsun ki, vücut hakikat-ı insaniye olan mertebe-i
Vahidiyetten mertebe-i Ruh’a tenezzül ettiği vakit üç marifet hasıl
oldu ki birisi marifet-i Nefs, yani kendini zâtını ve hakikatini
bilmek, diğeri marifet-i mübdi, yani kendisinin mucidini bilmek
üçüncüsü mucidine karşı fakr ve ihtiyacını bilmektir. Bu marifet
gayriyet-i mutazammındır. Ve bu Ruh, Ruh-u Muhammedi (s.a.v.)
dir. Şimdi tekrar başa gelelim bunları bir daha görelim.
Ma’lûm olsun ki, yani bir çok bilgilerden sonra bu hususa yani
Âdem ve Havva hakikati içerisinde şunu da bilelim ki vücut, bakın
buradaki vücuttan kasıt gördüğümüz mevcut varlık değil, vucud-u
Mutlaktır, peki Mutlak Vücud dendiği zaman neyi anlıyorduk, hani
üç vücud tabiri vardı, biri Vücud-u Mutlak, Vücud-u İzafi, Vücud-u
Şuhudi. Mevcut Vücud dediğimiz şuhudi Vücud dediğimiz bu
âlemlerdir. Şu gördüğümüz kevn Mükevvenattır. İzafi Vücud
dediğimiz esma-ı İlâhiyenin bütün varlıktaki tesiratı yani lâtif olan
bu âlemin lâtif vücudu ve onun üzerinde olan Mutlak Vücud da
Allah’ın İlm-i İlâhisindeki kendi ilmi vücududur.
Yani kendine ait olan Zât’ı ile ilgili Zât’ının mevcudiyeti isim
Sıfat, ef’âl mertebelerinden tecrit edilmiş olarak salt saf olarak ilmi İlâhideki Allah’ın Mutlak Vücududur. Buradaki vücutlar mukayyed
vücutlardır, kayıtlı vücutlardır. Ma’lûm olsun ki vücut bu Vücud-u
Mutlak hakikat-ı insaniye olan mertebe-i Vahidiyetten, Ahadiyet
mertebesinde olan bu Vücud-u Mutlak orada sadece İnniyeti ve
hüvviyeti ile ma’lûm olmuş, ortaya çıkmış olan vücud-u Mutlak
Hakikat-ı İnsaniye olan Mertebe-i Vahidiyet, yani Vahidiyet
Mertebesinin bir ismi de Hakikat-ı İnsaniyedir. Diğer ismi de
Hakikat-ı Muhammediye, İnsân-ı Kâmil dedikleri yer burasıdır.
Bütün âlemleri sarmış içten ve dıştan ihata etmiş, Hakikat-ı
Muhammediye, Hakikat-ı İnsaniye. İnsanlar içerisinde olan İnsân-ı
Kâmil diye tabir edilen yanlıştır, tersten başa kâmil İnsânlardır.
İnsân-ı Kâmil diye belirtilen bu mertebedir. Sıfat mertebesi,
Vahidiyet mertebesi, Hakikat-ı İnsâniye, bakın ne kadar açık net
tariflerdir. Bunları yazmak için bir yere getirmek için bunları çok
güzel aynı makamında yaşanması ve mutlaka ilhami olması
144
lâzımdır başka türlü yazılmaz bunlar. Bunlar beşer bilgileri değildir.
Allah hepsinden razı olsun.
Cenâb-ı Hakk razı olmuş ki bunları izin vermiş, Allah bizlere de
bunu anlamamız için her birerlerimize birer idrak irfan gönül
genişliği gayretkeşlik versin inşeallah. İşte ben bir okudum,
anlamadım, dinledim anlamadım, yok okuyacağız, okuyacağız,
dinleyeceğiz, dinleyeceğiz, bıkmayacağız, her okuyuşta bir iki
kelime açılacak fermuarı açarken nasıl o fermuar hep tek diş olarak
açılıyor, biz seri olarak açıveriyoruz ama öyle açılmıyor, tek tek diş
olarak açılıyor, kapanırken de tek diş olarak kapanıyor. İşte bunlar
da öyle birer diş, birer diş birer harf birer kelime, olmayacak bir
şey yoktur.
İşte hakikat-ı İnsâniye olan mertebe-i vahidiyete mertebe-i
Ruh’a tenezzül ettiği vakit üç marifet hasıl oldu. Peki bunu daha bir
başka yönde düşünürsek nedir, Mertebe-i Rahmaniyet. Mertebe-i
Rahmaniyette Ruh faaliyete geçmeye başlıyor. Oradan sonra
oradaki Ruh-u A’zâm, daha sonraki Sıfat mertebesinde Ruh-ul
Kuds, daha sonraki Esma mertebesinde Âdem (a.s.) a üflenen
Ruh-ul Sultanidir. Ruh-ul Sultani yani Âdem (a.s.) a üflenen ruh-u
Sultaninin tarifi ise Ruh-u A’zâm ve Ruh-ul Kuds’ün mahlûka dönük
yüzü “Venefahtü” dür. Bakın mahlûka dönük yüzüdür. Eğer
“Venefahtü” olmasaydı, yani zuhura dönük diğer itibariyle halk
edilmiş, zuhura dönük olmasaydı bugün hiç birimiz olmazdık.
Yani o nefha mahlûka dönük olmasaydı, Ruh, Ruh-u A’zâm ve
Ruh-ul Kuds olarak kendi makamında kudsiyet makamında kalırdı.
İşte Ruh-u Sultani olarak “venefahtü” ismi ile belirtilen mahlûka
dönük yüzü üflendiğinde Âdem (a.s.) nesilleri ve bütün bu âlemde
zuhura gelmiş oldu, aksi halde bugün hiç birimiz burada olmazdık.
Şimdi bu ruhta bu ruha tenezzül ettiği vakit ruhta üç marifet hasıl
oldu. Bakın daha evvel ilm-i ilâhiyede Ruh vardı batındaydı,
faaliyeti yoktu. Yani Hakk’ın Zât’ında vardı, nuru da vardı hepsi
vardı ama faaliyette değildi. İşte onun faaliyete geçmesi Vahidiyet
sahasında belirginleşmeye başladı.
Şimdi bir kimse bir yere gönderildiği zaman veya tayin edildiği
zaman o işi yapacak olan evvelâ kendisinin o eğitimi alması
lâzımdır. Yani işi kim yapacaksa o eğitimi evvelâ kendisi alması
lâzımdır. Daha sonra da kendisi eğitim verebilsin. Bakın ne müthiş
bir ifade tarzıdır. İşte Rahman suresinde bu hakikati bildiriyor.
55/1-2-3-4 âyetlerinde buyurur
﴾٤﴿ ‫ ﴾ َﺧﻠ ََﻖ ِاﻻ َﻧْﺴ َﺎن‬٣﴿ ‫اَن‬
َ ‫ ﴾ َﻋَﻠﱠﻢ اﻟْْﻘُﺮ‬٢﴿ ‫َْﻦ‬
ُ‫﴾ اَﻟﺮﱠﲪ‬١﴿
‫َﻋَﻠﱠﻤﻪَُ ﺒاـﻴﻟَْ َﺎن‬
145
Bu hadiseyi orada açıklıyor Cenab-ı Hakk.
Rahman
ki,
‫اَن‬
َ ‫َﻋَﻠﱠﻢ اﻟْْﻘُﺮ‬
Kur’ân’ı
talim
‫َْﻦ‬
ُ‫ اَﻟﺮﱠﲪ‬Öyle
etti.
bir
Rahman;
Rahmaniyetinin ne olduğunu anlaması için, yani ben Rahman
olarak ne yapacağım bu âlemlerde bunu talim etti öğrendi,
‫اَن‬
َ ‫اﻟْْﻘُﺮ‬
‫َﻋﻠﱠَﻢ‬
Kur’an’ı talim etti. Ama tefsirlere bakarsanız “Rahman
Kur’an’ı öğretti” derler. O da oldu ama o sonraki hâdisedir. Bir
öğretmen Kur’ân okumayı kendisi öğrenmezse bunu nasıl
öğretecek. Evvelâ Rahman Kur’ân’dan talim etti, çünkü Kur’ân Zat,
Rahman sıfat mertebesidir. Sıfat mertebesi Zat mertebesinden ne
yapacağını evvelâ kendi talim etti, burada belirtilen hususta
kendisinde üç marifet hasıl oldu. Bakın öğrenmeye başladı, birincisi
Marifet-i Nefs, yani kendi Zat’ını ve hakikatini bilmek oldu. İşte
bizim de yapmamız gereken ilk iş marifet-i nefs olmalıdır. Yani
nefsimizi bilmek, nefsimizi tanımak, “ben neyim” sorusunun
cevabını verebilmektir.
Bunu veriyor isek diğerleri daha kolaydır. Ama bunu
veremiyorsak, diyorsak ben falan anneden, falan babadan şu
senede doğdum, dünyaya geldim, şu burçtanım, boyum şu kadar,
enim bu kadar, dersek bunlar kendimizi tanıma değildir. Zâhiren
tanıttı tamam o da kendisini öyle biliyor, ona diyecek bir şey
yoktur. Ama hakikati itibariyle kendi kendini sorgulamaya başlarsa
bende bir akıl var göremiyorum, ruhum var göremiyorum, nurum
var bunları göremiyorum, nasıl bunlar nedir acaba beni kim
konuşturuyor, kim gözümden gördürüyor, annem babam bana
kulak mı takmış, ayak mı takmış, biz bunları satın almadık o halde
bu beden de bizim değil, benim dediğin beden de bize ait değildir.
Alırken bir karşılık vermedik ki.
İşte kişi bunları düşündüğü zaman kendisinde ilk yapacağı şey
marifet-i nefs yani nefsini tanımak, ki onun başlangıcı da emmâre
ye gelerek emmâreden yola çıkmaktır. Bunun başka hiç bir yolu da
yoktur. İster hayel ve vehimde zâhiren her hangi bir tarikat
mensubu olsun, ister okullarda öğretmen olsun, dini okullarda ister
şu veya bu şekilde olsun, nefsi ma’nâda bir eğitimi yok ise eğer
kendisini tanıması bilmesi mümkün değildir. Çok büyük âlim
olabilir, şeriat âlimi olabilir, fıkıh âlimi olabilir, ama orası onlar ayrı
konudur, nefs marifeti ayrı konudur. İşte gerçek ma’nâda
ehlullahların tamamı bu yoldan, marifet-i nefs yolundan geçmiştir.
Başka türlü de zâten ârif olamazlar. Onun için de Efendimiz
buyuruyorlar; “men arefe nefsehu fakat arefe rabbehu” kim ki
nefsine ârif oldu, bakın nefsini tanıdı, o rabbını tanıdı. Bakın Allah’ı
146
tanıdı demiyor, daha Allah’ı tanımış olmuyor. Yani Hakk’ı tanıdı,
Rahmanı tanıdı, dediği, rabbını tanıdı, o rab da daha önceki
derslerimizde bir çok defalar geçti, rabb-ı hayali, rabb-ı has ve
rabb-ı gerçek hangisi rabbım dediği, kendi hayalinde var ettiği
rabbına mı yöneldi, o da ayrı işte onun için ne nefsi tanıma yönüyle
ne de daha ilerki yollarda kişi yalnız başına ben bunları okurum da
tatbik ederim derse o da hayel ve vehmin işidir, daha da tehlikeli
olur Allah korusun.
Birinci ma’rifet yani idrak etmek marifet-i nefs; kendini ve
zatını hakikatini bilmektir. Diğeri marifet-i Mübdi; yani kendisinin
mucidini bilmek, kendisini var eden icat eden ortaya getireni
bilmek, üçüncüsü ise mucidine karşı fakr ve ihtiyacını bilmek. Yani
ona karşı acziyetini ve onun vermesi devam etmezse kendisinin
yaşayamayacağını bilmesidir. Bu marifet gayriyet-i mutazammın
dır. Yani bu marifet gayriyeti gerektirir. Yani kendini bilme
gayriyeti, gayr olmayı gerektirir. Ve bu Ruh Ruh-u Muhammedi
(s.a.v.) dir. Hakikat-i Muhammedi dedikleri Ceberut mertebesi diye
de ifade ettikleri ve bir çok daha isimleri olduğu bir mertebedir.
Ama hakikat-i İnsaniye olan mertebe-i Vahidiyet diğer bütün
kapsamı olan insanlık hakikatidir. Ama buradaki insan beşeri
ma’nâda olan insan değil gerçek ma’nâda insân-ı Kâmildir. Şöyle
düşünebiliriz, yüksek bir oranda muhtemeldir ki, belki zaman
zaman da mevzu oluyor, bu âlemin tamamını tanımak mümkün
olsa, yani gelecekte bir çok daha güçlü araçlar yapılmış olsa,
muhtemeldir ki, ben zannediyorum, bütün bu âlemler insan
suretinde bir gök yüzü olma ihtimali çok yüksektir. Yani bizim
suretimizde bir âlem, bir feza olma ihtimali çok yüksektir. İşte
belki “Elif, Lâm, Mim” dedikleri ma’nâ da bu olabilir, bu hurufların
âlemlerin koordinatı olduğu da söylenmektedir, bir ilim olarak
tahayyül olarak, gerçi Allah’ın sınırı yoktur, yalnız buradaki
tahayyül hayel vehmi iblisi bir hayel değildir, ilâhi bir hayeldir.
İyi niyetle yapılan Hakkani bir hayeldir. İşte onun içindir ki bu
âlemlere İnsân-ı kâmil, yani kâmil olan büyük insan diye ifade
edilmektedir. “evvelu ma halakallahu el kalemi verruhi” bir
rivayete göre de “evvela ma halakallahul akli ve nefsi” yani Allah
evvelâ benim aklımı ve ruhumu, kalemi ve ruhumu halk etti,
diğerinde de aklımı ve nefsimi halk etti. Diğer ervah O’nun ruh-u
şerifinin cüzziyatıdır. Şimdi hadis-i şeriflere bakıldığında bir çok
öncelik tanınmakta bazı hususlara peygamber efendimiz burada da
belirtildiği gibi “Allah evvela kalemi halk etti”, “Allah sonra benim
ruhumu halk etti”, “Allah sonra benim Nur’umu halk etti”, “Allah
benim nefsimi halk etti” diye halkiyeti ifade eden bir çok
birbirinden farklı olarak ön kelimeler vardır.
Acaba en önce halk edilen hangisidir? O zaman o akla geliyor
evvelâ, evvelâ diyor ama dört beş tane evvel olduğundan hangisi
en evvel, hangisi en evvel diye bir şey söz konusu değildir. neden,
147
her mertebenin evvelinden bahsedilmektedir. yani Her mertebenin
evveli bana aittir diyor. nefis mertebelerinin de evveli benimdir,
Ruh mertebelerinin evveli de benimdir, benim ruhumu halk etti
dediği o mertebedeki hakimiyetidir. Benim ruhumu halk etti
demesi de odur. bunu da böyle hatırımızda tutalım.
Diğer ervah O’nun Ruh-u Şerif’inin cüzziyatıdır. Yani O’nun
Ruh’unun bölümleridir. Onun için (s.a.v.) Efendimize Eb-ul Ervah
dahi derler. Ruhların babasıdır derler. Şimdi bütün ruhların babası
olduğuna göre o zaman bizim de tabi olarak ruhen babamız Hz
peygamber (s.a.v.) olmaktadır. Ruh-u külliden ruh-u cüzler olarak
zuhura geldiğimizden gerçek babamız dünyadaki babamız değildir.
O bizim fiziki babamızdır, dünyadaki babalar dünyanın düzeni
içindir, buraya ait babalık analık evlatlık çocukluktur, aslında biz
burada her birerlerimiz anne de olsun, baba da olsun çocuk da kız
da olsun, Hakk’ın birer zuhurlarıyız, hepimiz aynı haklara sahibiz.
Bir insan baba olmak üzere oğlundan daha büyük hakka sahip
değildir, Allah’ın indinde ama, babalık vasfıyla oğluna kızına
hizmeti olduğundan büyüktür, o konu ayrıdır, ama o bu dünyanın
hukukudur, Allah'ın indinde hiçbir insan bir birinden ayrı değildir.
Şimdi Ruh babamız Hz peygamber olduğuna göre, genel olarak
cesed babamız kimdir, toprak babamız kimdir? Ruhlar âleminde
babamız var, o belli ama bedenler âleminde de bir babamız olması
lâzımdır o da Hz Ali (k,a.v.) efendimizdir, çünkü kendisi peygamber
efendimizin ismiyle verdiği tasdikle “Ebut Turab” toprak babası,
işte gerçek ma’nâda alevi olan ki, bizler onlardanız ama hem de
Muhammedi olan, yani sünni ve Alevi, diye gerçek bir Müslüman
hem sünni hem alevidir. İkisini bir birinden ayırmadığından tevhid
ettiğinden Müslümandır sadece. İşte Hz Ali efendimize sahip
çıkmaktalar ya o gruplar, halbuki biz onlardan çok daha fazla
sahibiz ve de babamız, toprak babamız, asaleten Hz Ali (r.a.)
Efendimiz dir ki peygamberimizin tasdiği ile “Ebut Turab” toprak
babamızdır. İşte bedenlerimiz de toprak kaynaklı olduğundan ve
onlara olan tabiyetimizden de, tâbi olmamızdan da, biz onlara evlât
olmaktayız, evlât olunca da tabi olarak babamız olmaktadır.
Yani Hz Rasulullah (s.a.v.) Ruh babamız, manevi babamız, Hz
Ali (r.a.) Efendimiz de bizim toprak babamızdır. Şöyle diyelim
şeriat zâhir babamız diğeri de Hakikat manevi babamızdır. İşte
böyle iki sağlam babamız varken biz neden korkarız, neden
üzülürüz, neden bu dünyanın cefasını ezasını çekeriz? ufak tefek
şeyleri oğlum gitti, kızım geldi, bırak nereye giderse gitsin, canı
sağ olsun, zâten bizim değil ki neden derdine düşmüş olalım,
sahibi ne yaparsa yapsın, neden O daha bizden muhabbetli, kuluna
anadan babadan Rabbı daha muhabbetlidir. Neden O zuhur
ettiriyor, O’nun isimleri zuhur ettiriyor, tabi ki onu düzenleyecek
istediği gibi düzenleyecek, ama dur Allah sen karışma bu benim
148
oğlum benim istediğim gibi yapacak bunu deyip işte Allah’ın malına
sahip çıktık.
Allah bağışlasın her kese Allah üzüntülerini göstermesin yani
hepimiz aynı konumdayız, aile dünyanın sistemi budur, tabi
canımız biraz yanacaktır, neden o da nefsaniyetimizdendir,
nefsaniyetimiz olmasa canımız da yanmaz, ama bu da doğru
olmaz. Şimdi bir insanın oğlu kızı var, onlara bir hal geldi bize
hiçbir üzüntü gelmedi, o gafletin ta kendisidir, fıtrata uygun
değildir, tabi ki biraz üzüleceğiz, sevineceğiz onlar dolayısıyla, ama
kendimizi yakacak dökecek kıracak kadar değil, ya rabbi bu senin
malın sen verdin sen bunu gerekeni yaparsın bizden daha iyisini
bilirsin malın, mülkün sahibi sensin sen bize acılarını gösterme, ya
rabbi senin olsun zâten sen verdin sana emanet ediyorum, sen en
güzelini yaparsın deyip bıraktık mı inşeallah tahmin ettiğimizden
daha iyi neticeler olacaktır. Ama olmadı kötü oldu, işte kader-i
mutlak orada devreye girdi, o zaman yapacağımız bir şey yoktur.
Diğer ervah O’nun Ruh-u şerifinin cüzziyatıdır, onun için (s.a.v.)
Efendimize Eb-ul Ervah dahi derler, bu Ruh suret-i Akl-ı Kül dür.
Bakın bu Ruh aynı zamanda Akl-ı Kül’ün de suretidir, Âdem-i
Hakiki dir, Vücut Akl-ı Kül’ün sağ tarafı ve imkân sol tarafıdır . Ve
Havva Nefs-i Kül’ün suretidir, Akl-ı Evvel’in dıyl-ı eyserinden yani
kaburga kemiğinden mütekevvin oldu, bu taayyunat-ı muhtelifenin
zuhuru yani muhtelif varlıkların zuhuru ve suver-i mütenevviyanın
tevellüdatı yani türlü türlü neviinden ortada olan bu suretlerin
doğması Akl-ı Kül ile Nefs-i Kül’ün izdivacından hasıl oldu. Yani
bütün bu âlemde görülen her şey Akl-ı Kül ve Nefs-i Kül’ün
iştirakinden zuhur etti.
Âdem Akl-ı Kül-ün zuhuru, Havva ise Nefs-i Kül’ün zuhurudur.
Vücudun sağı Akl-ı Kül solu da Nefs-i Kül’dür, bu durum her
vücutta aynı şeydir, mevcut olan diğer vücutlarda da aşağıya
indikçe sağ tarafından kasıt RUH, sol tarafından kasıt NUR’dur
aslında, yani RUH hayat verici, NUR da alıcıdır. Sağ RUH dur, onun
için islama sağcılar denir bu yüzden, solcular da batılılardır, işte bu
hakikate binaen Mûsâ (a.s.) hangi elini göğsüne koynuna soktu,
dendiği zaman zâhiri âlimler, sağ kolunu soktu çünkü sağ ile iyi iş
yapılır diye yorumlarlar, ama bu ümmet-i Muhammed’e ait olan
hükümdür. Yani sağcılara ait olan hükümdür, Hz peygamber
olsaydı sağ elini sokardı. Mûsâ (a.s.) sol elini soktu göğsüne. Sağ
tarafa doğru çünkü O’na Tur dağının sağından nida olundu, soldaki
Mûsâ’ya sağ tarafa gel diye. İşte RUH ile NUR’un faaliyetinden
atomlar meydana geldi, atomlardan da değerlerine göre diğer
varlıklar meydana geldi.
------------------Kaza ve kader bahsine devam ediyoruz,
149
Fusus-ul Hikem 3. Cilt 81. Sayfa Fass-ı Kelime-i Üzeyiride
Mündemiç olan Hikmet-i kaderiye beyanındadır.
Kader hikmeti beyanındadır kitabın yazarı Muhiddin-i Arabi Hz
leri Üzeyir (a.s.) a kaderiye bahsini vermiştir. İşte bunlar dahi çok
irfaniyet isteyen her peygamberin üzerinde olan bir esmanın
hususiyetlerini bize bildiriyor. İşte bunun Rabb-ı Hassı kaderiyye
yani hayatında en tesirli olan hal budur. Hikmet-i Kaderiyye. Bu
Fasta kelime-i Üzeyiriyye has olan hikmet-i kaderiye mevzu bahis
olur.
Zîrâ cenâb-ı Üzeyr'in muktezâ-yı hakikati bu olup, sırr-ı
kaderin ma'rifeti tarafına râğıb olmuştur. Yani Üzeyir (a.s.) kader
sırrına doğru yönelmiştir hayatında bunu anlamaya çalışmıştır.
Onun için Hikmet-i Kaderiye ile isimlendirilmiştir. İşte kader ile ilgili
mevzu olduğu için burada bu açılımlar var, ondan faydalanalım
inşeallah. Kaderin irfaniyeti hakikati tarafına ragıp olmuştur. Yani
bunu anlamaya rağbet etmiştir, hani Regaip gecesi var ya,
hakikatine rağbet etme, dünyaya gelmeye rağbet etme, o da
kaderin hakikatini idrak etmeye rağbet etmiştir. Hz. Üzeyr,
kudretin makdûra taalluku keyfiyyetinden taaccüb ve Hirbe
karyesinin olduğu hâl üzere iadesini istib'âd etmiş uzak görme
ve (Bakara, 2/259) ya'nî "Bu hârâbatı bu halden sonra Allah Teâlâ
nasıl ihya eder?" demişti.
Hak Teâlâ onun isti'zâm ve istib'âdı sebebiyle yani uzak
görmesi sebebiyle suver-i iadenin yani suretlerin iadesinin ve
ahkâm-i kudretin envâ'ını meydana çıkardı . Ya'nî onu yüz yıl imâte
ve sonra ihya kıldı. yani O’nu yüz yıl ölü bıraktı, sonra tekrar
hayat verdi. Binâenaleyh bu hikmet, Üzeyr (a.s.)a mukârin yani
onun haline yakin olarak, kılınarak kazâ ve kader hükümleri bu
hikmette îrâd olundu. Ve "melk" ve şiddet, yani melek ve şiddet,
Hakk'ın ve esmâ-i ilâhiyyenin olup, sırr-ı kadere ıttıla' Hakk'a
mahsûs bulunduğundan, bu "
kaderiye hikmeti ", "hikmet-i
melkiyye"yi ta'kîb etti. Melk sadece yardımcı latif varlıklar değil
aynı zamanda şiddet anlamındadır da.
Cebrail (a.s) ın iki ismi var birisi “Cibril” diğeri “Cebrail” dir.
Cebrail olan işini cebren yaptırması, kanadını sokup her tarafı alt
üst etmesi, hani melek yumuşaktı güzeldi, “Cibril” ise ilmi
ma’nâdaki faaliyetidir. Bakın Cibril ve Cebrail kelimelerinin sonunda
“il” takısı vardır, bu “elif lâm” takısıdır, Ahadiyetin, Uluhiyetin
faaliyeti demektir bu dört büyük melekte de vardır, ayrıca “elif
lâm” “ilâ” hükmünde, “Cebril” , “ilâ” yani aslına gidiş, Allah’a gidiş
“ilâllahi” deniyor ya Allah’a yöneliş, melk ve şiddet Hakkın ve
esma-ı İlâhiyyenin olup sırrı kadere ıttıla yani kader sırrını idrak
etmek Hakk’a mahsus buyurduğundan ve bu hikmet-i kaderiyye
Hikmet-i melkiyeyi takip etti. Ve bunda, fânî-fillah olup rükn-i şedid olan Hakk'a iltica eyleyen kimsenin, vücûd-ı hakkâni ile
150
mevcûd olduktan sonra sırr-ı kadere ve hikmet-i kaderiyyeye
muttali' olacağına işaret vardır.
Nitekim Üzeyr (a.s.) imâte ve İhya olunduktan sonra, kader
sırrına vâkıf oldu. Bakın işte islâmın içerisinde anlatılan anlaşılan
ve yaşanan mevzu kader sırrıdır. Gerçekten Muhiddin-i Arabi Hz
leri bu hususları harikulâde anlatıyor, çok da güzel tam bir irfaniyet
tam bir hakikati ile anlatıyor. Bunların dışında kader sırrını gerçek
ma’nâda idrak edip anlamak çok zordur. Birine bakıyorsunuz bir
yönü eksik, birine bakıyorsunuz başka bir yönü eksik, ama burada
ve muhtelif yerlerde kaderden bahseden, Muhiddin-i Arabi Hz leri
onu da şerh eden, Ahmed Avni Konuk, onlardan Allah hepsinden
razı olsun, baskısını yapanlardan da buralara kadar fotokopisini
çekenlerden de razı olsun, bu yazılar çoğaltılabiliyor, çoğaltılabildiği
kadar da okunabiliyor okunduğu kadar da insanlara faydası oluyor.
Muhiddin-i Arabi Hz leri gene diyor ki, Cenâb-ı Hakk
peygamberlerine kader sırrını peygamberliğin evvelinde açmaz.
Peygamberlerine kader sırrını bildirmez, açmaz. Eğer kader sırrını
bilmiş olsalar, tekliften aciz kalırlar. Hakk’ı tebliğden aciz kalırlar.
Tebliğ yapamazlar diyor. nihayet tebliği yaparlar, yaparlar
ömürlerinin sonuna doğru kader sırrını onlara açar diyor. İşte
burada da Üzeyir (a.s.) Hırbe diye bir kasaba varmış, o kasabaya
baktığı zaman o kasaba ya bir istila neticesinde ya bir zelzele
neticesinde harab olmuş gitmiş “uruşiha” diye oranın bazı
tefsirlerde Kudüs olduğunu da söylerler, arşları yani çatıları harab
olmuş, uzak bir yerden bakıyor ki, bu nasıl ihya olacak bu kasaba
nasıl tekrardan imar edilecek ihya olacak diye düşünüyor işte o
anda Cenâb-ı Hakk O’nun ruhunu kabz ediyor, ölü hükmüne
getiriyor, yüz sene öyle yaşıyor, yani bâtında kalıyor, ism-i batına
geçmiş oluyor, yüz sene sonra ism-i zâhire geçmiş oluyor. Cenâb-ı
Hakk onu tekrar zâhire çıkarıp hayat veriyor. İşte burada onun
hakikatinden bahsediliyor. Kazâ ve kader ile ilgili olduğu için biz de
bu mevzunun içine aldık faydalı olur inşeallah.
Şimdi Muhiddin-i Arabi Hz lerinin paragraf olarak izahına
geçiyor, 1. Paragraf:
Bil ki, "kazâ" Allah'ın eşyada hükmüdür. Bakın kader hükmüdür
demiyor, evvelâ kazâ onun tafsili olan kaderdir. Evvela kazâ yani
hüküm program, a’yân-ı sâbite kazâ, bunun senelere bölünerek
günlere bölünerek yavaş yavaş açılması kader, miktar miktar,
meselâ bir senelik 365 günlük yapraklı takvim var, bunlar üst üste
duruyor, bunun kapalı bütün hali içerisinde hükümler var, tümü
kazâdır, hükümdür, eskiden hâkimlerin yerine kadılar vardı, işte
kadı kazi kazâ demek hükmeden demektir. Hüküm yani program
ma’nâsına’dır. Kader de, diyelim ki bir kişiye kazâ oldu yani hüküm
verildi on sene hapis, bu hapsin bir iki, üç diye günlerin geçmesi
kaderdir. Yani hükmün zamana bölünerek tatbik edilmesi kaderdir.
İşte bu kader içerisinde küçük küçük oluşumlar meydana getirildiği
151
zaman ona ayrıca kaza da denmekte ama bu kaza ef’al âleminde
fiili ma’nâda “kaderin kazâsı” olan bir tatbikattır, diğeri ise ma’nâ
âleminde kazâ olan programdır. Çünkü o kaza da bir hüküm ile
meydana geliyor. Şimdi birinci kazâ, kazânın zuhuru kader,
kaderin tatbiki kaza, işte onlar kaderin tatbiki olan kazâyı mutlak
kazâ zannediyorlar, tersten yukarıya doğru çıkmak ki, böyle bir şey
de olmaz. Tabi burada herhangi kimseleri suçlama, yahut çürütme
ma’nâsına değil, biz araştırıcıyız, irfan ehli olmaya çalışıyoruz,
idiiamız yok onlar başımızın üstündedir, dilediği gibi yaparlar tatbik
ederler o ayrı konudur.
Kazâ Allah'ın eşyada hükmü, Allah'ın eşyaya ve eşyada olan
ilminin haddi üzeredir. Hududları sınırları üzeredir. Ve Allah'ın
eşyada olan ilmi dahi, ma'lûmât nefislerinde ne hâl üzere sâbit
idiyseler, o ma'lûmâtın Hakk'a i'tâ ettikleri şeyin haddi üzeredir.
Yani Hakk Zât’ı Ahadiyetinden mündemiç olan Ahadiyet Zât’ının
içinde mevcut olan bil cümle yani bütün sıfat ve esma-ı İlâhiyesinin
kuvveden fiile zuhurunu murâd eyledikde, yani iç bünyedeki
oluşumundan zuhura çıkmasını murad eylediğinde, nefesi rahmânî
ile, o esmanın mazharlarının suretleri ilm-i ilâhîde peyda ve her
birerleri ilmen zâhir olup, birbirinden ayrılmış oldular, belirgin hale
geldiler, daha evvel bir bünyede bütün iken sonra ayrıldılar ve
belirgin hallere geldiler. Ve esmâ-ı İlâhiyyeden her birinin isti'dâdı
ve hususiyeti ne ise, o suretlerin her biri de tâbi olduğu ismin
İsti'dâd ve hâssıyyetini hâiz oldu. Yani hangi varlık hangi esmanın
kontrolü altında ise o varlık o ismin hususiyeti ile zuhura geldi veya
gelmeye başladı.
Ve o eşya, saâdet ve şakâvetten ve îman ve küfürden ve ikbâl
ve yükseklikten ve düşmekten ve kemâl ve noksandan ve sâir
ahvâl ve levazımından yani sair lüzumlu şeylerinden ilmi ilâhîde ne
suret üzerine zâhir oldular ve Hak onları ne suret üzerine bildi ise,
onlar hakkında ol vech ile hükm eyledi. yani her esma-ı İlahiyenin
hususiyeti ile hüküm etti. Demek ki Hakk'ın eşyâ-yı ma'lûme
üzerindeki hükmü, o eşya isti'dâdât-ı zâtiyyeleriyle Hakk'a ne
vermiş iseler, o verdikleri ilmin haddi üzeredir. İşte "kazâ" budur;
ve bu hükümde tevkît yani vakit yoktur. Yani vakit ile kayıtlı
değildir bu hüküm ezeldedir. Zîrâ bu hüküm, zât-ı Hakk'ın aynı
olan ilm-i ilâhîde nefisleriyle a’demde yani yoklukta olan eşya
üzerinedir. O mertebede ise zaman ve mekân yoktur.
Yani Hakk Zât-ı Ahadiyetinde yani Ahadiyet Zât’ında mündemiç
olan Ahadiyet Zât’ının içinde mevcut olan, içinde bulunan bil cümle
yani bütün sıfat ve esmaiyesinin, yani isim ve sıfatlarının kuvveden
fiile zuhurunu murad eylediğinde, şimdi her birerlerimizin içinde
fiile çıkmayan özelliklerimiz vardır. Bu içimizde zuhura çıkmayan
özellik ve hakikatlerin ismi kuvvede olanlar deniyor. Yani
kuvvelerimiz, bizim kuvvede derken elle tutulur gözle görülür değil
hissettiğimiz içimizde var olan kuvvede var olan özelliklerimizin fiile
152
yani maddeye yani faaliyete geçmesini murad eylediğinde nefes-i
Rahmani ile Rahmanın nefesi ile o esmanın mezâhirinin suretleri
İlm-i İlâhide peyda ve her birerleri ilmen müteayyin olup
birbirinden mümtaz oldular. Yani esma-ı İlâhiyenin her birerleri
nefes-i Rahmanide fezayi namütenahiyede Huu diye salındığında,
diğer bir ifade ile serbest bırakıldığında bunlar birer, bölüm bölüm
sehab-ı muzi, parlak bulut, halinde gezegenlerin kaynaklarını
oluşturdular. Onlar da kendi yerlerinde yoğunlaştıkça maddeleştiler
ve gezegenler meydana geldi. Yani fezadaki varlıklar meydana
geldi.
İşte o esmanın mezâhirinin suretleri, yani zâhirinin suretleri
İlm-i İlâhide peyda, ve birbirleri ilmen müteayin olup, her birerleri
ilmen ilmi ma’nâda birbirlerinden ayrılmış olup, sınırları her varlığın
belirtilmiş olup, bir birinden mümtaz oldular, ayrıldılar. Daha
evvelce bir bütün halde iken nefes-i Rahmanide ilmen birbirlerin
den ayrıldılar. Esma-i İlâhiyeden yani İlâhi isimlerden her birinin
istidadı ve haysiyeti ne ise istidadı, hususiyeti ne ise, yani Cenâb-ı
Hakk'ın isimlerinden her birinin hepsinin de aynı şekilde birlikte
istidadı ve hususiyeti ne ise, o suretlerin her biri de tabi olduğu
ismin, yani o suretlerin her biri, hangi isme tabi ise, hangi ismin
zuhurunu meydana getirecek ise olduğu ismin istidat ve
haysiyetine haiz oldu.
Yani o ismin meselâ “Kahhar” isminin istidadı ve hususiyeti
orada meydana geldi. Cebbar isminin, Rahman isminin Rahim
isminin Veli isminin, Vali isminin ne varsa hangi isim olursa olsun
onun istidad yani hakikiyeti ve hususiyetine haiz oldu. Bu nefes-i
Rahmaniden çıkan suretler. Ve o eşya nefes-i Rahmani ile
meydana gelen eşya saadet ve şekavetten yani iyi halden ve kötü
halden ve iman ve küfürden yani tam zıt hallerinden ikbal ve
idbardan, yani yücelik ve düşüklükten, ve kemâl ve noksandan ve
sair ahval ve levazımından yani sâir hallerin ve lüzumlu
hallerinden ilm-i İlâhide ne suret üzerine mütayin oldular, ilm-i
İlâhide bu esma-ı ilâhiler hangi suret ile tayin yani programları
yapılmış iseler, mütayin oldular ve Hakk onları ne suret üzerine
bildi ise, yani Hakk onları ne suret üzerine düzenledi ise, onlar
hakkında ol vecihle hüküm eyledi. Yani o yönde hüküm eyledi.
Yani her bir ismin hususiyeti hakkında, onlar böyle olacak, diye
üzerinde hükmetti. Demek ki Hakk’ın eşyayı ma’lûme üzerindeki
hükmü, yani zuhura gelen ma’lûm olan eşyanın üzerindeki hükmü
o eşya istidad-ı zâtiyeleriyle Hakk’a ne vermiş iseler o verdikleri
ilmin haddi üzeredirler. Şimdi, Hakk onları ne suret üzerine bildi
ise, yani Hakk onları sonradan bildi değil, ne suret üzere hükmeti
ise o şekilde olduğunu bildi. Yani sonradan bildi değil, öyle
olduğunu zaten biliyordu. Yani hangi kıvamda hangi yönde hangi
meyilde hangi büyüklükte küçüklükte hangi ahlâkta, diğer bir ifade
ile eşyanın ahlâkında bildi.
153
Onlar hakkında o vecih ile hüküm eyledi. yani onların hakikatleri itibariyle hükmetti. Eğer bir şeyi bir başka türlü hükmetseydi, o
zaman haksızlık olurdu, yani o esmanın kendi zâtındaki hakikati ne
ise öyle bildi. Demek ki Hakk’ın eşyayı ma’lûme üzerindeki hükmü,
yani Cenâb-ı Hakk’ın ma’lûm olan eşya üzerindeki hükmü, o eşya
istidad-ı zâtileri ile Hakk’a ne vermiş iseler, o verdikleri ilmin haddi
üzeredirler. Eşyanın hakikati zuhura çıktığı zaman ne tür bir vasıf
göstermişler ise, nasıl bir hal göstermişler iseler ki, onlarda istidadı zâtilerine göre o hali ortaya koymaktalar, kendilerinden bir şey
yapmış değiller. O eşya istidad-ı zâtiyeleri ile Hakk’a ne vermiş
iseler.
Şimdi diyelim ki şurada bir kuş meydana geldi, kuş olmak onun
istidad-ı zâtisinde vardı. Yani Cenâb-ı Hakk’ın vermiş olduğu o
ismin zuhurunda o ismin faaliyetinde bir istidadı vardır. O istidadı
dolayısı ile kuş olarak zuhura geldi. Yahut karınca olarak zuhura
geldi. Bir böcek görüyoruz minicik, insan hayret ediyor bunun
kanadı, ayağı nerede diye, ne yer ne içer, midesi iç organları
nerede, ne ile uçuyor, işte Cenâb-ı Hakk onun programını evvelâ
öyle yaptı sonra o istidadı üzere o şekilde meydana geldi, onun
meydana gelişi de Hakk’a nasıl gelmiş olduğunu vermiş oldu,
göstermiş oldu.
Demek ki Hakk’ın eşyayı ma’lûme üzerindeki hükmü, o eşya
istidad-ı zâtiyeleri Hakk’a ne vermiş iseler zâti istidadları Hakk’a ne
vermiş iseler nasıl görünmüş iseler, verdikleri ilmin haddi üzeredir.
Yani o böceğin o kuşun o sineğin verdiği şey, hududları üzeredir
onu aşamaz daha az da gösteremez fazla da gösteremez. İşte kazâ
budur, hüküm budur. Nerede basitçe anlatılan kazâ ve kader
hükmü nerede, aslına doğru, aslına kadar çıkarak kaynağına kadar
çıkarak, kazânın başlangıcı ve hükmünün olduğu yer nerede.
Hakk’a ne vermiş iseler o verdikleri ilmin haddi üzeredir, hududları
üzeredir. İşte kazâ, hüküm budur. O böcek orada bu şekilde olacak
demek böceğin böcek şeklinde zuhura gelmesi Hakk’a kendisini
göstermesi ezeli istidadta onun kabiliyetinin o olduğu hüküm onun
böyle olacağı hükmü budur işte bu kazâdır.
Sadece insanlar üzerinde değil bütün âlemdeki varlıklar
üzerindeki hüküm böyledir. Bu âlemin bir bütün kazâsı vardır,
tümden İlm-i İlâhi ilmi külli olarak, bir de varlıkların nefes-i
rahmani ile sonsuz âleme yayıldığı ve birey varlık olarak nefes-i
rahmaninin yayılmasından her zuhurun aldığı isim nefs olmasından
o nefisler işte böcek te bir nefstir, kuş da bir nefstir, insan da
hayvan da bir nefstir. Ama nefs olarak sadece insandan
bahsedilmektedir ki nefslerin kemâlidir. Yani zuhurların kemâli
olduğundan nefs olarak insandan bahsedilir.
İşte onun programı ne ise o öyle görünmekte, yani istidadı
vechiyle zuhura gelmekte, onun öyle gelmesi de onun hükmüdür.
Yani kazâsıdır demek isteniyor. İşte kazâ budur, bu hükümde
154
tevkit yoktur yani vakit yoktur, vakit efâl âleminde meydana
gelmektedir. O âlemde lâtif olan bu varlıklar, zamana tabi
olmadıklarından kazâ da sadece bir hüküm olduğundan, orada
vakit yoktur. Vakit nerede var, vakit kaderde vardır. Kazâda vakit
yoktur, vakti evvele alıp vakitsizliği devretmiş oluyor. Yani hükmü
altına almış oluyor. Evvelâ kader sonra kazâ dendiği zaman
Vakitsizliği vaktin hükmü altına almış oluyor ki, bu mümkün
değildir.
Kazâ hüküm, ilm-i İlâhide bunlar lâtif varlıklar, ilim olarak tesbit
edilmiş durumdadır, daha zuhura gelmeden bu âlemlere tenezzül
etmeden, işte nefes-i Rahmani ile o programlar bu âlemde açılıyor,
böcek, böcek olarak kuş, kuş olarak a’yân-ı sâbitesindeki istidad,
istidad-ı ezeli hangi miktarsa ne şekilde ise öyle zuhura geliyor.
Onun için bunlar sonradan olma değildir. asıldan gelmedir, bütün
varlıkların hakikati. O ilmin haddi üzeredir, yani sınırları üzeredir ki
kazâ budur, bu hükümde vakit yoktur. Zira bu hüküm Zât-ı Hakk’ın
aynı olan yani Hakk’ın Zât’ının aynı olan ilm-i ilâhide, ilâhi ilimde
bu hüküm, bu kazâ, nefisleriyle ma’dum/bâtın da olan eşya
üzerinedir.
İlm-i İlâhide nefisleri ile ma’dum, yani a’demde olan,
yani yoklukta olan zuhura gelmemiş olan, var ama zuhura
gelmemiş a’demde olan eşya üzerinedir şurada belirtilen
husus. O mertebede ise, zaman ve mekân yoktur. Yani kazâ
hükmü daha orada başlamaktadır. Ve "kader", eşyanın
"ayn"ında ve nefsinde sabit olduğu şey üzerine, hükmün
min-gayri-ziyâdetin tevkilidir (2).
Ya'nî "kader", ilm-i ilâhîde eşyanın "ayn"ı iktizâsınca i'tâ ettiği
hükmü ve halleri, vakt-i muayyende ve zamân-ı mukadderde icra
edip, izhâr eylemektir. Binâenaleyh kader, a'yân-i ma'lûmeden her
birisinin hükümler
ve hallerini
sebeb-i muayyen ile vakt-i
muayyende ta'yin eder; ve o hükümler ve haller o vakitten asla
ileri, geri gitmez. Bu suretle kader, kazanın tafsîli olur. Ve "kazâ",
ilm-i ilâhî-i zâtî-i ezelîde eşyâ-yı ma'lûme üzerine ne şey
hükmetmiş ise, "kader" o şeyi ziyâde ve noksan olmayarak
zamanlarına göre takdir eder.
Yani kader İlm-i İlâhide eşya iktizasınca, yani o eşya ne
gerektiriyor ise, ita ettiği hükmü, yani o eşyaya verdiği hükmü ve
ahvali, yani eşyanın hallerini belirli bir vakitte, ve takdir edilmiş
zamanda, artık ef’âl âlemine gelinmiş oluyor, muayyen tayin
edilmiş ve takdir edilmiş bir zamanda, icra edip ızhar eylemektir,
kader dediği şeyi meydana getirmektir. Yani yukarıda Zât’ın kendi
varlığında esma-ı İlâhiyenin özellikleri ne ise, o şekilde programlanması, bir varlığın, ve vakti gelince de, muayyen bir zamanda
zuhura çıkması kaderdir. Yukarıda ilm-i ilâhideki programı kazâ, bu
kazânın belirli bir surette, zaman ve mekânda ortaya çıkması da
kaderdir.
155
Binaenaleyh kader a’yân-ı ma’lûmeden, ma’lûm olan a’yandan,
yani aslından, programdan her birisinin, ahkâm ve ahvalini, yani
hükümlerini ve hallerini, sebeb-i muayyen ile, yani tayin edilen bir
sebep ile, muayyen bir sebep ile, vakti muayyende, yani belirli bir
zamanda tayin eder, yani onun zuhur edeceği zamanı tayin eder, o
ahkâm ve ahval o vakitten asla ileri geri gitmez. Yani Cenâb-ı Hakk
herhangi bir varlığın, şu tarihte bu tarihte zuhura çıkması için
muayyen bir hüküm verdiğinde, o ne ileri gider, ne geri gider. O
tarihte yer yüzünde zuhur eder. Bu suretle kader, kazâ’nın tafsili
olur. Kazâ ilm-i ilâhi Zâti ezelide Zâti ve ezeli ilâhi ilimde eşyayı
ma’lûme üzerine ne şey hükmetmiş ise, yani o program o eşyanın
üzerinde, nasıl bir program hüküm kazâ etmişse, kader o şeyi
ziyade ve noksan olmayarak, bakın kazâ hükmedilmiş bir şeyin
ziyade ve noksan olmadan, zamanlar ile takdir eder. yani şu
zamanda bu zamanda, olacak diye kader takdir eder, o zamandan
ne bir ileri ne de bir geri gelmez.
İmdi kazâ-yi ilâhî eşya üzerine ancak eşya ile hükm etti
(3).
Ya'nî eşya ilm-i ilâhîde sübûtu hâlinde kendi nefislerinde,
"ayn”larının hallerinden ne şey üzere sabit olmuşlarsa, kazâ-yı ilâhî
dahî o eşyâ üzerine onların aynlarının verdiği haller ve hükümler
ile hükmeder. Binâenaleyh Hak Teâlâ hiçbir ferd üzerine, hariçten
birşey ile hükmetmez. Ancak o efradın her birisi, isti'dâd-ı zâtîsi
hasebiyle Hakk'a bir hüküm i'tâ eder. Ve Hakk'ın üzerine o hüküm
ile kendi üzerine hükmetmesini, Hakk'ın üzerine hükm eyler.
Yani eşya, ilm-i ilâhide sübutu halinde, ilâhi ilimde sabitleştirilmesi halinde, programının oluşması ve bu programın oluşması da
onun kazâsı, yanı hükmü olduğundan, kendi nefislerinde, yani eşya
şey’iyyetin kendi varlıklarında, kendi nefslerinde, aynlarının
ahvalinden yani kendi a’yân-ı sâbitesinin hükümlerinden, yani asli
programının hükümlerinden ile ayanlarının ahvalinden yani
hallerinden, neşey üzere sâbit olmuşsa, yani o program niceliği
niteliği, nasıl sâbit olmuşsa aynlarında ilm-i ilâhideki programları,
nasıl sâbit olmuşsa kazâyı ilâhi dahi, o eşya üzerine onların
aynlarının verdiği ahval ve ahkâm ile hükmeder.
Şimdi, bir nohut tanesinin ayân-ı sâbitesi, yani kendi programı
kendi hakikati, tekrardan yeniden o nohutu, yapmak olduğuna
göre, işte eşyanın kendi hakikatini vermesi, kendindeki özelliği
ortaya çıkarmasıdır, bunun dışına çıkamaz. Ve onun nohut olarak
görülmesi, bu ma’nâda kazâyı ilâhide, o eşya üzerine onların
aynlarının verdiği ahval ve ahkâm ile hükmeder. Yani ilâhi kazâ,
orada bir bostan, bir karpuz, her hangi bir şey, veya misali bir şeyi
bu âlemde murad ettiyse, ondan ne olduysa onunla hükmeder, onu
değiştirmez. Eğer değiştirirse, o zaman hükümde yanlışlık, ve o
varlığa haksızlık edilmiş olur. Şimdi bir araba nasıl faaliyette ise,
veya bir başka şey, o kendi programını yapan mühendislerin, oraya
156
koyduğu şey ile bize görünmektedir. Bunu değiştirmemektedir, biz
de onu öyle bilmekteyiz. Eğer biz araba sahibi olarak ona her hangi
bir müdahele ettiğimizde o arabayı bozarız. Teknik donanımını
bozarız, çok büyük zarar açarız. İşte biz arabanın halini nasıl
kabulleniyor isek, Cenâb-ı Hakk da ezelde yapmış olduğu programın, o varlıkta istidadı üzere, zuhura gelmesini kabul etmekte, ve
öyle olmaktadır, diye hükmetmektedir. İşte o hüküm o nohutta
ortaya çıktığından kazâyı İlâhi dahi o eşya üzerine onların
ayınlarının verdiği, Cenâb-ı Hak o aynı önce ona verdi, o aynlarıda
faaliyete geçerken, o aynların özelliği ne ise onu vermiş oluyor,
dışarıya çıkarmış oluyor.
Nohut, nohutu vermiş oluyor, çünkü ezelde programı a’yânında
o vardı, değiştirmedi, işte bakın genlerle oynamak ne kadar
tehlikeli bir şeydir, çünkü genlerle oynayan kimsenin gen ilmi,
Allah’ın ilmi gibi olmadığından, oraya koyduğu müdahele ettiği
yanlış bir şeyin, daha sonra insanlara ne kadar zararlı olduğu
meydana çıkar. Müdahele etmek, Hakk’ın işine karışmak
olmaktadır. Aslında bir hukuk kurulmalı, nereye kadar müdahele,
nereye kadar sınırı var, bunun hukuku kurulmalıdır. Belki bazı
ahvalde genlerle oynamanın faydası olabilir, ama daha çoğunluğu
ile zararı olması açıktır, çünkü o genleri onun a’yân-ı sâbitesine
koyan o ilmi Cenâb-ı Hakk’ın kendisidir, ne derece ne kadar ne
miktarda, müdahele edilecekse onun programını zâten baştan
yapıyor, o programı beyenmeyip hâşâ, biz daha akıllıyız güya, ona
müdahele ediyoruz, sonra onun a’yanını değiştiriyoruz. Bakın
aslında ne kadar cüretli bir iştir.
Onların aynları üzere ahval ve ahkâm ile hükmeder, binaen
aleyh Hakk Teâlâ hiçbir fert üzerine, hariçten bir şey ile
hükmetmez. Öyle müthiş bir kaynak, bilgi ki, yani herhangi bir
birilerimizin a’yân-ı sâbiteleri ezelde nasıl takdir edilmişse yani
kazâ edilmişse, bizlerdeki faaliyet de o hüküm ile çıkmakta, Cenâbı Hakk buna hariçten bir şey hükmetmez. Şöyle olsun, böyle olsun
diye hükmetmez. Programında ne varsa o zuhur eder. Peki
programı koyan Hakk ise oradan o çıkmışsa bizim ne suçumuz var
diyebiliriz, onu da diyemeyiz, çünkü a’yân-ı sabiteler mahluk
değildir, deniyor.
Bu öyle müthiş bir şey ki, bu kazâ ve kader hükmündeki, bu
kazâya geçiyor, insanın yüceliği hakkında o kadar büyük bir varlık,
bilişim ki a’yân-ı sâbite varlık kokusu almamıştır. Neden ilm-i
ilâhide, yani Hakk’ın Zât’ında mevcuttur. A’yân-ı sâbitelerimiz
Ulûhiyet mertebesinden kaynaklanmaktadırlar, biraz fazla ileri
gidiliyor ama işin aslı budur. Neden, çünkü daha henüz mahlûka
dönüşmüş değildir, yani her birerlerimiz bu yönüyle uluhiyyet
cüzlerinden bir cüzüz. Beşeriyetimizle biz mahlûkuz, bakın a’yan-ı
sabite Allah’ın ilminde Allah’lık içinde Uluhiyet ilmi içinde
157
olduğundan orada biz hakikatimiz itibari ile mahlûk değiliz. İşte bu
program İlahi bir program olarak zuhura gelmektedir.
Bize ait olan programın hakikati ne ise Cenâb-ı Hakk ona
müdahele etmiyor, asli üzere çıkıyor, o zaman bizim yani insanların
a’yân-ı sabitesi hangi hal ahval üzere kurulmuş ise, İlâhi bu kendi
kendini var etmekte, aslı ilm-i ilâhiyyeye dayandığından kendi
kendini var etmektedir. Cenâb-ı Hakk buraya herhangi bir
müdahelede bulunmamaktadır. Bulunursa cebr etmiş olmaktadır.
Hariçten hiçbir şeyle hükmetmez. Yani dışarıdan sonradan
hükmetmez, çünkü zâten ilâhi olarak, onun kendinde o mevcuttur.
Ve Esma-ı İlâhiyyesi o program, rabb-ı hassı diyelim, kazâsı
onun rabb-ı hassıdır ayrıca, onun içinde ne varsa o esma-ı
ilâhiyyenin programının içerisinde ne varsa, kişi kendisi onu
rabbından talep etmektedir. Bakın rabbı ona vermemektedir,
cenâb-ı Hakk Rahman olduğundan kişinin a’yân-ı sâbitesi istidadı
neyi gerektiriyorsa, neyi taleb ediyorsa, kişi kendi taleb ediyor,
rabbından o sahayı, o gücü o çalışma halini, ihtiyacını. İşte
bunların kimisi saidliği taleb ediyor, kimisi şakiliği taleb ediyor. biz
kendimiz taleb ediyoruz Cenâb-ı hakk bizi cebren şâki yapmıyor.
A’yân-ı sâbitelerimiz programı doğrultusunda kendi kendine,
mademki bende bu ilim bu vasıf var, görevim benim bu vasfı
zuhura çıkarmaktır. Ama eksi ama artı olarak eksi artı zuhurda
meydana geliyor, yoksa Allah’ın Zât’ında ilm-i ilâhiyede ne şâkilik
vardır ne de saidlik vardır, zıt isimler henüz daha orada yoktur.
A’yân-ı sabitedeki program mahlûk olmadığından, o program
kendisi Zât-ı İlahiyeden, programını faaliyete geçirmek için istihkak
talebinde bulunuyor. İşte Mudil Esması dahi Cenâb-ı hakka ism-i
Mudil kanalıyla kul olmuş oluyor. Mudil’in abdi olmuş oluyor o dahi
bir yönüyle Hakk’a ibadet etmiş oluyor. Yani Mudil ismi dolayısıyla
batınında emr-i irâdide, Hakk’a ittiba etmiş oluyor. Zâhirde ise
isyan etmiş oluyor, tabi emr-i teklifide asi olmuş oluyor. Neyse
şimdilik fazla karıştırmayalım! Daha sonra konuya devam ederiz.
Hakk Teâlâ hiçbir fert üzerine, hariçten bir şey hükmetmez.
Yani bu kulum Mudil olsun, bu kulum hâdi olsun bu kulum Şâki
olsun, bu kulum şu olsun, diye dışarıdan herhangi bir şekilde
müdahelede bulunmaz. Her varlık kendi istidadının gereği talep
ettiği şeyi yapar. A’yân-ı sâbitedeki programı ne ise onu ortaya
getirir, ancak o efradın her birisi, o fertlerin her birisi istidad-ı zâtisi
sebebiyle, yani a’yân-ı sâbitedeki zât-i istidadı sebebiyle kabiliyet
sonradan geliyor, istidat bir şeyin özü kabiliyet o özün yayıldığı
sahadır, ortaya çıktığı sahadır, faaliyeti, kabiliyetidir.
İşte bize düşen bir bakıma kulluk diye yap et diye düşen şey o
kabiliyeti istidada döndürüp hakikati üzere
hareket etmektir.
Hakk’a bir hüküm ita eder, o efradın her birisi yani o fertlerin her
birisi istidad-ı zâtisi hasebiyle yani zâti istidadı gereği ile Hakk’a bir
158
hüküm ita eder. Ya rabbi şöyle olacak, böyle olacak, diye bir
hüküm vermiş olur. Ve Hakk’ın üzerine o hüküm ile kendi üzerine
hükmetmesini, Hakk’ın üzerine hüküm eyler. Hakk’a bir hüküm ita
eder, yani kendi programında yapmayı murad ettiği şeyi
yapabilmek için şunu bunu bana ver diye ona bir hüküm bildirir,
hüküm ita eder verir, böyle bir talep verir, isteme talebi verir.
Ve Hakk’ın üzerine o hüküm ile yani şunu ver bana bunu ver
istiyorum faaliyet sahasını ver diye bir hüküm Hakk’ın üzerine o
hüküm ile kendi üzerine hükmetmesini yani kişinin hakk’tan
istediği hüküm ile “Ya rabbi bana böyle hükmet” ben böyle
istiyorum diye, kendi üzerine hükmetmesini Hakk’ın üzerine hüküm
eder. Ya rabbi ben böyle istiyorum, sen böyle yap demesi bir
hükümdür, Hakk’tan benim üzerime a’yân-ı sâbitemin hakikatini
faaliyete geçirecek lavazımatı ver, diye Allah’a hükmeder, bana
böyle hüküm et, diye hükmeder. Bu hüküm bâtında dır.
Şimdi bir çocuk diyelim, “baba benim şuna şuna ihtiyacım var
bana bunları ver bana böyle hükmet” yani benim üzerime
hükmünü bu şekilde yap der. Hükmet demesi, benim bu kararımı
onayla demektir. Bunlar hep hal diliyle olan şeylerdir. Ma’nâ
âleminde hal diliyle söylenen şeylerdir. Bakın o cümleyi bir daha
okuyorum; “ve Hakk’ın üzerine o hükümle yani şunu ver bunu ver
ihtiyacımı ver diye, bir hüküm ver diye, bir hükümde bulunuyor,
Hakk’ın üzerine o hüküm ile kendi üzerine hükmetmesini yani o
istediklerini vermesini Hakk’ın üzerine hüküm eyler. Ya rabbi böyle
ver, böyle yap diye onun üzerine hüküm eder.
Misâl: Mi'mâr, bir binayı inşâ ettiği sırada, döşeme ve kaplama
tahtalarını, o tahtaların isti'dâdına göre seçer. Şimdi döşeme
tahtası başkadır, kaplama tahtası başkadır, bunların hepsi tahta
ama mimar onların özelliklerine göre kabiliyetlerine göre ayırıyor.
Döşeme tahtasından kalıp tahtası yapmıyor. Zaten o tahtanın
a’yân-ı sâbitesi beni döşeme tahtası yap, veya yapma, diye
mimara söylüyor, mimar kendi tayin ettiğini zannediyor. Onları
kendi ayırdığını zannediyor. O tahtalar kendi kendilerini ayırıyorlar
zâten, çünkü döşeme tahtası eğer kalıp tahtası yapılırsa ziyan olur
hem de çok masraflı olur, dayanmaz da kalıp tahtası daha kalın
olacak daha geniş olacak ebatları ona göre olacaktır.
Döşeme tahtası, lisân-ı hâl ile mi'mâra: "Benim binanın
kaplamasında kullanılmaya salâhiyyetim yoktur; sen beni, döşeme
için kullan!" der. İşte bu tahtanın mi'mâr üzerine, kendi isti'dâdı
hasebiyle, bir hükmüdür. Mimar da hükmü, ben verdim
zannediyor, halbuki mimara hükmü tahta veriyor, kendi özelliği
itibariyle tahta diyor ki, ben bu işi yaparım mimar da bakıyor ki,
evet bu işi bu yapar, diye mimar kendi seçtiğini zannediyor.
Halbuki tahta kendisini seçtiriyor. Ben bu işi yaparım diye hüküm
veriyor. Mi'mâr dahi tahtanın kendi üzerine olan, bu hükmünü
kabul ile, onun döşemede İsti'mâline hükm eyler. Mi'mâr bu
159
hükmü hariçten almadı, belki tahtanın zâtından almış oldu bu
hükmü yani tahtanın zâtında bu hususiyet olduğundan tahtanın
zâtı dedi ki, ona ben bu işi yaparım, beni burada kullan dedi.
Yani mimar dışarıdan bu hükmü almadı, tahtanın kendisinden
aldı, çimentonun, çimentoluk hükmünü dışarıdan almadı çimentonun kendinden aldı, demirin kendinden aldı, ben bu işi yaparım
beni burada kullan diye. Hükmü malzeme verdi, sadece o değil her
birerleri öyledir. İşte çarşıya pazara gittiğimizde yaptığımız
seçimler hep bu hükmün içindedir. Patates diyor ki ben patates
yemeği yaparım, al beni diye bize hükmediyor evvelâ orada
görüntüsü itibariyle sessiz ve sözsüz olarak biz de zannediyoruz
patatesi pırasayı biz seçtik. Halbuki o bize seçiliyor, benden daha
güzel yemek olur diyor. Böylece hükümler kendinden kendine
olmaktadır.
‫اﻟﺮﱠﺟ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﻄَﺎن‬
ِ ‫ﺑِﺎﻟﱠﻠﻪِﻣ َﻦ اﻟ ْﺸﱠﻴ‬
ِ ُ‫اَﻋُﻮذ‬
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ ﴾ ْﺑِﺴِﻢ‬١﴿
Bu akşam 17/10/2011 pazartesi akşamı daha evvelce
başlamış olduğumuz, kazâ ve kader hakkında olan sohbetimize
bu gece biraz daha devam edelim, Cenâb-ı Hak her birerlerimize,
evvelâ âlemin hakikatini, sonra kendimizin hakikatini, sonra
rabbımızın hakikatini, Allah’ımızın hakikatini, kazâ ve kaderin
gerçek ma’nâda olan hakikatini, bize bildirsin inşeallah. Biz O’nun
talibiyiz, yani bu ilmlerin talibiyiz, elimizden geldiği kadar
öğrenmeye gayret etmekteyiz, rabbımızdan da ricamız onu bize
nasib etsin, gerek lâfsi gerek ilhami olarak, ve aklımızı gönlümüzü
açsın da anlama kabiliyetimiz gelişsin, ve kolaylaşsın aksi halde
Cenâb-ı Hakk bir işi murad etmez ise, biz hiçbir şey anlayamayız.
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
Fusus’l hikem cilt 3 Üzeyir fassı Sayfa 83. ve
Paragrafta kalmıştık, oradan devam edelim
4.
Ve bu ayn-ı sırr-ı kaderdir. Buna ıttıla', müşâhid olduğu halde,
kalbi olan ve ilkâ-yi sem' eden kimseye mahsûstur, kulağı
duyan kimseye mahsustur. (4). Yani ilkâ likâ muttali olmak
“kulağı” idrak eden kimseler bunları anlayabilir.
Ya'nî "kazâ"nın yani Cenâb-ı hakk’ın hükmünün eşya üzerine,
yine eşya ile hükmetmesi keyfıyyeti, halayık üzerine yani, halkın
üzerine hâkim olan a’yân-ı sırr-ı kaderdir; ve bu sırr-ı kadere ıttılâ,
yani idrak etmek ancak mazharlarda Hakk'ın nurunu müşahede
160
edici olduğu halde, mezâhir-i hissiye ve akliyyede Hak ile
mütekallib, dönen bir kalbe mâlik bulunan ve îman nuruyla işiten
kimseye mahsûstur. Bu vasıflara hâiz olmayan sırr-ı kadere muttali
olamaz. Bakın evvela şart açık olarak söylüyor. Yani kazanın eşya
üzerine yani Cenâb-ı Hakk’ın hükmünün eşya üzerine bu kazâ
hükmü demek, aynı zamanda hakimiyeti demektir, yani Hakk’ın
programı dahilinde bu olabiliyor başka bir şekilde değildir.
Eşya üzerine bakın şeyiyet üzerine yine eşya ile hükmetmesi
yani eşyanın üzerine yine eşya ile hükmetmesi nasıl o tahta kendi
üzerine hükmediyor ki, yani ustasına mühendisine beni döşeme
tahtası yap diye, tavan tahtası da beni tavan tahtası yap, benim
kabiliyetim o diye kendi söylüyor, ve bu kendine söylediği için
kendi hükmünü de kendi vermiş oluyor. Haliyle şekliyle belirtiyor.
Ama bunu anlamak için eşya üzerine, yine eşya ile hükmetmesi
keyfiyeti halâyık üzerine hâkim olan yani, halkın üzerine hâkim
olan aynı sırr-ı kaderdir. Sırr-ı kaderin aynıdır. Yani eşyanın kendini
taleb etmesi, yani kendi hakikatini evvelâ Cenâb-ı Hakk’tan taleb
ediyor, Cenâb-ı hakk bu eşyayı o program üzerine meydana
getiriyor, o meydana gelen hâl diliyle ben buyum diye kendini
belirtiyor.
Yani eşya kendini ortaya koyuyor. Eşya ile ortaya çıkıyor. İşte
bu üzerine hakim olan aynı sır-ı kaderdir. Sırr-ı kaderin aynıdır. Ve
bu sırr-ı kaderi idrak etmek anlamak ancak mezâhirde
yani
gördüğümüz bu zâhir âlemde, envar-ı Hakk-ı müşahede edici
olduğu halde, yani Hakk’ın nurunu müşahede edici olduğu halde,
ne diyor şimdi biz onu tahta olarak görüyoruz ya, tahta olarak
gördüğümüz süre içerisinde, ona bir vücut vermiş oluyoruz. İşte
orada Hakk’ın nurunun varlığını müşahede eden kimseler, yani onu
sadece maddi ma’nâda, madde şeklinde bir varlık değil, onun da
kendine has bir programı, bir hayatı bir canı, bir varlığı olduğunu
ama bu idrak nuruyla ancak anlaşılacak bir şeydir diyor, bakın Ne
kadar güzel bir ifade. Yoksa biz onu tahta, tahta, ağaç, ağaç deyip
geçiyoruz, onun var edilişi ortada oluşu, sebeb-i hilkati, ne
olduğunu fark etmeden çatır çatır kesiyor, parçalıyoruz, çiviliyoruz,
işte böylece işimizi gördü diyoruz.
Envar-ı Hakk’ı müşahede edici olduğu halde, yani Hakk’ın
nurlarını müşahede edici olduğu halde, mezâhir-i hissiye ve
akliyede, yani zâhirdeki his ve akılda, şimdi his ve akıl zâhirde
değil ama, zâhirde olan insandaki his ve akılda, yani tefekkürü olan
insandaki his ve akılda, akliyede Hakk ile mütekallib halde, bakın
Hakk ile dönen bir kalbe malik bulunan, mütekallib dönen bir
şeydir, işte kalbin kalb denmesinin o mahalle cenâb-ı Hakk’ın
bütün esma-ı İlâhiyyesinin tecellisi olduğu ve her tecellide hangi
tecelli istikametinde ise kâlb, oraya döndüğü oraya tecelliyi o
şekilde kabul ettiği hükmündedir.
161
Hani radar, nereye dönerse orada bir varlık varsa, onu
yansıtıyor, algılıyor. İşte Cenâb-ı Hakk’ın esma-ı İlâhiyesi kalbimize
madde olarak diğer bir ifade ile gönlümüze gelmiş oluyor, bu Hakk
ile dönen bir kalbdir. Ne kasd ediyor, yani o kalb Hakk’ın tesirinde
hani diyorya “kalpler Alah’ın iki parmağı arasındadır,” Celâl ve
Cemâl parmağı arasındadır, dilediği zaman Celâle dilediği zaman
Cemâline çevirir. Diye hadisde de belirtilir. Eğer biz o kâlb denilen
şeyi yürek ma’nâsına kullanırsak, o maddeden başka bir şey
değildir, o etten başka bir şey değildir. bu şekilde baktığımız
zaman biz o kâlbi Hakk ile birlikte çalıştırmıyoruz. Sadece beşer
anlayışı ile, dar bir çerçevede çalıştırıyoruz.
İşte Hakk ile mütekallib, yani Hakk ile dönen bir kalbe mâlik
bulunan ve nur-u iman ile işiten, bakın ne oldu hissiye ve akliye ve
nur-u iman his akıl ve iman nuru, işte nur onu aydınlatmaktadır.
İşiten kimseye mahsustur, yani bu hadiseleri idrak etmek bu
evsafa haiz olmayan kader sırrına muttali olamaz. Ezberler, klâsik
ma’nâda bazı bilgilerle belirtilmiş olur, ama aslına ve hakikatine
ulaşması mümkün değildir.
İmdi hüccet-i bâliğa Allah için sabittir. (5).
Cezâ gününde, cezâ günü demek bilindiği gibi cehenneme
atma günü değildir, cezâ karşılık demektir, yani âhirette
mahkeme-i kübra kurulduğu zaman o cezâ günüdür, cezâ karşılık
demektir, muhakeme edilecek kişi Hakk’a yönelik olarak hayatını
sürdürmüşse onların cezâları cennettir, ama isyan üzere hayatını
sürdürmüşse onların cezâları da cehennemdir. Yani cezâ azab değil
karşılık demektir. Kim neyi görmüşse karşılığını alacaktır. Hani
esnaflarda alış veriş yaparlar da, baştan fiatı konuşulmamışsa
bittikten sonra, bu işin cezâsı ne kadardır denir ya, yaptığı işin
karşılığı sorulmaktadır, o halde cezâ karşılık demektir. İşte burada
ruz-i cezâda yani karşılık, muhakeme gününde hüccet-i baliganın
ne olduğu suret-i sübutu gelecekteki suâl ve cevâbdan anlaşılır.
Cenâb-ı Zü'l-Celâl hazretleri: Ey kâfir ve âsî ve câhil kullarım!
Ameliniz hasebiyle sizin hakkınızda tertîb ettiğim cezâyı çekiniz!
Yani karşılığını görünüz. Amellerinizin karşılığını görünüz. Yalnız
bakın burada “ey kâfir âsi ve câhil kullarım” diyor, âsi’siniz,
kâfirsiniz, câhilsiniz ama benimsiniz diyor. Ne olursa olsun Cenâb-ı
Hakk “kulum “ demişse o yeter. Bu da işin başka tarafıdır. Hani
bazı ailelerin evlâtları vardır ya, işte biraz yaramazlık yapıyor,
uygunsuz şeyler yapıyorlar, yapıyorlar, yapıyorlar, ama gene anne
baba benim evlâdım ne yapalım diyor, yapacak bir şey yok, gibi.
Ehl-i ikâb: yani suçlanan kimseler, yani onlara edilen hitab ki
bunlar günahkar ehlidir, Yâ Rab! Küfrü, isyanı ve cehli, ezelde sen
bizim üzerimize takdir ettin. Senin takdirin ile bizden sâdır olan
a'mâlden dolayı şimdi bizi cezalandırman ve takatimizin hâricinde
olan şeyi bizden taleb etmen hakkımızda zulüm olmaz mı?
162
Cenâb-ı İzzet: yani Cenâb-ı Hakk; Benim kazâ ve takdirim
ilmime tâbi'dir; ve ilmim dahi, isti'dâd-ı ma'lûmunuza tâbi'dir. Yani
bilinen onlara verilen istidadlarına tabidir, Binâenaleyh siz ezelde
bana dediniz ki: "Bizim isti'dâd-ı mahsûsumuz budur; biz senden
bu isti'dâdımıza göre hükm isteriz." Ben de öylece hükmettim ve
zâtınızda meknûn, gizli olan şey üzerine vücut verip, o şeyi îcâd ve
izhâr eyledim. Yani o şey üzerine ifaza-i vücut, vücut feyizi verip o
şeyi icad ve ızhar eyledim.
Binâenaleyh sizden sâdır olan küfür ve isyan ve cehil, ancak
sizin zâtınızda bil kuvve mevcut olan şeydir, ben yalnız ifaza-ı
vücut edip, ben yalnız vücut verip, onları îcâd ve izhâr ettim. İmdi
ben size zulmetmedim. Siz ancak kendi nefsinize zulmettiniz. Ve
sizin talebinizin hâricinde size bir şey vermedim. Cenâb-ı İzzet:
yani Cenâb-ı Hakk; Benim kazâ ve takdirim ilmime tâbi'dir. Şimdi
Cenâb-ı Hakk siz böyle diyorsunuz ama benim kazâ ve takdirim
yani hükmüm ilmime tabidir, ilmim dahi istidad-ı ma’lûmunuza
tabidir. Yani ezelde istidadları ne ise a’yân-ı sâbitedeki programları
ne ise, kendilerine verilen odur, ve orası mahlûk olmadığından,
kimlikler orada başlı başına kendi hallerindedir.
Yani Cenâb-ı Hakk onlara demiyor, bunu yapacaksın bunu
yapacaksın diye, a’yân-ı sâbite programı olarak programda
programlanmış insan bir terkiptir. Esmaların bir terkibidir, işte bu
programlar halk edilmiş değil, var edilmiş yaradılmış değil, Allah’ın
varlığında İlm-i İlâhide mevcutturlar. Yani her bir program başlı
başına müstakil bir varlık, program olarak orada varlıktır. Yani
kendi hürriyetleri üzere sâbittir ayrıca. Kazâ ve kaderim ilmime
tabidir, yani İlm-i İlâhidedir bunun kaynağı Esma mertebesinden,
Sıfat mertebesinden başlamamaktadır demek istiyor, Zât’i ilimdedir
bunlar. İşte insanın en büyük yüksek hali budur. Allah’ın varlığında
kendi Uluhiyet sahası kişinin kendisinin sahası, bunu anlamak biraz
zordur. Zor değil de ikilikle şartlanmış, ötelerde ayrı bir Allah,
Aşağıda kul olduğu, ile şartlanmış bir varlığın mantığın kafanın
bunu kabul etmesi mümkün değildir. Zâten bu mübarekler de onlara anlatmıyorlar, taleb edene anlatıyorlar, veya a’yân-ı sâbitesinde
olanlara anlatıyorlar.
Kaza ve takdirim ilmime tabidir, ilmim dahi istidad-ı
ma’lûmunuza tabidir. Yani o a’yân-ı sâbite programındaki ma’lûm
olan istidadına tabidir. yani Oradaki istidadı ne ise o ortaya
çıkmaktadır. Ben bir şey üzerinize vermiyorum diyor. Binaen aleyh
siz ezelde ilminizle bana dediniz ki, bizim istidad-ı mahsusumuz
budur, yani bize mahsus olan bize tahsis edilmiş olan, bizim hususi
istidadımız budur. Biz senden hususi istidadımıza göre hüküm
isteriz derler. Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı şey onların talebi üzere
hükmetmektir. Böyle yap demek değildir. Yap demesine gerek yok,
istidadın gereği ne ise onu zâten o varlık kendi kendisi yapıyor.
163
Bunu haktan da kendisi taleb ediyor. yani Allah burada isyan et
demiyor.
Ama a’yân-ı sâbitesi Mudil ismi üzere bina olduğundan ve Mudil
ismi de Allah’ın ilminde Zât’ında başlı başına bir varlık olduğundan
yani Allah’ın sahasında bir saha olduğundan, işte oradaki sahanın
özelliği ne ise a’yân-ı sâbite özünden, Mudil isminin tahakkukunu
istiyor. Allah sen Mudil ol demiyor, bakın ne kadar hassas ama
gerçek olan bir konudur. Bizim istidad-ı mahsusumuz budur, biz
senden bu istidadımıza göre hüküm isteriz. Yani bize böyle hükmet
diyorlar. ben de öylece hükmettim, zatınızda gizli olan şey üzere
ifaza-ı vücut edip zatınızda olan şey üzere feyizli vücud verdim. Ve
o şeyi icad ve ızhar eyledim. Yani sizin özünüzde olan şeyi ben
ortaya çıkardım.
Yani sizin istediğiniz talebiniz üzere ben onu ortaya çıkardım.
İşte kudret Hakk’a ait olduğundan ilim de a’yân-ı sâbiteye ait
olduğundan, ancak a’yân-ı sâbite, bu kendisinde olan hususiyeti
kendi kendine, ortaya çıkaramayacağından, Hakk onu ortaya
çıkarmaktadır. Ama kulunun istediği üzere ortaya çıkarmaktadır.
Hakk kudretini kullanıyor, ama hüküm kula ait oluyor. Bakın a’yânı sâbiteye ait oluyor. Binaen aleyh sizden sâdır olan küfür ve isyan
ve cehil, yani sizden meydana gelen küfür isyan ve cehil, ancak
sizin zâtınızda yani kendi kimliğinizde, a’yân-ı sâbitede bil kuvve
mevcut olan şeydir, yani kuvvede olan şeydir. Zuhura çıkan şey
değildir, istediğiniz için ben de onu zuhura çıkarıyorum diyor. Ama
siz istediğiniz, için onu zuhura çıkartıyorum diyor. Ben size bunu
yapın demiyorum diyor. ben yalnız ifaza-i vücut edip onları icat ve
ızhar ettim. Onlara vücut verip feyiz verip yani ihtiyaçlarını verip
ızhar ettim. Şimdi ben size zulum etmedim, siz ancak kendi
nefsinize zulum ettiniz ve sizin talebinizin haricinde size bir şey
vermedim demektedir. Hani bir âyet-i kerîme vardır (43/76)
âyetinde buyurur;
‫ﺎﻟِﻤَﲔ‬
ِ ‫َﻜِﻦ َﻛﺎﻧُﻮا ُُﻫﻢ اﻟﻈﱠ‬
ْ ‫ﻨَﺎﻫﻢَ وﻟ‬
ُْ ‫ََوﻣﺎ ﻇَﻠَْﻤ‬
“Allah onlara zulum etmedi ancak onlar nefslerine zulum
ettiler” diye âyet-i Kerîmede buyrulur. Sizin talebinizin haricinde
size bir şey vermedim. Yani size zulum etmedim.
Ehl-i ikâb: Yâ Rab! Bizim zâtımıza o isti'dâdı veren kimdir? Ve
ilm-i ilâhînde onu kim îcâd eyledi veya onu vaz' eden kimdir? Şimdi
günahı üstünden atmak için soruyor, suçu yüklenmemek için
soruyor,
Cenâb-ı İzzet: Ma'lûmât-ı ezeliyyede olan isti'dâd mec’ul,
vücuda getirilmiş değildir. Zîrâ benim "ilm"im sıfat-ı zâtiyyemdir.
Sıfât-ı ilâhiyyem ise, Zât-ı Celil-i şânımla beraber kadîmdir (evveli ,
öncesi yoktur). Ve başlangıcı olmayan zamanlarda îcâd mesbûk
164
(bir şeyin başka bir şeyden önce bulunmuş olması) değildir.
Binâenaleyh îcâddan evvel bir şeyin îcâdi mevzû'-i bahs olamaz.
Ben yalnız ilm-i ezel-i ilâhîmde olan şeye vücut, feyz verip, onları
gayb örtüsünden belirme sâhasına çıkardım. Onlar da ezeldeki
halleri ve isti'dâdlan üzere zâhir oldular.
Cenâb-ı İzzet: yani Cenâb-ı Hakk Ma'lûmât-ı ezeliyyede olan
isti'dâd mec’ul değildir, yani ezeli ilimde ma’lum olan istidat mec’ul
değildir. bunu daha evvelki sohbetlerde görmüştük, a’yân-ı sâbite
mec’ul değildir. ceal edilmiş yani sonradan var edilmiş bir şey
değildir. ilm-i ezelide mevcuttur. İşte a’yân-ı sâbitelerimiz de ezeli
ilimde, yani Allah’ın Zât’i ilminde mevcut olduğundan var edilmiş
şey değil, ve orada mahlukluk hususiyeti de, daha henüz yoktur.
Yani programlarımız hâlikiyet mertebesindedir. A’yân-ı sâbitelerimiz istiklâl sâhibidir. İşte bizim en değerli yerimiz orasıdır.
Biz a’yân-ı sâbitenin ilmi kadar, her birerlerimiz halk edicileriz.
Bilen ayn bilinen gayr, yani kim bunu biliyorsa bunu yaşıyor ve hak
ediyor, bilmiyorsa kendini mahluk zannediyor. Yani ruhlar
âleminden sonraki tecelliye ait halini söylüyor. Ruhlar âleminden
evvelki ilm-i ilâhideki hâlini bilmediği için söyleyemiyor, ama
kaynak isneyniyetten evvelki vahidiyetten başlıyor. Ma’lûmât-ı
ezeliyede olan istidat mec’ul değildir, yani sonradan var edilmiş
değildir. Yani istidatlarımız ezelidir. Fiziğimiz zamana bağlıdır, işte
bu zamana bağlı olması da, kaderin faaliyete geçmesidir. Bu
faaliyete geçmeden bizde kader hükmü daha yoktur, kazâ hükmü
vardır, kazâ program hükmü vardır, sadece nasıl okullar başlıyor,
evvelâ bir program yapılıyor, o yapılan program okullar derse
başladığı zaman tatbike geçiyor.
Zira benim ilmim sıfat-ı Zât’iyemdir, şimdi ilim bir sıfattır, ama
Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ının sıfatıdır, sıfat-ı Zât’iye sıfatları var
esmaiye yani Zat’ından değil de bir başka alt mertebelerden
sıfatları vardır. Hayat, İlim, İrade, Kudret, Kelâm, Semi, basar,
bunlar Sıfat-ı Subutiye aynı zamanda Zât’ına da bağlıdır, sıfat-ı
İlâhiyem ise Zât-ı Celilim şanımla beraber kadimdir. Bakın iki sıfat
mertebesi ortaya çıktı, birisi sıfat-ı Zat’iye, Zat’ının sıfatı, diğeri
Sıfat-ı İlâhiye, Sıfat-ı İlâhiye Zât-ı Celili şanımla beraber, yani yüce
şanımla beraber, sıfat-ı ilâhiye kadim ezelidir. Ama diğeri ilim sıfatı
Zât’ından zuhur eden yani bir sonraki aşamadır.
Ve ezeli azelde, yani ezellerin ezelinde icad mesbuk değildir.
yani ezellerin ezelinde icat geçmiş değildir, olmuş değildir. ezellerin
ezelinde icat yoktur. Sadece İlm-i İlâhi vardır. Binaen aleyh icattan
evvel yani vücuda getirmeden evvel, icat vücuda gelmedir, zuhur
etme, görüntüye gelmedir, icattan evvel bir şeyin icadı mevzubahis
olamaz. Yani herhangi bir şey icat edilmezden evvel icat edilmesi
mevzubais olamaz. Ben yalnız ilm-i ezeli ilâhimde olan şeye ifaza-ı
vücut edip, onları gizli gaybden bütün gayblerden sahay-ı buruza
çıkardım. Yani bariz olma sahasına çıkardım. Görüntü sahasına
165
çıkardım. Onlar da ezeldeki halleri ve istidatları üzere zâhir oldular
a’yân-ı sâbitelerin zuhurları.
Kendi hallerinin gayrisiyle zâhir olmaları için asla cebir ve
hüküm etmedim. Yani sizin böyle isyan halinizde olmanızı ben
cebretmedim diyor. Sizin özünüzde olan ne varsa ben onu zuhura
çıkardım kendimden bir şey koymadım diyor. Yed-i feyyazımda
buhl yoktur. Yani feyiz veren elimde cimrilik yoktur, benim elim
açıktır diyor. Siz istediniz ben verdim, ben fiilimden mes’ul değilim,
mesul olan sizsiniz. Yani cenâb-ı Hakk bir fiil işliyor, ama bu fiili
sizin isteğiniz üzere yaptığım için ben mes’ul değilim bu yaptığım
işten diyor.
Şimdi gitsen ki bana bir araba ver desen arabayı verdiler şartlar
yerine gelince tabi, şimdi onların arabayı verme hükmünü sen
verdin, onlar vermediler, talep eden o hükmü onlara verdi, onlar
da mecbur oldular sana bunu vermeye çünkü o hükmü yerine
getirmekteler, işte sen dedin ki, 2012 model bir araba istedin
onlarda verdiler, sonra sen dedin ki ben 2013 model istemiştim,
işte ben böyle yapmadım diyor, sen 2012 model istedin ben de onu
verdim, ben sana cebir kullanmadım, sen ne istedinse ben onu
yaptım sana diyor. Onun için beni suçlama diyor.
Yed-i feyyazımda buhul yoktur, yani benim feyiz elim açıktır,
cimrilik yoktur, sen ne istedinse ben onu verdim diyor. siz istediniz
ben de verdim ben bu fiilimden mes’ul değilim ben sana arabayı
verdim sen beyendin beyenmedin, ben senin istediğini verdim. İşte
bundan ben mes’ul değilim beni sorumlu tutamazsın diyor, mesul
olan sizsiniz. 21/23 âyetinde buyurur,
‫ُﻮن‬
َ ‫ُﺴﺌـﻠ‬
َ ْ ‫َﻤﺎ ﻳـ َ َﻔْﻌﻞ ُ َ ُوْﻫﻢ ﻳ‬
‫ﻻ ﻳ ُْﺴﺌَﻞ ُ ﻋﱠ‬
O fiilinden mes’ul değildir ama siz fiillerinden mesulsünüz. Bu
âyet-i Kerime’ye de burada işaret ediyor. Bu surette Allah için
hüccet-i baliğa sabit oldu. Önceki cümlede bahsettiği “hüccet-i
baliğa” yani baliğ olan hüccet, delil, kesin delil yani bu hususta,
yani Allah’ın hiçbir kuluna cebr etmediği haksızlık yapmadığı ve
kulun talebi ne ise onu icat ettiği onu verdiği hakkında delil
“hüccet-i beliğa” bu anlatılandır diyor. hüccet; delil baliğa da kâmil
bir delil, yani şüphe bırakmayacak bir şekilde açık bir delildir.
Hüccet-i baliğa sabit olur, çünkü bizim üzerimize onun hükmü
ilm-i hikmet-i ilahiyesi mucibince yani ilminin hikmet-i ilâhiyesi
gereğince ve Zât’ı iktizasıyladır. Ve eşyanın aynları hal-i a’demde
yani yokluk halinde, ne şey üzerine sâbit olmuş idiyse O'nun
hükmü ancak o şey üzerinedir. Yani eşyanın hakikati a’demde İlm-i
ilâhide hangi şey hangi program üzerine idiyse o program üzerine
zuhur eder. Aynları yokluk halinde ne şey üzerine sabit olmuş
idiyseler, onun hükmü ancak o şey üzerinedir,
166
Ve a'yân’ın hâli a’demde o hâl üzere sübûtları, yani a’yân-ı
sâbitenin o halleri a’demde yani yokluk halinde yani bâtın âleminde
yani ilm-i ilâhide o hal üzerine sübutları, yani kendi programları
üzere sabit olmaları, gayr-ı mec'ûl olan isti'dâdâtına dayanır. Yani
halk edilmemiş ortaya çıkarılmamış sadece ilmi ma’nâda var olan
istidadına müsteniddir. İstidadındaki programa bina edilmiştir.
İstinad edilmiştir. Yani sonradan onlara bir şey yapılmış değildir.
‫ُﻮن‬
َ ‫ُﺴﺌـﻠ‬
َ ْ ‫َﻤﺎ ﻳـ َ َﻔْﻌﻞ ُ َ ُوْﻫﻢ ﻳ‬
‫ﻻ ﻳ ُْﺴﺌَﻞ ُ ﻋﱠ‬
(Enbiyâ, 21/23) âyet-i kerîmesinin yüksek manasını
hakikate nazaran etraflıca düşünmek lâzımdır.
bu
Enbiya (21) / 23- Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz. Onlar
ise yaptıklarından mes’uldürler. Biz fiili ma’nâda söylüyoruz,
halbuki bu mes’uliyet varsa eğer daha ilm-i ilâhideki mes’uliyetten
başlıyor. Orada o program var ki burada tahakkuk ediyor. Eğer
cenâb-ı Hakk a’yân-ı sâbitedeki programları ortaya getirmeden
çıkarmadan nasıl olsa bunlar, bu programda ortaya çıkacak, hadi
bakalım siz cennet ehli, siz cehennem ehli diye el koysaydı, cenâb-ı
Hakk her bir a’yân-ı sâbite, ben ne yaptım ki cehennemlik oldum,
ben ne yaptım ki cennetlik oldum, diye soru sorabilirlerdi. İşte
Cenâb-ı Hakk bizi bu âleme getiriyor, bütün eşyayı, bu âlemde
kişiler kendi yaptıklarını da müşahede ediyorlar.
Yani program faaliyete geçince kayda alınmış oluyor. Tahakkuk
edilmiş oluyor. İşte Cenâb-ı Hakk da o kaydı göstererek, sizin
haliniz bu neticesi de budur, diye bildirmiş oluyor. Eğer buraya
gelinmemiş olsaydı bunlar bilinmeyecekti, bir başka âyet-i
Kerîmede “siz ne türlü işler yapacaksınız bilelim” (47/31) buyuruyor. Şimdi irfan ehli bu âyet-i kerimeden çok büyük şeyler
çıkartıyor, o zaman Cenâb-ı Hakk ezeli ilminde bilmiyor muydu, da
bilelim diye sizi buraya getirdik yani ilim ma’lûma tabi olmuş
oluyor. Daha evvel ilm-i İlâhide mevcut olan şeyler zuhura çıktığı
zaman zuhurla ma’lûmla ortaya geliyor. A’demde bunlar bilinmiyor
iken İlm-i İlâhide program iken yani Cenâb-ı hakk onları bilmiyor
muydu da şeriat mertebesinde zuhura çıktığı zaman görelim bilelim
diye sizi buraya getirdik hükmünü veriyor, işte Hakk’ın bildirdiği
gibi eğer onlar bu âlemde bilinmemiş görülmemiş olsalar yani
yaşanmamış olsalar o kul diyecektir ki, benim bir fiilim yok ki beni
neden cehenneme atıyorsun.
İşte bilelim kimin ne olduğunu diye onları getirdik. Ama zâhiri
ulema, bu o bahsedilen âyeti kabul edemiyor, çünkü tenzihi
ma’nâda bir Allah bildiğinden ve Allah’ın her şeyi ezelde bildiğinden
yani evvelinde, bildiğinden o zaman sonradan oluşan ile bilelim
dediğinden, demek ki, Cenâb-ı Hakk’ın ilmi orada yokmuş da, fiil
meydana geldikten sonra, öğreniyormuş gibi zannediyorlar, ve bu
167
âyeti tenzih ediyorlar. Veya hiç durmadan geçiştiriveriyorlar. Bakın
ama ne kadar mühimdir. (yukarıda bu âyetten bahsedilmiş idi)
İşte Muhiddin-i Arabi hz leri, onu açıklarken bilelim, demesinin
ilminin ma’lûma tâbi olduğunu, yani ilm-i ilâhide var ama
bilinmiyor, şahadeti yok şâhitleri yok, o zaman o kişi inkâr edebilir,
ben yapmadım, neden beni cehenneme atıyorsun diye. Ama o fiil
işlendikten sonra şâhitleri de var çevrede o zaman inkâr edemiyor,
tamam bu benim hâlimdir diye. Burada “bilelim “ ifadesi siz de bilin
anlamınadır. Sizde görün şâhit olun ama kendisi hakkında bilelim
demesi onun acziyeti değildir, yani her hangi bir ilmi fiil meydana
geldikten sonra, Allah’ın öğrenmesi değil bilmesi değil, “bilelim”
dediği batında ilm-i ilâhide mevcut olan şeyin ilminin ma’lûma tabi
olduğunu da bize bildiriliyor. Yani ilmin ma’lûmla müşahedeye
geldiğini söylemiş oluyor. Yoksa bu şehâdet âlemi olmasa bütün
bunlar gene aynen olduğu gibi olsa, o zaman insanlar esma âlemin
den cennete veya cehenneme gitmiş olurlar, isimler âleminden
gitmiş olurlar. dünya olmaz, şehâdet âlemi de olmazdı.
Şehâdet âlemine gelinmemiş olsa, cehennem ehli o zaman biz
ne yaptık da cehenneme gidiyoruz deseler, o zaman haklıdırlar.
Ama buraya gelip kendileri o fiili işledikleri için inkâr etmeleri
mümkün değildir.
Dinleyici sorusu: ilm-i ilâhide a’yân-ı sâbitemizi biz kendimiz
mi seçtik, ben bunlara, bunlara talibim diye? Yok şimdi biz
meseleye beşeriyetin içinden bakmaya çalışıyoruz. Onun için de
ben çıkıyor hep ortaya, orada daha sen diye bir şey yok, bir
program var, yani Allah’ın isimlerinden meydana gelen birer ilâhi
programlar var. Orada daha henüz ben sen şu bu yok, işte her
program bir kimlik hüviyetindedir. Ama Uluhiyetin içinde olan bir
programdır. Biraz daha açık söylersem Allah programları ama
Allah’ın genişliği ma’nâsında değildir, bu durum beşeri örneklerle
verilecek şeyler değil, hissiyat duygu ve kâlp nuruna bağlı bir
anlayış oluyor. Yani yüz metre koşan bir insanın, o süre içinde iki
bin metre koşmasının gerekliliği, gibi yani imkânsız gibi görünen
şey, ama imkânsız değildir.
Yani biraz normalin üstünde bir gayret, alt yapı ve anlayış
kabiliyeti gerektiriyor. Bu ufak tefek dünyalık işlerden değil ki, biz
onlara bile zor akıl erdirebiliyoruz, bakın bunun en can alıcı tarafı,
yani açıklayıcı tarafı, a’yân-ı sâbite mec’ul değildir, demesidir.
Şimdi bizler bu âlemde mec’ulüz. Ceal, kılınmışız, tefsirlerde
yaratılmışız denilen şeydir. İşte yaratılmış hükmüyle eğer bir şeye
bakılırsa, bunları anlamamız hiç mümkün değildir. Bunların hepsini
unutup temizleyip yeniden yeni bir anlayışla bu mevzulara bakmak
gerekiyor, tevhidi olarak tek olarak, kesret olarak bunlara
bakarsak zâten hiçbir şey anlayamayız. Ancak klâsik ma’nâda,
168
kader ve kazâ diye, âlimlerin kendi anlayışlarına göre, belirttikleri
kısacık kazâ kader anlayışları ki, bu dersin başında zâten onları da
verdik.
A’yân-ı sâbite mec’ul değildir, çünkü Allah’ın esmaları sonradan
mı halk edildi değil, işte program Allah’ın kendi varlığında olan
programdır. Allah bu programlara kimlik veriyor. O kimlikler de
kendi zat’ından olduğundan, ilâhi kimliklerdir. Ruhlar o programlar
dan sonra halk ediliyor, zuhura çıktıklarında, varlıklar kendilerini
ayrı olarak gördüklerinden, bütün bu mesele curcuna bayram
düğün ortaya çıkıyor, varlıklar kendilerini ayrı görmese hiçbir sorun
olmayacaktır. Asılları itibariyle insanlar aynı, zuhurları itibariyle
gayrı, olmaktadırlar. Gayrı olduklarından, bu hesap kitap ortaya
çıkmıştır. Yoksa ortada hiçbir sorun yoktur. Sorun bizim hayel ve
vehmimizdedir. Var zannettiğimizdedir. Aslında yoktur, şimdi biz
kendimizi ateşe atsak biz, ben demesek problem olmayacak bizi
kim ateşe atıyor diye, feryat etmesek, ateş bizi yakmayacak,
İbrahim (a.s.) bunu idrak ettiği için ses çıkarmadı, zâten tevhid-i
ef’al; fiillerin birliğidir, eğer ses çıkarsaydı benliğine düşmüş
olacaktı, benliğe düşünce de o ateş onu yakıyor. Ateş onun
ayrılığını yakıyor, gayrılığını yakıyor.
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
Kaldığımız yerden devam edelim, kaza kader bölümü
Üzeyir fassı sayfa 84
Sual: A'yân, yani a’yân-ı sâbite hem yokluk (a’dem) halinde de
bulunuyor ve hem de sâbit oluyorlar. Yani hem yok olan şey, hem
sâbit nasıl olur, Hâl-i a’demde bulunan yani yokluk hâlinde bulunan
ve yok olan şey, nasıl sâbit olur? Çünkü sübût dediğimiz keyfiyet,
mevcudun şanıdır, sabit olan şey varlığa ait özelliğidir.
Cevap: Buradaki "a’dem"den murad, a’dem-i mahz (sade)
değildir. Zîra a’dem-i mahz’dan hiçbir şey çıkmaz. İki türlü a’dem,
yokluk vardır, biri “a’dem-i mahz” dediği “mutlak yokluk”, varlığın
tam tersi, mutlak yokluk, “mutlak yokluk diye de bir şey yok,”
olamaz da, sadece bu bir tabirdir, bilinmesi gereken bir tabirdir.
Yani bu âlemde ne bir boşluk, vardır ne bir yokluk vardır, mutlak
ma’nâda yok diye bir şey yoktur. Peki yokluk tabir edilen şey izâfi
yokluktur. Mevcuda göre, şehâdet âlemine göre yoktur, yani
maddeleşmiş olmadığı için yok hükmündedir. Ama bâtında
mevcuttur. Buna izâfi yokluk deniyor. Yani şimdilik yok. Buradaki
yokluktan murad, a’dem-i mahz, sırf yokluk mutlak yokluk değildir,
zira a’dem-i mahz dan hiçbir şey çıkmaz. Yani mutlak yokluktan
hiçbir şey çıkmaz, meydana gelmez.
169
Bi'l-kuvve mevcûd olup, yani kuvvede mevcut olup henüz fiile
gelmemiş olan şey iç bünyede var olup henüz libas-ı taayyune
bürünmemiş olan bir şey dahî hâl-i a’demdedir. Yani yokluk
halindedir. Meselâ elimize bir erik çekirdeği aldık. Bunun İçinde
dallı budaklı bir erik ağacı olduğunu biliriz; ve bu ilmimizle, içinde
böyle bir ağaç olduğuna hükmederiz. Çünkü görüntülerini gördük
oluyor, yani çekirdeğin içinde ağaç a’demde ama bu ağacın o
çekirdek içinde olduğunu şuhuden biliriz. Tecrübelerle biliriz.
Halbuki ağaç meydanda yoktur; henüz hâl-i a’demdedir. Yani
yokluk halindedir. Ve bu hâl-i a’demle beraber çekirdeğin içindeki
erik ağacı sâbit olmuştur, ya'nî bi'l-kuvve mevcûddur, çekirdek
ortada bil fiil var, çekirdek içindeki ağaç da bil kuvvedir, bi'l-fiil hâli a’demdedir. Yani fiil olarak yokluktadır, henüz a’dem halindedir.
Henüz zâhir örtüsü iktizâ etmemiştir. İmdi biz bu hükmümüzü,
o çekirdeğin hâricinden almadık; onun a’yan-ı sâbitesi odur,
kendinden kendine olmaktadır. O çekirdek Cenâb-ı Hakk’a diyor ki;
ben buyum bana bunu vereceksin, Cenâb-ı Hakk ona sen erik
ağacı ol diye demiyor, erik ağacı kendisi ben erik ağacı olacağım
diye, sebepleri halk ediliyor. Şimdi biz bu hükmümüzü o çekirdeğin
haricinden almadık, belki hal-i a’demde yani yokluk halinde sübut
bulduğu şeyden ahz eyledik. Yani o halinden tuttuk, ahz ettik aldık.
Bu keyfiyyet-i sübût dahi, çekirdeğin isti'dâdına müsteniddir.
İstidadına dayanmaktadır, Zîrâ bu çekirdek kayısı, üzüm, hurma
ve şeftali ve sâir meyvelerin çekirdeği değildir. Erik çekirdeğidir.
İsti'dâd-ı zâtîsi ancak erik ağacı çıkmasına müsâiddir. Bi'l-farz bir
bahçıvan, bu çekirdeği dikip terbiye etse, ve içinden çıkan erik
ağacı, sen niçin benim erik ağacı olduğuma hükmettin dese,
bahçıvan, senin hâl-i a’demde sâbit olan yani yokluk halinde sâbit
olan "ayn"ın, a’yan-ı sâbiten ne hal üzerine idiyse, bahçıvan ona
göre hükmettim cevâbını verir.
İşte eşya hakkındaki hükm-i ilâhî dahî, onların hâl-i a’demde,
"ayn"ları ne hâl üzere sâbit olmuş iseler, ona göredir. Sâbit
oldukları hal dahi isti’dâdât-ı zâtiyyelerine bağlıdır; ve
zâtiye
isti’dadatı ise sonradan meydana gelmiş değildir. İmdi bu bahsin
daha etraflı bir surette açıklanması için isti'dâd-ı gayr-ı mec'ûl
hakkında tafsîlât i'tâsı münâsib görülür. Yani tafsilat verilmesi
uygun görülür. İstidad-ı gayr-ı mec’ul bölümünü bilmek bile başlı
başına bir şaheserdir.
İsti'dâd-ı gayr-ı mec'ûl:
Yukarıda da kısmen bahsedilmiş idi.
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin vücûd-ı mutlakı, bu
gördüğümüz varlık vücud değil, vucud-u mutlak, fiziki ma’nâda
170
olmayıp ilmi ve hakiki ma’nâda olan ezeldeki mutlak vücuttur.
Bunun bir sonrası vücud-u izâfi, bir sonraı vücud-u şuhudi, ki
içinde yaşadığımız vücud’tur. İşte vücud-u mutlak evvelâ vücud-u
izâfi yani isimlendirilmiş olan ma’nâ âleminde bâtındaki isimleri
meydana çıkarmakta, lâtif olan âlemleri meydana çıkarmakta lâtif
olan âlemlerden de kesif olan bu âlem meydana gelmektedir, bu
âlemin ismide vücud-u şuhudidir. Yani şahit olduğumuz,
gördüğümüz vücut, mevcuttır. Hak Sübhânehû ve Teâlâ
hazretlerinin vücûd-ı mutlakı mertebe-i ahadiyyet mertebesinde
iken, ve orada a’demde iken Ahadiyet mertebesinde iki hususiyeti
ortaya çıktı Zat-ı Mutlak’ın biri hüviyeti biri de inniyetidir.
Bakın a’yan-ı sâbitelerimiz nereye dayanıyor. İşte onun için
insan İlâhi bir varlıktır. Bakın, sadece beşeri bir varlık değildir.
Sureti ile beşeri, hakikati ile ilâhidir. Bunları anlamak söylemek,
okumak, yazmak, irade işidir. Bakın zâhiri âlimler bunu söyleyemezler, çünkü korkarlar. Hani şiirde şöyle der, “Seni bu hüsn-ü
vech ile görenler korktular Allah demeye döndüler insan dediler”
İlâhi Zat bu âlemde insan ismi ile perdelenmiştir. Perde derken
kapatmış ma’nâsına değildir, kendisini gizlemiştir. İşte bizi insan
neslini bu hâle getiren a’yân-ı sabitemizdir. Mertebe-i Ahadiyette
iken bütün
sıfat ve esmâ-i ilâhi esması, zât-i azîmü'şşânında
azametli olan varlığında Zât’ında, bakın orada daha Allah ismi bile
konmuş değildir, orada esma-i İlâhiye ve Sıfat-ı İlâhiye gizli ve
saklı idi; ve hiç birisi diğerinden üstün değildi. Bütün esma-ı
ilâhiye bütün zıtlıkları ile birlikte bakın Kahhar, Cebbar, Rahman,
Rahim, Evvel, Ahır, Zâhir, Bâtın Mudil, Hâdi, hiç biri birbirinden
üstün değil, orada hepsi aynı şeydir Ahadiyet mertebesinde, ve
Hakk’ın indinde hepsi aynı değerdedir.
Üstünlükleri yok gizli ve saklı idi. Hiç birisi bir birinden üstün
değildi. İşte "Küntü kenzen mahfiyyen” hadîs-i kudsîsi bu mertebeyi beyân buyurur. Ahadiyet mertebesi, ondan evvelki mertebe
Âmaiyet mertebesidir. Diğer ifade ile buna Sevâd-ı A’zam yani
büyük karanlık, sonsuz karanlık, a’zam olan yokluk, karanlık, Zat’ul
Baht diye, benzeri daha bir çok tabirlerle bu makam işaret ediliyor.
Hani Peygamber efendimizin de hadis-i şerifleri var bu hususta;
Sahabe-i Kiramdan soruyorlar; “Ya rasulullah Cenâb-ı Hakk bu
âlemleri halk etmezden evvel nerede idi,” diye sorulduğu bilinen
birşeydir, Efendimiz (sav) de “Ama’da idi ki altında ve üstünde
bulut yoktu” diyor. Bulut yoktu derken hava yoktu yani feza daha
henüz belirgin halde değildi, a’ma’da idi yoklukta idi dediği bu
“küntü kenzen mahfiyyen” dediği bu âlemden bahsediliyor.
Vaktaki esmâ-i lâhîyye lisân-ı halleriyle kendilerinin, âstîn-i
gaybdan sâha-i zuhura çıkarılmalarını müsemmâlarından taleb
ettiler, yani gayb âleminde, gayb halinde saha-i zuhura zuhur
mahaline, zuhur haline çıkmalarını zuhura çıkmalarını müsemmalarından taleb ettiler. Yani isimler kendi müsemmalarından Hakk’tan
171
taleb ettiler. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri kendi zâtı ile,
kendi zâtında, kendi zâtına tecellî buyurmakla, çünkü daha henüz
başka varlık yok, zuhura açılma bir başka mertebe de yok, o
esmanın gölgeleri olan a'yân (aynlar, hakikatler), ilm-i ilâhîde sabit
oldular. A’mâiyeti İnsân-ı Kâmil Kitabında Abdül Kerim Cili şöyle
tarif ediyor; “Kendi kendinde gizli ama kendine gizli değil.” Şimdi
şu oda içerisindeki varlığımızı dışarıdakiler bilmiyor, aslında daha o
âlemde dışarısı diye de bir şey yok, şimdi biz bu odada gizliyiz,
kendi kendimize gizliyiz, ama kendimize gizli değiliz. Biz kendimiz
biliyoruz burada olduğumuzu, işte A’mâiyyet diye ifade edilen hal
böyle, yani hiçbir tecellinin olmadığı Zât’ı azimüşşan, Zât-ı İlâhi,
henüz daha Allah ismini de almıyor, Allah ismini tecellide alıyor,
tecellide varlık olacak ki iki taraf birbirine hitap etsin. İşte hitap
edildiği mertebede “Allah” ismini alıyor. Yoksa daha ileride Zat,
Zat-ı Mutlak diye belirtiliyor.
Kendi zât’ına tecelli buyurmakla, bakın kendi zâtı ile kendi
zât’ında kendi zât’ına tecelli buyurmakla, bir başkası yok, o
program burada hazırlanıyor, burada var edilmiş oluyor, kendinde
oluyor. O esmanın zilâli olan a’yân-ı İlm-i İlâhide sabit oldular.
İsimlerin gölgeleri olan a’yan, a’yân-ı sâbite o a’yan İlm-i İlâhide
sâbit oldular. Yani Allah’ın ilminde sâbit oldular. Daha evvel bu
saha yoktu, sâbitlik yoktu, hepsi bâtında a’ma’da mevcuttu. İşte
buradaki farkı esma-ı İlahiyenin belirginleşmiş olması, sabitleşmiş
olması, tanıma geçmiş olması, diye ifade edilir. İşte bu mertebede
esma yek diğerinden mümtaz oldu, ayrıldı.
Ahadiyet mertebesinde Onların gölgeleri olan a'yân dahi, o
esmanın muktezâları ne ise, yani gerekliliği ne ise o hal üzere
sübût buldular, o hal ile belirginleştiler, sabitleştiler. Daha evvel
bunlar bir bütündü ayrılmamıştı, ama bu ayrılık ferdi ma’nâda bir
ayrılık değildir, Allah’ın Zât’ında bir bütün dışarıya çıkıpta ayrılma
değildir, kimlik kazanmaya başlıyorlar. İşte o esmanın muktezaları
olan yani o isimlerin gerekleri olan
haller, a'yân-ı sabitenin
isti'dâdâtı oldu. O esmanın gerekleri olan hususiyetleri özellikleri
halleri ahvalleri a’yân-ı sâbitenin istidadatı oldu. Yani her hangi bir
ismin özelliği ne ise, o istidat, yani kaynağı oldu. Halbuki esmanın
muktezâları olan hallerin hiçbirisi mec’ul olmadığından, onların
gölgeleri olan a'yân-ı sabitenin isti'dâdâtı dahî mec’ul değildir. Yani
a’yân-ı sâbiteler mec’ul olmadığı gibi a’yân-ı sâbitelerin istidatları
dahi mec’ul değildir. İstidadların zuhur mahali olan kabiliyetler
mec’uldür. Çünkü onun üzerinde zuhura çıkmaktadır. Burada zaten
kabiliyet yoktur, kabiliyet faaliyete geçtiği zaman a’yân-ı sâbiteler
tutulmuş oluyor . A’yan-ı sâbitenin istidadı dahi mec’ul değildir.
Meselâ Dârr isminin muktezâsı zarar vermek ve Nâfî' isminin
muktezâsı da fayda i'tâ eylemekdir. Yani biri zarar vemek biri
fayda vermek iki zıt isim, Ve kezâ Mudili isminin muktezâsı dalâlet
ve Hâdî isminin muktezâsı da hidâyettir. Bunların ilm-i ilâhîde sâbit
172
olan "ayn"ları da, o isimlerin muktezâları olan gerekleri olan zarar
ve faydalar ve dalâlet ve hidâyet halleri üzerine olur; ve onların
isti'dâdât-ı zâtiyyeleri de bu hallerden ibaret bulunur. İmdi bu
âlem-i şehâdetteki eşyanın hakikatleri, işte bu a'yân-ı sabitedir.
Yani ilm-i İlâhideki Ahadiyet mertebesindeki programlardır.
Bu a'yân, ilmi ilâhîde ne hâl üzere sâbit olmuş ve isti'dâdları
neyi iktizâ eylemişse, Hakk'ın hükmü ona göredir. Yani Hakk sen
şunu yapacaksın bunu yapacaksın diye demiyor, hangi program
hangi esmanın gölgesi ise hangi esmanın tesiri altında ise onun
hususiyeti oradan çıkmakta, Cenâb-ı Hakk sen bunu böyle
yapacaksın dememektedir. İstidatları neyi gerektiriyor, eylemişse
Hakk’ın hükmü ona göredir. Yani Cenâb-ı Hakk o erikten erik
ağacını çıkartıyor, ama sen erik olacaksın diye çıkartmıyor,
çıkartmasındaki vesile oluyor, yani kuvvetini kudretini veriyor,
suyunu nesi lâzımsa onun tımarını yapıyor.
Ey birader can-berâber! Bu dedikoduların cümlesi tekâbül-i
esmadandır. Vücûd-ı hakîkî ise ancak müsemmâ olan Hakk'ındır;
yani hakiki vücut isimlenmiş olan Hakk’ındır, halkın vücûdu ortada
bir bahanedir. İşte bu vücutlarımız a’yân-ı sâbitelerimizin zuhura
çıkması için bir bahanedir, sebeptir ama bu müthiş bir sebeptir
aynı zamanda, çok kıymetli değerli bir sebeptir. Neden, a’yân-ı
sâbite gibi mutlak ve muazzam bir program ortaya çıkaran beden
varlıklarımız, aynı derecede müthiş ve mübarektir. Çünkü bu
Hakk’ın işidir, kulun işi değildir. hani Şeyh Gâlip diyordu ya; “Hoşça
bir bak zatına ki zübde-i âlemsinsen” yani zâtına bir hoşça bak sen
âlemin özüsün, kâinâtın özüsün, diyordu. Halkın vücudu ortada bir
bahanedir,
Nitekim Fass-ı Ya'kûbî'nin şerhinde misâl ile tavzih edilmiş idi.
Yani bu hal Yakub (a.s.) şerhinde açıklanmıştı. Ve belki halkın
vücûdu dahi Hakk'ın olup, suâl ve cevâb kendisinden yine
kendisine vâki' olur. Yani biz ne kadar çarpışsak da Hakk kendi
yaptığı kendi sattığı, kendi eylediği pazardan başka bir şey değildir
bu âlem. Peki ozaman kendi kendine yaptıysa bu işi, o da kendi
zevk-i Zât’isidir, zevk derken beşeri ma’nâda zevk değildir, peki
neyin zevkidir; kendindeki sanatın kendindeki güzelliklerin ortaya
çıkmasından başka bir şey değildir bu âlem. İşte kendi kendine
dediği odur, kendinin güzelliklerini ortaya çıkarmasıdır. Yoksa bir
insan bir odada oturdu kendi kendine konuştu mırıldandı canı
sıkıldı gitti. İşte bu kendindeki şe’nleri, şuunat-ı ilâhiyeyi 55/29
âyetinde buyurur,
‫ُﻞ ﻳـ ٍَْﻮمَُﻫﻮ ِﰱ َﺷ ٍﺎْن‬
‫ﻛﱠ‬
âyetinde buyurduğu gibi
kendini seyir etmesidir. Ruyet dediği odur, işte bu âlem Cenâb-ı
Hakk’ın uzun bir rüyasıdır, rüyetidir, yani kendini görmesidir.
Âlemleri ayna yaptı aynada kendini seyr ediyor. Zât’ını da insan
aynasında seyir ediyor, işte insan beşer dediğimiz varlık onun için
muhterem, muhteşem ve çok yüce bir varlıktır. Biz kendimizi 60-
173
70 Kg et kemik yığını zannediyoruz, tabi o da doğrudur, ama bu,
bu değildir. onun içindekidir, kaffesi ne diye tutuyorlar içindeki
bülbül kuşu olmazsa. Kuş gittiği zaman kafes bir tarafa atılıyor,
kafes kuş ile beraber değerlidir. Hemen cenâb-ı Zü'l-Celâl
hazretleri (bakın bu hakikatleri idrak ettiğimiz anda ve her zaman)
bu fakiri ve taleb eden kaffe-i ihvanı vehm-i enâniyyetten benlik
vehminden halâs ve zevk-ı fenâ ile isteğine eriştirsin, huzur
buldursun âmin! Bi-hürmetil Seyyidi'l-mürselîn yani Mürsellerin
seyidinin hürmetine ya rabbi bunları böyle eyle. Çünkü bütün
bunları getiren seyyid-i mürselin olan efendimiz (sav) dir.
Böyle olunca hâkim, hakikatte mes'elenin "ayn"ina
tâbi'dir ki, o mes'elenin zâtının iktizâ ettiği şeyle onda hükm
eder. imdi mahkûmun-aleyh kendisinde olan şeyle hâkim
üzerine hâkimi' dir ki, kendi üzerine bununla hükm eyleye
(6).
Ya'nî hâkim-i Hâkîm olan, yani hâkimlerin hâkimi olan Allah
Teâlâ hazretlerinin bir şey üzerine kazâsı ve onu takdir eylemesi,
kaderi fiiller âleminde onu meydana getirmesi ancak o şeyin
muktezâ-yı kâbiliyyetine göredir. Yani Allah’ın her hangi bir şey
üzerinde hüküm ve takdiri o şeyin kabiliyetinin gereğine göredir.
Binâenaleyh hâkim hükmünde, hakkında hüküm verilen şeyin
taleb-i isti'dâdına tabi'dir. Yani ne taleb etmişse üzerine
hükmedilen neyi taleb etmişse hâkim ona göre hüküm verir. Hâkim
kendinden hüküm vermez. Zâhirdeki mahkemeler de zâten öyledir,
Ya'nî hakkında hüküm verilenin kâbiliyyet ve isti'dadı hâkime
der ki: "Benim kâbiliyyet ve isti'dâdımın muktezası yani gereği
budur. Hakkımda bu muktezâya göre senden hüküm isterim".
Bakın hal lisanıyla bunu istemektedir. Hâkim dahi ona göre
hükmeder. Şimdi bir kâtil bir kimseyi öldürmekle hâkime diyor ki
ben kâtilim, bana katillik hükmünü ver, o hükmü baştan kendi
vermiş oluyor. Hâkim ne yapıyor bunu onaylıyor. Süresini
belirtiyor. Yoksa hâkim sen öldür diye hüküm vermiyor.
İmdi hâkim, kim olursa olsun, her hâkim hükm eylediği
şeyle ve hükm eylediği şeyde mahkûmün-aleyhdir yani bu
hükmü vermek zorundadır ve kendi üstüne de bununla
hükmedilmiştir. Hâkime de böyle hükmedilmiştir. Hâkim de
mahkûmdur, o hükmü vermeye mahkûmdur, çünkü mahkûm olan kimse o hükmü vermiş, hâkime diyor ki ben
buyum bana bu hükmü ver. Hâkim de onu veriyor. (7).
Ya'nî hâkim ister Hak olsun, ister halk olsun, bir şeyle ve bir
şeyde hükm ettiği vakit, ancak o şeyin zâtının ve hakikatinin
muktezâsi, gereği ne ise, ona göre hükmeder. İşte hâkim bu hükm
ettiği şeyle bir hükme muhatab olandır. Mahkûm hâkime
hükmetmiştir, hâkim hükmünü ona göre yapar. Zîrâ mahkûm,
174
hâkime der ki: "Benim hâlimin muktezâsı, gereği budur. Sen benim
hakkımda şu hükm ile hâkim ol!" Binâenaleyh mahkûm vereceği
hüküm ile evvelâ hâkimi hüküme muhatab kılar. Yani hâkimi
hüküm vermeye mahkûm kılar. Hâkim hüküm vermeye mahkûm,
mahkûm da, kendi hükmünü çekmeye mahkûmdur. İkisi de
mahkûmdur. Hâkim a’yân-ı sâbitedir, gerçek hâkim a’yân-ı
sâbitedir. Ebu cehil bu cehillik vasfını talep ediyor, bana bunu ver
diye, Hakk da bu talebi mahkûm olarak yerine getiriyor.
Cenâb-ı Hakk vermediği zaman, ısrar ediyor ver ver diye,
Cenâb-ı Hakk da veriyor. Hâkim dahî bu suretle hâkim, mahkûm
olduktan sonra hükmünü verir; ve hakkında bu hüküm lâhık olan
dahî daha sonra mahkûmun aleyh olur. Yani hakimi mahkûm etti,
bana hükmü ver diye, o zaman mahkûm olan hakim, ilk talebi
edenin mahkûm olanın üstüne, bu hükmü verdiği zaman
mahkumun aleyh baştan hâkim olan, sonradan mahkumun aleyh,
üzerine hükmedilmiş olur. Ama kendi talebi ile üzerine
hükmedilmiş olur. Mahkûmun istemesi üzerine mahkûmun aleyh
üzerine hükmedilmiş olur. O zaman o suçlu hem hâkim hem de
mahkûm olmuş olur. Diğerleri suretin gereği olarak faaliyetin
yerine getirilmesi için memur olurlar, âmir gene de mahkûmdur.
Ama kendi âmirliği ile mahkûm olmuştur. Hakim onu mahkûm
etmemiştir. Hükm-i Hak böyle olduğu gibi, hükm-i enbiyâ ve
selâtîn, yani sultanların hükmü ve mahkeme hâkimlerinin hükmü
dahi böyledir.
‫اﻟﺮﱠﺟ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﻄَﺎن‬
ِ ‫ﺑِﺎﻟﱠﻠﻪَِﻣﻦ اﻟ ْﺸﱠﻴ‬
ِ ُ‫اَﻋُﻮذ‬
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ ﴾ ْﺑِﺴِﻢ‬١﴿
Bu akşam 25/10/2011 Salı akşamı sohbet mevzumuz devam
eden Kader hakkında olacaktır Üzeyir Fassı 8. Paragraftan devam
edelim. Cenâb-ı Hakk gerçekten kendi Kazâ ve Kaderinin kendi
indindeki haliyle, “beşerin indindeki anlayışı ile değil”, aslı itibariyle
rabbımızın indindeki, kader hakikati ne ise bize onu anlamamızı
nasib etsin inşeallah.
İmdi bu mes'eleyi tahkik et! Zîrâ sırr-ı kader, ancak şiddet-i zuhurundan dolayı meçhul oldu. Yani kader sırrı kaderin şiddetli zuhurundan dolayı meçhul oldu. Ve enbiyâdan
onun hakkında taleb ve İlhâh, üzerine düşme, yani o
meseleyi şiddetle arzu ettikleri halde kesretle vâki' olduğu
halde, sırr-ı kader bilinmedi, yani genelde bilinmedi. (8).
Sırr-ı kaderin şiddet-i zuhuru budur ki: yani kader sırrının
şiddetle zuhur etmesi bu haldir ki, yani şu meseledir ki Hakk'ın
175
emri ve hükmü olmadıkça, bir şey vâki' olmaz. Ve Hakk'ın hükmü
dahi ancak hakkında mahkûmun aleyh/üzerine hükmedilmiş, olan
şeyin zâtı ne vech ile hükmetmiş ise, o şey hakkında ona göre
belirlenir, tayin olur. Ve bu hakikatin mechul olması ehl-i irfan
indindeki mechûliyyettir. Yoksa erbâb-ı cehil ve zulum ve küfürde
ileri giden burada kâle bile alınmaz. Yani kader hakkında erbab-ı
cehil hiçbir kefeye bile konmaz, mechuliyeti irfan ehli indindedir.
Bakın o kadar yüksek bir hadisedir. Yani diğerleri kader hakkında
zâten konu bile olmaz, 7/179 ayetinde buyurur
‫اَﺿﱡﻞ‬
َ ‫ۤﺌِﻚ َﻛﺎﻻََﻧـْﻌِﺎم ﺑ َْﻞُْﻫﻢ‬
َ ‫اُوﻟ‬
Onlar (A'râf, 7/179) vasfıyla mevsûf insan suretinde bir sürü
hayvanâttan ibarettir. İşte bunların kader hakkında zâten hiç ilgisi
yoktur. Bu üst kademede olan gerçek insanlar hakkındadır bu
7/179 da bahsedilenler hakkında söz konusu değildir. onlar
düşünmezler ki kader hakkında bilgileri olsun.
Kader sırrının şiddetle zuhurunun sebebi budur ki Hakk’ın emri
ve hükmü olmadıkça bir şey vâki olmaz. Bu bir hükümdür. Ve
Hakk’ın hükmü dahi, ancak mahkûmun aleyh olan şey üzerine
hükmedilen şey yani şu yapılacak bu yapılacak şu siyaha
boyanacak bu kırmızıya boyanacak gibi bir hüküm verilmektedir
üstüne, üzerine hüküm olunan şeyin zatı ne vecih ile hükmetmiş
ise, hani o tahta meselesi vardı ya ne şekilde hükmetmiş ise o şey
hakkında ona göre tayin olunur. Yani varlığın, malzemenin hakikati
ne ise ona göre onun üzerine hükmolunur. Başka bir şekilde değil,
o zaman terslik olur, zâten olmaz.
İşte hikmet dedikleri iş budur bir bakıma, “hikmet” malzemeyi
yerli yerince kullanmaktır. İşte kader sırrı da bir hikmete
dayanmaktadır. Zâtı ne vechle hangi yönde hükmetmiş ise o şey
hakkında ona göre tayin olunur. Ve bu hakikatin mechul olması
ehl-i irfan indindeki mechuliyetidir. Kader tefekkür indinde
oluşacak bir hadisedir bilgi bölümü. Yoksa erbab-ı cehil ve tuğyan
burada kâle bile alınmaz. Onlar 7/179 vasfıyla
‫اَﺿﱡﻞ‬
َ ‫ُْﻫﻢ‬
‫ۤﺌِﻚ َﻛﺎﻻََﻧـْﻌِﺎم ﺑ َْﻞ‬
َ ‫اُوﻟ‬
mevsuf insanlar suretinde vasıflanmış insan suretinde bir
sürü hayvanattan ibarettir. Onların kader bilgisi ile hiçbir ilgisi
yoktur. Ve bu sırrı Kader hakkında enbiyâdan onun ıttıla-ı na
kesretle taleb ve ilhâhın sebebi budur ki Yani çokça taleb
edilmesinin sebebi budur ki, yani umuma da'vete me'mûr olan
enbiyâ, halkları ba'zılarının hidâyete kâbiliyyeti olup, ba'zılarının
olmadığını bildiklerinden, hidâyete ehliyeti olanları görüp da'vet
etmek, ve ehliyeti olmayanlar hakkında, beyhude zahmet ve
176
meşakkat çekmemek için, sırr-ı kadere ıttıla'ı taleb ederler. Yani
kader sırrını idrak etmeyi taleb ederler.
Velâkin kullarının suçlarına verilen cezâ , onların a'mâllerine ve
enbiyâya itaat ve isyanlarına, ve îman ve küfürlerine mukabil carî
olduğundan; ve bu iki fırkanın birbirinden ayrılması ve zâtında
saadete kâbiliyyeti olan kimselerin, da'vet-i enbiyâya icabeti
sebebiyle, saadeti zahir olarak mesrur olacak şeyle cezâ olunması;
ve zâtında şekâveti muzmer olan kimselerin, enbiyâya inkârları
hasebiyle, bâtınlarındaki şekâvetleri zâhir olarak nahoş şeyle
mücâzât kılınması muktezî bulunduğundan, kendilerine emr-i
da'vette fütur, gevşeklik, bezginlik gelmemek için, enbiyâ (a.s.)
da'vet ettiğinde kader sırrından perdeli oldular. Yani kaderi anlatma ya çalıştıkları vakit perdelendiler. Yani Cenâb-ı Hakk onlara
kader sırrını perdeledi.
Şimdi tekrar geriye dönelim, bu sırr-ı kader hakkında
enbiyadan onun ıttılaına kesretle talep ve ilhahın sebebi budur ki,
yani enbiya (a.s.) lar, kader sırrını öğrenmeyi taleb etmişler
şiddetle, yani bilelim bu kader sırrını, ve çevremizdeki insanlara bu
şekilde davette bulunalım diye taleb etmişler kesretle yani çoklukla
talep ve ilhahın sebebi budur ki, umuma davete memur olan
enbiya, yani bütün insanlara birlikte davete memur olan enbiya,
belirli zümrelere değil de, genele davete memur olan enbiya,
halktan bazılarının, hidayete kabiliyetli olup, yani Hadi isminin
zuhuru olanların hidayete kabiliyetli olup, bazılarının olmadığını
bildiklerinden, hidayete ehliyeti olanları görüp, davet etmek ve
ehliyeti olmayanlar hakkında, beyhude zahmet ve meşakkat
çekmemek için, kader sırrına ıttılaı taleb ederler.
Şimdi bilse ki bir peygamber falan kişi daveti kabul edecek filan
kişi etmeyecek diye, daveti kabul edecekleri sadece davet eder,
diğerlerine etmez, eğer kader sırrını keşf etmiş bilmiş olsa. Velâkin
mucizat-ı ibad, onların amellerine ve enbiyaya iteat ve isyanlarına,
ve iman ve küfürlerine mukabil, cari olduğundan mucizat-ı ibad
yani kulların cezaları, karşılıkları ahirette karşılaşacakları karşılıkları
yaptıkları işlerin karşılıkları, onların amellerine ve enbiyanın iteat
ve isyanlarına bakıp kulların ahiretteki karşılığı onların amellerine
enbiyanın iteat ve isyanlarına ve iman ve küfürlerine mukabil cari
oldu.
Yani ahiretteki mücezat cezâ, yani mükafat ta cezâdır, cezâ
karşılıktır onu diyor, kulların ahiretteki cezalarına kendilerinin
amellerine ve enbiyaya ait, ve iteat ve isyanlarına iman ve
küfürlerine mukabil cari olduğundan, yani kullardan çıkan fiillere
göre karşılık göreceğinden ve bu iki fırkanın bir birinden ayrılması
ve zâtında saadete kabiliyetli olan kimselerin, davet-i embiyaya
icabet sebebiyle saadeti zâhir olarak, mesrur olacak, şeyle ceza
olunması, yani huzur bulacak şeyle, hoşlanacak şeyle, karşılık
bulması ve Zât’ında şekaveti müzmer olan yani zamiri şekâvet olan
177
kimselerin, enbiyayı inkârları sebebiyle, bâtınlarındaki şekâvetleri
zâhir olarak, nahoş şeyle mücâzat kılınması, yani istemedikleri şey
ile cezâlanması muktezi bulunduğundan, yani böyle olması
gerektiğinden kendilerine emr-i davette fütur gevşeklik bezginlik
gelmemek için.
Şimdi bir peygamber bilse ki, falan kişi kabul edecek, falan kişi
etmeyecek, zâten onlarda zuhur edecek budur diye baştan bilse
kendisine gevşeklik gelir. Yani görevini yapamaz hâle gelir idi. İşte
hiç birinin bilinmemesi lâzım ki, o peygamber defaatle, gayretle
onlara tebliğde bulunsun. İşte bunun içindir gevşeklik ve bezginlik
gelmemek için, enbiya (a.s.) hin-i davette yani peygamberler
davet anında, yahut kendisinin davetli olduğu sürede, kader
sırrından perdeli oldular. Cenâb-ı Hakk kader sırrını onlara açmadı.
Eğer açmış olsaydı, görev yapamazdı, veya gevşeklik olurdu.
Ma'Iûm olsun ki, rusül (salavâtullâhi aleyhim), evliya ve
arifin oldukları haysiyyetle değil, rusül oldukları haysiyet-le,
ümmetlerinin bulundukları hal merâtibi üzeredir. Binâen
aleyh rusül indinde, irsal olundukları ilimden, ancak ümmetlerinin bilâ-ziyâde ve lâ-noksan muhtâc oldukları şey kadar
vardır (9).
Ya'nî resullerin, resul oldukları cihetten, ilm-i irsaldeki
mertebeleri, ümmetlerinin merâtibi ve îmân ve i'tikâdâtı ve ilim ve
maârif ve isti'dâdâtı üzeredir. Binâenaleyh her birisinin ümmeti,
ulûmdan ne mikdâra muhtâc ise, ilm-i risâlete müteallik olarak
onların indindeki şey dahî, o mikdârdan zâid ve nakıs değildir.
İmdi ma'lûm olsun ki rusül (a.s.) için üç cihet vardır: Birincisi
cihet-i risâlet olup, bu cihetle ümmetlerinin uhrevi emirler, ve
dünyeviyyelerinin salâhını mûcib olan ilâhi hükümleri deruhte
ederek onlara tebliğ ederler. Ve bu hükümler ümmetlerinin
ihtiyâcından! ziyâde ve noksan değildir.
İkincisi ciheti velâyet olup, onların sıfât-ı Hak'ta sıfatlarıyla ve
zât-ı Hak'ta zâtlarıyla fânî olmaları ve esma ve sıfât-ı ilâhiyyenin
kemâlâtı isti'dâd-ı zatîleri, ve kâbiliyyât-ı külliyyeleri sebebiyle
onlarda zâhir olması için, o rusülün fenâ-fillah mertebesidir. Rusül-i
kiram bu cihetten ümmetlerinin hakikatleri mertebesi üzerine
değildir.
Üçüncüsü cihet-i nübüvvet olup enbiyâdan her birisi isti'dâd-ı
aslîsi ve kâbiliyyet-i zatîsi hasebiyle, ma'rifet-i ilâhiyyeden merzûk
olduğu kadar. Allah Teâlâ'dan ihbardır. Ve bu cihet, cihet-i
velâyetin zâhiri ve cihet-i velâyet bunun bâtınıdır. Şimdi bunlara
tekrar bakalım: şimdi rasullerin rasul olduğu cihetten yani Rasul
biliyorsunuz kitap getirenlerdir, Nebi de kendinden evvelki
peygamberin sünnetine tabi olan ve onu genişleten demektir.
Rasul oldukları cihetten ilm-i risaletteki mertebeleri, risalet
178
ilmindeki mertebeleri, ümmetlerinin meratibi iman ve itikadı ve ilim
ve maarif ve istidadı üzeredir.
Bakın hangi ümmete hangi rasul gelmişse ümmetinin kemâlâtı
üzerine gelmiştir. Yani ümmetin de bunları idrak edebilecek halde
gelmiştir. Yoksa idrak edemeyecek olsalar o rasul o bilgi ile
gelmez. Diyelim ki üniversite son sınıftaki bir kişi oraya kadar
gelmiş o dersi alabilecek kabiliyettedir. Ama üniversite birde’kine
üniversite beşin dersi verilse oraya hazır olmadığından bu yanlış bir
iş olur. İşte hangi rasul hangi ümmete gönderilmişse o ümmette o
kabiliyet vardır. Ve o ümmete göre de o rasul ilmi ile
gönderilmiştir. Böylece her birinin ümmeti ulumdan ne miktara
muhtaç ise, ilimden ne kadarına muhtaç ise, ilm-i risalete müteallik
olarak onların indindeki şey dahi o miktardan zait ve nakıs değildir.
yani peygambere verilen ilimden fazla ve eksik değildir. Zâten fazla
olamaz, ama eksik de değildir. yani ümmeti bunları kabul edecek
kabiliyettedir.
Malum olsun ki rasul (a.s.) için üç cihet vardır, Rasul (a.s.)
dediği bizim peygamberimiz olacaktır. Bu hususta üç cihet vardır,
peygamberin üç yönü vardır, birincisi cihet-i raisâlet olup yani
rasullük yönü olup bu cihetle yani bu yönden ümmetlerinin umur-u
uhreviye ve dünyeviyelirin salahına mucib olan ahkam-ı ilahiyeyi
deruhte ederek onlara tebliğ ederler. Yani ahiret ve dünya
bilgilerini onlara tebliğ ederler, risaleti yönünden. Bu ahkâm
ümmetlerinden ziyade ve noksan değildir.
İkinci ciheti velâyet olup, yani risaletin ikinci ciheti velâyet olup
onların sıfatı Hakk’ta, sıfatlarıyla ve zat-ı Hakk’ta, zatlarıyla fani
olmaları, ve esma ve sıfat-ı İlâhiyenin kemâlâtı istidat-ı zâtileri ve
istidad-ı külliyeleri sebebiyle onlarda zâhir olması için o rasulün
fenâ fillâh meratibidir. Rasul-ü Kiram bu cihetten ümmetlerinin
hakayıkı meratibi üzerine değildir. Şimdi burası çok mühimdir,
yukarıdaki geneli ifade etmekle birlikte risaleti özelliği hususiyı
ifade etmektedir. Yani hususi tarafını ifade etmektedir. Risaletin
ikinci özelliği velâyet yönüdür. Velilik yönüdür. Zâten bir
peygamber nebi veya rasul olması için mutlak kendisinde velâyeti
vardır velâyet olmazsa rasul ve nebi zâten olamaz.
Her peygamber mutlaka velidir, ama her veli mutlaka rasul ve
nebi değildir. Velâyet olup onların sıfatı, sıfat-ı Hakk’ta sıfatlarıyla,
ve Zât-ı Hakk’ta Zât’larıyla fâni olmaları yani Hakk’ın sıfatında
kendi sıfatlarıyla ve Zât-ı Hakk’ta Zât’larıyla yani Hakk’ın Zât’ında
kendi Zâtlarıyla fâni olmaları ve esma ve sıfat-ı İlâhiyenin kemâlâtı
istidad-ı zâtileri yani zâti istidat ve kabiliyet-i külliyeleri sebebiyle
külli kabiliyetleri sebebiyle onlarda zâhir olması için, bakın risalet
mertebesinin hakikatleri, o rasulün fenâfillâh meratibidir. Yani
Hakk’ta fani olmasıdır. Velâyet Hakk’ta fâni olmaktır. Rasul-u
Kirâm bu cihetten ümmetlerinin hakayıkı meratibi üzerine değildir.
yani onlardan daha üstündür. Risâlet ve tebliğde ümmetinin
179
kabiliyetleridir yaptığı tebliğler, ancak velâyet onların kabiliyetleri
ile bağlı değildir. Demek istiyor, daha yukarıdadır demek istiyor.
Üçüncüsü cihet-i nübüvvet; yani birincisi risâlet, ikincisi
velâyet, üçüncüsü de nübüvvettir. Üçüncüsü nübüvvet olup
enbiyadan her birisi isdidad-ı aslisi, asli istidadı, ve kabiliyeti zatisi
hasebiyle, marifet-i ilâhiyeden merzuk olduğu kadar yani, ilâhi
marifetten rızıklandığı kadar, Allah Teâlâ’dan ihbardır. Allah
Teâlâ’dan haberdardır. Kendi zât-i istidat ve kabiliyetleri kadar,
Allah Teâlâ’dan haberdardır. Onun için nübüvvetler işte böyle
mertebe mertebe Âdem (a.s.) dan beri gelen peygamberlerin
mertebeleri bu yüzden, birbirlerinden farklıdır. Allah Teâlâdan
ihbardır, ve bu cihet, cihet-i velâyetin zâhiri yani Allah teâlâ’dan
haber vermeleri kendi mertebeleri kadar cihet-i Velâyetin zâhiri
yani velâyet yönünün dışı, ve cihet-i velâyet bunun bâtınıdır. Bu
cihet velâyet yönünün zâhiri ve cihet-i velâyet de bunun bâtınıdır.
Yukarıda ne demişti bunlar irfan ehline ait bilgilerdir diyor, bu
ariflerin ilgi sahasıdır kader sırrı diyor. onlar için bile mechuldür
diyor.
Halbuki ümmetler mütefâzıledir. Ba'zısı ba'zısı üzerine
ziya de olur. Rusül (a.s.) dahî ümmetlerinin tefâzulu
hasebiyle, ilm-i irsalde mütefâzıle olur. O tefâzul da Hak
Teâlâ'nın
‫ْﺾ‬
ٍ ‫ﻀﻠْﻨَﺎ ﺑـ َْﻌَُﻀْﻬﻢ َﻋﻠَﻰ ﺑـ َ ﻌ‬
‫اﻟﺮﱡﺳﻞ ُ ﻓَ ﱠ‬
ُ ‫ْﻚ‬
َ ‫(ﻠ‬Bakara,
ِ‫ﺗ‬
2/253)
kavlindeki tefâzuldur. Burada rasullerin bir biri üzerine
faziletini, Ve kezâ rusül, ulûm ve ahkâmdan zâtlarına râci'
olan şeyde istidâdları hasebiyle mütefâzıldırlar. O tefâzul
dahi Hak Teâlâ nın
‫ْﺾ‬
ٍ ‫ﱠﺒِﲔ َﻋﻠَﻰ ﺑـ َ ﻌ‬
َ ‫ْﺾ اﻟﻨ ﱢ‬
َ ‫ﻀﻠْﻨَﺎ ﺑـ َ ﻌ‬
‫(وﻟَﻘَْﺪ ﻓَ ﱠ‬İsrâ,
َ
17/55) kavlindeki tefâzuldur, burada da nebilerin birbir
üzerine faziletini veriyor bu ne kadar da muhkem ayetini de
veriyor bunu inkar etmek şüphede bulunmak mümkün
değildir. (10).
Ya'nî ümmetler, ilimler ve marifetler-bilgiler ve akâid (itikada
dair hakikatler) ve isti'dâdâtta ve kabulde yek-dîğerinden farklıdır.
Ba'zılarının ba'zılarına üstünlüğü ve fazlı (ihsan) vardır. Ve her bir
resul ancak ümmetinin kâbiliyyeti ve isti'dâdlarının talebi üzerine
irsal olundu. Binâenaleyh resulün onlara teklifi ancak kendilerinin
vüs'at-ı isti'dâdları derecesinde vâki' olur. Ve bir ümmetin
istidâdâtta ümem-i şâire üzerine fazlı ne kadar ise, o ümmete irsal
olunan resul (a.s.)ın rusül-i sâire üzerine ilm-i risaledeki fazlı da o
kadardır. Hak Teâlâ hazretleri bu fazlı
‫ﻀﻠْﻨَﺎ ﺑـ َْﻌَُﻀْﻬﻢ‬
‫ﱡﺳ ﻓَ ﱠ‬
ُ ‫اﻟﺮ‬
ُ‫ْﻚ ﻞ‬
َ ‫ﺗِ ﻠ‬
‫ْﺾ‬
ٍ ‫( َﻋﻠَﻰ ﺑـ َ ﻌ‬Bakara, 2/253) kavliyle beyan buyurmuştur. Ve keza
180
enbiyâ, merâtib-i nübüvvette, a'yân-ı sabitelerinin isti'dâdâtı
muktezâsınca ilimler ve hükümler ve bilgilerde yekdiğeri üzerine
tefazzul ederler.
Çünkü nübüvvet velâyetin zâhiri ve velâyet nübüvvetin bâtını
olduğundan, onların nübüvvetteki üstün olmaları, velâyetteki üstün
olmaları hasebiyledir. Ve onların velâyetteki üstün olmaları ise,
ilm-i ilâhîde, mazhar oldukları esma hasebiyle a'yân-ı sabitelerinin
vüs'at ve şümulüne göredir. Bu üstün olma, evvelki üstün olmadan
başka olup, Hak Teâlâ hazretleri bunu
‫ْﺾ‬
ٍ ‫ﺑـ َ ﻌ‬
‫ﱠﺒِﲔ َﻋﻠَﻰ‬
َ ‫ْﺾ اﻟﻨ ﱢ‬
َ ‫ﻀﻠْﻨَﺎ ﺑـ َ ﻌ‬
‫َ وﻟَﻘَْﺪ ﻓَ ﱠ‬
(İsrâ, 17/55) kavliyle beyan buyurmuştur. Binâenaleyh bu
üstün olma, onların isti'dâdât-ı gayr-ı mec'ûllerine râci' olup,
velâyetleri cihetiyle olan üstünlüktür. 10. Paragrafa baştan
bakalım;
Yani ümem ulum ve marif ve akaid ve istidadta kabulde yek
diğerinden farklıdır. Yani ümmetler ilimleri ve marifetleri ve
akaideleri akaid ve istidadatta bunları istidadlarında kabulde yek
diğerinden farklıdırlar. Yani ümmetler kendilerine gönderilen
peygamberleri vasıtasıyla bildirilen bilgilerde akaidde marifte
ulûmda bir birlerinden farklıdırlar. Eğer bu farklılık olmamış olsa idi
Âdem (a.s.) a gönderilen suhuflar, bu günlere kadar gelir, yeterli
olurdu. Eğer bu farklılıklar olmasaydı, kemâlât da olmazdı. Yani
yükselme de olmazdı. Farklılık aşağıya doğru değildir, yukarıya
doğrudur, neden çünkü cenâb-ı Hakk “Nüzül” ismiyle ve tecelli
ifadesiyle bildirdiği kendi varlığının açılımlarını her mertebede o
mertebenin gereği olarak başka başka açılımlar olarak ef’al
mertebesinde yani en yoğun madde mertebesine kadar açılımlarını
yapmıştır ve her mertebenin tefasulu fazileti bir birinin üstündedir.
İşte bunun bir geriye dönüşü de peygamberlerimiz vasıtasıyla
bizlere bildirilmiş, ve her bir peygamber kendine düşen mertebenin
faziletini bize anlatmıştır. Her mertebenin fazileti başka
olduğundan ve bu bizlere bir rahmet olduğundan eğer bir yerde
kalmış olsaydı, tefazul, fazilet fazlalaşma olmasaydı nereye kadar
gelinmişse o mertebeye kadar Cenâb-ı hakk’ın tecellisi bilinecekti
işte bunlar yukarıya doğru çıktıkça nihayet (s.a.v.) Efendimizde
mirac hadisesine kadar yani insanlığın Allah’a ulaşma mertebesine
kadar, faziletler sürmektedir, ve bunlar da birer mertebedir. İşte
kabulde yek diğerinden farklıdır.
Hangi peygamber hangi ümmete gelmişse onun ümmeti bir
evvelki ümmetten daha faziletli daha bir üst ilme sahiptir, eğer
böyle olmasa zâten yükselme olmazdı. Bazılarının bazılarına
ruçhanı ve fazlı vardır. Bazılarının ruçhanı yani ellerine verilen açık
fazilet ve üstünlükler vardır, her bir rasul ancak ümmetinin
kabiliyeti ve istidatlarının talebi üzerine irsal olundu. Bakın bu da
181
ayrı bir konudur. Şimdi her bir ümmetin alıcılığı, bir başka ama
kendi a’yân-ı sâbiteleri üzerinde istidatlarına göre bu alıcılıkları
oluştu, ve o istidatlarındaki kabiliyeti talep ettiler kendilerine gelen
peygamberlerinden.
Ama bu talep kelâmi bir talep değldi, özlerinden istenen bir
talepti. Cenâb-ı Hakk da o peygamberleri onların talebine cevap
verecek bir şekilde ilim ile techiz edecek şeklde gönderdi. Onların
iç bünyelerindeki taleplerine göre bilgiyi ortaya koydu. O zaman
tasdik edilmiş oldu. Aynı zaman da peygamberin bilgisi ümmeti
tarafından kabiliyetli olanlar tarafından tasdik edilmiş oldu ve kabul
görmüş oldu. Binaenaleyh rasulün onlara teklifi ancak kendilerinin
kavrama kabiliyetindeki genişliği istidatları derecesinde vaki olur.
Bir ümmetin istidadatta ümemi sair üzerine fazlı ne kadar ise yani
bir ümmetin istidatları diğer bir ümmet üzerine fazlı ne kadar ise o
ümmete irsal olan rasul (a.s.) ın rasulü saire üzerine ilm-i
risâletteki fazlı o kadardır.
Yani ümmetlerin birbirleri üzerine olan faziletleri ne kadarsa
kendilerine gönderilen rasulün de diğer kendinden evvelki gelen
rasullere göre üstünlüğü fazileti o derecedir. Hak Teâlâ Hz leri bu
fazlı
‫ﱡﺳﻞ‬
ُ‫اﻟﺮ‬
ُ ‫ْﻚ‬
َ ‫ ﺗِ ﻠ‬2/253
‫ﻀﻠْﻨَﺎ‬
‫ ﻓَ ﱠ‬biz tafdil ettik,
yükselttik, nasıl ‫ﻀْﻬﻢ‬
َُ‫ ﺑـ َْﻌ‬bazılarını
işte böylece rasulleri
yükselttik, birbirlerinin üzerine
bazılarını üzerine tafdil ettik. Bakın âyet-i kerîme ne kadar açıktır
Hadi bakalım bunun yorumu şimdi yapılsın şu yorumu yapmak
bulmak müthiş bir şey, bu üstünlüğü anlaşılıyor ama ne yönden
hangi şekilde üstün. hangi mertebe üstün, burada risalet belirtilmektedir ve kezâ böylece meratibi nübüvvette, yani nebilik
mertebelerinde, yukarıda risâlet mertebelerini söyledi burada da
nebilik mertebelerinde a’yân-ı sâbitelerin istidad-ı muktezasınca
yani a’yân-ı sâbitelerin iktizası gereği, yani kendilerinin hakikati
gereğince ulûm ve ahkâm ve maarifte yek diğeri üzerine tefazul
ederler yani fazilet gösterirler. Daha faziletlidirler. Gerçi bir başka
âyette biz peygamberlik arasında tefrik yapmayız.
‫اَﺣﺪِ ْﻣﻦُُرﺳﻠِ ﻪ‬
ٍ َ ‫َﲔ‬
َ ْ ‫ﱢق ﺑـ‬
ُ‫ ﻻ ﻧـُﻔَﺮ‬2/285 biz peygamberler hakkında
bir tefrik yapmayız, ayırma yapmayız. Burada da, ayırırız diyor.
Şimdi ne olacak, Peygamberlik vasfı ve şerefi olarak hepsi
peygamberdir bu yönde ayırmayız diyor yani diyelimki vâli bunların
hepsi vâlidir, vâlilik vasfı olarak biz bunları bir birerlerinden
ayırmayız, ama her vâlinin özelliği olduğundan o zaman ayırırız.
Faziletler çalışmalarına bağlıdır. Zâhir olarak, İşte bunlar
bilinmezse açıklanamaz marifette biri diğerinden üstündür.
182
Ve kezâ enbiya meratib-i nübüvvete a’yân-ı sâbitelerin
iktizadadı muktezatınca ulum ahkâm ve marifte diğerinin üzerine
tefazul ederler, çünkü nübüvvet velâyetin zâhiri ve velâyet
nübüvvetin bâtını olduğundan işte peygamber efendimize “abduhu
ve rasuluhu” dendiğinde “abduhu” onun velâyetidir, “rasuluhu” da
O’nun risâletidir. Velâyet olmasa risâlet olmaz zâten. Nübüvvet
velâyetin zâhiri ve velâyet nübüvvetin bâtını olduğundan onların
nübüvvetteki tefazulları velâyetteki tefazulları sebebiyledir.
Batındaki fazileti yönündedir. Eğer batındaki fazileti olmasa zâhire
çıkmaz. Batındaki fazileti ayan-ı sabitedeki programına göredir,
onun kazasıdır.
Velâyetteki
tefazulları
sebebiyledir,
onların
velâyetteki
tefazulları ise ilm-i ilâhide mashar oldukları esma sebebiyle a’yân-ı
sâbitelerinin vüs’at ve şümulüne göredir. A’yân-ı sâbitelerinin
genişliği ve kapsamına göredir tefazulları yani faziletleri üstünlükleri. Bu tefazul yani bu fazilet, evvelki tefazuldan başka olup Hakk
Teala Hz leri bunu yani birinci tefazul, fazilet risaletteki tefazul, bu
nübüvvetteki tefazul, fazileti anlatıyor biraz başkadır bu öteki
tefazuldan. Hakkteâlâ Hz leri bunu
‫ْﺾ‬
ٍ ‫ ﺑـ َ ﻌ‬17/55
‫ﱠﺒِﲔ َﻋﻠَﻰ‬
َ ‫ْﺾ اﻟﻨ ﱢ‬
َ ‫ﻀﻠْﻨَﺎ ﺑـ َ ﻌ‬
‫َ وﻟَﻘَْﺪ ﻓَ ﱠ‬
“And olsun ki biz yücelttik üstün kıldık, nebilerin
bazılarını diğer birinin üzerine faziletli kıldık” kavliyle beyan
buyurulur. Binaen bu tefazul onların istidad-ı gayri mec’ullerine
yani mec’ul olmayan istidadlarına göre raci olup yani oraya
dayanıp oraya dönük olup velâyetleri cihetiyle olan tefazul,
fazilettir. Yani velilikleri yönüyle olan faziletleridir.
------------------İLÂVE Üzeyir Fass-ı devam. Şimdi vakitlendirme asılda
"ma'lûm ya’ni bilinen" içindir. Ve ilim ve irâde ve meşiyyet
ya’ni üst irâde kadere tâbi'dir (13).
Ya'nî ilâhi ilimde eşyânın "ayn"larında olan şeyin belirli vakit
ile vakitlendirilmesi, asılda ve hakîkatte isti'dâdıyla o vakitlendirmeyi talep eden bilinen sâbit ayn içindir. Çünkü her bir sâbit ayn’ın
kendi hallerinden her bir hâlin belirli vakitte ve kendisine mahsûs
zamanda taayyününü talep etmesi, onun zâti gereklerindendir.
Bundan dolayı kazâ ve kader ve irâde ve meşiyyet ya’ni üst
irâde, ilâhi ilme; ve ilâhi ilim de "bilinen kader" olan sâbit ayn’a
tâbi'dir. Örneğin yetmiş sene ömrü olan bir kimsenin doğduğu
günden vefâtına kadar olan yediği yemekler kendisine bir def’ada
gelmemiş, belki belirli vakitlerde azar azar gelmiştir. Ve aynı
şekilde ondan çıkan güzel ve çirkin fiillerin tamamı da birden bire
açığa çıkmayıp vakit vakit çıkmıştır. Ve aynı şekilde, ondaki ilim ve
183
ilâhi bilgi de bir def’ada inmeyip günden güne ve an be an dereceli
bir şekilde yavaş yavaş peydâ olmuştur.
Sonuç olarak, vefât ânına kadar sûrî ve ma'nevî rızıklardan her
ne vakit ne kadar gelmiş ise, hep ezelde Hakk’ın ilminde bilinmiş
olan sâbit ayn’ının isti'dâd lisânıyla talep ettiği vakit ve miktâra
göre inmiştir. Rubâî :
Tercüme:
"Aynın ki senin oldu kitâb-ı evvel
Şerh edilmiştir o kitapta esrâr-ı ezel
Kader hükümleri çünkü yazılmış onda
İşte o kitâbın ile Hak etti amel"
Böyle olunca kader sırrı ilimlerin en üstün ve en
büyüklerindendir. Ve Allah Teâlâ, onu ancak tam bir
ma'rifete eriştirdiği kimseye bildirir. Kader sırrını bilmek,
onu bilen kimseye tam bir râhatlık verir. Ve yine onu bilen
kimseye elîm azâbı verir. Şu halde, kader ilmi sâhibine iki
karşıtı verir (14).
Kader sırrı ilminin sâhibine tam bir râhatlık vermesinin sebebi
budur ki: Böyle bir kimse kendisine gelen şeyin, ancak ilâhi ilimde
sâbit ayn’ı Hakk'a ne vermiş ise, geçmiş kazâda Hakk'ın takdîr
buyurduğu şey olduğunu ve ezelen kendisinin hakîkatinin, sâbit
ayn’ı Hakk'a ne vermiş ise ona uygunsuz olamayacağını ve ebeden
değişmeyeceğini bilir. Bundan dolayı kendisi için takdîr edilmiş olan
şeyin arkasında koşmak zahmetinden kurtulur ve takdîr edilmeyen
şeyin ne kadar arkasında koşulursa koşulsun boş olduğunu bilerek,
onu talepten vazgeçer.
Ve eğer oluşması takdîr edilmiş olan şeyin kendisinin talep
etmesi şartıyla takdîr olunduğunu bilirse, talebini kısa keser, külfet
etmez. Örneğin çekirdeği dikip sulamadan ağaç çıkıp meyve
bitmeyeceğini bildiği için, bunları yapar. Çünkü ağacın meyve
vermesi talepte bulunma şartıyla takdîr buyurulmuştur. Fakat bu
icrââtında külfet etmez; eğer takdîr edilmiş ise, bu kadar talep ile
ağaç çıkıp meyve verir; eğer değilse, çekirdek mahvolur. Ve sâhibi
bu sırra vâkıf olduğundan "Niçin olmadı?" diye elem çekmez.
Câhiller ise böyle değildir. Bir emelin gerçekleşmesi için, bin türlü
sebebe teşebbüs ederler; hiçbirisi netîce vermez. Sonuçta bu
talebin eziyetiyle ölür gider. Bunun her gün binlerce nümûnesi
görüldüğü halde, yine uyanmazlar.
Kader sırrını bilmek, sâhibine bu şekilde tam bir râhat verdiği
gibi, bu ilim, râhatın karşıtı olan elîm azâbı da verir. Bunun sebebi
de budur ki: Bu ilmin sâhibi, ba'zı ayn’ların isti'dâdında
mükemmeliyyet müşâhede edip bu isti'dâdlarıyla dünyâda ve
âhirette birçok fazîletlere ve kemâlâta ehliyetleri olduğunu ve oysa
184
her insânî ve ilâhî kemâlin zuhûruna kendisinde zâtî isti'dâd
olmadığı için, ubûdiyyet ya’ni kul olmanın ve zuhur yeri olmanın
kemâlinde noksan olduğunu bilir. İşte bu ilmi sebebiyle zâtî
isti'dâdının noksânından elem duyar ve bu kemâlâta hasret çeker.
Ve ba'zen yerine getirilmesine isti'dâdı olmadığı bir şeyle
emrolduğunu görüp ıztırâba düşer. Bununla berâber bu kimsenin
hâli, kader sırrından örtülü olan kimseden daha iyidir ve Hakk'ın
rızâsına daha yakındır. Bu îzâhlardan anlaşılıyor ki, kader sırrına
vâkıf olmak, hem râhat ve hem de elem verir.
------------------Rabb-ı Has.
Bundan sonra kader bahsinde, mevzumuz Rabb-ı Hass olacak
Cenâb-ı Hakk kolaylıklar versin inşeallah.
‫اﻟﺮﱠﺟ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﻄَﺎن‬
ِ ‫ﺑِﺎﻟﱠﻠﻪَِﻣﻦ اﻟ ْﺸﱠﻴ‬
ِ ُ‫اَﻋُﻮذ‬
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫﴾ ْﺑِﺴ ِﻢ‬١﴿
Bu akşam 26/10/2011 Çarşamba bu akşamki mevzumuz
kazâ ve kader hakkındaki mevzumuzun devamıdır, bu akşamki
okuyacağımız yer Fusus’l Hikem cilt 2 İsmail Fassı sayfa 138 den
başlıyoruz, Rabb-ı Hass mevzuudur, bunu da ilgisi dolayısıyla Kazâ
ve Kader bölümüne ilâve edelim istedik. İkinci paragraftan Misâl
diye başlıyor,
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
Misâl: "Akıl" dediğimiz şey bir ma'nâdır ki, zâtında asla
kesret yoktur; zât ile ahadîdir. Zat ile bütündür, birdir, "Akıl"
olabilmek için, nefs-il emirde, asarda mütecellî olmasına lüzum
yoktur. Yani akıl olabilmek için yani gerçek akıl şudur ki nefsil
emirde, nefsil emir, demek işlerin hakikati ma’nâsınadır. Hakikatin
kaynağı, işlerin kaynağı ma’nâsınadır, yani Allah’ın varlığında olan
işlerdir. Nefsil emirde, asarda/eserler de, tecelli olmasına lüzüm
yoktur. Yani eserlerde zuhura gelmesine lüzum yoktur. Nerede,
Ahadiyet mertebesi nefsil emirde aklın zuhura gelmesine gerek
yoktur. Zâten orada zuhur yoktur. Akıl bir bütündür demek istiyor.
Eserlerde zâhir olsa da, olmasa da, zâtında yine akıldır. Yani bu
aklın eserlerde zuhuru olsa da, olmasa da, akıl gene de akıldır, ve
lâtif bir oluşum, varlıktır. Binâenaleyh eserlerden meydana gelmesinden ganidir, yani ihtiyacı yoktur, bir menfaat beklemeyendir.
Akıl gene de akıldır. Fakat onun sonsuz şuunatları özellikleri
185
zuhurları vardır ki, onları zâtında cem' etmiştir. Yani akıl bütün
şuunatındaki çoklukları kendi varlığında zâtında toplamıştır. Devr-i
Âdem'den yani Âdem (a.s.) zamanından bu âna kadar zuhur etmiş
ve bundan sonra da zuhur edecek olan muhtelif eserleri zuhurları
i'tibâriyle o ma'nâ küldür. Bu Akl-ı Kül, İlâhi akıl dır burada
bahsedilen. Yukarıda demişti ya “akıl dediği şey bir ma’nâdır”
burada da o ma’nâ küldür, bir bütündür.
Her bir mevcûd için, Allâh'dan, hassaten onun Rabb'inin
gayrisi yoktur. Onun için kül olması müstahîl olur imkânsız
olur. (2).
Ya'nî her bir mevcudun, "ulûhiyyet" mertebesinden aldığı hisse
ve nasîb, ancak kendisinin Rabb-i hâssı olan bir "isim"dir; ve o
mevcudun Allah'a irtibatı, o isim vâsıtasıyladır; ve o ismin "eser"i,
o mevcûd olduğundan, onun sûret-i zâhiresidir. Ve o "isim", o
mevcudun bâtınıdır ve hakikatidir. Vakıa her bir mevcûd, âlemlerin
Rabb'i olan Allah'ın mazharıdir. Fakat bu mazhariyyet mevcudattan
herbirinin rubûbiyyet-i mutlakadan mazhar olduğu ism-i hâssın
rubûbiyyet-i hâssası haysiyetiyledir. Yoksa mertebe-i ulûhiyyetin
içine alan olduğu esmanın küllisine mazhariyyet her bir mevcûd
için imkânsızdır. Bu mazhariyyet ancak "insân-ı kâmiî"e
mahsûstur.
Zîrâ insân-ı kâmil kâffe-i esmâ-i ilâhi esmanın tümünü cami'
olan "Allah" isminin mazharıdır; ve insân-ı kâmilden gayrı hiçbir
mevcudun bu mazhariyyete isti'dâdı yoktur. Yani her bir mevcudun
bakın, görülen âlemde ne varsa, vücut bulmuş varlık Uluhiyet
mertebesinden, yani Allah’lık mertebesinden Uluhiyet mertebesinden aldığı hisse ve nasibi, yani bir bölümü vardır. Ancak bu nasib
kendisinin Rabb-ı Hassı olan, yani her hangi bir varlığa bir hisse bir
nasib verilmişse, bu onun Rabb-ı Hassı, olan yani o varlığın Rabb-ı
Hassı olan, bir isimdir. Kendisinin Rabb-ı Hassı olan bir isimdir yani
o isimden almaktadır, o hisseyi. Kendisine tanınan nasibi ve hisseyi
o isimden almaktadır.
Ve o mevcudun, yani o varlığın, her hangi bir varlığın Allah’a
irtibatı, Allah’a bağlanması, Allah ile ilgisi, o isim vasıtası ile
olmaktadır. Yani hangi varlık hangi ismin tesirinde ise, onun Rabb-ı
Hassı terbiye edicisi odur, onun vasıtası ile de Hakk’a bağlıdır, ve o
isimden nasibini alır. Halkiyetin zuhura çıkmasının ne kadar açık bir
şekilde, şüphe edilmeyecek bir şekilde, ve faaliyetin âlemdeki
faaliyetin, nasıl müthiş bir sistemle, ve Cenâb-ı Hakk’ın, hiçbir
zerrenin boşta olmadığı, ilgisiz olunmadığı, bütün zerre ile ilgili
olduğu, böylece belirtilmiş oluyor. O mevcudun Allah’a irtibatı o
isim vasıtasıyladır.
Ve o ismin eserinin o mevcut olduğundan yani gördüğümüz her
hangi bir mevcut, kendisini meydana getiren ismin eseri olduğun
dan, yani ismin kendisinin orada zuhurda olduğundan, onun suret-i
186
zâhiresidir. İsmin suretinin zâhiridir. Gördüğümüz eşya şey’iyet
dediğimiz, hangi ismin tesirinde ise, o ismin zâhiridir o,
görüntüsüdür, suretlenmiş halidir. Ve o maddenin o varlığın rabba
ulaşması da, kendi rabb-ı hasının, yani kendi isminin vasıtasıyla
da, Rabba ulaşmaktadır. İşte denir ya, her varlığın rabba olan yolu
kendinden geçer, denilen bu ifadedir. Yani “her hangi bir kimse
rabbını dışarıda ararsa bulamaz. Ama kendinde ararsa bulur.”
Neden çünkü kendinden gayrı değildir, yolu kendinden geçiyor da
ondan. İşte onun için tevhid-i hakiki tasavvuf-u hakiki ilmi ne diyor
“kendine dön” diyor, evvelâ kendini tanı, hep yapılmaya çalışılan
da odur. kendimizi tanıyalım, onun için “nefsini bilen rabbını bilir”
deniyor, işte bu yöndendir. Hangi ismin tesiri altında isek rabbımız
odur, o rabbımız, o ismin hakikati ile de Allah’a bağlı olduğundan,
bireyin ancak o ismi kanalıyla miracını yapması Hakk’ı idrak etmesi
mümkündür.
Eseri o mevcut, olduğundan yani o ismin eseri o mevcut
olduğundan, onun suret-i zâhiresidir, o isim o mevcudun bâtınıdır.
Yani şu gördüğümüz, bir ismin suretidir, isim de bu suretin
bâtınıdır. İşte o isim zâhir ve bâtın, onda zuhura çıkmış oluyor,
faaliyete geçmiş olmaktadır. Yani hiçbir şey kendi kendine ne
toprak, üstünde ne toprak altında, ne fezada, kendi kendine
rastgele olmuyor. ve o isim o mevcudun bâtınıdır, ayrıca
hakikatidir. Vakıa her bir mevcut âlemlerin rabbı olan Allah’ın
mazharıdır, yani diğer bir yönden isimlerin zuhuru olduğundan,
isimler de, Allah’a bağlı olduğundan, sahibi Allah olduğundan, aynı
zamanda o ismin mazharı olmakla birikte, Allah’ın da mazharıdır.
Yani zuhur yeridir.
Fakat bu mazhariyet, mevcudattan her birinin, rububiyet-i
mutlakadan, mazhar olduğu ism-i hassın rububiyeti hassası
haysiyyetiyledir. Yani o özelliktedir. Bu mazhariyet mevcudattan,
yani Allah’ın o varlıkta, Allah’ın mazharlığı, herhangi bir varlıkta
mazhariyet mevcudattan, yani gördüğümüz bütün bu mevcutların
her birinin, rububiyet-i mutlakadan, yani mutlak rububiyetten
mazhar olduğu, yani zuhura geldiği, ism-i hassın, yani has isminin
rububiyet-i hassası haysiyyetiyledir. Yani hangi ismin nasıl bir
husiyeti varsa, o hususiyet ve özellik üzere o varlık zâhir olmuştur.
Zuhur etmiştir. Yani hiç birinin hususiyeti diğerine benzemez.
Hiçbir ismin suretleri birbirine benzemez. Neden, benzese ayrı
olmaz, ayrı isimler de ayrı hususiyetlere sahiptir. Bu mazhariyet
mevcudattan her birinin rububiyet-i mutlakadan mazhar olduğu
ism-i hassın, rububiyeti hassası haysiyetiyledir. Yani o miktar olan
hususiyetinin hususiyetidir. Yoksa mertebe-i uluhiyetten mutazammın olduğu, yani içine alan tamamının olduğu, esmanın küllisine
mazhariyet, her bir mevcut için müstahildir. Yani imkânsızdır.
Şimdi hususiyeti itibariyle aldığı bir mazhariyet vardır ama, bütün
uluhiyet hakikatlerinin mazharı olamaz değildir diyor.
187
Yani her bir varlıkta görülen, hangi ismin sureti orada zuhur
ediyorsa, oradaki zuhur o ismin hususiyeti kadardır. Her ne kadar
bütün varlık, Allah isminden, Allah’ın Zat’ından, varlığını mevcudiyetini, mazhariyetini alıyor ise de, ama oradaki tecelli hususi
tecellidir. Tamamı değildir, Allah ism-i cami isminin tamamı değildir
mevcudatta. Ancak her isimde Allah isminin de mevcudiyeti olması
dolayısıyla yine Allah’ın ismi vardır ama bâtındadır, yani ilâhi tecelli
vardır ama batındadır, onda zuhura gelen hususi tarafı yani bölüm
bölüm, varlıklarda olan kendine has özelliği ile zuhura çıkmasıdır.
Ve bir mevcutta bütün tecellinin olması mümkün değildir, demek
isteniyor.
Bu mazhariyet, bakın külli mazhariyet, ancak İnsân-ı kâmil’e
mahsustur. İşte böylece insanın özelliği ortaya çıkmaktadır. Külli
mazhariyet İnsân-ı Kâmil’e mahsustur. Zira İnsân-ı Kâmil, kaffe-i
esma-ı İlâhiyeye cami olan, bakın bütün isimlere cami olan Allah
isminin mazharıdır. Şimdi burada yine daha evvelce konuşulan, bir
mevzu vardı, bütün insanlar bu mazhariyet içindedir, bilen İnsân-ı
kâmil olmakta ve bunu yaşamaktadır. Aradaki fark odur. Yoksa
Cenâb-ı Hakk bütün insanlarda kendi Zât’i tecellisini ortaya
koymuştur, her şeyi ile birlikte, o yüzden ismi İnsandır.
Ama bilen ayn, bunu kim biliyorsa onun ismi, İnsân-ı Kâmil,
bilmeyen ise sadece insandır. Allah isminin mazharıdır, İnsân-ı
Kâmilden gayrı, hiçbir mevcudun bu mazhariyete isdidadı yoktur.
İnsân-ı Kâmil’de bütün esma-ı İlâhiye mevcuttur ve dengelidir,
bunun da en üst haldeki yaşam ve tatbikat sahası, peygamber
efendimizdir. Her peygamberde, bir ismin özelliği öndedir, bütün
esma-ı ilahiye vardır fakat bir ismin hususiyeti öndedir, mazhariyetine sahiptir, ama peygamber efendimizde, bütün esma-ı İlâhiye,
hepsi dengeli ve Hakk’ını almış olarak mevcuttur. İşte ilk İnsân-ı
Kâmil, tam kâmil olarak, peygamber efendimizdir, kâmil insân,
İnsân-ı Kâmil olarak. Her bir peygamber, İnsân-ı Kâmildir, ama
kemâlâtı kendi zamanının mertebesine göredir. O mertebenin
İnsân-ı Kâmilidir. Peygamber efendimiz ise bütün zamanların
İnsân-ı Kâmilidir. Külli tecelli en kemalli, ve hepsinde dengelidir.
Diğer peygamberlerde, kendi ism-i hassı daha üstte olarak zuhur
eder, bazılarında görüldüğü gibi, işte ama peygamberimiz de bütün
esma-ı İlâhiyye dengeli olarak zuhura çıkar ki, üstünlüğü oradadır.
Misal: Kendisinde mi'mârlık, hattatlık, ressamlık ve
marangozluk ve sâire gibi, birtakım sıfat olan kimse, bu sıfatlarının
icâbâtı olan isimler ile zâhir olmak murâd etse; ve meselâ
kendisinin ressam olduğunun bilinmesini istese, bir levha tersim
edip ortaya atar. Bu levha onun "ressam" isminin mazharı olur.
Zîrâ "ressam" isminin taht-ı terbiyesindedir. Ve bu şahsın
mütaaddid isimlerinden levhanın nasibi, hassaten "ressam" ismidir.
Maahâza o levha, o kimsenin rubûbiyyet-i mutlakası tahtında
olmaktan da vareste değildir. Çünkü bu şahıs o levhaya ilmiyle,
188
iradesiyle, kudretiyle ve sâir sıfatıyla da, mütecellîdir. Şu kadar ki
bu rubûbiyet-i mutlakaya o levhanın mazhariyyeti, ressam ism-i
hâssının, rubûbiyyet-i hâssası cihetiyle vâki' olmuştur.
Binâenaleyh levhanın mi'mâr, hattat ve marangoz ve sâir
isimlerin mazharı olması imkânsızdır. Zîrâ o levha bu isimlerin
mahall-i tecellîsi olmak isti'dâdını hâiz değildir. Fakat bu kimse
bütün esmasının zuhuruna müstaid olmak üzere, meselâ bir cami'
bina etse, bunda mi'mârlığı görünür. Ve üzerine güzel yazılar yazsa
hattatlığı; ve resimler yapsa ressamlığı; ve kürsüler i'mâr etse
marangozluğu meşhûd olur. Ve cami' o kimsenin ne kadar isimleri
varsa, cümlesinin mazharı olduğundan, resim levhasına nisbetle,
bir mazhar-ı kâmil olur.
Tekrar misale dönelim; kendisinde mimarlık, eğitimini yapmış
hattatlık ressamlık ve marangozluk (v.s.) gibi bir takım sıfat olan
kimse, bu sıfatların icabatı olan isimler ile zâhir olmak murad etse,
yani bu sıfatların hepsiyle kendisinde olan bu sıfatları ortaya
çıkarmayı murad etse, istese ve meselâ kendisinin ressam
olduğunun bilinmesini istese, yani yukarıdaki hususiyetlerinden
birisi olan ressamlığı ortaya çıkarmayı murad etse bir levha tersim
edip ortaya atar. Yani ortaya koyar. Yani levhanın üzerine kuş
resmi insan resmi manzara resmi, neyse ev resmi bina resmi, her
hangi bir şey yapsa bu levha onun ressam isminin mazharı olur.
Yani ressam isminin zuhur yeri olur.
İşte o resim ile kendindeki ressamlığını ispat etmiş olur. İşte bir
resim zuhura çıkarsa, o resim onun ressamlığının ispatı olur. Kimse
bir şey demese, o fiili ve fiziki ispatı olur. Artık lâfzi olarak ben
ressamım demesine gerek yoktur. İşte onun rabb-ı hasının Cemâl
isminin rabb-ı hasının, orada faaliyette olduğu anlaşılır. Bu levha
onun ressam isminin mazharı olur. Zirâ ressam isminin tahtı
terbiyesindedir. Yani ressam isminin terbiyesi altındadır, ki o
fırçaları öyle vurmuştur. O zanneder ki fırçaları kendi vuruyor,
halbuki onun rabb-ı hassı Cemâl ismi güzellik isminin ma’nâsı o
fırçaları ona vurduruyor. O kabiliyeti veren odur. o el değildir, o el
fırçayı tutan el aslında kendisi fırçadır.
Orada faaliyette olan esas isimdir. Bu âleti sadece bu fırçası
tuttuğu fırça neyse, bu eli de o ismin fırçasıdır. Yani bu eli memur
makamındadır. Esma eli faaliyete geçiriyor, el de fırçayı faaliyete
geçiriyor. Ama biz eli gördüğümüz için, eli ile boyadı diyoruz.
Boyayan da yapan da rabb-ı hasdır. Yani o projeyi o içerideki
arzuyu itici gücü veren rabb-ı hassıdır. Rabb-ı Hassı da Cemil
ismidir, veya Cemâl isminden kaynaklanıyor. İşte bu ismin
terbiyesi altındadır ve o resmi öyle yapar. Bu resim benzeri olduğu
gibi bütün işler de böyledir.
Hani bakıyorsunuz iki çocuk yan yana, ikisine de aynı resmi yap
diyorlar, birisi çok güzel bir resim yapıyor, birisi biraz daha ikinci
189
durumda yapıyor işte ikisinin de Rabb-ı hassı bir, ve oradaki
dereceleri farklıdır. Birinde diyelim o esmadan %30 var, birinde
%20 var, %30 olan daha güzel yapıyor, neden içerideki kabiliyeti
onu görüntüye getiriyor, fark istidat ve kabiliyette. Bu şahsın
mütead-did isimlerden levhanın nasibi hasseten ressam ismidir.
Şimdi burada dedi ya mimarlık, hattatlık, ressamlık, marangozluk,
işte o muhtelif isimlerden bu şahsın müteaddid isimlerinden
levhanın nasibi hasseten Ressam ismidir. Yani resmi yapan ressam
ismidir, ama ressam isminin esma-ı ilâhiyedeki karşılığı da Allah’a
bağlı olan isimlerden bir tanesidir.
Yani güzellik, Lâtif ismi olabilir, onu yaptıran ama zuhura resim
olarak çıktığından, ressam ismi onun rabb-ı hassı hükmündedir.
İşte böylece, o levha o kimsenin rububiyet-i mutlakası tahtında,
yani mutlak rububiyeti altında, olmaktan da vareste de değildir.
yani rububiyet-i mutlakası tahtında, mutlak rububiyet altında
olmaktan da ayrı değildir. çünkü bu şahıs o levhaya ilmiyle, bakın
şimdi hususide ressam esması ama, o resmi ortaya koymak için de
bir sürü yan isimlere ihtiyaç olduğunu söylüyor.
Bu levhaya ilmiyle, İradesiyle, Kudretiyle ve sâir sıfatıyla da
mütecellidir. Yani orada tecelli etmiştir sadece ressam ismi onu
yapmış değildir, o resmi yapmak için irade gerekiyor, resmi
yapmak için ilim gerekiyor, sanat gerekiyor, kudret gerekiyor ve
diğer sıfatları ile de mütecellidir. Yani asılda ana isim olarak ressam
ismi ama bunu faaliyete geçirmek için de bir sürü esma-ı ilahiye
lâzımdır. Şu kadar ki bu rububiyet-i mutlakaya yani mutlak
rububiyete o levhanın mazhariyeti ressam ism-i hassının rububiyyeti hassası cihetiyle vâki olmuştur. Yani orada belirleyici olan
ressam ismidir. Diğerleri yardımcı isimlerdir. O halde belirleyici
olan has isim ne ise, o isim verilir ona resim ismi verilir, ama o
resimin içinde irade var, kudret var, ilim var, bilgi var, her şey
vardır, ama o isim belirleyici resim olduğundan, resim ismi verilir.
Mazhariyeti ressam-ism-i hassının rububiyeti hassası cihetiyle
vaki olmuştur, binaen aleyh levhanın mimar, hattat, marangoz ve
sâir isimlerin mazharı olması müstahildir. Yani mümkün değildir.
yani onun bir çok özelliği var, oradan levhanın mimarlık ile
hattatlık ile ve marangozluk ile ve sâir isimlerin mazharı olması
mümkün değildir, dolaylı olaraktır, ama asıl ressam isminin
mazharıdır. Zira o levha bu isimlerin mahal-i tecellisi olmak
istidadına haiz değildir. şimdi o levhanın üstünde marangozluk
çalışılabilir mi, yapılabilir mi, yapılamaz o halde marangozluğu
zuhura getiremez. Hattatlık aynı resim üstünde yapılır mı,
yapılmaz, mimarlık o resimin üstünde yapılır mı yapılmaz, o kişide
bu özellikler de var ama, orada resim yaptığı için resmin çıkması
onun ism-i hassı resim, ressamlıktır. Diğerleri ise yardımcı
isimlerdir.
190
Fakat bu resmi yapan kimse bütün esmanın zuhuruna müsteid
olmak üzere, yani bütün isimleri kendisinde kabiliyet istidat olmak
üzere meselâ, bir cami bina etse diyelim ki mimarlık var, hattatlık
var, ressamlık var, marangozluk var, bunların hepsinin zuhura
çıkacağı bir varlık ortaya getirse, bina ortaya getirse bu kimse
bütün esmasının zuhuruna, yani o ressam olan kimse kendisindeki
bütün isimlerin zuhuruna müsait olacak zuhura getirecek istidat
olmak üzere meselâ, bir cami bina etse bunda mimarlığı görünür,
caminin üstünde, ve üzerine güzel yazılar yazsa, hattatlığı ve
resimler yapsa ressamlığı da, ve kürsileri imal etse marangozluğu
meşhud olur. Yani marangozluğuna şahit olunur.
Bu kimsede, mimarlık var, hattatlık var, ressamlık var,
marangozluk var, diye şahit olunur. Cami, o kimsenin ne kadar
isimleri varsa, cümlesinin mazharı olduğundan resim levhasına
nisbetle, bir mazhar-ı kâmil olur. Bakın İnsân-ı Kâmil’in misalini
veriyor,
Velâkin ahadiyyet-i İlâhiyyede kimse için kadem yoktur.
Zîrâ biri için ondan bir şey vardır; ve diğeri için de ondan bir
şey vardır, denilmez; çünkü O teb'îz, ayrışma kabul etmez.
İmdi O'nun ahadiyyeti bi'I-kuvve olan cemî'-i esmanın
mecmu'-udur (3).
Cenâb-ı Şeyh (r.a.), yukarıda "Allah" ismi ile müsemmâ olan
vücûdun, zât ile ahadî ve esma ile kül olduğunu beyan buyurmuş
idi. Yani geçmiş bilgilerde daha evvelki sayfalarda Allah ismi ile
müsemma olan, yani Allah ismi ile isimlenmiş olan vücudun
buradaki vücut; vücud-u Mutlaktır, bu beşer, madde vücut
ma’nâsına değildir, Vücud-u Mutlak denilen bütün varlığın aslı olan
gözle görülmeyen fakat mutlak olan vücuttur, bu mutlak vücut,
sonra vücud-u izâfi, sonra vücud-u şuhudi, olarak zuhura gelmiştir.
Bu vücud-u mutlak Allah’ın Zât’ında olan kendi varlığıdır.
Görülmesi, bilinmesi, parçalanması mümkün olmayan mutlak tek
bir vücuttur, Allah ismi ile müsemma olan vücudun, şuhut ismiyle
değil müşahede edilen vücut, denildiği zaman biz gözle görülür bir
şey zannediyoruz, bu öyle değil isim benzerliği vardır, Allah ismiyle
isimlenmiş olan vücud, yani Allah’ın Zat’ındaki kendi Zat’i halidir.
Onun ne olduğunu bilemiyoruz. İsim olarak böyle bildiriliyor,
Vücudun Zat ile ahadi, yani bu vücut zat ile Ahad, yani Zat ile bir,
Zat’ında bir, vücut ama parça parça zuhura gelmiş, her ismin bir
başka ma’nâda şekil göstermiş hali değildir. hepsi kendi bünyesindedir. Mutlak vücud tecelli olmamış ahadi, Ahad mertebesindeki
vücuddur. Ne ile, Zat ile Ahadi, Esma ile kül olduğu beyan
buyurulmuş idi.
Yani bu vücud Zat ile Ahad, isimleri ile kül, yani ayrı ayrı isimler
olmasına rağmen, isimler bir bütün külli bir isim olarak, böyle
olduğunu beyan buyurmuş idi, yani şu iki cümle ile daha evvelce
Allah ismini, Allah’ın özelliğini daha önce beyan buyurmuş idi.
191
Burada ise Ahadiyet-i İlâhiye-i Zâtiyede, İlâhi Zâti Ahadiyette
kimse için, kadem yani vücut ve sübut olmadığını, kadem ayak
demektir, yani kimse için orada bir varlık olmadığını, o sahaya
hiçbir ayağın basmadığı, ayağın dahi mevzubahis olmadığı bir
mertebeden bahsediliyor.
Şimdi de ahadiyye-i ilâhiyye-i zâtîyyede yani ilâhi ahadiyet
Zât’ında kimse için kadem, ya'nî vücûd ve sübût, olmadığını; yani
varlık ve sâbitlik, yani kimlik olmadığını, ve meselâ falan suret için
falan şey, esma âleminde bunlar meydana geliyor, ve falan suret
için dahi falan şey, sabit olmuştur denilemiyeceğini; çünkü orada
böyle bir şey yoktur, var ama bâtında vücud-u mutlaktadır ve
çünkü ahadiyyet parçalara bölünme kabul etmiyeceğini beyân
buyururlar. Ahadiyet mertebesi bir bütün Vücud-u Mutlak sâbit
burada herhangi bir ayrışma ayrılma diye bir şey yoktur. İşte orada
varlık kademi yoktur, yani şu falan şey için şudur, filan şey için
budur diye bir ayırma yoktur.
Ma'lûm olsun ki, ahadiyyet mertebesinde ne isim ve ne de
resim yoktur. Bu mertebeye verilen "vücûd-ı mutlak" ismi,
zihinlere anlatmak için vaz' olunan bir ıstılâh-ı mahsûstan ibarettir.
Yani vehimlere anlatmak için bir isimdir, bu mertebe sadece
Ahadiyet mertebesi. Yani vehmin, aklın oraya ulaşması mümkün
değildir. yani kişiler hayellerinde böyle mutlak bir vücudun
olduğunu, anlamaları içindir deniyor. İşte biz vücud dediğimiz
zaman bir şekil bakıyoruz, mevcud arıyoruz, bu vücud-u mutlak
denen şey mutlak kendine ait mutlak olan bir şeydir. Ne olduğu
zuhurlar tarafından bilinmesi mümkün değildir.
Şimdi şöyle diyelim bu vücud-u Mutlak denen şey, bu sehbanın
üstü vücud-u mukayyet, vücud-u izafi, vücud-u şuhudi denilen şey
bu sehbanın altıdır. Altta olanın yukarısını anlaması mümkün
değildir. yani beşere ait herhangi bir özellik, oraya ulaşması
mümkün değildir. Anlatımları var ancak bu anlatımlarla, kişi kendi
şuurunda onun varlığını sadece kabul etmekte, ama niceliğini
niteliğini hiçbir şekilde ortaya getirememektedir, eğer getiriyor ise,
kendi hayalinden kendi varetmiş olur. İşte gerçek tenzih budur,
tenzih-i mutlak işte tenzih mertebesi burada
‫َﻐَﲎﱞ َﻋِﻦ‬
ِ ‫ا ِ ﱠن اﻟﻠﱠﻪ َ ﻟ‬
‫اﻟَْﻌﺎﻟَِﻤَﲔ‬
âlemlerden
29/6
âyetinde
buyurur.
“Allah
yani
suretlerden ve şekillerden münezzehtir” işte biz bunu hayali ve
vehmi olarak, Allah âlemlerden ganidir diye oraya, ötelere
atıyoruz, bu âlemlerle hiç ilgisi yoktur diyoruz, bu hiçbir şekilde
gerçek ma’nâda islâmi bilgiye ve anlayışa uymayacak bir anlayış
tarzıdır. Ama ne yapalım ki zâhirde çok basit olarak, Allah’ın varlığı
ötelerde yani en azından bir Allah’ın varlığına inanma yolu olduğu
için, yapacak diyecek bir şeyimiz de yoktur.
192
Burası şuhudi vücud, mutlak vücudun kayıtsız ve şartsız olan
vücud-u mutlakın ahadiyet mertebesindeki vücud-u mutlakın
suretlenmiş olan şuhudi vücududur bu âlemler. Ama mutlak vücud
bu âlemlerle kayıd altına girmiş demek değildir, yani bu âlemlerde
göründü de, bu âlemlerin bâtını oldu da, bu âlemlerin içinde
sınırlandı ma’nâsına değildir. Ahadiyette Cenâb-ı Hakk diye isim de
yoktur, Allah ismi de yoktur, sadece “Ahad” tek ma’nâsınadır,
bakın orada “bir” de değildir, tektir, Vahidiyet mertebesi “Vahid”
bir, “Ahad” tek demektir. Bir’in birleri olmakta ama tek’in tekleri
olmamaktadır. “TEK” bir tanedir, ama “BİR” bir, bir, bir diye tesbih
tanelerinde olduğu gibi bir sürü “bir” vardır. İşte Vahid ile Ahad
arasındaki fark budur. Hani
‫ْﻗُﻞَُﻫﻮ اﻟﻠﱠﻪُ َاَﺣٌﺪ‬
dediği bu AHAD’dır.
Yoksa bizim anladığımız ma’nâda değildir. İhlas Suresinin en
sonunda
‫َﱂَْ ﻳ َ ﻜُْﻦ ﻟَﻪُ ﻛًُﻔُﻮا َاَﺣٌﺪ‬
‫ و‬gene
“AHAD” işte eşi olmayan
“AHAD” tektir. Vahidiyetin ikisi üçü dördü beşi vardır, vahidiyette
zâten kesret başlıyor. isneyniyet mertebesi, ikilik, üçlük, beşlik
mertebesi orada başlıyor. “Ahad” tek, “Vahid” bir ama oradaki bir
bütün birlerin bir olduğu bir birdir. Vahidiyetin de içinde kesret
yoktur. Bütün âlem külli olarak. bir birdir. Vahidiyet mertebesinden
bakıldığı zaman. Bu mertebeye verilen Vücud-u Mutlak ismi bakın
evhama anlatmak için, yani fehim olarak idrake anlatmak için
sadece bir ıstılahtır. Vaaz olan bir ıstılah-ı mahsusadan ibarettir,
oraya tahsis edilmiş bir ıstılahtır, yani bir isimden ibarettir, din
terminelojisinde kullanılan bir kelimedir. Bunu bir başka şekilde de
ikinci bir isim veya sıfatla anlatmak mümkün değildir. Zat kendi
mertebesine kendine bu ismi vermiştir. “Ben orada AHAD’ım “diyor
peki o AHAD’dır, kim söylüyor bunu Kur’an-ı Kerim’de kendisi
söylüyor. Yani Uluhiyet mertebesinden Allah’tan kelâm yoluyla
sıfatsızlık bize geliyor kelâm sıfatıyla, “Ahad” ismiyle anlatılıyor.
Bakın İhlâs suresinin hakikati nerelere gidiyor.
Ahad’dır diyor ama Allah kendini Ahadiyetle vasf ediyor, diğer
şekliyle Ahadiyet kendini Uluhiyetle vasf ediyor. vasf edilen vasf
edilmişi, gene kendi anlatıyor. Allah vahidiyet, Uluhiyet
mertebesinden diyor ki “O Ahad’dır” yani benim hakikatim Ahad’dır
diyor, Allah diyor bunu kul demiyor, çünkü kulun o ilmi bilecek hali
yoktur. İşte Kur’ân-ı Kerîm o kadar müthiş, ilâhi bilgiler veren bir
kitaptır, sadece muamelât bilgisi değildir, yani sosyal yaşam bilgisi
değildir, peki ne bilgisidir? mertebeler arası, uluhiyet bilgilendirme
klavuzu diyelim, yahut özelliği hassası, bilgisidir diyelim.
Binâenaleyh bu mertebede fiilen sâbit olmuş bir vücûd yoktur
Ahadiyet mertebesinde. Ne kadar kesret-i nisebiyye ve vücûdiyye
varsa, yani ne kadar nisbi benzer, vücudiye varsa cümlesi O'nda
toplu olarak kuvvededir. Yani O’nun batınında özündedir, hakikatindedir. Orada her şey mevcuttur. “tekbir “diyoruz, tekbir
193
getirdiğimiz zaman ne diyoruz;? “Allahüekber” diyoruz değil mi,
şimdi ilk baktığımızda bir çok Allah’lar var da bizim Allah’ımız en
büyük, “Allahüekber” Allah en büyük demektir. O zaman birkaç
tane Allah var ki, en üstünü bizim Allahımız olmuş olsun. Tabi ki
öyle değildir, hemen bu anlaşılıveriyor. “Allahüekber” Allah Allah’
ise “ekber” demeye gerek yok, çünkü misli yok, misli olanın
arasında büyük küçük diye söz konusu bir şey olur, Allah bir ise
büyük demeye küçük demeye zâten gerek yoktur, çünkü bir
benzeri yok ki aralarında bir ayrım gereksin.
Bir mertebe itibariyle, zuhur mertebeleri itibariyle bütün Esma-ı
İlâhiyenin Sıfat-ı İlâhiyenin isimlerinin içinde “Allah” ismi en büyük
isimdir. Yoksa başka başka Allah’lar var da O en büyük değildir.
Esma-ı İlâhiyenin içinde en büyük isim, yani faaliyet sahasında
olan en büyük isimdir, yoksa faaliyetin üstünde olan isim “AHAD”
ismidir, Allah isminden daha üstündür bu mertebede. Abdül Kerim
Cili İnsân-ı Kâmil kitabında bu bahsi çok güzel ifade etmiş, “Bir
mertebede Allah ismi Ahad isminden üstündür” diyor. “bir
mertebede de AHAD ismi Allah isminden üstündür”
Şimdi ona bakalım, “Tekbir” diyoruz değil mi, işte “tek’bir”
kelimesinin içinde biz bu mertebeleri zâten ifade ediyoruz ama
farkında değiliz. “Allahuekber” Ahadiyet mertebesinde TEK,
Vahidiyet mertebesinde BİR, oldu “TEK’BİR”. İşte “Allahuekber”
dediğimiz zaman duygusal ma’nâda benim Allah’ım büyüktür
demek değildir. tabi o da geçerlidir, her mertebede bir başka
geçerlisi vardır, ama irfan ehline göre tek bir olan zâten odur, onun
için tekbir getiriliyor. Bayram namazlarında şurada burada yapılan
tekbirler bu ma’nâdadır. Ahadiyet mertebesinde TEK, Vahadiyet
mertebesinde BİR, bunun lâfsi dönüşümü de “Allahüekber”. Şimdi
ahadiyet mertebesinin, Uluhiyet mertebesine göre üstünlüğü,
Ahadiyet mertebesi bir bütün olarak misal veriyor, bir duvara
benzetirsek, duvarın içerisinde boya var, kum var, çimento var,
tuğla var, yani malzemenin hepsi içerisinde mevcuttur. Ama
batınındadır, içeridedir gözükmüyor. Onun içinde zuhurda olan
Allah esması da vardır. İşte bu mertebede bu misalde AHAD ismi
Allah isminden üstündür. Ama diğer şekilde ise Ahadiyet isminin
zuhuru Allah isminde göründüğünden yani Allah ismi vasıtasıyla
Ahadiyette ne varsa zuhura çıktığından, Ahadiyetin zuhura
çıkmasına sebep olduğundan “Allah” ismi üstündür.
Eğer Ahadiyetin Uluhiyet ile zuhura çıkması olmamış olsa
Ahadiyet bilinmemiş olacaktır. İşte şu konuşmalarımız, Allah
esmasının zuhuru altında olan konuşmalar, ve idrak etmeler
olduğundan biz bu şekilde Ahadiyeti anlamaya çalıştığımızdan
vesile olduğundan daha faydalıdır. Yani üstün de tabiri kullanılır,
ama üstünlük altlık diye isimler arası bir çekişme olmasın diye,
daha faydalıdır Allah isminin zuhuru, zâten öyle olmasaydı bu
âlemler Allah isminin zuhuru olmazdı. Ve esmâ-i ilâhiyye
194
yekdîğerinden farklı bir halde değildir; yani o mertebede bütün
esma-ı ilâhiye birbirinden ayrılmış değildir, zuhura çıktığı zaman
birbirinden ayrılıyor, ve hepsi O'nun aynıdır. Ve zât-ı ahadiyyet
cüzlere ayrılan olmadığından, orada bir cüz'ü falan, ve bir cüz'ü de
falan şey içindir denemez. Binâenaleyh "Allah" ismi ile müsemmâ
olan zâtın ahadiyyeti, O'nda kuvvede bulunan kâffe-i esmanın
mecmû'udur. Zîrâ yukarıda beyân olunduğu üzere esma ile küldür.
‫اﻟﺮﱠﺟ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﻄَﺎن‬
ِ ‫ﺑِﺎﻟﱠﻠﻪَِﻣﻦ اﻟ ْﺸﱠﻴ‬
ِ ُ‫اَﻋُﻮذ‬
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ ﴾ ْﺑِﺴِﻢ‬١﴿
Bu akşam 27/10/2011 Perşembe akşamı Hatice annemizin
evindeyiz, bu bölümün mevzuu Kazâ ve Kader hakkında idi ona
devam ediyoruz, ilgisi olması cihetiyle Fusus’l Hikem cilt 2 İsmâil
Fass-ı sayfa 140 2. Paragraftan devam ediyoruz.
Misâl: Bir çekirdeğin içinde dallarıyla, yapraklarıyla,
çiçekleriyle, meyveleriyle beraber bir ağaç vardır. İncirin içini
açtığımızda minicik çekirdekleri var ya işte onun içerisinde ağacı da
var, yaprakları da var, dalları da vardır, kendi incir meyvesi de
vardır, kendi kendini halk etmektedir, bakın o çekirdek. Yani o
çekirdek toprağa ekildiğinde, o çekirdek bozulmaktadır, bir kısmı
aşağıya doğru uzayan bir kısmı yukarıya doğru uzayan, dallar
budaklar salmakta, büyümekte yaprakları çiçekleri olmakta
çiçekleri meyveye dönmekte, bakın başlangıçta o çekirdek
bozulduğu halde çatladığı, patladığı halde aynı çekirdek gene kendi
aynını imal etmektedir. Nasıl bir ilim ki, kimse de buna müdahele
etmemektedir. Kendi kendine olmaktadır. Yapraklarıyla çiçekleriyle
meyveleriyle beraber o elimizdeki çekirdek içerisinde bir ağaç
vardır.
Fakat bu ağaç kuvvededir, yani iç bünyededir, henüz fiile
çıkmamıştır; o ağaç dalları olarak zahiren o çekirdeğin içine
sığmaz. Fiziken sığmaz, ama bâtını itibariyle o, o çekirdeğin zâten
içindedir. Bakın Cenâb-ı hakk’ın sanatı ne kadar büyük, bir minicik
çekirdek içerisinde 40-50m boyu olan genişliği 20-30 m olan
ağaçları o çekirdeğin içine sığdırmıştır. Fakat bu ağaç kuvvededir
yani çekirdeğin içindedir işte bu çekirdeğin içinde olan orada
gözükmeyen ağaç izâfi yokluktadır. Mutlak yoklukta değildir.
Elimizde çekirdek var, ağaç yok ama kuvvede, ama o çekirdeğin
içerisinde vardır, fakat göremediğimiz için buna izâfi yokluk
deniyor. Yani isimlendirilmiş yokluk, şu anda yok ama gelecekte
çıkacaktır. İşte mutlak yokluk ile izafi yokluk arasındaki fark budur,
bütün âlem bu izafi yokluktan meydana gelmektedir, mutlak
yokluktan değildir.
195
Bu âlemde yaratılma diye de bir şey yoktur. Yaratılma daha
evvel olmayan bir şey ve bizim Allah’ımızda olmayan bir şey olması
gerekiyor, bir başka Allah olacak, bizim Allah’ımızda olmayan bir
şey olacak, ondan emanet alacak, ödünç alacak, kendinden de bazı
şeyler koymak suretiyle, kendinde olmayan Allah’ta olmayan bir
şeyi ortaya çıkarmış olacak. Yaratma bunu gerektirir. Ama bu
âlemde böyle bir şey söz konusu değildir. Yaratma diye bir şey
yoktur, yoktan var etme varlıkta “yok” diye bir şey yoktur. Mutlak
yok diye bir şey yoktur. Yokluk iki türlü izâfe ediliyor, birisi Mutlak
yokluk, birisi de izâfi yokluktur. yani şu anda yok, var ama
göremediğimiz için biz ona yok diyoruz. Mutlak yok değildir. bu
âlemde mutlak yok diye bir şey de yoktur.
Yani mutlak ma’nâda yokluk diye bir şey yoktur. Sadece isim
vardır, mutlak yokluk diye bir isim vardır, ama gerçekte bu yoktur.
Fiilen, fiziken, şuhuden, gayben de yoktur. Şimdi yokluğu kabul
edersek şu odanın içine yok diye bir saha çizmemiz lâzımdır. Yok
diye o sahayı çizdiğimiz zaman o çizgi onun varlığını gösterir.
Zâten yok olmadığını gösteriyor. yok diye bir şeyin mümkünü yok,
eğer yok diye bir şey kabul etsek bile, yani geçici olarak, o zaman
o bizim Allah’ımızın hükmünün dışında olan bir hüküm olacaktır, o
yokluğa bir vücut Uluhiyet isnat etmiş olmamız lâzım gelecektir.
Yoku var olarak kabul edersek bu mülkün içerisinde ayrı bir Allah
olmuş olacak. Öyle bir şey de mümkün olmadığına göre yani
mutlak ma’nâda yok diye bir şey yoktur.
İzâfi ma’nâda yok, o da şu anda yok, şimdi yok. Ama gelecekte
var olacaktır. İşte Cenâb-ı Hakk’ın Kur’an-ı kerim’de “Ceal” dediği
şey budur. Murad etmesi, yani zuhura gelmesini murad etmesidir,
tefsirleri açtığımız zaman, genelde bu kelime hakkında, yarattı
ifadesi kullanılıyor. Ne kadar yanlış, her yönüyle yanlıştır. Bu bilgi
içerisinde gerçek hakiki bilgiye ualaşmak mümkün değildir,
hayalimizde bir Allah var ediyoruz, O Allah şunu yarattı, bunu
yaratmadı, diye o kelimeleri de biz hayalimizde uyduruyoruz, bu
şekilde de Allah’a ulaşacağımızı zannedyoruz. Gözümüzün önünde
olan Rabbımızı ötelere atıyoruz, yokluğa gönderiyoruz, izâfi
yokluğa gönderiyoruz.
İşte bu ağaç çekirdekte kuvvededir, çekrdekteki ağaç onun
batınındadır, kuvvesindedir, henüz fiile çıkmamıştır ve icmaldedir,
yani toplu cem halindedir. Çekirdeğin içinde hepsi cem halinde
topludur. Henüz tafsile gelmemiştir.
Açılmamıştır, tafsilata
gelmemiştir, teferruata geçmemiştir. Ve çekirdek içinde mündemiç
olan bu ağaç, o çekirdiğin aynıdır. Ve onun dalları, yaprakları ve
çiçekleri ve meyveleri birbirinden üstün değildir. Hatta o çekirdeğin
dalları yaprakları meyveleri dahi ağacın dalından yaprağından
üstün değildir. hepsi birdir çünkü aynı şeyin özellikleridir.
Çekirdeğin zâtı ahadiyyet üzeredir; çekirdeğin bütün bunları
toplu halde tuttuğu bir zâtı vardır, nasıl her varlığın merkezi var
196
zâtı vardır, işte o çekirdeğin zatı bunları bünyesinde tutan ahadiyet
üzeredir. Çekirdeğin içinin yarılmasıyla işte belirli toprak içinde
kaldığı süre sonunda rutubetin ısının uygun olması ile aldığı bir
uyarı var, çekirdeğin açılma vaktinin geldiğinde aldığı bir uyarı
vardır. Hani bahar gelince toprağa cemre düşüyor, evvela havaya
sonra suya daha sonra da toprağa düşer cemre, işte cemre
dedikleri şey budur. Yani bütün mevcudattaki hayata geçecek olan
gerek çekirdek gerek böcekler gibi şeyler onları uyarıyor, o cemre
dediği şey, vakti gelince onları cem’an uyandırıyor.
Hepsi de birlikte nüfus ederek onları uyarıyor, nasıl bilgisayar
Mouse ını tıkladığımızda bir programı açarız, işte onu uyarıyor
açılmasını sağlıyor. İşte cemre denilen şey budur. Düşen şeyi fiziki
olarak gören var mı, ama eskiler bunu tesbit etmişler, nereden
böyle tasavvufi yoldan tesbit etmişler, tecrübelerle de o günlere
denk geldiğini müşahede etmişlerdir. Hersene aynı günlere geldiği
için o anda bir uyanıklık olduğu için işte burada madeni ruhun
uyanmaya başlamasıdır o cemrelerin düşmesi. Ve o belirli bir ısı ile
harekete gelmesi, hepsi birden birlikte, adeta toprak altında
sözleşmişler gibi çıkmaya başlıyorlar.
Bakıyorsunuz buğday tarlası bir karış yükselmiş hepsi aynı
yükselmiş genelde neden birisi uzun birisi kısa kalmamış, ama
yarım cm veya bir cm fark edebiliyor, ama genelde hepsi aynı
boydadır. Demek ki aynı anda hepsi uyarılmış hepsi aynı anda
faaliyete geçmiştir. Birisi bir ay evvel bir bölümü tarlanın uyarılmış
olsa bir bölümü bir ay sonra uyarılmış olsa bir bölümü kısa bir
bölümü yüksek olacaktır. Çekirdeğin zâtı ahadiyet üzeredir. Zâtı bir
bütün üzeredir, çekirdeğin sıfatlarının açılması var, çekirdeğin
üzerinde de bütün bu esma-ı ilâhiye vardır, nisbi ma’nâda azar
azar da olsa her şeyde her şey vardır.
Yani bütün varlıkta her zerrede Cenâb-ı hakk’ın bütün esma-ı
ilahiyesi mevcuttur. Nasıl bir saltanattır zerreye bütün esma-ı
İlâhiye sıfat-ı ilâhiye Zât-ı ahadiye sığmış vaziyettedir. Yani her bir
zerre bir ilahi programdır. Eğer öyle olmazsa, şimdi bir bahçe
düşünelim 300 m2 bir yere soğan sarımsak ekiyorsunuz, değişik
yerlere eksenizde soğan sarımsak her ektiğiniz yerden çıkar.
Neden bir tarafında sadece sarımsak diğer tarafından sadece soğan
çıkmıyor, nereye neyi ekerseniz hepsi çıkıyor. Karışık ektiğimizde
de aynı toprak, aynı su, aynı güneş, ama renklerine bakıyorsunuz
farklı farklı oluyor, bunlar bizim gözümüzün önünde, bize hibe
edildiği için fazla değer arz etmiyor, ama bir yok olmaya
başladığında o zaman kıvranmaya başlıyoruz. İşte seralar gitti
patlıcan şu kadar oldu, üzüm bu kadar oldu, nefsimize tesir ettiği
zaman yani biraz bizden fazla para çıktığı zaman aa.. eksilmiş
diyoruz. Ama fazla olduğu zaman düşünmeden çöpe bile atıyoruz.
Çekirdeğin zâtı ahadiyet üzeredir, sıfatlarıyla ve isimleriyle ve
fiil olarak ortaya çıkmaktadır. O’nun her sıfatı her esması her fiili
197
kendi istikametinde ortaya çıkıp o ağacı oluşturuyor. Zâtında toplu
olanlar sıfatları isimleri ile beraber ortaya çıkıyor. Şimdi kökü
kahverengi oluyor, taze dallları ve yaprakları yeşil oluyor,
meyveleri cinsine göre her renkten alabiliyor, sonra meyveleri ekşi
tatlı kendisine göre oluyor. İşte bunları oluşturan hangi esmanın
hükmünde iseler kontrolunda iseler bunu o esmalar yapıyor. İlâhi
isim ne istikamette ise üretecekse o orada faaliyete geçiyor ve onu
üretiyor.
Biz de bakıyoruz ki kirazlar olmuş, çiçek açmış çağla olmuş,
kızarmaya başlamış, olgunlaşmış, topla ye, fakat kendisinde
bilkuvve olan ağacın ve teferruatının ve bu ağacın meyvelerindeki
çekirdeklerden zincirleme nihayeti olmayarak zuhur edecek olan
ağaçların ve onların teferruatının tamamının mecmû'udur. Bakın
şimdi bir çekirdek böylece de bir defa bir sene ekildi, bir ağaç
meydana geldi, o ağacın çekirdeklerinin hepsi toplandı ve bir tek
noktaya ekilen çekirdek yüzlerce çekirdeğe dönüştü bir sene
içerisinde o yüzlerce çekirdeği yüzlerce yere ekip on binlerce,
milyonlarca
çekirdeğe
ulaşmak
mümkündür.
Milyonlarca
çekirdekleri tekrar toprağa ektiğimizde kısa bir sürede bir tek
çekirdek bütün dünyayı kaplayacak kadar üretim meydana
getirmektedir.
Ağacın çekirdeğinden müteselsilen, yani onun çekirdeğinden
diğer ağacı onun çeklerinden diğerini, böyle böyle sonsuz olarak,
nihayetsiz olarak, zuhur edecek olan ağaçların ve onların
teferruatının kâffesinin mecmuudur o tek bir çekirdek. Hepsi onun
içinde mevcuttur. Diyelim ki bir ceviz çekirdeğinden bir ağaç oldu,
o büyüdü binlerce ceviz verdi, binlerce cevizi ektik milyonlarca
ceviz verdi, misli misline artarak yani bir tek cevizden bütün
dünyayı ceviz ağacı yapmak mümkündür mevsim uygun olsa. İşte
o bütün dünyanın ceviz ağaçları bakın başlangıçtaki bir tek
çekirdeğin içindedir. İşte bu Allah’ın sanatıdır. İşte bir olan Âdem
(as) dan bütün bizler ve kıyamete kadar gelecek olan nesillerde
Âdem (a.s.) ın kendi varlığında Âdem çekirdeğinde mevcuttu.
İmdi Cenâb-ı Şeyh (r.a.) yukarıda her bir mevcudun bir Rabb-i
hâssı olup, yani âlemde ne varsa her bir mevcut gerek canlı, gerek
cansız, insan ve diğer varlık türünde ne varsa her bir mevcudun bir
rabb-ı hassı olduğunu bildirmişti. Rabb-ı Has, yani o mevcudun has
terbiye edicisidir. Yani öz rabbıdır. Nasıl ki bir çocuğun has rabbı
öz, ilk rabb-ı hassı annesi ise ve o çocuk farkında bile olmadan
“anne” diye ilk sıkıştığında sarılıyorken, baba da rabbı ama babaya
gitmiyor, babaya ikinci tercih olarak anne yönlendirir ise gidiyor. O
mevcudun rubûbiyyet-i mutlakadan yani mutlak rablıktan o varlığın
nasîbi, ancak o ism-i hâs olduğu kadardır. Yani herhangi bir
varlığın ism-i hassı o mevcutta ne kadarsa onun nasibi o kadardır.
Şimdi de mevcudattan her birisinin, kendi Rabb-i hâssı olan
isme göre saîd olduğunu ve her bir mevcûddan Rabb-i hâssı râzî
198
bulunduğunu beyân buyururlar. Ve mevcudatın, kendi Rabb-i
hâslarının sırât-ı müstakimi üzerinde nasıl yürüdükleri, Fass-ı
Hûdî'de tafsil olunmuştur. Şimdi her bir mevcuttan rabb-ı hassı razı
bulunduğunu beyan buyuruyorlar. Varlıkta ne kadar mevcut varsa
bu mevcutlar kendilerini rabbı hasları meydana getirdiği için hayat
bulma sebebi rabb-ı hasları olduğu için her bir mevcut ne şekilde
olursa olsun, zuhura gelmelerine rabb-ı hassı sebep olduğu için her
bir mevcut kendi rabb-ı hasından, kendini ortaya getirdiği için.
memnun olmaktadır.
Her birisinin kendi rabb-ı hası olan isme göre said olduğunu
kendine göre said olduğunu, ama diyelim ki orada Mudil ismi zuhur
etti, Mudil, Hâdi ismine göre Mudildir, kendine göre her bir varlık
kendini ortaya çıkardığından hepsi said olmaktadır. Yani kendisi
itibariyle saadet ehlidir. Neden, zuhura çıktığı için saiddir. Bakın
hayat neşesini kazanmış oluyor, bundan büyük saadet olur mu,
yani varlık bâtında iken hangi tür varlık eşya olursa olsun zuhura
geldiğinden raksetmekte neşe bulmaktadır. Eksi veya artıyı biz
meydana getiriyoruz. Burada eksi ve artı hükmüne giriyor.
Ama kendi özü itibariyle her varlık rabb-ı hassı hükmünde
saiddir. İsimleri değişik olabilir, zıt isimler olabilir, kendi kemalinin
saididir. Eğer oraya bir başka bir şey yapılsa o zaman zulum
edilmiş olur. Her bir mevcuttan rabb-ı hası razı bulunduğunu beyan
buyururlar. Şimdi bu mevcudu meydana getiren bir rabb-ı has var,
işte o rabb-ı hass bu mevcutta zuhura çıktığı için o rabb-ı has o
mevcuttan razıdır. Rabbı hası faaliyete bu mevcutla çıktığı için
razıdır. Mevcut da kendi rabbından razı çünkü mevcut olmayı
meydana çıkardı. O zaman bir bakıma göre rabb-ı has merzi,
mevcut da razıdır, yani rabbından razıdır. Bir bakıma rabb-ı has
zuhura çıkardığı için merzi, rabb-ı has razıdır.
Yani her iki taraf da değişik şekilde hem razı hem de merzidir.
İşte gerçek raziye, merziye mertebesi budur. Yoksa kitaplardaki
sadece bir yaklaşımdır. Her mertebenin raziyesi merziyesi vardır.
sadece dördüncü dersteki raziye merziye değildir. O bir hakikati
belirtmek içindir ve oraya dikkat etmek içindir oradaki raziye
merziye mertebesi. Mevcudat ayrıca kendi rabb-ı haslarının sırat-ı
müstakıymi üzerindedir, yani onun nasiyesinden tutmuş çekmek-
‫ۤﺑﱠﺔ ا ِﻻ َُﻫﻮ ِاَﺧٌﺬ‬
ٍ ‫َ ﻣِ ْﺎﻣﻦ َدا‬
‫ﺘِﻬﺎ ا ِ ﱠن َ ﱢرﰉ َﻋﻠَﻰ َِﺻﺮ ٍاط ُ ْﻣﺴ ِﺘَﻘ ٍﻴﻢ‬
َ َ ‫ﺑِﻨَﺎﺻﻴ‬
ِ
11/56 perçeminden
tedir diye hud suresinde belirtilmektedir,
tutmuştur, Rabları onu kendi yollarına götürmektedir, bu da onun
sırat-ı müstakıymi yani her varlık sırat-ı mustakıym üzerinedir.
ancak biz sırat-ı mustakıymi tek taraflı “Hadi” isminin zuhuru
olarak sırat-ı mustakıym o mertebede öyledir, ama her varlık kendi
sıratının üstündedir. Kendi yolunun üstündedir, eğer bütün sıratlar
199
tek yöne gitmiş olsalar, zâten bu âlem tek taraflı olurdu, böyle bir
şey de olmazdı. Yani sırat-ı mustakıym her varlığın kendine göredir
ve her varlığın kendi sıratı da bir başka yöne gitmektedir. Kendi
doğrultusunda gitmektedir.
Program olarak rabb-ı has esma-ı ilâhiye isimdir. ama bunun
meydana çıkması için amele olan toprakta anasır-ı erbadır.
Mevcutların hepsi kendi istikametinde saiddir, ama orada zahire
göre görülen ters de olsa kendinin saididir. Yani kendine göre
saiddir, karşı tarafa göre düşük de olsa o kişi kendi yolunun
saididir. Şimdi bu saksı mavi boyanmış, ötekisi siyah boyanmış,
öteki lâcivert öteki mor boyanmış ama bunlar bir birlerine göre
farklı, zıt durumdalardır, işte hepsi kendi doğrusu üzeredir. Kendi
doğrusu da onun saadetidir. Mavi boyanın mavi olarak çıkması
mavinin saidliğidir. Siyahın siyah olması saidliğidir. Beyaza göre
kesif, zulmettir siyah, ama kendi saididir. Bunlar bilinmezse gerçek
ma’nâda bu âlemde yaşadığımızın bir ma’nâsı olmaz, bu dünyadan
ezberle yaşamış gelmiş gitmiş oluruz.
Ve saîd Rabb'i indinde marzî olan kimsedir. Halbuki
hazret-i vücûdiyyede, Rabb'i indinde marzî olmayan kimse
yoktur. Zîrâ o Rab, onun üzerine rubûbiyyetini ibkâ eder,
baki kılar. Böyle olunca o kimse, Rabb'i indinde marzidir.
Marzî ise saîddir yani razı olunmuş ise saiddir.(4).
Ya'nî saîd kendisini terbiye eden ism-i hâs indinde marzî olan
kimsedir. Bakın ism-i hassın indinde, yanında her hangi bir kimse
burada insanlardan bahsediyor, yukarıda eşyadan da bahsetmişti.
Said şuna derler ki diyor; kendisini terbiye eden ism-i has indinde
merzi olan kimsedir. Yani kendisini terbiye eden ism-i has indinde
marzi olan yani razı olunmuş olan kimse saiddir. Yani bir zuhur
ortada görülen bir isim bir insan o insan hangi ismin tesiri altında
ise o ismin tesirini zuhura çıkarması onun merzisidir, yani isim
ondan razıdır. Razı olunan ise saiddir. Zîrâ o ism-i hâs onun
nasiyesinden tutup, kendi sırât-ı müstakimi üzerinde yürütür.
Burada kendi derken ismin kendisidir. İsim mevcudu nasiyesinden
tutmuş kendi istikametinde onu götürür.
Ve merbûbun yani rab olan o isme bağlı olan merbub yani o
kişi bu yol üzerinde yürüyüşü cebrîdir. Ama rabb-ı has, a’yân-ı
sabite mec’ul olmadığından bu cebriyet kendinden yine kendinedir.
Yani ikinci bir varlık yoktur ki cebir olmuş olsun. Cebir ikilik
gerektiriyor. Merbubun bu yol üzerinde yürüyüşü cebridir. Şöyle
diyelim; bir üzüm fidanı aldık aşıladık, o üzüm fidanının içerisinden
geçen öz suyu var, o öz suyunun içinden geçeni onun rabbı hası
toprağa emrediyor ki şu sudan buraya vereceksin şu kimyayı
karıştıracaksın o çubuk siyah üzüm yapacak, sarı üzüm yapacak
beyaz üzüm yapacak, diye rabb-ı hası orada onu tesbit ediyor.
200
İşte diyor ki kırmızı üzüm çıkacaksa rabb-ı hassı kırmızı üzüm
çıkaracak suyu oraya koy diyor, cebir dediği budur, halbuki bu
cebir ifadesi ile kullanılan mevcudun mahsulün alınması için lâzım
gelme mecburiyetidir. O suyun o kökten geçerken o üzümü o
elmayı yapması için o tür eczayı oraya vereceksin demesi rabb-ı
hass programı, işte o mecburiyettir. Eğer ona cebretmese elmadan
portakal portakaldan elma çıkar. İşte bu da dışarıdan bir cebir
değil, kendi programının iradesi manasına bir cebirdir.
Binâenaleyh Rab olan o ism-i hâs merbubundan razıdır. Şimdi
orada üzüm meydana geldi ya o rabdaki program da o toprağa
havaya suya dediki şu eczayı oraya göndereceksin, oradan
neticede üzüm geldiği zaman o rabb-ı has o üzüm olduğundan
ondan razıdır. Üzüm merzi, esma razı olmuş oluyor. Şimdi bu esma
yönündendir, üzüme baktığımız zaman üzüm kendisini meydana
getiren esmadan razı, üzüm merzidir. İşte kul da böyledir.
Bunu idrak etmiş, zannediyorum Hz Ömer (ra) başlamış
dönmeye ene razı, ente razı, ben razı , o razı diye raksa başlamış.
Ve mevcudattan her birisi, böylece kendi Rab'leri olan esmâ-i
hâssanın indinde merzidirler. Birinden misal vermek suretiyle,
bütün varlıklar aynı şekilde olduğundan, her varlık kendi rabb-ı
hassından razıdır, ve rabb-ı hass da merzidir, yani razı olunmuştur,
neden mevcut rabb-ı hasından razı olduğundan o da razı olunmuştur. Bunun tam karşılığı da, rabb-ı hassı kendi bâtınında özünde
olan özellikleri, o fiilde o kişide, o varlıkta, ortaya çıkardığından,
rabb-ı hassı o varlıktan razı olmuştur. O zaman rabb-ı hassı o
varlığın merzisi olmuştur.
Zîrâ o Rab merbubun, yani kendisine bağlı olanın üzerinde
ale'd-devâm rubûbiyyeti ile kâim ve bakîdir. Yani daha önce de
dediğimiz gibi o buğday oraya ekiliyor, toprak altında 1-2 ay
kalıyor, hiç ilgi kesilmiyor o topraktaki tohumdan, o rabb-ı hası
itibariyle hiç ilgi kesilmiyor. Ne zaman o ağacın meyvesi olgun hale
gelecek o dönem işi o zaman bitiyor. İşte o cemrenin düşmesi
rabb-ı hasların ilgilenmeye başladığı, gene ilgileniyor da, yoğun
faaliyete başladığı zaman, cemrenin düşme zamanıdır. Aslında
çekirdek, çekirdekiği halinde dahi rabb-ı hassı onunla ilgilidir. Ama
faaliyet olmadığı, şartlar oluşmadığı için durağan bir ilgidir, eğer
onun ilgisi olmasa o kısa bir sürede bozulur gider işe yaramaz hale
gelir, içindeki terkip değişir, o çekirdeğin içinde üreticilik vasfının
olması sağlam olması, rabb-ı hassının onunla ilgili olduğunun
delilidir.
Ama bu ilgi bâtındadır yani faaliyet ağaç olması ile ilgili değil
batınında yaşatmak suretiyledir. Eğer merbubdan razı olmasa idi,
onun üzerinde terbiyesini dâim ve kâim kılmaz idi. Demek ki o
merbub olan rabbın uzantısı tesiri altında eğitimi altında olan o
eğitimi alıyor ki rab da onunla meşgul oluyor. Eğitimini kestiği
201
anda, rab da ilgisini keser, daim ve baki olmaz. İşte okuldaki
talebelerin hali aynı ile vakidir.
Ve merbub olan kimse, yani rabba bağlı olan kimse, mademki
Rabb-i hâssının rubûbiyyetini kâbiliyyeti ile kabul etmiştir, yani
rabb-ı hassın bağlı olduğu merbub ona tabi olanı kabiliyeti ile kabul
etmiştir, rabb-ı hassın rububiyetini yani terbiyesini kabiliyeti ile
kabul etmiştir, elbette onun indinde kendisinden razı olunmuşdur;
ve kendisinden razı olunan kimse ise saîd olur. bir bakıma talebe
razı öğretmen merzi, yani razı olunandır, öğretmen yönünden
bakıldığı zaman öğretmene göre talebe öğretmeninden razı,
öğretmende talebeden razı o zaman talebe merzi öğretmen razıdır.
İşte Hakk ile kulu indindeki hal de budur.
Biz yaptığımız işlerle rabbımızı gerçek manada razı ediyor isek
biz merziyiz, rabbımız bizden razı biz de merzi razı olunmuş
oluyoruz. Rabbımızın bize verdiği lütuflar dan biz ondan razıyız,
ona göre de biz merzi, o bizden razı, biz razı O merzidir. Yani
mertebeler iki taraflı da böyledir.
Bununla beraber diğer isme
nazaran şaki olması, başka bir mes'eledir. Her ism-i has zuhura
getirdiği yerden razıdır, zuhur da ondan merzidir.
Ve âyet-i kerîmede
‫(ﻻ ﻳـ َْ ﺮَﺿﻰ ﻟِﻌِ ﺒ َ ِِﺎدﻩ اﻟْﻜَُﻔْﺮ‬Zümer,
‫َو‬
39/7)
Ya'-nî "Hak Teâlâ ibâdının küfrüne razı olmaz" buyrulması bu
hakîkata münâfî değildir. yani bu hakikate ters düşmez.
Çünkü Alemlerin rabbı olan Allah Zü'l-Celâl Hazretleri erbab-ı
hassanın cümlesinin icabatından râzî değildir. neden çünkü Allah
esması diğerleri rab esması rablar da genel olmadığından özel
olduğundan ayrı ayrı her rab kendi merbubundan razıdır. Ayrı ayrı
birer birer, ama Allah Teâlâ Hz leri hepsinden razı değildir. şeriat-ı
ilâhideki hukuku muhafaza ediyor. Yani bâtınen böyle biliniyor,
zâhiren de bildirildiği gibi, Allah küfründen razı olur mu ayetinin
ifadesini de boşta bırakmamış oluyor. Onun da sebebini söylüyor.
Allah zül Celâl hz leri genel şeriat üzere hükmü olduğundan, ve
onun emir ve nehiyleri olduklarından, bu âlemdeki varlıkların
bazılarından razı, bazılarından razı değildir. Ehli küfrün küfrüne razı
olmadığını ifade ediyor.
Şimdi özetle ism-i haslar ayrı ayrı kendilerine bağlı
merbublarından hepsi razı ve merzi, ama yukarıdan bakıldığı
zaman Allah bunların bazılarından razı, bazılarından değildir. Çünkü
Allah rabb-ul alemiyn bütün terbiye edicilerin terbiye edicisi
olduğundan genel olarak O’nun bir hükmü olması gerekiyor.
Madem ki âlemin mutlak sahibi O’dur, o zaman O’nun hükmü
geçerlidir. Tekrar edelim rabb-ul erbab olan Allah zül Celal Hz leri
erbab-ı hassanın cümlesinin icabatından razı değildir. Yani has
Rabların hepsinin yaptığı işlerden razı değildir, velâkin o isimlerin
zuhuru icabatı Zat’ının müktezatındandır yani isimlerinin
202
zuhurlarının icabı o isimlerin Rabların zatlarının icablarındandır,
gerekliliklerindendir.
Velâkin o isimlerin zuhûr-i gerekleri zâtının gereklerindendir.
Hani Cenab-ı Hakk bazı fiillerden razıdır bazılarından razı değildir
diye de bir hüküm vardır, bu hüküm bu ayet-i Kerime ile
belirtiliyorsa da bu hüküm başka bir manadadır, diye orayı izah
ediyor.
‫اﻟﺮﱠﺟ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﻄَﺎن‬
ِ ‫ﺑِﺎﻟﱠﻠﻪَِﻣﻦ اﻟ ْﺸﱠﻴ‬
ِ ُ‫اَﻋُﻮذ‬
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ ﴾ ْﺑِﺴِﻢ‬١﴿
Bu akşam 28/10/2011 Cuma akşamı bu bölümde devam
etmekte olan Fusu’l Hikem 2. Cilt sayfa 141 Rabb-ı Hass ancak ana
mevzu Kaza ve kaderdir.
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
Ve bunun için Sehl dedi: Her bir "ayn"a hitâb eder. Lev
ve zahare üzerine idhâl etti; ve “lev” harf i imtinâ'dır, “lev”
eğer manasınadır, imtina' içindir. Eğer şu olursa ben bunu
yaparım manasında yani imtina biraz şüphe ile tereddütle
meseleye bakmak ve ihtiyatla bakmak. Halbuki o sır zail
olmaz. Binâenaleyh rubûbiyyet de bâtıl olmaz (5).
Cenâb-ı Hakk bu gibi zekâ ve gayret gerektiren konularda
ufkumuzu açsın O’nun anlayışı ile bize anlatsın yoksa beşeri
anlayışımız ile bunları anlamamız mümkün değildir, yani İlâhi aklın,
diğer bir ifade ile Akl-ı Küllün bizlerdeki açılmasıyla bunların olması
ancak mümkündür, yani Akl-ı İlâhi, Akl-ı Kül bizlerde o yönü
açmazsa o açılımları yapmazsa biz gene anlayamayız. Ancak
yapmamız lâzım gelen şey elimizden geldiği kadar gayret edip
devamlı kapının tokmağını çalmaktır, tâ ki, yeter artık bıktım
senden, al şunları vereyim de kurtulayım, deyinceye kadar
rabbımızın kapısını çalmamız gerekiyor, inşeallah cenâb-ı Hakk
bunları bize idrak ettirsin. Ya'nî her bir ism-i hâssın rubûbiyyeti,
merbubu ( rabba bağlı olan yerin) üzerinde bakî olduğu için Sehl b.
Abdullah Tüsterî (k.s.) buyurdular ki:
"Muhakkak rubûbiyyet için bir sır vardır; ve o sır dahi sensin;
işte rububiyet hakikatlerinin en geniş ma’nâda zuhura çıktığı yer
insandır, bütün âlemde rububiyet hakikatleri ortaya çıkmaktadır,
ancak diğerleri daha evvelki sayfalarda olduğu gibi, cebri olarak
203
ortaya çıkmaktadır. Burada ki cebir iki ayrı varlık arasında ortaya
çıkan değil, onu yapmak zorunda başka türlü bir seçeneği yok, o
insan dışı varlıkların. Yani kendilerini kontrolunda tuttuğu rab
hakikati ne ise ondan da o çıkmaktadır. Cebir dediği budur. Yani
varlığın seçme hakkı yoktur, ama insan böyle değildir, o sır dahi
sensin dediği, ve eğer o sır zail olaydı yok olmuş olsaydı
rubûbiyyet bâtıl olur idi. Yani hükümsüz olurdu. Yani rububiyetin
tecelli edeceği yer olmasa, zâten rububiyet de olmaz idi. Eğer
rububiyet varsa tecelli ettiği yer de vardır, tecelli ettiği yer de
rububiyetin varlığının zâten mutlak ispatıdır.
" Hz. Sehl "ente" kavli ile her bir ayn-ı mevcûdeye hitâb eder.
Ente bilindiği gibi muhataptır, karşıdaki taraftır, ENE ben demek,
ENTE sen demektir, HU da O demektir. Ente kavliyle yani sen
kavliyle bütün mevcudadı murad eder. Yani her hangi bir rab
kendisindeki özellikleri zuhura getirmeyi murad ettiği yerde veya
kendisine düşen hissesini ortaya çıkarmak için ona “ente”
demektedir. İşte kontrolunda olan yani Esma-ı İlâhiyenin Rabların
her bir esma bir rab, kendi kontrolunda olan rabb-ı hassı meydana
getireceği varlığa ente, hepsi ente demekte o halde bütün âlemde
ne varsa hepsi ente hükmündedir. “sen “ hükmündedir. Eğer ente
hükmü olmayıpta “ene” hükmü olmuş olsaydı sadece bu âlemde o
zaman zuhur olmazdı. İşte Elif, Be, Te, de bu sırayla gitmektedir.
Elif; Ene, Te; Ente, Ene ile ente arasında “Be” vardır. Yani “be” ile
ma’nâsına olup, Elif, Te ile ortaya çıkmaktadır. Yani “Be” ikiliği
ortaya getirmektedir. Zâten sayısal değeri de ikidir. Altındaki nokta
Uluhiyet noktası, gövdesi de bütün ilâhi hakikatleri kavramış yani
gemi gibi, bütün ilâhi hakikatleri kabullenmiş ve üçüncü harfe
aktarıyor.
O zaman “Ente” oluyor. Yani bütün bu âlem neyin tesiri altında
ise, yani hangi esmanın zuhuru tesiri altında ise eğitimi altında ise,
o esmanın ente’si olmaktadır. İşte Allah esmasının ente’si de
insandır. İşte onun için diyor “ente” sen. “Ene” ben demek, “Ente”
sen demektir. Neden ente diyor? kendindeki hususiyetlerin insanda
zâti yönden ortaya çıkmasından sen diyor. “Ente”, sen deyip kendi
varlığından ayırıyor, ama ikilik olarak değil, yani kendinden ayırdı
da ikinci varlık ortaya çıktı şekliyle değil, Adem (a.s.) dan Havva
validemizin ayrılması, ikilik bir varlık olarak değil, Havva valide
Âdem (a.s.) dan ayrılmakla iki olmadı, kendindeki birin bir başka
bir olarak zuhura çıkmasını sağladı. Yani Havva valide âdem (a.s.)
ın ikincisi değil, yani ondan ortaya çıktığında bakıldığı zaman iki
varlık gözüküyor, ama değil, neden kendinin bir başka özelliği
itibari ile, havva suretiyle görünmesinden başka bir şey değildir.
Eğer Âdem ve Havva mutlak ma’nâda ayrı varlıklar olsaydı,
nasıl ki Âdem (a.s.) ın programını yaptı, Cenâb-ı Hakk “Venefahtü”
dedi belirtti, o zaman Havva valide için de bir başka şekliyle
Havva’yı da halk ettik derdi. İkisi de ayrı kanallardan gelmiş
204
olurdu, ama böyle bir şey yoktur, tek bir kanaldan geliyor, tek
programdan geliyor. Âdem Havva’ya “Ente” dedi, ama sonra ikisine
“İnna”dedi “Biz” dedi. Onların ikisi “İnna” dır. “Ene” ve “Ente”
gözükür ama “İnna” dır. İşte
‫ﻨَﺎك اﻟْ ْﻜَﻮﺛـََﺮ‬
َ ‫ْﻄَﻴـ‬
ْ ‫ا ِ ﻧﱠﺎۤ اَﻋ‬ve ‫ِ ﻧﱠﺎ ﻟِ ِﻠﱠﻪ‬ve‫ا‬
ُ ‫ﺎۤ اََﻧـْﺰﻟْﻨَﺎﻩ‬ve
‫ ِ ﻧﱠ‬biz
‫ ا‬indirdik diyor, bunu tasavvufi genelde olana, ama
sadece tasavvuf genelinde, şeriat tarikat geneli değildir, onlar ayrı
onların zâten bu sahada işleri yoktur, burası tevhid konağı, tevhid
pazarı, tevhid mahallesidir, bu mahalde de tevhid geçerlidir, bu
pazarda kesret yoktur, ne alınır ne satılır yok ki, nesi alınsın nesi
satılsın, bu pazarda can alınır, can satılır . Tevhid alınır tevhid
satılır. Nusret babamın bir sözü verdır, hani tavla oyunu vardır ya
“herkese şeş beş gelir bize hep yek geliyor“ diyor. İşte orada
birinci ma’nâda, yani bâtini olarak birinci ma’nâda “İnna “ biz
sıfatları ile birlikte, sıfat-ı Zâtileri ile birlikte, yani baş bakanın
bakanları ile birlikte bakanlarını onura etmesi bakımından “Biz
yaptık” bakanlar kurulu olarak biz bu faaliyetleri yaptık diye
açıklamasıdır.
İstese baş bakan diyebilir ki “ben yaptım” bunları, neticede
kendisinin imzası vardır. Ama bakanlar üzülebilirler, yani iç
bünyelerinden dışarıya çıkarmasalar da kırılabilirler, “bizim de bu
kadar uğraşmamız var”, her bir bakan kendi sahasında başarılı
olmuşsa bunun taltif edilmesi de gerekiyor. işte o zaman baş
bakan “Biz yaptık” dediğinde onlar kendi seçtiği bakanlar isterse
hepsini birden görevinden alıverir, elinde o yetkisi vardır, bakanlar
kurulunu iptal eder gider, yeni bir bakanlar kurulu oluşturur. İşte
onları onura etmek için “Biz” “İnna” muhakkak ki biz yaptık bu
işleri diyor.
Bu tasavvuf Zat ve Sıfat mertebesi itibariyle gene dışa dönük
bir anlayıştır, ama bunun daha özde daha birey daha ferdi anlayışı
biz demesi “İnsân-ı Kâmil ile birlikte yaptık bu işi” diyor. işte Sehl
bin Tüsteri “Ente” dediği, “Ene” ve “Ente” ikisinin birleşmesi “Biz”
diyor orada “Ben” diyemiyor artık. Neden çünkü tecelli var artık
zuhura çıkmış, Ben derse sadece o tecelliyi yine dışlamış olur. o
tecelliyi de ayrı olmayan bir birliktelik içerisinde “Biz” diye ifade
ediyor. ama bunu ehl-i zâhir yani şeriat mertebesinde “biz” yaptık
deyip geçip gidiyor. Mealini veriyor işte “Kadir gecesinde biz
indirdik” diye bire bir ma’nâ verip geçiyor, biz de oh, kadir
gecesinde 83 senelik sevap var diye oraya takılıyoruz, orası da bize
perde oluyor. Genel ma’nâlarını anlamakta orası perde oluyor.
Neden,? çünkü 83 senelik menfaat var da ondan. Bir gecede 83
sene kazanacağım diyoruz, diğer ma’nâlar gitti. Halbuki “İnna”
sözünü idrak eden bir kimse için ne 83 ne milyar 83 sene sadece
onu idraketmesi onların hepsinin üstünde bir değere sahiptir.
205
“enzalna, Hu, fi “ işte biz bu anlayışla bu anlayışın içinde “ente”
nin gece olduğu sürede “ente” ye indirdik. Yani Fenâfillâhta olan
“Ente” ye indirdik bunu. İşte en sonunda da Fecr güneş doğuncaya
kadar ruh ve melaike inerler de inerler, dediği o Ruh’un ve
meleklerin Esma-ı ilâhiyenin de indiğidir orada melek kuvvet
demek, Esma-ı İlahiyenin her biri de kendi bünyesinde kuvvet
demektir, rab rububiyet mertebesi itibariyle. Ruh’un inmesi de
bunlar, zâhir olarak da bir geniş hali vardır, ama bize lâzım olan
bireyi ilgilendiren halidir, işte ruhun inmesi zâten insanda mevcut
olan Ruh-ul Sultan “Venefahtü” nün bir ismi “Ruh-ul Sultani” onun
üzerine Ruh-ul Kuds yani Kudsi Ruh, iseviyet mertebesi itibariyle
fenâfillâh Muhammediyet mertebesi itibariyle de Ruh-u A’zam’ın
inmesidir.
Yani O’nun idrakının anlayışının inmesidir, işte bunlar indikten
sonra zâten o kişi Bakabillâh olmaktadır. Yani aydınlığa çıkmakta,
baka’ya çıkmakta Bakabillâh olmakta, işte o zaman bir başka yönü
“İnna” nın bu “İnna” yı söyleyen başta Ulûhiyyet mertebesi yani
nazil olurken Uluhiyet mertebesi, “İnna” biz indirdik diyor. İndi biz
okuyorken ne olacak “inna” diye okurken sendeki Uluhiyet
mertebesi ile “Biz” diyorsun. İşte bunlar kafayı sarsar, kafayı
vurdurur. Vay benim kalın kafam diye, içinde neler varmış da
benim haberim yokmuş, diye.
Peygamber efendimiz bir gün böyle tevhidi konulardan
bahsederlerken “Ya Eba Zer atının dizginlerini çek, fazla koşmaya
başladın,” evet biz yolumuza devam edelim,
"Zahera", "zâle" mazi demek, ya'nî "zail oldu" ma'nâsına gelir.
Ya'nî Hakk'in "rubûbiyyet" sıfatıyla istisâfı yani sıfatlanması
merbubun vücûduna mütevakkıftır. Rububiyet sıfatıyla vasıflanması
için merbub olması lâzımdır. Merbub olacak ki o sıfat faaliyete
geçmiş olsun. Aksi halde isimden ibaret kalır rububiyet. Merbub
olacak ki rububiyet faaliyete geçtiğinde onun sıfatı olsun.
Binâenaleyh merbub mevcûd ve bakî oldukça, rubûbiyyet dahi
mevcûd ve bakî olur.
merbub zail oldukda rubûbiyyet dahi zail olur. yani rabbın
tecelli edecek mahali yoksa rab da geçmiş olur. Şu halde
rubûbiyyet için olan sır, senin vücûdundur. Eğer bu vücutlar
olmamış olsa o zaman rab da yok demektir. Bu vücutların varlığı
rabbın varlığının kesin delilidir. bu vücutlar var ki rab vardır, rab
vardır ki bu vücutlar vardır. İkisi de bir birinin kesin ispatıdır. Hiçbir
varlık kendi kendine var olmadığına göre, hepsinin bir terbiye
edicisi olduğuna göre, ortada bir rab varsa! yani ortada en azından
bir makine varsa onun fabrikası da vardır. Makina zâten fabrikanın
ispatıdır. Makine olmasa fabrika da yoktur, makina yoksa fabrika
da yoktur, birbirlerinin varlığı ikisini de ispatlamaktadır.
206
İşte ortada insan varsa Allah vardır, Allah var ise insan da
vardır. İşte insan Allah’ın varlığının en büyük delilidir. işte senin
rububiyet için olan sır senin vücudundur, dediği budur. Eğer senin
ayn-ı mevcudun olan o sırr-ı rubûbiyyet zail olacak olsa,
rubûbiyyet bâtıl olurdu. Yani hükümsüz olurdu böyle bir şey
olmazdı. Halbuki Hak merbub üzerinde rubûbiyyetini bâki kılmakla
o sır zail olmaz. İşte Cenâb-ı Hakk merbub üzerinde rububiyetini
bâki etmekle o sır zail olmaz, yani üzerinde bâki kıldığı için yani
geçerli kıldığı için bu rububiyet zail olmadı.
Ve bi'n-netîce rubûbiyyet de bâtıl olmaz. Bunun için Sehl b.
Abdullah Tüsterî hazretleri "Lev zahera" deyip "zahera" kelimesine
harf-i imtina' olan "lev"i idhâl etti. “Zahera” zâhir oldu ma’nâsına
dır, eğer zâhir olmasa idi, ma’nâsına, yani varlıkta zâhir olmasa idi,
rab iptal olması gerekecekti. Ve bununla sırr-ı rubûbiyyet olan aynı mevcudun zail olması mümteni, yani imkânsız olduğunu murâd
eyledi, bildirmiş oldu. Yani bununla sırr-ı rububiyet olan ayn-ı
mevcudun yani rububiyetin sırrı olan mevcudun aynının a’yanının
zail olması mümteni olduğunu yani imkânsız olduğunu yani
merbubun vücudunun yok olmasının imkansız olduğunu belirtmiş
oldu.
Zîrâ "ayn"ın vücûdu, ancak Rabb'ı iledir; "ayn" ise dâima
mevcuttur. Binâenaleyh rubûbiyyet de dâima bâtıl olmaz
yani yok olmaz.(6).
Ya'nî sırr-ı rubûbiyyet olan vücûd-ı ayn ebeden zail olmaz; ve o
geçici olmadıkça, rubûbiyyet dahi zail olmaz.
Zîrâ ayn-ı mevcûdenin vücûdu hâriçte, ancak Rabb'ı iledir.
Halbuki "ayn" ilm-i ilâhî mertebesinde, ruhlar âleminde, misal
âleminde, şehadet âleminde ve berzah âleminde ve
âhiret
âleminde, velhâsıl cemî'-i tavırlarda dâima Rabb'i ile mevcûd ve
bakîdir.
Bakın
‫َﻚ َﺻَْﺪرَك‬
َ ‫َح ﻟ‬
‫ﻧَﺸْﺮ‬
ْ َْ‫اَﱂ‬
(94/1) Biz senin kalbini açmadık
mı? Deniyor, eğer açmamış olsa, biz bunların zerre kadarını bile
anlamayız. Halbuki ayn İlm-i ilâhi mertebesinde âlem-i ervahda,
âlem-i misalde, âlem-i şehadette, âlem-i berzahta ve âlem-i
ahrette, vel hasıl cemi etvarda, yani bütün tavırlarda, yani bütün
mertebelerde, daima rabbı ile mevcut ve bakidir. Bakın kabirde her
yerde rabbı le birlikte bakidir. Yani rab varsa merbub vardır,
merbub varsa rab vardır. O halde rab merbubunu hiçbir mahalde
bırakmamaktadır. Ama biz farkındayız veya değiliz o ayrıdır. Tekrar
edelim, zira aynı mevcudanın vücud-u hariçte ancak rabbı iledir,
yani a’yân-ı sâbitenin mevcudiyeti yani o varlığın programı vücud-u
hariçte, şimdi, a’yân-ı sâbite vücud-u bâtında ilmi olarak bâtında
a’yân-ı sâbite yani Zat mertebesinde, a’yân-ı mevcudenin vücudu
207
hariçte ancak rabbı iledir. yani faaliyette olması rabbı iledir, çünkü
rabbı ile irtibattadır, rabbı onu hep kontrol etmektedir.
Halbuki ayn ilm-i ilâhi mertebesinde evvelâ a’yân-ı sâbite ilm-i
İlâhi mertebesinde mevcut kaynak olarak, Zât’ında mevcut, âlem-i
ervahta, âlem-i misalde, âlem-i şehadette, yani içinde
bulunduğumuz âlemde ve âlem-i berzahta ve âlem-i ahrette, vel
hasıl cemi etvarda, tavırlarda, yani bütün mertebelerde, daima
rabbı ile mevcut ve bakidir. A’yân-ı sâbitenin mevcudiyeti vücudu,
işte her bir varlığın kendine ait programının aslı, o asıl da Hakk’ın
varlığında idi, işte İm-i İlâhide mevcut, sonra yavaş yavaş
isneyniyyet olarak mertebeye indikçe, ilm-i ilâhi mertebesinde
âlem-i ervahta, isneyniyyete geliyor şimdi, Âlem-i misâlde, bizim
üstümüzdeki ruhlar aleminde, melekut aleminde, âlem-i şehadette,
yani burada, âlem-i berzahta, yani kabir âleminde, bakın biz öldü
gitti diyoruz, bakın rabbı onunla beraber gene oradadır.
Eğer rabbı orada onu bırakmış olsa diyelim o zaman ne rabbı
olur ne merbubu olur, o kişi ortada kalmaz. Bakın yaşantılar batın
aleminden nasıl takip ediliyor zuhurlar. âlem-i âhirette vel hasıl
cemi etvarda, yani bütün tavırlarda, bütün mertebelerde, daima
rabbı ile mevcut, ve bâkidir. İşte biz içinde bulunduğumuz şehadet
âlemi itibariyle, ancak şu andaki aklımız kadar, bu hakkati
aklediyoruz. Daha evvel gene bu bizimle idi onlar yukarıda İlm-i
İlâhide, âlem-i ervahta, hani “ben sizin rabbiniz değil miyim”
(7/172) dediğinde, Rablarımız bizimle beraberdi, Melekût âleminde
yani misal âleminde, bir üst âlemde bizimle beraber, şehâdet
âleminde de bizimle müşahedeye çıkmış olmaktadır.
Şu anda biz şu hakikati bilyor isek, biz gerçekten bu âlemde
Hakkani, Rabban, Rahmani bir hayat yaşıyoruz demektir, eğer
şunu biliyor isek. Bilmiyor isek, o zaten kendi faaliyetini işliyor, o
bireyin bilmesi veya bilmemesine, onun da ihtiyacı yoktur. Onun
için bilen ayn bilinen gayr diyorlar. Gayr mı olmak istiyoruz, ayn mı
olmak istiyoruz. Yani a’yân-ı sâbitelerimizin a’yânı mı, olmak
istiyoruz, bakın a’yân-ı sâbitenin a’yânı burada tahakkuk ediyor, bu
şehâdet âleminde, ente hükmü mutlak olarak burada geçerlidir. Ve
Ene hükmü, İnna hükmü, burada tahakkuk etmektedir. Yoksa
bunların hepsi diğer mertebelerde vardır, ama birey olarak faaliyet
sahası olmadığı için şâhitlik olmadığı için, yani müşâhede olmadığı
için elle tutulur maddi varlık olmadığı ve bir belirli klişe halinde
varlığımız ile ortaya çıkmadığımız için bir bütünün üzerinde olan
varlıklar olduğumuz için, orada yaşam tahakkuk etmiyor.
Ama oradaki yaşam olmadan burası olmuyor. İşte onun için bu
âlem gerçekten her zaman da anlatmaya çalıştığımız gibi âlemlerin
en üstünüdür. Yani en son tecelligâh en kemalli yeridir. Ne varsa
bu âlemde vardır, bu âlemi idrak ettiğimizde, bu hakikatleri idrak
ettiğimizde, bu devam edecek. Bakın kabirde rabbımızın ne
olduğunu idrak edeceğiz, orada ve cennet veya cehennem
208
hangisine gidiyor isek oradada rabbımızı berzahda da diğer âlemde
de bu idrakler yaşanmış olacaktır. Veya bu idraklerle yaşamış
olacağız. “Nasıl yaşadıysa öyle ölür”, hadis-i şerifte diyor ya, “
Nasıl öldüyse de öyle haşr olunur” öyle kalkar diyor. Öbür dünyada
da rabbımızla beraber olacağız çünkü biz onun kontrolundayız.
Ancak insanda bir çok rablar olduğundan insanın hususiyeti diğer
varlıklardan biraz daha fazladır.
Her varlığın mutlak olarak bir tek Rabb-ı Hassı vardır onun
kontrolundadır, ama insanda bir çok Rabb-ı Haslar vardır. Kendi
kontrolunda olan biraz daha üst derecede olan Rabb-ı Hası vardır
ama ona yakın olan bir çok Rabb-ı Haslar daha vardır. Çünkü insan
bütün Esma-ı Hüsnanın zuhur mahalidir. İşte bunların arasında
bize seçicilik düşmektedir. Bakın seçemediğimiz an onları biz
esma-ı ilâhiye Sıfat-ı İlâhiyeyi nefsani ma’nâda, yani beşeri
ma’nâda “Ben” diye kullandığımız bütün bizdeki güçleri isimlerin
zuhurlarını kendimize mal ettiğimiz zaman, buna esma-i nefsiye
deniyor. Nefsi isimler, işte biz o nefsi isimleri Rab edinmiş oluyoruz
kendimize, ama beşeri anlama indirerek o isimlere haksızlık yapmış
oluyoruz. Hakkın olan o isimleri, biz kendimize almış oluyoruz.
Bunların terbiye edilmesi gerekiyor. Bakın bir söz vardır, biraz ters
gibi gelir, ama çok doğrudur, “İnsan esma-ı İlahiyeyi dahi eğitiyor"
bakın bu kabiliyete haizdir, zâten de yaptığımız iş o değil midir.
Zâten yapmaya çalışıyoruz ama ne yaptığımızın farkında değiliz.
Biz bizdeki nefsîleşmiş isimleri eğitmeye çalışıyoruz, eğitiyoruz
da. Nefs-i emmâre şiddetli, ne yapıyoruz sen dur bakalım, tepesine
vuruyoruz, “Lâ ilahe illâllah” işte oruçlarla zekâtlarla çalışmalarla,
tövbelerle, tasavvufi tevhid çalışmalarıyla, isimleri terbiye
ediyoruz, terbiyeli olan isimleri de diğer lâtif isimleri de yani kırıcı
dökücü bağırıcı olmayan isimleri de kabiliyetlerini yükseltmiş
oluyoruz. Bizdeki isimleri yükseltmiş oluyoruz. Meselâ bu ilimleri
okuduğumuz zaman bizdeki “Alim” esmasının ilmini bir kat daha
yukarıya çıkarmış oluyoruz. İnsan ne kadar müthiş bir varlık
isimleri dahi eğitiyor, kendine ait olan isimleri eğitiyor.
Tabi Allah’ın kendi isimleri ayrı, onlar kendi işlerini biliyorlar ve
yapıyorlar, cenâb-ı Hakk’ın bize emanet etmiş olduğu sınırlı olan
isimleri, bakın biz eğitmiş oluyoruz, işte onlar bizim cemaatimiz
olmuş oluyor. İbrahim (a.s.) mertebesinde oluşan hadise budur.
Âdem (a.s.) a
‫اﻻَﲰ ﺎۤء َ ُﻛ َﻠﱠﻬﺎ‬
َْ ‫َﻋَﻠﱠﻢ َاَدم‬2/31 adece isimler bildiriliyor
ama eğitilmiyor. Varlığı bildiriliyor, Âdem (a.s.) bu isimleri
Cennette biraz eksi kullandığı için onu yükseltme babında ikisi bir
dua yapıyorlar, zâten onların ikisi bir dir. Yoksa Havva valide ayrı
bir dua yapardı, Âdem (a.s.) ayrı bir dua yapardı.
209
ۤ‫َ رﺑـﱠﻨَﺎ ﻇَﻠَْﻤﻨَ ﺎ‬
‫ اَﻧـَْﻔُﺴﻨَﺎ‬7/23 Biz nefsimize zulum ettik, diye birlikte dua yapılıyor.
İbrahim (a.s.) mertebesine gelindiğinde âyet-i Kerime açık olarak
şunu ifade ediyor ki,
ً‫ ا ِ ﱠن ا َِْ ﺑِـﺮﻫَﻴﻢ َﻛ َﺎن اُﻣﱠﺔ‬16/120 İbrahim başlı
başına tek bir ümmetti, yani İbrahim (a.s.) bir ümmetti. Ümmetin
birlikte olması için mutlaka onlara bir imam olması lâzımdır, bir baş
lâzımdır, işte İbrahim (a.s.) ın Zât’ı imam, Esma-ı İlâhiyye de onun
cemaati ve kavmi olmaktadır. İşte bu hakikati Cenâb-ı Hakk bizlere
ilk defa bu yaşantının İbrahim (a.s.) da tahakkuk ettiğini ve
kendisinin esma-ı ilâhiyenin imamı olduğunu ve ilk def’a imamlık
bu yönde işleyiş itibariyle İbrahim (a.s.) da zuhura geldi. Ondan
evvel insanlarda İlâhi olarak imam lâkâbı yoktur. Biz onu imam
tayin ettik, imam kabul ettik “câiluke linnasi imame” (2/124) imam
tayin ettik, ona bu vasfı verdik, “vettehazellahu İbrahiyme halile”
ve onu dost edindik.
İşte İbrahim (a.s.) ın beşer ma’nâsında, dost iki ayrı varlık
birbirine olan muhabbeti gibi zannediyoruz. İbrahim (a.s.) ın
dostluğu böyle değil, likâ, mülâki, Halil, (4/125)hullet, tahallül, bu
hadiseyi gerçekten o bölümünde Muhiddin-i Arabi hz leri şahaser
bir şekilde anlatmış, Halil, hullet; tahallül, sevenin sevilende bütün
özellikleri ile birlikte tahallul etmesidir. Yani şekerin çayın içindeki
tahallülü gibidir. Şimdi su, evvelâ sade su iken kaynatıldığında
siyah olan çayın kırmızı olarak geçmesi ve artık sudan ayrılamaz
haline gelmesi, çay ile suyun birleşmesi, artık ona su denmiyor,
çay deniyor.
Aslında o su+ çay dır. İçinde su da var çay da vardır. Sonra
içine atılan şeker işte bu üç ayrı karışım tahallül, bir birinin içine
düzenli girmesi budur işte. Halil budur. Yoksa bir elbise giydiripde
üstten sarması değildir. İşte onun için evvelâ göklere baktı, yani
esma-ı İlâhiyeye baktı, yıldızı gördü, ay’ı gördü, güneşi gördü,
baktı ki, bunların hepsi isimden ibaret, yani geçici sönüp
gidenlerden rab olmaz, diyerek rab-ul Erbab’a ulaştı bu makamda.
İşte onun tahallül etmesi, bütün semavatta ve bütün arz da
Hakk’ın bütün bu âlemin içine tahallül ettiğini sadece İbrahim’de
değil, bütün varlıkta aynı şeyin olduğunu müşahede etti, ilk
tevhidin babası budur, işte bu yüzden o lâkabı alıyor, Kâ’be-i
Muazzamada iki makam vardır, birisi Makam-ı İbrahim, birisi
Makamullah. Kâ’be-i Muazzama dediğimiz ilâhi Makam, Uluhiyet
Makamı İnsân-ı Kâmil’in Makamı, birisi Uluhiyet Makamı, biri
Muhabbet Makamı. Birisi Naz Makamı, biri Niyaz Makamıdır. Oraya
gittiğimizde biraz sıcak olduğunda ay yandık diyoruz, hemen
kaçacak yer arıyoruz, zar zor tavaf yapıyoruz, güneş altında, ama
o iki makam kuruldukları günden beri güneş altında, yağmur,
altında, çamur altında, soğuk altında, her şey altında hiç şikayetleri
yoktur.
210
Birisi sararmış, aşkından sapsarı olmuş, birisi kararmış, kendini
a’mâiyete çekmiş, naz makamına çekmiş, niyaz makamında
sararmış solmuş, ikisi birlikte onların hali İlâhi muhabbeti ortaya
getiriyorlar. Gelenler de O’nun muhabbetini seyr ediyorlar, ama
farkında değiller. Oradaki ilâhi muhabbet kişileri cezbeden ama ne
olduğunu bilmedikleri ilâhi muhabbet Makam-ı İbrâhim ile Makam-ı
Hakk’ın orada Uluhiyet Makamı’nın birbirlerine ayna olması ve
Makam-ı İbrâhim Beytullah’ın kapısının tam karşısında ve ayak izi
de içinde orayı gösteriyor. işte “isr” budur orayı gösteriyor. ondan
sonra da “esra” o da yukarısını gösteriyor.
Velhasıl insan oğlu o kadar büyük bir mashariyete sahip ki,
Cenâb-ı Hakk O’nu bu yüzden vekil tayin etmiş, habib tayin etmiş,
halife tayin etmiş, Halife, halfun yani hemen arkasında
ma’nâsınadır. Eğer halife arkada ise önde olan kim? Allah’ın
kendisidir, o zaman halifeye bakan, evvelâ halifenin önündekini
görmesi lâzımdır. Ama halifanin önündeki cam misali, lâtif
olduğundan cam görünmüyor, arkasındaki görünüyor. Camdan
baktığında evvelâ neyi görüyorsun, dışarıdaki manzarayı mı? hayır
evvelâ camı görüyorsun. Ama cam saydam olduğundan camı
görmüyoruz, manzarayı görüyoruz. Ağaç gördük kuş gördük
diyoruz. Halbuki evvela görülmesi gereken cam vardır.
Cam lâtif olduğundan onu idrak edemeden ötedekileri
görüyoruz. Cam görüntünün bize gelmesine mani değildir. İşte
İnsan-ı Kâmil’in önünde de, evvelâ Allah’ın cam misali lâtif hali
vardır. O olmazsa merbub olmaz, yani Rab önde olmazsa merbub
olmaz, onun için diyor, halfe arkadadır. Önde dese nezakete
uymaz. İlâhi nezakete uymaz. Öndeki öndedir zaten. Ama görünen
halifedir, neden arkada olan görülmektedir.
Halbuki ayn İlm-i İlâhi mertebesinde âlem-i ervahta, âlem-i
misalde, âlem-i şehadette, âlem-i berzahta yani ikinci berzahta,
birinci berzah âlem-i misal, yani bizden evvelki berzah, ara âlemi
bizden sonraki berzah da kabir âlemidir, ve âlem-i âhirette vel
hasıl cemi-i etvarda, yani bütün turlarda tavırlarda, daima rabbı ile
mevcut ve bakidir. Ve bu "ayn" ile tahakkuk eden rubûbiyyet dahi
böylece cemî-i tavırlarda dâima bakî olduğundan ebeden bâtıl
olmaz. Yani o varlık öldü gitti diye o Rab bâtıl olmaz ebedi olarak
vardır.
Binâenaleyh her hangi bir "ayn", taayyün-i evvel mertebesinde
müteayyin olduktan sonra, sıfat mertebesinde taayyün-u evvel
yani birinci program mertebesinde programlandıktan sonra hangi
makamına, zuhur mahaline gelirse gelsin, intikâl ederse etsin, artık
yok olmaz.
Her mevtının icâbına göre bir kisveye bürünur. Yani her makama geldiğinde her mertebeye geldiğinde o mertebenin elbisesine
bürünerek zuhur eder. Başka türlü faaliyete geçemez. burası da
211
anasır mertebesi olduğundan işte buradan da anasırdan bir vücut
verilerek toprak kisvesine bürünür. Bu mertebede görüntüye gelir
demek istiyor.
Niyazi Mısri: “çar anasır bendine vurdular nur iken ismim niyazi
dediler” diyor. yani dört unsur seyrine vurdular üzerine koydular,
yani ondan yaptılar, asli ismimiz nur idi burada Niyazi dediler.
İşte Yunus Emre’nin de kısaca belirttiği gibi “Ete kemiğe
büründüm Yunus oldum göründüm” işte böyle kolay ve lâtif olan ve
biraz da mizaci yönde gelen sözleri biz sadece zâhirine bakıyoruz
ama ifade ettiği ma’nâyı hiç düşünmüyoruz. O kadar müthiş ma’nâ
vardır. Bu kadar da güzel anlatılır, “Ete kemiğe büründüm, Yunus
oldum göründüm” kim diyor bunu acaba aslında bunu söyleyen
kimdir, Rabb-ı Hassı yönüyle Rabb-ı Hası da gerçek rabbına bağlı
olduğundan Rabb’ın kendisi diyor bakın. “Ben ete kemiğe
bürünerek Yunus ismi ile göründüm” diyor biz de zannediyoruz ki
Yunus bunu söylüyor. Yunus diye bir varlık olmadı, olmaz da
olmayacak da. Öyle bir varlık da yoktur. Ama Yunus var ortada,
Yunus ismini alan hakiki Yunus var, batındaki Yunus, işte dışarıda
halife gözüküyor, Yunus halife olarak gözüküyor, halifenin önünde
olan latif ve cam olan biz göremiyoruz, camın arkasında görüneni
görüyoruz, görüneni gerçek zannediyoruz.
Halbuki görünende görünmeyen, gerçek olandır. Yani görüneni
ortaya çıkaran görünmeyendir. Ehlullah’tan birisi öyle diyor, Enel
Hakk bir dava değildir, hani bir davadır ya Allah’lık davasında
bulunuyor, diye Enel Hakk dava değildir diyor, ene batılım demek
davadır diyor. Çünkü ben batılım diye bir şey söz konusu değildir.
Enel Hakk söz konusudur. Bütün bu âlemdeki varlıkların hepsi cuşu huruş içinde enel Hakk, enel Hakk, deseler hepsi doğru, hepsi
haklıdır, ama çıksalar da, bazıları ben batılım, ben batılım, dese
işte bu davadır. çünkü bu âlemde bâtıl diye bir şey yoktur.
Muhammediyet hem yukarıda olan tenzihte olan hem zuhurda olan
Allah’ı tenzih ve teşbihi birleyip tevhid etmek, ilmin kemâlâtı bu
Cenâb-ı Hakk’ı bütün mertebeleri itibariyle de bilmek budur.
Yoksa hepsine birer mertebeden bakmak, ayrı ve eksik
kalmaktadır. Tenzih âlimleri bakın ilmi ilâhi hakkında, yarım
âlimlerdir. Teşbih âlimleride yarım âlimlerdir, Tenzihi ve Teşbihi
birleştirenler bütün âlimlerdir. Burada Mevlânâ’dan bir beyit
alınmış,
Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) buyurur:
Beyt:
Tercüme: "Eğer benim câm-ı vücûdumu sâkî kırarsa, bundan
dolayı gam yemem; zîrâ onun koltuğunun altında başka bir kadeh-i
vücûd vardır.” “Ya'nî mevt-i sûrî ile bu vücûd-i cismânî harâb
olursa, Hak âlem-i berzaha münâsib diğer bir vücûd verir."
212
İşte yukarıdaki ifadenin bu bir izahıdır. Hani İlm-i İlâhide âlem-i
ervahta âlem-i melekutta, âlem-i misalde âlem-i şehadette âlem-i
berzahta ve âlem-i âhirette ayrı ayrı vücutlar olarak o âlemin
haline göre yaşayacaklar. Şimdi biz burada bize göre bu âlem zâhir
âlem iken berzah Bâtın âlemdir. Şu anda bize göre bâtındır.
Sistemimiz ona göre kurgulanmıştır. Ama âhirete intikal ettiğimiz
de, berzaha geçtiğimizde burası bâtın olacak çünkü burası ile
irtibat kuracak bedenimiz elbisemiz makinemiz olmadığı için burası
bize kapalı yani bâtın olmuş olacak.
Orası bizim için şehâdet olacak yani oraya gidenler için, bu gün
de öyle yarın da öyledir. Yani şurada bu gün birisi Rahmetlik olmuş
olsa o bâtın âleminden buraya göre zâhir âleminden bâtın âlemine
alınmaktadır. Buraya göre, ama aslına göre buradaki zâhir
âlemden oranın zâhir âlemine gitmektedir. Ruhuna göre orası zâhir
olmaktadır. Artık onun yaşantısı oradadır. Orası zâhir yani orayı
müşahede edecektir. Şu anda müşahede edemediği bâtın olan
âlemi orada müşahede edecektir. O zaman orası zâhir olacaktır.
Melekleri görecek onlarla konuşacak, sorular cevaplar, bakın melek
gelecek soru soracak, orada meleği görecek, demek ki orası ona
göre zâhirdir.
İşte buradan giderken bu âlemde neyi idrak etmişse eksi veya
artı olarak eksi yaşamışsa acıyı tadarak gidecek, yani ölüm tadışı
acı olacak, ama kendini bilerek gitmişse ölüm tadı, tatlı olacaktır.
Yani huzurlu olacaktır. Eğer benim cam vücudumu saki kırarsa yani
bu varlığı kırarsa bundan dolayı gam yemem diyor, beni Cenâb-ı
Hakk öldürse de, yani bu vücudumu alsa da gam yemem, ne
olacak ölmedim ki bana bir şey olmadı ki diyor, zira O’nun koltuğunun altında başka bir kadeh-i vücut vardır. Bu vücutlar bir
bakıma kadehtir, suyun kaba konduğu gibi ruhumuzun nurumuzun
esma-ı İlahiyenin bunun içerisine konmasıdır. Bu vücut kadehtir.
Yani mevt-i suri ile yani zâhiri ölüm ile bu vücud-u cismani
harab olursa cismani olan vücut harab olursa, Hakk âlem-i berzaha
münasib diğer bir vücut verir ki, zâten herkese veriyor, ama bilen
bunun ne olduğunu biliyor, ve kolayca giyiyor, o vücut elbisesini.
Bilemeyene ise o elbise zor geliyor. Çünkü elbise olarak bunu
bildiği için. Bunu bir türlü çıkaramıyor. Ama irfan ehli vüdud
elbisesini, daha burada çıkardığından orada çıkarma diye bir sorun
yoktur.
Cenâb-ı hakk idrak edicilerden eylesin inşeallah.
‫اﻟﺮﱠﺟ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﻄَﺎن‬
ِ ‫ﺑِﺎﻟﱠﻠﻪَِﻣﻦ اﻟ ْﺸﱠﻴ‬
ِ ُ‫اَﻋُﻮذ‬
213
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ ﴾ ْﺑِﺴِﻢ‬١﴿
Kaza ve Kader bahsi, Fususu’l Hikem İsmail Fassı cild 2
sayfa 142 ve 7. Paragraftan devam edelim.
Ve her marzî mahbûbdur; ve mahbûbun her işlediği şey
mahbûbdur. Zîrâ "ayn" için fiil yoktur; belki fiil, o aynda,
onun Rabb'i içindir. Binâenaleyh "ayn", fiil ona izafe
olunmaktan mutmain oldu. Şu halde "ayn" Rabb'inin
efalinden onda ve ondan zâhir olan şeyle râziyye oldu. Bu
efâl marzıyyedir. Zîrâ her bir fâil ve sâni' kendi fiilinden ve
san'atından razıdır. Çünkü her fâil ve sâni', kendi fiilini ve
san'atını, onun mâhiyyet-i muktezıyyesinin hakkını kâmil
kıldı
‫َﻰء َﺧﻠْﻘَﻪُ ﰒُﱠ َﻫَﺪى‬
ٍ‫ُﻞ ْﺷ‬
‫اَﻋْﻄَﻰ ﻛﱠ‬
(Tâhâ, 20/50) Ya'nî
"Hak Teâlâ her şeye halkını verdi." Ya'nî beyân etti ki, Hak
her şeye halkını verdi. Binâenaleyh noksan ve ziyâdeyi
kabul etmez (7).
Ya'nî her bir razı olan kimse terbiyesi altında bulunduğu ism-i
ilâhînin mahbubudur. Yani razı olunmuş ise bir kimse veya bir
varlık o muhabbet ehlidir. Yani zuhura getirdiğine muhabbet
etmiştir ki zuhura getirmiştir, zuhura getirmiştir ki ondan razıdır.
Bütün âlemdeki varlıklar budur. Bakın ne güzel bir ifadedir, bu ta
ezelde “Küntü kenzen mahfiyyen” de “ben gizli bir hazine idim”
belirtilen Hu hakikatinin bütün varlıkta bireyler olarak küllide
zuhura çıktığını ifade ediyor. Yani her bir merzi razı olunan kimse
veya
zuhur, terbiyesi
altında bulunduğu
ism-i
İlâhinin
mahbubudur.
Ve o kimse mahbub olunca, yani zuhura gelen merbub yani o
ismin zuhuru olan Rabbın zuhuru olan merbub o kimse mahbub
olunca Rabba bağlı olan merbub Rabbın özelliklerini ortaya
çıkardığı zaman Rab merbubdan razıdır. O kimse razı olunca
mahbub olmuş olur, yani sevilmiş olur, o ismin îcâbâtından hangi
ismin tesiri altında ise onun gereğini yerine getirdiğinden
kendisinden sadır olan ef’al ve ahlak ve kelâm vs hep rabbının
mahbubudur. Yani onu yöneten rabbının sevdiği şeylerdir ondan
ne meydana gelirse. Zîrâ ayn-ı mevcûdenin belli başlı fiili yoktur.
Yani ayan-ı mevcudenin bütün hepsinin bir tek fiili yoktur, her
rabdan bu meydana gelecektir diye böyle belli başlı fiili yoktur.
Çünkü meşhudumuz olan o "ayn"ın bir vücûd-ı müstakıîli yoktur.
Yani şahidi olduğumuz ayn-ı vahidenin bir vücud-u müstakili
yoktur.
Onun vücudu Rabb'i olan ismin suretidir; a’yân-ı vahidenin
zuhura geldiği yerde ayn’ın bir vücud-u müstakili yoktur, neden,
214
ilmî ma’nâdadır ayn’larımızın hakikatlerimizin müstakil bir vücutları
yoktur. Onun vücudu, rabbı olan ismin suretidir. Yani Rabbı hangi
ma’nâda ise o ma’nânın suretidir. Yani a’yân-ı sâbitenin vücudu
yoktur, onun vücudu Rabb-ı Hass’ının hangi istikamet üzere ise
meydana getirdiği zuhurdur onun vücudu. Rabbı olan ismin Rabb-ı
hasının suretidir, ve o isim, o suretin bâtını ve ruhudur. Yani o
hangi rab ise hangi Esma ise o isim o suretin batını ve ruhudur.
Binâenaleyh o "ayn"da zâhir olan fiil, "ayn" ın Rabb'i olan ism-i
ilâhînindir.
Bu surette her bir "ayn", kendisinden sâdır olan ef’âlin yani o
a’yân-ı sâbitenin kendine izafet olunmayacağından mutmaindir.
Yani izafet o ismin suretinedir, kendine değildir, zâtına değildir.
Bu hakikat bilinince, nazar-ı hakikatle bakıldığı vakit, yani
meseleye hakikat yönüyle nazarıyla bakıldığı vakit hiçbir ferdin
efâline i'tirâz muvafık olmaz. Yani herkes kendi istikametinde kendi
doğrusunu yapmaktadır. İrfaniyet gözüyle bakıldığı zaman hiçbir
ferdin fiiline itiraz edilemez.
Fakat nazar-ı şerîatle bakıldığı vakit, yani bir ölçüye vurulduğu
vakit yani şeriat mertebesi ile bakıldığı vakit, Hadi ismi Mudil
isminin efâline i'tirâz eder. Bu görülen şeylerdir, “sen neden namaz
kılmıyorsun, sen neden şunu yapmıyorsun, bunu yapmıyorsun, sen
şu kötülüğü yaptın işte sen iyi yaptın bunu güzel yaptın,” gibi
sözler şeriat mertebesinde geçerlidir. Zîrâ şeriata tabi olan kimse
Hadi isminin; ve kâfir ve fâcir olan kimse dahi Mudil isminin
terbiyesi altındadır.
Birinin îcâbâtı diğerinin îcâbâtına zıttır. şeriat mertebesinde bu
geçerlidir, yukarıdan bakıldığında her fiil a’yân-ı sâbitesinin
mahbubudur, ama şeriat mertebesinden bakıldığı zaman böyle
değildir, diye iki mertebenin, yani ef’âl mertebesinden şeriat
mertebesinden bakış ile, rububiyet mertebesinden bakış ve
yaşantıyı, burada çok güzel olarak açıklamaktadır. Ve sırât-i
müstakimleri ve bu sıratların en son varacakları yeri başka
başkadır. Birinin yolunun en son varacakları yer neş'et-i uhreviyyede cennet ve diğerininki cehennem dir.
İmdi her bir "ayn", kendi vücûdunda, mürebbîsi olan Rabb-i
hâstan zâhir olan şeyle, o Rabb'inin ef’âlinden râzîdir. Bu ef’âl
marzıyyedir. Yani Rabbının ef’alinden razıdır. Yani zuhur etmiş olan
kendisinde zuhur ettirenden razıdır. Bu ef’âl de merziyedir. Yani
Rabbı tarafından o ef’âlde, razı olunmuştur. Yani o fiil varlığı
neticeye gelmesi kendisini var edenden yani kendisinin meydana
çıkmasından razı olmuştur, razı olunduğu için de Rabbı tarafından
Merziyedir. Zîrâ her bir fâil ve sanatını yapan kendi fiilinden ve
san'atından razıdır. Eğer razı olmasa onu yapmaz idi.
Ve her fâil ve yapıcı kendi fiilini ve san'atını, o fiilin ve san'atın
mâhiyyeti neyi iktizâ ediyorsa, hakkını vermek suretiyle,
215
mükemmel bir hâle getirdi. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri Kur'ân-ı
Kerim'de:
‫َﻰء َﺧﻠْﻘَﻪُ ﰒُﱠ َﻫَﺪى‬
ٍ‫ُﻞ ْﺷ‬
‫اَﻋْﻄَﻰ ﻛﱠ‬
(Tâhâ, 20/50)
buyurdu. Ma'nâ-yı şerifi budur ki: "Hak teâlâ her şeye halkını, ya'nî
isti'dâdının iktizâsı olan hakkını verdi.” Şu âyetin izahını başka
hiçbir kitapta bulmak mümkün değildir. Cenâb-ı hakk bütün a’yân-ı
sâbitelere bu halkiyyeti verdi, sonra halk edildi de hidayetini de
ona verdi. Bakın Hâdi yaptı, yani bütün zuhurların hepsi Hâdi
ma’nâsınadır, ama nerede yukarıdaki ifade edilen hakikatler
gereğince. Ama şeriat mertebesinde ise gene hepsinin halkını verdi
ama bazıları Hâdi bazıları Mudil olarak kabul edildi. Nerede,
teşriyede, şeriat mertebesinde. Ma’nâyı şerifi budur ki Hak Teâlâ
her şeye halkını yani istidadının iktizası olan yani istidadının gereği
olan hakkını verdi.
Ondan sonra da her şeye halkını verdiğini beyân etti." Hakkını
verdi, hakkını vermesiyle de halk etmesini verdi, O hakkını
vermeseydi halk olmazdı. Yani meydana getirdiğini beyan etti.
Binâenaleyh her şey, kendi isti'dâdıyla neyi taleb etmiş ise, ondan
noksan ve ziyâdeyi kabûl etmez. Yani zuhura gelen her şey
istidadında neyi varsa onu taleb etmiştir, ne noksan ne fazlasını
taleb etmez Yani ne noksan zuhur eder ne eksik zuhur eder diye
bir çok yönleriyle burada Hakikat-ı İlahiyeyi faaliyet sahasında olan
zuhurların özlerini bize bildirmektedir.
İmdi İsmail (a.s.), bizim zikr ettiğimiz şeye usûru
sebebiyle gizli olanı bilmesi sebebiyle Rabb'i indinde,
marzîdir. Bakın bir hakikati ele alıyor, peygamberlerin hayat
hikayeleri değil burada hakikatleri belirtiliyor. Suri
yaşadıkların yaşantıları değil özlerinde olan hakikatlerinde
a’yân-ı sâbitelerinin gereği anlatılıyor. Ve kezâlik her bir
mevcûd Rabb'i indinde marzîdir. Ve her bir mevcûd, beyân
ettiğimiz üzere, Rabb'i indinde marzî oldukda, diğer abdin
Rabb'i indinde marzî olmak lâzım gelmez. Yani her marzi
kendi rabbı indinde marzidir, ama diğer rabbın indinde
marzi olması lazım gelmez. Zîrâ rubûbiyyeti, ancak külden
aldı; vâhidden almadı. Binâenaleyh ona külden, ancak ona
münâsib olan şey müteayyen oldu. O da onun Rabb'idir (8).
Ya'nî İsmail (a.s.) fiil, "ayn" için sabit olmayıp, ancak aynda
mütecelli ve zahir olan Rabb-i hâs için sabit olduğuna ve o ayn
dahi ancak kendisinden zâhir olan şeyi kabiliyyet ve isti'dâdı ile
Rabb'inden taleb eylediğine ıttılâı sebebiyle, Rabb'i hâs indinde
merzi razı olunan ve beğenilmiştir. Burada İsmail (a.s) ın anlayışını
belirtiyor. İsmail (a.s.) hadisenin böyle olduğuna ıttıla sebebiyle
yani ıttıla orayı idrak etmek oraya tulu etmek yahut tabi etmek
orasını anlamak ma’nâsındadır, şimdi İsmail (a.s.) fiilin oluşumu
ayn için sâbit olmayıp yani fiili a’yân-ı sâbite için fiil sabit değildir,
a’yân-ı sâbitede fiil yoktur demek istiyor.
216
A’yân-ı sâbite dediğimiz şeyde fiil yoktur, ayn için sâbit olmayıp
yani fiil ayn için yani hakikati özü bir şey için sabit olamayıp ancak
aynda mütecelli ve zâhir olan yani aynda mütecelli ve zâhir olan
Rabb-ı Has için sabit olduğuna ve onun aynı dahi ancak
kendisinden zâhir olan şeyi kabiliyet ve istidadı ile Rabbından talep
ettiğine ıttılayı sebebiyle Yani İsmail (a.s.) anladı ki diyor, ayn için
sâbit bir fiil yoktur ancak o aynın Rabb-ı Hassı için sâbit olduğunda
Rabb-ı Hasından zuhur eden fiildir. Şimdi a’yân-ı sâbite var, o
a’yân-ı sâbitenin programı hangi esma üzere ise o esma onun
rabbı olmaktadır. İşte o rabbın hususiyeti itibariyle bir fiil ortaya
çıkmaktadır diyor. İsmail (a.s.) bunu anladı diyor.
İstidadı ve rabbından taleb eylediğine ittila sebebiyle yani bunu
idrak etmesi sebebiyle Rabb-ı Hass indinde merzidir. İsmail (a.s.)
dahi Rabb-ı Hası indinde razı olunmuşlardandır. Yani genel olarak
bunu anlattıktan sonra İsmail Fass-ı olduğu için şu hakikatleri
anlatmak için bunu anlatıyor, yani daha evvelden mevzunun
başından beri gelen özellikleri, yaşam sistemlerini İsmail (a.s.) ın
anladığını anlatmak için neyi anladığını anlatmak için bunları
anlatmış oluyor. Rabbı hass indinde merzidir ve beğenilmiştir. Zîrâ
rabb-i hâssı o mevcudun üzerine yani rabb-ı hasın hususiyeti ile
meydana gelmiş üzerine rubûbiyyeti, devamlı kıldı; ve onun
isti'dâdı hasebiyle, ona tecellî edip efâlini onda izhâr eyledi.
Bununla beraber her mevcûd, Rabb-i hâssnıın indinde merzi
olmakla yine o mevcûd, diğer abdın Rabb'i indinde merzi olmak ve
beğenilmek lâzım gelmez. Onun için işte bir çok kimseler bir araya
geldiği zaman senin fikrin yanlış benimkisi doğru, ötekisi diyor yok
benimkisi doğru, seninkisi yanlış diye yani hiç kimse kimsenin
fikrini beyenmek zorunda da değil ama inkâr etmek zorunda da
değildir. çünkü hepsi ayrı Rabların zuhuruyla meydana geldiği için
görünmeleri faaliyetleri ayrı ayrı olacaktır, ama ayrı ayrı ve
birbirlerine zıt olan şeyler kendi Rabları hasları indinde merzidirler
ve mahbubdurlar diyor.
Zîrâ mevcudun her birisi rubûbiyyeti, ancak tüm esmadan aldı;
yani isimler mertebesinden aldı, vâhid-i muayyenden almadı. Yani
tek bir vahid makamdan almadı. İsimlerin cümlesinden aldığından
hepsi de ayrı ayrı zuhurlar oldu. Eğer hepsi vahid makamından
alsaydı hepsinin tecellileri bir olacaktı. Ve külden onun için zahir
olan şey dahi, ancak kendisine münâsib olan şeydir. Yani ism-i
külliden yani isimlerin küllünden onun için müteayyin olan şey dahi
yani külden o varlık için tayin edilen şey dahi ancak kendisine
münasib olan şeydir. Yani kendisinin programı kadar olan şeydir.
Ve kendisinin münâsibi olan şey de onun isti'dâdıdır. Yani kendisine
göre olan hakikat da kendi istidadıdır. Ve o mevcûd için kendisine
münâsib olarak külden zâhir olan şey onun Rabb'idir. Bu bahsi
biraz îzâh edelim:
217
Ma'lûm olsun ki, "ulûhiyet", ya'nî mertebe-i '"vahdet",
Vahidiyet, kendisinde isim ve resim olmayan
"ahadiyyet"
mertebesi ile, esma mertebesi ve sıfat olan "vâhidiyyet" arasında
bir mertebe-i mutavassıtadır. Ve bu ulûhiyet mertebesi rubûbiyyeti mutlakayı îcâb eder. Şimdi deniyor ki Uluhiyet Ahadiyet mertebesi
ile yani ilah Uluhiyet, Ahadiyet mertebesi ile vahidiyet mertebesi
arasında bir berzahtır. Ayrıca şöyle de denebilir, Ahadiyet
kendisinde isim ve resim program hiçbir şey olmadan teklik
mertebesi, Vahidiyet ise Uluhiyetin zuhur sahası, mahalidir.
Vahidiyet diye bir mertebe tek başına Ahadiyet gibi tek başına bir
mertebe değildir. Vahidiyet mertebesi. Uluhiyet mertebesinin
açılmasına bir sahadır
Bu sahanın da faaliyete geçtiği yani diğer sahalara açılıma
geçtiği Rahmaniyet mertebesidir. O halde Vahidiyet Uluhiyet,
Rahmaniyet aynı sahada oluşan üç isimli mertebedir. İşte Vahdet
kendisinde isim ve resim olmayan mertebe-i Ahadiyet ile mertebe-i
Esma ve Sıfat olan Vahidiyet arasında bir mertebe-i mutavasıtadır.
Bakın çok güzel bir tarif bu. Yani Uluhiyet denilen hal Ahadiyet
mertebesi ile Vahidiyet mertebesi arasında bir vasıtadır, yani ara
bölmedir, Ahadiyet olmasa Uluhiyet olmaz, Uluhiyet olmasa Vahidiyet olmaz, Uluhiyet Ahadiyetten hakikatini almakta, vahidiyet
mertebesinde de bunu zuhura çıkarmaktadır, genişletmektedir,
dağıtmaktadır, Rahmaniyeti ile de bütün âleme yaymaktadır.
Bakın Uluhiyeti bu şekilde tarif eden başka bir tarif yoktur. Bir
çok tarifleri var da, ama bu kadar açık ve berrak şekilde tarif eden
yoktur. Ahadiyet mertebesi ile Esma ve Sıfat mertebesi olan
Vahidiyet mertebesinin arasında bakın geçiştir diyor. İkisini
birleştirendir. Eğer Uluhiyet mertebesi olmamış olsa Vahidiyet
mertebesi hiçbir şekilde faaliyete geçemiyor. Daha ileri geçemiyor.
İşte onun için Allah isminin hakikatini tarif ederlerken “Bütün
varlıktaki varlıkların yani bütün varlıkta ne varsa eksi ve artı, bütün
varlıkların varlıklarını kendi mertebelerinde korumaya verilen addır
Uluhiyet”
yani bütün varlıkların hakkını kendi mertebelerinde
koruyan mertebenin adı Uluhiyettir.
İşte burada Cenâb-ı Hakk Allah Mertebe-i Uluhiyet kafire kafir
olduğu için, iman ehline de iman ehli olduğu için rızkını vermez,
Uluhiyeti yönüyle verir, güneş açıldığı zaman küfür ehli de olsa
inkâr ehli de olsa put perest de olsa ateşperest de olsa hepsine
ışığını ve ısısını veriyor. Yağmur için de öyledir, yani Allah hem
Müslümanın hem bütün âlemlerin Rabb-ul âlemidir, Rab-ul
erbabıdır, yani Uluhiyet mertebesinde bu ayrımlar olmaz, çünkü
varlık sebebi Allah’tır hepsinin ama burada imtihan olmamız ve
olunması gerektiğinden, şeriat mertebesinde de bahsedildiği gibi
dileyen ehl-i küfre yönelir, dileyen ehl-i imana yönelir.
Mertebe-i mutavasıtadır ve bu mertebe-i Uluhiyet Rububiyet-i
mutlakayı icab eder. Yani Uluhiyet mertebesi eğer var ise mutlaka
218
Rububiyet mertebesini de gerekli kılar. Çünkü ilâh var ise, onun
meluh-u olacaktır. Uluhiyet mertebesi olmamış olsa bu âlemlerde
hiçbir şey olmaz. Bu âlemlerde birşeyler varsa mutlaka Uluhiyet
mertebesinin tecellilerindedir zuhurlarındadır. Bu tecelliler de Rab,
Esma-ı İlâhiyenin
hususiyetleri olan Rablar hükmüyle ortaya
çıkmaktadır. Yani esmalar, Rablar derken her bir esma Rab, rab da
terbiye edici ma’nâsınadır. Bütün bu âlem terbiyeler silsilesi yani
eğitimler silsilesi içerisinde olmaktadır, sadece insan eğitilmiyor,
bütün varlık kendi mertebeleri itibariyle eğitilerek kemallerine
ermiş oluyorlar, bunları hükmünde tutanlar da onların Rabb-ı
Hasları olmaktadır.
İşte böylece Uluhiyet Rububiyet-i Mutlakayı icab eder. Yani
Uluhiyet mutlak bir rububiyeti yani terbiyeyi gerektirir, zira meluh
olmayınca İlâh kimi terbiye edecektir. Eğer bir yerde Meluh varsa
İlâh mutlaka vardır, bir yerde İlâh varsa meluh da mutlaka vardır.
Çünkü ikisi bir birinden ayrı olmaz. Ahadiyet mertebesinde Abdül
Kerim Cili Hz lerinin bildirdiğine göre İnniyeti ve Hüviyeti vardır
sadece ama bunun da ne olduğunu bilmemiz mümkün değildir.
toplu olarak “ENE” inniyeti ve Hüviyeti olarak biliyoruz. Zîrâ kul
olmayınca "ilâh" kimi terbiye edecektir. Halbuki âlemlerin kaffesi
meluhtur. Binâenaleyh Allah Rabbü'l-âlemindir. Yani âlemlerin
Rabbıdır.
O'nun âlemler üzerindeki rubûbiyyeti rubûbiyyet-i mutlaka ve
umumi mutlak bir rububiyettir. Ve her mevcudun bu "ulûhiyyet"
mertebesinden aldığı hisse ve nasîb, ancak kendisinin Rabb-i hâssı
olan bir isimdir. Ve bu ismin rubûbiyyeti rubûbiyyet-i hâssa ve
mukayyededir. Kendisine has ve kayıtlı rablıktır, Binâenaleyh her
bir mevcûd rubûbiyyetini külden, ya'nî esmanın tümüne cami' olan
ulûhiyyet mertebesinden almış olur. Ve bu, aldığı rubûbiyyet-i
hâssa dahi onun kabiliyyet ve isti'dâdına muvafık olup, mazhar
olduğu ism-i hâssa mahsûs bulunur.
İşte o mevcudun ef’âlinden razı olan ve ondan sudur eden
şeyleri beğenen ancak bu ism-i hâstır. Bir başka isim beyenmese
de kendinden zuhura geleni o ism-i has kendine hastır beyenir.
Meselâ muhtedinin Rabb'i olan Hâdî ism-i hâssı, ona hidâyetle
mütecellîdir; ve mühtediden Hâdiden sâdır olan ef’âl ve ahlâktan
razıdır. Ve keza dall olan kimsenin Rabb'i dahi, o dalle, dalâletle
tecelli edendir. 0 Rab dahi Mudili ism-i hâssıdır ve ondan razıdır Ve
keza müntefiin, faydalananın Rabb'i Nâfî'; ve zarar görenin Rabbi
Dârr; ve intikam olunan kimsenin Rabb'i Müntakım; ve rahmet
edilmişin (merhumun) Rabb'i Rahmân'dır. Merhum Rahmet edilmiş
manasınadır. Genelde o hale gelenlerin hepsine “merhum” denilir.
Yani şaki de olsa katil de olsa merhum denir.
Yani Rahmaniyetten Rahmet edilmiş ma’nâsınadır. O zaman
nasıl oluyor, Rahmet edilmiş yani şaki oluyor da Rahmet nasıl
oluyor. İşte buradaki merhum genelde ölmüş ma’nâsına veriliyor
219
halbu ki kelimenin aslı Rahmet olunmuş Rahmaniyetten
kaynaklanıyor merhumun rabbı Rahmandır. İşte bütün âlemdeki
esma-ı İlâhiyenin dağılımı Rahmaniyet mertebesinden başlıyor,
böyle olunca da Rahman arşa istiva etti
‫اﺳﺘـَﻮى‬
َ ْ ‫َْﻦَﻋﻠَﻰ اﻟَْْﻌﺮِش‬
ُ‫اَﻟﺮﱠﲪ‬
20/5 hakikati ile de ütün âlemi Rahmaniyet hakikati sarmış oluyor.
O halde gadap dahi Rahmanından meydana geliyor. Mudil
Rahmandan meydana geliyor. İşte peygamberimizin buyurdukları
“rahmetim gadabımı geçmiştir” hükmü buraya dayanıyor. Çünkü
Gadab ve Mudil Rahmaniyetten, Rahman asıl bunlar O’nun zuhur
mahallidir. Rahman olmasa onlar da olmaz. Yani varlık sebepleri
Rahmandır. İşte bütün varlık aynı zamanda merhumdur. Yani
Cenâb-ı Hakk’ın bütün varlığa Rahmeti, Rahmaniyetn bütün varlığa
Rahmati kendi istidatları üzere olmaktadır. Kendi istidatlarını
zuhura getirmiş olan bütün varlıktan da esmaları isimleri razı
olmaktadır, varlıklar da kendilerini meydana getirdikleri, hayat
sahasına çıkardıkları için isimlerinden razıdır. O zaman merzidir.
İsimler merzi razı olunmuş olmaktadır.
Ve diğerleri de de bunlara kıyâs olunur. Birinin indinde razı
olunan
kimse diğerinin indinde beğenilmez. Ve keza bir isme
nazaran saîd olan, diğer isme göre saîd olmaz.
Çünkü a'yân-ı mevcûde mevcut olan ayanları rubûbiyyetlerini
kül olan ulûhiyetten ayrı ayrı ism-i hâslar ile aldı; yani bu değişik
isimler Uluhiyetten istihkaklarını ayrı ayrı özellikte ayrı hususiyetler
olarak aldılar. Çünkü Uluhiyet mertebesinde Rahmaniyet mertebesinde bunların hepsi mevcuttur Vahidiyet mertebesinde. Yoksa bir
ism-i muayyenden almadı. Yani tek belirli bir isimden almadılar
hepsi. Allah isminden aldılar, bu yönüyle tek isimden ama Allah
bütün Esma-ı İlahiyeyi kapsam alanına alan Cami ismi olduğundan
Allah isminin içinde bütün isimler mevcut olduğundan her bir varlık
da kendi Rabb-ı hassının zuhuru olduğundan her ne kadar hepsi
tek yerden almış olmalarına rağmen Zat mertebesinde Esma
mertebesinde hepsi ayrı ayrı Rabb-ı Haslarından aldılar.
Eğer bir ism-i muayyenden alandı, yani tek bir isimden almış
olsaydı, bakın Zat’tan değil Zat ismi olan Alah isminden değil her
esma kendi isminden muayyen yani tayin edilmiş bir isimden
aldılar.
Eğer bir ismi muayyenden
alaydı, mevcudat rubûbiyyette
müşterek olur ve cümlesinin efâli, o ism-i muayyen indinde marzî
olmakla, hepsi müsâvî surette saîd olurdu. Eğer Esma-ı
İlâhiyelerden herhangi birisinden bütün varlık aynı ismi almış
olsalardı bütün varlık aynı olarak zuhur ederdi. Said ise said olurdu
hepsi. İşte bu hakikati çok daha iyi idrak etmiş olan bizden evvelki
ariflerimiz irfani büyüklerimiz onlar dan biri olan Mevlânâ Hz leri bu
hakikate dikkat çekerek “Burası çokluk alemidir, burada birlik
220
olmaz” diye çok açık olarak belirtmektedir. Yani bir çok Esma-ı
İlâhiyenin zuhuru olduğundan o zuhurlarda ayrı ayrı istikametler
ifade ettiklerinden burada birlik olmaz.
Ahirette bu birlik olacak ne şekliyle iki yönüyle biri Cemali
isimler biri Celâli isimler olarak Esma-ı İlâhiye ayrılacak Cemâli
isimler Cennette Celâli isimler Cehennemde olacak ve orada ihtilaf
olmayacaktır. Orada bu tecelliler de olmayacak. İşte o yüzden
burası bakın Cennetten çok ilerde bir yerdir. Cennette belki zevki
sefa vardır, ama burada Ariflik vardır, irfaniyet vardır, Marifetullah
bilgisi buradan alınıyor, cehennem de buradan alınıyor, Cennet de
buradan alınıyor, her ikisinin kapısı burasıdır. Yani burada cenneti
seçmek de var Cehennemi seçmek de vardır. İnsan olduğu için
Cenab-ı Hakk İnsanları diğer varlıklardan ayırmak suretiyle
Uluhiyeti itibariyle bulunan bütün meratib-i İlâhiyeyi insanın
varlığına koymuş, bütün zıt isimler insanda mevcuttur, Mudil ismini
de koymuş Hadi ismini de koymuş, diğer varlıklarda bunların
değişmesi mümkün ama insanın tercih hakkı olduğundan bunları
değiştirebilmesi mümkündür.
İşte değiştirmek için de biraz gayret sarf etmek gerekmektedir.
O da nefis mücadelesi ismi altında insanlara yapılan eğitimler ile
bunlar düzenlenmektedir. İşte şeriat mertebesindeki emir ve
nehiyler, bunu düzene sokmak içindir. Yapılmış emirlerdir. Fıtri
olarak bütün varlık said olursa o zaman cennete ihtiyaç kalmazdı
cehenneme de ihtiyaç kalmazdı neden fıtri olarak saidlik bir
mükâfat gerektirmiyor. Çünkü kendi varlığında olanı ortaya
koyuyor. Bir üzüm, üzüm olacaksa o üzüm kendi fıtratı üzere
olduğundan üzüme mükâfat verilmez. İşte bütün insanlar said
olsaydı yani bütün insanların esması tek esma adı isminin zuhuru
olsaydı bütün insanların Rabb-ı Hassı Hadi ismi olsaydı fıtri olarak
bu fiilleri işleyeceklerinden mükafat hak etmezlerdi. İşte kendi
bünyelerinde Hadi’nin karşılığı Mudil de olduğundan ama ism-i
cami olan Allah Esması kendisinden zuhur eden varlıkları ikaz
ettiğinden burada Mudil de var Hadi de var, seçmeyi de insanlara
bıraktığından emir ve nehiylerle ve peygamberlerin getirdiği
şeriatlarla ki bunun toplamına emr-i teklifi deniyor, teklif edilen
hususlara uymakla kişi mükafat kazanmış oluyor.
Eğer uymazsa da cezası ona göre oluyor. İşte böyle bir bireye
ayırım selâhiyeti verilmemiş olsaydı insanlar halife olmazdı ve birey
olmazlardı, diğer varlıklar gibi sadece zuhur mahali olurlardı, o
zaman da kendilerine ait hiçbir varlıkları da olmazdı. Muayyen
indinde marzi olmakla hepsi müsavi surette sait olurdu fakat her
bir mevcudun hissesini ve nasibini bir ism-i hassın tavassutu ile
külden alması mevcudatın razı ve saadette yek diğerine müsavi
olmamalarını netice eyler. Yani böyle olması neticelenir. Binaen
aleyh bir ism-i hassa göre sait olan diğer bir ism-i hassa göre şaki
olur.
221
İşte burada zâten bunların zuhura çıkması ve bu âlemde, gerek
said ve gerek şaki olanların şehadetinin yapılması için buraya
bunlar gelmekteler işte onun için buranın ismi şehadet âlemidir.
Yani kim hangi fiili işledi diye müşahede âlemidir. Şehadet, şahitlik
âlemidir. Kiramen katibin denilen görevliler dahi bunların şahitleri
ve kayıt tutucuları olmaktadır. Onlar bizim şahitlerimiz olacaktır.
Yani amel defterleri verildiği zaman
‫ْﻚ َﺣِﺴﻴﺒ ً ﺎ‬
َ‫َﻋﻠَﻴ‬
‫َﻚ ﻛَﻔَﻰ ﺑَِﻨـﻔِْﺴ َﻚ اَﻟْﻴَـﻮم‬
َ ‫ا ِ َﻗـْﺮاْ ﻛِ ﺘَ ﺎﺑ‬
17/14 sen kendi kitabını oku bu gün sana bu kitap
yeter. Kitabını görenler zâten ilk hükmünü kendileri vereceklerdir.
Nereye gideceği daha orada belli olacak ancak bunun mertebeleri
hangi kata gideceği cehennem veya cennete
‫ﺎﻛِﻤَﲔ‬
ِ َ‫اﳊ‬
ْ ‫َﻢ‬
ِ‫ﺑِﺎَﺣﻜ‬
ْ
Mahşerde mahkeme-i kübra da Hak tarafından belli olacaktır
Ve hiçbir kimse rubûbiyyeti, Hakk'ın ahadiyyeti haysiyyetiyle ahz etmez; ve bunun için ehlullah, ahadiyyette
tecellîyi men' eyledi (9).
Bakın burası da çok büyük bir faniyet ve bilgi hazinesidir.
Ya'nî zâtı ahadiyyet cüzlere ayrılan olmadığı cihetle, falan
cüz'ünü filan şey; ve falan cüz'ünü de filan şey elde etti demek
mümkün olmadığından; ve binâenaleyh onda ne isim ne de resim
bulunmadığından, burada Ahadiyetten bahsediyor, yani Ahadiyetten falan varlık şunu aldı filan varlık şunu aldı diye bir şey söz
konusu değildir. Hiç bir kimse "rubûbiyyet'i Hakk'ın "ahadiyyet'i
haysiyyetiyle elde etmez. Daha önce de belirtildiği gibi Ahadiyette
tek kişi bilinmesi vardır, şöyle diyelim, Zat-ı Mutlak amaiyette iken
bilinmekliğini istedi ve tecelli etmeye başladı. Yani bir derya coştu,
ikinci bir derya orada meydana geldi, birinci derya “küntü kenzen
mahfiyyen” yani gizli olan derya, Ahadiyet ismi ile ortaya çıktı,
AHAD teklik ismi, burada ne Allah ismi ne başka Rahman rahiym
gibi sıfatlar hiçbir şey yoktur. Orası bir bilinmezlik halidir.
Yani ilk sahaya çıkması sahneye çıkma o sahne de ayrı bir
sahne olmadığından kendinden kendinin kendi olarak çıkmasıdır.
Mahluk olarak çıkması değil, Zât’ı yönünden Zât’ıyla ve Zât’ında
olmaktadır. İşte AHAD dedikleri bu mertebedir. İşte dinimizin
içerisinde şeriat mertebesi ile yapılan tenzih mertebesi buraya
aittir. Yani gerçek ma’nâda dinimizin bildirdiği tenzih Ahadiyet
mertebesine aittir. Çünkü orada ne tecelli ne zuhur ne herhangi bir
şey 29/6 ayetinde
‫ﻐَﲎﱞ َﻋِﻦ اﻟَْﻌﺎﻟَِﻤَﲔ‬
ِ َ‫ِ ﱠن اﻟﻠﱠﻪ َ ﻟ‬Allah
‫ا‬
âlemlerden
ganidir. Yani bu âlemlere ihtiyacı yoktur, yani o mertebede
Ahadiyet mertebesinde daha bu âlemler yoktur. İşte tenzih budur.
222
Kadim tenzih, Mutlak tenzih budur, yoksa Allah şundan
münezzehtir, bundan münezzehtir, derken zâten bir varlık ortaya
getirmekteyiz şundan bundan derken. âlemlerden ganidir derken o
zaman bu yaptığımız tenzih teşbihi tenzih olmaktadır. Tenzih
ederken farkında olmadan teşbih ediyoruz.
Yani şundan bundan ganidir tenzihtedir dediğimiz zaman zaten
biz ne tenzih yapıyoruz ne bir şey yapıyoruz. Ama genelde tenzih
bu şekilde oluyor, bu tenzihte beşeri tenzih oluyor. İlâhi tenzih
değildir. yani beşerin kendi zannında ululaştırıyorum dediği Allah’ı
tenzih ediyor ayrıca. Allah tenzih edilmez çünkü zuhurdadır, Zât-ı
Mutlak tenzih edilir. Veya Ahadiyet mertebesi itibariyle ki oradaki
ismi Ahadiyet mertebesindeki isim Zât-ı Mutlak. Bunun da ne
olduğunu beşerin anlaması mümkün değildir. Ama Zat olarak şimdi
her birimizin bir Zâtımız vardır, bunu bilip anlıyormuyuz
anlamıyoruz işte bizim de zatımız tenzihtedir bakın bu şekilde.
Çünkü bu zâtımız a’yân-ı sâbitelerimiz itibariyle Allah’ın Zât’ına
dayanmaktadır.
İşte Ahadiyet mertebesinde tecelliyi men etti diyor irfan ehli,
yani orayla tecelli bağlantısını sakın düşünmeyin, mümkün değil
diye bize büyük bir bilgi veriyor, idrak veriyor ve de o mertebenin
hakikatini de bu şekilde bir başka yönüyle anlatmış oluyor. Yani
orada bir faaliyetin olmadığını olamayacağını oradan bir şey
alınamayacağını söylüyor. İşte orada ehlullahın bildirdiği Zat’ı
Mutlak’ın ayrıca Vücud-u Mutlak’ın, vücudsuz Vücud-u Mutlak’ın bir
inniyeti bir Hüviyeti olduğunu biliyoruz. Yani en ileri derecede bunu
bildiren de bir kişi olmuş o da Abdül Kerim Cili İnsân-ı Kâmil adlı
kitabında bildiriyor. Başka bir yerde de bu bilgiyi bulmak mümkün
değildir. Yani bu açıklıkta bu güzellikte o mertebeyi anlatan yerler
bulmak mümkün değildir.
Bir çok tarikat kitaplarında anlaşılması zor olan yazılarla
anlatılmaya çalışılıyor, yani Zat’ı Ahadiyet mütecezzi olmadığı
cihetle yani bölünmediği, cüzlere ayrılmadığı cihetle falan cüzün
falan şeye ahz eyledi demek mümkün olmadığından, binaen aleyh
onda ne isim ne de resim, yani ne isim ne sıfat o mertebede daha
henüz bulunmadığından hiçbir kimse rububiyeti Hakk’ın Ahadiyeti
yönüyle alamaz. Yani rububiyeti Ahadiyetten alamaz. Çünkü oraya
bağlantısı yoktur. Nereden alır, Uluhiyetin rahmaniyetinden alır.
Zîrâ "rubûbiyyet" bir sıfattır; ve zât-ı ahadiyyet ise esma ve
sıfattan beri kılınmıştır. İşe bu sebebden nâşî ehlullah, mertebe-i
ahadiyyette tecellî yoktur, derler. Ahadiyet mertebesinde tecelli
yoktur derler.
Zîrâ tecellî için, bir tecellî olunan şey lâzımdır. Tecelli olması
için bir zemin olması lazımdır, Halbuki cemî'-i niseb ve izâfât cemi
nisbetler ve izafatlar zât-ı ahadiyyette mahv ve müstehlektir. Yani
yoktur ve helaktadır. Yani müstehlektir sadece O’nun içindedir,
hükümsüzdür faalyette değildir.
223
İmdi sen O'nunla O'na nazar edersen, O kendi nefsine
nazırdır. Böyle olunca O, kendi nefsine, kendi nefsiyle nazır
olmaktan zail olmadı (10).
Ya'nî ey ârif, sen makâm-ı fenâda, Hakk'a nefsin ile değil, yine
Hak ile nazar edersen, O'na nâzır olan sen olmazsın; O kendi
nefsine nâzır olur, yani o kendi nefsine bakar olur. Her ne kadar
ortada bir vücut var ise de ama o ayan-ı sabitesi hakikati ile onları
idrak etmiş olduğundan kendisinin sadece bir izafetten meydana
geldiğini izafetten ibaret olduğunu anladığı zaman Hakk’ta fâni
olmuş ama gene de bir şuuru vardır, yani bütün esmasıyla birlikte
kendine ait bir şeyin olmadığını kendisinde bir ismin tasarrufta
olduğunu idrak edince Rabbından da Rab-ul Erbab’a yolculuğu
yapınca Rab-ul Erbab olan Allah’a ulaştığında kişi o zaman Hakk’ta
fani olmuş olmaktadır.
İşte fenâfillâh mertebesi burasıdır. İsimlerin rabbının tesirinden
kurtulup, ama o rab da Rab-ul Erbab’a bağlı olduğundan rabbı
yönüyle Rab-ul Erbaba ulaşması mümkündür. Bakın burası
mühimdir, Eğer biz rabbımızı idrak edemezsek Rabb-ı hasımızı
idrak edemezsek veya o mertebeyi idrak edemezsek Rabb-ı
Hasımız tek olarak hangisidir, dersek o zaman biz yine tek ahlâkta
kalmış oluruz. Sadece o rabb-ı hassın hükmü altında diğerlerini
bilmemiş oluruz. Rabb-ı hasımız bir olmakla birlikte ama bizde bir
çok rabb-ı hassın tesiri olduğunu bilmeliyiz ve o rabb-ı hasların
hepsinden, bakınız burası mühim, hepsinden istifade ederek Rabbul Erbab’a ulaşmamız mümkün olmaktadır, oradan da sıfatlara
ulaşmamız mümkün olmaktadır.
Dolayısıyla kendimizi bir başka mahal bir başka makamda daha
geniş manada tanımaktayız, kendimizi tanıdığımız zaman ki ben,
biz diye zannettiğimiz bu varlığı Cenâb-ı hakk’ın bir sıfatı sıfatının
zuhurları olan Esmaların tecelligâhı tecelli yeri olduğunu
anladığımızda biz fenâfillâhız. Uykuda bir insan fânidir, gündüzden
fânidir uykuda olan insan, fenâfillâh bu şekilde değildir, şuursuzluk
halinde kendini kaybetmek değildir, şuurlu olarak kendinin ne
olduğunu bilmek kendinin Hakk’a ait olduğunu bilmek fân-i fillâh,
fâni-i Hakk, Hakk’ta fâni olduğunu idrak etmektir.
İşte kişinin fenâfillâhta eli ayağı tutulur herhangi bir fiili olmaz,
dendiği bu husustur. Fiili olur ama, kendine ait bir fiili olmaz, fiil
Hakk’ın fiilidir. İşte bunu tecrübelerle, yani fenâfillâh’a girmesi
fenâfillâh’ta yaşaması ve fenâfillâhın kemâle ermesi ve bakâbillâh
olmakta. İşte o fenâfillâh’ın neticesi olan bakâbillâha geldiğinde o
kişinin ibadeti ubudet hükmüne gelmektedir. Birey beşeriyeti ile
yaptığı rabb-ı hasıyla yaptığı ibadet evvelâ emirlerle ibadet
olmakta neden, nefsi ile yaptığı için, kendini ben zanneti, ve
Hak’tan ayrı olan, bir varlık olarak ibadet ettiği içini ibadeti abidlik
hükmünde oldu. O kimse ibadet etti ona da denmekte. Ama
kendindeki isimlerin sıfatlara bağlı, sıfatların da Hakk’a bağlı
224
olduğunu anladığında fenâfillâh, bunları a’yân-ı sâbitesi itibariyle
aslında, fâni denen şeylerin kendinin asli hâli olduğunu a’yân-ı
sâbite idrakiyle anladığında kişi Hakk ile bâki olmaktadır.
Bakâbillâh’ın hakikati de budur, a’yân-ı sâbitesi itibariyle
kendindeki Hakk’ı idrak edip yaşadığında, işte o mahal ehlullah
olmakta, gerçek ma’nâda ve veli olmaktadır. İşte onun yaptığı
ibadetler dışarıdan bakıldığında ibadet abdiyettir ama, hakikati
itibariyle bakıldığında “Ubudet”, Ubudetin tarifi ise “Ubudet Hakk’ın
fiilidir.” Kul görünümünde olan Hakk’ın fiilidir. İbadet ise beşerin
fiilidir. Aynı kişidir, vaktiyle yaptığımız ibadetlerimiz çalışmaların
neticesinde ubudete çevrilir, ama dışarıdakiler bunu bilmez, seyr-i
sülûkta hakk’ın varlığında fâni olmuş bakâbillâh ile tekrar geriye
döndürülmüş olan bir kimseyi daha evvel tanıyanlar o kimse
zannederler, o kişi zannederler, halbuki o kişi gitmiştir artık,
bitmiştir, yenisi gelmiştir, yeni olarak gelmiştir, ama bunu dışarı
dan kimse anlayamadığı için ancak bu yollarda olan kimseler
Cenâb-ı Hakk anlatırsa anlatır veya anlarlarsa anlarlar, aksi halde
herhangi bir kimsenin bu hâli anlaması da mümkün olmaz, çünkü
ortada bir nişanı yoktur.
“Eğer ârif isen makâm-ı fenâda Hakk’a nefsin ile değil, yine
Hakk ile nazar edersin.” Dediği işte budur. Yani sendeki a’yân-ı
sâbiten itibariyle mahluk olmayan tarafını idrak edersin, mahluk
olmayan tarafınla yani Hakk ile nazar edersin, yani Allah’ı Allah
görür dediği hadise budur, Allah’ı Allah bilir dediği hadise budur.
O’na nâzır olan sen olmazsın, yani evvelki beşeriyetinle olan sen
olmazsın, hakikatinle var olan sen olursun ki, o da Hakk’tan başka
bir şey değildir. O kendi nefsine nazır olur o zaman. Şöyle tarif
ederiz; senin gözünle kendi nefsine bakan olur, ama senin dediğin
dahi O’nundur. O ise evvel ve âhır bulunduğu halde zail olmadı.
Yani uzaklaşmadı değişmedi, daima kendi nefsine kendi nefsi ile
nazırdır. İşte tam tevhid de budur. Bir başka varlık yoktur ki,
karşılıklı iki varlık olsun ve hiçbir şeye Ahadiyet ile tecellisi yoktur.
Varlıkta tecelli ne kadar yüksek olursa olsun, Uluhiyet tecellisi
vardır, Vahidiyet tecellisi vardır, Ahadiyet tecellisi olmaz. Çünkü
orası tecelligâh yeri değil, kendi yerinde bir makamdır. Zât-ı
Mutlak’ın olduğu bir sahadır. Saha bile bir tarif içindir, saha yoktur
ki orada bir saha olsun, sadece bir isim vardır, orada bizim
bilebileceğimiz bir hal yoktur, mahiyetini bilemiyeceğimiz bir
yaşantıdır. Ahadiyet ile tecellisi yoktur. Zîrâ tecellî, haktan gayrı
olan şeyler için inkişâfdan ibârettir. Yani açılma ise Ahadiyette
yoktur. Halbuki burada ne haktan gayri olan şeyler
ve ne de
haktan başkası yoktur. Ve bu mertebe, butûn/bâtın mertebesidir;
zuhur mertebesi değildir. Tecellî ise butûn/bâtın değil, zuhurdur.
Mevlânâ’dan Beyt:
225
“Eğer benim cam vücudumu sâki kırarsa bundan dolayı gam
yemem, zira O’nun koltuğunun altında başka bir kadeh-i vücut
vardır” yani mevt-i suri ile bu vücud-u cismani harab olursa Hakk
âlem-i berzaha münasib diğer bir vücut verir. Çok güzel bir tabir,
bu neden söz konusu oldu, yukarıda bölümün sonunda bahsettiğimiz şiirin meratib-i ilâhiyede değişiklikler arzettiğini açık olarak
burada da bildirmektedir. Reankarnasyoncular bunu da almaktalar,
bakın değişik değişik hallerden geçmekte diye kendilerine göre
mesned kabul etmektedirler. Burası onların anladığı gibi de
değildir. bunlar bir kişinin üstünde oluşan hadiselerdir, onlar bir tek
yaşamda olan hadiselerdir.
Onlar bunun her bir bölümünü başka bir yaşamda getirerek 50
sene evvel 500 sene evvel bin sene evvel şöyle yaşadı, işte iki bin
sene evvel burada padişahdı kraldı, diye bakın ve hep çocukarın
lisanından söyleniyor. O çocuk çocukluğunda diyor ben işte onu
görmüştüm yaşamıştım beş yüz sene evvel falan yerin
prensesiydim diyor, kralıydım diyor, bunlar hep üç harflerin verdiği
hayali imalar, yani bozgunculuk halleridir. İşte bir kimse irfaniyet
yolunda bir eğitim almışsa bu hayellere dalmaz bunları ayırır,
bunların hepsi vehimdir, ilham değildir. onlar bunları ilham
zannederler, hepsi hayalidir. Onların bilgileri onlara kalsın Allah
hepsine kolaylıklar versin biz kendi işimize bakalım.
İşte eğer benim cam vücudumu saki kırarsa, bu cam vücudu
dediği ilk bakışta beden vücududur. Beden kâsesi, beden kadehi,
ama yukarıdan itibaren baktığımız zaman a’yân-ı sâbitenin
tecelligâhı olan sıfatlar, sıfatların tecelligahı olan isimler, bakın her
bir tecellide kişi, ayrı bir elbise giymiş oluyor. Hangi mertebeye
gelirse o mertebenin haliyle halleniyor. Varlığı ile varlık almış
oluyor. Başka türlü de zâten olmaz. Esma âleminden isimlerden
elbise giyiyor ef’âl âleminde de isimlerin zuhuru olan elbiseyi
giyiyor. İşte bu giydiği elbiseler, neticede et kemik olarak son
madde şehâdet elbisesi giyiliyor, işte bu elbisenin aldığı eğitimlerle
kendi olmadığı, bunun bir elbise olduğu bu elbisenin içerisinde,
kendine ait olan bir sahanın olduğunu, bu sahanın da gönül akıl ve
idrak olduğunu, aslında bu halin sadece idraktan ibaret olduğunu
anladığı zaman, evvelâ bu elbiseden biraz kurtulmuş oluyor. Yani
yukarıya doğru hafifleyip çıkmaya başlıyor. Rahman suresinde 33.
Ayette buyurur,
‫ُﺬوا‬
ُ‫ض ﻓَﺎﻧـْﻔ‬
ِ ‫اﻻَر‬
ْ ‫ات َ و‬
ِ ‫اﻟﺴَﱠﻤﻮ‬
َ ‫اَﻗْﻄَﺎر‬
ِ
‫ُﺬوا ِ ْﻣﻦ‬
ُ‫اَن ﺗـَْﻨـﻔ‬
ْ ‫ﺘَﻄَﻌ ْﺘُﻢ‬
ْ ‫ا ِِن ْاﺳ‬
‫ْﻄَﺎن‬
ٍ ‫ِﻻﺑِﺴﻠ‬
ُ ‫ُون ا‬
َ ‫ﻻَْﺗـﻨـﻔُﺬ‬
İşte “hadi çıkın bakalım dünya kuturundan dışına çıkabilecek
misiniz illâ bir sultan” diye bahsedilen evvelâ bu beşeriyet
kutrundan yani beden kuturundan çıkmamız gerekiyor. İkinci
226
olarak biraz lâtif olan nefis kuturundan çıkmamız gerekiyor, üçüncü
olarak ruh kuturundan çıkmamız gerekiyor, ruh kuturundan derken
maddi varlığımızı meydana getiren ruh-u hayvani kutrundan
çıkmamız gerekiyor. Bunlardan çıktıktan sonra hür oluyoruz o
zaman insani ruhumuz bizde faaliyete geçiyor, işte Esma-ı
ilâhiyeleri idrak ederek urucumuz yukarıya doğru devam ediyor ise
o mertebelerden aldığımız elbiseleri, madde âleminden esma
âlemine çıkarken, madde âlemini burada bırakıyoruz, maddi
elbiseyi, ama biz gene bunun içindeyiz, ama şuur olarak bu
elbisenin biz olmadığımızı, bunun bir elbise olduğunu anlıyoruz,
bunu anladığımız zaman da, zâten bunu çıkarmış oluyoruz.
İllâ ölümle toprağa karışması değildir. bu bizi hafifletiyor, esma
mertebesinde nefis elbisesini çıkarıyoruz, nefsi duygular elbisesini
çıkarıyoruz, bir elbise ağırlığını daha üstümüzden atmış oluyoruz.
Sıfat mertebesinde nur veya Ruh elbisesini çıkarıyoruz, işte her
yükselişte bu miraç ve nihayet a’yân-ı sâbite idrakine ulaştığımızda
bütün bu elbiselerden fâni olmuş oluyoruz. Fenâ fillâh dedikleri işte
İseviyet mertebesi budur. Eğer Cenâb-ı Hakk burada bırakır ise
orada o kişi meczub halde hayatını sürdürüyor, artık o mertebede
olan kimsenin o mertebesi sürünceye kadar hiçbir mükellefiyeti
kalmıyor. Meczub ve Hakkta fani olduğu için yani kendine ait bir
varlığı kalmadığından mükellefiyeti de düşmüş oluyor. Mükellefiyet
varlığı olanadır, varlığı olmayanın mükellefiyeti de olmaz. Ölmüş
olan kimseler artık namazla mükellef değillerdir.
Ancak burası kişinin kendi kendine başaracağı yapacağı bir şey
değildir. hemen ayağı kayar artık sözler başlar, ben artık Hakk ile
Hakk oldum kime ibadet edeceğiz gibi sözler, eğer sağlam olarak
buraya gelmemiş ise mutlaka kaydırır. İşte bazı yollarda görülen
sadece sözlerinin söylenipte gerçek ma’nâda yaşanamadığı kaydığı
hallerde bunlardır. Kime namaz kılacağım, tekrar biz ilk okula mı
gideceğiz, işin başına mı döneceğiz, gibi ben profösör olmuşum
alfabe mi okuyacağım denir. Halbuki bilmiyor ki profösör de olsa
gene de alfabe ile okuyor, birinci sınıfta okuduğu rakamlarla,
sayılarla on a kadar olan sayılarla nereye gelirse gelsin gene onları
kullanıyor.
İşte her mertebede o şer’i hükümlerin başka şekilde yaşanması
idraki vardır. Eğer bırakılsaydı peygamberimiz bırakırdı ve
“Gözümün nuru namaz” demezdi. “Dinin direği namaz” demezdi.
“Namaz mü’minin miracıdır” demezdi. İşte öyle diyenler namazı
sadece hareketler manzumesi olarak düşünen kimselerin sözleri
oluyor. Namazın hakkını anlayamamaktadırlar, Kur’ân-ı Kerîm bize
üç mertebeli namazdan bahsediyor, birisi beş vakit namaz, yani
sizin üzerinize namaz farz kılındı diye ayette geçiyor. Nisa suresi
77. âyette Namz kıl zekât ver diye emrediyor.
227
‫اﻟﺼﻠَﻮةَ َ واَﺗُﻮا‬
‫َ واَﻗِ ُﻴﻤﻮا ﱠ‬
‫َﻮة‬
َ ‫ﱠاﻟﺰﻛ‬
‫اﻟﺼﻠ َِﻮة اُﻟ ْْﻮﺳﻄَﻰ‬
‫ات َ و ﱠ‬
ِ ‫اﻟﺼﻠََﻮ‬
‫َﺣﺎﻓِﻈُﻮا َﻋﻠَﻰ ﱠ‬Bakara sûresi
ayrıca
238 de, Ve salatı vustaya devam ediniz diyor, bir de daimi namaza
da devam edin diyor Mearic (70) Suresinde 23. âyette.
‫ﻮن‬
َ ‫ۤﺋِﻤ‬
ُ ‫َﻋﻠَﻰ َﺻﻼ ِِْﻢ َدا‬
‫اَﻟﱠﺬَﻳﻦُْﻫﻢ‬
ِ
Üç mertebede ayrı namaz vardır. Salât-ı
dâimun; kişinin bakâbillâh mertebesinde hakkani varlığı ile hayatını
sürdürdüğü devrelerde devamlı Hakk ile beraberdir, namaz Hakk’ın
huzurunda olmak değilmidir, kişi de Hakk ile beraber ise, bakın
huzurunda demek bile doğru değildir, birlikte Hakk ile işte dâimi
namaz dediği o namazdır. Hangi namaz senin indinde makbuldür,
denildiğinde Risâle-i Gavsiye’de Cenâb-ı Hakk buyurmakta ki “Ya
gavsi içinde kılanın kaybolduğu namazdır” deniyor yani kişinin
olmadığı, kişinin beşeri kişiliğinin olmadığı namazdır. İşte Ubudet
namazı ve Hakk’ta bâki olan kişinin Hakk olarak kıldığı namazdır,
beşer olarak değildir.
Bu namaz terk edilir mi, böyle bir hüküm yok ki, falan yere
geldi de kişi namazını terk etti, işte fenâfillah mertebesinde kişi
eğer fâni olduğunda âciz kaldığında, işte o zaman diyor “DUR
RABBİN NAMAZDA” Yani kişinin vekili kendi rabbı hası olup O’nun
namazını O kılıyor. Mi’rac gecesi o perde gösterildi de açılmadı,
onun arkasındakini söylüyor, perde açılmıyor ama orada ne
olduğundan bahsediliyor. Dur perdeyi açma açmana gerek yok
Rabbın namazda deniyor, yoksa rabbın namazda demezdi. Dur
orası gizli derdi. Söylenmez derdi, perde var ama arkasında ne
olduğunu söylüyor. O zaman perde yok demektir. Peki perde nedir,
işte herkesin anlayamayacağı bir tarzda namaz olduğu böylece
perdelenmiş oluyor.
İşte bundan dolayı gam yemem, yani sâki cam vücudumu
kırarsa yani bunu besleyen sulayan vücudunu hayatını devam
ettiren, bu vücudu kırarsa bundan dolayı gam yemem, zira onun
koltuğunun altında başka bir kadeh-i vücut vardır. Yani mevt-i suri
ile yani suret ölümü ile bu vücud-u cismâni harab olursa yani bu
beden nefsten Ruhtan ayrılırsa Hakk âlem-i berzaha münasib bir
vücut verir. Bundan sonraki vücuttan bahsettiği gibi mi’rac olarak
yukarıya çıktığımızda peygamberimizin de buyurduğu gibi
“yanarsam ben yanarım” hükmü ile Mevlânâ Hz lerinin buna muadil
belirttiği “Mustafa’nın koltuğunun altında başka bir elbisesi vardı
onu giydi oraya çıktı,” dediği de bu hakikatin uruç esasındaki halini
belirtmektedir.
İşte bizlerde bu hakikatleri anlayabildiğimiz kadar Hakk’a
yaklaşmış oluruz, yaklaştığımız kadar da kendimizi fâni etmiş
oluruz. Cenâb-ı Hakk cümlemizi bu hakikatlerle hakikatlendirsin
İnşeallah.
228
-------------------
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
Sohbetimize kaldığımız yerden devam edelim, mevzu aynı
olmakla birlikte bölüm biraz değişiyor, yine Fususu’l Hikem cilt 2
sayfa 267 burası Hud fassı başlangıcı, Kaza ve kaderin Rabb-ı
Hass bölümü olduğundan onu da buraya ilâve ediyoruz.
Bu Kelime-i Hûdiyye'de "hikmeti ahadiyye" faâsıhtır (köklü
bilgisi olan). “Hud” kelimesi içinde mevcut olan “Hikmet-i Ahadiye”
nin yani Ahadiyet hikmetinin beyanında olan fastır, bölümdür.
Aslında fas kelimesi fasıl manasına değil yüsüğün orta yeri
ma’nâsınadır, “Füsus” dediği faslar, yani yüsüğün taşının takıldığı
yer, ma’nâsınadır. Yani o kadar değerlidir, yoksa peygamber
hayatlarının fasılalı anlatışı değildir. Fas ile fasıl başka bir şeydir.
Burada fassından bahsediyor. Her bir peygamberin kendine ait
hususiyeti olduğunu Fususu’l Hikem bize çok açık çok net arifane
bir şekilde bildiriyor biz de ondan haberimiz oluyor. Cenâb-ı Hakk
Hud peygambere Ahadiyet hikmeti vermiş, bunları tesbit edip
bulmak aslında çok büyük bir hadisedir, onun için bunlar nefsi ve
beşeri bilgiler değil İlâhi bilgiler Hakk’ın ilhamı ile ancak anlaşılacak
bilinecek şeylerdir.
Öğretme ile, öğrenme ile de olacak şeyler değildir. Ancak yolu
öğretme ve öğrenmeden geçiyor, kişi belirli bir yere gelip
kendinden fâni, daha evvelce de belirtilmiş olduğu gibi fenâfillâh
mertebesine geldiğinde, artık onda kendinden tecelli edecek
herhangi bir şey olmadığından ki, nefsi olmadığından zâten böyle
bir şey söz konusu değildir, orada tecelli eden zuhurda olan o
rabb-ı hassın rabbısı kendisi olur, ve onun tasarrufu altına girer.
Yani kişinin kişiliği kalkmaz, kalkar ama karşıdan bakan, onu eski
kişi gibi görür. Ama o eski kişi çoktan gitmiş, yerine Hakk’ın o
isminin kemâl zuhuru gelmiş olur. işte Hud (a.s.) ın hakikatinde de
Hikmet-i Ahadiyye olduğu burada da bize beyan ediliyor.
Bu kelime, kelime-i Hudiyede yani “Hud” kelimesinde "hikmeti
ahadiyye" raâsıhtır, Ahadiyet hikmeti geniş olarak belirtilmiştir.
Vechi budur ki, yani özü hakikati yahut yönelinen hali budur ki :
Hûd (a.s.) merbubat-ı kesire mezâhirinde Vâhid'in rubûbiyyetini
müşahede eder idi. Bakın ne kadar büyük bir ilim vermektedir,
tevhid ilmi, birlik vahdet ilmi irfaniyet ilmi vermekte, bakın Hud
(a.s.) şurada doğdu burada gitti. öyle şöyle yaptı kavmini davet
etti kabul etmediler, gibi tarihi fiilini anlatan yazılar değil,
hakikatini ve özünü anlatan bilgilerdir. Gerçekten çok yüksek
bilgilerdir.
Vechi budur ki Hud (a.s.) merbubat-ı kesire mezâhirinde yani
çok Rabların zuhurunda, merbubat rablar demektir, yani zâhirde
229
çok Rabların Vahidin rububiyetini müşahede eder idi. Merbubat-ı
kesire mezâhirinde, yani çok Rabların zuhurlarında, hani daha önce
bahsedildi ya, her bir isim bir rabdır o ismin suretlenmiş hali de o
varlıklardır diye Vahidin rububiyetini müşahede ederdi. Yani bütün
bunların Vahid’e ait olduğunu müşahede ederdi. Her ne kadar
bunlar dışarıda tek tek ayrı ayrı şeyler gibi görülmüş ise de ama bu
Rabların Vahidin kaynağından çıktığını yani yine bir yerde
olduklarını müşahede eder idi. Bakın bunu müşahede etmek dahi
çok büyük bir ilimdir.
Yani Ahmed Avni Konuk’un dolayısıyla Muhdin-i Arabi Hz lerinin
bu hakikatlere dikkat çekmesi, Ahmed Avni Konuk’un da baştaki
isim cümlesinin açıklamalarını bizlere bırakması, onların ne kadar
bu işlere vakıf olduğunu açık olarak göstermektedir. Bir kimse
bunları bilebilir ama kayıda geçiremez. Bilmek başka bir de onu
aktarmak başkadır, Vahid’n rububiyetini müşahede eder idi, Hud
(a.s.) ın fikir iklimine ulaşmış oluyor. Hud (a.s.) ın bilgisine ulaşmış
oluyor, fikrine ulaşmış oluyor. Ne büyük bir hadisedir. Yani Hud
(a.s.) ın hakikatini idrak etmiştir. Ama bu yolu açan da Muhidin-i
Arabi Hz lerinin müşahedesi, mükâşefesi, keşfidir, bunlar tamamen
keşfe ait bilgilerdir, yoksa nefse ait olan bilgiler buralara zâten
ulaşamaz.
Nefis sadece beşeriyet alemindeki tekrarları bilir, başka bir şey
bilmez. Çünkü yukarıda sahası olmadığı için zâten bilemez.
Yukarıdaki saha kşinin hakikati ile ilgili, hakikati insaniyesi ile
ilgilidir. Vahid’in rububiyetini müşâhede eder idi, diyor bakın, Hud
(a.s.) hakkında hüküm veriyor, aslında, hüküm veriyor da biraz
yanlış kelimedir, yani bize orada olduğunu bildiriyor, yani
düşündüğü mertebenin, Hud (a.s.) Hudiyet hakikatini müşahede
etmiş ve Hudiyet hakikatinde bu vardır, Hud (a.s.) da o kaynaktan
olduğu için dolayısıyla bildiği zahirde Hud (a.s.) değil Hudi
hakikatleri bilmesidir.
Ya'nî her bir mahlûku terbiye eden, onun tâbi' olduğu bir ism-i
hâssıdır. İşte Vahid’in rububiyetini müşahede eder idi dediği bakışı
bu, her bir mahluku terbiye eden onun tabi, olduğu bir ism-i
hassasıdır. Hani bir evvelki sohbette Rabb-ı Hass mevzuu vardı ya
aynı şey burada da tekrar ediliyor, o konu İsmail Fassında idi
burada Hud fassında tekrar ediliyor. Her bir mahluku terbiye eden
onun tabii olduğu bir ism-i hassıdır, yani kendisine has bir ismidir.
Esmâ-i ilâhiyye hesap edilmez ve sayısız olduğundan onların
terbiyeleri tahtında bulunan yani bu isimlerin terbiyesi altında
bulunan mazharlar, zuhur yerleri dahi öylece sayılabilir değildir.
Binâenaleyh her bir "isim" bir Rab'dir. İşte
‫ِاَم اﻟﻠﱠﻪُ اَﻟْﻮِاﺣُﺪ اﻟْﻘَﻬُﱠﺎر‬
‫ﱢﻗُﻮن ٌَْﺧﻴـﺮ‬
َ ‫ﺎب َُﻣﺘـﻔَﺮ‬
ٌ َ ‫ْاَرﺑ‬
12/39 âyetinde buyurur. Yusuf (a.s.)
230
hapsihaneden çıkarken ki, o hapishaneyi okul yaptı bir kısım
mahkum orada gerçeği öğrendi Yusuf (a.s.) irfan ehli nereye
giderse o çevresi hemen okul olur. Binâenaleyh her bir "isim" bir
Rab'dir. Bu surette merbub dahî kesîr olur. Yani Binâenaleyh her
bir "isim" bir Rab'dir dolayısıyla bu Rablara bağlı olan merbub yani
onun rabbın da zuhur mahali olan merbub dahi çok olur, İşte Hûd
(a.s.) bu merbubatın mazharında yani bu Rabların zuhurunda
erbab-ı kesireyi yok edip, bir rubûbiyyet müşahede etmiş idi. Bakın
burada kesretten Vahdete geçişi göstermektedir. Lâf olarak
Vahdetten kesrete, kesretten vahdete diye bunlar cümle olarak
konuşulur, ama bu geçişler nasıldır ve hangi idrakta olması
lâzımdır, kişilerin
kesrette yaşayan kimse nasıldır, vahdette
yaşayan kimse nasıldır, Hud (a.s.) bu merbubatın yani bu Rablara
bağlı olan mezâhirinde, yani zâhirlerinde zuhurlarında erbab-ı
kesireyi bertaraf edip, yani çokluk varlıklarını bertaraf edip bir
tarafa koyup bir rububiyet müşahede etmiş idi.
Yani onların hepsini bir rab’ta toplamış idi ki bunun ismine de
Rab-ul Erbab denir. Kur’ân-ı Kerîmde bir çok âyet-i Kerîm’e vardır
ki, bahsedildiği yerin lisanındandır. Yukarıda okuduğumuz âyet
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah kelâmıdır, ama Yusuf (a.s.) ın lisanından
çıkmıştır. İşte Cenâb-ı Hakk böyle bazı kullarının sözlerini Kur’ân-ı
Kerîm’ine almıştır, bakın Onlara ne kadar büyük değer vermiştir,
fikirlerini de kabul ettiğinden Muhkem âyet olarak Muhkem
kılmıştır. Yani kıyamete kadar geçerli hükümler haline getirmiştir.
Nasıl Lokman Hekim’den, Lokman Suresinde Lokman peygamber
den bahsederken O’nun lisanından Lokman şöyle dedi ki diye
geçmektedir ve diğer Musa’nın karşıtı Firavunun sözünden kendi
sözü ile
‫اﻻَﻋﻠَﻰ‬
ْ ‫اَﻧَﺎ َ رﺑﱡ ُﻜُﻢ‬
Nebe /24 âyetinde “ene rabbikumül
ala” bu firavunun sözü hani Allah kelâmı, işte Allah kelâmı ibret
olsun diye, firavunun sözünü numune olarak bize gösteriyor. yoksa
onu Allah düzenlemiş değildir. Burada da Hûd (a.s.) ın şu sözlerini
Allah düzenlemiş değildir ama, kitabına almıştır, neden çünkü bu
âyette İlâhi hakikatlerden bahsetmektedir, tasavvuf kitaplarında
çok çok geçer misal olarak verilir, ama yaşantısına gelince sadece
nakli yapılır ondan haberdar olunmaz. Çok yerlerde çok defa
olunmaz. Hûd suresi 11/56 âyetinde buyurulur,
‫ﺘِﻬﺎ ا ِ ﱠنَ ﱢرﰉ َﻋﻠَﻰ َِﺻﺮ ٍاطُ ْﻣﺴ ِﺘَﻘ ٍﻴﻢ‬
َ َ ‫ﺑِﻨَﺎﺻﻴ‬
ِ ‫َ ﻣِ ْﺎﻣﻦَدا ٍۤﺑﱠﺔ ا ِﻻ َُﻫﻮ ِاَﺧٌﺬ‬
İşte bu Hûd (a.s.) ın lisanından çıkmış, Kur’ân-ı Kerîm’de bunu
peygamberimize bildirmiş böylece Surenin ismi de bu yüzden
“HÛD” Suresi olmuştur. 11. sure 56. âyet, yani “Hiçbir zi hayat
yoktur, yani hayat sahibi yoktur, illâ ki, Hakk onun nasiyetinden
tutmuştur.” Nasiyesi dediği alnından saçının perçeminden tutmuştur ve götürmektedir.
231
Nitekim Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de ondan naklen beyân
buyurur, hayat sahibi yoktur ki Hak onun alnından perçeminden
tutmuştur” Benim Rabb'im muhakkak sırât-ı müstakîm üzeredir".
İmdi "Ahadiyyet" üç mertebe üzerinedir: Hûd (a.s.) benim rabbım
diye rabb-ı hasından bahsediyor. Diyor ki benim rabbim diye vasf
ettiği mertebe neresidir. Esma mertebesi mi, Sıfat mertebesi mi,
yani rab mı, rabb-ül erbabmıdır, yani rab mı yoksa Rabların rabb-ı
olan rab-ül erbab mı? Allah mı? Hiçbir hayat sahibi yoktur ki illa ki
Hakk onun nasiyesinden ahizdir ve benim rabbım muhakkak sırat-ı
mustakıym üzeredir. Hûd (a.s.) ın ulaştığı irfaniyet bu âyet-i
kerîme üzerinden bizlere açık olarak bildiriliyor.
Şimdi bunun izahına geliyor ki çok güzel bir bölümüdür,
Ahadiyet üç mertebe üzerinedir, hani mündemiç dedi ya
bünyesinde mevcut olan hikmet-i Ahadiye yani Hud (a.s.) ın
varlığında mevcut olan ahadiyet hikmeti şimdi oraya geliyor, bu
kısa bilgiyi verdikten sonra. Ahadiyet üç mertebe üzerinedir,
Birincisi: "Ahadiyyet-i zâtiyye"dir. Bunda asla kesret i'tibârı
yoktur.
‫ْﻗُﻞَُﻫﻮ اﻟﻠﱠﻪُ َاَﺣٌﺪ‬
(İhiâs, 112/1) bu mertebeyi beyân eder.
İşte biz ihlas suresini okuduğumuz zaman
ُ‫اﻟﻠﱠﻪ‬
o öyle bir Allah ki,
‫ ْﻗُﻞ‬de ki ey habibim, ‫َُﻫﻮ‬
‫ َاَﺣٌﺪ‬Yani Uluhiyet mertebesinden Ahadiyet
mertebesi bildirilmektedir. Ahadiyet mertebesinden Uluhiyet
mertebesi değil. Ahadiyet mertebesinde Uluhiyet daha henüz
yoktur,. İşte o Allah ki Uluhiyet mertebesinin üstünde Ahadiyettir.
O’nun hakikati. O’na da Vücud-u Mutlak Zat-ı Mutlak denmektedir.
Orada isim, resim hiçbir şey yoktur Ahadiyet mertebesinde. İşte
Ahadiyet-i Zatiyedir, bunun burada asla kesret itibarı yoktur.
‫َُﻫﻮ اﻟﻠﱠﻪُ َاَﺣٌﺪ‬
birincisinde ihlas suresi başındaki bu mertebeyi
beyan eder. Ve bu ahadiyyet-i zâtiyye, Zâti olan Ahadiyet yani
Ahadiyetin Zât’ı mutlakıyyeti hasebiyle, Yani O’nun mutlak bir
Ahadiyeti var, o mutlak Ahadiyeti itibariyle oraya Vâhid için hiç bir
vasfı ve na'tı, övgü sena gibi kabul etmez; belki bu ahadiyyet
Vâhid'in aynıdır. İşte bu tevhide "tevhîd-i zât" derler. Hani tevhid-i
Ef’âl, Tevhid-i Esma, Tevhid-i Sıfat, Tevhid-i Zat diye sıralanır ya
İşte gerçek ma’nâda tevhid-i Zât’ın ne olduğu burada belirtiliyor.
Vahid için hiçbir vasfı ve natı yani övgüyü ve senayı kabul etmez.
Belki bu Ahadiyet Vahidiyetin aynıdır, işte bu tevhide Tevhid-i Zat
derler. Ahadiyet mertebesinin ne olduğu burada kısaca izah
ediliyor. Ahadiyet üç mertebedir, birincisi bu anlatılan
232
ikincisi: yani Ahdiyet mertebelerinden ikincisi; Esma ve sıfatın
mertebe-i Ahadiyyetidir. Yani Esma ve sıfatın bütünlük
mertebesidir. Birincisinde bunlardan hiçbir şey yok, ikincisinde
ancak Esma ve Sıfat mevcut, ne kadar esma ve sıfat-ı İlahiye
varsa kesret-i na mütenahiyesi yani sonsuz olan kesreti ile, zât
ile birdir. Yani sonsuz isim ve sıfatlarının çokluğu vardır, ama Zât’ı
ile birlikte yani Ahadiyet Zât’ındadır. O çokluk kesret, kendi
kendileri olarak zuhura çıkmış değildir. Yani Zât’ında Zât’ı olarak
birdir.
Ve esmanın çokluğu taakkul nisbet i'tibâriyîe sabittir. Yani
akılda ve benzer olarak bu itibarla vardır sadece. Ahadiyet
mertebesinin bir kendine ait mutlak üzerinde Ahadiyet-i Zâti,
üzerinde hiçbir şey olmayan ancak bütün varlığın kaynağı orası
olduğundan Zat ile birdir, ve esmanın kesreti akıl ve nisbet
itibariyle orada vardır. Yani iç bünyesinde düşünce olarak vardır
sadece. Birincisinde yani mutlak Ahad’da Ahadiyette Zât’ı itibariyle
hiçbir şey yoktur, ama orada bütün varlık oradan kaynaklandığına
göre, onun bâtınında bütün isim ve sıfatlar sonsuz çokluk olarak
vardır, ancak bu akıl ve nisbet itibariyle sâbittir. Peki bu akıl hangi
akıl, Akl-ı külde zuhur olarak da değil, bakın sadece Akl-ı küllün
aklında olan nisbet ve varlıklarıdır.
Bakın ârifler neleri incelemişler, ne kadar güzel bilgiler
veriyorlar. Ahadiyetin birinci halinde Zât-ı Mutlak olan Ahadiyet
Zât’ı olarak mevcut orada hiçbir taat, naat yani bir çıkış yok,
ikincisinde ise Ahadiyetin ikinci mertebesinde ise, Esma ve Sıfat
mertebesinin Ahadiyetidir, yani onun tekliğidir, o ise onun
kendindeki aklında ve nisbetleri itibariyle sabittir, ki orasını beşer
idrak edemez. Ancak işte böyle kenarından köşesinden nisbetlerle,
yani kıyaslarla, biz de anlamaya çalışıyoruz. Yoksa Zat-ı Hakk ıtlakı
sebebiyle yani Hakk’ın Mutlak Zat’ı hasebiyle bu gibi nisbet ve
itibaratı akliyeden münezzehtir. Esmanın kesreti taakul ve nisbet
itibariyle sâbittir yoksa Zât’ı Hakk ıtlakı hasebiyle yani mutlak
Hakk’ın Zatı yönüyle, bu gibi nisbetler ve itibar-ı akliyeden
münezzehtir.
Bu i'tibâra göre Allah Vâhid'dir. Yani isimlerin ve sıfatların
akıldaki itibaratı yönüyle Allah vahiddir. Ve
‫َُﻫﻮ اﻟﻠﱠﻪُ اَﻟْﻮِاﺣُﺪ اﻟْﻘَﻬُﱠﺎر‬
(Zü-mer, 39/4) “O, gücü her şeye yeten tek Allah’tır.” bu
mertebeyi beyân eder. Yani bu âyet-i kerime, bu mertebeyi beyan
eder. Bakın âyetlerin hangi mertebeler ile ilgili olduğunu
anlamamız neticesinde, ancak biz âyet-i kerimeyi yerine oturtur ve
ne demek istediğini az da olsa anlamış oluruz, yoksa sadece
âyetleri okuyup geçerek ef’âl mertebesi itibariyle şunu yap bunu
yapma, işte şunu kıl bunu kılma, gibi ifadelerle âyet-i kerîmeleri
değerlendirirsek o zaman biz sadece şeriat mertebesinden âyetleri
meal âyet okumuş oluruz. Zîrâ makhûr olmayınca kahhâriyyet
233
zâhir olmaz. Gerçekten ifade çok muhteşem,
‫ َُﻫﻮ‬O öyle bir Allah ki,
‫اﻟﻠﱠﻪُ اَﻟْﻮِاﺣُﺪ‬Vahiddir, yani Vahidiyet makamından bahsediyor, yani
Uluhiyetin Vahidiyet makamından bahsediyor. “o Allah vahiddir”
şeran bakıldığı zaman “Allah birdir” o kadar bitti. Halbuki burada
birlik makam
birliğidir. Hani insan için de bahsediliyor ya
‫َ وِاﺣٍَﺪة‬
‫ْﺲ‬
ٍ ‫َﺧﻠََﻘ ْﻜُﻢِ ْﻣﻦ ﻧـَﻔ‬
4/1 biz onu bir nefsten halk ettik. Halbu ki o Vahidiyet
nefsinden halk edilmiş, bakın Uluhiyeti dahi zuhura getiren
Uluhiyetin de kaynağı olan yani yayılım açılım sahası olan Vahidiyet
mertebesinden siz halk edildiniz. Demek suretiyle insanın
kaynağını Zat’a bağlamış oluyor. Yoksa o tek nefsten halk edildi,
diye mana çok baside indirilmiş oluyor. Yani indirilmiş de değil
törpülenmiş kökünden kesilmiş oluyor. Çok zayıf bir anlamla
kalıyor, tek nefis deyince işte Âdem’den Havva oldu, Havva’dan
çocuklar oldu, bu geliyor aklımıza halbuki bunu da kapsamına
almakla birlikte esas bahsettiği Uluhiyetin Vahidiyet hakikatinde
yerimiz olduğunu bize bildiriyor. Vahidiyet nefsi demek odur.
Buradaki “Hüve” O Allah ki “Hu” ve “ve” nin kendilerine ait bir
çok ifadeleri vardır ayrı ayrı, buradaki “Hu” hüviyet-i Mutlakayı
belirtiyor, Mutlak hüviyeti belirtiyor. Hu” Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ı, O
olarak ifade edilmekte, nasıl şahıs zamirleri ben, sen o, burada “O”
diye ifade edilen, bütün bunların hepsini kapsamına alan yani ben,
sen, o, yu kapsamına alan beni de seni de o’nu da kapsamına alan
bütün varlıkların kendi bünyesinde olan O, “Hu” olan Allah. İşte
O’nun da hüviyeti O, O’nun hüviyeti hakikati, işte o hüviyetin
sahibi olan Allah öyle bir Allah ki “Vahidun” tektir, yani birdir. Bir
dediğimiz zaman biz sayısal bir şey aklımıza gelir yani Allah birdir
ikincisi yoktur, diye alırız. Ama burada bahsettiği Vahid, buradaki
bütün
mertebelerin
ana
kaynağı
olan
bir
mertebeden
bahsetmektedir. Bünyesinde de bütün kesretin olduğu birlikten
bahsetmektedir.
İşte Vahid olan o Allah’ın
‫اَﻟْﻮِاﺣُﺪ اﻟْﻘَﻬُﱠﺎر‬
ve Kahhar ismiyle
faaliyeti olan bir Allah’tan bahsediyor. Bakın burada bile üç
mertebe vardır. Vahidiyet, Uluhiyet ve Kahhariyet, bir de hüviyet-i
mutlaka dört mertebe var, bir âyetin içerisinde. Eğer bunları
bilmezsek bu âyeti çözmemiz ezbere olur, o çözmek de olmaz
sadece söylemek olur.
Zira makhur olmayınca kahhariyet zâhir olmaz. Makhur,
olmayınca, demek kahredilecek bir yer olmayınca Kahhar olmaz.
234
Yani Kahhar varsa mutlaka onun merbubu olan yani bağlantısı olan
makhur da, kahredilen de olacaktır. Ancak bu kahhar ve makhur
bizim anladığımız beşeri ma’nâda bir oluşum değildir, biz, sen bana
bunu yaptın ya, ben de sana bunu yapayım gör bak, kahrederim
ben seni, gibilerde böyle çok basit hadiseler değildir. yani bu beşeri
kahhar ve makhurla karıştırmamak lâzımdır. Ama bunu ilk duyan
kimse öyle beşeri Kahhar’ın muntakıym ismi olarak alır, sen bana
bunu yaptın ben de senden intikam alayım, kırayım kafanı da gör
bak kırayım camlarını da gör bak, gibilerde olur.
Zira makhur olmayınca yani kahredlecek yer olmayınca
kahhariyet zâhir olmaz. Bakın Kahhar kendi makamında kendi
yerinde batınında duruyor iken, ondan kimsenin haberi olmaz. Ama
bir yer olur da, o yer kırılırsa Kahhar’ın varlığı o zaman meydana
gelir. Yani kırılmakla parçalanmakla Kahhar’ın varlığı o zaman
meydana çıkar. Demek ki Cenâb-ı Hakk evvela makhuru ortaya
getiriyor, yani kahredilecek sahayı ortaya getiriyor, ki ondan sonra
ustasını getirsin de onun üstünde faaliyette olsun diye. Zira
makhur olmayınca Kahhariyet zâhir olmaz. Yani Kahhariyet
faaliyete geçmez.
Ve makhurun, kahredilmişin vücudu ise nisbî ve i'tibârîdir,
kıyasidir, yani varlığı kabul edilir, Ve bu mertebede "vahdet"
Vâhid'in natıdır, (sena övgü), "zât"ı değildir. Zira makhur
olmayınca kahhariyet zâhir olmaz. Kahhar esmasında böyle olduğu
gibi bütün isimlerde de aynıdır. Hâdi isminin zuhuru olmadıkça
Hâdi zuhur etmez. Mudil isminin de merbubu olmadıkça o rab
orada zuhura gelmez. Yani mudillik zuhura gelmez. Yani Mudillik
olmayınca Mudil zuhura gelmez. Hâdilik yani hidayet ehli zuhurda
olmadıkça, Hâdi ismi zuhura gelmez. Yani bu âlemde ne kadar
faaliyet varsa, o faaliyetlerle o rablar ortaya çıkmaktadır. Ancak
Rabların da kendi varlıkları olmasa onların hükmüyle ortaya çıkan
merbublar da ortaya gelmez. Yani ortada olan görülen varlığı eğer
onun rabb-ı hası meydana çıkarmamış olsa rabb-ı has bilinmez.
Ama meydana çıkmış o varlığı da rabb-ı hası programlamayıp
ortaya çıkarmasa o merbub ortaya çıkmaz. Yani her ikisi de bir
birine lâzımdır. İşte ehlullahtan birisi biraz naz ehliymiş herhalde ki
“Ben olmasaydım sen olmazdın” diyor, ama O’da diyor ki “ben
olmasaydım sen de olmazdın” diyor. O halde sana da bana da yani
“Ene” ye de “ “ente” ye de ihtiyaç vardır bu âlemde. Bunların
özünde de “Hu” vardır. Cenâb-ı Hakk “Ene” siyle, “ente”siyle “Hu”
suyla hüviyeti ile bütün bu meratib-i ilâhiyeyi inşeallah en güzel bir
biçimde olabildiği kadar güzellikte alabildiğimiz gayretimiz
nisbetinde idrakimiz nisbetinde bize en güzel şekliyle versin
inşeallah.
NOT= Ahadiyyetin üçüncü hali ileriki sayfalarda gelecektir.
-------------------
235
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
Bu gün 30/05/2012 Çarşamba günü Sohbetimize devam
edelim Cenâb-ı Hakk bize izin verdiği yere kadar, sohbet Kazâ ve
Kader Hakkında idi, Fususu’l Hikem’den o bölüm ile ilgili yerleri
mevzu ediyorduk, bu gün ise yine Kazâ ve kader ile ilgili yeni
bitirmiş olduğumuz bir ressam hikâyesi dosyası bu sizlerden de
gelen yorumlarla değerlendirmelerle oluşmuş bir dosyadır, aşağı
yukarı 230 A-4 büyük sayfa civarında, 78 kişiden cevap geldi, yani
yorum geldi, onların hepsi internete yüklendi, elimdekini de size
bırakacağım fotokopi ile çoğaltabilirsiniz. O dosyanın 195.
Sayfasındayız,
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
Bismillâhirrahmânirrahîm
Buraya kadar gelen yazıları düzenledikten sonra, beklenir
ümidiyle, bende birkaç satır ilâve ile yorumlara katılmış olayım.
Gerçi yazılanlar hikâyeyi gerektiği kadar açıklamışlar geriye
yazacak pek bir şeyde kalmamıştır. Gelen cevaplardan ulaşılan
idrak halimizinde nerelere geldiği açık olarak görülmektedir.
Böylece bizlerde çalışmalarımızın boşuna olmadığını görmekte ve
az da olsa bir faydamızın olduğu düşüncesiyle huzurlu olmaktayız.
Rabb’ımıza şükrederiz. Gerçekten de bu sistem içi çalışmanın
dördüncüsüdür, bir hikâye bir çok yorum, biliyorsunuz bir hikâye
gönderiyorum herkes kendi yorumunu kendi düzeyi itibariyle kendi
anlayışı kendi idraki itibariyle hikâyeleştirip yahut cevaplandırıp
bize gönderiyorlar, ben de onları düzenleyip sırasıyla dosyasına
koyuyorum, ilgili dosyasına, işte 78 kişiden böyle cevaplar geldi,
bazıları kısa bazıları uzun, bazıları oldukça uzun ama hepsi bir
değer, gelen yazlılar işte vaktimiz olursa internetten de gönderdim,
onu bir çok kişiye gönderdim, içinizden bazılarına gelmiş olabilir,
gelmeyen varsa mail adresini bana atarsa veya gelenlerden
istesinler, hemen kopyalayıp gönderilebilir.
Rabbımıza şükrederiz gerçekten biz de emeklerimizin boşa
gitmediğini görerek huzurlu oluyoruz. Çünkü gelen cevaplar
kişilerin yani çevremizin ulaştıkları idrak yerlerini gösteriyor.
Bakıyoruz ki düşünce de bir hayli ilerilere, cemiyet olarak camia
olarak çıkmışız. Çünkü bizim takip ettiğimiz sistem Şeriat, Tarikat
ve Hakikat ve Marifet de içerisindedir, ancak oralara zaman zaman
her zaman gidilecek ulaşılacak şeyler değildir, ama onun içinde
mevcuttur. Her gurubun düzeyi itibaryle, yani kendi mertebesi
236
itibariyle yaptığı fiilleri işleri vardır. Bazı kimseler şeriat
mertebesinde ibadet edilir camilere gidilir namaz kılınır, burası
şeriat mertebesidir, oruç tutulur Hacca gidilir, tarikat mertebesinde
ise belirli guruplar yine belirli yerlere giderler bir farkı zikir
yaparlar, birlikte zikr yapılır, çaylar içilir dağılınır.
Ama hakikat mertebesinde bunlarla birlikte yani şeriatıyla
tarikatıyla birlikte Hakikate yükselme, ismi üzerinde hakikat
mertebesidir. İşte bizim çalışma sahamız, evvela burasıdır, yani
şeriat zaten yapılması lâzımdır, tarikat zâten geçilmiş olması
lâzımdır, ki ondan sonra Hakikat mertebesinde kişi kendini
tanımaya başlasın, yani ben neyim, ben kimim, bu âlemde ne işim
var, ne yaptım da geldim buralara, gibi buradan beni alacaklar
nereye götürecekler, soruların karşılığını cevabını bulabilmesi
lâzımdır.
İşte bunlar Hakikat mertebesinin çalışmalarıdır. Bütün yapılan
işler kişiye kişiliğini tanıtmak, ama herkes kendini tanıyor, güya
işte evim burası barkım burası, bu çocuğum o eşim bu işim, tanıma
bu değildir. bunların hepsi geçicidir. Bunların hepsi geçici
ünvanlardır. Padişahlar krallar gelmiş hepsi unutulmuş gitmiş,
onların içinden rabbın indinde rabbı onlara bir makam vermişse o
makam bâkidir. Yani rabbı kuluna “Ey benim kulum” demişse o
kulluk makamı bâkidir. Ama burada beşerlik makamı hepsi
geçicidir. İşte bu tür çalışmalar bu yol içerisinde, yahut bu sahada
nerelere geldi neler yaptı, kişinin kendisininde müşahedesi ile
birlikte müşahedeli bir yaşam, bakın hayali bir yaşam değildir.
kendini tanıyarak yürümesi, bir başka hayel ile koşturarak işine
koşup gitmesi bir başka şeydir.
Bu vesile ile de gelen cevaplara ilgileri bakımından teşekkür
ederim, Cenâb-ı Hakk bütün evlâtlarımızın, hepsinin idrak
ufuklarını ve gönüllerini açsın, muhabbetlerini arttırsın, İnşeallah.
Yukarıda da belirtildiği gibi dosya da bulunan (78) cevaptan
hangileri sizi daha çok düşündürdü ise içlerinden, üç tanesini
sıralayarak yazın ve bana gönderin böylece birinci gelen yazıyıda
tesbit etmiş oluruz. Ancak şartı kişinin kendi yazısını ve benimkini
değerlendirme dışı bırakmaktır. Şimdi konuya mevzu olan küçük
hikâyeye geliyoruz, gerçi bunu okuyanlar biliyorlar ama hikâyeyi
bilmeyenler için bir hatırlatma babından evvela hikayeyi anlatalım.
------------------Bir gün bir yerde yaşayan bir kişi tasvirci-ressam olan diğer bir
arkadaşının ziyaretine gitmeye karar vererek yola çıkar nihayet
arkadaşının bulunduğu yere gelir ve içeriye girer bir müddet
dinlendikten sonra duvarlarda ki ve her yerdeki resimlere bakar,
hepsinin belirli bir özelliği olduğunu görür. Bu özellik ise bütün
tasvir-resimlerin sadece “hayvân” sûretlerinde olduğudur. Bunun
sebebini anlamaya çalışan misafir arkadaşına, (yapılacak başka
237
resim yokmu! neden hep hayvân resimleri yapıyorsun?) sen
ressam, isen bir tane de insan resmi koy şuraya ve ya ev resmi,
bina resmi çiz
dediğinde, arkadaşının verdiği cevap oldukça
düşündürücüdür. (Evet vardır, fakat bu resimleri “yukarıdaki
çiziyor”, ben içlerini dolduruyorum) demiştir.
Kısa olmakla beraber oldukça düşündürücü ve tefekkür
gerektiren bu hikâyeyi böylece ifade ettikten sonra, ben de sorular
halinde faydalı olur düşüncesiyle biraz açmaya çalışarak
cevaplarınıza yardımcı olmaya çalışacağım. Şimdi bunun üzerinde
açıcı yardımcı kelimeler kullanılmazsa sadece bu cevaptan
“yukarıdaki çiziyor” cevabından ve bunu izah etmekte, cevap
yazacak olanlar zorlanabilir diye, mevzunun ne ma’nâda olduğunu,
nelerden meydana geldiğini, ve neler sorulabilir, bu hususta daha
neler olabilir, diye yardımcı olma babında. Sorunun mevzu kazâ ve
kader hakkında olduğudur. Yani yukarıdaki çiziyor ben içlerini
dolduruyorum,
--------(1) Kazâ ve Kader mevzuunda olduğudur.
(2) Hangi mertebedendir.
(3) Eğer başka türlü resimler “İnsan veya doğa” olsa idi hangi
mertebelerden olurdu? Yani o insan resmi çizebilirdi o hangi
mertebeden olurdu, doğa resimleri yapsaydı hangi mertebeden
olurdu, yani çözüme yardımcı olmak için de bunları söylüyoruz,
(4) Ressamın resimlerin içini doldururken renk ve düzenleme
seçeneği varmı’dır? Yoksa boyamakta da mecburmu’dur? Şimdi
sınırları çizilmiş onun dışına çıkılmıyor, içini dolduracak içini
doldurmakta da meselâ birinin içini beyaz diğerinin içini sarı
diğerini kırmızı doldurur. Yoksa burada bir ruhsatı var mıdır, yani
değişiklik yapmak mı, yoksa bunlar da da mecbur mu, doldururken
aynı rengi koymakta mecbur mu,?
(5) Ressamın yaptığı işten kendisinin hangi mertebede
olduğunu düşünebiliriz? Şimdi ressam bir resim yapıyor bu
resimleri hangi mertebeden yapıyor, bu da bir sorudur.
(6) Diğer mertebelerin birinde olan kimseye yukarıdan nasıl ve
neler çizgi çizilirdi? Yani bir başka mertebede olan bir kimse olsaydı
ressam yukarıdaki ona ne çizebilrdi, ki o da içini o şekilde doldursun. Bunlar ve benzeri sorularla sizlerde bazı ilâveler geliştirerek
cevaplarınızı zenginleştirebilirsiniz Cenâb-ı Hakk tefekkürlerinizi
arttırsın. Yani ben bu kadarını yazdım siz bu kadarla kalmayın daha
daha başka şeyler üretebilirsiniz. Çünkü her mevzunun içerisinde
br çok hususiyetler, özellikler vardır. Evet hikâye budur anlaşıldı
her halde, hikâyenin can damarı hayvan resimlerinin çizilmesi
sorulan cevaba karşılık da yukarıdaki kenarlarını çiziyor, ben de
içini dolduruyorum diyor, soru ve cevaplar bunun üzerinedir.
238
--------Şimdi yavaş, yavaş hikâyeyi tekrar incelemeye başlayalım.
Hikâye bir iş yeri veya bir oda, da, biri içeride olan ve biride
dışarıdan gelen iki kişi arasında ilginç bir tefekkür yönüyle
başlamaktadır. Oda da buluşan iki insânın özellikleri “düşünen”
varlıklar olduklarını göstermektedir. Eğer bu iki kişi düşünen
varlıklar olmasa, gelen arkadaşı hiçbir şey sormaz, ne güzel
yapmışsın der sana bir çay söyleyeyim der, giderler. Hiçbir
tefekkür olmaz. Bize de böyle bir hikâye onlardan nakil olmaz.
Tefekkür yönüyle başlamaktadır. O halde bu iki kişi gaflet ehli
değil, Hakk’ın Zâtından yola çıkarak mecbur oldukları birinci, yer
yüzüne iniş-nüzül, seferini yapmış ve aslına doğru dönüş-uruc,
seferini yapmasını idrak etmiş bulundukları hâlin bilincinde olan
kimselerdir. Yani diğer ifade ile sâlik, derviştirler.
Her kişinin, bilindiği gibi İlmi İlâhide bir programı vardır, burada
küçük bilgi veriliyor, nüzul nedir, uruç nedir? Her birerlerimiz bu
âleme fıtri ve zaruri olarak geliyoruz, anne babamızdan bir evde
dünyada zuhur ediyoruz. Bu zaruridir, yani fıtri yani rabbımızın
hükmü ile geliyoruz burada hiç dahlimiz yoktur, hayır ben gelmek
istemiyorum diyen var mı, hangimizin elinde böyle bir selâhiyet var
mı yok. İşte bu iniş fıtrı ve zaruri olan bir iniştir. Buraya her
birerlerimiz bütün insanlar, Âdem babamızdan kıyamete kadar
gelecek son insana kadar, hepsi hepimiz bu hükme tabiyiz. Hayır
diyecek hiçbir serbestimiz yoktur. İşte yukarıdaki çiziyor biz içini
dolduruyoruz, bu işin başka bir yönü yok.
Buna iniş “Nuzul” seferi deniyor, işte bu seferi yapmış ve aslına
doğru “Uruç” seferini yapmasını idrak etmiş bulundukları halin
bilincinde olan kimseler, onlar gelmişler geldikleri yeri idrak
etmişler, bakmışlar ki burası geçici, vatan-ı asli değil, sılayı rahim
yapmaları gerekiyor. Yani kesilmiş oldukları sıfat kamışlığından
Mevlânâ Hz lerinin buyurduğu gibi tekrar “Ney” inlemesi orada
aslından uzak kalmasındandır, tekrar oraya dönmenin yollarını
arayan kimseler yani ikinci çıkış “Uruç” seyrinde olan kimseler,
şimdi onun küçük bir izahı var.
Her kişinin bilindiği gibi ilm-i ilâhide, yani Allah’ın ezeli İlminde
bir programı vardır, bu programın ismine a’yân-ı sâbite,
denmekte’dir yani sâbit a’yân, açık program denmektedir ve iki
yönü vardır, birinin hükmü “Kazâ-i mutlak,” diğeri ise “Kazâ-i
muallâk”
diye ifade edilmektedir.
“Kazâ-i mutlak,”değişmez,
çünkü (emri irâdi)dir ki hükmü kevne dönük değildir. “Kazâ-i
muallâk” ise (emri teklifi) yönüyle kevn’e dönüktür. Kevn’ezuhura dönük olan her şeyde değişebilen bir özelliktedir. A’yân-ı
sâbite programında, Zat-ı İlâhinin bütün özellikleri belirli bir oranda
mevcuttur. Değişik terkipler olarak bütün insanlara hepsinin ayrı
özelliği ile verilmiştir. Bazılarını eksisi, bazılarının artısıdır, hiç biri
diğerine benzemez. Yani programlarımızın hiç biri bir diğerine
239
benzemez. Herbirerlerimizin terkipleri A’yân-ı Sâbite yapılarımız
başka başkadır.
Birinci “Nuzul” iniş seferini tamamlayarak fiziki ma’nâda anne
rahminden, aslında Cenâb-ı Hakk’ın “Rahim” İsm-i Şerifinden
“Zâhir” İsm-i Şerifine geçişi olan muhteşem doğuşun aslında bir
ölüm olduğunu bize gene Rabbımız Mülk Suresi 2. Atette buyurur:
‫اَﺣ ُﺴﻦ َﻋَﻤﻼ َ َُوﻫﻮ اﻟَْﻌﺰُِﻳﺰ‬
َ ْ ‫َﻛُﻢ اَﻳﱡ ْﻜُﻢ‬
ْ‫اﳊَ ﻴ َ ﻮةَ ﻟِ ﻴ َْ ﺒـﻠُﻮ‬
ْ ‫اَﻟﱠﺬِى َﺧﻠََﻖ اﻟَْْﻤﻮَتَ و‬
‫“ اﻟْﻐَﻔُُﻮر‬Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için Ölümü ve
:
dirimi halk eden O’dur, O güçlüdür bağışlayandır.” Diyerek açık
olarak bildirmiştir. Ancak biz zâhirdeki yeni gelen çocuğun aslından
ayrıldığı için ağlayarak “ınga”, “ınga” diyerek ses çıkararak nefes
aldığını görünce onu diri zannediyoruz, fiziken diridir, aslında o
çocuk fiziken doğmuş, manen de ölmüştür. İlk çıkardığı “Inga,
Inga” sesleri ise geldiği bâtın asli âleminden fizik olarak zuhura
geldiği zâhir âleminin yaşantısına nasıl uyacağının endişeleridir. Bu
yüzden “Inga, Inga” diye feryadı, aslında “Ayn” ve “Gayn”
harflerinin ifade ettiği ma’nâyı dile getirmeye çalışma feryatlarıdır.
“Ayn” sesi ve ma’nâsı aynını, zâtını kendisini özünü ifade
etmektedir. “Gayn” ise ayrılığı gayrılığı uzaklığı ifade etmektedir.
İşte çocuk dediğimiz muhteşem yapı, yani küçük olarak Ana
rahminde inşa edilmiş, o âlemin en muhteşem beyti bu vesile ile
aslından ayrılmasının bâtını bilinci ile “Inga, Inga” aynımdan
gayrıma geldim, feryatlarıdır. Yani ruhumdan aslımdan ayrıldım,
madde içine girdim, sınırlandım, sınırsız sonsuz âlemden geldim, o
küçücük şeyin içerisine girdim, yani beden ile sınırlandım
feryatlarıdır. İşte bu gayriyet olmaktadır. Gayra geçmektedir,
aynından yani hakikatinden özünden “Gayr” a geçmektedir. İşte bu
gayriyet içinde dünya yaşantısını sürdürecek mahalle geldiğinde
çocuk ismi verilen yeni zuhur, hatta o hiç bizim bildiğimiz gibi
çocuk değil, biz onun hallerine bakarak çocuk diyoruz, o çocukta
öyle bir rabb-ı hassı var ki o çocuğu sanki güya çocuksu hareketler
yapıyormuş gibi bize gösteriyor.
Çocuksu hareketlerin bile düzenlenmesi, muhteşem bir aklın
neticesinde oluşan bir yaşamdır. Ama çocuğun aklı değil rabb-ı
Hassının aklıdır. O zuhur içinde bulunduğu yani zuhur içinde
bulunduğu zâhir isminin gereği olan hayat başlamaktır. Bu hayat
ise yoğun kesif ağır madde özellikli bir yerdir dünya hayatı. Bu
yüzden bir ismi de esfel-i Sâfilin –Aşağıların aşağısı- dır. Bu âlemde
yaşayan kimse, doğuşundan itibaren bu âlemin özellikleri içinde,
nefes alıp verdiğinden, nefsinin özellikleri üzerinde oldukça ağır bir
şekilde etkili olmakta, ve değer yargıları bu oluşumlar içinde nefsi
benlik olarak belirlenmektedir. Yani çocukluğundan gençliğine
doğru geçerken kişinin nefsaniyetinin belirlenmesi kimlik bulması
nefsi kimlik bulması,.
240
Böylece kişinin kimliği bireysel nefsine dönük olarak şekil alıp
değerlendirilmekte, kişi de bu anlayış üzerine hayatını dünya
menfeatları üzerine binâ etmektedir, ve sadece düyasını imar
etmek için çalışmaktadır. Bunun sebebi de nefsini daha güzel daha
zengin bir hayat içinde geçirmesini temin için elinden gelen her
şeyi yapmakta böylece farkında olmadan gafletinden (gayr) hükmün de olan ve neticesi olmayan (ölü) bir hayatın peşinde koşmaktadır. Çaresi gene farkında olmadan bu haller içinde yaşayan
kimse, ben kimim, sorularını samimi olarak sormaya başlarsa,
araştırmalarında kendisine yardımcı olacak vesileler karşısına
çıkacaktır.
Böylece kişinin ikinci yolculuğunun da “uruc-yükselme”kapıları
açılmış olacaktır. İşte ressam bu hali idrak etmiş birinci gelişini
kendini de bilmiş, gayrdan aynına doğru yolculuğa başlamıştır.
Bundan sonrası kendi gayret ve çalışmalarına bağlı olacaktır.
Yukarıda bahsedilen Âyet-i Kerîme’nin ifadesi ile yani 67/2 âyeti ile
(Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için.) demek ki bize bir
saha veriyorlar bir selâhiyet veriyorlar, şunu yap bunu yapma diye
programı da veriyorlar, ve biz bu programı istenilen şekilde tatbik
etmemiz gerekiyor. İşte yapacağınız fiillerinizi ve yaşantınızı kayda
alıyoruz hükmünü, idrakle anlayarak hayatınızı ona göre tanzim
etmenin gereği ortada olacaktır.
Hayat hakkında bu kısa genel bilgiyi verdikten sonra, şimdi
hikâyedeki iki arkadaşın hâlini daha iyi anlamamız zor olmayacaktır. Yani kısaca tekrar edelim biz buraya geldiğimiz zaman ölüyoruz. Yaşamıyoruz, ama işte nefes alıyor yaşıyoruz, bu bedenin
hayatıdır, onlar bineğimizin arızasıdır. İnsan ruhu hastalanır o
hastalıkları başkadır, Ruh ve Nur bakın ayrılmaktan bölünmekten
parçalanmaktan beşeri hallerden münezzehtir. Arızalanan bu
bedendir, bu dünyaya ölü olarak geliyoruz işte “Inga” dediği bakın
dünyanın her trafında çocuklar aynı sesi vermektedir. Neden
farklılık yok, çünkü hepsinde aynı hakikat vardır, hepsi aynı
kaynaktan geliyor, Hikâyede geçen “ressamın bulunduğu mekân”
şimdi yorumlara yeni giriyoruz, hani ressam bir oda içinde
resimlerini yapıyordu ya, hikâyede geçen ressamın bulunduğu
mekân kendinin vücut mülkünden,
kendinin
bir bölümüdür.
Yaptığı işten kendinin bu sûretler hakkında ihtisas sahibi olduğu, ve
seyru sülûk üzere olan bir kimse olduğu görülmektedir. Bir çok
hayvan
resmi
yapmasından
onların
mütehassısı
olduğu
anlaşılmaktadır. Eğer müteassıs olmasa iki tane üç tane resim
yapar o da birbirine zor benzer, bakıldığı zaman içinin doldurulması
renklendirilmesi güzel olmaz, tükenir. Ama çok resim yaptığına
göre o sahada çok bilgili sanatkâr oduğu görülüyor.
Yaptığı işten bu suretler hakkında ihtisas sahibi olduğu ve syr-i
sülûk üzere olduğu görülmektedir. Bu sahne o kişinin “nefs-i
emmâre ve nefs-i levvâme” mertebesi itibariyle yaşadığını
241
göstermektedir. Eğer o kişinin “seyru sülûğu” tamamlanmış ise
daha başka sahnelerden de hikâyeler olabilirdi. Ancak sahnemiz
budur ve bunun üzerinde konuşabiliriz. Bu kişinin birçok hayvân
resimleri çizmesi, bu mertebe hususunda oldukça bilgi sahibi
olduğunu ifade etmektedir. Burası onun daha evvelce farkında
olmadığı daha sonradan farkına vardığı (içindeki hayvânat
bahçesidir.) kusura bakmayın hepimizde bu hayvanat bahçesi
vardır. İşte bu bahçeyi temizlememiz gerekiyor. Dışarıdan gelen
arkadaşı ise daha evvelce ünsiyyet ettiği halde, farkında bile
olmadığı “Esmâül hüsnâ” arkadaşlarından, hattâ kardeşlerinden
olan. Alîm isminin özelliklerinden olan “zekâ” bölümünün tasavvur
yönüyle, kimlik kazanıp, soruşturarak
faaliyyete geçmesidir.
Dışarıdan gelmesi aslında kendinde olupta farkında olmadığı için
faaliyyet dışı kalmış olan bu özelliğinin faaliyyete geçmesidir.
Dışardan gelen arkadaşı ne demek, bunlar hepsi bizim hayatımızda
olan yaşantılardır.
Ressam resim, oda diye akıllarımıza bir silüet getiriliyor, bu
silüet bir resimdir, bu resim getirilmezse başka türlü hikâye
anlatılmaz. Bâtıni olan, fiziği olmayan bir hadise, nasıl anlatılsın.
Dışarıdan gelen arkadaşı daha evvelce ünsiyet ettiği halde farkında
bile olmadığı, yani daha evvelce kendsinde bulunan, ama farkında
bile olmadığı Esma-ul Hüsna arkadaşlarından, şimdi bütün Esma-ül
Hüsna,
‫ُﻠﱠﻬﺎ‬
َ ‫اﻻَﲰ ﺎۤء َ ﻛ‬
َْ ‫َ َوﻋَﻠﱠﻢ َاَدم‬
2/31 hükmüyle Âdem (a.s.) a
yüklenmiş olan eğitilmiş bildirilmiş, öğretilmiş olan, esma-ul Hüsna
her birerlerimizde fıtraten mevcuttur istesek de istemesekde, hepsi
mevcuttur. Zaman geliyor birilerine kızıyor muyuz, bu kızma
nereden kaynaklanıyor, Celâl isminden, Kahhar isminden eğer
bizde celâl, Kahhar, Mütekebbir, gurur kibir isimleri olmasa bunlar
bizde olmaz. Ama zaman geliyor cebimizi açıyoruz, birisine bir
şeyler veriyoruz, bu da Rahman Rahim isimlerinin bizde
olmasındandır. Yoksa bizim bize ait verecek bir şeyimiz yoktur. O
isim bizde olmasa hiçbir şey vermeyiz. İşte esma-ul Hüsna bizim
arkadaşlarımızdır. Bunların hepsi içimizde mevcuttur.
Allah’ın güzel isimlerinden arkadaşlarından hatta kardeşlerinden
olan, yani bu esma-ul Hüsna bizim arkadaşlarımız, ayrıca kardeşlerimiz hem de öz kardeşlerimizdir. Bütün esma-ı İlâhiye bizim öz
varlıklarımız ayrıca kardeşlerimizdir. Eğer öyle olmasaydı cenâb-ı
Hakk bizim bünyemize onları koymazdı. Veya iki isim koyardı, biri
Rahman biri Hâdi ismini koyardı, o zaman da melek olurduk, insan
olmazdık. Melek olmak öyle fazla özenilecek bir şey değildir, çünkü
meleklerin mesuliyetleri yok, cennetleri de yoktur, melek sadece
bir kuvvettir başka özenilecek bir şey değildir. Allah’ın kuvvetleri
güçleridir. “Alim”isminin özelliklerinden olan zekâ bölümüdür. Kişi
aynı zamanda kendinin akl-ı küllüdür, akl-ı külün kuvvelerinden
olan batınındaki kuvvetlerinden olan “Alim” isminin zekâ bölümü
242
faaliyete geçiyor ve soruyor, akla soruyor neden hayvan resimleri
yapıyorsun diyor.
Neticede aklın yaptığı her şey bütün Esma-ı İlâhiyeyi
ilgilendiriyor. Akıl güzel yaparsa Esma-ı İlâhiye ondan fayda
sağlıyor. Akıl kötü yaparsa kendisi ile birlikte Esma-ı İlâhiyeler de
zora girmiş oluyor içimizdeki bizdekiler. Dışarıdan gelmesi,
hikâyede dışarıdan geldi diyor ya, dışarıdan gelmesi aslında
kendinde olup ta farkında olmadığı için faaliyet dışı kalmış olan o
zaman ne oluyor, dışarıda kalmış oluyor. Bu özelliğinin faaliyete
geçmesidir. Aklı o kişinin zatı olan kendi aslına yapılacak başka
resim yok mu neden hep hayvan resimleri yapıyorsun diye
sormaktadır.
Cevap olarak, (Evet vardır, fakat bu resimleri “yukarıdaki
çiziyor”, ben içlerini dolduruyorum) demiştir. “yukarıdaki çiziyor”
dan kasıt, İlmi İlâh-î de kişinin
A’yân-ı sâbite,sinin “Kazâ-ı
mutlak,”değişmez, bölümüdür. Yukarıdan kasıt ilk kaynak olan İlmi
İlâh-îdir. Bizim yukarımızda a’yân-ı sâbitelerimiz var, onun da
yukarısında İlm-i İlâhi var, ama İlm-i İlâhiye ulaşmadan evvel biz
kendimize ulaşmamız lâzımdır ki, o da bizim programımız, a’yân-ı
sâbite ve bu kader-i mutlak değişmez bölümüdür. Yani sınırlarının
çzilmesi bizim ile ilgili değildir. ama içini doldurmak kader-i
muâllâkta bize tanınan o resmi ya çok güzel resmederiz, veya
karalar kargacık burgacık bir şeyler yaparız, ki o da resim olmaz,
mükâfatı da ona göredir. Yani hayvan resimlerinin sınırlarının
çizilmesi kader-i mutlak kazâ bölümü kazâ-ı mutlak da diyebiliriz,
değişmez bölümüdür, yukarıdan kasıt ilk kaynak olan İlm-i İlâhidir,
Kişi bunun üzerinde bir tasarrufta bulunamaz. Yukarıdan çizilen
sadece bir çerçevedir. Bu mertebede ancak hayvânlık sınırları
çizilir. Emmarede ve levvamede A’yân-ı sâbite, de sadece hayvân
sûretleri yoktur bütün mertebelerin dış hat tasvirleri vardır. Burada
kişinin mertebesi gereği, kendine hayvân sûretleri gönderilip içlerinin boyanması, yani ahlâklarının belirgin hale gelip kendi üzerinde
iyi halleriyle faaliyyet gösterip, kötü hallerinden uzaklaşmak için
mücadele edilmesi istenecektir. (ben içlerini dolduruyorum)
demesi, İnsân’ın hayvân çerçeveli resimlerinin içini doldurabilmesi,
gerçek bir eğitim işidir. Bu resimlerin içlerini doldurmak için “esfel-i
sâfilin” olan bu madde âlemine inmesi gerekmektedir. İşte buraya
gelen kişi eğer gerçek bir eğitim görüyorsa yukarıda belirtilen
haller ve tecrubeleri yaşayacaktır.
İşte bu halde bulunan kimsenin ilmî tarifi, “Hayvân-ı nâtık”
olarak ifade edilmektedir. “Hayvân-ı nâtık” “konuşan hayvân”
demektir. Eğer bu mertebede kalırsa kendinden haberi olmaz, bu
âlemde yaşadığını “zanneder” aslında gerçek mânâ da henüz bu
âleme ayak basmamıştır. Ne zaman ki Âdem (a.s.) o kıssada o
hadisede bahsedilen, beden arzına yani beden mülküne beden
arzına Âdem-i Ma’nânın inmesi yeryüzü arzına kişinin ayak
243
basmasıdır. Yeryüzüne ayak basmak Âdem-i ma’nânın beden
arzına ayak basması, dünya arzına cesedimizin dünya arzına
basmasıyla, biz bu âleme gelmiş değiliz, cesedimiz geliyor, yani
bineğimiz, arabamız geliyor, şöför nerede şöför yok, araba gelmiş,
bir işe yaramaz ki, işte şöförün de arabanın içine binmesi
gerekiyor.
Kendisinden haberi olmaz bu âlemde yaşadığını zanneder,
bakın biz bu âlemde yaşadığımızı zannediyoruz. Aslında gerçek
ma’nâda henüz bu âleme ayak basmamıştır, bu halde kalırsa gaflet
ehli olur ve ömrünün sonuna doğru bu seneler nasıl çabucak bir
gün gibi geçti diye hayıflanır. Aslında nasıl hayali bir hayat
yaşadığını kendi de farkında olmadan itiraf eder. Arkaya baktığımız
zaman bu seneler nasıl çabucak geçti deriz. Kişi bu halde iken
hedefini dışarıdan içeriye döndürmek ister de gereğini yaparsa,
kendisine içini göstermek için bir ayna verirler, yani içindeki
hayvanat bahçesini görmek için bir ayna verirler bu ayna ile içini
seyretmeye başlar, işte o zaman nasıl bir “nefs-i emmâre”
tesirinde olduğunu anlar. “Nefs-i emmâre” kişinin içinde bulunduğu
en düşük hâlidir ve hep kötülüğü emreder.
Ehlûllahtan birine (“nefs-i emmâre”den nasıl geçilir) diye
sormuşlar. Oda cevaben, evvelâ (“nefs-i emmâre” ye nasıl gelinir,)
bunun bilinmesi lâzımdır diye cevap vermiştir. Gerçekten çok
isabetli bir tesbittir, çünkü bir yere gelinmeden oradan geçilmesi
mümkün değildir. İşte “seyru sülûk” dervişliğin ilk şuurlanması,
içindeki hayvânat bahçesindeki hayvânların, “hayvâni ahlâkların”
farkında olmaya başlamasıdır.
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
Kaldığımız yerden devam edelim inşeallah,
Daha evvelce iç bünyede sessiz sedasız olan o ahlâklar
“emmârelik” vasıflarıyla, o beden mülkünde salınmış gezerlerken,
yavaş, yavaş beden mülküne sahip olmaya çalışan sâliğin genel
ibadetleri zikirleri tefekkürleri neticesinde, zâten kendinde bâtının
da var olan ve kendinde yeni oluşan yeni güçleri ile de kuvvetlenerek, “emmâre nefs-i” yavaş yavaş bazı iç bölgelerin de yenmeye
başlar. İşte bu halde panikte olan yırtıcı hayvânlar kaba güçleri ile
dervişin gece zuhuratında, ortaya çıkıp onu korkutmaya başlarlar,
daha evvel de vardılar ama, rahatsız eden olmadığından içeride
sessiz sedasız hükmünü yürütüyorlardı. Bakın şu küçücük mevzu
çok mühimdir, hayvanlar kaba güçleri ile dervişin gece zuhuratında
ortaya çıkıp, onu korkutmaya başlarlar, ve geri adım atmasını
isterler. Bu durumlarda insan zorlanır bırakayım mı sohbete gideyim mi gitmeyeyim mi? gibi bir müddet üç beş ay merakla başlar
sonra bakar nefsine zor gelmeye başlar, kaytarmaya başlar, bunlar
hep olan şeylerdir, yaşanan şeylerdir. Bu durumda “sâlik’e” verilen
244
zikir ve tefekkürlerden oluşan kelime-i tevhid ve diğer esmâ okları,
silâhları ve kılıçları ile, yırtıcı “emmâre nefs-in” hayvân sûretlerini
ortadan kaldırmaya başlar. İşte burası kişinin insânlık yolunda
değerli bir aşamasıdır.
Derviş olan ressam-tasvirci, evvelâ yırtıcıları daha sonrada ehli
diye ifade edilen hayvânların, kendinde bulunan dış, “fıtri”
çizimlerinin içlerini doldurması onların farkına varmasıdır. Nasıl ki
okula yeni başlayan veya başlayacak olan çocuklara “boyama
kitabı” adı verilen, sadece dışı-sınırları, çizilmiş kitaplar ile resim
eğitimine başlanıyor ise, insânlığın da gerçek eğitimi insân’ın içinde
bulunan hayvânat bahçesinin fertlerini tanımakla onlardan
korunmayı öğrenmekle, ve onların içini çizgileri taşırmadan iyi
boyamakla başlamaktadır. Bu çalışmaların neticesinde sâlik’in
kendisinde oluşan değişimler neticesin de beşeri hayvânlık mertebesinden, gerçek hayvânlık mertebesine, geçiş yapmaya aday
olmuş bir varlık olur. Gerçek hayvânlık mertebesini ve yaşantısını
idrak edemeyen, gerçek insânlık vasfına ulaşamaz denmiştir.
Hayvân kelimesinin zâhir ve bâtın olmak üzere iki ifadesi vardır.
Birisi, beşer lisânında kullanılan bir sınıf mahlûkatın ismi olmakla
beraber, genelde tahkir hakaret mahiyetinde kullanılan bir sıfattır.
Diğeri ise gerçek mânâda Cenâb-ı Hakk’ın (Hayy-diri) sıfatının ilk
hareket halindeki zuhurlarıdır diye ifade edilendir, ve bu halleriyle
tahkir vesilesi değil takdirlik hâlidir.
Bu âlemde hayat sahibi olmayan hiçbir varlık yoktur.
Mâdenlerde mâdeni, yatay durağan hayat vardır, bitkilerde, bitkisel
dikey toprağa bağlı hayat vardır, hayvânlarda ise müstakil hareket
edebilme kabiliyetleri olduğundan bu sûretlere (Hayy-diri) sıfatının
kâmil zuhur mahalleri olduklarından “hayvân” “hay-ve-an” “her an
yaşayan” varlıklar olduğundan, bu isim kendilerine verilmiştir. O
mertebeye kadar olan halkıyyet onlarda, o mertebenin kemâlini
bulmuştur. İnsân da, bedenen bu mertebenin (Hayy’ı-diri) si dir.
Bu mertebedeki ismi “hayvân-ı nâtıktır.” Ancak kendinden gafil
olduğu zaman, bu mertebedende düşüktür. (7/179)
‫اَﺿﱡﻞ‬
َ ‫ُْﻫﻢ‬
‫َﻛﺎﻻََﻧـْﻌِﺎم ﺑ َْﻞ‬
(Onlar hayvânlar gibidirler. Belki onlardan daha
sapıktırlar. İşte gafil olan onlardır.)
Buradan, buranın halkından, ahlâkından, kurtulmak için nefsini
tezkiye-temizlemeye başlaması ile kendindeki gizli değerlerinden
biri olan “levvâme nefsini” yaşamaya başladığında kendinde bazı
değişikliklerin ortaya çıkması ile, kendi ismi bundan sonra “nefs-i
Nâtıka” olacaktır. Buraya ulaşmak için nefsin iki ahlâkını (Emmâre
Levvâme) belirten, huylarının ifnâ-yok edilmesi gerekmektedir.
Bakara Sûresi (2/67-74) bakara dosyasına da konu olan, bu Âyet-i
Kerîmelerde bahsedilen (sarı) inek bu yaşantı ile de ilgilidir. Orada
245
ineği boyayan doğadır. Ve bu İnek kesilmiştir. Gene Ben-î İsrâîl’in
sarı altından buzağı da, yakılıp parçalanmıştır. Onu da o mertebenin “nefs-i emmâre”si olan “Sâmiri” isimli kuyumcu icad etmiştir
Ve o buzağa ibadet edenler öldürülmüşlerdir. Daha fazla bilgi için
(34-3-Bakara dosyası) na bakılabilir. Bu hususta Mesnevi-i
şeriften, Avni Konuk şerhi (cild 4 sayfa da şöyle denmektedir.
----------Gayet mâhir bir ressam güzel ve çirkin sûretleri hâvî resim
levhaları yapar. Meselâ bir levhaya gayet çirkin üstü başı yırtık
pırtık ve gözleri hasta ve beli bükülmüş, saçı sakalı karışmış bir
ihtiyar dilenci resmini yapar, ve tasvirde o kadar maharet gösterir
ki, cisimlenmiş zannolunur. Zâhirde böyle bir şahsın yanından bile
geçmeye nefret eden kimseler, bu levhayı hayretle seyretmeye
dalarlar, ve ressamın maharetini seyrederler. Binâan aleyh bu
levhada resim ve tasvir güzel ve maharet ve hikmet ve kemâl olur.
Fakat sûret çirkin’dir ve bu resimden dolayı ressamı kimse ayıplamaz, bilâkis kemâlini ve maharetini takdir ederler. Aynı zamanda
yine o ressam hûri gibi gayet güzel bir kız resmi de yapar ve resim
ve tasvir güzel olduğu gibi sûrette güzel olur.
----------(Sahih-i buhari tercümesi cilt 11 s. 133) şöyle bir Hadîs-i şerif
vardır.
Rasûlullâh salla’lâhu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: Ebû
Saîd-i Hudrî radiya’llâhu anh’den rivâyete göre. Kıyâmet günü (ehli
Cennet, Cennet’e, Cehennemlikler de Cehen-nem’e ayrıldıktan
sonra) “ölüm” aklı, karalı alaca bir “koyun” sûretinde getirilecek.
(Yani nefs-i levvame suretinde getirilecek, insan suretinde diyebilir,
kuş suretinde diyebilir, bina yeşil ağaç suretinde diyebilir, ama
hayvan suretinde, alacalı bir koyun suretinde buyuruyor, ölüm
koyun ile tasvir ediliyor.) Bir dellâl: Ey Cennet halkı, diye
bağıracak! Cennet’tekiler hemen boyunlarını uzatıp başlarını
kaldıracaklar ve (bulundukları yerden çıkarak) bakacaklar.
Şimdi dellâl: Bunu bilir misiniz? Diye sorar. Ehl-i Cennet’in
hepsi onu görerek: Evet biliriz, bu ölümdür, derler. Sonra dellâl:
Ey Cehennem halkı, diye yüksek sesle seslenir! Onlar da
boyunlarını uzatıp başlarını kaldırırlar. Ve (bulundukları berzahtan
çıkıp korku içinde) bakarlar. Dellâl: Bunu biliyor musunuz, diye
sorar. Onlarda hepsi, onu görerek: Evet biliriz bu ölümdür derler.
Bundan sonra koyun sûretindeki ölüm (Cennet’le Cehennem
arasında) boğazlanır. Bundan sonra dellâl: “Ey Cennet halkı!
Cennet’te ebedî yaşayacaksınız, artık ölüm, yoktur. (Cehennem
halkına da) Ey cehennem’likler sizde karargâhınızda ebedîsiniz,
size de ölüm yoktur!” diyecek. Bundan sonra münâdî (Bu
246
gaflettekiler ehl-i dünyadır.) Âyetini okur. (19/39)
‫ﻨُﻮن‬
َ ‫اﻻَﻣﺮَ ُوْﻫﻢ ِﰱ ﻏَْﻔﻠٍَﺔَ ُوْﻫﻢ ﻻ ﻳ ُﻮء ِْﻣ‬
ُْ ‫ﻗُﻀﻰ‬
َِ ‫َﺴﺮةِ ا ِ ْذ‬
َْ ‫اﳊ‬
ْ
‫اَﻧْﺬُرْﻫﻢ ﻳـ ََْﻮم‬
ِْ ‫َ و‬
Yani aslında ölüm diye bir şey yoktur, bir tasvir vardır bir
benzetiliş vardır, ve de koyun suretinde olduğundan, o da nefs-i
levvameyi ifade ettiğinden, demek ölüm hükmü levvameye kadar
vardır, ondan sonra zâten geçip gidiyor, ölüm diye bir şey yok.
Ama bu beden gidiyor, nereye gidiyor bu ölüm değildir, ölümü yok
olmak diye düşünürsen bu ölüm değildir. bu karargâh değiştirmektir, yani mekân değiştirmektir, misafir olarak gidilecek yere, bu
beden ile gidilemediği için, bedeni alacaklar, çünkü beden buraya
aittir, toprak kendine ait olan bu bedeni vermez, başka yere
göndermez. İşte bu yüzden ölüm yok olmak değil, sadece tadılacak
bir şeydir. (29/57) Tatmak ise haytın ta kendisidir.
----------Görüldüğü gibi Hadîs-i şerif bu hususa çok büyük bir açıklık
getirmekte’dir. Yukarıda bahsedilen hallerin hakikatini bizlere
bildirmektedir. Peygamberimiz (ölüm aklı karalı alaca bir
“koyun”sûretinde) getirilecek. Diye buyurarak, ölümü hayvânlık
mertebesinden “nefs-i levvâme” sûretinde tasvir etmiştir. O halde
ölüm denen mahlûk “nefs-i emmâre ve levvâme” üzerinde
geçerlidir. Gerçek insân üzerinde geçerli değildir. Fiziki olan ölüm
bir yok oluş değil bir (zâika-tadıştır,) tadış, ise aynı hayattır.
“Ölen (hayvân) imiş âşıklar ölmez” diyen Yunus emre ne kadar
güzel söylemiş. O halde kişi daha şimdiden kendinde/nefsinde
bulunan, ölümlü hâl ve taraflarının farkına varıp, daha bu dünyada
iken onları eğiterek yavaş yavaş yok eder, öldürürse daha sonra
kendisinde ölüm diye bir tereddüt ve korku kalmaz.
Bu ihtiyari ölümle öldükten sonra, kişinin yeni bir yapı ile ve
gerçek varlığı ile, ikinci doğuşunu gerçekleştirmesini ve yeni oluşan
bu “veled-i kâlb-gönül evlâdını” bir İnsân-ı Kâmilin nezaretinde en
iyi şekilde yetiştirmesi gerekecektir. İşte böylece ikinci sefer olan
“uruc” aslına yükselme başlamış, daha bu günden ebedi hayat
namzeti olmuş olacaktır. Yukarıda başlangıçta belirtilen hayvân
suret ve tasvirlerinin bulunduğu sahneyi bu anlayış içinde
değerlendirdiğimiz zaman, ne kadar yüksek bir hâl içinde olduğunu
ve bu sahnenin bu haliyle okunması neticesinde (1) Kazâ ve Kader
mevzuunda olduğunu ve kendimizi tanımamız yolunda, ise ne
kadar büyük bir gerçeği ortaya koyduğunu anlamamız güç
olmayacaktır.
Bu sahnede öncelikle seyru sülûk yolunda cem içinde ilklerdenfarklardan haber verilmekte, (2) Hangi mertebedendir.? Emmâre
ve levvâme mertebesindeki nefsin tatbikatlı gerçek eğitimi
247
yapılmaktadır. Bu âlemde hayvân türünden başka, madenler,
bitkilerde vardır bunlara doğa tabir edilir, arzımızın her tarafı ve
her bölümü son derece güzel bir biçimde, dağlar denizler ve bitkiler
ile, hiçbir tarafı bir birine benzemeyen çok güzel bir biçimde
düzenlenmiştir. Ressam-tasvirciye, (3) Eğer başka türlü resimler
“doğa” (çizilmiş) olsa idi hangi mertebe’den olurdu? Zâhirde doğa
ismi verilen bu dünya sûretlerinin hepsi Zât-ı Mutlakın Zât-ı
mukayyet hükmü ile Esmâ-i İlâhiyyesinin o mertebesi itibariyle bir
sûrete bürünerek görünmesinden başka bir şey değildir.
O halde âlem eşittir-Esmâ-i İlâyyenin mânâlarının zuhur yeridir.
ُ‫ﺎﻟِﻚ ا ِﻻَ ْوَﺟﻬﻪ‬
ٌ ‫َﻰءَﻫ‬
ٍ‫ُﻞ ْﺷ‬
‫ﻛﱡ‬
Bu âleme (
28-88) penceresinden baktı-
ğımızda, “eşya-şey’iyyet ismi verilen her şeyin fâni olduğunu,
aslında âlemin tabiat ismi ile görünen her sûretinin bir esmânın
sûretlenmiş halinden başka bir şey olmadığını kolayca anlayabiliriz.
Eğer ressam doğa resimleri yapmış olsa idi “tevhîd-i esmâ
mertebesinden, hakk’ın isimlerinin sûretlerini resmetmiş olacaktı.
Resimler “İnsân” olsa idi. Hakikat-i İlâhiyye üzere mahlûk olarak
halk edilmiş olan İnsân bu âlemin en mümtaz varlığıdır, ancak
kendi mertebesini bilmediğinde ise çok aciz bir duruma
düşmektedir. Alacağı güzel bir eğitim ile kendi hakikatini idrak
ettiğinde, üzerinde (
‫ِﻛﺮِام‬
َْ‫َﻼل َ واﻻ‬
ِ ‫اﳉ‬
ْ ‫ذُو‬
‫ﺑﱢﻚ‬
َ ‫﴾َ وﻳـ َْ ﺒـﻘَﻰَ ْوﺟﻪُ َ ر‬٢٧﴿ ‫ﻓَﺎن‬
ٍ ‫ُﻞَ ْﻣﻦَﻋﻠََْﻴـﻬﺎ‬
‫ﻛﱡ‬
55-26/27) Hükmü “tevhîd-i sıfat” mertebe-
sinden olan bir anlayış ile geçerli olacaktır. Beşer İnsân’ın bu
mertebede (Celâl) ismi ile beşeriyyet “men” kimliğinin ortadan
kaldırılması, yerine rabb’inin vechini ikram etmesi ile hakikat-i
insâniyye olan kendi gerçek kimliğine ulaşmış olmasıdır. Daha
sonra tevhîd-i zat mertebsinde de, bütün kimlikleri kendi varlığında
toplamasıdır. Buralara ulaşan kimse “ikinci uruc-yükseliş seferini”
de yapmış olmaktadır. Eğer, Resimler “İnsân” olsa idi! İnsân
resimlerinin çizilmesi üç hâl üzeredir.
(1) Cemâl-i Muhammedî’nin zâhir bâtın resmi yapılamaz. Çünkü
“Vech-i İlâhî’” dir. (bana bakan Hakk’ı görür) hükmüdür. Hakk ise
zât-ı yönünden değil isimleri yönünden kesret üzere olan
görünüştür. Demek ki Hakkın efâliyle esmasıyla sıfatıyla zuhur
ettiği yerdir, o halde Allah’ın resmini yapmak mümkünmüdür,
değildir, işte Cemal-i Muhammediyenin resmi yapılamaz çünkü
Veçh-i İlâhidir. Allah’ın veçhidir.
(2) Kâmil İnsân’ın, zâhir resmi haline göre yapılabilir bâtın’ı ise
yapılamaz.
248
(3) Nâkıs-eksi, İnsân’ın zâhir, bâtın resmi yapılır, çünkü her hali
maddeleşmiştir. Maddenin de hali yoğun olduğundan görülür,
görülen maddeninde resmi yapılabilir.
(4) Ressamın resimlerin içini doldururken renk ve düzenleme
seçeneği varmı’dır? (Vardır.) Eğer seçeneği olmamış olsa idi, o
değerli bir san’atkâr olamaz hep aynı resimleri çizen robot olurdu.
Robot ise düşünen varlık değil kurgulandığını işleyen ölü bir
makine dir. İnsân ise diri bir kimliktir. Bu hususta Efendimizin bir
hadisini belirtmek yeterli olacaktır zannediyorum. (Sûre-i Yûsuf s.
110)
--------Sahîh-i Buhârî /9. cilt. 1385 no.lu hadîs-i şerîf.
“Ebu Hüreyre r.a. den rivâyet olduğuna göre Rasûlüllah (s.a.v.)
Efendimizin Yûsuf (a.s.) hakkında aşağıdaki sözlerinde açık olarak
görüldüğü gibi bu âlemde kişilere göre “kaderi muallâk” yönünden
kişilerin irâdî olarak, birey varlığı ve mes’uliyyeti ve karar yetkileri
olduğu görülmektedir. Eğer öyle olmasa idi, Efendimiz “bende
olsam aynı şeyi yapardım” derdi. Açık olarak kendisi! “Eğer ben
zindanda Yûsuf’un kaldığı gibi uzun zaman mahpus kalsaydım
(onu) mahpustan çıkarmaya gelen kişinin o da’vetine hemen icabet
ederdim (de: haydi efendine git de tahkikat yapsın!) demezdim)"
demiştir" buyurmuştur. Demekki her mertebede kişinin kişilik
sorumluluğu vardır ve verdiği kararların neticesinden mes'uldür.
Demekki insân hakikat-i insâniyye’si ve a'yân-ı sabite’si yönüyle
kendisine tanınan sahahada ki süre içerisinde hilâfeti yönü ile hür
bir bireydir. Bu özelliğini idrak eden kimse Âriflerdendir. Ve İlâh-î
benliği ile hakk'ta, Hakk olarak yaşayanlardandır.
Efendimizin bu beyanatı açık olarak bu hususu tasdik ederek
bizlere bildirmekte’dir. Efendimizin,
“Melik’in da’vetine hemen
icabet ederdim” Hani melik Yusuf (a.s.) a artık saraya gel bizim
yanımızda ol demişti ya, ama Yusuf (a.s.) hayır efendine gitte
tahkikat yapsın diyor, yani Yusuf (a.s.) gelen haberciye diyor ki
sen efendine git ben buradan çıkmayacağım O tahkikat yapsın eğer
ben doğru isem benim doğruluğumu tasdik etsin, eğer ben
buradan çıkarsam benim üzerimde bu suçlamalar hep kalacaktır
temize çıkamam torpil ile çıktı derler diye hapishaneden çıkmamıştır. Peygamberimiz de bunu ben demezdim, yani haydi git
efendin tahkikat yapsın diye ben söylemezdim diyor. Yusuf (a.s.)
böyle diyor Peygamberimiz (s.a.v.) ben bunu demezdim diyor.
melikin davetine hemen icabet ederdim diyor.
Bakın iki peygamberin aynı hususta verdikleri cevaplar ne
kadar başkadır. Eğer bütün hayatımızı kader-i mutlak veya kazayı
mutlak olarak “yukarıdaki/a’yân-ı sâbite” çizmiş olsaydı,
peygamberlerimizin de hayatını çizmiş olsaydı, aynı soruya karşı iki
249
düşünce olmazdı. Bu farklılığı gösteriyor. belki başka bir
peygambere sorsalardı, o da bir başka cevap verirdi. Çünkü onun
hayata bakışı başkadır, işte bu ve benzeri daha bir çok şeyler var,
insanın gerçekten bir yerde, belirli bir sınırlar içinde hürriyetini açık
olarak, yani farklı düşüncede karar verebilme özelliğini, ve
selahiyetini göstermektedir. Melik’in davetine “hemen icabet
ederdim” diyen Efendimiz, yukarıda ise Yusuf (a.s.) “Haydi
efendine git de benim hakkımda tahkikat yapsın” dedi, ama
peygamber efendimiz “ben öyle demezdim” diyor. bunların ikisi de
peygamber, demek ki hadiselere bakışı başkadır. O da bize kimliği
gösteriyor, şimdi efendimizin “Melikin davetine hemen icabet
ederdim demesi tevhîd-i küllî makamında olmasından”dır.
Melik’in da’vetini “Mâlik’el mülk” olan, Hakk’ın da’veti olarak
kabul etmesi dir. Mâlik’el mülk gel diyecek de bir kimse
gitmeyecek, bu mümkün değildir. Ama Yûsuf (a.s) onu nasıl gördü,
Mısır’ın sâhibi olarak gördü, yani bir beşeri insan olarak gördü,
Efendimiz ise Mâlik’el Mülk olan, Hakk’ın daveti olarak kabul etti
onu. O sürede Yûsuf (a.s.) da iffet ve temizlik ben’liği olduğundan,
bu yönüyle kendisinin, dışarıdan temizlik husûsiyyetinin tasdik
edilmesini istemesidir. O mertebede de o haklıdır, ama peygamberimizin böyle her hangi bir sıkıntısı olmadığından temizlik gibi
hiçbir şeyde şartlanması olmadığından, burda da yoktu ve Mâlik’el
Mülk olan Allah’ın çağırdığını düşünmesiyle hemen giderdim dedi.
Mertebeleri itibariyle her iki davranış’ta kendileri yönünden
doğrudur. Bu halleri idrak etmeden yaşayanlar ise, kendileri nefs-i
emmârelerinin benliği yönünden gaflet içinde nefislerinin geçici
hürlüğünü kendi hürlükleri zannederek bu dünyanın hayali içinde,
ben yaptım ben ettim demektedirler. Bunlarda kendilerini Hakk'tan
ayrı, zan ve gaflet içinde ki hayâli benlikleri ve nefisleri ile birlikte
nefis kuyusunda mahpus ki, dünyası bu kadardır, ancak kendilerini
hür olarak yaşadığını zanneden kimselerdir. Ama kuyu içindeki
hürlük gibi. İşte bu yüzden Yûsuf gibi kuyudan çıkıp, Beden Mısır-ı
mülküne Sûltan olmak lâzım gelmektedir.
--------Yoksa boyamakta da mecburmu’dur? (Değildir.) Eğer mecbur
olduğunu zannederek resimleri o anlayış ile içlerini doldursa idi,
(cebriyye) mezhebi mensubu olurdu, çünkü cebir, cebreden ve
cebredilen ikiliğini gerektirir ki buda şirktir. Eğer bir cebir varsa
buda kişinin kendi Hakikat-i olan (a’yân-ı sâbitesi) nde ki
hakikatlerinin (kazâ-ı mutlak) yönünden kendi kendisinde bulunan
kendi iradesi ile zuhura çıkmasıdır. Bu ise “cebir” değil “dilemek”
tir, dilemek ise isteyerek, severek ve sonunu baştan kabullenerek
olan bir davranıştır.
(5) Ressamın yaptığı işten kendisinin hangi mertebede
olduğunu düşünebiliriz? Hikâyede bahsedilen ressamın bu sahnede
250
sadece “hayvân” resimlerini çizmesi bu mertebesi itibariyle ihtisas
sahası olan “emmâre ve levvâme” mertebesinden zuhurda olduğu
anlaşılmaktadır. Eğer o ressam, görebildiğimiz bu âlemdeki bütün
suretlerin resimlerini çizebiliyorsa (ressam-ı a’zâm) olan “kâmil
ressam-kâmil insân”dır, bu makam ise daha evvelce bütün
sûretlerin yapıldığı atölyelerde ihtisas gördüğünden her türlü
resimleri kolaylıkla çizebilecektir. İşte bu Kâmil ressam karşısına
gelen dış haliyle beşer insân görüntüsünde olan nefs-î insân’a
seyru sülûkunda hangi mertebeye doğru, yol alıyorsa oranın
sûretlerini sâlike çizip gözünden gönlüne aktarmaya çalışmasıdır.
Aslında çizilen sûretler-tasvirler, zâten kişinin içinde mevcud olan
sahne bülümleridir, iç hâlinin resimlerini böylece kendisine farkında
olmadan göstermesi ve sâlikinde zaman içinde aslında bu sûretlerin kendi iç mertebelerinin aşikâre çıkmasından başka bir şey
olmadığını anlamasıdır. Böylece, kâmil ressam bu sûretleri sâlikin
gönlüne nakşetmesi ile sâlik’te bu hususta o mertebenin resimtasvir çalışmalarına başlamış bu hususta eğitilmiş olmaktadır. İşte
bir bakıma “Kûrb’ân bayramı” nın hakikati de bu sırra dayanmaktadır. Kâmil mürşid’in “Kûrb’ân bayramı” hakikatlerini idrak etmiş
ehli kemâl bir kimse olması gerekmektedir aksi halde bu
faaliyetlerin hiç biri tahakkuk etmez sadece sözde kalmış olur.
“Ramazan bayramı” nın hakikakat-i (halife-i şahsiye) “Kûrb’ân
bayramı”nın hakikat-i ise “Halife-i tebliiyye” dir. İşte sâliklerin yola
koyulduktan bir müddet sonra, zuhuratlarında öncelikle muhtelif
cinsten hayvânları görmeleri, o sâlik’in gönül odasında, ressamın
yani “Kâmil İnsân” ın sâlik’in o ahlâklarını ortaya çıkarmaya, ve
onları yok etmesi gerektiğini, kendisine bildirmesi’dir. Bir şeyin
yokedilmesinin ilk şartı o şeyin tesbit edilmesidir. İşte kûrb’ân
bayramının üç gününde kesilen kûrb’ân lar bu hakikatin genel bir
tatbikatıdır. Dördüncü gün kûrb’ân kesilmez, çünkü o gün (Zât)
günüdür Zât mertebesinde ise zuhur olmadığından herhangi bir
fiilinde olması mümkün değildir. İbrâhîm (a.s.) ın oğlu İsmâil’i
kûrb’ân etme hadisesi bu hakikatin şer’an bildirilmesidir. Gelen
koç’un, ise nefs-i levvâme mertebesi olduğunu zâten biliyoruz.
Koç’un gökten gelmesi ise, hikâyede geçen (yukarıdaki çiziyor)
hükmü ile içininde dışınında yukarıdaki, yani a’yân-ı sabitelerinde
olan (Kazâ-ı mutlak) bölümünden olmasıdır.
(6) Diğer mertebelerin birinde olan kimseye yukarıdan nasıl ve
neler çizgi çizilirdi? Her mertebenin özelliği ayrı olması dolayısıyla
her mertebe de nasıl faaliyyet varsa o mertebenin özellikleri
çizdirilirdi. İşte (Kâmil ressam, tasvirci-Kâmil insân.) Üçüncü
Hakk’anî-Hakk olarak iniş-nüzülünü yapmış olduğundan bütün
mertebelerin resim ve tasvirlerini, karşısına gelen kişinin mertebesinden, ona bir ayna olarak, kendisine yansıtır ve kişi karşıda
gördüğünü zan ettiği şeylerin, aslında kendi gönlünde parlayarak
açığa çıktınığını, zaman içinde fark eder. (Kâmil ressam, tasvirciKâmil insân.) uzun seneler bu resimleri yapa yapa yorulur, daha
251
sonra bu resimleri yapma yerine, yapılan resimleri yansıtma haline
geçer. Ve kendisi pek temiz bir ayna olduğundan, her resmi olduğu
gibi yansıtır. O’na bakarak, bazı kimseler o’nu ehli îmân, Bazı
kimseler ise onu ehli isyan zannederler. Çünkü o’na bakanlar ancak
kendi iç bünyelerindeki, kendi ahlâkî resimlerini gördüklerinin
farkında olmadıkları için, kendi hâl ve ahlâklarını o’nun ahlâkı ve
hâli sanırlar. Hâlbu ki, aslında o’na bakanın Efendimizin buyurdukları gibi, o’nda “Hakk’ı görmesi” lâzımdır, çünkü aslı budur.
--------Bu husuta Efendimiz hakkında yaşanan bir hâdise anlatılır. Bir
gün Efendimiz sahabîsi ile bir yerde bulunuyor iken oradan geçen
“ebu cehil” kendisine takılarak bazı yakışmayan tahkir hükmünde
sözler sarfetmiş, Efendimizde doğrudur diye sözlerini tasdik etmiş.
Daha sonra Hz. Ebubekir (r.a.) gelmiş o’da tam tersi onu son
derece yüceltici sözlerle övmüş, Efendimiz o’na da doğru söyledin
diyerek sözlerini tasdik etmiş. Bunun üzerine orada bulunan
sahabîler, ya Rasûlüllah bu nasıl iştir biri geldi sizi kötüledi diğeri
ise sizi tasdik ederek yüceltti siz ikisine de “doğru” dur dediniz bu
nasıl oluyor diye sorduklarında Efendimiz! (ben bir aynayım ebu
cehil geldi farkında olmadan, bende kendi kötülüğünü gördü, ve
onları anlattı, bende doğru söyledin, dedim. Arkadan Ebu Bekir
geldi oda bende, kendi güzelliğini gördü ve onları söyledi) diyerek
hadiseye açıklık getirmiştir. Böylece bu hususta bizlerede büyük bir
bilgi hazinesi bırakmıştır.
--------Yeri gelmişken faydalı olur düşüncesiyle gene “Mesnevî-i şerif”
hazinesinden özet olarak başka bir ressam hikâyesi ile yazımızı
bitirmeye çalışalım. (Şerh-i Mesnevi Tahir-ül Mevlevi, cild 5 sayfa
1607)
--------Rûmîlerle Çinlilerin nakkaşlık ve ressamlık-tasvir, san’atında iddiaya girişmeleri.
“Çinliler: Biz daha mâhir nakkâşız dediler. Rûmîlerde: Biz daha
Ustayız da’vâsını ettiler.” “Pâdişah dedi ki: Bu bahiste imtihan
yapacağım. Bakalım sizden hangi taraf, iddiasında doğru ve üstün
çıkacak.” “Rûm diyarından ve Çin ülkesinden olan nakkaşlar bir
araya geldiler. Rûmîler bu ilme daha ziyâde vâkıf idiler.” “Çinliler:
Bize mahsus olmak üzere bir oda veriniz. Bir oda da sizin olsun
dediler.” “Kapıları karşı karşıya iki oda vardı. Bunlardan birini
Çinliler, öbürünü Rûmîler aldı.” “Çinliler padişahtan yüz türlü boya
istediler. O mes’ûd hükümdar da hazinesini açtırdı.” “Her sabah
Çinliler için hazineden müretteb boya ta’yini vardı.”
“Rûmîler dediler ki: Ne nakş ne boya lâzımdır. Bizim
san’atimizde pası ve küdûreti def’etmekten başka bir şey işe
252
yaramaz.” “Kapıyı kapadılar ve duvarları cilâladılar. Felek kubbesi
gibi nakşu elvandan-renklerden sade sâfi oldular.” “İkiyüz türlü
renkten renksizliğe yol vardır. Reng bulut gibidir, bîrenk-renksizlil
ise aydır.” “Bulutta ziya ve nûrdan her ne görürsen onu yıldızdan,
güneşten ve aydan bil.” “Çinliler işlerini bitirince sevinçten davullar
çaldılar.” “Padişah geldi Çinlilerin boyadığı odaya girdi. Orada öyle
nakışlar gördü ki, onların inceliği ve güzelliği aklı ve Fehmi hayran
ediyordu.” “Sonra Rûmîler tarafına geldi. Ara yerdeki perdeyi
kaldırdılar.” “Çinlilerin yapmış oldukları resimler ve işler, o
cilâlanmış ve safvet peyda etmiş duvarlara aksetti.” “Padişah
Çinliler tarafında ne gördüyse burada daha iyi ve parlak görünüyor,
âdetâ nazarı gözden kapıyordu.” “Rûmîlere gelince ey peder; onlar
sôfilerdirki işittiklerini hıfzetmek için tekrarlamaktan ve birçok kitab
okumaktan müstağnîdirler. Sûreta hünersiz ve ma’rifetsiz
görünürler.” “Lâkin göğüslerini, ya’ni kalblerini zikrullah ile
cilâlamışlar, tama, haset, hırs, ve kîn gibi ahlâk-ı rezîleden
temizlenmiştir.” “O aynanın sâfî ve mücellâ olması kalbin vasfıdır
ki, öyle bir kalb, nihayetsiz sûretlerin in’ikâsına-aksine mahal olur.”
“Gönül onunlamıdır, yoksa gönül o mudur? Diye akıl burada
susmuş, yâhud sapıtmıştır.” …………………..
--------İşte Kâmil insân olmak için sâlik, evvelâ “nakkaş-tasvirciressam” olmalı, daha sonra da kendisi “ayna” olmalıdır.
Ressamlığında hangi mertebenin resimlerini yapıyor ise o mertebe
hakkında tecrübesi oluyor demektir. Böylece mertebeleri
katettikten sonra, o mertebelerin bütün nakışları bâtınına intikâl
etmiş olur. Bundan sonra resme ihtiyacı kalmadığından yeni
ressamların resimlerini yansıtıcı-aktarıcı bir ayna olur.
Böylece bu özet yazılar ve gelen yazılarla hamdolsun bu
kitabımızda tamamlanmış olmaktadır. Yazı göndererek katkıları
olan bütün dostlarımıza ve evlâtlarımıza teşekkür ederiz ve daha
nice idraklere ulaşmalırını rabb’ımızdan rica ederiz. Görüldüğü gibi
bu çalışmalar, herhangi bir imtihan değil, sadece fikri
gelişmelerimizi sağlamak için yapılan çalışmalardır. Belki aralarında
birbine ters gibi gelen bazı düşünceler olabilir, ancak bu yazıların
hepsi kişilerin kendi özel yaşantıları istikametinde olduklarından,
bulundukları hâl itibariyle, başka kişilere ters gelse de, hepsi o
kişilerin kendi doğrularıdır.
-------------------
‫اﻟﺮﱠﺟ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﻄَﺎن‬
ِ ‫ﺑِﺎﻟﱠﻠﻪَِﻣﻦ اﻟ ْﺸﱠﻴ‬
ِ ُ‫اَﻋُﻮذ‬
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ ﴾ ْﺑِﺴِﻢ‬١﴿
253
Bugün 31/05/2012 Perşembe günü sohbetimize kaldığımız
yerden devam edelim, bilindiği gibi sohbet mevzuu Kazâ ve Kader
hakkında, ve onun devamı olan Rabb-ı has lar istikametindedir. Bir
evvelki sohbette kelime-i Hud’iyede mevcut olan “Ahad” diye ilk
sayfasından başlamıştık, Fususu’l Hikem Hud Fassı sayfa 267 den
başlamıştık
orada
Ahadiyet
mertebesinin
üç
halinden
bahsediyordu, 1. Sini ve 2. Sini görmüştük 3. Sü ile devam edelim
inşeallah, Cenâb-ı Hakk her birerlerimize bu mevzuları idrak
edecek aklı bahşetsin. Ve gönül genişliğini nasib etsin, ihtiyacımız
olan zekâ ve aklı da versin, ve genişletsin çünkü bu mevzular
kevnin mevzuları değildir, mahluk mevzuları değildir, Halıkıyn
mevzularıdır, Halıkyn mevzularını anlamak için de özel Halıkıyn
aklına ihtiyacımız vardır. Ancak o bizlerde zâten vardır, yeter ki biz
onu çalıştıralım mesele odur.
Yeri gelmişken şöyle diyelim, beşeriyet aklı vardır, akl-ı cüzdür,
beşeriyet aklı çok sınırlıdır, şunu yapayım, bunu yapayım, onu
alayım, bunu alayım, onu yiyeyim bunu giyeyim öyle gideyim diye
işte gece şunu yapayım gündüz bunu yapayım diye, tamamen fizik
beden üzerine kurgulu bir düşünce tarzıdır. Bu akl-ı cüz çok küçük
bir akıldır. Ama ne var ki genelde insanlar bu akl-ı cüz ile yaşamaktalardır. İşte akl-ı cüzü Akl-ı Kül’e bağlamak gerekiyor, ki İlâhi
hakikatleri o kül akıldan alıp, ve ondaki bilgiler ile gelişmemizi
sağlamak gereklidir. Bu kısaca günümüzde çok yaygın olan ilmin
de bir harikası olan bilgisayar ile de çok güzel anlaşılabiliyor.
Bilgisayarın internet bağlantısı yoksa akl-ı cüz,
internet
bağlantısı varsa Akl-ı Kül’dür. Eğer internet bağlantısı yoksa o
bilgisayara, biz ne yüklemiş isek onu bize veriyor, başka bir şey
yok. İşte bu akl-ı cüz, ama internete bağlanmışsa, bütün dünya
bilgileri hepsi önümüze sahneye açılıyor. Bütün o bilgilerin bir tek
ekranda gözükmesi mümkün değildir, hepsi program olarak içeride
internetin iç bünyesinde, ama ne zaman ki hangi bilgiyi açmak
istediğimiz zaman, o bilgi ile ilgili adrese mausu tıkladığımız zaman
o bilgi bize açılmaktadır. İşte bilgi sahaları da bizde böyledir.
Hangi bilgiye giriyor isek o bilgi bize internetten açılmaktadır.
Ancak oraya ulaşma antenlerini biz oluşturmamız lâzımdır. Nefs-i
Emmarede Levvamede bunlar yoktur, Mülhimeden sonra bunlar
açılmaya başlıyor, yani kişi kendi bünyesinin dışına doğru
ulaşmaya çalışıyor, dünya çekiminden nefs çekiminden kurtularak
ulaşmaya çalışıyor, ancak orada bir tehlike vardır, anteni dışarıya
doğru uzattığında nasıl ki bilgisayara virüs girme tehlikesi varsa,
bizim gönlümüze de virüs girme tehlikesi vardır. Nefsin virüsleri de
gönül âleminde dolaşıyor, bunları ayıracak ölçüleri eğer oluşturmuş
isek, ayrı bir ifade ile, nefs-i emmareyi tanımış isek, o virüsleri
gönderen odur, ona mani oluruz. Ama gaflette olduğumuz zaman
öyle virüsleri içimize sokuyor ki bizim için temizlenmesi kolay
olmuyor. işte bu ve benzeri ilimler internetten alınan yani gökten
254
alınan bilgiler beşerin ürettiği bilgiler değildir, tamamen vahy ve
vahyin açılımı olan ilhami bilgiler ve onun sonrası da firaset
ilimleridir. Birde çalışarak müşahede ilimleridir.
Sağlam olan üç ilim vardır, birincisi vahy, ikincisi vahyin
açılımını izahını yapan ilham, üçüncüsü de firasettir. Vahy
peygamberlere gelmekte, ilham evliyaya gelmekte, firasette
“mü’münin firasetinden sakınınız” diye belirtilen hadis-i şerif ile
ilgilidir. Bu üç ilim bunlar sağlam ilimlerdir, bunun dışındakilerin
hepsi hayali ve vehmidir. İşte bu üzerinde çalıştığımız ilimler
evvelâ vahyi ilimler, yani Allah’ın peygamberlerine vahyettiği
ilimlerdir. Ondan sonra irfan ehli evliya-ı kiramın da ilhamlarıyla
açılmış olan ilim bilgiler, ondan sonra da mü’minlerin firasetleri ile
ancak alabilecekleri idrak edebilecekleri bilgilerdir.
Onun için ilk başlarda herhangi bir mevzu duyulduğunda anlaşılmayabilir, veya anlaşılamamış gibi zannedilir, neden, çünkü
beşeri kıyasi bilgi olmadıklarından, sahası başka olduğundan ve kişi
o sahaya henüz geçememiş ise eğer, tabi biraz yabancı gelecektir,
ancak dinleye dinleye, okuya okuya, üzerinde çalışa çalışa, kendisi
de o tevhid sahasına, tevhid âlemine geçtiği zaman, bunlar kendisine hiç yabancı gelmeyecektir. Başlarda dile getiremese bile,
cümleleri toparlayamasa bile, ama bunlar onun iç bünyesine ruh
hanesine yazılmakta birer, birer, birer birer ikişer devam edildiği
sürece, yavaş yavaş bunlar da zâhire çıkmakta, o zaman kişi ancak
kendini tanımakta, oradan da rabbını tanımakta, bu ilâhi ilmin
dışında hiçbir şekilde rabbını tanımak, bilmek imkânı yoktur.
Peki bütün insanlar “Allah” diyorlar, biz de diyoruz ya, bu
tamamen şekli bir “Allah” demektir ve taklidi bir “Allah”
demektir. Bakın açık kalple düşünelim hepimiz, “Allah” dediğimiz
zaman ne hissediyoruz, nedir “Allah” denen, her hangi bir isim mi,
çocuk, ağaç işte yaz kış gibi, “Allah” o da bir isim ama ne
duyuyoruz, eğer kişi “Allah dediği zaman içi titremezse herhangi
bir isimden bahsediliyor demektir. O’nun bir azameti vardır ve cami
isimdir, bir insan “Allah” dediği zaman bütün esma-ı ilâhiyeyi
bilmese bile o zaman okumuş oluyor. Ezberinde olmasa bile, bütün
esma-ı ilâhiyye onun içinde mevcut olduğundan, cami isim
olduğundan, aynı zamanda biz Allah isminde, bütün isimleri de
saymış oluyoruz.
Peygamberimiz diyor “ki kim Esma-ül Hüsnayı güzel isimleri
ihsa ederse yani sayarsa cenneti hak eder” bu tabi işin zâhir
yönüdür, ama bâtın yönü ile de ilgilidir. Bu girişten sonra Ahadiyet
hakikatinin, yani Ahadiyet mertebesinin üçüncü izahı yani üçüncü
yönü Ahadiyet-i Ef’âl yani fiiller mertebesindeki Ahad, yani teklik.
Ahadiyet-i tesirat ve müessirattır. Ahadiyet-i Ef’âl yani fiillerdeki
teklik Ahadiyyet-i tesirat yani Ahadiyyetin tesirleri ve müteessirat
ve tesir alanlarıdır. Ve bu mertebede Zât-ı müteâliye, yani yüce zat
255
cem-i ef’alin mastarıdır. Yani aslı kökü hakikatidir. Ve münfailâtın
kâffesinde müessirdir. Ve bu ahadiyyet "ahadiyyet-i rubûbiyye"dir.
İşte Hûd (a.s.)ın hikmeti bu "Ahadiyyet-i rubûbiyye"-ye
müsteniddir. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.), bundan mukaddem olan
yani daha evvel olan Fass-ı Yûsufî'nin âhirinde "ahadiyyet-i
zâtiyye" ile "ahadiyyet-i esmâiyye-i ilâhiyye"yi zikr etmiş
olduğundan, şimdi de "ahadiyyet-i rubûbiyyet"! mutazammın olan
"Hikmet-i Hûdiyye"yi beyân buyurur: belki bir şey anlamadık ama
bu metin elimizde hiç olmazsa bugün anlamayız yarın bir daha
okuruz, öbür gün bir daha okuruz, ölçü elimizdedir. Şimdi bu
konuşulanlar hiç ortada olmasa, yani yazıya kayda dökülmemiş
olsa, bunları aklımızla bulmamız mümkün değildir. Ancak
evliyaullah’ın biri âlim, ârif bir zâtın da düşündüğü şeyler, Cenâb-ı
Hakk’ın ilhamıyla yazıya dökmüşler, bakın işte bunlar bu âlemin
hiçbir şeyle kıyas edilmeyecek en büyük miraslarıdır.
Ebedi olarak fayda sağlayacak bir mirasdır. Sadece dünyada
ahirette kabirde, cennette cehennemde değil, ebedi olarak bize
bırakılan miras-ı ilâhidir. Şimdi tekrar başa gelelim, paragrafın
başına gelelim, bazen tekrarlar yapmak gerekiyor, sıkılmayın hep
aynı şeyin tekrarı diye, her tekrarda bir başka açılım olmaktadır.
Ahadiyet hakikatlerinin üçüncüsü; Ahadiyeti nasıl biliyoruz,
Ahadiyetin kendi hakikatinde, ne nat ne övgü ne resim ne herhangi
bir şey hiçbir şey yoktur. Evvela özet olarak Ahad’ın ne olduğunu
bilelim, Cenâb-ı Hakk a’mâiyetinde iken daha henüz, Cenâb-ı
Hakk, Allah, Vahid, Kahhar diye isimlerin hiç birisi yok iken, Zât-ı
Mutlak diye ifade edilen, bakın Uluhiyyetten önce, hani çocuğun
birisi bize soru sormuştır, “Necdet amca Allah her şeyi yarattı,
Allah’ı kim yarattı” diye sormuştu, demek ki bu gün artık çocuklar
bile fıkıh bilgileri ile yetinmiyor, yani namazın sünneti farzı şudur,
işte abdes şöyle alınır, dirseğinden dört parmak yukarıya yıka, gibi
tabi, bunları da bilmemiz lâzımdır, ama biz ne yapıyoruz, bir ömür
boyu bunlar ile uğraşıyoruz.
Peki o zaman kendimizi nasıl tanıyacağız, o bir süreçtir,
başlangıç dersleridir, şimdi çocuk elif ba kitabını öğreniyor, elif ba
cetvelini ezberliyor, bir ömür boyu o cetveli ezberlemek ile mi
geçirecek vaktini, o bir başlangıçtır, sonra dersini yukarıya doğru
çıkaracaktır. İşte fıkıh dersleri de daha ilk okul dersleridir, yani
İslâmın ilk okul ve fizik bedenin suri hareketlerini münasebetlerini
bildiren bir ilimdir. Ama onun üstüne bina edilecek daha çok büyük
işler vardır.
İşte Cenâb-ı Hakk bilinmezlik halinde iken ezelde O’na Zât-ul
Baht ismini vermişler, bir çok isimleri vardır, diğer ismi ile Zât-ı
Mutlak, demişler, diğer ismi ile Sevâd-ı A’zâm, yani büyük karanlık,
yani bizlerce mechul, beşerce mechuldür, ve diğer isimlerinden biri
de a’mâiyet’tir. Genelde hadis-i kudside Âmaiyet diye belirtiliyor,
256
sahabe-i kiramdan
Raz isminde bir zat soruyorlar; Allah bu
alemleri halk etmezden evvel nerede idi? Dediği zaman Efendimiz
de “Bir Âma’da idi, altında ve üstünde bulut olmayan bir Âma’da
idi” buyururyor. Altında ve üsttünde bulut olmayan dan kasıt
semavat ve fezadakilerin olmadığı, kevnin olmadığı mükevvenatın
olmadığı “Kün“ emrinin daha faaliyete geçmediği Cenab-ı Hakk
kendi kendine kendi Zat’ıyla kendinde olduğu zaman dan
bahsediyor.
Diğer bir kudsi hadiste de “ben gizli bir hazine idim” dediği bu
Âmaiyet’tir. “bilinmekliğimi istedim bu âlemleri halk ettim” işte
Âmaiyet, mertebe itibariyle birinci, Ahadiyet, ondan sonra gelen,
Vahidiyet ondan sonra gelen, Vahidiyetin içinde bulunan Ulûhiyet
ve Rahmaniyet, ondan sonra Rububiyet, rablık yani terbiye, artık
yavaş yavaş hayat başlıyor ve şehadet alemi, âlem-i şehadet ki,
içinde bulunduğumuz yerdir, içinde bulunduğumuz şehâdet âlemi
bütün bu âlemleri kendi bünyesinde temsil etmektedir. Bakın bütün
bu âlemler şehâdet âlemi dediğimiz ve madde zannettiğimiz bu
kevn, toprak zannettiğimiz bu âlemin içerisinde, Cenâb-ı Hakk’ın,
Zât-ı Mutlak’ın bütün varlıkları mevcuttur. Ef’al âlemi dediğimiz bu
şehâdet âlemi Esma âlemine perde olmaktadır.
Bir sonraki bir evvelkini gizlemiş, perdelemiş oluyor. Aslında
gizlenen hiçbir şey yoktur, hepsi açıktır. Ama biri batında kalıyor,
diğeri zâhire çıkıyor, yani bir tecelli sonraki olan, zâhire çıkıyor, bir
evvelki onun bâtınında kalıyor. Ama hepsi birbirinin içinde
mevcuttur. Yani ne kadar âlemler var ise, bu âlemde bütün hepsi
mevcut, işte o yüzden burası kadar, hiçbir âlemde değerli bir yer
yoktur. İnsan kendinin insan olduğunu, ve rabbının Allah olduğunu
burada talim ediyor, bunu veren başka hiçbir eğitim yeri yoktur.
Buradaki kalış süremiz de kısadır, gerçi yetecek kadar uzun ama
âlemlerin sonsuz hayatına göre burası 50-70 sene hiçbir şey
değildir. feza zaman ölçülerine göre buradaki yaşantımız bir iğne
ucu kadar bile yer tutmaz.
Onu bir hesap etmişler, insan ömrü yeryüzünde üç salise saniye
bile değil, doğdu yaşadı öldü, bu kadar. Bize göre biraz ağır
çekimle lâstiğin uzatılması gibi uzun gibi geliyor, yaşlandığımız
zaman, birçok kimseler ne diyorlar, nasıl geçti bu kadar yıl sanki
bir gün gibi, deniyor, neden öyle deniyor, gafletle geçtiği için,
habersiz olduğu, için yaşıyor ama kendinden haberi yok, o yaşayan
ölülerden bunlar, gerçek ma’nâda dirilmiş değildir insanlar, ama biz
buraya dirilmek için geliyoruz, zannediyoruz ki fiziken gezmemiz
dolaşmamız ile biz diriyiz, hani doktorların beyin ölümüyle öldü
diyorlar ya, işte o ölüm bunun ölümü yani makinenin durması,
kişinin aslının durması değildir. Aslının ölmesi diye bir şey söz
konusu değildir. ancak biz burada bedenen dirildiğimiz gibi aslımız
ile de dirilmemiz gerekiyor. “Hay” Esmasının hakikatini yaşamamız
257
gerekiyor, çünkü buraya onun için geldik. Bu dirilme de bu beden
ile ancak yerine gelmiş oluyor, gerçekleşmiş oluyor.
Bundan evvel de biz vardık ama, âlem-i misalde beden olmadığı
için, yani bir su kabının içine girmediği için kimlik alamamıştık. İşte
buraya geldik, bizi bu kadehlere bardaklara cam kaselere koydular,
biz geldik kâseyi cam bardağı kendimiz zannettik. Halbuki cam
bardağın içinde olan, gerçek olan kimliğimiz budur. İşte bu kimliğimizi peygamberimiz bize açık olarak hangi yollarla bildirecek,
ârifler, irfan ehilleri, veliler büyüklerimiz, bunların nasıl yapılacağını
bizlere bildirmişlerdir. Bize de kalan hazır yemeği yemektir. Her
şey hazır sofra kurulu, Allah’ın ilminin sofrası kurulu, ama ne
yapıyoruz? bizim nefsimiz başka lezzetlere kaydığı için, o ilâhi
lezzetleri, ilâhi sofrayı bir tarafa bırakıyoruz, gidiyoruz dünya
sofrasından, lâhana prasa ile vakit geçiriyoruz.
Tabi o da lâzımdır ama, bizim gerçek gıdamız lâhana prasa
değildir, ruhumuzun gıdası, muhabbet ve irfaniyettir. Yani İlâhi
bilgiler, Allah bilgileridir, çünkü o bilgilerle biz, ancak kendimizin
varlığını bulabiliyoruz. Hadis-i şerifte belirtildiği gibi “nefsini bilen
rabbını bilir” diye şartını ve yolunu ortaya koyuyorlar. Nefsini bilen
yani kendini tanıyan gerçek ma’nâda hakikati itibariyle kendini
tanıyan, kendinden yola çıkarak, ancak rabbını bulması mümkün
olur, yoksa ezbere “ya rabbi, aman ya rabbi, ne olur ya rabbi,”
demek sadece lisanen söylenen sözdür, hakikati/bâtını olmayan
lâfzî bir söz olmaktadır. Kötü mü yok hayır, isyan edeceğine aman
ya rabbi desin o da güzeldir, ama o mertebenin güzeli, ama güzelin
güzeli, değerlinin de değerlisi varken, insan nediye aslına
yönelmek varken teferruat şeylerle uğraşsın. Gerçek “aman
yarabb’i” rabb’ını tanıdıktan sonra söylenen dir.
İşte Cenâb-ı hakk Ahadiyet mertebesinde iki özelliği ile bize
bildiriliyor, bunu İnsân-ı Kâmil’de abdül Kerim Cîlî bu bilgiyi
veriyor, Allah hepsinden razı olsun, Ahadiyette İnniyeti ve hüviyeti
Zât-ı Mutlağın belirtilmiş oluyor. İnniyeti ve hüviyeti yani ENEiyeti
kimliği, toplu olarak birey olarak değil ve HÜvviyyeti, inniyetinden
İnsan ve kur’ân meydana geliyor ki işte, bu yüzden insan ve Kur’ân
ikiz kardeştir, Ahadiyet kaynaklı olduğu için ikiz kardeş, yani bir
batında doğan ikiz kardeştir, bakın kardeşimiz ne kadar şerefli bir
kardeşimiz var. Kur’ân ama Kur’ân’ın da insan gibi şerefli bir
kardeşi vardır. Eğer bu ikisi olmasa birisi tek olarak bir işe
yaramıyor. İnsan en sonunda kemâle erdiğinde ona ne diyorlar,
Kur’ân-ı Nâtık diyorlar.
Bakın konuşan Kur’an, o halde insan ve Kur’ân bir olmuş
oluyor, o zaman Kur’ân ama konuşanı olmuş oluyor, yani konuşan
Kur’ân olmuş oluyor. Daha evvel insanın aşamaları vardır, onun
birincisi, hayvan-ı natık, yani kendini tanımayan kimse bedenini
ilâh edinen bedenini kendi zanneden konuşan hayvan, yani bu açık
o mertebede, biraz kendini idrak etmeye başladığı zaman, nefs-i
258
nâtıka, bakın o zaman nefs mertebesine geçmiş oluyor, konuşan
nefs olmuş oluyor. Ondan sonra İnsan-ı nâtık, konuşan insan,
ondan sonra Kur’ân-ı nâtık, yani konuşan Kur’ân olmuş oluyor.
İşte ârifler, evliyaullahlar, büyüklerimiz peygamberimiz başta
olmak üzere, konuşan Kur’andırlar. Peygamberimize ne diyordu
‫ْﻄﻖ َﻋِﻦ اﳍََْﻮى‬
ُ ِ‫ََوﻣﺎ ﻳـ َ ﻨ‬
konuşmaz” ‫ُﻮﺣﻰ‬
َ ‫ِن َُﻫﻮ ا ِﻻ َ ْوٌﺣﻰ ﻳ‬
ْ ‫ا‬
Cenab-ı Hakk;
53/3 “O kendi nefsinden
53/4 “O vahy olanı söyler”
işte Ahadiyet mertebesinin HÜ viyetinden de, bu âlemler meydana
geliyor. Bütün kevn ve kevnin bizim dünyamızda özü olan
Beytullah, kâbe-i Muazzama HÜvviyyetinden geliyor, İnsan ve
Kur’an da ENE iyyetinden, inniyyetinden geliyor. İşte Ahadiyet’in
bir tecellisi Vahidiyet sahasını ortaya getiriyor, Vahidiyet bir isim
olmakla beraber, bir faaliyet sahasıdır, nasıl futbol oynarken futbol
bir ilim, bilgi bir fiil’dir ama oynanması için bir saha gereklidir, işte
vahidiyet mertebesi Vahid, birlik mertebesi denilen yerden,
Ahadiyetin bütün tecellileri, oraya aktarılmış oluyor. Ahadiyetin
bünyesinde gizli olan, oraya aktarıldığı zaman, ilk orada ortaya
çıkan şey, Zât-ı Mutlak’ın kendini Allah ismi ile tanıtmasıdır. Orada
ancak, bakın Vahidiyet mertebesinde Uluhiyyet, İlâhlık, Allahlık
ortaya çıkıyor. Daha evvelki Ahad Ahadiyet mertebesinde, Teklik
mertebesinde, faaliyet olmadığı için, ne isim ne resim ne nat ne
herhangi bir şey hiçbir şey orada yoktur.
Vahidiyet mertebesinde Uluhiyet hakikatleri ilmi ma’nâda
ortaya çıktıktan sonra bu hakikatlerin faaliyete geçmesi için
rahmaniyet mertebesi zuhura gelmiş oluyor. İşte
‫ ﴾ َﺧﻠ ََﻖ ِاﻻ َﻧْﺴ َﺎن‬٣﴿ ‫اَن‬
َ ‫َﻋَﻠﱠﻢ اﻟْْﻘُﺮ‬
﴾٢﴿ ‫َْﻦ‬
ُ‫اَﻟﺮﱠﲪ‬
55/1-2-3 dediği yer burasıdır.
İnsanın halk edilişi de buradan kaynaklanıyor. Er Rahman ne
yapacağını Zât’ından talim etti, öğrendi,
bu âlemde ilk tâlebe
Rahmaniyettir. Ne yapacağını bilmezse, Rahman ismini yazalım ne
olduğunu bilmezsek, ne olacak ki, yani evvelâ Cenâb-ı Hakk
sıfatlarını talim ettirdi eğitti, sonra isimlerini eğitti, ondan sonra
onlar Ef’âl mertebesinde onlar eğitici oldular. Kendi yapacakları işi
bilmezlerse faaliyetlerini nasıl gösterecekler. İşte Ahadiyet
mertebesi Vahidiyette zuhura çıktı, Rahmaniyeti ile Nefs-i Rahmani
olarak fezayı nâ mütenahi, sonsuz fezaya yayıldı, oradan da her
yerde, hangi galaksi, hangi yıldız, var edilecekse, orada yoğunlaşmaya başladı, neticede dünya da, bu arada oluştu, ve kevn Esma
mertebesinden şehadet mertebesi zuhura çıktı, işte bu ahadiyet
mertebesinin üçüncü hali Ahadiyet-i ef’âliye deki faaliyetini
bildiriyor yani bu ef’âl âleminde bu kevndeki Ahadiyetin bâtını
tasarrufunu bildiriyor.
259
Eğer az önce bahsettiğimiz gibi bu meratib-i ilâhiye burada
olmamış olsa bu yaşantı eksik kalır, devam etmez idi.
Ahadiyet-i Ef’âliye yani Ahadiyetin bâtını itibariyle ef’âl
âlemindeki tesiratı üçüncüsü başladı. Ahadiyet-i tesirat ve
müteessiratdır, yani tesir eden ve edilendir müessir tesir eden tesir
alan da tesir aldığı şeyi yapandır, ve bu mertebede Zât-ı Müteâliye
yani bu mertebede yüce zat cem-i ef’alin mastarıdır, bakın ne
kadar güzel bir açıklama bu merebede Zat-ı müteâli yani yüce zat
cem-i ef’âlin mastarıdır. Mastar asıl, kök demektir, özü kökü
demektir. Yani yüce olan Zat bu mertebede yani ef’âl mertebesinde
cem-i ef’âlin mastarı yani aslı, kökü hakikatidir. Bakın şu cümleyi
bilmiş olan bir kimse, bu âlemin hakikatini anlaması zor
olmayacaktır.
Sadece kuş uçtu yağmur yağdı Allah rahmet etti klâsik şekliyle
anlatmak anlaşılmak değil, klâsik ma’nâda ezber tekrarlamak
değildir. bakın Zât-ı İlâhiye, Zat-ı müteâliye yüce Zat cem-i ef’âlin
yani bu âlemde olan bütün fiillerin, kuşun kanadının çırpması
ağacın yaprağının sallanması, yere dökülmesi, rüzgarın esmesi ne
varsa ayırmıyor, iyi işler bir tarafta da, diğer işler, diğer tarafta
demiyor, ne varsa ef’âlin mastarıdır. Yani aslıdır, köküdür ve
münfeilâtın kâffesinde müessirdir. Yani tesir ettiği yerde her yerde
tesir edicidir, oraya hayır ben bunu almam yapmam diyemez,
müessirdir yani gücünü her tarafa ulaştırır.
Peki neden gücünü ulaştırır her tarafa? bu cümle bile yanlış
ama, söylemek için belirtiliyor, çünkü her taraf diye bir şey yoktur,
ayrıca gayrı diye de bir şey yoktur. Yani kendi kendi varlığı
üzerinde bir mertebeden tesir edici, yani fâil, bir mertebeden
müessir, tesir alıcıdır mef’uldür, eğer bu fâil mef’ul oluşumlar
olmasa zâten hayat olmaz. Ve münfeilâtın yani fâillerin kâffesinde
müessirdir ve bu Ahadiyet, Ahadiyet-i Rububiyedir. Bakın ne kadar
güzel isimler vermişlerdir. Ahadiyet-i Rububiye, yani Ahadiyet’in
terbiye ediciliği ve her bir esmaya kendi yapması lâzım gelen bilgiyi
gücü kuvveti, aynı zamanda vermesi, Ahadiyet-i rububiye yani
terbiye Ahadiyetidir.
İşte Hûd (a.s) ın hikmeti bu Ahadiyet-i rububiyeye müsteniddir,
dayanmaktadır, yani Hud (a.s.) bu hakikati idrak etmiştir. Cenâb-ı
Şeyh-i Ekber (r.a.), bundan mukaddem olan bundan evvel olan
Fass-ı Yûsufî'nin âhirinde, sonunda "ahadiyyet-i zâtiyye" ile
"ahadiyyet-i esmâiyye-i ilâhiyye"yi zikr etmiş olduğundan, şimdi de
"ahadiyyet-i rubûbiyyeti mutazammın olan rububiyet hakikatinin
içinde, ona muhit olan "Hikmet-i Hûdiyye"yi beyân buyurur:
Hûdiye hikmetini hakikatini beyan buyurur.
Şiir:
260
Allah'a mahsûs sırât-ı müstakim vardır ki, umûmda
zahirdir; hafi değildir (1).
Ya'nî Allah'a mahsus, Allah’a has olan doğru yol, umûmen
a’yân-ı kevniyede ve esmâ-i ilâhiyyede aşikârdır; gizli bir şey
değildir. yani kevn denilen bütün bu âlemlerin kevniyetin ayninde,
hakikatinde, yani programında, aslında ve esma-ı ilâhiyede yani
İlâhi isimlerin hepsinde, ve bütün bu âlemin her zerresinde her
makamında, her yöresinde, her coğrafyasında, aşikardır. ne
aşikardır, Allah'a mahsus olan istikamet üzere olan yol sırat-ı
müstakıym, gizli bir şey değildir yani açıktır yani gizlisi yoktur,
Ma' lûm olsun ki, "sırat-ı mustakıym" tarîk-ı vahdettir; yani
teklik yoludurki o bizim içinde bulunduğumuz yoldur hani 1/7
âyetin de buyururlur
‫ۤﻟﱢﲔ‬
َ َ‫ﻻاﻟﻀﺎ‬
ّ ‫َﻋْﻠَﻴْﻬِﻢَ و‬
‫ُﻮب‬
ِ ‫اﻟﱠﺬَﻳﻦ اََﻧـْْﻌﻤَﺖ َﻋْﻠَﻴْﻬِﻢ ْﻏَﲑِ اﻟَْﻤﻐْﻀ‬
ِ ‫اط‬
َ ‫َِﺻﺮ‬
dalâlet yolundan bizi götürme ve bizi sırat-ı
mustakıym üzere götür, diye rabbımızdan dua ediyoruz. Tarik-i
vahdettir, yani, teklik yoludur, ve Allah Teâlâ Hazretleri vâhid olduğundan, yani bir olduğundan, bu tarîk-ı vahdet, yani birlik yolu
Hakk'a çıkan yolların en yakınıdır en kısasıdır.
Şöyle ki, her bir "isim" için bir "abd" vardır; 0 "isim", o abdin
Rabb-i hâssıdır. Yani o ismin zuhura çıkacağı bir mahal vardır, kulu
vardır, abd’ı vardır, Ve o abd dahî, o "ism"in abdı olmakla beraber
onun mazharıdır. Burada abd dan kasıt insan kast ediliyorsa da bu
hayvanlar için bitkiler için ve cemadat için de bu böyledir. Meselâ
bir elma için içinde bir çok rabbani isimler varsa da onun asıl rabbı
“Rezzak” tır. İşte o gördüğümüz o elma ve armut Rezzak’ın
suretlenmiş halidir. O armut da onun abd’ıdır, kuludur. Biz ona
elma deriz, görünüşüne kevnine bakarak, halbuki o elma kendi
kendine mi oldu, bir çok eğitimden geçmekte güneş almakta o
zaman güneş onun bir rabbı olmakta, yağmur almakta yağmur
rabbı olmakta, neden çünkü hep onun terbiyecileridir.
Yani bir varlığın mutlak olarak bir tek rabb-ı hassı yoktur, ancak
rabb-ı hasın oranı fazla olan onun rabb-ı hassıdır. Her varlıkta
bütün esma-ı ilâhiye mevcuttur. Eğer esma-ı ilâhiyenin hepsi
olmazsa o varlık eksik olmuş olur, bütün bu âlemlerde Cenâb-ı
Hakkın bütün esma ve sıfatlarının hepsi bu âlemde ve her zerrede
mevcuttur ayrıca. Belirli beş metre kare on metre karede var değil,
her zerrede vardır, bakın görebildiğimiz göremediğimiz mikropta
dahi bütün esma-ı ilâhiyenin hepsi DNA larımızda bile bütün esma-ı
ilâhiyenin hepsi vardır. Eğer birisi eksik olsa insan eksik olur. ancak
terkip olarak hangi esma yüzdesi fazla ise, onun hükmü onun
hüviyeti üzerinde ortaya çıkıyor ve o isim ile anılıyor.
261
O abd dahi o ismin abdi olmakla beraber onun mazharıdır. Yani
zuhur yeridir çıkış yeridir. Temsil ettiği yerdir. O halde âlemde
baktığımız ne varsa, nefsimize ters gelir, kötü gelir, ekşi gelir tatlı
gelir, hepsi Hakk’ın zuhurundan başka bir şey olmadığını
anladığımız zaman, ama ciddi olarak lâf olarak değil, ona olan
muamelemiz değişecektir. Ve ne yönde olacaktır, hürmet ve sevgi
babında olacaktır. Hakkın varlığı olan bir yer sevilmiyor ise, o
zaman biz de hiç sevilmeyiz, Cenab-ı hakk o yüzden cehennemine
atar. Ama Hakk’ın varlıklarına biz şefkatle rahmetle merhametle
muamele edersek, ne olursa olsun isterse karşımızdaki düşman
olsun, onun düşmanlığı kendini ilgilendirir, bizi ilgilendiren onun
zâtıdır, özüdür, hakikatidir, biz de yaptığımız muameleyi onun
fiiline kendi akl-ı cüzüne nefsine değil, hakikatine yöneldiğimiz
zaman, bir zaman geçecek ki, o da bize aynı şekilde kendisini
yönlendirmeye çalışacaktır.
İşte bütün bu âlemler esma-ı İlâhiyenin zuhur mahalleridir, peki
o zaman bu âlemdeki kavga nedir, diye biz kendi açımızdan
düşünebiliriz, ama bir de karşımızdan seyrettiklerimizde kavga var,
işte bu kavga onların kavgası değil, esma-ı İlâhiyenin kendi
saltanatını daha çok ortaya çıkarmasındandır. “Kahhar” diyor ki
ben kahharlığımı yapacağım, madem Allah beni Kahhar olarak halk
etmiş eğer ben kahretmezsem görevimi yapmamış olurum.
Diğeri de ben rahmet etmezsem, görevimi yapmamış olurum,
işte görüyoruz zâten, bir yer yıkılıyor, kırılıyor parçalanıyor o
görevini yapıyor, Allah ondan razı kırdığı için razı, kırmak için halk
etti, peki sonra ne oluyor, sebepsiz bir şey değil, sonra rahmana
diyor ki hadi bakalım kırılanları düzelt, bakıyorsunuz oradan bura
dan bir sürü hediyeler gidiyor, işte orada da Rahman rahmet
faaliyete geçiyor, işte Cenâb-ı hakk bütün isimlerinin hakkını bu
şekilde vermiş oluyor. Ama orada bir sürü insan öldü, şu öldü bu
öldü, gene hep kesrete düşüverdik, bakın bu cihanda nice başlar
kesilir soran olmaz, çünkü kesen de kendisi halk eden de kendisi
yıkan da kendisi, kıran da kendisi bozan da kendisidir.
Kim kime hesap soracak, böyle baktığımız zaman, içimizdeki o
kargaşalar düşünceler, düşmanlıklar neden niçin soruları, hepsi
kalkar, ve böylece de kişi huzurlu bir hayat yaşar, kimseyi de
suçlamadan, kimseye de yanlış bir gözle bakmadan.
Daha sonra bakar ki, bu âlemde dışarı ile uğraşmak maharet
değilmiş, ma’rifet içeri ile, kendisi ile uğraşmakmış, diye kendi
hakikatini anlamaya çalışır.
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
Kaldığımız yerden devam edelim, vaktimiz kalırsa sorulara
sonra geçelim.
262
Binâenaleyh abd zâhirdir, cisimdir; Rab ise bâtındır, rûhdur. Ve
abd dahi o ismin abdı olmakla beraber onun mazharıdır, zuhur
yeridir, böyle olunca abd zâhir olmakta, yani görünen olmaktadır.
Cisimdir, zâhirdir, cisim de görünendir. Rab ise bu varlıklarda
bulunan bâtındır, ve ruhdur. Yani esma-ı İlâhiyenin ma’nâsı
bâtında, sureti, zuhuru mahali de varlıklarda, insan olmakla
beraber önde diğer bütün varlıklarda da böyledir. Böyle olunca,
mahlûkâtın nefesleri sayısınca Hakk'a yol vardır. Çünkü hepsi bir
rabbın tesirinde olduğundan rab da, Allah’ın isimlerinden
olduğundan böylece bütün varlıktan Allah'a yol vardır.
Ve her bir mahlûk yani halk edilmiş, bakın yaratık demiyor, her
bir mahluk yani halk edilmiş, yaratmak diye bir şey yoktur, bunu
zaman zaman bahsediyoruz, Allah yarattı, işte Allah şunu yarattı
Allah bunu yarattı, sözleri şeriat ve tarikat mertebesinde geçerlidir.
Aslında tarikatta da geçerli değildir ama, lâfzi tarikatta yani zikir
tarikatında geçerlidir, çünkü orada henüz tefekkür yoktur, ancak
hakikat mertebesinde tefekkür ün olduğu yerde yaratmak yoktur,
çünkü yaratmak ikilik gerektirmektedir. Başka bir Allah olacak da,
bizim Allah’ımız, o Allah’tan kendinde olmayan bir malzeme alacak,
hiç gerçekten yok olan, bir şeyi ortaya getirecek bunu böyle
düşündüğümüz zaman, bu gizli şirk olur, biz farkında bile olmayız.
Ancak kasdi olmadığından, Cenâb-ı Hakk ona bu kelime
kullanıldığı zaman günah yazmaz, ama kendi bilgisi eksik kalmış
olur, irfaniyeti eksik kalmış olur. kim ki mahlûk yerine yaratmayı
kullanıyor, o tevhid ehli olmadığı açık olarak anlaşılır. Çünkü
yaratmayı kullanan bu hükmün altında olduğu açık olarak
görülmektedir. Her bir mahlûk halk edilen bakın yaratılan değil,
yaratma yoktan var etmedir, yoktan diye bir yer yoktur zâten bu
âlemde yok diye bir yer yoktur, yok bir durumda vardır o da izafi
yokluktur, yani isimden ibaret olan bir yokluk vardır, meselâ bir
nohut tohumunu elimize alalım, bu tohumun içinde evvela kökleri
gövdesi yaprakları çiçeği vardır, sonra tohumun kendisi de vardır.
Peki o nohut kendisi nohut iken, bu saydıklarımız kısımları
gözüküyor mu, gözükmüyor işte bunun için yok hükmündedir ama
içinde kuvve olarak vardır, mutlak yok değildir. O anda
göremediğimiz için yok hükmündedir. Mutlak yok değildir, işte
buna izâfi yokluk deniyor. İsim olarak yokluk deniyor. Şimdi
burada o kardeşimiz burada yok ama, kendisi başka yerde var,
burada yok, işte buna izâfi yokluk deniyor.
İşte bu yok denen şey şu anda yoktur. Yarın öbür gün bir ay
sonrası var mı şu anda yok, ama şimdiye kadar nasıl o yok, yok
olanlar var olduysa, her birerleri o da gelecek bir gün, var olacak
ama mutlak yok, diye bir şey değil, ertesi gün yarın gelecek, ama
bir gün olacak o da son bulacak, ondan sonra başka âlemler var
edilecek, işte her bir mahlûk tabi olduğu
ism-i mahsusun
muktezası üzerine hareket edip o ismin tarikinde yürür. Ne kadar
263
sağlam cümleler, bunların üzerinde her hangi bir şüpheye düşecek
bir şey yok, bakın burada genelde kimseler övülmüyor, bizimki
şöyle diyor, sizinki böyle diyor, bakın kimlikler yok, işte bu
marifetullah, Allah bilgisi, Allah bilgisi şey’iyyetle kişilerle
uğraşmaz. Sahası irfaniyet, onun iki aktörü vardır, biri Hz
Rasulullah biri Hz Allah O’nun dışında kimse yoktur.
Öyle olunca da tefrika yoktur. İşte 72 milleti bir araya getiren
necat fırkası bu fırkadır. Yeri gelmişken bunu da bilelim. Bütün
fırkaları bünyesinde toplayıp cem eden 73. Fırka Cem fırkası, fırka-ı
naciye dedikleri işte budur. Neden, kimse ile bir derdi yok ki, o
istediği kadar, orada ben şuyum buyum dese, biliyor onu hevadan
söylediğini, onun da bu âlem içinde olduğunu biliyor. O’nun da
rabbının mudil olduğunu biliyor, o zaman ona ne diyecek ki, bir şey
demeye gerek yoktur. Ancak yakıynen soran söyleyen olursa bu
budur diye bildirilir, başka bir şey yapılmaz.
Hayata bakış ne kadar farklı değil mi? her şeyin de hakkını
vermek üzere her bir mahlûk tâbi' olduğu ism-i mahsûsun yani
kendine tahsis edilmiş ismin muktezâsı üzerine hareket edip o
ismin yolunda yürür, işte tarikat budur, gerçek tarikat işte budur,
yoksa onun tarikatı, bunun tarikatı, orada on zikir burada 20 zikir,
bunların hepsi lafzi hayali şeylerdir. İşte bu tarikat da sırat-ı
mustakıym olan efendimizin getirmiş olduğu bildirmiş olduğu
yolumuzdur. O yol dahî o "ism"in, o Rabb'in " sırat-ı müstakıymidir, doğru yoludur.
Meselâ mü'min Hâdî isminin sıratındadır, ve kâfir Mudil isminin
sıratındadır, ve zehir Dârr isminden kaynaklanmaktadır ve bal
Nâfı' isimlerinin mazharlarıdır. Bunların her birisi taht-ı terbiyesinde
bulundukları ismin muktezasına, gereğine tâbi'dirler. Binâenaleyh
cümlesi, ism-ı hâslarına nisbetle doğru yol üstünde yürürler. Yani
hepsi kendi sıratları üzerinde yürürler.
Fakat bu isimlerin yolları yekdiğerine nisbetle doğru yol
değildir. Meselâ Dârr isminin yolu, yani zarar verici ismin yolu Nâfı'
isminin yoluna nisbeten doğru olmaz. Hani şuradan çıkacağımız
hepimiz başka istikamete gideceğiz, hepimiz tek yoldan aynı
yoldan aynı yerden gitmeyeceğiz, o halde bir birine ne kadar zıt
yönlere gideceğiz değil mi, ama herkes kendi sırat-ı müstakimine
gidecek, kendi doğrusuna gidecek o zaman da kimseye bir şey
demek düşmez.
Ve mü'min kâfiri, kâfir dahî mü'mini, eğri yolda görür. Biz
kendimizi doğru yoldayız derken kâfir de bize bakıp bunlara bak
neler yapıyorlar diyor. hiç işleri yok sabah akşam soğukta abdes
alıyorlar, buz gibi olur mu şimdi bu iş diyorlar, başını secdeye
koyuyor düşünmüyor secde en mikroplu yerdir, gözleri mikrop
içinde hasta olacak olur mu bu, hacca gidenlere de karşı çıkar
Araplara para yedirmeye gidiyorsunuz der çünkü kendinin doğru
264
yolu o değil. O da amerikaya gidiyor onun doğru yolu odur ne
yapsın, İmdi ne kadar esmâ-i ilâhiyye varsa, müsemmâsının
ahadiyyeti i'tibâriyle yani ismin tekliği itibariyle her isim kendi
bünyesinde tektir, bütün bunlar da Ahadiyet’e bağlı olduğundan
Ahadiyeti itibariyle kaffesi müsemması
müsemmâ-i Allah'a vasıl
olur hepsi neden çünkü bütün esma-ı İlâhiye Allah’a ait olduğun
dan bu surette cemi esmanın yolları bütün isimlerin yolları yani
kendi doğru yolları cami olan yollarıni cami olan sırat-ı mustakıym
yani bütün bu yolları bünyesinde toplayan sırat-ı mustakıym ama
her birilerinin sıratları Allah ismi ile musamma olan yani Allah diye
belirtilen o zat-ı Uluhiyete mahsustur. yani hepsi Allah’ın ilmine
vasıl olur.
Bu surette cemî'-i esmanın yollarını cami' olan doğru yol (sırât-ı
müstakim), "Allah" ismiyle müsemmâ olan zât-ı ulûhiyyete
mahsûstur. Ve yolların tümüne cami' olan tevhid yolu
üzere,
ancak mazhar-ı ulûhiyyet olana, mazhar-ı Muhammedi suluk eder.
Bakın bütün bir bilgi verdi, burada küçük bir yer ile batınımızda
oluşacak sorularımızı burası cevaplandırıyor. Madem ki her şey
Hakk üzere ve her şey de bütün esma-ı İlâhiyenin zuhuru üzere
olduğundan, her esmada kendi sırat-ı mustekıymında olduğundan,
o zaman kimi suçlayacağız. Bakın sorusu aklımıza gelir, bu aklımızı
karıştırabilir.
Cevabı şurada Allah ismi ile müsemma olan, Zat-ı Uluhiyete
mahsustur. Yani bütün bunların neticesi Hakk’a dayanmaktadır.
Çünkü bütün Esma-ı İlâhiye zâten Allah’ın isimleridir, dolayısıyla bu
âlemde de Allah’a ait yani mertebesi itibariyle ayrı gayri hiçbir şey
yoktur, ama böyle baktığımız zaman. İşte bu bakış Allah ismi ile
müsemma olan Zât-ı Uluhiyete mahsustur. Şimdi bu cümleye
dikkat edelim; tariklerin kaffesine cami olan yani yolların hepsini
bünyesinde bulunduran, tarik-i tevhid, diğerleri tarik-i fasıl olarak
kalmaktadır. Yani tarik-i tevhidden bakın kendilerini ayrı ayrı bütün
bu yolları bir görmeyin. Kendi yolunun ayrı ayrı olduğunu, ve bu
yolun doğru olduğunu zannedenler, işte bundan ayrılmış oluyor.
Çünkü onlar bu sistemin farkında olmadıkları için kendilerini kendi
hallerini kendileri var etmiş zannediyorlar, bunu biz kurduk biz
yaptık bunlar bizim şunlar şunun, diye fark âleminde ayrıldıkları
için birbirlerine karşı gaflette oldukları için bir birlerini ayrı
görüyorlar.
Ama tarik-i tevhid bunların hepsini bünyesinde topluyor ve
Hakk’ın Mudil isminin zuhurudur diyor ve başka fikir de yürütmüyor
gerek de zâten kalmıyor. Ama o kendini ayrı gördüğünden Hakk’ın
varlığından ayrı gördüğünden ve kendine bir şahsiyet verdiğinden
işte o kimlik şirk oluyor. Yani suç unsuru orada bu gibi tariklerin.
Tariklerin kaffesini bütün yolları az evvel dediğimiz Cami olan tariki tevhid işte bu tarik-i tevhid yani birlik yolu hepsini bünyesinde
kabul eden yol fırka-ı Naciyedir. Tarik-i tevhid üzere ancak
265
mazhar-ı Uluhiyet olana bakın tevhid tariki üzere mazhar-ı Uluhiyet
yani Uluhiyet zuhuru olana Mazhar-ı Muhammedi suluk eder.
Yani buraya Muhammediye mazhar olanlar ancak gelebilir. Yani
bu şekilde düşünen onlardır. Muhammedi zuhurlarıdır, bunlar da
zâten âriflerdir. Bakın mazhar-ı Muhammedi suluk eder, yani bu
uluhiyet yoluna Mazhar-ı Uluhiyet yoluna, Mazhar-ı Muhammedi
suluk eder yani yürür gider. Diğerlerinin hiç birisi ulaşamaz, nerede
kalır Esma’da kalır, Zât’ına ulaşamaz.
Ve cemi enbiyâ yani bütün peygamberler ve kümmel-i evliya
yani mükemmel evliyalar, o tarik üzeredir. İşte gerçek sırat-ı
Mustakıym budur, bütün sıratları, yolları kendi bünyesinde
toplayan Muhammedi suluk, Muhammed’in yolu (a.s.) diğerleri ise
sadece kendi isimlerinin yoludur, ne kadar isim varsa o kadar nefes
var hakka ulaştıran, o kadar da tarik vardır. Bu nerededir, kesret
âlemindedir. Kesret âlemine düşüldüğü zaman, her şey orada
başlıyor, sen sen, o, bu bu, vıdı vıdı dedi kodu, alıp başını gidiyor.
İşte bütün bunları ortadan kaldırmak, Tarik-i Muhammediye o da
sırat-ı Musatakıym sonra onun sırat-ı Mustakıym hazarat-ı
hamseye gelmeden evvel biraz daha ilâve yapalım, burada hepsi
verilmiyor tabi bütün bölüm bölüm veriliyor, yedi nefis mertebesine
gelinceye kadar sırat-ı Mustakıym, hazarat mertebeleri başladığı
zaman orada da sıratullah başlıyor. Sıratullah miraçtır, sırat-ı
mustakıym, bizim kendi kendimizi idare ettiğimiz ve kendi
hakikatimize ulaştığımız, gerek fiziki ma’nâda şer’i olarak
ibadetlerimizi yapmamız ve kendi sıratımızda, tevhide kadar bizi
getiren yolumuz, sırat-ı mustakıymdır. Ondan sonraki de
sıratullahtır âyet-i kerimede “Sıratullah” diye bundan bahsediyor.
Cem-i enbiya ve kümmeli evliya yani kâmil evliyalar, bu o tarik
üzeredir bu bahsedilen yol üzeredir. Sair bahsedilen muhtelif
tarikatlar tarikler bu tarikten ayrılan neden ayrılıyor kendilerini ayrı
gördüklerinden ayrılan ayrıldığı için de suç unsuru olan bakın
Muhammedi tarikten ayrılanlar Muhammedi tarikden ayrılmayan bu
gibi edepsizlikleri yapmaz. Bakın ne kadar açıktır. Ve müteşaibedir
yani şaibelenenler şüphelenenler şüpheli olanlardır bunlar. Yani
sair turuk-u muhtelife yani sair muhtelif yollar bu tarikten yani bu
sırat-ı mustakıymden ama, Muhammedi olan sırat-ı Mustakıymden
ayrılan dallanan şüphelenen dışa çıkan tariklerdir yollardır diye
belirtiliyor.
Büyükte ve küçükte ve
Allah'ın "ayn"ı zâhirdir (2).
umuru
bilende
bilmeyende
Ya'nî bu "halk" dediğimiz eşyanın bu âlemde görünen ne varsa
ister büyüğü olsun, ister küçüğü; ister emirlere vâkıf olanı olsun,
yani ister bu işleri bilen olsun ister olmayanı; yani ister kendinden
gafil olsun yani ne olursa olsun hepsinde, Allah'ın "ayn"ı zâhir ve
zâtı ve "hüviyyeti hâzırdır. Efendim orada şu var burada bu var o
266
da Allah mı, Hakk mı,? burada dediğine göre Hakk, eğer o başkadır
dersek nefsimize ters gelen şartlandığımız, hani ilâhi ile süfli şeyler
arasında şartlandığımız şeyler diyelim, bir kemik yere atılmış o da
Hakk mı şimdi, değil dersen ne olacak şimdi, Hakk değilse kemiği
nereye koyacağız, o zaman kemiği İlâh edinmemiz gerekecektir,
bakın başka yolu yoktur, eğer Hakk’ın dışında dersek. yani ona
kendi kendini halk eden, kendi ile var olan bir varlık olarak kabul
etmemiz gerekecektir,
Bakın küçücük bir düşünce bizi nerelere götürüyor, veya insanı
nerelere getiriyor, Hakk’ın tecellisinden başka bir şey değildir.
‫َﻰء َﻋﻠِ ٌﻴﻢ‬
ٍ‫ﺎﻃﻦَ َُوﻫﻮ ﺑِﻜﱢُﻞ ْﺷ‬
ُِ َ ‫اﻟﻈﱠﺎﻫﺮَ واﻟْﺒ‬
ُِ ‫اﻻَﺧﺮَ و‬
ُِ ‫ﱠل َ و‬
ُ‫اﻻَو‬
‫َُﻫﻮ‬
57/3 “O
evveldir, âhırdır, zâhirdir, bâtındır, ve o her şeyi bilendir.”
O onu öyle yapmaya da kadir, bir başka türlü yapmaya da
kadirdir. Bize iyi görünenleri bizim İlâh’ımız yaptı kötü gelen şeyleri
başkasının Allah’ı yaptı deme şansımız var mı,? varsa o zaman biz
şirk ehliyiz, iki Allah kabul ediyoruz demektir. Kötü gelenleri yapan
Allah Mecusilerin dediği gibi zulmet, nur Allah’ın, onlar öyle kabul
ediyorlar. Hepsinde Allah’ın aynı zâhir ve Zât’ı ve hüviyeti hâzırdır.
Bakın hem zâhir ve hem de hâzırdır.
Ancak, peki o kemik Allah mı? Değilse neden değildir, Uluhiyeti
mutlaka yönüyle o Allah değildir, Zât-ı Mutlak yönüyle Zât’ı
yönüyle Allah değildir, ama zuhuru ve bir ismi yönüyle teşbih
mertebesi itibariyle, benzetme ve kayıtlı hükmüyle, Zât-ı Mutlak
değil, Zât-ı Mukayyedin orada görünmesinden başka bir şey
değildir. Allah değil, mutlakiyeti yönünden Zât-ı Mutlak yönünden
değil, hiçbir şey değil aslında, ne iyisi ne kötüsü, diğer taraftan
bakıldığında da, iyi kötü diye bir şey de yoktur, biz nefsimize kötü
gelen istemediğimiz şeylere kötü diyoruz nefsimizin istediği şeylere
de iyi diyoruz.
Meselâ gübre ile tatlıyı yan yana koyduğumuz zaman, yahut
gübre kokusu ile, gül kokusunu yan yana koyduğumuz zaman,
nefsimiz bunların birini tercih ediyor, neden çünkü işine öyle
geliyor, ama o kötü koku dediğimiz şeyi, ehli alıyor diğer kokulara
karıştırıyor herkesin isteyerek kokladığı, kokuyu meydana getiriyor. Özü cüzlere ayrıldığı zaman işte o kötü kokudan başka bir şey
değildir. Ne kadar kötü kokuyor deyip, tiksindiğimizde aslında onun
kemâlini tasdik ediyoruz da farkında değiliz. Çünkü o da bir
kemâldir. Yani bir şey ne kadar ekşi kokarsa orada o kadar
kemaldedir, o gül kokusu ne kadar güzel kokarsa o da gülün
kemalidir ama hepsinde bir kemal vardır, neye göre? kendi
mertebesi itibariyle kemaldedir.
267
İşte gerçek ma’nâda tevhid bütün bu zıtları bir arada toplayıp
hepsi Hakk’ın bir isminin gereği zuhuru diye bilmektir. Bir ölçü
vermişler kendini test etmesi için kişinin kendi bünyesinde ne
kadar zıtları birleştirebilirse, tevhidliği o kadardır, tevhid ehli o
kadardır. Bu bir ölçüdür. ister büyüğü olsun, ister küçüğü; ister
emirlere vâkıf olanı olsun, yani ister bu işleri bilen olsun ister
olmayanı; yani ister kendinden gafil olsun yani ne olursa olsun
hepsinde, Allah'ın "ayn"ı zâhir ve zâtı ve "hüviyyeti hâzırdır. Yani
Allahın hakikati zâhir meydanda yani Zât’i ve hüviyeti de hazırdır.
Ve nefes-i rahmanisi yani ilk olarak âlemlere Cenâb-ı Hakk
evvelâ başlangıçta “Huuu” diye nefesini saldı kişi de kendi “huh”
dediği zaman soğuk cam üzerinde bir yoğunlaşma oluyor, onun
gibi işte Allah’ın kendi bünyesinde ne varsa Rahmaniyet lisanından
yahut kanalından, ağzından “Huuu” diye bütün âlemlere yaydı,
bunların hepsi bütün âleme yayıldı, ancak biri bir tarafa gitti, biri
bir tarafa gitti biri bir tarafa değil, her tarafa gidende hepsinden
vardır. Bir tarafa “Cemal” ler gitti, bir tarafa “Celaller” gitti değil
her zerrede hepsinden vardır. Zâten öyle olmazsa aynı toprağın
içinde bir tarafta gül bir tarafta meyve olmaz. Bölünseydi gül
yetişen yerde meyve olmazdı. Coğrafi özellikler nedeniyle bazı
farklılıklar olabilir.
Ve tecellî-i ilâhîsi ile zuhuru eşit surettedir; zîrâ halk-ı
Rahmân'da halk edilişte benzerlik yoktur, hepsi değişiktir. Cenâb-ı
Hakk bir tecellisini ikinci defa etmez, ebeden etmez, zâhirde
baktığımız ne varsa hepsi birbirinin aynı imiş gibi görsek de, hiç
biri birbirine benzemez. Bir ağacın bütün yapraklarını üst üste
koysak hepsinde farklılık görürüz. Ve her bir zerre ancak onun
zâtiyle mevcûddur. Eğer bir zerre varsa yani en küçük parça veya
daha büyüğü neyse onu meydana getiren bir varlık olmamış olsa o
varlık zâten olmaz. İşte o varlığın olması kendisini meydana
getirenin ilk ispatı odur. Bir malzeme onu üretenin fabrikanın en
büyük ispatıdır. Mademki bizler varız yer yüzünde o halde bizi var
eden bir varlık vardır. İşte bizler Allah’ın varlığının en büyük
delilleriyiz. Başka delile gerek yok kendimiz en kuvvetli deliliz.
Allah’a inanmayanlar için o da bir imandır yokluğa iman
etmiştir, ama batıl bir imandır geçersizdir. İnanmadığı rab ona
ahirette ne yapsın ki. Ve zât-ı Hak onların her birerlerinde birer
isim ile mütecellîdir; bu âlemde ne varsa zâhirde ve bâtında,
zerreden kürreye kadar ne varsa her birerlerinde birer ismi ile yani
o varlığın sırat-ı mustakıymi hali tavırları ne için halk edilmişse,
birer isim ile tecellidir, yani o isim ile tecelli etmiştir tecelli demek
ayna olmak, meydana getirmek, çıkarmak yansıtmak zuhura
getirmektir, ve o isimler, o mazharların ruhları ve idare edicileridir. Yani o esma-ı ilâhiye o varlıkların ruhları ma’nâları yani
hakikatleri ve müdebbirleri, yani tedbir edicileri yönlendiricileri
268
ihtiyacını görücüleri, programını takip ettirdikleri melekleri kuvvetleridir.
İşte biz gece yattığımız zaman rahat rahat yatıp uyuyoruz ama
melâike-i kiramın hiç birisi uyumuyor. Hepsi görev başındadır. O
toprak içindeki o tanenin etrafında, melaike-i kiram fıldır fıldır
dönüyorlar. Bize hizmet ediyorlar, işte müdebbir dediği budur.
Hangi eczadan hangisi çekilecek, o toprakta o eczaların tamamı
vardır, yani o meyvenin ya da, hububatın yetişmesi için lâzım olan
eczayı çekiyorlar topluyorlar, kanala getiriyorlar o kılcal kökler
vasıtasıyla ana köke alınıyor, onun içinden de yer çekiminin aksine
yukarı doğru hareket ettiriyorlar ve yeni dallar üretiyorlar.
Efendim onu tabiat yaptı, güneş çıktı yağmur yağdı, hava ısındı
bu zâten bitki tarafından hep kendi kendine yapılır, diyenler işin
batınını bilmeyenler perde ehilleridir. Bakın orada sistem tersine
çalışıyor, su genelde yukarıdan aşağıya gider, ama kökte tam
tersidir, aşağıdan yukarıya doğru gidiyor, sonra bu olay ağacın her
dalında ve yaprağında vardır. Kılcal kökler rutubetli toprağın içine
dağılan suyu oradan nasıl ayırıp alıyor sonra, metrelerce yukarı
pompalıyor. Sonrada onunla kalmıyor ekşi, tatlı, acı tatlar nasıl
meydana geliyor. O renklenmeler nasıl oluyor. Aynı gövdeye aşı
yapıldımı birinde sarı diğerinde kırmızı kiraz oluyor.
Ve bu mazharlar da o isimlerin suretleridir. İsimler onların
ma’nâları ruhları, görünen madde olan da zuhur, yani mazhar
orada zâhir olan da o ismin suretleridir. Yani elma diye gördüğümüz Rezzak isminin oradaki suretidir. meselâ arıları görüyoruz
uçuyorlar, o arılar Rezzak isminin orada uçan ma’nâlarıdır, ayrıca
arı diye kendine ait bir şey yoktur, ama biz eşyayı birbirinden
ayıralım, karıştırmayalım diye, hepsine uçan Rezzak, duran Rezzak
kalkan Rezzak yenen Rezzak içilen Rezzak dersek bunlar karışır
onun için bunlara ayrı isimler verilmiştir. Binâenaleyh her bir
zerre, tâbi' olduğu ismin sırât-ı müstakîmi üzerinde yürür bu da
onun doğru yoludur, hepsinin doğru yolu değildir.
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
Bu gün 02/06/2012 Cumartesi Fususu’l Hikem Hud Fassı
sayfa 269 kaldığımız yerden devam edelim bir evvelki sohbetimizle
bağlantısı olması bakımından bir paragraf yukarıdan alalım düz
olarak okuyalım Cenâb-ı Hakk her birerlerimize bu hakikatleri
anlayabilmek için idrak genişliği versin
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫ﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ ا‬
269
Büyükte ve küçükte ve umuru bilende bilmeyende Allah'ın
"ayn"ı zâhirdir (2).
Ya'nî bu "halk" dediğimiz eşyanın ister büyüğü olsun, ister
küçüğü; ister umura vâkıf olanı olsun, ister olmayanı; hepsinde,
Allah'ın "ayn"ı zâhir ve zâtı ve "hüviyyeti hâzırdır. Ve nefes-i
rahmanisi ve tecellî-i ilâhîsi ile zuhuru eşit surettedir; zîrâ halk-ı
Rahmân'da halk edişinde benzerlik yoktur. Ve her bir zerre ancak
onun zâtiyle mevcûddur. Ve zât-ı Hak onların her birerlerinde birer
isim ile mütecellîdir; ve o isimler, o mazharların ruhları ve idare
edicileri. Ve bu mazharlar da o isimlerin suretleridir. Binâenaleyh
her bir zerre, tâbi' olduğu ismin sırât-ı müstakîmi üzerinde yürür.
Bunun için Allah'ın rahmeti, hakir ve azimden her şeye
vâsi' oldu (3).
Yani hakir gördüğümüz de yüce gördüğümüz de ne varsa hiç
birini ayırmadan bütün âleme rahmeti vâsi oldu yani kapladı.
‫اﻻَر َض‬
ْ ‫ات َ و‬
ِ ‫اﻟﺴَﱠﻤﻮ‬
َ ُ‫ُﺮﺳﻴﱡﻪ‬
ِ‫ْﻛ‬
‫َ ِوَﺳﻊ‬
2/255 “O nun kürsisi semâvat ve arzı
kaplamıştır” âyetin bir başka açılımıdır bu. O âyet-i kerimeyi bu
anlayışla okuduğumuzda âyetin bizdeki açılımı ve hakikati çok daha
başka olacaktır. Rahmet iki kısımdır: Allah’ın Rahmeti diye izah etti
ya Hakir ve Azimden yani hakir ve yüceden her şeye vasi oldu, işte
bu rahmet Allah’ın Rahmeti iki kısımdır. Birisi "rahmet-i zâtiyye",
Yani Cenâb-ı Hakk’ın Zât’i rahmeti, diğeri "rahmet-i sıfâtiyye"dir.
Yani sıfat yoluyla verdiği rahmetidir. Birisi Zat mertebesinden
verdiği Rahmet diğeri ise sıfat mertebesinden verdiği rahmet-i
sıfatiyesidir. Ve bunların her birisi dahî iki kısımdır: Yani Rahmet-i
Zat’iyye de iki kısımdır, rahmet-i Sıfatiyye de iki kısımdır.
Birisi "rahmet-i âmme", yani umumi rahmet, diğeri "rahmet-i
hâssa"dır. Yani hususi rahmettir. yani rahmein birisi umuma
verilen rahmet diğeri de özde varlıklara tahsis edilmiş hususi
hassadır rahmet-i hassadır. Şu halde rahmet bu dört asıl üzerine
bina edilir. Burada her şeyi vasi/kaplama, olduğu beyân buyurulan
rahmet, rahmet-i zâtiyye-i âmmedir. Yani Zât’i rahmetin umumi
olanıdır. Bu rahmete nail olmak, amel ile değildir. yani kişi ben
namaz kıldım ibadet ettim işte zekât verdim şunu yaptım bunu
yaptım oruç tuttum da Cenâb-ı hakk’ın Zât’i rahmetine ulaştım
değildir. Bu oruç tutana da, tutmayana da, hakir olana da, yüce
olana da, gelen bir rahmettir. Allah’ın Zât’ından gelen umumi
rahmettir. Rahmet, Rahmet-i Zât’iye-i Umumidir, bu Rahmet’e nail
olmak amel ile değildir.
Zîrâ bu a'yâna, yani a’yân-ı sâbite dediğimiz varlığın ilk
programlarına, yani özlerine hakikatlerine Hak Teâlâ Hazretleri,
270
rahmet-i rahmâniyyesi ile vücûd i'tâ buyurdu. Nefes-i Rahmani
tüm âlemlere “Huuu” diye saldığı zaman onlara birer kimlik birer
vücud verdi. Halbuki bunların bu vücûda nail olmaları, evvelce
kendilerinden meydana çıkmış, olmuş bir beyenilen amel
karşılığında değildir. Nefes-i Rahmaninin bütün âleme verilişi o
varlıkların, daha evvelce yapmış olduğu amel ki, kendileri zâten
yok, bu yüzden yapmış olduğu ibadet ve sâlih amele bağlı değildir.
Bunların bu vücuda nail olmaları evvelce kendilerinden sadır olmuş
meydana gelmiş bir ameli mukabilinde değildir.
Belki Allah’ın yüce bir yoldan nimetidir. İmdi bu a'yânın yani
a’yân-ı sâbitelerin vücûdu, vücûd-ı mutlakın, yani mutlak varlığın
mutlak vücudun, tenezzülâtından yani bir mertebe tecellisinden
açılımından meydana geldiği, husule geldiği ve vücûd-ı Hak
eşyanın tümüne sâri olduğu için, yani bütün eşyada mutlak olarak
varlığında şüphesiz mevcut olduğundan, bu rahmetten murâd dahî
zâhir olmanın başlangıcı olan, vücud-ı mutlaktır. Burada vücud-u
Mutlak denmesi bütün âlemlerin kaynağının olmasıdır burada
vücud dendiği zaman mevcud olan madde ma’nâsında bir şey
aklımıza getirmeyelim.
Vücud üç şekilde belirtilmekte birisi vücud-u şuhudi dediğimiz
bu âlemler madde âlemler, diğeri vücud-u izâfi dediğimiz, bunun
üstündeki esma âlemi, âlem-i melekût, vücud-u mutlak ise bütün
bu âlemleri bünyesinde toplayan ve meydana getiren görüntüde
olmayan, bilinmeyen yani ne olduğu bilinmeyen, ancak varlığı
mutlak olan, bunu ifade etmek için “Mutlak” diye ifade edilir. Yani
bu vücud-u Mutlak bilinen görülen bir şey değildir. Cenâb-ı hakk’ın
ezeldeki tarifi vücud-u Mutlak’tır. Zât-ı Mutlak diye belirtilen o
hakikatin kendi bünyesindeki ilm-i ilâhisinde hatta daha da
yukarısında, Ahadiyetinden bahsedilen mutlak vücuttur. İşte bütün
bunlar vücud-u mutlakta A’mâiyette, bâtında iken Cenâb-ı Hakk
nefes-i rahmaniyesi ile bunları bütün âleme irsal eyledi, gönderdi.
İşte bu rahmetten murad dahi mebde-i taayyunat olan, vücud-u
Mutlak, yani bütün bu âlemlerin kaynağı olan mutlak vücuttur.
"Hiç bir zî-hayât yoktur; illâ Hak onun nâsıyesini
tutucudur; benim Rabb'im muhakkak sırât-ı müstakim
üzeredir. (4).
‫ﺘِﻬﺎ ا ِ ﱠنَ ﱢرﰉ َﻋﻠَﻰ َِﺻﺮ ٍاطُ ْﻣﺴ ِﺘَﻘ ٍﻴﻢ‬
َ َ ‫ﺑِﻨَﺎﺻﻴ‬
ِ ‫َ ﻣِ ْﺎﻣﻦَدا ٍۤﺑﱠﺔ ا ِﻻ َُﻫﻮ ِاَﺧٌﺬ‬
11/56 "Hiç bir zî-hayât yoktur; illâ Hak onun nâsıyesini tutucudur;
benim Rabb'im muhakkak sırât-ı müstakim üzeredir.
Hûd (a.s.)ın hikmeti, bu âyet-i kerîmeye bina edilendir. Bu
fassın evvelinde Hikmet-i Hudiye diye bahsedilmişti bu da Hkmet-i
Hudiyenin Ahadiyet beyanındandır. Yani Ahadiyet teklik beyanındaydı. Yani Hikmet-i Hudiyeyi ahadiyet hakikati ile bağlamışlardı,
burada onun izahına tekrar geçiyor, Hud (a.s.) ın hikmeti her
271
peygamberin kendine ait bir hikmeti olduğundan Hud (a.s.) ın
hikmeti de Ahadiyet hakikatidir. Bu âyet-i kerîmeye müptenidiri
yani buna dayanmaktadır. Yani Hud (a.s.) ın hakikati bu âyet-i
kerîme ile belirtilmektedir.
Cenâb-ı Hakk her bir peygamberi Kur’ân-ı Kerîm’inde bir veya
birkaç veya bir çok âyetleri ile onların hakikatlerini bize bildiriyor.
Ama biz sıradan Kur’ân-ı Kerîm okuduğumuz zaman bu hikmetlerin
hiç birinden haberimiz olmuyor, sadece sevap günah cetveli
yazıyor, okuduğumuz zaman şu kadar sevap var okumadığımız
zaman şu kadar sevap yok diye bekliyoruz, ama esas sevap ve
güzellik, bu âyet-i kerîmeleri okuduğumuz ve ma’nâlarını idrak
ettiğimiz zamandır. Ma’nâlarını idrak etmeden okuduğumuzda,
dilimizin ucundan bunları döndürüp, döndürüp söylemiş oluyoruz,
ne aklımızda, ne gönlümüzde hiçbir şey yok, dilimizden çıkan bir
ses, saft ise bize harfler ve kelimeler adedince melâike-i kiram
sevap yazıyor.
Harfleri sayıyor, ama bu harflerin içinde mevcut olan kelimeler,
kelimelerin içinde mevcut olan ma’nâlar ne, esas bize o lâzımdır.
Harf sayısı, kelime sayısı, tabi onlar da lâzım, onlar sırasız olursa
âyet-i kerîmeler bozulur, düzgün okunmaz, sıraları ile okunacak
ama, bütün bunlardan gaye, irfan için yani bilinmek için, Kur’ân-ı
Kerîm bize sadece sayıları sayısal hesap cetveli olarak gelseydi kim
hangimiz, hangi âlim nasıl fetva verecekti, nasıl hüküm verecekti,
yani sadece sayılardan ibaret olsaydı Kur’ân-ı Kerîm, bin sayı say
işte şu kadar karşılığı var, beş bin tane kelime harf oku şu kadar
sevabı var, o zaman dini hükümler nereden çıkacaktı,
İşte dini hükümlerin çıkması, muhabbet ve gönül hükümlerinin
çıkması, irfaniyetin çıkması, âyetlerdeki ma’nâlara bağlıdır. Yani bir
kısmımız harf sayıları değerince, sevap kazanıyoruz okuduğumuz
zaman, bir kısmımız hem harf sayı değeri olarak, sevap kazanıyor,
hem de ma’nâsını kazanıyor, yani içindeki hakikatini kazanıyor,
hangisi daha güzel, tabi ikisi de güzel, hiç yapılmayana göre, ama
güzelin güzeli, iyinin iyisi, kemalin kemali varken, daha aşağılara
düşük olarak, her hangi bir fiili yapmak yakışmaz. Tabi olabildiği
kadar kişi iyi niyetiyle, ne yaparsa onu yapmış olur, ne yaparsa da
kendine yapmış olur. Hud (a.s.) ın hikmeti bu âyet-i kerimeye
mübtenidir, yani mevcuttan hiçbir şey yoktur, illâ ki Allah Teâlâ
Hüvviyyet-i Zât’iyesi ile onun nasiyesine ahizdir. Yani nasiyesinden
tutmuştur. Yani alnından perçeminden tutmuştur götürür. Ve
Esması hasebiyle onda tasarruftadır.
Tahkîkan benim Rabb'im doğru yol üzeredir. Bu Hud (a.s.) ın
lisanından, daha evvelki İsmâil bölümünde bundan bahsederken
Hud (a.s.) ın bu husustaki kemâlâtı da belirtilmişti. Yani bu âyet-i
Kerîm’e yahut bu Cümleyi, Hud (a.s.) söylemiş Cenâb-ı Hakk da
O’nun sözünü, Hakk olduğu için, doğru isabetli olduğu için Kur’ân-ı
Kerîm’ine almış, işte Hud (a.s.) onun için bu âyetle anılmaktadır.
272
Rabbım sırat-ı mustakıym üzeredir, Çünkü her bir ismin kendisine
mahsûs yolu vardır. Ve bu tarîk-ı mahsûs dahî onun doğru yoludur.
Yani ona tahsis edilmiş olan, bu tarik onun sırat-ı mustakıymidir
yani onun doğrusudur.
Her bir varlığı Cenâb-ı Hakk nasiyesinden tutmuş, ismi itibariyle
alnından tutmuş götürmektedir, ve rabbım muhakkak sırat-ı
mustakıym üzeredir. İşte bu hakikati bu âlemde ilk defa idrak eden
Hud (a.s.) oldu. Her peygamber yeni bir şey getirmiştir, bu şey
denilen de meratib-i ilâhi, yani ilâhi mertebelerdir, her bir
peygamber insanlık âlemini bir mertebe yukarıya çıkarmıştır, o
yüzden bütün bunları bünyesinde toplayan, tek din sadece islâm
dinidir, bu âlemde diğer dinler diye çoğul dinler yoktur, ancak
Hıristiyan ve Yahudiler, ırkçılık üzere kendilerini ayırmışlar ve bu
ayırmalarının bir başka sebebi de islâmiyeti kabul etmemek için
ayırmışlardır. Bizim dinimiz var biz islâmiyeti istemeyiz demişlerdir,
halbu ki onların dini diye ayrı bir din yoktur. Yahudi, Musevi diye
bir din yoktur, çoğul olarak semavi kitaplar vardır, semavi dinler
yoktur.
Bakın bu âlem öyle güzel bir korodor ki, ama biz farkında
değiliz bu ahengin, bir tarafta kuşlar korosu, bir tarafta hayvanlar
korosu, bir tarafta insanlar, bir tarafta gök yüzü korosu, hepsi
bunların içindedir. Şimdi koro diyelim bir beste alıyor eline, hangi
enstrüman nereye işaretlenmiş ise, o besteyi orada onlar
söylüyorlar diğerleri bırakıyorlar, veya hepsi sıradan okuduklarını
düşünelim şimdi birisi “sol” notası geldiği zaman oradaki “mi” ye
basarsa ne olur, bütün koroyu bozmuş olur. işte biz de nefsimizden
yaptığımız her işte, bu ilâh-i koroyu bozmuş oluyoruz. Ama bunun
farkında değiliz. Neden o koroyu dinleyenler de, o koroyu
bozuyorlar da ondan. Bozukluk üste çıktığından bozukluk oranı
fazla olduğundan bozukluk normal gibi geliyor. “Re” notasına
bastığı zaman, Rahmaniyet, “Mi” notasına bastığı zaman Hakikat-i
Muhammediye korosu, bunların dışında yapıldığı zaman sistem
karma karışık oluyor. İşte burada bir bakıma teşbihan Hud (a.s.)
herkesin notasının ayrı bir nota olduğu ve o enstrümanın o notası o
sesi veriyor,
Ve bu âyet-i kerîmede "dâbbe"nin, her "şey'-i mevcûd" ile
tefsiri,
‫َﻤِﺪﻩ‬
ِ ْ ‫َﻰء ا ِﻻ ﻳ َُﺴ ُﺒﱢﺢ ِﲝ‬
ٍ‫ِن ِ ْﻣﻦ ْﺷ‬
ْ ‫َ وا‬
(İsrâ, 17/44) âyet-i
kerîmesine müsteniddir; zîra tesbîh ve hamd etme, hayâta
bağlıdır,
‫ﺘِﻬﺎ ا ِ ﱠنَ ﱢرﰉ َﻋﻠَﻰ َِﺻﺮ ٍاطُ ْﻣﺴِﺘَﻘ ٍﻴﻢ‬
َ َ ‫ﺑِﻨَﺎﺻﻴ‬
ِ ‫َ ﻣِ ْﺎﻣﻦَدا ٍۤﺑﱠﺔ ا ِﻻ َُﻫﻮ ِاَﺧٌﺬ‬
11/56 burada “dabbe” dediği varlıktır, “dabbe” kelimelere bakıldığı
zaman debelenen gibidir, ancak diğer ifadeler ile iki ayak üstünde
duran varlık ma’nâsınadır. İnsan denmiyor, burada dabbeden
bahsediliyor. Yani İnsân-ı kâmil olmamış insandan bahsediliyor.
273
İnsân-ı kâmil ise, kendi nasiyesinden kendi tutar. Rabbı tutmaz.
Çünkü o o mertebeyi aşmıştır, eğer öyle olsaydı dabbeden insan
diye bahsederdi kelime olarak.
‫َ ﻣِ ْﺎﻣﻦ َدا ٍۤﺑﱠﺔ‬
Öyle bir şey ki bu
anlatılan şey yani dabbeden ne varsa bütün varlıkta ne varsa
‫ا ِﻻ‬
‫ﺘِﻬﺎ‬
َ َ ‫ﺑِﻨَﺎﺻﻴ‬
ِ
‫ﻫﻮ ِاَﺧٌﺬ‬onun
َُ alnından tutmuştur. Alnından tutmuştur
yerine saçının arkasından tutmuştur deseydi ne olurdu, o zaman
doğru olmazdı, doğru olmadığı içinde nasiyesinden alnından diyor.
nasiyesinden tutmaktaki gaye zahir olarak tefsirlerde saçından
perçeminden tutmuştur çeker yani tutacak yer bulmuştur ordan
çeker derler halbuki o değildir, hakikatteki manası, ayan-ı
sabitesinden tutmuştur, nasiyesinde, beyninde hakikatinde olan
ilm-i ilahiyeden tutmuştur, daha orada aslınada bir varlık bile yok
ki olmayan bir varlığın neresinden tutsun. Ayan-ı sabitesinden
tutmuştur ki programlayan da kendisidir. Ve bu tarik-i mahsus yani
o varlığın kendi yoluna tahsis olunan dahi onun sırat-ı
mustakıymidir.
Bu ayet-i kerimede dabbenin her şey ile mevcud ile tefsiri yani
mevcut olan her şey ile dabbenin tefsiri yani dabbe kelimesinin bir
başka yönden izahını isra suresi 44. Ayeti tefsir sdiyor. Yani Kur’an
kendi kendini tefsir ediyor.
‫َﻰء‬
ٍ‫ِنِ ْﻣﻦ ْﺷ‬
ْ ‫ َ وا‬hiçbir şey yoktur ki ‫ا ِﻻ‬
‫ َُﺴ ُﺒﱢﺢ‬onu
‫ ﻳ‬tesbih eder. Yani bu âlemde hiçbir şey yoktur
ki O’nu tesbih etmesin. Peki nasıl tesbih ediyor ‫َﻤﺪﻩ‬
ِ ْ ‫ ِﲝ‬O’nun
ancak,
hamdı ile tesbih ediyor. bakın burada dabbeden de bahsetmedi,
insandan da bahsetmedi, hiç bir varlıktan tahsis olarak özel br
varlıktan bahsetmedi. Peki neden bahsetti,
‫َﻰء‬
ٍ‫ِ ْﻣﻦ ْﺷ‬
herhangi bir
şey yoktur ki, bu âlemde şey’iyyet ile ifade edilen hiçbir şey yoktur
ki
‫ﻳ َُﺴ ُﺒﱢﺢ ِﲝ َْ ِﻤِﺪﻩ‬
onu tesbih eder nasıl
ِ‫َﻤﺪﻩ‬
ِ ْ ‫ِﲝ‬onun hamdıyla
tesbih eder. Diğer şekliyle bakarsak bakın “zikreder” demiyor,
tesbih eder diyor, neden tesbih eder diyor, çünkü zikir iradeli
varlığın işidir, tesbih ise bütün varlıkların işidir. Arada o fark vardır.
‫ون ِﰱ َﺧﻠِْﻖ‬
َ ‫َﻜﱠﺮ‬
ُ‫ون اﻟﻠﱠﻪ َ ﻗِ ﻴ َ ًﺎﻣﺎ َ وﻗـُﻌ ُ ًﻮدا َ َوﻋﻠَﻰ ُﺟﻨُﻮ ِِْﻢ َ وﻳـ ََﺘـﻔ‬
َ ‫ﻳ َﺬُْﻛُﺮ‬
274
‫َاب‬
َ ‫ﺎﻧَﻚ ِﻓَﻘﻨَﺎ ﻋَﺬ‬
َ ‫ْﺖ َﻫَﺬا ﺑ َ ِﺎﻃﻼ ُﺳَﺒْﺤ‬
َ ‫ض َ رﺑـﱠﻨَﺎ َ ﻣ َﺎﺧﻠَﻘ‬
ِ ‫اﻻَر‬
ْ ‫ات َ و‬
ِ ‫اﻟﺴَﱠﻤﻮ‬
َ
‫ﱠﺎر‬
ِ ‫ اﻟﻨ‬3/191 onlar ayakta otururken yanları üzerinde yatarken
Hakk’ı zikrederler. Ve alemlere ibretle bakarlar sen bu alemleri
boşuna halk etmedin diye düşünürler. Zikir düşünen varlıklara
aittir. Tesbih ise fıtri olarak bütün varlıklara ait ve bunun dışına
çıkması mümkün değildir. İşte şey’iyyet yönüyle bizler
tesbihattayız, yaptığımız her iş bir tesbih hükmünde ama düşünen
iradeli varlıklar olarak da zikirdeyiz. Zikirile tesbih arasında büyük
farklar vardır ancak biz bunları karıştırıyoruz, ne yaptın tesbih
çektim diyor. zikir çektim tesbih çektim diyor işte o kelime yanlış
tesbih çekilmez
‫ ﻳ َُﺴ ُﺒﱢﺢ‬orası
tenzihtir, yeri gelmişken küçük bir
bilgi daha olsun; namazın iki bölümü var ki tesbih bölümüdür
bunlar. Neresi rükü ile secde namazın tesbih bölümüdür. Tahiyyat
ve kıyam zikir bölümüdür, ama genel olarak namazın ismi zikir
olduğundan zaten zikir tesbihi de kapsamına almaktadır. Ruku da
tesbihat, secdede yine tesbihat söylüyoruz, o zikir değil tesbihtir.
Ancak bu tesbihleri insan olduğumuz için biz bilinçli yapıyoruz, ama
bütün âlemdeki varlıklar tesbihlerini kendilerine göre bilinçli
yapıyorlar. Aslında bu fıtri bilinçtir, gene kendi tesbihleri değildir.
yani kurgularının neticesinde bir tesbih yapıyorlar, işte tesbihi de
zikri de en kemalli yapan insandır. Onun da kemâli İnsân-ı
ِ‫َﻤﺪﻩ‬
ِ ْ ‫َﻰء ا ِﻻ ﻳ َُﺴ ُﺒﱢﺢِﲝ‬
ٍ‫ِنِ ْﻣﻦ ْﺷ‬
ْ ‫َ وا‬
Kâmil’dir.
“Bi hamdihi” burası biraz zor işte, hadi Sübhanâllah, Elhamdülillâh
ِ‫َﻤﺪﻩ‬
ِ ْ ‫ ِﲝ‬Bunun Arapçası ne demek
dedik de bu âyete ulaşamıyoruz
“Onun hamdı ile” burada şart koyuyor, “Onun hamdı ile tesbih
edin” diyor. Zâten diğer mahlukat o olduğundan onun hamdı ile
çekiyorlar, çünkü kendileri ortada yoktur, ama biz varız, biz ne
yapacağız? işte biz de evvelâ hamdın ne olduğunu öğrenmemiz
gerekecektir. Sonra onun hamdının ne olduğunu öğrenmemiz
gerekecektir. Çünkü şartı o, senin hamdın ile değil O’nun hamdı ile
Rabbın hamdı nedir, zâten devamlı söylüyoruz,
‫اﻟَْﻌﺎﻟَِﻤَﲔ‬
‫َب‬
‫اَﳊ َْﻤُﺪ ﻟِ ِﻠﱠﻪ رﱢ‬
ْ
1/1 âyetinde rabbının hamdıdır. Bizim hamdımız değildir.
ama biz onu kendimizin hamdı zannediyoruz.
275
‫اَﳊ َْﻤُﺪﻟِ ِﻠﱠﻪ‬
ْ Orada
“lil”
‫ﻟِ ِﻠﱠﻪ‬ne demek “hamd Allah’ın kendine mahsustur” kul hamd
edemez. Bakın hamdı ancak Allah yapar, zâhir âlimleri ikilik üzere
ma’nâ verdiği için bunu anlayamaz. O halde hamdı Allah
yapmaktadır, hamd övgü değil mi? beşeriyetimizle biz rabbımızı
övüyoruz, ama O da hakikati ile bizi övüyor, biz işin farkında
değiliz, yani ne yüce varlıklarız rabbımız bizi övüyor, kemalli bir
zuhur yeri halk ettim, orada en geniş ma’nâda zuhurdayım diye ve
bunun da çok açık ifadesi Cuma günleri bir müezzin efendi okuyor,
hutbeden inerken imam efendi de, aynı âyeti ikinci defa okuyor
‫ﻠﱡﻮن َﻋﻠَﻰ اﻟﻨِﱠﱮﱢ ﻳ َ ﺎۤ اَﻳَـﱡﻬﺎ ا ِﻟﱠﺬَﻳﻦ َاَﻣﻨُ ﻮا َﺻﻠﱡﻮا َﻋْﻠَِﻴﻪ‬
َ ‫ا ِ ﱠن اﻟﻠﱠﻪ َ ََوﻣﻠۤﺌِﻜَﺘَﻪُ ﻳ َُﺼ‬
‫ﺗَﺴﻠِ ًﻴﻤﺎ‬
ْ ‫ َ َوﺳُﻠﱢﻤﻮا‬33/56
bizlere de bunun yolunu açıyor. “Allah ve
melekleri peygamberi üzerine salat-ı selam getirirler “ bakın hem
uluhiyet aleminden hem melekut aleminden peygamberimize
dolayısıyla insana selam var, Allah ve melekleri insana selam
veriyor, övüyorlar, Allahtan başka hiçbir varlık insanı övemez. Yani
ona hamd övgü yapamaz, neden çünkü insanı en güzel bilen kendi
var eden Allah’ın kendisidir. Bir makineyi bir mühendisten başka
onu icat eden mühendisten başkası övemez. Yani özelliklerini
bilemez anlatamaz, işte insan makinesini ve ruhaniyetini cenab-ı
Hakk’ın kendisi var ettiğinden en güzel öven O’dur. Yani “ben
insanımı şöyle şöyle halk ettim” zâten yapılan da odur. İşte
ِ‫َﻤﺪﻩ‬
ِ ْ ‫ِﲝ‬
O’nun hamdıyla etmek şey’iyyet bakımından her şey yani
halk edilmiş olan Cenâb-ı Hakk orada, hangi ismi ile zuhurda ise o
ismin övgüsüyle, hamdını yapmaktadır. İnsan ise yani, diğer
varlıklar, Hakk’ı hamd etmekte övmekte, Hakk ise insanı
övmektedir. Bakın bu konuşulanlar zâhir ehline göre hata sayılır,
ama o onların sorunudur, neden ikilik üzere bakarlar, çünkü oranın
doğrusu odur, orada da bir yanlışlık yoktur, ama Kur’ân-ı Kerîm
sadece ikilik üzere değil, teklik üzere ahadiyet birlik vahidiyet
üzere gelmiştir, rabbimizin hakikati zâten odur. Ancak genel olan
resmi din kabulü vardır, insanlar tarafından kolayca anlaşılan,
gökte Allah yerde kul ikilisi içerisindedir, şeriat dini, zâhir dini ama
tevhid dini ki, dinimiz tevhid dinidir, zâhirde lisanen tevhid dini
söylenir, ama hakikatte ise, bu tevhid dini yaşanır. Teklik dini
olduğundan ikiliğe yer olmaz, ikiden birinin kalkması lâzım
geldiğinden, hangisi kalkacaktır, kul kalkacak ki hakk bâki kalsın.
Kul ben varım derse, Cenâb-ı Allah her şeyin sahibi olarak “Ben
varım” diyor, zâten bunu söylemek onun hakkıdır. İşte bizler
Hakk’ın indindeki yerimizi öğrendiğimizde veya öğrenmeye
çalıştığımızda ne kadar büyük değerlerin içinde olduğumuzu ancak
276
o zaman idrak ederiz
‫َﻤِﺪﻩ‬
ِ ْ ‫َﻰء ا ِﻻ ﻳ َُﺴ ُﺒﱢﺢ ِﲝ‬
ٍ‫ِن ِ ْﻣﻦ ْﺷ‬
ْ ‫وا‬17/44
َ âyet-i
kerimesine müsteniddir yani bu âyet-i kerîmeye dayanmaktadır
yukarıdaki “dabbe” kelimesi. Zira “tesbih” ve “tahmid” bakın tesbih
etmek ve hamd etmek hayata mütevakkıftır. Yani tesbihi olan ve
hamdı olan hayat sahibidir, ki bu âlemde hayatı olmayan da hiçbir
varlık yoktur. Efendim işte dal kurudu da düştü yere, yaprak
kurudu da düştü yere öldü yok, bir başka yaşamdan bir başka
yaşama geçti, hani tabiatçılar ayırıyorlar ya canlı varlıklar cansız
varlıklar diye, bu âlemi, taşlar topraklar şunlar bunlar cansız
varlıklar, ağaçlar hayvanlar da canlı varlıklar, o zaman Mevlânâ Hz
leri de diyor ki “ey tabiatçı cansız dediğin bu taş toprak canlı olan
insanı nasıl meydana getiriyor”
İşte ben gördüğüme bakarım, görmediğime bakmam diyen
tabiatçı, böylece fikrinin ne kadar çürük olduğu ortaya çıkmış
oluyor. Yani tesbih etmek de hamd etmekte hayata bağlıdır. Ancak
zikir etmek idrake bağlıdır. Hayat olacak ve hayatın üstünde bir de
idrak bilinç olacak, Ve cemâdat ile nebatat dahî kendilerine mahsûs
olan bir hayat ile haydirler; eğer öyle olmasa cenab-ı Hakk’ın
“Hayy” sıfatı orada iptal olurdu. Böyle bir şey de söz konusu
olmadığından her şey kendi istikametinde kendi hayatiyledir.
Şu kadar ki, insana varıncaya kadar olan hayat mertebeleri,
kemâl bakımından, basamaklar üzerinedir. Binâenaleyh nebatat
hayatı, cemâdât hayatına; ve hayvanat hayatı, nebatat hayatına;
ve insan hayatı hayvanât hayatına kemâlen önde bulunma ve
üstünlük eder. Velhâsıl eşya nın tümü, zevk ehli, ve müşahede
ehlinin yanında, bütün âlem hayat sahibidir; yani onlar bu sırrı
bilirler veya bu yaşantıyı idrak ederler, ve onun ruhu Rabb-ı hassı
olan ism-i ilâhî isimlerdir.
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
Cenab-ı Hakk her birerlerimize idrak ve şuur nasib etsin inşeallah,
yukarıda bahsedilenlerden şöyle bir sual çıkabilir, düşüncesi ile
başkaları sormadan Fususu’l Hikem’i tercüme yapan Ahmed Avni
Konuk muhtemel suali kendisi soruyor, yani her hangi bir kimse bu
hususta böyle bir soru sorabilir.
Suâl: Bu âyet-i kerîmede nakledilen, bildirilen Hûd (a.s.)ın
kavlinde "Rabb" ancak kendi nefsine izâfe kılınmış ve her şeyin bir
rabb-ı hassı bulunduğu açık açık beirtilmemiştir. Yani her varlığın
kendine ait bir rabbı hassı olduğu bildirilmemiştir diyor.
Cevap: Esmâ nın tümü Esmâ-i ilâhiyye "Allah" ismi tahtında
toplanmıştır. Mescid secde edilen yer, cami secde edilen yerlerin
277
toplu olarak bulunduğu yerdir. Aslında secde edilen yer İseviyet
mertebesidir, Cami Muhammediyet mertebesidir. Mescid iseviye
mertebesi yani secde fenâfillah, demektir neden mescid deniyor,
namazgah denmiyor, ama namazın bütün fiilleri işleniyor, eskiden
ordu ile namaza çıkılan açık alanlara namazgah demişler.
Binâenaleyh cemî'-i esmanın yolları , "Allah" isminin doğru yolunda
(sırât-ı müstakim) tahtında vâki' olur. yani bütün isimler Allah
isminin altında kendi yollarında vaki olur.
Ve Allah ism-i câmi'inin mazharı ise, ancak insân-ı kâmildir.
Diğer yukarıda bahsedilenler şey’iyyet, ayrı ayrı varlıkların
kendilerine has rabb-ı haslarından bahsedilmişti, ama Allah ve
cami ismi olan Allah ismi caminin masharı yani O’nun zuhur yeri
ُ‫ا ِ ﱠن اﻟﻠﱠﻪ َ ََوﻣﻠۤﺌِﻜَﺘَﻪ‬
ise ancak İnsân-ı Kâmildir. İşte Cenâb-ı hakk’ın
dediği bu insana ait olan bir övgüdür. Az önce oraya gelmiştik
unutuldu iki defa Cuma namazında bu âyet-i kerimenin 33/56
okunması cem namazı topluluk namazında, önce müezzinin
okuması, halktan Hakk’a olan ilânı, bu âyet-i kerime, imamın
okuması ise, Hakk’tan halka olan ilândır. Bakın her iki yönde
Allah’ın ve meleklerin İnsân-ı Kâmil’i övdüğü her iki yönden böyle
kolayca anlaşılmaktadır. Allah ism-i Caminin masharı ise ancak
İnsân-ı Kâmil’dir.
“Yüsallû” (Sahibinin zâtıyla zuhur ettiği mahallin adıdır.
Ve bu ism-i cami' insân-ı kâmilin Rabb'i olup, bu zât-ı sâadetmeâb yani saadetli meab, ilâhi isimlerin tümünün mazharıdır,
zuhur yeridir. Onun için peygamberimizin cevâmiul kelîm olması bu
yönden olduğunu, açık olarak belirmektedir. Yani bütün isimler
kendinde, sıfatlarıyla birlikte her şeyi ile birlikte bunların zuhur yeri
olduğundan, kendisi cami isim cevâmiul kelîm her bir isim ve sıfat
da birer kelime olduğundan, bütün kelimelere cami, yani sıfat ve
isimlerin hepsine camidir. İsm-i cami bu ism-i cami' insân-ı
kâmilin Rabb'i olup, bu zât-ı sâadet-meâb yani saadetli meab
İnsân-ı kâmil ilâhi isimlerin tümünün mazharıdır, zuhur yeridir.
Ve Hûd (a.s.) ise vaktinin bir şerefli nebisi ve "Allah" ism-i
câmi'inin mazharı olan insân-ı kâmil idi. Yalnız O’nun insân-ı
Kâmilliği kendi mertebesi itibariyledir, onu da bilmemiz lâzımdır.
Eğer bütün kemâlât mertebelerini bünyesinde toplamış olsaydı,
kendisinden sonraki peygamberlere ihtiyaç ve gerek kalamzdı, ve
peygamber efendimiz de gelmezdi. İnsân-ı Kâmil’in en kâmillisi
Kemâllisi peygamberimizdir, İnsân-ı kâmil de sadece O’dur. O’nun
dışındakilere de kâmil insân diye teleffuz etmemiz gerekmektedir.
İnsân-ı Kâmil bütün bu âlemlerin aldığı isimdir. Yani Cenâb-ı
Hakk’ın Sıfat mertebesine tenezzül ettiğinde oranın diğer ismi
Hakikat-ı Muhammediye, Ceberut âlemi, Ervah âlemi, gibi isimleri
vardır, işte İnsân-ı kâmil odur, asli olan yani bütün âlemleri
278
bünyesinde temsil eden makam İnsân-ı Kamil bunun zuhur mahali
Hz Muhammed’de birey olarak İnsan-ı Kâmildir. Diğerleri kâmil
insânlardır. İşte burada bahsedilen İnsân-ı Kâmil, Hud’iyet
mertebesi itibariyle Kâmil insândır.
Binâenaleyh, Rabb'i kendi nefsine izafe etmekle, kendinin
mazhar olduğu ism-i cami' olan "Allah" isminin sırât-ı müstakîm
üzere olduğunu açıkça; ve erbâb-ı esmadan her bir Rabb'in yani
isim rabbların rabb-ı hasların kendi sırât-ı müstakimi bulunduğunu
dahî zımmen beyân buyurmuştur.
Suâl: Mademki her isim kendi sırât-ı müstakimi üzerinedir; ve
o ismin taht-ı terbiyesinde bulunan kimse dahî onun sırât-ı
müstakimi üzerinde yürür; şu halde böyle sırât-ı müstakimi
üzerinde da'vetten ne fâide hâsıl olur? o zaman neden davet edilsin
zaten kendi doğru yolu üzerinde gidiyor hepsi, yani böyle bir sual
sorulabilir,
Cevap:
Da'vet
ism-i
Mudıll'den
ism-i
Câbir'den ism-i Adl'e; ve ayrı ayrı yollardan
Hâdî'ye;
ve
ism-i
‫اط اﻟُ ْْﻤﺴ ِﺘَﻘَﻴﻢ‬
َ ‫اﻟﺼﱢﺮ‬
َ ‫ِﻫﺪﻧَﺎ‬
ِْ ‫ا‬
(Fatiha, 1/5) âyet-i kerîmesinde beyân buyurulan ve bütün yollara
cami' bulunan sırât-ı müstakime, ya'nî "tevhîd-i zâtı" ve mazhar-ı
Muhammedi tarikınadır. Daha açıkçası tarîk-ı noksandan tarîk-ı
kemâle da'vet olunur. Bakın davet ism-i Mudıll'den ism-i Hâdî'ye,
peygamberimiz Mekke-i Mükerreme’ye peygamber olmazdan evvel
yani kendisine peygamberlik gelmezden evvel herkes kendi
sıratında yürüyordu, yani bir dertleri yoktu, ticaret yapıyorlar, alış
veriş yapıyorlar Kâbe’ye Hacca gelenler o günün âdetleri üzere
putperestlik üzere dualarını ibadetlerini yapıp gidiyorlardı, o zaman
hepsi kendi sırat’ları üzere idiler. Yani kendi Rablarının sırat’ları
üzere idiler. İşte peygamber efendimizin gelmesiyle Hâdi ve Mudiln
hakikatleri ortaya çıktı. bu da davet ile oldu. Davet olmasaydı bu
günlere kadar bunlar o yaşantı aynen devam edecekti.
Davet geldiği zaman işler ayrıldı. Daha evvel böylece bir davet
yok iken, yani tevhide davet yok iken, herkes kendi âleminde
gidiyordu, kimse kimseye de karışmıyordu. Çünkü bu işde
bilinmiyordu o zaman tevhid-i hakiki de bilinmiyordu. Peygamber
efendimiz tek ve Vahid ve Ahad olan Allah’ın varlığını ortaya
getirince, diğer rablar kendi istikametinde giden, diğer Rabları
Rabların rabbı olan Allah’a davet etti. Mudil’i de davet etti, Hâdi’yi
de davet etti, hepsini davet etti. Davet ism-i Mudil’den İsm-i
Hâdi’ye oldu. Yani peygamber efendimiz Mudil isminde olanları,
ancak o zaman, kimse Mudilde Hâdide olduğunun da farkında
değildi, Hâdi’yi getirdi Efendimiz, yani hidayeti getirdi ve hidayete
yöneltti.
Hidayete davet etti. İşte kim ki Hâdi isminin tesirinde olanlar,
hemen kabul ettiler, Mudil isminin tesirinde olanlar, kabul
279
etmediler. Ancak daha sonraları tebliğden seneler sonra, mudilde
olanlar da Hâdi’ye geldiler. Bazıları hemen gelmedi. Bazılarında
biraz terddüt geçirdiler, bazılarının müşahedeleri gerekti, islâmın
iyi bir şey olduğuna dair, onlar görüldükçe mudilde olanlar hadiye
geldiler. Peki bu ne demek oldu, biraz mücadele gerekti. İşte bize
düşen budur, mücadele, çünkü içerisinde mudil zâhirde olanların
bâtınında Hâdi de vardır, kimin ki Hâdi bâtınında idi, onun zâhire
çıkması biraz zorladı, ama kimin Hâdisi daha yukarıda idi onlar
hemen kabul ettiler. Yani her bir insanda bütün esma-ı İlâhiye
mevcut ama kimin hâdisi daha yukarıda idi, onlar hemen kabul
ettiler. Yani her bir insanda bütün esma-ı ilâhiye mevcut ancak
bazılarında bazı esma-ı ilâhiye daha yukarıda olduğu için onun
rabbı o olmakta ve nasiyesinden yani alnından tutup götüren de o
olmaktadır.
Ancak insana gelince, diğer varlıkların hepsi böyle, insan da
böyle, ancak insanın rab değiştirme şansı vardır. Yani imkânı
vardır, sahası vardır. Neden, çünkü emr-i teklifi insana yapılıyor.
İşte rab değiştirme imkânı emr-i teklifiye uymasıyla, mümkün
oluyor. Bu da gayreti ile mümkün oluyor. İşte insanın mücadelesi
buradadır, insanın değeri de buradadır. Kendinde bulunan Mudil
Esması O’nu devamlı delâlete çağırıyor, bu kavga da bir türlü
bitmiyor, belirli bir yerde bitiyor da, artık Mudil ismi ümidini kesmiş
oluyor, biz bunu Hâdiye kaptırdık deyip saha dışına çekiliyor.
Ama öyle bir tetikte beklemekte ki, ilk fırsatta delâlini gene
ortaya çıkarıyor. Çünkü işi odur. işte insanın cennet kazanması,
yani ahirette iyi bir yer kazanması, bu mücadelesine bağlıdır. Onun
için zaman zaman aşamalar yaparız, bakarsınız pat hemen mudil
çıkmış, almış direksiyonu eline götürüyor, bu taraflara mecnunun
devesi gibi, hani hikâyeyi bilirsiniz.
Mecnunun canı Leylânın tarafına doğru, seyir etmek istemiş,
binmiş devenin üstüne, yularlarını sıkmış haydi bakalım istikamet
Leylânın köyüne doğru, Mecnun sallana sallana devenin üstünde
giderken Leylâ, Leylâ diye kendinden geçmeye başlayınca, devenin
yularları gevşemiş deve, hemen geriye dönüyor, Mecnun gözünü
bir açıyor, yol değişmiş, deveyi tekrar istikametine döndürüyor, bir
müddet gidiyorlar gene Mecnun uyuklamaya başlıyor, devenin
yularları boşta kalıyor, deve gene hürriyetine kavuşuyor deve gene
geri dönüyor.
Mecnun gene uyunup bakıyor ki, gene eski geldiği yerde, tekrar
düzeltiyor, bakıyor ki gene aynı hadise oluyor, iniyor deveden
aşağıya “senin gözün arkada benim gözüm önde” diyor. devenin
yavrusu varmış, deve yavrusunu düşünüyor, leylâyı düşünür mü?
deve. Yani senin yolun başka benim yolum başka, sen yoluna ben
yoluma diyor ve yayan olarak yoluna devam ediyor.
280
İşte bu deve yuları boş bıraktığımız zaman hep nefsinin peşinde
koşar. Ama Yuları boş bırakmazsak bizim emrimizde olur, bizim
tarafımıza gider. Yani bizim leylâmıza bizim rabbımıza rabb-ı
hassımıza oradan rabb-ul erbaba gider.
İşte insanın özelliği diğer varlıklardan özelliği rabb-ı hasını bile
irade ile seçme imkânı vardır. Ayrıca başka bir şey daha, bütün
esma-ı İlâhiye insanda mevcut ya, işte birey olarak kendine ait
isimleri eğitme gücü insanda vardır. Allah’ın isimlerini değil,
Allah’ın isimlerinin yansıması olan, ve onlardan bölümler parçalar
bize verilmiş olan, hisseler ham olarak düşünelim o esma-ı
İlâhiyeyi olgunlaştıran insandır. Yani isimlerin hakikatine asaletine
uyacak şekilde kullanılması, Cebbar dahi olsa Kahhar dahi olsa onu
bile nezaketen kullanması, diğerleri zâten tam nezaket içerisinde
kullanması, böylece de esma-ı İlâhiyenin hakkını vermiş sadece
insan olmaktadır.
Diğer varlıklar zâten esma-ı İlâhiyenin hükmü altındadırlar, yani
Rablarının hükmü altındadırlar. Ama insanda Allah cami esması
olduğundan, bütün isimler onun hükmü altındadır, ve de serbesttir.
O halde mes’uliyet, tamamen bize ait oluyor, gaflette kalır isek,
olmaması lâzım gelen Mudil ismi bize hâkim oluyor ki, biz onun
hâkimi iken ve bizi alıp götürüyor bir tarafa, tabi ki biz bundan
mes’ulüz. Cenâb-ı Hakk halifem demiş, habibim demiş, insana
müstesna bir varlık, ve en kemalde olan bir zuhur yeri, ve kendinin
sırrı olarak halk etmiş, biz süfliyat peşinde nefsimizin istikametinde
koşarsak, tabi ki bize çok yazık, gerçekten çok yazık olur. işte
Cenâb-ı hakk’ın vermiş olduğu bu ilâhi imkânları kullanma süresi
de bellidir, bundan evvel bir şey yapamıyorduk, gene vardık ama
ma’nâ âleminde ama, elimiz ayağımız makine olmadığı için motor
araba bir yere gidemiyordu. Bu arabayı verdiler, belirli bir şekilde
dediler ki, sırat’ın burası yolun sırat-ı mustakıymin Hakikat-ı
Muhammediye yolu, ki bu Allah’ın Zât’ına giden yoldur, diğer bütün
yollar Zât’ına gitsede kendi mertebesi itibariyle çok uzun yollardan
gitmektedir.
Ama sırat-ı Mustakıym olan sırat-ı Muhammedi, oradan da
Sıratullah Allah’a giden en kestirme en tereddütsüz bir yoldur.
Davet ism-i Mudilden ism-i Hadiye ve İsm-i Cabir’den ism-i Adl’e
yani Cebbar isminden Adl ismine ve turuk-u müteferrikadan yani
tefrika olan yollardan
‫اط اﻟُْ ْﻤﺴ ِﺘَﻘَﻴﻢ‬
َ ‫اﻟﺼﱢﺮ‬
َ ‫ِﻫﺪﻧَﺎ‬
ِْ ‫ا‬
1/5 âyet-i kerîme-
sinde beyan buyurulan, ve kaffe-i turukun yani bütün yolları cami
bulunan, sırat-ı Mustakıym yani tevhid-i Zat’i, yani Zat tevhidi ve
mazhar-ı Muhammedi tarikatıdır. İşte insanın yolu budur, ayrıca
şunu belirtelim, insanın yolu budur derken, Âdem (a.s.) dan beri
gelen bütün insanların yolu bu değildir. gerçi onların da yolu sırat-ı
Mustakıym iken, kendi istikametleri üstünde ancak kendi peygamberlerinin kemâli kadar bakın bunu çok iyi bilmemiz lâzımdır.
281
Bu sırat-ı mustakıym ve mazhar-ı Muhammedi yolu, yani
Muhammediyet zuhurunun mazharının yolu, ümmet-i Muhammed’e
aittir yani bizlere aittir, yani âhır zaman ümmetine aittir. Böyle bir
yücelik şeref hiç bir ümmette aslında onlar ümmet değil, hiç bir
kavimde yoktur, ümmet sadece ümmet-i Muhammede ait sadece
bize aittir. Ümmet demek ana demek “üm” ana demektir. “ümmi”
anaya mensub demektir. Yani buradaki ana Allah ism-i camidir
O’ndan meydana gelmiştir işte “Ümmet” Allah’ın Zât ismine bağlı
olan bir ümmetiz. Diğer kavimler esma-ı İlâhiyeye bağlıdır, bundan
dolayı onlara kavim denir, Ama ism-i Zat olan Allah’a bağlı olduğu
için “Ümmet” aradaki fark budur. Bu ümmet-i Muhammed, daha
açıkçası tarik-i noksandan tarik-i kemâle davet olunur.
İmdi her yürüyen Rabb'in doğru yolu üzerinde yürür.
Binâenaleyh bu vecihden onlar mağzûbün-aleyhim ve dâll
değildir (5).
Şimdi bir başka yönden meseleye bakıyor, burası da çok mühim
bilinmesi lâzım gelen oluşumlardandır. Bazı yerlerde bazı hükümler
değişik mertebelerden, değişik makamlardan açıldığı için izah
edildiği için, yani bir şeyin bir çok yönleri olduğu için, o yönleri ile
birlikte, bazen birbirine ters gibi gelir, ama değildir, mertebeleri
itibariyle bize çok geniş bir sahayı anlatıyor. Yani irfaniyetin gerçekten çok derin geniş ve yüksek sahalarını anlatıyor, belki biraz
zorlanıyoruz anlamakta ama, ne anlayabilirsek, ancak böyle bir
sahanın olduğunu en azından biliyoruz, onu öğrenmiş oluyoruz, hiç
bir şey öğrenmesek de, dinimizin sadece suret ve şekilden ibaret
olmadığı, iç bünyemizde hakikatimizde, ne kadar sonsuz bir din
olduğunu, ve bu da bize verildiği için, ne kadar rabbımıza şükranda
olduğumuzun, bilincinde olmamız gerekiyor en azından bunu
biliyoruz.
Sohbetlere devam ettikçe, bunlar çok büyük nimet tekrar tekrar
bunlar dinlenildikçe, kişi her dinlediğinde de beş kelime, her
dinlediğinde de beş kelime daha arttırsa, zaman içinde alt yapısı
oluşmakta ve akıl binasını, muhabbet binasını, irfaniyet binasını,
birer tuğla birer tuğla yükseltmiş olur, zâten her büyük bina evvelâ
küçük bir tuğla ile başlamaktadır. Yani küçük tuğlaların üst üste
konması, yani parçaların birleştirilmesi ile, bütüne ulaşılmaktadır,
hiçbir şey bir anda olamıyor, belirli br süre üzerinden geçmesi
gerekiyor. bir anda olan şey de zâten bir anda yıkılıveriyor. Yani bir
şey ne kadar kolay geliyorsa gitmesi de o kadar kolay oluyor.
Hani Yahudilerin bir alış veriş anlayışları vardır, Yahudiler malı
sahibinden almazlar, mirasçılarından alırlar, ilk düşündükleri şey bu
mal kimin! yani bir şey alacaklarsa bu mal ilk sahibinin mi yosa
miras mı kalmış diye sorarlar. Malı çalışarak kazanmış ise onunla
pazarlığa girişmezler, çünkü o malını onların düşündüğü gibi
kelepir vermez, mirasçının ise, onunla pazarlık yapar mirasçı da
çalışarak kazanmadığı için, ne alırsam kârdır deyip peşin parayı da
282
gördü mü yarı fiatına elden çıkarır. İşte Yahudi bunu bekler, neden
kendine kolay geldi, kendi alın teri ile gelmedi, kendisi sıkıntı
çekmeden sahip oldu, yani bu bir gerçektir kolay kazanılan kolay
kaybedilir, zor kazanılan da insan kolay kolay elinden bırakmak
istemez.
İlimde böyledir biraz zorlanıyoruz ama, ebedi hayatımızı tanzim
edecek olan bu ilimlere, ne kadar zaman harcasak gene azdır. Ne
kadar çok çalışsak gene bir şey yapmış olamayız. Çünkü burada
çalışılacak, belirli sürelerde eğitilen, öğretilen, yahut kazanılan, bu
bilgiler, dualar sevaplar, işte Kur’ân okumalar, bir ömür boyu bakın
hiçbir iş yapmadan ibadet etsek, en fazla seksen sene diyelim,
çocukluğu yaşlılığı çıkar, kalır elli sene uykuları çıkar kalır 25 sene
yani bir ömür boyu 25 sene ibadet etsek hiç çalışmasak yani
rızkımızı kazanmak için okula gitmesek, meslek sahibi olmasak
nihayet 25 sene ibadet etmiş olsak.
Ama bu 25 senelik süre, bakın ebedi bir hayat sayısı rakkamı
mevcudu, bilinmesi mümkün olmayan ebedi bir hayat kazandırıyor.
O halde bunun bir saniyesi, bir salisesi kaç milyarlarca, seneye
tekabül ediyor. Bunu biraz düşünürsek neyimiz varsa veririz. Yani
ahiret için neyimiz varsa veririrz. Ama bizden bunu da istemiyorlar,
evine bak işini yap, süpür yemeğini yap, her şeyini yap, boş kalan
zamanlarında da bunu yap diyorlar, o zaman geriye ne kalıyor,
hepsini toplasak, belki bir sene ömrümüz ibadetle geçer, yani
uyumadan yatmadan devamlı ibadet etsek bir ömür boyunda belki
bir yıl tutar.
Bir yıl karşılığında sayılamayacak kadar ölçülemeyecek kadar
hayat bahşediyor, cenâb-ı Hakk bu kadar şeye de değer. Biraz
zorlansak da, sıkılsak da, bu tür mevzular aslında şu kısa sürelerde
kazanılan çok büyük yol almadır, şeriat mertebesinde bunun yüz
misli çalışma yapılsa, yani şu toplandığımız 1-2 saatlik süreler değil
de, aylarca aynı sohbette kalsak şu kısacık sürede yapılan feyzi
bereketi ilerlemeyi vermez. Neden çünkü diğerleri hep tekrardır,
tekrar ise ilerleme değil sayı artışıdır, sevap kazandırır, başka bir
şey kazandırmaz. Bu kötü mü hayır, kötülüğü için söylemiyorum
kıyas için söylüyorum. İşte herkes kendine göre kendi değerlendirmesini yapar. Her yürüyen rabbının doğru yolu üzerinde yürür.
Binâenaleyh bu vecihden onlar mağzûbün-aleyhim ve dâll
değildir. Yani Rablarına tabi oldukları için dalâlette değildirler.
Çünkü mutî' olsun, âsî olsun, mazharı oldukları isimler, bunları,
kendilerine mahsûs olan yolda terbiye eder. Binâenaleyh mutî,
itaat eden ve âsî Rabb-i hâssları olan isimlerin gerekleri üzerine
yürür. Ve halbuki tabîat gereği üzere yürüyen kimseye gazab
olunmak düşünülmüş değildir. Ya'nî tâbi', kendine uyulanın hükmü
tahtında yürürse tabi olunan ona gazab etmez. Yani tâbi olduğunun
dediğini yaparsa matbu olan ona gazab etmez. Şu halde her bir
283
isim, kendi mazharından, zuhur yerinden ve onun terbiyesi
tahtında olan şeyden râzîdır; ona gazab etmez.
Fakat hükümde Rabb-i hâssına muhalif olan diğer Rabb-i hâssa
nazaran, yani Hâdi ismine nazaran Mudil ismi üzerine gazab edilir,
ama diğer taraftan da, Mudil ismi Hâdi ismine göre yani Mudile
göre hâdi Mudildir. Yani Hâdinin yolu yanlıştır, Mudile göre. o
mazhar, "üzerine gazab olunmuş ve dâllin" zümresindendir. Yani
dalâlet ve hidâyet kıyasîdir, demek istiyor. Hâdi ismine mensup
olan Mudil ismine mensup olana “sen yanlış yapıyorsun” der, ayni
şekilde Mudil ismine mensup olan da, Hâdi ismine mensup olana
“sen yanlış yapıyorsun” der. Neden ibadet için uğraşıyorsun sen
insansın, senin bir şahsiyetin var, yerlere ne diye secde ediyorsun
kime tapınıyorsun? Der, böylece ona Mudillik yolunu tavsiye eder.
Onun için bir yerde Hâdi olan, bir başka yere göre aynı Mudil,
hükmündedir. O zaman rabb-ı hasları kendilerini götürdüklerinde,
Hâdi ismi de Hâdi, Mudil ismi de Hâdi, yani kendinin hadisidir. Yani
kendinin doğru yolu üzerinedir. İşte âlemdeki insanlardaki farklılıklar bu yüzdendir. Kime sorarsanız halinden memnundur, imânından
da itikadından da, yaptığından da, yapmadığından da huzurludur,
eğer öyle olmazsa zaten yapmaz. Yani hayatını öylece devam
ettirmez. Mudil ismi Hâdi’ye göre dalâlettedir, ancak Mudi ismine
göre de Hâdi delâlettedir. İşte bu âlem görecelidir, işte bunu böyle
bildiğimiz zaman, kızacak kimse karşımızda bulamayız. Her şeye
hoş görü ile bakarız, hiçbir şey anlamasak da, bunun bir hikmeti
vardır deriz, ve canımızı boş yere dedikodularla, vıdı vıdılarla
uğraştırmamış oluruz, kendi işimize bakarız.
Çevrenin işiyle meşgul olurken, kendi işimiz geriye kalmaktadır,
kendimizi düşünmüyoruz, ama bize lâzım olan da kendimizdir, bu
bencillik değil, yanlış anlaşılmasın, başkasını düşünme kendini
düşün, o maddede o şekildedir. Ama ma’nâda, akılda eğer akıllı
varlıklar isek, evvelâ kendimizi düşünmemiz lâzımdır. Neden çünkü
bu emanet bize verilmiş, emaneti yerine teslim etmemiz gerekiyor,
bu da akılla bilinçle oluyor. Meselâ Hâdî isminin hükmü hidâyet;
ve Mudili isminin hükmü dahî dalâlettir. Hâdî ismi kendisinin kulu
olan mü'minden râzî olduğu gibi, Mudili ismi de kâfir kuldan
razıdır. Fakat Hâdî ismine nisbeten kâfir "üzerine azab olunmuş ve
dalâlette olan" zümresine dâhildir. Ve keza ism-i Mudili kendisinin
sırât-ı müstakimi hâricinde bulunan mü’min kula gazab eder ve
onu dalâlette görür; zîra bu iki isim, hükümde yekdiğerine
muhaliftir.
Binâenaleyh tüm zuhur yerleri bir vecihden "üzerine azab
olunmuş ve dalâlette olan " zümresine dâhildir; ve bir vecihden
değildir. Yani göreceli, bir bakıldığı yerden bütün zuhur yerleri bir
yönden üzerlerine gazab olunandır, bütün esma-ı ilâhiye üzerine
bir yönden gazab olunandır, ama bir yönünden de gazab
edilmeyendir. O halde görecelidir.
284
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
Bu konular oldukça ağır, ağır olması bizi ümitsizliğe düşürmesin
yani karamsarlığa düşürmesin, bunlar hayatın mutlak ma’nâda
bâtıni gerçekleridir. Aslında bâtıni sözü bir izah bakımındandır, hem
zâhir hem bâtın gerçekleridir, çünkü farkında olsak veya olmasak
da, bu hakikatlerle biz yaşıyoruz. Bâtınımızda yaşıyoruz, bilincine
geldiğimizde, zâhirimizde de yaşamış oluyoruz. İşte mühim olan
fıtri sadece batında yaşamak değil, fiziki olarak zâhirde de, yaşamaktır, fiziki olarak, zahirde yaşadığımız zaman, idrakle bunları
yaşamış oluyoruz, sadece bâtınımızda kalır ise, onları zuhura
çıkaramamış oluyoruz ve ne yazık ki bilgi fakiri oluyoruz.
Bilgi zengini olabilmek için, toprağın içindeki altın madenlerini
bakır gümüş ne varsa, petrolü doğal gazı, dışarıya çıkarmamız
gerekiyor. Tarlamızın altında binlerce m3 doğal gaz olsun da, bizim
haberimiz olmasın çıkaramayalım, işte bu zenginlikte fakir yaşamak olur. İlm-i İlâhiyeyi Cenâb-ı Hakk bütün varlığa yaymış
vaziyette, ama ne yazık ki, gerçekten bundan en az biz insanlar
faydalanıyoruz. Bir bitki bizden daha fazla yararlanıyor. Bir başka
tabiat ismini verdiğimiz doğa bizden başka türlü daha çok
yararlanıyor ama biz beşeriyet şartları ile şartlandığımız için, evdi
işdi, aşdı çoluk çocukdu, bunlar bize perde oluyor, peki bunlar biz
de olmayacak mı, tabi ki olacak onların şeriatı başka yani özellikleri
başka ilmin özellikleri başka bâtıni yaşamın özellikleri başkadır.
Bir insanın kalde olan yaşantısı hem zâhiriyle hem bâtınıyla
yaşamak, çünkü zâhiri bir tarafa bırakalım, bâtın ile yaşayalım,
bâtını bir tarafa bırakalım, zâhir ile yaşayalım, sadece bakın her iki
isme haksızlık etmiş oluyoruz. Zâhiri terk ettiğimizde yani ben
kenara çekileyim, alayım tesbihi sabahtan akşama kadar tesbih
çekeyim, dünya işi nasıl olsa olur, nasıl olsa bir lokma ekmek
buluruz bir yerden, deyip böyle bir hayat tarzı var, o zaman ne
oluyor, “Zahir” esmasına haksızlık yapmış oluyoruz. O’nun hakkını
vermemiş oluyoruz. Tam tersi olarak zâhirimizi geliştirelim
bâtınımız nasıl olsa olur, yaşlandığımız zaman ibadet ederiz, hacca
da gideriz, her şeyi bırakırız, ondan sonra temiz bir Müslüman
oluruz, dediğimiz zaman bu halde de, bâtına haksızlık etmiş
oluyoruz, yaşadığımız süre içerisinde hem zâhirimiz var hem
bâtınımız var, doğduğumuzdan itibaren hatta doğmadan evvel.
İşte yapılacak iş, mümkün olduğu kadar, her iki sahadan da
faydalanmak istifade etmektir. İşte zâhirimiz elhamdülillâh
Rabbımıza ne kadar şükretsek azdır, şu içinde bulunduğumuz
kardeşlerimiz, arkadaşlarımız, evlâtlarımız dostlarımız, hepimiz az
çok belirli bir yerlere gelmişiz, rabbımıza şükrederiz zâhir olarak az
da olsa ihtiyaç hissetmeyecek kadar yiyecek bir şeylerimiz var,
oturacak bir yerlerimiz var, sağlığımız var, yürüyoruz geziyoruz,
285
konuşuyoruz, o zaman eksik olan bâtın esmasının hakkını vermeye
yönelmektir. İşte yaptığımız işler de odur.
Zâhir zâten var faaliyette, bâtınımızı da faaliyete geçirdiğimiz
zaman ki, bunların hepsi her sohbette her kitap okuyuşta, her
ibadette, bâtın faaliyete geçmiş oluyor. İç bünye, yani ruhani
yaşantımız faaliyete geçmiş oluyor. Ancak dünyanın dengesi ve
huzuru bu ikisinin birlikte olması ile mümkün olmaktadır. Aksi
halde ne kadar çok bâtına yönelirse yönelsin, kişi zâhiri ihmal ettiği
zaman zâhir esması ondan hesap sorar, yani hakkını ister. Tam
tersi olarak zâhirini yaşadığı zaman bâtınına ilgi göstermediği
zaman, bu sefer bâtını ondan hakkını taleb edecektir, mutlaka
ahirette sen neden benimle ilgilenmedin, bak işte bu gün benim
elimdesin, ahirete geçtiğimiz zaman Bâtın Esmasının kucağına
geçmiş olacağız.
O zaman bize diyecek ki, sen hep zâhirde idin benden haberin
yoktu, bakalım şimdi ne yaparsın gibilerden. İşte bu bâtın
sahasının hali de bir hayli geniştir, bu sahanın bir bölümünde bir
sokağında yahut bir caddesinde bu gün yolumuza devam ediyoruz.
Rabb-ı Hass caddesinde Kazâ ve Kader şehrinde o caddede
yürümeye çalışıyoruz. Bunları bizlere bırakan gerçekten İrfan ehli
büyüklerimize sonsuz şükranlarımız var, eğer onlar bu bâtıni
mirasları bize bırakmamış olsalardı bizlerin bunları ortaya çıkarması
pek kolay olmazdı. Çıkarsak da, belki bu derece güzel çıkaramazdık
çıkarılamazdı.
Cenâb-ı Hakk da onları, bu görev için dünyaya göndermiş,
rabbımıza da şükrederiz, kendinden bizi haberdar etmesi kendini
bize bildirmesi çok büyük bir lütuftur. “Nefsini bilen rabbını bilir”
diye belirtilen Efendimiz (s.a.v.) da bize bunun yolunu açıyor, işte
yapılan bu sohbetler, kişinin evvelâ kendini tanıması ben neyim
ben kimim sorusunun cevabını bulabilmesidir. Oradan da rabbına
ulaşmasıdır çünkü büyüklerimiz nefis rububiyet hakikatinden
meydana gelmiştir, diye bildirmişler dir. O halde evvelâ nefsimizi
bilmek, bulmak, onun hakikati olan, rabbımızı da öylece yola
çıkarak bilmektir.
İşte bu mevzularla ilgili herkesin bu âlemde bir rabb-ı hassı var,
kendine ait ve kendini kontrol eden, biz uyusak da, o uyumayan
biz gaflette olsak da, o gene bizimle beraber olan, yaşadığımız ve
uyuduğumuz süre içinde, bizden hiç ayrılmayan, her birimizin bir
rabb-ı hası vardır, herkese özel olarak bu rabb-ı has da esma-ı
ilâhiyeden birisidir. Kaldığımız yerden devam edelim
İmdi dalâl, nasıl ki arız ise, gazab-ı ilâhî dahî, öylece
arızdır. Ve meal, her şeye vâsi'a olan rahmetedir; o da
sabıkadır (6).
Ya'nî Mudil isminin tecelli hali olan dalâl, dalâlet arızî
olduğundan gazab-ı ilâhî dahî arızîdir. Bakın şimdi de bir başka
286
yöne girdi, Dalâl yani dalâlette olunan arizi olduğundan yani dalâl
sonradan meydana geldiğinden, âraz olduğundan asıl olmadığından
gazab-ı İlâhi dahi arızîdir. Yani o dahi geçicidir. Ve meal, (geri
dönmek) rahmet-i zâtiyye-i âmmeyedir. Yani yukarıda bahsetmişti
ya sohbetin başında, Rahmet-i Zâtiye diye o umumiyedir
Ve o
rahmet dahî “Rahmetim gadabımı geçmiştir”
hadîs-i kudsîsi
mucibince sâbıktır; zira her bir Rab kendi abdinin dilemesinden
razıdır. Meal diye belirtilen rahmet-i Zât’iye yani geri dönen
Rahmet-i zât’iye de umumiyedir. Şimdi bütün bu âlemde asıl olan
rahmettir. yani Rahmet-i Rahmaniye, Rahman’ın rahmeti diğer
bütün esma-ı ilâhiye bu rahmetten nefes-i Rahmaninin bütün
âlemlere yayılmasından sonra, meydana gelen esma-ı İlâhiyenin
bakın her türlü hali Rahmetten sonra, yani evvelâ ezelde Cenâb-ı
hakk’ın bir rahmeti var ve her şeye vasi, kaplamış olan bir rahmeti
vardır.
Daha sonra bu âlemde faaliyet olabilmesi için, ve varlıkların
birbirinden ayrılabilmesi için, zıt isimlerle bu sahneye geldiler, biz
de öyle geldik. Bu zıt isimlerin bir tanesi Hâdi, bir tanesi de
Mudil’dir. O halde Mudil ismi yani Dalâl isminin kaynağı, zuhuru
olan Mudil ismi arız sonradan olmadır, asli değildir. Bakın burası
çok mühimdir, gerçekten güzel bir bilgidir, işte onun için
“Rahmetim gadabımı geçmiştir” rahmetim gadabımı örtmüştür onu
kaplamıştır. O halde rahmet ezeli ve bakidir, gadab ise geçicidir.
Yani Gadab ve Dalâl ebedi ve kalıcı değildir.
Peki nerede ne kadar sürelidir, işte mahkeme-i kübra
görüldükten sonra, Hâdi isminin zuhurları cennete, Mudil isminin
zuhurları cehenneme, orada gadab-ı İlâhi onları orada kaplamış
oluyor. Süreleri ne kadarsa yaptıkları eksi işlerin süreleri ne
kadarsa, herkesin nasıl hapishanede kalış süreleri, başka başka ise
cehennemde de kalış süreleri başka başkadır. Ancak mü’min
olanlar yani iman ehli olupta cehenneme girenler nasıl hapishanede
müebbet hapis olmayanlar, süresi geldiği zaman bunlar oradan
çıkıyorlar kendi evlerine gidiyorlar.
Ama müebbet hapiste olanlar ölünceye kadar hapiste kalıyorlar.
Ama ölünceye kadar, bakın o dahi bir sonludur. Yani sonsuz bir
hapishane hayatı yoktur. Mü’min olanlarla kıyas yapalım mü’min
olanların kalış süreleri belirlenmiş olanları, mü’minler diye düşünelim, süresiz olanları da, gayri müslimler olarak düşünelim, yani
gadab ehli olarak düşünelim. Ama bir ömür boyu dahi hapiste
kalmış olsalar gene çıkıyorlar. Yani ölüm denen hâdise ile gene
çıkıyorlar hapishaneden. Ama onlar ölmüyorlar, ölüm diye bir şey
yok zâten onların hayatları ahirette devam ediyor, ama
hapishaneden çıkmış oluyorlar.
İşte verilen ceza ve gadab ve dalâl geçicidir bu yüzden. Rahmet
ise vasîdir. Bu Rahmet ezeli ve ebedidir Allah’ın Rahmeti. İşte onun
için “Rahmetim gadabımı geçmiştir” dediği budur. Bir gün gelecek
287
dünyada böyle olduğu gibi Cehennemde olanların da süreleri
dolacak, mü’min olanların gayri mü’min, gayri müslim olanların,
inkarcı isyancı olanların, dalâl mudil olanların da, görüntüde yine
Cehennem gibi olacak, ancak o cehennem uzun süre orada
kaldıkları için artık kendilerine tabii fıtratları üzere tabi yaşadıkları
bir yere dönecek. Alışkanlık kesbedecek onları oradan çıkarıp
Cennete koysalar hayır ben cennete gitmem diyecekler ve cennette
zâten yaşayamayacaklar.
Neden, fıtratları başka olduğu için. O semender denilen
sürüngen 500 derece santigrad ateşte yaşayabiliyormuş, yanardağların yakın çevresindeki sıcaklarda o sıcaklıkta yaşıyormuş. Bu
âlemde de birine hayat veren bir hâdise bir yer, bir diğerine
ölümünü hazırlamış oluyor. Meselâ kuşların cenneti hava, iken
balığın cenneti su oluyor. Balıkların cenneti su iken, bu kuşların
cehennemi oluyor. Bu sefer hava balığın cehennemi oluyor. O
halde o niye orada, bu neden burada, diye fazla büyütmememiz
lâzımdır. Cenâb-ı hakk gazab edici değildir, gerçi bu kelimeler
şeriat ehli için indinde konuşulur, Allah’ın intikamı vardır, gazabı
vardır, oralarda doğru, ama daha ileriye doğru gidildiği zaman bu
gazabın geçici bir gazab olduğunu anlamamız zor olmayacaktır,
işte burada da bize bildiriyorlar.
Bir baba evlâdı ne kadar kötülük yaparsa yapsın, ona sonsuz
olarak bir gazab beslemez. Belki belirli bir süre için, belki işte bir
iki konuşur neden böyle yaptın, yapmasaydın gibilerden ama, gene
de gelse, onu kucaklar. Bir baba böyle yapıyorsa, Allah ki Rabbımız
ki ne anne şevkati ne baba şevkati O’nun şevkatinin yanında hiçbir
şeydir, çünkü bütün bu âlemlerin, işte bilindiği gibi, kaynağı sevgi
muhabbettir. “Hub” diye bahsedilir, bu âlemleri gizli hazine idim
kendimde olan güzellikleri ortaya çıkarmak için sevdim, diye ayrıca
fezanın da ilk dokusu sevgi ve muhabbettir.
Ancak bu sevgi ve muhabbet dendiği zaman, beşeri anlamda
nefsani bir sevgi değildir. gerçi o da ondan kaynağını alıyor ama,
yönlendirilişi başkadır. Bir gün peygamber efendimize bir hanım
geliyor kucağında çocuğu var, ağlayıp duruyor, ya rasulullah size
bir şey soracağım diyor, bu benim çocuğum bir yaramazlık yaptı
ben ona birkaç tokat attım, ama şimdi çok pişman oldum
kadıncağız ağlıyor, oradan bir kıyas yapıyor, peki diyor Allah
kullarını nasıl yakacak, ben bir insan olarak attığım tokattan
pişman oldum, ben bir insan olarak buna dayanamaz iken Allah
nasıl kullarını cehennemde yakacak diye söylediği zaman
Peygamber Efendimizin verdiği cevap her zaman olduğu gibi çok
güzel çok kemallidir, “O senden daha merhametlidir” buyuruyor.
Yani Cenâb-ı Allah kullarına senin oğluna olandan daha
merhametlidir diyor. işte burada Rahmetinin gadabını örttüğünü
bize bildirmiş oluyor. Cenâb-ı Hakk her birerlerimize kolaylıklar
ihsan etsin. Tabi hepsinden güzeli gadaba sebeb olmayacak şeyleri
288
yapmaktır. Mudil istikametinde değil de Hâdi istikametinde hayat
sürdürmek tabi ki en güzelidir. Zira her bir Rabb kendi abdinin
meşiyetinden razıdır. Her bir rab kendi abdinin meşiyetinden yani
dilemesinden iradesinden razıdır.
Ve dalâl ancak diğer Rabba nazaran tahakkuk olur. yani değişik
ortamlarda yaşayan farklı canlılar vardır, birinin yaşayamadığı
ortamda diğeri yaşayabiliyor, toprağın içinde de yaşayabilen
canlılar vardır, demek ki toprak onlara hayat veriyor ki yaşayabiliyorlar. Balığa su ortamı hayat veriyor, kuşa da hava ortamı
hayat veriyor kanatlı olduğu için kuşun iki kanadı olduğu için
havada uçuyor tek kanadı bile olsa çırpınır uçamaz. İşte başta
belirttiğimiz gibi, eğer biz sadece zâhir ismi ile yaşıyorsak tek
kanatlıyız, tek kürekliyiz çekeriz çekeriz, aynı yerde döner dururuz.
Eğer sadece bâtın ismi ile yaşıyor isek, zikir tesbih sadece
dünyayı bir tarafa bırakmışız, gene tek kanatlı, tek kürekliyiz
demektir. İşte kuş nasıl iki kanadı ile uçuyorsa bir insan da kâmil
bir insan, faziletli daha yararlı bir insan olması için, hem zâhir
küreğini çekecek hem de bâtın küreğini çekecektir. İşte dalâl mudil
yani değişik zıt, ancak Rabb-ı ahar’a nazaran mütehakkik olur
tahkik edilmiş olur. yani bir rab, diğer bir rabba, göre mudil olur.
şimdi bir genel Mudil var, bir de zıt esma-ı İlâhiyenin mütekabil
olanları hepsi o onun dalâli o onun dalâlidir. Yalnız bir mutlak delâl
esması var bu o değildir.
Şimdi kuşlara göre su ortamı Mudil’dir, balıklara göre hava
ortamı Mudildir. Yani onun tersi balıklara hayat vermiyor, balıklar
hava ortamında ölüyorlar, o halde birine hidâyet veren Hâdi olan
diğerinin ölümünü ortaya getiriyor, o zaman işte bu dalâl olmuş
oluyor. Diğerinin dalâli yani zıddı istenmeyeni olmuş oluyor. Bir
kuşu suya batırırsak onu istemez, çırpınır sudan çıkmak için, işte
su ortamı onun dalâlidir yani Mudili olmuş olur. balığı sudan çıkarıp
hava ortamına bıraktıklarında nasıl çırpınır, işte o hava ortamı
onun dalâlidir Mudilidir. Burada bahsedilen dalâl Rabb-ı Ahara
nazaran yani diğer bir esmaya nazaran mütehakkık olur, yani
orada tahakkuk eder. Esma diğer esma, karşısında tahakkuk eder.
Halbuki ilâhi esmanın tümü, zâhiratın başlangıcı olmak
i'tibâriyle rahmet-i zâtiyye-i âmmeden ibaret bulunan vücûd-ı
mutlakta gark olmuş idiler. Cenâb-ı Hakk insanı halifem, diye
belirtmekte o halde biz bu vasıfa lâyık varlıklar olarak hayatımızı
sürdürmek, bizim başlıca görevimizdir. Yoksa yattım kalktım yedim
iştim, buraya gittim bu herkesin işidir. Her mahluk öyle yapıyor
zâten. Ama hayat sadece bu değildir, hayatın gerçek olan bir lâtif
tarafı var ki işte insanın letafeti güzelliği hoşluğu da oradan geliyor.
Yoksa dinimiz sadece şunları yap, bunları yapma, işte şu kadar
namaz kılarsan bu kadar sevap kazanırsın değildir.
289
O da vardır, o şeriat mertebesindedir, sadece tefekkür ehli
olmayan kimselerin fiiller ile bir yerlere gelmeyi arzu etmeleri tabi
ki o da çok güzeldir. Ama güzelin de güzeli vardır, bu âlemde en
iyisini en güzelini kazanmak, her birerlerimizin hakkıdır, kimse
buna mani değildir, yeter ki biz taleb edelim. Hani ne demişler
“talebena vecedena” yani “biz taleb ettik ve bulduk” yani biz taleb
ettiğimizi bulduk anlamındadır. Yani mevcudu, vücuda gelmiş
olarak bulduk, yani taleb ettiğimizi vücuda gelmiş olarak bulduk.
Taleb ettiğimiz mevcut olmazsa o hayalimizde kalır, mevcut olacak
bir varlık olarak ortada olacak ki, o zaman bulunmuş olacak biz de
ondan istifade edeceğiz. İlim de böyledir, kim ki neyi taleb ederse
onun peşinden gider.
Bütün Esma-ı ilâhiye ne kadar Cenâb-ı hakk’ın ismi varsa 99
diye belirtilen ama, 99 dan çok fazla olan, sınırı olmayan, Allahın
kelimelerine sınır biçmek had biçmek mümkün değildir, gene
Kur’ân-ı Kerîm’deki âyet-i Kerîmede 31/27 âyetinde buyurur,
ُ‫َﺤﺮَُﳝﺪﱡﻩ ُ ِ ْﻣﻦ ﺑـ َْ ِﻌﺪﻩِ ََْﺳﺒـﻌﺔ‬
ُْ ‫َﺠﺮةٍ اَﻗْﻼمٌ َ واﻟْﺒ‬
َ‫ض ِ ْﻣﻦ ﺷ‬
ِ ‫اﻻَر‬
ْ ‫َ وﻟَْﻮ اَ ﱠنَ ﻣﺎ ِﰱ‬
‫اﻟﻠﱠﻪ ا ِ ﱠن اﻟﻠﱠﻪ َ َﻋﺰٌِﻳﺰ َﺣِﻜٌﻴﻢ‬
ِ ‫ﺎت‬
ُ ‫ﻠِﻤ‬
َ ‫ﻧَﻔﺪ ْت َﻛ‬
َ ِ ‫اَﲝُْ ٍﺮَ ﻣﺎ‬
31/27-Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep
olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense, yine Allah’ın sözleri
yazmakla tükenmez. Doğrusu Allah üstündür, hikmet sahibidir.
İşte burada bütün esma-ı İlâhiye mebdei taayyunat olmak
itibariyle, bu âlemlerin başlangıcı kaynağı olmak itibariyle Rahmat-i
zâtiye-i umumiyyeden ibaret bulunan vücud-u mutlakda mustağrak idiler. Yani O’nun Mutlak vücudunun varlığında gark olmuşlardı.
Yani bâtında idiler, gizlide idiler. Bütün İlâhi isimler 99 olarak,
saydığımız ki bu daha çok faaliyette olan isimlerdir, 99 Esma-ı
ilâhiye âlemde nekadar varlık ve onların isimleri varsa bunların
hepsi Esma-ı İlâhiyedir. Yani Allah’ın güzel isimleridir.
Zâten başka bir varlık yok ki, bu âlemde başkasının ismi olsun.
Peki ne olmuş bunlara, kâffe-i esma-ı İlâhiye mebde-i taayyunat
olmak itibariyle, yani bütün esma-ı ilâhiye bu âlemin kaynağı
başlangıcı olması itibariyle, âlemde ne varsa, gördüğümüz katı
yumuşak, katı sıcak soğuk, ne varsa bu âlemde sıcak bunların
hepsi bir isim ile ortaya çıkmakta hiçbir şey rast gele kendi kendine
ortaya gelmez. Hiçbir şey plânsız programsız ne büyüyebilir, ne
küçülebilir, ne de var olabilir. Hadi biz dua edelim şimdi şu tahtanın
içinden yeşil bir şey çıksın diye.
Bir milyon sene dua etsek kuru tahtadan yeşillik çıkmaz. Çünkü
orada programı yoktur. Ama biz hiç dua etmeyelim orasının biraz
290
açalım tahtanın içine biraz toprak koyalım biraz gübre su koyalım
oradaki tohum, doğası gereği çıkar dua etmeye gerek kalmadan.
İşte orada, doğasından kasıt, kendi fıtri halidir. Cenâb-ı hakk’ın iç
bünyesine koyduğu program o filizin neyse, tohumun içine beynine
koyduğu kendi fıtri programı onun içindeki minicik şey görülmez
olan şeyin içerisinde, evvelâ o bir çekirdek ise, evvela şarh ediyor,
“elem neşrahlek” göğsünü yarıyor, çekirdek evvelâ kendini feda
ediyor, evvelâ aldığı rutubetle nur ve ruh ile topraktaki bulunan
yavaş yavaş zâhir hayata dönmeye başlıyor.
Görüntüye gelmeye başlıyor, ama o çekirdeğin içerisinde hepsi
zâten vardır, elma çekirdeği ise, diyelim domates çekirdeği ise, o
domatesin kökü çekirdeği sapı yaprağı kendisi o çekirdeğin içinde
hepsi mevcuttur. Ancak görüntüde değildir, işte su güneş, toprak
sebebiyle, o çekirdek açtığı zaman içindeki sırrı ortaya döküyor, o
sır onların programlarıdır. O program yaşayacak mutedil ortamı
bulduğu zaman hemen çıkmaya başlıyor, kimse zâten durduramaz.
Tohumun birini durdursanız, diğeri çimlenir bakınız Cenâb-ı Hakk’ın
İlm-i İlâhiyesi ne kadar güçlüdür, bir çuval domates tohumu
düşünelim veya buğday tohumu arpa tohumu ne varsa her birinde
aynı program vardır. Nasıl ilâhi bir saltanattır.
İlm-i ilâhiyenin programı Cenâb-ı hakk’ın sanatı ve ilmi ne
kadar yücedir, sonra o tohumların içerisinde bu programları kim
monte ediyor, hangi fabrikada onlar oraya konuyor. Böyle bir
fabrika yoktur. Kendi varlıklarından gene kendilerini üretiyorlar. Hiç
birisi gidipte eğitim alıyor mu, böyle bir eğitim zâten yoktur. Ama
bu işi biliyor nereden biliyor, işte fıtri Cenâb-ı hakk’ın ilmi melâike-i
kiram onları kontrol ediyor, biz uyuyoruz onlar uyumuyorlar. 24
saat bütün âlem faaliyettedir. Bakın bütün âlem zerrelerine kadar
faaliyettedir. Eğer zerrelerin birisi faaliyet dışı kalsa bu âlem
tamamen bozulur. İşte bunun kaynağı da bütün esma-ı İlâhiye
yani bütün isimler mebde-i taayyunat olmak üzere, yani bu
âlemlerin kaynağı olması itibariyle, Zâtiye-i umumiyeden ibaret
olan yani umumi Zât’i Rahmetten ibaret olan vücud-u mutlak yani
bu mevcut olan vücut Cenâb-ı Hakk’ın Zât-ı Mutlak tabirinin bir
başka vücud-u Mutlak tarifidir.
Vücudsuz bir vücud, yani bizim anladığımız ma’nâda beşeri
ma’nâda bir vücud mevcud varlık değil, Cenâb-ı Hakk’ın kendi
mutlak vücudu, hiçbir kayıt gözetmeksizin ne lâtif ne kesif, ne ruh
ne nur, onlardan da yukarıda olan onları da meydana getirmiş olan
vücud-u mutlaktır. Mutlak varlıktır. Zât-ı Mutlak diye de ifade
ediliyor. aslında biz de aynı şeylerdeniz. Cenâb-ı Hakk bütün bu
âlemde vücud-u Mutlak olarak geniş tek sahasında kendisi vardır,
ama bu âlemin varlığında olan bizler dahi kendimize ait bir vücud-u
mutlağımız vardır. Her birerlerimizin bâtında böyle mutlak
vücudumuz vardır.
291
İşte o Mutlak vücudumuz olmazsa beşer vücudumuz zâten
ortaya gelmez, mutlak vücudumuz bu vücudun kaynağıdır. Bütün
esma-ı ilâhiye bize ait olan esma-ı ilahiye, bizdeki mutlak vücuda
monte edilmiş yani oraya aktarılmıştır, kopyalanmıştır. İşte bizim
de hayatımız o vücuttaki program üzere gelişiyor. Ne kadar
yaşayacağız, işte nasıl bir hayat süreceğiz ne cinsiyette olacağız,
gibi vücud-u mutlaktaki programın görüntüsüyüz şuhud-u
vücudda. Bu şuhud-u vücud yani müşahade edilen vücud, bir de
vücud-u izafi dediğimiz ruhsal tarafımız vardır, izafi yani
isimlendirilmiş, var ama göremiyoruz, göremiyoruz ama vardır.
Göremiyoruz diye yok diyemeyiz. Meselû şu anda hepimiz
düşünüyoruz, hepimiz bir şeyler düşünüyoruz, yani akıl sahibiyiz
aklımızı görebiliyor muyuz, aklımızı göremiyoruz ama aklımızın
varlığından şüphemiz var mıdır? Yok hep bunda müşterekiz,
aklımız var, ve biz bu akla şahit oluyoruz. Ne ile şahit oluyoruz,
fizikiyle değil yaptığı işlerle şahitiz. Eğer bu aklımız olmazsa buraya
gelip bu adresi bulamayız. Burada bu sözleri dinleyemeyiz. Kendi
hayatımızın varlığını bilemeyiz. Aklımız olmasa kendimizi unuturuz.
Ben kimim diye sorarız, yanlış işler yaparız başka adrese gideriz,
göremediğimiz halde biz aklımızın varlığına şahit oluyoruz. Neden
faaliyeti ile şahit oluyoruz.
Nurumuz var, Ruhumuz var, bunlar lâtif şeyler, gözün göreceği
şeyler değildir, ama varlığını müşahede ediyoruz şeksiz şüphesiz
ruhumuzun olduğuna inanıyoruz. İnanmaktan öte müşahede
ediyoruz. Çünkü hayatımız onunla eğer ruhumuz olmazsa bu
hayatımız olmayacaktır. Nurumuz var değil mi, nurumuzu
görebiliyor muyuz, göremiyoruz, ama biz o nur ile görüyoruz. Nuru
göremiyoruz ama biz onunla görüyoruz. Bir nefsimiz var nefsimizin
farkında mıyız görülür bir şey değildir, ama var bize her türlü
duyguları her türlü kuvveti bizim üzerimizde tasarruf ediyor.
Ancak biz aklımızı eğitip de gerçek ma’nâda irade sahibi olur
da, bu vücudun hâkimi olursak o zaman nefsimiz bize bir şey
yapamaz, kendi istikametinde bizi yönetemez. Ama nefsimiz
aklımız eğer irade sahibi olamamış ise, aklımızı yönetici olarak
yapamamış isek, beden mülküne o zaman nefis geliyor, paşa paşa
tutuyor onu elinden kolundan, istediği yere götürüyor. Yiyelim
içelim gezelim kalkalım, ibadete gelince yaparız, yaparız, biraz
yaşlanınca daha sonra yaparız, deyip bizi oyalayabiliyor.
O halde bu dört yönümüz görülmediği halde, ama biz onların
varlıklarını müşahede ederek hiç bir şekilde şüpheye düşmeden
varlığını kabul ediyoruz. İşte bu izafi vücuttur. Vücud-u Mutlak ise
bütün bunları meydana getiren ve kaynağı olan hiçbir şekilde tesbit
edilmesi mümkün olmayan bir vücutlarımız vardır. İşte Cenâb-ı
Hakk’ın da burada bahsettiği bütün esma-ı İlâhiye mebde-i
taayyunat olmak itibariyle, yani bu âlemlerin kaynağı ve başlangıcı
olmak itibariyle rahmet-i zâtiye-i umumiyeden ibaret, yani umumi
292
Zât’i rahmetten ibaret bulunan vücud-u mutlakta, bu bahsettiğimiz
görünmeyen bilinmeyen sadece varlık olarak bilinen, ama mevcut
varlık olarak değil, ilmi bir varlık olarak bilinen Mutlak Vücutta
müstağrak idiler. Yani orada sessiz sedasız orada gark olmuşlardı
kaynakta idiler. Bu daha evvelki sohbetlerde Rahmetten bahsetmişti onun izâhını yapıyor, Rahmat-i Zâtiye ve Rahmet-i Sıfatiyye
diye Cenâb-ı Hakk’ın bu âlemlerde iki umumi rahmetinden
bahsetmişti, Rahmet-i Zatiyye, Rahmet-i Sıfatiyye bu Rahmetleri
de ikişer bölüm olarak yani Rahmeti dört bölüm olarak ayırmıştı,
burada ondan bahsediyor.
Vaktaki rahmet-i rahmani olan yani Rahmanın Rahmeti olan
nefes-i rahmanî ile tecellî-i ilâhî vâki' oldu; Yani vücud-u Mutlak
zuhura çıkmayı murad etti, tecelli-i İlâhi oldu, esmâ suretleri,
hazret-i ilmiyyede peyda ve yek dîğerinden farklı oldu. Yani
yukarıda bahsedilen isimlerin suretleri hazreti ilmiyede yani Zât-ı
Mutlağın ilk zuhura gelme hali ilim mertebesinde ilmi varlıklar
olarak fiziki varlıklar olarak değil, ilmi varlıklar olarak hazreti
ilmiyede peyda oldu yani meydana geldi. Ve bu meydana geldiği
zaman bunlar da yek diğerinden artık bu âlemde ayrılmış oldular.
Yani Zat-ı Mutlak’ta bütün esma-ı İlâhiye bir bütün iken ve
orada zıtlıklar yok iken asılları zıt ama faaliyet olmadığı için zıtlıklar
yok iken, ne zaman ki Rahmet-i Rahmani, yani Rahmaniyet
mertebesinin rahmeti olan nefes-i Rahmani ile tecelli-i İlâhi vaki
oldu, orada faaliyete başladı, nefes-i Rahmani dendi bütün bu
âlemlere cenâb-ı hakk kendi Zât’ından olan Rahmetini yaydı. İşte
gadab ve Mudil bu Rahmetin içindedir, ama rahmet hepsini
kapsamına almış vaziyette asıl Rahmet bu âlemde. Gazab
Rahmetten sonra meydana gelmektedir. Vaktaki Rahmet-i
Rahmani olan nefes-i rahmani ile tecelli-i İlâhi vaki oldu, Allah’ın
ilâhi tecellisi meydana geldi suver-i esmaiye yani isimlerin suretleri
yani “Kadir” isminin sureti ne olacak “Vehhab” isminin sureti
faaliyet sahası ne olacak.
Esma-ul Husna’yı duvarlarımıza asıyoruz, muhabbetimiz var
orada her bir isim, isim olarak vardır. İşte bu bahsedilen yer o
isimlerin hakikatlerinin suretlenmiş halinin meydana gelmesidir.
İlmi ma’nâda suretlenen Esmâ-ı İlâhiyeler programlarını aldıkları
görevleri programları ile evvelâ âlem-i misalde lâtif hale
bürünmekte, ondan sonra onun yansıması olan aksi olan meydana
gelmiş halleri de, hazret-i şehâdette yani bu müşahede âleminde
fiziki ve fiili olarak ortaya gelmiş olmaktadır. İşte bu âlemlerin
yaşantısı bu şekilde oluşmaktadır, hiçbir şey gördüğümüz gibi o
kadar basit değildir.
Her şeyin ilm-i ezeliye dayanan bir serüveni var bir süreci var,
biz görüyoruz işte ağaç çiçek açtı, meyve verdi ama o aşamaya
gelinceye kadar ne yollar kat edilmiş oluyor ilm-i İlahiyeden sonra.
293
Hazret-i İlmiyyede bunlar peyda oldu ilim hazretinde ve yek
diğerinden mütemeyyiz oldu yani diğerleri birbirinden ayrılmış oldu
Ve Hâdî ismi ism-i Mudıll'den ayrıldı. İmdi bu farklılaşma
sonradan olduğundan, dalâl üzerine tertip edilmiş olan gazab dahî
sonradan olur; ve rahmet gazabı örtmüş bulunur. Yani Rahmet
ondan evvel olmuş olur. ezelde rahmet gazabı geçmiş olduğu gibi
gelecek de de gene Rahmet gazabı geçecektir, kaplayacaktır yani
örtecektir yani hükümsüz bırakacaktır. O halde ezelde gazab yok
gelecekte de gazab yok, gazab görülen orta haldedir, yani belirli
bir sürenin içerisindedir.
İşte bir gün diyor ya mü’minlerin gireceği cehennem günahları
bittikten sonra çekilecek Rahman ayağını cehennem üzerine
basacak cehennem diyecek ki yetti, yetti tamam ve ondan sonra
cehennemde kereviz otu bitecek cır cır otu bitecek, yani cehennem
yeşillik olacak, ot bitmesi için de sulak arazi olması lâzımdır, o
zaman ateşlik hususiyeti tamamen kalkmış olacak neden çünkü
arizî gadab ve dalâl arızî ama, Rahmet Rahman ebedi ve ezelidir.
Ancak ehl-i küfrün cehennemi yani onlara yapılan gadab biraz daha
uzun sürecek ama neticede onlar da artık orada kaldıkları süre
içerisinde oraya alışmış olacaklar ve onların gıdaları da ateş
olacaktır.
Nasıl ki o tezek içerisinde böcekler vardır, onu yuvarlarlar kışa
hazırlık yaparlar, onun cenneti de orasıdır, o koku onun cennetidir.
Ama bir başka böcek onun yanına yaklaşmaz. Ama oradakier
böceklerin rızkının yanına yaklaşmaz. İşte birine cennet olan
diğerine cehennem olmaktadır. Ama ehline hepsi cennettir.
Cehennem de ehline cennettir, cennetten kasıt rahat etmek
değilmidir, onlar da onun içinde rahat ettikleri için kıyasen diğerine
cehennem gibi gözüken onun cenneti olmaktadır. O halde bunlar
hep kıyasi olmakta mutlak olarak hiçbir şey yoktur, birinin mutlak
olanı diğerinin mutlak olmayanı, olmazsa olmazı ama, aynı şey
diğerine göre artı, aynı şey diğerine göre eksi olmakta, yani bu
âlem görecelidir. Göreceliye göre iyi doğru işte yüksek alçak gibi
şeyler ama tevhid ehline göre bunların hepsinin yeri vardır bunların
hiç birisini inkâr etmezler.
Zira ezelin ezelinde bu suretle rahmet asıl olduğu gibi, ebedde
dahî sabıktır. Yani geçmişte rahmet ebedi olduğu gibi, gelecekte
dahi rahmet asıldır. Yani gelecekde dahi rahmet vardır. Çünkü ya
dalâli mûcib olan perdelerin kaldırılması ve bozulması veyahut
tevhîd-i zât nurlarının zuhurunda, taayyünât-ı eşyanın zevali ve
tecelliyât-ı ilâhiyyenin kendi asıllarına rücû'u sebebi ile meâl
(geriye dönme) yine Rahmân'adır.
‫اﻟﺮﱠﺣ ِﻴﻢ‬
ِ ‫ﱠﲪ ِﻦ‬
َْ‫اﻟﻠﱠﻪ اﻟﺮ‬
ِ ‫ْﺑِﺴِﻢ‬
294
Mâsivâ-yı Hakk'ın kâffesi "dâbbe"dir; zîrâ zîrûhtur. Vekendi nefsiyle hareket eder bir şey yoktur; o ancak kendi
nefsinin gayriyle hareket eder: Binâenaleyh, o şey, sırât-ı
müstakîm üzerine olan şeyin hükmüne tebaiyyetle hareket
eyler; zîra sırat, ancak üzerinde yürümekle sırat olur (7),
Ya'nî umumi örfte, yani Hakk’ın sisteminde yaşanan bu âlemde,
Hakk'ın gayri dediğimiz şeylerin tamamı aslında Hakk’tan gayri
hiçbir şey yoktur, ancak bir şey zuhura çıktığı zaman gayr
hükmünü almaktadır. Kendi varlığında mevcut iken “AYN” yani aynı
hakikati, ama zuhura çıktığı zaman “GAYRI” olmaktadır. Meselâ bir
ressamın ressamlığı kendi ayn’ında iken aynı, yani kendi varlığında
iken ressamlığı bilgisi aynı, ama ne zaman ki bir tuvale bir resim
yaptı o onun gayri oldu. Yani kendi varlığının dışına çıktı, “GAYR”
oldu. Ama aslında o “gayr” denilen şey “ayn” nın aynından başka
bir şey değildir.
Zuhura çıktığı için gayr ismini aldı. Ama o resim aslında ressamın ta kendisidir, çünkü ressam olmasaydı o resim olmayacaktı.
Yani ressamın ayn’ı yani hakikati olmasaydı, o resim zuhura
çıkmayacaktı. İşte örf-ü umumide yani umumi anlayışta, insanların
genel bakışta Hakk’ın gayrı dediğimiz şeyler, ama aslı öyle mi
acaba yani genel ma’nâda anlaşılan, belirtilen şeyler, hakkın gayrı
ağaç, toprak, taş, hava, kuş, kanat, dediğimiz şeylerin hepsi yani
bütün bunların hepsi, ister madenlerden olsun, ister nebat olsun,
bunların hepsinin aldığı isim “DABBE” ma’nâsındadır. Dabbe den,
debelenen iki ayak üstü hayat sahibi, olan varlık kasdediliyor.
Kıyamete doğru çıkacak olan Dabbe, Mudil isminin güçlü
zuhurlarından olacak bozgunculuk yapacak. İster cemâd olsun,
ister nebat "dabbe "dir. Çünkü cümlesi ruh sahibidir; bu ruh
onların kendi mertebelerindendir. İnsan ruhu bunların üstünde bir
başka yerdedir, ve onların ruhları, esmâ-i ilâhiyyeden birer isimdir;
Yani Ruh-u A’zâm’dan değil, esma-ı İlâhiyeye bağlayan hayat türü
bir ruhtur. ve Hak o isimler ile onlarda zâhirdir; böyle baktığımız
zaman âlemin Hakk’tan ayrı bir şey olmadığı, böylece de anlaşılmış
oluyor. Evvelâ örfi olarak o anlayışı veriyor, cemat, nebat, denilen
şeyler Hakk’ın gayrı ama, bunlar Dabbe hükmünde olduklarından
dabbe de, hayat sahibi olduklarından ve her bir esma-ı İlâhiyenin
bir ismini zuhura getirdiklerinden, ve Hakk o isimler ile, isimler de,
Hakk’a ait olduklarından, o halde gayr dediğimiz şeyler, Hakk’ın
orada, o mertebeden tecelli ve zuhur etmiş olduğu halidir.
ُ‫َﺧﻠََﻖ اﻟﻠﱠﻪ‬
‫ﻨِﲔ‬
َ ‫ذَﻟِﻚ ﻻَﻳ َ ﺔً ﻟِ ُﻠْﻤﻮء ِْﻣ‬
َ
‫َﻖ ا ِ ﱠن ِﰱ‬
‫ﺑِﺎﳊ ﱢ‬
ْ ‫اﻻَر َض‬
ْ ‫ات َ و‬
ِ ‫ﻮ‬29‫اﻟﺴَﱠﻤ‬
َ /44
Cenâb-ı Hakk âyet-i Kerîm’e de bir çok yerlerde
“semadaki ve yerdekileri Hakk olarak halk etti” bu âlemlerin zâhiri
halk, bâtını Hakk tır. Zâhirine bakarsak, yaratılmış olarak görürüz,
295
hakikatine bakarak düşünürsek Hakk’ın ta kendisi olduğunu biliriz.
Bunlar bir yaşam idrak anlayış, meselesidir, ama kim ne şekilde
anlarsa anlasın bu âlemlerin hakikati Hakk’tır. Orası değişmiyor. Ve
Hakk o isimler ile onlarda zâhirdir. Yani hangi varlığa baksak
Hakk’ın bir ismi orada zuhurdadır. ve o şeylerin kıyamı, yani
meydana gelişi, varlık oluşu ancak o isimlerin kayyûmiyyetiyledir.
Yani o isimlerin o varlıktaki kıyamı iledir. Kayyum yani bakıcılığı
yani devamlılık halinde yaşatacağı isimdir. kayyum ismiyledir.
Ve vücûtta kendi nefsiyle hareket eder bir şey yoktur;
gördüğümüz mevcut olan şuhudi vücutta kendi kendine hareket
eden yoktur. Zîra kendi nefsiyle mevcûd değildir; yani bu âlemde
hiçbir şey kendi kendine var olmuş değildir. Bir başka muharrik
tarafından meydana getirilmiş ise, o zaman da kendine ait de, bir
varlığı olmaz. Ama biz baktığımız zaman kendine ait elmayı,
kendine ait gibi varlıklar zannediyoruz. Halbuki bu âlemde kendi
kendine olmuş hiçbir şey yoktur, ve kendine ait o hiçbir şeyin o
şeyliği yoktur. belki kendi nefsinden gayri bir vücûd ile hareket
eder gördüğümüz bu âlemdeki varlıklar.
Binâenaleyh o şey, kendisinin mazhar olduğu ve sırât-ı
müstakim üzerinde bulunduğu, Rabb-i hâssı olan ismin hükmüne
tabi olarak yürür. Daha evvelki sohbetlerde Hud (a.s.) dan
bahsetmişti
‫ﺘِﻬﺎ‬
َ َ ‫ﺑِﻨَﺎﺻﻴ‬
ِ ‫ﻣِ ْﺎﻣﻦَدا ٍۤﺑﱠﺔ ا ِﻻ َُﻫﻮ ِاَﺧٌﺬ‬11/56
َ Rabları onların
nasiyesinden tutup götürmektedir. Kendilerince bir şeyi yok, bakın
kendileri gider demiyor. Yani kendini kontrolünde tutan esma-ı
ilâhiye olan ismin hükmüne tabi olarak yürür.
Ve sırat, üzerinde yürünmekle sırat olur, yol olur. Bir yol
yapılsa da üzerinde yürünmese ona yol denmez, ama küçücük bir
patika olsun, toprak üzerinde yürünsün, işte o asfalt yoldan daha
değerlidir. İmdi o şeyin hareketi, yani her hangi bir varlığın
hareketi mademki tebaiyyet hükmüyle vâki' olur, yani bir şeye tabi
olarak meydana çıkar, o halde onun hareketi zayıf harekettir; zîra
hareket-i arızadır, hareket-i zâtiyye değildir. Yani zayıf bir
harekettir, çünkü kendine ait değildir, hareketi arizî yani başkası
tarafından hareket ettirilmektedir, zâtından olan hareketler
değildir, gördüğümüz bütün varlıklardaki oluşumların kaynağı
kendinden değildir.
Ve bu hareket ile, o şeyin kabiliyetinde müteayin olan Hak, ona
mahsûs olan kemâlin müntehâsına, yani nihayetine çeker ve
onunla beraber seyreder. Yani o programda elma olmak varsa o
programı kemâline kadar götürür, ve onunla beraber de seyreder.
O varlıkla beraber de, o ism-i hass seyr eder. Hani müdebbiridir
tedbir edicisidir koruyucusudur, yürütücüsüdür dedi ya, işte o ism-i
ilâhiyenin melekeleri onun emrinde, o ismin emrinde kendisine
hangi zuhur tahsis edilmişse, hangi zuhurda tasarruf oluyor ise
296
melâike-i kirâm da orada yapılacak olan her şeyi gece gündüz,
salise eksiltmeden, aksatmadan, onun üzerindeki bina, yani
yenilenmelerini temin ederler.
Ağacın üstünden elmanın biri olgunlaşır düşer, yavaş yavaş
küçükler büyür, ta ki müddeti süresi zamanı gelinceye kadar,
havalar soğuğa dönünceye kadar.
Bu surette o şey, kendisinde hiçbir tasarruf olmayan o şey Hak
ile Hak'ta hareket eder; işte ne görüyorsak bu âlemde biraz bâtını
yönden tefekkürümüz varsa, biraz idrakimiz varsa, o şeyde Hakk’ın
bir isminin zuhurda olduğunu, ve Hakk ile o ismin hakikati ile yine
de Hakk’ta, neden çünkü Hakk’ın dışında başka bir yer yok ki,
nerede olsun, âlem diyelim, gök yüzü diyelim, toprak diyelim,
hepsi bunlar Hakk’ın varlığı içindedir, Hakk’ın varlığından ayrı bir
mekân mahal tasavvur edersek, o mahal ve mekâna başka bir rab
sahib vermemiz lâzım gelecektir. Böyle bir şey mümkün mü, değil
bu neye benzer, bir çiftlik sahibinin, yüz dönüm arazisi olsun,
bunun içerisinde bir başkası gelsin, bina kursun o çiftlik sahibi onu
orada tutar mı, mümkün müdür, mümkün değildir, normalde
mümkün değildir, ama celladın biri gelirde zorbalık yaparsa o
zaman o cabbarlık olur, o Hakk’ın sistemine de uymaz. O halde
bütün âlemde ne varsa her şey Hakk ile Hakk’ta yaşar, yani
hareket eder. Eğer Hakk’ın dışında bir varlık var da gene o Hakk’ın
dışında yaşıyor dersek, biz çok yanılmış oluruz.
O zaman biz şirk ehli oluruz. Hakk ile Hakk’ta hareket eder, ve
bu hareket, Hak'la ve Hak'ta vâki' olunca, sırat ve sırat üstünde
yürüyen Hak olur. Yani mahlûk olarak gördüğümüz o şey aslında
Hakk’ın ta kendisidir, ancak allah değil, Hakk Hakk ismiyle yani bir
Esması itibariyle yürür.
Ve Hakk'a tebaiyyet hükmü ile olan
hareket dahî, seyr-i billâh olur. yani Hakk’a tabi olarak yapılan
hareket dahi bunun ismine “seyr-i billâh” derler. Yani Allah ile seyir
derler, Hakk ile seyr derler.
Şiir:
Halk sana münkad olduğu vakit, Hak sana münkad oldu
(8).
Ya'ni "halk" dediğimiz süret-i kesif", biz halk dediğimiz zaman
evvelâ insanları aklımıza getiriyoruz, ama daha geniş ma’nâda
bakıldığı zaman hâlk edilmiş bütün âlem evvelâ topluluklar
ma’nâsında insanlar, ondan sonra da bütün âlem ne varsa “halk”
tır, hâlk edilmişler diyelim. Halk dediğimiz kesif suretler sana
yöneldiği iteat ettiği vakit, muhakkak bil ki, onun mazharında yani
o halk denilen şeyin zuhurunda varlığında mazhar, yani zuhur
yerinde kendisine ait olan mahalde zâhir olan Hak sana boyun
eğmiştir.
297
Zîra mazhar zahirin aynıdır. Yani zuhur yeri mazhar meydana
çıkmışın aynıdır yani mazhar ile zâhir aynıdır. Ve mahlûkâtın
suretlerinde her bir suret, esmâ-i ilâhiyyeden bir ismin suretidir; ve
o isim, o mahlûkun sureti ruhu ve hüviyyetidir. Yani Esma-ı
Hüsnadan hangi ismin tahtı terbiyesinde ise zuhura gelen madde
olarak zuhura gelen onun ruhu ve canı o isimdir, hakikati o isimdir.
çünkü onun programından meydana geldi.
İmdi rûh o suretin âyîne-i cisminde zâhir ve celidir; yani o ismin
ruh o suretin yani o ismin hakikati olan ruh ve ma’nâsı o suretin
cisim aynasında yani varlığında zâhir ve aşikardır, parıl parıl
görülmektedir. Varlıklara baktığımızda, kedi, kuş, tavuk v.s işte
orada görülen şey her ne kadar madde ma’nâsında kuş, kelebek
ismini veriyor isek de, işte o kelebek o ismin orada parlamasından
yani meydana çıkmasından başka bir şey değildir. Yani o ismin
kelebek olarak zuhurundan başka bir şey değildir Hayy esmasının o
bölümü. Şu halde suretin teslim olması, meselâ bir kedi geldi
sizden bir şeyler bekler, ayaklarınıza dolanır, o inkiyad yani
teslimiyet o "isim"in teslim olmasıdır; yani o kedinin boyun eğmesi
değil kedide mevcut olan o esma-ı İlahiyenin size yönelmesidir. Ne
kadar güzel bir bilgi, işte insan böylece ilm-i İlâhi bilgisi ile yaşadığı
zaman gerçekten yaşamış ve bu hayat ona cennet olmuş olur, her
münasebette bulunduğu varlığın Hakk’ın o ismi ile zuhuru
olduğunu bilir, Hakk’ın varlığını bilen kimse de, zâten cennettedir.
Hem de zat cennetindedir. Ef’âl âleminde Zat cennetindedir.
Biz şu anda varlıktayız, ama bir saniye beş saniye yarım saat
sonra yok bizim için. Yok ama gelecek izafi yok, mutlak yok
değildir. mutlak yok olsa beş dakka sonra âlemde hiçbir şey
kalmaz ortada. Yok ama şu anda yok ama akış var, nehir akıyor,
nehirin bir Km ilerisindeki su şu anda bizim gördüğümüz su
değildir. O, orada daha yok, ama nehir akıyor, onun için demişler
bir nehirde iki defa yıkanılmaz, ama birisi demiş ben on defa nehre
girip çıkıyorum, aynı nehire yok demiş o senin dediğin gibi değil,
aynı nehirde iki defa yıkanılmaz, çünkü nehir akıyor, nasıl
yıkanırsın ilk yıkandığın su geçip gitti, nehir aynı ama su başkadır.
İşte bu âlemde de tecelli-i İlâhi hep devam etmekte, hiçbir an
bir anın aynısı değil, geçmekte ve gelmektedir, işte biz bu gelen ve
geçenin ortasında kalmışız, ne yapacağımızı şaşırmış vaziyetteyiz
inşeallah yerimizi idrak ederiz, sağlam basarız da yaşadığımız
anları değerlendiririz, aksi halde geçen geçiyor gelecek de belli
değildir. Anın kıymetini bilirsek biz hayatımızı tutmuş oluyoruz, anı
bilmiyor isek, ya hayelde geçmişte yaşıyoruz, ya mazide yaşıyoruz
ya gelecekte hayelde yaşıyoruz, gelecekte ne olacak geçmişte ne
olmuş derken anı kaybediyoruz, bu geçmiş gelecek ile an kayıp
oluyor ki, bizim tuttuğumuz sadece andır.
Şu halde suretin inkıyadı yani her hangi bir varlığın yönelmesi
boyun eğmesi o ismin inkıyadıdır, o ismin boyun eğmesidir. Meselâ
298
ağacın altından geçiyoruz, elma ağaçları aşağıya doğru sarkıyor,
bizim emrimizde bakın bize inkıyad etmişler, yani boyun eğmişler
biz oradan onu aldığımızda, yani bize bakın şimdi o elmanın
armudun bize sunulması değil, o esma-ı ilâhiyenin yani elmayı
elma yapan varlığın boyun eğmesidir. O varlık bize lütuf edilmemiş
olsa, esma lütfedilmemiş olsa bizim kullanışımıza kullanmamıza
verilmemiş olsa, o elmanın bir tanesine insan elinin ulaşması
mümkün değildir.
Ağacın en üst yerlerinde etrafını da dikenlerle kaplardı elimizi
uzatarak almamız mümkün olmazdı. Ama nasıl o dalar boyunlarını
eğiyorlar ve emrimize amede, yani bize inkıyad, balık tutuyoruz
balık diyor mu beni tutma, sen beni tutmaya ne hakkın var diyor
mu, kuşları tüfekle vuruyoruz, kimse bir şey diyor mu, toprağı her
çeşit makine ile işliyoruz, bir şey diyor mu, diyemiyor çünkü bize
inkıyadı vardır da ondan. Bütün âlemin insana boyun eğmesi
vardır. Bu da nereden Cenâb-ı Hakk’ın hükmü ile oluyor, çünkü
cenâb-ı hakk’ın Zât’ının zuhuru vardır insanda. Âlemdeki varlıkların
insana inkıyad etmesi aslında, bizim varlığımızda Hakk’a boyun
eğmeleridir.
İşte o ismin boyun eğmesidir çünkü suretin vücudu yani inkıyad
eden suretin vücudu kendisinde zâhir olan ismin zuhurudur. Her
hangi bir surette her hangi bir varlıkta mevcut olan o ismin
hakikatidir, zuhurudur. Ama biz o mahsule bakarak mahsulü ön
plâna çıkartıyoruz. Elmaya elmalık vasfını izafi olarak biz veriyoruz.
Hakk’ın isminin zuhuru değil, kendine ait bir şey diye bakıyoruz.
İşte aldığımız her hangi bir yiyecek, veya başka bir ihtiyacımız
verdiğimiz para sadece çalışma parası, üretim taşıma parasıdır, bir
Kg elma aldık verdik iki lira zannediyoruz ki elmanın parasını
verdik hayır, biz elma parasını değil çünkü veremeyiz, peki nasıl
aldık cenâb-ı hakk onları inkıyad ettirdiği için bizim kullanımımıza
verdiği için aldık, verdiğimiz hizmet parası sulama, taşıma ilaç
çapalama sürme parasıdır, elmayı oluşturan fabrikanın parasını
vermedik veremezdik de. Bütün kazancımızla onu almaya çalışsak
paramız yetmez.
Üretim için bir güneş lâzım güneş sistemi lâzım dünyanın
döndürülmesi lâzım su lâzım, işte bir elma tanesi bu güneş sistemi
içinde oluşuyor, sıcaklık ayarı bozulsa, bütün âlem donar hava
olmasa yine ölür canlılar, bunlar ne kadar büyük bir denge içinde
olmaktadır. İnsanın onları meydana getirmesi mümkün mü, işte
bunun ödenmesi sadece ibadet ile mümkündür. O da namaz
bahsini ilgilendiren bir konudur.
Şimdi ruh o suretin cisim aynasında biz ayna zannedilinca cam
ayna zannediyoruz, o aynanın aynısıdır, yahut aynanın aynasıdır,
bütün bu gördüğümüz âlemde vücudlar, mevcud olan varlıklar
elmanın vücudu, portakalın vücudu, yani mevcudiyeti onların
kendisi asli aynadır. Bakın asıl aynadır, neden esma-ı ilâhiyeyi
299
ortaya çıkartıyor, hem de üç boyutuyla diğer sunni aynalar ise o
aynayı aksettiren aynalardır. Yani asli aynayı aksettiren sun’i
aynalardır. Esas ayna bu âlemin varlıkları, insan da olağan üstü bir
aynadır. Diğer aynalar normal ayna yani madde ve malzemeyi
ortaya çıkarıyorlar ama, insan Allah isminin aynasıdır.
Şu halde suretin inkıyadı yani boyun eğmesi o ismin inkıyadıdır
boyun eğmesidir tâbi olmasıdır, çünkü suretin vücûdu, kendisinde
zâhir olan ismin ruhudur özüdür hakikatidir.
Ve eğer Hak sana itaat ederse, bazan halk sana itaat ve
inkıyâd etmez (9).
Ya'nî senin mazharında zâhir olan Hak sana boyun eğen olduğu
vakit, mahlûkların sana teslim olması lâzım gelmez. Zîrâ sana
boyun eğen Hak sende zâhir olan Rabb-i hâsstır; ve o da esmadan
bir isimdir. Ve sair mahlukta zâhir olup, onlara boyun eğen olan
Hak ise, onların Rabb-i hâssları olan esmadır. Binâenaleyh senin
Rabb'in sana boyun eğen olmakla, sair Rabb'lerin sana teslimiyeti
lâzım gelmez; ve Erbâb-ı Sâire (diğer rablar), sana teslim olan olmayınca, onların mazharları olan mahlûkunda teslimiyeti gerekmez
Meselâ senin Rabb'in ism-i Hâdîdir. Ve senin mazharında tecelli
eden olan Hak, bu hususi zâhir olma hükmü ile sana boyun
eğmiştir. Ve bir diğerinin Rabb'i dahi ism-i Mudill'dir; Ve onun
mazharında tecelli olan Hak dahî, o hususi zâhir olma hükmü ile o
kâfire boyun eğen olmuştur. Binâenaleyh Hak böylece ikinize de
boyun eğen olmakla, sizin de birbirinize teslim olmanız lâzım
gelmez; çünkü her birinizin hususi rabbı olan isim, sizi kendilerine
mahsûs olan kemâle sevk eder.
Halbuki birinin kemâli hidâyette, diğerinin dalâlettedir. Burada
insan inkıyadından bahsediyor, önceki inkıyat bütün âlemlerdeki
varlıkların insana inkıyadı yani tabi olması idi, burada ise bahsettiği
inkıyad yani boyun eğme rabb-ı hasları yönünden insanlar
arasındaki farkı, meselâ diyor ki, ism-i Hadi’nin mazharı olan bir
kimseye Hâdi ismi inkıyad eder, Hadi isminin diğer zuhurları ile
birlikte olur, yani onlar birbirleri ile ünsiyet ederler. Ama Mudil
isminin hükmü altında olan bir varlık ise o diğer hâdi isminin
tesirinde olan mahalle inkıyat etmez boyun eğmez.
Çünkü o da kendi ism-i hassı olan Mudil’e inkıyat eder.
Dolayısıyla genel varlıklar bütün insanlara inkıyad etmekle birlikte
kafir olsun Mudil olsun hadi olsun, elma hepsine inkıyad eder.
Ekmek demez ki, neden bu yapılan gıdalar Rahman ismi hakikatin
den âlemlerin hepsine rahmeti vardır. Cenâb-ı Hakk mü’minlere
mü’min oldukları içinmi, rızık veriyor yağmur yağdırıyor değil,
Müslüman oldukları için yağmur yağdırmış olsa ama aynı yağmur
batıya da yağıyor, küfür ehline de yağıyor, ataistlere de yağıyor,
işte bu hükümde bütün insanlar inkarcı olsun tasdikçi olsun, neden
300
Rahmet-i Zât’iyeden gelen Rahmetle, yani Cenâb-ı hakk’ın
Zât’ından gelen bir Rahmetle, hiç ehl-i küfür ehl-i iman ayırmadan
bütün varlıklar onlara inkıyad etmiş boyun eğmiş yani emrine
verilmiş oluyor.
Ama hususiye gelindiği zaman insanların birbirleri ile karşılıklı
halde, işte meşreb dedikleri şey budur. Kimler hangi rabbın
tesirinde iseler o meşrebtekiler, daha yakın oluyorlar birbirlerine,
zıt isimde olanlar da, onlar da birbirlerine yakın oluyorlar. Bunlar
birbirlerini kabul etmiyorlar. İşte böylece esma-ul Hüsna arasında,
insanlar arasında boyun eğmeler, hususiyette değişik oluyor. Ama
asılda ise, genele bakıldığı zaman, bütün Esma-ı ilâhiye insana
inkıyad etmektedir, yani boyun eğmektedir. Yani Cenâb-ı Hakk
bütün esma-ı İlâhiyenin zuhuru olan bu âlemleri, Zât’ının zuhuru
olan insana ve İnsân-ı Kâmil’e boyun eğdiriyor. Ve de onlar
severek bu işi yapıyorlar, çünkü mir’ac kanalı insandan geçiyor.
Bütün varlıkların, hakikatleri kendi esma-ı İlâhiye hakikatlerine
insanın içinde hercümerç karıştıktan sonra, insanla insan olduktan
sonra, bakın bir müddet evvel yediğimiz pastalar börekler çaylar
belirli bir süre sonra insan olacaklar varlığımızda bize dönüşecekler, işte insan kendisine gelen bütün yediği gıdaları maden olsun,
bitki olsun, hayvan olsun, insana döndürüyor. İnsan kemâlâtına
ulaştırıyor kendi şahsında, biz de onlardan aldığımız gıdalarla aman
yarabbi diye, Elhamdülillâhi, diye hamd ettiğimizde işte biraz evvel
lâhana prasa elma olarak yediğimiz, o gıda ruhu itibariyle özü
hakikati itibariyle lisana dönüştürülüyor, ma’nâ ve ruh olarak
tekrar Hakk’ın huzuruna çıkmış oluyor. Bunu da ancak insan
yapıyor, başka hiçbir mahlûkatta bu güzellik bu hususiyet yoktur,
işte böyle bir değer sahibiyiz, inşeallah bunları bilir idrak eder ve
bu şekilde yaşamımızı sürdürürüz. Süremiz doldu yine cihazı
kapatalım.
------------------19.04.2012, Perşembe, Umresinden küçük bir aktarma.
Sabah namazına gitmek. Gelip kahvaltı etmek sonra Ka’be’ye
gidip üst katta resim çekmek. Orada oturan bir hanımdan bizlerin
resmini çekmesini ricâ ettik, daha sonra ismini sorduk, Tahranlı
(Ferişteh/Melek) olduğunu söyledi, tefekkür ettik ayrıldık. Daha
sonra öğlen namazına çıktık, daha sonra ikindi için hazırlandık,
daha sonra arka tarafı dolaştık, sonra akşam, sonra yatsı, sonra
gece (111) odada sohbet;
Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Cilt. 2-Hûd Fassı S. 312
(54) bölüm: Mevzu ile ilgisi dolayısı ile ilâve etmeyi uygun gördüm.
“Şimdi işini yarım bırakan, işini tam olarak yapan
kimseyi geçemez. Aynı şekilde ecîr kula benzemez. Ve Hak,
kul için bir yön ile koruma olduğunda ve kul da, bir yön ile
301
Hak için koruma olduğunda, sen kevn hakkında ne istersen
de! Eğer istersen kevn, halktır dersin ve eğer istersen kevn
Hak'tır dersin. Ve eğer istersen, kevn, Hak olan halktır,
dersin. Ve eğer istersen, her yönden Hak değildir, dersin. Ve
eğer istersen, her yönden halk değildir, dersin. Ve eğer
istersen kevn hakkında "hayret" ile kâil olursun (54).”
Yânî "câze; yecûzu" yânî “câiz; câizdir” ve "kâne ve
yekûnu" yânî “oldu ve olur” ile ömrünün sonuna kadar uğraşan
sarf ve zarf ehli ve eşyânın dış görünüşü ile meşgûl olan ve
ellerinden geleni gösteremeyip işlerini yarım bırakanlar, eşyânın
özüne nâzır olup kemâlât tahsîlinde elinden geleni gösterip işini
tam olarak yapanları geçemez. Ve bir efendinin ücretle tutulmuş
hizmetçisi ile kölesi müsâvi değildir. Çünkü birinin nazarı ücrete,
diğerininki
ubûdiyyetedir. Bundan
dolayı
câhilin
ameli,
cehennemden kurtulmak ve cennete nâil olmak içindir. Âlimin
ameli ise, bu fikirlerden ârî olarak, katıksız ibâdete müstehak
olduğundan dolayı, Hakk'a ibâdet etmiş olmak maksadına
dayanmaktadır.
Ve kul, a’demi-yokluksal işlerden olan kendi sıfatına taalluk
eden noksanlıkların ve zemm edilmişlerin kendine nisbeti
gerektirdiğini bilip, onları kendine nisbet ederek nefsini Hakk'a; ve
aynı şekilde vücûdi işler olan Hakk'ın sıfatına taalluk eden
medihlerin ve kemâlâtın ona nisbeti gerektirdiğini bilip,
kendisinden çıkan medh edilmişleri ve kemâlâtı Hakk'a nisbet
ederek Hakk'ı kendi nefsine koruma ve siper edindiğinde; istersen
bu kevne ve bu halk âlemine, zâhir ve noksân sıfatların mahalli
olması îtibârıyla "halk" dersin.
Ve istersen, bâtın ve Hakk'ın kemâli sıfatlarının zuhûr mahalli
olması i’tibâriyle "Hak" dersin. Ve istersen bâtın ve zâhir ve kemâl
sıfatları ve noksanları câmi’ olması i’tibâriyle "Hak olan halktır"
dersin. Ve istersen "zâhir yönünden Hak değildir, çünkü bu yönle
halktır ve bâtın yönünden halk değildir, çünkü bu yönden Hak'tır"
dersin. Ve istersen bu kevn hakkında "hayret"te kâil olup cenâb-ı
Sıddîk-ı Ekber (r.a.)ın buyurduğu vech ile “aczini idrâk, idrâkın
ta kendisidir” dersin. Çünkü kevne bakıp acz sıfatı ile vasıflanmış
olduğunu ve kendisinde hâl-i infiâl yâni fâilin fiilini kabûl edici hâl
bulunduğunu görür, "Hak" diyemez ve kudret sıfatıyla vasıflanmış
olduğunu ve kendisinde fâil oluculuk olduğunu görür, "halktır"
diyemez, "hayret"e düşer. Nitekim Hz. Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı
Mekkiyye'nin başlarında buyururlar: Şiir:
Tercüme.
"Rab Hak'tır. Ve hakîkat nazarı ile bakılınca kul da Hak’tır.
Mükellefin kim olduğuna şuûrum ve vâkıf oluşum ola idi ne
olurdu!
302
Eğer kuldur desem, o ölüdür ve yoktur. Ve eğer Hak'tır
desem, teklîf olunan nerde?"
NOT= yukarıda ki şiir (hakîkat) mertebesi itibariyle olan bir
bakışı ifade etmektedir. Çünkü orası “fenâfillâh” mertebesi
olduğundan kula yer yoktur.
------------------04.06.2013 Salı. Ene ve ente/ben ve sen sohbeti.
“Ene”nin başlangıcından “ente”ye, “ente/sen”den de bireysel
ya’nî beşerî “ente”ye gelmiştik. İşte bu beşerî “ente” dediğimiz
beşeriyyet mertebesi i’tibârı ile kişi sorumludur. Gerçi her
mertebede belirli bir sahaya kadar sorumluluk vardır, ancak
burada kişi kendisini ayrı gördüğünden dolayı, ve bu mertebe ikilik
yeri olduğundan, ya’nî inananlar îman ehli, inanmayanlar ise küfür
ehlidir, ve ikilik mutlak olarak bu mertebede geçerlidir. Bu mutlak
geçerlilik ise genele âit olan bir mutlak geçerliliktir, bu genelin
içerisinde olan ve eğitim ile kendi hakîkatine doğru yol almaya
başlayanların üzerinde geçerli değildir çünkü bu durumda belirtilen
sahanın dışına çıkılmaktadır.
Kişilerde işte bu belirtilen beşerî mertebe i’tibârı ile nefsî “ente”
olmaktadır, bunun bir ilerisi izâfî benlik, bunun da hakîkatinde ise
ilâhî benlik ya’nî ilâhî “ente/sen” olmaktadır. Bu da Cenâb-ı
Hakk’ın zâtının zâtî tecellîsidir ki, bu hâl seyr ü sülûkta ikinci sefer
olarak belirtilmektedir.
Kişi, beşerî kimliği ile “ente”ye geldiğinde hayâtını kendisini
Hakk’tan ayrı bir mahlûk gören anlayışla sürdürmeye başlamaktadır. Zâhiren şerîat mertebesinin hükümleri bu kişilerin üzerlerinde
mutlak olarak geçerlidir, ya’nî namazların kılınması, oruçların
tutulması, İslâm’ın beş şartının kabûl edilmesi ve bu istikâmette
hayâtın sürdürülmesi emr-i teklîfi olarak bu kişilerden istenmektedir.
Kişi, eğer sâdece bu mertebe içerisinde hayâtını geçirip sona
erdiriyorsa, bu mertebenin onun üzerinde mutlakiyyet kazanması
zuhûra gelmiş olur, ya’nî o kişinin artık ebedî olarak ilâhî “ente”ye
ulaşması mümkün olmaz. Bu kişi kendi beşerî “ente”siyle ya’nî
“ene”siyle ebedî olarak hayâtını sürdürür ve Hakk’tan uzak olur,
isterse cennet ehli olsun. Cennet ehli olmak Hakk ehli olmak
demek değildir.
İşte “kazâ ve kader” mevzûunda yukarıda belirtilen îzâhlar çok
önemlidir. Bu bilgi bilinmez ise ya’nî kişinin eneiyyeti nerede
başlıyor, “ente”si nerede başlıyor ve nereye kadar sürüyor, işte
bunlar bilinmez ise “kaza ve kader“ hükmünün doyurucu bir
şekilde, her mertebesiyle anlaşılıp yaşanması mümkün olmaz.
Evvelâ kişi kendisini tanımalı ki hangi mertebelerde vardır, hangi
mertebelerde yoktur, hangi mertebelerde hüküm nedir, işte bunları
303
bilecek ki kendi a’yân-ı sâbitesini ya’nî hayât seyrinin nerelerde
hangi hükümlere tâbi’ olacağını bilsin.
Bu sahada ef’âl mertebesinde olan beşerî “ene”ler ve “ente”ler
kul olarak hükmen ancak mutlak var kabûl edilmektedir. Bu kabûl
ediliş ise belirttiğimiz şekilde hüküm olaraktır, işin aslında kul
hiçbir zaman yoktur.
Bu sahadaki beşerî anlayışta varız, peki nasıl varız ya’nî bu
beden bizim değil, biz yapmadık; Cenâb-ı Hakk lâtîf olan ilâhî
isimlerini ortaya getirecek bir mekân bize verdi, ve biz o mekânı
kendimiz zannettik.
O halde biz neyiz?
Tefekkür dediğimiz, düşünce dediğimiz şeyden ibâretiz sâdece.
Biz toprağa vurduğumuzda toprak bize “Dur! Vurma bana“ demez,
ancak bir insana vurduğumuzda “bana vurma“ diye tepki verir,
çünkü akıl baştadır ve onu koruyordur ve o tepkiyi de korumak için
veriyordur.
Ve hüküm olarak da var kabûl edilen bizim aklımızdır aslında.
Cenâb-ı Hakk hitâbını bizim aklımıza yapmaktadır, bedenimize
değil çünkü din akla gelmiştir.
İşte şartlanmış bir bakışla bu bedene bakarak onu “ben” olarak
kabûl ediyoruz ve o gördüğümüz maddeyi “ben” zannediyoruz,
oysa “ben” dediğimiz bizim aklımız’dır sâdece. O kimliği aklımız
alıp düşünebilmektedir. Genel olarak bunu bilmeyen insanlar
madde bedeni var kabûl ederek onu “ente/sen” olarak almaktadır
ki nefsî benlik budur. Bu şekilde düşünce içerisinde o madde
bedene gelen her türlü zarar da o kişiyi incitmektedir çünkü
kendisini o kabûl etmiştir. Kabre girdiği zaman dahi o nefs onun bir
karış üzerinde ondan ayrılmıyor çünkü bir ömür boyu madde
bedeni kendisi zannetti ve ona âşıktı, kabirde de o şekilde zannetti
ve orada o madde bedene gelecek her türlü zararında ıztırabını
çekti. Bu durum îmânı zayıf olanlar için böyledir, îmân ehli ise
açılan bir pencereden cenneti seyretme zevkinden o madde
bedenin toprağın altında dağılıp çözülmesinin ve böcekler
tarafından yenilmesinin acısını duymadı.
Bu nedenle insan şerîat mertebesinde mutlak olarak vardır ve
bütün kendisine düşen görevlerini yapmakla mükelleftir.
Kişi sâdece lafzî olmayan güzel bir eğitimle seyrini yukarıya
doğru sürdürmeye başlarsa hayâta bakış ve fikir tamâmen
değişmeye başlar. Şerîat mertebesinden “ben varım, sen varsın”
derken bu değişimle berâber “sen yoksun” denmeye başlanır. İşte
izâfî benlik burada yavaş yavaş devreye girmeye başlar.
“Bu madde beden senin bineğindir, aslın olarak sen ilâhî
isimlerden meydana gelmiş bir terkipsin” düşüncesi kişide
304
yerleştiğinde kişide inkilâp olmuş demektir. İpek böceğinin kozasını
delerek uçmaya başlama çabalarının yeri burasıdır. “Ente” ile
sonuna kadar sarılan koza açılmadıkça ve “rahâtız hamdolsun”
diyerek hayâtımızı sürdürüyorsak eğer, birileri gelir kozanın içinden
çıkamayan ipek böceğinin koza ile berâber kaynar suya atıldıktan
sonra ondan başkalarının yararlanması gibi bizden yararlanır.
İşte nefsimiz bizi kozamız ile berâber kaynar su cehennemine
atmadan, bizim bu kozayı delmemiz gereklidir. Ve her işte olduğu
gibi bu iş de ustalarına ihtiyâç göstermektedir. Başka türlü o
kozanın delinerek oradan çıkmaya imkân yoktur. Seyr ü sülûk
derslerinin başında gösterilen Yûnus (a.s.)’ın balığı o kozanın bir
başka hâlidir, yaşantısıdır. Balığın karnında Yûnus (a.s.) duâsı “Bu
beden kutrundan nasıl kurtulacağız?” ma’nâsı taşımaktadır. Cevâbı
ise Rahmân sûresinde “illâ bi sultân” (55/33) hitâbıyla gelmektedir. “Sultân” ya’nî güç olarak ise en kuvvetli güç ilim gücüdür
ya’nî ma’rifetullah ilminin gücüdür. Ma’rifetullah ve tevhîd ilminin
dışında başka bir ilimle bu kozadan, ve balığın karnından çıkmak
mümkün değildir. Bunların dışındaki ilimler sâdece nakil ilimleridir
ve geçmişte kalan hâdise olarak olayları anlatırlar. İlm-i ledün de
denilen ve yaşayan ve yaşatan bir ilim olarak ma’rifetullah ilmi,
Cenâb-ı Hakk’ın zâtî ilmi gereklidir ki bu ilim de çok ender bulunan
bir ilim ve sistemdir. Şerîatın içinden çıkan tarîkat ehli azdır,
tarîkatın içinden çıkan hakîkat ehli daha da azdır, hakîkatin içinden
çıkan ma’rifet ehli ise hepsinden azdır. Bu mertebelerin her biri bir
üst mertebeye zemin ve eleman hazırlamaktadır yoksa doğrudan
doğruya en alttan en üstte çıkmak mümkün değildir, aradaki
aşamaların geçilmesi gereklidir.
Kişi nefsî benlikten izâfî benliğe, doğru yol almaya başlarsa ve
izâfî benlik sahasına girdiğini hissederse, ve birazda gayret edese
bu sahada tutunabiliyor, çünkü artık bu sahada elle tutulup, gözle
görülecek, bir alan fazla kalmıyor. Şerîat sahasında ise zikir,
namaz, oruç gibi elle tutulur ameller mevcûttur, bu sahada ise
artık ilim takviyesi devreye girmektedir. Şerîat mertebesinden
tarîkat mertebesine çıkarken muhabbet gereklidir, çünkü bu
muhabbetin verdiği güç ile tarîkat mertebesine geçilmektedir.
Tarîkat sahası önderleri olan şeyh efendiler, denilen kimselerin
çevresinde bu muhabbet oluşmaktadır. Bu şekilde olmaz ise eğer
tarîkat olmaz, bu durumda ise şerîat mertebesinden direkt olarak
hakîkate kolay kolay geçilemez.
Bu şekilde esmâ mertebesine geçen kişi yavaş yavaş esmâ-i
ilâhiyyenin âlemdeki olsun, kendisindeki olsun, faaliyetlerini idrâk
etmeye başlar. Bu şekilde kişi kendisindeki mertebeleri
oluşturmaya ve kendini tanımaya başlar. Bu mertebede de “ente”
vardır ancak bu “ente” artık latîftir ve nûrânî ve rûhânî yöndendir.
Bu mertebedeki kişi fizikî ma’nâda yine şerîat mertebesine bağlıdır.
305
Buradan yoluna devâm edip ilerlediği zaman, “küllü men
aleyha fan” (55/26) hükmünün oluşmasıyla kişi artık ilâhî benliği
bulmaya çalışmaktadır. Ve bu mertebede artık beşerî benliği de
izâfî benliği de hükümsüz kalmaya başlamaktadır çünkü yukarıdaki
bir sonraki aşamanın hükmü hüküm sürmeye başlamaktadır. Kişi
burada yer edinip kendisini buldukça fenâ-fillah’tan bakâ-billah’a
geçmektedir. Bakâ-billah’ta kişinin kendisine göre yine “ene”
hükmü üzerindedir ancak bu “ennallah” hükmüyledir yoksa gayr
hükmü ile değildir. Ba’zen “ene” “ente” olmakta ba’zen de “ente”
“ene” olmakta ve bu şekilde birbirlerine ayna çıkmaktadırlar.
Nitekim Hz. Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'nin başlarında
buyururlar: Şiir:
Tercüme "Rab Hak'tır. Ve hakîkat bakışıyla bakılınca kul
da Hak’tır. Mükellefin kim olduğuna şuûrum ve vâkıf oluşum
olsa idi ne olurdu! Eğer kuldur desem, o ölüdür ve yoktur.
Ve eğer Hak'tır desem, teklîf olunan nerde?"
İşte ulûhiyyet mertebesinin kopyası basıldığı zaman sıfat
mertebesinde zûhura gelen hakîkat-i Muhammediyye genel olarak
kuldur. Bu mertebeye tenezzül etmiş olduğu halde yine de
Hakk’tan başkası değildir. Burada “ente” denildi ancak kendisine
“ente” dedi. Ya’nî o Hakk’tan başkası değildir.
Mâdemki “ente”de Hakk zuhûr etmiştir bu durumda mükellef
kimdir? İşte mükellef en başta söylenen beşerî benliktir. Yukarıya
çıkılıp beşeriyyet üzerinden gidince kul kalmadığı için mükellef de
kalmıyor. Burada kul Hakk’ı temsil ediyor artık. Bu makām ise
faaliyet sahasında “sen atmadın, atan ancak Allah idi” hükmü
ile belirtilmektedir.
Kul izâfeten kul ismini almıştır, kul da olan Hakk’tır, aslında kul
yoktur. İşte bu şekilde kişi “ene” ve “ente” olarak iki rolü de
birlikte üstlenmiş olmaktadır. Ancak “ente”de Hakk zuhûr etti diye
o kişi “mutlak ma’nâda Hakk oldu Allah oldu” demek de değildir.
Allah “Allahlığını” kimseye bırakmaz ki, zayıf bir varlıkta Allah’ın
tam olarak haşmetiyle olması mümkün değildir. Kişi kendi
varlığında olan Hakk’ı, kendi hâli kadar idrâk ettiği zaman ”Ben
Hakk’ım” demektedir. Her varlıkta Allah’ın varlığı vardır, kişi
şuurlandığı zaman kendisindeki Hakk’ı idrâk ettiğinde kendisi kadar
Hakk olmaktadır. Kesilmiş karpuzdan alınan bir dilim karpuzun
“ben karpuzum” demesi doğrudur, ancak “karpuzun tamâmı
benim” der ise bu hatâdır.
İşte kişinin de ulûhiyyet mertebesinde kendisini bulması bu
şekildedir ya’nî ulûhiyyet hakîkatleri, esmâ-i ilâhiyye içerisinde
kendisini bulması ve kendisinin sâdece beşer görüntülü olmadığını,
bu beşeriyetin kendisinin zuhûru îcâbı bir elbise olduğunu,
kendisinin akıldan ibâret olduğunu, şuurdan ve gönülden ibâret
306
olduğunu bilmesidir. Bizler Allah’ın özelliklerini müşterek
kullanıyoruz, O buna izin vermiş ki bu kadar yüksek varlıklarız.
------------------Mevzua kısmen uygunluğu yönünden 16.03.2014 Pazar Günü,
kazâ ve kader hakkında yapılan sohbetide ilâve etmeyi uygun
buldum faydalı olur İnşeallah. T. B.
------------------16.03.2014 Pazar Günü kazâ ve kader.
Bilindiği gibi kazâ ve kader hükmü İslâm hukuku içerisinde
anlaşılması en zor bölümlerden bir tanesidir. En zor anlaşılmasının
sebebi ezeli ve ebedi içinde barındırması yüzündendir. Hem
âlemlerin hem de bireylerin ömürleri süresince geçerli olan ve
ömürleri bittikten sonra ahirette dahi devam eden bir saha
olmasıdır.
Bunun gerçek ma’nâda anlaşılabilmesi merâtib-i ilâhiyyeye
bağlıdır. Ya’nî ilâhî mertebelerin bilinmesine bağlıdır. İlâhî
mertebeler bilinmediği sürece kazâ ve kader hükmünün bilinmesi
mümkün değildir. Ancak zâhiri ma’nâda şerîat mertebesinde
belirtilen o mertebe ilmi kadarıyla kazâ ve kader ezberlenir ve bu
böyle imiş diyerek kabûllenilir ama bu kabûlleniş i’tibârı ile de
içerisinde cevaplanmamış bir çok sorular kalır. Bu nedenle de bu
kazâ ve kader hususunda bir çok mezhebler türemiş ve herbiri
kendisine göre bir sistem içerisinde bunu yorumlamaya çalışmıştır.
Bunların başında gelen ve bizlerin de içerisiden yer aldığımız
“ehli sünnet ve’l cemâat” grubunun bir kazâ ve kader anlayışı
vardır. Mutezile mezhebinin bir kazâ kader anlayışı vardır, bunun
yanında Cebriye mezhebinin bir kazâ ve kader anlayışı vardır.
Bunlar ise beşeriyet idraki yönünden yapılan izahlar taşımaktadırlar.
Kazâ hüküm olduğundan ve kader de bu hükmün peyderpey
zaman içerisinde zuhûra çıkmasından ibâret olan bir sistem
olduğundan bu mevzûyu sadece beşeriyet yönünden anlamak
mümkün değildir. Kişi kendisine göre bir sistem içerisinde bu
durumu idrâk ettiğini zanneder ve ona da bu yeterli olur. Bizim
burada anlatacaklarımız ise gerçekleri hakîkati ile idrak edip
anlamaya çalışanlar için olacaktır.
Evvelâ şunu diyelim ki “ehli sünnet ve’l cemâat”in zâhiri
ma’nâda ifâde ettiği kazâ ve kader anlayışı bunların içerisinde en
mu’tedil ve akla en yatkın olanıdır. Mutezile’ye göre kul fiilini
kendisi halk eder, Allah ezelde bir şey yazmaz, kul kendi fiilini
kendisi halk eder ve ona görede yazılır. Bu böyle düşünüldüğü
zaman Hakk’a bu duruma göre bir varlık tanınmamaktadır, ya’ni
kulun üzerinde, Hakk’ın müdâhil olmadığı, ve kulun bütün ömrünce
307
serbest olup, fiillerini kendisinin halk ettiğini düşünürler. Bunun
tam karşıtı olan Cebriye ise ben fiilimi yapmak mecburiyetindeyim,
Cenâb-ı Hakk ezelde bana ne yazmış ise, ben onu yapıyorum ve
bunu yapmayada mecbûrum, demek sûretiyle onlar da kulu aradan
çıkarmaktadırlar. Ya’nî onlara göre kulun kendi hayatı içerisinde
hiçbir seçeneği ve şahsiyeti ve irâdesi yoktur, ve Hakk kul üzerinde
mutlak yönden tasarruftadır ve kulun yaptığı her fiil yukarıdan
verilen hükümle yapılmaktadır.
Bunların içerisinde “ehli sünnet ve’l cemâat”in bâtını ile birlikte
düşünülen ve kaydedilen kazâ ve kader anlayışı en sağlam ve en
isâbetli olan anlayıştır. Buna göre kulun üzerinde Hakk’ın mutlak
tasarrufu kabûl edilir, ancak hayâtının ba’zı bölümlerinin tasarrufu
kula bırakılır. İşte bize lâzım olan yer de burasıdır; zâhiri ve bâtını
ile ya’nî içi, özü ve hakîkati ile ve dışarıdaki zâhir görünmesiyle,
tatbikatı ile kazâ ve kader hükmünü anlamaktır. Kişi bunu idrak
ettiği zaman bir bakıma hayâtı da, çözmüş olmaktadır, tabiidir ki
çok ince ayrıntılarına kadar inilerek, hayâtın çözülmesi mümkün
değildir ancak ana hatları ile, geçilecek yerlerin idrâk edilmesi
gerekmektedir. Muhiddîni Arabî hazretleri bu konuda der ki,
“Cenâb-ı Hakk gerçek ma’nâda kazâ ve kader sırrını görevleri
sırasında peygamberlerine açmaz, ancak görevlerinin sonlarına
doğru açar. Eğer bu sır tebliğ görevleri sırasında açılmış olsaydı
da’vetten yana âciz kalırlar idi.”
Çünkü kişi her varlığın, kendi hakîkati istikâmetinde
nâsiyesinden çekilip götürülüyor olduğunu bildiğinde, kime neyi
tebliğ edecektir. Mâdem ki Rabb-i hassı onu dilediği yere
götürmektedir neyi tebliğ edecektir.
Ancak mutlak ma’nâda kazâ ve kader anlayışı bu da değildir
çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de kazâ ve kader hakkında o kadar çok
değişik mertebelerden âyetler vardır ki, birbirlerini âdeta ortadan
kaldırır gibidirler. Hakîkatte ise hiçbiri diğerini ortadan kaldırmayıp
hepsi kendi mertebesinde geçerlidir. Ef’âl âleminin hükmü bir
başka türlü, esmâ âleminin hükmü bir başka türlü, sıfat âleminin
hükmü bir başka türlü, zât âleminin hükmü bir başka türlüdür.
Bunlar birbirlerini ortadan kaldırmayıp, birbirlerinin genişlemesine yardımcı olarak, ilmî yükselme ma’nâsında birbirlerinin
devâmını sağlayan ve netîcede herşeyi Hakk’a bağlayan bir ilim
seyrinin netîcesinde anlaşılabilecek bir esâslardır. Ve bunların
yanında tevhîd ilminin de bilinmesini gerektirmektedir.
Şimdi zâhire göre, evvelâ kader daha sonra kazâ diye geçer;
burada bahsedilen kazâ kaderin kazâsıdır; oysa burada yaşanan
kazânın kaderidir, son uçta olup gerçekleşen ancak kaderin
kazâsıdır. Burayı iyi anlamak lâzımdır!
308
Kazâ hüküm demektir, bu hükmün meydana gelmesi için bir
süreye ihtiyâc vardır. O hükmün zaman içerisinde peyderpey olan
süresi kader demektir ya’nî kazânın açılımı kader demektir. Araba
kazâsı vb. gibi uçta görünen kazâlar ise kaderin içindeki kazâlardır
ya’nî günlük, yevm içerisinde oluşan ve bireysel olan ve çok küçük
bir sahayı ilgilendiren kazâlardır. Esas yaşadığımız ise kazânın
kaderidir.
Şimdi, bilindiği üzere kazâ hüküm topluluğudur, hâkim ise
hüküm veren ma’nâsınadır. Hâkimin hükmü kazâdır, hükmün infâzı
ise kaderdir. İşte bizler dünyâya geldik, bizim programımız kazâ,
dünyâda yaşadığımız her vaktimiz ise kaderdir. Ya’nî bu yönüyle
kazâ mahlûk değildir, kader ise yaşandığı için, mahlûktur.
Kazânın bir ismi de a’yân-ı sâbitedir, ya’nî kişinin varlığı ile
a’yân-ı sâbitesinin ayn olduğu, göz olduğu, kaynak olduğu ve
hakîkati olduğu şeklinde tam tekliği ve vahdeti ve kökü, kaynağı
bildirmektedir. A’yân-ı sâbite kişinin sâbit olan ve kendisine
tanınan süresi hayâtı ve programı ma’nâsındadır. İşte bu
programın bitmesi diye birşey yoktur ancak kişinin hayâtının sona
ermesiyle yazılımı bitmektedir. Tatbîkatı ebedi olarak cennet veyâ
cehennemde ya’nî kişi nereye gidecekse orada devâm etmektedir
ve bu program üzere cennet veyâ cehemmedeki yerleri de tespit
edilmiş olmaktadır.
Cenâb-ı Hakk ilk tecellîsi olan ahadiyyetine tenezzül ettiğinde
bir başkası olmadığı içinde kendisinde iki oluşum bârizleşmektedir
ki bunlar inniyyeti ve hüviyyetidir. İnniyyeti’nden ya’ni özündeki
benlikten, ene’iyyeti ise zuhûra dönük benliğidir ve “inneni ene
Rabbüke” (Tâhâ, 20/12) âyet-i kerîmesinde Cenâb-ı Hakk Mûsâ
(a.s)’a yaptığı hitap ile bu hakikate işâret etmektedir.
İşte Cenâb-ı Hakk’ın kendi özündeki ya’nî inniyyetindeki
mahiyeti Kur’ân ve insandır ve Efendimiz (s.a.v) “İnsan ve Kur’ân
bir batında doğan ikiz kardeştirler” diyerek bunu ifâde buyurmuşlardır.
Hüviyyeti ise bütün bu âlemlerin zuhûru ve en geniş mahalli de
Kâ’be-i Muazzamâ’nın varlığıdır.
İnniyyeti ile hüviyyetinin ayrı ayrı şeyler olmadığını da
düşünmemiz
lâzımdır.
İnniyyetinde
de
hüviyyeti
vardır,
hüviyyetinde de inniyyeti vardır. Ancak bölüm olarak belirtirsek
inniyyetinden kendi zâtî zuhûru ve kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm ve
insan, insân-ı kâmil ki ilk insân-ı kâmil hakîkat-i muhammedî
üzeredir. Hakîkat-i muhammedî’nin Hazret-i Muhammed (s.a.v) ile
bağlantısı onun nokta zuhûr mahalli oluşundandır. Yoksa sâdece o
fizik vücûd olarak bütün bu âlemlerdeki insân-ı kâmil değildir,
ancak ferdiyyeti yönüyle hükmen öyledir, pratikte ise fizîken bütün
âlemler genişliğinde olması mümkün değildir, ancak temsilcisi odur
ki temsilcisi de mülkün aynısıdır. Cumhurbaşkanı dışarıya gittiğinde
309
nasıl ki bütün ülkeyi temsil ediyorsa da, onları varlığında taşıyor
olması mümkün değildir, işte bunun gibidir.
Şimdi bu inniyyetin de bâtınında hakîkat-i muhammedî ile
birlikte, onun içerisinde sâdece ilmî olarak bütün varlıkların hepsi
mevcûttur, ya’nî burada insânî, insan kaynaklı; hüviyyetinde de
kevn kaynaklı her varlık mevcûttur ancak hiç bir şekilde zuhûra
çıkmış değildir. Orada Allah ismi de yoktur sâdece zât-ı mutlaktır.
Ve bu zâtının içerisinde a’yân-ı sâbiteler mevcûttur ve a’yân-ı
sâbite mec’ul ya’nî meydana getirilmiş değildir. İşte bizim bu
a’yân-ı sâbitelerimiz buralardan başlamaktadır. Bu şekilde insan
denilen varlığın kaynağının neresi olduğu anlaşılmaktadır ve bu
kadar yüksekten gelen bir kaynağımız vardır ki orada melekler gibi
diğer varlıklar mevcût değildir. Onların da kaynakları vardır ancak
daha henüz programa gelmiş değildir ve insanın programı oradadır.
İşte insanın a’yân-ı sâbitesi daha burada ya’nî ilimde de değil
ilâhî şuurdadır. Aklımızda bir düşünce vardır şuurdadır, kaleme
henüz gelmemiştir, ilme dönmemiştir. İşte buna Ümmü’l Kitab
denilmektedir. Ve henüz “Kitab” ismini de almamış bir kitaptır,
sadece ta’bir bâbında söylenmektedir.
Bunların buradan vâhidiyyet mertebesine aktarılması ve orada
ilk zuhûra gelen sıfât-ı subûtiye ile birlikte rahmâniyyet
mertebesinin açılmaya başlaması ile bunlar, kazâ ya’nî hüküm
ismini almaktadırlar. Vâhidiyyet mertebesi tek başına bir mertebe
değil, bir sahadır. Ya’nî ahadiyyet hakîkatlerinin zuhûra çıkmasına
mahal olan bir yerdir. Ve burada en ilk ortaya çıkan ilâh hakîkati
olmaktadır ve uluhiyyet mertebesi burada başlamaktadır ve
Ümmü’l Kitab’dan Levh-i Mahfûz’a burada intikâl etmektedir.
Burası bir bakıma hem zât mertebesi hem de zât mertebesinin zılli,
gölgesi ve ilmî ma’nâda zuhûru ve aynı zamanda sıfat mertebesinin
faaliyet alanıdır.
Mutlak varlığın kendi şuurunda olan bilgilerin kopyasının işte bu
alanda kopyasının insân-ı kâmil dosyasına aktarılması burasıdır. Ve
“İlk Delîl” denilen yer burasıdır ya’nî “Allah’ın Habîb”i olması
burasıdır. Bütün âlemin varlık zuhûrlarının cüz’lerinin teferruatı ile
ilmî ma’nâda açığa çıktığı yer uluhiyyet mertebesi ve aynı zamanda
sıfat mertebesi ve rahmâniyyet mertebesidir; işte bütün bunlar
vahidiyyet mertebesi üzerinde ortaya çıkmaktadır. İşte burada
a’yân-ı sâbiteler de ilmî ma’nâda ortaya çıkmış vaziyettedir ya’nî
zât-ı mutlak’ın zât-ı mukayyed olarak ilmî ma’nâda kayda girmesi,
sıfat mertebesi, insân-ı kâmil mertebesi, hakîkat-i insâniyye
mertebesi denilen yerdir. Vahidiyyet ya’nî birlerin çoğalması yeri
burasıdır. Ahadiyyet mertebesi ise teklik mertebesidir, ahad tek
demektir. Bu ahad oluşu sayısal bir birlik değildir, tekildir ve bir
ikincisi yoktur. Birin ikincisi olup, birer birer sonsuza kadar gidebilir
ancak tekin bir ikincisi yoktur. Burada bütün, küll olan bir tek
vardır, işte bizler tek-bir aldığımız zaman “Allahu Ekber” diyoruz ki
310
bu “Allahu Ekber” bu makâmın en büyük ifâdesidir. “Tek ve bir”
ya’nî ahadiyyet ve vâhidiyyet mertebesini biz “Allahu Ekber”
demekle ifâde etmiş oluyoruz. Ya’nî “Allah” demekle ahadiyyet
mertebesini, “Ekber” demekle de vâhidiyyet mertebesini ifâde
etmiş oluyoruz. Ve buradaki “Ekber” ifâdesi bir yöne ile
kudsiyyetinin büyüklüğünü ifâde etmektedir, diğer yön ile ise
esmâ-i hüsnâ içerisinde “Allah” ismi, ism-i A’zâm olduğundan
dolayı en büyük isimdir.
Vâhidiyyet mertebesinde “Allahu Ekber” ism-i A’zâm, ef’âl
mertebesinde “Muhammed” ismi, ism-i A’zâm, ahadiyyet
mertebesinde ise hüviyyeti ile “Hu” ismi, ism-i A’zâm’dır, çünkü
burada hüviyyetin yanında olan “vâv” harfi ile birlikte, “vâv”
velâyettir, “he” ise hüviyyet-i mutlakadır ki risâlet diye
düşünülebilir.
Şimdi bu bilgilerden sonra herbirerlerimizin a’yân-ı sâbitelerinin
ifâdesi olan kazâ bölümüne gelirsek; Kazâ sisteminin iki yönü
olduğu bildirilmektedir, bu iki bölümden birisi kazâyı mutlaktır ve
değişmez. Burası kulun üzerinde Hakk’ın kendi düzenlemesidir.
Burada cebir olarak değil de kulunun husûsiyetine has olarak Hakk
tarafından yapılan düzenleme vardır. Ve bu ahadiyyet mertebesinde iç bünyede olduğundan burada herhangi bir başka makâm
tarafından programın yapılması gibi bir şey sözkonusu değildir.
Ya’nî bu uluhiyyet mertebesinde düzenlenmiş birşey değildir,
uluhiyyet mertebesine iç bünyede düzenlenmiş olarak gelmektedir.
İşte bu nedenle ceal edilmiş ya’nî yapılmış değildir, eğer uluhiyyet
mertebesinden sonra zuhûra çıkmış olsaydı ceal edilmiş olurdu.
Burası çok mühimdir, ya’nî bizim kaynağımız ulûhiyyet
mertebesi gibi ahadiyyet mertebesinde programlanıp vâhidiyyet
mertebesinde ortaya çıktığı gibi, a’yân-ı sâbitelerimiz de aynı
şekilde ortaya çıkmaktadır. Eğer bunu bir başka türlü düşünürsek
bu durumda bunları Allah programladı deriz ki, bu da cebriyyeye
girer ve bu durumda “ceal” edilmiş olurlar ya’nî sonradan halk
edilmiş olur bizim a’yân-ı sâbitelerimiz, ya’nî uluhiyyet devresinden
sonra halk edilmiş olur ki cealdir ve bu da cebir olur bu durumda.
İşte görüldüğü gibi a’yân-ı sâbitelerimiz ne kadar hassas bir
sahadadır.
Ve insan formunda halk edilmiş olan her birerlerimizde bu
ulûhiyyet hakîkati vardır. Onun için insan Allah’a halîfedir, onun
için Allah’ın aynası, onun için en kemâlli zuhûr yeri olmaktadır. Aksi
halde bunlar olamaz, ya’nî uluhiyyet mertebesinden sonra sıfat
mertebesinden, esmâ mertebesinden halk edilmiş olsa bir varlık
Allah’ın aynası olamaz, uluhiyyet karşılığı olamaz, eşdeğer gibi
olamaz. Cenâb-ı Hakka insanı kendisiyle eşdeğerde tutmaktadır
adeta, kendisinde olan bütün husûsiyetleri insan üzerinde ortaya
çıkartmıştır. “Ona ruhûmdan üfledim” (15/29)diyerek bunu açık
olarak söylemektedir. Bu gibi âyet-i kerîmelere ef’âl mertebesinden
311
bakılınca tam olarak değerlendirmek mümkün olmamaktadır. Bu
âyetleri tam olarak değerlendirmek için, âyetin kendi mertebesin
den bakmak lâzım gelmekte ve bu nedenle de merâtib-i ilâhiyyeyi
biraz bilmek gereklidir. Kur’ân-ı Kerîm’in zâtî âyetlerinden başka,
sıfâtî, esmâî, ve ef’âlî, âyetleri de vardır ve her mertebeden
bahsedilmektedir.
A’yân-ı sâbite içerisinde iki bölüm vardır vebir bölümünün
değiştirilmesi söz konusu değildir ya’nî kazâ-i mutlak’ın
değiştirilmesi söz konusu değildir. Ehlûllah’ın kaderi değiştireceği
olarak bahsedilen bölüm ise muallak olan kısımdır. Bu muâllâk olan
kısım daha kesinleşmiş ve kayda girmiş değildir. Bir sayfa
düşünelim ve ortadan iki sütun halinde bölelim ve birine kazâyı
mutlak, diğerine kazâyı muâllâk diyelim. Kazâyı mutlak denilen
bölümde bizim bir dahlimiz de yoktur, sorumluluğumuz da yoktur.
Ne zaman doğacağız, ne zaman öleceğiz, cinsiyetimiz ne olacak
gibi fiili ma’nâda olan ve genel formumuzu çizen husûslardır.
Bunun kazâyı muâllâk olan ve boşta olan yerlerini bizim
ellerimizle doldurmamız gerekmektedir, ve bizler yaşadığımız bir
ömür boyunca bunları doldurmaktayız, bunu bilsek de bilmesek de.
“Kirâmen Kâtibin” melekleri sürekli omuzlarımızda, önümüzde
arkamızda da Hafaza melekleri olup sürekli olarak kayıtlarını
tutmaktadırlar. Bizler hergün bilmesek dahi bize ait olan o kazâyı
muâllâk tarafını işlediğimiz fiilleri onlar kaydetmek sûretiyle
doldurmaktadırlar. Bu durumda bu melekler yaptığımız fiillerin
sâdece dış görünümünü değerlendirmektedirler, ve o fiillerin iç
bünyelerinde olandan haberleri olmamaktadır ki hadîs-i şerîflerde
bu durum ifâde edilmiştir. Ve bu yazıcılar doğru ve güvenilir
yazıcılardır.
Cenâb-ı Hakk’ın ayrıca bizler için, ahadiyyet mertebesinin bize
ifâde ettiği ve bizim hakkımızda emr-i irâdî olarak isimlendirilen
hükmü vardır. İrâdeli emir ya’nî Hakk’ın irâdesinin emri, işte bir
bakıma kazâyı mutlak dediğimiz kısım bu emr-i irâdî içerisindedir,
ancak bu emr-i irâdî muâllâk kazâ tarafında da vardır. Muâllâk
tarafındaki emr-i irâdî muâllâk olan emr-i irâdidir. İşte buradaki
emr-i irâdî zâten Hakk’ın kendi irâdesi istikâmetinden olduğundan
dolayı burada bir sorun yoktur.
Şimdi emr-i irâdî, kazâyı mutlak ve kazâyı muâllâkta te’sîr
hükmünü icrâ etmektedir, ancak bu te’sîr mutlak olsun diye
değildir. Bu durum o sahadaki faaliyetin cereyan etmesine yardımcı
olmaktadır. Kazânın hükmü de şöyledir:
“Ne var âlemde, o var âdemde” hükmü ile Cenâb-ı Hakk’ın
bütün esmâ-i ilâhiyyesi, kişinin a’yân-ı sâbitesinde mevcûttur ya’nî
ulûhiyette sonsuz olarak neler varsa hepsi kısım kısım birey insanın
varlığında ondan nasipler olarak vardır. Bu terkiblerin hiçbiri bir
diğerine uymamaktadır, eğer uysaydı onun aynısından iki tâne
312
olurdu ki bu da Hâlık ismine yakışmaz. Ya’nî başka yapamıyordu da
aynısından bir tane daha yaptı gibi bir durum olur ki, Cenâb-ı
Hakk’ta, bir şeyden iki tane yapmaz, kendi tekliği gibi.
Cenâb-ı Hakk bu esmâ-i ilâhiyyeyi bütün a’yân-ı sâbitelere
aktarıyor ve bu a’yân-ı sâbitelerin faaliyete geçmesi içinde program
hükmünde kazâsı olarak ve bu kazânın da fizik âleminde zuhûr yeri
olan beyne aktarmaktadır. Zuhûr yeri olan o çocuk dünyâya
gelmeye başladığı zaman daha henüz bu kazâ programı zuhûrda
değil ama, bâtında çalışmaya başlıyor. Bu çalışma emir ve nehiy
hükmünde değil çocuğun meydana gelmesinde faaliyettetir. Ve
çocuk ya’nî birey beşeri olarak buluğa erdiği zaman a’yân-ı sâbite
artık hükmen onun üzerinde çalışmaya başlamaktadır.
Şimdi buraya gelindiği zaman ve birey mükellef olduğu zaman
emr-i teklîfi ile muhatab olmaktadır. Sen artık mükellef bir varlık
oldun, kendi başına düşünen bir varlık oldun ve Allah’ın emir ve
yasakları bunlardır artık bunlara uymak zorundasın, hitâbı ile
muhatab olmaktadır. Bu tekliflere cebren zorla uyacaksın denilse
idi o mükellef değil ancak me’mur olurdu ki, bu durumda da ne
cennet ne de cehennemi olurdu. Buraya gelindiği zaman artık
üzerindeki kazâ yazılımının açılımı olan kader hükmünü yürütmeye
başlamaktadır ya’nî kader sistemi çalışmaya başlamaktadır, yoksa
kader onun üzerinde hüküm yürütmeye başlamamaktadır.
Daha evvelinde sâdece a’yân-ı sâbitesi vardı, kazâsı vardı
kapalı hüküm olarak ama çocuk bulûğa erince kader tarafı gün gün
onun üzerinde faaliyete geçiyor, ve o kişi o günden sonra mükellef
olmaktadır, ya’nî yaptığından sorumlu olmaktadır. Bu arada
yaşadığı süre içerisinde başına gelen hâdiseler kazâyı mutlaktan
ise onun bir sorumluluğu yoktur, o kısım normal kaydında
yürümektedir, ancak kazâyı muâllâk tarafında kişi istenmeyen
birşey yaptı ise melâikeyi kirâm onu yazıyor ve yazıldığında da bu
kazâyı mutlaka girmektedir. Çünkü artık olmuş oluyor ve mutlak
demek oldu ma’nâsınadır, ya’nî sonradan hayâtımız boyunca
muâllâkta olan saha, hayat alanı biz fiilimizi işlediğimiz zaman, bu
fiil ama lehimizde, ama aleyhimizde, artık mutlak kısma girmiş
olmaktadır. Ancak melâikeyi kirâm ikindi namazlarından sonra
nöbet değiştirmektedirler ve bu nedenle ikindi namazına kadar
olan sürelerde ve özellikle ikindi namazı sırasında bu yüzden çok
istiğfar çekilmesinde fayda vardır.
Şimdi kişi bir iyilik yaptığı zaman kirâmen katîbîn onu hemen
ana deftere yazmaktadır, ancak eksi bir iş yapıyorsa onu yirmi dört
saat bekletiyorlar, Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti olarak ve ikindi namazı
sonrası birbirlerine devir teslim yapılırken eğer hâlâ o eksi işten
dolayı istiğfar edilmemiş ise, aynen olduğu gibi kayda geçmektedir
ve mutlakiyete girmiş olmaktadır, eğer istiğfâr edilmiş ise o eksi
işten onu kayda almamaktadırlar ki, bizim ne kadar büyük bir
Rabb’ımız vardır.
313
Hakîkat mertebesinden olan bakışla kulu ortadan kaldırıyor isek
de, çünkü ba’zı kimselere ba’zı hakîkatleri anlatmak için “Bütün
âlemde Allah’ın zuhûru vardır, insanda da şöyle şöyle zuhûru
vardır” gibi anlatımlarla beşeriyet sorumluluğunu ortadan kaldırıyor
gibi isek de, bizler bu dünyâ âlemine geliyor ve yaşıyor isek bütün
bunlar da üzerimizde geçerli olmaktadır, eğer böyle olmaz ise
Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok âyetlerinde kulunu muhatab
olarak almakta ve “Ey îmân edenler” gibi çeşitli hitâblar ile açık
olarak bunları belirtiyor ve “yâ eyyetühen nefsül mutmainne”
(89/27) gibi hitâblar ile bireye hitâb etmektedir. İşte o zaman
bireyin varlığını kaldırmamız mümkün değildir.
İçinde bulunduğumuz âlem şehâdet mertebesidir, ve şehâdet
mertebesinde kulun sorumluluğu vardır ve kul vardır. Eğer böyle
olmasaydı Cenâb-ı Hakk’ın hitâbı bir başka türlü olurdu ve o zaman
cennet ve cehennem diye birşey olmazdı. Bu durumda da bu âleme
sâdece rolümüzü oynamak için gelen me’mûrlar olmuş olurduk ve
âmir olamazdık. İşte bu bakış bir bakıma şerîat mertebesinin zâhiri
ve mutlak bakışıdır. Hakîkat mertebesine gelindiğinde ise oraya
gelen kişi için bu bakış açısı ona göre geçmez, çünkü buraya gelen
kişi artık kul göremez.
Şerîat ve tarîkat mertebesinde gaflette de olunsa, uyanık da
olunsa zâten kul vardır, hakîkat mertebesinde kul yoktur Hakk
vardır ve bu durum o kişiye göredir ki, burasının iyi anlaşılması
lâzımdır çünkü o mertebeye gelen kişinin kendi idrâkine göre kul
yoktur, eğer orada hep kul olursa bu sefer kendini bulamaz, ama
kul yine kuldur, onu dışarıdan gören yine kul olarak görür ki bu
mertebeyi idrâk eden de milyarlarca insanın acaba kaçta kaçıdır;
ancak bir avuç insandır bunlar ki, onlar için orada kul yoktur,
ancak bu yolda eğitim alanların içerisine de baksak “benim”
diyerek hepsi kendi benliğini savunanlar ile doludur.
Kişi fenâfillahta ya’nî bütün varlıkta, varlık görmekten çekinip
Hakk’ı görür, ancak bu hal bir sekr hâlidir, bir sarhoşluk hâlidir, bu
sarhoşluktan kasıt ise, ilmî ma’nâda ya’nî hakîkati i’tibârı ile ilmî
mahviyyet içerisinde olmak ve mahlûk görememek hâlidir, ancak
bu durum da ârızadır, ya’nî mutlak değildir. Çünkü burada
mükellefiyet gitmektedir bu nedenle kişiler burada çok tutulmazlar,
tehlikeli bir yerdir, ba’zen ne namaz ne de diğer hiçbirşey kalmaz
ortada. Tehlikeli oluşunun nedeni ise nefsin bu hâli kapmasıdır,
nefs bunu kapınca kişi ilâhî ma’nâda ben bu amelleri yapamadım
zanneder. Ve buraya gelerek ayakları kayan birçok kişiler vardır,
çünkü nefs mertebelerini tam olarak kendi bünyelerinde
oturtamadıkları için ve tevhîd mertebelerini hayâl binâsının üzerine
kurdukları için gelen bir rüzgâr bütün varlıklarını alır götürür.
Gerçek ârifler olarak bu tatbîkat yapıldığında, tabii ki bu
fenâfillah’ta o kişi abdiyyetinden ulûhiyyetine ya’nî kendinden
kendine olarak bu ibâdeti yapacağını bilir. Aynı şekilde Kâ’be’de bu
314
hakîkat geçerlidir, ya’nî Ka’be’yi ortadan kaldırdığımızı düşündüğümüzde, secde edenler kullukları ile karşılarındakinin ulûhiyyetine
secde etmektedirler. Aynı şey karşısındaki için de geçerli olunca
denge olmaktadır. Ve bunların hepsi de bir idrâk ve neş’e
mes’elesidir.
“Dur! Rabb’ın namazda” denilen hakîkat de bu hakîkattir. Eğer
bir kişi bir ömür boyu namaz kılmış, ve bu makâma gelince âciz
kalıp kılamadı ise, onun Rabb-ı hassı onun vekîli olur, ve o namaz
yine kılınır, ancak bu durum gerçek irfân ehlinde olur yoksa sâdece
lâfzî olarak bu işler olmaz.
İşte bu halden sonra bu kişi tekrar halka dönerek yaşamaya
başladığında, Hakk ile halk arasında, ama halkvârî yaşayan kimse
hükmüne girmektedir. Ve bunların dışarıdan tanınması da mümkün
değildir, bunlar tamâmen dışarıdan kulluk elbisesindedirler, bu
elbisenin içine de Rabb’lık elbisesi, ulûhiyyet elbisesi giyilmiştir ve
dışarıdan bakıldığı zaman kul ve o kulluğun mutlak olarak üzerinde
herşeyi geçerlidir. Bunlar çevreye örnek olmaları adına farzlar ile
mükelleftirler. Aynı zamanda bütün kazâ ve kader bahsi onların
üzerlerinde geçerlidir ya’nî bir mertebede kulluk hükmü kalkmakta
ama diğer iki mertebede, beşeriyet mertebesinde ve insân-ı
kâmillik mertebesine dönüldüğü zaman kulluk bertebesi mutlaka
vardır. Ve kul da sorumludur diyerek emr-i teklîfi istikâmetinde
hayâtlarını sürdürmeleri lâzım gelmektedir.
Şimdi bir kimsenin a’yân-ı sâbitesi yönüyle kazâsında, ya’nî
hükmünde diyelim ki, Mudill esmâsı bir puan fazla olsun, ve Hâdî
esmâsı bir puan geri olsun, o kişi ilk zamanlarında eğitim almaz
bunları araştırmaz ise, ki insanın birinci vasfı araştırıcı olmasıdır, ve
görevi de budur. Peygamberler herşeyi ortaya koydular, tatbîkini
de kendileri yaptılar, bizlerden de bu tatbîkleri doğru bir şekilde
işlememizi beklemektedirler, Cenâb-ı Hakk ile birlikte. Eğer bir
kimse de bu şekilde kendisinde Mudill esmâsı fazla diyerek devâmlı
olarak bu fiilleri işliyor ise, o işlediğini Allah yaptı diyemeyiz, ya’ni
hiçbir şekilde Allah’a bağlayamayız, bu durum o kula bağlanır.
Çünkü Cenâb-ı Hakk ona bir kimlik vermiştir, “ente/sen” demiştir
ve bir kimlik vermiştir, bu kimliği tanımıştır, bunun yanında
hürriyet de vermiştir ve sahasını çizerek neyin nasıl yapılacağını
göstermiştir, sonra da ona halîfelik kabiliyetini vermiştir, yoksa
mutlak olarak halîfe etmiş değildir. Cenâb-ı Hakk insanı halîfelik
techizatı ile donatmış ve bu âleme, imtihan için göndermiştir. Onun
içindeki ateşi de alevlendirmiş ve de “bak sonun burası veyâ burası
bu yerlerden birini seç” demiştir.
Kulun yaşadığı mertebede kul kuldur, Allah Allah’tır, burada
izâfî ma’nâda dahi olsa ikilik vardır çünkü ikilik olmaz ise Allah’ın
zuhûru olmaz. Ya’nî “Ene” sâdece “Ene/ben” olarak kalsaydı
ondan kimin haberi olacaktı; işte “ente” olacak ki “ene” bilinsin.
315
İşte kişi bunun hakîkatini anladığı zaman “ene” ve “ente”
birbirinin aynası olmaktadırlar; ama bu bu makâmda geçerlidir.
Diğer mertebede olanın ise bundan haberi yoktur o kendisini
“ente” olarak bilmektedir, “ene”yi bilmemektedir. Alt mertebedeki
bu kişilerin “ene”yi bilişleri kendilerini “ente” kabûl ederek, olarak
bilişleridir, ya’nî bir Cenâb-ı Hakk “ene” olarak bir de kendisi
“ente” olarak var bilmektedir.
Hakîkat mertebesine gelen kişi, aslının hakk’ın zuhûrundan
başka birşey olmadığını bilmektedir. Kulun kendisine âit ve
kendisini halk edebileceği bir gücü yoktur ki; ancak Cenâb-ı Hakk
ona o gücü vermiştir ve kabûl etmiştir.
Allah’ın ahlakı ile olan ahlaklanmada “acıma” yoktur; bu acıma
ancak “Muhammed (s.a.v)’in ahlâkı ile ahlâklânanız” da vardır,
aradaki fark da budur. Çünkü eğer hâkimin acıması olsa bu sefer
doğru karar veremez. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ise “rahmeten
lil âlemîn” olduğu için hep rahmet yönüyle ya’nî affedici ve
hoşgörülü olan yönüyledir.
İşte böylece a’yân-ı sâbitelerimizin zuhûr yeri olan kazâlarımızın, ikinci bölümünde olan ya’nî muâllâkta olan kısmını sol tarafa
çeker ve orada sâbitleştirirsek bizim kaderimizin muâllâk
bölümünde “sol” olarak yazar ve bundan sonra da Kazâ-ı mutlaka
geçer ve artık fiil ortaya çıkmış olduğu için değiştirilemez, bu
durumda inşaat ustalarının şaküllerini yukarıdan sallamalarına
benzer; o şakülenin tam dikey durduğu yer onun işâretidir, ama
aşağıdan onu sağa sola ve diğer yönlere oynatmak mümkündür,
ancak yukarısı sâbittir. Biz bu şaküleyi sola çeker ve orada
sâbitleştirirsek bizim kaderimizin muâllâk bölümünde sol olarak
yazılır ve bundan sonra da mutlak kısma geçer ki, âhirette de
ortaya çıkacak olan bu programdır. Ya’nî kısaca kul mes’uldür, ve
kul vardır.
Âyet-i kerîmede de belirtildiği üzere “Allah yaptığından mes’ul
değildir, ancak siz yaptıklarınızdan mes’ulsünüz” (21/23) denilmesi
kulun kimliğinin kabûl edilmesidir. İşte gerçi tam olarak kimse ne
olduğunu bilmese de, eksi isimler bizim a’yân-ı sâbitemizde daha
fazlaydı diyebilir kişi, ancak Cenâb-ı Hakk adâletsizlik yapmaz ya’nî
kazâ hükmünde eksiklik veyâ fazlalık olmaz. Esmâ-i ilâhiyyenin
birinin eksikliği olabilir, ama benzer bir başka esmâ-i ilâhiyyeden
fazlalık da vardır. Burçlar denilen sistem gereği her burcun
birdiğerine göre eksi yönleri ve artı yönleri vardır. Hepsi bir olsa
adâletsizlik olur. Bir diğerlerine göre eksilerin ve artıların olması
işte bir şekilde hepsinde adâletin olması demektir.
Kazâ programına göre bizim sorumluluklarımız vardır, ve
cennetteki veyâ cehennemdeki yerimizi de burası ayarlamakta, ve
hükme getirmektedir. Son âna kadar ya’nî rûh boğaza gelinceye
kadar îmân yolu açıktır. Rûh boğaza geldikten sonra öteki âlem
316
artık kendisine açılmaktadır, işte bu nedenle de bizden görerek
îmân değil, gaybî îmân istenmektedir. Ömrümüzün sonuna kadar
bizler için istiğfar etme imkânı vardır. Bu nedenle de bu zamânı
kaçırmamak gerekmektedir. İşte bunların hepsi bize bildirilmiştir
ve hiçbir şekilde kimsenin bu âlemde bir mâzereti yoktur.
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi kişi de Mudill ismi fazla olabilir
ve kişi bunun gereği olarak yaşantısını sürdürüyor olabilir, ancak
Cenâb-ı Hakk örneğin Kudret’inden ona biraz daha fazla vermiş
olabilir ki, bu Kudreti kullanılarak o Mudill’in gücü eksiltilebilir.
Bunun sonrasında seçimlerini yapmak sûretiyle de Hâdî ismini
arttırabilir.
Bizde Kahhar esmâsı da vardır, ama Kahhar esmâsını başkasına
zarar verecek şekilde değil de, müdâfaada kullanırız. Eğer Cenâb-ı
Hakk bize Kahhar ismini vermese ve hep Latîf ismini verse, bu
durumda kendimizi koruyamayız. Bizler aslında Cenâb-ı Hakk’ın
esmâ-i ilâhiyyesini korumaktayız.
İşte İblîs’in olması da bunun içindir, bizlerin Mudill’iği bilmesi ve
tadması içindir, eğer içimizde Mudill olmaz ise ne ile savaş
edeceğiz. Mudill olmaz ise kişi melek olur ki, melekler için de
cennet ve ahiret yoktur.
İşte bizim cennet veyâ cehennemdeki durumumuzu belirleyen
muâllâk kazâdaki bölümlerdir ki bizler sürekli çalışmak sûretiyle ve
yirmi dört saatlik bölümler hâlinde bunun tatbîkatını yapmak sûreti
ile bu zaman sürelerimizi kaderi mutlak’a çevirmekteyiz.
Şöyle de düşünülebilir; diyelim ki elimizde altmış metrelik bir
halı olsun ve her metresi bir sene olsun, işte bizler o halının
üzerinde yatıyoruz ve o halıyı sürekli dokuyoruz, biz onu
dokudukça dokuduklarımız arkada kalarak kesinleşmekte, ya’nî
kaderi mutlak olmaktadır, önümüzdeki kalan hayat vaktimiz de,
kaderi muallâk, dokuyacağımız geriye kalan halı olmaktadır.
Cenâb-ı Hakk aklımızı yerinde tutsun, dünyâda yaşıyor iken en
fazla olarak dünyâyı değerlendirenlerden eylesin inşallah. Bizden
evvelkiler çok güzel değerlendirmişlerdir, inşallah bizler de öyle
oluruz. Bu işleri idrâk etmemiz Cenâb-ı Hakk’ın bize en büyük
lütfudur. Kadr suresinde Cenâb-ı Hakk bundan bahsederek “O gece
nasıl bir gecedir, sen idrâk ettin mi?” (97/2) buyurmaktadır.
Ahadiyyeteki feyz-i akdes, bir halin sayısal çokluğunu değil de
faziletli yüksekliğini belirtmektedir. Bir şey çok olabilir ancak
fazileti olmayabilir. İşte bu feyzin aktarılması hali de feyz-i
mukaddes olmaktadır. Ahadiyyetteki feyz-i akdes “lâ-taayyün”dür,
feyz-i mukaddes ya’nî vahidiyyet mertebesi ise “taayyünü evvel”
ya’nî “birinci taayyün”, esmâ mertebesi ise “taayyünü sânî” ya’nî
“ikinci taayyün”dür. Ef’âl âlemi ya’nî içinde bulunduğumuz âlem ise
“üçüncü taayyün” dür.
317
Feyz-i akdes zât-ı mutlaktır, feyz-i mukaddes ise hakîkat-i
muhammediyye’dir çünkü oraya akmaktadır. Ki bu da ulûhiyyetin
tam karşılığı kopyası olan ya’nî sûreti olandır. Ancak sûret açıldığı
zaman orada ilâhî tasdîk ile “aslının aynıdır” denilmektedir.
Bunların hepsi ef’âl âleminde de vardır ancak biri birine perde
olmaktadır. Eğer o perdelilik olmasa o makâm bu sefer ortaya
çıkmaz ve onun tanımı ve ifâdesi olmazdı. Yoksa ef’âl âleminde
ahadiyyet âlemi olmamış olsa ef’âl âlemi zâten olmaz ya’nî ortaya
çıkamazdı.
------------------İnsan-ı Kâmil “Tezi Baba” şerhinde geçen. Kaza kader
bölümünüde ilâve edelim. Belki gene bir tekrar olacak ama
sıkınılmadan okunursa belki bunun da, daha başka yönlerden
faydalı olabileceği mümkündür. T.B.
--------…………………………. Bu ma’nâlarla ilgili kader hakkında biraz izah
yapmaya çalışalım. Ehl-i sünnet vel cemaat akidesinde, kader
hakkında ne diyordu, kaderi ikiye ayırıyordu. Kader-i mutlak
kader-i muâllâk, diye. Bunun bazı kısımlarını, yani kişinin hayatının
bazı kısımlarını kontrolünü kendisine bırakıyor, yani kula kişiye
bırakıyor. Bazı kısımlarını da kader-i mutlak olarak Cenâb-ı Hakk'ın
kurduğu, plânladığı şekilde olmasını istiyor diye böyle bir izahı
vardır.
Cenâb-ı Hakk, daha evvelce kişinin ne yapacağını bildiği için
kaderini baştan sonuna kadar yazıyor diyor. Yalnız burada, yani
mutlaka böyle olacaktır, diye bir cebir yoktur. Cenâb-ı Hakk, bir
kulunun ana rahmine düştüğü andan itibaren kabre girinceye kadar
geçireceği bütün safahatı yazıyor ama bu böyle olsun diye
yazmıyor, böyle olacaktır diye yazmıyor. O kulun kendisine de
bırakılan zaman birimlerinde ne yapacağını daha önceden bildiği
için yazıyor ama onu yapsın diye yazmıyor. Bazı yerlerini kader-i
mutlak olan yerlerini yazsın diye bırakıyor, yani kendisi öyle
yapacak kendisi karar veriyor.
Nerede doğdu, hangi aileden dünyaya gelecek, işte ne kadar
yaşayacak, nerede ölecek... diye büyük oluşumları Cenâb-ı Hakk
kendi kararlıyor, öyle yazdırıyor ama hayatının bazı boşlukta olan
yerlerini kulunun iradesine bırakıyor. Fakat kulunun ne yapacağını
o daha baştan bildiği için kul o fiili işlemeden yazıyor onu böyle
olacaktır diye, ama böyle olsun diye yazmıyor. Yani hareket sahası
sana bağlı, teraziyi kullanma sana bağlı. Bu diyelim ömrünün 3'te 1
kısmı, ömrünün 3'te 2'lik kısmını Cenâb-ı Hakk zâten yazmış
ondanda sorumlu tutmuyor. Bizim sorumlu tutulduğumuz yer
Cenâb-ı Hakk'ın bize bırakmış olduğu zaman birimleri. Cenâb-ı
Hakk'ın kendisinin tayin ettiği şeyler, bizim hakkımızda, zat
318
mertebesinde kurgulanan bir ilim. İşte kaderin değişmez olan yönü
burası. Zat mertebesi itibariyle Cenâb-ı Hakk diyor, bu kulum
şunları, şunları... yapacak diğerlerini de boşta bıraktım. Yani
hayatının 3'te 2 kısmını ben düzenledim, bunun değişmesi
mümkün değil. İşte kader değişmez denilen şey budur.
Birde Allah'ın kaderi değişmez deniliyor ya, birde dua ve sadaka
kaderi değiştirir deniyor. Cenâb-ı Hakk zat mertebesinden bu
hükmünü verdi tamam, o iş bitti orada değişiklik yok. Zat metrebesinden, Cumhurbaşkanından geldi, artık o kesin onun değişmesi
yok. Şimdi Cumhurbaşkanı, o bulunduğu yerdeki genel müdürüne
dedi ki, bizim şurada bir vatandaşımız var, onun üzerinde sorumlu
sensin, dikkat et dedi. Yani Ya Rabbi dediğimiz bölüm. Allah
dediğimiz yukarıdaki bölüm. Artık bizim kader-i muâllâk ile ilgimizi
buraya göndermiş oluyor, yani bizi tesirinde tutan esma-i ilahiyeye
o görevi vermiş oluyor, işte bizimde Rab dediğimiz o yerdir.
Biz şöyle veya böyle hayatımızı sürdürdük. O esmanın elinde bir
program var. Bize onu teslim etti, işte bizim artık ilgimiz onunla
direk gelen şeyler zâten zattan bunlar değişmiyor ama aradaki
boşluklardaki kontrol bizim esmamızın elinde. Bizi kontrolünde
tutan esma-i ilâhiye bunların arasında, biz ibreyi Hakk'a doğru yani
esmanın gerektirdiği şekilde kullanabiliyorsak veya Cenâb-ı Hakk'ın
bize verdiği şekilde kullanabiliyorsak, işte o esma-i ilâhiye sende
eksi yöne gitmekte olan şeyi değiştiriyor, artı yöne çekiyor, artı
yöne yazıyor yani bunu esma-i ilâhiye yapıyor. Sana ait olan esmai ilâhiye yapıyor. Ya Rabbi dediğimiz zamanda ona yönelmiş
oluyoruz. Bizi tesirinde, terbiyesinde tutan esmaya yönelmiş
oluyoruz hangisi ise.
İşte bir derviş yavaş yavaş bu halden kurtulmaya çalışırsa yani
ilâhi varlığa ulaşmaya çalışırsa, "Nefsini bilen Rabbini bilir" hükmü
ile evvelâ kendi nefsini tanıyor. Oradan kendini kontrolünde tutan
esmaların olduğunu idrak ediyor. Bakıyor esmanın ötesinde sıfatlar
var, bu sefer sıfatlara yöneliyor. Onu da aşarsa Allah'a yöneliyor.
Artık ondan sonra zâten onun eksisi, artısı diye birşey söz konusu
olmuyor. Mizanı, terazisi diye bir şey söz konusu olmuyor. Çünkü
nasıl zâttan gelen oluşumlar yahut program onun aleyhinde bir
delil olmuyorsa yani oradan gelen, doğrudan doğruya ondan
sorumlu olmuyorsa, ona ulaştığı zaman artık kendinden yapılan
fiillerden de sorumlu olmuyor. Çünkü doğrudan doğruya zâta
ulaştırmış oluyor yani esmasından kurtulmuş oluyor. Rabbından
yükseklere gitmiş oluyor. "Dur, Rabbın namazda" dediği yeri aşmış
oluyor. Cenâb-ı Hakk, kulunun üstünde iki türlü tesirdedir, birisi bizâtihi direk olarak tesirdedir, bunlarda hiç bir şekilde değişiklik
olmuyor, diğeride Rabb'ı yönüyle tesirdedir, faaliyette işte o
Rabb'ının istediği istikamette hayatını sürdürebiliyorsa artı tarafları
yazılıyor, cehennemden kurtuluyor, Rabb'ı da yine Allah'tan aldığı
sistem üzere onu kontrol ediyor, kontrolünde tutuyor. İşte Allah'a
319
ulaşmak zor ama Rabb'ına ulaşması daha kolaydır. Bütün âlem ona
teslim edilmiştir. Hangi varlık hangi esmanın tesirindeyse o onun
Rabb'ı ve o onunla ilgilidir, Allah zâtı itibariyle bütün âlemde ki
teferruatlarla uğraşmaz. Kişide negatif ismin karşılığı da esma
olduğundan çalışmalarıyla o negatiften kurtulup, pozitif isme
yönelip onu Rabb edinmesi gerekiyor. Çünkü bütün bu esma-i
ilâhiye o kişi daha evvelce kendisine ait değilse bile onun tarafına
geçtiği zaman onun kontrolüne giriyor.
Diyelim ki, bir kişi üzerinde tesirli olan on tane esma-i ilâhiye
var. Kişi bunların hangisinin yapısına uygun hale doğru giderse
Rabb'ını o seçmiş olur. Esmaları değiştirmekle kaderini değiştirmiş
oluyor. Yani kaderin değişen bölümleri rububiyet mertebesinde
yukarıdakiler değişmiyor ama sen rububiyetten kurtulupta Hakk
esmasına oradan da Rahim, Rahman, Uluhiyet esmasına geçtiğin
zaman bu esmaların sende yani o Rabların tesiri kalmıyor, Rabbül
Erbaba geçtiğin zaman zâten bunlar söz konusu olmadığından sen
cennet ehli oluyorsun. Diğer esmalar senin üstünde hiç bir tesiri
olmadığından doğrudan doğruya o kader-i mutlaktaki gibi zâta
bağlandıktan sonra senin bütün hayatın zat ile ilgili geçmiş oluyor.
İşte bunun neticesinde de zat cennetine ulaşmış oluyorsun. Esma
cennetinden kurtulup, zat cennetine ulaşmış oluyorsun. İşte bu da
ehli sünnet vel cemaatinin hakikati bâtınıyla idrak edildiği zaman
ancak gerçek kaderi bilme imkânı ortaya çıkımış olmaktadır.
Yani ehli sünnet vel cemaat zâhirde belirttiği verdiği kader
bilgisi yerli yerince geçerli ama zâhir yönden bakıldığında yani
bireysellik yönünden bakıldığında izahı güç, biraz boşluklar var,
zorluklar var içerisinde. Çünkü binaya sadece dışarıdan bakıyorsun.
Efendimiz (s.a.v.) kader hakkında konuşmayınız diyor, çünkü o
kadar derin bir ma’nâ ki, konuşmayın yani sizin içinizde bulunduğunuz akıl düzeyi ile bu anlaşılmaz. Buradan bizde ne kadar
yanılgıya düşüyoruz, zannediyoruz ki bütün ümmeti Muhammede
söylendi bu kader hakkında konuşmayınız diye. Orada ki cemaate
söylendi o, o gruba söylendi, o gruba diyor ki, siz kader hakkında
fazla konuşmayın çünkü aklınız daha fazlasına yetmez. Bizde
zannediyoruz ki, bütün ümmete bunu söyledi. Sizin kapasiteniz
bunu anlayacak durumda değil, eğitiminiz yok hayali konuşuyorsunuz gibi, biraz kızıyor gibi oluyor, Efendimiz (s.a.v.). Birisi
soruyor, işte kader hakkında ne dersiniz, Efendimiz (s.a.v.)
konuşmayınız dedi, bu konuşulmaz, işte öylece kabul edilir geçer.
Tamam iş bitti, ne ilim, ne bir şey, kaderi nasıl anlayacaksın, nasıl
anlatacaksın sonra, kendin anlamadıktan sonra diğer insanlara
islâmın kader anlayışını nasıl anlatacaksın.
Evvela kaza olarak insanın programı yapılıyor. Genel çerçevesi
içerisinde Cenâb-ı Hakk bunun zat mertebesi itibariyle, çünkü her
varlığın zatta bir yeri vardır. Bir varlık varsa onun bir zuhuru
olacak, zuhurununda bir programı olacak, programsız hiç bir şey
320
olmaz. İşte bu programın aldığı isim kaza yani hüküm. Kelime
ma’nâsı olarak kazâ, hüküm demektir. Hükümet, hüküm eden yer,
yani kazâ yeri. Eskiden mahkemelerde kadılar varmış, kadılar da
hüküm ediyor. İşte hükümet dediğimiz zaman hüküm eden yer
yani hükmeden yer, sözünün geçtiği yer. Herkes ona uymak
zorunda, kanunlar çerçevesi içerisinde. Namazı kazâ ediyoruz, yani
ikinci bir hükümle onu yerine getirmek demek. Yani yeni bir
hükümle vakti geçti ama o da bir hüküm. Aslında namazı kazâ
ediyorum demek değil, bu saatte hükmediyorum demektir. Hangi
namazı, hangi zamanda kazâ edeceksen o da bir hükümdür,
kafandan düşünüyorsun öğlen namazının arkasından bir kazâ
namazı kılayım diye, işte o hükümdür. Öğleni kazâ ettim demek,
öğleni hükmettim demektir ama biz kazâ dediğimiz zaman
geçmişteki bir hadisenin tekrarını yapmışız gibi aklımıza geliyor.
Sen her şeyi kazâ edebilirsin. Kelimelerin hakiki ma’nâsını yani
ifadelerinin hakikatini anlayarak ancak, bu ibareleri çözmek
mümkündür, yoksa başka türlü şartlanmış kelimelerle bu olmaz.
Cenâb-ı Hakk ma’nâ âleminde kişinin varlığını a’yân-ı sâbitesi
üzere hükmetti. Bireyler böyle olduğu gibi, bütün âleminde
kazasını hükmetti yani kazâ etti, kazası oldu. Bâtın âlemde, ma’nâ
âleminde a’mâiyetten ahadiyete, ahadiyetten vahidiyete geçtiği
zaman bütün bu âlemlerin uluhiyet mertebesinde kazâları yapıldı
yani hükümleri yapıldı yani kaderleri yapıldı. İşte bu kaderin aslı
yani hakikati dayandığı nokta kazâ, hüküm. Önce kazâ yani
hüküm. Burada zaman ve mekân yoktur, ama bu kazânın zuhura
çıkması için zaman ve mekâna ihtiyaç vardır. İşte zaman ve
mekânın oluşumunu sağlayan bu âlemler var edildikten sonra, bu
âlemlerde yaşayacak olan hangi tür varlık varsa, o varlığın
programının zaman süresi içerisinde hükmünü icra etme süresi
onun kaderidir.
Kader, miktar demektir. Meselâ bir kişinin ömrü 30 sene olsun.
Bunu toplu olarak bu 30 senenin bilinmesi kazâ, ama bunu
yaşayarak faaliyete geçirmek kader, miktar yani kısım kısım...
bunu ortaya çıkarmaktır. İki türlü kazâ vardır, bunu birbirinden
ayıralım. Bunu dışarıdan anlamak mümkün değildir, başımıza gelen
fiili kazâ ilâhi takdir neticesinde mi oluştu, yoksa bizim gafletimiz
den mi oluştu. Her iki halde ki kazada da eğer biz tedbir almazsak
o suç bize yükleniyor. İşte onun için, "Deveni bağla ondan sonra
Hakk'a tevekkül et" dediği o. Tedbirinizi alacaksınız, tedbir almadığı
zaman kişi, o kaza tedbir alsa da olacak, çünkü yukarıda yazılan
kazâ tedbir alsa da olacak, çünkü Allah'ın emri o, ama tedbir aldığı
zaman kaza olursa kul bundan mes'ul değildir. Allah'ın kazâsı, kul
mes'ul değildir, ama yine Allah'ın kazâsı, kul bunun tedbirini
almamışsa bu sefer suç kulun tedbir almadığı için. Yani kazanın
oluşumunda suçun kulun bir dahli yok, yani o olacak yani tedbirini
alsa da o olacak ama tedbir almadığı için suç ona yükleniyor.
321
Şöyle bir hikâye vardır kader ile ilgili, Bir gün dervişin bir tanesi
kervanla yola çıkmaya niyetleniyor, kendi şeyhine gidiyor. Efendim
diyor, müsaade ederseniz ben kervanla yola çıkmak istiyorum.
Şeyh efendi şöyle bir gönlüne bakıyor, oğlum diyor yol tehlikeli
senin için, sen gitme, yola çıkma diyor. Derviş peki efendim diyor.
Düşünceye dalıyor, gitmekte istiyor, ne yapsam derken birde
Abdülkadir Geylâni hazretlerine gideyim diyor, bir de ona sorayım.
Gidiyor Abdülkadir Geylâni hazretlerine, efendim benim böyle böyle
bir durumum var diyor, ama şeyhimde bana gitme dedi diyor.
Abdülkadir Geylâni hazretleri de, hadi oğlum Allah selâmet versin
kervanla yola çık, ticaretini yap, gel diyor. Ona daha çok tabi itimat
ettiği için gidiyor. Kervanla yola çıkıyor, bezirgânlık yapıyor ticareti
ona bağlı. İşte kervanla yola çıkacak ki, rızkını kazansın.
Nihayet mallarının hepsini satıyor, parasını alıp dönüşe geçiyor.
Dönüşe geçtiği zaman bir gün bir ikindi vakti bir kasabaya gelmiş.
Bakmış ki güzel yeşillik bir yer, su akıyor, cami de var. İkindi vakti
oldu, ikindiyi kılayım da yola öyle devam ederim diyor. Abdestini
alırken, ceketini ağaca gizliyor, kimse görmesin diye. Abdestini
alıyor, ikindi namazını kılıyor. Biraz da yorgun bakıyor serin güzel
bir ağaç altı. Biraz şurada dinleneyim diye uykuya dalıyor. Bir
müddet uyuduktan sonra rüyasında, kırk haremiler geliyorlar
basıyorlar orasını, onu yakalıyorlar boğazını kılıçla kesiyorlar, nesi
varsa alıp götürüyorlar. Hemen o heyecanla uyanıyor, bir bakıyor
ki boğazı kesik kan akıyor boğazından. Boğazı çizilmiş ama kanlar
akıyor, bir bakıyor üstüne başına ne para var, ne başka bir şey,
sonra aklına geliyor. Ağaca sakladığı elbisesi, bir bakıyor ki orada
duruyor. Hemen paralarını da alıp daha hızlı olarak geri dönüşüne
devam ediyor.
Nihayet şehre varıyor, ilk işi Abdülkadir Geylâni hazretlerini
ziyaret etmek oluyor. Efendim ben bu işi anlayamadım diyor. Ne
oldu oğlum diyor. İşte efendim ben şeyhime gitmiştim, o bana
gitme dedi, sizde git dediniz. Peki yolda ne oldu oğlum demiş. İşte
hepsini sattım, biraz para topladım. Nihayet bir ikindi vakti, bir
yerde durdum, ceketimi çıkardım ağacın kovuğuna koydum.
Kendimde namazımı kıldım, uykuya daldım, uykuda böyle böyle bir
rüya gördüm diyor. Kırk haramiler basmışlar boğazımı kesmişler,
paralarımı almışlar diye. O zaman Abdülkadir Geylani hazretleri
diyor ki, oğlum senin şeyhin sana doğru söylemişti. Çünkü senin
kaderinde orada yolda eşkiyaların seni karşılayıp, boğazından
kesmesi vardı, ama biz bu kaderi sana rüyanda geçirttik. Çünkü o
kader-i muâllâk idi. Yani esma-i ilahiye ile ilgili döndürülecek
kaderdi. Eğer kader-i mutlak olsa o onu zaten değiştirmeyecekti.
Onu anladığı için Abdülkadir Geylâni hazretleri onunda o yolculuğa
ihtiyacını bildiği için onu rüyada geçirtti. Bazı kadiriler, Abdülkadir
Geylani hazretleri hakkında o kader-i mutlakayı da değiştirirdi diye
söylüyorlar ama o da şöyle olabilir. Belirli bir zaman Abdülkadir
Geylâni hazretleri mutlak kadiriyet hükmüyle ortaya çıkarsa yani
322
kendinde Allah'ın kudretiyle ortaya çıkarsa o zaman onu da
değiştirir, o da mümkündür. Burada esas konu kader-i muâllâk
olan kaderin değişebileceğidir. Buradan meseleyi kendimize
aktaralım, bize de zâten o lâzımdır. Cenâb-ı Hakk'ın bize bırakmış
olduğu zaman bölümlerini en güzel şekilde değerlendirmeliyiz ki,
kaderin en üst noktasına ulaşabilelim. Yani bize verilen miktarların
artmasını sağlayalım, Hâdi esması cihetinden, Rahim, Rahman,
Hakk, Cemâl esması cihetinden bu miktarları arttıralım. Yani
kaderimizi arttıralım bu şekilde. Kader, miktar demektir. Yani bize
ayrılan zaman sürelerini çoğaltalım, bereketlendirelim.
Ömrümüzü böylece uzatmış olalım, "Bir gece 83 sene 3 aydan
daha hayırlı" oluyor. Ömrümüzü uzatmış oluyoruz ama fiilen değil,
ma’nen. Meselâ bize 50 senelik süre tanınmışsa bunu düz gidersek
bu 50 senedir ama biz bunu yükselterek gidersek daha daha
yükselterek gidersek o binlerce seneye varmış olur. İşte asıl
cambazlık buradadır. Bütün iş zamanı verimli kullanmaktadır,
zamanı verimli kullanmakta ehil olursan bu dünya fevkalade bir
yerdir, bundan daha ilerisi zâten yoktur. Yani bütün âlemleri bir
seyyah olupta gezmeye kalksak, bu dünya kadar güzel bir yer
bulamayız. Belki güzelliği, şıklığı cennetten güzel değildir ama
ma’nâ bakımından getirisi bakımından bu dünya kadar güzel hiç bir
yer yoktur. Cennete gittikleri zaman insanlar bakara suresinde ve
daha başka yerlerde de geçiyor, Cennetteki insanlar, cennette
yedikleri meyveleri gördükleri zaman "biz bunları ve bunların
benzerlerini dünyada da yemiştik diyecekler." (2/25) Dünyada
görmediği şeyle orada onu benzetme yapamaz.
İlâhi tecellileri yani esma meyvelerini vahdet sofralarında biz
burada oturmuştuk diyecekler. Meyveden kasıt ilâhi bilgidir. İşte
cennette de bu tecelliler olacak ama bu tecellileri dünyada idrak
etmiş olan kimseler orada ki tecellinin hakikatini anlayabilecekler.
Yoksa burada bu tecellileri idrak etmemiş olanlar, orada o
meyveleri herkesin yediği gibi, ne kadar suluymuş, ne kadar
tatlıymış diye öyle yiyecekler, yani nefislerine yiyecekler. Burada ki
meyvenin hakikati, ilâhi yani irfaniyet özelliğiyle Cenâb-ı Hakk'ın
esma-i ilâhiyesinin feyizlerini idrak etmek, bu dünyada bunları
yemek yani bu tecelliler cennette de olacak ama, burada tanıdık
ise bu tecellileri orada daha çoğunu, daha lezzetini bulacağız.
"Gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, dillerin tatmadığı
rızıklar" (Buhari-1720) olacak cennette, meyveler olacaktır diyor. O
da o âlemin özelliği olduğundan burada da onlar olmadığından,
onları gidebilenler orada görecektir ama, bütün bunların oluşması
buradan kaynaklanıyor, buradan kazanılıyor, cenneti burada
kazanamazsak oradaki o yiyecekleri, meyveleri bulmamız mümkün
değildir. İşte bunlar vahdet meyveleri, bunlarda ancak burada
toplanıp yeniyor.
-------------------
323
(89) Merkez dosyasından aktarma.
Mevzu ile ilgisi olması bakımından, (89 nolu bir hikâye birçok
yorum merkez dosyası.) isimli kitabımızdanda bir bölüm ilâve
edelim, inşeallah faydalı olur. Tamamını okumak isteyen olursa
“Terzi Baba” internet sitemizden indirebilirler. T.B.
---------
“Merkez hikâyesi”
Terzi Baba yorumu
Bismillâhirrahmânirrahîm.
“Merkez hikâyesi” hakkında internetten, kardeş ve
evlâtlarımızdan gelen (90) adedi bulmuş olan bu yazılar bir
dosyada toplanarak birleştirilmiş oldu. Sonuna bende bir yorum
yapıp böylece dosyayı tamamlamış olalım, İnşeallah. T. B.
------------------Oldukça uzun bir çalışma ile baştan sona bütün yazılar bir yazı
formatına dönüştürüldü, gene bütün yazılar, harf kelime ve
cümleler itibariyle hepsi tek, tek kontroldan geçirilerek, daha
düzgün anlatış ve anlayış haline yaklaştırılarak, nokta ve virgüller
dahi, gerekli yerlerine konarak, epey bir zaman üzerinde çalışılması
sûretiyle, nihayet bu duruma getirilebildi. Aslında içerisinde
düzeltilmesi gereken bir çok husus olduğu halde, buna da benim
vaktimin olmaması, ve yazıların genelde aslına sadık kalıp, ancak
kitap yazılımına uyum sağlayacak şekilde düzenlemeye çalıştım,
İnşeallah hepsi anlaşılır duruma gelmiş, olmuşlardır.
Eğer vaktim olsa idi her yazıyı ayrı ayrı değerlendirip
yorumlarını yapmak isterdim, ancak buna ayıracak vaktim
olmadığından, mümkün olamadı, sağlık olsun, herkes nasıl olsa
kendi yazısını tanır, diğer yazılarıda okuduğunda kendi yazısı ile
karşılaştırıp, yeni bir değerlendirmeye gidebilir. Böylece kişinin
ufku da son derece genişlemiş olur. Cenâb-ı Hakk her birerlerimize
idrak genişliği nasib etsin İnşeallah.
Yazı gönderen bütün kardeş ve evlâtlarımızı çalışmalarından
dolayı teşekkür ve tebrik ederim. Gerçekten her bir yazı kendi
bünyelerinde bir değer ifade etmektedirler. Bu vesile ile bende,
çalışmalarımızın boşa gitmediğini görerek, memnun olmaktayım,
belki dünyada böyle bir çalışmanın benzeri yoktur.
Bu ve benzeri diğer hikâye çalışmalarımız ile gurubumuzun bu
sahada ne kadar güzel bir yol aldığı ve idrak sahibi olunduğu
görülmektedir. Üzerinde çalışılan ve emek verilen, her yazı kendi
324
bünyesinde, yazarının idraki itibariyle kendi merkezindedir. Bu
hususları tesbit edip üzerinde ciddi ma’nâ da ilgilenip yazı yazmak
bile bir irade oluşumunun tescilidir. Tekrar memnuniyetimizi
bildiririz. Ancak bazı yazılarda, taleb edilmeyen mevzularda,
”çiçek” gibi, ilâve edilmiştir. O bölümler fazladandır, onlarada bir
zaman ayrılmış olduğundan onlarıda aynen geldiği gibi dosyada ki
yerlerinde ayırmadan kayda aldım.
Gelen yazıların tamamı okunduktan ve biraz üzerlerinde
düşünüldükten sonra, yazıların genellikle Hakikat mertebesi
itibariyle yazıldığı anlaşılmaktadır, ve genelde o mertebenin idrak
ve anlayışı ağırlıklı cümlelerle ifade edilmeye çalışılmıştır. Ancak
meselenin diğer mertebeleri itibariyle de izahları vardır. Birkaç
yazıda, bunlarada temas edilmiş ancak tam bir açıklığa ulaşılamamıştır.
Bu yüzden gurubumuzun genelde
“Hakikat/fenâfillâh”
mertebesinde yaşadığı ve bu anlayışla hayata baktığı anlaşılmaktır,
ve bu husus oldukça güzel bir oluşumdur. Bu anlayışlar içerisinde
şimdi gurubumuzu bir mertebe daha ileriye, “Marifet/
bakabillâh” anlayışına götürmek üzere yola çıkarmamız lâzım
gelecektir. Bazı kardeş ve evlâtlarımız her nekadar bu sefere hazır
değiller ise de böyle bir seferin olduğunu ve varlığını ilmen dahi
olsa bilmeleri, kendilerini geleceğe hazırlamakta büyük faydası
olacaktır. Daha eski olan kardeş ve evlâtlarımızada vakti gelmiş
olduğundan yeni ve tatbikatlı bir saha açılmış olacaktır. Zâten bu
makam ve idrak de son makamdır. Ancak Hakk’ın sonsuzluğunda
son makam diye bir şey söz konusu değildir.
Bu ifadeler tarif babındadır. Kişi daha sonra bunları kendi
idrakinde istidad,
kabiliyyet ve çalışması, nispetinde geliştirecektir. Şimdi bu ön bilgilerden sonra, yavaş, yavaş konuya girmeye
çalışalım. Ve konuya internetten indirildiği şekilde sırası ile özet
olarak cevaplayıp daha sonra nedenleri ile birlikte izahına çalışalım.
T. B.
------------------! Âlemi siz yaratmış olsaydınız nasıl yaratırdınız? (Soru)
“her şeyi merkezinde bırakırdım!” (Cevap)
------------------Şimdi gelelim bu hikâyede ki, soruya. “her şeyi merkezinde
bırakırdım!” sözlerini “Eğer siz olsa idiniz o soru hakkında
kendi hayat anlayışınız içinde bu cümleyi nasıl düzenlerdiniz.?”
Sizde aynı şekilde mi cevaplardınız yoksa kendi geliştireceğiniz bazı yeni kelimelerle mi! ifade etmeye çalışırdınız.? Bende
325
size biraz yön gösterici olarak bu hususta birkaç soru oluşturayım.
T. B.
------------------Eğer soru sorulan kişi ben olsa idim bu soru hakkında evvelâ
mertebe tesbitini yapardım ve ona göre değerlendirme yönüne
giderdim.
(a) Evvelâ sorudaki (yaratma) kelimesinin üzerinde dururdum.
Not= Bu hususa, gelen dosyalarda bir iki yazıda temas
edilmiştir.
(b)
daha sonra sorunun sadece, âlemin “her şey”
yani
şey’iyyet yönünü kapsadığını ve bu husus üzerinde sadece
merkezinde olduğunu diğer zuhurlarda, “men/kim” kimlikler
üzerinde olamaycağını düşünürdüm.
Not= Bu hususa da, gelen dosyalarda bir
edilmiştir.
iki yazıda temas
Anlaşılan, bu hikâyenin sonradan kaleme alınıp düzenlendiğidir.
Ve o düzenleyen kişinin tevhidî ma’nâ da bilgi sahibi olmayan bir
yazar olduğu, sadece aktarıcı olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü
bilindiği gibi “Kâmusu aşktan/büyük aşk lügatı” “Yaratma” kelimesi
irfan ehli, tarafından çıkartılmış yerine, “zuhur ve tecelli” ifadesi
konulmuştur. Çünkü “yaratma” ikilik üzere olan bir kelimedir ve
gerçekte de sıfat ve zat merteelerinde geçerli bir terim ve hüküm
değildir. Ancak şeriat ve zâhiri tarikat mertebelerinde kullanılır, bu
mertebelerde kullananlarda mazurdur. Zâten her hangi bir şeyin o
mertebelerde aslı pek aranmaz örf ve genel kabul görmüş klâsik
kelime ve anlayışları geçerlidir. “Zuhur ve tecelli” ise hakikat ve
marifet mertebelerinde geçerlidir ve tekliğin ifadesidir. “Merkezinde
bırakırdım” sözü ise sıfat/hakikat mertebesinin sözü ve hükmüdür.
O halde soruda geçen “yaratma” ifadesi, sorunun “Ef’âl/şeriat
ve zâhiri tarikat” mertebesi itibariyle sorulduğu izlenimini
vermektedir. Ancak sorunun aslî yeri “hakikat” mertebesidir.
Ve soruya “her şeyi merkezinde bırakırdım!” diye verilen
cevap. Sadece Hakikat mertebesi itibariyle doğrudur.
Şimdi soruları özetle cevaplayıp sonra izahlarına çalışırız.
------------------(1) Yukarıdaki cevap gerçekten hiçbir şey ayırmaksızın
bütün “ef’âl âlemi içinde” her yönden geçerlimi’dir?
(1) El cevab “hayır” geçerli değildir.
------------------(2) Zelzele, toprak kayması, fırtına, yağmur, yıldırım
çarpması, yangın, açlık, savaşlar, ırk ayrımcılığı, yoksulluk
v.b. bütün bunlar, “merkezindemi” dir?
326
(2) El cevab, İnsan eli ve tesiri olmadan hakk’ın eli ile
olanlar “merkezinde” insan eli ile olanlar ve sıkıntı veren
hadiseler “merkezinde” değildir.
------------------(3) Gene, Yukarıdaki cevap gerçekten hiçbir şey
ayırmaksızın bütün “enfüsi beden âlemi içinde” de her
yönden geçerlimi’dir?
(3) El cevab, Hakk’ın iki eliyle halkettiği enfüs, beden
âlemimizin her yönü “merkezindedir” ancak kendi kullanış
eksikliğimizden dolayı onu “merkezinden” çıkardığımızdan o
yönleri ile merkezinde değildir.
------------------(4) Karşımıza çıkan her türlü eksi ve artı diye ifade
edilen hadiselerin hepsi için onlarda merkezinde’dir
diyebilirmiyiz?
(4) El cevab, Bu husus görecelidir, hadisenin seyrine
göre merkezdedir veya değildir kararı o zaman verilir.
------------------(5)
karşımıza çıkan her
merkezinde’dir, diyebilirmiyiz.?
türlü
karşımıza
çıkan
her
türlü
merkezinde’dir, diyebilirmiyiz.?
artı-iyi
eksi-kötü
hadiseye
hadiseye
(5) El cevab, 4 ün cevabı gibidir, Bu husus görecelidir,
hadisenin seyrine göre merkezdedir veya değildir kararı o
zaman verilir.
------------------(6) Merkez ne demektir.
(6) El cevab, gelen yazılarda tarifi yapılmıştı. Bende
şöyle dedim. “Merkez varlığının içinde huzur bulduğu yerdir.
Orada aslını bulup kendini tamamlamış olur.”
------------------(7) “merkezinde bırakırdım!”
mertebenin sözü olabilir.
sözü
sizce
hangi
(7)
El cevab. Fenâfillâh/sıfat/hakikat, mertebesinin
sözüdür.
------------------Bütün bunlara verilecek cevapların altında gerekçeleri de
bulunacaktır. Yani “yeni cümlelerin düzenlendikten sonra ne
tür bir anlayış ve yaşam ölçüsü içinde yazıldığının
belirtilmesi” gerekecektir.
327
------------------Şimdi bu soruları özet olarak cevapladıktan sonra tekrar geri
dönüp nedenleri ile de birlikte incelemeye çalışrız.
------------------(1) Yukarıdaki cevap gerçekten hiçbir şey ayırmaksızın
bütün “ef’âl âlemi içinde” her yönden geçerlimi’dir?
(1) El cevab “hayır” geçerli değildir.
------------------Bu özet açıklamalardan sonra izahlarına gelelim.
Evvelâ yukarıda belirttiğim, bulunduğumuz yerden bir mertebe
daha ileriye gitmek ve “bakabillâh” hakikatiyle halka yani, “gerçek
beşeriyet/şeriat-ı Muhammediyye” ye dönmek olacaktır. Şeriat
mertebesine bakış iki türlüdür.
Birincisi: Kendini tanımadan varlığını ayrı bir varlık olarak
görmek ve Hakk’ı yukarılarda tahayyül ederek tenzihi bir anlayış
üzere hayatını devam ettirmesidir. Bu durumda Ef’âl âleminde
olan her şey ve kimlikler bu haliyle gerçek, içinde yaşayanlarda
gerçek ve muhakkaktır. Kendilerine göre gaflette olsalar dahi bu
ef’âl âlemi, Cenâb-ı Hakkın da, tasdikiyle gerçek ve muhakkaktır.
Âyet-i Kerîmeler bunu açık olarak belirtmektedir.
İkinci yönü ise: Fenâfillâh da, hakikatini idrak etme yolunda,
mesafe katetmiş kendini ve âlemi tanıma yönünde oldukça mesafe
almış, ve neticede Hakk’ta fâni olmuş, daha sonra Hakk’la bâki
olarak ef’âl şeriat mertebesi/âlemine gönderilmiş olan bakabillâh
ehlinin anlayışıdır.
Bu anlayış ise, bu sefer, bütün gerçekliği ve hakikati ile,
ef’âl/şeriat mertebesinin mutlak bir mertebe olduğunu idrak etmiş
olması ve yeni hayatını bu iki ef’âl/şeriat mertebesi anlayışı içinde
yaşamasıdır. Bu anlayışta ef’âl/şeriat mertebesi kendine asâleten
mutlaktır, ve her bir fert kendi aslı üzere gerçektir ve bütün
mertebelerde geçerlidir. Kâfir kâfirdir, Mü’min Mü’mindir ve kendi
hakikatleri üzere gerçektirler. Hüküm, kişilerden çıkan fiillerin
karşılığı, bu mertebenin vaz ettiği kurallara göre uygulanmaktadır.
Ef’âl âlemine esmâ ve sıfat mertebesinden bakıldığında her
nekadar, orasının isimlerin ve sıfatların bir zuhur mahalli, ve her
bir ismin o görüntü halinde zuhura çıktığı idrak ve anlayışı var
isede, bu anlayış o mertebenin anlayışına göredir ve mertebe lâtif
bir mertebedir. Ef’âl âlemi ise kesif bir mertebe olduğundan esmâ
ve sıfat mertebesi bakış ve idraki sadece, idraki bir irfaniyyet
anlayışıdır. İrfan ehlinin bu anlayışı şeriat/Ef’âl âlemindeki
hükümleri hükümsüz kılmaz. Orada sait ve şaki vardır ve ayrıdır,
göreceği muamelede ayrıdır. Çünkü oranın ehli olan birinci
bölümdekiler kendilerinin farkında olmadan kendilerini var kabul
328
etmişlerdir. Bu kabulleri kendilerince bir hüküm olduğundan emir
ve nehiylerin üzerlerinde ki hükmü de işleycektir.
Ef’âl âlemine ikinci bakış içinde olan Ârifler ise, her iki bakışı
bünyelerinde toplayıp, gerek hayali ve gerek gerçek üzere olan
varlık anlayışlarını, kendi bünyelerinde her iki yöndende kimlikleri
kendi hakikatleri üzere var kabul etmişler, muamelelerini ona göre
yapmışlardır. Zaman gelmiş karşılarındakini düşman görmüş
savaşmış, bazılarını dost görmüş, muhabbet etmiştir. İlmi ve İrfani
yönden her ikiside Allah’ın bir ismini ortaya çıkarıyor olsalar bile,
bu husus ilmi bir husus olup bu sahada, zeminde fiil âleminde
geçerli değildir. Burada geçerli olan “bende ben, sende sendir” ve
bu ayrı iki benlik genelde hep çatışmadadır Aslında ilmi olarak
bakınca “bende ben, sende ben” dir.
------------------Diğer insanlara göre yaşam hiçte böyle değildir, kendilerini
mutlak ma’nâ da bireysel olarak var zannedenler ve hayata bu
açıdan bakanlar. Bu halde şeriat mertebesi, hiç şüphesiz vardır, ve
bireyin varlık kabulü üzere mutlak gerçektir. O halde herkes aynı
merkezde değildir. Ve kendi merkezleride değişken ve geçicidir.
Yani mutlak bir merkezleri yoktur. Dünyaya gelen çocuğun bulûğ
çağına kadar merkezi başkadır, Bulûğ çağı ve gençlik merkezi
başkadır, orta yaşlılık ve ileri yaşlılık merkezleri başkadır.
------------------Ancak bu hakikati Yaklaşık yedi milyara yakın insan
topluluğundan milyonda kaçı bilmektedir. Rabb’ımıza şükrederizki,
bu yüzdenin içinde bizlerde varız. Ve mevzularımız hep tevhid
konularından olduğu için, sanki herkese göre bu dünya kâinat
anlayışı böyle imiş zannediyoruz. İşin aslı ise genelin hayata bakışı,
beşeri benlik yönündendir ve bu da bu mertebede geçerlidir.
İşte gerçek tevhid ehli de bu mertebede bu hükümlerin
gerçeğini kabul ederek, aynı zaman da hakikat-i itibariylede hayata
bakarak yaşamını sürdürmektedir, eğer böyle olmasa insanlarla
ünsiyetini sağlayamazdı.
Şeriat ehline göre ef’âl âlemi mutlak vardır, ve kuralları yapılan
fiilere göre geçerlidir. Marifet ehline göre ise şeriat/ef’âl âlemi hem
hükmen hemde fiilen vardır. Ve kurallarına uymak mutlak lâzımdır.
İçinde bulunduğumuz ef’âl/şeriat mertebesi zıtlıklar
kurulduğundan
buranın
merkezi
“merkezsizlik”
kurulmuştur. Yani burası “merkezsizlik merkezi”dir. “Her
bir merkezde değildir.” Bu mertebede hüküm, görünene
gayba göre değildir.
üzerine
üzerine
şey tek
göredir,
Mevlânâ Hz. “Burası fark âlemidir burada birlik olmaz” demiştir.
329
Şimdi bu hususları âyet-i kerîmelerin ifadelerinde açık olarak
görmeye çelışalım.
-------------------


(Kalehbitu ba’duküm liba’din aduvv veleküm fil’ardu
müstekarrun ve metâun ilâhîn.)
(A’râf-7/24). “Buyurdu ki: Bâzınız bâzınıza düşman olarak yeryüzüne- ininiz sizin için yerde bir zamana kadar bir
ikâmetgâh, bir faydalanma vardır.”
-------------------



(Kulnahbitu minhe cemîan fe immâ ye’ti yenneküm minnî
hüden femen tebia hüdaye felâ havfun aleyhim ve lâhum
yahzenun.)
(Bakara-2/38.) “Dedik ki: O cennetten hepiniz aşağıya ininiz.
Eğer benim tarafımdan size bir hidayet gelir de her kim
hidâyetime tâbi olursa artık onlar için bir korku yoktur. Ve
onlar mahzun da olmayacaktır.
------------------Ef’âl şeriat mertebesinde varlıkların ne kadar bariz ve
kimliklerinin mutlak olduğu açık olarak bu Âyeti kerîmeler ile
hemen anlaşılmaktadır. Ve bunların bu mertebe te’vili olmaz çünkü
hüküm Hakkındır. Bâzınız bâzınıza düşman olarak yeryüzüne- ininiz. İlâhi hükmü ne kadar açıktır, ve yer yüzüne
indirilenler, Âdem, Havva, İblis, melekler, olduğu bellidir. O halde
burada mutlak sulh olmayacaktır, çünkü düşmanlık kaynakta
vardır, o halde zıtların olduğu yerde bir merkez olmaz. O halde
hiçbir şey karşı tarafa göre merkezinde değildir, gaye burada bu
zıtlıkları bir bünyede toplayıp merkezi oluşturmaya çalışmaktır.
“Cemîan ininiz” hükmü ise, her ne kadar bahsedilen dört
varlık isede, ayrıca kıyamete kadar bu zıtlıklar üzere geleceklerdir.
O halde bu mertebede kıyamete kadar tek bir merkez olmayacaktır.
330
Bu dünyada, fizik olarak balığın merkezi su, bitki, hayvan ve
insan’ın merkezi toprak, Cin’in merkezi ateş, meleğin merkezide
nur’dur. Melek hariç, diğer varlıkların yardımcı merkezide hava’dır.
Böylece fizik bedenlerin merkezi yaşadıkları sürece (anasır-ı
Erbaa/dört unsur) “toprak, su, ateş, hava’)dır.
“kim hidâyetime tâbi olursa” Yani gelen hidayetçi/davetçilerime tâbi olarak, “emri teklifi” ye uyarsa! “Bu ifade hakkın
merkezidir.” Bunun dışına çıkanlar merkezden ayrılmış olurlar.
“artık onlar için bir korku yoktur. Ve onlar mahzun da
olmayacaktır.” İfadesi ise Hakk’ın merkezine tabi olanlardır.
-------------------


(Ellezi halâkal mevte vel hayate li yeblüveküm eyyüküm
ahsenü amelâ ve hüvel azizül gafur.)
(Mülk-67/2.) “O ki: Ölümü ve hayatı yarattı, hanginizin
amelce daha güzel olduğunuzu imtihan için ve O, hakkıyle
galiptir, çok yargılayandır.”
------------------“hanginizin amelce daha güzel olduğunuzu imtihan için”
Görüldüğü gibi bu ve benzeri Âyet-i Kerîme’lerin kulun varlığını
ve mükellef olduğunu bildirmekte, mükellefinde şeriat mertebesi
yönünden sorumlu olduğunun hiç te’vili yoktur. O halde her kul
başka başka amel edeceğinden merkezleride başka olacaktır.
-------------------

(Velillezine keferu bi rabbihim azabü cehennem ve bi’sel
masîr.)
(Mülk-67/6.) “Ve Rab'lerini inkâr etmiş olanlar için
cehennem azabı vardır. Ve ne fenâ dönüş yeri...”
------------------Görüldüğü gibi bu âyet-i kerîme de kişinin varlığı hakkında çok
açık olarak bir delil teşkil etmektedir. Yani kişi vardır, ve şeriat
metebesinin kurallarına uymaz ise gideceği yeri, merkezi bellidir.
Bu yönüyle hadiseye bakıldığı zaman kul sadece kendinin zuhur
mahallidir ve amellerinden sorumludur.
-------------------
331

(Vallahu halâkaküm vemâ ta’melûn.)
(Saffât-37/96.) “Halbuki, Allah, sizi ve yaptığınız şeyi
“amelleri” yaratmıştır.
------------------Bu âyet-i Kerîme’nin hakikat mertebesinden te’vili vardır, fakat
oraya göredir. Aslı ise şeriat mertebesinden, amelleri halketmesi,
amellerin cinslerini bildirmesi ve bunları uygulayacak güç ve
kuvveti vermesidir.
-------------------



(Kul innemâ ene beşerun misliküm yuhâ ileyye ennemâ
ilâhüküm ilâhun vâhidün festekîmû ileyhi vestağfiruhu ve
veylün lil müşrikîne.)
(Fussilet-41/6) “De ki: şüphe yok ben sizin gibi bir
insan/beşerim, bana vahy olunuyor ki: Sizin ilâhınız
muhakkak ki, bir tek ilâhtır. Artık O'na yönelin ve ondan
mağfiret dileyin ve müşrikler için helâk -kararlaştırılmıştı.”
------------------Âyet-i kerîme de Efendimiz hakkında geçen “bende sizin gibi
bir beşerim” diye ifade edilen yönünün merkezi, şeriat
mertebesidir. “bana vahy olunuyor” tarafının mertebesi/merkezi ise
bakâbillâh mertebesidir, bunları birleştirerek yaşamak, her iki
merkezinde hakkını vererek yaşamak tam kemâlât merkezidir.
Efendimiz bir bakıma şeriat mertebesi itibariyle “abdühu”
beşeriyet kulluğu. Risâleti ise Ulûhiyet kulluğu yani Habibliğidir.
Merkezlik bunları birlikte yaşamaktır. İşte yukarıdanberi ifade
etmeye çalıştığımız bu mertebeye bu mertebenin iki haliyle birlikte
idrak etmeye çalışmaktır. İşte son kemâlât böyle bir yaşamdır.
Yukarıdada
bahsedildiği
gibi
“her
şeyi merkezinde
bırakırdım!” tarif ve tabiri sadece “Fenâfillâh” mertebesinde ve
âlemler mükevvenât hakkında geçerlidir. Burası “şey”iyyet
mertebesidir. “Men/kimlikler yani düşünen varlıklar mertebesi
değildir.
-------------------
332
NOT= İlgisi dolayısıyla İrfan mektebi kitabımızın sekizinci bölümünden küçük bir aktarma yapalım.
------------------Kûr’ân-ı Keriym; Fussilet Sûresi (41/53) Âyetinde bu mevzua işaret vardır.



(Senürihim Âyatina fil âfaki vefi enfüsihim hatta
yetebeyyene lehüm ennehül Hakk’u)
Meâlen; 53. “Yakında onlara ufuklarda ve kendi nefslerinde
olan âyetlerimizi göstereceğiz, tâki, onlar için O'nun hakk
olduğu ortaya çıksın.”
(Yani merkezinde olduğu ortaya
çıksın)
------------------Hâli: Bu mertebenin hâli ile hallenmektir.
Kûr’ân-ı Keriym; Kasas Sûresi; (28/88) Âyetinde bu hâle işaret vardır.



(Velâ ted’u meallahi ilâhen âharu lâ ilâhe illâ hû Küllü şey’in
helikün illâ vechehu lehülhükmü ve ileyhi türcaun.)
Mealen: “Allahla beraber başka ilâh arama ondan başka ilâh
yoktur O nun vechinden başka her şey helâk olacaktır.
Hüküm onundur. O na döndürüleceksiniz.”
-----------------------Buraya irfani bir şiir ilâve eldim.
Hep kitabı Hak’tır eşya sandığın,
Ol okur kim seyru evtan eylemiş.
Eşya sandığın bütün bu âlemin hepsi, Hakk’ın bir kitabıdır,
Bu kitabı ancak bütün mertebeleri/vatanları seyr etmiş olan
okur.
333
------------------Yaşantısı: Nefis mertebelerini bitirip, Tevhid-i Ef’âl-e varan
kişinin sıfatı, evvelâ kendi varlığında tevhid-i oluşturmasıdır. Nefs-i
Sâfiyede beşeri varlığından tamamen soyunmuş olarak, hiçlik,
yokluk, renksizlik halinde iken, burada hakikati yönünden tekrar
kendi özel ve Hakkani kimliğine ulaşmasıdır. Eski birimsel varlığının
başka bir idrâk ve varlıkla değişmesidir.
Bu seyr tamam olunca kişi çalışmasını dış âleme çevirir ve
orada Tevhid idrakini oluşturmaya başlar. Bu makamın anahtarı ve
yükselticisi “FETTAH” ismidir. İşaretini ehli bilir. Mürşidinin himmeti
irşadıdır. “Hakikat mertebe-si”nin başlangıcıdır.
Bu hususta kısa bilgi sunmağa çalışalım.
Bu mertebede kişi, daha evvelce görmüş olduğu, “ENFÜSİ” yani
kendi nefsinde yaşadığı hakikatleri bu defa “AFAKİ” yani dış
âlemde yaşamağa başlar.
KÛR’ÂN-I KERÎM’de, bu hakikati ilk def’a idrak edip yaşayan
kimsenin İbrâhim (a.s.) olduğu bildirilmiştir.
“Yakında onlara ufuklarlarda ve kendi nefislerinde olan
Âyetlerimizi göstereceğiz tâki, onlar için O nun Hakk olduğu ortaya
çıksın. (41/53)
Kelâmı İlâhisi bunu çok güzel anlatmaktadır.
Bu mertebeye ulaşan kimse ALLAH’ın Âyetlerinin, yani işaretlerinin
Hakk olduğunu müşahede eder. Böylece oluşan bütün fiillerin
hakk’ın fiilleri olduğunu YAKÎN bir bilgi ile idrak ederek yaşamaya
başlar.
Oldukça zor olan bu yaşam halinde kişinin çok dikkatli olması
gerekir. Karşısına çıkan her fiilin, her şeyin, müspet veya menfi
ne olursa olsun hepsinin Hakk ve Hakk’tan olduğunu bilmesidir.
Ancak..... Bu idrak ediş buraya ulaşanlara has bir hükümdür. Buna
çok dikkat edilmelidir.
“O nun vechinden başka her şey, helâk olacaktır, hüküm
onundur, O na döndürüleceksiniz.”
(28/88) Kelâmı İlâhisi de, bu mertebede çok açık ifadesini
bulmaktadır.
Her ne kadar bu Âyet-i Kerime’nin gelecekte kıyamet hadisesi ile
ilgisi var ise de, yaşadığımız günde de geçerliliğini koruyup bu
mertebeye ulaşan kişi yaşantısında ve idrakinde fiillerin ve eşyanın
her yönüyle Hakk’ın değişik mertebelerden, ayrı ayrı zuhurları
olduğunu bilmesi anlamındadır.
Böylece bu günden, kendiliğinden âlemin kıyameti kopmuş,
yani zaten, zan ettiğimiz, fakat aslında sadece isimlerden
334
meydana gelmiş olan eşyanın hakikati ortaya çıkmış olur. Eşyanın
hakikatini arayanlar neticede bu mertebenin idrakine ulaşırlar. Bu
hüküm de Hakk’ın hükmüdür ve gerçekte görüldüğü gibi her şey O
na döndürülmektedir, burada döndürülme kelimesi çok iyi
anlaşılmalıdır. Bu mertebe, kişinin kendi İlâhi varlığı, ile ef’âl
âleminin birleştiği, bütünleştiği ilk tevhid mertebesidir.
İşte bu yüzden burası dostluk, yani hullet mertebesidir.
İbrâhim (a.s.) mın Halil olması bu yüzdendir. Kendinin ve bütün
varlıktaki fiillerin Hakk’ın fiilleri olduğunu, dolayısıyle kendi
vasıtasıyla Hakk’ın icraatta bulunduğunu idrak etmesidir. Bu
mertebenin kemâli (fenâ-i ef’âl) dir. Bu mertebe de kesin olarak
bilinmelidir ki; âfakta ve enfüste hiç bir şeyin faaliyeti yoktur,
bütün faaliyyet Hakk’a mahsustur.
(LÂFAİLE İLLÂLLAH) dır. İşte bu yüzden her şey
merkezindedir sözü burada geçerlidir, çünkü kulun kulluğu
kalmamıştırki ayrıca bir değerlendirme yapabilsin. Gerçektende bu
mertebede şey’iyyet/mükevvenâtta her şey merkezindedir.
------------------Merkez hikâyesine devam edelim.
------------------Muhtemeldirki, Mûsâ Muslihiddin efendinin o günlerde yaklaşık
olarak bu idrakler içinde yaşamakta olduğunu ifadelerinden
anlamamız çok zor olmayacaktır. Allah (c.c.) hepsinden razı olsun.
------------------(2) Zelzele, toprak kayması, fırtına, yağmur, yıldırım
çarpması, yangın, açlık, savaşlar, ırk ayrımcılığı, yoksulluk
v.b. bütün bunlar, “merkezindemi” dir?
(2) El cevab, İnsan eli ve tesiri olmadan hakk’ın eli ile
olanlar “merkezinde” insan eli ile olanlar ve sıkıntı veren
hadiseler “merkezinde” değildir.
------------------İnsan eli ve tesiri olmadan, hakk’ın eli ve kudreti ile olanlar,
Zelzele, toprak kayması, fırtına, yağmur, yıldırım çarpması, yangın,
açlık, gibi hadiseler hakkında zâhiren “merkezinde” dir, diyebilir
isekte! Aslında bu hususta sadece susup ibretle seyretmek daha
isabetli bir durum olacaktır.
Çünkü bütün bu hadiselerin içinde yaşayan insanlar var ise, ve
bunlarda başlarına gelen, bu felâket ismini alan, olaylardan zarar
görüyor ise, o zaman bunlara merkezindedir dediğimizde, “Hakk’a
haşa şuur altı merhametsiz” damgası vurulabiliriz. Cenâb-ı Hakkı
bu şekilde tanımak ise olmayacak bir iştir. Mülk onun dur ve
dilediği gibi tasarruf eder, kimsede hesap soramaz.
335
Bir an kendimizi bir zelzele veya yangın içinde bulalım ve
gerçekten hadisenin sonunda, hiçbir şeyimiz kalmamış olsun, ki,
televizyonlarda bunlara şâhit oluyoruz. İşte bu soruyu o halde
olana sormalıyız, vereceği cevap tabii aldığı eğitim düzeyine göre
olacaktır. Kimileri isyan edecek, o zaman hadise merkezinde
olmayacaktır. Kimileri olabildiği kadar tevekkülle karşılayacak
onlara görede hadise bu yönüyle merkezinde olacaktır. Bu tür
hadiselere edeben Allah’ın fiili olduğundan mülk’de, onun
olduğundan mülkünde de dilediği gibi tasarruf edebileceğinden
hükmen merkezindedir diyebiliriz.
însan eli ile olanlar
“merkezinde” değildir.
ve
sıkıntı
veren
hadiseler
Çünkü karşı tarafa zarar vermektedirler, bu ise şeriata ve
insanlığa aykırı olduğundan kabullenilecek bir hadise değildir o
halde merkezinde değildir.
Evimize giren hırsızı veya ailemize kötülük yapmaya kalkan bir
kimseyi hak’tır diye kendi mülkümüzde istediği gibi tasarruf etsin
diye meydanı ona bırakıp oradan ayrılıp gidermiyiz? yoksa sonuna
kadar canımızı ve malımızı korumak için bütün gücümüzle kavga
edermiyiz.?
Allah göstermesin bir savaş halinde karşıdan biri gelmiş ve
canımıza kast etmek fiilinde bulunmuş ise, hadi buyur beni vur sen
nasıl olsa haksın, deyip boynumuzu uzatırmıyız yoksa bizde onun
canına kast edip öldürmeye ve böylece onu durdurmaya
çalışırmıyız.?
------------------(3) Gene, Yukarıdaki cevap gerçekten hiçbir şey
ayırmaksızın bütün “enfüsi beden âlemi içinde” de her
yönden geçerlimi’dir?
(3) El cevab, Hakk’ın iki eliyle halkettiği enfüs, beden
âlemimizin her yönü “merkezindedir” ancak kendi kullanış
eksikliğimizden dolayı onu “merkezinden” çıkardığımızdan o
yönleri ile merkezinde değildir.
------------------Fıtri yapısı itibariyle, “enfüsi/beden âlemimiz” her yönü ile
merkezindedir, içinde bulunan bütün a’zâları birbirleriyle son
derece uyumludur.
Ancak bu enfüsi beden mülkünü kullanma kılavuzuna, “Kur’ân
ve hadîs” uymadığımız zaman kötü kullanım yüzünden onun halini
merkezinden çıkarıp ona haksızlık etmiş oluyoruz ve neticede ağrı
ve ızdırabı beden yönüyle gene biz çekmiş oluyoruz, bu yüzdende
enfüsümüzü yani beden mülkümüzü tabiî ki mes’ûlü biz olarak,
merkezinden çıkarmış oluyoruz.
336
-----------------------(4) Karşımıza çıkan her türlü eksi ve artı diye ifade
edilen hadiselerin hepsi için onlarda merkezinde’dir
diyebilirmiyiz?
(4) El cevab, Bu husus görecelidir, hadisenin seyrine
göre merkezdedir veya değildir kararı o zaman verilir.
-----------------------Karşımıza çıkan her türlü eksi hadiselerin, sebeb kaynağı eğer
biz isek, o zaman biz suçlu olduğumuzdan bu hadiseyi merkezinde
olarak kabul emedeyiz.
Eğer elimizde olmayan ve bizim dahlimiz olmayan bir sebeten
dolayı başımıza eksi bir hadise gelmişse burada yapılacak davranış
edeben susmak, veya,
hoştur bana senden gelen,
ya hil’atü yahud kefen,
diyerek merkezinde görebilme iradesini görterebilmektir.
Ve artı diye ifade edilen hadiselerin hepsi için onlarda
merkezinde’dir diyebilirmiyiz? Artı diye ifade edilen husus
mühimdir, ve ölçüsü nedir buna bakmak lâzımdır, artı nefsimiz
istikametinde ise baştan merkezinde gibi görünür, daha sonraki
aşamalarda merkezinden çıkarmış olabilir bu hususa çok dikkat
edilmesi lâzım gelmektedir.
------------------(5) karşımıza çıkan her türlü artı-iyi hadiseye merkezinde’dir, diyebilirmiyiz.?
karşımıza çıkan her türlü eksi-kötü hadiseye merkezinde’dir, diyebilirmiyiz.?
(5) El cevab, 4 ün cevabı gibidir, Bu husus görecelidir,
hadisenin seyrine göre merkezdedir veya değildir kararı o
zaman verilir.
------------------(6) Merkez ne demektir.
(6) El cevab, gelen yazılarda lügat tarifi yapılmıştı.
------------------Bizde merkezi üçe bölerek şöyle diyelim.
(1) Merkezi mutlak.
Ulûhiyet mertebesindeki merkezdir. Bütün âlemin tek bir
merkezidir. A’mâ’iyyet ve ahadiyettir.
337
Bunun varlığa/kevn/zuhura, dönük diğer ifadesi ise. “Tüm
olarak bu varlığın gerçek yüzleri ile kendi mertebelerinde
korumağa Ulûhiyet adı verilir” A.K.C.İ.K.
Her varlığı kendi merkezinde korumaktır.
(2) Merkezi izafi.
İsimlendirilmiş izafe edilmiş merkez.
Aslında bireyin merkezi kendisidir. Bu da iki türlüdür, nefsi bir
hayat yaşıyor ise nefs âlemidir. İlâhi bir hayat yaşıyor ise ruh
âlemidir.
Kişi nefs âleminde yaşıyor ise, nefsi itibariyle o sürede hangi
hadisenin hükmü altında yaşıyor ise merkezi odur. Hadiseler
değiştikça merkezide değişir.
Rûh âleminde yaşayan insan içinde öyledir, terakki ederken oda
hangi rûh hali/mertebe’sinin içinde yaşıyorsa onun da merkezi
odur.
İnsân-ı Kâmilin merkezi ise, evvelâ kendi ente olan aslında
enesi, geniş ma’nâ da ise Allah’ın Zât-î tecellisidir. Böylece İnsân-ı
Kâmil mahlûkatın merkezidir, böyle olması dolayısıyla sâliki, sâlikin
mertebesi itibariyle bir mertebe yukarıdaki mertebeye ulaştırması
yönüyle sâlikin mertebesi ve merkezi değişmektedir.
Bazen kulundan Hakk görünür merkez kul olur. Bazende
Hakk’dan kulu görünür merkez Hakk olur. Lâm ile Elif gibi bütün
âlemde el ele boy gösterip seyran ederler.
(3) Merkezi muallâk.
Boşta olan kesin bir yere bağlı olmayan değişken olan.
Şeriat mertebesinde, merkez kuldur, çünkü emir ve nehiyler
ona gelmiştir. Kendisine cennet ve cehennem, varacağı iki merkez
olarak sunulmuştur, ve bunların içinde, kendisine cennet amelleri
tavsiye edilmiş, cehennem amelleri ise nehyedilmiştir. Bu şekilde
kendisi mükellef olduğundan muhatap olunan merkezdir.
Dünyadaki davranışları itibariyle sonunda bu iki merkezden
birine gidecektir ve o merkezle/merkezleşecek, özdeşleşecektir. Bu
yüzden daha henüz netice belli olmadığından burada merkez
muallâk yani her iki yönede kayması muhtemeldir.
-------------------


338

(Vallahu ahreceküm min butni ümmehatiküm lâ ta’lemune
şey’en ve ceale lekümüssem’a vel ebsare vel ef’ideh
lealleküm teşkürun.)
(Nahl-16/78.) “Ve Allah sizi analarınızın karınlarından hiçbir
şey bilmez olduğunuz halde çıkarır. Ve size tefekkür
edesiniz diye kulaklar, gözler ve kalpler verdi.”
------------------Âyet-i Kerîme de kişinin dünyaya geldiği zaman hiçbir şey
bilmediğini hayatının gelişmesi için bir eğitim görmesini bunun
içinde kendisine gerekli olan azalarının verildiğini, hayatı boyunca
hangi tarafı seçerse merkezinin orası olacağını açık olarak
bildirmektedir. Bu durumda, merkezi muâllâk’tır.
-------------------



(Veli külli vichetün hüve müvellîhe festebikulhayrat eyne
mâ tekünü ye’ti bikümüllahu cemîan innellahe alâ külli
şey’in kadîr.)
(Bakara-2/148.) “Her birinin bir kıblesi vardır, o yüzünü o
kıbleye döndürür. Artık hayırlı işlere koşunuz. Siz her
nerede olursanız olunuz Allah Teâlâ hepinizi bir araya
getirir. şüphe yok ki Allah Teâlâ her şeye kadirdir.”
------------------Görüldüğü gibi bu âyet-i kerîmede de ifade ne kadar açıktır.
Yani insanların her birinin yöneldiği bir yön vardır ve orası onun
kıblesi yani merkezidir. O halde şeriat mertebesinde ve zâhir
âlemde ne kadar insan varsa o kadar merkez vardır hükmü ortaya
çıkmaktadır.
-------------------



339
(Ve vassa bihe İbrâhîmü benîhi ve ya’kubü ya beniyye
innellahestafa lekümüddîne felâ temutünne illâ ve entüm
müslimun.)
(Bakara-2/132.) “ Ve bunu -dinini- İbrâhîm de oğullarına
vasiyette bulundu, Yakup da. -Her biri dedi ki- Oğullarım;
şüphe yok ki Allah Teâlâ sizin için İslâm dinini seçti.
Binaenaleyh
sakın
siz
ölmeyiniz,
ancak
müslüman
olduğunuz halde ölünüz.”
------------------Görüldüğü gibi bu âyet-i kerîme de merkez gösterilmiştir.
Oğullara hayali merkezlere kapılmasınlar diye, açık olarak gerçek
merkez istikameti işaret edilmiştir.
------------------Bende şöyle dedim. “Merkez varlığının içinde huzur bulduğu
yerdir. Orada aslını bulup kendini tamamlamış olur.” T.B.
------------------(7) “merkezinde bırakırdım!” sözü sizce hangi mertebenin sözü olabilir.
(7)
El cevab. Fenâfillâh/sıfat/hakikat, mertebesinin
sözüdür.
------------------Yukarıda bahsedilen, Fenâfillâhdan sonra gelinen, baka
billâhda, kişi tekrar Ef’âl âlemi şartları içine girer ve tekrar şeriat
hükümlerine tabi olur ve merkezi merkezsizlik olur, yani çok
merkezli sahaya dönmüş olur. Şeriat tarikat mertebesinde çoklu
merkez vardır. Hakikat mertebesinde ise ilim olarak tekli merkez
vardır fakat bu âlemde genel
tatbikat sahası yoktur, oraya
ulaşabilen kişilerin bilinçlerinde ve tevhid zevklerinde vardır.
-------------------

(Rabbî erini ünzur ileyke kâle len terânî)
(A’râf-7/143.)
“Ey Rabbim!. Bana varlığını göster sana
bakayım. Cenâb'ı Hak da- buyurdu ki: Sen beni katiyyen
göremezsin.”
------------------Yukarıdaki Âyet-i kerîmede de Mûsâ (a.s.) merkez arayışını
görmekteyiz. Ancak merkez yolunun kendine kapalı olduğu
belirtilmekte, bizlere ise merkez yolu sonuna kadar açık olduğu
340
ifade edilmektedir yeterki biz istikametimizi gerçek merkezimize
döndürelim.
Ümmeti Muhammedin merkezi (Men reani fekat reel Hakk/bana
bakan Hakk’ı görür” hükmü ile evvelâ Efendimiz (s.a.v.) onun
varlığında da, varlığında olan Hakk müşahedesine ulaşmaktır.
Cenâb-ı Hakk bu çok merkezli yerde asli merkezimizin yolunu
şaşırtmasın. Ahirette ise cennet ve cehennem olmak üzere iki
merkez olacaktır. Birde az bir gurup olarakta A’raf merkezli
olacaktır.
------------------Faydası olur düşüncesi ile bazı merkez yazıları ile devam
edelim.
Hızır (a.s.) ın merkezi, şer’an geçerli bir merkez değildi sadece
bâtında olandı, insanlar üzerinde tatbiki mümkün değildi. Mûsâ
(a.s.) şeriat merkezi ise zâhiren bütün halkın uymak zorunda
olduğu adalet merkezi idi.
Mûsâ Tenzîh, Hızır teşbîh, İkiside bir birine zıt merkezdir,
bunları Tevhîd ile toplamak ise hepsinin merkezidir. Bu da tevhîd-i
Muhammed-î İnsân-ı Kâmil makamıdır.
------------------Şeriat mertebesi de, şeriat mertebesi yönünden merkezdir,
ancak uyulması gereken kurallar mertebesidir, uymayanlar
merkezden dışarı çıkar o kadarda ceza yer, cezayı yiyince de
merkezine gelir.
------------------Çiçek koparılması hakkındada küçük birkaç cümle söyleyelim.
Çiçeğin koparılması da bir makam icabıdır, çünkü o çiçekteki
cüzlere ihtiyaç vardır, çiçeğin kendi kendine zikrinden, içindeki
ecza sebebiyle bir insan varlığına şifa vermesi için koparılması
daha efdal, daha faziletlidir, lokman hekim ve diğerleri bunu
yapmışlar, ve yapılıyor, bunların hepsi birer mertebedir. O çiçek
koparılmadan sadece seyirlik için duruyorsa bundan gözler bakanın
idrakine göre haz duyar, bu hazlar, bazılarınca nefsi bazılarınca
duygusaldır.
Eğer o çiçek koparılarak bir ilâç içine şifa olmak üzere içindeki
cüzleri alınıyor ve böylece bir insanın derdine deva oluyorsa o çiçek
veya bitki, bundan daha çok memnun olacaktır. Çünkü varoluş
gayesi insana hizmettir. Bu şekilde koparılan çiçekler veya diğer
bitkiler, insana ulaşmak sebebiyle o kanaldan miraclarını yapmış
olacaklarından, kendileri için daha efdaldir. Ancak keyfî, koparılan
çiçeklere yazık olur, ancak onlarda çayıra çıkmaya imkânı olmayan
kimseler, onları seyrettikleri zaman gözlerine nur olurlar.
341
------------------Bâtın âlemi denge üzere zâhir âlemi dengesizlik üzeredir,
Mûsânın dengesi kendine göre, Fir’âvn’ın dengesi kendine göredir.
Zenginin dengesi zengine göre fakirin dengesi fakire göredir. Ama
birirlerine göre denge ve merkez değildirler, hepsinin merkezi
başkadır.
-------------------

(Velâ yerda li ibâdihilküfra)
(Zümer-39/7) “Fakat kulları için küfre râzı olmaz.”
------------------Küfür merkezinde olmadığından Cenâb-ı Hakk ondan razı
değildir. Ve bu kimselerin îmâna yani merkeze gelmesi
istenmektedir.
------------------Yaşanan hayatın hepsi bir zannediştir. Ve bu zannediş kendi
asılları üzere sabit olduğundan, ehli zâhir dünya ahret, kendini
kendi ile var zanneder, ve bu yerde geçerli olan bir husustur. İşte
bu yüzden hiçbir varlık için kendinden başka merkez yoktur,
kendine göre diğerleri merkezde değildir.
İşte bu yüzden, şeriat mertebesinde kısas vardır, kısas
yapıldığında adalet yerine gelmiş, böylece o hadisede merkezde
yerine gelmiştir.
------------------Zât-ı mutlaktan ilk zuhur eden hayat/Rûh’dur, ancak ilk zuhur
eden sıfat ilimdir. İlk zuhur eden rûh’dur, ilim onun üzerine vaki
olur, ilim ile rûh birleşince, a’yân-ı sâbiteler lâtif varlıklar, olarak
ilmi ilâhî de peydah olurlar, ve rûh’da kimlik alırlar. Oradan nur
mertebesine intikâl edince her a’yânın özellikleri belirir, buradaki
özelliklerine nefs denilir, şerrede hayrada kabiliyetleri vardır.
Nefs mertebesinden beden mertebesine intikâl edince, bu
nefisler “nefes” olup hareket haline dönüşürler, ve mükellef olurlar.
Bunların ismine de “abd/kul” denir. Ve belirli hükümlerle
yaşanması istenir. Uyarsa merkezde olur, uymazsa merkezden
çıkmış olur.
------------------Ef’âl âlemi merkezler savaşıdır.
Bundan sonra merkez kaç veya merkez kalda yaşayalım.
(02/04/2014/Çarşamba)
342
------------------“Ene misliküm beşer” (Bende sizin gibi beşerim ifadesi ile,
beşer merkezini ifade ediyordu.
------------------Bilen ayn bilinen gayr olması, bilinen kendi fark merkezinde,
bilende kendi cem merkezindedir.
------------------Ben acıyı ve azâbı duyarım, aklım başımda iken. Aklım gidince
duymam o zamanda ben, ben olmam ben varsam acıda vardır tatlı
da, o halde bazı şeyler merkezde bazılarıda değildir.
------------------Eğer her şey merkezinde olsaydı, ateşe “İbrâhîm için soğu”
denmezdi, ve bu âlemde hiçbir müdahele olmazdı, ozaman insanın
birey iradesi de olmazdı.
------------------Bütün varlıklar zuhura çıktıklarında kendileri olarak vardırlar.
İnsanlarda
öyle,
hakikatlerinden
habersiz
olduklarından,
bulundukları hâl icâbı kendilerini var zannederler. Ve bu husus
kendileri beşeriyetleri yönüyle gerçektir. Bu da onların her biri ayrı
olan bireysel merkezleridir.
------------------Bu âlem-i şeriat merkezler çatışması, veya bazı yerlerde
kısmen bazı gurupların merkezler uyuşmasıdır. Evine giren bir
hırsıza, hoş geldin yaptığın hem senin hem benim merkezimdedir,
diyerek ses çıkarmadan hırsızlığını ve çaldıklarını alıp götürürken
sana göre merkezindedir, deyip al götür diyebilirmiyiz, yoksa kendi
merkezimiz olan malımızı koruma yönündemi hareket ederiz.?
Veya aile fertlerinden birine göz dikmiş biri senin evine giripte
gözünün önünde kötü muamele etmek isteyen bir kişiye, ne güzel
bu da merkezinde, fiiline devam et, nefsin hoşlansın; diyebilirmiyiz? O halde her şey her zaman merkezinde değildir. Ef’âl âlemi
merkezsizliği merkezine çekme/getirmeye çalışma yeridir.
Evine biri gelmiş yakıyorken, sende Hak’sın, oh ne güzel
yaptığın iş merkezindedir, deyip yakanla birlikte ona yardımcı
olabilirmiyiz.
------------------Dünyada her kes merkezini bulmaya çalışıyor. Bu gün şu
durumda merkezinde olan, yarın bir başka durumda başka
merkezde oluyor, çünkü burası fark âlemidir. Burada birlik, ve bir
merkez olmaz.
343
------------------Ahiret, Cennet Cehennem, merkezlilik merkezi olarak, iki
merkezli kurulmuştur. Bu merkezler de birbirlerine göre zıt
olduğundan karşı tarafa göre her iki tarafta merkezinde değildir.
Bu âlemde ise birbirlerine göre hiçbir şey merkezinde değildir,
her şey kendi merkezindedir. Ancak zâten gaye merkezsiz olanı
genel merkeze getirmeye çalışmaktır. Siyasilerin çatışmalarıda
merkezsizliktendir.
------------------Bütün bu izâhlardan sonra netice olarak.
Şöyle diyebiliriz. “Şeriat ve
çoklu ve çeşitlidir.
tarikat” mertebesinde merkez
“Hakikat/fenâfillâh” mertebesinde her şey iki yönden genel
merkezindedir.
Birincisi, Cenâb-ı Hakk gerçekten her şeyi hakkıyla halketmiştir.
Her şey’iyyet yerli yerincedir.
İkincisi ise “fenâfillâh” durumunda olan kimsenin zâten
kendine ait bir tefekkürü olamayacağından herhangi bir şey
hakkında değerlendirme yapması o süresi içinde mümkün değildir,
ve onun için her şey merkezindedir. Soruya gelen cevaplar genelde
bu mertebeden gelmiştir. Ancak bu düşüncenin ef’âl âleminde
faaliyet sahası yoktur, ilmi ve zevkidir, belki ahirette ayni olarak
karşımıza çıkacaktır. Burada idrak etmeye çalıştığımız her şeyin
Hakkın bir zuhuru olması hükmü, bu idrake ulaşanlar içindir, fiili
yaşayanlar hakkında ef’âl âlemi hükümlerinde geçerli değildir.
Çünkü bu âlemde ceza ve mükâfat fiil sahibine aittir. görülen
hâdise nasıl ise hüküm ona göre verilir. Tevhid ehli bunların
hepsinin Hakk olduğunu bilsede yapılan eksi bir fiil cezasız kalmaz
artı fiilde mükâfatsız kalmaz.
“Ma’rifet/bakabillâh” mertebesinde gene iki yönden her şey,
ve men, yani kimlikler merkezinde değildir.
Birincisi zâten şeriat mertebesinde geçerli olan beşeri benlik
itibariyle olan hükümdeki çoklu merkez halidir.
İkincisi ise, bakabillâh’dan şeriat mertebesine tenüzzül edip
orada bu sefer şeriat mertebesi hakikati üzere yaşadığından, orada
her varlığın kendi hakikati üzere, tafsil âleminde yaşadığını tam bir
şekilde idrak ettiğinden. Yukarıda bahsedildiği gibi a’yânı sabiteleri
gereği her varlığın programı ayrı olduğundan ve her varlıkta, Hakk
olarak kendi varlığını yaşadığından, o zaman gene hiç bir varlık tek
bir merkezde değildir ve her varlık kendi merkezine göre çoklu
merkezlerde yaşanmaktadır.
344
O halde netice olarak şeriat, tarikat ve marifet mertebelerinde
çoklu merkez, hakikat mertebesinde ise tek merkez vardır.
------------------Bu dosyamızıda böylece bitirmiş olmaktan dolayı rabbımıza
şükrederiz. Herhalde “bir hikâye bir çok yorum” adlı çalışmalarımız
bu dosya ile son bulacaktır zâten gayede hasıl olmuştur
ulaşılabilecek noktalarda bu vesile belirlenmiştir. Bu tür çalışmalar
oldukça çok zamanımı aldığından diğer kitaplarıma fazla zaman
ayıramamaktayım, Bu yüzden bunları sonlandırmak yerinde
olacaktır zâten netice hasıl olmuştur. Cenâb-ı Hakk okuyanlara
idrak ve gönül genişliği nasib etsin İnşeallah.
------------------Allah hakk söyler Hakk’ı söyler.
Gayret bizden muvaffakiyet Hakk’tan dır.
Terzi Baba Necdet Ardıç.
------------------Tekrar kaza kader bölümü ile yolumuza devam edelim.
--------Kazâ-i muallâk’ın değişebilen kazâ’nın kader bölümünün,
bu âlemde kişiler tarfından düzenlendiği hakkında bazı
deliller verelim.
---------------Not=Kişinin mutlak varlığı hakkında yukarıda (36-61)
sayfalar da mesnevi-i şeriften bir bölüm verilmiş idi.
--------Ben kimim? Bizler kimleriz?
Sen kimsin? Sizler kimlersiniz?
O kimdir?
Onlar kimdir?
30.09.2004 MEKKE
------------------Kendini arayan kişi. Esmâ-i ilâhiler. İsimler zuhura çıkınca
birer elbise giyerek kendilerini müstakil bir varlık gördüklerinde,
farkında olmadan kendilerini ilâh zannettiler, ve kendi anlayışlarını
üstün görmeye çalıştılar. Bu zan kendilerine göre asaleten
mutlakan, Hakk’a göre ise, hayaletendir. Ancak Hakk onların
hayaleten olan düşüncelerini a’yân-ı sabiteleri gereği asaleten
olarak görüp böylece ahirette hükmeder.
-------------------
345

(Hârûne ahî.)
(Tâ-Hâ, 20/30) “Kardeşim Hârûn.”
------------------Kardeşim Hârûn’dan kasıt, bir bakıma kendisinde olan
güçlerden, en kuvvetli olanların faaliyete geçmesidir. Örneğin
Rûhun ona yardım edecek en güçlü tarafı olan akıl gibi.
Bu talepte gerçekten ince bir hakikat vardır, Daha evvelce
Hârun’un bu işlerle hiç tecrubesi ve İlâh-î bir işareti olmadığı halde
Mûsânın talebinin, bâzı işlerin bu âlemde de düzenlendiği
hakikatine bir ışık tutmaktadır. Yani bütün her şeyin hiç eksiksiz
Esmâ âleminde düzenlenmeyip yeri geldiğinde ihtiyaç halinde bu
âlemde de oluşturulup faaliyyete geçirildiğide ifade edilmektedir.
Mûsâ, Hakk tarafından bâtında, Hârun ise Mûsâ tarafından zâhirde
seçilmiştir. Bu da gösteriyor ki, “Kader” sadece bâtın âleminde
oluşturulmuyor bu âlemin de kaderin oluşmasında tesirinin varlığı
gerçektir. Eğer kişinin yaptığı ve yapacağı bütün fiilleri bâtın
âleminde düzenlenmiş oluyor ise bu “cebriyedir” kişi bütün fiilerini
sadece kendi uluşturuyor ise buda mutezile’dir.
Dengelisi ise ehli sünnet’tir. Bu hususta Efendimizin de bir
talebi vardır. İslâmiyetin başlarında (Yarabb’i beni Ömer veya
ebulhakem ile destekle) demiştir. Ebulhakem daha sonra Ebu cehil
olmuştur, demekki burada seçim ve seçme konusu vardır. Neticede
bu seçim Ömer (r.a.) isabet etmiştir.
------------------Kazâ kader, ve â’yân-ı sabite hakkında bazı düşünceler.
------------------Â’yân-ı sabite mahlûk olmadığına göre her â’yan kendi
saltanatında kendi sahasında Rabb mertebesinden İlâh’tır, o halde
hepsinin bu mertebesi itibariyle geçici de olsa istiklâlleri vardır. Ve
yaptıklarından Ulûhiyyet olan Rabb’ül erbabab’a karşı sorumludurlar. (25/08/2012)
-------------Sedef hastalığı, balıkların hastalık yemesi onların gıdası,
başkalarının ise hastalık sebebi. Kerih olan bir şeyi yemekle
hastalığın şifası ve ilacı olmaktalar.
-------------Maymunlar su aygırının dışkısını karıştırıp içlerinden yedikleri
yiyeceklerin içindeki tohumları yerler.
--------------
346
Tezek böceği tezeğin kendisini yer fazla bulduğunu yuvarlar
sonraya saklar. Onun gıdası da odur.
-------------Ardıç kuşu da Ardıç ağacının tohumlarını yer midesinde
yumuşatır sonra dışkısı ile onları dağ başlarına bırakır oradan
böylece Ardıç ağacı oluşur.
-------------Benim olmayan benliğimin benimle ben olarak var olduğunu
anladım.
-------------Beşeri kader zannı galip üzeredir. Bu zan geçerlidir ef’âl
âleminde, (03/04/Nisan/2013)
-------------Şeriatte. Kişi kendini hayali varlık kabulünde.
Tarikatte, Kişi kendini hayali-duygusal, varlık kabulünde.
Hakikatte, Kişi kendini hayalen yok kabul etmekte Fenâfillâh.
Marifette, Kişi kendini bütün mertebeleri ile var kabul etmekte
Baka billâh. (04/06/2013)
-------------A’yân-ı sâbitenin muallâk
düzenlendiği bir gerçektir.
bölümünün
kısmen
dünya
da
Berat gecesinde bir senelik oluşumlara karar verilir hükmü ile,
sene içinde yapılacaklar belirlenir. Her şey tümüyle ezelde gökte,
hazırlanıp yere sunulmaz.
Kûr’ân’ın derlenmesi.
Kûr’ân’ın harekelenmesi.
Ezân-ı Muham-med-î’nin düzenlenmesi. Burada olmuştur.
Ve imtihana giren talebelerin istediği tercihleri değil de çok
başka dalların kendilerine çıkması gibi. A’yân-ı sâbitesine göre
meylettiği bir mesleğin kendine çıkmaması gibi.
(7/A’râf/155) (70) kişi seçildiler, öldüler ve Mûsâ’nın duası
üzerine dirildiler. Mûsâ, kardeşini vekil olarak istemesi ve kabul
edilmesi.
-------------Yukarıda da belirtildiği gibi, Yûsuf Sûresinde “Ben olsaydım
zindandan çıkardım” Peygamberimizin sözüdür.
--------------
347
Kûr’ân-ın harekelenmesi, ve bu günkü sıraya konması, nüzül
sırası değil, düzenleme sırası, burada olmuştur ve düzenleme
sırasına göre okunmaktadır.
-------------Ezan-ı Muhammed-î burada düzenlenmiştir.
-------------Mûsâ (a.s.) Tur dağına çıkarken (70) kişi öldü Mûsâ (a.s.) ın
duasıyla tekrar dirildiler.(A’raf/155)
-------------Mûsâ (a.s.) kardeşini vekil olarak istemesi ve böylece Hârun
(a.s.) ın onun isteği üzerine buradan gelen bir taleple Peygamber
olduğu açıktır.
-------------Peygamberimizin Yûsuf Sûresinde, “ben olsaydım hemen zindandan çıkardım” demesi aynı hadise hakkında iki değişik
Peygamber tarafından değişik hüküm yürütülmesi v.s. Bunların
dünya mülkündeki hilâfeti ve böylece varlık kimliğini göstermesi
bakımından mühimdir.
(05/06/2013)
-------------Uhud savaşı istişâre ile yapılmış. Ashâb-ı kirâmın kararı ile
Uhud’da oldu.
28.06.2013 Cuma, Mekke-Ka’be
-------------Eskiden kan aldırmak veyâ şifâ bulmak için insanların ba’zı
yerlerinden sülüklere kan aldırırlardı, o eskimiş ve kıvâmı bozulmuş
kan o sülüklerin gıdâsıdır. Bir başka cana göre kerih olan şey onun
meşrebine göre hasen-güzeldir.
-------------(3/159) - Allah'ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak
davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından
dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah'tan
bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de
karar verip azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et, (ona dayanıp
güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.
-------------Bedir savaşı, karargâh yerinin değiştirilmesi.
--------------
348
Kader bahsi Peygamberimizin halife seçmemesi,
-------------“Sevvelet leküm enfüseküm emra” “bu işi size nefisleriniz
yaptırdı, demekle” (12/18) kişiye ait bir nefsin olduğu anlaşılıyor.
-------------Bunun üzerine Yûsuf (a.s.) nefsi emmâre kötülüğü emreder.
(12/53) diyerek nefse kimlik vermiştir.
-------------Ayrıca, insan hayrada, şerrede dua etmektedir. İsra 11
(18/11/2014) kader bahsine de konacak, aklı cüz vardır ve
sorunludur..
-------------A’yân-ı sâbite mec’ul değilse, o zaman Vahidiyyet zatı ile
Ulûhiyyette Ulûhiyyet ile birlikte ilmi aynlar olarak Ahadiyyet
ilminde kendi zatları olarak var olmuşlardır, hepsi emri iradileri
yönleriyle kendileri kendileri hakkında irade etmişler hayatlarının
bir bölümlerini de emri teklifiye bırakmışlardır, kaderi muâllâktır.
(21/12/2014) Pazar.
-------------Hakikat-i İnsâniyye sıfat mertebesi, insanların a’yân-ı
sabitelerinin program halindeki yeri, Rahmâniyyet halketme yeri,
Ulûhiyet istihkak verme yeri, ceberut ismi bütün varlığı cebren
ortaya çıkarması bütün bu programların aldığı isim hakikat-i
Muhammed-î.
-------------Muallâk kaderin bu âlemde düzenlediği hakkında bilgi
veren âyet-i kerîmelrin bazılarının meallerini vererek
yolumuza devam edelim.
-------------(50/16) - Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği
vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha
yakınız.
-------------küllüküm rain ve küllüküm mes’üle an raıyyeti.
hepiniz çobansınız güttüklerinizden mes’ulsünüz.
hadisi serif...
-------------(21/23) - O, yaptığından dolayı sorgulanamaz fakat onlar
sorgulanırlar.
349
-------------(9/128) - Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber
gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok
düşkün, mü'minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.
-------------(3/103) - Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı sarılın.
Parçalanıp bölünmeyin. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani
sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti.
İşte O'nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir
ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı.
İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola
eresiniz.
-------------(53/39) - İnsan için ancak çalıştığı vardır.
Görüntüde kendinden ne çıkmış ise değerlendirme ona göredir.
-------------(28/56) - Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi doğru yola iletemezsin. Fakat Allah, dilediği kimseyi doğru yola eriştirir. O, doğru yola
gelecekleri daha iyi bilir.
-------------(8/17) - (Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları
öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Mü'minleri,
tarafından güzel bir imtihanla denemek için Allah öyle yaptı. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
-------------Ben sadece bir düşünceden ibaretim, bedenim ben olarak bana
verilmiş bir vasıtadır, ancak her zerresinde bana verilen bir can
vardır. Âlemdir, benim âlemimdir, ancak hasta olur düzeltemem.
Üzerindeki idarem iki yönlü olur biri aklımla, biri nefsim ve
duygularımladır. Nefsimden de iki türlü gelir hayrada şerrede
meyyaldir. Çünkü bunların karşılığı olan isimlerin hepsi iç
bünyemde mevcuttur.
Aklımla ise eğer aklımı aklı külle bağlamış ve hükümlerini tatbik
ediyor isem o zaman emri İlâhi düşüncemde ne gerektiyor ise onu
yaparım.
-------------Vasılı ilâ Allah. Bâtını billâh/fillâh, Allah de geç.
Netice ulaşılacak yerde ne kaza vardır ne kader hepsi Hakk’tır
Hakk’tan’dır, Hakk’la’dır, kendi kendinedir, kendinde’dir, diğer
yönlerin hepsi kendi mertebelerinde geçerlidir, ancak diğer
mertebelere göre yanlıştır, herkes bulunduğu yerden sorumludur.
350
Zât-ı Hakk’ı anla zatındır senin.
Hem sıfatı hep sıfatındır senin,
Sen seni bilmek necatındır senin,
Sende iste sende bul.
Ulûhiyyet hakikatiyle rabb-ı hasının ilâh-ı olarak yaşayanlar ve
ayrıca cami ismi Allah ile yaşayanlara benim cennetime gir
denmektedir.
-------------Rasulüllah’ın beşerliği “beşeri beşerlik” değil “mübeşşirin
beşerliğidir.” Dışarıdan bakınca beşeri beşerlik zannedilir.
(15/04/2015/Çarşamba)
-------------http://www.muminem.net/ornek-musluman-kadinlar
Ümmü Seleme (Radiyallahu Anha) Annemiz, hicretin 6.
yılında umre yapmak için Mekke’ye hareket eden Müslümanlarla
beraber Rasul-ullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in yanında
bulunuyordu.
Bu seferde müşrik Kureyşliler, onların Mekke’ye girmelerine izin
vermediler ve sonunda Hudeybiye anlaşması yapıldı. Bu olayda
Ümmü Seleme’nin İslâm tarihi açısından çok önemli bir rolü
olmuştur.
Hudeybiye anlaşmasının şartları sahâbeye ağır gelmişti.
Görünüşe göre bu bir zafer değil, müşriklere boyun eğiş idi.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) anlaşmanın yazım ve
imzasını bitirdiğinde sahâbesine:
“Haydi, artık kalkın, kurbanlarınızı kesip başlarınızı tıraş
edin” buyurdu. Sahâbeden bir kişi bile kalkmadı. Hatta Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu emrini üç kere tekrarladı.
Buna rağmen kimse kalkmayınca Rasulullah (Sallallahu Aleyhi
ve Sellem) ’in üzgün ve kızgın olarak zevcesi Ümmü Seleme
(Radiyallahu Anha)’nın yanına girdi ve sahâbîlerinden gördüğü
kayıtsızlığı ona anlattı.
Ümmü Seleme:
−“Ey Allah’ın Nebisi! Sen bu emri yerine getirmek istiyorsan şimdi
dışarı çık, kimseyle bir kelime konuşmadan kurbanlığını kes ve
berberini çağırarak başını tıraş ettir” dedi.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) onun görüşüne
uyarak çadırından çıktı, kurbanını kesti ve tıraş oldu. Sahâbîler de
onu bu halde görünce hemen kalkarak kurbanlarını kesmeye ve
tıraş olmaya başladılar. Buhari: 2570
351
Müslümanlar bir an hislerine mağlup olmuş ve Nebilerinin
sözünü dinlememişler ancak gerçeği çabuk görerek hatalarından
dönmüş ve Allah’a tevbe etmişlerdir. Nitekim Ömer (Radiyallahu
Anh) o olaylar esnasındaki tepkisinden dolayı kefaret olarak birçok
iyilikler yaptığını haber vermektedir. Buhari: 2569
------------Diyanet Meali:
(20/44) - "Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut
korkar."
-------------Diyanet Meali:
(47/31) - Andolsun, içinizden, cihad edenleri ve sabredenleri
belirleyinceye ve durumlarınızı ortaya koyuncaya kadar sizi
deneyeceğiz.
-------------Diyanet Meali:
(20/40) - "Hani kız kardeşin (Firavun ailesine) gidiyor ve "size
onun bakımını üstlenecek kimseyi göstereyim mi?" diyordu.
Derken, gözü aydın olsun, üzülmesin diye seni annene döndürdük.
(Sana baktı, büyüdün) ve (kazara) bir cana kıydın da biz seni
kederden kurtardık, seni sıkı bir denemeden geçirdik (ve kaçıp
Medyen'e gittin). Medyen halkı içinde yıllarca kaldın, sonra
(peygamber olman için) takdir edilmiş bir zamanda (Tûr'a) geldin
ey Mûsâ!"
-------------Diyanet Meali:
(7/142) - Mûsâ'ya otuz gece süre belirledik, buna on (gece) daha
kattık. Böylece Rabbinin belirlediği vakit kırk geceye tamamlandı.
Mûsâ, kardeşi Hârûn'a, "Kavmim arasında benim yerime geç ve
yapıcı ol. Sakın bozguncuların yoluna uyma" dedi.
--------------
Diyanet Meali:
(7/143) - Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr'a) gelip Rabbi de ona
konuşunca, "Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım" dedi.
Allah da, "Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa
bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin." dedi. Rabbi,
dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın
düştü. Ayılınca, "Seni eksikliklerden uzak tutarım Allah'ım! Sana
tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim" dedi.
-------------Diyanet Meali:
(20/46) - Allah, şöyle dedi: "Korkmayın, çünkü ben sizinle
352
beraberim. İşitirim ve görürüm."
-------------Görüldüğü gibi bunlar hep benlik işaretleridir
Burada kişi tenzihi ma’nâ da vardır Hakk göklerdedir ve kul
yerdedir. Ancak Hakk yönünden kulu ile beraberdir burası teşbih
mertebesidir.
-------------Diyanet Meali:
(10/44) - Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şekilde zulmetmez; fakat
insanlar kendilerine zulmederler.
-------------Diyanet Meali:
(39/7) - Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah sizin iman
etmenize muhtaç değildir. Ama kullarının inkâr etmesine razı
olmaz. Eğer şükrederseniz sizin için buna razı olur. Hiçbir günahkâr
başka bir günahkârın yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak
Rabbinizedir. O da size yaptıklarınızı haber verir. Çünkü O,
göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilir.
-------------Diyanet Meali:
87.14 - (14-15) Arınan ve Rabbinin adını anıp, namaz kılan kimse
mutlaka kurtuluşa erer.
-------------Hani, Al-i İmrân suresi 54. Âyette geçiyor.
‫ََوﻣُﻜَﺮواََوﻣَﻜَﺮ اﻟﻠﱠﻪُ َ واﻟﻠﱠﻪُ َُْﺧﻴـﺮ اﻟَْﻤﺎﻛِﺮَِﻳﻦ‬
3/54-Mekr yaptılar ve karşılığını Allah'tan mekr ile aldılar. Allah
mekr yapanların en hayırlısıdır
İşte onların yaptıkları hile onlara göre bir hükümdür, surete
faaliyete geçtiği zaman kazâ hükmüdür, ama surete geçtiğinden
kader olmaktadır, işte buna göre Cenâb-ı Hakk da bir kazâ yani bir
hüküm ezelide belirtmekte onların hilelerine karşı hile yapmakta ve
o hile faaliyete çıktığı zaman da kadere dönüşmekte ancak Cenâb-ı
hakk’ın yaptığı, bireylerin yaptığı zarar verici hile değil rahmet
olucu hiledir.
‫َ واﻟﻠﱠﻪُ َُْﺧﻴـﺮ اﻟَْﻤﺎﻛِﺮَِﻳﻦ‬
Allah hile yapanların hayırlısıdır, yaptığı hile de hayırlıdır. Hile
gibi gözükür ama orda bir adalet vardır. Cenâb-ı Hakk böylece ikaz
eder, ikaz babındadır,
ikaz ise çok güzel bir şeydir böylece
adalette yerini bulmuş olur,
353
Cenâb-ı Hakk her birerlerimizi bu hakikatleri gerçek ma’nâ da
anlayanlardan eylesin, idraklerimizi açsın genişletsin mâdemki Zâti hükmü ile bunları hükmetmiştir şu anda az evvelki şeyi gündeme
getirelim o halde yapılan izahları biz âmir olalım rabbı’ımızı memur
ve mahkûm etmiş olalım inşeallah bu ilimleri en geniş şekilde
anlama özelliğini versin tabi burada rica ile söyleyelim tabi gene de
edebimizi takınmış olalım
Rabbımız her birerlerimizi insan olarak bu dünya ya getirdiği
için gerçekten çok müteşekkiriz ve yapmış olduğu a’yân-ı
sâbite’lerimizi ilmi ezelisinde ve zâtında programlamış olduğu
a’yân-ı sâbite’lerimizi hakkıyla yerine getirmek üzere bu dünyadan
ayrılmamızı nasib etsin İnşeallah.
-------------Yeri gelmişken Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Cilt.1Mukaddime 20. fasıl, Cennet ve Cehennem, bölümünüde aktaralım inşeallah faydalı olur. T.B.
-------------Cennet ve Cehennem.
Cennet lügatta, “çok ağaçlı bahçe, fidanlık olan bir zemîn” den
ibârettir ki, ağaçların çokluğundan dolayı gölgeleri toprağın üstünü
örter. Ve cennet “setr-örtü” mâ’nâsına gelen “cenne” sözünden
çıkmış olup, bu kelimenin masdar-ı binâ-i merresidir (bu terim
Arap dili kurallarındandır).
Zâhir ulemâsı ıstılâhında, âhiret yurdunun nezih makâmları ve
iyi ve güzel makâmlarıdır. Ve bu makam, “güzel fiillerin ve sâlih
amellerin cennetidir.” Fiillerin ve amellerin azlığı ve çokluğu
i’tibâriyle bu cennetin çeşitli ve farklı dereceleri vardır.
Ârifler derler ki, bu fiiller ve ameller cennetinden başka da
cennetler vardır. Onlara “sıfât cennetleri” derler. Ve o abdin
İlâh-î kemâl sıfatı ile vasıflanması ve İlâh-î ahlâk ile
ahlâklanmasıdır. Bu cennet dahi, kemâl ehlinin mertebeleri
dolayısıyla çeşitlidir.
Ve bunlardan başka cennetler dahi vardır ki, onlara “zât
cennetleri” derler. O da hâs kullarına, Rabbü’l-erbâb olan Allah
zü’l-Celâl Hazretlerinin ve her birinin erbâb-ı müteferrikadan
kendisine âit olan Rabb’in tecellî-i zât ile zuhûrundan ve kulun
zâtta, kendi zâtının mahvı ile o cennetlerde örtülmesiperdelenmesinden ibârettir. Hak Teâlâ Hazretlerinin zâtı için dahi
üç cennet vardır ki: “ved hulî cenneti” yâni “Cennetime gir)
(Fecr, 89/30) kavl-i şerîfinden istifâdedir. Hak Teâlâ, bu cennetleri
kendi zâtına izâfe buyurur.
354
Birisi; “a’yân-ı sâbite cenneti”dir ki, Hak Teâlâ onunla
örtülü olmuş ve kendi zâtını, kendi zâtı ile a’yân-ı sâbite
arkasından müşâhede buyurmuştur.
İkincisi “ruhlar cenneti”dir ki, Hak Teâlâ o ruhlarda öyle
örtünüp, gizlenmiştir ki, ne melek ve ne de beşer ona muttali’farkında değildir.
Üçüncüsü; “âlem-i şehâdet ve mükevvenât”tır ki, Hak
Teâlâ o perdeler arkasında, öyle örtünmüştür ki, ağyârdan hiçbir
kimse muttali’-farkında olamaz .
Cennet-i cismânî ni’met yeridir. Bu mertebeye vâsıl oluncaya
kadar kulun hiçbir mertebede râhatı ve hâlis nimetlenmesi yoktur.
Ve cennet-i cismânî, a’yân-ı sâbite-i süadânın sülûk işinde yolunun
nihâyetidir. Kemâllerinin hâsılası ancak bu mertebede vâki olur. Ve
cennet ehli bu ni’met içinde kalıcı ve ebediyyet üzeredir. Bunların
a’yânına aslâ fenâ gelmez; ve cümlesi seyr-i fillâhdır. Zîrâ seyr-i
fillâhın nihâyeti yoktur.
Cehennem ehli, birisi geçici ve diğeri müebbet olmak üzere iki
kısımdır: Geçici olanlar isti’dâd-ı ezelîleri mağfireti iktizâ etmeyen
âsi mü’minlerdir. Bunlar Müntakım tecellîsinden sonra cennete
dâhil olunurlar. Müebbet olanlar şirk ve küfür ve nifâk ehli olup,
aslâ cehennemden çıkmazlar. Çünkü isti’dâd-ı ezelîlerinin gereği
budur. Onlar Hakk’ı ancak cehennemde zikrederler; ve cehennem
onların ma’bedidir. Fakat uzun bir devreden sonra cehennemin
ateşi soğuyup, harâreti gider ve: “Rahmetim gadâbımın üzerine
geçmiştir” sırrının zuhûruna binâen bu hâl cehennem ehli
hakkında bir ni’met olur. Nitekim hadîs-i şerîfte: “Fî nebâti fîha
şeceretü’l-circir-i buyurulmuştur. “Circîr” gâyet sulak mahalde
biten bir nebattır Ve Kur’ân-ı Kerîm’de “lâ bisîne fîhâ ahkâbâ”
yâni “(Onlar) orada uzun zamanlar boyunca kalacak olanlardır”
(Nebe’, 78/23) âyet-i kerîmesi ile azâbın sonlanacağına işâret
buyurulur. Zîrâ “hukub” seksen yıl ma’nâsına gelir. Ve “ahkab”
“hukub”un cem’i olup uzun müddetten bahsetmekle, nihâyet
ma’nâsını ifâde eder.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinde,
cehennemin havâ-yı nârîden yânî sıcak havadan ibâret olup, içinde
ateş olmadığını ve onun kor ateşlerinin mücrimler olduğunu ve
cehennem ehlinin bu sıcak hava içinde yanmakta olmakla berâber
“küllemâ nedicet cülûdühüm beddelnâhüm cülûden gayrahâ
li yezükûl azâb” yânî “Onların derilerinin her yanışında, azabı
tatmaları için onları(derilerini) başka deriler ile değiştireceğiz.”
(Nisâ, 4/56) âyet-i kerîmesi hükmünce, mahvolmayarak bu şiddetli
yanmaya tahammül edebilecek bir vücûda sâhip olacaklarını beyân
buyururlar.
Bu
yüksek
beyânlara
bakarak,
cehennemin,
güneş
maddesinden ibâret küre bir cisim olacağı anlaşılıyor. Halbûki fenni
355
delillere nazaran bu gibi sıcak buhâr hâlinde bulunan kürelerin
milyonlarca sene sonra fezâda soğumaları ve katılaşmaları vâriddir.
Şu hal ise cehennem ehli hakkında tabi’ki ziyâde bir ni’met olur.
Fakat cennet ehlinin ni’meti gibi, hâlis ni’met değildir. Cehennem-i
cismânî dahi, şekâvet ehlinin a’yân-ı sâbitesinin, emr-i sülûkte
yolunun sonudur. Ve onların husûl-i kemâlleri ancak bu mertebede
vâki’ olur.
Şimdi ehl-i cehennemin ni’meti, ehl-i cennetin ni’metine
karşılıktır. Velâkin lezzet ve ni’metlenmede her ikisi müsâvîdir.
Çünkü ehl-i cennete nisbeten, cennetin ni’metleri ne ise, ehl-i
cehenneme nisbeten dahi azâb-ı cehennem odur. Zîrâ tabîatlarına
mülâyim olan ni’metler bunlardır. Ehl-i cennet, cehennemden nasıl
kaçarsa, ehl-i cehennem dahi ehl-i cennetten öylece kaçar. Bunun
bu âlemde benzeri pek çoktur. Meselâ insan necâsetten nasıl nefret
eder kaçar ve gül kokusundan hoşlanırsa, necâset böceği dahi
gülden öylece nefret edip, kaçar ve necâsetten haz duyar. Velâkin
bu iki ni’met arasında çok büyük bir uzaklık ve ayrılık vardır. Emr-i
vücûdda temiz ve pis bir dîğerinden ayrılmış olduğundan, ehl-i
cennetin ni’meti temiz ve ehl-i cehennemin ni’meti de habîsât
cinsindendir. Ehl-i cennetin ni’meti karışıksız mutmainnilik ile
“Rahmânü’r-Rahîm” hazretinden ve ehl-i cehennemin ni’meti ise
Müntakım tecellîsinden ve elîm azâbtan sonra “Erhamü’rrâhimîn”in rahmetinden zâhir olur. Ve cehennem ateşinin
zevâlinden sonra, ehl-i cehennemin bu soğumuş küre üzerindeki
maîşetleri gâyet süflî ve hâkir ve sâir azâblar dâiresindedir ve
ebediyyen oradan çıkmazlar. “Hâlidîne fîhâ mâ dâmetis
semâvâtu vel'ardu illâ mâ şâe rabbuk” yânî “Onlar, semâlar ve
yeryüzü durdukça orada ebedî kalıcılardır.” (Hûd, 11/107)
------------------(27) Genç ve elmas dosyasından. Sayfa (34)
Yüksek müsadelerinizle , kıssa da yer alan âdil hükümdarın
irade buyurarak kırılmasını istediği ELMAS ‘tan yola çıkarak yoruma
başlamak istiyorum.
ELMAS kelimesindeki harflerle Türkçe alfabesi ile “SELÂM”
yazmamız mümkündür, aynı şekilde Arabça alfabesi ile “ELMAS”
yazılırken Elif-Lâm-Mim-Elif-Sin harfleri kullanılmaktadır ki İSLAM
yazılırken de (Elif-Sin-Lam-Elif-Mim) aynı harfler kullanılmaktadır ve
ebced hesabı ile rakamsal karşılığı (132)’dir. (13) (2)
(132=12x11)
Elmas saf karbondur, karbon atomlarının yüksek ısı ve basınç
altında saflaşmasıdır ki Aziz, Cebbar esmâları’nın tecelli ettiği
mahaldir. Bidayette yakılacak kömür evsafında iken C.Hakkın Aziz
ve Cebbar esmalarının yoğun tecellileriyle Sultanların Haremi
mesabesinde olan hazine dairesindeki diğer kıymetli şeyler gibi, bir
356
de ustasının elinde işlendiğinde Sultan’ın Tâcında değerli bir
mücevher hükmü ile amaç ve anlamlılık kazanmaktadır.
Kimya biliminde karbon (C) simgesi ile ifade edilir ve atom
numarası (12) dir. Meratibi İlâhiyye de 12 nci mertebe bilindiği gibi
İnsân-ı Kâmil mertebesidir.
Ayrıca (C) simgesi bilindiği gibi Arabça alfabesinde CİM harfidir
ve büyük ebced hesabına göre rakamsal değeri ise (53) tür. Bu
tevafuku Gönüllerinize sunuyorum.
(Bir hikâye bir çok yorum)
(27) Genç ve elmas dosyasından.
Selâmün aleyküm sevgili arkadaşlarımız, dostlarımız, muhiplerimiz ve evlâtlarımız.
(Bir hikâye bir çok yorum) isimli istişare-tefekkür
değerlendirmesi olan çalışmalarımızın birincisi, (köle ve incir)
dosyası hamdolsun neticeye erdi. İlgilenen ve fikir yürüterek cevap
gönderen her kese teşekkür ederiz.
Şimdi bu çalışmanın ikincisine geçelim yine sizlere küçük bir
hikâye anlatıp değerlendirilmesini isteyeceğim. Değerlendirmek
isteyenlerden vakit buldukça düşünerek makul bir süre içinde
cevaplarını bekliyorum. Daha evvelce de belirttiğimiz gibi bu bir
imtihan değil sadece düşünce yeteneğimizi geliştirme yolunda bir
değerlendirmedir. Ne tür cevap olursa olsun hepsi makbulumuz
dur. Gayemiz birer şahsi kimlik oluşturup ben “neyim-kimim”
sorularına cevap bulmağa çalışmaktır. Şimdi gelelim ikinci
hikâyemize.
Bu hikâyenin şöhretli bir sultan devrinde geçtiği söylenir ama,
biz kimler tarafından yaşandığı hususuna değil sadece hikâyede
geçen oluşumlara bakacağız ve özetle anlatmaya çalışacağız.
Bir zamanlar memleketin birinde şöhretli zengin Adil ve akıllı bir
hükümdar yaşarmış. Çevresinde hep doğru insanlar olsun istermiş
ancak ihtiyatı elden bırakmaz onlara da pek güvenemezmiş
kendine bir can dostu ararmış. Adamları vasıtasıyla böyle
güvenebileceği ve akıllı kimseleri araştırılmasını istermiş. Günün
birinde böyle doğru sağlam karakter yapılı bir genci bulmuşlar ve
saraya getirmişler. Padişah o genci görünce kanı ısınmış ve
sarayda kalmasına izin vermiş. Zaman içinde o gence sarayda
küçük görevler vermeğe başlamışlar ve genç kendisine verilen
görevleri lâyıkı ile başarıyor imiş kısa sürede sultanın yakın
teveccühünü kazanan bu genç hakkında saray erkânı, aleyhine
dedikodulara başlamış. Bu hale oldukça üzülen Sultan, vezirlerine
357
ertesi gün bir divan toplantısı hazırlanmasını ve görevli herkesin
orada hazır bulunmasını istemiş.
Nihayet divan erkânı herkes orada hazır imiş bu vesile ile de o
gençte en arka sıralarda bir yerde imiş, divan hazır olunca Sultana
haber vermişler, Sultan da salona gelmiş ve hazinedarına,
hazinedeki en büyük elması getirmesini söylemiş hazinedar gidip
elması getirmiş Sultan birde çekiç istemiş onu da getirmişler,
Sultan elmas ile çekici yan yana bir masanın üstüne koydurduktan
sonra, en büyük vezirini ortaya masanın önüne çağırıp çekiç ile
masa üstünde duran elması kırmasını istemiş.
Bu teklif ile baş vezir (aman efendim bu elmasa yazık olur,
onu satıp fakır fıkarayı kurtaralım daha iyi olur) demiş.
Bunun üzerine çok güzel düşündün vezirim sağ olasın diyerek
kendisini bir kaftan ile ödüllendirmiş.
Daha sonra Sultan ikinci vezire de aynı şeyi yapmasını
söylemiş. O vezirde aman efendim onu kırmayalım (yapılacak
çok yollarımız var onları yapsak’ta halkımız daha güzel
gideceği yerlere ulaşsın) demiş.
Sultan ona da bir kaftan hediye ederek ödüllendirmiş. Daha
sonra Sultan ordu kumandanına aynı teklifi yapmış. O da
(efendim ordumuzun bir çok techizata ihtiyacı var
kıracağımıza satıp orduyu güçlendirelim düşmanlarımızda
çok kuvvetli) demiş.
Bunun üzerine ordu kumandanına da bir kaftan verip o nu da
böylece mükâfatlandırdıktan sonra, sırasıyla bütün saray erkânı na
aynı teklifi yapmış ve hepsi ile benzer konuşmaları olmuş.
Nihayet sıra en sonlarda olan o gence gelmiş ve Sultan
tarafından yine elmasın kırılması ondan da istenmiş idi, acaba o
genç ne yaptı,?………………….
İşte şimdi bura da sorumuz başlıyor. Acabâ o genç te
aynı onlar gibimi davrandı, yoksa onların tam tersimi! Yâni
elması kırdımı? Eğer kırdı derseniz makul geçerli sebebi ne idi.
Eğer kırmadı derseniz makul geçerli sebebi ne idi! Gerekçesi ile
yazmanızı bekliyoruz. Ve başarılar diliyoruz.
NOT= Selâmün aleyküm. Her kese hayırlı günler. Bir müddet
evvel gönderdiğim ikinci hikâyenin soru bölümünde küçük bir
eksiklik olmuş orasını ilâve ediyorum bu şekliyle cevaplamaya
çalışılırsa daha iyi olacağını düşünüyorum. Şimdi aşağıdaki soruyu
buraya alıp ilâvesi ile birlikte tekrar gönderiyorum. Bazı cevaplar
geldi fakat çok kısa idiler bunların biraz daha izahlı ve gerekçeli
olmaları daha düşündürücü ve faydalı olacaktır diye düşünüyorum.
Cenâb-ı Hakk düşünce ve tefekkür kolaylığı versin. Şimdi sorunun
tamamını aşağıya tekrar yazıyorum.
358
İşte şimdi bura da sorumuz başlıyor. Acabâ o genç te aynı onlar
gibimi davrandı, yoksa onların tam tersimi! Yâni elması kırdımı?
Eğer kırdı derseniz makul geçerli sebebi ne idi. Eğer kırmadı
derseniz makul geçerli sebebi ne idi! Gerekçesi ile yazmanızı
bekliyoruz. Ve başarılar diliyoruz.
Sorunun ilâvesi şöyledir. (1) (Eğer genç elması kırdı ise, "bu
kırma fiili" gence mi, aittir, yoksa Sultana mı aittir?) (2) Elması
genç kırmadı ise kırmayanların düşünceleri de kendilerine mi aittir
yoksa Sultana mı aittir?)
Bu hikâyeyi ilâveleri ve gerekçeleri ile birlikte tekrar gözden
geçirip öylece cevaplamanızı rica ediyorum. Tekrar başarılar
dilerim her kese selâmlar, hoşça kalın.
------------------İşte böyle bir çalışma yapıldıktan sonra, nihayet bu dosya
meydana çıkmış oldu, hamdederiz. Bizlere böyle güzel dost,
arkadaş ve evlâtlar nasib eden Rabb’ımıza da şükrederiz.
Bu alanda son olarak bizde özet bir yorum yaparak bu mevzuu
ve dosyamızı kapatmış olalım. Aslında ilâve edlecek pek bir şey de
kalmamıştır, yukarıda görüldüğü gibi çok güzel hususlara temas
edilmiştir, genel kanaat oluşmuştur ama belki merak edilir
düşüncesiyle birkaç kelime de biz ilâve edelim İnşeallah.
Hikâye yukarıda zaten var olduğundan, burada tekrarına lüzum
görülmediğinden hemen yorumlamaya geçelim. Ve evvelâ sahne
de görülen kimlikleri saymaya başlayalım.
(1) Sultan-Hükümdar- Padişâh:
(2) Sultan-Hükümdar- Padişâh: ın sarayı:
(3) Birinci vezir:
(4) İkinci vezir:
(5) Ordu kumandanı:
(6) Genç;
(7) Elmas:
(8) Çekiç:
(9) Ve fiiler:
Bunlar ifade edilenler hikâyenin temel direklerini oluşturmaktadırlar. Yukarılar’da da değişik şekiller de bahsedildiği gibi, bu
mevzu ve yorumu şeriat mertebesinden, tarikat mertebesinden,
hakikat mertebesinden ve mâ’rifet mertebesinden, değişik şekiller
de ifade edilebilir ve her ifade de, kendi mertebesi itbariyle
geçerlidir. İşte irfâniyyet ilminin güzelliği ve genişliği burada dır.
359
Bir hâdise’nin sadece görülen yüzüne göre karar verirsek onun
hakikatine ulaşamadığımızdan o mevzu bizim için sadece sûret ve
şekilde kalır ki, bu da bizlere en büyük perdeyi oluşturur.
Şartlanmış bir ön yargı ve kesin bir hüküm ile değerlendirdiğimiz
hâdise ve olayların hakikatine nüfuz edemiyeceğimizden neleri
kaybettiğimizi, ve neleri kaçırdığımızı ne yazık ki, vaktinde fark
edemiyeceğizdir, fark ettiğimizde ise o şeyi çoktan kaybetmiş
olduğumuzu anlamamız zor olmayacaktır. Ancak vakit çoktan
geçmiş ve sadece bir hüsran ve eyvâhhh kalmıştır. Bu kötü akıbete
düşmeden evvel kendimizi fikri yönden biraz daha geliştirerek
hâdiselerin gerçek yüzlerini anlamaya çalışarak, samimi olarak
idrak etmeyi murad edersek İnşeallah kayıplarımız en aza incektir,
diye düşünüyorum.
Bu kısa girişten sonra hikâyemize geçelim.
(1) Sultan-Hükümdar- Padişâh:
Şeriat mertebesi itibariyle baktığımız da, hikâye de geçen
Sultan-Hükümdar- Padişâh, aynı zâhiri, mânâ da olduğu gibidir.
Hükümdar- Padişâh, idrak binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.
Tarikat mertebesi itibariyle baktığımız da, Sultan-HükümdarPadişâh, aynı anlayışın biraz daha muhabbete dönük yönüyle olan
devamı’dır. Arada ki, fark hikâye ye biraz duygu karışması ile,
biraz daha yoğunluk kazanması’dır, ancak anlayış aynıdır. Ve
hâdise’ye dışarıdan bakma devam eder. Zâten burası “menkıbe
anlatma” yeridir. “menkıbe anlama” yeri değildir. Buranın’da
idrak binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.
Hakikat mertebesi itibariyle baktığımız da, her şahsı vâhîd’in
vücûd mülkünde bulunan, (Rûh-u Sultan-î) si dir. Bura da idrak
inkılâb-ı başladığından kendini tanımaya dönük ilim ve fiillere
öncelik vermeğe başlar ve bu yolda büyük bir çaba sarfeder, aksi
halde yukarı da bahsedilen yaşantılar onun da normal yaşantısı
olarak kendinden gaflet ile, hayatını sürdürmeye devam eder.
İdrak binâ’sı “birlik” Vâhidiyyet üzere kuruludur.
Mâ’rifet mertebesi itibariyle de baktığımız da. Bütün
âlemlerin zâhir ve bâtın, “Sultan’ı-Hükümdar’ı-Padişâh’ı” olan,
Hakikat-i Muhammediyye ve onun nokta zuhur mahalli (Eb’ul
ervâh) olan, (Hz.) Muhammed (s.a.v.) Efendimiz’dir. Ancak sadece
“Mekke ve Medine” de yaşamış, sûret-i yönünden görüldüğü gibi,
bir beşer olarak değil, bütün “âlemlere rahmet” olarak gönderilmiş,
“Allah ve meleklerin” kendisine (Salât) ettiği “Rûh-u A’zam” ın
kendisinde zuhur ettiği. (Hz.) Muhammed (s.a.v.) Efendimiz’dir.
Diğer ifade ile gerçek mânâ da İnsân-ı Kâmildir ki, (İnsân-ı Kâmil,
sûret-i İlâhiyye üzere mahlûktur) Yâni beşeri mahlûk değil, İlâh-î
bir mahlûk’tur. Burada ki mahlûk kavramı İlâh-î olduğundan aynı
zaman da Hâlıklık vasfı olan, mahlûktur ki, bu ifade de aslında o nu
360
korumak için perde hükmünde olan bir ifade dir. İdrak binâ’sı
“teklik” Ahadiyyet üzere kuruludur.
Ancak şu pragrafı okumak bunları anlamak değildir. Belki böyle
bir şeylerin varlığından haberdar olmaktır, bunları gerçek mânâ’da
bilmek, ve anlamak evvelâ hakikat mertebesi itibariyle kişinin çok
iyi olarak kendisini bilmesine bağlıdır. Ondan sonraki samimi
çalışmaları ile de bu anlayış kapılarının kendisine de açılacağı ümid
edilir. (illâ bi Sultan) bu Sultan güce erişilmeyince de hiçbir kapının
açılamayacağı da malümdur. Sultan güçtür, melek ise kuvvettir ve
güce bağlıdır. Cenâb-ı Hakk taliplilerine kendi hakikatlerini ve
Hakk’ın hakikatlerini idrak ettirsin İnşeallah.
(2) Sultan-Hükümdar- Padişâh: ın sarayı:
Şeriat mertebesi itibariyle, baktığımız da, Sultan-HükümdarPadişâh’ın sarayı. Gene aynen bilinen taş, tahta ve tuğla gibi
malzemeler den yapılan fiziki bir yapı ve hâdisenin geçtiği yer, o
yapının bir büyük salonu’dur. İdrak binâ’sı “ikilik” üzere
kuruludur.
Tarikat mertebesi itibariyle, baktığımız da da, SultanHükümdar- Padişâh’ın sarayı. Gene aynen bilinen taş, tahta ve
tuğla gibi malzemeler den yapılan fiziki bir yapı ve hâdisenin
geçtiği yer, o yapının bir büyük salonu’dur. Aradaki fark yine
duygusallıkta olacaktır ve hâdiseye biraz daha yakın olarak, hikâye
tarzı ile bakılacaktır. Yine idrak binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.
Hakikat mertebesi itibariyle baktığımız da, Sultan-HükümdarPadişâh’ın sarayı. Zâhiren (anasır-ı Erbaa) “dört unsur” (toprak,
su, ateş, hava) dan meydana getirilen, Vücûd’u Âdemdir. Salonu
ise Âdem’in gönlü’dür. İdrak binâ’sı “birlik” Vâhidiyyet üzere
kuruludur.
Mâ’rifet mertebesi itibariyle de baktığımız da. SultanHükümdar- Padişâh’ın sarayı. Bütün bu âlemler’dir. Salonu ise,
(Mescid-el haram) dır. O nun, sahip olmadığı ve zuhur etmediği
hiçbir zerre yoktur. Çünkü, “evvel, âhır, zâhir, bâtın, O dur. (Şerefi
mekân, bil mekîn) “mekânın şerefi içinde oturanla’dır” denmiştir.
İşte bu yüzden, gerek Vücûd’u Âdem, gerekse, bütün âlemler,
sonsuz şereflidir’ler.
(Risâle-i gavsiyye) de! “Yâ rabb’î senin mekânın varmıdır,?”
dendiğin de, cevap olarak, “ Yâ Rabb’ı gavs, ben mekânların
mekânıyım” denmiştir. Aslında mekân da O dur, mekîn de. Bu
mertebenin de, idrak binâ’sı “teklik” Ahadiyyet üzere kuruludur.
(3) Birinci vezir:
Şeriat mertebesi itibariyle, baktığımız da, Birinci vezir:
Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın, aynen zâhir de olduğu gibi
başbakanı danışmanı en yakını, oldukça güvendiği bir kimsedir.
361
Kendisine kırılması teklif edilen “elmas’ı” kırmayıp, Bu teklif üzerine
baş vezir! (aman efendim bu elmasa yazık olur, onu satıp
fakır fıkarayı kurtaralım daha iyi olur) demiş. Bunun üzerine
çok güzel düşündün vezirim sağ olasın diyerek kendisini bir kaftan
ile ödüllendirmiş. Bu mertebe de geçerli olan da budur. Çünkü baş
vezir, Sultan’ın tebasını zâhiren rızıklandırmakla görevlidir, ve aynı
zaman da bir danışmandır. Elmas’ın kırılmasıyla o değerin zayi
olacağını düşünerek daha faydalı olur düşüncesiyle böyle hareket
etmiştir. Kaftan ile ödüllendirilmesi de yerli yerincedir. İdrak binâ’sı
“ikilik” üzere kuruludur.
Tarikat mertebesi itibariyle, baktığımız da, Birinci vezir:
Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın, aynen zâhir de olduğu gibi
başbakanı danışmanı en yakını, oldukça güvendiği bir kimsedir.
Arada ki fark ise ilgi ve muhabbetin biraz daha fazla olmasıdır.
Kaftan ile ödüllendirilmesi de gene yerli yerincedir. idrak binâ’sı
“ikilik” üzere kuruludur.
Hakikat mertebesi itibariyle baktığımız da, Sultan-HükümdarPadişâh, Vücûd’u’ Âdem’dir. Birinci vezir: Âdem’in varlığında
mevcud olan (Vene fahtü) ile hakk’a dönük aklı’dır. Sırr’ı Âdem’in
açığa çıkmasını istemediği için kırma taraftarı olmamıştır. Bu
yüzden bir bütün olarak satılmasını istemiştir. Çünkü o elmas,
ancak gene zengin bir Sultan tarafından satın alınabilecektir ve bu
sefer, onu alan Sultan’ın hazinesinde yeni bir korunmaya
alınacaktır. Böylece de kırılmaktan kurtulmuş olacaktır. Yâni sırrı
Âdem, korunmuş olacaktır.
Satışından elde edilecek gelir ile de, (fakır fıkara’yı
kurtaralım daha iyi olur) demesi. Bura da bahsi geçen fakır
fıkara, dünyalıktan yoksun olanlar değil, gerçek mânâ da “idrak ve
irfan”
fakirleridir.
Onların
içinden
kabiliyetli
olanların
yetiştirilmeleri için bu satıştan elde edilecek gelirin bu yolda
kullanılmasını istemiştir. İdrak binâ’sı “birlik” Vâhidiyyet üzere
kuruludur.
Mâ’rifet mertebesi itibariyle de baktığımız da. SultanHükümdar- Padişâh’ “Mâlikel mülk” Allah (c.c.) hü dür. Birinci
veziri: Hz. Muhammed (s.a.v.) dir, çünkü Hakikat-i Muhammed-î
yönüyle âlemlere rahmet olarak, mutlak bir salâhiyet ile
gönderilmiştir. Kendinden konuşmaz konuştuğu vahy’dir, attığı
zaman o atmaz, Ondan veya, Onunla atan Allahtır.
Elmas’ın
satışından elde edilecek gelir ile de, (fakır fıkara’yı kurtaralım
daha iyi olur) demesi. Bura da bahsi geçen fakır fıkara, “yukarı
da da bahsedildiği gibi” dünyalıktan yoksun olanlar değil, gerçek
mânâ da “idrak ve irfan” fakirleridir. Onların içinden kabiliyetli
olanların yetiştirilmeleri için bu satıştan elde edilecek gelirin bu
yolda kullanılmasını istemiştir.
362
Ancak bu mertebe de diğerlerinden farklı olarak bir şeye daha
dikkat çekmemiz gerekmektedir ki, o da “Risâlet ve Nübüvvet”tir.
Risâlet ve Nübüvvet ise şeriat hükümleriyle gelmiştir, Şeriat ise
bütün mertebeleri kapsamına aldığından elmas’tan elde edilen
gelirin bütün mertebelere eşit oranda dağıtılması gerekecektir.
İdrak binâ’sı Batında, “teklik” Ahadiyyet, zâhir de ise, “ikilik”
üzere kuruludur.
(4) İkinci vezir:
Şeriat mertebesi itibariyle, baktığımız da Sultan-HükümdarPadişâh’ın, İkinci veziri, ulaştırma bakanı’dır. Daha sonra
Sultan ikinci vezire de aynı şeyi yapmasını söylemiş. O vezirde
aman efendim onu kırmayalım (yapılacak çok yollarımız var
onları yapsak’ta halkımız daha güzel gideceği yerlere
ulaşsın) demiş. Bunun üzerine çok güzel düşündün vezirim sağ
olasın diyerek kendisini bir kaftan ile ödüllendirmiş. Bu mertebe de
geçerli olan da budur. Çünkü Sultan’ın tebasının, Bir yerden bir
yere emniyetle gitmeleri ve ticari mallarının kısa sürede nakli için
güzel ve düzgün yollara öncelikle ihtiyaç vardır. İşte bu yüzden
ulaştırma bakanı, ikinci vezir, ihtiyacı olan bu parayı Elmas’ın
satışından elde etmeyi düşündüğünden, onun kırılması yerine
satılmasını teklif etmiştir ve kendine göre çok doğru olan bu
anlayışta gene bir kaftan ile ödüllendirilmiştir. İdrak binâ’sı “ikilik”
üzere kuruludur.
Tarikat mertebesi itibariyle, baktığımız da Sultan-HükümdarPadişâh’ın, İkinci veziri, ulaştırma bakanı’dır. Gene yukarıda da
bahsedildiği gibi hadise aynen olduğu gibidir aradaki fark sadece
hadiseye bakış açısının mehabbet yönünden biraz daha fazla
olmasıdır. idrak binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.
Hakikat mertebesi itibariyle baktığımız da, Sultan-HükümdarPadişâh’ın, İkinci veziri, ulaştırma bakanı’dır. Bu mertebe de
ulaştırma bakanı, gerçek “Âlimler, Ârifler ve Mürşitler” dir. Daha
sonra Sultan ikinci vezire de aynı şeyi yapmasını söylemiş. O
vezirde aman efendim onu kırmayalım (yapılacak çok yollarımız
var onları yapsak’ta halkımız daha güzel gideceği yerlere
ulaşsın) demiş. Bu mertebe de bahsedilen yollar, Allah’a giden,
“seyr-u sülûk” yolunda (sırât-ı müstakîm) üzere olan doğru yoldur.
İşte bu yollar ilim çalışmalarıyla gönüllerde açılan, Muhabbet, aşk,
sevgi, fedakârlık, yollarıdır, her sistemin kendine göre gönül yolu
inşaa’ları vardır. Bunlar için de gene nakde ihtiyaç vardır. Bu
yüzden de elmas’ın satılması gerekmektedir.
İkinci vezir: ulaştırma bakanı, olan gerçek “Âlimler, Ârifler
ve Mürşitler” de yukarıda da bahsedildiği gibi, sırr’ı Âdem’in ve Zat
yolunun açığa çıkmasını istemedikleri için kırma taraftarı
olmamışlardır. Bu yüzden bir bütün olarak satılmasını istemişlerdir.
Çünkü o elmas, ancak gene zengin bir Sultan tarafından satın
363
alınabilecektir ve bu sefer, onu alan Sultan’ın hazinesinde yeni bir
korunmaya alınacaktır. Böylece de kırılmaktan kurtulmuş olacaktır.
Yâni sırrı Âdem ve Zat yolu korunmuş olacaktır. İdrak binâ’sı
“birik” Vâhidiyyet üzere kuruludur.
Mâ’rifet mertebesi itibariyle de baktığımız da. SultanHükümdar- Padişâh’ın, İkinci veziri, ulaştırma bakanı’dır. Bu
mertebe de ulaştırma bakanı, gerçek “Ârifi billâh” lardır. Daha
sonra Sultan ikinci vezire de aynı şeyi yapmasını söylemiş. O
vezirde aman efendim onu kırmayalım (yapılacak çok yollarımız
var onları yapsak’ta halkımız daha güzel gideceği yerlere
ulaşsın) demiş. Bu mertebe de bahsedilen yollar, Allah’a giden,
“seyr-u sülûk” yolunda (sırât-ı müstakîm) üzere olan doğru yoldur.
Ve onun daha ilerisi olan (Sıratullah) tır, bu ise Zât’ının yoludur.
İşte bu yollar ilim ve irfaniyyet çalışmalarıyla gönüllerde açılan,
Muhabbet, aşk, sevgi, fedakârlık, ve bilhassa irfaniyyet yollarıdır,
her sistemin kendine göre gönül yolu inşaa’ları vardır. Bunlar için
de gene nakde ihtiyaç vardır. Bu yüzden de elmas’ın satılması
kırılmaması gerekmektedir. Ayrıca elmas kırıldığında (Sıratullah)
sırrı meydana çıkıp ortalığa yayılacaktır ki, buna mâni olmak
gerekir. İdrak binâ’sı “teklik” Vâhidiyyet üzere kuruludur.
(5) Ordu kumandanı:
Şeriat mertebesi itibariyle, baktığımız da, Sultan-HükümdarPadişâh’ın, Ordu kumandanı: Aynen hikâyenin zâhirinde olduğu
gibidir. Sultan ordu kumandanına aynı teklifi yapmış. O da
(efendim ordumuzun bir çok techizata ihtiyacı var
kıracağımıza satıp orduyu güçlendirelim düşmanlarımızda
çok kuvvetli) demiş. Bunun üzerine ordu kumandanına da bir
kaftan verip o nu da böylece mükâfatlandırdıktan sonra, sırasıyla
bütün saray erkânı na aynı teklifi yapmış ve hepsi ile benzer
konuşmaları olmuş.
Yukarıda da benzeri şekilde kıyası olduğundan daha fazla
uzatmamak için özetle belirtiyorum. İdrak binâ’sı “ikilik” üzere
kuruludur.
Tarikat mertebesi itibariyle, baktığımız da Sultan-HükümdarPadişâh’ın, Ordu kumandanı: Aynen hikâyenin zâhirinde olduğu
gibidir. Yukarıda da benzeri şekilde kıyası olduğundan daha fazla
uzatmamak için özetle belirtiyorum. Aradaki fark sadece hadiseye
bakış açısının mehabbet yönünden biraz daha fazla olmasıdır. idrak
binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.
Hakikat mertebesi itibariyle baktığımız da, Sultan-HükümdarPadişâh’ın, Ordu kumandanı: İrâde ve Kudret, Esmâları’dır.
Mülkü üzerinde ki tasarrufunu bu Esmâ’ları vasıtasıyla
yürütmektedir. Elmas’ın kırılmayışı bu hakikatin ortaya çıkmaması
içindir. Sultan ona da bir kaftan hediye ederek ödüllendirmiş.
Kaftan verilmesi bu sırrın örtülüp, gizlenmesi içindir. Burada ki
364
kaftan fiziki değil mecâzi’dir, irâde ve kudret’inin sarması’dır.
Bireysel olarak, bura da ki yollar, sâlik’in hakikat mertebesi
yollarında ki, gayretli çalışmaları’dır.
İdrak binâ’sı “birlik”
Vâhidiyyet üzere kuruludur.
Mâ’rifet mertebesi itibariyle de baktığımız da. SultanHükümdar- Padişâh’ın, Ordu kumandanı: Rahmân’iyyettir.
(Errahmân allemel Kûr’ân-55-1-2-) “Rahmân’ın Kûr’ân-ı talimöğrenmesi’nden sonra, (Nefesi Rahmân-î) ile bütün varlıkları kendi
mertebeleri itibariyle âlem sahnesine göndermesidir. Kaftan
verilmesi gene bu sırrın örtülüp, gizlenmesi içindir. Burada ki
kaftan fiziki değil mecâzi’dir, Rahmâniyyet-i yönünden bütün
âlemleri sarmıştır. Bireysel olarak, bura da ki yollar, sâlik’in
mâ’rifet mertebesi yollarında ki, gayretli çalışmaları’dır. İdrak
binâ’sı “teklik” Ahadiyyet üzere kuruludur.
(6) Genç; (Fetâ)
Şeriat mertebesi itibariyle, baktığımız da, Sultan-HükümdarPadişâh’ın, sarayında, o genç te, aynen hikâye de olduğu gibidir.
Bu mertebe ve düzeyde olan bir genç te elmas’ı kıramaz
diğerlerinin benzerini yapar idrak binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.
Tarikat mertebesi itibariyle, baktığımız da, Sultan-HükümdarPadişâh’ın, sarayında, o genç te, aynen hikâye de olduğu gibidir.
Arada ki fark, yukarıda da ifade edildiği gibi, hikâye biraz daha
ciddiye alınmakta muhabbet ve sevgi üzere değerlendirilmektedir.
Bu mertebe ve düzeyde olan bir genç te elmas’ı kıramaz
diğerlerinin benzerini yapar. İdrak binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.
Hakikat mertebesi itibariyle baktığımız da, Sultan-HükümdarPadişâh’ın, sarayında, o genç, sadık bir derviştir. Ve hedefi hakk’ın
Zâtı’dır, kader icabı yolu saraya düşmüştür, aslında onun için saray
da birdir, herhangi bir mekân da, hüküm onu buraya getirmiştir,
gelişi kendi isteği ile değildr, seçilmiştir. Gelecekte kendisinden
güzel şeyler beklenmektedir. Bu mertebe ve düzeyde olan bir genç
te elmas’ı kıramaz çünkü daha o idrak ve anlayışa gelmemiştir,
diğerlerinin benzerini yapar.
İdrak binâ’sı “birlik” Vâhidiyyet
üzere kuruludur.
Mâ’rifet mertebesi itibariyle de baktığımız da. SultanHükümdar- Padişâh’ın, sarayında, o genç, mertebe-i (fetâ) ı temsil
etmektedir.
(Fetâ) Lügat mânâları itibariyle aşağıda olduğu gibidir.
(1) C: Fitye, Fityan veya feteyân) Genç. Delikanlı.
(2) Cömert.
(Fetâ) C. Delikanlılar, yiğitler, bahadırlar, gençler, mert’ler.
(Fetâ) C. Gençler. Genç yiğitler.
365
Genç; (Fetâ) Gerçek’te ise, Velâyet ve Kâmil İnsân,
namzetidir.
(Fetâ) Ebced hesabıyla baktığımız da! () şekliyle’dir.
() “fe” (80) () “te” (400) () “10”toplarsak,
(80+400+10=490) tekrar toplarsak, (4+9=13) eder ki, bağlı
olduğu yer, Hakikat-i Muhammed-î! aynı zamanda hedefi olan
yerdir.
Kûr’ân-ı Kerîm, Kehf Sûresi (18) Âyet (60) ta şöyle
geçmektedir.
(Ve iz kâle Mûsâ li fetâhu lâ ebrahu hattâ eblûga
mecmeal-bahreyni ev emdıye hükuben.)
18/60. Mealen. “Ve hatırla, o vakit ki, Mûsâ, yiğit genç,
arkadaşına demişti: Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya
kadar durmayacağım, yahut uzun bir müddet geçireceğim.”
Bu Âyet-i Kerîme hakkında daha geniş bilgi sahibi olmak
isteyenler meal ve tefsirlerden araştırarak bulabilirler, Aslında
bende, bu araştırmayı teşfik ederim bilinen hikâyedir ama
tazelenmekte de yarar vardır. Bu Âyet-i Kerîme, Mûsâ-hızır, (a.s.)
ların arasında geçen çok ibretli üç hikâyenin başlangıcıdır. Bizim
sohbetlerimizde de birkaç defa tekrarlanmıştır.
Mûsâ (a.s.) bütün bir kavmin içinden kendine sır arkadaşı
olarak bu yiğit genci seçmiştir. Buluştukları yer (mecmealbahreynî-iki denizin birleştiği yer) idi. Bu denizlerin zâhir bâtın
bir çok yorumları vardır, özetle bizde şöyle diyelim. Mânâ
âleminden zâhir âleme doğru “Rûh ve Nûr” olarak akmaktadırlar,
genelde birleştikleri yer âlemdir, özelde ise “arz-ı Âdem” yâni
beden toprağı olan Âdem’in sûreti’dir. Durmadan buraya
akmaktadırlar. Ve aynı yerde üç mertebeyi temsilen de “Mûsâ,
Hızır, Fetâ-genç) olmak üzere üç kişi vardı. Mûsâ Risâlet, Hızır
Velâyet, Fetâ- genç ise, Velâyet ve Kâmil İnsân, namzetidir.
Böylece buluşulan bu yer de beş mertebe cem olmuştur.
İdrak binâ’sı “teklik” Ahadiyyet üzere kuruludur.
Bu mevzua tekrar değinmek üzere biz gene yolumuza devam
edelim.
(7) Elmas:
Şeriat mertebesi itibariyle, baktığımız da, aynen zâhir
anlayışta olduğu gibidir. Ve mâden olarak çok değerlidir. Elmas
hakkında yukarıda belirli bilgiler verilmiş olduğundan burada
tekrarına lüzum görülmemiştir.
366
Tarikat mertebesi itibariyle, baktığımız da da, durum fazla
değişmez, ancak bu mertebe de “ittikâ-sakınma” olduğundan zâhir
ehli kadar “elmas”a değer verilmez, ama genede değerli bir
mâdendir.
Hakikat mertebesi itibariyle baktığımız da, görüş ve
değerlendirmemiz daha başka olacaktır. Hakikat mertebesi
itibariyle bir kardeşimizin yukarıda tamamı bulunan yazısından
izniyle birkaç satır aktarmakta yarar olacaktır.
------------------ELMAS kelimesindeki harflerle Türkçe alfabesi ile “SELÂM”
yazmamız mümkündür, aynı şekilde Arabça alfabesi ile “ELMAS”
yazılırken Elif-Lâm-Mim-Elif-Sin harfleri kullanılmaktadır ki İSLÂM
yazılırken de (Elif-Sin-Lâm-Elif-Mim) aynı harfler kullanılmaktadır ve
ebced hesabı ile rakamsal karşılığı (132)’dir. (13) (2)
(132=12x11)
Kimya biliminde karbon (C) simgesi ile ifade edilir ve atom
numarası (12) dir. Meratibi İlâhiyye de 12 nci mertebe bilindiği gibi
İnsân-ı Kâmil mertebesidir.
Ayrıca (C) simgesi bilindiği gibi Arabça alfabesinde CİM harfidir
ve büyük ebced hesabına göre rakamsal değeri ise (53) tür. Bu
tevafuku Gönüllerinize sunuyorum.
Kıssa ile ilgili arzımı Al-i İmrân (3) Sûresi (132) nci Âyeti
kerime meali ile bitirmek istiyorum.
“Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ki rahmete erdirilesiniz.”
------------------Yukarıda da dikkat çekildiği üzere, elmas’ın sayı değeri (132)
Âyet-i Kerîme’nin de sayı değeri (132) dir, ve itaatten
bahsetmektedir. Ayrıca (132) nin (2) sini ayırdığımız zaman geriye
(13) kalır ve böylece, elmasın içinde bulunduğu sayısal değerler,
sırasıyla (2) (12) (13) (53) tür. Ve bunların neler olduğu da
malûm’dur.
------------------Gene yukarıda ki yazısında tamamı olan, bir kardeşimizden de
ilgili mevzu hakkında teknik bilgi bakımından, elmas hakkında,
izniyle, birkaç satır aktararak ilâve edelim.
------------------- Elmas, Bilinen en sert maddelerden biri ve değerli bir taştır.
Mineralojide kullanılan mohs sertlik göstergesinde en yüksek
rakamla (10) gösterilir.
Bu, diğer bütün mineralleri çizebilmesi demektir.
367
Sertliğinden dolayı endüstriyel aletlerde kullanılması büyük
önem kazanmıştır.
Keza dayanıklılığından ve ışığı çok iyi kırmasından dolayı
kıymetli bir ziynet eşyâsıdır
- Erime noktası, 3500°C’dir.
(3 + 5) =
8
– Yoğunluğu, yaklaşık 3,5 gr/cm3 tür.
(3 + 5) =
8
- Havada 850°C’de yanar
(8 + 5) = 13
- Havasız ortamda 1500°C’de grafite dönüşür. (1 + 5) =
6
Not: Sertlik derecesinin en yüksek rakamla (10) olması (1 +
0)=1
İfade edilen bu rakkamlar remz-î ifadeleri itibariyle çok enterasan
!……..
ELMAS
- yerkabuğunun derinliklerinde (mağma tabakasına en yakın
yerden) doğar
- oluşmasında aşırı yüksek sıcaklık ve basınç gerekir
- doğal olarak varolan maddelerin en sertlerinden, en katıksızı
olanıdır,
- ışık için en saydam olanı, doğada en az bulunanıdır,
- pırlantanın ham yani işlenmemiş maden hâlidir
- billurlaşmış arı karbon olup içinde sadece
6 proton, 6 nötron ve 6 elektron bulunduran karbon atomu ise tam
bir mucizedir, elmas saf karbondur.
Not : (6 + 6 + 6) = (3 * 6) = 18. Âyrıca (6) ciheti de ifade
etmektedir.
Ve yine bu rakamlar remz-i ifadeleri itibariyle çok enterasan !……..
Elmas - PIRLANTANIN ham, yani işlenmemiş maden halidir.
Elmasın 57 fasetli özel kesilmiş haline pırlanta denir.
Not : (5 + 7) = 12
Ve yine bu rakamlar remz-i ifadeleri itibariyle çok enterasan !……..
Görüldüğü gibi
ELMAS, Oluşumu itibariyle mağma tabakasına en yakın
yerinden yani yüksek derecedeki ısı ve basınçtan meydana geliyor.
Maddi olarak son derece değerli bir madde, hem sanayide hem
de ziynet olarak kullanılıyor.
368
Ancak ziynet olarak ondan daha kıymetli olan PIRLANTA’nın
ham maddesi, ancak büyük bir sanat ve ustalık işleminden sonra
ehil bir el den bu hüvviyyet’i ortaya çıkıyor.
Bir fikir olsun diyerek;
(6 proton, 6 nötron ve 6 elektron bulunduran karbon atomu)
sayısal değerleri itibariyle
(6 + 6 + 6) = (3 × 6) = 18 İlmel - aynel - hakkel yakıyn’lik 6
yevm üzere meydana gelişine remiz olabilir… (6) ciheti de ifade
etmektedir.
(18) de, 18 bin âlemdeki muhteviyata işarettir denebilir…
Diğer sayılar da aynı şekilde mânâlandırılabilir.
------------------Yukarıda belirtilen (10) sayısına Ârifler (aşere-i kâmile-on
kemâl sayısı) demişler, çünkü içinde tek ve çift sayıların bunduğu,
teklerin bittiği ve çiftlerin başladığı sayı değeridir. On (10) da ki,
sıfır’ı kaldırdığımız zaman geriye bir kalır ki, zâten o bir (Ahad)
olan her şeyin kaynağıdır. Sıfır kendi başına hiçbir şey değildir,
ancak bir’e ayna olduğu zaman bir’in yansımasıyla pırlanta gibi
çok, yani on, yüz, misli gözükür. Sıfırlar arttıkça da o nispette
çokluk, kesret, artar.
Netice itibariyle, bu mertebe de “elmas” genel de, bütün
varlıktır. Özel de ise “vücûd’u Âdem” dir. Bu mertebenin, İdrak
binâ’sı “birlik” Vâhidiyyet üzere kuruludur.
Mâ’rifet mertebesi itibariyle de baktığımız da. Bu mertebe de
(elmas) “vücûd’u Âdem”dir, “vücûd’u Âdem” in hakikati ve özü
olan İlâh-î kimliği (a’yân-ı sâbite) si, ise (pırlanta) dır.
“A’yân-ı sâbite” kişinin özü hakikati ve ilâh-î kimliğidir. Bunlar
İlâh-î isimlerin birer terkibidir. A’yan-ı sâbite, varlık kokusu
almamıştır. Ve a’yân-ı sâbite, mahlûk değildir, denmiştir. Çünkü o
mertebe henüz daha zuhur mertebesi değil Hakk’ın zâtıyla ve kendi
Zâtında ve ilminde olan programı dır. Zât mertebesinden, sıfat
mertebesine doğru olan yolculukta Rûhân-î lâtif mahlûkiyyet,
başlamaktadır. Oradan Esmâ Nûr mertebesine indirilen a’yân-ı
sabite programı’na ef’âl âleminde anâsır-ı erbaa’dan bir elbise
giydirilerek hayat sahnesinde “vücûd’u Âdem” olarak ve beşer
lâkabıyla faaliyyet’e geçmektedir. İşte sûreta beşer ismi ile anılan
“vücûd’u Âdem” in varlığında bütün âlemlerden hisse vardır. İşte
bu yüzden de (ne var âlemde o var Âdem de) denmiştir. Âdem
sûreti itibariyle mahlûk özü ve hakikat-i ve a’yân-ı sâbite’si
itibariyle Hakk’tır. Ancak tabiat âleminde zuhura geldiğinden,
bunun gereği olan tabiatıyla kayıtlanıp nafsân-î ve beşeriyyet
369
yönünün daha evvel faaliyyete geçmesiyle kendinde bulunan
Hakk’an-î tarafı olan özü perdelenmiş olmaktadır. Yâni tabiatın
içinde meçhul bir mâden “elmas” olarak kalmakta ve zâyi
olmakta’dır.
Bu elmasın bulunması için bir mâden araştırmacısına mutlaka
ihiyaç vardır elmas (genç-feta) bulunduktan sonra da, o elması
işleyecek kâmil bir kuyumcuya ihtiyaç olacaktır. İşte bu kuyumcu,
gerçek mânâ da tevhid ehli olan, (Sultan-Kâmil İnsân) dır. Ancak
bu eğitim ve çalışma sonrasında (pırlanta) olan (a’yân-ı sâbite)
kimliği ortaya çıkarak kişi aslı olan Hakk’a kendi varlığında ulaşmış
olacaktır. Buradan kıyasla bütün âlemdeki varlığın Hakk’ın
varlığından başka bir şey olmadığı anlayışının da yolu ve idraki
kendisine açılmış olacaktır. Böylece kişi “zuhur” hâlini (elmas)
“kadîm” hâline (pırlanta) dönüştürmüş olacaktır ki aslında
velâyette budur.
Velâyetin özetle tarifini, (velâyet, zuhur halini kadim haline
dönüştürmektir) şekliyle yapabiliriz.
Bunun dışında ehil olmayan kimselerin eline elmas mâdeni
geçse bile onu yontup pırlanta haline getiremeyecekler ve yazık
edeceklerdir.
(8) Çekiç:
Şeriat mertebesi itibariyle, baktığımız da,
aynen zâhir
anlayışta olduğu gibidir. Çivi çakmak bazı şeyleri darbelerle yerine
oturtmak, kırmak, ve benzeri işler için kullanılan bir âletin ismidir.
Tarikat mertebesi itibariyle, baktığımız da aynen zâhir
anlayışta olduğu gibidir. Çivi çakmak bazı şeyleri darbelerle yerine
oturtmak, kırmak, ve benzeri işler için kullanılan bir âletin ismi’dir.
Hakikat mertebesi itibariyle baktığımız da, zâhir anlayış
itibariyle gene aynı durumda dır. Ancak bâtın-î anlamda
baktığımızda, çekiç’in sâlik’in elindeki tesbih, ve dilinde ki zikr,
olduğunu anlamamız zor olma-yacaktır. Çekilen her bir tesbîh
tanesi, nefsimizin kötü huylarına indirilmiş birer çekiç darbeleridir.
Dilimizle söylediğimiz zikr ve dualar ise, hayal ve vehmimizin
hakikatine dönüşmesi için lisânen vurduğumuz çekiç darbeleridir,
bu darbeler ne kadar bilinçli ve ustaca vurulmuş ise üzerimizde ki
nefs kalıntıları aslına zarar vermeden zamanla ve sabırla kırılıp
dökülecekler ve geriye özümüz kalacaktır. İşte bu yüzden zikrin
sayısal olarak çokluğu değil az olmakla birlikte bilinçli olarak
yapılanı daha değerlidir. Diyebiliriz.
Mâ’rifet mertebesi itibariyle de baktığımız da. Anlayış biraz
daha değişmektedir.
Beden: Elmas:
A’yân-ı sâbite: Kazâ-İlâh-î hüküm, program, pırlanta:
370
Çekiç ise: Yevm-gün’dür: Diyebiliriz.
Kişi sûret-i Âdem olarak yer yüzüne ayak basıp bulûğa erdikten
sonra, a’yân-ı sâbitesinin-kazâ-hükmü gereği bir mükellef olarak,
kader-miktar, miktar, her gün ve her an hayatını yaşamaya başlar.
Eğer kişi İlâh-î hükümleri yerine getirerek hayatını sürdürüyor ise,
her gelen gün yapmış olduğu ibadetleri yönüyle nafsinin başına
inen ve idrakinin eliyle onu her gün biraz daha ufalayarak azaltan
çekiç darbeleridir.
İşte bu çekiç darbelerinin sırasıyla nerelere ve ne kuvvette
vurulacağı, bilinemez ise kişinin kendi kendisine farkında olmadan
bilinçsiz olarak vurduğu darbelerin zararı olabilir. İşte bu yüzden
bir elmas ustasının atölyesine girip epey uzun bir süre bunun
eğitimini alması gerekmektedir.
Eğer kişi yaşadığı hayatını nefsinin istikameti yönünde
kullanıyor ise o zaman her gelen gün nefsaniyyetini arttırdığından
özünün ve hakikatinin üstüne bir perde daha ilâve ediliyor
demektir, işte bu durumda yevm-gün, çekici her gün üretilen nefsi
halleri kişinin sûretine çekiçle çiviliyor demektir. Bu perde ve
çivilemeler ne kadar artarsa özü ve hakikat-i o kadar derinde
kalacağından bunlardan tekrar çözülüp soyunmak o kadar zor
olacaktır. Eğer vaktiyle bu üst, üste yığılan ve çivilenen katmanlar
dünya da iken temizlenmez ise, bunlar ancak cehennem ateşinde
uzun süreler de temizlenir ki, nasıl zor bir akıbet olduğunu bu
günden anlamak mümkün değildir.
Bu özet bilgilerden sonra gelelim, sarayda ki, Sûltan’ın
“çekiç” ile “kır” emrine.
Yukarıda bu hususların değişik kişilere göre değişik
metrtebelerden izâhları yapıldı. Biz şimdi hayalen o günlere gidip
bu hadiseye salonun bir köşesinden seyirci olarak müdahil olup
hadiseyi (aynel yakîn) mertebesinden izlemeye çalışalım.
Salon ve saray erkânı hazırdır, sultan da gelir, elmasın ve
çekicin getirilmesini ister, onlar da getirilir. Nihayet Sultan birinci
vezirine elmas ını kırmasını söylemektedir, her kes heyacan içinde
baş vezirin ne yapacağını merak etmektedir. Bu teklif üzerine baş
vezir! (aman efendim bu elmasa yazık olur, onu satıp fakır
fıkarayı kurtaralım daha iyi olur) demektedir. Bunun üzerine
çok güzel düşündün vezirim sağ olasın diyerek kendisi bir kaftan ile
ödüllendirildiğini görmekteyiz. Bu olanları not alıp bulunduğuz yede
kısaca değerlendirmeye çalışalım.
Birinci vezir’in hayat tecrübesi vardı fakat irfaniyyet-i yoktu,
elmasın kırılmaması ve satılması yönünde fikir yürütmesi, bu
yüzden değerlendirmesi, zâhir üzere oldu, ve elmas’ın içindeki
pırlanta açığa çıkmadan gene elmas isimli elbisesiyle perdeli kaldı.
İşte bunun farkında olan Sultan ona “örtünme-perde” hükmünde
371
olan bir hil’at-kaftan hediye ederek kendi hükmüyle kendini
perdeliliğe mahkûm eden, vezirin kendi hükmüyle mukabele
ederek vezirine adalet ile mukabele eyledi.
Kendisine verilen kaftan, vezir düşüncesinde, kendini
perdelediğinden, kendisine zâhirde örtünme ve övünme vesilesi
olan kaftan, bâtında ise en büyük perdesi oldu. İşte bu hadise
bizlere de zâhir ve bâtın değer yargılarının ne kadar faklı olduğunu
göstermekte ve yaşantılarımızı nefs-î değerlere göre değil İlâhi
değerlere göre düzenlememiz gerektiği uyarısını da yapmaktadır,
diye düşündük.
Bunun üzerine Sultan’ın, sesi tekrar yükselerek aynı teklifi
ikinci vezirine de yaptığını duymaktayız. Gene hepimiz bu sefer,
ikinci vezirin ne yapacağını merakla beklemekteyiz. Evet ikinci
vezir de masanın başına geldi o da kırılmaması yönünde karar
verdi ve yukarıda bilindiği üzere aynı sözlerini söyledi. Daha fazla
zaman kaybı olmasın diye bilinen-i tekrar etmeyelim.
Sultan o na da birinci vezirine yaptığı davranışı yukarıda
belirtildiği üzere, aynı şekliyle yapmakta olduğunu gördük,
Ve sıra ordu kumandanına geldi onunla muameleside aynı
yukarıda belirtildiği gibi geçti. O da kendi hükmüyle kendini
perdeliliğe mahkûm etmiş olduğundan o nun da bir örtü-perdeyle
mükûfatladırıldığını gördük
Sonra, sırasıyla bütün saray erkânı na da aynı teklif yapıldı ve
hepsi ile de benzer konuşmaları oldu ve hepside, kendi
düşündükleri fikirlerine uygun düşen hediyelerini aldılar ve
hayatlarından memnun görünüyorlar. Çünkü onların hepsinin genel
kanaatları bu yönde, “ikilik üzere” olduğu görülmekte idi.
------------------Nihayet sıra en sonlarda olan o gence gelmiş ve Sultan
tarafından yine elmasın kırılması ondan da istenmiş idi, acaba o
genç ne yaptı,?………………….
İşte şimdi bura da sorumuz başlıyor. Acabâ o genç te
aynı onlar gibimi davrandı, yoksa onların tam tersimi! Yâni
elması kırdımı? Eğer kırdı derseniz makul geçerli sebebi ne idi.
Eğer kırmadı derseniz makul geçerli sebebi ne idi! Gerekçesi ile
yazmanızı bekliyoruz. Ve başarılar diliyoruz.
--------------------Evet biz bulunduğumuz yerden görünmezler olarak gene etrafta
olan biteni seyretmekteyiz. Bütün saray erkânı düşüncelerini
söyleyip ödüllerini de aldıktan sonra, hepimizin gözleri en sona
kalan gence takıldı o yine bulunduğu köşede sâkin durmaktadır.
Fakat bütün gözler Sultan’a ve o gence takılmakta; acaba?...
Fısıltıları yükselmektedir.
372
İşte tam bu sırada Sultanın gür sesi o genci de masa başına
davet ederek ondan da elmasın kırılmasını istedi. Salonda büyük
bir heyecan ve sessizlik vardı, genç emri alınca sâkin adımlarla
masanın başına gelerek çekici aldı ve havaya kaldırıp elmasa,
başkalarının farkında olmadığı nazik bir darbe vurdu ve durdu. Bu
arada uzaktan elmasın kırıldığını zanneden vezirler ve saray halkı
yerlerinden fırlayarak gencin üzerine doğru hücüm etmeye
başladılar.
O esna da gene Sultan’ın gür sesiyle (durun) diye bağırması
neticesinde bütün salonda bulunanlar durdular ve etraf sakinleşti,
işte o zaman Sultan! salonda olan bütün kişilere dönerek, “gencin
üstüne yürümeniz yerine, neden bu harekette bulunduğunu
sormanız daha adaletli olmazmı idi”? diye sorunca hepsi evet yanlış
yaptık dediler. Ve bu sefer Sultan gence dönerek, oğlum kimsenin
kırmaya kalkışmadığı bu elması neden kırmaya kalktın sorusunu
yöneltti.
Bunun üzerine genç bulunduğu yerden çekici gene kaldırdığında
altta kalan elmasın zaten kırılmadığı görüldü, bunun üzerine saray
erkânı da birer ohh çektiler ve rahatladılar. Gerçek mânâ da olan
bitenden işin hakikatinden haberleri olmadan dağılıp gittiler.
Geride Sultan ve genç-fetâ kalmıştı, bizde görünmez kişiler
olarak orada idik ve gerçek mânâ da neticenin ne olacağını merak
etmekte idik. Aradan bir müddet geçipte onlarda sakinleşince
Sultan genç’ten neden böyle davrandığını sormaya, bizde
dinlemeye başladık.
Sultan, “oğlum neden elması kırar gibi yaptında kırmadın” dedi.
Genç, “Efendim saray halkının gözden kaçırdığı bir şey oldu,
eğer o çekiçle hepsi elması kırmaya kalksalardı gene hiç biri
kıramazdı, çünkü o elmas bu tür aletlerle zaten kırılmaz, çünkü
bütün madenlerden daha serttir”. Dedi,
Sultan, “pekî; sen bunu nereden biliyorsun”? dedi.
Genç, “bir zamanlar bir elmasçının yanıda çalışmıştım, oradan
biliyorum,” dedi.
Sultan,”madem elmasın o çekiçle kırılamayacağını biliyordun,
peki sen niye kırmak için çekici elmasın üstüne verdun“ dedi.
Bunun üzerine.
Genç, ”efendim elmasın üstüne vurduğum o darbe kırmak için
değil, evvelâ (kır-yani-vur) Sultanımın emrini yerine getirmek
içindi. Eğer o fiili işlememiş olsaydım emrinize asî olmuş olacaktım.
Diğer sebebi ise, elmasın içindeki özü olan pırlantayı çıkarmak
için’di” dedi. Bunun üzerine Sultan o genci daha büyük bir
muhabbetle bağrına bastı. Bizde bu sahnelere görünmez kimseler
olarak şahit olduk ve onlarla birlikte oradan ayrıldık.
373
Biz yine hayal dünyamızdan ayrılıp gerçek dünyamıza ve
mevzuumuza kaldığımız yerden devam etmeye gelelim.
(9) Elması kırma veya kırmama, fiileri:
(1) (Eğer genç elması kırdı ise, "bu kırma fiili" gence mi, aittir,
yoksa Sultana mı aittir?)
(2) Elması genç kırmadı ise kırmayanların düşünceleri de
kendilerine mi aittir yoksa Sultana mı aittir?)
Yukarı da özetle bahsedildiği üzere, (elmas)ın “vücûd’u Âdem”
(pırlanta)nın ise, “vücûd’u Âdem”in özü olan “a’yân-ı sâbite”si
olduğunu belirtmiş idik. A’yân-ı sâbite, Hakk’a ait ve lâtif
olduğundan herhangi maddî bir araçla zaten kırılması söz konusu
değildir. İşte vezirler ve saray halkı bu hakikatin bilincinde
olmadıklarından, görünürde olan beden gibi elmasın kırılıp
paçalanacağını ve değerinin zâyi olacağını zannettikleri için elması
kırma fiilini işlemediler. Burası ve bu anlayış şeriat ve ikili görüş
mertebesi olduğundan “kul ve Hakk” anlayışı ayrı olduğundan
vezirlerin ve saray halkının, kendi hayali varlıklarını kendileri
yönünden gerçek zan ve kabul etmeleri dolayısıyla, “elması
kırmama fiili kendilerine ait olmuştur.” Ve yukarıda ifade edildiği
üzere zâhiren bu iyi niyetlerinden dolayı mükâfatlarını almışlar,
ancak bâtınen aynı mükâfatla tekrar perdelenmişlerdir.
Gene özetle yukarıda da belirtildiği gibi “genç-fetâ” elmasın
kırılmayacağını biliyor idi ve çekici elmasın içindeki pırlantanın
zuhura çıkmasına yardımcı olması için bilinçli olarak vurdu. Bu
anlayışla vuruş, emri ve fiili âmir hükmünde olan kendinden idi.
Ancak diğer yönden, Sultan’ın emriyle yaptığı vuruş ise kendi
memur hükmüyle vurduğundan bu vuruş bu yönüyle de Sultandan
idi.
Bu yaşadığımız hayatta bir çok yönlü vuruşlar ve fiiller vardır,
aslında bunların izahları oldukça zordur, izah edilebilmeleri için bazı
mezheplerin kader bahsinde ki, itikadlarına bir göz atmak lâzım
gelmektedir. Özetle bakarsak.
Ehli sünnet vel cemeat, kader bahsini zâhir itibariyle en güzel
biçimde izah etmiştir. Ancak onun da kemâli bâtını ile birlikte idrak
edilmesidir. Hepsinden kemallisi budur ancak bu da büyük bir
eğitim ve tatbikat gerektirir. Zâhiren ehli sünnet vel cemeatin kaza
ve kader anlayışı. Özetle şöyledir. Bilindiği gibi (kaza-a’yân-ı
sâbite-hüküm-program,)dır, (kader) ise bu programın miktar,
miktar zaman’a yayılarak kişinin ömrü müddetince uygulanıp
tamamlanmasıdır.
Bu program iki bölümlüdür, bir blümüne, (kazâ’ı mübremmutlak) diğer bölümün ise, (kazâ’ı muâllâk) denir. Kazâ’ı mübrem
hiçbir şekilde değişmez hakk’ın kulu üzerindeki mutlak hükmüdür,
ancak kul bu bülümden sorumlu da tutulmaz. Kazâ’ı muallâk
374
bölümünden ise kul sorumludur, kendi iradesine bırakılmış, o
zaman bölümlerini nasıl kullandığı kendisine sorulacaktır, ve bu
zaman dilimlerinden mes’uldür.
Mutezîle fırkası. Kul kendi fiilini halkeder ona daha evvelden
bir şey yazılmaz der. (Fiilin fâili kuldur.) Kul bütün fiillerini kendi
iradesiyle yapmaktadır, anlayışındadırlar.
Cebriyye fırkası. İse tam tersi, kul fiilini işlemek
mecburiyyetindedir der. Kendisine ne verilmişse onu yapmağa
mecburdur, anlayışındadırlar. Bunların dışında daha bir çok benzeri
fırkalar vardır, konumuz o olmadığı için bu kadarı ile yetinelim ve
bize lâzım olanı almaya ve anlamaya çalışalım.
Bu anlayışlara baktığımızda, Mutezîle, kuldan çıkan bütün
fiilleri kula bağlamak sûreti ile hakk’ın kulun üstündeki irade ve
tasarrufunu tamamen kaldırarak hükümsüz hâle getirmektedir.
Cebriyye, ise “kul fiilini işlemek mecburiyetinde dir,” demek
sûreti ile, kulluğu hükümsüz bırakarak, kulun kendi üzerindeki
irade ve tasarrufunu kaldırmak sûreti ile hükümsüz hâle
getirmektedir.
Ehli sünnet vel cemeat, ise kulun hayatındaki fiillerinde ve
yaşamında hem kula hem Hakk’a irade ve tasarruf hükmü
tanımaktadır ki, gerçek ve hakikat olanı da budur. İşte bu sistem
içerisinde kul seyr’ine başlayıp yola çıktığı zaman mertebesi ve o
mertebenin hakikat-i üzere değişik hallere ve o hallerin değişik
idrak ve yaşamlarının geçici tesiri altına girer, ancak orada kalıp o
anlayış ile kayıtlanmak kendi seyrinin sonu olmaktadır. Aslında
oralardan da geçip (Ehli sünnet vel cemeat) anlayışını zâhir ve
bâtın tatbik ederek nerede ne yapılması lâzım geliyorsa orada öyle
davranıp bu hakikatleri kemâl üzere yaşamak, gerçek bir kemâlât
olacaktır.
Bu özet bilgileri neden verdim derseniz, bunlar bilinmeden,
gerek saray erkânın gerek genç-fetâ’nın elması kırma veya
kırmama fiillerinin hangi asla dayandığı hakkında bâriz bir idrak ve
anlayışımız oluşamazdı da onun içindir. İnşeallah sıkılmamışsınızdır.
Şimdi tekrar (Genç-fetâ)nın elmas’ı kırma veya kırmama fiiline
gelelim. Yukarıdan küçük bir bölümü tekrar inceleyerek devam
edelim.
------------------Burası ve bu anlayış şeriat ve ikili görüş mertebesi olduğundan
“kul ve Hakk” anlayışı ayrı olduğundan vezirlerin ve saray halkının,
kendi hayali varlıklarını kendileri yönünden gerçek zan ve kabul
etmeleri dolayısıyla, “elması kırmama fiili kendilerine ait
olmuştur.”
375
Gene özetle yukarıda da belirtildiği gibi “genç-fetâ” elmasın
kırılmayacağını biliyor idi ve çekici elmasın içindeki pırlantanın
zuhura çıkmasına yardımcı olması için bilinçli olarak vurdu. Bu
anlayışla vuruş, emri ve fiili âmir hükmünde olan kendinden
idi. Ancak diğer yönden, Sultan’ın emriyle yaptığı vuruş ise
kendi memur hükmüyle vurduğundan bu vuruş bu yönüyle,
Sultandan idi.
------------------Görüldüğü gibi üç tür vuruş ortaya çıkmaktadır.
Birincisi: Vezirlerin beşeriyyetleri ve gafletleri üzere olan
iradeleri ile elmas’a vurmayışları. Kendilerine, nefislerine aittir.
Burası “fenâfil nefs” karşılığı nefsinde fâni olması, yani nefsinin
hükmü altına girmesidir.
İkincisi: “Genç-fetâ”nın,
bir yönüyle elmas’a vuruşu ilmî
yönden bilgisi istikametinden nefs-î benliğinden değil, izâfî
benliğinden bir asla dayanarak vurmasıdır. Bu vuruşu izâfî
benliğine aittir. Burası kendine dönmeye başlaması hakikatine ve
hakikatini anlamaya doğru yola çıkmaya başlamasıdır.
Üçüncüsü: “Genç-fetâ”nın, diğer bakış ve anlayışa göre
vuruşu. İzâfî benliğinin Sultan’ın iradesinde ifnâ-fânî-yok,
olduğundan Sultan’a aittir. Görüntüde olan “Genç-fetâ”nın,
sûreti, ve o sûrette tasarrufta olan ise “Kün” emri ile Sutan’ın
kendisi’dir. Burası “fenâfil Sultandır,” Karşılığı, “Fenâ fillâh”tır.
Dördüncüsü: Bu hikâye de yoktur yeri gelmişken özetle biz
ilâve etmeye çalışalım. Yukarıda da bahsedildiği gibi “Genç-fetâ”
henüz Velâyet ve Kâmil İnsân, namzetidir. Daha sonraki
çalışmaları ile Velâyet ve Kâmil İnsân, olacak o zaman da “baka
billâh” “Allah’da ve Allah’la bâkî” olacaktır. O zaman gene mutlak
mânâ da kendi fiilini kendi icra edecektir ancak bu sefer
izafiyyetiyle değil İlâhiyyat ve hakikatiyle icra edecektir. Bu
hususta daha bir çok anlayış ve tatbikler vardır herhalde bu
kadarıyla, fiillerin kimlere ve hangi mertebelere ait olduğu
hakkında az da olsa bir fikir verilmiştir zannediyorum.
Yukarılarda da bahsedildiği üzere bu mertebelere ait bir çok
Âyet-i Kerîme’ler vardır, tekrar olmasın diye buraya da almıyorum,
sizler zâten hangi makamdan hangileri olduklarını bilirsiniz. Yeri
geldikçe başka yerlerde de zâten onlardan da bahsedilmektedir.
Son olarak “vurmak”la ilgili birkaç hadiseye de göz atmakta
yarar olacağını düşünüyoum.
İbrâhîm (a.s.) oğlu İsmâîl’in boynuna bıçağı acaba hangi
mertebeler’den vurdu; diye düşünürsek, genç ve elmas mevzuu
bize bir kıyas olabilecektir. Yukarıdaki ifadelerden bunu bulmamız
zor olmayacaktır.
376
Bu İlâh-î kıssa da, Sultan yerine gerçek âlemlerin Sultan’ı olan
Allah (c.c.) vardır. “Genç-fetâ”nın, yerine daha kemâllisi, Hakk’ta
fânî bir Peygamber vardır. Elmas’ın yerine ise, a’yan-ı sâbiteli, bir
Peygamber namzeti vardır. İbrâhîm (a.s.) o bıçağı İsmâîl’in
boynuna vurdu bıçak kesmedi çünkü o boynun yukarısında a’yan-ı
sâbitesi vardır ve a’yan-ı sabite de Hakk ve lâtif olduğu için zâten o
boynun hiçbir bıçakla kesilmesi mümkün değil idi. Ayrıca “farzı
muhal-olmayacak iş” ama bir bakıma kesildiğini düşünelim. İşte bu
kesme fiilini işleyen görünürde İbrâhîm (a.s.) olmakla birlikte,
İbrâhîm (a.s.) da Hakk tahallül ettiğinden yani bütün varlığında
Hakk’ın zuhuru olduğundan kesme fiili Hakk’a ait olmuş olur bu
durumda İbrâhîm (a.s.) da zâten suçlu konumunda olmazdı. Çünkü
o kesme fiili zamanında İbrâhim’in sûreti, Hakk’ın elinde onun âleti
hükmünde idi. Bir kimseye veya mala zarar veren bıçak veya
tabancaya ceza verilmez ceza onu kullanana verilir.
Mûsâ, (a.s.) kavmiyle çölde susuz kalınca Hakk’ın emriyle
asasıyla taşa on iki defa vurunca taş kırıldı ve içinden on iki kaynak
çıktı. Çünkü taş kolaylıkla kırılabilir cinstendir ki içindekini fazla
zorlanmadan ihtiyacı olanlar alabilsinlerdi. Bura da da fâil Hakk
Mûsâ (a.s.) âlet yani “fenâfillâh” idi. Diğer ifade ile Hakk zâhir,
Mûsâ bâtın, idi.
Gene Mûsâ, (a.s.) Fir’âvn’dan kurtulmak için Hakk’ın emriyle
asasıyla kızıl denize on iki yerden vurdu ve on iki yol açıldı. Bura
da da fâil Hakk Mûsâ (a.s.) âlet idi. Diğer ifade ile Hakk zâhir,
Mûsâ bâtın, idi.
Hazret-i Peygamber hakkında. (Attığın zaman sen atmadın
ancak Allah attı) “Enfal 8/17” Bu Âyet-i Kerîme’nin üzerinde çok,
çok durulması lâzımdır ancak yeri olmadığı için kısaca değinelim.
Bu mertebe de fenâfillâh mertebesi’dir, gene fâil Hakk, Muhammed
(s.a.v.) âlet idi. Diğer ifade ile Hakk zâhir, Muhammed (s.a.v.
bâtın, idi.
Ve (şakk’ı kamer- ayın ikiye bölünmesi) “Kamer 54/1” hazret-i
Peygamber (s.a.v.) parmağını aya doğru kaldırıp vurur gibi işaret
eyledi ve oradakiler, “ay-kamer”in ikiye bölündüğüne şahit oldular.
Bu hadise diğerlerinden farklıdır. “Bakâbillâh-Hakk’ta- Hakk olarak
bâkî olmak.” Bu fiili “Hakk olan Muhammed’in kendi işlediği fiilidir
ona aittir.” Ve Muhammed (s.a.v.) zâhir, Allah (c.c.) ise bâtındır.
Bütün bu ifadelerden, az da olsa her halde bazı gerçekler daha
iyi anlaşılır bir hâle gelmiştir zannediyorum, en azından herhangi
bir hadiseye ön yargılı şartlanmış bir anlayışla bakmayıp başka
yönlerinin de olabileceğini düşünmemize yardımcı olacaktır diye
düşünüyorum.
Yazı, ve bu yazılarıyla aynı zaman da fikir üretimi gönderen
arkadaş, dost, kardeş ve evlâtlarımızın hepsine tekrar teşekkür
ederek, Cenâb-ı Hakk’tan muhabbet, gayret, ve irfaniyyetlerinin
377
artmasını niyaz ederim. Kitabın sonuna bir elmas hikâyesi ilâve
ederek bitirmek istiyorum. Cenâb-ı Hakk cümlemizi kendine yakışır
İrfan ehli olanlardan eylesin. Âmînnnn. İnşeallah.
Başka bir elmas hikâyesi
Memleketin birinde olan mâden ocağın da çok nâdide bir elmas
parçası bulunur, fakat yöre de onu işleyecek ve içindeki pırlantayı
ortaya çıkarabilecek ehil bir usta yoktur. Araştırmaların neticesinde
anlaşılır ki bu elmas ancak İsviçre de işlenebilecektir. Elmas
sahipleri uygun bir zamanda bahsedilen yere giderler ve bu işlerle
ilgili firmaları bulup görüşmelere başlarlar. Buldukları birinci
firmaya gidip isteklerini söylediklerinde, firma sahibi bu elmesı
işleyemeyeceklerini bildirir. Daha sonra başka bir firmaya giderler
o da elmas’a bakar ve aynı şeyi söyler. Birkaç fimadan daha bu
yanıtı alınca elmas hakkında endişelenmeye başlarlar. Nihayet bir
firma daha bulurlar ve son bir ümitle isteklerini bildirirler. Firma
sahibi elması gördükten sonra peki deyip belirli bir süre verdikten
sonra elması gelip alabileceklerini söyler. Onlar da izin alıp
firmadan ayrılırlar. Ancak merak ve tereddütleri de artmıştır.
Oldukça sıkıntılı bir zaman sonra verilen süre dolduğundan
ertesi gün merak ve heyecanla firmanın yolunu tutarlar, ve
geldiklerinde elması yontulmuş ve çok nâdîde bir pırlantaya
dönüşmüş olduğunu görürler ve bu işin nasıl olduğunu merak
ederek firma sahibine baştan beri gelişen hâdiseyi anlatırlar.
Bunun izerine firma sâhibi, “o ilk götürdüğünüz firmaları tanırım
hepsi işlerinin ehlidirler ancak gelen elmas çok değerli bir elmas
olduğundan işçilik ve yontma esnasında bir zarar oluşursa bu zararı
karşılamağa güçleri yetmeyeceğinden bu yüzden korkarak rizke
girmemişlerdir,” diye izahatta bulunmuş. Bunun üzerine, elmas
sahibi “peki siz niçin alabildiniz diye” sorunca, firma sahibi izahat
vermeye başlamış.
Efendim, “benim genç ve çok kabiliyyetli bir elmanım vardır, bu
elemanım daha henüz bu elmasın gerçek değerini bilmediği için
onu işlerken herhangi sıradan bir taş gibi işleyeceğini düşünerek ve
ona güvenerek bu işi kabul ettim. Ben de bu elması işleyemezdim
çünkü yüksek değerini bildiğimden işçilik ânın da ellerim titrer, bu
ara da bir hata yapabilirdim, o yüzden bende genç elemanıma
güvenerek bu işi aldım” demiştir.
Bilindiği gibi genelde gençler de cesaret vardır, bilgi ve tecrübe
azdır yaşlılarda bilgi ve tecrübe vardır fakat hayat boyu başlarına
gelen zorluklar onları ihtiyata yöneltmiştir. İşte asıl olan gençlik,
güç kuvveti ile, güngörmüş yaşlıların tecrübelerini birleştirerek
verilen kararlar ve yapılan işler daha faydalı olmaktadır. Bilindiği
gibi araba kazalarının büyük çoğunluğu sonunu düşünmediği câhil
cesaretinden olmaktadır.
378
İşte her iki hikâye de de geçen “Genç-fetâ”lar hem cesaretli ve
hem de akıllı kimselerdir.
------------------Netice olarak bir çok mertebelerden izâhına çalışmış olduğumuz
a’yân-ı sâbite, kazâ kader, bahsi hakkında bazı değişik yönlerden
tekrarlar olmuşsa da, umarım epey bilginiz olmuştur. Ancak bu
mertebelere hakikatleri ile bakarak yaşamak hemen mümkün
olmayabilir. Ama bu bilgilerin sadece bilim olarak bilinmesi dahi,
kişiyi oldukça ileri derece de bir yaşantıya götürmektedir.
Rabbımızdan bu yaşantıları bizlere hakikatleri üzerede yaşatmasını
niyaz ederiz.
------------------Elhamdülillâh bu kitabımızı da bura da bitirmiş oluyoruz, vermiş
olduğu zaman ve imkândan dolayı rabb’imize teşekkür ederiz.
Hepimiz den hepinize selâmlar, ömür boyu başarılar dilerim. T.B.
(Allah Hakk söyler, Hakk’ı şöyler.)
Necdet Ardıç. Terzi Baba. Tekirdağ. (10/07/2015) Cuma.
-------------------
Terzi Baba kitapları sıra listesi
KAYNAKÇA
1. KÛR’ÂN VE HADîS :
2. VEHB
: Hakk’ın hibe yoluyla verdiği ilim.
3. KESB
: Çalışılarak kazanılan ilim.
4. NAKİL
: Muhtelif eserlerden, Mesnevi’i şerif,
İnsân-ı Kâmil, Fusûsu’l Hikem ve
sohbetlemizden müşahede ile toplanan ilim.
“DAHA EVVELCE ÇIKAN KİTAPLARIMIZ”
379
(Gönülden Esintiler)
1.
2.
3.
4.
5.
Necdet Divanı:
Hacc Divanı:
İrfan Mektebi, Hakk Yolu’nun Seyr defteri:
Lübb’ül Lübb Özün Özü, (Osmanlıca’dan çeviri):
Salât- Namaz ve Ezan-ı muhammedi’de Bazı
hakikatler:
“İngilizce, İspanyolca”
6. İslâm’da Mübarek Geceler, bayramlar ve
Hakikatleri: (Fransızca)
7. İslâm, İmân, İhsân, İkân, (Cibril Hadîs’i):
8. Tuhfetu’l Uşşâkiyye, (Osmanlıca’dan çeviri):
9. Sûre-i Rahmân ve Rahmâniyyet:
10. Kelime-i Tevhid, değişik yönleriyle:
11. Vâhy ve Cebrâil:
12. Terzi Baba (1) ve Necm Sûresi:
13. (13) On üç ve Hakikat-i İlâhiyye:
14. İrfan mektebi, “Hakk yolu”nun seyr defteri ve
şerhi
15. 6 Pey- (1) Hz. Âdem Safiyyullah
(a.s.)
16. Divân (3)
17. Kevkeb. Kayan yıldızlar.
18. Peygamberimizi rû’ya-da görmek.
19. Sûre-i Feth ve fethin hakikat-i.
20. Terzi Baba Umre (2009)
21. 6 Pey-(2) Hz. Nûh Neciyyullah: (a.s.)
22. Sûre-i Yûsuf ve dervişlik:
23. Değmez dosyası:
24. 6 Pey-(3) Hz. İbrâhîm Halîlûllah: (a.s.)
25. -1-Köle ve incir dosyası:
26. Bir zuhûrât’ın düşündürdükleri:
27. -2-Genç ve elmas dosyası:
28. Kûr’ân’da Tesbîh ve Zikr:
29. Karınca, Neml Sûresi:
30. Meryem Sûresi:
31. Kehf Sûresi:
32. 3-Terzi Baba İstişare dosyası:
33. Terzi Baba Umre dosyası: (2010)
34. -3-Bakara dosyası:
35. Fâtiha Sûresi:
36. Bakara Sûresi:
37. Necm Sûresi:
38. İsrâ Sûresi:
39. Terzi Baba: (2)
40. Âl-i İmrân Sûresi:
380
41. İnci tezgâhı:
42. 4-Nisâ Sûresi:
43. 5-Mâide Sûresi:
44. 7-A’raf Sûresi:
45. 14-İbrâhîm Sûresi:
46. İngilizce, Salât-Namaz:
47. İspanyolca, Salât-Namaz:
48. Fransızca İrfan mektebi:
49. 36-Yâ’sîn, Sûresi:
50. 76-İnsân, Sûresi:
51. 81-Tekvir, Sûresi:
52. 89-Fecr, Sûresi:
53. Hazmi Tura:
54. 95-Beled-Tîn, Sûresi:
55. 28- Kasas, Sûresi:
56. İrfan-Mek-Şer-Fransızca-Baba:
57. 20-TÂ HÂ Sûresi:
58. Mirat-ül-İrfan-ve-şerhi:
59. 6 Pey-(4) Hz. Mûsâ Kelîlmullah: (a.s.)
60. 6 Pey-(5) Hz. Îsâ Rûhullah:
(a.s.)
61. 6 Pey-(6) Hz. Muhammed:
(s.a.v.)
62. -4-Bir ressam hikâyesi:
63. İnci mercan tezgâhı
64. Ölüm hakkında:
65. Reşehatt’an bölümler:
66. Risâle-i Gavsiyye:
67. 067-Mülk Sûresi:
68. 1-Namaz Sûrereleri:
69. 2-Namaz Sûrereleri:
70. Yahova Şahitleri:
71. Mü-Geceler-Fran-les-nuits:
72. Îman bahsi:
73. Celâl Cemâl Celâl:
74. 2012 Umre dosyası:
75. Gülşen-i Râz şerhi:
76. -5-Doğdular, yaşadılar hikâyesi:
77. Aşk ve muhabbet yolu:
78. A’yân-ı sâbite. Kazâ ve kader:
79- Terzi Baba-(4) İstişare dosyası.
80- Terzi Baba-(5) İstişare dosyası.
81- Hayal vâdîsi’nin çıkmaz sokakları:
82- Mektuplarda yolculuk-M.Nusret-Tura.
83- 2013 Umre dosyası.
84- Nusret Tura-Vecizeler ve ata sözleri.
85- Nusret Tura-Tasavvufta aşk ve gönül.
86- Terzi Baba-(6) İstişare dosyası.
87- Terzi Baba-İlâhiler derleme.
88- Nusret Tura-Divanı.
381
89- 6-Her şey merkezinde hikâyesi.
90- İnsân-ı Kâmil A.K.C. Cild (1) şerhi.
91- Terzi Baba (7) Biismi has “Selâm” (13)
92- İnsân-ı Kâmil A.K.C. Cild (2) şerhi.
93- 7. İngilizce. İslâm, İmân, İhsân, İkân, (Cibril Hadîs’i):
94- Mescid-i Dırarr-Kubbet-ul Kara.
95- Terzi Baba-(8) (19/53)
96- 41-Fussilet Sûresi.
97- 2015 Umre dosyası.
98- Solan bahçenin kuruyan gülleri.
99- Terzi Baba-(9) İstişare dosyası.
100-14-İrfan mektebi ve şerhi-İspanyolca.
101- Bosna Hersek dosyası.
102- 14-İrfan mektebi ve şerhi-İngilizce.
-------------------------
Altı peygamber serisi:
15. 6 Pey-(1) Hz. Âdem Safiyyullah
21. 6 Pey-(2) Hz. Nûh Neciyyullah:
24. 6 Pey-(3) Hz. İbrâhîm Halîlûllah:
59. 6 Pey-(4) Hz. Mûsâ Kelîlmullah:
60. 6 Pey-(5) Hz. Îsâ Rûhullah:
61. 6 Pey-(6) Hz. Muhammed:
-------------------------
(a.s.)
(a.s.)
(a.s.)
(a.s.)
(a.s.)
(s.a.v.)
Terzi Baba kitapları serisi:
123932798086919599-
1-Terzi
2-Terzi
3-Terzi
4-Terzi
5-Terzi
6-Terzi
7-Terzi
8-Terzi
9-Terzi
Baba-(1)
Baba-(2)
Baba-(3) İstişare dosyası.
Baba-(4) İstişare dosyası.
Baba-(5) İstişare dosyası.
Baba-(6) İstişare dosyası.
Baba (7) Biismi has “Selâm” (13)
Baba-(8) (19/53) İstişare dosyası.
Baba-(9) İstişare dosyası.
-------------------------
Bir hikâye birçok yorum serisi.
25. -1-Köle ve incir dosyası:
27. -2-Genç ve elmas dosyası:
34. -3-Bakara dosyası:
61. -4-Bir ressam hikâyesi:
76. -5-Doğdular, yaşadılar hikâyesi:
89. -6-Her şey merkezinde hikâyesi.
-------------------------
Dîvanlar serisi:
382
1. Necdet Divanı:
2. Hacc Divanı:
16. Divân (3)
87- Terzi Baba-İlâhiler derleme.
88- Nusret Tura-Divanı.
-------------------------
İbretlik dosyalar serisi:
17. Kevkeb. Kayan yıldızlar.
23. Değmez dosyası:
73. Celâl Cemâl Celâl:
81- Hayal vâdîsi’nin çıkmaz sokakları:
94- Mescid-i Dırarr-Kubbet-ul Kara.
98- Solan bahçenin kuruyan gülleri.
------------------------
Mektuplar ve zuhuratlar serisi:
Terzi Baba İnternet dosyaları:
-----------------------Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.
1-2- 3-4-5- 6-7- 8- 9- 10Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.
11- 12- 13- 14- 15- 16-17- 18- 19-20Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.
21- 22-23- 24-25- 26-27- 28-29-30Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.
31-32-33- 34-35- 36- 37- 38- 39-40Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.
41- 42-43- 44-45- 46-47-48- 49-50Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.
51-52- 53-54-55- 56-57- 58-59- 60Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.
61- 62-63-65-66- 67-68- 69-70Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.
71-72-73-74-75-76-77-78-
Kitaplar devam ediyor şu an Yekün=
(102/78=180)
383
NECDET ARDIÇ
Büro : Ertuğrul mah.
Hüseyin Pehlivan caddesi no. 29/4
Servet Apt.
59 100 Tekirdağ.
Ev : 100 yıl Mahallesi uğur Mumcu Cad.
Ata Kent sitesi A Blok kat 3 D. 13.
59 100 Tekirdağ
Tel (ev)
: (0282) 261 43 18
Cep
: (0533) 774 39 37
Veb sayfası: Amerika: <http:// necdetardic. org/
Veb sayfası: Amerika: <www.necdetardic.info>
Veb sayfası: Almanya: <www.terzibaba.com>
Radyo adresi (form): <terzibaba13.com>
İnternet, MSN Adresi:
Necdet Ardıç <[email protected]>
------------------------------------------------------------------
384

Benzer belgeler