IF I EVER DIE

Transkript

IF I EVER DIE
IF I EVER DIE
Merhaba,
Bu ayki kapağımızın neden karartılmış olduğunu
açıklayarak başlayalım. Bildiğiniz veya şimdi öğreneceğiniz üzere internet ve müzik dünyasının
en büyük web siteleri arasında yer alan MySpace
ve Last.Fm’e ülkemizden erişim bu ay durduruldu. MÜYAP adlı derneğin girişimleri neticesinde
gerçekleşen bu sansüre tepkimizi sessiz bir şekilde dile getirmeyi uygun gördük.
Bu ay normalden daha erken yayına girdik. Bu yazıyı henüz Ekim ayı başlamadan okuyor olabilirsiniz. Tamamen benden kaynaklanan nedenlerle
bu ay yayını bir kaç gün öne aldık. Tabii bunun,
yazarlar tarafından normal zamanlamamıza göre
planlanmış yazıların bazılarının yetişmemesi gibi
bir sakıncası var. Bu ayki konu sayımızın az olmasının nedeni de bu. Gelecek ay bu durumu telafi edeceğiz.
Bu ay Baha’nın görkemli Progresif Rock yazı dizisinin son bölümünü yayınlıyoruz. Geçen iki
sayı boyunca bu yazı dizisine gösterdiğiniz ilgi,
Baha’nın ve derginin diğer üyeleri olarak bizim
bu kadar uğraşı boşa vermediğimizi bir kez daha
gösterdi. Teşekkürler.
Eylül ayında benim için oldukça önemli iki grubun
yeni albümlerini dinleme imkanı buldum. Henüz
yayınlanmamış olsalar da alışıldığı üzere internete çoktan yayılan yeni Immortal ve Nile albümleri
oldukça sıkı işler olarak göze çarpıyorlar. Özellikle Black Metal efsanesi Immortal’ın yeniden toparlandıktan sonra kaydettiği ilk albüm olan “All
Shall Fall”, grubun ve tarzın takipçileri için oldukça doyurucu bir çalışma. Amerikalı Death Metal üstatları Nile da yeni albümlerinde çıtayı yükseltmişler. Önceki Nile albümlerine göre daha
akılda kalıcı ve dinlenmesi kolay bir yapıya sahip yeni Nile albümü “Those Whom The Gods Detest”. Karl Sanders ve çetesine şapka çıkarıyorum.
Ekim ayında, Ankara’da her sene organize edilen
ve artık vazgeçilmez bir gelenek halini alan Rock
Station Festivali’nin 12.si yapılacak.
Alman Heavy Metali’nin önemli isimlerinden
Doro’nun headliner olarak yer alacağı festivalin,
dergi olarak destekçileri arasındayız.
Gelecek ay görüşmek üzere, sansürsüz günler dilerim.
John Voxville
:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
JOHN VOXVILLE
:: YAZARLAR ::
EMRE DEDEKARGINOĞLU, BAHA ÖZER, AYŞE NUR
BEGÜM ÜRÜGEN, CAN ÇAKIR, DOĞU KAAN ERASLAN, DURSUN ÇİFTKROSOĞLU
GÜVENÇ ŞAHİN, MELİS BALCILAR, MELİS SARILAR
:: İLETİŞİM ::
E-Mail: [email protected] | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
CAN ÇAKIR
Ben kendi arkadaş grubumu çok severim (ulan sevmesek niye
arkadaş olalım tabii o da var). Ancak özellikle arkadaş grubum
arasında birkaç kişiyizdir ki, ne zaman sevdiğimiz yeni birşeyler olsun, veya eskiden beridir çok sevdiğimiz ama tekrar aklımıza gelen birşey olsun, mutlaka birbirimizden haberdar eder
ve zorla da olsa bir şans vermesini sağlarız. Bu birkaç iyi adamın sayesinde son 1 yılım Mike Patton’dan geçilmez oldu sevgili okurlar. Hatta öyle ki, kafalarımız karpuz güzeli seviyesine ulaştığı dakikadan itibaren “Bir gün yine gidiyoruz; ben,
Mike Patton, Sedat Peker, Kerem” geyikleri kaçınılmaz. Lakin bundan şikayetçi miyiz? Elbette hayır. Modern sert müziğin Amadeus’u olarak nitelendirebileceğimiz (Fripp? diyeceklere cevabımız Bach olacaktır), el atabileceği her türlü müziğe el atmış bu sapık herifin bir işini sevmeseniz, ötekini mutlaka seversiniz. Hepiniz.
Patton’la çok sıkı fıkı olmayan okurlarımızın olması kuvvetle
muhtemeldir. Dolayısıyla aynı okurlar “ulan geçen sayı da kapaktaydı bu adam, şimdi niye yazısı var?” diye sitemde de bulunabilirler içlerinden (pek tabii dışlarından da). Cevabı vereyim: sorumlusu tamamen benim. Geçen ay halletmem gereken
bazı kişisel meselelerimden dolayı kapakta arz-ı endam etmiş
şahsın diğer çalışmalarının irdelenmesi bu sayıya kaldı. Yalnız
şimdiden uyarayım; irdeleme derken sakın Mike Patton’ın yer
aldığı tüm albümlerin, imza attığı herşeyin detaylı bir kurcalamasını beklemeyin benden. Öyle birşeyi tam anlamıyla kotarabilecek kapasitede olsam zaten kitap yazarım. Bu uyarıyı
da verdiğimize göre, artık lafa bir yerden başlamanın vaktidir.
Derginin bir önceki sayısında yer alan konser ve albüm kritiğinden ötürü, Mike Patton’ın dehasının keşfedilmesine önayak olan, bunun yanısıra neredeyse kendi başına bir tarz yaratabilecek özgünlüğe sahip FAITH NO MORE’a bu yazıda çok
geniş bir yer ayırmayacağım. Ancak Mike Patton ve Faith No
More’un yollarının kesişmesinin hikayesini anlatmadan geçmeyeyim. Patton, lise yıllarında kurduğu grubu Mr. Bungle ile kaydettiği death metal demosunu 1987 yılında bir konser sonrası
ona ot soran Faith No More gitaristi Jim Martin’e vererek kendisi için küçük, müzik dünyası için büyük bir adım atar. 1989 yılında Humble State Üniversitesi’nde okumakta olan Patton’a
bir telefon gelir, grup içi çatışmaların ve kavgaların sonucu olarak FNM’in o zamanki solisti Chuck Mosley kovulmuştur ve yerine kendisi çağrılmaktadır. Anında okulu bırakan (bari dondursaydın bişey etseydin a be evladım) Patton, müzikleri tamamen hazır konumda olan “The Real Thing” albümünün sözlerini 2 haftada yazıp bitirir. Büyük bir satış patlamasıyla Faith
No More’a sınıf atlatan albümden sonra Mike Patton sonradan
katıldığı grubun imparatoru oluverir. Sırasıyla 1992, 1995 ve
1997’de çıkan “Angel Dust”, “King For A Day… Fool For A Lifetime” ve “Album Of The Year” albümlerinde Patton’ın etkisi
herkesinkinden fazladır. Ve onun bu albümler üzerindeki etkisidir, 1998’de dağıldıktan sonra 2009’da tekrar toplandıklarında
Download Festival ayarındaki dev organizasyonlara direk headliner olarak dalmalarına olanak veren.
Lakin ilgili okuyucunun gözünden yukarıdaki paragraftaki bir
grup ismi kaçmamış olmalı. Elbette ki Mike Patton’ın yaratıcılığını hiçbir hududu olmadan sergileyebildiği, deneysel müziğin mihenk taşlarından biri olan MR. BUNGLE’dan bahsediyorum. Grubun ilk demo kaydı 1986’nın Paskalya’sında kay-
dedilmiş, death metal soundu ağırlıkta olmasına rağmen içinde saksofon
ve kazu gibi bu tür albümlerde pek sık
(hiç) kullanılmayan enstrümanlar bulunduran “The Raging Wrath of the Easter
Bunny” idi. Patton’ın sonradan Faith No
More ile kazandığı ün sayesinde 1991’de
Warner Bros. ile anlaşıp ilk resmi uzunçalarını kaydedene kadar sürekli müzikal olarak gelişme gösteren, deneyselliğin afedersiniz bokunu çıkaran ve “Bowel
of Chiley”, “Goddammit! I Love America” ve “OU818” isimli üç demo kaydeden topluluk, kendi adını taşıyan ilk albümünü 1991’de çıkarır. Patton’ın sonradan sık sık beraber çalışacağı saksafoncu/prodüktör John Zorn’un prodüktörlüğünü yaptığı albümde funk soundu ağırlıklıdır. Albümün basları groovy’likten ölmekte, Patton da vokal yetenekleriyle
çekiç, örs ve üzengi kemiklerimize kolbastı oynatmaktadır. Grup elemanlarının
öbür projelerinin bolca vakit alması sebebiyle ikinci albüm “Disco Volante”’nin
çıkışı 1995’i bulur. Arap melodilerinin bir
techno beat’iyle yer aldığı ‘Desert Search For Techno Allah’’tan tutun da tam
bir müzikal girdap olan (tam ama) ‘Ma
Meeshka Mow Skowz’’a kadar, “Disco Volante” hakikaten deneyselliğin, avantgarde’ın tepe noktasıdır. Yine bir 4 yıllık aradan sonra çıkan “California” ise
Mr. Bungle’ın en “dinlenebilir” albümüdür. Albüme dair ilginç bir unsur ise, bu
albümün turnesinde 11 büyük festivalde
kendine yer bulabilen Mr. Bungle’ın, Red
Hot Chili Peppers frontmani Anthony Kiedis ve Mike Patton arasında “The Real
Thing”’in ‘Epic’ isimli single’ına dayanan kavganın sonucunda Kiedis’in kindarlığı yüzünden 3 festivalden şutlanmasıdır.
Patton’ın cevabı gecikmez elbette, 1999
Cadılar Bayramı’nda sahneye RHCP kılığında çıkar, grubun bazı hitlerini çok kötü
bir şekilde coverlayıp sahne hareketlerini alaya alan davranışlarda bulunur. Kiedis bunun karşılığında Mr. Bungle’ı 2000
yılında Avustralya’da düzenlenen Big Day
Out festivalinden çıkarttırır. Bu kavganın
bitiminden 4 yıl sonra Mike Patton verdiği bir röportajda Mr. Bungle’ın bittiğini açıklar. Bizler ise hala daha hazretlerinin gitarist Trey Spruance’ı affedip şu
grubu bir araya getirmesi ümitleriyle devam ediyoruz yolumuza.
Faith No More ve Mr. Bungle’dan sonra
üstadın en mühim projesi Melvins gitaristi Buzz Osborne, Mr. Bungle basçısı Trevor
Dunn ve Slayer davulcusu Dave Lombardo
ile bir araya gelip, kaba tabirle “gürültü” yaptığı FANTÔMAS. 1999’da çıkan ilk
albüm “Amenaza Al Mundo”, İtalyan çizgi romanı Diabolik üzerine kurulan, şarkı isimlerinin ‘Page 1’, ‘Page 2’ şeklinde ilerlediği, Patton’ın elektronik etkilerinin bol bol distortion ve Dave Lombardo numaralarıyla birleştiği, hakikaten herkesin kafasının kaldıramayacağı bir albüm. Mesela ben denedim, hakikaten olmuyor. Ancak ondan sonra çıkan, film ve dizi jeneriklerinin coverlandığı 2001 tarihli “The Director’s Cut”’ta
Lombardo’nun şov yaptığı bir ‘The Godfather’ yorumu vardır ki, onu dinledikten
sonra Slash’in yorumunun suratına bakan
hayatının sonuna kadar taytla dolaşsın
diyebilirim bir tek. Bir sene sonra öbür
Melvins elemanlarını da işin içine katarak
THE FANTÔMAS MELVINS BIG BAND adı
altında “Millennium Monsterwork 2000”
isimli, canlı kaydedilmiş bir albüm çıkardılar. Bir normal müzik, bir Fantômas gürültüsü şeklinde ilerleyen albümden 2 yıl
sonra, 2004’te 1 saat 14 dakikalık tek bir
şarkıdan oluşan (ayıptır) “Delirium Cordia” ve onunla beraber kaydedilmiş olmasına rağmen araya bir yıl koyup piyasaya sürülen “Suspended Animation”,
yine yaratıcılık dolu ve bol bol gürültü
içeren albümler olmalarına rağmen “The
Director’s Cut” kadar ses getirememişlerdir. Elinde yeni bir Fantômas albümü
için malzeme olduğu bilinen Mike Patton,
albümün 2009 civarında çıkacağını söylemiş olmasına rağmen henüz kaydetmeye
bile başlamamış durumda. Ne diyelim,
her işini beklediğimiz gibi bunu da heyecanla bekliyoruz, yalnız ben bunu diğerlerine kıyasla daha az heyecanla bekliyorum, onu da ekleyeyim.
Bir diskografiye sahip olan dördüncü Mike
Patton projesi ise 2001’de ilk meyvesini veren TOMAHAWK. Her ne kadar Faith No More kadar sağlam bir altyapıya
sahip olmasa ve onun kadar sert olmasa da, nispeten benzer bir proje diyebiliriz. En azından Patton’ın kalabildiği kadar belirli kurallar içinde kaldığı nadir işlerinden biri. 2001’de kendi adını taşıyan
ilk albüm, 2003’te “Mit Gas” ve 2007’de
“Anonymous”’u çıkaran Tomahawk’ta
açıkçası detaylıca bahsetmeyi gerektiren çok fazla bir özellik yok. Sadece şöyle bir durum var ki, “Mit Gas”’in turnesinde “Geek Tour” isimli bir olaya katılıyor Tomahawk. Bu turnede Mike Patton
hem Tomahawk, hem Fantômas, hem de
The Fantômas Melvins Big Band adı altın-
da konserlere çıkıyor. Sonra da buradaki sahne
enerjisine şaşırırız, kimbilir bu üçünü aynı gün
görsek ne hale gelirdik. Vallahi düşüncesi bile
insanın tüylerini tiken tiken ediyor (olumlu anlamda elbette).
Sıradaki paragrafta yukarıda bahsi geçen dört
grup dışındaki, yer yer tek atımlık diyebileceğimiz projelerden bahsedeceğim. Fikrimce en
iyisi, ama hakikaten müzik tarihine geçebilecek kadar başarılı şarkılara sahip olan pop projesi PEEPING TOM. Şu ana dek sadece 2006’da
kendi ismini taşıyan bir albüm yayınlamış olan
Peeping Tom’un bu albümünün her şarkısında
Patton farklı biriyle çalışmış. Sırf bu liste bile
“abauv” demenize yetecek de artacaktır: Odd
Nosdam, Rahzel, Dan the Automator, Amon Tobin, Kool Keith, Jel, Massive Attack, Babel Gilberto, Kid Koala, Doseone, Norah Jones, Dub
Trio. “Ulan Norah Jones, nasıl yani?” diye düşünenler sakın kaçırmasın onun katkıda bulunduğu şarkıyı. Hayatımda böyle seksi bir kadın
vokali duymadım, yemin ediyorum. 2001’de
esasında Dan the Automator’ın projesi olan,
Patton’ın da Jennifer Charles ile beraber vokalleri üstlendiği trip-hop oluşumu LOVAGE da
tarzın meraklıları için bir farz. Mikrofonun arkasındaki ikilinin, albümün genel atmosferiyle
beraber oluşturdukları cinsel ambians gerçekten tahrik edici. Tam benim “herhalde adam
klasik müziğe de el atmamıştır canım” dediğim
zamanlarda karşıma çıkan KAADA/PATTON albümü “Romances” beni ters köşeye yatırdı.
Mahler, Chopin, Brahms ve Liszt gibi türler üstü
bestekârların etkisinde ve soundtrack’lerin
katkısıyla yaptıkları bu avant-garde albüm, nasıl desem, hakikaten de bir tuhaf. Elektronik
efektler ve kontrbas ağırlıklı bir çalışma diyeyim, artık siz hayal edin. Hayal etmeyin, dinleyin. Eğer dinleme kapasiteniz genişse, “noise” diye tabir edilen müziğe de aşinasanız
Patton’ın Japon meslektaşı Masami Akita ile beraber oluşturduğu MALDOROR’un “She” isimli tek albümünü dinleyin, üstüne bir de 2006’da
çıkardıkları canlı DVD’yi izleyin. Ondan sonra bir daha sormazsınız zaten, adam niye üst
üste iki sayıda bir dergide kendine yer buluyor
diye. Yelpazenizi iyice genişletmek isterseniz
deneysel rock ve turntable temelli hip-hop’ın
kozlarını paylaştığı GENERAL PATTON VS. THE
X-ECUTIONERS’a kulak kabartın. Bu tek kurşunluk projelerin bizim için bambaşka bir yeri
olanını ise en sona sakladım. Abuk subuk teknik death metalin en genç ve geleceği kesinlikle en parlak temsilcilerinden, mathcore grubu
THE DILLINGER ESCAPE PLAN’in 2002 tarihli
“Irony Is A Dead Scene” EP’sine sesinin en sert
özellikleriyle ve perküsyonlarıyla destek veren Mike Patton, bu hareketiyle extreme metal dinleyicisi gençlere en hasından bir selam
çakmıştır. Faith No More’un İstanbul konserinden sonra/önce, herhangi bir şekilde adamı yakalayabilsek fotoğraf ve imzadan sonra ilk isteğimiz olacaktı, Dillinger Escape Plan ile bir EP
daha yapsan be abi, hatta albüm yapsan be abi?
Olmaz mı?..
Müzikal olarak son noktayı koyacak olursak,
Mike Patton’ın solo albümleri (diğerlerinin hangisi solo değilse) “Adult Themes For Voice” ve
“Pranzo Oltranzista”’dan da bahsetmeden etmeyelim. Gerçi bu albümler hakikaten benim anlatımımın ötesinde garip garip çalışmalar, merak ediyorsanız gerçekten edinin ve dinleyin. Ama bana bir daha dinletmeye kalkmayın. Patton bunun yanısıra A Perfect Place ve
Crank: High Voltage filmlerinin soundtrack’ini
üstlenmiş, The Darkness, Portal, Left 4 Dead
ve Bionic Commando oyunlarında da seslendirme yapmıştır. Kendisinin gündemdeki projeleri, Faith No More turnesinden sonra elbette, kankası Dan the Automator ile yine tuhaf
şekillerde icra edecekleri kesin olan bir R&B/
hip-hop projesi olan CRUDO, Şubat 2010’da yayınlanması beklenen yeni MASSIVE ATTACK albümü “Weather Underground”’a vokal katkısı
ve 2010’da resmi olarak gün yüzü görmesi beklenen, bir orkestrayla canlı icra ettiği, 50’ler
ve 60’lar İtalyan pop şarkılarını söylediği MONDO CANE. Daha ne duruyorsunuz, gidin dinleyin, boşuna mı grup isimlerini bold’la yazdık!!
MELİS SARILAR
Ortaçgil Melodileriyle
“Dört Takıntılı” Bir Deneme
BÜLENT ORTAÇGİL:
4 EVRE 4 MEVSİM
Şarkılar düşünün içinde insanlığın tüm halini yaşayabileceğiniz. Melodisi, sözleri akılda kalan. Hem
alışılagelmiş hem şaşırtan. Şarkılarının hepsi kendisi gibi.. Bülent Ortaçgil deyince aklıma gelen sıradan bir adam. Kalabalığın içinde bir gözlemci…
Hergün bir tezgah kuruyor sanki sokağa ve hikayeleri topluyor. Muzip diliyle hikayeleri melodiye ve
satırlara döküyor. Sonra bizlere bir sakinliğin içinde değişik ruh halleri tattırıyor. İnsana huzur veriyor sesi ve melodileri… İronileri, eleştirdikleri bile
tatlı bir melodiyle giriyor kulağımıza. En çok da
soru soruyor. İnsanlar aylar boyunca soru sormazken, o bir çocuk saflığında soruya boğuyor şarkılarını… Şarkıların bir oyun olduğunu anlıyoruz onun
elinde… Geçmişimizi geleceğimizi ve bugünümüzü
gözlerimizin önüne serebilecek bir oyun…
Kış : Henüz bir çocuk
“yüzünü dökme küçük kız
bırak üzülmeyi
yalnız sen misin bir düşün
unutan sevilmeyi”
“Karın yağışını izliyordum. Toprağı kaplıyordu azar
azar taneler, birazdan tüm taban pamuk şekeri dolacaktı ve biz onun içinde yüzecektik. Birbirimize pamuk şeker atacaktık. Kahkahalarımız kartoplarında boğulacaktı. Bazen yüzümüze gelecekti
obur, şişkin kartopları, ağlayacaktık. Annemiz bir
telaş bizi eve alacaktı. Donmuş ellerimizi ısıtacak,
yüzümüze merhem sürecekti. Kış hep sıcacık olacaktı, kartopları ellerimizi kızartacaktı. Ama şimdi her şey değişik… Toprak pamuk şekeriyle örtülü
değil, pamuk şekeri de yağmıyor artık.
4
4… özelliği olan bir sayıya benzemez. Ama benim
için önem teşkil eder.(belki başkaları için de ) 4
sayısının kendi hayatımdaki öneminden bahsetsem bütün sayfayı doldurur. Kağıt olsa ani bir sinirle yırtması kolay olur bu sayfayı fakat, bir sonraki sayfaya geçmek için bekleyişiniz ya da birkaç
saniyelik cinnetiniz olabilirim. O yüzden bunlardan
bahsetmeyeceğim. 4… Tüm sayılar gibi ilginç. Günün dört evresi, dört element, dört mevsim, vs…
Peki neden 4 sayısı? Çünkü Bülent Ortaçgil’in sesi,
notaları, sözleri bana hep 4’ü hatırlatır. Dört evreden geçerim şarkılarında, dört ruh hali dolaşır
bedenimde, dört mevsimi yaşarım. Sabaha, öğlene, akşama geceye dair söylenecek sözleri vardır
mutlaka… 4 sorusuna yanıt ararım bazen : Olmalı
mı olmamalı mı? Görmeli mi, görmemeli mi? Sevmeli mi sevmemeli mi? Bilmeli mi bilmemeli mi?
Bülent Ortaçgil’in biyografisi yerine onun dört şarkısından esinlenerek içinde dört mevsim ve dört
kadını barındıran bir deneme yazdım bu yüzden.
Çünkü sıradan bir biyografi ve tasvirle Ortaçgil’in
hissettirdiklerini anlatmak hoş olmazdı.
Şimdi bir Bülent Ortaçgil cd’si koyun cd
player’ınıza… “ Benimle Oynar mısın?” güzel olabilir mesela…
Dondurucu bir kar bu, yalancı pamuk şekeri… Tatlı
değil, çürümüş tadı. Güldürmüyor, ısıtmıyor beni!
Sadece üşütüyor! Annem nedense gelmiyor! Herkes çığlık çığlığa bağırıyor. Heyecandan değil, korkudan… Obur, şişkin kartopları yerine, obur, şişkin
mermiler geliyor artık üzerimize… Kar yağmasın istiyorum artık. Soğuktan…”
Yaz: Henüz genç bir kadın
“şık latife de kişinin teki
senin gibi, benim gibi
ancak şık latife değişik biri.
sabahları genellikle geç kalkar
portakal suyu içer
ekmek yememesini öğütlemişler
şişmanlarmış...”
“Günaaydıın! Bu ne sıcak ayol, bunaldım! Dön, dön
uyuyamadım. Sıcaktandır sıcaktan… Nünü’ye bir
telefon edeyim bari, kahvaltıya gidelim. Dün olanları da anlatırım. Belki alışveriş yaparız sonra. Akşam dışarı çıkacağım, yeni bir elbise lazım değil mi
ama? Eh hayırlısıyla inşallah bu bey olur da yüzüğü takarım artık parmağıma, ha hay! Ya olmazsa?
Yine… Olmaz olur mu canım diğerleri akılsızdı! Benim gibi güzel kadın var mı ayol? Alımlıyım, güze-
lim, şıkım, bakımlıyım. Aynaya bakınca şimdi boş
yüzüm ama makyajla dolar, güzelleşirim. Bir kahkaha atarım ki tüm salon şenlenir. Aranan bir kadınım ben, kahkahaları kulak çınlatan, ağlaması bir
o kadar sessiz. Güzelliğiyle göz kamaştıran, uyurken de renksiz… Her daim kalabalık başı, ama her
salise yalnız… Renkler siliniverince, yalnız... Uyurken…”
Sonbahar : Henüz bir kadın ama yüzünde çizgiler
var
“aynı anda başka insanlara, seni seviyorum demişizdir.
mutlak güven duygusuyla, başımızı başka omuzlara dayamışızdır olamaz mı?
olabilir.
onca yıl sen burada
onca yıl ben burada
yollarımız hiç kesişmemiş
şu eylül akşamı dışında”
“Hayat derdi işte. Sabah uyanır işe gelirsin, işten
çıkar eve gidersin. Bir fincan kahve ulaşılmaz olmuştur artık, yoluna çıkarsa sevinirsin.hele Ayaklarını uzatmak, tüm günün yorgunluğunu atmak
akşamları, dünya turuna bile değer. Pazar günleri haftanın en güzel günüdür. Pazar kahvaltısını hele hiçbir şeye değişmem. İşte bugün de bir
Pazar günü, deniz kenarında kahvaltı keyfi yapıyorum. İçim kıpır kıpır, karşımda “o” var. Sohbet
ediyoruz. Daha bugün tanıştık hem de! İkinci baharımı mı yaşıyorum nedir? Gençliğime döndüm
birden. Konuştukça ne kadar kurumuş çiçek varsa içimde, bir bir açıyor! Sormak istiyorum nerdeydin diye… Sorsam ne der acaba, deli der herhalde. Hop! Zaten daha yeni tanıştım. Ama ne büyük heyecan bu… Tüm geçmişini sığdırmasını istiyorum şu Pazar gününe. Acaba daha önceden karşılaştık mı? Yoksa onun kahve bardağından mı içiyorum bu kahveyi? Zaman geçmiştir üzerinden, yıkanmıştır ama onun dudaklarının dokusu sinmiştir
bir yerlere. Kahveden…”
Bahar: Henüz bir ihtiyar:
“zaman düşer ellerimden yere
oradan tahtaboşa
saatler çalışır izinsiz hep bir sonraya”
“Havalar da ne güzel oldu öyle, şen şakrak! Kuşlar
yeniden geldi. Ekmek koymak lazım dışarı, yesin
zavallılar. Şu yeşilliğe bak, hayat yeniden doğmuş.
Her yerinden gençlik akıyor şu toprağın! Her ölüyle
canlanıyor mübarek! Eee toprak da beslenir, karnı acıkır. Hepimiz ona yem olmayacak mıyız? Çiçek
olacağız açacağız biz de böyle. Hey gidi koca hanım! Sen de bir zamanlar karışırdın bahara… şimdi
elinde buruşukluklar ve ölüm var. Zaman akmasın
istiyorsun şimdi. Zaman senin düşmanın oldu. Baharda tanıştığın eşini aldı geçen sene… Belki de bu
bahar sıra sen de… Ne sıkıntılar, ne mücadeler vermiştiniz oysa beraber. Gençken ne önemliydi hayat kaygısı. Hayat kaygısı da denmez ya ona neyse. Şimdi yaşadığım asıl hayat kaygısı. Bizler Don
Kişot’muşuz meğerse değirmenlere karşı savaşan!
Şimdiyle karşılaştırınca! Boş işlermiş boş, sonumuz
çiçek olmak. Ne yavaştı zaman… Gençken…
“dört yanımda dört kişi
hepside başka
hepsinin elleri
benim üstümde
hepside derki
“sen, sen değilsin”
“biz olmasak ne yaparsın?”
dört yanımda dört kişinin dört yanında
aman dizilmişiz petek şeklinde
suyun en üstündeki damla gibi
ayağımızda bin kilo
uzadıkça uzamakta dört kişili düşüm
içimdeki sancım büyümekte
aynı eve tıkılmışız tepeleme
herkesin ağzında ayrı bir şarkı
neden bilinmez kim yapmış
kulaklarım yok olmuş
uzadıkça uzamakta dört kişili düşüm
içimdeki sancım büyümekte
bir şeyler çoğaldıkça bir şey eksiliyor
özgürlüğüm artık onlarla beraber
etime yapışan ah o eller
hep isterler, istiyorlar”
KAÇIRILMAMASI GEREKEN FİLMLER
Bu sene 11.si düzenlenen İstanbul Bienali(çağdaş sanat
eserlerinin sunumuna vesile olan etkinlik), temasını Alman yazar Bertolt Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera” sından alıyor: “İnsan Neyle Yaşar?”.
Bunun üzerine ben de kendi kendime neyle, daha doğrusu nelerle yaşadığımı ve hayatta kalmama vesile olan
şeyleri düşündüm: Müzik, aşk, arkadaşlar, hayaller, havyanlar, heyecanlar, kelimeler, kitaplar, yazılar, yalnızlıklar, şiirler, şaraplar, konserler, kıyafetler, fotoğraflar,
renkler, çikolatalar ve çıkarımlar derken tabiî ki o unutulmaz filmler ve hikayeler düştü aklıma. Bir kitap okur
gibi, bir rüyaya yatmış gibi ve bir masalın içindeymiş
gibi izlediğim; kendimi bulduğum, kendimden kaçtığım,
kendimle yüzleştiğim, çok fazla sevdiğim, bağlandığım,
etkilendiğim ve bence herkesin izlemesi gerektiğini düşündüğüm filmler… İzleyip görmesi sizden, önerip kabaca yorumlaması benden… Çok daha fazla detaya girmek
isterdim her filmle ilgili, yazacak çok şey var, ama kısa
özetler geçiyorum ki hepsini okuyabilin.
İşte 1. Listem:
1- The Fall (Düşüş)
(2006) Yönetmen&Senarist: Tarzem Singh
2000 yılında çekilen, sıradan bir polisiye filmi gibi
görünmesine rağmen dahice kurgulanmış rüya sahneleriyle akıllarda kalan
“The Cell” filminin yönetmeni Tarzem, bu kez daha
da egzantirik ve mistik bir
hikayeyle kendini ispatlıyor gerçek sinemaseverlere. Daha ilk filminde sakatlanmış bir dublör olan Roy
Walker(Lee Pace) ve yattığı aynı hastanede bulunan,
kolu kırık küçük kız Alexandria arasında aktarılan
hikaye, bu masalımsı filmin ana temasını oluşturuyor.
Yattığı yerden kalkamayan kalbi kırık aşkzede Roy, acılarına son vereceğini düşündüğü ölümcül ağrıkesicileri
kendisine getirmesi için küçük Alexandria’ya, kafasında yarattığı aşk ve intikam unsurlarıyla örülü, beş farklı karakterden oluşan bir hikaye anlatmaya başlıyor. Hikayeyi Roy anlatıyor ama biz her şeyi küçük kızın gözlerinden izliyoruz. Ve daha önce böylesini görmedim dedirtecek kadar ihtişamlı ve yaratıcı sahneler başlıyor…
Yönetmen Tarzem’in Salvodor Dali’nin tablolarını çağrıştıran inanılmaz güzellikte görsel öğelerle süslediği
film(filmin afişi de zaten Dali’nin “Face of Mae West”
tablosunun bir etkileşimi), başta kuzey Afrika ve Hindistan olmak üzere, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu
tam 18 farklı ülkede ve 26 farklı gerçek mekanda, prodüksyon aşamalarıyla birlikte tam 4 yılda çekilmiş. Filmi finanse eden iki tanıdık isim ise en son “The Curious Case of Benjamin Buton” ile döktüren David Fincher
ve Spike Jonze. Film boyunca karşılaşdığımız ilginç metaforlar, masumiyet ve kötülüğün içiçe geçmesi gibi soyut kavramlar muhteşem bir biçimde aktarılıyor ve filmi
tam bir görsel şölen haline getiriyor. Oyuncular ise oynamıyor, adeta yaşıyorlar filmi. “The Fall” aslında başlı başına yazı konusu olacak cinsten bir kitap adeta. Ne
yazık ki güzel ülkemizde gösterime bile girmeyen, sadece 27.İstanbul film festivalinde gösterilen bu harikulade filmi mutlaka bir yerlerden bulup izleyin, izlettirin.
Unutamayacaksınız…
2- Ben X
(2008) Yönetmen&Senarist: Nic Balthazar
Bilgisayar oyunuyla gerçek
dünyayı etkileyici bir biçimde içiçe geçiren Ben X, kimselere benzemeyen Ben’in
evde, okulda ve sosyal hayatta yaşadığı zorlukları,
hayata adapte olma sıkıntılarını zekice bir kurguyla
anlatan oldukça sarsıcı bir
film. Ben, Asperger sendromu diye bilinen; konuşmasını, davranışlarını ve düşüncelerini etkileyen bir çeşit
otizm hastalığından muzdariptir. Aslında herkesten kat be kat zeki olan Ben(Greg
Timmermans), vaktinin çoğunu geçirdiği, sanal ortamda
oynanan Role Playing Game türündeki oyun Archlord’da
en yüksek seviyelere çıkıp, aslında gerçek dünyada olmak istediği gibi bir karaktere bürünerek sanal dünyada bir kahraman olur. Gerçek hayatta kimsenin onu anlamadığını düşünen Ben, bu sanal oyunda onun şifacısı olan Scarlite adında bir kızla tanışır. Fakat gerçek
hayatta içinde bulunduğu durum, Scarlite ile yüzyüze
gelmesi fikrini zorlaştıracaktır. Oysa ki Scarlite çoktan
Ben’in gerçekliğe dahil olmuştur bile… Beni tanıyanalar bu filme ne kadar aşık olduğumu ve hikayeden, uğruna “X” isimli bir şarkı yazacak kadar çok etkilendiğimi bilirler. Özel bir filmdir benim için. Çeşitli ülkelerdeki festivallerden 6 adet ödülü olan Ben X, Hollandaca
da hızlı okunduğunda “Benninks” şeklinde çıkar. Bu da
o dilde “ben hiçbirşeyim” anlamına gelir. Film boyunca
dışlanmanın, insanların acımasızlığının ve hayatta hiçbir yere sığışamamanın verdiği hüzün, yalnızlık duygusu, acı ve öfkeyle savrulup gidiyorsunuz. Ama içinizde
gizliden ve masumca da olsa bir intikam ateşi yakıyorsunuz yine de. Oldukça başarılı kurgusuyla da içinizi titreten bu psikolojik drama, özellikle gerçek ile oyunun içiçe geçtiği görüntüleriyle iz bırakıyor ve kalbinizin üzerini binlerce X’le çizik çizik ediyor.
3- The Piano
(1993) Yönetmen&Senarist: Jane Campion
Başrol oyuncusu Holly Hunter’a 1994 yılında en iyi kadın
oyuncu, küçük kızını oynayan Anna Paquin’e yardımcı
kadın oyuncu ve yönetmene
özgün senaryo dalında Oscar
getiren film; 6 yaşından beri
konuşmayı reddeden ve kendini derin bir sessizliğe gömen tutkulu kadın karakter
Ada(Holly Hunter), onun küçük kız(Anna Paquin), mektup vesilesiyle tanışıp evlendiği kuralcı kocası(Sam Neil)
ve Harvey Keitel’ın canladırdığı kasabanın yalnız yerlisi arasında geçmektedir. 19.
yüzyılda geçen bu görkemli aşk hikayesinde; piyanosuna, kendini ona bağlayıp derin sulara atabilecek kadar
obsesif derecede bağlı Ada’nın hikayesini izlerken tüylerinizin ürpermemesi imkansız gibi.. O dönemin kadınlar üzerinde yarattığı cinselliklerini saklamaya, düşündüklerini rahatlıkla ifade etmemelerine dayalı baskılar
ve dönemsel unsurlar filmde çok iyi bir şekilde yansıtılmış. Ada sırf piyanosunu çalabilmek için her türlü zorluğa, acıya ve baskıya katlanırken, kendini kendine bile
itiraf etmekte zorlandığı bir aşkın içerisinde buluyor.
Soluk ve karanlık bir atmosferde geçen film boyunca içinize içinize işleyen piyano partisyonları da cabası tabi..
Bir taraftan içinizi ürpertirken bir taraftan ihtirasa, romantizme, derinliğe ve deliliğe sürüklüyor film. Ayrıca
1993 Cannes ve 1994 Cesar’da da en iyi film ödülünü
alan Piyano, özellikle bünyede yarattığı gizli travma ve
dönemin kadına bakışı açısından övgüyü hak ediyor.
4- JUNO
(2006) Yönetmen: Jason Reitman
İçlerinde
Academy
ve
Bafta’nın da bulunduğu tam
49 ödüle sahip Juno; uçuk
kaçık, fazlasıyla doğal ama
bir o kadarda zekice yazılmış akıcı diyaloglarıyla yeni
dönem gençlik sinemasına farklı bir bakış açısı getiren cinsten bir film. Çünkü fazlasıyla samimi ve gerçek insan psikolojileri içeriyor. İlk bakışta dram unsurları da içeren bilindik bir hamilelik hikayesi gibi algılabilen film, izlemeye başladığınız daha ilk dakikalarda, hatta jeneriğin girmesiyle birlikte sıradışı ve absürd bir hikayeyle karışılacağınızın sinyallerini veriyor.
16 yaşındaki zeki, asla bildikleriyle yetinmeyen dobra
kız Juno, can sıkıntısı ve meraktan erkek arkadaşı Paulie Bleeker(Michael Cera) ile sevişmeye karar veriyor
ve beklenmedik bir şekilde hamile kalıyor. Fakat sonrasında yine beklenmedik bir şekilde bebeği doğurmaya
ama evlatlık vermeye karar veriyor ve henüz doğmamış
bebeği için mükemmel aile arayışına başlıyor. Juno gibi
çılgın bir karaktere can veren 22 yaşındaki oyuncu Ellen
Page, acayip doğal performansıyla harikalar yaratıyor.
Onun umursamaz tavrı izlerken size de geçiyor. Ama filmin asıl kalbi senaristi ve diyalog yazarı Diablo Cody.
Bu başarısıyla Oscarı da kucaklayan marjinal senarist,
film boyunca bazen takip etmekte zorlandığımız diyaloglardaki ince espirilerle beyin fırtınası estiriyor adeta. Filmi asıl ilginç kılan unsurlar ise, tipik aile formunun aksine; kızlarının durumunu oldukça doğal karşılayan, onu bu yolda sürekli destekleyen anne baba ve bu
durum karşısında Juno’nun takındığı alaycılı tavrın, aslında onu giderek büyümeye ve olgunlaşmaya götürme
süreci. Hollywood’un yapay güzel ve yakışıklılarla dolu,
tipik gençlik filmlerinden sıkılıpta daha karakterli şeyler izlemek isteyenler Juno’yu es geçmemeli. Ayrıca filmin sadece akustik gitar ve kuru vokalden oluşan müziklerine de bayıldığımı söylemem gerek.
5- Angel-A
(2005) Yönetmen&Senarist: Luc Besson
Leon, 5.Element ve Taxi
gibi filmlerden hatırlayacağımız, Fransız sinemasının usta yönetmeni Luc
Besson’dan modern bir
masal var karşımızda. Sürekli kaybeden, hor görülen, başarısız bir dolandırıcı olan Andre(Jamel Debbuose) ve uzun bacaklı, seksi melek Angela(Rie
Rasmussen). Çok farklı görünmelerine rağmen, aslında aynı olan iki kaybedenin öyküsü. Artık hayata
dair hiç bir umudu kalmayan Andre’nin, intihar etmek üzereyken garip bir şekilde karşına çıkıp onu bu fikirden uzaklaştıran güzel melekle olan sıradışı ilişkisi. Ama aslında kim kimi kurtarıyor onu bilemiyoruz.
İyilik ve kötülük, hayal ve gerçek, güzel ve çirkin içiçe
geçiyor filmde. Karakterler sıklıkla rol değişiyor. Kimsesiz ve sevgisiz Andre, hayatla ve kendisiyle yüzleşiyor
Angela sayesinde. Bir melek aşık oluyor ve sevildiğini
hissediyor ilk kez. Yer yer ince espiriler ve felsefik diyaloglarla hayata dair bolca mesaj da veriyor film. Paris’in
sessiz ve buğulu sokaklarında geçen bu romantik hikayede, Luc Besson kendi deyimiyle Paris şehrini de başrole oturtuyor tabii. Kollarınızı açıp uçasınız geliyor adeta şehrin o ıssız ve büyülü atmosferine. Hele ki karelere sık sık yansıyan köprüler aklınızı alıyor izlerken. Filmin siyah beyaz oluşu da ayrıca etkileyici kılıyor hikayeyi tabii. Sıradan bir melek ve insan hikayesinden çok,
birbirine tutunan iki yalnız kalbi içimize alıyoruz adeta
izlerken. Birbirine acayip zıt görüntü sergileyen Debbuose ve Rasmussen’in oyunculukları ise oldukça başarılı. Luc Besson, yönetmenliğe altı yıl ara verdikten sonra
çektiği ilk film olan Angel-A ile basit gibi görünebilen bir
hikayeyi, detaylarla can alıcı kılarak sıradan bir yönetmen olmadığını bir kez daha kanıtlıyor. Bize de bu filmi
arşive eklemek kalıyor.
MELİS BALCILAR
[email protected] :: www.melisbalcilar.com
AMERİKA’DA PROGRESSIVE ROCK
Bu müziği dinleyenler arasındaki tartışmalardan birisidir “Amerika’dan progressive rock grubu mu çıkar,” “Amerikalılar ne anlar bu müzikten,” gibi düşünceler progressive rock sohbet ortamlarının vazgeçilmez konularındandır. Bir krautrock kökenli Alman progressive rock gruplarını dinleyene sorsanız gülüp geçebilir ya da “kapatın konuyu” şeklinde bağırıp çağırabilir, ancak
Amerikalı grupları da pek yabana atmamak gerek. Ne de olsa onların Jefferson Airplane’i Grateful Dead’i The Allman Brothers Band’i var öyle
değil mi? Her ne kadar blues ile beslenen bir ülke
olsa da gerek senfonik rock gerekse de deneysel tarzlarda oldukça isim yapmış grupları mevcuttur bu ülkenin. Caz ve türevlerinin de yorumlandığı birçok topluluğu da vardır. Bir krautrock
ya da space rock tarzında Almanya kadar ya da
senfonik rock tarzında İngiltere ve İtalya kadar
yetkin olmayabilir ama en azından yeni dönem
gruplardan çok kaliteli sayılabilecek isimler de
vardır. Amerika’nın blues ile beslenmesi bu müziğin Amerika’daki gelişiminin önünü tıkamıştır.
Klasik müzik ile Avrupa kadar içli dışlı olmaması,
devamlı blues rock gruplarını çıkarmaları ve ayrıca southern rock gibi apayrı bir olayın yaratıcıları olmasından dolayı progressive müzik sadece
caz ve enstrüman bazlı virtüözite sanatçılarının
gelişimini sağlamıştır. Bir parantez daha açmak
gerekirse progressive müziğin daha sert bir şekilde icra edildiği progressive metal gibi bir tarzın gelişmesinde de Amerika oldukça olumlu bir
rol oynuyor. Post Rock, Indie Rock ve elektronika
alanlarında da çok güçlü isimleri mevcuttur bu
ülkenin; Tortoise ve Explosions In The Sky gibi…
Amerika’nın eski dönemden itibaren çıkardığı progressive rock icra eden isimlerine gelecek olursak kuşkusuz en bilinen toplulukları Kansas ve Happy The Man olmuştur. Kansas senfonik rock besteleri ile bir döneme damgasını güçlü
vururken “Song For America”, “Masque”, “Leftoverture” gibi albümler rock klasikleri arasına
girmiştir. “Carry
On Wayward Son”
ve “Dust In The
Wind” ise artık birçok dinleyicinin
ezbere bildiği şarkılardan olmuştur.
Happy The Man
ise caz dokunuşlu müzikleri Genesis ve YES tar-
zındaki müzikleriyle 70’lerin başında olmasa bile
70’lerin sonuna
doğru albüm çıkarmaya başlamış ve devamında iyi eserler vermiştir. İlk albümü “Happy The
Man”,
“Crafty
Hands” ve “Beginnings” gibi şaşırtıcı çalışmaları mevcuttur.
2004 yılında ise “The Muse Awakens” ile geri
dönmüşler ve çok güzel bir prog fusion eseri bırakmışlardır. Kansas etkili senfonik müzik yapan 1970’lerde kurulmuş bir grup da Ethos’tur.
75 yılı “Ardour” albümüyle çok iyi çıkış yakalamışlar ve senfonik tarzda Amerika’dan iyi bir örnek olmuşlardır. 1980’lerin grubu Cartoon da öyledir. Bir dönem adından söz ettirip ortadan aniden yok olmuşlardır. 81 yılı aynı adlı albüm ve
sonraki “Music From The Field” ile Zappaesk tarzı müzikleriyle iyi bir etki bırakmışlardır. Yine eskilerden gidilecek olursa bir H.P. Lovecraft vardır ki bu grup pek bilinmez. İsmini ünlü gotik yazar H.P. Lovecraft’dan alan grup 1960’larda kurulmuş Psychedelic müziğin temellerinin atılmasında büyük rol oynamıştır. Psychedelic Rock’ın
progressive’e etki-geçiş aşamasında kilit görevi görmüşler ve bu sayede bir köprü olmuşlardır. Bir Jefferson Airplane gibi isimleri pek duyulmamıştır ama psychedelic rock denince H.P.
Lovecraft bazı kült dinleyicilere göre bir marka
sayılmıştır. 67 yılı aynı adlı ilk albüm ve sonraki “H.P. Lovecraft II” bu uğurda dikkat edilmesi gereken çalışmalardandır. Burada bir de Captain Beyond ismini zikretmek gereklidir. Vokallerinde Deep Purple’ın ilk vokalisti Rod Evans’ı
göreceğimiz bu grubun müzikleri ise yine Deep
Purple’daki gibi “heavy” öğeler taşıyor. Eski dönemlerden Pavlov’s Dog da Amerikalı bir topluluktur ve daha önceki sayfalarımızda detaylı olarak açıklamıştık kendilerini.
Dixie Dregs ise
caz fusion alanındaki en iyi isimlerden birisi sayılır. Steve Morse,
Jerry Goodman,
Dave LaRue gibi
isimlerden oluşan
grup Mahavishnu Orchestra’nın
açtığı yolda iler-
liyor ve hep bu tarz albümlerle karşımıza çıkıyor. Avantgarde caz topluluğu Thinking Plague de bahsetmek istediğim bir diğer isim.
1980’leri birbirinden üstün çalışmalarla geçirmiş klasik müzik, caz gibi iki ana türü birbirine
yaklaştırmıştır. Bu sayede de öncü gruplardan
birisi olmuştur. 1980’lerin grubu olan Djam Karet ise bir diğer ismini duyurup, caz ve psychedelic etkili müziğiyle dikkat çekmiş grup. Progressive rock dinleyenler hangi taraftan olurlarsa olsunlar mutlaka kendilerini takdir eder
ve severler. 1980 döneminden pek bilinmeyen başka bir isim de Black Sun Ensemble’dır.
Arizona’nın tozlu yollarında ayakta kalmayı başarabilmiş Amerikan psychedelic rock grubudur
kendileri. Folk müzikle de ilgisi olan bu topluluğun 80 dönemi yani ilk çıktığı zamanlardaki müzikleri takip edilip dinlenmelidir. Sitar’ı
müziklerinde çok kullanırlar ve bu o kadar güçlü bir ambiyans verir ki diğer albümlerini takip etmemek için kendisini zor tutarsınız. Bu
grubun 2008 yılında çıkan albümü de nefistir. Canterbury Sound’un Amerika topraklarında yetişmiş, son yıllardaki en kaliteli isimlerinden biri de “Texas Dust” şarkısının yaratıcıları Echolyn’dir. Özellikle “As The World”, “Cowboy Poems Free” ve “Mei” çalışmalarıyla dikkati çekmiştir ve çekmeye de devam etmektedir. Gitarlarda yer alan Brett Kull –Amerika’nın
önde gelen şarkı yazarlarındandır ayrıca- ve
klavyedeki Christopher Buzby yıllarca elele
vermiş “progressive americana” yönüyle ve yoğun Gentle Giant etkili müzikleriyle birçok dinleyiciyi de peşlerinden sürüklemekteler.
Yeni dönemlerden ise kuruluşu 1990’ların ortalarına kadar giden psychedelic space rock topluluğu Subarachnoid Space, Hawkwind etkili
müzikleriyle ayakta kalmaya çalışan Amerikalı
topluluklardan birisidir. “Endless Renovation”
ve “Also Rising” gibi albümlerle eski soundları
hatırlatan bir yapısı da vardır bu grubun. Bir diğer psychedelic space rock grubu da Architectural Metaphor’dur. Bu grubun Amerika’da ve
başka ülkelerde dinleyicileri oldukça fazladır
ve genellikle Hawkwind, Amon Düül II sevenler
bu grubun takipçisi olmuşlardır. Aynı tarzdan
ismini zikredebileceğim bir diğer yakın dönem
topluluk ise Farflung’dur. Bu grupta eski dönem
soundu müziklerinde kullanmaktadır. 2002 yılında Arabesque isimli toplulukta Camel ve YES
etkilerini birleştirmiş detaylı bir caz soundu ile
“Tales of Power” adlı albümü çıkarmıştır. Konsept yapıdaki bu eser zengin melodileriyle dikkati çeker.
ELP’nin ve dolayısıyla Keith Emerson’un hastası diyebileceğim bir müzisyen olan Mark
Robertson’un –kendisine yeni nesilin hammond org dâhisi de denmektedir.- grubu Cairo
Amerika’da doğmuş ve birbirinden güzel üç albümle kariyerini noktalamıştır. Özellikle “Conflict And Dreams”in güzelliğine dikkat çekmek
isterken albümde bulunan “Corridors” ve “Valley Of The Shadows” eserlerini hammond org
sevenlere şiddetle tavsiye ederim. Bu tarz isimlerinde bir “etkileşim” grupları olduklarını belirtmek gerekir. Ya ELP ya Genesis ya da Jethro
Tull gibi gruplardan yoğunlukla etkileşim alır ve
böyle müzik yaparlar. Neo-Progressive Rock’ın
en iyi isimlerinden birisi olan Iluvatar’da Genesis ve Marillion etkili topluluklardan birisi olmakla birlikte öncelikle “Children” ve “A Story
Two Days Wide” gibi albümleri gayet kalitelidir. Bu grup müziğe yıllarca ara verdi fakat şu
zamanlarda yeni bir kayıt üzerinde çalışmaktalar. Aylar sonra beklediğimize değecek bir albüm dinleyeceğimizden de şüphemiz yok. Tennessee diyarlarının senfonik rock grubu Glass
Hammer da iyi albümler üreten isimlerden. Bazen senfonik bazen folk çalışmalarla karşımıza
gelen bu topluluk Fred Schendel ve Steve Babb
öncülüğünde yıllardır kaliteli işlere imza atıyor. “Chronometree”, “Shadowlands” ve “The
Inconsolable Secret” adlı albümleriyle çıtayı epey yükselten grup Jon Anderson’un (YES)
konuk olduğu “Culture of Ascent” adlı konsept
albümüyle yine adından söz ettirdi. San Francisco şehrinin prog devlerinden birisi olan Enchant ise “A Blueprint of the World” gibi kaliteli bir “debut” albümle 90’ların başında ortaya
çıktı. Çiğ soundlu “Wounded” ve “Time Lost”,
Rush’a sağlam bir selam verdikleri “Juggling 9
or Dropping 10” ve “Tug of War” gibi kaliteli albümlerle dinleyicilerini sevindirmişti. On-
larda birkaç senedir yeni bir şey yapmamakta diretiyor. Eski Enchant davulcusu felsefeci filozof
Paul Craddick’in funk/pop/caz projesi XEN’den
ise hiçbir haber yok. “84.000 Dharma Doors” adlı
bu albüm çıkalı uzun bir süre oldu fakat bir çalışma var mı yok mu hiç kıpırdama göremiyoruz.
Kansas elemanı Kerry Livgren’in bir projesi olan
Proto-Kaw ise bir diğer isim. Senfonik Rock projesi olan bu oluşum karanlık rock şarkılarıyla son
zamanlarda progressive dinleyicilerin en beğendiği isimlerin başında geliyor. Yarattıkları iki albümle de kalitelerini konuşturmuş durumdalar.
1990’larda çıkmış ve son zamanlarda çıkarttığı
albümlerle belli bir kitlenin kendilerini izlediği Spock’s Beard grubu da has Amerikalıdır. Genesis etkili “Beware of Darkness” ve “The Kindness of Strangers” kendilerini tanımak için yeterlidir. Bu iki albümle geleneksel
prog müziğin örneklerini sergilemişler “Feel Euphoria” albümüyle
de sade rock tarzına geçiş yapmış
prog
müzikten
uzaklaşmışlardır.
Amerika’dan çıkan ve son za-
manlarda çok iyi bir çıkış yakalayan Phideaux
grubu da bu ülkenin gurur kaynaklarından birisi.
Genellikle konsept yapıdaki albümleri sayesinde
elit müzik dinleyen dinleyicilere hitap eden topluluk “Chupacabras”, “313”, “Doomsday Afternoon” ve 2009 yılı “Number 7” ile çıtayı epey
yükseltti, hatta “Number 7” ile öyle bir hikaye
yakaladılar ki bu son yıllarda prog tarihinde görülmüş bir şey değildir. Bu kadar güçlü bir albüm
yaratmaları Amerika’da da bu müziğin ölmediğinin bir kanıtıdır.
Progressive Rock şirketi Magna Carta’nın lanse ettiği Under
The Sun 2000 yılında albüm çıkarıp aniden ortadan kaybolan
gruplardan birisi oldu. Grubun
basçısı Kurt Barabas, D.C. Cooper ve Gary
Wehrkamp
ile
Amaran’s Plight
isimli progressive metal projesine bulaştı ama maalesef grubun yeni bir albüm haberi yok, yıllardır da hiç olmadı. Sadece 2005 yılında bir konser yaptılar ve
onun kaydını sürdüler piyasaya. Amerika’nın bir
de Boud Deun isminde çok önemli bir fusion caz
grubu vardır. Mahavishnu Orchestra etkili müzik
yapan bu topluluk birbirinden iyi dört albümle
dinleyicisini kaybetmemiştir ama kendileri ortalıktan kaybolmuştur. Bu bağlamda 2006 yılında “The Remedy of Abstraction” albümünde usta
basçı Michael Manring’in de içerisinde bulunduğu
A Triggering Myth adlı caz rock/fusion grubunu
da unutmamak gerekir. Laser’s Edge plak şirketinin lanse ettiği bu topluluk tıpkı Amerikalı Frogg
Café gibi 2000’lerin büyüleyici caz rock müziğini sergiliyor.
Son olarak ise Weather Report, Mahavishnu Orchestra demek istiyorum, caz demek istiyorum ve
en son Frank Zappa demek istiyorum. Bilmem
bunlardan bahsetmeme gerek var mı? İşte Amerika! Yapmayın o kadar da kötü değiller.
İSPANYA’DA PROGRESSIVE ROCK
İspanya’da bu müzik türüne birçok nitelikli topluluk kazandırmıştır. Bir İskandinav ülkeleri ya
da İtalyanlar kadar olmasa da bu müzik türünde hatırı sayılır bir başarı elde etmişlerdir ama
70’lerde bu ülkede yaşanan çok önemli bir sorun
vardır bunu da göz ardı etmemek gerekir. 1939
yılında sona eren Cumhuriyetçiler ile Milliyetçilerin savaşı sonucunda 1939 yılından Milliyetçilerin başındaki General Francisco Franco’nun
1975’de ölümüne kadar bir baskıcı rejimi sürmüş
ve ülke diktatörlükle yönetilmiştir. Bu dönemde İspanya’da sanat adına pek olumlu bir şey olmamış 70’lerde müzik toplulukları çok kısıtlı bir
şekilde müzik hayatlarını sürdürmüşlerdir. Onun
için 1970’li yıllarda progressive rock adına detaylı bir bilgi bulamayız ancak Franco’nun ölümünden sonra ise bu ülkede müzik hayatı canlanmaya başlamıştır.
TRIANA
Franco rejiminden hemen sonra müzik hayatına
başlamış topluluklardan bir tanesi. İspanya’nın
en iyi gruplarından olan Triana doğal olarak
Akdeniz’in o sıcak duygusundan etkilenip sıcak
melodiler ve kendi ülkelerinin Flamenko müziklerinden beslenen bir özellik taşıyordu. Klavye
ve vokallerde yer alan Jesus de la Rosa’nın Triana grubunun müziğine etkisi çok büyük olmuştur
bunun nedeni ise klavyelerin hafif senfonik etki
taşıması ve vokallerinde verdiği duygusal nüanslardır. Flamenko ve elektrik gitarlarda yer alan
Eduardo Rodriguez ise bu topluluğun kalbi olmuştur. Melodik gitar tınıları ve yoğun Flamenko etkisi sonucunda bu grup İspanya’nın ve diğer
ülkelerdeki dinleyicilerin en çok sevdikleri İspanyol topluluk olmuştur. 75 albümü “Triana (El Patio)”, sonraki albüm “Hijos Del Agobio” ve üçüncü çalışmaları “Sombra y Luz” ile de oldukça tutulmuş ve klasik olmuştur.
Sadece müzikte değil resim sanatı alanında da
bu böyleydi. İspanya iç savaşını anlatan Pablo Picasso tarafından yapılan ünlü Guernica tablosu
bile Franco rejiminde ülkeye sokulması yasaklanmış ve bu rejim bittikten sonra ancak ülkeye getirilmiştir. İşte böylesi bir diktatörlük döneminde bu ülkeden bir şeyler beklemek olanaksızdır. 1975 yılından sonra ise 802leri de kapsayan
bir zaman dilimi içerisinde bu müzik toplulukları
canlanmaya başlamıştır. Şimdi burada çok detaylı olmasa bile yine birkaç önemli örnek vermek
gereklidir çünkü İspanya’da progressive rock türüne böyle kenara köşeye atılacak işler pek yapmamıştır. Bu ülkenin progressive rock adı altında yapılan işlerine verilen genel isim ise “Endülüs Progressive”idir.
ICEBERG
Diktatörlük rejiminden kurtulan diğer bir topluluk ise Iceberg’dir. Ben bu grubu 75 yılı albümü “Tutankhamon” ile tanımıştım. Grubun ilk albümü olan bu çalışmada Santana’nın ilk dönemlerindeki fusion etkileriyle beraber Mahavishnu
Orchestra’nın yarattığı kendine özgü soundu birlikte duymuştum. Yalnız Iceberg’in müziğindeki
tek farklı nokta yüzeyde duyulan rock tonlarının
“wah-wah’lı gitarlar” tarafından oluşturulmasıdır. Oldukça tiz seslerden oluşan bu gitar tonları
sayesinde sanki 70’lerde değil de 80’lerde üretilmiş izlenimi veriyor. Saksafon ve synthesizer’ın
yer yer hafif tonlarla sergilendiği Iceberg müziği İspanya’da kurulan grupların arasında da çok
ayrı bir yerde duruyor. 76 albümü “Coses Nostres” ile aynı yapıyı tekrar eden grubun bir son-
raki çalışması “Sentiments” ise daha tok soundu ile dikkati çekiyor. Daha sonra çıkmasına rağmen 70 soundunu en fazla hissettiren bu albümdür. Gitarların daha yüksek tonlardan çalındığı,
davulların ise funk tarzını hissettirdiği ilginç bir
çalışmadır. Tabii bunlara rağmen fusion etkileri
hiç bitmez ve olağan hızıyla sürüp gider. Topluluk bundan sonra bir albüm daha yapar ve ortalıklardan kaybolur.
sonra dağıldı. Şimdi ise Pedro Ruy Blas solo vokalist olarak pop caz çalışmalarına İspanya’da devam ediyor güzel albümler yayımlıyor.
ATILA
İspanyolların yine adından söz ettirmiş iyi topluluklarından birisi olan Atila’nın müzikal yönü ise
çok geniş yerlerden besleniyor. Aniden değişebilen ritimler dışında çok farklı tarzları sentezlemesiyle ünlü bu grup sadece iki albüm yapıp tozlu raflara yol aldı. Öncelikle psychedelic yapının
içerisinde var olan bir caz etkisinin dışında hard
rock’tan beslenen bir tarafları olduğu da gerçek.
Yoğun klavye seansları bazen space rock’a bile
uzanan bir özelliği de beraberinde getiriyor. İlk
önce 75 yılında bir EP yayımlayan grup bunun hemen ardından 76 yılı albümü “Intención”la atağa
geçmiş. 77 yılındaki “Revuire” albümüyle daha
da dikkatleri üstüne çekmişler.
DOLORES
İspanya’nın önde gelen müzisyenlerinden olan
Pedro Ruy Blas kendi kurduğu bu toplulukta hem
davulları çalıyor hem de vokalleri yapıyordu. Yoğun olarak cazdan ve Flamenko müziklerden beslenen yapısı sayesinde kendilerinden sonra gelecek olan gruplara bir anlamda örnek oldular. 75
yılı “Luna Llena” ve 76 yılı kendi adlarını taşıyan albümleri bu müzik tarzında iyi örneklerden
iki tanesidir. Paco De Lucia ile akrabalık bağları
yüksek olan bu topluluk 80’lerin ortalarına kadar
Pedro Ruy Blas & Dolores olarak devam etti ve
GRANADA
Senfonik Rock müziğini İspanya’da en ciddi şekilde temsil eden iyi gruplardan bir tanesidir Granada. Mellotron, flüt, viyolin gibi enstrümanların yoğun bir şekilde senfonik hissettirdiği müziklerinin içerisine o kadar güzel Flâmenko gitarlar yerleştirmişlerdir ki bu onları çok ayrı bir
yerde değerlendirmemiz gerektiğini adeta bize
haykırır. Zaman zaman YES etkileriyle doruğa çıkan müzik flüt melodileri ile de bize Jethro Tull’ı
anımsatır. Ben özellikle 75 yılı ilk albümü “Hablo
de Una Tierra”yı öneririm, ardından ise “España,
Año ‘75”ı tavsiye etmekten de hiç çekinmem.
Bu iki albümden sonra bir çalışma daha yaparlar ve dağılıp giderler. Granada ilk albümüyle İs-
panya progressive müziğine birçok tarzı birlikte sentez etmesi yüzünden iyi gruplar arasında anılmaktadır. 1970’lerin müziği ne kadar kötü olabilir ki?
GUADALQUIVIR
Klasik İspanyol progressive rock müziğinin bütün karakteristik özelliklerini bünyesinde taşıyan bir grup
Guadalquivir. Caz etkili, bazen fusion’a bile girebilecek tarzları, bununla birlikte Flamenko etkileri ve
güçlü gitarlarıyla İspanyolların bilinen iyi gruplarından da bir tanesidir. 78 yılında yayımladıkları “Guadalquivir” ve 80 yılı albümü “Camino Del Concierto”
gayet iyi albümlerdir buradan belirtelim. Sonraki çıkan albümünü dinleyemedim ama hakkında iyi sözler
duymadım da değil.
MEZQUITA
Sadece iki albümle neler yapılabileceğinin kanıtı,
İspanya’nın gururu topluluktur. Arap müziğinin oryantal yapısını alıp Flamenko ile birleştirmek pek kolay bir iş değil sanırım. İspanya’nın yaşadığı baskıcı
dönemden kurtularak müzik yapabilen bu grup, King
Crimson’un karmaşık partisyonlarını alıp kendi müzikal anlayışıyla birleştiriyor ve ortaya 79 yılı kaydı “Recuerdos De Mi Tierra” gibi bir şaheser çıkıyor.
İki sene ara verdikten sonra 81 yılında “Califas Del
Rock”ı çıkaran bu grup çok geçmeden tarihe karışıyor.
FUSIOON
İspanya prog müzikte İtalyanlar kadar yetkin değildir
ama çıkardı mı en güzelinden isimler de dinleyebiliyorsunuz. Yine 70’li yıllarda Franco rejimi zamanında kurulmuş İspanyol paça kot pantolonları giyen müzisyenleriyle Fusioon, oluşturduğu az sayıdaki albümle bir dönem adından söz ettirmiştir. Klasik müzik,
caz ve fusion üçlüsünü tek potada eritebilen müzikleri çok ilgi çekici. Sadece bu da değil, dinlerken 70’lerin o düğün orkestrası şarkılarını ve soundlarını hatırlayabiliyorsunuz. Bu grubun herhangi bir bestesini
dinleyin, içerisinde mutlaka klasik müzik caz ile harmanlanmıştır ve bu sayede prog müziğin az sayıdaki
örneklerinden biri olup çıkmışlardır. Bazen Gentle Giant bazen Focus etkileri ama çoğunlukla King Crimson deneyselliğinden feyz almaları da takdire şayan
bir durumdur. Kendi adlarını taşıyan 72 yılı “Fusioon”
albümüyle 75 yılı “Minorisa” bu bağlamda iyi bir örnektir.
POLONYA EKOLÜ
Polonya’nın Doğu Avrupa ülkesi olması, soğuk ve kapalı iklimin hüküm sürdüğü yerde yer alması sonucunda gerek film yönetmenlerinin gerekse müzisyenlerinin ortaya çıkardığı eserler genellikle karamsar
ve melankolik oluyor. Kieslowski’nin filmleri, onun
filmlerinin müziklerini yapan kompozitör Zbigniew
Preisner’in derinlik arz eden ve ruhsal dünyaya kapıları aralamamızı sağlayan müzikleri oldukça derin ve
karanlık bir dünya sunuyor. Polonya progressive rock
dünyasında geçmişte öyle çok büyük gruplar çıkaramamıştır fakat 80’lerden bu yana çıkardığı her grup
belli bir kaliteye sahiptir. Bu sebeple son zamanlarda
Alman, İtalyan ekollerinin yanında Polonya ekolünden de bahsetmemiz çok doğru olacaktır. Bu ülkenin
çıkardığı gruplar genellikle senfonik, caz etkili ya da
son dönem neo-progressive tarzında olmakla birlikte
bazen kendi ülkelerinin geleneksel folk müziklerinden de yararlandığı bilinmektedir.
Polonya’nın çıkardığı en iyi grup S.B.B.’dir. Bunu da
oluşturdukları müzikaliteye bakarak yazıyorum. 70’li
yıllardan beri senfonik rock ve caz’ın en iyi örneklerini sergilemişler ara sıra dağılıp tekrar kurulmuş
ve albümler yayımlamışlardır. Camel ve Genesis’in
eski dönemlerinden yoğunlukla etkilenirler ve hemen hemen çıkardıkları bütün albümler kusursuz
bir müzikalite taşır. İlk albümleri “Nowy Horyzont”,
“Ze Slowem Biegne Do Ciebie”, “Welcome”, “Slovenian Girls” gibi üstün kalitede albümleri mevcuttur.
Grup en son olarak 2009 yılında yeni soundları ile geri
dönmüş ve “Iron Curtain” albümünü çıkarmışlardır.
S.B.B. Polonyalı olması dolayısıyla 70’lerde pek etkili
olamamış fakat bunun yerine bir İngiliz grubu olsaydı durum çok farklı olurdu demekten kendimi alamı-
yorum. “Live” albümleri ayrıca değerlendirilmesi gerekli olan bu grubun DVD kayıtları da bir o kadar başarılıdır ve izlerken müzikal bir doyum yaşayabilirsiniz.
1970’lerde kurulan ve pek bilinmeyen bir topluluk
olan Anawa ise psychedelic/acid rock tripleriyle o döneme Polonya’dan bir cevap niteliği taşımıştır. O dönemlerde kurulmuş bir başka grup olan Nurt’da caz
etkili progressive rock’a örnek teşkil ediyordu, aynı
adlı albümleri Polonya progressive rock literatüründe
ön sıralarda yer alır fakat bu grupları bilen pek yoktur, sadece bu tarzla ilgilenenler tarafından albümleri ve plakları takip edilir. Dzamble ve Klan toplulukları da 71 tarihinde bir görünmüş ardından ortadan yok
olmuşlardır ama Polonya’nın eski grupları denilince
isimleri mutlaka bir yerlerde geçer. 80’lerde lehçe
müzik yapan bir topluluk da Krzak’tır. Genellikle blues rock besteleri olan bu topluluğun hafiften progressive rock yönü de vardır. “Paczka” adlı bu albüm Polonya müzikal tarihinde iyilerden birisi sayılıyor.
Neo-progressive rock’ın İngiltere’den sonra Avrupa’ya
yayılması pek uzun sürmedi. Marillion, IQ ve Pendragon topluluklarının prog müziğe getirdikleri yepyeni açılımlardan yeni soundlar ortaya çıktı. Bu,
Amerika’ya, İsviçre’ye Avrupa’nın her yerine sıçradı ve doğal olarak Polonya da bundan etkilendi.
1990’lı yıllarda kurulan Collage grubu Marillion soundunu bir potada eriterek içerisine çok farklı tonlarda gitar melodileri yerleştirdi ve o dönem bir anlamda Polonya soundunun oluşmasına yol açtı. Artık o ülkeden çıkan her neo-progressive rock topluluğu Collage’ın açtığı yoldan ilerleyecek ve öyle müzik yapacaktı. İlk albüm “Basnie”(Lehçe olarak çıkmıştır.) ile ne çok iyi ne de çok kötü denebilecek bir
başarı yakaladı. John Lennon şarkılarından oluşan
“Nine Songs Of John Lennon”dan sonra en iyi albümleri olan “Moonshine”ı çıkardılar. 1994 yılında çıkan
bu albüm Polonya progressive rock tarihinde bir milat kabul edilir çünkü bu çalışma her açıdan kusursuz,
soundu ile yenilikçi bir yapıya sahiptir. Vokalist Robert Amirian’ın farklı aksanı ve duygusal sesi, Mirek
Gil’in gitarlarda yarattığı o dâhiyane sound ve klavyeci Krzysztof Palczewski’nin o Polonya’nın efsanevi kapalı havalarını, melankolisini yansıttığı hüzünlü tonları çok beğenildi. Albümdeki “In Your Eyes”,
“Lovely Day” ve “Living In The Moonlight” şarkılarının arka arkaya oluşu çok uç atmosferler yaşattırıp
duygusal bir haz veriyor. Grup bu albümden sonra iki
çalışma yapar ve dağılır. Neo-Progressive sound “Moonshine” sayesinde yepyeni gruplar kazanacaktı. Hemen hemen aynı dönemlerde kurulan Abraxas’da Genesis ve YES tınılarını kendi anlayışlarıyla birleştirerek müzik yapan modern Polonyalı gruplara bir örnektir. Collage kadar etki bırakmamıştır ama ilk albümleri ve ardından gelen “Centurie” adlı çalışma
gayet iyidir. 1990 ortalarında kurulan bir başka Polonyalı topluluk vardır ki bunlar pek başarılı olamamıştır. Ankh isimli bu grup King Crimson etkileri ve
bazen progressive metal’e girebilecek besteleriyle
dengesiz bir yapı sergilemiş, orta kalite sayılabilecek
albümler üretmişlerdir.
Marillion’un açtığı yoldan geçen bir başka topluluk
da Quidam’dır. Quidam ilk dönem albümleriyle kısmen başarılı olmuş ama son dönemlerde oluşturdukları iki albümle birçok progressive rock dinleyicisinin aklını çelebilmiş bir gruptur. Senfonik etkili şarkılarını flüt, obua gibi enstrümanlarla zenginleştirmiş
zaman zaman caza kaçan melodileriyle dikkat çekmiştir. “The Time Beneath The Sky” ile dinleyicile-
rini epey arttırmışlardır. “surREvival” arada kalan bir çalışma olmuş pek beğenilmemiş ama hemen arkasından gelen 2007 yılı “Alone Together”
kaydıyla bütün dünyada başarı sağlamıştır. Bu albümün bir özelliği de soundu ile kusursuz olmasıdır. Her enstrüman incelikli bir şekilde kaydedilmiş ve miks yapılmıştır. “Depicting Colours Of
Emotions”, “They Are There To Remind Us”, “Of
Illusions” gibi kompleks besteler barındırmaktadır. Yer yer hissedilen caz dokusu, karmaşık davul partisyonları, David Gilmour vari sololar ve o
tonlar, aniden giren flütler şaşırtıcı anlar yaşattırır dinleyiciye.
Collage dağıldıktan yıllar sonra kurulan
Satellite’da neo-progressive rock müziğin yeni
gruplarındandır. Grup elemanları basçı dışında Collage’dan gelmektedir. Marillion’un yoğun
etkileşimini taşır bunun yanında Collage soundundan da oldukça yararlanırlar. İlk albümü bir
neo-prog klasiği olan “A Street Between Sunrise And Sunset”dir. Albümün kapak tasarımını
Marillion’un albüm kapaklarını yaratan Mark Levinson yapmıştır. 13 dakikalık şaheser “The Evening Wind” ile açılan albüm arka arkaya gelen
“On The Run” ve “Midnight Snow” ile devam
eder. Bu albümde farklı olarak elektronik tınılar
da yoğunlukla kullanılmıştır ve bu o kadar farklılaştırmıştır ki müziklerini, sanki kendi soundlarını oluşturmuş gibidirler. “Evening Games” ve
“Into The Night” gibi albümlerle soundlarını biraz daha geliştirmişler ve neo-progressive dünyasında ismi sayılır bir topluluk olmuşlardır. Grup
en son “Nostalgia” albümü ile başarısını devam
ettirir.
Polonya’nın belki de son zamanlarda en çok ünlenmiş grubu Riverside’dır. Pink Floyd, Anathe-
ma gibi gruplardan aldıklarını kendi soundlarına uyarlayıp öyle sunarlar dinleyiciye. Psikolojik bir üçleme yaratan topluluk bu konsept yapının ilk ayağı olan “Out Of Myself”de modern
progressive rock’ın en iyi örneklerini sergilerler.
Mirek Gil’in Collage’da yarattığı o gitar tonlarının bir benzerini grup bu albümde kullanır. 12
dakikalık “Same River” epik bir çalışma olmasının yanı sıra psychedelic gitar tınılarına da sahiptir ve en çok Pink Floyd’u anımsatır. Porcupine Tree soslu “I Believe” ve “Reality Dream” bölümleri bu albümün en nefis anlarındandır. “Second Life Syndrome”un çıkışıyla Riverside daha
da çok tanınır ve Anathema benzeri “Conceiving
You” ve “I Turned You Down” gibi çalışmalarla
dikkati çeker. Progressive yapı biraz azaltılmış
daha sade besteler vardır bu albümde. Konseptin üçüncü ayağı “Rapid Eye Movement” ile daha
farklı sulara açılırlar ve bu sayede eleştiriler de
beraberinde gelir. Grup son çıkardığı “Anno Domini High Definition” albümüyle daha sert progressive şarkılar yapmıştır ve bir önceki albümde
aldıkları olumsuz eleştirileri düzeltmiştir. Riverside her albümle gelişen bir yapı izlemekte ve
rock müzikte en çok bilinen Polonyalı grup sıfatını da taşımaktadır.
Eski Collage gitaristi Mirek Gil’in Satellite’tan
da ayrılması üzerine kurduğu grubun ismi ise
Believe’dir. “Hope to See Another Day” ve “Yesterday is a Friend” gibi iki çalışmayla Collage ve
Satellite gruplarının izinden gider gibi gözükmektedir. Mirek Gil’in gitar tonları neredeyse önceki iki grubunda oluşturduğu gibi aynıdır ama yenilikçi tavırlarıyla en çok Satellite’ı andırmaktadır. İlk albümü S.U.S.A.R.’da Riverside’dan Mariusz Duda’yı konuk eden Indukti’de sıra dışı soundları olan dehşet bir Polonyalı grup. Deneysel
takıldıkları su götürmez bir gerçek ancak daha
da zor olanı enstrümantal eserleri yaratmak. Bu
konuda usta olan Indukti ilk albümündeki bestelerle çok iyi bir çıkış yakaladı ve ikinci albümü
“Idmen”de dehşet bir sentez örneği göstererek
deneysel bir post metal albümüne imza attı. Bu
albümde Macar Çingenelerinin kullandığı Cimba-
manlarından oluşan bu topluluk bayan vokalist
Robin’in eşsiz sesiyle deneysel rock şarkıları söylüyor. The Gathering’in başka bir benzeri de sayılmaktalar. Polonya grupları gittikçe gelişiyor ve
çoğalıyorlar. Progressive rock’ta ilerde söz sahibi
olacak öyle toplulukları var ki bunları da zaman
geçtikçe göreceğiz.
lom enstrümanını ve bizim ülkeden saz’ı da müziklerine adapte ederek “Idmen”i müzik dünyasına armağan etmişlerdir.
Son dönemlerde yine çok bilinmeye başlayan
gruplardan olan After “Endless Lunatic” adlı albümüyle Polonya gruplarını takip edenler tarafından dinlenmektedir. Yine Marillion ve Satellite soundundaki Grendel adlı grup “The Helpless”
albümüyle, Satellite’ın elektronik-deneysel tarzının yansıtıldığı Milennium adlı grubun “Exist”
adlı albümü ise Polonya soundunun son dönem
önemli yapıtlarındandır. Son iki grubumuzdan
birisi olan Signal To Noise’dan da bahsedersek,
elektronik ve etnik tatlarla bezeli albümler yayımlayan bu topluluk hem hint ve arap melodilerini birleştiriyor hem de Pink Floyd benzeri kompozisyonlar sergiliyorlar. Bu ülkenin çıkardığı en
son topluluklardan birisi de Strawberry Fields’dır.
Eski Collage ve şimdinin grubu Satellite’ın ele-
Polonya progressive müzikte korkunç bir şekilde ilerliyor son zamanlarda. Birde dünyanın öbür
kıtasının ülkesi olan Japonya’ya bir göz atalım
ki bu ülkeden de birçok isim bu müzik tarzın-
da önemli isimler vermiştir müzik dünyasına.
Far Out ve Far East Family Band Japonya’nın
en iyilerinden sayılmaktadır. Far Out 75 yılında çıkardığı “Nihonjin” adlı albümüyle ve Pink
Floyd’u anımsatan bir müzikleriyle birçok dinleyicinin gözdesi olmuştur. Far Out isim değiştirip
Far East Family Band olunca işler değişir ve bugün bildiğimiz bir müzisyen olan Kitaro grubun
klavyecisi olur ve “The Cave Down To The Earth”
ve “Paralel World” gibi klasik albümler yayımlamışlardır 70’li yılların ortalarında. Bu albümlerde daha önceki sayfalarda açıkladığımız Klaus Schulze bu grubu destekler ve prodüktörlük
yapar. Japon gruplarındaki diğer bir önemli isim de
Kenso’dur. Caz rock ve fusiun sularından geçen müzikleriyle bu ülkenin bilinen topluluklarından olmuşlardır. Senfonik rock izleri taşıyan Teru’s Symphonia
ve caz etkili bir grup olan Ain Soph’da Japonya’daki
bilinen müzik gruplarıdır. Bu ülke 90’larda Zeuhl tarzına da önemli bir topluluk vermiştir ki o da Happy
Family’dir. Yayımladıkları iki albümle de (“Happy Family” ve “Toscco”) başarı göstermiş Zeuhl akımının
en iyi temsilcilerinden sayılmıştır.
VE DİĞER ÖNEMLİ TOPLULUKLAR
GREY LADY DOWN
90’lı yıllarda kurulmuş İngiltere’nin neo-progressive
tarzında pek bir yerlere gelememiş bilinmeyen gruplarından birisidir. Müziklerinde 80’li yılların high-tech
soundu belirgin olup Genesis ve Marillion’un yoğun
etkisi altında müzik yaparlar. Genesis’in ilk dönemi
değil de 80’li yıllarda oluşturduğu albümlerdeki soundu etkilidir. Bazı şarkılarında da YES’in “Union”
dönemi tadını alırsınız. “Fear” albümü yoğunlukla
tavsiye edilir.
STRANGERS ON A TRAIN
İngiliz grup Arena’nın klavyecisi Clive Nolan önderliğinde oluşturulan ve yine İngiliz gruplarından
Landmarq’ın vokalisti Tracy Hitchings’in yer aldığı bir minimalist prog projesi. Gitarda ise progressive metal grubu Threshold’un gitaristi Karl
Groom yer almaktadır. Clive Nolan konsept yapıda sadece iki albüm yapıp bitirir bu projeyi.
“The Key Part 1: The Prophecy” ve “The Key
Part 2: The Labyrinth” adlarındaki bu albümlerde mid-tempo eserler yaratıp akustik (piyano ve
gitar) olarak yorumlanan bestelere yer vermişlerdir. Karanlık ve rahatsız edici bir tarafı olduğu gerçektir.
THE BEVIS FROND
İsveç’ten çıkan bu tarz melankolik topluluklar
nedense müzikal olarak hep King Crimson’u örnek alıyorlar. Landberk’te müziklerinde King
Crimson’un son dönem soundunu temel almakta
sakınca görmemiş. Änglagård ve Anekdoten gibi
onlarda İsveç’in parmakla gösterilebilecek gruplarından olmuşlar ve “Book of Hours” gibi bir
başyapıt yaratmışlardır. İlk albümü İsveççe olan
Landberk’in silinip gitmesinin tek sebebi müzikal ayrılıklar olmuştur. Grubun bas gitaristi Stefan Dimle’yi ise daha sonra yine bir İsveçli grup
olan Paatos’ta görürüz. King Crimson dinleyicilerinin rahatlıkla göz atabileceği kaliteli bir gruptur.
İngilizler’in değeri pek bilinmemiş sadece kemik
dinleyicileri bulunan topluluğudur. Müziklerinde
progressive rock’tan tutun neo-psychedelic yapıya kadar her şeye rastlayabilirsiniz. Gitarist Nick
Saloman önderliğinde 80’li yıllardan beri yer altında müzik yapıp duruyorlar. Bu özelliklerini yıllardır hiç kaybetmediler. İlk albüm “Miasma”,
“Inner Marshland” ve “Any Gas Faster” gibi çalışmaları kendilerini çok iyi yansıtan albümlerdir.
ÄNGLAGÅRD
IRIS
Marillion davulcusu Ian Mosley’in neo-progressive
projesi. Sadece 1994 yılında “Crossing The Desert” albümünü çıkarmış ve projenin devamı gelmemiştir. Bir Fransız kompozitör ve gitarist olan
Sylvain Gouvernaire’in de kadrosunda olduğu bu
albümde Marillion basisti Pete Trawavas da bulunuyor. “Crossing The Desert” genellikle orta
tempoda giden “Train De Vie” gibi güzel şarkıları
olan, içerisinde etnik tatlar bulunan bir albüm.
LANDBERK
İsveç’in 90’lı yıllarla birlikte tanıştığı karanlık müzik yapan topluluklarından birisiydiler.
İsveç deyince akla gelen ilk isimlerden birisi kuşkusuz Änglagård oluyor. Diğer halefi Anekdoten
ile birlikte yıllarca kafa kafaya verip müzikal
farklılıklar taşısalarda isimleri hep aynı yerlerde
gösterilmiştir. Anekdoten daha modern progressive bir yapıya sahipken Änglagård ise tam tersi
70’ler etkisinde müzik yapar. İsveç’in son dönem
soundunu bu iki grup oluşturmuştur ve Landberk
ile birlikte büyük üçlüyü oluştururlar. Senfonik
rock tarzındaki besteleri 90’lı ve 2000’li yıllarda
bu müziği araştıran kişilerce sevilmiş ve takdir
görmüştür. Mellotron, hammond org, piyano, kilise orgu ve flüt melodilerini yoğunlukla kullanırlar ve tamamıyla eski bir soundu tercih ederler.
92 yılında çıkan “Hybris” albümü kusursuz bir
başyapıttır ve albümün giriş şarkısı “Jördrok” en
iyi progressive rock besteleri arasında geçmektedir. Kendileri İsveç’in son dönem öncü gruplarından birisidir, yıllar önce grubu dağıtmışlardır
fakat şu sıralar yeniden müziğe dönme gayretindedirler.
AFTER CRYING
Macarların 90’lı yıllarda kurulan iyi topluluklarından birisidir. Kabaca senfonik rock yaparlar ve
taş gibi bir soundları mevcuttur. Klasik müziğin
nimetlerinden yararlanıp arada bir kilise müziklerini çağrıştıran farklı sesler kullanırlar. İlk dönem albümlerinde cazdan da yararlandıkları bilinir fakat senfonik yapı müziklerinde daha ağır
basmaktadır. Flüt, çello, viyola, trombon gibi
enstrümanları da kullanıp müziklerini çok sesli
hale getirirler. Vokal melodileri teatral bir şekilde ilerler, zaman zaman bayan vokal ve erkek vokallerle desteklenen
bir özellikte barındırır. 90 yılında çıkan
ilk albüm “Overground Music” ve 92 yılı
“Megalázottak
És
Megszomorítottak”
albümü grubun en
başarılı kayıtlarından sayılır.
CLEPSYDRA
1980 sonlarında İsviçre’de kurulan neoprogressive rock topluluklarından birisidir. Müziklerindeki yoğun Marillion etkisi grubun ilk dönem albümlerinde çok belirgin olmakla birlikte
albümlerinin konsept yapısı sebebiyle etkileyici
bir portre çizerler. Neo-progressive rock denilince akla ilk gelmesi gereken topluluklardan olup
vokalist Aluisio Maggini’nin farklı aksanıyla söylediği şarkılar o kırılgan ve haykıran vokal tarzının da etkisiyle iki kat daha melankoli taşır. Bir
vokalist düşünün ki ağzından çıkan her kelimeyi o anda yaşasın, sevince sevinç hüzüne hüzün-
le karşılık versin. Bu toplulukta Lele Hoffman’ın
melodik sololu gitarları, Philip Hubert’in etkin klavyesi Clepsydra’nın müziğini diğer gruplardan daha ayrıksı bir konuma getiriyor. İlk albüm “Hologram”ı 91 yılında çıkaran grup kendi çevresinde haklı bir başarı elde etti. İkinci albüm “More Grains of Sand” ise 80 soundunu üzerinde taşıyan bir konsept albümdü. “Fly
Man”, “The River In Your Eyes” ve bir askerin
yaşadıklarından yola çıkıp bir savaş karşıtı şarkı olan “The Prisoner’s Victory” albümün en iyilerindendir. Bu albüme katkı sağlayan bir isim de
Pendragon’dan Nick Barrett’di. Clepsydra üçüncü albümü “Fears”da daha da ileri gitmiş huzurla melankolinin sentezini yapmışlardır. Gerçekten de bu albümün soundu insana çok huzur veriyor ama içerisindeki bazı şarkılar ve Aluisio Maggini’nin duygusal sesi insanı yerle bir etmeye de müsait bir yapı sergiliyor. Giriş şarkı-
sı “Soaked”, “The Missing Spark” ve “The Age
of Glass” gibi yürek dağlayıcı şarkıların ötesinde
klavyeci Philip Hubert’in “Sweet Smelling Wood”
çalışmasında gösterdiği performans bir harikadır. Duygusal olarak çok yükseklerde gezen bu
beste “Fears”ın en iyilerinden birisidir. Son albümleri ise 2002 yılında çıkar. Bu albümün ismi
“Alone”dur . Üç ayrı baskıda yayımlanan bu albümde de bir neo-progressive başyapıtı çıkartan
topluluk bir karakter üzerinden dünyadaki insanların yalnızlığını izleyen bir konsept yapı barındırır. Albümde karakterin kalp atışları rüyasında
durur ve ruh yer değiştir. O sırada der ki, “Now, I
live in the different world”. İşte tam burada karakter başka bir dünyaya gitmiş ve dünyadaki insanların yalnızlığına öteki dünyadan bakmaktadır. Bu bir rüya yolculuğudur ve böylesine etkileyici bir konsept albüm yaratan topluluk bu çalışmanın hemen ardından maalesef dağılır. Vokalist Aluisio Maggini’nin Clepsydra’dan sonra başka bir İsviçreli grup olan Shakary’de söylemeye
başladığını görüyoruz. Bu toplulukla modern senfonik rock örneklerini başarıyla yorumlar. Neoprogressive dinliyorsanız Clepsydra’nın albümlerini de esgeçmemelisiniz. Verdiği duygu ve yarattığı atmosfer açısından onların ortaya çıkardığı albümlerin bir benzerini bulmak olanaksızdır.
Bu bir abartı değil gerçektir.
STARGLOW ENERGY
İsviçre’de 90’lı yılların başlarında kurulan ilginç topluluklardan. Müziklerinde kullandıkları en önemli öğe ise klasik rock tınıları taşımasıdır. 70’li yılları kendi hayat tarzlarına uygulamış bunu müziklerinde bile kullanmışlardır. 90’lı
yıllarda İspanyol paçalı pantolonlarıyla sahneye
çıkarlar, klasik rock içerisine hammond org tınıları yerleştirip müziğin daha progressive olmasını sağlarlardı. Uriah Heep ve Deep Purple’ın ilk
dönemlerini hatırlatan dikkat çekici bir soundları vardı. Starglow Energy elemanlarının bir kısmı
Almanya bir kısmı da İsviçre’de yaşamakta ve sadece konserlerde bir araya gelmekteydi. Çok fazla kaydı yoktur bu topluluğun. İlk albümünü ken-
di adıyla 93 yılında çıkarırlar. “100% Live” konser
albümü çok iyidir ve plaktan dinlendiğinde sanki
70’lerden bir topluluğu dinlemiş gibi olursunuz.
Çok fazla tutunamazlar ve ayrılırlar.
SINKADUS
90’lı yıllarda çıkan Änglagård’ın son dönem İsveç progressive rock’ına nasılda büyük bir etki
yaptığı Sinkadus grubundan anlaşılıyor. Her ne
kadar müzikleri Änglagård kadar kompleks gelmese de Sinkadus oluşturduğu iki albüm ve kaliteli bir “live” kayıtla adından epey söz ettirdi.
Son dönem İsveç gruplarını dinleyenler bu topluluğu dinlememezlik etmezler ve 97 yılı ilk albümü “Aurum Nostrum”u parmakla işaret ederler. Bu albümde kullanılan viyolin ve flüt gibi
enstrümanlar grubun müziğini epey farklılaştırmış. Zaten melankolik olan tarzları bu enstrümanlar sayesinde daha kapalı bir sound oluşmasına yardımcı olmuş. “Snalblast”, “Manuel” gibi
uzun eserler yaratan Sinkadus ikinci albümlerinde de aynı yapıyı kullanmış. “Cirkus” isimli bu
kayıt grubun tanınmasında daha etkili bir yol oynayıp müzikal kimliklerini biraz daha ileri götürmüşlerdir. Grubun 98 yılında verdiği konserden
bir kayıt olan “Live at Progfest” ise ayrı bir önem
taşır dinleyenlerin gözünde. Temiz bir sound ve
kusursuz icra edilen besteler sayesinde de iyi bir
konser albümü dinleriz.
PROMETHEAN
Finlandiya topraklarında doğmuş ve iki sene içerisinde dağılıp gitmiş mükemmel gruplardan birisi. Topluluğun temeli bir death/black metal grubu olan Black Crucifixion’a dayanıyor. Grubun
temel iki üyesi olan Timo Livari ve Esa Juujärvi
tarafından kurulan Promethean tamamiyle folk
progressive tarzında gezinen ama psychedelic
etkilere sahip bir grup görüntüsü de çiziyor. İlk
albümünü 97 yılında “Gazing The Invisible” adıyla çıkartan topluluğun buradaki şarkılarında hafiften doom rock öğeleri mevcutken ikinci albüm
“Somber Regards”da daha folk ve daha psychedelic hale bürünüyor. Jethro Tull etkili flütler
sayesinde de oldukça zevkli bir albüm dinliyoruz. Promethean’ın ilk albümü hep daha başarılı bulunmuştur bunun sebebi de o doom öğelerinin içerisine yerleştirilen flüt melodilerinin o dönemde çok fazla grup tarafından sergilenmemesi
ve topluluğun da bu işin altından başarıyla kalkmasıdır. Death Metal geçmişleri olmasına rağmen
çok köklü bir geleneksel folk müziklerinden beslenip bunu psychedelic yapıya sokmak çok kolay
bir şey olmasa gerek.
King Crimson’dan tutun Genesis’e oradan
Frank Zappa’ya son dönem İsveç gruplarından
Anekdoten’e kadar her bir şeyden etkilenmişler. Bu etkilenme ise kendilerine bir sentez olarak dönmüş kendi soundlarını yaratmışlar. İsveç müzisyenlerinde acayip bir yaratıcılık mevcut bu kesinlikle taklit olarak geri dönmüyor bütün o soundları topluyorlar kendi beyin kimyalarında öyle bir birleştiriyorlar ki inanılmaz sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Grubun yayımlanmış iki
albümü mevcut. Aynı adlı albümünü 2004’de çıkaran topluluk bu çalışmada biraz önce bahsettiğim yapıları aynen uyguluyor. Güzel bir albüm
fakat ikinci çıkardıkları 2005 yılı “II” albümünde
kendilerini daha da geliştirmiş Radiohead tınılarını bile kullanmışlar. Vokalist Markus Fagervall
“The Carafe [part ii]” adlı şarkıda Tom Waits’i
hatırlatan vokal tarzını yapmakta hiç çekinmemiş. “Rhododendron”un modern yapısı çift klavye savaşlarına döndürmüş olayı. Aniden yavaşlayan müziğin etkisi senfonik rock kalıplarını kullandırmaya yöneltmiş topluluğu. “Killer Couple
Strikes Again”in alternatif rock öğeler içermesiyle bu topluluğun ne kadar da geniş bir çerçevede müzik sergilediğini anlıyoruz. Klavye melodileri müthiş ve tam anlamıyla öldürücü tonlar sergilenmiş. Grup devam ediyor mu bilemiyoruz fakat böyle topluluklar devam ettikçe müzikte daima yer altında da olsa yaşayacaktır diye düşünüyorum.
PENDRAGON
LIQUID SCARLET
İsveç çıkışlı zıpkın gibi fişek gibi bir grup.
Marillion ile neo-progressive akımını tam olarak
başlatan gruplardan birisi ama ne var ki bir Marillion kadar bilinmemekteler. Yıllardır Nick Barrett ve Clive Nolan’ın (şu an bir diğer İngiliz grup
Arena’da bulunmaktadır.) önderliğinde ayakta
kalan bir grup görüntüsü çiziyorlar. Marillion’un
“Script For A Jester’s Tear”, “Misplaced Childhood” ve “Fugazi” albümleri bir dönemi etkisi altına alırken neo-progressive tarzını yaratan diğer gruplar bir bir geriye çekilmiş Marillion kadar
etkili olamamışlardı ama bu durum o topluluklar için pek önemli olmadı ve müziğe her şekilde devam ettiler. Pendragon’un ilk albümün çı-
kışı (85) Marillion’un ilk albümünden (83) tam iki
sene sonraya denk geliyor. İşte kısır döngü burada vuku buluyor. Pendragon ilk albümleriyle başarıya ulaşamamış bir topluluk görüntüsü çizerken ilerleyen zamanlarda “The World” ve “The
Window of Life”ın çıkışıyla biraz toparlıyorlar
durumu. 96 yılındaki “The Masquearde Overture” çıkışı Pendragon için bir dönemin başlangıcı
oluyor ve o zamanki Arena grubuyla birlikte neoprogressive’de yükselen değer konumuna geçiyor. “Not of This World”ün büyük başarısı ve ardından gelen “Believe” ile yepyeni hayranlar kazanıyor ve topluluk hak ettiği değeri alıyor. 2008
yılı “Pure” albümüyle de artık tam anlamıyla başarıyı yakalıyorlar. Pendragon’un ilk başlarda çok
önemli olmalarına rağmen adlarının anılmaması
üzücü tabii ki ama onlarda çok güçlü bir albüm
yayımlamayarak pek fazla seslerini çıkarmamıştır.
TWELFTH NIGHT
progressive tarzındaki albümlerle hiç ilgi çekememiştir. Hollandalı bu grup genelde Genesis ve Marillion taklitçiliyle suçlanmış çıkardığı bir dolu albüm pek beğenilmemiştir. Vokallerde yer alan Alex Toonen’in karizmatik sesi bile
kendilerini kurtaramamış ama oysa durum o kadar da kötü değil. İlk dönem albümlerinde mesela 91 yılı “Both Worlds”de yoğun bir Marillion
etkisi mevcut ama giderek bu durumu üzerlerinden atıyorlar. Soundlarını bir sonraki albümde biraz değiştirip öyle albüm çıkarıyorlar ama durum
pek değişmiyor. 2006 albümü “Square One” içlerinde biraz daha öne çıkarken yeni soundlarının
da Sylvan grubunu hatırlattığını belirtelim.
SAENS
Fransa çıkışlı bir neo-progressive grup olan Seans Avrupa’da bu müziği sergileyen en iyi gruplardan birisi fakat pek kimse tarafından tanınmı-
Kuruluşları aşağı yukarı Pendragon ile aynı zamanlara denk gelen neo-progressive rock’ın
öncü gruplarından bir tanesi. Ne Marillion kadar
etkili olabilmiş ne de Pendragon kadar biraz üne
sahip olabilmiştir. Sadece 1980’lerde dönemin o
neo-prog soundunu yaratan gruplardan bir tanesi
olmuş high-tech ve pop soundunu daha fazla öne
çıkaran bir yapı sergilemişlerdir. Genesis etkilerinin de yoğun olarak kullanıldığı Twelfth Night
müziğinde çok fazla farklılık yoktur ama yine de
isimleri önemle anılmalıdır. 82 yılı “Fact And Fiction” grubun en başarılı albümüdür ve bundan
başka kayda değer başka bir çalışması yoktur.
FOR ABSENT FRIENDS
Pek kimsenin umurunda olmadığı bu topluluk 90’lı ve 2000’li yıllarda oluşturduğu ne-
yor. Genesis, Collage hatta bazen Spock’s Beard gibi
topluluklarını anımsatan müzikal yapısı mevcut ve
bunu da senfonik etkilerle kompleks ritimlerle başarıyorlar. Bir neo-progressive gruba göre oldukça teknik olan müzikleri sayesinde kemik dinleyicilerini de
her albümde memnun eden bir havaları var. İlk albümleri hakkında bir bilgiye sahip değilim ama edindiğim izlenimler olumlu yönde seyrediyor. İkinci albüm “Escaping from the Hands of God” ise biraz önce
bahsettiğim teknikal yönden payını alan çok güzel bir
albüm. Caz etkileri bile kullanmışlar, yeri geldiğinde
klasik müzikten de etkilenmiş bestelerine yerleştirmişler. Bu albümün giriş şarkısı “Babel Lights” yaklaık 17 dakikalık süresiyle bir müzikal ziyafet. Ardından gelen oryantal melodili enstrümantal “Ayanda”
ise albümdeki en güzel çalışma bence. “Alone” gibi
“Requiem” gibi birbirinden iyi dinlemeye doyamayacağınız nefis bir albüm yaratmışlar. Üçüncü albüm de
2004 yılı “Prophet in a Statistical World” adını taşıyor ve bir önceki albüm kadar kaliteli bestelere sahip denilebilir. Disütopik bir konudan yola çıkıp muhteşem bir konsept albüm yaratan grup senfonik müzikle de bağlarını koparmayarak çok iyi bir kayıt ortaya sunmuş.
KARNATAKA
İngilizlerin tıpkı Mostly Autumn gibi kelt müziğini
progressive rock ile birleştiren kaliteli topluluklarından birisi. Mostly Autumn ile kardeş grup bile sayılabilirler çünkü müzikleri hemen hemen aynı tarzlardan besleniyor. Mostly Autumn folk öğelerini daha
fazla kullanırken Karnataka ise daha rock tabanlı bir
portre çiziyor. Karnataka’nın patronu diyebileceğimiz basçı Ian Jones grubun kuruluşundan itibaren vokalist eşi Rachel Jones ile birbirinden kaliteli üç albüme imza attılar. İlk albümünü 98 yılında çıkaran grup
bu albümle güzel bir çıkış yakaladı ve ardından gelen “The Storm” albümüyle isimlerini daha fazla duyurma olanağı da buldular. 2003 yılında gelen “Delicate Flame of Desire” ise topluluğun en iyi işlerinden
birisi oldu. Mostly Autumn’un bayan vokalisti Heather Findlay’in de vokalleriyle katkıda bulunduğu bu
albümde “Strange Behaviour”, “After The Rain” gibi
klasikler de bulunmaktaydı. “Delicate Flame of De-
sire” albümünden sonra Rachel Jones eşinden ayrıldıktan sonra gruptan da koptu ve The Reasoning adlı
progressive rock/metal karışımı bir grupta yer almaya başladı. Jones’un yerine Karnataka’ya gelen isim
ise Lisa Fury’di. Yıllarca albüm çıkarmayıp sadece
konserler veren bu grup şu zamanlarda yeni bir albüm üzerinde çalışıyor. İleride “The Gathering Light”
isimli bu albümü de dinleyebileceğiz.
THE PUDDLE JUMPERS
Amerikalı bu progressive folk grubu müziklerinde sanıldığı gibi Amerikan folk şarkıları değil kelt melodilerini içerisinde tutan moog synthesizer, hammond
org destekli geleneksel bir müzik sergiliyor. Son derece progressive olan tarzları sayesinde müzik yaptıkları zaman boyunca sıkı bir hayran kitlesine de sahip olmuştur ama ne yazık ki sadece üç albüm çıkarıp tozlu raflara girmişlerdir. Mandolin ve harmonika
gibi enstrümanları müziklerinde kullanmayı çok sevdiklerinden progressive yapı ile birlikte yoğun bir folk
bombardımanına da sebep olmaktadırlar. 96 yılı ilk
albümü “Out Of Shadows” ve sonraki albüm “Choices” topluluğun önemli olan iki albümüdür. En son
çıkardıkları “What You Needed”i dinleyemedim ama
bu albümün çıkışının hemen ardından da dağılıyorlar.
“The Passion”, “My Old Friend Jack” gibi şahane şarkılara sahip bu topluluğu da tanımak gerekebilir.
RAVANA
Ravana Norveçli ve sadece tek albüm yapıp dağılmış
gruplardan birisi. Kendilerini ilk olarak radyo programlarında dinlemiştim ve sonra albümü bulmak
için çok çaba sarfettim. Bu kadar zorluğa girmeme
de değdi çünkü radyo programlarında dinlemediğim
şarkıları da dinlemiş ve 1995 yılında çıkan “Common
Daze”i bir anda başucu albümleri arasına almıştım.
Ravana İsveç’in karanlık müzik yapan topluluklarından olan Anekdoten ve Landberk’e çok benziyor ama vokalist Sverre Olav Rodseth’in etkisiyle de o bildiğimiz Nirvana grubunu da hatırlatıyor. Aslında grubun müziği bir yandan grunge akımından da besleniyor. Bu topluluk hakkında hangi yazıyı okusam mutlaka Nirvana grubu ile bağdaştırılıyor ama müzik o kadar geniş ki her tarafa
çekebiliyorsunuz. Cello ve flütlerle desteklenen
yapı bu farklılığı yaratan en büyük faktör. Keşke
aynı grupta müziğe devam edebilselerdi Norveç
çok çok iyi bir topluluk kazanabilirdi.
FINNEUS GAUGE
Amerikalı topluluk Echolyn’in klavyecisi Christopher Buzby’nin önderliğinde kurulan bir sentez rock projesi. Kendisi Echolyn’in can damarı
olup grubun bestelerinde de ön planda gözüküyor. Finneus Gauge ile farklı bir proje oluşturan
Buzby kadrosunda Scott McGill gibi üst düzey bir
gitaristi de barındırıyor. Durum böyle olunca müzikte buna göre şekilleniyor. Scott McGill Randy
Coven, A Triggering Myth, Michael Manring ve Jasun Tipton (Zero Hour) gibi isimlerle birçok projede yer almış caz altyapılı bir gitarist ve genel
müzikal etkisini ise Allan Holdsworth’den alıyor.
Finneus Gauge müziğinin karakteristik özelliği
ise ilk önce Echolyn’den besleniyor yani temelini
Gentle Giant’dan alıp onu yoğun bir caz etkisi ile
yoğuran ve ucu Weather Report’a kadar uzanan
bir yapıda seyrediyor. Zaman zaman Zappa etkili
deneysel denemelere de girişiyor ve Echolyn’den
bu yönlerle farklılık taşıyorlar. Grubun iki albümü mevcut ve 1997 yılı “More Once More” adlı
ilk çalışmada bu saydığımız bütün özellikler bir
arada sunuluyor. İkinci albüm “One Inch Of The
Fall”da ise aynı yapı tekrar ediliyor fakat bu albüm kanımca biraz daha iyi. Sound daha iyi oturmuş ve daha iyi bestelerle işi kotarmışlar. İki albümden sonra bu projeye son verilir ve herkes
kendi yoluna devam eder ama geride iki kaliteli
çalışma bırakılır.
Bu yazdığımız gruplardan başka dünyanın her ülkesinden progressive müziğe gönül vermiş bir
ya da iki albüm çıkarıp sonradan kayboluvermiş
isimler mutlaka mevcut. Dünya üzerinde kurulmuş 1500’den fazla progressive rock icra eden
topluluk mevcut ve her birini buraya sığdırmamız elbette mümkün değil. Bu konu hakkında bir
kitap yazıp dünya üzerindeki bu tarz toplulukları teker teker anlatmaya kalksanız elbette bir
şeyler hep eksik kalacaktır ve kitap satışa sunulsa bile ondan sonra yeni kurulacak olan onlarca yüzlerce grubu esgeçmiş olacaksınız. Bu böyle handikaplı bir konu işte. Bu yazıda elbette çok
eksikler mevcut, en önemlisi Japon ve İspanya
gruplarına çok az yer vermiş olmamız, Güney
Amerika topluluklarına fazla yer ayırmayışımız
bunun bir göstergesi. Ama burada bazı önemli
isimlere yer vermiş olmamız bir kişi için en azından belki bir başlangıç sayılabilir. Eğer başlangıç
sayılırsa ne mutlu bize…
ŞARKI İNCELEMESİ
Artist: Ryuichi Sakamoto
Şarkı: Grief
Bulunduğu Album: Discord
(Aşağıdaki yazıyı okumadan önce şarkıyı uygun gördüğünüz herhangi bir yerden temin etmeniz rica
olunur)
Ryuichi Sakamoto önemli bir adamdır. Aldığı ödülleri ve bütün üretkenliğini, saçma bir biçimde kenara atsak bile, Amon Tobin ondan bir şarkı (grief)
remixlediği için bile önemli sayılır. “Grief”in önce
remixini dinledim. Bir Amon Tobin şarkısı için bile
fazlasıyla karanlıktı. Tabi Amon Tobin’in artık imzası niteliğindeki çeşitli yönlerini duyduğumda şarkıdan hoşlandım; ancak bu gelecek aya yazmayı düşündüğüm bir konu.
Şimdi ise bu ay ne yazdığım üzerinde duralım.
Bu ay yazının planı şu şekilde: ilk önce Ryuichi
Sakamoto’nun kendisinden biraz bahsedeceğiz, işte
eserlerinin kronolojik bir listesini vereceğiz; ardından Discord albümünün geneli ve neyi anlattığı ya
da neyi anlatmak istemiş olabileceği üzerine birkaç
düşünce sunacağız; akabinde günlük hayatta karşılaştığımız “grief” süreçlerinden ve onların yapısından biraz söz edeceğiz (neden ne alakası var diye
sorarsanız; konsept bir şarkıyı anlamak için konseptin sosyolojik arka planını da bilmek gerekir diye
bir cevabım var); sonrasında biraz daha derinleşerek “grief” sözcüğünün anlamı ve kökeni üzerine bir iki parça bir şeyler vereceğiz ve beraberinde “grief”in şarkı da ele alınması muhtemel biçimleriyle beraber şarkıyı yorumlayacağız; tabi ki sonuç bölümünde bütün yazılanların bir özetini bulabilirsiniz (uzun gözüküyor değil mi; ama korkmayın
yazmak için önümde iki gün olduğundan mütevellit,
planda gözüktüğü kadar uzun olmayacak).
Ryuichi Sakamoto’nun hayatı:
17 ocak 1952’de Nakano, Japonya’da doğdu.
1972’de Ulusal Tokyo Üniversite’sinin Güzel Sanatlar ve Müzik Fakültesinden, kompozisyon üzerine Bachelor Of Arts aldı. 1977’de Master of Fine
Arts derecesini ,elektronik ve etnik müzik üzerine,
yine aynı yerden aldı, ve stüdyo müzisyeni, aranjör
ve producer olarak çalıştı. 1978’de ilk solo albümü olan Thousand Knieves’ı çıkardı ve Yellow Magic Orchestra adlı grubu kurdu. 1980’de B-2 Unit’i
çıkardı. 1981’de Left Handed Dream’i çıkardı.
1982’de Kiyoshiro Imawano ile beraber Ikenai Rouge Magic’i çıkardı ve Watching Sounds, Listening
to Times with philosopher Shozo Ohmori adlı eseri
DOĞU KAAN ERASLAN
20.09.09, Antalya
yayımlandı. 1983’te Coda’yı çıkardı, Yellow Magic
Orchestra’yı dağıttı, ve Merry Christmas Mr. Lawrence adlı flimin müziklerini besteledi ve aynı filmde David Bowie ve Takeshi Kitano ile beraber oynadı. 1984’te Illustrated Musical Encylopedia’yı çıkardı ve kendi yayım şirketini kurdu, Hon Hon Doh. Aynı
yıl yeni eserini yayımladı, Long Calls; a dialogue
with Yuji Takahashi. 1985’ te Esperanto adlı albümünü çıkardı ve ayrıca Tokyo Melody adlı bir Fransız yapımlı belgeselin konusu oldu, Media Bahn Live
albümünü çıkardı. 1986’da Future Boy’u ve , Media
Bahn Live albümlerini çıkardı. 1987’de yükselişinin
en büyük tetikçisi olan The Last Emperor adlı filmin müziklerini yaptı ve Neo Geo adlı albümünü çıkardı. 1988’de The Last Emperor Oscarlar’da en iyi
müzik ödülünü aldı, aynı zamanda Altın küre, Los
Angels, New York Film eleştirmenleri derneği ve İngiliz Akademi Ödülünce’de en orijinal beste dalında ödüllendirildi ve Playing The Orchestra adlı albümü çıkardı. 1989’da The Last Emperor’ın müzikleri Grammy ödülü aldı ve Gruppo Musicale adlı albümünü çıkardı.
Ryuichi’nin en üretken olduğu dönem 1990’lardır.
1990’da Beauty adlı albümünü çıkardı ve Handmaid’s
Tale ile The Sheltering Sky adlı filmlerin müziklerini
besteledi. 1991’de Heartbeat adlı albümünü çıkardı
ve The Sheltering Sky Altın Küre’ de ve Los Angel’ın
Film Eleştirmenleri derneğince en orijinal beste
ödülünü aldı. 1992’de High Heels’ın, Wild Palms’ın
ve Wuthering Heights’ın (Peter Kosminsky) müziklerini yaptı.1993’te tekrar birleşen Yellow Magic
Orchestra ile Technodon albümünü çıkardı ve Little Buddha’nın müziklerini yaptı. 1994’te Sweet Revenge adlı albümünü çıkardı. 1995’te yeni solo albümü olan Smooch’u çıkardı.1996’da TRIO adlı albümünü çıkardı.1997’de Discord albümünü çıkardı.
198’de bestelemiş olduğu Snake Eyes’ın film müzikleri dünya çapında çıkarıldı. 1999’da Love is the
Devil adlı albümü çıktı, Gohatto adlı filme yaptığı müzikler çıkarıldı. Media Artist Association’ın kurulmasına yardımcı oldu. O kadar da üretken gözükmüyor değil mi ama ben buraya konserleri ve yan
projelerinin hiç birini yazmamaya çalıştım, yoksa
hakikaten sayfalarca adamın hayatını yazmak gerekirdi.
2000’de Lack Of Love albümünü çıkardı. 2001’de
Brian DePalma’nın Femme Fatal’inin müziklerini yaptı, Derrida&Alexei and the Spring adlı filmin
müziklerini yaptı, Casa adlı albümü çıktı, African
Notes adlı albümü çıktı.
Günümüze kadar ki dokuz senede ne yaptı? Bunu
bilmiyorum, resmi sitesindeki kronolojik biyografi-
si burada bittiği içinde yeni bir şeyler eklemeği de
çok doğru bulmuyorum, bu sebepten dolayı hayatı
şimdilik bu kadar, ve bu kadarına bile bakarak diyebiliriz ki Ryuichi Sakamoto üretken bir adamdır.
Şimdi eserlerinin kronolojik bir listesini veriyorum:
* Thousand Knives (1978)
* Summer Nerves (1979)
* B2-Unit (1980)
* The End of Asia (1981, Danceries ile)
* Left-Handed Dream (1981) (Japan sürümü ve
uluslar arası sürümü farklı şarkı dizilimlerine sahiptir)
* Ongakuzukan (1984)
* Esperanto (1985)
* Illustrated Musical Encyclopedia (Yukarıdaki
Ongakuzukan’ın uluslar arası sürümü) (1986)
* Futurista (1986)
* Coda (1986)
* Neo Geo (1987)
* Tokyo Joe (1988,Kazumi Watanabe ile)
* Playing the Orchestra (1989)
* You Do Me (1989, feat. Jill Jones)
* Beauty (1990)
* Heartbeat (1991)
* Soundbytes (1994, 1981-1986 arası kaydedilmiş
şarkılardan bir toplama)
* Sweet Revenge (1994)
* Smoochy (1995)
* 1996 (1996)
* Discord (1997)
* BTTB (1998)
* Cinemage (1999)
* Intimate (1999, Keizo Inoue ile)
* L I F E (2000)
* Zero Landmine (2001)
* Comica (2002)
* Elephantism (2002)
* Love (2003)
* Vrioon (2003, Alva Noto ile)
* World Citizen (2003, David Sylvian ile)
* Chasm (2004)
* Moto.tronic (2003, 1983 & 2003 arasında kaydedilmiş şarkılardan bir toplama)
* Insen (2005, Alva Noto ile)
* Sala Santa Cecilia (2005, live EP Fennesz ile)
* Cantus omnibus unus; for mixed or equal choir (2005)
* Bricolages (2006)
* Cendre (2007, Fennesz ile)
* Ocean Fire (2007, Christopher Willits ile)
* Utp_ (2008, Alva Noto ile)
* Koko (2008)
* Out of Noise (2009)
Morelenbaum2/Sakamoto:
* Casa (2001)
* A Day in New York (2003)
Film ve Diğer olaylar için yaptıkları:
* Merry Christmas Mr. Lawrence (1983)
* Ôritsu uchûgun Oneamisu no tsubasa – Royal
Space Force: The Wings of Honneamise (1987)
* The Last Emperor (1988) – Academy Award ödüllü
* The Sheltering Sky (1990) – Altın Küre ödüllü
* The Handmaid’s Tale (1990)
* High Heels (1992)
* Wuthering Heights (1992)
* El Mar Mediterrani – Barcelona Olympics açılış
seromonisi (1992)
* Topazu / Tokyo Decadence (1992)
* Wild Palms (1993)
* Little Buddha (1993)
* Stalker (1997)
* Snake Eyes (1998)
* Love is the devil (1998)
* Gohatto (1999)
* LOL: Lack of Love – Dreamcast Oyunu (2000)
* Minha Vida Como Un Filme (2002)
* Femme Fatale (2002)
* Derrida (2002)
* Seven Samurai 20XX – PlayStation 2 oyunu (2004)
* Shining Boy & Little Randy (2005)
* Tony Takitani (2005)
* Babel (2006)
* Silk (2007)
* Indigo (Kısa-Film) (2008)
Sakamoto’nun Türkiye’de fazla bilinmemesi sebebiyle bütün bu bilgileri vermiş bulunuyorum yoksa
bende farkındayım ki bu kadar detaylı bir liste tek
bir şarkıyı açıklamak için biraz abartılı.
Sıra albüme geldi. Discord kelime olarak iki kullanıma sahiptir. Biri anlaşmama durumunu karşılamak için kullanılır, bir de disonans demektir. Eleştirmenlerce Discord albümü bir ağıt albümü olarak
nitelendirilmiştir. Önce Grief yani hüzün sonra Anger yani kızgınlık, ardından Prayer yani dua ve en
sonunda Salvation yani kurtuluş dizilimi de bu savı
destekleyici niteliktedir. Ancak Discord’a sadece
bir ağıt albümü dersek biraz yetersiz kalır; bu yetersizliğin en önemli sebebi ağıdın kelimenin anlamı olan disonansla günlük tabirde çok uyuşmamasıdır. Gerçi burada müzikte, daha önce ki yazılarımda belirttiğim atonalite özgürlüğünün getirdiği ifade gücünün artırımı ile, ölümün sembollerinden biri
olan ağıtlar disonansa kayma özgürlüğünü elde etmiştirler, savı geçerliliğini koruyacaktır; bu açıdan
bakıldığında ağıt yorumu yeterli gözükür; ancak an-
laşmazlık boyutundan ele alınabilir bu eser. Nasıl
dediğinizi duyar gibi oluyorum demeyeceğim (yazı
ironisi yaptım(şaka açıkladım(yine ironi yaptım))).
Albüme anlaşmazlık boyutundan bakacak olursak,
iki düşünce çıkar karşımıza, bir toplumla anlaşmazlık ya da daha basit bir dille bireye karşı toplum; iki
var olmayla anlaşmazlık yani oluşa karşı birey. İlkini açacak olursak. Dışlanan bireyin süreçlerini anlatıyor olabilir bu albüm. Önce dışlanmanın getirdiği ve topluma karışamamanın verdiği hüzün (burada
her insan toplumdan farklı olmak ister cümlesi aklınıza geliyorsa, biliniz ki tıpkı benim gibi siz de sıradansınız), daha sonra her dışarıda kalmanın verdiği o %99 kakao tadında öfke, sonrasında dua, bazılarımızın ne alakası var diyeceğinden eminim; ancak, dışlanmak beraberinde aidiyet açlığını ve sonucunda da bir arayışı ve bir bekleyişi getirir, dua
da zaten isteğin tam anlamıyla inanç boyutunda
bir arayışı ve gerçekleşmesinin bekleyişidir, ve sonuç kurtuluştur, bu kurtuluşu açmak gerekirse kısaca, iki çeşidi vardır: yabancılaşmanın getirdiği yalnızlık ve buna direnebilme gücüne bağlı olarak delirmek veya bekleyişin mutlu bir sona ermesi yani
toplumca, kişinin tanımlanabilir bir statüye ait olması. İkinci savı açacak olursak; kişinin var olmakla
problemi olabilir, yani yaşama kendini ait hissetmeyebilir, yani bu şekilde var olmak ona ters geliyordur, örneğin abi ben yunus olmalıymışım ya da hatunlar arasında ben kedi olmalıymışım gibi ipe sapa
gelmez denyoluklar mevcuttur(yarı ciddi sulu şaka
yaptım). Hayvanlar alemini sadece örnek olarak sunan yani ilgi çekmeye çalışmayan, problemli insana
baktığımızda süreçleri açıktır. Hüzün; çünkü şu anki
var oluşundan mutsuz, evrilir kızgına, çünkü mutlu olma isteği ve içinde bulunduğu durumu değiştirme konusundaki çaresizliği içler acısıdır, kızgınlık
evrilir duaya, çünkü farkındalık artar ve beraberinde değişmezliğin bilgisini ve insanın aslında kendini aktif olarak değiştirmesinin ne kadar zor olduğunu kavrar; evrilir kurtuluşa, çünkü yine iki seçenek
var bir kişi kendini değiştirir ve var olmaktan mutluluk duyar, iki kişi kendini değiştiremez ve kendini
olduğu gibi kabul eder ve var olmaya devam eder.
İlk bakışta albüm üzerine söylenebilecekler bunlar
zannımca.
Dikkatimizi daha da yoğunlaştırarak “grief”in günlük hayattaki süreçlerine bir göz atalım kabaca.
Şimdi günlük hayatta bizi hüzün topu haline getiren olaylar nedir diye soracak olursak işin içinden
çıkamayız, zira çok fazla durumu kapsamak zorunda kalırız ve çok öznel bir konu, bizim burada söyleyebileceğimiz bir durum bir başkasının hayatında
veya bir başkasının algılayışıyla at şeyine kelebek
bir durum olarak yankısını bulacaktır. Hüzün günlük
hayatta anlaşıldığı biçimiyle soylu bir duygudur, ya
da daha da odaklı bir cümle kuracak olursak, kişi-
ye hüzün veren durumlardan genelde soylu yönler
çıkartılabilir. Tıpkı soyluların derecelendirilebildiği
gibi hüzünlerde derecelendirilebilir. Biz bu dereceleri büyüklüklerine göre üçe ayıracağız; iplik, çorap, ve daha kalın çorap olarak. İpliksi hüzün hafiftir, burukluk verir ama etkisi gelip geçicidir. İşte illa
somutlamaya çalışırsak her gün gördüğümüz kolu
acayip çıkmış dilencinin kafede yanınızdaki masada iştahla biftek yiyen adama bakışını fark etmenizi verebiliriz. Çorapsı olan hüzün kişiyi sarar ve sıkar, bunu da önemli bir sınavdan kötü not almaya
benzetebiliriz. Buraya kadar olan hüzünlerden insan zevk de alabilir, ya da belirli oranlarda manevi bir tatmin duygusu ve kendini gerçekleştirmeye
yaklaşma duygusu hissedebilir, buraya kadar bu doğaldır; ancak kalın çorapsı hüzünde, incelik ve manevi tatminden söz edilemez, ezer, sıkar, ve boğar
çünkü. Yakın olduğunuz bir aile ferdinin kaybedilmesi gibi. Bu kadar yoğun olan bir hüzün herhangi bir biçimde “güzel” simgesine sahip bir olguyla
temsil edilemez. Şarkının kapsamanın dışına çıkmadan günlük hayatta inceleyebileceğimiz hüzün çeşitleri sanırım bunlar. Daha kapsamlı bir hüzün incelemesi yapılabilir, yani kafanızda abi bu muymuş
sosyolojik dediğin arka plan gibi bir hava oluşmuş
olabilir, ya haklısınız, öyle çok akademik değil; ama
lazım olur ya…
Artık “grief”i incelemeye başlayalım. Öncelikle
“grief” ne demektir? Grief, manevi acı, üzüntü demektir. İngilizce’ye eski Fransızca’dan geçmiştir;
ancak kelimenin esas kökeni Latince “gravis”ten
gelir. Gravis, ağırlık, ciddilik gibi anlamlara gelir.
Şarkının yapısı ile kelimenin anlamını bağlayalım ve
sonra da günlük hayatta karşılaştığımız “grief” durumlarını şarkıya uyarlayalım. Bu konuda izleyeceğimiz yöntem, kelimenin anlamının şarkıdaki karşılıklarını vermeye çalışmak olacaktır sonrasında
ise ayırmış olduğumuz hüzün derecelerini yine şarkı içerisinde belli etmek olacaktır. Öncelikle ağırlık
konusuna değinelim; şarkı da ağırlığın karşılığı olarak gösterilebilecek, kişisel görüşüm tabi, yön şarkının temposudur. “Grief” yavaş bir eserdir. Üzüntünün karşılığı ise daha girişten kendini belli eden
yaylıların tonudur. Burada keman, çello gibi çalgıların tonu ne kadar farklı olabilir ki diye düşünebilirsiniz; ancak fark eder ortalama bir elektronik müzik dinleyicisi Rob Dougan’ın kullandığı yaylı tonu
ile Amon Tobin’in herhangi bir şarkısında kullandığı
bir yaylı tonunu karşılaştıdığınızda aradaki farkı göreceksinizdir. Şarkının ciddiliğini ise çalgı seçimine
bağlayabiliriz, örneğin Sakamoto yaylılar yerine üflemeli kullansaydı, bu atmosfer yaratılamazdı denilemez tabi ki; ancak yaylılarla yaratıldığı biçimiyle
yaratılamazdı. Üstelik yaylı çalgılar geçmişte Ryuichi Sakamoto’nun hitap ettiği dinleyici kitlesinin
bilincine klasik müzikle yerleşmişlerdir, eğer özel-
likle Japon’ları ön plana çıkaracaksak etnik müzikle
yerleşmişlerdir, bu da algılayıcı açısından yaylı çalgı kullanımının belirli bir ciddiyetin göstergesi olarak yorumlanmasını mümkün kılar. Şimdi yavaş yavaş şarkının aslına girmeye başlayalım. Şarkının ilk
beş dakikası, girişte yaylılarla sunulan temanın geliştirilmesidir. Tema oldukça etnik, ve piyano girene
kadar etnik havasını da sürdürüyor. Özellikle ilk giren yaylılardan sonra, giren kontrbas, there will be
blood’da iyi bir örneğini gördüğümüz, boş arazi atmosferini iyi canlandırıyor. İkinci dakikanın ilk çeyreğinde temaya hafif bir piyanonun girişiyle, ilk girişte oluşturulan etnik atmosfer batıyla buluşturuluyor. Piyanonun girişinin ardından kontrbaslar tekrar girer, ve böylece o ana kadar duyduğumuz bütün çalgıları aynı anda duyar hale geliriz. Şimdi bütün bunları birer sembol kabul ederek onları analiz etmeye geldi (ay benim bile içimden müzik duyduğun şeydir, orası öyle yazılmıştır çünkü öyle güzel oluyordur, müziğe kendisinin dışında semboller
yüklemek anlamsızdır demek geldi); ilk beş dakika
bahsettiğimiz ipliksi hüzündür. Hafiftir ve rahatsız
edici değildir, ve dediğim gibi insan kendisini bu hüzünle mutlu kılabilir, örneğin dilenci öreğimizi ele
alırsak, ben bu adamın durumuna merhamet ediyorum öyle ise ben aslında iyiyi arzulayan bir insanım gibi. Duyduğumuz çalgıları üçe temel sembole
ayırırsak (aslında hiç yerinde bir iş yapmış olmayız)
analiz için oldukça makul bir iş yapmış oluruz. Yaylılara, ipliksi yalnızlığın omurgası, kontrbasa ipliksi yalnızlığın sertliği, piyanoya da, ipliksi yalnızlığın
kendini tatmini olarak bakabiliriz. Yaylılar temayı
sunarlar ve kontrbaslarca güçlendirirler, ve ardından gelen piyano bütün bu duygu yoğunluğunu çaldığı aslında oldukça doğaçlama duyulan melodiyle,
çeşitlendirir, ve ilginç bir biçimde kontrbasın yaratmak istediği havanın tam tersini oluşturmak ister
bir hali vardır. Beşinci dakikayı geçtikten sonra durum biraz değişmeye başlar, yaylılar tek başlarına
kalırlar önce, sonra farklı bir tema sunumu yapılır,
yaylılarca, ve piyano buna eşlik eder;ancak asıl değişikliği kontrbas girince anlarız daha serttir çünkü daha koyu bir biçimde girer müziğe, ona aynı
zamanda bir çan sesi eşlik eder ve ardından tekrar yaylıların beşinci dakikanın başlarında sunduğu
tema girer; ancak bu sefer piyano biraz daha atonal
şeyler yapmaya başlar; akabinde tekrar kontrbas ve
çan girer, ayrıca piyano da eşlik etmeye başlamıştır,
sonrasında ise bir buluşma olur ve kontrbaslar ilk
beş dakikada çaldıkları destekleyici tema varyasyonuna girerler ve üstüne yaylılar ikinci temalarından
bir bölümü çalarlar, ve eserin bu bölümü de yaylıların ikinci dakikada girdikleri temayla yalnız kalmalarıyla biter. Gerçi benim buradaki tariflerim oldukça yarım yamalak sizin mutlaka bu eseri dinliyor olmanız da gerekir okurken; ama yine de belki dinlediğimiz esere farklı bir bakış açısı katmamızı sağlar
diye bu gibi tariflerde yazıyorum. Neyse buraya kadar olan kısmı analiz edecek olursak: fark edileceği
üzere burası çorap kısmıdır, hüzün derecelerindeki. Daha serttir, şakası yoktur, burada üzüntü kendisinden kaçılamayacağını ve insanı çevreleyerek onu
bunaltacağını hissettirir. Özellikle çan ve kontrbasla sunulan bölüm bu konuda oldukça başarılıdır; ancak hala kulağa güzel geliyordur, yer yer atonal olabilsede hala kulağa hoş gelen ya da bu sertliği içerisinde bile kulağa çok melodik ve hoş gelecek yönler
bulunabilir; özellikle kontrbasların ilk beş dakikalık temaya döndükleri bölümü buna örnek gösterebilirim, tabi ki bu durumu yine manevi tatmin olayıyla açıklayacağım, yani bütün bu sertliğe ve bunaltıya rağmen kişi bundan tatmin olabilir. Eserin
bundan sonra ele alacağımız bölümü, bundan önceki bölümlerden tamamen ayrılmıştır, yaylılar susar ve bir nefesli ile girilir, sonrasında yaylılar daha
önce hiç çalmadıkları bir ostinatoya girerler, zaten
bu eserin aslında bel kemiği ostinatolardır, nefesli ve yaylılar, polytonal bir biçimde kaynaşırlar ve
buna sonradan onların bu “çılgınlıklarını” destekleyecek kontrbas katılır; ancak en son vurgunu piyano yapar, atonaldir. Nefeslileri ve yaylıları bastırır, en sonunda kontrbasla beraber kaldığında, ostinato yapan yaylılar yükselir ve ikisini de bastırarak tek kalırlar. Buraya kadar olan bölümde tahmin
edebileceğiniz üzere kalın çorap bölümüdür. Yani
hiçbir güzellik imgesiyle anlatılmaması ya da insanın hoşuna gidecek bir biçimde sunulmaması gereken bölüm, bu konuda eserin oluşturduğu atmosferi
bozmama açısından düşünürsek ya da tiyatrocuların
deyimiyle eserin uzun zamanlı modunun şiirsel bir
hüzün olmasından dolayı Sakamoto eserin atonal ve
rahatsız edicilik kısmında bile düzeyli davranmıştır.
Başarılı bir tercihtir, atmosferi korumak için. Aslında eser burada bitmiştir; ancak bundan sonra gelen eser “Anger” ve takdir edersiniz ki oldukça sert
ve yırtıcı bir biçimde girmeli öfke, onun bu etkisini arttırmak ve eserin az önce belirttiğim uzun zamanlı modunu desteklemek bakımından, yumuşak
bir bitiş tercih etmiştir sonrası için. Buna ek olarak
da eserin etnik yönü tamamen kaybolmuştur. Bunu
da biraz zorlama ile tahmnen eserin evrensel niteliğine verebiliriz, yani dantel bir dille söyleyebiliriz ki hüzünün yerelden küresele olan yolculuğu bu
eserde aşamalarıyla ifade edilmiştir.
Sonuç olarak, bu yazımızda şunları vermeye çalıştık. Ryuichi Sakamoto 1952 Japonya doğumlu, aktör, producer, ve besteci, icracıdır. En önemli çıkışını The Last Emperor’a bestelediği müziklerle yapmıştır. 1998’de Discord albümü çıkarmıştır. Albümün giriş şarkısı olan “grief” sözcüğün anlamını ve
gündelik hayattaki süreçlerini müziksel bir biçimde betimleyerek şiirsel bir hüzün atmosferi yaratma amacındadır.
TOTALLY
UNCENSORED

Benzer belgeler

Merhaba

Merhaba akılda kalıcı ve dinlenmesi kolay bir yapıya sahip yeni Nile albümü “Those Whom The Gods Detest”. Karl Sanders ve çetesine şapka çıkarıyorum. Ekim ayında, Ankara’da her sene organize edilen ve artı...

Detaylı

Tales From The Third World

Tales From The Third World Derginin bir önceki sayısında yer alan konser ve albüm kritiğinden ötürü, Mike Patton’ın dehasının keşfedilmesine önayak olan, bunun yanısıra neredeyse kendi başına bir tarz yaratabilecek özgünlüğe...

Detaylı

Darkthrone

Darkthrone da verdiğimize göre, artık lafa bir yerden başlamanın vaktidir. Derginin bir önceki sayısında yer alan konser ve albüm kritiğinden ötürü, Mike Patton’ın dehasının keşfedilmesine önayak olan, bunun ...

Detaylı