İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)

Transkript

İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)
İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)
GİRİŞ
Marx "başkalarını ezen halkın kendisi özgür olamaz" der. Bugünkü
emperyalizm altında ileri ülkeler proletaryasının başına gelen de budur.
Bugün bütün uygar kapitalist ülkelerde komünizme karşı sosyalizmi,
sosyal-demokrasiyi, yani sömürgeci soygunla uzlaşmayı tutan halk, aynı
zamanda kendisinin işletilip soyulmasını, yani sömürgeler gibi anavatanı da
ezen şu köhne bir kabuk haline gelmiş kapitalist ilişkileri ve burjuvazinin her
gün biraz daha zorba ve şiddetli egemenlik ve saltanatım, kendi başına bir
süre daha bela etmekten başka bir şey yapmıyor. Sömürge, yarı-sömürge,
bağımlı ülkeler adını başka ülkelerden çalman fazla kârdan bir kemik parçası
uman halklar, kendi kulluklarını efendiliğe benzeten, "hizmetçi" kullanan
Doğu miriyvoları gibi, köleleşmenin derin çukurunda biraz daha
bocalamaktan ileriye geçemiyorlar, çünkü köleleştirme sisteminin olası
gediklerini kapatmış, yırtıklarını yamamış oluyorlar.
Türkiye'de yabancı ve ezilen bir ulus var mıdır? "Tarih devrimcileri"ne
sorarsanız, adem evlâdı içinde bütün uygarlıkları yaratan uluslar, tıpkı
Adem'in oğullan gibi bir asıldandır: Türk! Kuzey yönünden Alp dağlarına,
Grönland'dan Antil adalarına kadar bütün dünya Türktür. Fakat gözümüz
önündeki sistemiyle mistik ideo-emperyalizm şakasını yeterli görerek işin
somut gerçekliğine bakarsak, oldukça burjuva ve burjuva aydını kellesinin
kelini kaşım kaşım kaşındıracak bir bambaşkalıkla karşılaşmamak olanaklı
değildir. Nasıl, dünyadan geçtik, şu kayıtlı 10 milyon, nüfus sayımınca 13,5
milyon nüfuslu Türkiye'cikte bile mi, başka uluslar var? Bu küçük-burjuva
kendinden geçişini afakandan öldürecek olan böyle bir olasılık,
kışkırtabileceği her türlü isteri krizlerine karşın, bir olasılık değil, canlı bir
gerçekliktir. Ve zaten Çankaya Köşkü ile Yıldız Sarayı arasında, patırtılı ve
teatral bir med-cezirle yalpa vuran dünyayı saran son Türkçülük keşif ve
teorileri, bu gerçeğin manevi iç zembereklerinden boşandırdığı Hegelyanist
tepesi taklak bir itiraf cezbesinden başka bir şey midir?
Ara sıra gazetelerde okursunuz. Bir özel muhabir, Giresun'un ötesindeki
halkın Laz değil Türk olduğunu kanıtlamış olmak için Lazlığa şöyle bir pat
atar: "Esasen mert (Aman Fransızlar duymasın!) cesur, doğuştan zeki,
yetenekli, yurtsever, konuksever olan Lazlarm Türklerden tek farkları, özel
1[1]
bir dilleri olmasından ibarettir."
Ya da "dil devrimi"ne ilişkin şöyle bir
"hükm-i karakuşi" gözümüze çarpar: "Dörtyol'da Türkçe'den başka bir dil
konuşmayacak: Dörtyol-Özel: Kaymakamlık tarafından genel yerlerde
Türkçe'den başka bir dili konuşanlar hakkında şiddetli kovuşturma yapılarak
ağır cezalar verileceği tellâllarla ilan edildi."[2]
Kimbilir hangi matmazelden yüz bulamayan bir burjuva züppesinin aşk
intikamı kadar farfara ve ömürsüz doğup ölen "vatandaş Türkçe konuş!"
naralarını andıran bu tür sözde gerçekler, Türkiye’mizin kuzeyini, güneyini,
doğusunu ve batısını saran gerçekliklere karşı sıkılmış "yurtsever"
kuburlardan başka bir şey midir?
Fakat biz bunları ve buna benzer olay lan, aşağı yukarı tüm Balkan-lar'da
ortak olan ünlü "azınlıklar" çıbanı varsayarak geçeceğiz. Konumuz, devrim
strateji ve ilişkilerinde Önemli bir yayılım açacak olan geniş, çalışkan, ezilen
kitlelerdir. Bu nitelikte ezilen yığınlar Türkiye'de var mıdır? Evet, bu yığınların
herkes anlamasın diye belirsiz ve esrarengiz ve anonim bir adı vardır: Doğu
ya da Doğu illeri! Bu öyle karanlık bir tanımdır ki, Cumhuriyet burjuvazisi
bugün ona istediği anlamı verir, onun beğendiği biçimlerde sunar; ve kimse
ne Kemalizmin ne demek istediğini, ne denilmek istenenin ne olduğunu bir
türlü anlayamaz.
Fakat biz ne anonim şirketler Kemalizmiyiz, ne esrara inanan küçük-burjuva
aydınıyız. Onun için bu anonim esrar perdesini kaldırarak altında gözlenen
"meduza başı"nı görmekten kılımız kımıldamaz. Ve eğer Le-nin'in deyimiyle
"Joli Marksistler" -yani burjuvazinin hoşafına giden "Marksistler"- olarak
kalmak istemiyorsak, bu sorunu olduğu gibi koymaya, "anonim esrar
perdesi" altındaki somut maddeyi, adıyla sanıyla çağırmaya zorunluyuz:
Türkiye'deki Doğu sorunu ve Doğu illeri nesnesi bir milliyet davasıdırl
Evet, Türkiye iç ve dış ilişkilerinde ve siyasetinde olduğu gibi, içeride ve
dışarıda görünüşünde de "diyalektik" bir ülkedir. Şöyle ki, dışa karşı bağımlı
durumundan kurtulamayan kapitalizm Türkiyesi, içe karşı ceber-rutlu, eski
deyimle "müseltan ve mefnehum" bir süzerendir. Ünlü izafiyet teorisinin
Türkiye'nin sosyal bünyesinde ortaya çıkışı yadırganmamalıdır:
1- Türkiye'nin kendisi, Doğunun su götürmez ezilen "ulus"lanndan biridir.
Buna inanmayan ve bunu bilmeyen kalmamıştır. Fakat:
1.
2.
2- Türkiye kendi içinde, örtbas edilemez bir, Doğunun ezen ulusudur. Buna
inanan ve bunu bilense, sanıldığından pek azdır. Daha doğrusu bu ikinci şıkkı
bilenler, belki yalnız mistik Kemalizmin kendisiyle, bir de özellikle "arabayı
çeken" ve "bunu taşıyanlardır. îşin kaçmaya, iyiye yormaya gelir yanını
kuyruk yalayıcılar bol bol arayabilirler. Bu olanın ciddiliğini biraz daha
belirginleştirmekten başka şeye yaramaz. Dünyada Türkiye, Doğu ile Batıyı
birbirinden ayıran boğaz ya da bağlayan köprüdür. Bu durumundan esin
aldığı için mi nedir, Türkiye içinde bulunduğu emperyalist dünyaya pek
benzer. Dünyanın yer yer ikiye bölünüşlerinden biri de, oldukça anlamsız
olmakla birlikte, dört yöne göre bölünüşüdür. Herkesin ağzında dolaşır,
yeryüzünde Doğu ve Batı diye iki zıt kutup var. Bunun gibi, bundan daha az
anlamsız olmamak üzere, yine böyle bir bölünüş de Türkiye için ağızlarda
dolaşır: Doğu illeri, Batı illeri. Bu kavramları anlamsız buluyoruz, çünkü Doğu
ile Batı arasındaki zıtlık, sanki sosyal olayları salt iklim belirtileriyle açıklama
gibi, bir yandan güneşin doğmasıyla öte yandan batmasından ileri
geliyormuş gibi gösteriliyor. Bununla birlikte her zaman için "galat-ı meşhur
lûgat-ı fasihten yeğdir."* Söze değil öze bakarsak, görürüz ki, dünya içinde
bir "Doğulu" bir "Batılı"ya nasıl bakarsa, Türkiye içinde de Doğululuk ile
Batılılık birbirlerini aynı gözle görürler. Batılının gözünde Doğulu yalnızca bir
"vahşi"dir; bir Doğulu içinse Batılı bir "düşman"dır... Bu ne demek? Birinci
olarak bu, şu demektir: Genellikle Batı ve Doğu iki ayrı cinsten bölge
sayılıyor ve ne Batılı ne Doğulu sorunu sınıfsal bakımdan koymuyor. Oysa
Doğuda da Batıda da insan yığınları, sınıf ve çelişkili birer toplum bireyleri
olduklarına göre, ayrıca ikiye bölünürler: 1- Egemen sınıflar; 2- Ezilen
sınıflar. Herhangi bir toplumda egemen sınıf, egemen kavrayışını en uzak
kitlelere kadar yaydığı için, genellikle ağızlarda dolaşan ve kafaları
kurcalayan anlamlar, basmakalıp terimlerden ibaret kalmaya mahkûm
oluyor.. Gerçekte gerek Doğunun gerek Batının egemen sınıflarıyla egemen
kavrayışları arasındaki karşıtlık ticari bir rekabet, "sen yeme, ben yiyeyim,
senin olmasın, benim olsun" davasıdır. Sorunun içyüzünü böylece açığa
vuramayan Doğu ve Batı egemen sınıflan, gün gibi aydın sorunları pandomim
şekline sokuyorken, kendi aralarında, tekelci kapitalizmin suyunca, uzlaşma
fırsatlarını hiç kaçırmıyorlar. İkinci olarak şu demektir ki, özellikle:
1- Batıdaki ezilen sınıflar, egemen sınıfların sistematik propagandaları
* yaygın yanlış, yaygın olmayan doğru sözden üstündür. (y.n.)
altında, Doğulu hakkında yalnız bir .şeyi öğrenebiliyorlar: Doğulu yahşidir!
Neden vahşidir, nasıl vahşidir, yok.
2- Doğudaki ezilen sınıflar ise Batıdakilerin tamamen tersine, Batılının ne
olduğunu etiyle, kemiğiyle, derisiyle, her gün duyuyor. Ve Batılıdan her
yediği tekme, dipçik ve süngü önünde şu kanıyı kökleştiriyor: Batılı
düşmandır! Hangi Batılı düşmandır, yok. İki taraf da sanıyor ki, gerek
vahşilik, gerek düşmanlık anadan doğma bir huy, doğal, yaradılıştan gelen
bir zorunluluktur. Tekrar edelim, bunu böyle sananlar, özellikle iki tarafın da
geniş, çalışkan, ezilen sınıflarıdır. Yoksa gerek Doğunun, gerekse Batının
egemen sınıfları, birbirlerinin ne kadar vahşi, ne derece uygar, ne biçim dost,
ne tür düşman olduklarını domuz gibi bilip duruyorlardır. Buraya kadar
söylediklerimizin aynı zamanda hem dünya içindeki, hem de Türkiye içindeki
Doğu ve Batı, Doğulu ve Batılı için olduğunu eklemeye gerek var mı? İyi
ama, bu Doğu ve Batı kelimeleri altında ne saklanıyor? Dünya içindeki Doğu
ve Batı bölünüşü, öz sınıf bölünüşünün nasıl bir uzantısı, dalı budağı ise,
Türkiye'deki Doğu ve Batı illeri bölünüşü, esas itibarıyla sınıf bölünüşünden
doğar. Fakat daha özel anlamı, ezen ulusla ezilen ulusun ilişkisi oluşundadır.
Biz Türkiyemizden ayrılmayalım. Türkiye'de Doğu ve Batı bölünüşü ulusallık*
bakımından nedir? Daha açık koyalım. Batıda egemen ulus Türk olduğuna
göre, Doğuda hangi uluslar ezilendir?
***
Türkiye'de bugün Doğu illeri denilen yerin ne olduğunu göreceğiz. Bu Doğu
illerinin evvel ezel, ünlü ya da bilinmeyen, her nasıl olursa olsun iki adı vardı:
Ermenistan-Kürdistan. Buralara bizzat Osmanlı İmparatorluğu tarafından
verilen isimler bunlardır. Bugünün haritasında böyle isimler bulunmamasına
karşın, bu iki isimden anlaşılan, Doğu illerinde Ermeni ve Kürt uluslarının
bulunup bulunmadığını araştırmak gerekecektir. Buracıkta, pnce birincisine
kısaca bir işaret edelim.
Ermenilik
Osmanlı İmparatorluğu'nda, Çarlık Rusyası ile İngiliz emperyalizmi arasında
Orta Asya pazarları üzerinde başlayan rekabete kilit ve anahtar noktası,
bugünkü Doğu illerinde bir Ermenistan hükümeti ya da özerkliği kurup
kurmamak sorunuydu. Bu soruna bir zamanlar "Şark Meselesi" denirdi.
Osmanlı İmparatorluğu derebeyi saltanat şeklini koruduğu sürece Doğu
illerinde iki zümre vardı: 1- Kürtlük: Daha çok derebeyi klan ve aşiret
sistemleri içinde, dağınık, siyaset dışı bir kalabalık şeklindeydi. 2- Ermenilik:
Genellikle burjuvalaşan ve İstanbul, Trabzon gibi önemli ticaret
merkezlerindeki kodaman kapitalist ırkdaşlarıyla sıkı sıkıya bağlı, İngiliz
metalarını İran yaylasından İç Asya'ya taşımakla görevli bir küçük-burjuva
çoğunluğu üzerinde kurulmuş bezirganlık sistemi demekti. Emperyalist
çelişkilerin dış kışkırtmaları yüzünden biraz daha şiddetle alevlenen
Kürt-Ermeni karşıtlığı, bu iki zümre insanın arasındaki din, dil vb.
farklarından çok, adeta bu rejim farkından doğma bir derebeyi-burjuva
karşıtlığı oldu. İki kutup, Osmanlı Avrupasında geniş çapta rol oynayan
müslüman-hıristiyan (derebeyi-burjuva) karşıtlığı, daha çok tarihsel ve
konumsal koşullar yüzünden Doğu illerinde, Balkanlar'dakinin tersine,
ikincilerin yenilgisiyle çözümlendi.
Meşrutiyet burjuvazisi Doğu sorununun terörü altında, ilk ve büyük tehlike
olarak gördüğü Ermeniliğe çullandı. Zaten Osmanlı saltanatı içinde kalmış
uluslar içinde -Balkanlar bir yana bırakılırsa- siyasal bilinç ve örgüte
kavuşmuş en keskin istemler ileri süren yığın, Ermenilerdir. Meşrutiyet
burjuvazisi, birçok alanda olduğu gibi, Ermeni ulusçuluğuna* karşı da
derebeylikle elele verdi. Elele verdiği derebeylik, öteden beri iki ayrı rejim
karşıtlığıyla Ermeniliğe karşı tutulan Kürt derebeyliğiydi! İttihat ve Terakki
devlet aygıtı yasadışı bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milis örgütler
halinde silahlandırıldı. Kürtlükle Türklük, Ermenileri, dünyada ender
görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan Türk
Meşrutiyet burjuvazisi kadar ve belki ondan çok daha fazlasıyla yararlananlar
Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan'da derebeylik biraz daha rakipsiz, çapul
ettiği Ermeni mallarıyla biraz daha şişman oldu.
Bugün Ermeni sorunu deyince ne anlıyoruz? Verilen resmi rakamlara
inanmak gerekirse, Ermenistan'da 900.000, Türkiye'de 75.000, Suriye'de
150.000, Yunanistan'da 35.000 kadar Ermeni vardır. Bugün Doğu illerinin
"mesame"leri içinde gizlenip kalmış Ermeni ırkından bir hayli insan var. Fakat
bunlar, dinleriyle birlikte dillerini de günden güne kayıp ediyor ve egemen
Kürt psikolojisi ve etkisi altında Kürtleşiyorlar. Doğu illerinde "dönme"
sıfatıyla tanınan eski Ermeniler, adeta yaşamlarını kurtaranların bir tür
gönüllü köleliğini unutmak ve unutturmak için, Ermeniliklerini henüz
unutmamış olmalarına karşın, eski anılarına karşı bir ölüm sessiz-liğiyle
duyarlı olmak zorunluluğundadırlar. Birkaç kuşak sonra herşeyi u-nutmaya
mahkûm olan bu "dönme"ler, bugün Doğu illerinin en yoksul demirbaş
marabaları halinde, bugün bile zaten aralarında daha çok bir din farkı olan ve
ırk ve kültürce aynı kökten geldikleri, yüzyıllarca aynı doğal ve sosyal
çevrenin beraberi oldukları Kürtlerle kaynaşmış ve Ermeniden çok Kürtleşmiş
bir durumdadır. Onun için bu dönmeleri Doğu illerinin Kürt toplumundan
ayırmak oldukça yapay ve güç olacaktır. Bu artık Kürtleşmiş sayılabilecek
olan Ermeniler dışındaki gerçek Ermenilere gelince, yukarıdaki rakamlar
bunlar hakkında yeterli bir fikir verebilir. Genel olarak komünizm ve özel
olarak Sovyet Devrimi, bütün uluslar davası gibi Ermenilik sorununu da fiilen
çözmüş durumdadır. Bir defa sayıca Ermenilerin dörtte üçünden fazlası
(%77,9) Ermenistan Sovyet Cumhuriye-ti'ne girmiştir. Böylece dünyada
biricik işçi ve köylü devleti, Ermenilerin yurt sorununu kökünden çözmüş
bulunuyor. Fakat Cumhuriyet burjuvazisinin Sovyet devrimine yalnız bu
sorunda borçlu olduğu huzur, bundan ibaret değildir. Komünizm ve Sovyetler
devrimi, emperyalizmi sevindiren, komünizme ve Türkiye'nin başına bela
olabilecek bir Ermeni sorununu tamamen tasfiye etme yolunda bulunuyor.
Bu tasfiyenin yönünü çağdaş sınıf mücadelesi şöyle meydana çıkarıyor:
A- Komünizmin Rolü: Ermeni ulusu ezilen olduğu kadar kahraman bir
yığındır. Fakat kuşkusuz bu kahramanlık örnekleri içinde en büyük yararlığı
gösteren, bütün değerlerin yaratıcısı olan sınıf, yani Ermeni çalışkanlarıdır.
Ermeni proletaryası da, bütün ülkelerin işçi sınıflan gibi, sosyal sömürüden
olduğu kadar, ulusal baskılardan da kurtulmuş yaşamak ülküsünü taşımakta
haklıdır. Onun için bütün yeryüzünde, bütün ulusal baskıların manivelası,
yine ve daima sınıf zulmünün itici gücüyle işlemektedir. Sınıf bilincine
kavuşan her kitle gibi Ermeni proletaryası da, bütün zulümlere karşı
girişilecek biricik mücadelenin sınıf savaşı olduğunu öğrenmiştir. Komünizm,
Ermeni çalışkanlar sınıflarına madde ve manevi örneklerle göstermiştir ki,
gerek ulusal gerek sosyal kurtuluşta, düşman sınıfların ve emperyalizmin
oyuncağı olmamak için, gerçekçi ve dünya ölçüsünde bir görüş ufku ve
Leninist bir taktik zorunludur. Bu taktikle Türk burjuvazisinin Ermeni halkına
yaptığı zulmü unutmak sözkonusu bile değil. Fakat Türk burjuvazisinden
alınacak en büyük intikamın, Türkiye çalışkan yığmlanyla ve dünya
proletaryasıyla elele vererek, başta bizzat Ermeni burjuvazisi gelmek üzere Türkiye kapitalizmini, tüm
dünya emperyalizmini tepesi aşağıya getirmek olduğunu unutmamak
gereklidir.
Bu bakışın, Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti dışında kalmış Ermeni çalışkan
sınıflan arasında günden güne yerleştiğine her gün yeni ve anlamlı örnekler
görüyoruz. Ermeni proletaryasının bir Pilsudski Lehistanı kurmaya ne kadar
düşman olduklan, emperyalizmin Ermeni yiğitliğini sömürmek için çevirmek
istediği manevralar karşısında takındığı tavır ve açtığı kavgalarla besbelli
oluyor. Eskiden beri Ermeni siyasi partileri iki önemli koldu: 1- Taşnakyanlar
(Milliyetçi Ermeni örgütü); 2-Hmçakyanlar (Sosyal-demokrat Ermeni örgütü).
Dünya devrimleri çağında bütün sosyal-demokrat partilerde olduğu gibi,
Ermeni sosyal demokrasisinde de sağ ve sol akımlar elbet olmuştur. Bu
sayede bugün bir Ermeni komünistliği, Ermenistan dışında da gücünü
hissettiriyor. Bunun en canlı örneklerini, Ermenistan dışında Ermeniliğin en
kalabalık ve çokluk -sayıca resmen varolan Ermenilerin sekizde birinin
(%12,9)- bulunduğu Suriye'de görüyoruz. O Suriye'de ki, Ermeni halkı oraya
Türk burjuvazisi ile Kürt derebeylerinin kılıcından canını kurtarmak için
kaçmıştı; orada Ermeni proletaryası, dünya proletaryasının bilinçli bir parçası
olduğunu gösterircesine, sınıf niteliğini ulusal kinin üstünde tutmayı biliyor.
Bugün Yakındoğu işçi sınıflarına örnek olacak bu sınıf bilincine, nasılsa
burjuva basınına sızmış iki habercik tanık olsun:
1- Taşnaklarin Hınçaklara Saldırısı: "Suriye'den verilen haberlere göre
Beyrut'ta Ezehak isminde çıkan, Taşnak Komitesi yanlısı bir gazete, Le
Li-ban isminde diğer bir Ermeni gazetesi aleyhine önemli bir makale
yazmıştır. Bu makalenin çıktığı günün akşamı Taşnaklar sözkonusu gazete
yönetimini basmışlar, hurufatı dağıtmışlar ve malzemeleri tahrip etmişler.
Mürettiplere ve yazarlara adamakıllı bir dayak atmışlardır." Doğruluk
derecesi belli olmayan bu haberin sonu şöyle bitiyor: "Le Liban gazetesi
Hınçak Komitesine mensup olduğundan bu komiteye mensup Ermeni işçi
3
Taşnaklara diş bilemekteymisler."
2- Komünistlerin Taşnaklara Saldırısı: "Ermenistan bağımsızlığının 13. yıl
dönümü münasebetiyle Beyrut'taki Ermenilerden Taşnak cemiyetine
mensup olanlarla komünist Ermeniler arasında karşılıklı gösteriler
olmuştur. Taşnaklarin bulundukları kilise komünistler tarafından taşa
tutulmuş, arbedede 3 kişi ölmüştür."
B- Sovyet Devriminin Rolü: Ermenistan Cumhuriyeti dışında
3. Cumhuriyet, 2.12.1931.
kalan Ermeniler arasındaki hoşnutsuzluğu emperyalizm, daima kendi tarafına
yontan bir nalıncı keseri haline getirmeye uğraşmış ve uğraşmaktadır.
Özellikle Irak, Suriye, Türkiye sınırları emperyalizmin bu türden tahriklerinin
gerek ekonomik gerek siyasal çeşitlerine sahiptir. Bu bölgelerde Kürtlük gibi
Ermenilik de, kimi Suriye, kimi Irak, kimi Kürt ulusal hareketlerine karşı
Fransız ve İngiliz emperyalizmleri ve onların yerli uşakları tarafından -eski
zamanda kale duvarlarını delmeye yarayan koçbaşı gibi- ikide birde kullanılır.
Burjuva basınında sık sık şöyle haberlere rastlarız:
"Halep, 21 (Özel)- Suriye içindeki Deyrizör'den son günlerde Hasiç
kasabasına gönderilip yerleştirilen yüzelli kişilik silahlı bir Ermeni kafilesi
kanlı bir isyan çıkarmıştır. Ermeniler kasabanın hükümet konağına hücum
ederek, Suriye Cumhuriyet bayrağım indirmişler, sonra 'istiklal isteriz' diye
bağırmışlar, yaygaralar koparmışlardır. Bu isyana önayak olanların birkaçı
tutuklanmış, fakat az sonra Fransızların müdahalesi üzerine serbest
bırakılmışlardır. Vb..."*
Ermeni burjuvazisinin bu tür gösterilerden ne beklediği bilinemez. Belki de
onun amacı, Doğu illerinde öteden beri içinden tanıdığı ekonomik ilişkiler
sürecinde rol oynamak, kaçakçılık ticaretini sistemleştirmektir. Bununla
birlikte bu gösterilerden bizim anladığımız şu iki sonuçtur:
1- Ermeni halkını yok yere emperyalizmin damataşı ve safrası haline
5
getirmek: Yukarıdaki Hasiç olayı, Fransa'nın Türkiye ile Suriye ... karşı
oynadığı bir oyundur. Ondan bir yıl önce Irak hükümeti Irak Kürtlerine karşı,
kuzey Irak'da (Musul ve Kerkük'de) "bir hıristiyan çoğunluğu vücuda
getirmek" için "Kürt, Asuri, Ermeni kardeşliği fikri"ni ortaya atarken,
gerçekte Kürt akınına Ermeni şeddini siper etmekten başka ne yapıyordu?
Yazık ki, orada ölenler hiç kuşkusuz Ermeni burjuvaları ve zenginleri değil,
yine Ermeni fukarası ve işçisidir.
2- Kürt hareketine diken olmak: Gördük, Irak hükümeti Barzan Kürtlerinin
önüne geçmek için Ermenileri kullanıyordu. Ağrı Dağı isyanı sırasında şöyle
bir haber görülüyor: "Beyrut'tan Adana gazetelerine bildirildiğine göre,
Taşnaklar tarafından Romanya, Bulgaristan, Fransa ve Yunanistan'dan gelen
temsilcilerin de katılımıyla Lübnan'ın Tecemdun köyünde bir toplantı
yapmışlar, bu toplantıda kısaca, Kürt devriminin Ermeni yurdu davasına bağlı
6
olup olmadığı sorunu ve diğer konular görüşülmüştür."
4. Son Posta, 22.9.1932.
5. Bir kelime okunamadı.
6. Cumhuriyet, 27.9.1930.
Bu kısa haber bize gösteriyor ki, Ağrı olayı gibi ne olacağı büsbütün belirsiz
ve ikinci derecede bir harekette Ermeni burjuvazisi, ortada ne fol ne yumurta
olmamasına karşın paçaları sıvıyor. Yarın daha önemli bir harekette Kürt ve
Ermeni çatışmasının nerelere varabileceği bundan anlaşılmaz mı? Ermeni
burjuvazisinin Taşnak Cemiyeti bu psikolojiyle her gün yeni bir macera
aramaya ve biraz daha çok anarşiye ve nihilizme dökülmeye doğru gidiyor.
Son zamanlarda Makedonya komitecileriyle de şansını denemeye varıyor.
Uğurlar olsun. Bizi ilgilendiren Ermeni kapitalistleri ve emperyalizmin uşakları
değil, Ermeni halkı, Ermeni proletaryasıdır. Sorunu bu açıdan koyarsak, hiç
olmazsa Türkiye'nin bugünkü sınırlan içinde, salt bir Ermeni yoksul hareketi,
bir kitle hareketi olmaktan tamamıyla uzaktır. Başka bir deyişle, geniş halk
tabakaları içinde derin hareketler uyandıracak bir Ermenilik sorunu Türkiye
içinde olanaksızdır. Türkiye'nin dışında ve komşularındaki Ermeniliğe gelince,
yukarıda değindiğimiz Ermenilik ve komünizm noktası, Ermeni
proletaryasıyla burada vermek istediğimiz Sovyetler Birliği'nin rolü, o sorunu
da belli başlı bir taktik ya da strateji davası olmaktan çıkarıyor. Sovyetler
Birliği, yıllardan beri bir barınak arayan mülteci Ermeni proletaryasına ve
çalışkan halkına kucağını açtı ve özgür bir yurt sunuyor. Balkanlar'da,
Suriye'de emperyalizmin kancık o-yunlarına kurban gitmemeye lâyık olan
Ermeni çalışkanlarını Sovyet vatandaşlığına çağırıyor. Bu çağrı olumlu ve
açıktır, daha 1931 yılı sonlarında İstanbul'a Ermenistan Ticaret Komiseri
Şahurdikyan bu iş için gelmişti. Gazeteler sorunu şöyle anlattılar: Sovyetler
temsilcisi şurada burada "sık sık sınır olaylarına neden olan Ermenileri de
Ermenistan'a götürmek için girişimde bulunacaktır. Gerek Suriye, gerekse
Yunanistan'da bulunan Ermenilerin Batum'a kadar nakil masraflarını
Cemiyet-i Akvam sağlamaktadır. Sevkedilecek genç Ermeni işçileri
Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan'da açılmış olan çeşitli fabrikalarda
1
çalışma hakları 50 Rubleden 300 Rubleye kadar ücret alacaklardır."
Bu sorunda da Kemalizm dünya proletaryasının ve Bolşevizmin bir daha elini
öpsün der, asıl konumuza geçeriz.
Yöntem ve Plan
Şurası muhakkak ki ulusallık sorunu, Komintern'in olduğundan çok partimizin
en zayıf cephesidir. Oysa dünya devrimleri çağında proletarya
7. Cumhuriyet, 8.11.1931.
devriminin yarattığı yeni uluslararası dengeyle birlikte, geri ülkelerin ulusal
kurtuluş hareketleri ve bu hareketlerin proletarya devrimiyle olan ilişkileri,
denilebilir ki 3. Enternasyonali ikinciden ayıran en önemli karakteristik
noktalardan biridir. Diğer noktalardan biri de, Türkiye'nin kendisi bu ulusal
kurtuluş hareketlerinden önemli bir tanesine sahne oldu. Fakat bu kurtuluş
hareketi Kemalist burjuvazinin iktidar ve diktatörlüğü altına girdiği için,
kapitalist niteliklerden ve çelişkilerden kurtulamadı. Ve kurtulamazdı da.
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Türkiye dış ilişkilerinde ezilen bir ulus olmasına
karşın iç ilişkilerinde ezen bir ulus rolünü oynamaktan geri kalmadı. Bugün
Türkiye nüfusunda önemli bir toplam tutan iki ulusal varlık var:
Türklük-Kürtlük. Siyasal, ekonomik egemenlik ve üstünlük Türk
burjuvazisinde olduğu için, Kürt halkı mistik ve belirsiz "Doğu illeri" sözcüğü
altında, özel ve gizli bir sömürge, şiddetli bir asimilasyon ve daha doğrusu
bir yoketme siyasetine uğratıldı. Kemalizmin bu sömürgeci, yoketme
siyaseti, birçok tarihsel ve siyasal zorunluluklar yüzünden, uluslararası denge
içinde bugüne kadar adeta tarafsız bir ilgi ya da ilgisizlikle görüldü. Hattâ
belki emperyalizm Türkiye'nin bu "Doğu so-runu"na daha büyük bir ilgi
göstermeyi, çeşitli manevralarına uygun buldu. Tarihsel ve siyasal nedenler
arasında en önemlisi, Kemalizmin Doğu illerinde şimdiye kadar
emperyalizmin oyuncağı olan derebeyi unsurlarla çarpışıyor görünebilmesi
sayesindedir. Oysa derebeyliğin Kürdistan'da a-yaklançlırdığı ya da
ayaklandırabildiği yığınlar için sözkonusu olan şey, dini alet etmek ya da
emperyalizme alet olmaktan çok, ekonomik ve ulusal baskıya karşı bir
tepkiydi. Yani Kürt halkı zulüm denizine düşen herhangi bir insan gibi,
emperyalizm ya da feodalizm yılanına sarılmaktan başka bir şey yapmıyordu.
Bu ezilen halkı acıklı durumunda yalnız bırakmamak için onun özel durumunu
incelemenin ve saptamanın zamanı artık gelmiş de geçmiştir. Çünkü bizzat
"emperyalizme alet olan" zümreler bile, bu kitleler arasında artık salt dini
kışkırtmalardan başka yöntemlerle propaganda ve hareket yaratma
girişimindedirler. Bu ve buna benzer girişimler karşısında Kemalizmin
şimdiye kadar aldığı tavır, şimdiden sonra da uygulayacağı yöntemler için de
örnektir:
Kanlı uslandırma seferleri -ilan edilmemiş sürekli sıkıyönetim- askeri
yoketme siyaseti! Kemalizmin "Doğu illeri"ndeki yengin taktiği budur.
Türkiye proletaryasıyla onun keşif kolu, bu militarist diktatörlükten aynı
derecede bütün ezilenlerin bilinçli kılavuzu olmak zorundadır. Doğu illeri
sorunu bir ulusallık sorunu olduğuna göre, sorunu bu bakımdan
araştırmakta -dünyada yeni devrim dalgalarının yakınlığı oranında- geri ve
geç kaldığımız kesindir. Leninizmde ulusallık sorunu yöntemce soyut
olmaktan çok somut bir davadır. Lenin ulusallık sorununu ele alıp incelerken
tutulacak yöntemi şöyle tanımlar:
"Varolan ilkeler sözle değil, fakat somut tarihsel durumun ve herşeyden önce
ekonomik durumun açık tahlili; ezilen sınıfların, işçilerin, sömürülenlerin
çıkarlarını, güdücü sınıfların çıkarlarından başka bir şey olmayan, ulusal
denilen çıkarların genel kavranışından iyice ayırtmek gerekir. Gene, ezilen,
bağımlı ve hukuk eşitliğinden yararlanmayan ulusları, ezen, sömüren, bütün
haklara sahip olan uluslardan dikkat ve özenle ayırtetmek gerekir. Böylece
yeryüzü nüfusunun büyük bir çoğunluğunun en zengin, ekonomik açıdan en
ileri, küçük bir kapitalist uluslar azınlığı tarafından köleleştirilmesini,
finans-kapital ve emperyalizm dönemine özgü olan bu köleleştirmeyi,
8
maskelemeyi dener. Demokratik burjuva yalanına karşı koymak gere kir. "
Lenin'in bu metodolojik satırları, bize herhangi bir ulusallık sorununu nasıl
koymak gerektiğini yeterince Öğretiyor. Buna Leninizmin yine ulusallık
sorunu hakkındaki öteki ilkelerini de eklersek, ulusallık sorununu araştırırken
hangi noktalardan yürüyeceğimiz daha belli olur. Bu noktaları şöyle
saptayabiliriz:
1- Ulusallık sorunu varolan ve mutlak ilkelere göre değil, somut: a) Tarihsel
b) Özellikle ekonomik tahlillerle araştırılır.
2- Ulusallık sorununda egemen sınıflarla ezilen sınıfların (işletenlerle
işleyenlerin) çıkarları birbirine karıştırılmamalıdır.
3- Ulusallık sorununda egemen ulusla ezilen ulusun (ezenlerle ezilenlerin)
çıkarlarını iyice ayırtetmek gerekir.
4- Ulusallık sorununda demokratik burjuva palavralarını ulusal kurtuluş
hareketinden ayırtetmek gerekir. Ya da Stalin'in dediği gibi, ulusallık sorunu
reformla (Teşkilat-ı Esasiye ile) değil, devrimle çözümlenir.
5- Ulusallık sorunu özü gereği bir kitle sorunudur. Yani: a) Ortada bir ulus
bulunmalı; b) Sorun, Lenin'in "horoz dövüşü" dediği ulus kavgaları değil,
"halkın geniş kitleleri içinde bir tepki fışkırtır" olmalı.
6- Ulusallık sorununun şu söylenenlere göre aslı bir köylü sorunudur. Burjuva
devrimleri çağında köylü hareketi, demokrasi devriminin bir parçasıydı. Fakat
bugünkü proletarya devrimi çağında egemen ulus finans-kapitali, ezilen
ulusun özellikle köylüsünü soyup soğana çevirdiği için, köylü sorunu
küçük-burjuva niteliğiyle egemen ulusa karşı bir ezilen ulus
8. Lenin: Bütün Eserleri, c.XXV, s.286.
sorunu ve böylece de bir dünya devrimi sorunu olmuştur.
7- Ulusallık sorunu bir dünya devrimi sorunu olduğuna göre, olumlu ya da
olumsuz niteliği, ancak dünya devrimine oran ve görecelilikle belirir.
Girişte genel olarak açtığımız sorudan sonra vardığımız mantıksal sonuç şu
oldu: Türkiye'nin içindeki Doğu sorunu genel olarak bir ulusallık sorunudur,
özel olarak Kürt ulusallığı sorunudur.
Sorun böylece durulaştırıldıktan sonra, araştırılacak konular aşağı yukarı
şunlardır:
1-Türkiye'de bir Kürt ulusu var mı?
2- Sosyal olarak Kürt ulusu davası özü gereği bir köylü sorunu mudur?
3- Kort köylülüğü sömürge baskısı altında mıdır?
4- Kürt ulusu bu baskılara karşı ne gibi tepkiler gösteriyor? (Bu tepkilerde
sınıfların rolü?)
5- Kürt ulusu davasının dünya devrimi ve Türkiye proletarya devrimiyle
ilişkileri nelerdir?
Kürt Ulusallığı
TARİHSEL DURUM
Yunanlı Herodot, Kızılırmak'ın alt nehir yatağının batısına Kato-Asya derdi.
Romalılar, Fırat sınırına kadar uzanan aynı bölgeyi Küçük Asya adıyla
anarlardı. İşte bu aşağı ya da Küçük Asya denilen Anadolu'nun ötesi, bugün
Doğu illeri dediğimiz yerdir. Gerek Yunan, gerekse Roma uygarlıkları
tarafından Anadolu'dan ayrı tutulan bu ülke, Arap-îslam istilasına kadar Pers
İmparatorluğu'nun elinde kaldı. 13. yüzyıl sonlarına doğru Selçukluların, 15.
yüzyıl ortasından sonra Timur torunlarının hükmünde yaşadı (Akkoyunlular).
Osmanlılar ilk kez Yavuz Sultan Selim döneminde İranlılarla yapılan Çaldıran
Savaşı'ndan sonra, yani 16. yüzyılın son çeyreğine doğru, Diyarbakır ötesine
kadar Kürdistan'ı ele geçirdiler. Fakat o bezirgan derebeyi istilacılığının
içyüzü malûm, o zamanki devlet sınırlarında zapt ve istilanın anlamları,
bugünkülere oranla adeta metafizik bir belirsizlik, görecelilik ve istikrarsızlık
içindeydi. Onun için.Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğu ve Batı (İran ve
Avusturya) arasında bitmez tükenmez zigzagları sırasında, Yavuz'dan çok
sonra daha uzun süre, ta Sultan V. Murat dönemlerine kadar, Kürdistan'da
İran derebeyleri ve şatoları hüküm sürdü.
Kürdistan bölgesinin uzat tarihi gözönünden geçerken şu sonuçlar belli
oluyor:
1- Kürdistan yaylası Anadolu'dan ayrı bir ülke olarak kalmıştır: Gerek Yunan
uygarlığı, gerek Roma İmparatorluğu döneminde bu ayrılık ufak tefek
farklarla aynen kaldı. Ondan sonra Bizans ve Pers devletlerinin doğal sınırları
uzun süre hep Anadolu yaylasıyla Kürdistan yaylasının sınırlan oldu. Roma
uygarlığı gibi kadim imparatorlukların daha geç bir örneğinden başka bir şey
olmayan Osmanlı İmparatorluğu içinde Kürdistan, Anadolu ile bitişikliğiyle,
mağrur Acemlerden Türklere geçen yarı-bağımsız derebeylikler halinde sarp
bir ada gibi kaldı.
2- Kürdistan yaylası dört yol ağzıdır: İslam Araplığı (ya da Arap bezirganlığı)
Irak'ta Basra ve Küfe karargâhlarını kurduktan sonra İran'ı zaptetmek
isterken, Kürdistan düğümünü ele geçirmişti. Cevdet Paşa Mua-viye'den
9
kaçan İranlılar "... nam mevkide toplanmışlardı" diyor, "ki
9. Bir kelime okunamadı.
buradan Pers ve Azerbaycan ve Dağıstan yollan ayrılıyor." Hattâ İranlılar "bir
kere dağıhrsak sonradan toplananlayız" der. Yüz bin ölü bırakıncaya kadar
savunmada bulunmuşlardır. Fakat Kürdistan Doğuda, Hint, Çin, Orta Asya ve
Rusya pazarlarına giden karayollarının başında değildi. O zamanki bilinen
Batı, Avrupa dünyasının başlıca uğrakları olan Ak ve Karadeniz yollarının da
iki koldan (Halep ve Trabzon'dan) uğrağıydı. Zaten Anadolu'nun
sömürgeliğinin bir anlamı da buydu.
3- Kürdistan yaylası her uygarlığın uğrağı oldu: Doğuyla Batı arasında deniz
yollarının bilindiği dönemlerde, bu en büyük köprü rolünü oynayan bölge,
zorunlu olarak bütün istilacı uygarlıkların gelip geçtiği bir kervansaray halini
aldı. Bunu kanıtlamaya kalkışmak boşuna zahmettir. Yalnız karakteristik bir
örnek: Eski Müzeler Müdürü Halil Bey Tarih-i Osmanî Encümeni
Mecmuasında Amida isimli kitabın bibliyografyasını yaparken, Kara Amid
(Diyarbekir) beldesinin tslamiyetten Osmanlılığın eline geçinceye kadar tam
23 hükümet görüp geçirdiğini kaydediyor.
Osmanlı İmparatorluğu, bütün öteki imparatorluklar gibi, Kürdistan'm sosyal
bünyesinde herhangi bir değişiklik değildi. Yine daima ataerkil klan ve aşiret
manzarasını koruyor. Yalnız Osmanlı İmparatorluğu adına, belirli yol
uğraklarında yarı misafirhane, yan devlet kılıklı şatolar kuran bazı resmi
derebeyler, bu yollardan geçecek bezirgan kervanlarının, çevredeki aşiretlere
karşı güvenliğini gözetiyordu. Bazen 20 saatlik yarı çaplı bir çember içindeki
geniş bir ülke (bugünkü 5-10 Türk ili) içinde bulunan tüm aşiretler,
imparatorluğun oradaki temsilcisi derebeye boyun eğerdi. Başlarından bir
imparator gitmiş, diğeri gelmiş; bu, yerli aşiretlerin umurunda bile değildi.
Onun için aşiretler üstünde saltanat sürmek, görünüşte bir ip cambazlığını
becerebilmek demekti. Derebeyi Osmanlılığın son dönemlerine doğru Türk
burjuvazisi adına, yabancı kapitalizmin dayattığı reformlarla yan yana,
saltanat devletinin merkezileşmesi başladığı ve güçlendiği zamanlarda,
Kürdistan'daki klan sisteminin kılı kımıldamadı. Hattâ Tanzimat-ı Hayriye
sıralannda küçük derebeyliklerin "ilga" edilmesi, Kürdistan aşiretleri için bir
felaketten çok, bir nimet olmuştur. Tam mer-keziyetli bir devlet ağı
kuruluncaya kadar, aşiretler daha başıboş ve serbest kalmışlardı. Meşrutiyet
burjuvazisinin sahneye çıkışı, Kürdistan aşiret ulularının, ağa ve beylerinin
ekmeğine yağ değil, kaymak sürmüştür. Söylediğimiz gibi Kürdistan'da
ulusal uyanış, iç gelişme ve dış kışkırtmalarla büyüyen Ermeniliğin, tarihinde
ender görülür bir ölçüde çapul edilmesi, bir sanatları da çapul olan ağa, bey
ve ululan biraz daha
tombullaştırmak ve güçlendirmekten başka bir sonuç vermedi. Tarihin tersi
cilvelerinden biri de Kürdistan yaylalarında gerçekleşti: Yalnız ekonomik
temel üst katları etkilemez, üst katlar da hattâ aynı derecede ekonomik
temeli etkilerler. Siyasal egemenliği elinde tutan Türk burjuvazisi, ekonomik
olarak geri bir klan sistemi, Kürt aşiret ve beyleriyle elele vererek, daha
yüksek bir ekonomik gelişimi temsil eden Ermeniliğin hemen hemen
Türkiye'deki kökünü kazıyabilmiştir. Türk burjuvazisi birdenbire, koca
Kürdistan'da yalnız Kürtlükle karşı karşıya kalıvermişti. Bereket versin,
Osmanlı çorbasına henüz şalgamından turpuna kadar her nesne
karıştırabiliyordu. Zaten Türklük bile, daha ancak Kürdistan'm merkezinden
gelmiş bir Kürt memurunun (Ziya Gökalp'in) derleyip toplamaya kalkıştığı ve
Durkheim'dan saçmaladığı bir dayanışmacılık perdesi altında Türkçülük
ideolojisiyle yeni uyanıyordu. Galiba olan basit bir değiş-tokuştu: Türklük,
Kürtlüğe maddeten şişmanlama olanaklarını (Ermeni çapulunu ve katliamını)
bağışlıyor, buna karşılık olarak Kürtlük de Türklüğe manen kabarma
ideolojisini (Ziya Gökalp Türkçülüğünü) sunuyordu. Ateşkesle birlikte,
Osmanlı İmparatorluğu'nun zafer arabasından inmeye bir türlü razı olmayan
Meşrutiyet burjuvazisi temsilcileri, hattâ hanedan temsilcilerinden daha kötü
bir sonla olmamışa döner. Cumhuriyet burjuvazisi dünya proletarya
devriminden aldığı hızla yeni yeni sahneye çıkarken, Bolşevik devriminin
sınırlarında birkaç bekçi köpeği dikmek isteyen emperyalizm, bilinen Beyaz
Ermenistan ve Beyaz Gürcistan gibi bir de Beyaz Kürdistan kurma
amacındaydı. Asıl o zamanki Türkiye'nin belli başlı merkezlerinde Kürt
aydınları tarafından, zayıf, kansız bir Kürtlük akım ve örgütü başgöstermişti.
Kürtlük akımı, daha bu ilk taze uyanış dönemkideyken dünya ölçüsünde
görüş yokluğuna, ya da sosyal bünyenin ağırlığına kurban gitti.
1- Dünya ölçüsünde görüş yokluğuna kurban gitti: Çünkü Türkiye'de kısaca
"mütareke yılları" denilen dönem, dünyada açılan proletarya devrimleri
çağının en dalgalı ye fırtınalı bir aşamasıydı. Dünya ölçüsünde bir görüş
ufkuna sahip olabilen, hattâ dünyaya bile gerek yok, burnumuzun dibindeki
Çarlığı deviren Bolşevik ülkelerinde olan biteni, ne kadar az olursa olsun fark
eden herhangi bir siyasal akım, çarçabuk görüp anlayabilirdi ki, bugün
dünyada rol oynayan en büyük güç dünya işçi sınıfının ideolojisi, komünizm
ve Bolşevizmdi. Yeryüzünde herhangi bir geri ülkenin ulusal kurtuluşu ancak
ve ancak bu büyük güçle elele verdiği zaman cidden ve sürekli olarak
tutunabilir, olumlu bir rol oynayabilir. Şu halde
eğer sözkonusu olan bir Kürt ulusal hareketiyse, bu hareketin biricik şaşmaz
yolu vardı: komünizmle elele vermek. Yani yakın Sovyet devriminden hız ve
yön almak... Yeni doğmuş Kürt ulusçuluğu bunu yapmadı. Oysa Türk
burjuvazisi yaptı.
2- Sosyal bünyenin ve geçmişin ağırlığı altında ezildi kaldı: Kürdistan'ın
egemen ve yengin sosyal bünyesi, klan ve aşiret ululuğu ve beyliği
sistemiydi. Bu sistem geleceği değil, geçmişi özleyebilirdi. O zaman geçmişe
dört elle sarılmış: a) Türkiye'de saltanat; b) Dünyada emperyalizm vardı.
Onun için Kürdistan'daki yengin nitelik bu ulusal ve uluslararası katmerli
karşı-devrimin peşinden sürüklenmeye zorunlu oldu. Marksizm in temel
ilkesini bir daha doğruluyor: Varlık düşünceyi saptıyordu. Eğer birinci şıktaki
görüş ufkuna düşünce, ikinci şıktaki Kürdistan'ın sosyal bünyesine varlık
dersek, o düşünce kıtlığını bu varlığın baskısından başka hiçbir şey
açıklamaz. Onun için biz o zamanki Kürtlük akımının temsilcilerini
budalalıkla, kafasızlıkla suçlayacak kadar hayalperest olamayız. O bunalımlı
dönemde bütün zırhlılarına, fiyakalı taburlarına, gayet camgöz ve paralı
casus ve hafiyelerine karşın emperyalizm, ölüm titreyişleri geçiren şaşkın bir
canavar haline dönmüştü. Onun Kürtlüğe, Ermeniliğe vb. o sırada gülümser
görünüşü bile, ölüm dönemindeki bir tetanoslunun "rire hyppocratique:
Hipokratik eziliş"inden, Sokratvari sırıtışından başka bir şey değildi. Bu sırıtış,
ondan medet umanları pençesine geçirmek isteyen vahşi bir hayvanın hilekâr
çehre oyunundan farksızdı. O zamanki Kürt ulusçuluğu bunu göremedi, fakat
görüş ufkunu bu kadar daraltan şey zekâsızlığı ve yeteneksizliği değil,
içinden doğduğu ve temsilcisi olmak istediği Kürdistan sosyal bünyesinin
ruhuna yaptığı baskıydı.
O zamanki Kürt ulusalcılığı, tarihsel durumu yüzünden kendisine hâlâ
derebeyleri lider yaptı. Bir iskeletten farksız olan Sultanla uzlaştı. Hâlâ
anavatanda patlayan işçi hareketi önünde vahşi hayvanlara özgü bir panik
psikolojisine düşmüş emperyalizmden medet umdu. Anadolu'da daha bir
depreşme ve toplaşma başlangıcı sezilmek üzereyken, Bedirhanilerden
(Kâmran-Celadet-Cemil), halifenin gizliliğine dayanarak, İngiliz binbaşısı Noel
ile birlikte, yanlarına aldıkları 15 Kürt atlısına yaslanarak, "Malatya'ya savaş
yoluyla girdikleri zaman Kürt bayrağını" çekmeye kalkışıyorlardı (Gazinin
Nutku). Kürt ulusalcıları, ezilen Kürt miriyvo-larının içine girerek Kürt
köylülüğünü barut gibi ihtilalcileştirecek devrim sloganları ve örgütleri
yaratacak ve Anadolu köylülüğünün ulusal kurtuluşuyla eşit haklı ve ortak anti-emperyalist cepheli bir müttefik gibi
kardeşleşecek yerde, sultanın ve musallat emperyalizmin, Anadolu'da yeni
beliren ulusal harekete karşı aleti olma tehlikesine düştü. Malatya'da İngiliz
binbaşısı ve onbeş Kürt atlısıyla Bedirhanileri karşılayan Mutasarrıf Bedirhani
Halil ile Harput Valisi Galip yönetiminde Sivas Kongre-si'ni bozmaya
kalkışmak, ne yaptığını bilmemek, o zamanki taktiğe göre dosta kılıç çekip,
düşmanın kucağına düşmekti.
Kürtçüleri ölüm darbesiyle vuran etkenlerin başında şu iki neden gelir: 1Ulusal kurtuluş ve bağımsızlık hareketinin özü gereği bir geniş çalışkan
köylülük sorunu olduğunu bilememek, yani nesnel olarak kitleden kopmak.
Oysa o ikiyüzlü Cumhuriyet burjuvazisi küllü ayıbıyla birlikte, hiç olmazsa
palavra ve sahtekârca da olsa, bir "memleketin efendisi köylüdür"
ikiyüzlülüğüyle Türk köylülüğünü aldatmak silahını kullanmıştı ve hâlâ da
kullanıyor. 2- Öznel olarak Kürtçülüğün belini ortasından baltayla kıran ikinci
önemli etken, onun örgütte de derebeyi artıklarına dayanması, ağa ve bey
şeflerle ve kadrolarla iş görmeye kalkışmasıdır. Oysa bir Kürt aydınları ve
köylülüğü bloğu pekâlâ olanaklı olabilirdi. Bu nesnel ve öznel etkenler
yüzünden, İstanbul'da Mardin yoluyla gelen ve 13. Diyarbakır kolordusunun
bir süvari alayına karşın olaysızca Malatya'ya karşılanarak giren Bedirhaniler,
üçbuçuk subayın örgütlü müdahalesi önünde çil yavrusuna döndüler. 11
Eylülden sonra Erzurum Kongresi'nde bunlarla uzlaşmanın daha doğru
olacağını söyleyen askeri örgütün Malatya cüzüne, Mustafa Kemal şu telgrafı
çekiyordu: Urfa ve civarında İngiliz güçleri azlıktır. "Kürtlerin de sosyal
olarak başarılı olsalar bile askeri güçler karşısında ne dereceye kadar başarılı
olacaklarını takdir buyurursunuz" (Gazinin Nutku) Başka bir deyişle,
Cumhuriyet burjuvazisi Kürt ağa ve beylerinin "sosyal olarak başarılı"
olabileceklerini bile tahmin etmiyordu. Ve gerçekten de öyle oldu. Hemen
hemen aynı tarihlerde, taşra burjuvazisi adına Mustafa Kemal Paşa, İstanbul
burjuvazisi adına Bahriye Nazırı Salih Paşa, imzaladıkları 11 Eylül 1919 tarihli
ikinci protokolde, makamı saltanat, hilafet hakkında bir sürü güvenceden
sonra ŞU satırları imzalıyorlardı: "Kürtlerin bağımsızlık amacı görünüşü
altında yapılmakta olan söylentilerin önüne geçme konusu görüşüldü." Artık
ondan sonra, doğru ya da yanlış, haklı ya da haksız, her Kürt hareketinin
alnına ünlü damgalar basıldı durdu: 1- Karşı-devrimcidir; 2- Yabancı
pa-rasıyladır. O zamanki durumu tahlil eden bir milletvekili, Sakarya'dan
sonra Fransızlarla güney anlaşması biterken, Zalim Çavuş adında birinin
Koçgiri taraflarındaki "talanını" şöyle açıklar: "Alişar namlı haydutlar... Dirlik,
Refahiye, Kuruçay, Kemah çevresini birleştirerek özerklik verilmesi için
10
telgraflar çekmiştir... Yabancı parası ve parmağı bu oyunu oynuyordu."
Nicelikçe Kürtlük
Türkiye Cumhuriyeti'nde Anadolu'nun ve Kuzey Karadeniz kıyılarının dışında
bir "Doğu illeri" kavramı ve damgası var. 17 il sınırını içine alan bu bölgeye,
rastlantıyı Allah saymayanlar için, herhalde bir kapris eseri olarak böyle bir
ad takılmış sayılamaz. Bu bölge bir coğrafya bölünümünden ve kıtasından
ibaret de değildir. Çünkü Kemalizm, güya genel bir yasa kisvesi altında
oluşturduğu Genel Müfettişlikler oyununu yalnız bu bölgenin başına "Birinci
Müfettişlik" adıyla oynadı. Ve herkesten iyi Kemalizm bilir ki, bu öyle kuru bir
merkeziyet, yani genel işlerde halkın işlerini kolaylaştırmak vb. saçmalan
gibi, bir burjuva devleti için boşuna masraflı olacak bir külfetten ileri gelmez.
Birinci Müfettişlik, hâlâ halkının baş ucunda asılmış bir Demokles'in kılıcı, bir
ilan edilmemiş köpekçe sıkıyönetim, bir en yırtıcı ebedi terördür. Bu nitelikler
gözönünde tutulduktan sonra, bütün bu bölgenin önce bir ayırtedilişinin,
sonra militarist bir zulüm sistemiyle yönetilişinin Kemalizmin keyfi ya da
babasının hayrı için yapılmış ve yapılmakta olmadığı kolay anlaşılır.
Doğu illeri bölgesinin asıl adı Kürdistan'dır ve bunun böyle olduğunu anlamak
için, hattâ Doğu illerinin içlerine doğru Başbakanvari bir yolculuk yapmaya
bile pek gerek yoktur. Türkiye Cumhuriyet atlasını açınız, şöyle kasaba
adlarına bir göz gezdiriveriniz: "Dil devrimi"nin bu adları Türkçeleştirmek
konusundaki bütün gayretlerine karşın, büyük çoğunluğunun sizin -yani
Türklerin- anlayamayacağı bir dilden olduğunu hayretle görürsünüz:
Hakkari-Van-Bitlis-Siirt-Mardin-Harput-Urfa-Malat-ya-Sivas vb... yalnızca il
adları olan bu kelimelerin Türkçeyle bir ilgisi var mı? Gerçi belli olmaz,
bakarsınız bir "tarih devrimcisi" çıkar, bize A-tena'nın at-ana olduğunu
öğrettiği gibi, örneğin Malatya'nın Türkçe mal-at-ye kelimelerinden, Mardin'in
mert: erkek + inden (erkeğin oturduğu mağara sözlerinden), bilmem Siirt'in
seyirtmek lâfından, yok Bitlis'in bitli İsa palavrasından geldiğini ve daha
kimbilir neler Türkçeleştiriverir. Aslında il adları geçmişin birer yadigârı da
sayılabilir. Fakat bir ülkenin hangi kavime ait olduğunu gösterecek asıl adlar,
küçük kasabacık ve köy
10. Urfa milletvekili Şeref: "Birinci Millet Meclisi", 3.1.1932.
adlarıdır. Biz gelişigüzel bir örnek olmak üzere, Başbakan İsmet Paşa'nın
Büyük Millet Meclisi'nde temsil ettiği seçim bölgesini ve Doğu illerinin en Batı
ilini, yani Malatya'yı ele alalım ve onun da köy adlarını değil de daha ikinci
derecede olan ilçe ve bucak adlarını resmi devlet yıllığında görelim. Malatya
ilinin sekiz ilçesiyle bucak merkezleri şunlardır: 1- Malatya: Merkezinde
Porga, İspendre, Tahir, Kuzene, Kal'a; 2- Ariha ilçesinde: Sürgü, Levent,
Guracık; 3- Arapgir ilçesinde: Şotik, Motmur; 4- Pötürge'nin: Keferdiz,
Merdis, Tahsis, Sinan; 5- Eğin ilçesinde İlci (sakın Lenin'in kökeni olmasın?),
İnseti, Ağın Paşkeli; 6- Kâhta ilçesinde: Tokariz, Merdis, Alut, Sincik
(Bremişe); 7- Adıyaman: Samsat, Kuyucak, Karıcık, Çalgan, Tut; 8Hekimhan: Hasan Çelebi, Gelengeç.
Bu durumda Cumhuriyet burjuvazisinin Doğu illeri dediği Kürdistan'ın
bugünkü Türkiye sınırları içinde yeri, tuttuğu yer nedir? 1928 ve 1929 tarihli
T.C. yıllığına göre: "Türkiye'nin kayıtlı genel nüfusu" 10.915.909 kişi;
2
yüzölçümü 762.730 km 'dir. 17 Doğu ilinin (Erzincan, Erzurum, Elazığ, Urfa,
Beyazıt, Bitlis, Hakkari, Diyarbakır, Siirt, Şebinkarahisar, Gaziantep, Kars,
Gümüşhane, Mardin, Maraş, Malatya, Van) sözedilen devlet yıllığmca nüfusu
2
2.738.267 kişi ve yüzölçümü 251.131 km 'dir. Yani Doğu illeri Türkiye
Cumhuriyeti'nin nüfusça %24,7'si, toprakça %32,8'i oranındadır. Yuvarlak
hesap söylenecek olursa, Türkiye Cumhu-riyeti'nce yarı resmi şekilde sınırları
çizilen Kürdistan, bugünkü Türkiye'nin nüfusça dörtte biri, toprakça üçte biri
demektir.
Fakat bu oranlar kuşkusuz Türkiye içinde Kürt çoğunluğunu oluşturan iller
için böyledir. Yoksa Kürt halkının bulunduğu bölgeler, bu 17 ilin sınırlarından
çok daha geniştir. Batıda Sivas ve Adana, kuzeyde Ardahan ve Artvin illerinin
sınırlarını aşar. Yukarıda Zalim Çavuş'un "talan" ettiği, Alişanların özerklik
istedikleri bölgeler, kısmen Sivas iline dahildir. Doğu taraflarında seyahat
eden bir Kürt düşmanı, Beyazıt ve Ağrı dağı bölgelerinde Kürtlerin
salgınından söz ederken şunları yazıyor: "Fakat de-rebeylere zayıf düşmesi
ve sonra da ilga edilmesi sonucunda Dicle sularında gezgin bir biçimde
yaşayan bu Kürtler, buraları istila ederek ülkeyi çekirge saldırısına uğramış
bir tarla gibi harap etmişlerdir! Ve tahribat çok derindir." Pek acıklı olarak
devam etmektedir: "Kürtler buralarda da kalmamışlar, yavaş yavaş daha
kuzeye, Kafkasya'ya sokulmuşlardır. Gürcistan sınırında, Ardahan'ın
otlaklarında, hattâ Yalnız Çam geçidinde (Artvin ili) bile bunları aynı
11
vahşilikle, kaba ahlâkla, aynı toplum örgütüyle görmekteyiz."
11. Yusuf Mazhar: Ararat Eteklerinde, Cumhuriyet, 10.7.1930.
Fakat Kürtlük deyince, onu yalnız Türkiye sınırları içine sığdırmak yeterli
değil. Eski dünyada bugün Doğu ve Batı diye bir sınıflama nasıl olanaklıysa,
tıpkı öyle iki Balkan vardır: 1- Batı Balkanları; 2- Doğu Balkanları... Batı
Balkanlarını bilmeyenimiz yoktur. Genel olarak Balkanlar dediğimiz Avrupa
kısmı. Fakat Asya Balkanları ya da Doğu Balkanları diye henüz adı
konulmamış bir Balkanlar var ki, onun herkesçe belirli ve bilinen tek bir adı
yok. Muz gibi yiyenin niyetine göre çeşni değiştiren birçok adı var. Bu
Balkanlar, bugünkü Kürdistan'm sınırlan üstündedir. Avrupa Balkanları gibi,
Asya Balkanlarının da, büyük ve tarihsel geçitliliği yüzünden, Kürt, Ermeni,
Arap, Süryani vb. gibi birçok ırk ve kavim karmakarışık, içli dışlı, bir arada
bulunurlar. Avrupa Balkanları gibi Asya Balkanlarında da bu Arap saçı haline
gelen ırk ve uluslar, ikide birde çatışırlar, şu ya da bu yabancı devletin ad ve
hesabına komiteciler yetiştirirler. Bir farkla ki, Asya Balkanlarında Doğululuk
egemendir. Asyalılık mühürü bütün şiddetiyle hüküm sürer. İşte Kürtlük
denince ve bu Asya Balkanlılığı içinde, oldukça türdeş bir ırk ve geçim birliği
temsil eden bir nüfus anlaşılır. Kürt deyince yalnız Türkiye sınırlan içinde
bulunanlar hatırlanmamalı. Batı İran'da, Kuzey Irak'ta, hattâ Suriye'de de
Kürtler vardır. Kürtlerin Kafkaslar'a kadar çıktığını yukarıda görmüştük. Ağrı*
isyanı, Türkiye'ye karşı İran Kürtleri içinde hazırlandı; Ağrı isyanından, birkaç
ay sonra başta Barzan şeyhi olmak üzere, Irak hükümetine karşı kışkırtılan
Kürt hareketi Irak'ta patlamış ve yıllarca sürmüştür.
Nitelikçe Kürtlük (Ulus Olarak)
Niceliğine, miktar ve sayısına kısaca işaret ettiğimiz Kürtlük nitelikçe ne
haldedir? Başka bir deyişle ulus olarak bir Kürtlük var mıdır? Bunu
araştırmak için önce ulus denilen gerçekliğin: 1- Tarihsel; 2- İstikrarlı bir
olay olduğunu hatırlamak gerekir. Sırasıyla soralım: 1- Kürtlük istikrarlı bir
varlık mıdır? Evet. Kürdistan denilen bölgenin yüzyıllardan beri tanınmış
sosyal özelliği ve bu bölgelerde oturan insan kümelerinin içinde belki en eski
bir kavim olarak ("tarih devrimcileri" duymasın) Kürtlerin bulunuşu, bugün
bir olay olan Kürtlük topluluğunda su götürmez bir istikrarın varolduğunu,
Kürtlüğün bir fatih peşinde koşarak toplaşmış gelgeç bir kalabalık olmadığını,
belki şimdi de dahil olmak üzere şimdiye kadar üstünden sel gibi aşıp geçen
binbir fatihe karşın bir varlık olarak kaldığını kanıtlamaya yeterlidir. 2Kürtlük tarihsel bir olay mıdır? Buna
da evet. Gerçekte Kürt kavmi ve Kürt aşiretler topluluğu, yüzyıllardan beri
varoluşuna karşm, bağımsız bir Kürtlük, bir Kürt ulusu davası, ancak dünya
proletarya devrimleri çağına karşılık gelen, Doğunun ezilen ulus-larındaki
ulusal uyanış tarihinden önce ciddi bir şekilde başlamış değildi. Osmanlı
İmparatorluğu'nda derebeyi sistemi galip geldiği sürece Kürdistan içlerinde
Kürtlük akımı değil, aşiret gayreti egemendi. "Bağımsız Kürdistan" sözü,
Kürtlüğün ulus olarak bir başka ulusa karşı konulusu, ancak yakın dönemin
ve bugünün sorunudur. Tarihte Kürtlük olayından sözederken, bu böylece
bilindikten sonra bilinen "ırk" tasarısını da unutmayalım. Türk burjuvazisi, o
ender "tarih devrimciliği" hızıyla bütün "uygar" ulusların Türk olduklarını
kanıtlarken, "vahşi" Kürtlerin de "irken" aslında Türk olduklarını ya da safkan
Türkleri Kürtleşürdiklerini ileri sürmekten geri kalmıyor. Adı geçen yazar bu
noktaya şöyle değinir: "Yanımda aydın geçinen bir kişi vardı. Ev sahibinin
durumunu görerek. 'Azeri Türkler burada Kürtlerin üzerinde ne derin etkiler
yapıyorlar... bak adama! Bu Kürtten çok Türkü andırıyor' demişti. Zavallı
şaşkına olayı tersine görmesi gerektiğini anlatamadım, Çünkü o bir Türkün
Kürtleşebileceğini aklına sığdıramıyordu. Fakat gerçek böyleydi ve böyledir
11
de."
Tabii ciddi bir konuda "Kürtleşmiş" olanların hangi ırktan olduklarını anlamak,
kan muayenesi yöntemlerine başvurmak ancak Kemalist ulusçuluğunun, o da
nalıncı keseri türünden harcıdır. Oysa böyle bir yöntemin mantıksal sonucunu
Anadolu Türklerine de uygulamaya kalkışmak gibi Kemalizm için tehlikeli,
bizim için boşuna bir olasılık da vardır. O zaman kimlerin kanlarında nelerin
bulunduğunu "Allah bilir"di. Fakat ulusun tarihsel ve sosyal bir kavram,
ırkmsa doğal ve çevresel bir nitelik olduğunu bilenler için bu üzüntü ve
yapmacıkların anlamı yoktur. Onun için biz insanların Kürtleşmiş ya da
Türkleşmiş olduklarına değil, bugün sosyal olarak Kürt mü, Türk mü
tanındığıyla yetineceğiz.
Bu iki ana hat çizildikten' sonra ulusallık sorununun özelliklerini de arayalım.
Ulus deyince somut olarak nasıl bir topluluk akla gelir: 1- Yurt birliği; 2- Öz
dil bnliği; 3- Kültür birliği; 4- Ekonomi birliğini tüm olarak temsil eden bir
topluluk. Kürtler böyle bir topluluk mudur? Bakalım:
1- Yurt Birliği: Yukarıda geçen düşüncelerden sonra Kürtlerin, yüzyıllarca
süre Anadolu'dan coğrafya açısından bağımsız, özel dünya yollarının geçit ve
uğrağı olmuş, iklim ve doğaca az çok türdeş bir yurt içinde, bir arada
yaşamış bir topluluk olduklarını kanıtlamaya gerek kal12. Yusuf Mazhar: A.g.y., 19.7.1930
maz.
2- Öz Dil Birliği: Kürtçe, Türkçe ile taban tabana zıt bir dildir. Fakat acaba
bütün Kürtlerce konuşulan biricik bir dil var mı? Burada şu iki noktayı
unutmamak gerekir: a) Öz Dil Birliği: Ulusal bir birlikten sözederken, mutlak
istisnasız dil birliği değil, öz dil birliği kastedilir. Bugün Kürdistan'm bazı il
merkezlerinde ekonomik çıkarları Türk burju-vazisiyle az çok uzlaşabilen bazı
Kürt burjuvaları ile Kürt aydınları arasında Kürtçeden kozmopolit bir tiksiniş
vardır. Bu durum hâlâ bugün bile Türkiye'nin kültür merkezinde yaşayan
monşerleşmiş Türk burjuvalarında görülenden farksızdır. Fransızca ya da
Fransızlaştırılmış Türkçe konuşmayı bir üstünlük sayan Türk burjuvaları, bir
Anadolu Türklüğünün varlığını nasıl inkâr etmezse, tıpkı öyle, Doğu illerinin
Türkleşmiş gözüken kocaman Kürt tüccar, müteahhit ve memurları da biricik
bir Kürt dilinin varlığını yok edemez. Aslen ulus dili olarak dil birliği denince,
geniş halk tabakalarının konuştuğu ana dil, öz dil akla gelir. Doğu illeri
denilen Kürdistan'm halk dili böyle bir dildir, b- Şive Farkları: Kürdistan'ın
eski uygarlıklara uğrak bir dört yol ağzı oluşu, çok eski zamanlardan beri,
burada ana hatlarında ortak biricik bir dilin doğmasına ve yaşamasına olanak
tanımıştır. Fakat sosyal bünyenin hâlâ bugün bile yarı klan ve yarı derebeyi
durumunda kalışı, çeşitli bölge ve zümrelerin Kürtçeleri arasında bazı
farkların bulunmasını gerektiriyor. Ama bu farkları gereğinden fazla
büyütmemeli; hele Türkiye gibi, önemli bir azınlığın en ufak kültürel varlığına
bile tahammül edilemeyen bir ülkede, en belirsiz siyasal hareketin
bağışlanmaz bir cinayet sayıldığı kısmında, bu farkları pek doğal bulmak
gerekir. Bununla birlikte, çeşitli şiveler arasındaki farklar, herhangi bir Doğu
ulusu içinde bulunabilecek farklardan daha büyük değildir. Yerinde inceleme
yapmış olan yoldaşlarımızın verdiklerr bilgilere göre, Kürdistan'da ve Kürtler
arasında, adeta birbirinden farklı iki dil gibi sayılan iki şive var: asıl Kürtçe,
Zazaca... Oysa bu şiveler arasındaki belli başlı farklar, şu üç tür nüanstan
ibarettir: 1- İkinci derecede harflerin değişimi: Örneğin bazı kelimelerin asıl
Kürtçe'sinde p,g,d harfleri, Zazaca'sında sırasıyla c, t, b gibi harflere
dönüşüyor. Ya da asıl Kürtçe denilen şivedeki e, i sesli harfleri Zazaca'nın
ov-oy seslerine dönüyor. Bugünkü Türkçe, çeşitli il ve bölgelerde bu kadarcık
değişikliklere uğramaz mı? Örneğin bir buğday kelimesini alalım. Bu kelime
Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde yalnız herkesin bildiği şu şekillere girer:
buğda, buğdey, buydey, boğday, buğday, bûdey. büyde vb... ö harfi sert g
ya da y
harfine dönüyor ya da büsbütün kalkıyor, y harfi olmamışa dönüyor.
Seslilerden u harfi û, o, ü; a harfi e oluyor. Fakat bütün bu değişiklikler,
Türkiye'de bir Türk ulusu bulunmadığını gösterebilir mi? 2- Eklemelerin
değişmesi: Örneğin asıl Kürtçe'de im, dim ile biten kelimeler Zazaca'da î, e
eklemeleri ile bitiyor. İstanbul yöresindeki geliyorum, Anadolu'da ya a-radan
ru kaldırılarak geliyom ya da büsbütün tuhaf eklerle gelipdurum,
ge-lippatınm biçimlerine girmez mi? 3- Başka dillerden gelme: Kürtçe'de en
çok Farsça olmak üzere, batıya doğru gittikçe artan tek tük Türkçe ve
güneye doğru indikçe Türkçe'den az fazlaca olmak üzere Arapça kelimelere
rastlanır. Fakat yabancı kelimelerin binbir çeşidiyle dolu olan Türkçe, bu
yönden Kürtçe'yi geride bile bırakır. Yalnız burada bir yön akla gelir. Tarihsel
kökenlerine bakılırsa, Kürtler eski İranlı istilacıların, Kürdistan yerlileriyle
kaynaşmasından doğma sayılır. Bu itibarla Kürtçe'de Farsça'nın büyük bir
etkisi olabilir. Fakat fiillerinin bünyesine bakılacak olursa, Kürtçe köklerini
ayrı bir dil saymak gerekir. Her ne olursa olsun, hattâ Kürtçe'nin Farsça'dan
çıkma bir dal budak olduğu kabul edilse bile, bugünkü Kürtçe ayrı bir birliktir.
Ve nasıl Azeri lehçesiyle Osmanlı Türkçesi bugün Azerbaycan ve Türkiye gibi
iki başka ulus yurdunun gerçekliğine engel değilse, tıpkı bunun gibi, ailevi
bağlan uzanan bir Kürtçe de, bağımsız bir ulus dili olmaktan geri kalamaz.
3- Kültür Birliği: Kürtlerin kendilerine özgü bir zihniyeti, bir "ulusal ruh"u
var mı? Kürtleri yakından tanıyan yoldaşlarımız bize, geri nitelikte de olsa,
Kürtlerde güçlü bir karakter özelliği bulunduğunu anlatmışlar ve Kürtleri her
tanıyan için bunu teslim etmeme olanağı bulunmadığı söylemişlerdi.
Gerçekten Kürdistan'm her yanında Kürtlüğe özgü ortak niteliklerin
bulunduğunu, o kadar ki, bu niteliklerin burjuvazinin bile ödünü patlatacak
kadar sağlam ve sarsılmaz olduğunu, bizzat burjuva yazıcıları da sıkıntıdan
terleye terleye anlatırlar. Doğu illerindeki oldukça özgün incelemelerinde
biricik olan Yusuf Mazhar anlatıyor: "Kafkasya'dan göç etmiş Dağıstanlı
Türkler buraya yerleşmişler... Bunlardan Diyadin civarında Taşlı Çay köyü
etrafına yerleştirilen 3-4 bin kişi, Kürtlerin zulmünden kurtulmak için, hemen
bir aşiret oluşturarak onların birçok adetini aynen kabul edip izleyerek dört
yanlarını saran bu ilkel insanlar arasında varlıklarını zorla ve kısmen
koruyabilmişlerdir. Dağıstanlıların başkanı olan Murat beyle görüşmüştüm.
Bunların, isteklerine göre geçindikleri, sakin yaşama ve az çok insani
duygulara karşı Kürtlerin nasıl düşmanlık beslediklerini bu adamın dilinden
dinlemelidir? (Bu soru işaretini biz koymadık.) Bu saldırganlıklar
Dağıstanlıları gereği gibi değiştirmiştir. Diğer
Dağıstanlılar yerleştikleri başka bölgelerde, böyle oluşumlarla kendilerini
savunamadı ki arından Kürtlere yenilmişler, kaynaşmışlar, adeta asimile
olmuşlardır. Bu olgunun ortaya çıkmasını her yerde görüyoruz. Hattâ
Erzincanlı gibi güçlü bir Türk muhitinde (bakın o "güçlü Türk muhiti"ne...) il
merkezinin geceleri ışıkları görünecek kadar yakınında bir köy halkı Kürtlerin
saldırganlıklarından, zulmünden kurtulabilmek için Kürt olmaktan başka çare
bulamamışlardır. Bu olay 20-30 yıl önce tamamlanmıştır. Bunu Erzincan'da
bilenler hâlâ vardır. Eğer sorarsanız size Mecidiye köyünün, Geçit köyünün
Kürtleştiğini söylerler. Şimdi isyanın görüldüğü bölgelerdeki köyler
-Gümüştepe, Beyazıtağa, Kızılkaya, Karabulan vb... Hattâ asilerin
reislerinden Kör Yusuf un oturduğu Soluksu gibi- Türk adları taşıdıkları halde
12
buralarda bir tek Türk kalmamıştır."
Gerçi bu itiraflarda, üretici güçlerin oldukça geri olduğu bir bölgede, insan
kümelerinin nasıl çarçabuk daha ilkel örgüt şekillerine döndükleri de var.
Fakat dikkat edilirse bu şekil değiştiriş, salt bir sosyal bünye değiştirişinden
ibaret kalmıyor. Kürtlerin yalnız yaşayış biçimine, uyulmuyor, aynı zamanda
olduğu gibi Kürt dilini ve kültürünü benimseyiş ve Kürtleşiş kendini
gösteriyor. Bu örnekler Kürt kültürünün ve düşüncesinin oradaki yaşayış
biçimlerinin de hızlıca yardımıyla ne kadar etkili olduğunu yeterince anlatır.
Ve bu zihniyet bütün Kürdistan içinde az çok nüanslarıyla birlikte, ortak ve
geneldir.
Türk burjuvazisi Kürtlüğe karşı iki tür önlem kullanıyor: 1- Yerleştirme
siyaseti; 2- Göç ettirme siyaseti... Rum ve Ermeni azınlıkları üstünde
denenen ve Türk burjuvazisinin epey istediği gibi dönen bu siyaset, Kürtlüğe
karşı tutunatülecek mi? Yani Kemalist burjuvazi Türkiye'nin üçte birine varan
Kürtlüğü ortadan kaldırabilecek mi? Birinci önlem, yani yerleştirmeyle, bütün
korumalara karşın ters sonuçlar elde edildiğini burjuvazi bizden iyi bilir. Doğu
illerinde yerleştirilen göçmenler, hattâ il merkezlerine en yakın olan köylerde
bile, ya Kürtleşip kayboluyor ya da geldiği gibi kaçmaya zorunlu kalıyor. Göç
ve yok etme yöntemlerine gelince, ilk olarak ülkenin üçte birini bir yandan
diğer yana kaldırıp atmak ne olanaklıdır, ne de burjuvazinin beklediğini verir.
İkinci olarak ulu orta yoketmecilik özellikle şu kültür konusunu ilgilendiren
önemli sonuçlar vermektedir. Kürt halkının cidden nesli boldur. Verdiği
kurbanlar, ezen Türklüğe karşı ezilen bir Kürtlük varolduğu kanısını, tüm
Kürdistan halkı içinde genelleştirmek, yaymak ve derinleştirmekten başka
hiçbir ürün vermiyor. Şu halde, Türk burjuvazisinin egemenlik ve
13.
Yusuf Mazhar: A.g.y., 19.7.1930
baskısının süre ve şiddetiyle doğru orantılı olarak Kürtlüğün düşüncesi ve
kültürü genişleyecek ve türdeşleşecektir. Kürdistan halkının öyle bir "Kürt
kafası" deyişi vardır ki, bu kafa ezildikçe büyüyen ve kesildikçe çoğalan
masal devlerinin başlarına benzer.
4- Ekonomik Birlik: Tarihsel ulus gerçekliğinin oluşumu demek, özel
anlamıyla bir ülkede kapitalizmin doğuşu demektir. Fakat bugün biz o çorak
kapitalizm-öncesi dünyasında değil, emperyalizm dünyasındayız.
Emperyalizmse değil kapitalizm-öncesi, değil kapitalizm, kapitalizmin de
"çürüyüp dağılan" ve ölüm aşamasıdır. Emperyalizmin bu özelliğinin bir
ifadesi de, kapitalist ilişkiler çerçevesine sığmayacak kadar geniş ve evrensel
bir ekonomik ağın tüm yeryüzünü sarmış olmasındadır. Şu halde daha
sorunun somut içine girmeden önce, ayda ya da bir başka yıldızda
bulunmadığına göre, Kürdistan'ın da yeryüzünde olduğunu, yani biricik
dünya kapitalist ekonomisi içinde sayılabileceğini kabul etmek gerekir.
Sorunu genellikten ve soyutluktan çekip çıkarırsak, bir ülkede ulusallık
ilişkilerinin doğması, pazar ilişkilerinin o ülke ölçüsünde genişleyerek
gelgeçlikten ve rastlantısallıktan kurtulması anlamına gelir: Kürdistan'da
egemen üretim biçimi henüz ataerkil kapalı ekonomi olmaktan kurtulmuş
değildir. Fakat bütün geri ülkelerde ortak olan bu nitelik, Kürdistan
ölçüsünde geniş ve oldukça sürekli pazar ilişkilerinin doğmuş olmasını
reddetmez. Onun için böyle pazar ilişkilerinin varolup olmadığını değil -çünkü
vardır- fakat Kürdistan'a özgü, yani Türkiye'den az çok bağımsız bir pazar
ilişkilerinin bulunup bulunmadığını saptamak yeterlidir. Kürdistan'ın
kendisinin bağımsız pazar ilişkileriyle Anadolu'dan ayrı kalışını bize açıkça
gösterecek iki su götürmez olay var: 1- Kaçakçılık; 2- Gümüş para...
A) Kaçakçılık: Güney sınırlarındaki bitmez tükenmez çapul sahneleri, güney
sınırlarına Türkiye'den kaçan Ermenilerin yerleşmesi, güney sınırlarına yakın
Hoybon Kürt İstiklal Cemiyeti'nin karargâh kurması, güney sınırlarının bir
kaçakçı karakolları zinciriyle kuşak gibi kuşatılması... İşte dört olay ki,
Kemalist burjuvazi için tanımı gayet kolay birer sorun: vatanhainliği! Fakat
biz biliyoruz ki, bir şeye sövmekle, o şey yok edilmiş olmaz. Haydi 250-300
kişilik çetelerle ikide birde Urfa ovalarında, davarını, devesini, sürüsünü "hat
altına" götüren "çapul sahne" lerini, genel olarak kaçakçılığa zemin
hazırlayan keşif kolu saldırıları sayalım. Fakat diğer manevi saldırı tarafını,
"Ermeni yurdu"nu, "Kürt bağımsızlığı"nı nereye bağlayacağız? Ya bu müthiş
ve sistematik
kaçakçılığın kendisi neden? Hiç kuşkusuz bütün bu sorguların topuna birden
yanıt verebilecek olan şu "her yerde hazır ve nazır" "alim, semi basir",
"lâşerike leh ve lâ nazire leh" olan pazar "celle celâlüh"* hazretleridir.
Emperyalizmin Nusaybin hattını bıraktırmayan pazar, Ermeni ve Kürt
aji-tatörlerine sınır boyunca siper aldırtan pazar, Erzurum'dan ve
Erzincan'dan kalkıp Gaziantep'te krediyle kaçak alışverişine gelenlerin kıblesi
ve cazibesi pazar! Bu pazar Kürdistan pazarıdır ve Kürdistan pazarı bu
pazardır. Kaçakçılığın en büyük nedeni kim ve nedir: 1- Kemalizm; 2Kürdistan pazarı.
a) Kemalizm: Evet şaşılacak bir şey yok. Kaçakçılığı en çok kovalayan gibi,
en büyük davet eden de Kemalizmin ta kendisidir. Cumhuriyet burjuvazisinin
çelişkileri bir değildir. İç pazarı tekelci ve tefeci sermayenin kurbanlık koyunu
haline getiren ve bu müthiş bunalım yıllarında, dünyanın hiçbir yerinde
görülmedik derecede yüksek tekelci fiyatları halka dayatarak hayatı ateş
pahasına çeviren Kemalizm, kaçakçılığa en büyük yemi hazırlayan bir
sistemdir. Nitekim bunu bir komünist değil, bizzat fi-nans-kapital yayın
organının en sunturlu başmakalesi de itiraf eder: "Öyle yapılmalı ki, o kadar
geniş ve o kadar az mangayla sınırlanan bir ülkede, bir sınırın iki yanındaki
halk, fiyatça oldukça farklı yaşam koşullarına tabi olmamalıdır. Yani
varsayılan demiryollarının yürüdüğü aynı sahra üzerinde kurulmuş iki köy,
örneğin şekeri biri okkası yirmi kuruşa, diğeriyse yetmiş kuruşa yemek
zorunda kalmamalıdır. (Yani Kemalizm Türkiye'ye egemen olmamalıdır gibi
bir şey.) Yoksa ne yapılırsa yapılsın kaçakçılık önüne geçilemez olarak
14
kalacaktır."
b) Kürdistan pazarı: Tabii Türkiye'nin bütün sınırlarının "iki tarafındaki halk,
fiyatça oldukça farklı yaşam koşullarına tabi"dir. Oysa kaçak ticaretin normal
alışveriş derecesine girdiği Doğu illerinde buna neden yalnızca bir tek
değildir. Belli başlı nedenlerin önünde burjuvazinin "o kadar geniş, o kadar
az mangayla sınırlanmış" deyişinden de anlaşılacağı üzere, Kürdistan
pazarının, İç Anadolu'dan çok doğal ve tarihsel nedenlerle Suriye'ye bağlı
oluşu gelir. Sözgelimi: a) Trablus, Nizip, Besni, Malatya; b) Saraypınan,
Suruç, Siverek, Elazığ; c) Resulayn, Viranşehir, Diyarbe-kir, Osmaniye, Palu,
Kiğı, Erzincan vb. yollarıyla ta Karadeniz yaylalarına* (belki oradan
İstanbul'a) ve Erzurum, Kars yaylalarına, Van gölünün ötelerine kadar
sistematik olarak işleyen kaçakçılık, kervanlarını yüzyıllardan beri geçtikleri
yerlerden geçirmekten başka bir iş yapmıyor.
* yüceliğin yücelsin, görüp anlayan, ortağı ve benzeri olmayan (y.n.) 14.
Milliyet, 10.12.1931.
Cumhuriyet burjuvazisi, Fevzipaşa-Diyarbekir hattıyla Ergani Bakır Madeni
şirketini sevindirdiği kadar, kaçakçılığı da yerindirmek ve bütün ordularının
"tedip sefer"lerine, gezici-sabit jandarma ve it sürüsü gibi milis kıtalarının
yoketme terörüne karşın, henüz yabancısı ve uzağı kaldığı Kürdistan pazarını
fethetmek istiyor. "Kaçakçılar" dizisinin yazan diyor ki: "Fakat Trablus Türk
demiryolu son bir yıl içinde kaçakçılığa oldukça ket vurmuştur. Trablus,
Nizip-Besni yoluyla en çok kaçağını Malatya'ya sokardı. Malatya demiryolu,
Malatya pazarında kaçağı sınırladı. Doğuya giden demiryolları kaçakçılığa,
15
fesatçılığa karşı çekilmiş bir kılıçtır."
Bu kılıç Kürdistan pazarının geleneksel ve doğal bağlarını ne dereceye kadar
kesip atacak? Bunu zaman gösterecektir. Hattâ gösteriyor bile. Özel
kaçakçılık mahkemelerine, gümrük ordularına karşın, burjuva basınında şanlı
bir zafer gibi bir haftada, falan yerde şu kadar kaçak eşyaya el konulması
"kervanın yürüdüğü"nü gösteriyor.
Güneyde Yakalanan Kaçakçılar ve Kaçak Eşya
"Ankara 8 (a.a.)- Bu ayın ilk haftası içinde gümrük muhafaza kıtaları
tarafından güney sınırımızda 40 kaçak olayı izlenmiş ve 4 yaralı, 43 kaçakçı
yakalanmıştır. Bu olaylarda beş bin kiloya yakın kaçak gümrük eşyası ve
otuz bin adet sigara kağıdı, üç silah, otuz dört kilo esrar, kırk hayvan elde
edilmiştir." (9.2.1933)
Fevzipaşa'da Yakalanan Kaçak Eşya
"Fevzipaşa 24- Halep'ten kaçak eşyayla gelmekte olan 20-25 kişilik bir kafile
sınırda muhafızlarla çatışmış ve eşyaları bırakıp kaçmışlardır. İçlerinden bir
tanesi yakalanmıştır. Burada mağazalarında kaçak eşya bulunduran iki
tüccar hapse mahkûm olmuştur." (Mart 1933)
Neden? Çünkü biz, sosyal koşulların doğaya üstün geleceğine inananlardanız,
fakat hele şu anarşik, kapitalizm düzeninde insan iradelerini o-yuncak haline
getiren pazar ilişkileri, hele Kürdistan gibi asırlık gelenek* "Diğer taraftan Suriye'den Ayıntaplılarm çok fazla sayıda kaçak eşya ithali
gümrüklü malın satışını tamamen durdurmuştur. Bu durum karşısında tüccar
şaşkın bir hale gelmiştir. Kaçakçılık o kadar çoğalmıştır ki, burası adeta bir
transit merkezi halini almıştır. Halep'den getirilen mallar, Sivas, Zile, Tokat,
Merzifon, Niksar kaçakçıları tarafından o bölgeye ve Samsun ve Erzurum'a
kadar getirilmektedir. Kaçakçılık yüzünden Haleb'e kaçakçılar tarafından her
gün binlerce altın aşınlıyor. Buna karşılık ihracat yapılamıyor." (Ali Nihat:
"Elbistan'da Vaziyet-i iktisadiye", Cumhuriyet, 22.11.1930. 15. Neşir Hakkı:
"Kaçakçılar", Milliyet, 24.2.1931.
lerine doğal kolaylıkları temel yapmış bir bölgede, sanıldığından fazla
hükmünü sürdürecektir. Sonra demiryolunun çektiğini yapay kılıç ne kadar
saf çelikten olursa olsun, acaba Doğu illerine, örneğin Bursa ipeğini, hiçbir
zaman kaçak yapay ipeğin iki katı fiyatına olsun taşıyıp getirebilecek midir?
Hayır.
Doğu illeri ya da Kürdistan etrafında kopan ekonomik ve siyasal fırtınalarda
emperyalizmin hiç mi rolü yoktur? Aksine çok büyük rolü vardır. Kuşkusuz o
kadar ucuza sürülen metalar onun üretim fazlasıdır. Hattâ emperyalizm
yalnız stoklarını boşaltmakla da kalmıyor, kaçak ticaretinin merkezlerini de
sanayi girişimleriyle yükseltiyor. Sözgelişi Antakya ve İskenderun'da
onbinlerce Ermeninin birleştiklerini ve yer yer bayındır kasabacıklar
kurduklarını anlatan "Kaçakçılar" yazarı diyor ki: "Buralar sınıra uzaktır.
Fakat kaçak malı işleyen tezgahlar buralara kurulur." Bol bol yetiştirilen
metalarını kaçak depolarından sınır boyundaki askeri garnizonlar arkasında
güvence altına alan emperyalizmdir. Güney demiryollarında harıl harıl kaçak
mal taşıtarak zenginleşen emperyalizmdir. Karşılık olarak Türk mallarına
oldukça ağır gümrükler ve nakliye tarifeleri basarak, kıtlık çeken Suriye'ye
Türk buğdayı yerine Amerikan buğdayı ye-dirten, yine emperyalizmdir.
Örneklerini hep burjuvazi versin: "Güney treni kaçak taşıyan, kaçak
ticaretinden kazanan bir hat oluyor... Saraypınarı istasyonunun meydanı,
yüzlerce buğday çuvahyla doluydu. Suriye buğdaya, ekmeğe muhtaçtı.
Fransızlar yönetimindeki güney demiryolunun Türk tarım ürünlerini çok
pahalıya taşıyan tarifesi, gümrüklere konan ağır rüsum, Türk malını ta
Amerika'dan getiriyor fakat komşu malını yiyemiyordu." Fakat emperyalizm
daima emperyalizmdir. Onun evrendeki hedefi, yasal-yasadışı çapuldur. Şu
halde, bu yanıp yakınmalar niye? Burada ibretle görülecek olan sorun,
emperyalizmin talanı değil, onu bilmeyen yok; bu talanın Kürdistan
sınırlarında neden bu kadar elverişli zemin bulduğudur. Bu niçinin iki nedeni
var:
a) Manevi (siyasal) neden: Türkiye'de genel olarak kapitalist düzen ve özel
olarak bu düzenin Kürdistan'daki baskısı, kaçakçılığın ideolojik ve psikolojik
haklı çıkarılışını gerektirir. Gerçekten de Türkiye'de düzen kapitalizm olunca,
Kürdistanlıların da Batı illerindeki burjuvalar gibi fazla kâr peşinde
koşmasında "ayıp" ya da "günah" aranabilir mi? Sonra Kürdistan'da her gün
çeşitli ve yasadışı -evet burjuva yasalarının bile yasal lığı dışında- soygundan
ve çapuldan başka yaptığı hiçbir şey yokken, bu ezilen bölge nüfusundan
Cumhuriyet burjuvazisinin çıkarlarına balta vurma hırsı ve arzusu nasıl
silinebilir? "Vatanhainliği" güzel... Fakat bu
Batı illeri burjuvalarının malikanesi demek olan "vatan"da, genel olarak Doğu
illerinin uyruk ve kul yerine konulmaktan ve hakaret görmekten başka ne
mevki ve çıkarı vardır? Onun için "Kaçakçılar" yazarında okuyoruz: "Fakat
bugün Ermeni Resulayn, kaçak kullanmayı bir vatan ihaneti olarak
görmeyenlerin yüzünden büyüdü büyüdü. Bu kaçakçı ocağı da, bugün 350
dükkanlı, şöyle böyle iki yüz evli bir çöl kasabası oldu." Gerçekten yazıcı
burada bilerek ya da bilmeyerek, Kürdistan halkındaki, Doğu illerinin
kafasında ve yüreğindeki ideoloji ve psikolojiyi okumuş oluyor. Bir Doğu illi
"kaçak kullanmayı bir vatanhainliği" değil, belki bir intikam borcu, bir öçalma
sayıyor. Nitekim, yakalanmış bir kaçakçı hakkında, şu satırlar çiziştiriliyor:
"Sattığı malın %50'sini ödeyerek almıştı. Korkusu yoktu. Gene dönse
kendisine kredi açarlardı. Fakat bu kez nasılsa tutulmuştu, kaçakçılık şanına,
kaçakçılık onuruna leke sürülmüştü." (Dikkat! Yani Doğu illi, kaçakçılığı
"ihanet" değil, bir "şan" ve "onur" sayıyor. Artık bol bol dua edebiliriz.)
"Viranşehirli kaçakçı bütün ülkeyi viran etmek için her seferinde 40 altın, 50
altın çalarak yurduna ihanet ediyor, bunu ne günah ne ayıp sayıyordu.
(Makyavelist siyasetin nerelerinde emekliyor bu küçük-burjuvacık?) Biz önce
bununla, bu düşünceyle mücadele edeceğiz."
Oysa bir burjuvazinin, hele Kemalist burjuvazinin asla "mücadele"
edemeyeceği, etse bile hep şapa oturacağı şey, tam da bu "düşünce" değil
midir?
b) Maddi (ekonomik) neden: Hep yukarıdan başlıyoruz. Önce manevi ve
siyasal nedenlerden sözettik. Bu tümevarımsal bir yöntem. Yoksa zaten
böyle nedenlerden sözediş bile, onları açıklayacak tarihsel maddeci
temellerin bulunduğunu göstermekten başka bir şey ifade etmez. Doğu illide
neden böyle bir "vatanhainliği" hareketini şan ve onur bilen ideoloji ve
psikoloji yayılmıştır? Bu boğazı sıkılan bir insanın psikolojisi olduğu kadar,
göbek bağı kesilen bir çocuğun debelenmesine de benzer. Bu ruhsal
durumun derin bir etkeni de, Doğu illerinin bağımsız Kürdistan pazarı
oluşundadır. Bunu bize burjuva diliyle söyleyecek, biri Kürdistan'ın en batı,
diğeri en doğu bölgelerine ait iki örnek:
Batıdan örnek: "Elbistan'da ekonomik durum: Ülkenin ekonomik durumunun
almış olduğu acıklı halini sunmak isterim. Elbistan (Doğu illerinin en batısı
olan Maraş'ın en kuzey noktası) tahılı bol ve Suriye'ye yapacağı, davar,
döşeme denilen kilim ve birçok ilk madde sevk ve ihraç eden, oldukça önemli
bir kasabadır. Burası eskiden bütün ithalatını Halep'ten yapardı. Kurtuluş
Savaşı'ndan sonra İstanbul ve Mersin'den yapmaya başla1
mıştır." ^
Doğudan örnek: "Eskiden İskenderun, ta Van'a kadar Doğunun iskelesiy-di.
Bugün demiryoluyla Malatya'ya bağlı olan Mersin onunla rekabet ediyor,
11
fakat iskenderun bugün bizim için kaçak limanıdır."
Bu iki örnek bize Kürdistan pazarının, hâlâ Anadolu'dan ayrı çıkış kapısı olan
bir birliği temsil ettiğini göstermez mi?
Yunus Nadi efendi, emperyalizmden sınır dostluğu ve "iyiniyet" gördük mü
diye sorduğu bir başmakalesinde: "Şimdiye kadar hayır (diyor). Mandater
Fransa ile imzalanan sözleşmenin açıklıkla belirtmesine karşın, hayır. Tam
tersine, kaçakçılığın ve güvenliksizliğin resmi ellerle teşvik e-diliyor gibi
olduğunu varsaydıracak bir durum yargılamasında bulunmaktan
kurtulamadık ve kurtulamıyor uz." Fakat daha aşağıda emperyalizmin neden
bu "teşvik"lerinde başarılı olduğunu farkında olmadan ağzından kaçırıyor:
"Türkiye'den çıkıp gitmiş olan Ermeni mültecileri Türk sınırları boyunca
18
sıralamaktaki amacı, her şeyden önce dostane görmeye olanak var mıdır?"
Yani emperyalizm kaçakçı karakollarını "Türk sınırları boyunca sıralamak" için
herşeyden önce varolan maddi durumdan ve unsurlardan yararlanıyor.
Gerçekten, dikkat edilecek olursa, bütün kaçakçılık sistemi, hep Kürdistan'ın
eski kurtlan tarafından görülür. Örnekler:
"Süryani Mardinli Yorgi, buranın (Meydan Akbez'in) baş kaçakçısıdır.
Halep'deki garnizonun müteahhit i diye tanınır. İstihbarat işleriyle de çokça
19
ilgilidir derler." Yani eski Kürdistanlı, şimdi Kürdistan sınırında kaçakçılık
ederken, hem müteahhitlik, hem casusluk şeklinde emperyalizmle el eledir.
"Arap pınarı haftada onbeş vagon kaçak sarf eder. Bu kârlı sürüm noktasını
önce çuvalyırtan Onhannis Taşcıyan keşfetmiştir. Bu Suruç'da (yani Urfa
ilinde) doğma Ermeni, eski Taşnaklardan. Dayandığı çete sermayesinden
20
yararlanarak vb..."
"Kulhacı ve Arslantaşı, Serap pınarının tali depolarıdır. Kulhacı'da Melik
Ahmet ve Hain Bozan, Arslan Taşı'nda Hırço bu Ermenilerin aracıdır. Bunlar
bizim topraklarımızdaki akrabaları aracılığıyla çokça kaçak sokmuşlardır...
Türkiye haritası içinde adam gibi yaşamaya zorunlu kılınan babaları İbrahim
paşa denen ünlü şakinin (demek ki taşradan da ünlü şaki yetişirmiş!)
dönemini Cumhuriyet zamanında da yaşatmasına izin verilme-
16. Ali Nihat: "Elbistan'da...", Cumhuriyet, 22.11.1930.
17. N. Hakkı: a.g.y.
"
18. Y.Nadi: "Cenup Hudutlarımızın Arkasında Neler Oluyor", Cumhuriyet,
18.12.1931.
19. N. Hakkı: a.g.y.
20. N. Hakkı: a.g.y.
yen Milli aşireti sergerdelerinden Halil ve avenesi buradaki Ermeni
kaçakçılarla el ele ve başbaşadır... Mardinli Şeyh-ül Bur uz, Viranşehirli
Agopoğlu Şükrü, Viranşehirli Mirço, tenekeci Bogos, Mardinli İş, Liceli Haço,
Halepli Ebu Ahmed, buranın en ünlü kaçakçısıdır (burası ta Erzincan'a kadar
mal süren Resulâyn). Bir Haleplinin dışında diğerleri Kürdistanlı...
Akçakale'nin egemeni baş kaçakçı Ekber Ekberyan'dır. Büyük sermaye, geniş
kredi bunun elindedir. Akçakale, Urfa'dan (Doğu ilinden) kaçan Ermenilerin,
çetelerin, Suriye'nin dört bir yanında toplanan Taşnak döküntülerinin
ıx
karargâhıdır "
Emperyalizmin siyaseten durgun göründüğü günlerde, ekonomik ve
sistematik olarak kullandığı olanaklar: 1- Bağımsız Kürdistan pazarı; 2- Bu
pazarın eski etkinleridir. Bizim bu ilginç manzaradan çıkaracağımız sonuç, ne
Kemalizmin nasıl bir kapanda kuyruğunun kıstırılmış olduğu, ne
emperyalizmin İskenderun ve Antakya'yı elinden bırakmakla Cumhuriyet
burjuvazisine oynadığı oyun ve aradaki kördövüşü değil, yalnızca bu
konumuzu ilgilendiren olaydır. Doğu illeri ekonomik olarak bağımsız bir
pazardır. Ya da Türkiye'den çok ve Anadolu'dan fazla Suriye ile bağlıdır. Bu
pazarı sömüren emperyalizm, hattâ gelin alayı şeklindeki mahfelerle* kaçak
eşya sokmanın, hünerini, yani yerel koşul ve ilişkilerin ıcığını, cıcığını bilen
Kürdistan pazarının eski etkenlerini kullanıyor.
2- Gümüş Para: Kaçakçılık denilen perdenin arkasında nasıl Kürdistan
ekonomik birliğini temsil eden bir bağımsız pazar ilişkilerinin tepkisi gizliyse,
gümüş para tekerleklerinin üstünde yürüyen de, Doğu illerinin kendine özgü
değişim ilişkileridir. Bu gümüş para gerçekliği, biraz da ataerkil ekonominin
kapalı ve defineci özelliğiyle ilgilidir. Fakat aslında Doğu illerinin gümüş
parası, Doğu illerinin kaçakçılığından kıl kadar ayırtedilemez.
Kaçakçılık+gümüş para+Doğu pazarı üçüzü, Kürdistan'ın ekonomik dininin
"teslis"inden başka bir şey değildir. Şu
21. N. Hakkı: a.g.y.
* "Urfa'yi iyi tanıyan bu hainler buranın büyük servetini emmek için her
hileyi
düşünmüşlerdir.
"Birkaç ay önce, Urfa'nın Harran kapısı önünde bir gelin alayı görülür. Telli
pullu bir deve, üzerinde bir mahfe, etrafta kalabalık.
"Bu muazzam gelin alayı merasimle Urfa'ya girerken, bir zabıta memurunun
gözüne güneydeki Ermenilerle çok teması olan bir kaçakçı uşağı göze çarpar.
Polis aralarına sokulur, mahfeyi incelemeye başlar. Kaçakçılar
yakalanacaklarını anlayınca her biri bir yana kaçarlar. Gelin ve devesi ortada
kalır. Başıboş çöle dönen deveyi yakalarlar. Bir de ne görsünler? Allayıp
pullayıp ülkeye soktukları gelin, kaçak ot ipek, kaçak bez, kaçak lavanta,
kaçak kauçuktan başka bir şey değilmiş." (N.Hakkı: a.g.y.)
halde gümüş para olayına değinirken ve ve "birlik"i temsil eden "teslis"
üçüzünün bir köşesine dokunmuş olmaktan başka bir şey yapmıyoruz.
Bağımsız Doğu pazarı "ruh"sa, gümüş para onun somut "oğlu"dur. Kaçakçılık
da, bu oğulun şu fani dünyadaki doğuşudur. Onun için, kim ki kaçakçılık der,
gümüş para der ve Doğu pazarı der. Elbistan'ın kaçak ve Suriye'ye
sürümsüzlük yüzünden "almış olduğu acıklı hali"nden söz etmeye başlayan,
hemen gümüş parayı söyler: "Hâlâ burada diğer güney illerinde olduğu gibi
madeni para geçmektedir." Kürdistan pazarı, adeta doğal bir tepkiyle
Kemalizmin Allahım, yani Cumhuriyet parasını sınırlarından içeri uğratmıyor.
Ve hattâ sınırları dışında bile kovalıyor. Şu kapitalist düzenin ..ilerine bakın
ki, evrenin Türklüğünü kanıtlamaya kalkışan ve sonra Türklüğü, karşıki
dağlarla birlikte yarattığına inanan Kemalizm, ülkenin yarısında hâlâ
sultanların tuğralarıyla süslü kuruş ve mecidiyenin tanınmasını, on yıllık atıp
tutmalarına karşın bugün görmezliğe gelmekten başka türlüsünü yapamıyor.
Kürdistan içinde, Cumhuriyet burjuvazisinin ve onun bekçisi Kemalizmin nasıl
bir "yabancı" sayıldığını, en sadık kulu itiraf etsin: "Bilindiği gibi sınır
illerimizde ve genellikle eski doğu Anadolu çevresinde altın, mecidiye ve
bunların aksamı geçiyor. Para birimimizin adına buralarda 'not' diyorlar ve
tıpkı yabancı döviz gibi yabancı ve özel bir işleme tabi tutuluyor. Bütün
22
alışverişler madeni para üzerinden oluyor."
22. Bir kelime okunamadı.
23. Siirt Milletvekili Mahmut, Milliyet, 18.5.1932.
Sosyal ilişkiler ve Köylülük SINIFLAR
Doğu illerinin "namuslu" bir istatistiğini bulmak hayaldir. Bununla birlikte,
burjuva basının verdiği rakamlara göre {Milliyet, 7.1.1931) son nüfus
sayımında, Doğu illerinde 2.673.478 kişide 1.798.888'ine "mesleksizler ya da
mesleği bilinmeyenler" deniyor. Doğu illeri nüfusunun %67,60'ını (yani üçte
ikisinden fazlasını) oluşturan bu kategori içinde, hiç kuşkusuz bütün varolan
sınıfların aşıntı ve döküntülerinden tortulaşmış "declase"ler (sınıftan kopmuş,
sınıfsızlar) önemli bir miktar tutar. Bunlar arasında çeri çobanlıktan artmış,
serserileşmeye kadar varmış, yarı dilenci, yarı lümpen unsurlar çoğunluğu
tutar. İş Bankası'nın yönetim kurulu başkanı, Trabzon-İran karayolundan
sözederken, Kemalist "halkçı" demagoglara özgü bir "suret-i haktan"
görünüşle Doğu illeri halkını şöyle tanımlıyordu: "Bu yol öyle bir bölgeden
geçecek ki, onun halkı bugün işsiz, güçsüz ve muzdarip, yazgısına ilenen bir
1
durumda bulunuyor." İşte Doğu illeri nüfusunun bu üçte ikisinden fazlasını
oluşturanları içinde çoğu -biz diyelim nüfusun yarısına yakını, siz deyin
yarısından fazlası- bu "işsiz, güçsüz ve muzdarip, yazgısına ilenen bir
durumda" olan insanlardır.
Bir devrim kıyametinde olumlu rollere kadar ve belki daha çok olumsuz rolü
ağır basabilecek olan ve sanayi işsizlerinden farkı, ilkelliğiyle tam "lümpen
proletarya"dır. Çoğunluğunun şehirde değil de kırlarda dağınık bulunmasıyla
ayırtedilebilecek olan bu zümreye bu kadarcık işaret etmekle yetineceğiz. Bu
yalnız "işsiz, güçsüz ve muzdarip" insanlık, kuşkusuz sosyal kökleri asla
derinleştirilmemiş olan yerel ayaklanmalarda ve isyanlarda, amaçsız ve
disiplinsiz bırakıldıkları oranda, bozguncu rolünü oynamıştır. Elle tutulur
amaçlı ve demir disiplin bir sosyal devrimde bile, bu zümreler, dağınık,
güdülmesi köylüden çok daha güç bir anarşi unsuru olabilir.
Biz, Doğu illerinin üretim süreci içinde aktif rol oynayan unsurlara gelelim.
Yine burjuvazinin verdiği rakamlara göre, bir "meslek" sahibi
1. Milliyet, 21.2.1932.
diye gösterilen zümrelerin toplamı 873.673 kişi olarak gösteriliyor. Öz nüfusu
temsil edenleri bunlar sayacak olursak, bu toplam içindeki sınıf ve zümrelere
bölünüşleri şöyle ayrılıyor: 1- Ziraatçılar: 753.406; 2- Sanayi erbabı:
37.453; 3- Ticaretle uğraşanlar: 33.404; 4- Çeşitli meslek erbabı: 25.228;
5- Serbest meslek erbabı: 6.689; 6- PTT'ciler: 7.646; 7- Memur: 9.847; 8Yargıçlar: 917...
Bu rakamlar sınıf ilişkileri açısından sınıflandırılacak olursa şu sonuçlar elde
edilir: 1- Köylülük; 2- Diğer sınıf ve zümreler... Ve bu iki cephenin
karşılaştırılmasında, köylülüğün adeta tek parça ve ulu bir kitle halinde
yükseldiği ve tüm nüfusun %86.24'ünü kapladığı anlaşılır. Doğu illerinin
onda dokuzuna yaklaşan bu büyük yığının gözden geçirilmesini biraz daha
aşağıya bırakarak, burada ona "karşı" koyduğumuz "diğer sınıf ve zümreler"e
bakalım. Bunlar içinde başlıca şu zümreler var: 1- Şehir ve kasaba
küçük-burjuvaları; 2- Tefeci, ticaret sermayedarları; 3- Aydınlar ve devlet
memurları. Bunların Türk burjuvazisiyle ilişkilerine göre kısaca bölünüşlerine
bakalım:
1- Şehir Küçük-burjuvaları: Bunları "sanayi", "ticaret" ve "çeşitli
meslek" erbabı denilenler arasında aramak gerekir. Sanayi erbabı nüfusun
%4,28'i, ticaret erbabı %3,82'si, çeşitli meslek erbabı %2,88'i olarak
gösteriliyor. Biliyoruz ki, Doğu illerinde tam kapitalist sanayi denilecek bir
şey henüz gelişmiş değildir. Şu halde, istatistikte "sanayi erbabı" diye
gösterilen sınıf, yalnız ve tamamen "zanaatkarlar" diye bildiğimiz
küçük-burjuvalardır. Ticaretle uğraşanlar yukarıdaki sayısına göre %3.82'dir.
Fakat bunlar, küçük-burjuva ve sermayedarlardan çok, adeta pre-kapitalist
ekonominin bezirgan ilişkilerini temsil eden ve doğal ekonominin çevresinde
birikmiş, onu kurt gibi kemiren küçük tacirler, çerçiler, ufak dükkancılardan
ibarettirler. Bunların %3,82'den %2'si şehir küçük-burjuvaları sırasına
girebilir. Çeşitli meslek erbabından da hiç olmazsa %2,88'den % Tinin bu
şehir küçük-burjuvalığı kategorisine girdiğini kabul edecek olursak, şehir
küçük-burjuvalarının nüfusa oranı %7,25'i bulur. Demek Doğu illerinde,
köylülük dışındaki sınıf ve zümreler toplamının yansından hayli fazlası bu
şehir küçük-burjuvalandır. Bunların, Türk burjuvazisiyle genel olarak ezilen
sınıflar arasında sallanacağı biliniyor. Fakat Türk burjuvazisine karşı bu Doğu
illeri küçük şehir burjuvalarının dostluğu ve düşmanlığı şöyle terazilenebilir:
1- Türk burjuvazisiyle çıkar birlikteliği: Derebeylik aşmdıkça ve iflas ettikçe,
şehir küçük-burjuvazisinin, kusurlu da olsa, bir müşterisi elden
gidiyor demektir. Fakat Türk burjuvazisinin genişleyen devlet sistemi, Doğu
illeri şehir küçük-burjuvalarma kalabalık bir asker, jandarma ve memur
müşterileri kazandırıyor. Hem de bu yeni müşteriler herhalde dere-beyler
kadar "az saygın" bir ödeyici değildir.
2- Türk burjuvazisiyle çıkar karşıtlığı: Türkiye'de kapitalist sanayi Batı illerine
tekelleştirilmekte devam ediyor. Batıda sanayinin gelişimi, Doğu şehir
küçük-burjuvalarma, hele küçük zanaatkarlara ekmek bırakmaz. Bütün
kapitalist ülkelerde orta sınıfların başına gelen budur. Fakat Doğu illerinde
şehir küçük-burjuvalarının başına gelen, bu normal gelişim akıbetlerinden
daha beterdir. Çünkü kapitalist gelişimin ilerlediği ülkelerde, aşman ve
dökülen şehir küçük-burjuvaları için, gelişen yeni ve ileri sanayide, mutlak
olmasa bile, göreli oranlar dahilinde bir iş güç bulmak o-lanaklıdır. Oysa
Doğu illiler için bu olanak iki bakımdan sınırlıdır:
a) Bir kere Türkiye'de gelişecek sanayi, burjuvazinin yordamınca ve ülkenin
yaylımmcadır. Sanayice bu kadar geriliğine karşın, daha bugünden, birçok
üretim dalında burjuvazi yeni fabrikalar açılmaması taleplerini ileri sürmeye
başlamıştır. Şu halde, Türkiye ölçüsünde, geniş bir işgücü talebi, bütün
aşınan orta tabakalar arzını kapatacak kadar olamıyor. ...... b) Ondan sonra,
genel olarak Türkiye için bu yetersizlik kesinken, sorun özel olarak Doğu
illerine uygulanırsa, yetersizliğin yokluk derecesine doğru düştüğü kolay
anlaşılır. Çünkü burjuvazi, Doğu illerinde Kürt proletaryası yaratmamak için
olduğu kadar, Batı sanayini tehlikeli J^ir rakiple boğuşturmamak için de,
oralarda da genel olarak sanayi gelişimini -tek tük finans-kapital gerekleri bir
yana bırakılırsa- adeta sistematik olarak men ediyor.
c) Son olarak, burjuva devletinin ekonomik, mali ve siyasal zulmü bu
tabakaları büsbütün tedirgin eder. Bu durumda Doğu illeri şehir
küçük-burjuvalarının sonu ne olabilir? Başta sınıfından olmak (deklaselik)
gelmek üzere, özellikle proleterleşmekten çok, köylüleşmeye doğru bir geri
çekilme... Onun için ekonomik olarak bile Doğu şehir küçük-burjuvaları,
demokratik bir devrim hızına -bu hız onun dükkancığını talan etmeye
varmadıkça- bile karşı koymaz; belki hız başarılı olduğu oranda, devrimin
senden, benden gürültücü ve coşkulu taraftarı olur. Onun için, şehir
küçük-burjuvaları, şehir burjuvalarından çok, zaten organik olarak içli dışlı
bulundukları Doğu köylülüğüne bağlı ve eğilimlidirler.
2- Aydınlar: Daha çok "çeşitli meslek erbabı" ile memurlar ve "serbest
meslek erbabı" arasında aranmalıdır. Önce, serbest meslek erbabının
%90'ı ve belki daha fazlası, memurların da hiç olmazsa %75'i yerli
aydınlardır. Çeşitli meslek erbabının da, yine en aşağı şehir küçük-burjuvaları
dışında, %1,88'inden %1,5'u da Doğu illeri aydınlarından sayılabilir. Bu
tahminlere göre, serbest meslek %0,68 + çeşitli meslek %1,5 + memur
%1,59 = %3,77... Yani meslek sahibi Doğu illiler içinde %3-3,5 kadar bir
aydın toplamı bulmak olanaklı.
Bu aydınlar içinde kuşku yok ki, hattâ mutlak çoğunluğu bile tam bir orta
eğitim görmüş sayılamazlar. Onun için bilgi ufukları, belki bir şehir
küçük-burjuvazisininki kadar bile pek denemez. Ne çare ki, bunlar, özellikle
memurluk gibi ve buna benzer durumlara -koyunun bulunmadığı yerlerde
keçiye Abdurrahman Çelebi rütbesi verilişi gibi- bir geçtiler mi, çarçabuk
kendilerini etraflarını saran halk tabakalarından yüksek görmeye özenirler.
Geçim biçimleri bir sanayi işçisininki kadar bile olmadığı halde, halkın
sırtından geçindikleri bilinçlerine yansıyarak, onları birer "kabara-mazsm kel
Fatma", birer "le dinden vaniteaux"* haline getirir. Doğu illeri aydınlarını
Türk burjuvasinin zafer arabasına bağlayan etkenler şu iki kategoride
toplanabilir:
a) Manevi Bağlar: Bütün bu aydınlar, istisnasızca, Türk okullarında eğitim
görürler. Çünkü Türk burjuvazisi, Kürtlük azınlığının kültür gereksinimini
değil, varlığını bile "yemin billah" ile inkâr eder. Türk kültürünün mutlak
etkisi altında yetişen bu aydınlar içinde, Kürtlüğü "Batı" burjuvaları gibi bir
vahşilik olarak görmek modadır. Doğulu aydınlardan, hele yüksek eğitim
görmüşleriyle büyük şehirlerde oturanlar arasında Kürtlüğünü hiç olmazsa
açıkça kabul edenleri parmakla gösterilebilir. Onun için görünüşte olsun, bu
aydınlar içinde çoğunluğa yakın bir oranı "Türkleşmiş" gözükürler.
b) Maddi Bağlar: Ekonomik olarak bu aydınlar çalışkan Kürt köylülüğünün
Kemalist burjuvazi tarafından çapulunda hazır bulunur ve aracı olurlar. "Bal
tutan parmağını yalar." Değil Doğu illerinde, Batı illerinde bile, "mukaddes ve
mübarek" burjuva kurumlarının en ufak eleştirisini suç gözüyle gören ve
sorumluluk kelimesinin yalnızca finans-kapitale karşı tanındığı ve halk için
tuti kuşundan daha bilinmez olduğu Türkiye'de, Kemalizm aslanının
parçaladığı Kürt köylülüğü ve yoksul halkı bedeninden dökülen tank kırsıklar,
Kürt aydın tilkilerinin de karnını doyurmaya yarar.
Bununla birlikte, bu genel karakteristiğe karşın, türdeş olmayan Kürt
* kendini beğenmiş, (y.n.)
aydınlarını şu iki kategoriye ayırmak gerekir:
a) Üst zümre aydınlar: Bunlar, ya serbest meslekler (özellikle doktorluk ve
avukatlık) gibi çıkarları burjuva zenginliğiyle sıkı sıkıya bağlı ve zaten ancak
"hali vakti yerinde" olan sınıf ve zümreler içinden çıkabilmiş zümrelerdir; ya
da ta bizzat derebeylik ve tefeci sermayenin kasaba ve şehirlerde yerel
yönetimlerde temsilciliğini ve halka karşı savunuculuğunu yapan önemli
mevkileri tutmuş yarım yamalak aydınlardır. Bunların ezici çoğunluğu
"corrompu" £satın alınmış, bozuk) unsurlar, siyasal ve ekonomik olarak "tok"
yaratıklardır. Oxford Üniversitesinde yetişmiş bir Hintli, Entelicens Servisin
bayrağı altına sığınan bir Gandici, bu yüksek tabaka Kürt aydınlarının ideoloji
ve psikolojisine akrabadır. İsterlerse suratlarına dilini pek az bildikleri Kürtlük
yerine, kültürüyle yetiştikleri Türklüğün maskesini geçirirler ve ağalarının ya
da efendilerinin bir işaretiyle Mustafa Kemal'den çok Kemalist geçinirler.
Vatan ve millet adına, falan olayı yürekleri parçalayan telgraflarla kınarlar.
Bunlarda Doğu illilik adına kalan şey, hemen hemen bir Batılı kadar
olamamaya boynunu teslim etmiş, Doğunun "aşağı"lığını tevekkülle kabul
eylemiş karanlık bir alçakgönüllülük, korkak bir siniklik ve kişiliksizlikten
ibarettir. Amaçları olabildiğince kabarmaktır. Bereket versin ki bu zümre,
niceliği derecesinde nitelikçe büyük değildir.*
b) Alt zümre aydınları: Bunlar daha çok halk içinden, orta halli köylülerden
ya da deklase küçük asillerden gelirler. Bunların "alt zümre" oluşları, aydınlık
derecelerinden çok, Kürdistan'm alt tabakalarına yakınlıkları gereğiyledir.
Yoksa alt zümre aydınları içinde, mutlaka "üst zümre" aydınlarından daha az
bilgili, daha az görüş ufuklu insanlar vardır anlamına gelmez. Alt zümre
aydınlar, üst zümrenin "açıkça"
* istanbul Halkevi'nde "Maraş'ın Kurtuluş Günü" kutlanıyor. "Törende
Gaziantep Kahramanı Kılıç Ali Bey coşkun bir nutuk" söylüyor. Bu nutkun
"coşkun" denilen yanı, kuşkusuz şu melodramatik "Gazi"nin Allahlaştınlışı
olacak:
"O kimdir? O... yeterlidir... bu... Onu bilmeyen yoktur! Ona tarihlerin
üstünde in-sanlara^insanca yaşamak zaferi derim. O, Gazi demektir."
Fakat bizi, "müthiş bir alkış tufanı içinde" söylenen bu "Ali Cengiz
oyunu"ndan çok, arada sessiz sedasız geçiştirilen ve gürültüye kaynayan,
Doğu illeri aydınlığının Kemalizmle ilişkisine dair, bizzat bir Kemalist
meddahın ağzından çıkmış iki başka satırcık daha ilgilendirdi O (eski
müslümanlar Allaha "hû" derlerdi, yani "O"; Kemalistlerin mistisizminde "O"
Gazi'dir) kılıcıyla birlikte Maraş'a gittiği zaman bir şeyler görememiş olacak
ki, bizim "kahraman" Kılıç'ın söylevinde: "Son yolculuğu sırasında Maraş'ta
azlığı dikkat çeken bir yeni gençlik gördüğünü ve üzüldüğünü" öğreniyoruz.
'Tırnak içindeki sözler aynen (Cumhuriyet, 12.2.1933).
söylemediğini söyler. Türklüğü üstüne almaz, Kürtlüğünü açıkça söyler
Bunlardan Kürtlüğe karşı en berbat sömürge zihniyetini uygulayanlaı vardır;
fakat onlarda bile bu uygulamanın haksızlığına, yanlışlığına aiı için için bir
kanı vardır. Yalnız bu kanısını açığa vurmaz. Zaten vursa bile, ilk olarak olan
biteni açıklayabilmek için elinde hiçbir belirli, bilinen ölçü yoktur. İkinci
olarak, bu olanların kaçınılmazlığını, o Doğu ka-derciliğiyle felsefeleştirmiştir.
Bu felsefe alt zümre aydınını bir kabus gibi sarmış, savaş cephesinin boğucu
gazları gibi ezmiş ve sersemletmiş bulunuyor. Üst zümre aydını silik ve sahte
bir mangır gibi kişiliksizdir. Â*lt zümre aydını aman vermez bir sel baskınına
uğramış insanlar gibi sarılıp tutunacak bir saman çöpü bulamaz. Bazen can
havliyle kişiliğini kurtarmak için yanındaki felaket arkadaşlarının boğazına,
fakat pek de istemeyerek sarılır; için için kaynayan hoşnutsuzluklarını
boşaltacak yer bulamaz. Bu iki kutup arasındaki fark neden? Buna yukarıda
da işaret ettik: 1- Üst zümre aydını: Türk burjuvazisinin çapulunda yaptığı
omuzdaşlığını ödüllendirir. Kemalist sistem sayesinde komprador
vurgunculukla, yavaş yavaş önce az çok para sahibi olur. Sonra bu parayla
Kemalist tümlüğün bir parçası olan tefeci sermayedar haline gelir. Tefeci
sermayedarlıktan toprak sahipliğine geçmek, üst zümre aydım için
yeryüzünün biricik ülküsüdür. Şu halde bu zümre kendiliğinden aşağı halk
tabakalarına değil, üst tabakalarına ve Kürdistan'ın burjuva unsurlarına
yakındır. "Gözü yukanda"dır.
2- Alt zümre aydını: Hürriyet'le yapılan resmi çapul-soygun ve "yağma
Hasan'ın böreği"nden aldığı ufak payla, maaşının ve kazancının yetersizliğini
ve açığını ancak kapatabilir. Onun için "yükselmek", tefeci ve toprak sahibi
olmak uzak bir seraptır. O seraba kavuşmak istemez değil, ama
kavuşamayacağını da bilmez değil. Hattâ yoksul Kürt halkının soyuluşunda
ufak bir aksaklık, onu, gösterişli işlere bayılan Kemalizmin, "güya suistimal
mücadelesi"ne yem bile edebilir.
Onun için, alt zümre aydını, burjuva unsurlarından çok, yoksul halka
2
yakındır. Yalnız Kemalizmin, halkla kendi arasına gerdiği yapay ... "Çin
şeddini" kendiliğinden anlayabilecek manevi hamlesi henüz yoktur. Gözleri
aşağıda başı düşüktür. Bu iki zümrenin sınırlarında dolaşan iki tipin melezi
"geçit unsurları" bulunduğunu eklemeye gerek var mı? Doğu illeri
aydınlığının sayıca azlığına karşın önemi neresindedir? Cumhuriyet
burjuvazisinin yerli halkı ezip soyuşunda maddi manevi aracı ve alet
2. Bir kelime okunamadı.
oluşunda... Hiç unutmamalı ki, Kemalizm Doğu illerinde siyasal örgütünü bu
aydınları avlayabildiği oranda güçlendirir. Ve manevi nüfuzunu aynı
zümrelerle propaganda eder. Şu halde Kemalizm Doğudaki temelini iki
direğe dayıyorsa, direklerden birisi bu aydınlardır. Cumhuriyet burjuvazisi
Doğuda iki bacakla yürüyorsa, bacağın bir tanesi aydınlardır.
3- Burjuvalar: Doğu illerinde burjuva unsurları var mı? Var. Bu unsurların
zümreleri nelerdir? Doğu illerinin klasik anlamıyla "burjuvadan çok,
"burjuvalaşan" unsurlar içinde egemen tip, ticaret sermayedarı ile tefeci
sermayedardır. Bu iki başlıca kategoriden sonra gelenler finans-kapitalistler
ve en belli belirsiz olanlar da sanayi kapitalistleridir. Sanayi sermayesi
burada hâlâ koza döneminde el imalathanesi aşamasındadır. Banka
sermayesi Batıdaki rolüne* Doğuda da girişmek üzeredir. Geç gelmesine
karşın bölgenin bütün sivrilmiş kapitalistlerini biricik finans-kapital kampında
derlemek ve Türk burjuvazisinin kasalarıyla bağlayarak, İş ve devlet
bankalarının uydusu durumuna getirmek girişimindedir. Burjuva unsurların
oranı % 1-1,5 civarında. Doğu illerinin burjuvalaşma sürecine uyan unsurlar
başlıca şu üç kökten gelir: 1- Ağalardan, 2- Tüccarlardan, 3- Aydınlardan.
1- Aydınlardan: Nasıl geldiğini bölümünde anlattık. Bunlar müteahhitlikten
genel hizmetler denilen şekle kadar çeşitlidirler.
2- Ağalardan geliş: Ağa deyince çoğunlukla derebeyi ve derebeyi artığı
toprak ve emlşk sahipleriyle çok az ve seyrek olarak da bazı kalın ve refah
içindeki köylüleri anlatmak istiyoruz. Bunlar kısmen kendiliklerinden, kısmen
Kemalizmin yönetsel ve siyasal önlemleriyle yavaş yavaş ölüler halinde kalan
topraklarını, yine kısmen çın çın öten gönüller çeken çil akçeye çeviriyor ve
akçeleri işletmenin kapitalistçe yollarını, bazen aramadan bile buluyorlar.
Daha çok rantiye kapitalizme eğilim gösteriyorlar: tarım burjuvaları.
3- Tüccarlar: Bu zümreye: a) İşi küçükten büyüten bezirganlar,
manifaturacılar vb. azmanları, bir sözcükle özellikle tüccarlar; b) Katırcılar
(büyük ya da küçük bir tür ticaret kervancıları); c) Kaçakçı tüccarları girer.
Bu üç grupta burjuvalaşan unsurları, ilişki ve ilgilerine göre halkla Kemalizm
arasında dizersek, Kemalizme en yakın olanların başında aydınlıktan gelme
burjuvalar, sonra ağalıktan gelmeler, en sonra da üçüncü zümre gelir.
Üçüncü zümre içinde de, yine Kemalizmle en çok çelişki içinde olanlar,
tersine hizadakiler, yani aşağıdan yukarıya önce kaçakçılar, sonra katırcılar,
sonunda özellikle tüccarlardır.
Kategori gereğince tanımlan şu olan, Doğu illerinin burjuvalaşmış unsurları
içinde yukarıdaki stratejik sınıflama, daha çok yatay olarak bir bölümdür.
Oysa yalnız böyle bir sınıflama da yetmez. Ayrıca dikey olarak da bir
sınıflama yapmak gerekir. Yani aşağıdan yukarıya doğru da tabakaları
ayırtetmek gerekir. Başka bir deyişle, bu üç kategori içinde küçük
kapitalistlerle daha kalın ve kodamanları aynı çıkar ve düşünceli değildirler
Genel kural olarak denilebilir ki, burjuvâlaşan unsurlar içinde daha büyük
olan sermayeliler, daha küçük sermayelilerden çok Türk burju-vazisiyle emek
birliği ve sömürü beraberliği kurmuşlardır.
a- Burjuvalaşmış aydınlar, eskiden beri bağlı oldukları Kemalist devlet
aygıtıyla içli dışlıdır. Onun için Türk burjuvazisi ile hemen hemen sızıltısız bir
klik halinde bulunur. Henüz Türk burjuvazisiyle ciddi bir uyuşmazlık sorunu
yok gibi.
b- Burjuvalaşmış ağaların Kemalizmle bir geçmişte, bir gelecekte olmak
üzere iki mız noktası vardır. Bu kategori hoşnutsuzdur, çünkü: 1- Geçmişteki
ve aslındaki sınıfın izlerini psikolojisinde taşır; 2- Şimdiki durumda ve
gelecekte, Kemalist burjuvazinin sinir sistemi demek olan fi-nans-kapital,
şebekesini büyüttükçe, bu zümrenin çokça bir kısmına karşı tefeci
sermayeyle başlamış olan karşıtlık gibi çatışmalara uğrayacaktır. Bu
3
zümreden ... tarım kapitalisti olma becerisini gösterenlere karşıysa, Türk
burjuvazisinin çoktan güveni kalkmıştır. Doğu illerinde tarımın
makineleşmesi değil, ilerlemesi bile Kemalizme dokunuyor. Onun için
oralardaki traktörleşme girişimleri, her zaman sözle verilen vaatlere karşın,
bürokrat faaliyet içinde boğuntuya getiriliyor. Ve sadakati su götürmez
unsurlar buluncaya kadar örnek çiftlikten öteye geçemiyor. Bu yüzden bu
zümre burjuvalaşmış Doğu illileri içindeki tepkiler, "ulusal" denilen öz
burjuva eğiliminden çok, "karşı-devrim" denilen geriye özlem biçiminde
kalıyor.
c- Üçüncü kategorinin üç türü içinde Kürdistan. tarihi ve ekonomik koşulları
bakımından en ortodoksu, burjuva temsilcisi katırcılar oluyor. Bunlar
kaçakçılıkla da bulaşır, özellikle tüccarlık da yaparlar. Fakat içlerinde
Kemalizmin mutemedi olan milletvekillerinden en hoyrat pîranlara kadar
gayet farklı, fakat Kürdistan burjuvazisinin bütün özelliklerini temsil eden
tipler yetişir.
Kürdistan'in iç köylerine doğru dal budak «alan değiş-tokuş ilişkilerinin
temsilcileri, özellikle bu üçüncü kategori tüccarlardır. Bunun3. Bir kelime okunamadı.
la birlikte, bunlar iç köylerde <te"henüz bağımsız birer güç şeklinde
gözükmüyorlar. Özellikle aşiretler arasında ticaret yapabilmek için, ya aşiret
başlarıyla tanışmış ya da oranın yerlisi olmak gereklidir. Talandan
kurtulabilmek ve serbestçe ticaret yapabilmek için klasik koşul, ağanın
akrabası olmaktır. Yoksa doğrudan doğruya aşiret içine girmek bir serüven
olur. Ağa zaten sorulursa malı satmaz. Fakat perakende mal satmaz, yoksa
yıllık ürününün fazlasını toptan satışa çıkartmaz değil. Bu satışlar gibi, genel
olarak şehirle köy arasındaki değiş-tokuş, hele aşiretlerin asıl sosyal bünyeyi
oluşturdukları bölgelerde -ki bu bölgeler Kürdistan'm büyük bir kısmını tutarhep ağayla içli dışlı hısım akraba olmuş tüccarlar tarafından olur. O zaman
ağanın adamları aynı zamanda tüccarın koruyucuları olur. Bu tüccarların
çoğunluğu, oldukça sermaye biriktirebilirse, toprağa döner. Köy tefecisi,
üretici güçleri az çok geliştirmiş toprak sahibi ve tarım kapitalizminin
rüşvetleri olur, bazen de ağalaşmaya kadar gideder. Bunlar Türk
burjuvazisinden çok Kürt köylülüğüne ve Batı illeri pazarlarından çok Suriye
pazarına bağımlıdırlar. Sıkıyönetimde ağaları gölgede bırakmak ve ağır
ekonomik ve mali baskılarla bütün varlığına baçtan çok ortak çıkarak
ekonomik ve siyasetçe zulmüne uğradıkları Kemalizme candan düşmandırlar.
Bununla birlikte, derebeyi artığı ilişkilerle de daha dost sayılamazlar. Onun
için "ehveni şer"dirler.
Köylülük
Oranları Doğu illeri nüfusunun onda birini bulan bu sınıf ve zümrelerden
sonra Doğu illerinde koskoca bir "köylülük" kütlesi var demiştik. Bu büyük
yığın içinde farklılaşma eğilimi ne olursa olsun, egemen ilişkiler henüz klan
ve derebeyi ilişkileri olduğu için, köylülük deyince, burjuvazinin "tarımcı"
dediği sözcüğün altında gizlenen bey ve ağalığı bir yana bırakınca, geri kalan
tüm toprak üreticilerini gözönüne getirmek olanaklıdır.
Biliniyor, derebeylik Osmanlı İmparatorluğumda Tanzimat-ı Hayriye'den beri
resmen "ilga edilmiş"tir. Fakat bu ilga ancak derebeyliğin kehdi kendine
lavedilecek haline geldiği, zayıfladığı yerler için ve merkezi derebeylik
namına yapılmıştı. Kürdistan derebeyliği olduğu gibi kalmıştı. Nitekim
Gülhane Hümayunundan çok sonra, 19. yüzyılın ikinci yarısını geçtikten
sonra 1855'lerde, eski "kesim", yani derebeyi aidatı yerine, dah?.
merkeziyetli sayılan aşar konulabilmişti ki, bu şekil de, doğal ekonomiyi
"tekerrür" ettirme düzeninden başka bir şey değildi. Cumhuriyet burjuvazisi
de "yaşı benzemesin" dedeleri gibi, yani Tanzimatçı burjuvazi gibi, derebeyliği bir daha ilga etti. Fakat ekonomik gerçeklikler, o Büyük Millel
Meclisi duvarlarından geçmeyen ferman okumalarla değil, ancak geniş
kitlelerin kollektif hamleleriyle etkilenebildiğine ve Kemalist burjuvaziyse
herhangi bir kitle hareketinden evvel ezel ödü patlar bir nesne olduğuna
göre, bu seferki ilga da İsmet Paşa'nm sık sık başvurduğu "zaman"
hazretlerinin keyfine bırakıldı. Başka bir deyişle, şapka devrimi, dil devrimi,
din devrimi, tarih devrimi diye bütün burjuva reformlarını davul zurnayla ilan
ederek kamuoyunu boşlamamayı güden Kemalizm, burnu dibinde ülkenin
üçte birini (ve belki yarısından fazlasını) ahtapot gibi sarmış derebeyi ve
artıkları ilişkilerini gençliğe ve kütlelere hedef göstererek, demokratik
burjuva devriminin en zorunlu görevlerini olsun başarmayı tehlikeli bir oyun
bildi.
İşte onun için, tam kapitalizm gelişiminde, gayet farklılaşmış çeşitli zümre ve
kategorilere, ta tarım burjuvazisinden, tarım proletaryasına kadar karşıt
kutuplar arasında sıralanan tabakalara bölünen köylülük, Doğu illerinin
yarı-derebeyi ve yan-klan egemen sistemi içinde, henüz birçok tabakanın
tohum halindeki amalgamı gibi,henüz tekdüze ve bütün görülen bir yığın
görünüşünü kaybetmemiştir. Fakat hele burjuvazinin tarımcı diye andığı
büyük %86,24 oranı içindeki bütün insanların bir makastan çıkma çıkarlı,
biricik bir hamur oluşturdukları sanılmamak. Tersine köy nüfusu deyince,
bunu da ikiye bölmek gereklidir: 1- Genel olarak bey ve ağa denilen sınıf; 2Ezilen köylülük.
Ancak böyle bir ikiye parçalanıştan sonradır ki, iki belli başlı sınıf gözümüze
çarpar. Ve o zaman köylülük deyince, ufak tefek farklılıklara karşın egemen
beyliğe ve ağalığa karşı, genel çıkarları ortak biricik bir köylülük sınıfı gün
gibi aydın ve belli olur. Bu iki sınıfı ayrı ayrı incelerken, aynı zamanda her
ikisinin karşılıklı ilişkilerine de değinelim:
1- Beylik ve Ağalık (Aşiret): Kürdistan sosyal bünyesindeki egemen sistem
ortaçağa özgü ve "efradını cami ağyarım mani" bir derebeylik/feodalizm
sayılamaz. Ezberden yargı verileceğine, olana yakından bakılacak olursa ta
Urfa, Malatya'dan Erzurum, Van, Erzincan'a kadar uzanan bölgelerde aşiret
sisteminin egemen olduğu görülür. Derebeylik Kürdistan tarihinde de yer
tutmuştur. Fakat orada derebeyliği temsil eden, ancak eski Türk ve İran
egemenlikleri olmuştur. O egemenlikler zamanında, Kürdistan'ın belli başlı
tümsekleri ve kervan uğrakları üstünde kurulmuş karalı beyazlı yalçın kaleler
türemiştir. Fakat bu derebeylikler, aşiretlerin bünyesinde kendi damgalarını
sağlayamamaksızın, aşiretlerin üstünde adeta zeytinyağının su üstünde kalışı
gibi kalmışlardır. Yağ
dökülür ya da yanar yanmaz, eski saltanatların kandili sönmüş, fakat
kandilin dibindeki su olduğu gibi kalmıştır denilebilir. Fakat uzun yıllar ve
belki de yüzyıllarca yan yana ve alt alta-üst üste yaşamış olan Ortodoks
derebeyi sistemiyle aşiret sistemi arasında, hiçbir ilişki ya da müdahale
olmamıştır demek, soyutlamanın cıvıttınlması olur. Kandilin içinde yanan
zeytinyağı bittikten sonraki su, kandile yağ konmadan önceki suya nasıl hiç
benzemezse ve yanan yağdan sonra birçok kirli ve zehirli leke ve
mundarlıklar yadigâr kalmışsa, tıpkı öyle Kürdistan aşiret sistemi de, gelmiş
geçmiş derebeylerden bir dizi artıklarla rengini, saflığını kaybetmişti. Aşirete
aşiretliğini kaybettiren bir yön de, kapitalizmde ve kapitalizmin son
aşamasında bulunuşundadır. Onun için beylik ve ağalık sözcükleri altında
tanımlanan aşiret sistemi, bugünkü Kürdistan'da sosyal organizmanın hücresi
demek olan klan şeklinin derebeyleşmiş ve burjuva düzenindeki örneğidir.
Onun için bu sisteme deyim yerindeyse "feodalo-klan" demek daha doğru
olur. Aşiretin ekonomik temeli yer yer ufak tefek değişiklikler gösterir. Özü
doğal ekonomi kalmak üzere aşirette çobanlıktan kervan ticaretçiliğine
kadar, adeta doğal bir evrim sürecinin basamak basamak aşamalarına
rastlanılır. Aşiret arasında köylülüğün ağalara, ağaların beylere bağımlı oluşu
gibi bir hiyerarşi vardır. Fakat bu hiyerarşi bağı, hiç de derebeylikteki kadar
güçlü ve devamlı değildir. Örneğin Dersim'den Ararat'lara kadar uzanan, ne
ismi ne cismi bugün bilinmeyen bazı kabile taslaklarına bağlı, Sadi, İzal,
Haran, Haydaran, De-menek, Alan, Haryan gibi aşiretler var. Bunlardan
bazılarının arasındaki kişisel hısım akrabalık gibi bağlan bir yana bırakılırsa
-çünkü başka aşiretten kadın alan davar almış gibidir- hemen her aşiret,
hattâ bazı yerlilerin deyimince "mutlak surette hür"dür. Aşiretlerin ekonomik
etkinlikleri özü itibarıyla oldukça ilkel bir kara saban bozuntusuyla
tarımdır.Hattâ pek çok iç köylerde hâlâ kadim kölelik döneminin el
değirmenleri hüküm sürer. İşte bize, doğal ekononimin aile işbölümüne ufak
bir örnekle başlayan kısa bir manzara:
"Bir konağın önünde çardağın ilerisinde (Yazar, Çaldıran'dan taş ormanı
'Gireler'in kıyısında Haydaranlı aşiretinin merkezi Soluksu köyünde
misafirdir) üç kadın vardı ki, birisi hamur yoğuruyor, ikincisi bunu kalın bir
yufka yapıyor, üçüncüsü de yufkayı altta ateş yanan bir saç üzerinde
pişiriyor. Yufkanın hamuru darı ve arpa karışımının düz taş altında elle
ezilmesinden oluşan bir unla yapılmıştı ki, bu haliyle bir kepek peltesine
benziyordu. (Bu Kürtler tahılı değirmende öğütmeyi bilmezler)."* 4. Yusuf
Mazhar: "Ararat Eteklerinde", Cumhuriyet, 207.1930.
Üretici güçlerin bu derece ilkel olduğu yerlerde barınacak binalar, genellikle
Çal Karmitilerinin kulübelerinden farksız bir çamur tümseği, Kürtlerin
giydikleri kavuk külahlara benzer yuvarlak ya da damlı kulübelerden
ibarettir, iç düzenleri yeraltı deliklerinden oluşur. Aynı gezgin yazar bir aşiret
reisinin "konak"mı şöyle betimler:
"Bu (konak) uygar yerlerde içinde hayvan bile bağlanmayacak kadar
karanlık, nemli, havasız bir yeraltıydi. Eğer Haydaranh aşiretinden bir Kürde
İstanbul sokağında rasgelir sorarsanız, Soluksu'daki Haydaranlı aşiret reisinin
bu konağını (Karnak) sarayı gibi betimleyerek kendisine yalandan ibaret bir
gurur yapar."
Aşiretin geçim çekirdeği budur. Fakat bu yer "ortalama"dır. Aşiret geçiminin
iki ucundan biri çobanlıkta, diğeri bezirganlıktadır. Sürmeli Çukur'da dolaşan
Yusuf Mazhar, bize çobanlık biçiminin egemen bulunduğu yerlerden birini
gösteriyor:
"Buralar eskiden çok bayındırmış... Fakat şimdi çoğu aşiret beylerinin ve
beylere güvenen köy ağalarının malı olan koyun sürülerinden ibaret bir
servete sahiptir ki bunlar alanın beslemeye ve yetiştirmeye uygun olduğu
miktarın pek altındadır."
Marx Kapital'inde, ilk değiş-tokuşun göçebe kabileler arasında ve toplu bir
şekilde başladığını söyler. Kürdistan'ın kışın Suriye ve Irak'a, yazın Erzurum
yaylalarına doğru inip çıkan çoban ve göçebe aşiretleri, buranın ücra
köşelerindeki değiş-tokuşlarda önemli etkendirler. Kemalizm bile, bunlara
aralıksız güneye mal satmalarını ve oradan para getirmelerini tavsiye ederek
o yolda döviz bekler.Bir tür kervan bezirganlığı yapan bu göçebe aşiretler,
kuşkusuz kollektif alışveriş temsilcisidirler. Ve kaçakçılıkta büyük bir rol
oynarlar. Bu bakımdan Kemalist burjuvaziyle, adeta her gün silahlı mücadele
durumunda kalırlar. Birbirlerini yemeleri, Kemalizmi rahat bırakmalarına
neden olur. Böyle bir ekonomi üstünde kurulacak sosyal örgütün biçimi
biliniyor. Toplum ekonomisi çobanlıktan tarıma geçerken, toplumun niteliği
de artık ilkel komünizme veda eder. Anahanlığın masum ve yumuşak insan
ilişkilerinden, babahanlık döneminin zorbalığına ve ilk sınıflı toplumun
diktatörlüğüne dönüşür. Bu dönemde babahan hep ve ruh, öteki bireyler hiç
ya da madde haline gelir. İşte Kürdistan aşiretlerindeki ağanın niteliği, bu
derebeyinden çok babahan ve ulu bencilliğine yakındır. Yusuf Mazhar
uğradığı yerlerde gördüğü ba-bahanlan şöyle anlatır:
"Aşiret başkanları bunların güç odağıdır.... Kuzey bölgesinde Kürd bireysel
kazanç sahibidir. Fakat kazandığı, başkanın emrindedir. Bu nedenle
başkanlar aşirette nüfuza sahiptirler... Başkanların bu gücü bazı durumlarda
aşiretin önemli ve (siyasal) işlerinin parayla görülmesini de sağlamaya
yetiyor. (Nitekim burjuvazi bunu epey kullanıyor.) Aşirette bireysel hak
yalnız beydedir. Diğer halkın hakkı beyin nefsinden kaynaklanır."
Onun için de ağanın evi, hattâ köyü, babahanm türbesi kadar kutsaldır.
Yukarıda bir konak betimlenmişti. "Burası kör Hüseyin paşanın kardeşi
Yusuf beyin evi ve Haydaranlı aşiretinin ocağıymış. Haydaranlı aşiretine
mensup Kürtlerin gözünde bu köy ve konağa büyük bir saygı beslenil-miştir."
Hemen bütün davalarda, bu tür bir başkanın hüküm sahibi olması doğal değil
midir? Oysa burjuva yazarı bu sonucu görünce şaşakalıyor:
"Hayret edilecek (diyor) -ya da nedenleri derinliğine incelenecek- halen bir
köylünün uğradığı bir tecavüzden dolayı aşiret başkanına başvurmasıdır.
Kesinlik kazanmayan olaylar hükümetin bilgisi dışında bırakılır. Bazen kesin
olaylarda bile hükümetin haberi olmaz." Bu metinden de anlaşılacağı gibi,
hattâ "kesin olaylar"ın bile hükümete yansıması için, olay faillerinin başka
aşirete kaçması gereklidir. Yoksa aynı aşiret içinde hükümete yer verilmez.
Bu ekonomik ve sosyal "havayı nesimi" içinde yaşayan halkta yaygın bir
"ulu" -ya da Kürdistan halkının ağzından, Türk basınının kurtarıcı karşılığı
olarak hiç düşmeyen- "sahip" gereği düşüncesi kendiliğinden anlaşılır. Adı
geçen gezginci yazar, kendisini düşman aşiret sınırından geçiren ağanın
silahlı adamlarından biriyle konuşuyor. Bu adam Celali mültecisiymiş. "Bugün
(diye devam ediyor yazar) en büyük endişesini, iki aşiretin barışması halinde
kendisini eski aşiretinin intikamına terk edecekleri oluşturuyordu. Ben dedim
ki, bu kadar korkuyorsun, daha uzaklara git. İnsan çalıştıktan sonra her
yerde yaşayabilir. İstersen seni Hasankale'ye göndereyim... Orada daha çok
çalışmadan, bundan iyi geçinirsin; gönül rahatın da olur. Kürt delikanlısı
söylediğim sözü kafasının içinde bir süre evirip çevirdikten sonra geçirdiği
hayattan ayrılmayacağını anlattı. Türkçe'yi iyi bilen biri: 'Beyefendi... Biz
oralarda yapamayız. Bizim beyimiz olmazsa halimizi kim sorar? Bize kim
sahip olur? Elimizden kaza çıkarsa bizi kim arkalar?' dedi."
Burjuva basınının bütün maaşlı burjuva ve küçük-burjuvacıkların Mustafa
Kemal hakkında, başka sözcüklerle de olsa buna benzer serenatları
yapanlardan ayrı gayrı olmayan yazarcık, Kürt delikanlısının bu sosyal olarak
doğal ideoloji ve psikolojisini şöyle betimliyor: "Bunlarda bağımsızlık ve
özgürlük duyguları temelinden yok ve ruhları özsaygıdan uzak."
Kürdistan aşiretlerinin, ataerkil bünyesini belli eden gelenek-göreneklere
karakteristik bir örnek de, kadının konumudur. Bir kızı seven
oğlanın babası, kızın ailesine bir kişi gönderir, söz alırsa bu kez yine oğlan
tarafından birkaç kişi giderek kızın babasıyla pazarlığa girişir. Yoksullar için
bin, orta halliler için 5 bin, ağalar içinse 15 bin kuruş (gümüş) para kadar bir
"kalınt" (yani başlık) kesilir. Sonra bir yemeni ya da seccade gibi bir "dilbağı"
(nişan) bağlandı mı, artık kız satılmıştır. Kıza kimse karışamaz. Düğün
hazırlığı bitince oğlanın babası "mum dağıtır", atlılar gider, kızı alır getirirler.
(Arada söylemiş olalım ki, burada asıl nikah "seyit"lerin yaptığıdır.
Hükümete, ünlü sözcüğüyle, "muhbir-i sadık" düşman tarafından ihbar
edilmezse, evlenmenin tescili mescili yoktur.) Böylece satılan kızın yeni
sahibi kocasıdır. Koca satın aldığı karısını öldürmek de dahil olmak üzere
öldürmeye kadar cezalandırmakta haklıdır, kimse karışamaz. Yalnız kızı
öldürdüğü zaman, babasına "kızın kanını" öder (yani bir miktar para ya da
birkaç dönüm toprak verir) ve sorun kapanır gider.
Ortaçağ Avrupasında da iki tür derebeylik vardı: 1- Fani, 2- Ruhani...
Kürdistan'daki ağalık için de böyle bir betimleme yapmak olanaklıdır: 1Seyitlik ve şıhlık (ruhani), 2- Asıl ağalık (fani). Seyitler (Türkçe "efendi",
"sahip"ler) özel deyimiyle "din hizmetlileri"dir. Ve ağalığa oranla
bağımsızlıkları tamdır. Bunların adeta Avrupa'daki keşişlere karşılık gelen
"talib"leri, yani bir tür "ruhani koruyucuları, bir de müridleri vardır. Bu
müridler ağadan, halktan ve herkesten olabilir. Seyidin bir tür ümmeti ya da
uyruğudurlar. Seyitler mezhepçe İmam Cafer'i Muhammet'ten üstün tutan
bir tür Bektaşi babalandır. Hattâ daha önce seyid kabilelerinden en büyük
(Seyit Sabun'a) birkaç yıl bir kere "niyaz" (bir tür ruhani bâc) götürürlermiş.
Bunlar namaz kıldırmaz; namazı "Türklere ait" bir sorun sayarlar. Bugün
Doğu illerinde tanınan yalnız üç seyit kabilesi vardır, ki bunlar da
hiyerarşilerine göre: Seyit Sabun, Baba Mansur ve Kırışan'dır. Hişerarşi
küçüğün büyüğüne "niyaz" (din cezbesi) verişiyle maddeleşir. Seyitlik aşiret
klanının kapalı kastlığını ideolojileştiren ve dinleştiren örgüttür. Sözgelimi
seyit ancak seyitle evlenebilir. Kürtle, talibiyle evlen-emez. Fakat seyidin
talibi de başka dinden adamla evlenemez. (Hele Ermeni ile evlenirse telin,
afaroz edilir.) İşte adeta bir tür ağalık üstüne ağalık demek olan seyitlikle,
asıl dünyevi ve fani ağalık arasında ekonomik ve siyasal, nüfuz bakımından
bir rekabet kolayca alevlenebilirdi. O zamana kadar pusuda yatan bu
rekabet, Şeyh Sait isyanıyla birlikte, epey ilginç bir biçim aldı. Ve bir
zamanlar Meşrutiyet burjuvazisi ile el ele vererek Ermeniliği mülksüzleştiren
Kürdistan ağalan, Şeyh Sait isyanında da, ezeli doğaları gereği cumhuriyet burjuvazisiyle birleşerek, seyitliği
mülksüzleştirmeye giriştiler. Görünüşte Zazalara karşı Dersim Kürtleri
çıkıyordu. Fakat işin daha derinliğinde bu maddi ağalıkla manevi ağalığın
çarpışması da gizliydi. Kemalizm dini dogmalar biçiminde Türklüğe düşmanlık
geleneğini devam ettiren seyitliği ve tekkeleri bu şekilde yasak etmiştir.
Bu yasağın bütün burjuva yasakları gibi içyüzünü araştırmak uzun sürer.
Yalnız şurası unutulmamalı ki, bugün seyitlik, yalnızca kendi biçiminde yarı
yasadışılığa geçmiş olmaktan başka türlü etkilenmiş gözükmüyor. İç Kürt
köylerinde bütün tören ve örgütüyle olduğu gibi yaşıyor. Yukanda
söylediğimiz seyit kabileleri, seyit kabileleridir. Yalnız daha önce olduğu gibi,
şimdi Bektaş-ı Veli'ye niyaz götürülmüyor. O kadar... Hâlâ ta Kars'a ve
Gula'ya kadar "devr"e giden seyitler vardır. Hattâ bunlar arasında hükümetin
eline nasılsa düşmüş bazıları, yolda tekrar kaçırtılacak kadar nüfuzlar bile
yaşarlar.
2- Köylülük: Burada Kürdistan nüfusunun hiç kuşkusuz onda sekizini
oluşturan büyük yığına doğrudan doğruya değiniyoruz. Fakat köylülük
deyince onun ağalıkla ilişkisini temel olarak alıyoruz. Tezimiz de bu.
Kürdistan köylülüğü deyince, başlıca dört tip gözönüne gelir: 1- Doğrudan
ağa yönetimindeki köyler; 2- Serbest (muhtarla yönetilen) köyler; 3-"
Ameliye"ler; 4- İskân edilen köylüler.
a) İskân edilmiş köylüler: Türk burjuvazisinin özellikle il merkezlerine, yani
devlet nüfuzunun az çok duyulduğu yakın yerlere, özellikle kadim Osmanlı
Avrupasından ayartarak ya da değiş-tokuş şeklinde zorla yerinden
yurdundan ederek sürüklediği ve buralarda iskân ederek, aklınca Türk
kültürünü yayma aracı yapmak istediği Türk köylü kolonileri var. Bunlar tipik
köylüdürler. Fakat önce iskân edildikleri köylerin ortak şikayetleri, sonra
Kemalizm yasalarının bilinen esnekliği yüzünden, bunlara vadedilen muafiyet
yılları çoğu zaman sakatlanır. Onun için bu unsurlar, zaten azınlık
oluşturdukları bu bölgelerde, ayrıcalıklı ve yabancı du-rumlann çevrelerinde
uyandırdığı düşmanlığın da katılmasıyla, ekonomik olarak tutunmaya zaman
bulamadan, bir tür "harcanır"lar. Aslen Kürtlüğün ve çevredeki doğal ve
sosyal koşulların müthiş asimilasyon etkisi bu Türk kolonilerini hemen ufaltır.
Ve en sonunda, ya ortadan bir birlik ve bütünlük olarak kaldırır, ya da
aşiretleştirerek yine Kürtleştirir. Yusuf Mazhar, Sürmeli Çukur'u betimlerken
şöyle diyor:
"Köyler seyrek ve harap, nüfus azdır... Köylerin halkı Kürtleşmiş Azeri
Tür/deridir ve her köy bir aşirete bağlı olduğundan, o aşiretin baskısından ve
diğer aşiretlerin de saldırısından korunmuş kalır."
Bu bakımdan Doğu illerinin bu tip köylülüğü, Türk burjuvazisi için bir
dayanak olmaktan uzaktır. Pek yeni iskân edildikleri bazı yörelerde, olsa
olsa, Şeyh Sait isyanında örneklerine rastgelindiği gibi bu unsurlar Kürtlerle
birlikte silah depolarını yağma ederek küçük mülklerinde olan biteni
beklemekten ve ender olasılıklarla da bozguna uğrayan Türk hükümetine
görece bir geri çekilme noktası oluşturmaktan başka rol oynayamazlar.
b) "Ameliye"ler: Doğu illerinin köy ekonomisi çehresine damgasını vuran en
özgün ve herhangi bir sosyal altüstlükte önemli bir yedek güç oluşturacak
olan zümre, bu Türkçe'deki amele sözcüğünün karşılığı olan "ameliye"ler
yığınıdır. Bunlar belki yukarıda sözü geçen serseri-dilenci, köy lümpenleri
kadar yoksul ve devrimci ruhludurlar. Ve köy lümpenlerinden farkları, üretici
ve yaratıcılıklarını inanılmaz bir dayanıklılıkla korumuş olmalarıdır. Ameliyeler
ya hiç toprağı^olmayan, ya da devede kulak kabilinden, hiçbir zaman ne
kendisini ne de hele ailesini geçindiremeyecek kadar küçük bir toprağı olan,
onun için bir tür tarım işçiliğiyle geçimini sağlayan, köy üreticileridir.
Ameliyeler, dünyanın en yoksul insanlarıdır. Kürdistan'm paryası
konumundadırlar. Bunların sayısı, hele tarım mevsimlerinde, Kürdistan
üretici köylüsünün yarısı ve yarısından fazlası oranında büyüktür. Çünkü,
gerek küçük ekinci konumunda, fakat ağalığa bağımlı olan, ya da doğrudan
doğruya beyin toprağında maraba (miriyvo) sıfatıyla işleyen her köylünün
yanında, ya sürekli, hattâ bazen kaydı hayat şartıyla adeta çiftlik uşağı, ter
oğlanı gibi, ya da geçici, yani bir mevsimlik, birden çok fazla sayıda böyle
ameliyeler çalışır.Köylü konusunda da işaret ettiğimiz bu unsurlar, özellikle
Kürdistan'm en kalabalık unsurlarıdır.
Tarım işçilerinden farkları: İşgüçlerini henüz kapitaliste değil, ağanın yan
toprağında yarı kiracısı olan miriyvoya satmasıdır.
Marabadan farkı: Yalnız toprak yokluğunda değil, en ufak bir üretim aracı da
bulunmayışmdadır.
Bununla birlikte, miriyvo ve asıl tarım işçileriyle Kürdistan'ın ameliyeleri,
ırgatları, hizmetkârları arasındaki fark bu kadar bile keskince konamaz.
Çünkü bazen ameliydik yapanın da, dediğimiz gibi, "öldürmeyip süründüren"
bir toprak parçacığı şeklen bulunabilir. Sonra miriyvo demek, mutlaka
toprağı bulunmadığı halde, öküz, saban gibi, üretim aracı bulunan bir üretici demek değildir. Çünkü öyle miriyvolar vardır ki, ne toprağı ne
aleti ne de öküzü yoktur. Bütün bunları ağasından ya da beyinden alır. Ve
ürünün de şeklen üçte ikisini mal sahibine verir. Bu köylüler iç Kürdistan'da
miriyvoların çoğunluğunu oluştururlar. Bunları hangi zümreye koymalı? Tam
toprakbent mi, yoksa taşınabilir üretim araçlı maraba mı, ya da ameliye mi
saymalı? Bunların Doğu illeri bakımından ortak özellikleri, aşiretin babahan
ilişkilerinden süreğen ve uzun bir farklılaşma süreciyle yavaş yavaş değişime
uğratılarak çıkagelen ve ortak klan mülkiyetinin parçalanmasıyla doğan
karşıtlıklara bağlı oluşlanndadır.
***
Bu iki zümre köylülükten sonra, Kürdistan'da iki tür köy var demiştik: 1Ağanın yönetimindeki köyler, 2- Serbest köyler. Fakat ağanın yönetimindeki
köyler de ayrıca iki türdür: a) Ağanın köyü, b) Ağa yönetimindeki köy. Başka
bir deyişle, üç tür köy var: 1- Ağanın köyü: Ağanın tapu mülküdür. 2Ağanın yönetimindeki köy: Sözde toprağı ekenlere ait olan, fakat derebeyin
patenti altında bulunan köy. 3- Serbest köy: Yani muhtarla yönetilen ve
güya ağanın karışmadığı köy...
Gerçekte bu üç tür köy de bugün fiilen Kürdistan ağa-beylerinin emrindedir.
Ya aradaki fark nedir? Bunu anlamak için kadim ekonomi şekillerinden
kapitalist ekonomiye doğru başlayan eğilimlerin köylerde ortaya çıkardığı
sonuçlan hatırlamak yeterlidir. Bu sonuçları göz önünde canlandırmak için şu
iki süreci tekrarlayalım:
1- Derebeylikte: Avrupa derebeyliği, toprağında köylüyü sömürürken yeni
yöntemlere başvurmuştu. Derebeylik görmüş ve anlamıştı ki, köylü
toprakbent olarak, çalıştığı toprakta fazla yaratıcılığa önem vermiyor ve
kendinin olmayan toprağın tükenişini kayıtsızlıkla karşılıyor. Oysa bu
köylüde, ola ki yanılsama kabilinden olsa, bir şeye ve bir toprağa sahip oluş
hırsı uyandırıldı mı, köylünün çalışma çabası ve üretim yeteneği öncekinden
çok fazla artıyor. O zaman (11. yüzyıldan sonra) derebeyliklerin yanında
"censive" edilen, yani haraç ya da cizye veren komünler doğmaya başlıyor.
Komünler ya da köyler: 1- Bir soylu tarafından bir takım soysuzlara verilmiş
tasarruf alanlarıdır. 2- Bu alanlarda oturanlar, derebeyin şahsından çok
makamına bir oens, cizye ya da haraç verirler. Derebeyler bu alışverişte kârlı
olacaklardır. Çünkü, haraç veren köylüler eskisinin iki katı çalışmaya
başlamışlardı. Oysa eskisinden pek fazla bir
farkla yaşamadıkları halde, derebeyine daha çok haraç verebiliyorlardı.
Çünkü bütün artık ürünler her zaman derebeyine aitti.
2- Klanın dağılması: Özellikle Marx tarafından İngiltere'de sermaye birikişi
sırasındaki köy olaylarının saptanış şekillerinde buna ilişkin pek çok örnek
gösterilmiştir. Çözülmeye başlayan klanın o zamana kadar ortak olan
mülkiyeti ortaklığını kaybetmeye başlar. Fakat bu kaybediş senyörlerin
lehinde olur. Klanın sıradan bireylerinin o zamana kadar tanınmış bir kişisel
mülkleri olmadığı için klan kodamanları fırsatı kaçırmazlar. Topraklarının
sınırlarındaki küçük mülkleri de birer birer çitle ördürerek kendi sınırlan içine
alırlar. Buna engel olmanın ne olanağı ne de sonucu vardır. Ve eski klan
ululan yeni toprak sahipleri haline gelir.
İşte bugünkü Kürdistan köylülüğü içinde olan biteni kavramak için bu iki
süreci bir anda düşünmek gereklidir. Bugünkü Kürdistan, aşağı yukarı bu iki
tür sürecin aynı zamanda sarmaş dolaş olarak hüküm sürdüğü bir alandır.
Kürdistan sosyal bünyesinin bu özelliğini bildikten sonra artık ora
köylülüğünün ve köylerinin niteliği daha kolay anlaşılır:
1- Ağanın köyü: Aşiretin ortak topraklannın aşiret kodamanları tarafından
şahsen benimsenilişi ve zorla gasp edilişidir. Köylü konusunda bir ağanın
hangi yöntemlerle köylünün topraklarını zaptettiğini .bizzat burjuva
yazarlarından okumuştuk. Bugün ağa zulmüyle kıvranan birçok miriyvonun
ağzından dinlersiniz: Şu kadar yıl önce falan mezra, baba-lannın ve filan
komşularının mülküymüş. Kürdistan ağalığı hâlâ bugün bile, Kemalist
burjuvaziyle el ele vermiş, bazı köylüye toprak dağıtma palavralarına karşın,
ağa ve bey mülkiyetini yoğunlaştırmak faaliyetindedir. Top-rağını elde
edemediğini bir başkasına vurdurur; malını alır; vuran da dağa çıkar. Madem
ki burada köylü artık ağanın toprak-bendi demektir. Gerçi toprağa
demirbaşlanış bugün "yasal olarak" kaldırılmıştır. Fakat sosyal olarak değil...
Yukarıda Yusuf Mazhar'la "sahipsiz" olamayan Kürt deli-kanlısımn konuşması
"aşiretbentlik"e bir örnektir.
2- Ağanın yönetimindeki köyler: Yani bütün yönetsel yetkileri ve uygulama
güçleri ağanın elinde toplanmış olan, ağaya doğrudan doğruya bağımlı
köyler. Bunlar adeta, Avrupa'daki 11. yüzyıldan sonra beliren komünle
ağanın mülkiyeti arasında bir geçiş tipidir. Yani tam "komün sensitive" bile
değildir. Çünkü köylünün kişisel mülkiyeti bile henüz resmen olsun tam
sayılamaz. Yani hem bireyin tasarrufu var, hem de eski klanın ortak
mülkiyeti tanınır. Bu şekle yukarıda sözü geçen gezginci yazar da rastlıyor ve
onu şöyte karakterize ediyor:
"Güneyde olduğu gibi buralarda köylüler beylerin hesabına çalışmazlar...
Herkesin kendine mahsus çifti, çubuğu, hayvanı, toprağı vardır... (Biraz da
lahana turşusuna buyurun) Buralarda Kürtleşme olayı (yazara göre klan
sistemi demek Kürtlük demektir!) halkı bireysel tasarruf eğiliminden
yalıtacak kadar eski değildi ve ekonomik etkenler bu olayda doğrudan
doğruya etkili olmamışlardır. (Anlamı şairin karnında...) Fakat herkesin
bireysel olarak sahip olduğu tasarruf hakkının aşiret başkanına zorunlu
olarak ait oluşu vardır. Aşiret başkam gelenekle belirli sınırlar çerçevesinde
çoğunlukla her kişinin tahammül edebileceğini bildiği bir derecede bu hakka
katılır... Fakat katılım biçimi dolambaçlı ve bazen zalimce bir aldatmacadan
ibarettir. Ve kişinin tahammül derecesi de son sınırdır. Bu nedenle köylüler
çok yoksuldur..."
Serbest köyler: Tekrarlamaya gerek yok ki, bunları adı "serbest köy "dür,
sanı "la communa censitive"in aşağı yukarı kendisidir. Ondan farkı ortaçağ
komünlerinin ortodoks derebeyi ilişkileri içinde, bizim serbest köyümüzün ise
dünya kapitalizminin emperyalizm aşamasında bulu-nuşundadır. Serbest
köylerde mülkiyet daha çok kişiye malolmuş durumdadır. Köyün yönetimi de
resmen burjuva düzenini hoşnut kılacak şekildedir. Muhtarla yönetilir. Fakat
bu görünüşle böbürlenecek kadar Kemalist olmaya olayın tahammülü yoktur:
Ağalığın da kendine göre Kemalizm kadar bir esnekliği vardır. Kemalizmin
arâsıra yaptığı seçim komedyaları kadar ağanın da demokrasi tuluatında
aktörlük yapamayacağını sanmayın. Adet yerini bulsun diye herkesle birlikte
Kemalizmin şu "serbest köy"lerinin de bir muhtar ve bir de idare heyeti
seailir. Fakat seçilen muhtar ve heyet ağanın adamlarından başkası olamaz.
Bu biçim ağanın arayıp da bulamadığıdır. Kürdistan köylüsünü dinlerseniz,
size ağaların uzak köyleri kendiliklerinden serbest bıraktıklarını anlatırlar.
Gerçekten ağanın bu biçimden kaybettiği şey çok azdır, fakat kazandığı o
kadar az değildir. Çünkü bu kez haraç vermeyen köylü yoktur. Haraç
alındıktan sonraysa, köylünün serbest, yani daha çok çalışır olması daha kârlı
bir iştir. Ondan sonra ağa, Kemalizm ve kısmen de çalışkan köylülükle
(çalışkan köylülükle "kısmen", çünkü manevralarının içyüzünü bilmeyecek
köylü yok gibidir) kendi arasına su geçirmez bir perde germiştir. Köyde olan
biten ağanın direktifi altındadır. Fakat bu olan bitende ağa için bir
"sorumluluk" yanı ortada bulunamaz. Böylece ağa ezeli deve kuşu masalını
oynar.
İşte Kürdistan köyleri bu sistem alünda yaşar. Bu köylerde yaşayan ya da
zulüm gören köylüler, ya önce işaret ettiğimiz ameliyeler, ya yarattığı
ürünün üçte ikisini ağaya ve yansını Kemalist devlete veren miriyvolar, ya da
adı "serbest" haraç veren, vergi veren, vermezse ağanın, jandarmanın,
tahsildarın talanına uğrayan serbest, "özgür" köylülerdir. Bu üç tipin arasında
tabiri caizse "kıl kadar fark yoktur". Çünkü bugün özgür köylü olanın yarın
miriyvolaşması ve öbür gün ameliye haline gelmesi, Kema-lizmin sayesinde
yasalaşmış ya da bilinen demagojinin özel deyimiyle "tedvin edilmiş"
bulunur.
Kürdistan köylülüğünün bu tarafta daha çok ağalıkla olan ilişkilerinin hepsine
birden değiniyoruz. Fakat Kürdistan ağalığıyla Kemalizmi birbirinden ayırmak
ne kadar zor!.. Kürdistari'da bugün, ağalığın köylülük üzerinde yaptıklarını
birer birer saymak ve her sayışta ve olanda Kemaliz-min elini ve boyunu
boşunu görmemek olanaksızdır. Batıda olduğu gibi Doğuda da Kemalizm ile
ağalık biricik soygun dünyasında -arz küresinde olduğu gibi- iki karşıt kutup
halinde kendiliğinden bulunur. Evet kapitalizmle derebey-klan sistemi
birbirinin taban tabana karşıtı olabilir. Fakat bugünkü emperyalist dünya
içinde karşıtların birliği adeta diyalektik bir zorunlu kural hükmüne gelmemiş
midir? Onun için, ağalığın daha özel ve üstyapısal niteliklerini daha aşağıdaki
özel konusuna bırakarak, burada ağalığın ve aşiret sisteminin Kürdistan
köylülüğü üzerindeki klasik ekonomik baskısına son bir kez daha işaret
edelim.
Haraç ve cizyeden söz ettiğimizi anlamak için çarpım tablosuna gerek yok.
Kürdistan köylülüğünden -Kemalist burjuvazi değil- ağalık ve beylik kaç türlü
haraç ve bac alır? Kaç türlü ağalık varsa, o kadar türlü... Kaç türlü ağalık
vardır? İki türlü:
a) Ruhani ağalık (seyitlik, niyaz): Burjuvazi dinin dünyayla ilgisini oldukça
inceltir ve yüceltir ve Türkçe'deki bilinen anlamıyla bu inceltilişi tam "tatlı
selemen" haline getirdikten sonra ilahi tevekküle susayanlara sunar. Feodal
dinin bu kadar inceliğine ve maskelenmeye gereksinimi yoktur. Gerçi o biraz,
Fransızların melodram, bizim ortaoyunu dediğimiz kılık kıyafette sahneye
çıkar. Ama hiç olmazsa Türkçe ezan gibi "devrimci" dramlara da kalkışmaz,
istediğini mistik bir şaklabanlıkla açıkça ister. Alacağını aldıktan sonra,
kapitalist ekonominin, sivrisinekten yağ çıkartan "artı-değer" aşısına karşılık,
bezirganlığın eşdeğer yasasına uyarak aldığına karşılık "hiçbir şey" de olsa,
bari sanılan "bir şey" verir. Kürdistanımızın seyitleri işte bu ikinci kategori
dindaşlardandır. Kürdistan seyiti, Kemalist tahsildarlar gibi her ay başında
değil, yılda bir kerecik ve makineli tüfek taşıyan jandarmayla değil,
dağarcığını taşıyan eşeğiyle bir1
likte "devr"e çıkar. Ettiği niyaz, aldığı niyazdır. Ve türbesinde "çırağı -,
yaktığı için, ahiretini aydınlatmak isteyenlerden "çıralık" derler, toplanır.
Ruhani ağalarımız ahiret ticaretinde bir aldıkları bir de sattıkları ve yine
aldıkları çıralık ve niyazın talipleri seyitlerini görmeye gelirler. Seyit ve
eşeğiyle karşılaşınca seyitin önünde "rükû"ya varırlar ve eşeğini öperler.
Seyit dualı bir "gülbank"dır çeker. Esseyidin ayağını öpen bahşişini önüne
bırakır; bu alınan niyazdır. "Çıralık" bir "amin"le toplanır. Tören cuma
geceleri olur. Seyit müridlerinden üç telli bir tamburayı eline alır. Köylüleri
önünde diz çöker. Yer yer "şeriat yolu"ndan vaaz eder. Bu yol kara kaplı
"buyruk"da yazılır. Sonra tabii gelsin çıralık çeyrek ya da mecidiyeleri.
Verdikleri cennet, gördünüz mü bir kere... Öyle burjuva dininde olduğu gibi
septik bir cennet değil, somut, şu kadar gümüş kuruşluk bir cennet. Artık
cennetin anahtarı (yani gümüş kuruş), günahkâr müridin işlediği suçun
derecesince pahalıdır. Tabii bütün "ruhani" sistemler gibi seyitliğin ruhani
alışverişi de bundan ibaret kalamaz. Doğdun, öldün, hastalandın, sağ kaldın,
evlendin, boşandın, seyit efendinin "nefesi" seninle-dir. Poğu illilerin "manevi
baskı" dedikleri bu ahret soygunu, sözün kısası, şu maddi dünyanın en
ilişilmeyen noktalarını bile Meryem ananın bikrine döndürür. Yalnız
Meryem'in kızlığına dokunan amcası hazretleri testereli bir ceza çekmeye
uğradığı halde seyitlerimizin her marifeti "Allah karim"., "mecidiye" ile
ödenir. Örneğin hiç kimse şeyh ya da seyitten izin almadıkça evlenemez.
Toprakta "söz" onundur.
Kemalizm seyitlikle mücadele ediyor mu? Elbette... Hattâ halka cennet
satıyor, gizli ayin yapıyor, manevi baskısını arttırıyor diye, şeyh ya da seyit
aleyhinde ihbarda bulunan rakiplerini "suçu sabit olmadığından", "ihbar vaki"i
yapanları iftiracı sıfatıyla adaletin pençesine teslim ederek... Bilmem bizim
üniversite "pire-fesörleri ya da presörfeleri", ünlü yat borusu çalan
bilgiçlikleri ölçüsünde bir "Kürdistaniyat" icat edebilmiş ve orada buna benzer
örnekleri "kül halinde" ve enine boyuna incelemişler midir? Yalnız, şu tarihsel
maddeciliğin dayattığı ekonomik determinizme bakın ki, tıpkı ortaçağ
derebeyliğinin ruhanileri gibi, bizim seyitler de, Şeyh Sait isyanının olmasına
kadar bir tür afaroz bile uygularlarmış. Ve afaroz edilenin seyiti kendisine
yanaşamaz, kapısı önüne taş diker ve halktan da kimse oraya yaklaşamaz
olurmuş. "Lanetli" din dışı sayıl-dığına göre, ölünce müslüman mezarlığına
kabul edilmez ve bu durum 15-18-28 yıl sürermiş. Gam yemeyin,
melunluğunuza "şu kadar" parayı bulabilen olursa "buyruk"tan bu işten
kurtuluş yolunu çıkarırlarmış...
b) Fani ağalık (beylik, haraç): İster bağımlı isterse serbest olsun, haraç
vermeyen köylü yoktur. Haraç, ya aynî olur, ya da nakdî. Aynî vergide,
Örneğin ağa bir köye gider, halkı toplar, hepsine özel takdir ve
değerlendirmesine göre bir keçi, öküz, yatak vb. gibi keser, biçer ve alır.
Nakdî vergi de adamına göre 200'den 700'e kadar madeni (gümüş) kuruş
kadar. Ağanın en az aldığı haraç 10-50-100 gümüş kuruştur. Pek alamadığı
derecede yoksul olanlar da var. (Kemalizmden farkı, Kemalist burjuvazi
milyonerden de, hasın olmayan Kürt paryasından da aynı yol vergisini alır.
Kapitalist adalet ve eşitliği, derebeyi baçları ile böyle boy ölçüşür.)
Haraç yılda en çok üç kez alınır. Ve beyin hükmünün (tahsildarın hükmü
"misillu") temyizi yoktur ve itiraz edilemez.
Ağalar, 1933'de Türkçe'ye çevrilen Hükümdar'ı ömürlerinde ellerine almamış
oldukları halde, sosyal-doğal yetenekleriyle en kusursuz Makyavelizm
pratisyenleridir:
"Bu nedenle köylüler pek yoksuldur. Bu düşüncenin sonucu köylüleri bey ve
ağalara bütün bütün bağımlı kılmak oluyor... Beyin hesabına köylü Şakilik
eder ve aşiret anlaşmazlıklarında onun emriyle yaşamını feda eder.
Hükümete karşı bey namına yalan söyler ve itaat etmemeye çalışır."
***
Derebey-klan ağalık ve beyliğinin geniş alanı içinde, geçmişin bu taşınmaz
yüküyle yan yana, Kemalizmin mali ve siyasal boyundu-ruğu+pazar
ilişkilerinin kemirici tahribatı+bu ilişkilerin oldukça geliştiği yerlerde tefeci
sermayenin çapulu vb., özel bölümlerinde incelenmeye değer ve köylülüğü
inleten ayrı zulüm koşullarıdır. Bu konuyu kapatmadan önce biz, biri Doğu
illeri köylülüğüne özgü, diğeri tüm Türkiye köylülüğünde ortak olan iki küçük
noktaya kısaca işaret ederek, Kemalizmin etkisini özel bölümüne
bırakacağız:
1- Kürdistan'a özgü pazar ilişkilerinde: Bir örnek: Kürdistan'ın dolaşım aracı
gümüş paradır. Bugün dünyada en istikrarsız ve dalavereli para demek olan
gümüş paranın bir adı da sömürge parası olsa gerek. Gümüş para bu
yönüyle Türk ve Kürt burjuvalarının Kürdistan köylülüğüne ne çorap
ördüklerini anlamak için, son bunalım yıllan sırasında, gümüş paranın kağıt
parayla olan eşdeğerindeki inip çıkmalan hatırlamak gereklidir. Bir kez genel
kural olarak, köylünün ürünlerini sattığı mevsimlerde gümüş paranın fiatı
dörtte bir oranına kadar düşer. Ve tersine köylü devlet borçlanm, vergileri
ödeyeceği tarihlerde, bu sorunların kurtluğunda barometre haline gelen yerel tüccarların şaşılacak duyarlılıklan ve maneyralan
^esinde hemen kağıt para çıkar ve gümüş para bir çeyrek derecesinde İçalır.
Böylece Kürdistan köylülüğü, elindeki paranın alım gücü yan 1ya düştüğü
halde, her şeyin tam eşitçe olduğuna kanar ve bu kârlı köy ajitasyonunda
yağlanan daima bu şehir burjuvalandır. Bununla birlikte, bu yarı yarıya
ziyan, kambiyo piyasasında döviz bulabilenler içindir. îç köylerde, Kürdistan
köylüsünün van tahsildann insafına bağlıdır. Doğu illerinde bir kağıt lira
28-30 gümüş kuruş ederken, köylü tahsildara bir liralık vergisini 3
mecidiyeden (yani 60 gümüş kuruştan) hesaplayarak verir. O zaman
köylünün aldanışı %25 ya da % 50 iken %100'ü bulur çıkar. Kaçakçılık ve
onunla mücadelenin doğurduğu zikzaklar gibi öteki inip çıkmalar ayn
konudur. Bu tür özel zikzaklardan sonra, gümüş paranın bir de genel eğrisi
gelir. Son dünya bunalımının ilk 1930 yılı ile 1932'lerdeki kağıt ve gümüş
paranın denkliğini ve çeşitli ürünlerinde bu oranlarla karşılaştırmasını göz
önüne getirirsek, Kürdistan köylüsünün, yalnız bu "görünmez" işlem
nedeniyle ne derecelere kadar soyulduğu daha aydın bir şekilde gözükür.
1930 yılında bir kağıt para 20 ile 28 gümüş kuruş arasındaydı. 1932'de
58-60 gümüş kuruşa çıkü. Böylelikle Önce bir hamlede Türkiye'nin eğer yarı
değilse -bir Siirt milletvekiline göre ülkenin yarısında gümüş para akar- hiç
olmazsa üçte birinde, küçük köylülüğün kıyıda köşede kara gün için
saklayabildiği beş on akçeceğizi daha önce 100 ederse bugün 50 etmeye
başladı. Fakat facia bu kadarla bitse yine iyi. Bir de bu paranın gerçek alım
gücü ve köylü bütçesinde açtığı gediği anlamamız için pazardaki eşya
fıyatlanna bakalım. Rastgele, köylünün en çok aldığı ve sattığı iki metayı
elimize alalım: 1930'da yağın okkası 30 kuruşken, 1932'de 33 kuruştur, oysa
basma 1930'da 5-6 kuruşken, 1932'de 13 kuruşu buluyor. Bu rakamlardan
ne anlaşılır? Şu anlaşılıyor ki, paranın alım gücü %50 düştüğü halde, köylü
kendi ürününü ancak %10 kadar fiyatlandırabiliyor. Çünkü o alışverişinde
fiyat birimi olarak gümüş parayı tanır. Gümüş paraysa her zaman aynı 30
kuruş olarak görünüyor. Fakat madalyonun ters yüzü büsbütün başka
şekildedir: Köylü önce 100 kuruşa aldığı malzemeyi şimdi ortalama 250
kuruşa alıyor, diğer bir deyişle köylünün sattığı ürün onda bir oranında arttığı
halde, satın aldığı sanayi ürünleri iki mislini bulmuştur!.. Ve hazin olan şu ki,
köylü bu müthiş altüstlüğün rakamını olsun eliyle yakalayalamaz bir halde,
ıstırabının bilinçaltını patlatan kızgmiığı ve gerginliği altında eziliyor. 2Kürdistan'a özgü olmayan kapitalist ilişkilerde: Ağalığın büyük
toprak sahipliğinden tefeci sermayedarlığa doğru geliştiği bölgelerde, tefeci
sermayeyle köylülük arasında bütün ilişkiler aynen ve aslına uygun bir
şekilde ve belki aslından da daha feci tarzlarda alır yürür. Tefeci sermayenin
hattâ büyük toprak sahiplerine bile musallat olmaya başladığı bölgelerde,
ağalığın yayın organları ya da yeni icra ve iflas yasalarından şikayetçi olan
tefeci-ticaret sermayedarları temsilcileri tarafından sızan olaylar Doğu illerini
de sarmaya başladığını gösterir. İki kısa örnek:
Elbistan'da: "Tüccar köylüye kredi üzerine işlem yapar, alacağım hasılat
zamanı alır. İhracat yapılamıyor, durumun en kötüsü, köylüye kredi üzerine
işlem yapılmaması ve köylünün ürününün para etmemesidir. En iyi unun
5
okkası bir kuruş madeni paradırj'
Urfa'da: "Ekonomik durum: Bölgemizden Suriye'ye ihracatımız geçen yıla
oranla fazladır. (Yukarıdaki "ihracat yapılamıyor" diyordu.) Köylü tarlasını
ekmiş sayılır. Yalnız tahıl ihracatı az olduğundan fiyat çok düşüktür.
Buğdayın kilosu altı yedi kuruştur. (Yukarıdaki unun okkası 1 gümüş, yani 2
kuruş ile yüz paradır diyordu! Her neyse...) Yalnız şikayet edilecek bir nokta
varsa köylünün tefeciler elinde inlemesidir. (Sonra asıl amacı ekliyor.) Köylü
demekle yalnız çifte yapışan ekinci değil, tarımla (çiftine yapışmadan)
uğraşan toprak sahipleri de aynı durumdadır. Bunu sürekli olarak Milli
gazetede yayınlamıştım. %25 ile 75 faiz veren ekinciler vardır. Hapis
cezasının kalkması bunların korunmasına yeterli değildir. Çünkü tefecilerin
ikinci yıl para vermemesi onlar için daha kötü bir ceza olur. Bunlar zincirleme
ve ard arda borç altında kıvranan ve tefeciler adına çalışan ve kazanan
6
biçarelerdir" Sosyal durum ve felaketlerle, doğal afetleri burada tekrarlamak
uzun sürer.*
İşçi Sınıfı ve Köylülük
Buraya kadar^ geçen açıklamalar, bundan sonra gelecek olanların da .
göstereceği gibi Kürdistan içinde eğer bir ulusal baskı ve bir ulusçuluk sorunu
varsa, bu sorun özünde köylü sorunundan başka bir şey olamayacağı5. Cumhuriyet, 22.11.1930.
6. Urfa Milli gazete sahibi: Cumhuriyet, 26.12.1930. * "DOĞUDA KURAKLIK
Mardin 23- Civardaki Harran ilçesi tamamen, Sürüş, Viranşehir ilçeleriyle
diğer bir kısım köylerin mezraları kısmen kuraklıktan kurumuştur. Hattâ
hayvanların yemesi için de ot yetişmemiştir.
Bu yöre köylüleri Siverek, Diyarbakır taraflarına doğru hayvanlarıyla birlikte
nakletmektedirler. Bu köylüler, köylerini geçici olarak terketmişlerdir.
Geçenlerde de Suriye'deki bir kısım köylüler gene otsuzluk yüzünden bizim
araziye nakletmişlerdir."
nı yeterince gösterir. Kürdistan'da proleterleşen unsurlar, genellikle bir tür
"Kürt paryası" adım almaya layık olan ve ora nüfusunun içinde önemli bir
toplam tutan başlıca ameliyelerdir. Bunlara köy plebleri, "aşiret tarım işçileri"
de denilebilir. Pek büyük bir toplam tutmadığı muhakkak olan ev sanayiyle el
imalathaneleri işçileri, nakliye işçileri (sürücüler, demiryolu işçileri vb.), şehir
işçileri (fırın, elektrik, hamal ve hele inşaat, yapı işçileri, un ve kereste
fabrikaları işçileri) sayıları ve oranı, herhalde Doğu illerindeki burjuvalaşmış
ve burjuva unsurlardan birkaç katı fazla bir toplamı tutarlar. Son Fevzi
Paşa-Malatya-Ergani-Diyarbakır hattı, Erzurum-Sivas hattı, Sivas-Samsun
hattıyla buna benzer bayındırlık işleri, hele Ergani bakır madeni gibi, Türk
burjuvazisinin son zamanlarda büyük bir önem vermeye başladığı ihraç
işletmeleri, Kürdistan'da bugünden yarma varlığını hissettirecek büyük
yoğunluklu ve güçlü bir Kürt proletaryasının kitlesini hazırlamak üzeredir.
Kürdistan yoksul halkının kara yazgısını değiştirmekte keşif kolu rolünü
oynayabileceği su götürmeyen Kürt işçileri bugün henüz "kendi içinde sınıf
konumundadır. Batıda olduğu gibi Doğuda da işçi sınıfının niteliği ve niceliği
hakkında, Kemalist burjuvazinin "susuş kumkuması" mutlaktır. Onun için
tam ve doğru rakam üzerinde düşünmenin olanağı yok. Fakat Doğu illerinde
az çok inceleme yapabilmiş yoldaşların gözlemlerine bakılırsa, oralarda hiç
olmazsa aydınlar derecesinde, yani %3 kadar küçük büyük sanayi, nakliye,
maden işçileri bulunduğunu kabul etmek zorunluluktur. Tabii şehir
küçük-burjuvazisi dediğimiz esnaf üreticiler arasındaki ünlü deyimiyle "bin
yıllığı bir kuruşa" çalışan çırak-işçileri bu oranın içine almıyoruz.
Buraya kadar geçen rakamlardan yuvarlak hesap bir sonuç çıkartmak
istersek Doğu illerindeki sınıfların kitlece oranları şöyledir:
Ezilen köylülük %85, diğer küçük-burjuvalar %7, şehir proleterleri %1,5,
orta ve büyük ağalar ve beyler %1,5, aydınlar %2, şehir burjuvaları %0,5.
İşte Kürdistan'da, herhangi bir strateji planında rol oynayabilecek sınıfların
birbirleriyle olan oranlan aşağı yukarı ve yuvarlak hesap bu rakamlarla
gösterilebilir. Şehir burjuvalarının toprak kapitalisti denecek unsurları 200
kişide bir kişi olarak gösteriliyor ^ ki az değil, belki çoktur bile. Şehir
küçük-burjuvalarını %7 olarak gösteriyoruz. Yukarıdaki araştırmamızda,
bunları %7,25 buluyorduk. Kuşkusuz her iki oran da oldukça yüksektir.
Yukarıda yinelediğimiz gibi, eğer şehir küçük-burjuvalarının işlettikleri
çırakları bu orandan ayıracak olursak, asıl
küçük-burjuvalann oranı belki de %5, hattâ %4'lere kadar düşebilir. Fakat
yine, burada bile bile bir örnek:
Doğu illeri çıraklarının henüz geleneksel babahan zihniyetinde ve esnaf
psikolojisiyle dolu olduklarını varsayarak, bu çırakları da esnaf, şehir
küçük-burjuvası sayıyoruz. %86,5 olarak gösterilen tarımcılar içinde yalnız
%85'ini köylülük, %1,5'unu ağalık ve beylik saymak lehinde bir oran olur.
Aydınlara gelince yukarıdaki araştırmamızda, bunları %3-3,5 bulmuştuk.
Fakat bunlardan bir kısmını Türkleşmiş, diğer kısmının da Kemalist devlet
aygıtına köpekçe bağlanmış entegre olduğunu göz önüne getirirsek, gerçek
Kürt aydınlarının %2'yi geçmeyeceğini teslim etmek gerekir. Bu yuvarlak
oranlara göre, devrim stratejisinde rol oynayacak sınıflar hangileridir ve bu
sınıflar arasındaki ilişkiler nasıl olabilir? Herşeyden önce, Kürdistan devrimi
ulusal bir zulümden kurtuluş olduğuna göre, köy küçük-burjuvazisinin, yani
ezilen köylülüğün devrimidir. Fakat emperyalizm döneminde, her sosyal
devrim zorunlu olarak dünya proletarya devrimiyle tek bir cephe kurarak
yaşayabileceği için, bütün bu tür devrimlerin olduğu ülkelerde, proleterler ne
kadar azınlıkta olurlarsa olsunlar, devrimci rollerini oynamaya çağrılıdırlar.
Genel kural olarak konulan aynı sorunu buradaki özelliği içinde inceleyelim.
Nüfusun %85'ini oluşturan ezilen Kürt köylülüğü herhangi bir devrimde hangi
sınıflarla müttefik olabilir? Kürdistan'ın şimdiye kadar geçirdiği ayaklanma ve
devrim deneyimlerine bakalım. Kürt köylülüğü başlıca iki sınıfın rehberliği
altında iki önemli ayaklanma yapmış görünüyor: 1- Şeyh Sait ayaklanması,
2- Ağrı ayaklanması... Şeyh Sait ayaklanmasında Kürt köylülüğü doğrudan
doğruya ve belli başlı sınıf olarak, ruhani ve fani bey ve ağalarının
rehberliğini kabul etti. Fiyaskonun kanlı sonucu Kürt köylülüğü için müthiş bir
ders ve ceza oldu. Ağrı ayaklanması daha çok bu ağa ve beylerle burjuva
devrimcilerinin "ulusal" denilen damgasını taşır. Ondaki yıkılış da, Kürt
köylülüğünün hâlâ iliklerini sızlatan bir uğursuzluk oldu. Şu halde, Kürdistan
ezilen köylülüğünü kurtarmak konusunda Kürt ağa ve beylerinin ve Kürt
burjuvazisinin bu işte ne becerebildikleri meydandadır. Kürt ağalarıyla Kürt
burjuvaları kozlarını oynadılar. Şimdi Kürt köylülüğü, her ikisinin rehberliğine
karşı olan güvenini derinden derine kaybetmiştir. Geriye kim kalıyor? Kürt
köylülüğü kendisine, hangi sınıflan müttefik ve yol gösterici bulabilir? Çünkü
bu kadar örgütsüz, bu kadar cahil ve dağınık bırakılmış büyük bir yığm,
kendisine sadık ve candan bir müttefik ve yol gösterici sınıf bulamadıkça
başarılı ve mantıksal sonuçlu
bir mücadeleye ve zafere kavuşamaz. Derebeylik ve ağalık bu rolden bilfiil
itildiğine göre, Kürdistan'da Kürt köylülüğünün kurtuluş mücadelesinde yol
gösterici ve müttefik olacak hangi sınıflar kalıyor? Aydınlarla proleterler. Kürt
proletaryası ne kadar yeni, siyasal mücadelede deneyimsiz ve örgütsüz
olursa olsun, Kürdistan köylülüğüne yol gösterici olmaya aday mıdır? Evet,
biz Kürt proletaryasının bu adaylığını yalnız nicelik oranı bakımından
kestirebiliriz. Birisi (burjuvazi) %0,5, diğeri (beyler, ağalar) %1,5 gibi
oranlarda olan iki smıf, köylülüğü ayaklanmaya sürükleyebildi. %1,5 gibi bir
oranla, nicelikçe gerek Kürt ağa ve beyler sınıfı, gerek Kürt burjuvazisi
sınıfından ayrı ayrı hiç de aşağı kalmayan Kürt proletaryası vardır. Eğer bu
sınıf örgütçü ve mücadeleci yeteneğini geliştirerek Kürt aydınlarının ve de
özellikle ve hele köy sadık ameliye aydının çıkarını ve emek birlikteliğini
sağlayabilirse, Kürdistan'ın bağımsız siyasal ve sosyal kurtuluş
mücadelesinde, Kürt köylülüğünün en aldanmaz ve en yetenekli yoldaşı
olabilir. Böylece Kürdistan'da Kemalist burjuvaziye ve kısmen Kemalizmle
sarmaş dolaş olmuş Kürt burjuvazisine, Kürt ağalığına karşı, Kürt
köylülüğü+Kürt proletaryası+Kürt aydınları... Kürdistan devriminin stratejik
ilişkileri böyle olabilir.
••
M
SÖMÜRGE SİYASETİ
TBMM'nin yamacında ve başkanının arkasında asılı duran büyük bir levhada
şöyle yazarmış: "Hakimiyet milletindir"; biz görmedik... Doğu illerinin ta
Kızılırmak vadilerinden Ağrı yamaçlarına kadar uzanan alnına şöyle bir yafta
yapıştırılmıştır: "Hakimiyet jandarmanındır..." Bunu gözümüzle görüyoruz.
Fakat bir gün, sahtekârlığı sevmeyen bir el, her iki levha ya da yaftayı alıp
da tersine çevirecek olursa görülür ki, her ikisinin de arkasında daha iri ve
gerçek harflerle yazılan ve asıl olan şey budur: "Hakimiyet burjuvazinindir".
Bunun böyle oluşu, Türk burjuvazisinin orada henüz aldatabildiği çalışkan
Türk kütleleri, kısmen ulus demagojisiyle intihara uysal-laştırabilmesi;
burada (yani Doğuda) ise Kürtlüğü Türk ulusu yapmanın olanaksızlığı
yüzünden soygununu, düpedüz ve açıkça yalnız "süngü" gücüne dayanarak
yapmaya zorunlu tutulması yüzündendir.
1931 sonlarına doğru, dekoratif sırıtışında Fransız devlet adamlarına özgülük
bulunan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Doğu illerinde teftiş gezisine çıkarken,
okuyoruz: "Teftiş, gezisi adet olmuş turlardan biridir. Bununla birlikte,
çevrenin özelliği, devamlı endişeyi gerektiren o yörede doğal durumun geri
1
dönüşü hakkında yakından bir gözlemi getirecektir."
Siyasette bir "çevrenin özelliği devamlı endişeyi gerektirir" neden olur? O
yöredeki insan kitlelerinin tümünü saran derin bir hoşnutsuzluk bulunduğu
için... On yıllık Cumhuriyet rejimine karşın, Türk burjuvazisi neden hâlâ
"devamlı endişe" üzeredir? Nasıl oluyor da, derin hoşnutsuzluğu
gide-rilemedi? Orada "doğal durumun geri dönüşü" hakkında gözlemde
bulunamadı? Türk burjuvazisini "o yörede" sıkan nedir? Yukarıda araştırdık,
orada bir Kürt ulusu var. Bu ulus aslı gereğince geniş köylü tabakalarının
kurtuluş hamlesine vurulan darbelerle, her gün kabarıyor. Sorunun ulusal ve
onun da başlıca köylü sorunu olduğu anlaşıldıktan sonra, sıra bu ülkenin
"endişeyi gerektiren özelliğini" görmeye ve Türk burjuvazisinin burada belirli
"doğal durumun geri dönüşü" hakkında ne yaptığını anlamaya gelir. Bir daha,
şeyleri adıyla çağıralım: Türk burjuvazisi, bir zamanlar ilân ettiği gibi Kürt
ulusunu kardeş mi sayıyor, yoksa ona en berbat sömürge yöntemlerini mi
uyguluyor? Yukarıdan beri olan sözün gelişi ikinci şıkkı
7. Cumhuriyet, 27.10.1931.
oluşturabilirdi. Derhal ağalar yerlerine döndürüldüler. Ve o zaman Köylülere
Armağan broşüründe bazı eli kalem tutanların yazmaktan sakınamadıklan
facialar faslı başladı. Bununla birlikte, Kemalist burjuvazi bir kere nasılsa
bozuştuğu ağalığa karşı Kürdistan'da kendini tutacak unsurlar yaratmak
gereğini hissetti. İskân siyaseti yetemezdi. "Köylüye toprak" en parlak bir
yem borusu olabilirdi. Ve boru çalındı.
Birinci sahne: Burjuvazi hesaplamıştır. Kürdistan ağalarını modern toprak
sahipleri ve tefeci sermayedarlar haline getirecek. Örneğin Fransa; 1902
yılında 5.702.752 köylü ailesi içinde 300 hektardan fazla toprağı olan en
büyük toprak sahipleri 4.280 kişi kadardı. Burjuvazi de büyük toprak
sahipleri için aşağı yukarı bu oranı yeterli gördü. Örneğin 3.010 dönüm (334
küsur hektarlık) toprak Kürt bey ve ağalarına bırakılacak, ağaların fazla
toprakları hükümetin güvencesi altında, topraksız köylüye zırnık para,
satılacak. Kemalist burjuvazi bunu ciddi bir plan dahilinde değil, en çok
gücünü hissettireceği tek tük bölgelerde, şöyle bir deneme tarzında yapmaya
girişti. Sözgelimi kaymakamla genel müfettiş yardımcısı köye giderek bir ilân
verdi. "Marabalar ya toprak satın ahn, ya da sizi süreceğiz!" İlk bakışta
dehşetli "halkçı" gözüken bu ilânın, biraz düşününce ne pis ve zalim bir
burjuva yöntemi olduğu kolayca anlaşılabilir. Burjuvazi, bir zaman gezmeye
götürdüğü ağalığı tekrar, hem bu kez daha tehlikeli ve fena olarak köylünün
başına musallat ediyor. Onunla siyasal ve yönetsel alanda birleşiyor. Sonra
köylüye dönüp, ağadan korkmayın, sattığı toprakları satın alın diyor. Fakat
ağa uzun sözü sevmez. Kısaca haber verir: Benim toprağım "yılan kemiğidir,
yiyenin boğazında kalır". Köylü, herşeye razıdır, tek bir avuç toprağı olsun...
Ağaya şu teklifi yapar: Hükümete vereceğim 20 yıllık taksidi 5 yılda
ödeyelim, geri kalan 15 yılda aynı taksitleri bir daha ağaya ödeyelim... Fakat
burada henüz "kuram" aşamasındayız.
İkinci sahne: Jandarma yüzbaşısınla katip efendi kayıt ve tescil işlemlerini
yapmak ve köylüye toprak "dağıtmak" üzere gelirler. Katip efendi zaten
ağanın amcasının oğludur. Ağanın evine konuklattırılır. Bir kuzu dolması
ziyafetinde toprak paylaştırılır: a) Ağanın alacağı 3.010 dönüm yerine 30.100
dönüm ayrılır (defterde yazan üç bindir, ama saklanan toprak bunun on katı
fazladır); b) Ağanın bütün karısı, kardeşi, oğlu, kızı, kısrağı ayrıca birer
tapuyla bu dağıtımdan hisselerini alırlar. Öyle ya, ağanın yalnız şahsına üç
bin dönüm değil miydi? c) Ağanın topraklan o kadar geniştir ki, bu
dağıtımdan sonra da satılığa çıkarılacak, zaten ağanın
söyler. Şu halde, bugün Kürdistan'da sömürge yöntemlerinin uygulandığını
nelerden,anlayabiliriz? Başlıca üç noktadan: 1- Ağalıkla uzlaşması; 2Ekonomik yöntemleri; 3- Siyasal yöntemleri...
Ağalıkla Uzlaşma
Avrupa kapitalistleri, geri Doğu ülkelerine saldırdıktan zaman, oradaki büyük
derebeyi saltanatlarını tahrip ve yağma etmişlerdi. Bugünkü emperyalizm
döneminin kapitalizmi, eskiden yok ede ede, dinamitleye dinamit-leye
ufaladığı derebeylik üstünde bugün yeni bir saltanat kurmaktadır. Bu
saltanat finans-kapitalin derebey süzerenliği tacıyla taçlanışı demektir.
Gerçekten bugün, Avrupa emperyalistlerinin sömürge siyasetlerindeki
yönetim biçimleri, yerli derebeylerle el ele vermekle niteliklenir. Son demine
gelen her sınıf gibi, kapitalizm de mazide yapışacak tutanak arar. Sözgelimi
Hindistan sömürgesinde topraktan intifa ve yararlanma hakkı derebeyi
devletinin tekelindedir. Anavatan sermayesine, toprak vergisi yerine yıllık
"redevance" veren "zemindar"lar ya da "tağlukdarlar"dır. İran, Fas, Mısır vb.
de emperyalizm, koca toprak sahiplerinin yerli örgütlerini kullanarak toprak
rantını yakalar. Öte yandan en ilkel yaşama araçlarından yoksun kalan
çalışkan köylülük, aç ve aylak geniş bir kır nüfusu halindedir. Ülkede tek tük
ve serpilmiş bir halde bulunan yerli sanayiler, fazla kır nüfusu ememez ve bu
nüfus göç edecek, yerinden kıpırdayacak halde değildir. O zaman çalışkan
sömürge köylülüğü zemindarlann ebedi serfle-ri, toprakbentleri, paryaları
haline gelirler. Şu halde, bir ülkede yabancı kapitalizmin yerli derebeylik ve
artıklarıyla el ele vermesi, bir sözcükle o ülkenin sömürgeleşmesi demektir.
Doğu illerinde, Türk burjuvazisiyle Kürt ağalığı arasında bir uzlaşma ve
elbirliği var mı? Var. Bunu şu üç bakımdan kısaca gözden geçirmek
yeterlidir: 1- Toprak sorunu; 2- Yönetim; 3- Mahkeme...
1- Toprak Sorunu: Türk burjuvazisi tüm Türkiye hakkında olduğu gibi,
Doğu köylüsü için de toprak vaadinde bulundu. Şeyh Sait ayaklanması
üzerine, Kürt ağalarından bir kısmını Batı illerinde gezmeye götürdüğü
zaman, Kürt köylülüğü o halka özgü olan doğal ve devrimci güdüsüyle
ağaların topraklarına sessizce el koymaya başladı. Kürdistan köylülüğünün
bu durumu, adeta bir an için toprağı kişisel mülk olmaktan çıkartmış gibiydi.
Oysa Kemalist burjuvazinin amacı, böyle korkunç bir manzaraya seyirci
kalmak değildi. Aslında ağa nüfusunun kırılmaya yüz tutması halk arasında
her türlü zulme karşı bir ayaklanma yeteneği de
oluşturabilirdi. Derhal ağalar yerlerine döndürüldüler. Ve o zaman Köylülere
Armağan -broşüründe bazı eli kalem tutanların yazmaktan sakınamadıklan
facialar faslı başladı. Bununla birlikte, Kemalist burjuvazi bir kere nasılsa
bozuştuğu ağalığa karşı Kürdistan'da kendini tutacak unsurlar yaratmak
gereğini hissetti. İskân siyaseti yetemezdi. "Köylüye toprak" en parlak bir
yem borusu olabilirdi. Ve boru çalındı.
Birinci sahne: Burjuvazi hesaplamıştır. Kürdistan ağalarını modern toprak
sahipleri ve tefeci sermayedarlar haline getirecek. Örneğin Fransa; 1902
yılında 5.702.752 köylü ailesi içinde 300 hektardan fazla toprağı olan en
büyük toprak sahipleri 4.280 kişi kadardı. Burjuvazi de büyük toprak
sahipleri için aşağı yukarı bu oranı yeterli gördü. Örneğin 3.010 dönüm (334
küsur hektarlık) toprak Kürt bey ve ağalarına bırakılacak, ağaların fazla
toprakları hükümetin güvencesi altında, topraksız köylüye zırnık para,
satılacak. Kemalist burjuvazi bunu ciddi bir glan dahilinde değil, en çok
gücünü hissettireceği tek tük bölgelerde, şöyle bir deneme tarzında yapmaya
girişti. Sözgelimi kaymakamla genel müfettiş yardımcısı köye giderek bir ilân
verdi. "Marabalar ya toprak satın alın, ya da sizi süreceğiz!" İlk bakışta
dehşetli "halkçı" gözüken bu ilânın, biraz düşününce ne pis ve zalim bir
burjuva yöntemi olduğu kolayca anlaşılabilir. Burjuvazi, bir zaman gezmeye
götürdüğü ağalığı tekrar, hem bu kez daha tehlikeli ve fena olarak köylünün
başına musallat ediyor. Onunla siyasal ve yönetsel alanda birleşiyor. Sonra
köylüye dönüp, ağadan korkmayın, sattığı topraklan satın alın diyor.,Fakat
ağa uzun sözü sevmez. Kısaca haber verir: Benim toprağım "yılan kemiğidir,
yiyenin boğazında kalır". Köylü, herşeye razıdır, tek bir avuç toprağı olsun...
Ağaya şu teklifi yapar: Hükümete vereceğim 20 yıllık taksidi 5 yılda
ödeyelim, geri kalan 15 yılda aynı taksitleri bir daha ağaya ödeyelim... Fakat
burada henüz "kuram" aşamasındayız.
İkinci sahne: Jandarma yüzbaşısıyla katip efendi kayıt ve tescil işlemlerini
yapmak ve köylüye toprak "dağıtmak" üzere gelirler. Katip efendi zaten
ağanın amcasının oğludur. Ağanın evine konuklattınlır. Bir kuzu dolması
ziyafetinde toprak paylaştırılır: a) Ağanın alacağı 3.010* dönüm yerine
30.100 dönüm ayrılır (defterde yazan üç bindir, ama saklanan toprak bunun
on katı fazladır); b) Ağanın bütün kansı, kardeşi, oğlu, kızı, kısrağı ayrıca
birer tapuyla bu dağıtımdan hisselerini alırlar. Öyle ya, ağanın yalnız şahsına
üç bin dönüm değil miydi? c) Ağanın topraklan o kadar geniştir ki, bu
dağıtımdan sonra da satılığa çıkarılacak, zaten ağanın
da pek işine yaramayan, en çorağından bir miktar toprak kalmıştır. İşte
köylüye dağıtılacak (yani parayla satılacak) toprak budur. Bu toprak satılır.
Ama kime, önce ağanın adamlarına... Yani gene ağaya... Artık büyük
dağıtımdan sonra da, daha bir kısımcık toprak kaldıysa, yukarıdaki tehditlere
karşın, gözü kararmış köylülere nihayet satılır... Ameliyata girdik. Ve
Kemalist devlet aygıtıyla Kürdistan ağalığını, ziyafet sofrasının başında kucak
kucağa "toprak devrimi" yaparlarken buluyoruz.
Üçüncü Sahne: Ağanın amcasının oğlu her topraksız köylüye 50 dönüm
yazar, fakat köylüye verilen gerçek tarla 30 dönümü geçmez. Ağa yalnız
burada %40 ilk çapulunu, Kemalist devlet aygıtı sayesinde yapmıştır.
Bununla birlikte, köylü buna da razıdır. Karşılığı 20 yılda birleşik faiz
biçiminde ödenecek. Bir köylünün ortalama ne vereceğini hesaplayalım: 8
lira devlete vergi (bu işte devletin amacı da bu... Çünkü bunu ağadan
alamıyordu) + 12 lira da ağaya toprak parası, yani 20 lira nakit olarak
ödenecek. Buğdayın okkasını 2 kuruşa satabilen mutlu. Bir köylünün bu
parayı bulabilmesi için demek bin okka ürün elde etmesi gereklidir. 1931
yılında Diyarbakır örnek çiftliğinde ortalama bir dönümden 61 kilo ürün
almıyordu. Bizim köylümüz ortalama 50 okka dönümden alsa, 30 dönümden
1500 okka buğday alacak demektir.
Şimdi bir başka hesaba geçelim: Biliniyor, aşar 4-5 yıldır kaldırılmıştır. Bu
sorun hakkında bir Kürdistan köylüsüyle Kemalist yargıç arasında şöyle bir
konuşma geçer: "Yargıç: Ağanın aşarını neden veriyorsunuz? İdare meclisi
kararı var, %2'den fazla vermeyin!.. Köylü: Öyle ama... O şehir çevresindeki
köyler için. Bizim köyde olmaz..."
Köyde olan şudur: Köylü aşar olarak 1,25+10+"noksan ard" 2/10 +tohuni
3/10 = 6,25/10 ürünü, yani yukarıdaki 1500 okka. buğdayın 937,5 okkasını
bu üç yere yatıracak, elinde kalan 562,5 okkadır. Bunu yesin mi satsın mı?
Toprak alan köylünün tam 50 dönümü de <*lsa ve 50'sinden de buğday alsa
ve ürün hiçbir kaza belaya uğramadan tam verimle hasat edilse 2500 okka
eder. Bunun 1537,5 okkasından geri kalan tam 1000 kilo buğday bile
olmayacak. Vergiyle toprak taksidini vermek için bu buğdayı satabilirse ne
yiyecek? Sonunda yalvara yakara toprağını ağaya satmayacak ya da bırakıp
bir yana kaçmayacak mı?
Dördüncü Sahne: Bir ağa, şu maskara "toprak dağıtımı"nı onaylayan
muhtarın, şu kadar bin liralık harmanını yaktırır. Cumhuriyet burjuva
adaletini istediği vicdani ve maddi, bütün subut ve kanı unsurlarını bir çırpıda
hazırediveren ağa, aynı muhtarı hırsızlık suçuyla da ayrıca 5
günlük yerdeki cezaevine iletir iletmez, o zamana kadar toprak alma törenini
bekleyen bütün köylüler, noterdeki sözleşmeyi imzalamaya gitmekten
vazgeçerler: Ağanın toprağı gerçekten yılan kemiğidir. Köylünün de
boğazında kalmıştır. Bununla birlikte adalet yerini bulmuştur: Kemaliz-min
köylüye "toprak dağıttığının" kanıtını mı istiyorsunuz? Bütün ismi noter
defterine geçmiş olan köylüler her yıl düzenli olarak 20 lira toprak için
veriyorlar. Hem de bu toprak kendisinin değil, eskisi gibi bilfiil ağanındır.
Toprağı benimseme cesaretini gösteren tek tük küstahlara gelince, bir gece
ağanın adamları tarafından evlerinde basılır, birkaç kadın ve çocuk ölüsü
yanında bütün erkekler yaralı düşer ve olanca malları yağma edip
götürülür... Yine hem de, ortada ne tanık var ne de kanıt!...
Ezeli Sahne: Kapitalist, sermaye biriktirişinde ne kadar doymazsa, ağa da
toprak hırsında o kadar sınırsızdır. Kemalist burjuvazi, basmakalıp düşlerine
devam ededursun, ağa doymak nedir bilmez genişleme hırsını çeşitli
kanallardan tatmine uğraşır. Bunun için iki yol vardır:
1- Feodal yöntemler: Meşe sürterek tarla çalmak: bir köyde daha önce hepsi
hepsi 42 tarla varken, sonradan ağanın 105 tarlası meydana gelir. Ağa
verimli bir toprağa göz mü dikti, o topraklar üzerindeki köylüleri birbirine
düşürür; arada birisi vurulur, diğeri "katil" sıfatıyla Kemalist adaletin
pençesine... Kurtulmasının bir tek yolu var: Toprağını ağaya devrederek,
onun hazırlatacağı çeşitli ihtiyar heyeti iyihal kağıtları, uydurma jandarma
zabıt varakaları ve yalancı tanıklarla kurtulmak. Toprak ağanın elindedir.
Dünyada ağanın bilmediği ve bulamadığı hile mi yok!.. Örneğin falan suyun
başında, bir köylücüğün atasının atasından kalma ağaçlık, b-ereketli bir bağı
var. Sınırları yıllardan beri biliniyor. Bir gece ağanın adamları bağa girerler.
Bütün asmalar yere kadar köklerinden yolunur. Peşinden toprağın üzerinden
bir sürgü geçirilir. Ertesi gün bakan, orada dün ağaçlık bayındır bir bağın
varolduğuna ilişkin bir iz bile göremez. Ağa toprağa arpa ektirmiştir. Sınırlar,
ağanın toprağıyla kaynaşmıştır. Artık eski bağ sahibi, eceline susadıysa
tırtıllara dilekçe vermeye gitsin.
2- Kapitalist yöntemler: Meşrutiyet burjuvazisinin Ermeni talanından beri
yeni yöntemler, salt bürokrat yöntemler olmuştur. Tapu memurları ağanın ya
akrabaları ya da adamıdır. Ermeniler kesilirken hükümetin müttefiki olan
ağalar, derhal varolan bütün Ermeni mallarını bedavadan üzerlerine
yazdırıvermişlerdi. Hâlâ bugün Doğu illerinde birkaç "terkedilmiş mülkler"
denilen -Fikret'in deyimiyle- "han-ı yağma" vardır. Her gün biraz kabaran
ağa bunları bir "üslub-u hakimaney"le sınırları içine alır.
Böyle yapamazsa, Kemalizm tarafından ağaya eksiltmeyle müzayedeye
çıkarılır. Kullanılmayan yerin üstünde yıllardan beri yerleşmiş, ev, bağ, bahçe
yapmış, tarla açmış yoksul ve çalışkan köylüler doludur. Onların ruhu bile
duymadan ağanın malı oluverir. Şundan da ömürleri var! Bir köyde Türkçe
bilen, İstanbul kaldırımı çiğnemiş vb. nitelikte yeni bir ağa türer. Bir gün bu
yeni ağa, karakol komutanı ve iki süngülü jandarmayla gelir; hiçbir şeyden
haberi olmayan güzelce bir tarlanın önceki sahibi köylüye çık der... Bre
aman... Köylü neden çıkacağını sorar. Ağa, elinde o toprağın kendisine, şu
hiçbir şeyden haberi olmayan sahibi tarafından saûldığınıbütün yasal belge
ve yollarla kanıtlar. Deliller, şaşalayan köylünün suratına çarpılır. Çaresiz,
köylü valiliğe koşar. Tapu memuru, herşeyin yasal olduğunu ve işlemin
tamam olduğunu bildirir. Ve sonra galiba oldukça acıdığı için, köylünün
kulağına fısıldar: "Bu işlemlerin sahte olduğunu biz biliyoruz ama, ne, çare
herif bir kere tanık kanıt bulup mahkemede hak kazanmış. Sona valiye gelip
çatmış. Sizi kim dinleyecek. Hiç yorulmayın..." Ve köylü son meteliğiyle satın
aldığı silaha sarılarak dağa çıkar. O zaman Kemalizmden şu unvanı kazanır:
canavar eşkiya!.. Tarih nasıl bir "tekerrür" olmasın! Yıllardan beri Kemalizmin
köylüye toprak "dağıttığı" bir bölgeden bakın ne "hoş seda"lar geliyor:
"Palu'da halk kitleleri büyük toprak ve emlâk sahipleri adına çalışmaktadır.
Hükümetin son zamanlardaki ünlü faaliyeti, bey ve ağa yetiştirmeye uygun
bir anormal tasarruf yöntemi yerine çok makul önlemlerin uygulanmasını
kolaylaştırmıştır. Böylece halk ağa ve beyden kurtulunca toprak ve sahibi
olunca hükümete karşı özverisi artmış olacaktır. (Bununla birlikte,
1928-29'dan beri beş yıldır Kemalizmin güya toprak sorunuyla uğraştığı bu
yerde sözün sonu şöyle gelir:) Palu kasabası halkından hiç kimse yoktur ki
bir köy sahibi olmasın. En önemli toprak ve emlâk Cemşit beyin ailesinden
olay beylerin elindedir."*
2- Yönetim: Yukarıdaki "toprak sorunu" sisterri olarak Kemalizm ile Kürt
ağalığı arasındaki gizli uzlaşmanın derecesini ve derinliğini yeterince gösterir.
Bir kere olayları küçük memurların yolsuzluğu saymak da safdilliğin daniskası
olur. Özü gereği bu sorun şöyle konulabilir: Uluslararası burjuvazi, burjuva
devriminin bir parçası ve zorunluluğu olduğu halde toprak mülkiyetini
kaldırarak toprağı ulusallaştıramadı ve çalışkan sınıfların artı-değerlerini
büyük rantiye toprak sahipleriyle paylaşmaya razı oldu; tek, "özel
mülkiyet"in kutsallığına söz konmasın diye. Bizim
8. B. Turgud: "Şeyh Said ve Şark Derebeyliğinin Beldesi Olan Palu'nun
Tarihçesi", Son Posta, 1.11.1933.
ulusal burjuvazi, yani Kemalizm de, ikide birde hırlaştığı ve tepiştiği Doğu
derebeyliğini, bütün gösterişlerine ve prestijini koruma zorunlu-, luğuna
karşın atamadı ve ezilen Kürt köylülüğünün ek-ürünlerini Doğu ağa ve
beyleriyle paylaşmak zorunda kaldı; tek, kapitalizm öncesi ilişkilerden
kurtulacak olan Doğu illerinde herhangi bir ulusal hareket olmasın diye...
Sorunun içyüzü bu olunca, Doğu ağalığıyla Kemalist burjuvazinin sarmaş
dolaşlığında anlaşılmayacak hiçbir şey yoktur. Nitekim Kemalist devlet
aygıtının en küçük hademesinden en büyük erkânına kadar, ağalıkla yapılan
uzlaşmada çeşit çeşit kahramanlara rastgelmek için Doğu illerini bilenlerle iki
sözcük konuşmak yeterlidir. O zaman öğrenilir ki, bir haraca çıkışta, bütün
köylünün evindeki çuval sicimine kadar derleyip toplayarak konağına getiren
ve köylünün getirdiği yağlar için küp müp yetmeyince bir bina kadar saçtan
hazineler yapan Erzincanlı Mustafa ağa, Kemalist devlet aygıtının en önemli
temel direği olan İsmet paşayı oğluna kirve etmiştir!..
Ağalar 1927'den beri yoksul Kürt halkı üstündeki egemenliklerini yeni
yöntemlerle başarmaya başladılar. Yine eskisi gibi silahlı adamları var, fakat
jandarma karakollarıyla da gayet sıkı, özel ve yan-resmi bağlan vardır. Bu
silah farkı bakımından böyle... Fakat köylüye karşı bütün ağalar TBMM'ne
kadar etkili olmayı bilirler ve bütün burjuva devlet aygıtıyla
bütünleşmişlerdir. Şimdi Kürt ağaları da birçok işlerini Türk tefecisi gibi,
Kemalist devleti maşa gibi kullanarak becermeye yavaş yavaş alışıyor. Tabii
karşılık olarak, Kemalizm de birçok işini ağanın himmetiyle başarır. Gerçi ara
sıra ortaya çıkan çekinilmez çarpışmalarda sık sık genç jandarmalar harcanır.
Ama buna karşılık da, cumhuriyet hükümeti eline düşen ağalan epeyce
"sağar". Kapitalizm düzeninde, aynı zümre kapitalistler arasında bile olabilen
bu gibi rekabet türünden olaylar bir yana bırakılırsa, her türlü karşılıklarıyla
birlikte Doğu ağalığı ve Kemalizm aynı ip üstünde oynayan iki cambazdır.
Unutmamalı ki, bu anlaşmada beraberlik aynı smıflann zümreleri arasında
değil, birbirine oldukça zıt iki ayn sınıf arasındadır. Onun için, bugünkü
Türkiye ile Yunanistan dostluğuna, Türk-Yunan uluslannm kardeşliğine
benzer. Basit uyuşmalardan fazlası, bu beraberlikten beklenemez. Ama tam
birlik yoktur diye, bir uzlaşma da yoktur denemez. Ağalıkla Kemalizm
arasındaki uzlaşma -ister dostça ister düşmanca olsun-vardır. Örnek:
Genel olarak yönetimde: "Beyleri" en çok kuşkulandıran şey halkın
hükümetle temas etmesidir. Bu teması önlemek için her çareye
başvururlar. "Hükümetin isteklerini o kadar çabuklukla imza ederler ki
egemen olmayan bazı yönetim memurları bundaki kolaylıktan
vazgeçemiyorlar." "Tahsildar vergiyi mükelleften istemez. Mübaşir adliyenin
9
emrini almadan tebliğ edemez. Bir şey incelenecekse halka sorulmaz... vb."
Bir burjuva yazarından daha fazla ne söylemesi istenebilir: Vergiyi ağa
toplar, Kemalist adaletin nüfuzunu ağa temsil eder, jandarma işi ağanın
üstündedir vb... Tahsildar, mübaşir, savcı hep ağayla el ele vererek çalışırlar.
Hem bu söylendiği gibi "bazı yönetim memurlarTna özgü değildir. Doğu
illerinde en ufak bir işin hakkından gelmek isteyen memur ne kadar büyük ve
küçük olursa olsun, ağaların haremine girmeye ve beylerle senli benli olmaya
zorunludur. Yoksa en kısa zamanda ayağının altı karpuz kabuğu oluverir!..
Hem bu, tekrar edelim, salt yerel memurlara özgü de değildir. En büyük
devlet büyükleri de önemli bir iş için "halka sorulmasına" olanak bırakmaz.
Örneğin "Malazgird 16 (AA.)- İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Hozat'ta kasaba
halkını, gelen aşiret mensuplarını kabul etmiştir. Halk ve aşiret mensupları
hükümetin kurtarıcı elini bu bölgeye uzatarak cumhuriyetin feyzlerinden
10
yararlanma olanağını rica etmişlerdir."
Burjuva vekilinin halkı ve aşiret mensuplarının kabul edişinin anlamını bugün
Türkiye'de anlamayacak tek adam yoktur. Hozat kasabası, yukarıda adı
geçen Palu kasabası gibi, her biri birkaç köy sahibi olan "halk" ile doludur.
Aşiret namına bir bakan görmeye gelenlerin kimler olacağını
tekrarlamayalım. Şu halde İçişleri Bakanı da, ağalarla büyük toprak
sahiplerini "kabul" etmiş ve onlarla konuşmuştur.
Eğitimde: "Kaymikeyim" (bu Kürdistan'daki kaymakamın telaffuzudur) bir
öğretmen getireceği zaman hangi köye verilmesi gerektiğini ağadan sorar.
Ağa köye devletin gönderdiği bir öğretmeni sokmak istemez. Fakat hayır da
demez. Öyle bir köy gösterir ki, orada din dersi istemeyen asi kızılbaşlar
oturur. Tabii öğretmen köye varır varmaz, kızılca kıyamet kopar ve hoca
ardına bakmadan sıvışır. O zaman ağa kaymakama şu gerçeği söyler:
"Canım bu meretlerin çocuklarını okutayım da yarın çocuklarımın burnuna mı
dikilsinler?" Ve zaten Genel Müfettişten "Kürtleri okutup da Kürdistan'da bir
Arnavutluk mu yapalım!" kararını bellemiş olan kaymakamın düşüncesi de
başka yoldan beyler ve ağalarınkiyle birleşir. Onun için bu Kürt sorununun
acı hatıraları arasında şöyle öykülere rastgelirsiniz: Bir maraba çocuğu
nasılsa erkekli kızlı ağa çocuklarının kafilesine karışarak birlikte ders almak
becerisinde bulunur.
9. Yusuf Mazhar: a.g.y., Cumhuriyet, 22.7.1930.
10. Cumhuriyet, 17:11.1931.
Belki de yaşamsal bir önem gören çocuk, ağazadelerin bir yılda öğrendiğini,
devam ettiği bir ay içinde kavrar. Durumu öğrenen ağa sınıfı teftişe gelir. Bu
durumu gözleriyle görünce -lcendilerinkinden yaşça çok küçük olan- maraba
yavrusunu "namahrem kızlar"la (önceden bir ay hiç sesini çıkartmamışken
şimdi) bir arada okutmayı namusça uygun bulmaz. Öğretmenin kulağına "ne
yapalım ağa emretti" diye fısıldayarak çocuğu sınıftan uğratır... Babası
öğretmene itiraz edecek olur, aynı yanıtın tedhişçi darbesi!..
Çapul: Orneblili Şeref "Birinci Millet Meclisi" hatıratında, Doğu illerinde
Dersim hakkında şöyle bir tasvir yapar: "Bu yerler, bu dağlar ve bu taşlıklar
fesat, eşkıyalık, cahil ve gaflet ocaklarıdır. Burada yaşayan insanlar ilkel
adamlardır. Bir taş kovuğunun içinde, başını bu taşa dayayarak yüz bin yıl
önce yaşamış ataları gibi, hâlâ o örneği gösterip duruyor. Bunun yalnız
birkaç yüz sözcüktük bir dili ve eline öldürmek için şeyhin, beyin verdiği
tüfeği vardır. İşte bunlar bu dağların sakinleridir. Becerileri de yalnız adam
öldürmek ve rastgelen köyü, insanı, kervanı soymak ve hepsini götürüp
11
müemmine, şeyhe, seyite vermektir."
Aşiretler talanadır. Bu kesin, fakat Marx'm Kapital'indo, Roma için dediği
gibi, sonsuza dek yeniden oluşan talan edilecek bir şey bula-maksızın talan
yapılamaz. Zaten aşiretler en çok birbirlerini talan ederler. Yalnız talanla
geçinen üç milyon nüfusu tasvir etmek, hem ağanın, hem Kemalizmin ayrı
ayrı talan ettiği çalışkan Kürt miriyvolarmı İş Ban-kası'nın hissedarları yerine
koymaktan farklı mıdır? Onun için Kürtlerin "yalnız öldürmek ve rastgelen
köyü, esnaf kervanı soymak" ile değil, belki maraba olarak beye haraç,
Kemalizme vergi vermekten canı çıkıncaya kadar çalışmakla geçindiğini
hatırdan çıkarmak için cumhuriyet burjuvazisinin atadığı milletvekili olmak
gerekir. Burada doğru söylenen yön, Kürt fukarasının, çapul edilen şeylerin
hepsini müemmine, şeyhe, seyite götürdüğüdür. Ama sorun buracıkta ve
böyle bitmez.
Talanı örgütleyen ağadır. "Kolbaşı"ların emrinde hareket eden birer kolla
yolları kestirir. Davarları çevirtir vb... Talandan gelen metaların gayet az bir
kısmını kolbaşıya, bir iki gönül okşayıcı sözcüğü de adamlarına bağışlar. Geri
kalan eşyanın oldukça büyük bir kısmını yüksek mülkiye ve jandarma
memurlarına ayırır. Ağalarla kaymikayimin arasındaki mektuplaşmalara bir
göz atan, çok kere Kemalist devlet aygıtıyla ağalık arasındaki sıkı dayanışma
ve özelleşme derecesi karşısında gözlerine inanamaz. Bazı mektuplarında
kaymikayim, ağaya aşırdığı koyunları kendisine
11. Orneblili Şeref: Milliyet, 2.1.1932.
gönderirse, şimdiye kadar olduğu gibi sorunu kapatacağını, yoksa bu kez işin
pek açığa çıkması yüzünden fena edeceğini bildirir. Bu gibi omuzdaşlıklar,
talan yapan ağadan daha baskın birine ait mallar için yazıya dökülür.
3- Burjuva Adaleti: Cumhuriyet döneminde Karagözle Hacivat heyetine
sokulan o Lanifrel, o ulus adına yargılayan savcı, Batı illerinde oldukça, perde
kurup şem'a yakar ve bu perdenin arkasında oynarlar. Doğu illerinde ne
perde ne de şem'aya gerek yoktur. Gerçi heybetleri orada da hayal gölgesi
şahıslardan farksızdır. Ama oyunları, Batı illerinin komünist
mahkemelerinden farksızcasma, hattâ ona taş çıkartırcasına ve
ortao-yunvari perdesiz merdesizdir. Burjuva adaleti, dünyanın pek az
yerinde, Kürdistan'da olduğu kadar sinik ve maskesiz sırıtır. Kemalist
burjuvazi Doğu illerinde yalnız subaylarına güvenir. Çünkü orada fiilen
egemen güç jandarma ve askerdir. Fakat bu asker ve jandarmayla adalet
arasında su sızdırmaz bir emek beraberliği var. Kemalizm derebeyliğin
-hasbelkader-bükemediği elini öper görünürken, ısırma siyasetini uyguluyor
ve jandar-ma+savcı blokunu siyasete mihver yapıyor. Ağalığı devrimci
yöntemlerle yok edemeyeceğini ve yok etmek istemediğini hisseden
Kemalizm, o ken-diliğindenci ve bilinçsiz burjuva kaderciliğiyle Doğu illerinin
geleceğini, kendisinin de pek iyi anlayamadığı, fakat akıntıya kapılmışcasına
uymaya zorunlu olduğu bir "yavaş gelişim" siyasetine bel bağlamış
görmekten hoşlanmıyor. İşte Doğu illerinin "adalef'i bu burjuva "yavaş
gelişinTciliğinin tam ete kemiğe bürünüşüdür. Ağalığı asla ürkütmeden
eritmek! Bu görev jandarmayla adalet arasında paylaşılmıştır. Adaletin bu öz
rolü, onu bazen kutsal kitaplarda betimlenen Allah kadar mutlak yetkili,
Bazen leblebicinin çırağı ya da ağanın keloğlanı, lokanta garsonu kadar
"emre amade" kılar. Ağalığın sorumsuzluğuyla kapitalizmin "idare-i
maslahatçılığı" Kemalist adaletin karakteristiğidir.
Belli bazı sınırlar içinde, nasıl adamlarına dayanan derebeyi, başka hiçbir güç
ve sorumluluktan korkmaksızın dilediğini yaparsa, erlerine emir veren subay,
mübaşirlerine "hüküm ki" diyen yargıç -burjuvaziye karşı hiçbir hesap verme
sorumluluğu.olmadığı oranda- yaptıklarından dolayı sorgu suale uğramayan
Allahdır. "Hak gücündür" kavramının ne olduğunu gözüyle görmek ve eliyle
tutmak isteyen, Doğu illerine gitsin. Orada öyle "hakkım" diye haykıran
ağalar vardır ki, gözlerinin madeni parıltısında, bu "hak"kınm adalet
huzurunda kaç altına alınıp satıldığını öğrenmekten daha kolay hiçbir şey
yoktur. Onun için burada "hakkım"
diye bağırabilen mutlaka güçlü sayılır ve haklı değil, güçlü olduğunu zan-la
saygı görür.
İşte bu tür bir adaletin, yoksul Kürdistan halkıyla temasa geçişi cidden
acıklıdır. Doğu illeri "zorunlu hizmet"i süresince, emekliliğinin
sağlayamayacağı bir dünyalık hazırlığını amaç bilen Kemalist adalet,
temsilcilerle bukalemun gibi her dönemin rengine girmekte ve her tür
soyguna uymakta örneksiz olan derebeylik, "hem ye hem yedir" sloganıyla
bir kere el ele verdiler miydi, artık Kürt fukarasının başına gelen
düşünülsün... Anayasanın yasakladığı "işkence, eziyet, angarya" Kürdistan
halkının uğradıkları yanında pek hafif deyimlerdir.
Doğu illerinde burjuva adaletinin hummalı etkinliği hakkında bir fikir edinmek
için, şu iki ilginç olayı biraz düşünmek yeterlidir:
1-1933 yılı başlarında bir İstanbul akşam gazetesi, İstanbul'da her bin
nüfusa bir avukat düştüğünü yazıyordu. Oysa Doğu illerinin merkez
ilçelerinde biz diyelim her yüz, siz deyin her on kişiye bedel bir avukat
bulunabilir. Orada öyle şehirler vardır ki, çarşısında varolan dükkanların
yarısı avukat ve arzuhalci dükkanıdır. Bunların ticareti adalet
alım-satımıdır.
,
2- Dil devrimcileri ne kadar sevinseler yeridir: Kürdistan halkı adaletin resmi
dili sayesinde epey Türkçe öğrenmiştir. Fakat Kürt köylüsünün öğrendiği
Türkçe, insanı güldürmekle ağlatmak arasında şaşkın bırakacak derecede
ibret parçalayıcıdır. Halkın en çok bildiği "bilgi" ve "Türkçe" hep adliye
hileleri, mahkeme oyunları ve adliyece deyim ve terimleridir: Türkçe su ve
ekmek istemesini bile bilmeyen öyle köylüler vardır ki, bize "merkumum
raporunda darp âsâri müşare ve ilh" tarzında bir mahkeme zabitinin bütün
cümlelerini tekrarlayabilirler.
Bu şiddetli adalet süreci, bu Kemalist adliye değirmeni hava için dönmüyor.
Kürdistan yoksul halkının kemiklerini öğütüyor. Birkaç örnek: Tefeci örneği:
Köylü ağadan 3000 kuruş senetle ödünç alır. 1000 kuruşunu arada öder.
Tam ürün zamanında ağa 2000 kuruşunu ister, oysa köylü hemen o dakika
ödeyecek durumda değil. Ağa, köylüye ceza olarak bu kez önce aldığı 1000
kuruşu da inkâr ederek -çünkü ağa köylüyü her kazığa bağlar, ama köylü
ağadan verdiği 1000 kuruşa karşılık imza isteye-• mez, ağa için bu
hakarettir!- icraya 3000 kuruş alacaklı gibi başvurur. Soruna tanık var ama,
kim ağanın aleyhinde tanıklık edebilir? Zaten köylü kendini toplamaya zaman
bulamadan "adalet" tarladaki ürüne haciz koymuştur bile...
Derebeyi: Herhangi bir işten içerlediği köylünün tarlasını,, ağa söktürür ve
adamlarına kendi tohumlarını attırır. Aç kalan köylü ağayı şikayet etmeyi
göze alacak babayiğitlerden ise bir dilekçeyle kaza mahkemesine başvurur.
Kaç dilekçe verirse hepsi de sistematik olarak kaybolur. Çünkü mahkeme
başkatibi ağanın akrabasıdır, savcı gizli ve sadık dostudur. Aradan yıllar
geçer, bir tek yurdundan olan köylü, oldu olacak bari ağaya bir şey yapabilir
miyim diye tekrar başvurur... Fakat geç kaldın Tatar ağası: Üç yıl önce olan
olay, son tecil yasası gereğince olmamış sayılır. Kemalist adaletle şu kadar
madeni altına uyuşan ağa, herhangi bir köylüyü istediği gibi mahkûm ya da
beraat ettirme gücündedir. İsterse beraat ettirir, ağanın kardeşi ya da
damadı, yargıçlara bir ziyafet çeker. Ya da bir gece savcı beyi evinde özel
olarak ziyarette bulunur. "Filan adamı bana bağışlayın" dedi mi, sanık ya da
tutuklunun suçu hakkında "vicdani kanı" oluşması olanağı yoktur. Ufak bir
formalite hazırlığından sonra "suç sabit olmadığından" adı geçenin beraatine
gidilir. İster mahkûm ettirir: "Bey bizim olmazsa hatırımızı kim sorar? Bize
kim sahip olur! Elimizden bir kaza çıkarsa bize kim arka çıkar?" Doğu
illerinde tanıklık, para akçesi 5 mecidiyeden 15 mecidiyeye kadar değişen
alınır satılır bir metadır. "Davasının cürmü bilir!" Ağanın emrinden az bir
sapıtma, yoksul Kürt köylüsü için ölümlerden ölüm beğenmeyi gerektirir. Bir
hırsızlık, bir yaralama, bir katil vb. isnatları olmamış suçu iki kere iki dört
edercesine, Cumhuriyette burjuva adaletinin dilediği tanık ve kanıtlarıyla
birlikte hazırlanıverir. Ertesi günü jandarma onbaşısı gerekli olan zabıt
varakasını düzenler. Ağanın muhtar ve yönetim kurulu ilân ilmühaberlerini
mühürler ve hemen cumhuriyet savcısının tutuklama müzekkeresi kesilir.
Aylarca tutukluluk ve yıllarca mahkûmiyet elde bir... Bu Kemalizm+ağalık
ittifakı karşısında Kürdistan köylüsü, burjuva kaldırım şairlerinin ve satılık
basının yazarlarının beceremedikleri edebiyatları yaratır: "Yoncamı damıma
kaldırsam, çoluğum çocuğumla yakılacağımı bilirim, (iyi anlatmıyor,
hükümetçe satılan bir toprağın yoncasını biçen miriyvo) Tarlada bıraktım,
cayır cayır yakıldı. Kime şikayet edersin... Ağa, marabanın köpeği demirimi
yedi dese, inanırlar. Biz ağanın köpeği ekmeğimizi, pekmezimizi, etimizi yedi
aman desek, 'yalan söylüyorsunuz ağanın köpeği toktur' cevabını verirler..."
İşte Kemalist adaletin Kürt köylüsü ağzıyla tanımı: Adalet madem köylünün
ağaya ait demiri yediğini kabul eder. Çünkü ağa bu yalanım mecidiyelerle
tuttuğu tanıklara kanıtlayacak yasa yollarını elinde tutar. Ağa köylünün
marabaya ait ekmeği yiyebileceğini işitmek bile istemez.
Marabanın bütün duaları adalet gözünde "kul mücerret" kalır.*
Yalnız bu adalet sermayesi "faslında" kapitalist Kemalizm ağalığı kullanayım
derken, ağalık Kemalizmi öyle bir kullanır ki, "adalet" hanımefendi, Galata
yosmasının vizitesi en aşağı olanlardan da aşağı düşer. Örneğin, ağa
düşmanını çerisine (silahlı adamına) vurdurur. Düşman da bir ağaysa
"arayanı" vardır. Şu halde adalet gayrete gelecektir. Kim vurdu? Ağanın
adamlarından biri... Hangisi olduğunu bir ağa bir de vuranın kendisi (ve
tahminen köylünün deyimiyle bir de Allah) bilir. )nbaşıyla ağa tutanak
belgesinde anlaşırlar. Ağa her gün sırtında sadist zevkini sopayla tatmin
ettiği miriyvolanndan en şapşalını jandarmaya ve adaletin pençesine teslim
eder. Memo yerine Azvo'yu tutuklattırır. Çünkü Memo yine yarınki, ertesi
günkü talanda ya da düşmanla kavgada eli silah tutan bir güçtür. Azzo ise
insanlığı çiğnene çiğnene toprağın demirbaş bir davarı halinde
hayvanlaştırılmış sayısız miriyvolanndan bîridir. Azzo adaletin cübbeli ve
külahlı huzurunda mahşer gününün terazisini ve zebanilerini görmüş gibi ne
diyeceğini çoktan şaşırmıştır. Sorulan şeylere ya gülmek ya da ağlamakla
yanıt verir. Bereket pek de aklı yerinde görülmediği için Azzo mahkûm
edilemez. O zaman ağa bir taşla birçok kuş vurmuştur: En kötü miriyvosunu
bile kaybetmedikten başka, cinayeti güme getirmiş, çerisini cezadan
kurtarmış ve Kemalizm sayesinde nüfuzunu iki kat etmiştir. Yok mahkeme
bir grubu mahkûm ederse, adam sende günde beş altı birey başka
aşiretlerden kaçıp ağanın himayesine sığınmıyor mu? Ağasına feda olsun
kuzular... Kuzuların parasını verdi ağa!..
Bu kısa açıklamadan kolayca anlaşılabilir ki, Doğu illerinde ağanın bütün
erkanıyla varolması ve yeni koşullara uyması, yeni soygun biçimlerini talim
etmekten başka bir değişiklik tanımaması ancak Kema-lizmin silahlı silahsız
yardımı ve elbirliği sayesindedir. Bilinemez belki
* Bilmem burjuva cumhuriyetinin hangi yasasının hangi maddesinde yazılıdır
ya da yazılı değildir. Yalnız her Doğu ilinin, her Kürt yoksulunun kulağında
küpe gibi taşıdığı bir suç vardır: "makam"ı işgal suçu! Bir maraba, herhangi
biçimde verdiği dilekçelerin yürümediğini, davalarının adalet önünde
kaybedildiğini vb. gördükten sonra hâlâ inat eder, ayak direr ve şikayetine
devam ederse derhal makamı işgal suçuyla gözaltına alınır. Sıkıysa şikayet
et!
Kemalizmin Doğu illerinde varolması da karşılık olarak ancak ağalığın silahlı
silahsız yardımı ve elbirliği sayesindedir. Çünkü marabalar ve yoksul köylüler
arasında ağaya ya da beye karşı direnmek isteyen en ufak bir hareket
üzerine ağa derhal ilçeyi, ili, hattâ daha sonra TBMM'ni haberdar eder. Köylü
isyan girişimindedir. O zaman bütün jandarmalar, çevre askeri kolları,
uçaklar kıpırdamak isteyen köylülüğü olduğu yerde dondurur. Hükümete
karşı koymak becerisini gösteren herhangi bir isyan hareketinde derhal
Kemalizmden maaş alan sadık ağalarla milis kuvvetleri ezilen Kürt halkının
çevresini sarar.
Kemalizm "tam name-i hazreti şehriyanna" mevlut okutarak halk hareketi
kışkırtmaya kalktığı zaman, bu karşı devrimi besleyişini çalışkan Türk
köylüsünün dindarlığına yüklediği gibi, Kürdistan'da ağalıkla ve köylerle
kapalı ittifakını da Doğu illeri nüfusunun gericiliğiyle açıklamaktan hoşlanır.
Gerçekte Kemalizm kurtuluş savaşı sırasında nasıl geniş ve demokratik bir
köylü hareketinden korktuğu için saltanatı sonuna kadar Sultanın bizzat
kendisi çekilip gidinceye kadar halka karşı bir kalkan gibi kullandıysa, tıpkı
bunun gibi, bugün de Kürdistan'da gene geniş ve demokratik bir köylü
hareketinin varabileceği aşamalardan ödü patladığı için, Kürdistan yoksul
halkına karşı ağalığı ve beyliği kalkan gibi kullanıyor ve Kürtlüğün derebeyce
parçalanışından kapitalist egemenlik çapulu adına uçsuz bucaksız bir zevk
alıyor. Kürt yoksul halkı da Kemalizmin her gün sırtında oynayan satınyla
pratik bir şekilde öğretmiştir ki, Kemalizm Doğu illerinde derebeyi ve
derebeyi artıklarıyla müttefiktir. Onun için cumhuriyet burjuvazisinin ara sıra
kürsü yüksekliğinden derebeyliğe karşı sözde savurduğu palavralara asla
kulak asmıyor. Ağalığa karşı mücadeleye geçtiği gün karşısında bütün
yırtıcılığıyla Kemalist devlet aygıtını bulacağını biliyor. Onun için ağalığı
kaldırayım derken daha zalim ve katmerli bir uçuruma yuvarlanma
tehlikesine düşmekten korkar. Şimdiye kadar geçen deneyimler,
cumhuriyet burjuvazisinin sömürgeleştirdiği Kürdistan'da, derebeyliği
tuttuğundan başka bir şeyi kanıtlamamıştır. Adı geçen burjuva yazan bile bir
yerde bunu oldukça açık bir şekilde şöyle itiraf ediyor:
"Bu alanda yaşayan halkın sürdüğü hayattan daha emin, daha mutlu bir
yaşam varolabileceğim inanmadıkları şüphesizdir. Onlarda böyle bir kanı
vardır. Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmaktan (yani ağadan
kurtulayım derken, hem ağa hem sermayenin tuzağına uğramaktan)
korkarla^___________________
12. Yusuf Mazhar: a.g.y., Cumhuriyet, 12.7.1930.
Aynı yazar "bu duyguyu, bu kanıyı eski dönem'lerin doğurduğunu söylüyor
ve "Cumhuriyet de düzeltecektir" diyor. Ama buraya kadar olan örnek ve
açıklamalarımız bile burjuva "cumhuriyet"inin bu "belirtileri" ne dereceye
kadar ve nasıl "düzelttiğini" yeterince göstermez mi?
Ekonomik Sömürü
Doğu illeri meyva (üzüm ve kayısı vb.), hayvansal ürünler (yağ, süt, deri,
yün), otlu ürünler (pirinç, patates vb.) açısından bereketli tarımsal bir
bölgedir. Bugün doğal ekonominin buradaki genişliğine ışık tutacak şekilde
hemen her ilde pamuk ve kenevir yetişir. Bununla birlikte bazı bölgelerinde
tütün ve afyon, hattâ incir, zeytin ve kereste de pazara çıkarılabilir. Fakat
Doğu illerinin sömürge ekonomisine özellikle elverişli olan varlığı, zengin ilk
madde kaynaklarıyla dolu oluşudur. Yeraltında gömülü duran madenler
arasında kurşun, gümüşlü kurşun, demir ve kükürt gibi Türkiye'nin başka
yerlerinde bulunanlardan başka, o kadar sık rastlanılmayan çinko, kırmızı
boya, tuz, şap, sünger taşı gibi madenler hesaba katılacak zenginliklerdir.
Ama Doğu illerinde özellikle modern sanayide, hattâ bunalıma karşın
önlemlerini ve pazardaki değerlerini kolay kolay kaybetmeyen bakır,
manganez, kalayla altın, gümüş gibi değerli madenlerin, özellikle kömür,
petrol adlı enerji kaynaklarıyla yan yana duruşu, bu bölgedeki ilk madde
hazinelerinin anlamını büsbütün canlandırır.
Doğu illerinin ekonomik bakımdan üzerinde durulacak bir üçüncü niteliği, boş
işgücü kaynağı olabilmesidir. Bu bölgelerin ekonomik gerçeğine karşın nüfus
hayatiyeti, tarihsel etkenlerle kısmi bir güç gösterir. Bunu anlamak için,
Doğu illeriyle Batı Ml^ri arasında doğum, ölüm ve nüfus itibarıyla kısa bir
karşılaştırma yapmak yeter. T.C. Devlet Yıllığı (1928-29) adlı resmi kitabın
rakamlarını alalım. Elazığ, Beyazıt, Hakkâri, Diyarbakır, Gaziantep, Van
dışında olmak üzere 11 Dvğu ilinde bir yıl içinde doğanlar 46.589, ölenler
18.864 kişidir. Yani doğanlar ölenlerden iki-buçuk kez (%247,8) daha
fazladır. Bu doğum ve ölün>îeri nüfusa oranlarsak, doğumlar nüfusun (11
ilin nüfus toplamı 1.914.167 olduğuna göre) %2,48'i, ölümlerse %0,98'i
oranındadır. Nüfus toplamları (Doğuda 11 ilde 1,9 milyonken) 1.592.366 kişi
olan 7 ilde doğanlar 33.148 iken, ölenler 20.876'dır. Bu ilde (İzmir, Manisa,
Edirne, İsparta, İçel, Burdur, Bolu) doğum ölümün ancak bir buçuk katı,
%158,7'dir. Başka bir deyişle ve yuvarlak hesap, Batıda yılda 3 kişi doğarsa,
2 kişi ölür, oysa Doğu illerinde yılda 5 kişi doğduğu halde ancak 2 kişi ölüyor.
Başka bir deyişle nüfus
Batı illerinde yılda birden az fazla artıyorsa, Doğu illerinde hemen üçe yakın
artıyordur.
Doğu illerinde doğumlar daha çok, ölenler daha az. Batı illerinde, Doğuya
oranla doğumlar daha az, ölümler daha çoktur. Onun için Doğu illerinde her
yıl nüfus %l,50 arttığı halde 7 Batı ilinde aynı yıl içinde nüfus ancak %0,67
oranında artıyor. Doğuda nüfus her yıl Batıdan iki buçuk-üç kat fazla artıyor.
İşte Türk burjuvazisi Doğu illerini ve Kürdistan'ı, bu üç noktadan sömürge
yöntemleriyle sömürüyor: 1- Tüketim ilk maddesi; 2- Üretim ilk maddesi; 3İşgücü... Bunlara bir dördüncüsü olarak maliyenin satırını da eklersek, Türk
burjuvazisinin Kürdistan'ı ekonomik olarak ezişine az çok dikkate değer
örnekler bulunmuş olur.
Bugün sömürge deyince ne anlıyoruz? Anavatan finans-kapitalinin emrinde
tutulan tekeller ve açık metalar pazarı ve ilk madde kaynağı olan, siyasal
olarak bağımlı bir ülke. Finans-kapitalin anavatanı, sömürge ülkenin sürekli
tarımsal kalmasını, bu pazar ve ilk madde kaynağını elinden kaçırmamak
ister. Şu halde bir bölgenin sömürge durumunda tutulduğu, bir sözcükle o
bölgede sanayi gelişimin siyasal amaçlarla durdurulmasından anlaşılır. Türk
burjuvazisi Doğu illerinde böyle bir amaç izliyor mu? Evet. Türkiye
finans-kapitalinin organı Doğu hakkındaki yazıda ne diyor: "Her toplumsal
reformun birinci aşaması hemen hemen gerçekleştirilmiş sayabileceğimiz
13
düzen ve emniyetin kurulması ve geliştirilmesidir,," "Düzen ve emniyet"
için mi reform gerek, yoksa reform için mi düzen ve emniyet? Bunu
tartışacak değiliz. Yalnız bundan iki şey anlıyoruz: 1- Sekiz on yıllık
cumhuriyet burjuvazisi henüz Doğu illerinde düzen ve emniyeti tamamen
"kurup geliştirdiğine" kendisi de ikna değildir. 2- fakat bu düzen kurulursa,
Doğuda "siyasal ve ekonomik iyileştirmeler" yapacaktır. Dikkat ediyorsunuz,
Batı illerinde neredeyse Yalova'daki Gazi tesislerine "Yalova sefası devrimi"
diyecek kadar her değişikliğin adına "devrim" diyen Kemalizm, Doğuda bu
kelimeyi ağzına almaktan korkuyor. Yalnızca masum ve çekingen bir
iyileştirme. Hattâ bu kelimenin bile Kürtçe gazetelerde Türkçesinden değil,
Fransızcası olan "reform "dan söz ediyor. Bu reformlar neler olabilir? Eğer
köylüye bu "toprak dağıtımı" (bazı ağaların fazla toprağını satmak) ise
bunun, "düzen ve emniyefin hemen hemen gerçekleşmiş sayıldığını o 1931
tarihlerinde, Doğu illerindeki örnekleriyle yukarıda görmüştük. Ondan
başkaysa acaba nedir? Yukarıdaki
13. Economic Orient, 16.9.1931, s.444.
satırların üstünden bir yıldan fazla zaman geçtikten sonra, devlet sanayisi
karşıtında telaşa düşen Türk burjuvazisine güvence vermek için Gazi ile eski
İş Bankası Müdürü, İktisat Bakanı Celal, batı ve güney illerinde tura çıktıkları
zaman, Celal Balıkesir Ticaret Odası'ndaki söyleşisinde: "Yeni tesis edilecek
fabrikalardan bir kısmının Doğu illerinde tesis edileceğini, çünkü bu konudaki
1A
ilkenin dengeli bir ekonomi sistemi olduğunu söylemiştir "
Fakat burjuvazinin sözüne değil, özüne; palavrasına değil, yaptığı işe
bakmak Bolşeviklerin adetidir. Önce İktisat Bakanı beyefendinin bu sözü
söylediği yer bile Türkiye'nin Batı ilidir. Eğer bu sözü Diyarbakır'da söylemiş
olsaydı, bir derece anlamlı olabilirdi. İkinci olarak, aynı adam ve Gazi bu
"inceleme gezi"lerinde Doğu illerinin en batı tarafında Adana sınırındaki Gazi
Aymtab'ın ötesinde, hattâ şöyle resmi bir "inceleme" yapar olsun
görünmediler. Söyledikleri söze karşın gezilerinin çizdiği sınır Doğu illerini
Batı illerinden ayıran sınırdır. Bu da gösteriyor ki, Türk burjuvazisi Kürdistan'ı
sanayileştirmeye gelmiyor. Bu gelmeyişini, özellikle daha aşikâr bir şekilde
göze batıran olay şudur: 1932 yılında Sovyetler Bir-liği'nin verdiği 16
milyonluk krediyle, Türkiye'de dokuma ve şeker sanayi kurulacak. Sovyet
uzmanları Türkiye'ninkilerle birleşiyor, ülkede inceleme yapacaklar. Fakat bu
incelemenin alanı, Gazi hazretlerinin inceleme alanıyla tıpatıp aynı geliyor.
Uzmanlar -hatta yerel talep ve ısrarlara karşın- Doğu illerini dışarda bırakan
bir sınır içinde incelemede bulunurlar. Yani "yeni tesis edilecek fabrikalardan
bir kısmının Doğu illerinde tesis edileceği", olan bitene göre, İktisat
Bakanının uydurduğu bir lâftır. Hattâ Sivas'ta bile bir şeker fabrikası açmak
isteyen Çekoslovaklara izin verilmedi (Bunda İş Bankası'nın rolü de ayrı
tabii). Kemalizm her konuda Doğu illerinin sanayice ve hattâ ekonomik
olarak ilerlemesine engeldir. Cumhuriyet burjuvazisi için Doğu illeri, ekonomi
dışı bir bölgedir. Ke-malizmin Türkiye'de sermaye biriktirmek için, son
yıllarda oldukça gürültüyle ortaya attığı kooperatifçiliği bile Doğu illerine çok
gördüğü göz önüne getirilirse, Doğu illeri hakkında ne düşündüğü açıkça
anlaşılır. Birinci Genel Müfettiş Macaristan'dan M. Canadi adında birini
getirterek, diktatörü olduğu 9 ilde inceleme yaptırıyor. Bu uzmanın yazdığı
kitap, buralara kooperatifin zararlı geleceğini anlatmış! 1932 yılı ortalarına
doğru Millet Meclisi'ndeki "bağımsız" İzmir milletvekili bu kitaba dayanarak,
Türkiye'de kooperatifçiliğin "zararlı" olduğunu, Halk Partisi'nin yanlış yolda
yürüdüğünü iddia ediyor. Halk Partisi genel sekreterinin yanıtı şu
14. Son Posta, 22.1.1933.
oldu: "Uzmanın söz ettiği bazı illerimizde bugün derhal tarımsal kooperatifler
yapılması olanağını bana sormuş olsalardı, ben de bu kitabı okuyarak aynı
15
yorumda bulunurdum." -
Ekonomik reform yapılmaz, çünkü "düzen ve emniyet hemen hemen
gerçekleşmiş", yani henüz gerçekleşmemiştir. Kooperatifler hemen yapılmaz.
Çünkü her halde düzen ve emniyet yok! Hangi demagojide bu ka-darlık
kaypaklık bulunmaz? Uzman, kooperatif "zarar"lıdır. Halk Partisi
"olanaksız"dır diye yorumlar. Oysa her ikisinin de anlamı, hattâ burjuvazinin
kendisi için bile, köylü kitlelerini daha yakından ve örgütlü şekilde soymak ve
sermaye biriktirmek için bir nimet olan, kooperatif kadar her rejime uyabilen
esnek bir oluşumu, Kemalizmin on, yıldan sonra hâlâ Kürdistan'da
uygulamaktan korktuğudur. Türk burjuvazisi Kürdistan'da ve Doğu illerinde
her türlü ekonomik örgütü binbir ihtiyatla karşılıyor, çünkü ekonomik olarak
orasını sömürgeleştirmek, siyasal olarak orada Kürtlük davasını
uyandırmamak istiyor. Örneğin Kürdistan'da fabrikalar açılırsa bir Kürt
sanayi proletaryası merkezileşecek, bu proletarya ekonomik ve ulusal
baskıya karşı Kürt burjuva ve ağalarını gölgede bırakır-casma harekete
geçebilecektir. Kürdistan'da tarım kooperatifleri kurulursa ağalığın karşısında
dağınık ve yenik inleyen Kürt köylülüğü içinde sınıf farklılaşması ve bunun
sonuçlarıyla birlikte örgütlü direniş belirir ve bu direniş yeterieği Kemalizmin
işine gelmez. Kemalizmin Doğu illerindeki ekonomi siyasetini anlamak için şu
kısa noktaları gözönünde tutalım:
1- Finans-Kapital: Kemalist burjuvazi Doğu illerini layıkıyla sömürebilmek
için iki şeye muhtaçtır: a) Orada kendisine müttefik hazırlamak; b) Oralarda
kendisine ekonomik örgüt ve kuruluşlar kurmak. Bu iki işi bildiğimiz gibi
dünyanın bütün sömürgeci anavatan egemen sınıfları öteden beri uygularlar.
Bu iki kuşu vuracak bir tek taş vardır: fi-nans-kapital hazretleri.
Finans-kapital sayesinde Kemalizm şu sonuçlan elde edebilir: a) Yerel
değerleri finans-kapitalistleştirmek, b) Finans-kapitalle kaynaşan değerlere
bağlı sınıf ve zümreleri Kemalizmin kuyruğuna takmak, c) Belli başlı değişim
merkezleri demek olan il merkezlerini bu finans-kapitalin nüfuz ve
sömürüsüne uygun gelecek şekilde bezemek ve her türlü girişimi
finans-kapital emrinde toplamak, d) Tarımı finans-kapitalin emrine sokmak
vb... Herhangi bir anavatan herhangi bir sümürgede bu birbirinden çıkan
sonuçlan bir şebeke gibi yayamadıkça tutunamaz.
15. Meclis zabıtları, Cumhuriyet, 27.6.1932.
a) Yerel değerleri finans-kapitalistleştirme: Ağn dağı ayaklanması
temizlendikten sonra, Türk burjuvazisi yalnız zor ve şiddetle işlerin
yürüyemeyeceğini, Doğu illerinin ekonomi mekanizmasında rol oynayacak bir
sistem kurmanın zorunluluğunu daha iyi anladı. Ve ondan sonra yavaş yavaş
Doğu illerindeki dağınık servet billurlarını, kendi devlet aygıtının koyacağı
finans-kapitalin çevresinde derlemeye girişti. Bu örgütün başında, Doğu
illerinin içinde özellikle özel bir terör sistemini uyguladığı ve koyu Kürdistan
egemenliğinde bulunan, Birinci Genel Müfettişlik bölgesinin dokuz ilini biricik
bir bankanın altında toplamak gelir. Bunu doğrulayan haberler, 1931'den
beri başladığı halde ancak 1932'de asıl biçimini buldu:
"9 Doğu ili kendi aralarında bir banka açıyorlar: Diyarbakır (özel)- Genel
Müfettişlik bölgesi içindeki 9 ilin katılımıyla Diyarbakır'da bir yardım bankası
açılıyor. Diyarbakır özel yönetim bütçesinden 15.000, Mardin de 6000 lirayla
hissedar kaydolunmuştur. Diğer iller özel yönetimleri de bütçelerinin mali
16
açıdan izin verdiği ölçüde tahsisat vermişlerdir."
"Diyarbakır'da 300 bin Ura sermayeli bir banka kuruldu: Diyarbakır (özel)Birinci Genel Müfettişlik bölgesine giren Diyarbakır, Elazığ, Urfa, Mardin,
Siirt, Muş, Hakkâri, Beyazıt, Van illeri özel yönetimleriyle bazı kişilerin
katılımı sonucunda 300 bin lira sermayeli bir Yardım Bankası kurulması
11
kararlaştırılmıştır."
Bu iki kısa haber açıktır: Devlet (özel yönetim) baş mayayı (sermayeyi)
tohum gibi atıyor. Ve bu ilk tohum çevresinde tıpkı doyum halindeki bir şeker
eriyiğine atılmış billurun çevresinde olduğu gibi, çorak dağınık servetler (bazı
kişilerin katılımı) billurlaşıyor. Avrupa'daki büyük kapitalistlerin yaptıklannı
bizde Kemalist devlet aygıtı yapıyor. Tabii bu Doğu Bankası ya da Yardım
Bankası Cumhuriyet burjuvazisinin kodaman bankalanndan birinin patenti
altında. Fakat yine tabii, bu kısa haberler içinde onun görünmez varlığını
sezmek olanaksızdır.
b) Yerel sınıf ve zümrelerden müttefik derlemek: Türk burjuvazisinin Doğu
illerinde dayandığı sınıf ve zümreler hangileridir? Biliniyor, başta büyük
toprak sahipleriyle koca müteahhitle* gelmek üzere, genel olarak
burjuvalaşan ve burjuvalaştıkça kozmopolitleşerek Türkleşen zümreler ve
sonunda iskân edilenlerden tutunabilen ve sivrilen bazı Türk aileleri...
Yukanda banka sermayesine katıldıklan belirtilen "bazı kişiler" daha önce
Kemalizmin ağalıktan tefeci toprak sahipliğine doğru geliştirmeye uğraştı16. Son Posta, 26.10.1932.
17. Son Posta, 3.11.1932.
ğı kişilerle, devlet hazinesinin kurdu haline gelmiş, burjuvalaşmış unsurlardır.
Nitekim burjuva gazetesi de belirtiyor:
"Bu banka iskân edilen göçmenlere, köylülere, çiftçilere* emlâk sahiplerine,
sanayi erbabına kredi verecektir" 300 bin liralık bir sermayeyle hangi sanayi
erbabına yardım edebileceğini sonraya bırakalım. Fakat burada açık bir
şekilde gözüken özellik Kürdistan'm tarım sınıflarıyla olan bağlantıydı. Adı
geçen çiftçi tarım sermayedarı ve emlâk sahibi de toprak sahibi olduğuna
göre, banka özellikle bu iki sınıfı içine alacak ve bunların gücünü kendi gücü
yapacak bir kuruluştur. Ya köylü? Evet köylüye de "kredi" verilecek, fakat
tıpkı Ziraat Bankası'nın Batıda yaptığı türden, tarım kapitalizmiyle büyük
toprak sahiplerinin tefeciliğini sistem-leştirerek, tarım kapitalistleri
aracılığıyla köylüyü tefecilerle tepeleyerek. O zaman Kemalizmin görüşüne
göre, Doğuyla Batının arasındaki fark, yalnızca Batıda tefecilik denilen şeyin,
Doğuda "talancılık" adını almasından ibaret kalacaktır!
Böylece Doğu illerinde finans-kapital hazretleri yerleşip yerel servetleri
finans-kapitalleştirerek kökleştikten (kendine sömürü müttefikleri bulduktan)
sonra ne yapacak? Türk burjuvazisi, Türkçe'deki tiryaki sözünce "kör kardeş"
gibi bunu "kendinden bilir"... Kemalizm Türkiye'de evvel ezel işlemiş bulunan
emperyalizmden hayli ders almıştır. Emperyalizm, Türkiye'ye dal budaklarını
saldıktan sonra ne yapmıştı? Bu finans-kapitalin sayesinde: a) Türkiye
merkezi şehirlerde bayındırlık ve imar işlerinin ayrıcalıklarını üzerine almak;
b) Türkiye'nin tarımsal ürünlerini ticaretin kodamanları elinde tekelleştirmek.
Dün emperyalizmin Türkiye hakkında uyguladığı yöntemleri bugün
Cumhuriyet burjuvazisi Kürdistan'a aynen uygulamaktan başka bir şey
yapmıyor.
c) İmar ve bayındırlık ayrıcalıklarını zaptetmek: Doğu illerinde burju-valaşan
unsurlar, özellikle son zamanlarda bütün gücü şehir imarı ve bayındırlık
işlerine verdiler. Yeni binalarla sağlam ve devamlı bir rant sağlamak; bir
şehrin bütün burjuva üretimlerini bir darbede paramparça ederek, o kısım
üretimi birdenbire dünkü ağazade toprak sahibiyle müteahhit vb. kodamanın
eline geçirmek (örneğin bir şehrin bütün küçük ve serbest fırınlarını
kapattırdıktan sonra, açılan değirmen fabrikasına bağlı birkaç fırınla ve yalnız
fabrika unundan yapılmasına izin verilen ekmekle bütün şehrin ekmek
gereksinimi tekelleştirmek başlıca biçimlerden biridir); belediye bütçesiyle
uyuşarak şehrin aydınlatma işini bir elektrik santralcıhğıylabir elde toplamak
vb. İşte finans-kapital canavarının deyim yerindeyse kendisine "yuva" yapışı
Doğu illerinde böyle gelişip devam
ediyor.
Yardım Bankası'nı haber veren fıkra şöyle bitiyordu: "Toprak sahipleriyle
köylüye kredi açacak olan bu banka özel yönetim ve belediyelerin
yapamadığı (yani finans-kapitalin yapmakta çıkar gördüğü) bayındırlık işlerini
de yaparak Genel Müfettişlik bölgesinde ekonomik hareketlerin gelişimine
1
etken olacaktır." *
Bankanın önemli bir hedefi de "bayındırlık işleri" oluyor. Burjuva
di-yalektiğiyle güya belediye ve özel yönetimlerin yapamadıkları işleri
yapmayı üzerine alıyor. Oysa bizzat şu bankanın sermayesinde en büyük ve
ilk hissedarlar bu belediye ve özel yönetimlerden başka kimdir? Kemalizm
burada da kapitalist yetiştiriyor. Fakat bu kapitalistleri, tıpkı yabancı
kapitalistler gibi resmi devlet sermayelerinin beraberliğinde ve bir tür
denetiminde yetiştiriyor. Ta ki kendi çıkarlarına sadıklaştırsın...
Bu imar ve bayındırlık ayrıcalığı ve tekelleri ekonomik yapı cüzlerinin
karşılıklı doğa yasası yüzünden elbette tek tük bazı istisna gelişimlere kapı
açıyor. Fakat, bu sanayi ne kadar kapitalist nitelikte olursa olsun, her zaman
Batı illerindeki Türk burjuvazisinin temel sanayisiyle rekabet edebilecek
türden olamaz.
d) Tarımsal ürünleri tekelleştirmek: Osmanlı İmparatorluğumda, Türkiye'nin
tarımsal ürünlerinin ihracı tamamen yabancı finans-kapitalin elinde
toplanmıştı. Cumhuriyet burjuvazisi bu ticareti yavaş yavaş ve kısmen eline
geçirmekle uğraşıyor. Bununla birlikte, büyük ölçüde tarımsal ürünlerin
ihracatı bugün hâlâ yabancı finans-kapitalin tekelindedir. Doğu illerinin
tarımsal ürünleri de bugün Türk finans-kapitalinin elinde
tekelleştirilmektedir. Hattâ bu yalnız yukarıdaki bankayla değil, belki onu
gölgede bırakacak derecede büyük bir sermaye kitlesiyle yapılıyor. 1931
yılında bu konuda başlanan girişim belki Türkiye'nin tüm yerli Türk ticaret
gruplarını gölgede bırakacak büyüklüktedir.
"Doğu illeri ürünleri: Trabzon 16 (AA.)- Doğu illeri hayvanatı ile yumurta ve
meyvelerini tat ve tazeliğini koruyarak ihraç edecek düzenek kurmak üzere
bir milyon (iş sınırı yarım milyondur!) lira sermayeli bir şirket kurma
girişiminde bulunulmuştur. Bu şirkete hükümetin 200 bin lirayla katılacağı,
Trabzon'un 200 bin, Erzurum'un 300 bin lirayla dahil olacakları ve diğer
19
kasabaların da toplam 300 bin lira sağlayacakları sözü verilmiştir."
16. yüzyıl Avrupasınm "Doğu Hindistan KumpanyalarTmn bir min18. Son Posta, 26.10.1932.
19. Cumhuriyet, 18.6.1931.
yatürünü andıran bu türden finans-kapital birikişleri açıkça yazılıp çizildiği
gibi, bütün merkezi devlet, yerel yönetim ve belediyelerle en kodaman
Karadeniz banker ve tüccarlarını, en büyük emlâk ve toprak sahiplerini
birbirleriyle hal ve hamur ederek, Doğu illerinden Baüya doğru yuvarlanan,
yuvarlandıkça ezip çiğnediği, bünyesi içine aldığı küçük mülkleri yuta yuta
gelen, geldikçe şişmanlayan, büyüten, dağlaşan tam efradını cami, ağyarım
mani adıyla sanıyla bir finans-kapital çığıdır.
2- Pazar ve İlk Madde: Türkiye'de 1977 sanayiyi teşvik yasasıyla gelişmeye
başlayan sanayi şubeleri hemen hemen kasa yöntemine eriştiler sayılabilir.
Ağır sanayinin Türkiye'de kurulacağını beklemeyi, mucizeye inananlara
bırakalım. Son zamana kadar iç pazara yetmez görünen şeker ve dokuma
sanayi de, bu yıllar içinde İş Bankası İle Çeklerin açacakları şeker,
Sovyetlerin gönderdikleri dokuma fabrikalarıyla artık Türkiye pazarını
dolduracak demektir. Bazı üretim kolları artık varolan ve açık Türkiye
pazarlarını doldurmuş, dışarıda pazar aramaya kalkışmış durumdadır.
Türkiye'ye yeni pazarlar gerek, yoksa olmaz! Bu yeni pazarları nereden
bulacak? Kendisine şimdiye kadar yan bakan Kürdistan içlerinde az çok yarı
kapalı bir ekonomiye bağlı duran Doğu illerinde... Bu bir.
İkincisi: Türkiye şu aşırı üretimle "sık nefes"liğe uğramış emperyalizm
döneminde, dünya pazarına mamul sanayi eşyası çıkarıp satmaya kalkışacak
kadar Donkişotluğu olanaklı görmüyor. Onun için sanayi üretici güçlerini
kendi kabuğu içinde kendi yağıyla kavrulacak çaptan ileri götüremeyeceğini
biliyor. Onun için Doğu illerine ve Kürdistan'a oranla bu bakımdan kul
geçinen Türkiye burjuvazisi, dünya pazarı ilişkilerinde emperyalizme ister
istemez bağımlıdır. Türkiye'nin bu bağımlılığı bugün siyasal alanda azalmış
görülmesine karşın, ekonomik olarak devam etmekten geri kalmamıştır. Bu
bağımlılığın ifadesi Türkiye'nin dünya pazarına ancak tarım ürünleriyle ilk
maddeleri ihraç edebilmesidir. Kürdistan ve Doğu illeri yukarıda işaret
ettiğimiz gibi zengin değerde maden damarlarıyla doludur. Dünya bunalımı
tarımsal ürünlerini yok pahasına indirdiği zaman, yeni ihracat metalan olarak
bu yeraltı ilk maddelerinden fiyat tutacakların işletilmesi, büsbütün emrivaki
oldu. Örneğin Kars'ın Kağızman taraflarında 3 milyon altın liralık toz altın
madeniyle zenginlik derecesinin sının bile henüz çizilemeyen Ergani
taraflarındaki bakır ve gene altın madenleri, Türk burjuvazisinin iştahını
bütün şiddetiyle kamçılamaktan geri kalamazdı. Hele maden işlerinin
müteahhitliğini üstüne almış İş Ban-kası'nın eski genel müdürü yeni İktisat
Bakanlığına geleli beri madencilik
perspektifi büsbütün arttı. Madenlerden alman resim %1'e indirildi. Patlayıcı
maddeler madencilere maliyet farklarıyla sağlandı vb... Başında Deutsche
Disemto Bank'ın bulunduğu Otavi Nord Deutsche Raffinerie Metallgesellschaft
-Otto Wollff Hirsch Kupfer firmalarından mürekkebi güçlü bir Alman grubu,
yan yarıya Türk- Alman hisseli bir sendika oluşturarak Ergani'de faaliyete
hazırlandı. Herhangi emperyalist bir ülke sömürgelerinde pazar ilişkilerini
genişletmek ve orada gömülü duran yeraltı hazinelerini işletmek için ne
yapar? Önce bundan önceki finans-kapital kısmında gördüklerimizi, sonra da
iç pazarlan açmak ve yeraltlanm kanştırmak için zorunlu olan diğer tesisleri
kurar. Bu tesislerin başında ne gelir? Anavatan mallannı içeriye, ilk maddeleri
dışanya taşıyacak araçlar. Bunların başında da: demiryolları! İşte İsmet Paşa
hükümetinin finans-kapital şebekesinden sonra "ülkeyi demir ağlarla örmek"
siyaseti de, ekonomi politik açısından bu anlama gelir. Samsun-Sivas,
Ankara-Sivas demiryollanmn inşası, Toros ve Mersin-Adana hatlarının
hükümetçe satm alınması, ayrıca adı geçen Kağızman'a kol atacak olan
Sivas-Erzurum, diğeri Fevzi Paşa-Malatya çizgisiyle Ergani bakır madeninden
geçecek ve Van gölünün petrol kaynaklarına doğru uzanacak olan iki
demiryolunun başlangıçlandır.
İstanbul'a kamyon satın almak üzere gelen Van ve Siirt bölgesi bayındırlık
işleri müteahhidi tüccardan Nuri Bey, nakliye siyaseti ve anlamını şu
satırlarla özetliyor:
"O tarafın bütün derdi, bundan önce de gereksinimi ulaşımsızlıktır. Halk
eski hükümetlerin kötülüklerinin cezasını çekmektedir. Her türlü tarımsal
faaliyete uygun olan bu yerlerde emeğinin hiçbir karşılığını alamadığı için
mutsuz olup, fazla üretime gayret etmemekte ve ürününün kazancını
görmemektedir. Hizan ve çevresinde geniş fındık bahçeleri bile bulunduğunu
söylediğim zaman beni hayretle dinliyorlar. Siirt'ten tahıl, yağ vb. şevkine
olanak mı vardır? İhracat istasyonu olan Mardin'e bir günlük yol olduğu
halde, bir ton eşyanın kamyonla nakil ücreti 90 liradır. Benim Mersin'den 34
liraya aldığım bir ton çimentonun, yerine nakli 300 liraya mal olmuştur. Artık
durumu siz karşılaştırın. Görevim dolayısıyla dolaşıyorum. Anadolu çok
doğurgandır. Araç olsa, rakip ülkelerle rekabetimiz işten bile değildir. Ülkeyi
20
canlandıracak, aziz İsmet paşanın yol ve araç nakliye siyasetidir. " Bir Türk
burjuvasının, bütün Türk burjuvazisi adına Kürdistan'da su-lanışı, bundan
başka türlü ifade edilebilir miydi? Türk burjuvazisinin Kürdistan'da bütün
derdi ne Birinci Müfettişlik terörü, ne jandarma saltana20. Cumhuriyet, 26.9.1930.
ü, ne ağa baskısı asla değil, yalnızca "yol gereksinimi"dir. Oysa, harika
ağzından çıkan sözler besbelli ediyor ki, bu "gereksinim" ancak oralarda,
müteahhitlikle resmen ve ticaretle özel olarak yoksul Kürdistan halkını
sömürge çapuluna uğratmak için uğraşan Türk burjuvazisinin "bütün derdi"
dir: 1) Çünkü o yerlerde "geniş fındık bahçeleri" ne kadar "her türlü tarımsal
faaliyete uygun"dur. 2) Çünkü 150 km.lik mesafede (Siirt-Mardin) taşınacak
Kürdistan tarım ürünlerinin tonuna 90 lira gibi ağır bir masrafı veren
kodaman Türk tüccarları, istediğinden âlâ ve süper normal bir kârı tıkırına
tamamen koyamaz. 3) Çünkü Türkiye'yi haraca kesen İstanbul'un yarı
yabancı, yarı yerli büyük çimento şirketleri, çimentolarını Doğu illeri pazarına
fiyatının on katı kadar bir nakliye masrafıyla gönderdikçe, Kürdistan pazarını
layıkıyla tekelleştirmiş ve sömürmüş sayılamaz. Sözünü ettiğimiz Alman-Türk
finans grubunun Ergani sendikası, bakır madenini Sinop ya da Mersin
limanına nakil ettirmenin yerine -tarih öncesinden beri olduğu gibi- develerle
taşımaya kalkarsa yayan kalır, vb...
***
Buraya kadar söylediklerimizden ne çıktı? Türk burjuvazisinin Kürdistan
pazarını açmak ve soymak için, orada genel olarak bayındırlık işlerini ve özel
olarak ulaşım araçlarını geliştirmesi, zifafa girecek damadın suratını
usturalatmaya razı olması gibi şart ve zorunluluk olduğu değil mi? Nitekim
bir müteahhit ve tüccar Türk kapitalisti, "o tarafın bütün derdi yol
gereksinimi ve ulaşımsızlıktır" demedi mi? Bu açıklamanın tek mantıksal
sonucu olarak, Kürdistan'da ekonomik sömürüsünü güçlendirmek isteyen
Türk burjuvazisinin orada hiç olmazsa yol faaliyetini canlandırması ve
güçlendirmesi gerekmez mi? Evet, oysa aslında bizzat kendisi, geri bir
ülkede bulunan Türkiye sermayesi bu noktada bile son finans-kapital
gruplarının (örneğin Ergani bakır madeni şirketinin) sığınmaları dışında, hattâ
bu "yol gereksinimi"ni tatmin etmekte bile Kürdistanı da ilerletmemek için
sistematik bir plan izler. Bunu anlamak için Kemalizmin bir Doğu illerinde, bir
de Batı illerinde izlediği yol siyasetini, bizzat kendi resmi belgelerinin verdiği
rakamlarla kısaca karşılaştırmak yeter. Karşılaştırmanın orantılı olması için
Batı illeri içinde özel ve genel gelirleri, genel olarak Doğu illerindekilerle eşit
olanlarını seçtik. Karşılaştırmaya girecek olan illerden, 1- Doğu illeri: Erzin-
can, Erzurum, Elazığ, Urfa, Beyazit, Bitlis, Diyarbekir, Siirt, Şebin Kara-hisar,
Ayıntap, Kars, Gümüşhane, Maraş, Malatya, Van olmak üzere 15 ildir. 2- Batı
illeri iki gruptur: a) Sağlam şose oranını arayacaklarımız: Edirne, İçel,
Burdur; b) Yeni inşa edilmekte olan şose oranını arayacaklarımız: Edirne,
İçel, Bolu illeridir. Bunların önce her birinin yüzölçümlerine oranla bir, bir de
özel gelirlerine oranla varolan yollarının yüzdesini bulmak ve sonra bu
varolan yollar içinde sağlam olanların oranıyla yapılmakta olan yolların
oranını saptamak için, sözü edilen devlet tebliğinden aldığımız rakamları
derleyelim:
15 Doğu ili
Edime, İçel,
Edirne,
Burdur
içel, Bolu
24.025
22.795
Yüzölçümü
222.501
Özel gelir
toplamı (TL)
7.246.622 1.443.162 1.697.911
Varolan yolun
uzunluğu
8.225+992 1.519+455 2.125+42^
Sağlam şose
2.702+192 754+649
-
Yeni yol
864+885
1.066+201
■' -
Tekim edelim, karşılaştırma için aldığımız Batı illerini, büyük gelirli
olmayanlardan seçtik. Örneğin dört Batı ili içinde özel geliri en çok olan
Edirne'nin özel geliri 728.264 liradır. Diğer biri 600 bin küsur ve öteki ikisi
300 bin küsur lira özel gelirli illerdir. Doğu illeri içinde ise, yalnız Malatya'nın
özel geliri 1.209.870 lira, Diyarbakır'ın 720.268 lira Erzurum'un 694.720 lira
vb. dir. Ne hacet, biz bütün 15 Doğu ilini birden üç Batı iliyle
karşılaştırıyoruz. Yüzölçümü itibarıyla a grubu (Edirne, İçel, Burdur) 15 Doğu
ilinin %10.7'si, b grubu %10,2'si; özel gelir bakımından a grubu 15 Doğu
ilinin %19,9'u, b grubu (Edirne, İçel, Bolu) %23,3'ü oranındadır.
Bunları yuvarlak hesaba çevirelim: Şu 15 Doğu ili diğer 3 Batı ilinin
yüzölçümce on katı, özel gelirce beş katı oranından daha büyüktür.
Türk burjuvazisinin Bolşevizmden öğrenip kullanmaya özendirdiği sözcükler
pek çoktur. Fakat Bolşevizmle Türk kapitalizmi arasında, temelden birbirine
zıt iki rejim farkı olduğu için orada doğru olan sözler, çok kere bizim
burjuvazinin ağzında, halkı kandırmaya yarayan modern birer yalan şeklini
alır. Örneğin, yukarıdaki müteahhit tüccar, Doğu illerindeki "yolsuzluğu",
"eski hükümetlerin kötülükleri" ile açıklıyor. Acaba bu söz doğru mu? Yani
saltanat dönemi Batı illerinde fazla yol yaptırarak, Doğu
illerini büsbütün ihmal etmiş midir? Bunu olaylar ve rakamlarla araştıralım:
Gerçekten kilometre kareye düşen genel yol uzunluğu 15 Doğu ilinde
ortalama36,6 m., agrubu Batı illerinde63,2 m. (km. falan değil ha!) ve b
grubu Batı illerindeyse 93,2 m.dir. Bu rakamlara bakınca, kilometre kare
başına, Doğu illerine oranla a grubunda iki katı, b grubunda üç katı fazla yol
gözüküyor. Ve bu oran göz önünde tutulunca, denilebilir ki, saltanat
hükümeti Doğu illerine bir yol yaptırdıysa a grubu illerine 2, b grubu illerine
3 yol yaptırmıştır. Çünkü kuşkusuz varolan yolların toplam uzunluğu eskiden
kalmadır. Fakat biz sorunu bir ilin yüzölçümü itibarıyla değil, o ilin zenginlik
derecesini gösteren, örneğin özel geliri itibarıyla koymaya zorunluyuz. Yani
gerek Osmanlı İmparatorluğu döneminde, gerek bugünkü C jnıhuriyet
burjuvazisi döneminde bir ilde yapılabilecek yol, o ilin genişliği hesaba
katılarak değil, ekonomik gelişme derecesine bakılarak yapılabilirdi.
Ekonomik gelişmeye delil olaraksa, elimizde bir ilin özel gelirinden başkası
yok. Daha doğrusu, devlet bir ilden ne kadar para alırsa, o ile de o kadar yol
yapabilir varsayıyoruz. (Demiryolu hatları bunun dışında.) İşte yukarıdaki
oranlan her ilin özel gelirine oranla tekrarlayacak olursak, şu rakamları elde
edcıiz,: Ker ilden alınan özel gelirin birer lirası başına ne kadar uzunlukta yol
düşüyor? 15 Doğu ilindeki tüm özel gelir toplamının her lirası başına varolan
bütün yollardan, düşen yol uzunluğu 1,1 m.dir. (Yani Doğu illerinde her özel
gelir lirası başına 1 metre 10 cm.lik yol düşüyor.) A grubunda her özel gelir
lirasına 1,05; b grubuna 1,2...
Bu oranlara göre. Eğer varolan Türkiye illerinin yollan genellikle saltanat
döneminden kalmış varsayılırsa, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, aşağı
yukarı gerek Doğu, gerekse Batı illerinde yapılan yollann uzunluğu her ilin
özel gelirine göre, her ilin zenginliğiyle doğru orantılıymış. Şu halde, "eski
hükümetleri" ne savunmayı ne de suçlamayı düşünmeksizin diyebiliriz ki,
imparatorluk her ile gücünce vermiş... Fakat acaba Cumhuriyet burjuvazisi
de böyle mi yapmıştır? Yoksa Doğu illeri üvey il, Batı illeri öz il mi sayılmıştır?
Bu soruya yanıt vermek için şu iki noktayı araştıralım:
1- "Eski hükümetlerden ne kadar yol kalmışsa kalmış, fakat Cumhuriyet
hükümetleri bu yollan Doğu illerinde ne dereceye kadar ve Batı illerinde ne
oranda koruyabilmiştir? Başka bir deyişle, varolan yollar içinde sağlam
şoselerin oranı Doğuda ne kadar, Batıda ne kadar? Bunu bulursak,
Cumhuriyet burjuvazisinin Doğu illerini mi, yoksa Batı illerini mi daha çok
gözettiği anlaşılır. 2- Her ilde yeniden yapılmakta olan yollar ne orandadır?
Eğer Doğu illerinde yeniden inşa edilen yollar Baü illerinde yeniden inşa
edilenlerle aynı orandaysa, sorun yoktur. Cumhuriyet burjuvazisi her iki
tarafta da aynı bayındırlık siyaseti izliyordur. Aksi halde sorun da terstir.
Sağlam yollann oranı: 15 Doğu ilinde kilometre kareye düşen sağlam yol
12,2 m.; a grubu Batı illerinde kilometre kareye düşen yol 31,4 m.dir. Fakat
bir de özel gelire göre bakalım. Her lira başına 15 Doğu ilinde düşen yol 0,3
m., oysa a grubunda 0,5 m.dir. 15 Doğu ilinde varolan bütün yollara oranla
sağlam kalan yollar %32,8, a grubunda sağiam yollar bütün yollann
%49,1'idir. Yani yuvarlak hesap edilirse sağlam kalan yollar Doğu illerinde
hemen hemen üçte bir, Batı illerinde hemen ksms:: yan yarıyadır. Bu
hesapça varolan yollardan korunanların durumu Batıda Doğudan %40 daha
fazladır. Başka bir deyişle, Kemalizm Batı illerinin yollanna, Doğu illeri
yollanndan hemen hemen iki katı kadar daha fazla dikkat ve özen
göstermiştir.
Bütün Doğu illerini değil de özel geliri, a grubu Batı illerinin özel gelirinin (1,4
milyon) hemen aynı olan üç Doğu ilindeki sağlam yolların bütün yollara
oranını araştırırsak (bu üç Doğu ili Diyarbakır, Van, Erzincan'dır ve özel
gelirleri toplamı 1.428.186 liradır) a grubu illerinde sağlam şosenin oranı
%49,1 olduğu halde, 3 Doğu ilindeki sağlam şosenin (tabii varolan yollar
toplamına) oram %15,9 olarak bulunur.
Yeniden inşa edilen yollar: 15 Doğu ilinde yeniden yapılan yollar kilometre
başına 3,8 m.dir. B grubundaysa kilometre başına 47,7 m. yeniden yol
yapılmaktadır. Özel gelirin bir lirası başına Doğu illerinde 0,1 m., b grubu
Batı illerinde 0/7 m.lik yol yapılıyor. Yani Kemalizm Baü illerinde Doğu
illerine oranla 7 kat fazla yeniden yol yaptınyor. Oysa her iki kısım illerden
de aynı miktar para topluyor!
15 Doğu ilinde, varolan yolların uzunluğuna oranla yapılan yolların uzunluğu
%10,5'dir. B grubu 3 Baü ilinde bu oran %50,6'dır. Yani Kemalizm Doğu
illerine onda bir oranında yeni yol eklediği halde, Baü illerine yan yanya yeni
yollar katmaktadır. Tekrar edelim. Bu oranlar, Kemaliz-min topladığı özel
gelir bakımından aynı gelirde olan Baü ve Doğu illeri içindir. Yeniden yol
yapma konusunda, Kemalizmin Doğu illerini ne kadar geri bıraktığını
anlamak için 15 Doğu ilinin toprakça onda biri ve özel gelirce de beşte biri
oranında küçük olan 8 Baü ilinde yapılan yeni yolların rakamlarına bir göz atmak yeter. 15 Doğu ilinde yeniden 864+885
kilometrelik yol yapıldığı halde, 3 Batı ilinde 1066+201 kilometrelik yol
yapılıyor. Yani 3 Batı ilinde kendisinden 5-10 katı büyük olan 15 Doğu ilinden
%12,3 (eksik değil) fazla yeniden yol yapılmaktadır!...
Bu oranları bulmak için asıl rakamları bizzat Kemalizmin resmi yayınından
alıyoruz. Şu kısa karşılaştırmalarla varabileceğimiz genel sonuç şudur: 1Kemalizm Doğu illerine, hattâ sömürü için zorunlu olan yol yapma
konusunda bile geri bir sömürge işlemi yapıyor. 2- Bu siyaset Kemalizmin
tarihiyle birlikte başlar. Kemalizm Kürdistan'ı layıkıyla soyabilmek için, oranın
tarımsal ürün ve ilk maddelerini tefeci fiyatlarıyla yok pahasına çekebilmek
ve kendi sanayi ürünlerini orada pazarlayabilmek için hiç olmazsa, bütün
emperyalist anavatanların sömürgelerinde yaptıkları kadar olsun. Doğu
illerinin yollarını düzeltmeye zorunludur. Kürdistan'ın kapalı ekonomisini
parçalamak için bundan daha doğal bir zorunluluk yoktur. Ne çare ki
Kürdistan aslında "kendisi muhtaç-ı himmet bir dede" durumunda olan Türk
finans-kapitali gibi, piç bir kapitalizmin sömürgesidir. Onun için orada
Kemalizmin uyguladığı ekonomik yöntemler, hattâ normal bir sömürgecilik
bile değil de, adeta bir sömürgecilik tahtı, en aşağı sömürgeciliküı.
3- Maliye Satırı: "İla maşallah" Kemalizmin maliye siyasetinin ne ayar bir
nesne olduğunu burada tekrarlayacak değiliz... Zaten Kemalist devlet
aygıtının Türk köylüsüne uyguladığı sistem, bugünkü Hint ve Çin köylüsünün
başındaki satırdan farksız değil... Burada iki sözcükle kaydetmek istediğimiz
şey, Kemalist devlet aygıtının Kürdistan ve Doğu illeri üstündeki baskısında,
genel olarak köylülüğü soyuşundaki başka özelliklerden birkaçını
hatırlatmaktır.
A- Kitapta yazılı vergiler (sözde yasal vergiler): Bunlardaki bir nicelik bir de
nitelik bakımından özelliklere kısaca değinelim:
a) Nicelikçe vergiler: Vergiler Kemalizm sahneye çıkalı beri en aşağı on
katma çıkarılmıştır! Aşar genellikle Doğu illerinin iç köylerinde sözde
kalkmıştır. Gerçekte, eskiden nasıl sekizde bir aşar almıyorsa, bugün de
aynen -on katına çıkarılmış arazi vergisinden başka- ürünün sekiz katı vergi
olarak alınıyor. Yol parası Batı illerinde 10-12 lirayı geçmediği halde Doğu
illerinde 15 lirayı bulur. Aşağıda göreceğimiz nedenler yüzünden, toprağın
verimli ya da verimsiz olması da hesaba katılmaz. Ortalama on dönüm (yani
bir hektardan iki dönüm fazla) toprağı olan bir köylü, her tür verginin
toplamı olarak yılda 70 lira vermeye zorunludur. Dönüm başına
7 lira!...
Fakat verginin niceliğini, bir veren köylü bir de allah (yani pazar) bilir. Çünkü
Doğu illerinde geçerli para gümüştür. Yukarıda kaydettiğimiz gibi, gümüşün
piyasası zemin ve zamana göre oynar. Ortalama olarak Kürdistan'da bir
liranın 30 kuruş olduğu tarihlerde tahsildar köylüden 1 lira için 3 mecidiye
(yani 60 kuruş) alır. Kürdistan köylüsünün bu yük altından nasıl kalkacağını
sormayın. Çünkü bu kalkma, doğrudan doğruya kalkışır. Yani bireysel ya da
kollektif ayaklanma şeklinde olagelir...
b) Nitelikçe vergiler: Vergilerin niteliği deyince şu üç özellik derhal göze
çarpar:
1- Modem cizye: Geçmiş derebeyi bezirgan saltanatlarının zamanında
merkezi vergiler, derebeyi yöntemiyle bireysel güce göre perakende değil,
bir ağa ya da reisin hükmündeki topluluğa toptan bir cizye şeklinde biçilirdi.
Bugün Kemalizm de genel olarak Doğu illerinde yerci özelliklere uyarlayarak,
bu cizye yöntemini modernleştirmiştir. Dönüm kavramı zaten Kürdistan halkı
için meçhuldür. Onun için vergiler dönüm başına değil, genel olarak bucak
başına kesilir. Tabii bu toptan verginin çalışkan Kürdistan köylüsü içinde
hangi ellerle ve ne şekilde paylaştırıldığı kendiliğinden anlaşılır.
2- Modem talan: Vergiler Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre halktan üç
taksitte alınırlar. Oysa Doğu illerinde -Türk polisinin bilinen deyimiyle- orman
yasası egemendir. Onun için vergiler tahsildarın işine geldiği zamanda ve br
kerede alınır. O zaman hürriyet edebiyatçılarının, ünlü demagojilerinde
sultan zaptiyesinin köylüyü talan edişine ilişkin çizilen sahneler, Cumhuriyet
burjuvazisinin Kemalist jandarma ve tahsildarı tarafından harfi harfine
"temsil" edilir. Köylünün nesi var, nesi yoksa, yatağı, çanağı, çömleği, davarı
ve herşeyi gaspedilerek haraç mezat olunur. Buna "modern talan" adı
verilemez mi? Doğu ilinin vergiler anketine verdiği yanıtını bir daha
okuyalım: "Gazetenizde vergilerin ağırlığından söz ediyorsunuz. Bize kalırsa,
bu sorunu yalnız İstanbul halkına sormamalıdır. Bir kez de Anadolu
çiftçilerinin durumunu incelemeli ve hangi vergilerin köylüye ağır geldiğini
onlara sormalıdır. Bu anlamda tahsilatın ne şekilde yapıldığı da öğretilmelidir.
Anadolu'da bir köy tahsildarının bir kaymakam, bir şube başkanı kadar
yetkisi vardır. Köy tahsildarı vergisini bir taksitte vermeyen köylüye eza cefa
ettiği gibi, onun altındaki yatağını vb. de derhal açık arttırmaya çıkarır. Bu
doğru bir hareket midir?"21
c)
Vergi sahtekârlıkları: Yukarıdaki vergi sisteminin baltası al-
21. Kemahlı A.: "Vegiler Hakkında Anket", Cumhuriyet, 22.11.1930.
kadar dişler, sonra sefer masrafı yaptım diye aynı bölgeler halkından eski
zamandaki feodal iftarlarında verildiği gibi "diş kirası" alır. Yani isyanın
masrafını da aynca açlıktan yıkılan köylere ödetir. Bu söylediğimiz de bir
komünistin sözüyle kalmasın. Bakın Türk finans-kapitali -kimse anlamasın
diye- gençliği "vatandaş Türkçe konuş" palavrasıyla sokağa uğratmasına
karşın, kendisi "Fransızca konuştuğu" zaman bu "diş kirasından nasıl söz
eder? Konu, durmadan açık veren bütçenin dengesidir. Açıkların nasıl
kapandığını anlatmaktadır. Finans-kapitalin Fransızca organı tamamen şöyle
der: "Bununla birlikte, (Ağrı dağı) fitne hareketinin önlenmesi gibi, önceden
görülmez bir tür mesai vardır ki, ancak ve aynı ilin bütçesinin başka fasılları
üstünden gerçekleştirilebilecek ekonomilerle sağlanabilirlerdi. Yapılmış
22
olması gereken de budur."
Siyasal Baskı
"Vurun tutulmayın, s..n, s.......n!"... Bütün eski Babıali, yeni Ankara
Caddesi ile Taş Han'ın terbiyeli maymununa çevrilmiş edebiyatçı
küçük-burjuvaları, bütün "münevver ve mütefekkir insanlık" gibi katmer
katmer utanca düşüp bazı işlerde sıkıntıdan dökündükleri gül kokulu ter
içinde boğulsunlar. Haber haberdir. Sonra, haber verelim ki bunu yalnızca
"aslına sadık" biçimde yansıtmaktan başka kast ve günahımız yoktur. Bu
slogan Kürdistan'ın başına modern bir Atilalık kesilmiş olan Birinci Genel
Müfettişlik tarafından aynen, bütün muhafız, subay, jandarma ve asker
kıtalarına "yasadışı" olarak tamim edilen paroladır! Kemalizm "ordular ilk
hedefiniz Akdeniz" dedikten sonra, bütün "vatan" da tekmil Türk
burjuvazisini toplayan Halk Partisi'nin bayrağı üstüne, halka karşı çekilmiş
Kemalist yatağanın üstüne, her göze görünmez casus mürekkebiyle yazılan
bu yukarıdaki slogan, tüm ağa, tefeci, finarıs-kapitalist, kalın memur
blo-kuna hitaben söylenmiş, bu yurdu biz sizin için fethettik dogması ile yan
yana dizilmedi mi?
Kemalizmin bayrağı bu iki sloganı da sentetize eden bir "Gâve" (demirci
Kawa)dır. Yalnız Ankara'da dalgalanan bu bayrağın üstündeki sloganlardan
"biz senin için fethettik" nasıl Batı illeri tarafından gözükürse, Doğu illerinin
tarafına bakan Kemalist bayrağın yüzündeyse, "vurun tutulmayın!" vb.
parolası yanar. Onun için "vurun tutulmayın vb." sloganını Kürdistan'da
gerçekleştiren Birinci Genel Müfettişlik, o bölgedeki Kemalist siyasetin
maskesiz cisimlenişidir; Kürdistan'da uygulanan' sömürge siyasetinin özüdür.
23. L'Economiste d'Orient, 10.1.1931.
Genel Müfettişlik 1926 yılından beri teröre başlayan Kemalizmin ülkede
tutunabilmek için gerekli bölgelerde uygulanabilecek sürekli terör aracını el
altında bulundurmak için "yasa"yla yasallaştırdığı sömürgeci, militarist
diktatörlüğe dayanan bir kurumdur. Kürdistan'da 1927 sonlarında ilk kez
uygulandı. İçişleri Bakanı müfettişliğin yalnız Kürdistan'a özgü kalmasını,
aradan beş altı yıl geçtikten sonra şöyle açıklamak istemişti: para
bulamadığından, adam bulunmadığından!
"Bütçede karşılığı olmadığı için yalnız Doğu bölgesinde uygulanmıştır.
24
Müfettişi bulunmadığı için yalnız Doğu bölgesinde uygulanmıştı." Oysa biraz
daha aşağıda, "Birinci (sanki ikincisi varmış gibi) Genel Müfettişliğin ödeneği
:
Kürdistan da uygulanışının!" oranın genel ve özel yönetimi için bir zorunluluk
olduğunu aynı demeçte okuyoruz:
1- Genel yönetim zorunluluğu: "Bu doğrudan doğruya genel yönetime ve
emniyet ve asayiş sorununa ait olan bir özelliktir ki, aslında Genel
Müfettişliğin kurulmasında asıl amacı oluşturan özellik de bu olmuştur."
Nitekim daha yukarıda bu asayiş sorununu daha somut olarak şöyle
koyuyordu: "Genel Müfettişlik Doğuya girmeden önce Doğuda 30 ile 40 kişi
arasında değişen on çete vardı ve Ağrı dağında 2000 silahlı çete alayları
mevcuttu. Güney sınıflarımız akın diyarları gibi saldırıya maruzdu."
2- Özel yönetim zorunluluğu: Finans-kapitale "yuva eşelemek"te "Genel
Müfettişlik özel yönetimi mesailerinde de illerin mesaisini
birleştirdiler, karakollar yaparak yolların düzen ve emniyetini sağladılar.
Bayındırlık işlerine başlandı. Ülkede hiçbir fabrika yokken un fabrikaları
açtırıldı. Elektrikler yaptırıldı. Doğu illerimizde de Batıdaki gibi bayındırlık
faaliyeti başladı. Diyarbakır'ın eski halini bilen varsa, şimdi aradaki farkı
takdirle görür. Osmaniye, Elazığ da öyledir. Van'da da bayındırlık faaliyeti
başlamıştır. Van bir şehir haline gelmek üzeredir. Van'ın en büyük
yoksunluğu nüfusudur. Nüfus olmayınca doğal olarak bayındırlık da geç
olur."
Bu açıklamadan bir daha anlaşılıyor ki, Birinci Müfettişlik yönetiminin Doğuda
iki amacı var: 1- Finans-kapitale yuva yapmak; 2- Bu yuvayı güvence altına
almak. Nitekim sütunlar doldurarak İçişleri Bakanının demecinden de
Kürdistan'da ezilen bir köylülük olduğundan, bu köylülüğün derebeylikle olan
ilişkisine ve Cumhuriyet burjuvazisinin Kürt köylülüğü hakkında
düşündüklerine ilişkin tek bir satır değil, kelime bile yoktur. Ezilen Kürt halkı
hakkında İçişleri Bakanının ağzından dökülen sözler şunlardır: asiler, şakiler,
çeteler, eşkiyalar... yola getirmek, amansız bir takip, birer birer yok etmek,
bir tek nefer kalmayıncaya kadar
24. Şükrü Kaya: Meclis'te gensoruya yanıt, Cumhuriyet, 26.6.1932.
hepsini tepelemek vb...
Sonra hiç sıkılmadan sürek avından söz eden bir avcı iştahıyla ağzı su-lana
sulana, Kemalizmin Kürdistan siyasetinden söz eden aynı Bakan, bilinen
burjuva tersliğiyle Doğu illerinde "bayındırlık" olması için "nüfus" istiyor,
"nüfus" için "bayındırlık" değil! Tıpkı yün satabilmek için kırpılacak koyun
sürüsü isteyen burjuva gibi...
Doğu illerinde özellikle Birinci Genel Müfettişliğe bağımlı olan bölgede
Çin-Japon savaşı gibi, ilân edilmemiş bir sıkıyönetim kasırgası ortalığı kasıp
kavurur. Yayın adına eksiltme ilanlarını yayınlama koşulunu yerine getiren
tek tük il gazetelerinden başka hemen hemen hiçbir şey yoktur.
Diyarbakır'da köylü ağalara Gazi'nin mucizelerini sayıklamaya yarayan tek
tük övgü broşürleri, Birinci Genel Müfettişliğin ağalık içinde kalan
ajitasyonunu yazar. Urfa'da çıkan bir gazete, doğrudan doğruya demagojik
bir perde altında büyük toprak sahipliğinin yayın organlığını yapar. Bir
sözcükle, burada hattâ Batı illerindeki basın derecesinde, hiç olmazsa
kapitalist unsurların bir tür özeleştirisini beceren araçlar da yoktur. Çünkü
Türk burjuvazisi Kürt ağalığına güvenemez. Hattâ güven değil, tahammül
bile edemez. Halk Partisi bütün ağa, tefeci, finans-kapitalist, hattâ kısmen de
aydın sınıflarının en "mezhebi geniş" blokunu tekelleştirmiştir. Onun dışında
yasal bir parti değil, hattâ "müştakilvari" bir eleştiri bile Kemalizmin tüylerini
kirpi gibi diken diken eder. Batıda böyle diken üstünde oturan cumhuriyet
burjuvazisi, Doğu illerinde değil siyasal, hattâ kooperatif kadar kansız bir
ekonomik oluşumu (bizde kollektif şirket ya da geçici kredi kooperatiflerini)
bile "zararlı" bulur. Halkın en ufak bir şikayeti en kötü bürokratlıktan
yoket-me tehditlerine kadar her tür ve tarzda bastırılır. Bir köylü bir dilekçe
yazdırsa, onun köşesine kimin tarafından yazıldığını gösterecek bir imza
kondurmaya zorunludur. Ta ki, gereğinde yazan bulunup pişman edilsin, ya
da derdini yazdıracak adam bulamasın...
Kürdistan'da yazılan her dilekçe için mutlaka bir katı fidye ve iki katı da
posta masrafı alınır. Bu yüzden dilekçe verebilmek için, o Doğu illerinde pek
ender rastlanabilen türden, cebinde 2-3 lira bulunan bir adam olmak şarttır.
Yoksul, halktan bir Kürt için bütün bu töreni yerine getirmek, "ilgili makama"
bir dilekçe vermek için yeterli değildir. Eğer dilekçe hoşa gitmez bir
şikayetse, kayıt ve posta ücretlerinin alınmasına karşın sepete atılır. Çünkü
güya numara vermek için burjuva demokrasisinin icat ettiği kayıt işlemi
adeti, Doğu illeri için göstermeliktir. Hiçbir köylü,
verdiği dilekçenin kayıt numarasını hiçbir zaman öğrenemez. Yani damga
resminin geliri artsın diye, düzenlice en masum dilekleri bildiren dilekçeler
bile beş on defa tekrarlanmadıkça yerini bulmaz. Kayıp olurlar. Fakat bir
sorunun herhangi bir memurcuğa dokunur şekil aldığı görülmesin. Eğer
şikayet eden köylü ve halktan biriyse, şikayet derhal boğulur. Ve şikayetçi
hiç ummadığı bir taraftan en beklemediği bir darbeyle sersemleşir. Şikayet
ettiğine ve edeceğine bin kere pişman olur. Çünkü bütün Kürdistan
memurlarının en büyüğünden en küçüğüne kadar nasıl bir hiyerarşileri varsa,
tıpkı bunun gibi uyulması zorunlu olan bir gizli anlaşmaları, halka karşı adeta
işaretle anlaşan harikulade bir birleşik cepheleri ve memur dayanışması
vardır. Bu açıklamayı neden kaydettik? Türk burjuvazisinin, en aşağı
sömürge işlemine uğrattığı Kürdistan halkına, hattâ kendi kapitalist
yasalarının saptadığı yurttaş halklarını bile yasak ettiğini hatırlatmak için.
Yoksa bütün Kemalizm yönetiminde şu iki nokta asıldır:
1- Şikayet eden ağa ya da burjuva ve (bu ikisinin yararına karşıt olmamak
koşuluyla) aydınsa, dilekçe yöntemi hiçbir arızaya uğramaksızın rolünü
oynar. Halktan bir bireyin dilekçesi, aylar ve yıllarca süründükten sonra, bir
hasır altında can verir.
" 2- Fakat varsayalım ki, Kürdistan halkından birinin dilekçesi "yüksek
makam"a ulaştı... Ne olacak? Millet Meclisi'nin daima yaptığı gibi önce "ait
olduğu vekalete", oradan "Birinci Genel Müfettişliğe", oradan il, ilçe, bucak
aracılığıyla sonunda mutlaka, halkın şikayetçi olduğu memurun ya da onun
arkadaşının eline geçecek değil mi? Millet Meclisi'nin talep ettiği ajitasyonu
kendisinden şikayeti bulunan memurluk ya da o memurluğun bağlı olduğu
ağalık yapmayacak mı? Bu kadar tehlikeli bir maceraya hangi zavallı köylü
katlanabilir?
İşte bütün bunlar, Doğu illerinde zorunlu hizmete gönderilen ya da
gönderilmeyen öyle bir memur tipi yaratmıştır ki, Senegal ya da Çin
Hin-di'ndeki Fransız memuru, bunun yanında belki de insaflı kalır. Bu yüzden
Kürdistan'da herşey bir gizlilik havası içinde akar. Ağa memurla, memur
burjuvaziyle koklaşa koklaşa, kulaktan ağıza ya da bir romanın adı gibi
"dudaktan kalbe" fiskos ederek işler pişirilir. Doğu memuru oldukça kârlı bir
yağmadadır. Yavaş yavaş aşman eski bir sosyal yapı üstünde aşındıran
yasayı temsil eder ve incelerken, Doğu iljeri memuru, hem yasayı, hem de
aşman rejimi kemire kemire yaşayan bir sansar gibi işler. Arada, burjuva
yasası tam burjuva memurunu ve burjuva memuru da tam burjuva yasasını
kara tencerenin yuvarlanıp isli kapağmı buluşu gibi bulmuştur. Kemalizm bu efendilere, gözü görünmeden yanık sesle şu öğüdünü vermiştir:
"Yiyin efendiler, yiyin! Bu han-ı iştiha sizin. Yiyin doyuncaya, çatlayıncaya,
patlayıncaya değin." Ne eleştiri, ne teftiş, ne şikayet, ne soru ne de yanıt!
Savaşa girmiş bir ordunun bireyleri -Doğu memuruna oranla- belki
yaptıklarından daha çok "sorumlu"durlar. Kemalizm sermaye biriktiriyor! Hiç
şikayet, hiç teftiş, hiç sorumluluk olmuyor mu? E, devede kulak kabilinden
oluyor. Fakat bunlar: 1- Ya büyük ağalarla burjuvaların ahbap çavuşvari
şikayetleri; 2- Ya da bu "han-ı yağma sofrası"nda öteki memurlarla gizlilik
dayanışmasını bozanlara karşı omuzdaşlaşmış memurların ortak boykotu
cezalandırma şeklinde oluyor. Ki bu da pek ender ve istisna hallerden sayılır.
Kemalizm Doğu ili memurluğunu o kadar başı boş bırakmıştır ki, bu resmi
klik bazen bindiği dalı kesen yobazlar kadar küçük çıkarları içinde boğulur.
Ve kapitalist düzen için şaşılmayacak biçimde, bizzat dayandığı sistemi ve
devlet iktidarını tehli-. keyedüşürür. Şeyh Sait ayaklanmasında Doğu illerinin
idare-i maslahatçı memurun az hızlandırıcı rolü oynamamıştır. Zaten her
zaman oynadığı öz rol de budur. Bir örnek: Diyarbakırlı mı ne? Herhalde Türk
burjuvazisinin kendi kültürüyle idealize edebildiği ender aydınlardan biri,
öğretmen Mehmet Emin şeyhlerin ayaklanma kararlaştırdıklarını vali Cemal'e
söyler.. Vali böyle bir şey yoktur ve olamaz der. Mehmet Emin işi İçişleri
Bakanına yansıtacak kadar ileri gider. Bakanlık validen sorar. Valilik aynı
yanıtı tekrarlar. Öğretmen durmaz, bir daha Bakanlığa başvurur. Bu ısrarı
gören vali -galiba "makamı işgal" maddesini inceleyerek- öğretmeni
yakaladığı gibi hapse atar! Fakat gafletin kabağı gene öğretmenin başında
patlar. İlk ayaklanmada darağacına çekilen vali değil, Mehmet Emin'dir.
Sivil örgütü bu olan Kemalist devlet aygıtını, jandarma ve hele asker
yöntemlerini düşünmek olanaklıdır. Yol kesmek yalnız eşkiya ve ağaların
harcı değildir. Şehir ortasında bile, bir jandarma eri, istediği Kürdü, istediği
angarya için çevirir. Askerlerin bir önemli kazanç kaynağı da tenha
sokaklarda rastgeldikleri kimseden anlamadığı türlü evrak istemek, genellikle
böyle "uygar" törenden şaşalayan Kürt köylüsünü bir iyi patakladıktan sonra,
birkaç mecidiye ya da kuruşunu alarak, lütfen serbest bırakmaktır. En büyük
şehir ortasında oynanan bu sahnelerden sonra, köydeki jandarmanın
yaptıkları ya da yapabilecekleri uzun facia destanlarını doldurur. Kürdistan
halkının dilinde jandarmanın adı "yumurtacı"dır. Bir müfreze herhangi bir
ajitasyona ya da takibe çıkmasın. Artık önüne gelen köy halkı, bilsin bilmesin
-büyük ağaların buyruğuyla- çala kırbaç
mavzer falakasıyla birer birer işkenceden geçirilir. İşin daha kötü tarafı,
Kürdistan köylerini bir afet gibi saran müfrezelerin bu işkenceleri
uyguladıktan sonra, ayrıca izzet ve ikram görme haklarındandır. Dayağı
yiyen köylü, yumurtasını, sütünü, ekmeğini, davarını da bu istilacılara
yedirmek zorundadır. Karakol jandarmasının sosyal ve yönetsel bütün
sorunlarda mutlak bir iktidarı vardır. Köyde karakolla köy ağası el ele işlerler.
Ağa, soygununu jandarma aracılığıyla yaptırtır. Miriyvolarını karakola
sevket-mekle sindirir. Karakol bir kimse hakkında ağanın işaret ettiği şekilde
bir tutanak düzenledi mi, artık o belgenin hükmünü bozacak yeryüzünde
hiçbir güç yoktur. Büyük Millet Meclisi köylerdeki soruşturmasını jandarma
aracılığıyla yaptırır. Karakol soruşturmayı isterse yapar, isterse yapmaz.
Daima istediği şekilde yapar. Karakol bir Kürdü öldürmeye kadar yetkilidir.
Kaçtı vurdum der, sorun kalmaz.
Kemalizm, köyde ağalıkla en güzel sentezlerinden birisini oluşturan ve temsil
eden karakol düzenini siyasal ve sosyal alanda bırakmaz. Karakol yalnız
Kemalizmle ağalığın soygununa alet olmakla kalmaz, bizzat karakolun
kendisi de, çevre köylerin kaymağını sömüren bir soyguncudur. Jandarmalar
arasında karakola gitmek bir tür kârlı şanstır. 1- Nöbet yok, sorumluluk yok
vb... 2- Masraf da yok: "Karakoldakiler on para harcamazlar", para arttırırlar.
Kemer yaparlar. Yaşasın "yumurtacı"lık!...
Asker bastığı yerde ot bitirmeyerek, bütün kuşkulandığı köyleri gaz-yağıyla
yakmak için jandarmaya yardımcılıkla görevlidir. Örneğin, bir köyün eşkiya
yataklığı ettiğinden kuşkulandı mı, köyün çevresi bombalı ve makinalı tüfekli
müfrezelerle sarılır, içeridekilere çıkmaları için kısa bir süre verildikten sonra,
yağlı paçavralarla ve gaz dökerek, köyün bütün canlı ve cansız mevcuduyla
birlikte dumanı havaya savrulur. Tekrarlamaya bilmem gerek var mı? Köylü
köyünde yalnız canını kurtarabilirse kurtarır. İçişleri Bakanı "Türkiye
hakkında eskiden beri etkili olmuş dingin bir düşünce vardır" başlangıcıyla,
yukarıda söylediğini yani nüfuz azlığını, aşağıda reddetmek ve örneğin
Belçika'ya oranla Türkiye nüfusunun az olmadığını ve azalmadığını
kanıtlamak için, bu Türkiye'de "dağ taş var, oysa Belçika'da dağ taş çöl gibi
bir şey yoktur." diye ancak Kemalist demagojide görülen "anlamı şairin
kamında" dedikleri cinsten bir cevher yumurtladığı meclis demecinde,
Kürdistan Birinci Genel Müfettişliğinin ordu, jandarma el ele vererek
başardığı önemli faaliyetlerden birini de şöyle anlatıyor: "Genel Müfettişin
iyiliklerinden birisi de orada 1. Dünya Savaşı ve ateşkes zamanından kalan
silahlan toplayabilmesidir. Bilirsiniz ki bir yılda yalnız Mardin ilinde 9 bin
mavzer toplanmıştır. Bunlar Genel
Müfettişliğin örgütün çalışmasını birleştirip düzenleyen doğru görüşleri
sonucudur. Kuşkusuz ordumuzun 8. kolordu komutanlığının ve subaylarının
(asker yoktur) yüksek görüşleri ve başarıları başta gelen etkenlerdir. Bu
bahaneyle oralarda yurt ve cumhuriyet için çalışanlara minnet sunmak ve
kutsal kanlarını dökenleri rahmetle anmak görevimdir."
Burjuvazi ne zaman iktidarını sağlamlaştırdıysa, o zaman daima halk
kitlelerinin silahlarını toplar. Engels'in Fransız devrimleri örneklerinde sınıf
ilişkileri için çıkardığı bu sonuç, bizde ulusal azınlıklara karşı aynen
tekrarlanan ezeli yöntemdir. Osmanlı İmparatorluğu, sağlığında Balkan
uluslarına ve azınlıklarına bu yöntemi uygulamıştı. Cumhuriyet burjuvazisi,
aynı yöntemi bugün Doğu illeri halkının üstünde hükmettiriyor. Rumeli
azınlıklarına nasıl belli olmasın diye, kum torbalarıyla dövüle dövüle kan
küstürüldüğünü, her türlü işkence ve baskı altında ölüm sunulduğunu bugün
iktidarda güdücü rol oynayan Kemalistlerden çoğu iyi bilirler. Bu bildiklerini,
bu gibi zulümlerin ekilmesiyle hangi kinlerin biçildiğini ve sonucun nereye
vardığını hiç düşünmeden, Kürdistan'da bir daha deniyorlar. Bu işler
söylendiği kadar basit değildir. Bir ilden bir yılda 9 bin mavzer toplamak için
hiç olmazsa 20-30 bin kişiyi sıra dayağından geçirmek gerekir. Hele o illerde
henüz sınıf mücadelesi doğrudan doğruya ve ulu orta silah mücadelesi,
sosyal ilişkiler silah ilişkisi şeklinde olagelmektir. Zaten İçişleri Bakanı da,
sorunun içyüzüne dokunuyor. "Başta... 8. ordu komutanlarının, subaylarının
yüksek görüşleri"ni getiriyor. Çünkü silah gücü ancak silah gücüyle kalkar ve
silah ancak silahla zap-tedilir. Silahların çarpışmasından hangi gerçek
şimşeklerinin çıktığını bugün baştakiler bile sormaz. Nitekim "evvel emirde
vatan ve cumhuriyet için çarpışanlardan söz eden Bakan beyefendi, bu
demeci 1932 yılı ortalarında yaptığına göre, bugün ezilen Kürdistan'ın
başında yanan sinsi ve bitmez tükenmez iç savaş yangınını yeterince
anlatmış oluyor. Bakan beyefendi aynı zamanda "kefen soyucu" burjuva
ikiyüzlüğüne özgü parlak sözlerle ve bir mezar talkıncısının görevini yapan
soğukkanlılığıyla din üfürükçülüğünü taklit ediyor; "kutsal kanlarını dökenleri
rahmetle anıyor". Bu yobazca ifadeyi siz Kürdistan'daki anlamıyla düşünün.
Bir asker için on Kürt köylüsünü, bir subay için on Kürt köyünü yok eden
Kemalist burjuvazi, elbette "kanlarını dökenleri rahmetle anmakla" kalmıyor,
yoksul Türk çocuklarını, ezilen Kürdistan halkıyla boğaz-laşüran, akan kanları
sermayeleştiren Kemalizm, iki tarafta da gaddar kinleri, kanlı hınçları
vargüçle kışkırtarak bu sayede Kürtlüğü "yoketme"ye uğraşıyor.
Bürokrasi cenderesi, jandarma terörü, yalınkılıç ordu saldırısı... İşte
Kürdistan'da Türk burjuvazisinin sömürge siyaseti...
Bürokrasi-jandarma-ordu zulüm üçüzünün oluşturduğu temel üstünde
yükselen Kemalist siyasetin birkaç özelliğini daha saptayalım:
1- Ağalıkla ilişki: Kürdistan'da patlayan her ayaklanmadan sonra Türk
burjuvazisi ağalığa karşı yeni bir tehdit savurur. Çünkü hisseder ki, patlayan
kanlı kavga içinde Türkler Kürtlerle boğuştuğu kadar, birbirinden başka iki
rejim de boğazlaşır. Fakat hiçbir zaman yerine getirilmeyen ve
getirilemeyecek olan bu taktik tehditler ortalığın yatıştınlmasıyla birlikte
unutulur. Yine Kemalizm ağalıkla sarmaş dolaş yaşar. Ve bir daha herkds
"yavaş gelişim"e ısmarlanır. 1925 Şeyh Sait ayaklanmasından sonra bir kısım
ele başı ağalar Batı illerine sürüldü. Fakat çok geçmeden ağalar kâh kendi
iradeleriyle savaşarak, kâh Kemalizmin iznine dayanarak aşiretlerinin başına
döndüler. 1936 Ağrı dağı ayaklanması sırasında burjuva basım aynı teraneyi
tutturdu: "Hükümetimiz yerel ve yönetsel önlemler almakla meşguldür.
Aşiretler ortadan kaldırılmış, reislerin adamları dağıtılmış, topraklar halka
dağıtılmıştır. Bundan sonra reisler 500 dönümden fazla toprağa sahip
olamayacaklardır. Toprak sahibi edilen köylüye, krediyle tohumluk
dağıtılmaktadır."^ Fakat bütün bu "nikbin onama"lara karşın, aşiretler
dipdiridir ve ağalık ayak üstünde, eli kırbaçlıdır. Çünkü Kemalizm, sınıf
ilişkilerine doğrudan doğruya bağlı olan hiçbir sosyal sorunda "halkçı"
olamadı. Yani burjuva demokrasisini kuramadı. Ve daima gerçek devrimci
yöntemlerden ödü patladı. Bu belki herkesin külahını*dolduran yaygaralara
zıt gelir. Fakat zaten zıtlıkların gereği buradadır. Aşiret arazisi denilen şey,
yukarıda da söylediğimiz gibi, aşiret ağasının özel mülkü değildir. Klanın
ortak mülkiyeti, babahan sisteminden derebeyi ilişkilerine kadar uzanan bir
dizi dejenere rönesansa uğramış ve aşirette bir zaman herkesin olan toprak
yavaş yavaş ağaların malı haline sokulmuştur. Toprağın ağa malı haline
gelişi, Osmanlı İmparatorluğu'nda sultanlar tarafından başlamış ve Türk
burjuvazisiyle birlikte tam kıvamını bulmuştur. Sultanlar bazı işlerine
yarayan reislere fermanla şu kadar köyü peşkeş çekmişlerdir. Fakat Osmanlı
İmparatorluğu'nda bu gibi peşkeşler genellikle tımar ve zeamet
yöntemlerinde olduğu gibi toprağı belirli kişilere mutlak olarak mülk etmezdi.
Mülkiyetten çok bir tür kullanım, hattâ yönetici kullanım hakkı verilirdi. Türk
burjuvazisi, kapitalist yasalarla birlikte, padişahların ağalara verdikleri bu
kullanım hakkını özel mülkiyet hakkına çevirmekte
25. Cumhuriyet, 27.7.1930.
gecikmedi. Nitekim, yüz milyonlarca ufak mülk, daha hâlâ son zamanlara
kadar bir dizi formaliteden sonra, böyle kapanın elinde kalırcasına kişilere
mülkleştirilmiyor mu? Şu halde hattâ hukuksal olarak bile, aşiret toprağı
ağanın hiçbir zaman malı olmamıştır. Burjuvazi istese, hiçbir "yasal", engele
çarpmadan toprak mülkiyetini çalışkan köylülere mal edebilir. Fakat "istemek
yapabilmektir". Türk burjuvazisiyse bunu yapamaz. Bunu yapa-mayınca pek
âlâ tam tersini yapabilir. Nitekim, Doğu illerinde son kadastro çalışmalarıyla
yaptığı da budur: ağaların özel mülkiyetlerini sağlamlaştırmak! Kemalizmin
ağalığa yaptığı bu hizmete karşılık ağalık da yavaş yavaş büyük toprak
sahipliğine (500 dönüm lâftır, aslı 3.010 dönümdür) doğru gelişirken, yent
"örtünme" yöntemlerine başvuruyor. Eskisi kadar açık saçık gezmiyor.
Ağalığın Kemalizmle bu son uzlaşma manevrası şu iki taktik ile belli olur:
a) Tesettür (Örtünme): Batıda Kemalizm nasıl Türkiye'de "kapita-list"lerin
ve "sınıfların bulunmadığını yemini billahla tekrar ediyorsa tıpkı öyle, Doğuda
da ağalık artık herkesin bir olduğunu, ağa-maraba kalmadığını hayrete değer
bir "incelik'le doğrular durur. Sınıf savaşının en kesin ve son aşamalarına
kavuştuğu çağımızda, bu modern taktik, son savaş yöntemlerinin
demagojisinde Kemalizmle ağalığın iyi anlaştığını göstermez mi?
b) Maşa kullanma: Eskiden ağalık kendi hükmünü yürütmek için bir sürü
silahlı adam ve uyruk kullanmaya ve tabii bunların masrafına katlanmaya
zorunluydu. Kemalizmle anlaşalı beri, artık bu gibi külfetlere yer kalmamıştır.
Ağa toprak sahipliğine dönüşmeyi göze alabildiği oranda, Türk burjuvazisinin
silahlı adamları (jandarmaları) emrine amadedir. Sonra halkı soymakta,
ağalığın hoyrat işlemlerinden daha nazik dolambaçlı ve şaşırtıcı yöntemler,
ağaya eskisinden daha uygun soygunlar sağlar. Onun için Kemalizm
döneminin ağaları, eskilerinden daha az masrafla daha çok soygun
yapabiliyorlar. Başka bir deyişle kendi elleriyle ateşi tutacak yerde, Kemalist
paşaların maşasıyla yakalıyorlar. Sürgünden geldikten sonra ağa köylüden
öteberi istedi, herhangi bir çapul yapmaya girişti de baş edemedi mi,
karakolla çoktan anlaşmıştır: Tehdit, iftira, yalancı tanık vb. ile biraz geç de
olsa, hiç de güç olmayan yoldan amacına kavuşur.
2- Göç Ettirme ve Yerleştirme: Fakat Kemalizm yediği ekmek gibi biliyor ki,
Kürt ağalığıyla el ele vermek, asla Türk mütegallibesi ve tefeciliğiyle
uzlaşmak kadar istikrarlı ve emin bir şey değildir. Gittikçe "ulusal" ve tek
olan Kürdistan hareketleri bazen, hele küçük ağaları çoğu kez peşinden
sürükler. Zaten ağalık da kendi beslediği silahlı adamlarla,
maaşını Türk burjuvazisinden alan jandarmanın arasındaki farkın farkında
olmuyor değildir. Onun için Kürdistan'da sosyal ve siyasal karışıklıklar
alevlendikçe, Türk burjuvazisinin başvurduğu bir başka çare de göç ettirme
ve yerleştirme siyasetidir. Örneğin daha Ağrı ayaklanması bastırılırken ve
ayaklanma haberleri sütununda bu konulara rastlarız: "Ankara 30 (telgrafla)Hükümet Doğuda genel bir temizlik yapmaya karar vermiştir. İskân
edilmemiş hiçbir aşiret bırakılmayacak, göçebeliği tamamen kaldıracak, bu
kitle arasında devlete karşı olanlar uslandırılacaklar dır. Böylece kabile hayatı
Doğu. yöresinde son günlerini yaşıyor. Türkiye tek bir düzen çevresinde
26
toplanmış fesattan arındırılmış namuslu yurttaşların ülkesi olacaktır."
Böyle ömür hayaller gazete sütunlanndaki kadar hayatta da kolay ilân edilip
uygulansaydı ne iyi oluverirdi. Ne çare ki parlak haberle gözleri kamaşan
burjuva kalem uşaklarına karşın evdeki pazar burjuva çarşısına asla uyamaz.
Nitekim, ondan sonra göç ettirme ve yerleştirme hakkında ne yapıldığını aynı
basının sütunlarında izlerseniz, yılda bir habere zor rastlarsınız. Yukarıdaki
haber 1930'da yazılmıştı:
"(1931) Ankara 3 (A.A.)- İran sınırımızın doğusunda gezgin bir kabile
durumunda olan Halikanlı aşiretine bağlı 405 aile Batı illerinde yerleşmek
üzere ülkemize göç ederek hükümetimize başvurmuştur. Hükümet bu aşiret
üyelerinin Batı illerine yerleştirilmesini kararlaştırılmıştır." "Trabzon 17-Batı
illerinde yerleştirilecek olan Halikanlı aşiretinden bin kişi bugün Ana-farta
vapuruyla sevk edilmişlerdir."
"(1932) Dün şehrimize Adana yoluyla ve trenle 9 aile getirilmiştir. Bu şehre
getirilen bu aileler, elli kişilik bir toplam tutmaktadır. Bu ailelerin Çanakkale
bölgesinde yerleştirilmesine karar verilmiştir."
İşte bu kadardır ol hikâyet... 1931'de daha bin kişi göç ettirilip
yerleştirildikten sonra 1932'de ancak 50 kişiyi buluyoruz/.. Neden? Tabii
bunda, göç ettirme ve yerleştirme işlerinin oldukça masraflı olması gibi
nedenler de var. Fakat başta gelen neden, hiç kuşkusuz bu yöntemlerin
burjuva sömürü hedeflerine aykırı düşüşündedir. Gerçekten de kapitalist,
aletleri değil, canlı aletleri sömürür. Türk burjuvazisi de Kürdistan'm dağını
taşını değil, oradaki ezilen ve canlı halk kitlelerini soyabilir. Böyle herhangi
bir göç siyaseti sürdükçe, Kürdistan'ın ıssızlaşması, orada sömürülecek
çalışkan insan yığınlarının yokluğu boş yere masrafa karşılık kârın yokluğu
gibi ters bir sonuç Türk burjuvazisini hemen korkutmuştur. Nitekim 1931
sonundan beri göç ettirme ve yerleştirme hareketi
26. Cumhuriyet, 31.7.1930.
durdurulmuştur. Çünkü îş Bankası'nın yönetim kurulu başkanının gezisi
nedeniyle Türkiye finans-kapitali de, aynı yılın sonlarında bu noktayı şöyle
saptamıştır:
"Hükümet bu kabilelerden bir miktarını Ege Anadolusunda yerleştirmektedir.
Eğer bu göçmenlerin yerine derhal gecikmeksizin yeni göçmenler
geçirilmezse, bu bölgeler nüfus yokluğuna ve ıssızlığa ısmarlanacak, ki hiç de
21
ekonomik bir gelişme olmayacaktır."
***
Demek Kemalist burjuvazi, gerek ağalıkla mücadeleyi gerek göç ettirme ve
yerleştirme siyasetini başaramamaya mahkûm olmuştur. Ağalıkla Türk
burjuvazisinin bütün boy ölçüşme girişimleri zorunlu olarak uzlaşmaya
varmıştır. Artık Kemalizmden bu ülkede ciddi bir ağa karşıtlığı beklenemez.
Göç ettirme siyaseti de gördüğümüz gibi, mali ve sosyal nedenlerle
tutunamaz. Bilindiği gibi, önce Kemalizm mali güç gereğiyle sürekli bir
"ekonomik" göç ettirme siyasetine devam edemez. Parası yoktur. Fakat
hepsi bu kadar değildir. Araya belki bu mali yokluktan daha önemli olan
sosyal nedenler karışır da. Kürdistan halkının ne müthiş bir asimilasyon
yeteneği olduğunu, içine aldığı bütün yabancı insanları nasıl hemen
hazmedip Kürtleştirdiğini burjuvazi de bizim kadar bilir. Aşiret topluluğunun
Kürt köylülüğü ruhunda öyle derin bir etkisi vardır ki, Doğu illerinde
yerleştirilen Türk göçmenler ya su içindeki zeytinyağı damlası gibi çevre
Kürtlükten soyutlanmaya -ki bunun uzun süre sürmesinden daha olanaksız
hiçbir şey yoktur- ya da çevresiyle ilişkiye girdiği oranda eriyip birliğini
kaybetmeye zorunludur. Bir Kürt erkeği bir Türk kızıyla evlense, Türk kızı
girdiği ailenin hemen ayırtedilemez bir parçası olduğu ve Kürüeştiği halde,
Türk erkeğin aldığı Kürt kızı, hiçbir zaman Türk ailesiyle ham ve hamur
olamaz ve daima ana baba evinin Kürtlüğünü temsil eden ve bunu başarıyla
yapan bir parçası olarak kalır. Bu klan ve aşiret sisteminin müthiş
kollektivitesinin, dağınık aile sistemlerinden çok daha güçlü ve etkili
olduğunu gösterir. Madem ki ağalık uzlaşmaya, göç ettirme ve yerleştirme
sonuçsuzluğa mahkûmdur, şu halde Türk burjuvazisi ne yapabilir? Sonucu
karanlık bir yoketme, baskı ve asimilasyon siyasetine girmek... İşte
Kemalizmin Kürdistan'daki sömürge siyasetindeki bu üç yönteme de bir
değinelim:
3- Yoketme Siyaseti: Osmanlı İmparatojrluğu'nun Balkanlarda çok
denediği yoketme siyasetini, meşrutiyet burjuvazisi, "Doğu Balkanlarında
Ermenilere karşı uyguladı. Bunu uygulayan İttihat ve Terakki Fır27. Economiste d'Orient, 10.12.1931, s.444.
kası öncüleri, yaptıklarının hesabını sonra bir bir kanlarıyla ödemelerine
karşın, az çok başarılı olmuşlardı. Fakat meşrutiyet burjuvazisi, yukarıda
belirttiğimiz gibi, bu siyasetinde kendi başına yalnızca uslandırma seferleriyle
herhangi terörist Genel Müfettişlik baskısı altında değil, Kürdistan'da iki
karşıt sosyal gücü çarpıştırarak ve görünüşte "millet" değil "ümmet" ilkesine
dayanan Osmanlı saltanatı sayesinde müslüman Kürtlüğü hıristiyan
Ermeniliğe, gerçekte tefeci düzenini kapitalist ilişkilere saldırtarak başarılı
olabilmişti. Bugün Kürdistan'da açıkça bir Kürt toplumu var. Ve Kürtler başka
unsurları hızla asimile ediyor, emi-yor. Sosyal rejim bakımından, eski
derebeyi klan sistemini kemiren kapitalist ilişkiler var. Yani ortada bir şeyin
karşıtı ve çarpışması var, fakat bu seferki karşıtlık kapitalist ilişkilerin lehinde
gelişmek zorunluluğunda olduğu için, Kürdistan'da Kemalizmin ekonomik
çapulu sürdüğü oranda ve bu çapulla doğru orantılı olarak, bir Kürt ulusu
akımı ve hareketi büyüyecektir. Bu tarihsel bir zorunluluktur.
Şu halde bir adliyecinin komünistler hakkında söylediği gibi, bu iş vurdukça
tozuyacaktır. Bununla birlikte Kemalizm fani kan dolu çeşmeden bir kere
içmiştir. Artık "başın alamaz bela yağmurundan"... A-yaklanmalardan sonra
başlayan uslandırma seferleri, şu kadar kilometre mesafe içinde karşılaşılan
bütün köyleri ateşe vermek ve kaçmaya girişen köylüleri dere içlerinde bire
kadar kurşuna dizmek şeklinde sürer.
Ayaklanma hareketinden sonra, çok kere ikinci ayaklanmaya kadar,
a-yaklanmayla doğrudan doğruya bağlı çete hareketleri dönemi açılır.
Örneğin Şeyh Sait ayaklanmasından sonrası için İçişleri Bakanı şöyle
diyordu: "Genel Müfettişlik Doğuya girmeden önce Doğuda 30 ile 40 kişi
arasında değişen 100 tane çete vardı. Ağrı dağından 200 silahlı çete alayı
mevcuttu" Bunlara karşı iki kategori önlem alınır: 1- Tecil yasasıyla
enselemek: Birçok tehlikeli unsur Kemalist burjuvazinin bu "yasal" vaadine
inanmaya hazırdır. İçişleri Bakanı "Bu yasa sayesinde Doğuda ve Güneyde
birçok asi aşiret sığındı, birçok çete dağdan indi. Bugün onlar da ülkenin
sadık birer evladı olarak ülkeye hizmet etmektedirler. Bir kısmının yola
getirilmesi böyle idari olmuştur." diyor. Fakat aldanıp da tecil yasasına
inanan ve köye dönenlerden çoğu, bugün değilse yarın, herhangi sıradan bir
bahaneyle, bazen de hiç nedensiz ansızın yolda vurdurulur, ya da hapiste
çürütülür. 2- Doğrudan terör ilanı: Doğu illerinde Ortodoks Kemalizm budur.
Zaten Kürt gencinin de er geç sonu budur. İçişleri Bakanı: "Diğer bir kısmı
hakkında amansız bir takip başladı. Bunların içinde çok ünlü olanları vardı; ilk
akla Yado, Resul vb. gelir. Bu eşkıyalar da Erzurum'a kadar gelebiliyorlardı. Bunlar son nefesine varıncaya kadar birer birer yok edildi. Bunca
Şeyh Sait'in döküntülerinderni. Bunlar da yok edilmiştir. En sonra Şeyh T
ahir denilen adamın ceddi öldürüldü."
Biliriz ki, eşkiya genellikle köylünün varolan rejimden çektiği zulme karşı
yaptığı tepkidir. Gerçekte elebaşılar dağıtılmak istenen "ruhani me-galo"dan,
şeyhlerden, seyitlerden, hattâ ağalardan pek çoğuydu. Fakat bunlar
ayaklanmalarını köylünün derin hoşnutsuzluğu aleyhine dayanarak
yapabiliyorlardı. Onun için Kürt köylülüğü, dağa çıkanları bütün dünya
köylülüğü gibi korur, besler ve bakar. Şu halde yapılan "yoketme" hareketleri
yalnız şeyhlerin cesetleriyle sınırlı kalmıyordu. Tersine yukarıda jandarma ve
asker seferleri hakkında işaret ettiğimiz şekillerin en kötüleri, çalışkan ve
ezilen Kürt köylülüğünün can ve kanıyla oynuyordu. Bugün hâlâ da oynuyor.
Ve galiba Kemalizmin ömrü oldukça da oynayacaktır.
Türk burjuvazisi görünüşte emperyalizme karşı kopardığı sahte yaygaralarda
"Doğunun ezilen ulusları"nın hakkında harıl harıl secde ettiği halde, nedense
bu hakkı Kürt ulusuna teslim etmek şöyle dursun, yeryüzünde Kürt ulusu
diye bir şeyin varlığını işitmek bile istemiyor. Fakat adıyla sanıyla bir ulus
öyle Kemalizmin sandığı kadar kolay örtbas edilemeyeceği için, cumhuriyet
burjuvazisi vargücünü böyle ayaklanma ve ayaklanma arkasından gelen
ayaklanma döküntüleri ve çete savaşları fırsatlarını hiç kaçırmayarak, bu
ulusu yoketmeye veriyor. Ve dağınık Kürt köylüsünü büsbütün parçalayan
budur. Ağalık içindeyken kopardığı her umutsuz hareketi vahşi bir zevkle de
karşılamıyor değil. Ve her'hare-kette binlerce ve onbinlerce ezilen Kürt
köylüsünü mahvetmeyi lezzetle ilân ediyor.
Ağrı dağı sancısı tuttuğu sıra şöyle haberlere rastlıyorduk: "Büyük Ağrı'nın
sisten görünmeyen yüksek zirvelerinde dehşetli kar -fırtınaları vardır.
Ordumuz bütün Doğu yöresinde tam bir demir pençe şeklinde egemendir.
Hele hareket alanına yakın olan yerlerde kuş bile uçuruimuyor." (31.7.1930)
İçişleri Bakanı aynı sorunu daha açık, bir iftiharla tekrarlıyordu: "Ağrı dağı
ayaklanması 1930'da olmuştur. Onun ayrıntıları burada çok anlatıldı. Ağrı
dağının etkenleri tamamen yokedildi. Edilmeyenler de kaçtı. Fakat bu yıl
kışın Ağrı'dan iran'a kaçanlar mevsimin sıfırın altında 35-40 derece soğuk
yaptığı bir sırada Ağrı'dan içeri girdiler. Oraya memur olan askerlerimiz
Ağrı'nın ta tepesine kadar çıkarak ve soğukluk içinde bir tek asker
28
kalmayıncaya kadar hepsini tepelediler."
Kemalizm bize dişlerini gösteren bu gülüşle sorabilir: Ne yapalım? A28. Cumhuriyet, 26.6.1932.
yaklanmacılara karşı başka türlü hareket edilemez. Çeteleri bastırmak
zorunluluktur. Yaşın yanında kuru da yanar, emperyalizmin parayla avladığı
seyitlere, şeyhlere meydanı bıraksaydık, Kürdistan'ı bir ingiliz, Fransız ya da
İtalyan sömürgesi yaptırsaydık, daha mı devrimci hareket etmiş olurduk?
Zaten Kemalizmin her zaman söylediği de budur. Fakat biz de kendisine
şunları soralım: Bir yerde geniş halk tabakalarını ayaklandıran isyan nedensiz
olur mu? Doğu illerindeki isyanların nedeni sadece ağalığın gerici hamlesi ve
yabancı parmağı yüzünden olabilir mi? Eğer ortada ezilen geniş halk
tabakaları olmasa o tabakaların yerinden oynatılmasına olanak var mıdır? Şu
halde isyanların böyle devam edebilmesinde kim asıl rolü oynar? Şeyh Sait
ayaklanmasına yalnızca karşı-devrimcidir diyelim. Ya son Ağrı dağı sorunu da
öyle mi? Bu sorulardan sonra ayaklanmaların en büyük nedeninin Kemalizm
olduğu daha kapsamlıca anlaşılır. Bunu aşağıya bırakalım. Kürdistan'da köylü
devriminin bir harfini bile ağzına almayan, Doğuya demokratik burjuva
devrimini büsbütün yasak eden, buna karşılık Kürt ağalığıyla el ele vererek
Kürdistan'ı ekonomik ve siyasal olarak sömürgeleşliren Cumhuriyet
burjuvazisi elbette Doğu ayaklan-malanndaki konumunu herkesten daha iyi
bilir. Bu ayaklanmaları yapanlar belli olabilir, fakat bu ayaklanmayı kışkırtan
Kemalizmdir. Çünkü Kemalizmin iktidarından önce, Kürdistan'da böyle
kapsamlı ayaklanmalar yoktu. Ve Kemalist sistemin kuruluşundan onlarca yol
geçtikten sonradır ki, Kürdistan Doğunun Balkanı ve ayaklanma bölgesi, ateş
ülkesi haline geldi. Ayaklanmanın içyüzü bulunduktan sonra, artık
uslandırma seferlerinin uygulanması, eşkiya örgütü, Birinci Genel
Müfettişliğin donanımı vb. yoketme şekillerindeki vahşet, zulüm ve
canavarlığın anlamı ancak kapitalist düzenin doğası olarak açıklanabilir.
Bununla birlikte, biz cumhuriyet burjuvazisinin* Doğuda sistematik yoketme
siyasetini nasıl örgütlediğine dönelim. Ağrı dağı (1930) isyanından sonra,
Birinci Genel Müfettişliğin şahsında Kemalizm, Kürdistan ağalığıyla yeni ve
fiili bir anlaşma yaptı: milis örgütü!..
Büyük ağalığın küçük ağalara ve tüm Kemalizmle uzlaşmış ağalığın devlet
aygıtıyla birlikte Kürdistan yoksul halkına karşı çete örgütü bir milis
hareketidir. Ağrı dağı ayaklanmasıyla birlikte yeni bir biçime giren Kürdistan
ayaklanması Türk burjuvazisine karşı-devrimle (ağalıkla) daha sıkı el birliği
yaparak, halk hareketine karşı yeni yöntemler kullanmanın zorunluluğunu
öğretti. Bu yöntem Kürdistan halkını birbirine kırdırtmak ve daha az
jandarma ve asker harcatma yönünden de tasarrufa elverişliydi.
Ve Kemalizme hiçbir masrafa mal olmuyordu. Yalnız Kürdistan halkının
sırtından geçinen asalaklarla silahlı çapulcuların sayısını arttırıyordu.
Cumhuriyet burjuvazisi, milis örgütüne yalnız silah ve cephane verir; milisin
geçimi büyük ağaların ambarlarından, yani Kürdistan çalışkan köylüsünün
sırtından çıkar. Yönetimi, hükümet denetimi altında, büyük ağaların kol
başlan ve bazen yakın akrabaları tarafından olur. Onun için Ağrı dağı
ayaklanmasının üstünden iki ay geçmeden, Birinci Genel Müfettişlik Urfa'nın
Milli Gazetesi'ne, şu demeci veriyordu: "Halkımızın cumhuriyete fiilen
gösterdiği bağlılık ve sadakati her zaman minnetle anabilirim. Doğu illerimize
dış gerici saldırı hareketlerine karşı, savunmak üzere halkın rekabet
edercesine, milis örgütüne dahil olmaları ve canlı hareket ve eserleriyle bunu
kanıtlamaları inkâr edilemez. Urfa'da olduğu gibi diğer Doğu illerinde de milis
29
örgütü kurulmuştur." Doğu illerinde milis örgütü eskiden jandarma ve
askerin yaptığını daha derin ve geniş ölçüde yaptıkça, halka karşı uygulanan
zulüm yöntemleri, milis örgütünde artık burjuva bireyciliğinden çıkmış, tam
derebeyi kollektivitesi biçimine girmiştir. Malum kapitalist düzende bir suçtan
ancak o suçu işleyen sorumludur. Her koyun kendi bacağından asılır. Fakat
Doğu illerinde bu tür düzen hiç olmamış gibidir. Bir suç işleyeni ele geçirmek
isteyen Kemalizm, birkaç jandarmayla birlikte bir koyun sürüsü kadar
kalabalık ağa milisini suçlunun köyüne saldırtır. Köyde suçlunun çoluk
çocuğu, anası, babası, karısı, kardeşleri ve uzak yakın bütün akrabası silahlı
bir çember içine alınarak, dağlara çıkılır. Yolda kadın ve çocuklara istenilen
rezalet ve hakaret yapılır. Zaten çoğu zaman bu işp sevkedilen milisler
hükümetin aradığı adamın ayrıca kişisel olarak, yani ağa tarafından
"düşmanı"dırlar. Düşmanlarının çoluk çocuğunu ele geçiren bu cahil insanlar
gerek hükümete ve ağaya yaranmakta gerekse -ve en çok- ellerine düşen
kurbanlardan azami yaran çekebilmek amacıyla bir tür insan "sürek avı"na
beraberce sürükledikleri mazlumları yolda bin türlü işkence ve hakarete
uğratırlar. Bu zavallı kadın ve çocukları da neden peşlerine alıyorlar
diyeceksiniz... Basit; facianın büyüklüğü önünde dağa çıkanın artık ölümü
göze alıp da kansını kızını bu halde görmektense, teslinfolmayı göze alması
için. Çoluk çocuk dağdan dağa sürüklenip parçalanması, masum "terör"
kurbanlarının her gün canlarına tak deyip, istenilen adamı teslime razı
olmalan ve kendi candan sevdiklerini pusuya düşürmekte, ağalık ve
Kemalizmle el ele vermeleri için yine bir üçüncü nokta diğerlerinden hiç de
daha az suçlu değildir. Belki çok kere o özel kin, maddi zorunluluklar
29. Cumhuriyet, 24.10.1930.
yüzünden daha önemlidir. Bilen biliyor... Milisler ağanın Kemalizme hizmet
ettirdikleridir. Birinci Genel Müfettişin "her zaman minnetle andı-dığı" bağlılık
1
ve "iyiniyet" ağaların bu hizmetinden başka bir şey değildiı . Eh! Milisler
melek değildir. Yer içerler, ağaysa silahlı adamlannı adeti üzere çapulla
geçindirir. Şu halde izlenen adamların -ki tekrar edelim, bunlar hemen
hemen her zaman ağanın özel düşmanlandır- evini barkını güya arama
bahanesiyle altüst etmek, hısım akrabasından işe elverişli ne var ne yoksa
hepsini birden talan etmek. Ağanın parasal gücü için olduğu kadar, milislerin
geçimi, maaşı için de gereklidir. Yoksa "babası hayrına" hiç kimse hizmet
etmez değil mi?
Milisin bu söylediğimiz birinci bölüm faaliyetini, jandarma ve asker de pek âlâ
yapabiliyordu. Ve gene de yapar. Milisin bu tür faaliyette nitelikçe olmaktan
çok, nicelikçe rolü vardır. Yani yapılan iş hep aynıdır, yalnız mjlisin araya
karışmasıyla bu iş birkaç katı büyümüş ve ağırlaşmıştır. Çünkü özel kin
bakımından, zaten eskiden de, jandarmanın çoluk çocuğunu peşlerine takıp
orman orman gezdirdikleri, o çevrede o adama düşman olan ağalann işaret
ettikleri kişilerdi. Eskiden ağanın Kemalizmle birlikte ezmek istediği kişilerin
çoluk çocuğu jandarma ve askerlere yağma ettiriliyordu. Şimdi bu işi
jandarmayla birlikte milisler, daha çok ve daha sistemli bir şekilde
yapıyorlar. Fark bu. Fakat Kemalizmin hiçbir zaman yapamadığı bir şey var
ki, milislerin önemli özelliklerinden biri, bu şeyi yapabilmelerindedir. Milislerin
bu ikinci görevleri, baştan ağanın yararı adına ve iradesi altında, Kemalizm
için bir tür casusluk rolünü oynamalarıdır. Köyde en küçük bir hareketi
doğmadan ağaya haber vermek, kuşkulu kişilerin bütün hareketlerini geceli
gündüzlü izlemek konusunda Kemalizm diz boyu altın dökse, milislerden
aldığı hizmeti ödeyemez. Onun için, Kemalizm için Kürdistan ağalığı tıpkı
Emniyet'in birinci şubeleri kadar kutsaldır ve Kürt ağalığı+Türk burjuvazisi
"kutsal ittifakı" altın değerindedir.
Kemalizm Doğuda süngü üstünde oturuyor. Eğer yapmış olduğu yasalarla
Kürdistan'da yaşamaya kalksa, öldüğü gündür. Kemalizmin bütün işlerinde
egemen olan ruh, yani "fevk'al kanun" yaşama ruhu, özellikle Doğu illerinin
yoketme siyasetinde en köpekçe ucubelerini enikler.
Zulüm ve yoketme güçlerinin eline düşen Kürt köylüsünün ölüm dirimleri
yeni sistemin elindedir. 1- Tutulduğu köyden hapishaneye kadar olan yolda
Kürt köylüsünü yaşamına ağa egemendir. İsterse adamlanndan birine ya da
jandarmaya küçük bir işaret verir. Sevkedilirken Kürt bir derenin içinde
kurşuna dizilir. 2- İkinci ölüm yolu, bir hapishaneden diğer
hapishaneye giden yoldur. Ağa tutuklanan adamı öldürmek istemez, ya da o
yetkisi sınırlanmışsa, hapishaneye gelen sanık, evrakla birlikte başka bir
mahkemeye nakledilir. Bu Kemalist adaletin hükmüdür. Bu kez yoke-dilmek
istenen Kürt köylüsü iki hapishane arasındaki yolda, kaçtı diye öldürtülür.
Bu ikinci yoketme yöntemi, bu ilk komünist 15leri Karadeniz'de baltalaman
yöntem, bildiğimiz gibi Kemalizm kadar eskidir. Fakat Kemalizm bu yöntemi
Kürdistan'da uyguladığı kadar, belki hiçbir yerde klasikleş-tirmemiştir.
Örneğin elli kişilik bir kafile, üç kol halinde, ya da üç otobüsle yola çıkarılır.
Yolda birinin jandarmaları nedense yorulur ve dinlenmek için geri kalır. Ya da
bir kamyonun lastiği patlar. Sonra bir daha artık geri kalan kafilenin adını
işiten olmaz. Ve yalnız, bütün ezilen kütleler arasında dehşetle uyanık duran,
uyumayan gizli çalışma sayesinde kulaktan kulağa yayılır. Bazen terör olsun
diye, bile bile resmi makamlar tarafından şu şekilde duyurulur: "Yolda
kaçmaya kalkışanlar, jandarmalar tarafından ölü olarak ele geçirilmişlerdir."
Oysa ayaklarından boyunlarına kadar zincir ve kelepçe içinde perçinlenen
çaresiz yaratıkların değil kaçacak, yerlerinden kıpırdayacak halleri yoktur.
Kısacası isyan zamanında, Kemalizm ne kadar Kürt köylüsü öldürebilirsem
kârdır der. Normal zamanlarda da binbir baskıyla suçladığı Kürt köylülerini,
kaçaksa evini köyünü yıkar, ele geçerse nakilde kaçtı diye vurur ve bu
"amansız" yoketme siyaseti, Doğu illerinde bir Kürtlük bulunmadığı ve
bulunamayacağını kanıtlamak için uğraşır. Milis örgütü bu yoketme siyasetini
derinleştirir. Ekonomik sömürü ve siyasal-sosyal oaskı ağalığın ve
Kemalizmin "temizleyemediği" çaresizleri birbirine kırdırır, hapishaneler
dolar. Salt toprak sorunu yüzünden, Kemalizmin çözemediği ve
çözemeyeceği bu sosyal dava yüzünden, Kürdistan halkının birbirinize kadar
yediğini ve Kemalist sosyal ve siyasal rejimin bu açıdan ne kadapverimli
olduğunu görmek için bir Doğu ve bir de Batı hapishanelerindeki "katil"
mahkûm oranlarını yapmak yeter. Bir Doğu, bir de Batı hapishanesinde
mahkûmlar toplamına göre, katillerin sayısı, bize Kemalizmin Doğu illerinde
sömürü ve zulüm rejimi olarak ne kadar ağır bastığını, gösterebilir. İstanbul
hapishanesinde krizden çok uzak dönemlerde 1340 yılında katiller hukuk
mahkûmlarının %8,9'unu geçmez. 1341'de bu oran %7,9'a düşmüştür. Yani
kapitalizm geliştikçe, İstanbul'da hırsızlık vb. gibi adi suçların oranı katillere
oranla artar. Oysa Doğu illerinde dünya bunalımının ortasında 396 tutuklulun
222'si katildir, yani %54-60! Doğu illerinde Batı illerinden 6-7 kat fazla insan
öldürenler var.
istanbul'da bir kişiye karşılık Doğu illerinde 6-7 kişi ölürse bunda sosyal
düzenin ağırlığından başka hangi neden aranabilir? Sosyal yapının kendi
ağırlığından başka Türk burjuvazisinin ekonomik sömürü ye siyasal baskı
altında sömürge zulümlerinin her türüne uğrayan Kürdistan halkı bu yoketme
siyasetine karşı kaç türlü tepki gösterir? Özellikle şu iki şekilde:
1- Köy yakıp dağa çıkmak: Örneğin, falan kazanın falan köylerinden 15 kişi
uğradıkları zulümden kurtulmak için kendi-evlerini yakıp dağa çıkar. Hattâ
başkalarını da beraber gelmeye teşvik etmek için diğer evlerden de birkaçını
ateşe verirler. Diğer köylüler dağa çıkmaz, fakat arkadan bir tabur asker
gelir. Her iki köye de ateş açılır. 7 kişi ölür, köylü de karşılığında ateş
açmaya zorunlu olur ve çoluk-çocuğu silahlarıyla birlikte dağa çıkar.
Cumhuriyet ordusu her iki köyü ta temelinden cayır cayır yakar, îşte
Kürdistan'm her köyünde her gün işitilen öykü...
2- "Tırtıllara dilekçe" vermek: Kürdistan'da şikayetin ne demek
olduğunu.yukarıda gördük. Burada bunlardan birini, az çok karakteristik bir
şekilde, gerek halkın acı derecesini, gerekse bu acının Kemalizm,
bürokrasisinden karşılanış tarzını burjuva diliyle anlatılmış bir şekilde
saptayalım. Ağrı dağı isyanından sonra; genelkurmay başkanı Fevzi Paşa
Doğuda... (Halk mübareği bir şey sanıyor):
"Savur kadınlarının Fevzi Paşaya şikayetleri: Savur'dan bildirildiğine göre
genelkurmay başkanı Fevzi Paşa refaketinde birinci genel müfettiş İbrahim
Taliğ, Mardin valisi Talat beyler olduğu halde Savur'a gitmiş arabasından
hükümet konağına inerken bir takım köylü kadınlar 'yanıyoruz el aman diye
feryat ederek adı geçene dilekçeler vermişlerdir. Bu dilekçelerde bazı
kişilerden zulüm gördükleri iddia ve kaymakam Osman Sabri beyden zımnen
10
şikayet edilmekteydi."' ' Buradaki zalim "kişiler" tahmin edilebileceği gibi
ağalıkla milis örgütüdür. Ve halk bu arada kaymakamı da (Kemalist devlet
aygıtının temsilcisi sıfatıyla) bu işin yanında biliyor. Fakat bildiğini açıkça
söyleyemeyeceği için "zımnen" anlatıyor. Bütün bu şikayetin burjuva basını
için anlamı, kuru bir "iddia"dan ibarettir. Bu "yanıyoruz el aman" haykırışına
Kemalist üçlü (Kemal, İsmet, Fevzi Paşalar) den biri nasıl karşılık verir?
Aynı burjuva gazetesine göre^ŞÖyle: "Fevzi paşa, dilekçeleri okuduktan
sonra İbrahim Tali beye vermiş, o da herhangi bir haksızlığa yer
verilmeyeceğini dilekçecilere bildirmiştir" Yani Türkçe'deki ünlü deyimiyle "it
ite, it de kuyruğuna" buyurur...
Milis suistimali hakkındaysa, Birinci Genel Müfettişliğin ne düşündü30. Cumhuriyet, 18.10.1930.
/
ğü, yukarıdaki olaydan 6 gün sonraki demecinden belli olur. "Kimliği meçhul
birkaç imzayla dilekçenin, casus raporlarına, ihbarlarına benzeyen bu
başvuruda Urfa milislerinin güvenliği ihlal eden hareketlerinden söz edilerek
şehir dışında yapılmış bir öldürme olayına işaretle gereksiz olan-örgütün
kaldırılması isteği dile getiriliyor. Bu suçlama tamamen gerçek dışıdır. Mazbut
bir şekilde olan örgüt mensuplarından güvenlik ve asayişi ihlal eden hiçbir
hareket, şimdiye dek hiçbir olay olmadığı hükümetçe bilinmektedir."
4- Baskı: Gerek kültür, gerekse yönetim yönünden, Kemalizmin Kürdistan'da
izlediği amaç, orada bir Kürt halkının varlığını inkâr etmek, bu varlığı her
konuda yok etmek, ezmek ve susturmaktır. Yönetsel ve kültürel niteliğin
hedefi budur.
Yönetsel baskı: Ağrı dağı ayaklanmasından sonra, Cumhuriyet burjuvazisi
yeni bir belediyeler yasası yaptı. Bu yasa meşrutiyet burjuvazisinin
düzenlediği eski yasayı bile fazla demokrat buluyor ve belediyenin yönetme
gücünü, yani lâfta değil işte belediyeyi fiilen hükümetin emrine veriyor.
Burjuvazi Türk işçisinin gücünü hissettirdiği büyük şehirlerden özellikle
İstanbul'da bunu uyguladı. Fakat bu konunun asıl yaman uygulanışı
Kürdistan'da oldu. Bugün Birinci Genel Müfettişliğe bağlı 9 ilin hemen bütün
ilçelerinde seçilme ile bir belediye başkanı yoktur. Kürdistan'da Türk
burjuvazisinin doğrudan doğruya etkisi altında tutabildiği birkaç il merkezi
dışında tutulursa, geri kalan her belediyenin fiili yönetimini o bölgenin
hükümet başkanı elinde tutar. Her kaymakam aynı zamanda bütün muhtar,
millet meclisi vb. seçimlerini yaptıran belediye başkanıdır da... Dikkat edilirse
Doğu illeriyle Batı illerinde aynı belediye yasasının uygulaması birbirinin
zıttıdır. Batıda vali belediye başkanıdır. Yani büyük şehirlerin belediyesi
Kemalist devlet aygıtının demokrasi tanımaz bir parçasıdır. Çünkü Batı
illerinde belediye yasasının pratik hedefi Türkiye işçi sınıfının devrimci
hareketidir. Doğuda belediye başkanı kaymakam, yani daha çok büyük
olmayan kasabaların belediyesi, Kemalist devlet aygıtının bir parçasıdır.
Çünkü Doğu illerinde belediye yasasının pratik hedefi Kürdistan halkının
isyancı harekettir. Nitelik yönünden Doğuyla Batı arasında bu fark var. Fakat
nicelik yönünden belediye yönetiminde büsbütün terörist yöntem, ancak
Doğu illerine özgüdür. Hiç kuşkusuz Hindistan sömürgesinde emperyalizm bu
konuda geniş yetkiler tanımıştır. Çünkü anavatan o sömürgenin toprak
sahipleri ve burju-valarıyla çok daha ileri yöntemler sayesinde bir ittifak
kurmuştur. Oysa Türk burjuvazisi Kürdistan sömürgesinde uygulamaya
zorunlu kaldığı bar31
bar sömürgecilik yüzünden henüz müttefiki bulunan ... ağalıkla bile pek
ısınmış bir halde değildir. Onun için tıpkı hükümet karşısında, hattâ Büyük
Millet Meclisi gibi, kaymakam karşısında belediye meclisinin de ismi var cismi
yoktur. Onun için Kürdistan devlet aygıtı bakımından jandarmayla
tahsildarların üstünde ve Genel Müfettişlikle valilerin altında diktatör
kaymakamlardır. Doğu illerinde yerel yönetim lâftır. Herşey mili-ta-rist ve
terörist Kemalizmin en zorbaca emir ve yasaklamasına bağımlı tutulur. Ağrı
ayaklanmasından sonra Doğu illeri belediyeleri hakkında gazetelerde, sık sık
şöyle telgraflar okumaya başladık: "Van, Malatya, Siirt, Erciş Beşiri
32
belediyelerine vali ve kaymakam bakacak," Ayni tarihten önce
Cumhuriyette çıkan bir liste, Kürdistan'ın hemen bütün ilçelerinde
belediyeleri kaymakamların eline geçirtiyordu: "Ankara 16 (telefonla)-B ey
azıt, Hakkari il merkezleri .belediye başkanlığı valiler, Sinan, Lice, Kuik,
Muradiye, Saray, Başkale, Şitak, Palu, Malazgirt, Geban, Nazimiye, Diyadin,
Puzluca, Tutak, Soruç, Sivere, Viranşehir, Gerze, Çapakçur, Mutki, Pervazı,
Bulanık, Varto, Şemdinan, Beytülşebab ilçelerinin belediye başkanlıkları
33
kaymakamlar tarafından yapılacaktır."
Kültürel baskı: Bir Doğu ili (Siirt) milletvekili ve İş Bankası kodamanı olan
Milliyet baş yazan Mahmut "Şark ve Cenup Vilayetlerimizi Hususi bir İdareye
mi Tabi Tutuyoruz?" başlıklı bir baş makalede bize Doğu illerinin genç aydın
tabakalarına işleyen şu haberi veriyor: "Yazık ki Doğu ve Güney illerimizin
halkı arasında çirkin, yalan birçok düşünce ve kanı yayılmış. Bu uydurma
şeyleri^ en akıllı geçinen* bazı gençler ve aydınlar da kazanmış. Güya
hükümetin bu yöre halkına karşı özel bir düşüncesi varmış!.. Bu halkı, hele
Kürtleri okutmamak, onları sonsuz bir karanlık içinde bırakmak
düşüncesindeymiş! En kötü memurları bu bölgeye gönderiyormuş. En
önemlisi liseler açılmıyor muş."
İşte İş Bankası'nın ve Halk Partist'nin güvenilir Doğu milletvekili Doğu ve
Güney illeri gezisinden bu izlenimlerle dönüyor... Milletvekili Mahmut "bu ve
buna benzer birçok" şeyi "iftira" diye nitelendiriyor. Bu sözü işitince siz de
kendi kendinize hayret edebilirsiniz. Acaba hangisi iftira? Yoksa Kemalizm
Doğu illerinin Kürt çoğunluğunun mahallerinde, Kürtlüğün kültürel haklarını
mı tanıyor? Hayır. Kemalizm, değil Kürtlüğün kültürel haklarını, varlığını bile
tanımaz. İşte aynı yazı Söylesin: "Gerçek şu ki, hükümetin bu bölge halkı için
gizli ve özel bir po31. Dört kelime okunamaaT
32. Milliyet, 9.3.1931.
33. Cumhuriyet, 17.11.1930.
litikası yoktur. Onun gözünde Türk vatanı küldür (yani Kürdistan diye bir şey
yok!) yurttaşları ayrı ayrı işlemlere tabi tutmak (galiba Türke Türk, Kürte
Kürt demek) Cumhuriyet yönetiminin parolasına uymaz. Aslında böyle bir yol
ihtiyarları için ortada bir neden de yoktur. (Çünkü...) karşımızda Türkten
başka ırklara mensup olduğunu iddia edenler var mı? (Hemen hemen varsa
boyunu görelim gibi bir şey.) Tam tersine bu bölgede herkes Türk ulusu,
Türk kültürü istiyor."
Siirt milletvekili Kürdistan'da Türkten başka ırk düşünemiyor. Oysa
Anadolu'da bile Türkün dışında az mı ırk vardır? Fakat sözkonusu olan ırk mı
ya? Kültür bugün bir ırkın mı, yoksa ulusun mu niteliğidir? Aynı ırktan sayılan
Balkanlarla Türkler, bugün ulus olarak farklı kültürden değil midir? Şu halde
Kürdistan'da bir ırk değil, bir ulus olarak Kürtlük var mı yok mu onu
arayacağız... Bunu ise yukarıda aradık ve bulduk: Doğu illerinde, köylü
sorununa dayanan bir Kürt ulusu davası vardır. Türk burjuvazisi bu ulusun
kültürel hakkını tanıyor mu? Hayır. Değil bu ulus ve kültür hakkı, hattâ
"Türkten başka ırk"lariH bulunabileceği bile olanaksızdır. Şu'halde, Kemalizm
Kürdistan'da bal gibi sömürge siyaseti izliyor. Çünkü bir ulusun en ilkel
haklarından olan kültür hakkını tanımıyor.
Başka bir nokta daha var: ingiltere Mısır'da, Hindistan'da, Güney Afrika'da ve
Kanada'da İngilizce'yi elinden geldiği kadar çok yaymak ister. Hattâ bu
İngiliz sömürgeleri içinde halkı yalnız İngilizce konuşanları bile vardır.
Anavatan sömürgeyi kendisine daha iyi bağımlı kılabilmek için onu kültürel
tutsaklığı altına almaya da uğraşır. Hattâ sömürge siyasetinin ekonomiden
sonra gelen önemli bir genişleme koşulu da bu kültür etkinliğini
kökleştirmektir. Bugün, Doğu illerinin pek azında konuşulan Türkçe,
Fransızların Tunus ve Suriye sömürgelerinde konuşulan Fransızca'ya oranla
daha azdır. Anavatan ezdiği uluslar içinde kendisine satın alacağı sınıf ve
unsurları kendi kültürüyle yetiştirdiği oranda sadık kul yapabilir. Tıpkı bunun
gibi, Türk burjuvazisinin de Kürdistan'da Türk kültürünü yayması, Türk okulu
açması sömürge siyasetinin alfabesidir. Siirt milletvekili de "aslında böyle bir
yol ihtiyarı için bir neden de yoktur" derken, bunu kastediyor. Yani
Kürdistan'da Türk kültürünü yaymamak için ortada bir neden yoktur. Oysa
olaylar, olaylardır. "Son istatistiklere göre Diyarbakır ve Erzurum beldesi en
34
az maarif bölgelerdir." Neden? Siirt milletvekili bu nedeni aklınca bize
veriyor: "Etkinin başlıca nedeni bütçe darlığıdır. "Bu Kemalist ve temsilci
milletvekilini her zaman bu büt34. Cumhuriyet, 8.10.1930.
»
çe darlığıyla ikna edebilir. Fakat az çok siyaset ve sosyolojiyle temasa
geçenler bunu yutabilir mi?
Bolşevik devrimi zamanında hiç olmazsa bugünkü Kürdistan kadar geri olan
bugünkü Ermenistan Cumhuriyeti hakkında herhangi bir tarafsız fikir
yürütmek içirt Kemalist basında yazılabilenlerden bir örnek okuyalım:
"1919-1921 tarihlerinde Ermenistan okullarında öğrencilerin toplamı 47
bindi. Şimdi 217 bin kişiye ulaşmıştır. Ermenistan'da 9 yüksekokul vardır ki,
bunların öğrencileri 8 bindir. Teknik okullar ve işçi üniversiteleriyle birlikte
yüksekokul öğrencisi 32 bine ulaşıyor. Ermenistan'da Ermeni ve azınlık
dillerindeki kitaplar olağanüstü çoğalmıştır. Ermenistan'daki Türk ve Kürt
azınlıkların yararına çok iş yapılmışır. Bu ulusal azınlıklar için ayrıca okul
şebekeleri vardır"^ İşte, ulusal baskı, sömürge siyaseti gütmeyen bir
sistemde kültürün gelişmesi böyle olur ve azınlıklar böyle haklandırılır.
Boğulmaz... Yoksa herşeyi "bütçe"yle açıklamaya malum bürokrasi kafasıyla
özenirse, Maliye Bakanlığına verilecek bir işaretle daha nelere kadir
olunmazdı? "Tekrar ediyorum (diyor Siirt milletvekili) bu halkta ayrılık
eğilimleri yoktur. Türk camiasından ayrı bir durumda yaşama isteği hiçbir
ilçede yer tutmuş değildir. Kürtlük adına söz söyleyenleri ve ajitasyon
yapanları buralarda herkese karşı kınıyorum."
Ancak "amin" sesleriyle karşılanabilecek olan böyle "resmi onaylar" isyan
ocaklığından Doğu Balkanları şekline giren Kürdistan hesabına gülünç
derecede kuru avuntular değil midir? Bir tek halk muhtarının, bir tek köylü
belediye üyesinin, bir tek Kürt milletvekilinin, bir tek yerel bağımsız ve halka
tercüman olan gazetenin bulunmadığı Kürdistan içlerinde Kürtlük adına söz
söyleyenleri lanetleyen bulunur mu? Elbette, Kürdistan'da Kemalizmle
uzlaşan büyük ağalık ne güne kalmış!.. Çünkü ağalık, zaten ekonomik ve
sosyal bakımdan daha yüksek bir aşamayı temsil eden ulus kavramının
taban tabana zıttıdır. Zaten Kürdistan'da Kemaliz-min ağalıkla ittifakının bir
anlamı da bu değil midir? Ağaların uyruğu halinde yaşayan insan yığınları, bir
ulus örgütünce birleşmiş insanlardan daha kolayca yabancı bir ulusal baskıya
razı olmaz mı? Maraba kendisine ağa denilen "sahib"i tanır. Onun için Kürt
ağasının Türk beyi diye bir sahibi bulunmasını bile doğal görür. Hele kendi
sahibinin Türk ya da Kürt olması bir toprakbent için en sonra düşünülecek
konulardandır. Böyle kuzuyu kim kırpmaz? Bu baskı sistemlerine karşın
Kürdistan'da bir ayrılık eğilimi, hem de denize düşenin yılana sarılmasından
daha kötü psikolojiler yaratan bir ayrılık eğilimi egemendir, geneldir,
müthiştir.Ve Kemalizmin
35. Cumhuriyet, 27.1.1933.
r'ı büsbütün başkadır. Bu nedenler arasında eski saltanat yönetiminin
1
ihmalini, kayıtsızlığını en başta kaydetmek gerekir."* "Bu hareketler (Kürt
isyanları) eskiden ekilen tohumların sonucudur. Vaktiyle ekilen fırtına
1
tohumları bugün bize yıldırımlar biçtiriyor. Bunlar geçmişin kötülükleridir .
Eğer o hareketleri yapanlara Türk oldukları anlatılsaydı bu üzücü olaylar
3
olmazdı. Genel Müfettişlik atanmasına gerçekten inanıyorum," * Fakat bu
nakarat bile o Kemalizmin pek şaklabanca becerdiği "cesaret gösterirken
hırsızlığını söyleme"lerinden biri değil mi? "Ah! O kör olası Osmanlı
İmparatorluğu" denilmek isteniyor. "Neden bu Kürdistan'ı
Türkleştirme-mişler?" Ne yapalım beyler, sizin bugün dünyayı "Türkleştirme"
arzunuz ne kadar zorunluysa, Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün ırk ve
kavimleri "ümmetleştirmek ya da uyruklaştırmak" ile yetinmesi de o karar
tarihsel bir zorunluluktu. Çünkü Kemalizm kapitalizm düzenidir; Osmanlılık
derebeyi düzeniydi. Kemalizmde evet olan Osmanlılıkta hayır olacaktı.
Kapitalizmin ak dediğine derebeylik kara diyecekti vb... Yok eğer cumhuriyet
burjuvazisinden şikayetler varsa ondan da yanaşınız. Daha ne yapsmdı? Bu
İttihat ve Terakkiciler ki, sizi bugün uzlaştığımız Kürt ağalığından çok daha
tehlikeli bir rakip olan Ermeni sermayedarlarının ulusallık davasından
kurtarmıştır. İş olacağına varır. Meşrutiyet burjuvazisinin Ermeniliğe
atabildiği satırı şimdi siz Kürtlüğün sırtında deniyorsunuz. Her tarihsel dönem
kendi yasasını yürütür, fakat her dönem tarihseldir; gelir geçer ve geçince de
yargısını bir daha dönmemek üzere geçirip götürür. Ama nasıl oluyor da, bu
beyler Kürdistan'da Türkten ayrı bir birliğin olmadığını kanıtlamaya yeterli
gelecek olan Kürtçe'nin yaygınlaştırılmasını olsun saklamayı unutmuyorlar.
Bu peşinden anlam çelişkisini sürükleyip götürmez mi? Her neyse, bu işte
Etekleri tutuşan Türk burjuvazisinin bir kere gözü kararmıştır. Onun için
Doğu sorununda daha büyük karşıtlıklar için çırpınmaktan kurtulamayacaktır.
Doğu illerinde Türk kültürünü yaymak için en ilkel önlem orada okullar
açmaktır, oysa bir yerde okul açmak ola ki yabancı kokusunu taşıyan da
olsa, o yer halkının kültür düzeyini az çok yükseltir. Zulmün fırtınalar
kopardığı bir ülkedeyse herhangi bir tür kültür ışığının aydınlığı gözleri
açabilir, ezilenlerin kurtuluşuna yeni ufuklar açabilir. Ne malum Türklüğün
akımı,için baş ideologu yetiştirebilen Kürdistan'ın, bir gün kendi düşünürünü
de yaratmayacağı? O kadar olanaksız mıdır? Ne yapmalı? İşte Türk
burjuvazisini kıvrandıran soru... Kültür gücüyle yapama37. Sürt milletvekili: Milliyet, 21.1.1931.
38. Şükrü Kaya: Meclis söylevi, Cumhuriyet, 26.6.1932.
yacağını anlayan Kemalizm, yasa zoruyla ve parlak nutukların terörüyle
asimilasyon siyasetine girişiyor. Kültürel asimilasyon yumuşak, okşayıcı
yöntemlerle "sızma siyaseti"dir. Oysa Kemalizm bu siyasette bile militarist
asker-banker-yunker zılgıtından ayrılamıyor. Kemalizmin Kürdistan'da-ki yeni
asimilasyon siyasetine iki örnek:
a) Parlak uygulama tehditleri: Başbakan İsmet Paşa 1932 yılının sonlarında
Doğu illeri gezisinden döndüğü zaman, bütün Türkiye aydın ve
küçük-burjuvalarmın yüreklerini hop hop hoplatacak ve ağız sularını zırıl zırıl
akıtacak türden parlak birer nutuk attılar. Bu nutukta bir kere: "Sonra dahası
var; nefsimize güvenerek söyleyebiliriz ki, Türkiye'ye düşen işlerin ana ve
temel esaslarının ne olduğunu en doğru olarak biz Türkler biliriz" diye epey
(bravo sesleri, şiddetli alkışlar) dırladıktan sonra, ta aşağıda "çok
sevineceğimiz, mağrur olacağımız gibi abartmayla ifade edici önlemlerden
kaçınmak için durumumuzu endişe etmeyeceğimiz bir durum şeklinde ifade
ediyorum." Bu tekerlemeler arasındaki "durumumuzu endişe" etmek,
Türkiye'ye ait işlerin "ne olduğunu en doğru olarak biz Türkler biliriz"
kekelemeleri, üstlerindeki yaldızlardan çırılçıplak edilirse, "korkmayın" yahu!
Ne korkuyorsunuz, korkacak bir şey yok, korkumuzu hiç olmazsa kimseye
çaktırmayalım vb." gibi palavracı avuntulardan başka bir anlama gelmez.
Gerçekten İsmet Paşanın ağzında gevelediğinin "ne olduğunu en doğru
olarak biz Türkler biliriz." Bu kesin ama, paşamız lahana tur-şusuyla perhizi
birlikte önerecek kadar acemi doktorluklara kalkarsa, bunun ne olduğunu
"doğru olarak" anlamak için Kemalist burjuvaziden diplomalı Türk olmaya
gerek kaldı mı? Örneğin Türküm diyen anonim şirketler gibi, Kürdüm diyen
Türk yurttaşlarımız içinde de, lahana turşusuyla perhizin yan yanalığmdan
çıkan şiir ve edebiyat dolu karşıtlığı kaldıracaklar bulunmaz mı?
Perhiz: "Ülkenin güvenliği, asayişi, yurttaşların güveni, yasaların yazılı
olduğu gibi uygulanması ve bütün yurdun Türk ulusunda, Türk devletinde
ısınmış ve kaynaşmış olması düşüncesiyle her yıl bir öncekinden gözle
görülecek, elle tutulacak kadar açık, ileri, güçlüdür (alkışlar). Ülkenin
doğusunda ve batısında dört köşesini her yıl hiç olmazsa bir iki kez dolaşırız.
Bu yıl Doğu illerinde birçok yer gezdim. Yurttaşın Türk ulusuna ve Türk
devletine olan bağlılığı ve Türk devletinin Türk yasalarının yurdun her
köşesinde yürürlükte olma nüfuz ve gücü açık bir şekilde göze
39
çarpmaktadır."
Lahana turşusu: Daha aşağıda "Belki bugün de bazı yerler için sıkıntı 39.
îsmet Paşa Hazretleri: Cumhuriyet, 21.11.1932.
sanılabilir. Özellikle bu kelimeyle söyledim, ama yakın bir zamanda, çünkü,
yılların çoğu yüzde yetmişi, sekseni, doksanı gitmiştir. Yakın bir zamanda
ülkenin her yanında ulusal işlerin aynı şekilde görülmesi, Ankara'da olduğu
kadar doğal bir durum olacaktır. Bu yıl yolculuklarımdan iki önemli izlenimle
döndüm. Biri yurttaşların Türk devletinde kendisini ilgili görme duygusu çok
gelişmiş ve çok kaynaşmış bir durumdadır. Diğeri bizim ulusal düşüncemizde
ve iç siyasette gereken önlemleri hem zaman geçirmeden, hem doğru olarak
bulmakta isabet ettiğimizin yıllarla sürekli olarak güçlenmesidir." Önce
"yasaların yazılı olduğu gibi uygulanmasını" açık, ileri, güçlü ve daha bilmem
nasıl görüyor? Sonra "yakın bir zamanda ülkenin her yanından ulusal işlerin
aynı şekilde görülmesi" umudunu "olacaktır" gelecek sayfasıyla vaad ediyor.
Bu görüş ve vaad ediş bize bir şey gösteriyor: "Yasaların yazılı olduğu gibi"
ya da "ülkenin her yanında... aynı şekilde" uygulanması "yüzde yetmiş,
seksen, doksan" lâftan ibarettir. Kemalist başbakan "resmen, alenen ve açık,
ileri, güçlü" bir şekilde ilân ediyor ki, Türk burjuvazisinin kitapta yazılan
yasalarıyla hayatta olan uygulaması arasında "ülkenin batısında, doğusunda,
dört köşesinde" dağlar kadar fark vardır.
Neden? Çünkü: "Hiç kuşku yoktur ki, Cumhuriyet Türkiyesinin bütün geçmiş
dönemlerden en esaslı farklarından birisi de ulusal bir devlet olmasıdır.
Türkiye'nin Türkün devleti ve yurdu olmasıdır. (Bravo sesleri, alkışlar) Bütün
geçmiş yüzyıllardan bir anda görülen ve daima görülecek olan esaslı bir
farkımız budur. Bu ülke Türkiye'dir. Burada yaşayan Türkler ve Türk
yurtseverliği ve Türk ulusçuluğu bu ülkenin yönetiminde, yazgısında etkili ve
egemendir. (Bir daha bravo sesleri, alkışlar)" Bu nutuk emperyalizme karşı
söylenmiyor. Zaten bugün Türkiye'de hangi yabancı sermaye Türk kılığına
girmedi, yurttaş olmadı? Nutkun bu "önemli" anlamım anlayabilmek için
"olayı izler halde" almak, başbakanın onu Kürdistan gezisinden döner
dönmez söylediğini asla unutmamak gerekir. O zaman kolayca kavranılır ki
"Türk yasaları ancak Türkler içindir. Türk olmayan bahtsızlara yasaların yazılı
olduğu gibi uygulanması" sözkonusu olamaz. "Cumhuriyet Türkiyesinin bütün
geçmiş dönemlerden en esaslı farklarından birisi" de budur. Zavallı Kürdistan
köylüsü, müşkül bir durumda kaldıkça, daima şunu telkin etmekte geri
kalmaz: "Biz Kürdük, vahşiyük". Türk burjuvazisi ise ona "vahşi" olduğunu
kabul ettirmiştir, fakat "Kürt" olduğunu asla unutturamamıştır. Şu halde bu
büyük çalışkan halk kitleleri, Kürdistan denilen yerlerde oturdukça, Kürt
zihniyeti ve Kürt diliyle yaşadıkça "bu ülkenin yönetiminin yazgısında etkili ve
egemen"
olamayacaktır. Çünkü "Türk" değildir. Başka hiçbir şey değil, bütün alınyazısı
anadan Kürt olarak doğmuş ve öyle yaşamış olmaktır. Ve Türkiye
Cumhuriyeti altında Kürtler "yönetim ve yazgıca" mahkûmdurlar. Başbakanın
nutku bunu söylüyor... Çare? Türkleşmek... Nasıl? Başbakan "kolay" diyor ve
Kürtlerin Türkleşmesi için şu reçeteyi veriyor: "Türk ulusalcısı ve Türk
yurttaşı olmak için, bu ülkede yaşayan herhangi bir bireyden anormal hiçbir
şey istemiyoruz. Türk olmayı sevmek ve Türk olmayı kabul etmek, Türk
ulusuna mensup olmanın verdiği bütün haklara sahip olmak için yeterlidir.
(Bravo sesleri, alkışlar) Yasal durum böyledir. İçyüzümüzde samimi olan
kanımız ve durumumuz böyledir. (Al bir daha:' Bravo sesleri, alkışlar)
Doğuda ve Batıda ülkenin her yanında dolaştığımız zaman kendisinin Türk
olduğunu bilen, kabul eden herhangi bir yurttaşın her Türkün sahip olduğu
haklardan herhangi birinden yoksun kalması endişesine izin vermedim.
Herkesi inandırdım ki, Türk olmayı gurur duyulacak bir özellik olarak
yürekten kabul eden ve böyle çalışan yurttaş benim gibi, benim bütüh
hukukum gibi her hakka sahip olmak için bütün nedenlere sahiptir. Bu
kanımı her yerde söyledim ve bu sözlerimde oldukça içtenim. Böyle bir
yönetim ve zihniyetin devletin ulusal devlet ve Türk devleti olmasındaki
Esasları ancak güçlendirir! Onun artmasına, genişlemesine ve yükselmesine
hizmet eder. (Nihayet şiddetli alkışlar)" îsmet Paşa'ya göre -"tarih
devrimcileri "nin o derin safsatalarına karşın- Türkiye'de yaşayan herhangi
bir bireyin yurttaş haklarının tanınması için ona yalnız "Türk olmayı kabul"
etmesi değil, aynı zamanda "Türk olmayı sev"mesi, "Türk olmayı gurur
duyulacak bir özellik olarak yürekten kabul etmesi" gerekir ve yeter.
Müslümanlıkta bir "eşhedü enlâ ilahe illahlah..." cümlesi "ümmedi
mu-hammed" işlemi görmek için yeterlidir, fakat Kemalizm daha "gerçekçi
"dir. "Türk olmayı kabul" ettim diyenin bir de yüreğini muayene ediyor.
Doğru mu, değil mi diye... Oysa bunun olanağı var mı? Bir Fransız kapitalisti,
Türkiye'ye yatırdığı sermayesini dış kapitalistlerin rekabetinden korumak için,
belki Kemalizmden çok Kemalizm ve Türk yanlısı olabilir. Hattâ isterse dinini
dilini bile değiştirebilir. İsterse» yani bunda bir kâr görürse... Ki gerçekten
bugün Türkiye'de çalışan herhangi Fransız sermayesinin, dünyanın hiçbir
yanında görmediği bir kâr içinde çalkalandığı kesin olduğuna göre,
Türkiye'deki bütün yabancı kapitalistleri birer T.A.Ş.'olmaktan başka yararlı
bir yol bulamamıştır da... Onun için yürekten Türktürler. Ama Kürdistan
çalışkan ve yoksul halkı için iş böyle mi? Hayır. Tersine, Türk olmak ne kadar
"gurur duyulacak bir özellik" olursa olsun, maddi yoksulluğun ve acının
dehşetlisine Türk burjuvazisi-
nin çapulu yüzünden uğramış bulunan Kürt köylüsü öyle manevi bir "özellik"i
yürekten kabul istese, kendini zorlasa da edemez. Çünkü bunda bir yararı
yoktur ve olamaz da. Çünkü Kürt köylüsü "Türküm" de dese, bu yürekten
kabul ettiğini de söylese, bir sömürge köylüsü gibi ezilecektir. O zaman, ona
din değiştirmekte bin kere daha güç olan ulus değiştirilmesi önerildikçe, Kürt
köylülüğü de yüreğine sokmamak isteyen bir yılanş görmüş gibi ürkecek ve
Türklükten nefreti, "vagon-li" şirketinin muhabbetinden besbeter olacaktır.
Yavuz Paşa'nın verdiği bu "Önemli nutkun" üstünden en az iki buçuk ay gibi
kısa bir zaman geçmemişti ki, burjuva basının birinci sayfasının birinci
sütunlarında, üstünde tipik Kürt köylüsü giyimli birçok insanın bulanık
resmini taşıyan şöyle bir haber okuyoruz: "Ulusal bir nüfus siyaseti izlenmesi
arifesindeyiz: Ankara (Özel)- İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanıp geçen yıl
hükümet tarafından Millet Meclisine sunulan iskân yasası taslağı, çok olasıdır
ki, Meclis'in sonbahar oturumunda tartışma konularından birini oluştursun.
Derin bir inceleme ürünü olan bir taslak programla çalışmak için hazırlanmış
değerli bir projedir. Bu projenin yasallaşması ile emperyalist saltanatın
ülkede bıraktığı temelsiz miraslardan bir tanesi daha kökünden yıkılmış
olacaktır. Halifeliğin Osmanlılar d geçişi, mezhep gayret ve mücadeleleri,
müslümanlığın camia yerine t geçmesi Islamlaşan nüfus kitlelerini ve halkı
müslüman olan ülkü nüfusunu Türklüğü temsile engel oluşturuyordu.
"Kanuni Süleyman yasalarıyla Türk kültürüne benzemeyen bazı zümrelere
eski zeamet örgütünde bazı onarımlar ve biçimler yaratılarak ayrıcalıklar
tanınıyor; hattâ bu ayrıcalıklar aşiret başkanlarına, beylerine verilmekle
kalmıyor,-voyvodolara da tanınıyordu ki, bunların tasfiyesi Osmanlı
saltanatının dura dura, eriye eriye tamamen dağılışına kadar sürmüştü. Artık
normal bir sistem içinde ulusal yapımızı korumaya, sağlamlaştırmaya, ulusal
kültürümüze ve çağdaş uygarlığa daha çok uyum sağlamaları istenmiş olan
nüfus kütleleri üzerinde verimli bir şekilde devlet eliyle işlemeye, Türk
nüfusunu nitelik ve nicelikçe geliştirmeye, bir nüfus siyaseti izlemeye karar
verilmiştir. Yeni nüfus yasası projesi, bu amacı sağlayacak bütün esasları
40
içermektedir."
40. Son Posta, 4.2.1933.
TEPKİLER
Sosyal Psikoloji
Kürdistan halkı ve özellikle Kürt köylülüğü ekonomik olarak klan-feodal
sisteminde yaşıyor. Fakat bu sistem kapitalist ve bezirgan ekonomilerle de
içli dışlıdır: Derebeyi-Bezirgan-Kapitalist... Bu dört tür ekonomik ilişkinin
arapsaçı olduğu bu ülkede, bir de ayrıca sömürgecilik denilen yaman
kamçının sakladığını tasarlayalım; artık her zaman ekonominin dört başlı bir
canavar gibi şahlandığını ve Doğu köylülüğünü bütün sosyal ve siyasal
ilişkilerinde ne kadar şaşkına döndürdüğünü, ne derece anti-patileştiğini
tahmin edebiliriz. Böyle bir ekonomi ve sosyal yapının içinde, Kürdistan
halkını saracak psikolojide aynı derecede kargaşalıklar o-lacaktır. Bu
psikolojide egemen nitelik babahan sistemine dayanmaktır. Fakat babahan
psikolojisinin de derebeyi psikolojisine dejenere oluşu, sonra bu soysuzlaşmış
psikolojiye -çürüyüp dökülünce ve çözülüp dağılma özelliklerini damgalayanbezirgan+kapitalist mikrobunun bir kere girmiş olması, zavallı Kürdistan
köylülüğünde iler tutar bir sosyal psikoloji bırakmamıştır. Kuşkusuz bütün bu
dört tür sosyal psikoloji özü itibarıyla egemen psikoloji, yani egemen sınıf
psikolojisidir. Fakat egemen sınıfların bu soysuzlaştırıcı psikolojisine karşı
çıkan alt ve ezilen yığınların psikolojisi de özü itibarıyla maraba
psikolojisinden sıyrılamamıştır. Kuşkusuz son ekonomik gelişmeler, gittikçe
bir Kürdistan proletaryasının bağımsız psikolojisine doğru manevi gelişmeleri
de kışkırtacaktır. Fakat bugün için Kürdistan halkının top-yekün psikolojisi en
köpekçe değiş-tokuş psikolojiyle soysuzlaştırılmış babahan+yarı toprak kölesi
psikolojisidir.
Bu psikolojinin başında bütün köylülükte ortak olan söylentilere inanışlar
gelir. Fakat bu boş inançlar mehdi beklemekten, çok daha karanlık ve aykırı
konulara kadar genişleyen berbat bir şekildedir. Kürdistan köylülüğü "yasa"
kadar genel bir etkiye değil, ağasının keyfi gibi pek dar, pek oynak bir
yasaya bağımlı ola ola herşeyin kişide doğduğuna, bir kişi ki bir şeyi güçle
koparır o şeyi mutlaka yapabileceğine, fakat yapılan ve edilen herşeyin
mutlaka bireysellikten çok daha insanüstü tılsımlı
güçlerden ileri geldiğine vb. inanır. O zaman, miriyvo ve ameliyelerin
gözünde kişiler hurafeleşir ve hurafeler kişileşir.
Kürdistan yığınlarının psikolojisinde ilk özellik, eskilerin "seri'üt-teessm '
dedikleri gibi dehşetli ve çarçabuk bir alınganlıkla herşeyin mutlaka hoşa
gider olmasını istemek, isteyince de öyle varsaymaktır. Sosyal ruhsal
çocuklaşmışlık adının verilebilmesi olanaklı olan bu durum belki her insanda
vardır. Tarihimizde her sınıf kendi mantığını, kendi çıkarının ölçüsüyle ölçer.
Bu durum gülünç olmaktan çok, maddi bir zorunluluktur. Zorbaca ya da tapu
hileleriyle gasp ettiği toprakta kendisine Allahtan gelme bir kutsal mülkiyet
hakkı bulunduğunu ima eden ağa, en zeki işçi ve köylüleri soyup soğana
çeviren, biriktirdiği sermayesine dayandıkça herşeyin "akıl"dan çıktığına
inanan aptal burjuva, nasıl bunu kavrayışlarında gülünçten daha başka
şeyseler, Kürdistan köylülüğü de hoşuna giden her uydurmaya mutlaka
inanmakta ve kendi duyarlılığına seslenmeyen en mantıksal olayları inkâr
etmekte. Bu öyle bir mantıkür ki, ilk insan topluluklarında rastlanan "klanlık:
prolojik" kavramına doğru yaklaşılır.
Kürdistan köylülüğünde göze çarpan üçüncü psikolojik durum, çelişkili
psikolojik durumdur. Bu çelişkiyi şöyle bir diziyle verebiliriz: a) Müthiş yalan
söyleme yeteneği, müthiş yalana inanma yeteneği; b) Müthiş kendini
beğenme ve övme, müthiş benliksizlik; c) Müthiş küstahlık, müthiş
alçakgönüllülük vb...
Kütleler içinde yayılan bu çelişkiler psikolojisi, kuşkusuz bütün diğerleri gibi
köylülüğün kendi "özgün malı" olmaktan çok geleneksel bir din egemen
psikolojisinin babahan derebeyi psikolojisinin artık büsbütün çürümüş ve
dağılmış manzarasıdır.
Pazar yasalarının en kan içici ve parçalayıcı şekliyle Kürdistan'ı kasıp
kavurması, değişimin elle tutulur kişisel örneğine, paraya karşı yaman bir
zayıflık ruhu doğurtur. Derebeyliğin egemen olduğu dönemde Allah
para-laştırıldığı, para haline dönüştürüldüğü halde, burada para
Allah-laştırılmaktadır. Ve paraya tapma en miskin, en az paraya tapma, belki
çok az bir şey olduğu kadar en sinik şekliyle yoksul Kürdistan'da hüküm
sürer. Konuşulan sözler arasında, en çok yer tutan "mecidiye Allah kerim" ile
"Allah kerim mecidiye"dir. Beş mecidiyeye bir adamın katil olduğuna tanıklık
edilir. Beş mecidiye için katledilen en yakın ve sevgili akrabanın kanı
aranmaz, beş mecidiye için adam öldürülür...
Bu dört tür olumsuz psikolojik niteliğini, olayları olduğu gibi teslim etmekten
başka hiçbir amaçla saptamadığımızı eklemeye gerek yok.
slında bütün ezilen sınıflar gibi, Kürdistan halkı da, kusurlarının olduk-gibi
yüzlerine vurulmasından alınmaz. Bütün bunları kendisi de derinden derine
karanlık bir bilinçaltıyla sezer ve bütün bunlardan kendi kendisinden tiksinişe
benzer bir acıyla ve açıkça şikayetçidir. Bir zaman Batı ilîerînde duyulan
"Türk ulusu adam olmaz" palavrası, bu düşünceyi besleyen bir Kürdistan
"edebiyat-ı Cedide"sinin varolmayışına karşın, bugün Kürdistan'da işitilir:
"Kürt ulusu adam olmaz"... Fakat bu psikolojik durum bile, bütün o dört
kategori psikolojiye karşı çalışkan Kürtlük içinde olumlu ya da olumsuz
şekilde başlamış bir tepkiden başka ne anlama gelir?
Kuşkusuz biz bu olumsuz psikolojiyi, Kemalizmin çıtkırıldım salon aydınları ve
"kütüphane fareleri" gibi Kürdistan halkının herhangi bir uygar işleme
gelemeyeceği, sonsuza dek vahşi kalacağı ve yokedilmeye layık olduğu
şeklinde bayağı saçmalayışlarma yem vermiş olmak için değil, tersine ezilen
Kürdistan halkının layık olduğu ekonomik ve siyasal haklarına kavuşması,
sömürge zulmünden kurtuluşu için, sorunun olduğu gibi konularak pratik
alanda yanılmalara meydan bırakmamak içindir. Bu olumsuz karakteristikten
ne gibi pratik sonuçlar çıkabilir? Sırasıyla şunlar:
1- Paraya Allahtan fazla tapış, Kürdistan'da bugünkü ağalık+Kemalizm
birleşimi egemen oldukça, Kürdistan halkını bol para dökecek herhangi
emperyalist müdahalelerine, doğal bir dereceye kadar ve hep gelgeç de olsa
alet yapabilir.
2- Çürüyüp dağılış halinde olan çelişkiler psikolojisi, Kürdistan köylülüğünün
herhangi kesin bir mücadele anında birden direncinin parçalanmasını, bir
panik psikolojisine yenik düşmesini gerektirir. Şu halde Kürdistan
köylülüğüne, sosyal kurtuluş hareketinde yolgösterici olacak çelişkiler içinde
sallanmalarında bir müttefik gereklidir.
3- Kürdistan köylülüğünün hurafeleri kişileştirme ve kişileri hura-feleştirme
psikolojisi, klan+feodal sistemlerinden biraz daha sıyrılabilmiş olan Anadolu
köylüsündeki mehdi bekleme psikolojisinden daha karanlık bir biçimdedir.
Bunun Kürdistan milyonları dilinde başka bir deyimi de vardır: sahip...
Babahan ilişkilerin en koyusu içinde yaşayan Kürt köylülüğü, çektiği
işkenceleri, kendisini benimseyecek ve koruyacak bir sahip yokluğuna
atfeder. Bu durum, ikinci sonucun daha kangrenleşmiş i-fadesidir. Bugün
Kürt köylülüğü son ve umutsuz bir acıyla henüz eski sahiplerinden,
ağalardan bir şey beklermiş gibi görünüyor. Fakat Kürt köylülüğünün ruhunu
içinden okuyanlar iyice anlarlar ki, köylülük ağalığın Kemalist devlet aygıtıyla
el ele verdiğini ta benliğinde, içinde
hisseder. Fakat "zor oyunu bozduğu" için, ağaya hâlâ sahip demek
zorunluluğu var. Oysa "zorla güzellik olmaz". Burjuvazinin zorla dayandığı
"saygı" duygusu gibi, Kürt köylülüğünün ağalığa karşı bir "itaat"i var. Fakat
köylülük "saygı" göstermeye zorunlu olduğu Türk burjuvazi gibi, "itaat"ten
aynlamadığı Kürt ağalığının da kendisine sahip olamayacağını biliyor. Kürt
köylüsünün aradığı sahip, sevdiği ve ardından gitmek istediği kurtarıcı
kılavuzdur. Kürdistan yoksul halkı öyle bir sahip arıyor ki, bu ona sahip
çıksın. Yani dar zamanında yardımcı ve yol gösterici olsun. Fakat sahip
olmasın, yani başına bir efendi, bir bey, bir ağa kesilmesin. Bir sözcükle,
Kürdistan halkı, kendisiyle dert ortağı, kendisinden daha der-li toplu
harekete yetenekli, kendisine bir lütuf olarak değil, bir kurtuluş görevi olarak
yol gösterici olacak bir yoldaş arıyor. Sözcüklere bakmayın, babahanca dilde
"yoldaş" sözü "sahip" şekline de girebilir, şaşılacak bir şey yok.
4- Kürdistan halkının, belki de kapitalist mantığından bambaşka, bizim
düşünüş tarzımızdan apayrı bir "yoğurt yiyişi" vardır. Bundan ne sonuç çıkar?
Kürdistan halkını karşıtlar içinde kıvranmaktan kurtararak ona "kurtarıcı
kılavuz yoldaş" olacak sınıf ve örgütlerin, eğer deyim yerindeyse "Kürtçe
konuşmaları" gerektiği... Yazık ki tarihöncesinden ortaçağa kadar doğal ve
sosyal parçalanışlarla başkalaşmanın türlerine uğrayan insanlık, kapitalizm
döneminde de, bir rejimin eşitsiz gelişimi yüzünden, ekonomik ve
uluslararası olma eğilimine karşın, insan yığınları arasında, çelişkili
farklılaşmayı arttırmaktan geri kalmadı. Onun için, mantıktan
mantık-öncesine kadar uzanan bir dizi düşünüş biçimlerinde rastlayacağımız
örnek ve nüansları hesaba katmaya zorunluyuz.
İşte "Kürtçe konuşmak" derken, Kürdistan halkının mantığıyla, onun düşünüş
diliyle anlaşmayı kastediyoruz. Yoksa yanılmak, yanıltmak tehlikelerinden
kurtulunamaz. Kürdistan halkının kurtuluş müttefikliğini gören sınıf, o halka
karşı kullanacağı taktikte bu özel mantığı göz önünde tutmaya her zaman
zorunludur. Yukarıda bunun küçük bir örneğini de gördük: Örneğin bugünkü
Kürdistan köylülüğü, kendisine bir sahip ister. Bunu işiten insan, eğer söze
değil, bu sözün altında gizlenen maddi anlama dikkat etmezse şaşıp kalabilir.
Nasıl olur, bütün Kürt halkının çektiği hep Kürt ya da Türk sahiplerinden değil
midir? Kürt köylülüğü bu gibi zalim sahiplerden kurtulmadıkça, kendine
gelebilir mi, vb.? Oysa sorun hiç de böyle telaşlara bırakmaz: Kürt fukarası
sizinle Kürtçe konuşmuştur, siz onun anlamını Türkçe ya da Arapça
anlıyorsunuz. Kürtçe konuşmayı iyi
bilmiyorsunuz. İşte bizim Kürdistan halkında mantıksal içerikteki psikolojik
özelliklerden anladığımız... Bu olumsuzluklara, Kürdistan halkı gibi bütün
çalışkan köylülükte de ortak olan birçok olumlu özelliği eklemek için sayıp
dökmeye gerek görüyoruz. Yalnız, bir strateji araştırmasında yer tutması
gereken ve bugünkü Kürdistan yoksul halkında daha ilk bakışta göze çarpan
iki noktaya işaret etmeden geçmek "Tepkiler" bölümünün daha kolay
anlaşılmasında herhalde bir noksanlık bırakmak değildir. İki nokta:
1- Pervasızlık: Kürdistan halkı hayatın o kadar doğal çocuklarıdır ki, onlar
için ölmek ve öldürmek en basit mücadele biçimleridir. Bütün zulüm görenler
gibi şu kötü yaşamdan iyice bıkmış olan Kürdistan köylülüğüne göre,
yaşamakla ölmek birbirinden pek ayırtedilmeyen iki biçim zorunluluktan
başka bir şey değildir. Onlar için çarpışırken ölüm korkusu yoktur.
2- Rejimden yılgınlık: Kemalizmle uzlaşmış ve bu uzlaşmanın kaymaklı
tadına konmuş olan, Kürt ağalarla Türk burjuvaları bir yana bırakılırsa,
Kürdistan halkı içinde varolan sosyal ilişkilerden illahlah demeyen bir tek kişi
yoktur. Orada herkes, Lenin'in deyimiyle istemiyoruz, tahammül edemiyoruz
diyor. Bunun anlamı malum.
Bu psikolojik girişten sonra, genel olarak Kürdistan'da varolan rejime karşı
yapılan tepkileri gözden geçirelim. Yukarıdaki karakteristikten sonra, bu
tepkiler üzerinde çok durmayacağız. Bunları üç kategoride görelim: 1Anarşik tepkiler, 2- Siyasal tepkiler, 3- Ayaklanmalar...
Anarşik Tepkiler
/ Ezilen köylünün ilk tepkisi silahını alıp dağa çıkmaktır. Geçen
açıklamalarımızda, Kürt köylüsünün neden ve nasıl, hattâ evini ve barkını
bırakıp dağa çıktığını görmüştük. Anadolu'nun yoksul Türk köylüleri de,
anarşik tepkilerinde, eşkiyalığa dökülüyorlardı. Fakat Kürdistan'daki gibi
eşkiyalık gerek nicelik ve gerekse nitelik olarak Anadolu'daki eşkiyalıktan çok
daha dehşetlidir. Gerçekten de bu eşkiyalıklar dönem dönem patlayan
ayaklanmalarla da bağlıdırlar. Fakat İçişleri Bakanlığının sandığı gibi hiç Me
yalnız "ayaklanma döküntülerinden ibaret değildir. Belki gerek ayaklanmalar
ve gerekse eşkiyalık doğrudan Kemalizm+ağalık zulümlerine karşı, aynı
tepkilerin türlü biçimlerinden biridir. Zulüm gören köylü, en canavarca
şekillerde zalimleşmeye zorunlu bırakılır. Çeteler, yazın çoğalıp kışın azalarak
büyüyüp küçülen, fakat hemen her zaman sayılan 15-20'yi
geçer gezgin oluşumlardır. Örneğin okursunuz: "Diyarbakır muhabirimiz
yazıyor: Savur ve Midyat bölgelerinde sürekli olarak eşkiyalıkla halkı rahatsız
eden azılı eşkiyalardan Dayırboranlı Ahmet Aziz çetesi takip kollarımız
tarafından sıkıştırılarak, bunlardan 18'i ölü ve 24'ü de diri olarak
tutulmuşlardır. Beşiri ilçesi halkının başına bela kesilen Ramanlı Abdullah 15
kadar yandaşıyla jandarmalarımızın takibinden kurtulamamış ve çatışmada
1
çete tamamen yokedilmiştir."
Kürt çeteleri Kürdistan içlerindeki etkinlikleriyle kalmazlar. Bu etkinliklerini ta
orta Anadolu'ya kadar genişletirler. Bir örnek:
"Çorum 11 (Özel)- Çorum!un bazı ilçelerinde, tahminen Sungurlu bölgesinde
yollar tehlikeli bir durum almaya başladı. (Sonra jandarmasız yola çıkan bir
fen memurunun acıklı hali anlatılır.) Cevad bey bir arabayla Ilgın karakoluna
4 km. mesafedeki dere içine gelince 5-6 kişi meydana çıkarak kendisini
durdurmuşlardır. Çevrede tek tu'k adamlar görülmesinden eşkiyaların 15 kişi
kadar olduğu anlaşılmaktaydı, Haydutlar arabacı, yol çavuşu ve fen
memurlarının tamamen eşyasını aldıktan sonra Kürtçe bir şeyler konuşarak
2
ormanlığa kaçmışlardır." Unutmayalım ki bu Sungurlu Doğu illerinden üç
dört il öte bir yer. Ankara ilinin hemen sınırı üzerinde. Kemalizm, olayın
Ankara'ya kaç saatlik mesafede geçtiğini bizden iyi bilir.
Çetelere karşı hükümetin aldığı iki önlem vardır: 1- Hileyle faka bastırmak,
2- Tarama yöntemi...
1- Hile: Örneğin birkaç ilde birden eşkiyaların affedildiğine, teslim olurlarsa
bir daha yapmamak üzere ceza görmeyeceklerine ilişkin gizli açık ilanlar
yapılır. Fakat bu ilanların gazetelere yansıtılışı şöyledir: "Teslim olmaya davet
edilen eşkiyalar... Muş, Erzurum, Beyazıt, Van illeri bölgelerinde
soygunculuk ve eşkiyalık yapan 58 eşkiyanın 20 Temmuz 1931 tarihinden
itibaren bir daha yapmama koşuluyla hükümete teslim olmadıkları taktirde
eşkiya ilan edilecekleri İçişleri Bakanlığının emri üzerine ilân
3
edilmiştir." Kazara köyüne inenlerin başına geleni bugün Doğu illerinde
bilmeyen azdır.
2- Tarama: Bütün il kaymakamları ve jandarma güçleri, gezici alaylarla el ele
vererek köy köy, yaka yıka işkence ve dayakla eşkiya tararlar: "Muş (özel)Yeni valimiz Mithat Bey, burada asayiş ve inzibatın yükümlülüğünü sağlamak
için büyük bir gayret sarf etmektedir. Dokuz ilçenin kaymakam ve jandarma
komutanlarının da katıldığı takip müfrezeleri bir anda
1. Cumhuriyet, 4.12.1930.
2- Cumhuriyet, 16.8.1931.
3- Cumhuriyet, 1.S.1931.
tarama hilesine başlamışlar ya da kısa bir zaman içinde Bitlis, Malazgirt,
Çapakçur, Suluhan ve çevresinde ölü ve diri olarak 21 eşkiya
4
yakalamışlardır."
Bu gibi taramalar çok kere Kürdün sürekli ormanda saklı bulundurduğu
silahını da almak için iyi bir olanaktır. Eşkiyaların takipleri arkasından güya
eşkiyalığın kökü böyle kazınırmış gibi silahları toplama gelir: "Diyarbakır
muhabirimizden: Bu üç ilçede halk, eskiden kendilerini eşkiyadan korumak
için silah sağlamak ve kullanmak zorundaydılar. Bu başarılar (eşkiyaların
tutulması) yüzerine, halk ellerinde bulunan silahları takip müfrezelerine
5
teslim etmektedir."
Bununla birlikte öyle bölgeler vardır ki, Kemalizm orada aşiret sisteminin
kendi yönetsel örgütü yerine geçmiş olmasına pişkince aldırmaz. O zaman
aşiret başkanlarının çapulculuk örgütünü de hoş görmeye zorunlu olur,
örneğin: "Doğu illerinde inceleme gezisi yapmakta olan İçişleri Bakanı Şükrü
Kaya, Çemişgezek'i gezerken kasabayı pek geri bir halde bulmuş, nedenini
sormuştur. Kendisine bunun nedeninin Dersim eşkıyaları tarafından yapılan
saldırılar olduğu anlatılmıştır. Dağlarda yaşayan Dersim haydutları kasaba
halkının başına bela kesilmişlerdir. Dersim'de eşkiyalık yeni bir şey değildir.
Çok eski zamanlardan beri sürüp gelmektedir. Fakat bu kezki inceleme,
bunlara karşı kesin önlemler almanın gereğini bir daha anlatmış, bu konuda
6
gereken kararlar verilmiştir."
Fakat bu "kesin önlemler" on yıldan fazla süren Kemalist rejimde
alınamadığına göre, ondan sonrası için de alınamaz. Çünkü Kürdistan'da
ağaları aşiret sistemleri halinde egemen kılmak ve aşiret karşıtlıklarından
yararlanarak Kürdistan'a egemen olabilmek gereklidir. Çetelerin ele
geçmesinde en çok yardımı olanlar, Kürdistan'ın yerlisi olarak jandarmalar ve
milis örgütüyle bunların köylerde bağlı oldukları ağalar, ağa adamlarıdır.
Sonunda kuşkulu köy halkını zincirlemecesine müfrezelerin peşine takıp
canları çıkıncaya kadar dağdan dağa sürünmek vb. gibi yöntemleri
tekrarlamaya gerek yok...
Şu halde çeteyi tutturan ihbar ve işkenceler aracılığıyla yine ihbarlardır.
Örnek: "Haydutlar bu ayın dördüncü gecesi Nemrut dağı çevresinde yol kesip
kapatmak, sonra da yolcuları soymak girişiminde bulunmuşlardı. Fakat
eşkiyaların bu kötü amaçları haber alınır alınmaz üzerlerine bir müfreze
yollanmıştır. İkinci olay: Eşkiyaların gece şehrimiz çevresindeki bir köye
geldikleri jandarma karakol komutanı Abdülkadir çavuş tarafından
4. Son Posta, 4.2.1933.
5. Cumhuriyet, 4.12.1930.
6. Cumhuriyet, 17.11.1931.
7
haber alınmış ve merkeze bilgi verilmiştir."' Bu konu daha çok uzatılabilirdi.
Siyasi Tepkiler
Kürt köylülüğünün maddi ve manevi durumunu gördük: En koyu ba-bahan
ilişkiler içinde boğulan, en karanlık cahillikle yolunu göremez durumundadır.
Kürdistan aydınları sinmiş ve susmuş için için titriyor, o da mehdi bekliyor.
Kürdistan'da varolan tarım işçisi genel olarak köylülük içinde önemli bir
nicelik ve nitelik oluşturuyor. Fakat köylülükle olan organik bağı bu zümrenin
henüz bağımsız ve geniş bir örgüt ve hareketini olanaksız bırakıyor. Doğu
illerindeki genel olarak sanayi işçisi, küçük yani kalabalık bireyleri olmayan
fabrikalarla el imalathaneleri hakkındaki demirli demirsiz nakliye araçları
işçisidir. Bu dağınık ve her türlü örgütten yoksun işçi sınıfı içinde de henüz
Kürdistan'a özgü bir hareket, hele siyaset belirmiş değildir. Bu bakımdan
Doğu illerinde siyaset derecesinde yükselmiş herhangi bir oluşum ve hareket
ancak üst sınıflara ve Kemaliz-me karşı kalabilmiş olan eski egemen sınıflara
özgü olacağı gibi mantıksal bir sonuca varmamak olanaklı değildir. Onun için
son zamanlara kadar Kürdistan'da gelmiş geçmiş bütün siyasal örgüt ve
faaliyetlerin ruhu Kemalizmle henüz uzlaşmamış Kürt ağalığı ve beyliğinin
ideolojisi olmuştur. Sınıf ilişkileri bakımından, Kürdistan'da olan siyasal
tepkiler içinde diğer zümrelerden de hoşnutsuz unsurlar yok değildir. Fakat
biz unsurları değil, bir hareketin sınıfsal yönünü kastediyoruz. Fakat
Kürdistan siyasal hareketleri arasında, mutlak olarak Kemalizmle uzlaşmamış
bir kısım büyük bey ve ağalanndan başka sırjıf ve zümreleri kabul etmemek,
olayları oldukları gibi görmemek olur. Nitekim Kürdistan hakkındaki siyasal
hareketlere büyük bey ve ağalardan başka iki önemli ve dikkate değer sınıf
ve zümre daha karışmıştır: 1- Kürt aydınları, 2- Küçük soylular. Kapitalist,
fabrikasını işletmek için teorik memurlar, pratik usta başları nasıl
kullanıyorsa, denilebilir ki Kürdistan davası çevresinde kopan gürültülerde de
büyük ve kalın Kürt ağalan, Kürt aydmlarıyla küçük soyluları sağ ve sol eli
gibi kullanır. Ağalar, düşünen unsur olarak aydınlan ve yapan unsur olarak
bu küçük soyluları kullanıyor.
Fakat madem ki her siyasi hareket son zamanlara kadar zorunlu olarak
Kemalizmle uzlaşmamış "muhalif" Kürdistan ağalığının egemenliği altında
oldu, şu halde: 1- Bu hareket kaderince emperyalizmin aleti oldu;
7. Son Posta, 21.8.1932.
2- Bu hareket, yukarıda söylediğimiz anarşik tepkiler, yani çeteler kadar bile
olsun çalışkan yoksul köylülüğe yakın ve layık olamadı. Emperyalizmin
kucağına düşmek ve yoksul Kürt köylülüğünden uzaklaşmak... îşte
Kürdistan'ın en son siyasal tarihçesinde adı duyulmuş bütün siyasal
örgütlerin içeriği bu oldu. Bu kısaca karakteristiğini yaptığımız siyasal örgüte
örnek, Şeyh Sait ayaklanmalarından sonra, Güney sınırları çevresinde oluşan
"Hoybon" (Kürdistan Kürt Muhipleri Cemiyeti) dir.
Mütareke yıllannda Hürriyet ve İtilaf karşı-devrimcilerinin kurduklan İngiliz
Muhipleri Cemiyeti gibi bir şey. Bu cemiyetin başında hep eski hanedan ve
paşa oğulları var. Ta mütareke yıllarında, sultanın parmağıyla ve yedi sekiz
Kürt süvarisiyle bir Kürdistan yapmak için dünyayı emrine amade sanan
Bedirhaniler ve Cemilpaşazadelerin adı, bugün de Kürt Muhipleri Cemiyeti'nin
başındadır. Onun için bu Cemiyet İngiliz, İtalyan, Fransız
emperyalizmlerinden başka, yüzellilikler, hanedan gibi Osmanlı
İmparatorluğu'nun arük gülünç bir iskeletinden başka hiçbir şey olmayan
döküntüleriyle, Kürt-Çerkez Cemiyeti, Ermeni Taşnak Cemiyeti gibi hedefi
büsbütün belirsizleşmeye yüz tutmuş ve mihverini kaybetmiş oluşumlarla
düşüp kalkmakla zaman geçiriyor. "Kiminle düşüp kalktığını söyle, sana kim
olduğunu söyleyeyim!" Hoybon cemiyetinin de el birliği ve söz birliği etmek
istediği sistem, zümre ve örgütlere bakılınca, içyüzünde onlardan hiç de
farklı olmayan, yani bugün dünyada kurulan değil, ölen bir düzenin, devrimin
değil karşı-devrimin yoluna girmiş bir örgüttür. Hoybon cemiyetinin amacı
geçmiş olunca, Kürdistan geleceğinde bu hedefle hiçbir şey yapamayacaktır.
Çünkü ezilen Kürdistan halkının kurtuluş hedefi ister istemez geçmişte değil,
gelecektedir. Bağımsızlık Kürdistan için ancak bir gelecek sorunudur.
Kürdistan köylülüğünün gözü ister istemez geriden ayrılıyor, ileriye
yöneliyor. Bunu anlamayanlann, bu ezilen halk yığınları üstünde onlann her
gün biraz daha zayıflayan saygınlıklarını ve boş inançlannı kamçılayarak
fırtınalar koparması, bu yığınları Türk militarizmine boş yere kırdırmaktan
başka bir sonuç bulmaları olanağryoktur. Böyle bir sonuçsa hanzade ve
paşazadelere emperyalizm tarafından maddi bir iltifat ve hâlâ kendileri için
ölenler var kariısıyla manevi bir hoş kuruntu vermekten başka neye yarar?
Kürdistan'a ne kazandırır?
Muhalif büyük ağalığın örgütü içeriğinden henüz sıynlamamış olan Hoybon
cemiyeti yukanda işaret ettiğimiz iki tür sapıklığıyla köksüz ve çiçeksiz bir
kütük, iki bacağından olmuş bir kötürüm durumuna
düşmüştür. 1- Emperyalizmle ve genel olarak dünya gericiliğiyle biricik
cephe yapmıştır. 2- Genel olarak Kürdistan yoksul halkından ve özel olarak
Kürt köylülüğünden kopmuştur.
1- Emperyalizmle el ele verme: Yukarıda açıkladık. Hoyboncular özellikle üç
büyük sömürgeci galip emperyalizmle sıkı fıkıdırlar: İngiltere-Fransa-İtalya...
Bu üç devlet arasında ismi açıkça en az geçmiş olan, belki hiç geçmemiş olan
İtalya'dır. Türkiye ile görünüşte ve işine geldiği oranda dost geçinen faşist
emperyalizm daima en gizli şekilde saman altından su yürütüyor. Gerçekte
Afrika'daki rekabetinden kurtulmak isteyen Fransa'nın önünde Mussolini
İtalyası, kendisine çoktan beri yeni ufuklar arıyor ve Kemalizmin rüyasında
bile görmediği yöntemlerle el altından türlü Kürt ağalarına çok sevdikleri
madeni liretleri sayıyor. Son zamanlarda güya Fransa tarafından, İtalya'ya,
Suriye'ye sınırsız Anadolu bölgelerinin peşkeş çekilmesi ve "buyurun"
denilmesi... Hiç de bir yanlı, yani İtalyan emperyalizminin "teklif ediyorlar,
ama ben istemiyorum" demeye getirdiği, kendi bilgisi ve arzusu dışında
olmuş olaylar değildir. Anadolu ovalan üstündeki emperyalist düşünceler,
genel olarak emperyalizmin tüm yarı-sömürgelerde çevirdiği kombinezonlar,
manevralardan ibarettir. Emperyalizmin başını kaşındıran bir şey varsa, o da
Kürdistan'ın Trablusgarp'daki Sudan çölüne değil, Ermenistan gibi bir
Bolşevik ülkesine sınırı bulunuşudur. Yoksa, çoktan Birinci Genel Müfettişliğin
makamında bir İtalyan "genel valisi"ni görürdük...
İngiliz ve Fransız emperyalizmleri, şimdilik olsun Kürdistan'daki siyasal
ajitasyonlan, ufak tefek "stratejik" savaş hileleri biçiminde kullanmakta
yetinir görünüyorlar. Onların düşündükleri, Kürdistan'ı Kemalizmin ödünü
patlatacak şekilde ellerinde bir koz gibi tutmak ve kendi yönetimlerinde
serkeşleşen eski sömürgeleri içinde de aynı Kürdistan'ı bir statüko etkeni gibi
kullanmaktır. Örnek:
İngiltere: Son zamanda Hoybon cemiyetini altüst eden sorunlar arasında,
Türk gazetelerine kadar yansıyan bir İngiliz generali de var. "Geçen sene
Dick isminde bir İngiliz generali Mısır'da Bedirhanilerden Süreyya'ya büyük
bir para vermiştir. Bu parayla Hoybon Cemiyeti türlü ülkelerde gizli örgüt
yapacak..." "Geçen yıl Dick adında bir İngiliz generali, Hoybon cemiyetine
önemli bir miktar para yardımında bulunmuştur."*
Hiç kuşkusuz bu İngiliz generali Hoybon'a babasının hayrı ya da Kürtlüğü
sevdiği için para vermez. Hele böyle "önemli bir para", "büyük bir para"yı
"bağış" yapabilecek olan İngiltere'de kişiler değil, ancak Entel8. Son Posta, 16.1.1933, 20.1.1933.
licens servisi olabilir. İngiliz emperyalizmi bu "yardım'ı neden yapar? Dikkat
ettiysek, yukarıda bu paranın hedefi yalnız Türkiye'de değil, "türlü ülkelerde
gizli örgüt" yapmaktır. Bu türlü ülkeler içinde hiç kuşkusuz başta Türkiye de
var. Fakat Türkiye'den başkaları da var, entelijans servisi parasını o kadar
sınırlı işlere terk etmez. Kürdistan'ın bir Doğu Balkanları oluşturduğunu
yukarıda anlatmıştık. Yani Kürtlük yalnız Türkiye'de değil; bütün Türkiye ile
doğu ve güney sınırlan olan devletler içinde de az çok kalabalık fakat şimdiye
kadar sesi çıkmamış bir mazlum azınlıktır. İşte İngiliz emperyalizmi, satın
almak istediği herhangi siyasal bir Kürt örgütünü bütün bu cephelerde
gereğinde Türklere, gereğinde diğer devletlere karşı kullanmayı düşünür.
1930'da başlayıp 1933'lere kadar süren Irak'taki Şeyh Mahmut sorunu,
siyasal bir Kürt davasının Irak'a karşı İngiliz emperyalizmince tutulmuş bir
biçiminden başka bir şey değildir. Örneğin 2.12.1930'da Kerkük gazetesi,
Şeyh Mahmud'un 1927 saldırısına karşın: "Kürdistan da halkı isyana davet
etmesi ve tahrike çalışması üzerine, A, B fırkasının gönderildiğini yazan
Kürtler, Irak hükümetinin teklif ettiği yeni seçimlere katılmayacaklarını ve
Sevr anlaşmasında olduğu gibi kendilerine özerklik verilmesini istediklerini
9
bildirmişlerdir." 25.5.1931 tarihli gazetelerde şu haberleri okuyoruz: 1- Şeyh
Mahmut: Bir İngiliz uçağıyla Fırat kıyılarında kuracağı sürgün yerine
nakledilmekle yetinilir. 2- "Asi Kürtlere el altından yardım eden Irak ordusu
askeri danışmanlarından bir İngiliz binbaşısı Süleymaniye'de tutuklanmıştır.
Harekâtı İngilizler yönettiklerinden kendi hesaplarına hareket eden şeyhi
10
yakalamak istemediler."
12.1.1933. Güçlü Barzan çeteleri Serkeser'e saldırmış vb...
Bu, İngilizlerin Irak'a karşı Kürtlüğü tokuşturmasıdır.
7.9.1932'de Kürt "eşkiya"lan bir tüccar kervanıyla birlikte 20 arabalı bir
kervana daha saldırmışlar. "Amerika'nın Tahran ve Kudüs konsolos-larıyla
diğer bir Amerikalıya kurtuluş fidyesi alma amacıyla el koymuşlarsa da bir
müddet sonra hepsini serbest bırakmışlardır." İşte Hoybonculann İngiliz
emperyalizmiyle ittifakı bu açıdan, yani Kürt halkını ne kendisine ne de
başkasına hayır ve huzur vermeksizin sürekli olarak kırdırmak için
emperyalizme peşkeş çekmek açısından görülebilir.
Fransa: İngiltere için Irak neyse, Fransa için de Suriye odur. Onun için
bağımsızlık hevesine düşenleri ve Arap ulusalcılannı ikide birde ürkütmek için
Hoybonculardan yararlanmasını biliyor. Örneğin Ağn dağı ayaklanmasından
sonra Şam hükümeti, Şam'da oturmaya memur ettiği Kürtle9. Cumhuriyet, 9.12.1932.
10. 4:5.1931.
ri serbest bırakıyor. O zaman belediye meclisi üyelerinden Ömer Semdin,
Saadet, Haçoramin, Celadet, Kadri, Cemil Paşazadelerin Hoybon Cemiyetinin
çağrılı olduğu bir ziyafet ve yemek: "Ziyafette birçok Kürt bulunmuştur.
Kürtlerle Suriyelilerin pek eski ilişkileri olduğundan, Kürdistan
11
düşüncelerinden söz ederek söylevler çekilmiştir." Bu ziyafet ve Söylevler,
Ağrı dağında başarılı olmamakla birlikte az kafa tutar gibi olan, Türkiye'yi
borçlar sorununda yola getirmeye yeterli gelecek derecede ürküten
Hoybonculara platonik bir tatmindi. Bu Türklere karşı Fransa...
Fakat Suriye'ye karşı Fransa da aynı Kürtlük siyasetini "koç başı" gibi
kullanır. Örneğin, yukarıdaki tarihten iki yıl kadar sonra, işi azıtmak isteyen "
Vatanilere karşı, hemen hemen aynı addaki Hoyboncuların şu yeni girişimini
okuruz: "Adana (Özel)- Kader Bey, Haço Ağa ve Cemil paşazadelerdir.
Şam'da oturanlar birkaç kişi ve bazı Süryaniler ve Ermeniler, geçenlerde
Şam'da toplanarak bazı Bedirhanilerin de katılımıyla kendi aralarında uzun
uzadıya inceleme ve tartışmada bulunmuşlar ve sonuçta şu kararı
vermişlerdir: Suriye'den tamamen ayrı, bağımsız bir Elcezire hükümeti
kurmak. Fakat bu karardan haberdar olan Şam hükümeti durumu Fransa
komiserine bildirdiği için (mahkeme, ceza falan gelecek sanmayın!) bu
adamlar birer ikişer toplanılmış ve Cemil paşazade Ekremle Bedirhaniler polis
gözetimine alınarak, diğerleri de (artık işleri bittiği için olacak) geldikleri
11
yerlere sürülmüştür."
2- Kitleden kopmak: Hoybon ki, bugün Türkiye'deki Kürdistan'm
bağımsızlığını hedef bilen bir cemiyettir. Oysa Kürdistan halkı bu cemiyetin
adını bile yeni yeni duyuyor. Çünkü Hoyboncular Kürdistan'm halkıyla ve
halkı için değil, Kürt beyleriyle ve türlü ağalarıyla temas ederler. Onların
amaçlan Kemalizmi kaldırıp, onun iskemlesine Bedirhani-leri oturtmak, Türk
burjuvazisinin soygunu yerine Kürt ve emperyalist burjuvazileriyle Kürt
ağalığının soygununu geçirtmektir. Bu düşünce Hoyboncuları hattâ ara sıra
kışkırttıkları ayaklanma hareketlerine karşın, Kürdistan halkı içinde bir örgüt
ve propaganda varlığı durumunda tutunabilmekten menetmektedir.
Genellikle Hoybonculuk kaçakçı sınırlan üzerinde kalıyor. Sık sık gazete
sütunlannda görülen haberler bunlar: Türk Sözü gazetesinden naklediyoruz:
"Halep'te çıkan El Müşyan gazetesi Halep'te Türkiye aleyhinde gizli bir dernek
olduğuna ve sınırlarda ayaklanma çıkartmak istediklerine ilişkin önemli bir
haber yayınlayarak Türkiye Cumhuriyetinin ve Fransa yönetiminin dikkatini
çekmiştir. Gerçekten de Halep'te gizli bir dernek vardır. Ve bunlar her
fırsattan yararlanmaktadırlar.
11. Cumhuriyet, 12.4.1931. .12. Cumhuriyet,
2.1.1932.
:
Sınırlardan sürekli Türkiye Cumhuriyeti aley-hine karışıklıklar çıkarmaya
13
çalışmaktadırlar." Fakat kazara Türkiye sınırlan içine sokulup da orada
herhangi bir örgüt kurma girişiminde bulundular mı, ya Kemalizmle kuşkulu
uzlaşmalara girişmeye kalkışarak kendi kendilerini batınrlar, ya da suyun
üstünde yüzen zeytinyağı gibi, Kürdistan yoksul halkının dışında kalarak
Kemalizmin gülünç oyuncağı haline gelirler. 1930 yılının son ay-lannda Şeyh
Said'in oğlu Selahattin'in başına gelen böyle dipsiz maceralardan biridir.
Irak'ta General Hamilton'un sağladığı 3 bin lira ücretle Bağdat Harbiye
Okulu'nda eğitimini bitirmek üzere olan Selahattin, orada yüzellilikler ve Kürt
Muhipler Cemiyeti ile tanışıp anlaştıktan sonra Hınıs'a geliyor. Ya da
gazetelerin dediği gibi "Genel aftan yararlanarak Türkiye'ye dönmeye ve
burada faaliyete geçmeye karar veriyor." Hinis'da "bir süre gizlenerek yerel
bazı reislerle temas sağlamaya çalışmıştır. Bunlardan yüz görmeyince
Selahattin Erzurum'a geçm\ çarelerini araştırır..." Örgüt için gelen
Hoyboncunun temas ettiği insanlar "yerel bazı reisler", yani Hoyboncuların
"muhalif" bildikleri ağalıktır. Fakat bu ağalığın çoğu çoktan Kemalizmle
statükoya razı olmuşlardır. Yeni maceralara atılmaya hiç niyetli değildirler.
Yoksul Kürt köylülüğünü Kemalizm olmaksızın kolay kolay soymanın bugün
güçleştiğini anlamışlardır. Onlar Kemalizmin, Kemalizm onların olmak
üzeredir. Tabii Hoyboncu bu adamlardan "yüz göre^mez. Fakat Hoyboncu
dayanmak istediği ağalıktan yalnız yüz bulmamakla kalmaz, daha başka
şeyler de bulur. Yani ağalık Hoyboncuya yalnız "defol" demez. Usulüyle
baştan savarken yavaşça "kaymikayim"i de işten haberdar eder. Ağanın
Kemalizm için bir adı da "muhbir-i sadık"tır. O zaman Kemalizm, pençesi
içine sıkıştırdığı yeni avını bir daha kaçırmayacağından emin bir tavırla izler.
Ve bir faka bastırmak için bahaneler hazırlar. Selahattin için gazeteler şöyle
yazıyordu: "Hükümet bir süreden beri hainlerin hareketine vakıf olduğundan
kendilerini haberleri olmadan gözetim altında tutuyordu..." Sorun açıktır:
Türk polisi eski Doğu ili milletvekillerinden, yeni burjuvalaşmış Kemalizm
uşaklarından birini, bizim açıkgöz Hoyboncunun yanına bir "devrim" hareketi
yardımcısı olarak "refakat" ettirir. Yedisi yuvarlak, yedisi uzun biçimde
üstlerinde hançerli bir el bulunan 14 tane "Güney Kürdistan Cemiyeti" mührü
kazılır. Şimdi mühürler hazır. Şu halde bunlar bunlar bulundu: Nasrettin
Hocanın yöntemiyle isyana "üç nalla bir at kaldı". Sonuç Hoyboncu Ankara'da
şu kadar yıla mahkûm! Kemalizm onu asmak yoluyla durdurabiHrl3. Cumhuriyet, 26.10.1931.
di. Fakat ne olur ne olmaz bir gün belki gerekir diye saklıyordu. Artık a-radan
yıllar geçer, bir daha bir Hoyboncu'ya Kürdistan içlerinde rastlanılmaz. Bunun
başka türlü olmasına da sınıfça olanak yoktur. Çünkü Hoybon Cemiyeti Kürt
ağalığına ve beyliğine dayanırdı. Oysa Kürdistan ağalığı, sınıf olarak Türk
burjuvazisiyle az çok sürekli bir uzlaşmaya gitmiştir: İki taraf da birbirine
dokunmayacak ve birlikte yoksul Kürdistan halkını soyacaklar!
Bununla birlikte bu demek değildir ki, Hoyboncular içinde mutlaka Kürtlük
davasında içten, yani Kürdistan halkı için düşünür tek bir kimse bile yoktur.
Zaten biz bireylerden değil, genel olarak bu siyasal örgüt içindeki sınıfları ele
alarak, o sınıf çıkarlarına göre, o örgütün açılımına değinmiştik; bununla
birlikte değinirken gördük ki Hoyboncular içinde şimdiye kadar egemen
rolünde kalan eski muhalif Kürt ağalığı olduğu halde, fiilen yine son
zamanlara kadar, bu rolü tutanların bir düşünen, bir de yapan iki unsuru
vardır: 1- Kürdistan aydınları, 2- Küçük soylular. Büyük muhalif Kürt ağalığı
davasında kolayca ve hemen başarılı olsaydı, belki bu iki unsuru az çok
tatmin eder ve onlarla herhangi bir uzlaşma ve anlaşma yapabilirdi. Fakat
başarısızlık sürdükçe, bu üç sınıf ve zümre arasında sürtünme ve
çatışmaların başlamaması olanağı yoktu. Nitekim bu konuda, gene en kesin
malzeme bulunmadığı için, yalnız burjuva basınından sızan haberlere
bakılırsa, son zamanda Hoyboncular içinde bu çatışmalar belki de sözü
edildiği gibi yalnız üstünkörü bahanelerle patlak veren bilinçaltısal biçimlerde
başlamıştır bile.
Sorun İngiliz generali Dick'in verdiği paralardan çıkıyor güya... Fakat bunun
çıktığı doğru bile olsa sorunun bu olmadığını az çok siyasal örgüt
mücadeleleriyle teması olanlar bilir. 1932 yılı temmuzlarında Hoyboncular
içinde bir tür aşırılar hiddetinin doğduğunu Kemalist basında okuruz. Aynı
gazetede halktan toplanan parayı Haço ağa yediği için "kızılca kıyamet
kopmuştur. Özellikle aşiret halkı arasında hemen bir heyecan başgöstermiş,
hattâ Haço'yu ve avanesini parçalamak amacıyla gösteriler
14
düzenlemişlerdir.."
Bundan altı ay kadar sonra gazetelerde "Türkiye hakkında çok bozguncu
amaçlarla kurulan Hoybon Cemiyeti dağılmak üzeredir" diye verilen
haberlerde "güvenilir kaynaklardan verilen bilgiye göre, Suriye'de bulunan
bir kısım Hoybonlular Ankara'ya başvurarak aflarını ve Türkiye'ye kabullerini
15
istemişlerdir." biçiminde hiziplerinin tam tereddüte kadar varabildiği işa14. Son Posta, 18.8.1932.
15. Son Posta, 16.1.1933.
reüer de vardı. Nitekim Bedirhani Celadet o tarihlerde yapılan bir toplantıda
kendisini suçlayan bir Cemil paşazade ile Haço ağayı "Türkiye hesabına
bağımsız Kürt hareketlerini baltalamakla suçlamıştır" der.
Bu karşılıklı suçlamaların sözlerine değil, çarpışan zümre eğilimlerine
bakılırsa, "bağımsız Kürt hareketi"ni Türkiye'ye satabilecek sınıfı, Haço ağa
değil, onun efendisi makamında olan Bedirhanilerin temsil etmesinden doğal
bir şey yoktur. Nitekim aynı toplantıda Haşlak Haço ağanın (Bedirhanilerin
hizmetçisi konumundan gelmedir) kendi "aşağı" zümresine özgü olan sesini
şöyle haykırırken tanıyoruz: "Zaman zaman bağımsız bir Kürt hükümeti
kurmak için yapılan bu toplantılar, işte bu zevatın (Bedirhaniler ve
avenesinin) keselerini doldurmak için bir tuzak biçimini alıyor. Öğreniniz ve
16
biliniz!"
Biz Bedirhanilerdense, Haço'ya daha çok inanıyoruz.
Ayaklanmalar
Ayaklanma, ezilen Kürdistan köylüsünün yemek içmek kadar zorunlu
gereksinimi ve her günkü işidir. Yalnız bu kez geçenki pratik ara sıra daha
geniş ve daha siyasal bir biçimde alevlenir; o zaman... tam o zaman da değil
ya, bu alevlenişin Avrupa basınında yazıldığı "mızrağın çuvala giremez" hale
geldiği zaman, bizim "lahana yaprakları" da, "ayaklanma varmış" diye buram
buram açılmaya başlarlar. Ve biz de ayaklanma varmış deriz. Bir burjuva
yazarı gözdağı verme sırasında Kürdistan'daki sürekli ayaklanmayı ateşe
tapar kazanına, kaynayan bir "kazan"a ve bizim "ayaklanma" dediğimizi de
bu kazanın "taşmasına" benzetiyordu:
"Ararat'ın çevresinde Kürtler ayaklanmış, iran'da bir takım Kürt çeteleri isyan
dalgaları halinde bizim tarafa akmış!
"Bunu işittiğimiz zaman -ben- ne hayret ettim, ne telaş: Çünkü oralarda
isyan ruhu ateşe tapar ocağına konulmuş kazan gibi sürekli kaynar.
"Demek oluyor ki, bu kez birkaç zehirli soluk, ateşi fazla alevlendirmiş, birkaç
hain parmağı bunları fazlasıyla kışkırtmış ve ezeli isyan kazanı taşmışı." Ve
aynı yazı dizisinin sonları şu satırlarla bitiriyor: "Ayaklanma çıkarılan
bölgelerin durumunu bilenlerin hayret ettikleri şey, ayaklanmanın
17
alevlenmesi değil, bu kadar hızla bastırılmasıdır."
Kendi istediği sonuçları çıkartmak için de olsa bu burjuva yazarının yaptığı bu
gözlem "aslına mutabık"tır. Kürdistan'da ayaklanmanın olması değil,
ayaklanma oldu denmesi, hele o ayaklanmaların kökünden kazındığı
16. Son Posta, 20.1.1933
17. Yusuf MaZhar: a.g.y., Cumhuriyet.
nın söylenmesi şaşılacak şeylerdendir. Ama biz yine "normal" ayaklanmalar
hakkında iki sözcük söyleyelim... Her günkü ayaklanma pratiklerini
saymayalım.
Cumhuriyet burjuvazisinin iktidara ulaştığı tarihten beri, Doğu illerinde iki
geniş siyasal ayaklanma hareketi oldu. Bütün ayaklanmalar gibi, bu iki
ayaklanmanın da "motor"u, aynı yoksul Kürdistan halkı oldu. Fakat bu motor
her iki ayaklanmada da kendi hesabına işlemediği, başkalarının hesabına
işletildiği için iki ayaklanmanın anlamı ve yönü a-yaklanmayı yöneten
sınıfların durum ve çıkarlarına göre başka başka oldu. Birincisine Şeyh Sait,
diğerine Ağrı dağı ayaklanması denildi. Bütün bu ayaklanmaların ortak bir
nitelikleri vardır: salgınlıkları... Bir başladılar mı enfes bir hızla, varolan temel
devlet aygıtlarını panik derecesinde bozguna uğratarak çorap söküğü gibi
yayılmaları... Bu nitelik Kürdistan halkının niteliği, Kürt köylülüğünün zulüm
karşısında patlak vermek için fırsat kollayan ve her gün biraz daha
keskinleşen devrimciliğidir. Halkın bu eğilimini Kemalist devlet aygıtı o kadar
iyi bilir ve bu eğilimin çığ gibi yuvarlanışından o derece yılgındır ki,
ayaklanma hareketi ortalığa yıldırım hızıyla yayılan bir söylenti halinde
dolaşırken, bir kasabaya gelen 40 mavzer ya da beşliyle silahlı Kürt çetesi,
bu kasabada varolan bütün köy halkını çevresine toplayabildiği gibi,
mitralyöz ve hattâ topu olan bir tabur askerle, makineli tüfekli tüm jandarma
güçlerini ufak bir çarpışmaya gerek bırakmadan silahlarını atıp kaçmaya
mecbur bırakabilir. Kürt ayaklanmalarında, hiç umulmadık bir hızla birkaç
şehrin bir günde zaptedilive-rişi, daima bu ayaklanmada ezilen halkın
tepkisindeki özelliklerle açıklanabilir. Bunda pek de anlaşılmayacak bir şey
yoktur. Leninizm daha 30-35 yıl önce soyguncu devlet aygıtlarının "zulüm"
ektikleri yerde "kin biçmek"e hazır olmalarını söylerken tarihsel maddeciliğin
yüzyıllarca çağırdığı şarkıyı bize bir daha çevirmekten başka bir şey
yapmıyordu. Nitekim Türk burjuvazisi bile bu gerçeği anlamış görünüyor.
Yalnız daha edebiyatlı bir dille suçu üstüne alınmıyor ve "geçmiş"e yüklüyor.
"Vaktiyle ekilen fırtına tohumları bugün bize yıldırımlar biçtiriyor. Bunlar
18
geçmişin günahlarıdır,"
Bununla birlikte bir daha unutmayalım: Motor başkaları için işledi. Onun için
nasıl işlendiğini gayet kısaca hatırlayalım.
1- Şeyh Sait Ayaklanması: Ruhani ağalığın yönetiminde ve Şeyh "Sait"
ideolojisi altında patlak verdi. Fakat Doğu illerinin
meslek-siz+hizmetkâr+ameliye+miriyvo yığınlarının o müthiş zaptolunmaz
çığı,
18. Şükrü Kaya: Meclis demeci, 26.6.1932.
hemen bütün ağırlığını hissettirdi. Yukarıda söz etmiştik: Şeyh Sait
ayak-ianması birbirlerine pamuk ipliğiyle bağlı olan ruhani ağalıkla fani
ağalığın arasını daha belli bir şekilde açmaktan, sonra fani ağalığın
Kema-lizmle el ele vererek ruhani ağalığa karşı son bir darbe indirmek
istemesinden başka bir sonuca varmadı. Hattâ öznel iddiaları bir yana bırakır
da, nesnel durumu gözönüne alırsak, Şeyh Sait ayaklanması herşeyden önce
fani ağalığın ruhani ağalığa karşı kurduğu bir tuzaktır. Çünkü Şeyh Sait ile
birlikte ayaklanma sorunu çevresinde konuşan ve ayaklanmanın merkez
komitesi rolünü oynayacak olan diğer üç beylikten ikisi, Şeyh Sait'ten ayrılır
ayrılmaz, herşeyi Kemalizme haber verirler ve bu ihbarı yapanlar ruhani değil
fani ağalardır.
Kürdistan ayaklanmalarının eğer salgın halinde hemen yayılışı, su gibi
akıcılığı ve biraz da tahripkârlığı ezilen halkın özelliğiyse, bu ayaklanmaların
çarçabuk "teslim" oluşu, bozgunu ve bir hayli de anarşikliği kancık ruhlu
ağalığın ezeli orostopolluğundan ileri gelir. Şeyh Sait ayaklanmasında halk
hareketi, şeyh ve seyitlerin ne bir harekelini ne bir işaretini ve tabii ne de
belirli bir yönetimini beklemeden tam kendiliğinden patladı. Ve şeyhler,
seyitlerle birlikte bir kısım yandaş fani ağalan da, fakat hepsini de başka
başka yönlerde, birer saman çöpüne yakın teslimiyetle aldı ve bir deli sel gibi
peşinden sürükleyip götürdü. Fakat ayaklanmacılar içinde ne kadar sınıf ve
zümre ayaklandıysa, o kadar da istek ve tutku kalkıştı. Bu eğilimler içinde
mülk sahipleriyle mesleksizler arasındaki kadar derin ve uçurumlu çelişkilerle
ayrılmış olanlar vardı. Ortak hoşnutsuzluk bütün karşıt eğilimleri
zembereklerinden bir kere boşalttıktan sonra, bu eğilimleri hemen
birbirlerine düşürmesi kadar doğal bir şey yoktu. Hele ayaklanma hareketi
içinde en ufak bir sınıf disiplinini ve bilincini temsil eden güdücü örgüt
çekirdeğinin bulunmayışı, ruhani ağalığın manevi nüfuz taslağına hemen
dizginleri elinden kaçırtmak zorunluluğunu dayattı. O zaman köyde ruhani ve
fani ağalık, şehirde de küçük ve büyük burjuvalık, dalgalanıp gelen
mülksüzler ve dünyada hasın olmayanlar tufanı önünde kalakaldı. Ezilen
halkın kendi içinden doğmuş bir sınıf örgütüne sahip olmayışı tahripkârlığına
zemin hazırlıyor, fakat başta çapulcu ağalığın anarşik zihniyeti, güçleri
büsbütün dağıtarak büsbütün talancılığa dejenere ettiriyordu. İşte örgütsüz
hareket+çapulcu ağalık ruhu+mülksüzler tepkisi olarak patlayan isyan, bir
senteze bir türlü varamayan boşuna bir anarşi şekline dönüşmeye başladı.
Ayaklanma, başlangıcında fani ağalığın ruhani ağalığa ihanetiyle başlamıştı.
Fakat en sonra tüm mülklü sınıflann hep birden mülksüzlere
karşı ihanetiyle bitti. Köyde marabalar ağaların konaklarını da karakollarla
aynı zamanda yağma ettiler. Bu ruhani ve fani ağalığı birdenbire şaşırüverdi.
Şehirleri basan dağınık ve "başıboş" açlar ve ayaklanmacılar kafilesi,
derebeyliğin, kapitalizmin, yani bütün egemen sınıflı toplumlarda yukarı
sınıfların örgütlü bir şekilde yaptıkları yağmacılığı herhangi bir sınıf
siyasetinin taktik ve strateji gereksinimlerine bakmaksızın ve örgütsüzcesine
uluorta, gelişigüzel yapmaya koyuldular. Hele ağa etkisinin kamufle olması
yüzünden şehirlerdeki büyük burjuvaların servetlerini paylaşmaya kalktıkları
gibi, kulübesine çekilmiş küçük burjuvaların da tuzuna ekmeğine sahip
çıkmak gibi aykırı ve tehlikeli yöntemlere de saplandılar. Zaten bu
mülksüzleştirmeler de mülksüzler sınıfının geniş topluluk gereksinimlerine ve
bir plan ve düzene göre, bir amaç için yapılıyor değildi. Kişisel yağmacılığa
da hızla soysuzlaşıyordu. Tüm şehir burjuva ve küçük-burjuvaları bu
anlamsız yağmacılıktan dehşete düşmüşlerdi. Ve iş bu aşamaya döküldükten
sonra ayaklanma artık çoktan çekiciliğini kaybetmiş, büyük ayrılıklarla
paramparça olmuş ve kendi içindeki en büyük düşmanlarına, kalabalık
tarafsızlar kısmını kattırarak, karşısında Kema-lizmden başka ve onunla
birleşmeye hazır birleşik bir düşman cephe yaratmıştı. Köyde birçok ağa
zaten dalkavukluk etmek için aradıkları fırsatlardan birini, bu kez
konaklarının da yağma edilmiş olması gibi daha içten gelen bir gereksinimle
yakalayarak Kemalizme el altından yardım vaat ettiler. Şehir
küçük-burjuvaları depolardan yağma edip nöbet bekledikleri ocaklarını, birer
mazgal haline koyarak çapulculuğa karşı ansızın cephe tuttular. Beş on gün
önce arkasına bakmaya zaman bulamadan tüm Kürdistan halkının dehşetli
kini önünde paldır küldür kaçan Kemalist güçler, kendi kendini bozan
ayaklanmanın üstüne, gayet kolayca zafer kazanan, fakat bu kolaylık
oranında vahşetini, çapulculuğunu arttırarak "uslandırma seferleri" örgütledi.
Kürdistan köyleri yanıyordu. Şeyh Sait ayaklanması iki sözcükle budur. Onun
için koyu karşı-devrimci içeriği altında boğuldu gitti.
Bu ayaklanmada ağalığın evvel ezel anarşik, çapulcu ve zalim niteliği, ebedi
hainliğiyle ayaklanmayı arkadan vurdu. Ve ayaklanmanın bozgununda bir
önemli etken de bu aşiret parçalılığı oldu. Bu kuşku götürmez. Nitekim Ağrı
dağı ayaklanması sırasında eline kalemi alan Yusuf Mazhar, bir kere de bu
yönü şöyle anlatır: "Ayaklanmanın başlıca Zilanlılar, Cela-liler, Haydariler
tarafından yayıldığını tahmin ediyorum. Şeyh Sait'in kıyamı altüsüüğünde
buralarda fiili hareketlerin gerçekleşmemiş olması bu
tarihte o haşarelerin aralarının açık olmasındandır. Yoksa bu çapulcular öyle
bir fırsatı teperler miydi hiç?"
Fakat halkın yanan motor gücüyle işlediği bütün ayaklanmalarda olduğu gibi,
Şeyh Sait ayaklanmasında da bozgunun belli başlı nedeni iç etkenlerdi.
Ayaklanmayı içinden fetheden üç belli başlı etken: 1- Ruhani ağalık
tarafından ve ağalık çıkarları adına ağaca yönetiliyor olması, 2- Bizzat ağalık
tarafından en büyük ihanete uğraması, 3- Yansız kalmaya yeminli unsurları
yok yere kendine düşman etmesidir. Şeyh Sait ayaklanmasında Doğu illeri
halkı ve Kürt köylülüğü büyük bir ders aldı; ağalığın bu ayaklanmayı
boğduğunu ve ağalığın bir halk ayaklanmasına gelemeyeceği gün gibi aydın
oldu.
Genellikle ruhani ağalık ve kısmen fani ağalık, isyancı halkın gözünde bir
ayaklanma için her türlü prestijini kaybetmiş ve iflas etmişti.
2- Ağrı Dağı Ayaklanması: Bizzat burjuvazinin de kabul ettiği gibi, Şeyh Sait
ayaklanmasından içerikçe bambaşka ve hattâ daha "önemli" oldu.
Ayaklanmanın artık geri çekilmeye başladığı tarihlerde, Kemalist basın şöyle
yazıyordu: "İki kolordunun bütün araçlarıyla tam bir hafta* meşgul olmasını
gerektiren olay, kuşku yok ki Şeyh Sait ayaklanmasından daha
önemliydi"^Tabii burjuva gazetesi "önemli" derken bile ayaklanmayı bir
haftaya düşürerek önemsizleştirmeye uğraşıyor. Ayaklanma bir hafta değil,
bir aydan çok fazla sürmüştür. Bizzat aynı gazetede a-yaklanma kolları
"19-20 Haziran gecesi Gevrişamyan çevresinde sının geçerek Hay dar
anlı'daki akrabalarının yanına kadar sokulmuşlar ve sınır üzerindeki Hanik
köyüne saldırmışlar" diye gösterildiğine göre, ayaklanmanın o tarihte
başladığını varsayarsak, 20 Temmuz 1930'da okunan şu satırlar: "Ağrı'daki
durum eski şeklindedir. Bombardımanların yenilgin ve umutsuz bir hale
getirdiği eşkiya, hiçbir hareket yapamayarak sonunu
20
beklemektedir."' aradan bir ay geçtiği halde ayaklanmanın henüz devam
ettiğini gösterir. Fakat Ağrı Dağı ayaklanmasının önemi, nicelik, süre ve
devam açısından değil, daha çok nitelik açısındandır. Nitelik farkı, gerek
kullanılan ayaklanma araçları, gerekse ayaklanma hedefi gereğince daha
başkaydı.
Araç: Şeyh Sait ayaklanmasında eline bir mavzer ya da yatağan kapan
"Şeyh Sait efendinin askeriyim" diyebilirdi. Teslim olan bölüklerin maki-nalı
tüfek ve mitralyözleri asiler tarafından muzır birer hayvan gibi yoke-dilirdi,
kullanılacak yerde kırılıp atılırdı. Onlar biraz da seyitlerin "üfürük"
19. Cumhuriyet, 11.7.1930
20. Cumhuriyet, 20.7.1930.
gücüne dayanmış görünüyorlardı. Oysa Ağrı isyancıları en modern silahlarla
işe giriştiler ve kullandıkları araçlar çok çeşitliydi. "Düşünceye katılan
kuşkular sırasıyla güçlendi. İran sınırları bize karşı açık bir ordugâh
halindedir. Hoybon Cemiyeti fesat tohumları hazırlamaktan vazgeçmiş
değildir. Lawrence 'Hacı Mehmet' namı altında Bağdat'ta bulunuyor. Eşkıyaya
dışarıdan yardım sağlayan bir neden de, bu aşiretlerin mitralyöz, makinalı
11
tüfek gibi son bilimsel silahlarla hazırlanmış olmalarıdır."'
Amaç: Şeyh Sait ayaklanmasında, ayaklanmanın hedefinin, herkesin
kendince, her sınıf ve zümrenin kendi çıkarınca anladığı belirsiz anlamı var
ya da yoktu: şeriatı kurmak! Oysa bu aynı sözcükten Şeyh Sait'in anladığı,
bir tür Kürdistan papalığı kurmak; ağaların anladığı bütün Kemalist burjuva
yöntemleri yerine tam ortaçağ derebeyliğini geçirmek; şehir burjuvalarının
umduğu, Türk burjuvazisinden bağımsız Kürt burjuvazisinin Kürdistan halkını
rakipsiz sömürü düzenine girmek; şehir küçük-burjuvalannın beklediği ünlü
olduğu kadar bilinmez olan adalet; bütün mülksüzler ve yoksul köylülüğün
peşinden koştuğu ilahi bir refaha kavuşmak vb. idi. Ayaklanma öyle bir
muzdu ki, onu yiyenin niyetine göre koku veriyordu. Ağrı ayaklanması öyle
olmadı. Onda muhalif Kürt ağalığıyla muhalif Kürt burjuvazisi kendi sınıfsal
ve birleştirilmiş hedeflerini herşeye egemen kılmayı bilerek, bu hedeflere elle
tutulur şekiller bile vermişlerdi.
"Bütün düşmanca bir amaç yolunda toplandığı sonunda anlaşıldı. Kıyamı
hazırlayanlar meğer İran sınırlarındaki Kürt aşiretleri de dahil olmak üzere bir
22
'Nasturi Kürt krallığı' kurmaya gayret etmişler."
Ağrı ayaklanması patlak verdiği zaman bütün burjuva basını "son gerici
unsurlar yeni bir gerici atağı yapma hırsıyla" tarzında, tarihi bir tekerrür
saymaya alışkın ruhlarınca, Doğu olaylarına bir daha basmakalıp
"karşı-devrim" damgasını yapıştırmışlardı. Önce yavaş yavaş, sonunda tam
iki yıl sonra bir meclis tartışmasında gazeteye gelen İçişleri Bakanının resmi
demeciyle bu karşı-devrim niteliği yalanlandı: "Sonraki hareketleri
kastediyorlarsa, onlar karşı-devrimden çok siyasiydiler! Ayrılıkçı
hareketlerdir." Bu kayıtlardan anlaşıldığına göre, Kemalizm için iki türlü
ayaklanma var: 1- Karşı-devrimci: Bunun anlamı yalnız derebeyi, ağa
ayaklanması (Şeyh Sait ayaklanması gibi); 2- Ayrılıkçı: Yani ulusal denilen
burjuva ayaklanmaları. Kemalizme göre, Ağrı dağı ayaklanması
"karşı-devrimci olmaktan çok" ayrılıkçıdır. Kemalizm dini siyasetten ayırdığı
ve
21. Cumhuriyet, 15.7.1930.
22.
15.7.1930
Şeyh Sait ayaklanmasını salt dini bir hareket saydığı için karşı-devrimi siyasi
saymıyor. Onda böyle saçmalar çoktur. Kusuruna bakılmaz.
Yalnız bizce önemli olan bir noktayı tekrar edelim: Herhangi sosyal bir
hareket, bugün ulusal ölçüde sınıf içeriğince ölçüldüğü gibi, uluslararası
ölçüde, ancak dünyanın bulunduğu devrim ve karşı-devrim cephelerinde
tuttuğu konuma göre yer alır. İşte, Kürdistan'm başından geçen Şeyh Sait ve
Ağrı ayaklanmalarını bu açıdan incelersek şu sonuçlara varırız:
1- Şeyh Sait ayaklanması: a) Ülke içinde, ağalığın kapitalizme karşı saldırısı
olduğu için karşı-devrimciydi. b) Dünya içinde, emperyalizmden medet
umduğu için yine karşı-devrimciydi. Şu halde, Şeyh Sait ayaklanması gerek
ulusal, gerek uluslararası ölçüde karşı-devrimciydi.
2- Ağrı dağı ayaklanması: a) Bir ülke içinde, bir ulus olarak ezilen Kürtlüğün
ezen Türk burjuvazisine karşı ayaklanması olmak istedi. Bu kapitalist
zulmüne karşı çıkan ulusal kurtuluş hareketi, bu harekette çalışkan alt
sınıfların da kurtuluşu temsil edildiği oranda, bir ülke içinde olsun ileri ve
devrimci bir hareket sayılabilir, b) Dünya içinde Ağrı ayaklanmacıları
Lawrence'lı emperyalizme dayandı. Emperyalizm demek dünya karşıdevrimi
demektir. Şu halde Ağrı ayaklanması, dünyaya oranla karşı-devrimci bir
harekettir. Fakat bugün gerek karşı-devrim, gerekse devrim cepheleri dünya
çapında birer sistemdirler ve sistem olarak karşılaşırlar. Şu halde dünya
içinde bir hareketin karşı-devrim cephesinde mi, devrim cephesinde mi
bulunduğu, dahil olduğu sisteme göre belirir. Çünkü tüm, parça üzerinde hep
egemendir. Herhangi sosyal bir hareket, dünya içindeki iki hareket
sisteminden birinin parçası olmaya zorunludur. O zaman ise, parçası olarak
içine girdiği sisteme göre devrimci ya da karşı-devrimci olur.
İki Doğu ayaklanması arasındaki fark, dünya içindeki konumlarından çok, bir
ülke içindeki özellikleri bakımındandır. Şeyh Sait ayaklanması, din kisveli
ağalığın açıkça maziye doğru kıyametli bir koşuşuydu. Ağrı dağı
ayaklanması, daha çok Kürdistan'taki Kemalizmle uzlaşamayan
burju-va+ağa unsurlarının, fakat daha modern olan burjuva sloganlarını,
yani ulusalcılık ilkelerini ideoloji edinerek harekete geçmesi ve halkın
hoşnutsuzluğundan yararlanmaya girişmesiydi. Nitekim Kemalist basında
yayınlanan Ağrı dağı bildirileri, açıkça Kürt ulusunu öne sürüyordu: "En
büyük bir ulus olmaya layık Kürt kardeşler! Bütün ulusların bağımsızlıklarını
kurtardıkları bugün Türk yönetiminde kavrulan aziz Kürt ulusunun hâlâ
tutsaklık halinde yaşamasına tahammül edebilecek misiniz?"™
23. Cumhuriyet, 20.7.1930.
Kürdistan halkı Ağrı dağı ayaklanması karşısında ne yapü? Kemalist basın bu
sorun çevresinde sistematik bir ört-bas etme propagandasına girişmiş
olmasına karşın çelişki içindedir. Ayaklanmanın başlangıcından iki ay kadar
sonra, sözkonusu ayrılıkların henüz bir bir devam ettiği bir sırada, Birinci
Genel Müfettiş İbrahim Tali Bey, İstanbul gazetelerine izlenimlerini
anlatıyordu:
"Suriye sınırlarından daha bazı yeni saldırılar gelebilir. Fakat bütün bu
saldırılara karşı önlemler alındı. Aslında bunların arkalarından halk arasından
gidecek kimse olmayacağı görülecektir." Fakat bu yukarıda söylediğini
hemen unutuveren Genel Müfettiş, daha aşağıda "bunların arkalarından
gidecek kimseler"in bulunduğunu da ünlü adliye terimiyle şöyle itiraf
ediyordu: "Bu konuda beslenen siyasal arzular böylece geçerlilik kazanmış
oluyor. Sınırı geçenlerin silahlı tehditleri üzerine bir kısım halk zorla onlara
24
katılmıştır."
Türk burjuvazisine göre, halk "zorla", yani istemeye istemeye ayaklanmıştır.
Oysa bu iddia gülünçtür. Kürdistan halkını tanımayan ve Ağrı ayaklanması
sırasında halk arasında yıldırım hızıyla dolaşan söylentilere kulak kapayan bir
kişi, eğer Kemalist değilse, olan sonucun büsbütün tersi olduğunu açıkça
söylememezlik edemez. Şurasını mutlak olarak kabul etmek gerekir ki, Ağrı
dağı ayaklanmasında ve hattâ ayaklanmadan önce, halk bütün gönlünü ve
hayallerini böyle bir ayaklanmaya kaptırmıştı. Belki o ayaklanma da başarılı
olsaydı, Kürdistan halkı düş kırıklığına uğrayacak, zulmün yalnız
dövüştüğünü görecek, boş yere aldandığını anlayacaktı. Fakat sonu ne olursa
25
olsun, ezilen halk bugün kendisini ezenlere karşı çevrilmiş ... ayaklanma
hareketini bütün varlığıyla özlüyordu. Bütün Kürdistan halkı için ortak olan
psikolojinin tam ayaklanma bölgesinde tersine dönmesi anlaşılmaz bir şeydir.
Zaten Kemalizmin militarist gizli etkinliğine karşın bunun böyle olduğu
olayların dilsizliğinden de anlaşılmıyor değildi. Ağn ayaklanması daha
başladığı gün burjuva basını bir tek şeyden istekle söz ediyordu: yoketme,
Kürtlüğü mahvetmek... "Hükümetimiz çok ciddi ve seri önlemler alarak,
eşkiyanın geriye kaçmasına da olanak vermeyerek tamamen yokedilmelerini
azmetmiştir." Ve bu yoketme yalnız ayaklanmacı unsurlara değil, ayaklanma
bölgesinde çoluğuna çocuğuna kadar bütün Kürt köylülüğüne uygulandı.
Ayaklanmanın bastırılmaya başlandığı günlerde sık sık şöyle kayıtlara
rastlanıyordu: "Ayaklanmacılara katılan Ağrı eteklerinde dört köy yıkılmış24. Cumhuriyet, 18.8.1930.
25. Bir kelime okunamadı.
tır" Uslandırmaya memur kolordu komutanı Salih Paşanın gazetelerde
yayınladığı bildiriler şu satırlarla doluydu: "Karşı-devrimci eşkiyalann tümüyle
yok edilmeleri ve ocaklarının söndürülmesi için, kıtalarımız vb... eşkiya
sürüleri çok perişan ve bozguna uğramış bir halde Zilan ve Hacı diri
derelerine sığınmışlarsa da kıtalarımızın yavaşça sıkışan çemberi içinde
26
hiçbiri kurtulamayarak yol edilmiştir."
Türkiye içinde söndürülecek ocakları bulunan "karşı-devrimci eşkiyalar", hiç
kuşku yok ki, Türkiye'ye uzaydan gelmiş olamazlar. Ve işte düzgün
çehresinde Şişli ruhunun sırıttığı paşamız böyle eşkiya sürülerini "hiçbiri
kurtulamayarak yok" etmekten söz etmiştir. Ağrı dağı ayaklanmasında
Kürdistan halkının katılım derecesini gösterecek bir başka işaret de, yalnız
tutuklamada bile bir yıldan fazla süren Adana mahkemesidir. Kemalizm, bire
kadar kırmakla doymadığı Kürdistan köylülerinin kılıç artığını ünlü Birinci
Genel Müfettişlik yöntemiyle tüketme olanağını kaçırmadı. Şu kısa haberi
okuyalım: "Adana 27- Ağrı eşkıyalarından 700 kişinin mahkemesine Adana
Ağır Ceza Mahkemesinde bu hafta içinde başlanacaktır. Şimdiye kadar
21
şehrimize 192 kişi getirilmiştir."
Bunun anlamı nedir bilir misiniz? Beyazıt'tan 700 kişi olarak çıkarılan
sanıklardan yalnız 192'sinin Adana'ya sağ ve salim olarak kavuşabildiği...
Ötekiler yollarda ne mi oldu? O "ne siz sorun, ne biz söyleyelim" konusudur.
Şu küçük kıssadan çıkan hisse şudur: 1- Ağn ayaklanmasında Kürdistan
halkı, ayaklanmayı manen ve maddeten tuttu.* 2- Ayaklanmacılar halkı
tutmadı ya da tutmayı bilemedi. Çünkü bir halkı ayaklanmada tutmak
demek: a) O halka ayaklanmanın ne vereceğini bir amaç olarak göstermek;
b) O amaç uğruna halk kitlelerini hazırlayarak örgütlemek gereklidir.
Ağrı dağı ayaklanmasını görenler, halka yani özellikle yoksul Kürdistan
köylülüğüne elle tutulur hemen hiçbir maddi hedef göstermemelerine karşın,
bu halkın genel sempatisini kazanmışlardı... Fakat halk içinde değil, hâlâ
aşiret ağaları ve yanar döner Kürt zenginleri arasında sonuçsuz ve kısır örgüt
girişimlerinden ileri geçemedikleri için, hem ayaklanmayı kaybettiler, hem de
ebediyen değilse, epey uzunca bir süre için halkın güvenini de kaybettiler.
Acaba Kürt ulusalcıları sosyal ve siyasal davalarda kuru Bakuninizmin
söylediğini hiçbir zaman anlamayacak mı?
26. Cumhuriyet, 15.9.1930.
21. Cumhuriyet, 28.11.1931.
*
* Hattâ izmir'de bile "Kürt ordusu geliyor. Bu hafta izmir'e girecek!" gibi
herze savurmuş Kürt Ahmetler bulunmuş ve adliyeye verilmişti. {Cumhuriyet,
9.8.1930).
PARTİ VE "DOĞU
1
1- Türk burjuvazisinin ezilen Kürt köylülüğü hakkındaki iltifatları biliniyor.
Bunlar, köleleştirilmiş mazlum Asya ulusları hakkında salon edebiyatlarından
en bilimsel burjuva ideolojilerine kadar bütün kapitalist Avrupa'nın bol bol
harcadığı deyimlerin, terimlerin ve betimlemelerin kabataslak alaturka bir
kopyasıdır. Avrupalı hâlâ bugün bile bir Türk için aynı şeyleri düşünüyor.
Fakat Türk burjuvazisi şimdi yumurtadan çıkmış bir civcivin beyinsizliğiyle
dünkü kabuğunu -ezilen Kürdistan halkı için ebedi ve parçalanmaz bir kabukduvarları mutlak çimentoyla örülmüş bir kale ve zindan gibi göstermekten
zevk duyuyor. Kaldırım basınının uçkur peşkir konulan sırasında Kürtler
hakkında söylenenleri bir yana bırakalım. Resmi bildirilerde Kürtlüğü bir
vahşi hayvanlar "sürü"sü sayan düşünüşü tekrarlamayalım. Kendisine sosyal
araştırmacı süsü veren bir burjuva yazarının Kürtlük hakkındaki fikirlerini
kısaca okuyalım. Orada Türk burjuvazisinin Kürdistan yoksulluğu hakkında
düşünceleri kendiliğinden belli olur:
"Anlaşılıyor ki Türkiye'nin düşmanları İran içlerinde" diyor Yusuf Mazhar Bey.
"Bu aşiretlerin aralarını bulmaya çalışmışlar, başarılı da olmuşlar. Sınırın bu
yanına saldırmaya ve köyleri ayaklandırmaya neden olduktan bu bilinçsiz,
ilkel adamların bayındır bağlara üşüşen vahşi hayvanların zararlarını
gidermek için yapılan önlemlere başvurma şeklinde önlem almaya zorunlu
bıraktıkları Cumhuriyete -acaba o düşmanlar- bir kötülük yapabilmiş
olduklarını düşünerek gönül hoşluğu mu duyacaklar? Bugün Ararot ve
Süphan dağlarının eteklerini basan kan sellerinden -bu kanı damarlarından
akıtan insan şeklindeki yaratıklar hesabına- o düşmanlar bir şey kazanmış
olduklarını mı sanacaklar? Onlara kıymışlar dır. Ben ayaklanan bu Kürtlere
-bir vatan evladı olma duygusuyla- uğrayacakları sondan dolayı hiç acımam.
Hattâ hükümetin bunlar hakkında ihsan ve merhametle hareket etmesini
uygun görmem.
"Çünkü bunlar -tarihin tanıklığıyla sabittir ki- Amerika'nın kızılderililerinden
fazla yetenekli oldukları halde, oldukça zalim ve gaddardırlar. Hilekâr ve bazı
duygulardan, uygar eğilimlerden tamamen yoksundurlar. Bunlar asırlardan
beri ırkımızın başına bela kesilmişlerdir."
"Uygar" Türk burjuva aydınlarının ezilen Kürt köylüsü hakkındaki düşüncesi
budur: Kanı helal "insan şeklindeki yaratıklar" bir "Amerikan
kızılderililerinden oldukça & Mm ve gaddar"; "bayındır bağlara inmiş vahşi
hayvanlar" "bu yeni şeylerden, uygar eğilimlerden tamamen yoksun";
"bilinçsiz ve ilkel adamlar" vb...
Kemalist burjuvazinin ideologluğuna göre, "Kürtler adam olmaz". Bir
zamanki "Türk ulusu adam olmaz" lâfı, şimdi Kürtlüğe özgü biçilmiş bir
kaftan olmuştur. Şu halde madem ki adam olmazlar, bunun mantıksal
sonucu kendiliğinden çıkar. Tıpkı "uygar" Avrupa korsanlarının ve korsan
devletlerinin yaptığı gibi, "uygar eğilimlerden tamamen yoksun" olmayan
kutsal ve aziz Türk kapitalizmine tarihsel bir misyon düşüyor: Avrupa
beyazlarının yeryüzünden nam ve nişanlarını kaldırdıkları Aztekler ve înkalar
gibi, kızılderililerden "oldukça zalim" olan Kürtleri dünyadan silmek!... Bilinen
yoketme siyaseti: "Bu Kürt kulesindeki karanlık ruhu, kaba duygulan, gaddar
eğilimleri kırmanın olanaklı olmadığına inanıyorum. Bunu uzun bir gelişimden
beklemek, bunların zaman zaman böyle ayaklanmalar çıkararak ya da ülkede
asayişi bozarak, hırsızlık ederek hükümetin daima meşgul olmasına, halkın
sürekli rahatsız olmasına neden olur. Güney Kürtleriyle Kuzey Kürtleri
arasında büyük farklar vardır. Umarız ki, hükümet sorunu bu noktada
izleyerek bir Cumhuriyetin sloganına yakışan (!) kesinlik ve ciddiyetle çözer."
"Kürt kitlesi" Kemalist burjuvazinin hiç kuşkusuz "halk"ı değildir. Belki
burjuvazi de, "halk"ını ve hükümetini "rahatsız" eden hayırsız asayiş düşmanı
bir ayaklanmacılar yığınıdır. Bununla birlikte aralarında Kuzey, Güney ve
aşiret ayrılıkları bulunan bu kütleleri önce "bölünüz", fakat "egemen"
olmayınız. Bu Avrupa sermayesinin bugünkü sömürge yöntemidir. "Yok"
ediniz. Avrupa'da kapitalizm doğarken sömürge geri kavimlerinde aynı
yöntemi uygulamıştı.
Türk burjuvazisi böyle diyor.
2- Kürt burjuvazisi: Ne yapıyor? "Türkleşen" önemli bir kısmı çoktan
Kemalızmin zafer arabasını taşımakla meşgul. Daha az önemli olmayan bir
başka kısmıysa, kendi kendini inkâr derecesinde silik benlikle ürkmüş, şuraya
buraya sinmiş susuyor ve titriyor. Hoyboncuların temsil etmek istedikleri
yarı-ağa ve yarı-burjuva eğilimli Kürt ulusu akımıysa, yukarıda Kürdün
şimdiye kadar izlediği yöntemlerle halk içindeki nüfuzunu baltalamaktan
başka bir şey yapamadı. Yukarıda siyasal hareketler konusunda değindiğimiz
gibi, Kürt ulusalcılığı Ağrı dağı bozgunundan sonra oldukça şiddetli bir
farklılaşma yoluna girmiştir. Bu farklılaşma eğiliminde ne dereceye kadar
yeni hedeflere yöneliş var, ne dereceye kadar yeni mücadele yöntem ve
biçimleri araştırma yönü gizli? Bunu zaman gösterecektir. Fakat şurası kesin ki, şimdiye kadarki mücadele yöntem ve biçimleriyle
Hoybonculuk ölmüştür. Hem bu ölümün gömme törenini de bizzat Türk
burjuvazisiyle birlikte Hoybonculuğun çok güvendiği dış güçler ve
emperyalizm yapmıştır. Hoybonculuğun teorik tutumdaşı, Sevr antlaşmasının
Kürtlüğe verdiği haklara dayanan bir macera ve ezilen uluslar kavramıyla
alay yoluydu. Sevr yolunu tıkayan bugün bütün bir dünyadır. Dünya
savaşının galipler anlaşmasından bugün bizzat o galiplerin kendileri bile söz
edemez hale gelmişlerdir. Zaten ulusal bir kurtuluşu falan emperyalistin filan
türlü zulüm beratından beklemek, zehir dolu bardağı "hayat suyu" diye
içmektir.
Kürt burjuvazisi Kürdistan'ın dışında sınırlar üzerinde ajitasyonla bir iş
yapacağını umuyordu. Dışarıdan körüklemekle kalmak, sosyal davanın içine
girmekten korkmak, sonuçsuz ve anarşik maceralardan başka ne verebilir?
Onu geçen deneyimler de yeterince gösterdi. Kaldı ki, hele Ağrı dağı
ayaklanmasından sonra Kürt burjuvazisinin bu dışarıdan ve uzaktan
ajitasyonuna karşı da Kemalizm önlemlerini aldı. Artık bu yol da yarı
tıkanmış sayılabilir. Suriye ve Irak'ta ingiliz ve Fransız emperyalizmle-riyle iyi
kötü bir suçluların geri verilmesi ve ona yakın dostluk anlaşmaları imzalandı.
Hele iran'la yapılan son Iran-Türk dostluk anlaşması, bu tür anlaşmalardaki
hedefi en köpekçe satırlarla ifade eder. 1932 Îran-Türk dostluk anlaşmasının
beşinci maddesi aynen şudur: "Madde 5- Akit taraflar kendi ülkeleri içinde
diğer taraf ülkenin huzur ve güvenliğini bozmak ya da hükümetini
değiştirmek amacını güden oluşum ve toplaşmaların ortaya çıkmasına ve
yerleşmesine ve gene diğer ülkeye karşı propaganda ya da herhangi bir
başka araçla mücadele amacında bulunan kişilerin ya da toplulukların
1
yerleşmesine yol açmamayı taahhüt eder."
Zaten bundan önceki ayaklanma hareketleriyle ununu elemiş ve eleğini
çiviye asmış olan Kürt ağalığı ve kısmen'de Kürt burjuvazisi artık bu son
önlemlerle eski olanaklarını kaybetmiş ve son kozunu oynamış durumdadır.
.***
Bu iki kategori düşünce, ezilen Kürdistan halkını kurtaracak, ezilen Kürdistan
halkından başkası olmayacağı, yani Türk burjuvazisinin olduğu kadar, hemen
hemen Kürt burjuvazisinden de Kürdistan köylülüğüne bir hayır
beklenemeyeceği bir lapalis gerçeğini bir daha tekrarlamış oluyor. Kuşkusuz
Doğu illerinde kapitalist ilişkiler geliştikçe, bugün Kemaliz1. Cumhuriyet, 5.11.1932.
min "fetih" müteahhitliğini yapan Kürt burjuvaları da Türk yasalarının ve
yönetiminin Kürdistan'taki sömürgevari uygulanımı önünde muhalefetlerini
arttıracaklardır. Hattâ bugün bile Kemalizme en sadık görünen Kürt
burjuvaları içinde hiç olnıazsa ikinci derecede kapitalistler arasında bu
melanet tohumlan filizlenmemiş değildir. Şehir ekonomisindeki üstünlüğü ve
geniş ilişkileri sayesinde gerek şehir gerek köy küçük-burjuvaları üstünde
egemen olan Kürt burjuvazisi, tekelci Kemalist finans-kapitalle çarpıştıkça
bugün gizliden gizliye kışkırttığı hoşnutsuzluğu belki bir gün örgütleyecek
beceriyi de gösterebilecek koşullarda bulunabilir. Gelen her na olursa olsun
bugün Kürt ağalığı gibi Kürt burjuvazisinin de "göbek bağı" Kemalizme
bağlıdır: Kemalist finans-kapitalin ordu ve devlet aygıtlarıyla ekonomik,
yönetsel ve siyasal kurumlarının müteahhitlerine dayanır. Şu halde bütün
muhalefetine karşın Kemalizme sadık uyruk görünmeye zorunludur. Bu
çelişkidir. Fakat hangi burjuvazi, hangi sorunda çelişkisizdir?
Şu halde Kürdistan halkı ve Kürt köylülüğü ulusal ve sosyal baskılardan
kurtuluş savaşında bir dönüm noktası üstüne gelmiş bulunuyor. Bu dönüm
noktasının başlıca karakteristikleri şunlardır:
1- Kürdistan'ın geniş halk tabakaları, iki önemli ayaklanmanın verdiği
derslerle aydınlandı:
a) içeride: Ne Kürt ağalığından ne de Kürt burjuvazisinden kendisine kurtuluş
yolunda içten yoldaş olmayacaktır.
b) Dışarıda: Emperyalizm denilen nalıncı keseri binbir manevrasıyla hiçbir
zaman Kürdistan halkının gerçek kurtuluşunu istemeyecek ve yalnız ezelden
beri olduğu gibi Kürdistan sorununu da kendi tarafına yontmakla yetinecek,
Kürdistan köyüne "koç başı" yapmak isteyecektir.
2- Kürdistan yoksul halkı, geçen deneyimlerden iki kere iki dört edercesine
öğrenmiştir ki, ulusal kurtuluşun başarılması için:
a) Elle tutulur bir amaç gereklidir: Anlamını yalnız Kürt kitlelerinin pek
anlamadığı kuru bir ulusalcılık kavramı, geniş yığınları yerinden oynatmaz.
Kürdistan halkını çelikten bir yay gibi yerinden oynatacak olan şey, köylünün
ve yoksul halkın siyasal ve ekonomik, genel ve ortak çıkarları olabilir. Türk
burjuvazisi bile Ağrı ayaklanmasından sonra Kürdistan halkı arasında yaptığı
demagojide, köylüye toprak vereceğini söylüyordu. Kürt ulusalcılığı bu
esastan yürümedikçe hiçtir.
b) Yeni savaş yöntem ve biçimleri gereklidir: Ayaklanma bir sanattır. Her
sanat gibi ayaklanmanın da bilimini bilmek zorunludur. Kürt ulusu adına
şimdiye kadar hareket edenlerin ikide bir yaptıkları eski
dönemden kalan "huruç" hareketleri, yoksul Kürdistan halkını Kemalist
militarizme barbarcasına kırdırmaktan başka yarar sağlamayan Bakuninist
Puçizmden ibaret kalıyor. Ulusal bir ayaklanma, halk kitlelerinin büyük
ölçüde ayaklanmasıyla başarılır. Halk kitlelerinin ayaklanması içinde tutkun,
bıkmaz ve usanmak nedir bilmez doğru ve sağlam bir propaganda ve örgüt
hazırlığı şarttır. Böyle hazırlıksız ayaklanmaya kalkışanlar, bir uçurumu hız
almadan atlamak isteyenler gibi beyin üstü düşmeyi kesinkes
bekle-yebilirler. Böyle bir hazırlık, hattâ varolan yöntemleri -kısmi eleştiri ve
düzeltmeyle de değil- bütün maddi organlarıyla birlikte yeni baştan ve
bambaşka savaş yöntem ve biçimleri kurmakla olanaklıdır.
3- Kürdistan'da öteden beri devam eden çete çatışmalarının birçok sonucu
arasında bir diğeri de, Haçoları küçük Kürt soylularını da yavaş yavaş deklasc
ediyor, sınıfından olduruyor. Ve bu Haçoların varolanlardan farkları, eskiden
beri az çok siyasal iktidarın tadını tatmış, siyaset ve yönetim işlerinde daha
deneyimli ve açıkgöz olmalarıdır. Kemalizm büyük ağalıkla olan ittifakını
ilerlettikçe ve çete başı rolünü oynayan küçük soyluları yoksullaştırdıkça,
şimdiye kadar beyliğin ağalığın kulu olan bu küçük soylular zümresinin de
önemli bir kısmı, ağalığa karşı yoksul Kürdistan köylülüğünden yana
geçmektedir.
4- Kürdistan'a Türk finans-kapital ekonomisi ve siyaseti işledikçe ölü
kaplumbağa hızıyla da olsa, Kemalizme özgü bir sınıf farklılaşması
başlangıçları, şehirlerde olduğu gibi Kürt köylülüğü içinde de kendisini
gösterir. Sınıf farklılaşması, şehirde Kürt proleterlerini Kürt kapitalistine ve
Türk burjuvazisine karşı koyduğu gibi köyde de miriyvo ve ameliyelerle
büyük toprak sahiplerinin ve Kemalist devlet aygıtının arasını gittikçe daha
çok açar.
5- Kemalizmin bugünkü Kürdistan'da bir tek tezi var: asimilasyon ve
yoketme siyaseti! Bu tez, bütün Kürdistan'da ne kadar şiddetle uygulanırsa
-varolan bir ulusun canlılığı, 20. yüzyılda sessiz sedasız pek kolay
yoke-dilemeyeceğine göre- o kadar şiddetle tepkisini doğuracak, Kemalizmin
teziyle doğru orantılı olarak Kürdistan halkını baştan başa saran bir anti-tez
büyüyecektir. Bu anti -tez,Türk burjuvazisinin siyasal ve ekonomik baskı
cephesine karşı, bütün Kürdistan halkının ortak yazgısını temsil eden biricik
Kürtlük cephesidir. Bu bakımdan Kemalizm, Almanya'da Bonapartiz-min
oynadığı rolü oynayacak. Kürdistan bir tarlaysa, onun üstünden geçen
Kemalist terör bir silindir olacak ve ekinleri önce ezecek, fakat sonra toprağa
yeni kökler saldırarak büsbütün güçlendirecektir.
6- Türk burjuvazisi Kürdistan'ı layıkıyla soyabilmek için orada iyi kötü bir
aydın tabakası yaratmaya zorunludur. Yeni harfleri kullanışa ister istemez
Kürdistan halkı içinde okur-yazarlann sayısını arttırıyor. Bu akım bir yanda
Kürdistan halkına görüş ufku daha genişçe yeni müttefikler hazırlarken, öte
yanda Türk burjuvazisinin dayatmak istediği Türk kültürüne karşı bir tepki
uyandırıyor ve Kemalizmin "vahşi Kürt" diye yoksul Kürdistan halkına reva
gördüğü "aşağı kast" işlemine derinleşen ve bilenen bir km büyültüyor.
.
.***
Bu sorun karşısında partinin şimdiye kadar takındığı tavır, ciddi ve acımasız
bir eleştiriye değer. Partinin Doğu sorununda herşeyden önce hiç
unutmaması gereken şu noktayı vurgulamak gerekir.
1- Sorun çetindir: Bu kesin. Hele sorunun uluslararası ölçüde az işlenmiş bir
konu olması ezberlenilmiş klasik ve kolay düsturlara sığdı-nlamayacak kadar
özgün, dokunulmamış, erden olması davayı büsbütün çetinleştirir, ve
çetrefilleştirir. Fakat hiç unutmamalı, çetin ve çetrefil so-. runları ya hiç ağza
almamak ya da baskakalıp formüllerle sıyrılıp çıkmak, ancak 2.
Enternasyonalin oportünist sosyal-demokrat partilerinin şanıdır. Bolşevik
parti, ayaklanma ve devrimlerin çocuğu yangına göz kırpmadan bakan
devrim partisidir. Bolşevizm, her çetin ve çetrefil sorunun harekete ve
devrime yepyeni bir yayılım ve bir hız veren bir özü bulunduğunu asla
unutamaz. Çetin ve çetrefil diye sorundan kaçamayız.
2- Sorun acildir: Sorundan yalnız kaçmamak, kaçamamak da yetmez. Fıkır
fıkır kaynayan da*vadan çekinmek bal gibi oportünizmdir. Amenna! Fakat
dahası var: Sorun aceledir, sanıldığından çok daha aceledir. Bunu basit bir
örnekle anlatmak için şunu hatırlayalım, Batıda bildiri dağıtıyoruz,* Doğuda
ayaklanıyorlar. Batıda burjuvazi ne kadar piç olursa olsun, kendi devrimini
yaptı; Doğuda Türk burjuvazisinin yapmadığı ve yapmayacağı demokratik
burjuva devrimi böyle boğuluyor. Böyle bir durum ne bizim ne kimsenin
keyfini bekleyemez. Ergeç kendine bir çığır açar. îş bu çığırın şimdiye kadar
olduğu gibi sapık ve karşı-devrimci içerikte mi, yoksa devrimci biçimde mi
açılabileceğindedir. iş bu iki şıktan birisini galip getirebileceğini bilmektir.
Sorunun genel manzarası bu olunca, biraz da özelliğine girelim. Sorunun
özelliği bir karşı-devrim bir de devrim bakımından medenisiyle ortaya
çıkar.
1- Karşı Devrim Sorunu: Kürdistan'ın karşı-devrimle olan
ilişkisi, akla şu iki noktayı getirir:
a) Gerilik: Hiç kuşkusuz Kemalizmin sayesinde, Doğu illerinde büyük
çoğunluk henüz feodalo-klan rejimi altındadır. Ahretler ve göçebelik biçimi
hemen hemen dokunulmamış durumda yaşayabilir. Böyle bir ülke geridir.
Fakat geri ülkede sosyalist sloganların atılmaması, ancak merhum 2.
Enternasyonal ideolojisinin mezar taşıdır. Bolşevizm, ülke nüfusunun onüçte
biri göçebe ve %97'si köylü {10 milyon göçebe, 130 milyondan fazla köylü)
olan ülkede proletarya devrimini başardı ve bugün sosyalizme girdi.
Bolşevizmin asgari programının atılmayacağı yer. çoktan yeryüzünde
kalmamıştır. Şu halde Bolşevikler arasında, bir ülke geri olduğu için oraya
sosyalist sloganlarla girip girmemek sorunu, tartışma konusu bile
oluşturmaz. Fakat bizim burada üzerinde durmamız gereken asıl özellik, geri
Kürdistan'ın geriliğiyle uygun savaş slogan ve biçimleri bulmaktır. Eğer biz
Türkiye'ye Kemalizmin iddia ettiği gibi bir ve tek finans-kapital vatanı
saymaya eşdeğer olacak şekilde, Türkiye'de biricik bir köylü sorunu var
sayar ve Kürdistan köylülüğünün sömürge koşullarını hesaba katmazsak,
iflah olmaz softalığa düşer ve Leninist taktik ve stratejinin yöntemlerine
elveda etmiş oluruz. Şu halde: 1- Doğu illerine de tüm dünya gibi sosyalist
sloganlarla girmek her komünist partisinin boyun borcu. 2- Fakat bu boyun
borcunu, yalnız genel olarak köylü sorunu hakkındaki yöntemlerle yerine
getirmeye kalkmak, yine 3. Entennasyonal'in çizgisinden çıkmak, ikincinin
çizgisine girmek olur.
b) Karşı-devrim hareketi: Şimdiye kadar Kürdistan'da olan ayaklanmalar,
genellikle dünya emperyalizminin ekmeğine yağ sürmek için dünya
emperyalizmine alet ve oyuncak olmak, ona dayanmak şekliyle olup bitti. Şu
halde karşı-devrimci içerikteydiler. Hattâ "ayrılıkçı" demlen Ağrı ayaklanması
bile böyle bir macera oldu. Bu manzara önünde Kürdistan'da olan her
harekete yalnızca karşı-devrimcidir damgasını basmak, acaba tatmin edici bir
marifet midir? Onu burjuvazi bizden iyi yapıyor; Kürdistan Ke-malizme göre
karanlık bir kuyu, bir karşı-devrim batağıdır. Bu kuyuda Türk kapitalist
militarizminin kılıç parıltısından başka ışık verilemez; o karşı-devrim batağı
ancak mahmuzlu Kemalist çizmelerle çiğnenmeye layıktır vb... Fakat
Kemalizmin aynı şekilde kılıç parıltısından başka bir ışık göstermediği ve
mahmuzlu çizmelerle bir çamuru çiğner gibi çiğnediği Türkiye proletaryası
için Kürtlük sorunu bir ortak felaket sorunudur. Şu halde Kürdistan
ayaklanması dendi mi, onda "karamîk ile eyi taneyi", karşı-devrimle devrim
taraflarını birbirinden ayırtetmek gerekir. Onun için soruna önceden edinilmiş
yargılarla değil, yeni bir şey bulmak
isteyenlerin bilimsel araştırma gözü açıklığıyla yakından, daha yakından
bakmalıyız:
1- Doğu illeri halkı eski rejimi istjyor mu? Evet, Doğu illeri köylülüğü
Kemalizmi istemiyor ve açıkça eski dönemleri aradığını söylüyor. Fakat Kürt
köylüsünün bu sözünden yalnız söylediğini anlamak, ne söylemek istediğini
anlamamakla birdir. Yukarıda onun psikolo-jiskıdeki geçmişe özleme işaret
etmiştik. Doğu köylülüğü eski dönemi ararken, yalnızca yeni döneme,
cumhuriyet burjuvazisinin sömürüsüne karşı, kendine özgü diliyle protestoda
bulunuyor, o kadar. Tıpkı "sahip" araması gibi bir şey. Fakat biz, Kürdistan
yoksul halkının geçmişi özleyişini onun deva bulmaz, bir gerici olduğuna,
devrim için bir tehlike olduğuna, şu halde mahkûm bırakılmaya layık bir sürü
olduğuna karar vermeye kalkarsak, bu, bizim siyaset sahnesinde kendi idam
hükmümüzü kendimizin imzalaması olmaz mı? Karşı-devrimci psikolojiyle
kapitalist sömürüye protestoda bulunan insan yığınlarına, biz kurtuluşun
geride değil, ileride 'olduğunu göstermezsek, hâlâ devrimci hamleyi temsil
ettiğimize kimi inandırabiliriz? Sorunu daha anlaşılır bir şekle sokmak için bir
örnek alalım. Bugün Anadolu'da ezilen çalışkan Türk köylülüğü de halifeliği
istemiyor mu? Saltanat döneminde "daha rahat" yaşadığını iddia etmiyor
mu? Tabii tefeci sermayedarla tarım sermayedarlarını değil, asıl çalışkan orta
ve yoksul köylüleri, ortakçıkları kastediyoruz. Onlar da bir kesimde 12-13 lira
yol parasını isteyen Kemalizm karşısında hattâ baç ve haraç dönemini
aramıyorlar mı? O zaman Türk köylüsüne de gerici diyebilir miyiz? O zaman
köylü sorununu da ulus sorunu gibi rafa koyup bir güzel "işçi partisi", hoşa
giden sendikal örgüt, yani gerici bir parti olabilir miyiz?
2- Poğu illerindeki hareketler hep karşı-devrimci mi oldu? isterseniz buna da
evet! Fakat bu evet de Kemalizmin ekmeğine yağ süreoek hiçbir şeyi
kanıtlamaz. Şimdiye kadar olan olmuş; bu olan karşı-devrimciymiş. Olabilir...
Fakat ondan sonra bizim komünistçe görevlerimiz başlar. A-yaklanma
girişimini gösteren bir hoşnutsuzluk geniş çalışkan kitleler içinde doğduktan
sonra, bu girişim şimdiye kadar sapıktı, gericiydi diye onu kendi haline
bırakabilir miyiz? Bırakırsak belki Kemalizm, Türk burjuvazisi bundan çok
memnun olur. Fakat acaba o girişim bıraktığımız yerde, bıraktık diye kalır
mı? ''Akacak kan damarda durur mu"? Madem ki kalmaz ve durmaz, şu
halde Kürdistan hareketini bırakmak, onun eskiden olduğn gibi bundan sonra
da karşı-devrim yolunda bocalamasını bir emrivaki olarak kabul etmek
demektir. Karşı-devrimi emrivaki olarak kabul etmek, onunla dövüşmemek-, devrimcilikten vazgeçmek, karşı-devrimin içine
düşmek, karşı-devrimi tutmak demek değil midir?
3- Sorunun konulusu: Doğuda bir Kürt ulusu sorunu var mıdır? Bütün
saptayabildiklerimiz buna evet der. Bir Kürt ulusu var. Çünkü Leninizmde
ulus sorununun durumu şudur: "Her ulusal baskı halkın geniş kitleleri içinde
bir tepki yaratır ve ulus olarak baskı gören halktaki karşı tepki eğilimi, ulusal
ayaklanmadır" Ulus olarak baskı gören Kürdistan halkının geniş kütleleri
tepkilerini ayaklanma biçiminde defalarca ifade etti. Yalnız bu ayaklanmaların
başında şimdiye kadar Kürt ağalan, hanedanları ve bir kısım Kürt burjuvaları
bulunduğu için ayaklanmaların ibresi emperyalizme doğru eğilmişti. Haydi bir
daha yineleyelim, Kürt ayaklanmaları şimdiye kadar karşı-devrimci bir
nitelikte olmuştu. Bu yineleme "kabak tadı" verdi. Sorunun yeni biçimine
bakalım. Marksizmde olayların mantığı dinamiktir. Yani Lenin'in dediği gibi
olay lan kötü matematik kafasıyla ölçmemek, yüksek matematik davası gibi
işleme uğratmak gerekir. Bize bugün Kemalizm ve onun irili ufaklı çömezleri
Doğu isyan-lannın eksi-olumsuz, yani karşı-devrimci olduğunu hikaye
"edebilirler. Bizim hikayeye değil, harekete inancımız var. Biz biliyoruz ki dün
herkesin eksi-olumsuz dediği şey, bugün ya da yann artı-olumluya dönebilir.
Bize Kürdistan ayaklanmalannın dün eksi-olumsuz, yani karşı-devrimci
olduğunu kanıtlayanlar, bunun yann da böyle olabileceğini iddia edebilirler
mi? Fakat biz bü eksi-olumsuzun,.bir gün artı olumlu, devrimci olabileceğine
yalnız felsefe yüksekliğinden bile egemen olabilenlerdeniz. Ve işte sorunun
devrimci oluşu buradadır.
2- Devrim Sorunu: Kürt ulusu sorunu, şimdiye kadar emperyalizm
kucağında karşı-devrim aleti olarak kaldı demek doğrudur. Oracıkta kalmak
en hafif deyimiyle pasifizmdir. Çünkü Marksizm, 2. Enternasyonal sosyal
şovenizmi gibi, dünyayı merceksiz ya da teleskopla izleyen bunak burjuva
bilimi, Lenin'in sözüyle Kautsky kocakanhğı değildir. Lenin'in daima üzerinde
durduğu ve geliştirdiği gibi, Marksizm: 1- Olaylan gözlemek ve açıklamak, 2Olaylan değiştirmek, devrim yaptırmak bilimidir, insan çabasının bir olayı
değiştirmesi, o olayın koşullarını, nedenlerini bilmekle olanaklıdır. Kürdistan
hareketinde böyle bir durum -karşı devrimci niteliğe devrimci niteliğe
geçmeye elverişli yasalar- var mıdır? Kürt ulusu anti-emperyalist,
uluslararası komünizm safına atlayabilir mi? Bunu başlıca iki yönden
inceleyebiliriz.
/
a) Kemalizm anti-emperyaiisttir: Gerçekten Türk burjuvazisi kısa tarihçesine
küçük bir göz atmayla kolay anlaşılacağı gibi, şimdiye kadar
eğer istikrarlı bir bağımsızlık havası içinde yaşayabildiyse, ülkede ekonomik
ve kültürel egemenliğini kurmaya zaman bulduysa, bunu ancak dünya
komünizminin ezilen uluslar safında, emperyalizme karşı yaptığı savaşa
borçludur. Bu bakımdan Türkiye'deki bağımsızlık hareketi dünya devrimine
karşıt değil, ona yardımcı ve şu halde bizzat kendisi de devrimci oldu. Bu
yargılamadan sonra kuru mantığın varabileceği şöyle "doğal" bir soru şunun
ya da bunun aklına gelebilir: Acaba bugün devrim cephesinde bulunan Türk
burjuvazisine karşı, yine bugüne kadar karşı-devrim cephe-sindejı
ayrılamayan Kürdistan ulusal hareketini tutmak karşı-devrim olmaz mı?
Gerçekten, eğer göz göre göre emperyalizme alet olan bir Kürtlük hareketini,
her ne pahasına olursa olsun anti-emperyalist Kemalizme karşı tutmak bu
söylenen sonuca varabilir. Fakat soyut mantık, canlı olaylann ayrıntılı
gerçekliğinden kopmuş, ezberlenen formülleri yinelemekten ibaret olan
basmakalıp mantık, İslam felsefesindeki cenab-ı hak gibi "nelere kadir
değil"? "Teori dostum daima soluktur, daima yeşil olan yaşamın ağacıdır"...
Bu konuda düşüncemizi yabancı sınıflann varlıklannm etkisiyle
sakatlamamak, Türkiye işçi sınıfının maddi tarihinin dışına fırlatıp
saptırmamak için herşeyden önce hepimizin hiçbir zaman unutmaması
gereken iki noktayı tekrarlayalım:
a) Öncelikle korkmayalım: Bir savaşa girmişiz. Sınıf savaşı. Bunun bütün
gereklerini peryasızca karşılamayı göze almadıktan sonra bir adım atmanın
olanağı yoktur. Marksizm, hele yakın Leninizmin tarihinde, yalnız kuru
mantığın canlı Bolşevizme karşı ne "devrimci" suçlamalara kalkıştığını
görmeyenimiz yoktur. 1905 devriminin yenildiğini, yerini koyu bir
karşı-devrime bıraktığını gören Plehanov: "İşçi sınıfı eline silah almamalıydı"
dedi. Çünkü kuru mantık ve burjuva mantığı için savaş, ancak mutlak zafer
olasılıklan yüzde yüz sağlandıktan sonra yapılmalıdır.Ya düşman gücü sana
saldırırsa? O zaman iki şık var: 1- Hiç eline silah almamak ve miskince ölüme
ve tutsaklığa bel bağlamak; 2- Ne kadar hazırlıklı ve güçlü bulunuluyorsa, o
hazırlık ve güçle düşmana karşı koymak. Hiç olmazsa, düşmana.varlığını
tanıtmaktır. Kuru burjuva mantığı -kendisi için değil- işçi sınıfı için birinci
şıkkı, yani kendi kendisini inkâr etmeyi daima tavsiye edegelmiştir. 1917
Ekim devrimi geniş köylü kitlelerini işçi sınıfına toprak aracılığıyla müttefik
yaptığı zaman, yine işçi sınıfı içinde uluslararası soyut burjuva mantığını
incelte incelte satmak isteyen bir "Marksist" 2. Enternasyonal, bir doktriner
"devrimci" Kari Kautsky, köylüye küçük mülk şeklinde toprak dağıtan
Bolşevizmi karşıdevrimcilikle suçladı. Oysaki o zaman da şu iki şıktan biri vardır: 1- Ya soyut
ve mutlak "herkesten çok" "devrimci"lik yapıp köylü tabakalarının toprak
talebini hiçe sayarak toprağı dağıtmamak, böylece Macaristan'da, italya'da
vb. iilkelerde sonradan defalarca görüldüğü gibi, işçi sınıfını köylü
mütefiğinden ayırarak, proletarya devrimini koyu faşizm karşıdevrimine feda
etmek, 2- Ya da önce Rusya'da, sonra Çin'de olduğu gibi toprağı üstünde
çalışanlara dağıtarak işçi+köylü ittifakını perçinlemek ve böylelikle proletarya
ve Sovyetler devrimini yaşatmak... Tekrara gerek yok ki, işçi tulumunu
giyinmiş burjuva mantığı hep birinci parlak "devrimcilik" şıkkını bize tavsiye
edegelmiştir. 3. Enternasyonal'in savaş sonrası deneyimleri böyle binbir
örnekle doludur. Bulgar karşı-devrimi, "köylü hükümeti" ile Çankof beyaz
muhafızlarının boğazlaşmasını iki burjuva çekişmesi sayan zihniyetin ürünü
oldu. Leh terörü ulus ve köylü sorunlarında zamanında taktiğini kuramayan
örgütün sapıklığı sayesinde tutundu. Şu hâlde sözcüklerden korkmayacağız.
Tersine sözcüklerin altında ve içinde bulunan sınıf ilişkilerini devrime
bağlayacağız. Bunu yapmadıkça komünizm softalığından kurtulmuş
sayılmayız.
b) Değişime inanalım: Biz Kürt ulusu sorununu koyarken bir olanaksızlıktan
söz etmiyoruz. Lawrence'ın sterlinleri uğruna silaha sarılan paşazade ve
beyzadelerden değil, ezilen Kürdistan köylülüğünün ayak-lanışından söz
ediyoruz. Bu ayaklanma eğer şimdiye kadar olduğu gibi Be-dirhanilerin,
Cemil paşa oğullarının beceriksiz yönetimi altında yürürse, yalnızca şimdiye
kadarki sonuca varır. Boş yere yenik düşer ve yoksul Kürdistan halkını
kılıçtan geçirtir. Bizim dediğimiz bu değil. Bizim dediğimiz, Kürdistan halkının
ulusal ve sosyal kurtuluş hareketinde artık bir zorunluluk haline gelen
devrimci, ileri ve anti-emperyalist yöneliş ve yönetimdir. Kürdistan'ın şimdiye
kadar ağalık ve burjuva batağı içinde bocalayan ters talihini yenmektir. Bu
ters talihi yenebilecek biricik güç yoksul Kürdistan halkına, çoktan özlediği,
bugüne kadar aramaktan bunaldığı yeni, ileri, devrimci bilinci sunmak, dünya
komünizminin örgüt+ajitasyon+propaganda yardımını ve gücünü onunla
kaynaştırmak olabilir. Bu yapıldıktan sonra, Kürdistan ezilen halk hareketinin
doğal yolunu bulması için artık hiçbir keramet ve mucizeye gerek kalmaz.
Değişimin, olumsuzun (karşı-devrimin) olumluya (devrime) çevrilişi yıldırım
hızıyla günün sorunu haline gelir. Bunu yapacak olan rastlantılar değil,
Türkiye'nin devrimci işçi sınıfının keşif kolundan başkası olamaz. Ve keşif
kolu bunu yapamadıkça, ne keşif kolu ne de devrimci olamaz. Çünkü
Leninizmde sömürge ve ezilen ulusların ayrılmasını propaganda
etmeyen sosyalistler: "Devrimci propagandalarını ve kitlelerin devrimci
hareketini ulusal boyunduruğa karşı mücadeleye kadar genişletmeyen
sosyalistler, monarşik ve emperyalist burjuvazinin kanı ve çamuruyla
2
örtünen leşler gibi hareket edenlerdir (a.b.ç.)"
Türkiye Komünist Partisi "leş" midir? Hayır, bunu zaman daha iyi gösterecek.
Fakat bu genel düşüncelerden sonra olayların yasa ve koşullarına dönerek
araştırmamıza devam edelim: 1- Türk burjuvazisinin devrimciliği oldukça
görecelidir. Hiç unutmayalım, Kemalizmin emperyalizme düşmanlığı,
emperyalizm Türkiye yoksul halkını, çalışkan köylü ve işçilerini ezdiği ve
soyduğu için değil, bu eziş ve soyuşta aslan payını kendine ayırdığı ve Türk
burjuvazisine arü-değerden, fazla-üründen yalnız kırıntı bıraktığı içindir. Türk
burjuvazisinin emperyalizme düşmanlığı, koyunlarını komşusuna sağdırmak
istemeyen mal sahibinin düşmanlığı gibidir. Bir gün koyunlar biz koyun
değiliz, insanız diye ayaklanırlar ve mal sahiplerinin sağmalı olmaktan
kurtulmak için birleşirlerse, o zaman dost düşman mal sahibi ve komşuların
ortak tehlikeye karşı birleşmeleri olanaklıdır. Nitekim Hindistan
sömürgesinde, Çin yan-sömürgesinde çalışkan köylülük ve işçi sınıflan, yalnız
ulusal değil, kendi sosyal kurtuluşlarını da istemeye kalkıştıkları zaman, o
zamana kadar ulus ve vatandan söz ederek emperyalizme karşı duran
burjuvazinin birdenbire emperyalizmle uzlaşmaya girişmesi böyle olmuştur.
Bu bakımdan Kemalizm hiç de "sağlam ayakkabı" değildir. Nitekim Lozan
anlaşmasından bugüne kadar cumhuriyet burjuvazisi her alanda, içerde
dışarda emperyalizmle uzlaşma becerisini, maddi olanakların çerçevesini
kırmayacak derecede uzlaşmaktan geri kalmadı. Fakat Türkiye işçi sınıfının
örgütsüz ve zayıf davranışı, Türkiye'de ezilen azınlıkların emperyalizme
dayanırcasına hareketi, Türk burjuvazisini ve Kemalizmi açıkça emperyalizm
cephesine geçmekten sürekli olarak alakoydu. Şu halde Türkiye'nin sömürge
yöntemleriyle soyduğu Kürdistan yoksul halkının genel ve sürekli çıkan hiçbir
zaman Ke-malizmden daha az sermayedarlığın tümüne ve dolayısıyla
sömürgeci emperyalizme karşı daha az düşman değildir ve olamaz. Türk
burjuvazisi yan sömürgelikten bile kurtulduğunu iddia ediyor. Kürdistan halkı
en beter sömürge baskısı altında inliyor. Acaba hangisi daha içten ve
derinden emperyalizm düşmanı olabilir? Kuşku yok ki sömürge zulmüne en
çok uğrayan halk...
2- Kürdistan'ın kurtuluşu burjuvazinin eseri olamaz: Kürt burjuvazisi2. Lenin: Marksizmin Bir Karikatürü.
njn Kürt ulusçuluğunu az çok tanıyoruz. Kürdistan halkı ondan ümidini
tamamen kesmek üzeredir. Türk burjuvazisinin Kürdistan'da on yıllarca
egemenliği, eski dönemleri gölgede bırakacak derecede bir sömürge
soygunundan başka ciddi bir sonuç vermedi. Gerçi ara sıra Kemalizmin
Doğuda derebeyliğe atıp tutan palavralarını herkes duydu. Fakat herkesin
bilmediği ve işitmediği gerçek, Kemalizmin ve cumhuriyet devlet aygıtının
Kürdistan'daki klan-derebeyi sistemine yapışırcasına uyması, ağalıkla ve bir
kısım en kalın Kürt burjuvalarıyla el ele vererek aman vermez bir tarz-* da
Doğu illeri çalışkan halk tabakalarını soyuşu ve en barbar sömürge
yöntemleriyle ezişidir. Uzun yılların biriken dersleri de ayrıca öğretiyor ki,
Kemalizm zoru görmedikçe Doğuda en ufak bir reforma bile , girişmemiştir.
Şeyh Sait ayaklanmasında bir kısım ağaları Batı illerine sürgün etti. Ağasız
halkın başı boş kaldığım görünce birdenbire ürkerek ağalan tekrar eski
saltanatları basma getirdi. Ağrı ayaklanması üzerine, cumhuriyet burjuvazisi
köylüye toprak dağıtma (yani satma) işini, örneğin dört yıllık bir plan
dahilinde daha acele uygulayacağını ilân etti. Fakat bu demagojinin de ömrü,
yakın tehlikenin geçişine kadardı. Ondan sonra ağalıkla olan kutsal ittifakını
yavaş yavaş kusursuzlaştırdı: Kema-lizmden başka lütuf ve ihsan bekleyecek
tek bir miriyvo kalmış mıdır bugün? Türk burjuvazisi kadar pısırık ve sosyal
hareketlerden ödü patlamış bir sınıftan hattâ demokratik burjuva devrimi
alanında daha ne beklenebilir? Hiç. Çünkü sözgelimi Doğuda hiç
dokunulmamış bir halde duran demokratik burjuva devrimi davasını
Kemalizmin iyileştirmesi, reformlarla bile çözülemeyecek durumdadır. Oysa
bu dava bütün keskin davalar gibi, yarım reformlarla değil, tam devrim
yöntemleriyle Çözülebilir. Böyle bir çözüşse, hiçbir zaman Kemalizmin harcı
değildir. Şu halde Türkiye işçi sınıfı ve çalışkan halkı gibi, Kürdistan ezilen
halkı da Kemalizme Türkçe'nin ünlü şıklarından birini uygulamakta artık
gecikmez: "Ya bu deveyi gütmeli, ya bu diyardan gitmeli".
3- Kürdistan halkının kurtuluşundan vazgeçmek devrimden vazgeçmektir:
Türk burjuvazisi anti-emperyalisttir. Devrimi tutmak için her ne pahasına
olursa olsun Türkiye'de Kemalizmi tutmak gerekir. Şu halde Kemalizme karşı
olan ezilen Kürt halkının kurtuluş hareketi beklesin vb. tezi, partimiz için pek
de yeni bir tez olamaz. Bu tez, Türkiye'deki devrimci hareketleri Kemalizme
kuyruk etme tezidir, ki eski kuyrukçulardan olan kuyruk sallayıcı
Kadroculardan bu teorilerin türlülerini dinlemiştik. Ezilen bir halk kitlesini
Kemalizme feda edebilenler için asıl özverinin ucu bucağı yoktur. O zaman,
Kemalizmin "devrimciliği"ne inananlar,
karşımıza dikilip mantıklarım şöyle sonsuza kadar uzatabilirler.
a)lCürtlük sorununu kurcalamamalı. Çünkü emperyalizme dayanmış olan bu
hareket anti-emperyalist olan Kemalizmi baltalayabilir.
b) Türkiye'de Türk köylüsünün devrimci hazırlanışını da bir yana bırakmak
akıl kârıdır. Çünkü Allah korusun köylü kalkar Menemen olayında olduğu gibi
halifeyi ve şıhları yeniden kurmak sevdasına düşer. Ülkede devrim yapalım
derken karşı-devrime düşebiliriz ve Türkiye'yi emperyalizme karşı zayıf
düşürerek devrim cephesinde bir gedik açmış olabiliriz.
c) Sonunda ister misiniz, Türkiye'de işçi sınıfının bağımsız ve devrimci
hareketine meydan vermekle sınıf mücadelesinin sağlanması,
anti-emperyalist ve "devrimci" davranan Kemalizmi belki bozguna, belki de
emperyalizmle ittifaka sürükleyebilir... Neme lazım, hazır "anti-emperyalist"
cepheyi bozup da ne olacağı belirsiz "serüven"lere atlamaya neden
kalkışmalı? Vb., vb...
Nereye yardığımız ortada: Kuyrukçuluğun bile ancak Kadroculuğa
soy-suzlaştığı zaman açıkça itiraf edebildiği nesne... Kemalizme
Kemalizmden çok inanmak, Türk burjuvazisinin sözde "devrimciliği" önünde
tam ve mutlak teslimiyet; her türlü devrimci hareketten yüzgeri etmek,
hattâ ufacık reform talepciklerinden, hattâ örneğin iş yasası istemekten
(çünkü o da Kemalizmi ürkütür ve belki emperyalizme yaklaştırır)
vazgeçmek... Bütün silahları Halk Partisi'nin silah deposuna teslim ederek
ipek îş'in işlemeli ihramlarından birine bürünüp, Ankara Arafatının Çankaya
Kalesi çevresinde hacı olmaya gitmek... Bu tür burjuva aydınlığına özgü
1
"müminlik , Türk Bolşevik Partisinin içinden temizleneli yıllar geçti. Biz
Türkiye komünistleri sorunun taban tabana karşıtını görenlerdeniz: Kürdistan
ezilen halkını emperyalizmin kucağına atan Kemalist sömürgeciliğinin
zulmüdür. "Denize düşen yılana sarılır" der Türkler. Türkiye köylülüğüne
geçmişi arattıran, bugünkü tefeci + mütegallibe + finans-kapital
asker-banker-yunker sisteminin görülmemiş soygunundan başka bir şey
değildir. Türkiye proletaryasına gelince, o bütün dünya biricik işçi sınıfının bir
parçası olan Türkiye işçi sınıfı, yeryüzünde gerek sömürge, gerek anavatan
soygunlarını ve tarihte gelmiş geçmiş tüm insanın insanı soyması
yöntemlerini kökünden kazımakta, şu halde yalnız emperyalizmi değil, her
türlü sermayedarlığı bile yeryüzünden kaldırmakta çıkarları birdir. Şu halde
Kemalizmle karşılaştırma kabul etmez derecede ileri ve güçlü emperyalizm
düşmanı ancak Türkiye işçi sınıfıdır. Türkiye
proletaryası kardeş Kürdistan proletaryası ile el ele verip de gerek
Anadolu'nun soyulan, soğana çevrilen çalışkan Türk köylülerini ve gerekse
mazlum Kürdistan köylülüğünü Sovyetler Devrimi sloganıyla insanlığın ilk ve
son kez gördüğü büyüklükteki yaman devrim kıyametine kavuşturduğu gün,
Anadolu ve Kürdistan Sovyetler devrimi, bugünkü Kemalist Türkiye'nin binbir
karşıtlıkla kemirilen "ulusal" birliğinden nitelikçe bambaşka, nicelikçe uçsuz
bucaksız oranda müthiş aşılmaz ve yenilmez bir anti-emperyalist kale
olacaktır, işte Türkiye Komünist Partisi, bu kaleyi kuracaktır. Kürdistan halkı
bu kaleyi kurmaya gelir mi? Buna kısmen yukarıda yanıt verdik. Aynı sorunu
bir başka noktadan ayrıca araştıralım,
b) Kürdistan halkı anti-emperyalist olur mu? Kürdistan halkı kendi kurtuluş
hareketini komünizm devrimiyle birleştirebilir mi? Ya da anti-emperyalist
olabilir mi? Bu iki sorunun anlamı, ezilen Kürdistan halkı komünizm
sloganları ve komünizm için mücadeleyi tutar mı? Komünizme gelir mi?
Kürdistan halkının komünizme gelmesi için iki şey gerek: 1- itici gücü onu
emperyalizmden ayırsın; 2- Çekim gücü onu komünizme çeksin.
a) itici güç: Kürdistan halkı emperyaliz.me karşı olabilir mi? Geçirdiği on yıllık
deneyimler -hiç olmazsa zengin Hoyboncular dışında-tüm Kürdistan halkına,
Kürt ağaları, beyleri, burjuvaları gibi uluslararası emperyalizmin de Kürt
bağımsızlığına yardımı dokunamayacağı dersini az çok öğretti. Tüm
Kürdistan halkında bu yargı üstü küllenmiş, fakat için için yanan bir bilinçaltı
ateşi halinde gizli bir varlık korur. Bu külün kalkması, bilinç altına egemen
olan yargının bilince çıkartılması için Kürdistan'da -ama sakın Kemalizm
tarafından değil, çünkü oradan gelen her etki en şiddetli ve ters etkileri
uyandırır- sözgelimi bir komünist örgüt tarafından yapılacak en hafif ve hattâ
üstünkörü ajitasyon yeter. Bununla birlikte, bu ajitasyon ve propaganda
işinden daha güçlü bir şekilde Kürdistan halkını emperyalizmden ayıracak
olan harekettir. Bu hareketin birbirine bağlı iki ifadesi vardır:
i- Yalnız Türkiye'deki değil, bütün Kürtlüğün kurtuluşunu gözetme: Kürt halkı
(işçi ve köylüleri) Türkiye'ye özgü bir ulusal yazgı değildir. Iran sınırlarından
Irak, Suriye'ye kadar, eski Osmanlı Imparatorluğu'nun bileşimi olan, şimdiki
cumhuriyet sınırlan çevresinde özellikle ingiliz ve Fransız emperyalizmlerinin
sömürgesi halinde ezilen ve soyulan bir Kürtlük var. Türkiye sınırları
dışındaki Kürtlerin sömürge koşullarını tekrarlamak bir totoloji olurdu. Çünkü
onlar, adı üstünde, sömürgedirler. Bizim burada, Türkiye içindeki Kürtlerin
de dışımızdakilerden farksızcasına
sömürge yöntemlerine tabi olduğunu göstermemiz,. "Doğu Balkanları"
üstünde çırpman Ingiliz-Fransız-Türk vb. sömürgesi durumundaki bütün
Kürtlük azınlıklarının kaderce ortak bir bütün oluşturduğunu kanıtlamak
içindi. Şu halde Kürdistan halkının kurtuluşu demek olan ayrı bir devlet
oluşturmaya karar verme hakkı, Kürtlüğün kendi alınyazısına, siyasal
bağımsızlık derecesinde kendisinin sahip olması hakkı, yalnız Türkiye'deki
Kürtlerin değil, Doğu Balkanları üstünde parçalanmış olan bütün Kürtlüğün
bir tek sosyal ve siyasal yapı halinde kurtuluşu demektir. Bu kurtuluşun
idealleştirildiği gün, Irak ve Suriye'de Kürtleri, eski zamanın "koç başı" gibi
sömürge halkına karşı tokuşturmakta çıkartan aynı olan emperyalizm,
Kürtlükten layık olduğu silleyi yemiş olacaktır.
ii- Kürtlüğün sömürge kurtuluşu ancak tüm dünya ezilen uluslarının
kurtuluşuyla el ele yürüyebilir: Ezilen Kürdistan halkı, kurtuluşu ezen
anavatanlara karşı bir savaş açarak başarabilir. Herhangi bir savaşta düşman
cepheyi açıkça görmek ne kadar zorunluluksa, müttefik güçler bulmak da o
derece gereklidir. Kürdistan'm düşmanı genel olarak dünya emperyalizmi,
özel olarak Türkiye kapitalist sınıfıdır. Şu halde müttefiklerini de özel olarak
Türkiye içindeki ezilen ve soyulan sınıflar arasında ararken, genel olarak,
tüm dünya ezilen uluslanyla, örneğin Suriye, Irak vb. gibi sömürgelerin işçi
ve köylü smıflanyla emperyalizme karşı ortak cephe kurmaya zorunludur. Bu
bakımdan da gene Kürtlük davası, emperyalizme düşman olmaya, maddi
görevi gereği zorunludur.
2- Çekim gücü: Kürtlüğün sömürge kurtuluş hareketini, komünizm yoluna
çekecek olan güç bellidir, a) Tüm dünya ezilen halklannm kurtuluşunu
3
idealleştiren, gerçekleştiren, dünya devrimcisi bütün dünya proletaryası ...
yani genel olarak komünizm ve 3. Enternasyonal.
b) Burjuvazi tarafından ezilen ve soyulan bütün Türkiye ezilen sınıflarının
kurtuluşunda kendi kurtuluşunu gören ve gerek Türkiye çalışkan köylülüğünü
ve gerekse ezilen Kürdistan ^halkını kurtarmak istemedikçe ve
kurtarmadıkça kendi kurtuluşunun olanaksız olduğunu iyi bilen Türkiye
proletaryası, yani Türkiye Komünist Partisi...
***
Şu vardığımız mantıksal sonuçtan sonra daha pratik bir sorgu açalım:
Kürtlük komünist sloganları tutar mı? Bu sorguya yanıt vermek için Kürtlük
sözcüğünün anlamını bir daha göz önüne alalım: 1- Egemen Kürtlük: Türk
burjuvazisiyle zar zor birleşmiş Kürt ağalan, beyleri ve
3. Bir kelime okunamadı.
burjuvaları; 2- Ezilen Kürtlük: Kürt köylülüğü, Kürt miriyvolan, Kürt
ameliyeleri ve işçileri... Biz komünizmi tutacak Kürtlerden söz ederken ezilen
Kürtlüğü kastediyoruz ve onlar komünizme dört elle sarılmaya hazırdırlar.
Bunun pratik, oldukça pratik kanıtını mı istersiniz? işte size iki olay:
1- Normal zamanlarda: Kürt yoksullarının fazla babahan olduğu, öldüm allan
ağasından ayrılamayacağı, ağanınsa onu ikide bir emperyalizme ya da
Kemalizme satacağı gibi bir saçmalık var. Fakat bu yargı önce insan
alınyazısmda tarihsel maddeciliğin anlamını sindiremeyen, insanların "salt
düşünce"yle, hattâ Allah tarafından harekete geldikleri kanısını geviş getiren
babayiğitlerle Kürdistan yoksul halkını ya tanımayan ya da tanımamazlıktan
gelmekte çıkarı olanların harcıdır. Gerçekte Kürt yoksulları ve köylülüğü en
normal zamanlarda bile her gün ağaya isyan eden, ağayı sürekli inkâr eden
bir unsurdur. Örneğin, aşiret kaçaklarıdır. Bu küçük ve sınırlı gibi görünen
olay, Kürdistan içinde kapsamlı bir niteliktir. Ve Kürt yoksullarının egemen
görüldüğü ve dolayısıyla onun emperyalizme satılık mal olmaktan ne kadar
kolay ayrılabildiğini gösterir. Fakat bu normal zamanlarda böyle.
2- Ayaklanma günlerinde: Kürt yoksulunun kendi yolunu ne çabuk
bulduğunu yukarıda bir örnekle görmüştük: Şeyh Sait ayaklanmasında Kürt
ağalarının birdenbire Kemalizmle el altından uzlaşmaya zorunlu olu-verişi,
ayaklanan Kürdistan yoksullarının.bizzat ağaları da "yağma" etmiş
olmasıdır... Demek kesin günde, Kürdistan yoksul halkı sınıfsal konumunu
pekâlâ hissedebiliyor. îş, bunu ona bilinci ve slogan şeklinde öğretebilmekte
ve yaptırabilmektedir.
***
Şu halde Türkiye Komünist Partisi'ne iki görev düşüyor: 1- Ezilen Kürdistan
halkıyla bağlanmak; 2- Bir Kürdistan Komünist Partisi'nin kuruluşunu
kardeşçe hazırlamak... Bu iki görev de hiç olmazsa bugün için teorik
olmaktan çok pratiktir. Ata binmek ata binmekle olur. Ve teori ancak pratikle
atbaşı gidecektir. Bununla birlikte, bu iki nokta üstünde son iki kelime ile
ufak bir işaret yapmak yeter:
1- Taktik ve strateji: Strateji bakımından Türkiye işçi sınıfının Kürdistan'daki
yedek müttefiklerine yukarıda kısmen işaret etmiştik. Batı illerinde gelişen
yerli kapitalist sanayi, Doğu illerindeki doğal ekonomiyi parçalarken, varolan
küçük sanatları da yokeder. Buna karşılık değil Kürdistan'da, bütün
Türkiye'de açılan yeni sanayi girişimleri açıkta hazır
kalan işgücünü emecek kadar geniş değildir. Zaten geniş olsa bile, Kürdistan
halkının omuzlan üstüne çıkan yoksulluk o kadar ağırdır ki, uzak şehirlere
göç bile edecek halleri yoktur. Onun için genel olarak sömürgelerde görülen
süreç buraları da kasar kavurur. Köylülüğe* doğru geri çekiliş, koyu kara
cahillik... Yoksul halk tabakalarının toplu, örgütlü ve sürekli mücadele
yeteneğini baltalar. Bugün Kürdistan'da Türk işçileriyle onun keşif koluna
müttefik olacak sınıflar genel olarak ezilen Kürdistan köylülüğüdür. Bu
köylülüğün ortalama %25'i ameliye ve hizmetçi ağalığa özgü bir tür tarım
işçisi ve %50'den fazlası da miriyvo sayılsa, hiç olmazsa %75 köylülük
topraksızdır. Yani Komünist Parti-, si'nin tarımsal programını ölümü göze
alarak tutacaktır. Kürdistan'daki şehir proleterler sınıfı %1,5 kadardır. Bunlar
şehir plebleriyle sanayi işçisi arasında sayılacak işçilerdir. Kürdistan'm küçük
aydınlarından hiç değilse nüfusun %l kadarı, bir sömürge kurtuluşu için
gösterilecek yolu bekleme durumundadır. Şehir küçük-burjuvaları %7,6'yı
buluyor. İşte partinin müttefik ve bağ arayacağı sınıf ve zümreler bunlardır.
Komünizmin Kürdistan faaliyetinde, keşif kolu hiç kuşkusuz bugünkü Türk
proletaryasının yardımı ile, Kürt proletaryası (Kürdistan işçi sınıfı) olacaktır.
Kürt işçileri bütün bir ezilen ulus adına girişeceği sömürge sosyal kurtuluş
savaşında büsbütün dayanıksız kalmamak ve devrimde proletarya
egemenliğini korumak için şu klasik Bolşevik yöntemleriyle hareket
edecektir.
a) Stratejice: Kürt proletaryası orta sınıflan, yani küçük-burjuvazisi+ Kürt
aydınlan davasına bağlayarak, başta ameliyelerin özel örgütü gelmek üzere
tüm miriyvolan, bu sayede de bütün Kürt köylülüğünü kendine çekecek ve
hep birden Kürdistan işçileriyle köylülerinin demokratik diktatörlüğüne
götürecektir.
b) Taktikçe: Kürt proletaryası, Türk proletaryasının kardeş yarcjımıyla ve
keskin Bolşevik sınıf mücadelesi yöntemiyle harekete geçecek, Kürdistan'da
başlayan demokratik burjuva devrimine proleter
^damgasını vuracak, sömürge kurtuluşunu sosyal kurtuluşa ve sosyalizme
doğru asgari programdan başlayarak geliştirecektir.
2- örgüt: Bu işleri yapacak Kürt proletaryasının bir genelkurmayı
oluşturulmalıdır: Kürdistan Komünist Partisi. Fakat böyle bir örgütün
kurulması için deyim yerindeyse, ağabeylik görevi Türkiye Komünist
Partisi'ne düşer. Türkiye Komünist Partisi, uzun siyasal deneyimlerini,
Kürdis-tan'ın içinde yaşadığı koşullara uyarlayarak bu görevi yapabilir.
Partimize bu bakımdan düşen iki önemli yetiştirici ve hazırlayıcı rol vardır: a)
Ideoloji rolü, b) Örgüt rolü.
a) ideoloji rolü: Savaş içinde yetişecek kardeş Kürt partisine, Türkiye
Komünist Partisi Marksizm-Leninizmi silah olarak vermelidir ki, bu silah Kürt
proletaryasını olduğu gibi, onun aracılığıyla Kürt orta sınıflarını ve
köylülüğünü de harekette ağa+burjuva+küçük-burjuva ideolojisinin zararlı
etkilerinden tamamen korusun. Kürt işçisini yabancı sınıfların ideolojik etkisi
altında bırakacak yerde, diğer sınıflan kendi ideoloji ve örgüt egemenliğine
candan inandırsın. Örneğin ayaklanma komünizmce bir sanattır. Bu sanatın
işçisi bütün işçiliklerin yaratıcısı ve nedeni olan işçi sınıfının biricik idealizmi,
komünizm, Leninci Marksizmdir. Bolşevizmde ayaklanmayla oynanmaz.
Ayaklanma bir Puçizm, üç beş yüz kişinin işi değildir. "Halkın geniş kitleleri
içinde bir tepki fışkırtan" (Lenin) ayaklanmadır. Hiç kuşku yok ki, Kürdistan
halkı böyle bir ayaklanmanın sanatçılarına muhtaçtır. Bu sanatçıları
yetiştirmek, bu sanatı en yüksek ve en göz kamaştırıcı şekliyle gerçekten
uygulamak için koşul, keşif kolunu, örgütlerini burjuvaziyle ve hele burada
ağa ve küçük-burjuva ideolojisinden kesin sınırlarla ayıracak ve her türlü
maceracı "devrimcilik"lere kapılmaktan alakoyacak olan Marksizmi, en büyük
devrim biüjnini özümlemek, benimsemektir.
b) Örgüt rolü: Kürdistan'da merkez komitesinden hücrelerine kadar bütün
unsurlarıyla tam bir Bolşevik parti yaratmakta Türkiye işçi sınıfının keşif
koluna önemli zorunluluklar gelir dayanır. Herhangi bir siyasal akım içinde
taktik bakımından yönelişlerde aldanmamak, harekette kütlelerin yanlış
sürüklenişlerine meydan bırakmamak ve hattâ kapılmamak için, bağımsız
Kürdistan Komünist Partisi'ne doğru gelişmek idealdir. Böyle bir örgüt
partimizin gizli faaliyet deneyimlerinden çok yararlanabilir. Bununla birlikte,
partimiz özde kardeş olmakla birlikte, önce ana örgütü, sonra ağabey örgüt
olduğuna göre, Kürdistan'ın yeni yerel ve özel koşullarına göre büsbütün özel
savaş şekil ve sloganları bulmakta, özellikle ilk zamanlarda bütün gücü ve
olanaklarıyla uğraşmalıdır. Nereden başlamalı? Bugünkü Kürdistan'da,
herhangi bir komünist düşünüşü ve örgütü yaratmak için bölgenin
özelliklerine bakınca iki noktadan iye girişmek zorunluluğu vardır: v- Kadro
yetiştirmek, 2-Partizanlar hareketi.
Bunlardan birincisi partimizin emekleme döneminde iyi işlenmiş ve bugün
belirli yönlerde yetecek kadar ıseyvalarını ve derslerini verfftiş de-rjcyimler
hazinesinden bol bol beslenebilir. İkincisi, özellikle Kürdistan'm
özel durumuyla sıkı sıkıya bağlıdır. Bu alandaki deneyimler hazinesini
partimizin tarihçesinde bol bol bulmanın olanağı yoktur. Fakat partimiz biricik
dünya partimizdir. Komintern'in uluslararası deneyimleri o kadar zengindir
ki, yeni savaş ideoloji ve örgütü hazine değil, deryalar kadar geniş ve
bereketli bir kaynak olabilir.
Bu iki ana halka için birçok sıçrama, yapay köyrü ya da.mancınık yapılabilir.
Zemin, geçen açıklamalarımızdan da az*çok anlaşılabileceği gibi, uygundur.
Bununla birlikte, biz yine Lenin ustamızın "doğal ulaşım" mı son bir kez daha
hatırlamış olalım. Köylülük için genellikle koyduğumuz doğal ulaşım yollan
aynen Kürdistan köylülüğünün özelinde de ihmal edilmedikçe, mutlaka
ürünlerini verecek ve hedefe ulaşacaktır. Bu doğal ulaşım yollan sırasmda,
örneğin daha ilk düşünüşte akla gelenler şunlardır: Kürt aydınlannın halka
yakın zümrelerini, türlü kurum ve noktalarda aydınlatmak ve yetiştirmek,
onlardaki yüzyıllık-ürkekliği devrimci çelikleme yöntemiyle silmek, büyük
şehirlerde Kürdistan halkından sık sık rastlanılan Kürt proleter, müstahdem
ve hattâ küçük-burjuvalan içinde tutkunca ve özel olarak çalışmak.
Türkiye'nin Batı illerinde bile, bazı şehirlerde Kürdistan halkından toplanmış
olanlann bir erdemi vardır: Bü toplananlar eğer halktan kişilerse, genellikle
babahan psikolojisinin, bu zümreye karşı şehirlerde beslenen duygularla da
kışkırtılması yüzünden, hepsi de bir tür komünite, topluluk halinde kollektif
yaşarlar. Özel Kürt mahalleleri, Kürt sokakları vardır. Çoğunluğu proleter
ailelerden oluşan bu semtler, denilebilir ki, Türkiye Komünist Partisi'nin özel
işi için, Türk ve Kürt proletaryalarının sıkı el birliği için Türkiye ve Kürdistan
halk kitlelerinin ortak hareketi için başlangıçta işlenecek bitmez tükenmez
birer maden daman değil midir?
***
Bu konuya Marx'ın sözüyle başlamıştık. Son sözü yine Lenin'e
bırakalım:J'Sömürgelerle Avrupa küçük uluslarının kalkışması olmaksızın
sosyal devrimin olanaklı olduğunu düşünmek, bütün boş inanları ile
küçük-burjuvazinin devrimci infilakı olmaksızın bilinçsiz proleter ve yarı
proleter kitlelerinin soylular, papazlar ve istibdat aleyhinde ve ulusal
boyunduruğa karşı hareketi olmaksızın, sosyal devrimi düşünmek, sosyal
devrimden vazgeçmek, yüzgeri etme anlamına gelir. 'Saf, temiz bir sosyal
devrim bekleyen boşuna bekler. Öyle bir devrim lâfta kalan bir devrimdir, ki
gerçek devrimde değildir."*
4- Lenin: Marksizmin Bir Karikatürü.
[1] L. Ferit: "Karadeniz Halkı", Cumhuriyet, 17.1.1933.
[2] Son Posta, 23.9.1932.

Benzer belgeler