Köprü Ocak 2013

Transkript

Köprü Ocak 2013
köprü
Ocak 2013
Bosphorus Chronicle’ın Ekidir.
YGS-LYS
Rüzgârı....
YGS-LYS
Nedir?
Dershanelerde
yaşadığınız
zorluklar
Dershanelerde
yaşadığımız
zorluklar
nedir?nedir?
Türkiye
Türkiyemı?
mi Tıp
Yurtdışı
Tıpöğrenciler
hayali kuran
mi, Yurtdışı
hayalimı?
kuran
için staj
öğrenciler
için
staj
imkanları
neler?
Köprü
bu
imkanları neler? Köprü bu sayısında öğrencilerin
sayısında
kafasınısorunlarına
karıştıran üniversite
kafasınıöğrencilerin
karıştıran Üniversite
çözüm
sorunlarına
çözüm
buluyor!
Tüm cevaplar...
buluyor!
Bütün
cevaplar….
Üniversite
ÜNİVERSİTE
Dosyamızda
DOSYASI’NDA
sayfa
31-39
Sayfa
10
"Keşke eksen
eğikliği olmasaydı
da işiniz de bu kadar zorlaşmasaydı"
Coğrafya
Hocalarıyla
"Dünya
Dönüyor Sen
Ne Dersen De"
Söyleşisi
sayfa 3-4-5
Robert Öğrencileri
Merakta! Sayfa 38
Robert Kolej
Ormanlarına UFO
indi. Sayfa 40
Boğazİçi mİ?
Harvard mı?
11 yaşındayken
Biyoloji sınavında
kopya çekmiştim.”
ve daha birçok samimi itiraf
Margaret Halıcıoğlu ile söyleşide. sayfa 7
Blok Ders
Gelİyor,
İstanbul'da bir Hobbit
Köyü: Bahçeşehir
Sayfa 20
“Türk Takımlarının
Euroleague
Karar veremediniz mi?
Mücadelesi”
Önemli değil, sizin için hem
Köprü’nün Spor
Anne Kozlu, hem de
Mehtap Kaya'yla konuştuk. Uzmanı yazıyor,
Sayfa 31-32-33-34
spor severler
okuyor!
2013 Yılında neler
yaşayacağınızı merak mı
Sayfa 24
ediyorsunuz? Gazetemizin
astroloğundan 2013
yılı
burç yorumları...
Sayfa 12-13
Yurtdışı mı? Türkiye mi?
İkiz olmayı hayal edin...
Hem de
Nazi Almanyası’nda!
Sayfa 25-26
Bir Taşla İki Kuş...
Hâlâ karar veremediniz mi?
Sevdiniz biliyoruz, İpek &
“Yurtdışıcı mısın, Yurtiçici misin?” Andrew Tingleff çiftiyle devam
testini çözün, sorunuza yanıt
ediyoruz!
Sayfa 8-9
bulun. Sayfa 39
Sayfa 21-22
21 Aralık’ta Kıyamet Kopmadı!
Hoşgeldin yılların
Mayalara rağmen yaşaMAYA
sultanı 2013!
devam ediyoruz.
Sayfa 18
2013'ten beklen“Göbekten zeytin yemek 9’lar ilk dönem sonu
tiler ve 2012'de geride
Halktan Şiirler
sınavlarına girecekler!
90’larda çok modaydı”
bıraktıklarımız... Hepsi
yayınlıyoruz,
90’lar hakkında her şey, Peki onlar bu konu
Yeni Yıl
sizin sesiniz oluyoruz!
Adölesan Nostaljisi’nde! hakkında ne düşüyor?
Sayfa 13
Sayfa 29
Sayfa 29
Dosyamızda!
Röportaj
EDİTÖRDEN
2
Editör Yazısı
Köprü’nün ilk sayısı hakkında aldığımız
olumlu veya eleştirel yorumlarınız için
herkese teşekkür ediyoruz, sayenizde
Köprü’nün bu dönem 2. Sayısını daha
da geliştirdik, daha da iyi yaptık! Robert
Kolej öğrencilerinin sesi olmak için sizin
sesinize kulak vermeliydik ve bunu
yaparak gazetemize yeni dosyalar
ekledik, eleştirileriniz doğrultusunda
değişiklikler
yaptık.
Eğlenceli
söyleşilerimizin yanında, bu sayıda
Üniversite Sorunlarınıza çare bulacak
bir “Üniversite Dosyası”na da yer verdik.
Umarız siz de, danışmanlarımızın,
yazarlarımızın ve tasarım ekibimizin
yoğun çabalarıyla 3 hafta gibi
kısa bir süre içinde hazırlanan bu
sayıyı beğenirsiniz ve ilk sayımıza
gösterdiğiniz ilgiliyi bu sayımıza da
gösterirsiniz.
Yunus Emre
Erdölen
Berfin
Torun
“Dünya Dönüyor Sen Ne Dersen De”
Köprü Gazetesi olarak 10. sınıfların
haftada beş saat ders gördüğü ve
bu seviyenin en önemli dersi olan
Coğrafya’nın birbirinden renkli ve
samimi öğretmenleri Gülhiz Yüksek,
Necla Sönmezay ve Ferdağ Sezer’le hem
bilgilendirici hem de eğlenceli bir söyleşi
gerçekleştirdik. Bu söyleşi boyunca hem
öğretmenlerimiz hakkında birçok şey
öğrenecek hem de özellikle hazırlık ve
9. sınıf öğrencilerinin Coğrafya dersi
hakkında edindikleri önyargılardan
kurtulmaları için tavsiyeler ve
açıklamalar bulacaksınız.
Köprü: İlk olarak size neden
coğrafya öğretmeni olduğunuzu
sormak istiyoruz.
Coğrafya
öğretmenliği dışında başka
bir meslek sahibi olmak ister
miydiniz? Çocukluk hayaliniz olan
bir meslek var mıydı?
Gülhiz
Yüksek: Ben coğrafya
öğretmeni olmayı planlamıyordum.
Eczacılık veya ziraat mühendisliğini
istiyordum. O dönemdeki
sınav
sistemi içinde bu bölümler olmayınca,
arkadaşlarımın da çoğunlukla tercih
ettiği dal olan İ.Ü. Coğrafya Bölümü’ne
girdim. Hatta öğretmen olmamak için
jeoloji sertifikası alarak dört tane çok
ağır dersi bir yıl içinde verdim. Ama
mezun olduktan sonra evlendiğimde
öğretmenliğin bana çok uygun
olacağını fark ettim. Eşimin de aynı
meslekte karar kılması yaşamımızı çok
daha anlamlı ve paylaşılır hale getirdi.
Ferdağ Sezer: Ben, öğretmenliği
karakterime ve yapıma uygun bir
meslek olarak görüyorum. Belki
insanları ve özellikle çocukları çok
sevdiğim için onlarla birebir iletişim
içinde olabileceğim bir mesleğim
olmasını istemişimdir her zaman.
Bunun için önceleri doktorluk mesleğini
düşünürken lise yıllarımda onun yerini
öğretmenlik aldı. Lisede coğrafya
derslerini çok seviyordum ama coğrafya
öğretmenimiz derslere çok ender geliyor
ve geldiği zamanda dersi daha çok bana
anlattırıyordu. Sanırım bu dersi anlatma
alışkanlığı o dönemlerden geliyor.
Ayrıca çevreye karşı ilgim ve merakım
hep olmuştur. Merak ettiğim pek çok
şeyin cevabını bulabileceğim bir alan
olarak da görmüşümdür coğrafyayı.
Aynı şekilde ilgimi çeken bir de edebiyat
öğretmenliği vardı. İkisinden biri
olacaktı ve coğrafya oldu.
Necla Sönmezay: Benim de öğretmen
olmak gibi bir niyetim yoktu başlangıçta,
liseden sonra üniversiteyi okumak
için Almanya’ya gittim. Berlin’de
işletme fakültesine kaydoldum.Turizm
işletmesi okumayı planlıyordum,
ama ailevi nedenlerle dokuz ay sonra
geri döndüm.Tekrar sınava girdim
ve tarih, sosyoloji, turizm, coğrafya
gibi sosyal bilimler ağırlıklı bölümleri
tercih ettim.Üniversiteyi bitirdikten
sonra da öğretmenlik yapmayı
düşünmedim, turizm alanında çalışmak
amacıyla İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesi’nde yüksek lisans yaptım. Bir
yandan kendime uygun bir iş bakarken,
diğer yandan da kendi ayaklarımın
üzerinde durabilmek, bağımsız
olabilmek için İstek Vakfı Okullarından
birinde öğretmenliğe
başladım.
Tecrübeli öğretmen arkadaşlarım bana
öğretmenlikte beş yılımı doldurursam
asla bırakamayacağımı söylemişlerdi,
gerçekten
de
öğretmenliği
sevip, bırakamadım. Bir psikoloji
konferansından “Neden öğretmen
oldunuz?”
sorusunun cevabını
hatırlıyorum:“ Daima öğrenci kalmak
isteyenler, öğretmen olarak okula
dönerler.”
Köprü: Şimdi öğrencilerin çok
merak ettiği bir soruyu sormak
istiyoruz. Okul dışında birlikte
zaman geçiriyor musunuz?
Gülhiz Yüksek: Sadece Coğrafya
öğretmenleri değil Sosyal Bilimler
Ocak 2013
Bölümü olarak da arkadaşlarımızla
bir araya gelme fırsatı yaratıyoruz boş
zamanlarımızda. Bunlar hafta sonları
gezmeler, buluşmalar ve sinema gibi
etkinlikler olabiliyor. Okula emek
verdikten sonra unutulmuş olmak
kötü bir duygu olacağından emekli
hocalarımızla vakit geçirmeye özen
gösteriyoruz. Bu nedenle onları bir
araya getirebileceğimiz özel günler
planlıyoruz. Bugünlerde onlarla
beraber yeni yıl yemeği planlıyoruz
örneğin. Ayrıca Türk Sanat Müziği’ne
aşırı bir ilgimiz var. Örneğin benim
uzun yıllar öncesinden devam ettiğim
koro grubuna bu yıl Ferdağ Hanım’ın da
katılması her perşembe akşamı birlikte
olmamızı sağlıyor.
Necla S.: Bundan önceki senelerde de
okul sonrası koro çalışması yapıyorduk.
Bizim bölümden birçok arkadaşımız
katılıyordu.
Ferdağ S.: Ama birlikte yurt dışı
gezilerine de gittik. Bu tür aktiviteler
beraber hoşça vakit geçirmemizi de
sağlıyor. Bütün zamanımızı birlikte
geçirdiğimiz için aile gibi olduk aslında.
Bu nedenle dışardaki hayatımızda da
birlikte paylaşımlarımız oluyor.
Necla S.: Bizim bölümde ciddi bir
dayanışma var. Sadece coğrafya
öğretmenleriyle değil bütün zümre
öğretmenleri arasında birbirine
bağlılık ve huzurlu bir ortam var. Ofisin
kapısından girdiğinizde evimizdeymiş
gibi hissediyoruz kendimizi. Hem
sizlerle hem bu bölümde olmaktan
mutluyuz.
Köprü: Bireysel olarak boş
zamanlarınızda
yaptığınız
aktiviteler var mı?
Necla S. : Ben fotoğraf çekmeyi çok
seviyorum. Fotoğrafçılık bizim ailede
geçmişten gelen bir meslek, bazı
yakınlarım hâlâ profesyonel olarak
bu mesleği sürdürüyorlar. Müziği çok
seviyorum, iyi bir dinleyiciyimdir, ayrıca
Köprü
Yunus Emre
Erdölen
Defne
Aksoy
Şiir Su
Saydam
Gizem
Taşkın
Başak
Dağlıoğlu
kitap okumayı da seviyorum. İstanbul
Film Festivali’ni üniversite yıllarımdan
bu yana takip etmeye çalışıyorum.
Özellikle Avrupa sinemasını beğenirim,
ticari yanı olmayan sanat filmleri daha
çok ilgimi çekiyor. Son yıllarda festival
zamanının bir bölümünün tatile
rastlaması sebebi ile izleyemediğim
filmleri sonradan vizyona girdiğinde
veya satın alıp evde izleyebiliyorum.
Ferdağ S.: Ben mümkün olduğunca
yürüyüşlerimi yapmaya çalışıyorum
sağlığım için. Onun dışında her
bulduğum fırsatta kitap okuyorum. Son
bir iki yıldır sinemaya gitmek benim
için bir hobi oldu. Özellikle tek başıma
sinemaya gitmek ayrı bir zevk veriyor
bana. Onun dışında lise yıllarımda
da korodaydım ve şimdi de olgunluk
dönemimde koroya tekrar başladım.
İnşallah ileride bir de müzik aleti
çalmayı öğreneceğim.Tercihim keman.
Köprü: Aikido?
Ferdağ S.: Bunu nereden bulmuşlar
bilmiyorum ama ilk geldiğim yıllarda
bir dönem bu kulübün danışmanlığını
yapmıştım ama ben öğretmiyordum
tabii ki. Dışarıdan bir uzman geliyordu.
Gülhiz Y.: Ben annemin ev işlerini
yapabildiği ve sağ olduğu zamanlarda
kanun çalıyordum ve Üsküdar Musiki
Cemiyeti’ne on yıl devam ettim.
Cemiyetin çok değerli hocası, TRT’nin
ünlü kanun sanatçısı Hüsnü Anıl
Bey’den uzun yıllar ders aldım. Son
yıllarda bıraktım ama ileride müzikle
uğraşmaya devam edeceğimden
eminim.
Köprü: O zaman şimdi hızlı soru-cevap
kısmımıza gelelim. Eksen eğikliği
hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gülhiz Y.: Keşke eğik olmasaydı da
işiniz de bu kadar zorlaşmasaydı.
Ferdağ S.: O zaman yıl boyunca
Ekinoks olacağı için Ekinoks bayramını
kutlayamayacaktınız.
Necla S.: Öğrenciler her şeyin sebebi
olarak eksen eğikliğini görüyorlar.
Jeolojik evreler içinde değişmiş zaten.
Köprü: Gerçekten de haklısınız. Çoğu üst
dönem ilk sınavda bilemediğiniz şeylere
“eksen eğikliği” yazın, çoğunun cevabı
bu diyorlar mesela. Peki, başka bir soru:
Bu okulda öğrenci olsaydınız, hangi
kulüplerde olurdunuz?
Ferdağ S.:TEMA! RC Singers’ta olmak
isterdim.
Necla S.:Ben birçok kulüpte olmak
isterdim. Fotoğrafçılık kulübü ve
derslerini mutlaka alırdım; orkestra
olabilirdi, bir müzik aleti çalmayı çok
isterdim.Yurt dışında farklı okullardan
gelen öğrencilerle ülkelerin durumunu
tartışmak ilgimi çekerdi, MUN’de olmak
isterdim.
Gülhiz Y.: DI kulübünün çalışmaları çok
ilgimi çekiyor. Bunun dışında MUN ve
orkestrada olmak isterdim.
Köprü: Bildiğiniz gibi 21 Aralık’ta Mayalar
kıyametin kopacağını ve Dünya’nın
tersine döneceğine inanıyorlar. Bu
konuda ne düşünüyorsunuz? Gazetemiz
bu tarihten sonra çıkacağı için hepimiz
gerçekten olup olmayacağını göreceğiz.
Ferdağ S.: Bu durumda coğrafyacıların
işi zor, yeniden her şeyi tekrar yazacağız.
Necla S.: 21 Aralık’a kadar da sağ
kalacağımızın garantisi yok.
Ferdağ S.: 21 Aralık bizim için bir şey
daha ifade ediyor öyle değil mi?
Köprü: Ekinoks mu? Hayır, hayır. En
uzun gece?
Ferdağ S.: Evet, en uzun gece ve en kısa
gündüz. Kış gün dönümüdür. Bizim için
bu anlama geliyor 21 Aralık, kıyamete
ihtimal vermiyorum.
Gülhiz Y.: Öyle düşünmüyoruz hiç.
Köprü: Öğretmenlik hayatınız
boyunca başınıza gelen komik
anılarınız nelerdir?
Necla S.: Final kağıtlarını okurken
çok eğleniyorum aslında. Öğrenciler
bilgilerini bazen çok komik şekillerde
ifade edebiliyorlar. Bir final sınavında
Kuzeydoğu Anadolu Bölgesindeki bitki
örtüsünü sormuştuk, orada gür çayırlar
var bildiğiniz gibi. Öğrencilerden
biri “Oradaki büyükbaş hayvanlar
hepsini yemiş bitirmiş” yazmıştı. Çok
gülmüştük.
Gülhiz Y.: Kutup makroklima iklimini
anlatırken bir öğrencim öğretmenim
“kutup ikliminde hangi tarım ürünleri
yetiştirilir?” diye sormuştu. Ben de
“pamuk, muz” şeklinde cevap vermiştim
ciddi bir soru olarak düşünmediğim için.
Öğrenci de “öğretmenimiz sorularımıza
cevap vermiyor, alay ediyor” diye
rahatsızlığını dile getirmişti.
Ferdağ S.: Çok önceki dönemlerde G
418’de ders yaparken, bir öğrencinin
elinde elma vardı. “Oğlum elma mı
yiyorsun derste?” dedim. “Aaa hocam,
özür dilerim” deyip elmayı camdan
dışarı fırlattı. Ben şok oldum ve “Ya
aşağıda birinin kafasına geldiyse,”
dediğimde o da “Hocam orada balkon
var, kimsenin başına düşmemiştir” dedi.
Köprü: En güzel yaptığınız yemek
nedir? Bilindiği gibi sizin zümre
çaylı kekli toplantılarıyla meşhur
öğrenciler arasında.
Ferdağ S.: Karnıyarık ve biber
dolmasını iyi yaparım. Ama öğrenciler
mozaik pasta diyeceklerdir herhalde.
Gülhiz Y.: Kurabiye, pasta ve börekleri
Ocak 2013
güzel yaptığımı düşünüyorum.
Necla S.: Yemek yapmayı ben de
seviyorum. Elmalı turtayı güzel
yaparım. Yöresel yemekler her zaman
ilgimi çekmiştir. Kendi yöremin
yemeklerini öğrenmeye çalıştım. Yaprak
sarmasını yapmayı değil ama yemesini
çok severim.
Köprü: Peki, öğrenciler arasında
yaygın olan genel kültür
eksiklikleri var mı?
Gülhiz Y.: Çok. Robert Kolej’de asla
olmaz dediğimiz nelerle karşılaşıyoruz.
Özellikle final sınavlarında harita
üzerinde Fırat ve Dicle’yi Karadeniz’e,
Kızılırmak’ı Akdeniz’e dökülecek
şekilde çizen çok sayıda öğrenciyle
karşılaşıyoruz.
Necla S.: Bir de “Ekvatora yıl boyunca
güneş ışınları dik gelir” bilgisinde
ısrarlı olanlar var. İlköğretimden gelen
bir yanlış bu, ayrıca öğrenciler liseye
coğrafya dersi ezberlenecek bilgilerden
oluşuyor düşüncesi ile geliyor.
Ferdağ S.: Öğrenciler SBS’ye
hazırlanırlarken bilgileri daha çok
kalıplar halinde ezberliyorlar. Bu gibi
kalıp bilgileri sonradan değiştirmek
üzerine bilgiler eklemek, yorumlar
yaptırtmak da çok zor oluyor.
Gülhiz Y.: Öğrencilerin bu ders
konuları nasıl olsa bizim daha önce
ezberlediğimiz, öğrendiğimiz konular
yaklaşımıyla gelip farklılıkları görüp
bocalaması bizim için üzücü oluyor.
Aslında her şeyi bildiklerini sanıp hiçbir
şey bilmediklerini fark ediyorlar. Bu da
uyum sürecini geciktiriyor.
Necla S.: Bu nedenle öğrenciler
Coğrafya dersinin çok zor olduğunu
Köprü
3
düşünüyorlar.
Gülhiz Y.: Evet, ezber ders vurgusundan
rahatsız oluyoruz, çünkü bizim
öğrenciliğimizdeki yaklaşım çok değişti.
Doğal olayların nedeni sonucu ve
insanın sosyal, ekonomik yaşamına
etkileri ön plana çıkarılarak, çeşitli
teknikler kullanarak, animasyonlarla
anlamayı kolaylaştırarak ezberden
uzaklaştırmayı, yaşamla bağlantı
kurmayı hedefliyoruz. Belli kurallar
öğrenildikten sonra asla ezber
olmadığını
düşünüyoruz.
Üst
dönemlerin alt dönemlere dersin çok
zor olduğu konusunda korkutmaları
nedeniyle oluşmuş bir kanı
yerleşmekte. “Böyle olmadığını 10.
sınıfta gördüğünüz halde neden küçük
sınıflara bu şekilde aktarıyorsunuz” diye
sorulduğunda “Bize öyle söylemişlerdi,
biz de devam ettiriyoruz” yanıtını
alıyoruz.
Ferdağ S.: Aslında her dönem, birinci
yarıyılda her konu arasında bağlantı
olduğundan öğrenme daha kolay
gerçekleşiyor. İkinci yarıyılda ise Türkiye
coğrafyasına geçtiğimizde
harita
ağırlıklı konular işliyoruz. Öğrencilerin
daha kolay öğrenmesini sağlayacak
haritalar dağıtarak bunlar üzerinde
çalışıyoruz. Ancak bu haritalar üzerinden
ezber yapmak öğrencileri zorluyor
sanırım.aslında bu zorlanmanın en
önemli nedeni haritaları düzenli ve
günlük tekrarlar yaparak çalışmak
yerine sınav öncesinde hepsini birden
hiç bir çizim tekrarı da yapmadan ve
aslında öğrenmeyi hedef almadan
ezberlemeye çalışmaları. Bu çok zor
bir iş. Tabii ki sonuçta başarısızlığa yol
4
açması da çok mümkün. Sonuç olarak
öğrenciler birinci dönem coğrafya
dersi ile ilgili olumlu yargılarını ikinci
dönem kaybediyorlar ve alt dönemdeki
öğrencilere de genellikle bu olumsuz
yargılarını yansıtıyorlar.
Gülhiz Y.: Öncede söylediğimiz gibi
amacımızın, hangi mesleği seçmiş
olursanız olun ülkenizi tanımadan,
sevmeden, insanımızın
yaşam
koşullarını bilmeden o meslekte
başarılı olacağınıza inanmıyorum.
Coğrafyayı temel kültür ve kişiliği
geliştiren yanıyla öğrenmenin çok
yararlı olduğunu düşünüyorum.
“Coğrafyacı olmayacağım, bunlar ne
işime yarayacak?” düşüncesinden
kurtulduğumuz oranda öğrenmenin
kolay olacağını düşünmeyi tavsiye
ediyorum.
Necla S.: Bence sizlere de görev
düşüyor, derse karşı daha objektif
olmanız, bunu alt dönemlere de bunu
aktarmanız gerekiyor.Ülkemizin sosyal
ve ekonomik gerçeklerini anlamak
için coğrafi bilgilere ihtiyaç olduğunu
yaşınız ilerlediğinde çok daha iyi
anlayacaksınız.
Gülhiz Y.: Örneğin ezber ve zor ders
olduğuna kanıt olarak sürekli dile
getirilen söylem “Demir yollarını
soruyorlar.” şeklinde. Bunun temel
nedeni, Türkiye’nin coğrafi yapısı,
yerleşmeleri, akarsular boyunca var
olan ovalar ve ekonomik etkinliklerdir.
Önemsenen her bilginin altında
mutlaka ülkemizin doğal yapısını ve
insanımızın yaşam koşullarını anlamayı
hedefleyen bir amaç var. Bu bilincin
gelişmesi en büyük isteğimiz.
Köprü: Seneye coğrafya dersinde
bazı
değişiklikler
olacağını
duyduk. Acaba bize biraz bu
değişikliklerden
bahsedebilir
misiniz? Seneye seçkimiz olacağı
ve teknoloji kullanımının artacağı
doğru mu?
Necla S.: Ders konularını,çalışma
kağıtlarını ve etkinliklerini içeren bir
coğrafya çalışma kitabı hazırlamayı
düşünüyoruz. Ama bu bir seçki değil,
seçkinin niteliği ve içeriği daha farklıdır.
Ferdağ S.: Biz sizin ifadenizle seçki
diyoruz .Aslında başka türlü bir çalışma
olacak..
Gülhiz Y.:
Senelerden beri
kaynaklarımızın dağınık olması, farklı
kitaplardan yararlanıyor olmak ya
da bizim verdiğimiz notların sizler
tarafından farklı algılanıyor olması
finallerde ve sınavlarda çalışmanızı
Haberler
Röportaj
güçleştiriyor, diye geri bildirimler
alıyorduk sürekli olarak. Yakınmalar
ve olumsuz eleştiriler bizi de mutlu
etmediği için bütün bilgilerin topluca
elinizde olmasının sakıncası olmadığı
kararına vardık. Senenin başından
sonuna bütün konular hakkında ortak
karara varılmış bilgilerin, tanımların,
konuların,
verilmesi
planlanan
haritaların, çalışma kâğıtlarının
derli topluca, sırasıyla elinizde
bulanabileceği bir kitapçık oluşturmak
düşüncesindeyiz.
Ferdağ S.: Bu işinizi ve çalışmanızı
kolaylaştırmak için düşünülen bir şey
tabii ki.
Köprü: Peki bu kitapçıktan
bu
seneki
10.
sınıflar
yararlanabilecekler mi, en azından
II. dönemde?
Gülhiz Y.: Bundan sonraki konuları
içeren ünitelere ait notlar oluşturmakla
işe başlamayı planlıyoruz. böylece
ileride yapacağımız sisteme de
hazırlanmış olacağız. Konuları beş
saatte bütünsellik içinde öğrenmenin
öğrencilerimiz için büyük bir
kazanım olduğu düşüncesindeyim.
Öğrencilerimizin içinde iken ezber diye
şikâyet ettiği bilgilerin, daha 11. sınıfta
dershane sınavlarına girer girmez
işlerine ne kadar yaradığını, ne kadar
iyi öğrendiklerini , ayrıca çalışmaya
gerek duymadıklarını söylemeleri
amacımıza ulaştığımızın kanıtları.
Biz ayakları yere basan, Türkiye ve
dünyadaki siyasi ekonomik olayları
anlayan, yorumlayan, temel kültüre
sahip olan dünya insanı oluşturmaya
çalışıyoruz. Bunun şu anda farkında
değilsiniz, ama ileride bunun yararını
göreceğinize inanıyoruz.
Ferdağ S.: Öğretim teknikleri açısından
değişiklikler olacaktır ama içerikler
hakkında değişiklikler olamıyor.
Necla S.: Üniversite gerçeğinin devam
ettiği, sosyal bilimler derslerinin sınav
içinde önemli bir ağırlığı olduğu için
içeriği değiştirmemiz mümkün değil.
Ancak sizin daha kolay öğrenmenizi
sağlayacak, sizin deyiminizle daha
az sıkılmanızı sağlayacak yenilikler
getirmeye çalışıyoruz. “Coğrafya Bilgi
Sistemleri” de bunlardan bir tanesi,
dersleri teknolojik şekilde bilgisayardan
takip etmenizi, uygulama yapmanızı
sağlayacaktır.
Gülhiz Y.: Konular bütünsellik içeriyor.
Üniversite sınavında çıkan sorulardan
bir tanesine bile değinmemişsek
kendimizi
suçlu
hissediyoruz.
Okulumuzda üniversite sınavına
hazırlananların sayısı gittikçe arttığı
için bu amacı da göz ardı edemiyoruz.
Köprü: Özellikle çevre konusunda
çok duyarlı olduğunuz için acaba
bu konularda bir aktivistliğiniz
veya bir gönüllüğünüz var mı?
Necla S.: Elbette ki aktivist olarak
değil, elimize pankartlar alıp sokaklara
çıkmıyoruz. Bana göre coğrafya
öğretmenleri olarak en büyük
sorumluluğumuz sizlere çevre bilinci
kazandırmaktır. Doğadaki zincirin bir
halkasının zarar görmesinin nasıl bir
etkileşime yol açtığını göstermenin,
en güzel öğretme şekli olduğunu
düşünüyorum. Önceki senelerde
çevre kulübüm vardı, uzun yıllar çevre
faaliyetlerini bu kulüpte sürdürdük.
Ulusal ve uluslararası projeler
yaptık, yurt dışına gittik,çeşitli çevre
kuruluşları ile birlikte çalışmalarımız
oldu. Sonraki yıllarda kulüplerin
sayısı arttı,öğrencilerin ilgileri azaldı,
kendilerine daha cazip gelen kulüpleri
tercih etmeye başlardılar. Şimdi
Ferdağ Hanım TEMA THP ile devam
ediyor. Amacımız doğa sevgisini
sizlere aşılamak, çevreye duyarlılığınızı
arttırmak. Derslerde yeri geldiğinde
bunu vurguluyoruz. TEMA ve “Türkiye
Çevre Eğitim ve Koruma Vakfı”yla
iletişimimiz hâlâ devam ediyor.
Ferdağ S.: Üniversiteyi ilk bitirdiğimde
Türkiye Çevre Koruma ve Yeşillendirme
Derneğine üye oldum, böylece başladı
benim çevrecilik hayatım. Hatta ilk
aktif maceram, Gebze’nin Ballıkayalar
bölgesini koruma alanı haline getirmek
için dernek ve belediye işbirliği ile
yaptığımız bir çalışma sırasında vadide
dolaşırken hatalı bir atlama sonucu ayak
bileğimi incitmemle sonuçlanmıştı. Bir
ay kadar alçıda kalmıştı. Öğretmenlik
hayatımda da öğrencilerimle beraber
çeşitli derneklerle ve vakıflaral iş birliği
içinde ağaçlandırma, geri dönüşüm
faaliyetlerinde
bulunduk.
Ama
TEMA’yla 1996 yılından beri, 16 senedir,
birlikte çalışıyorum. Bir ara Babaeski’de
TEMA Vakfı temsilciliği de yaptım.
Aktivistliğim öğrencilerle birlikte
ne kadar olursa o kadar oluyor. Geri
dönüşüm konusunu çok önemsiyorum
ve bununla ilgili sınıflarda bu bilinci
oluşturmaya çalışıyorum. Ama maalesef
geçmiş yıllarla kıyasladığımız zaman
işimiz çok daha zor. geçmiş yıllara göre
çever korumaya verilen önem giderek
azalıyor ve bu konuya çok önem veren
ve ciddi çalışabilecek öğrenci bulmakta,
projeler üretmekte zorluk çekiyoruz.
Bu böyle olmamalı. benim anladığım
aktivistlik budur. Bunun dışında
eylemlere katılmak sadece söz üretmek
de benim için yeterli değil.
Necla S.: Zaten kanunen de uygun değil,
bir eğitimci olarak öğrencilerimize
öğrettiklerimizin etkisinin daha kalıcı
olduğunu düşünmüyorum.
Gülhiz Y.: Aramızda en aktif olanımız
galiba Ferdağ Hanım galiba. Bölüm
olarak verdiğimiz performans ödevleri
öğrencilerimizi duyarlı ve ilgili olmaya
yönelik Bizim için bu bilinçlendirme en
önemli görev. Greenpeace’e ben maddi
olarak katkıda bulunuyorum ama
eylemlerine katılamıyorum.
Köprü: Ve zamanımız daraldığı için
son soruyu soruyoruz. Finaller için
10. sınıflara önerileriniz var mı
acaba?
Gülhiz Y.: Günü gününe çalışılması
lazım. Yarım dönemin konularını son
günlere sığdırmak kadar zor bir çalışma
temposu olamaz. Finaller günü gününe
çalışan bir öğrencinin haritalara şöyle
bir bakmakla altından kalkabileceği,
dönem sınavlarından çok daha kolay
olan sınavlardır bence. Çünkü özünü,
özetini, gerçekten bilinmesi gereken
şeyleri ayırt edebilen öğrenci hiç güçlük
çekmez.
Ferdağ S.: Siz yazılılarınız boyunca
düzgün çalışırsanız, finale sadece bir
tekrar yaparak girmeniz yeterli olacaktır.
Çok özel bir çalışma yapmanıza gerek
yok.Konunun özünü kavradığınız bir
dönem içinde olacağınız için çok da
kolaylaşacaktır işiniz. Ama tabii ki bu
süreci çok iyi değerlendirmeniz lazım.
Necla S.: Senenin ilk dersinde de
söylediğim gibi, lütfen günü gününe
çalışın. İşlenen her konu bir önceki
derste verdiğimiz temele oturuyor,
bütünü kaçırmamanız için günlük
çalışmanız çok önemli. Sınav veya final
için konuları biriktirip,son bir iki günde
altından kalkmaya çalışmak sizin için
gerçekten de kâbus ve verimsiz bir
çalışma şekli olur.
Köprü: Söyleşimizin sonuna geldik,
samimi cevaplarınız ve önerileriniz
için çok teşekkür ederiz.
Necla S.: Seneye sizinle bir görüşme
daha yapalım çocuklar, dershaneye
başlayın, sonuçları görün, geri
bildirimlerinizi alırız.
2012’de Öğrenci Birliği Etkinlikleri
Öğrenci Birliği Üyeleri
Cadılar Bayramı Temalı Balo’dan Korkutucu Kareler
12. Sınıfların Kostümleri Göz Doldurdu
“Ja schön!” - Lord Voldemort
Dave Phillips Kupası’nda Birinci Olan Erkek Basketbol Takımımız
ocak 2013
köprü
ocak 2013
Köprü
5
6
RÖPORTAJ
Haberler
7
Demir Leydi Ms. Halıcıoğlu
Herkes onu verdiği alıkoyma cezalarıyla
tanıdı, koridorlardan geçilirken büyük
bir itina ve telaşla etekler düzeltildi,
çünkü Ms. Halıcıoğlu’yla her an
koridordan karşılaşılabilirdi. Bazılarımız
onu “Detentor” olarak tanıdı ama her
şeyden önce Ms. Halıcıoğlu bir anne,
onun da korkuları ve ilginç hikâyeleri
var. Ben de bunları öğrenmek için
kendisiyle bir söyleşiye daldım. Ben
konuşurken çok eğlendim, umarım
siz de okurken çok eğlenirsiniz. Ve işte
Ms. Halıcıoğlu ile yaptığım söyleşi.
Köprü: Robert Kolej öğrencilerinin
çoğu sizden korkuyor. Peki sizin
korktuğunuz özel bir şey var mı?
Margaret Halıcıoğlu: Başta öğrencilerin
benden korkmasından dolayı çok
üzgün olduğumu söylemek istiyorum.
Umarım ki bu her öğrenci için geçerli
değildir, abartmadır. Gerçekten
de neden korktuğumu söylemem
gerekiyor mu? (Gülerek) Çünkü belki
biri bana bir şaka hazırlayabilir. Tamam,
dürüst olacağım. Ben kesinlikle ve aşırı
derecede yılanlardan korkuyorum.
Başka korkularım ve endişelerim de
var. Mesela aileme veya öğrencilerime
bir şey olmasından korkuyorum. Ama
yılanlar benim en büyük kabusum.
Köprü Gazetesi
DAve Phıllıps kupası’na
Katılan Tüm takımları
kutluyoruz!
ocak 2013
köprü
söyleyebilir misiniz acaba?
MH: O kadar da yüksek değiller. Şimdi
ayakkabı dükkanlarına bakarsanız,
görebilirsiniz ki benim giydiklerimden
çok daha yüksekleri var. Bilmiyorum,
hiç düşünmemiştim. Santimetre olarak
bilmiyorum, yirmi santim olabilir mi?
Gerçekten de o kadar yüksek değiller.
Köprü: “Tuesday” yerine “Chooseday”
demenizin özel bir nedeni var mı?
MH: Bu herkesin telaffuz ettiği şekil değil
mi? (Gülerek) Bütün İngiliz öğretmenler
“Chooseday” demiyor mu? Ben mesela
her zaman “Trash can” yerine “Rubbish
gelmemiştim ve Türkiye hakkında
hiçbir şey bilmiyordum. Yaklaşık yirmi
Lal
bir yıl önce bir gece kocam sayesinde
Tüzman
Türkiye’ye yerleşip çalışmaya karar
verdim. Kocamın evlenme teklifini
kabul etmem sadece bir evet demekten
ibaret değildi. Bu ayrıca ailemi, evimi,
işimi yani her şeyimi bırakıp seninle
zaman da beden dersinin çıkışında
Türkiye’ye gelebilir, yeni bir hayata
arkadaşlarımla soyunma odasındaydık.
başlayabilirim anlamına geliyordu.
Bir arkadaşım dışarıdaydı ve ben
onun içeri girmesini engellemek için
Köprü: Öğretim hayatınız boyunca
durdurdum. Tam o sırada biri kapıyı
sizin bir lakabınız oldu mu?
yumruklamaya başladı. Ben de “Senin
MH: (Gülerek) Şu an Robert Kolej
içeri girmene izin vermeyeceğim” diye
bağırmaya başladım. Sonradan kapıyı
açınca kapıyı yumruklayanın arkadaşım
değil, okul müdürünün olduğunu fark
ettim. Yaptığım şey biraz yaramazlıktı.
Köprü: Ailenizle ilgili ilginç bir olay
veya bilgi söyleyebilir misiniz?
MH: Kocamla tanıştığım zaman,
kendisi bir et fabrikasında çalışıyordu.
Döner ve kebap yapıyordu. Yani
bir dönerci ile evlendim. Birlikte
olduğumuz zamanlarda bazen otobüs
durağında otururduk ve otobüsü
beklerken köpekler gelip ayaklarını
yalardı. Çünkü ayakkabısında et
fabrikasından kalan kanlar bulunurdu.
Köprü: Giydiğiniz gömleklerin
rengiyle bir üne sahipsiniz.
Seçerken belli bir emek
sarf
ediyor
musunuz?
MH: Bununla ilgili bir ünüm olduğunu
bilmiyordum, yeniden şaşkınlığa
uğradım. Hmm, gömleklerime özel
bir zaman harcıyor muyum? Renkli
gömlekleri seviyorum. (Gülerek)
Bugün de renkli kıyafet giymiyorum.
Öğrencilerin
böyle
düşünmesi
gerçekten de çok ilginç. Doğru,
kırmızı gömlekleri çok giyerim ve
yeşil de en sevdiğim renktir ama bin” derim. Bu herhalde İngilizlere özel.
sarı renkte hiçbir şeyim yoktur. Başka bir zaman bir İngiliz öğretmenle
konuştuğun zaman onların “Tuesday”
Köprü: 11. ve 12. sınıflara deme tarzlarına dikkat et, eminim
diğer dönemlere göre daha ki onlar da “Chooseday” diyecek.
az alıkoyma cezası verdiğiniz
söyleniyor. Bu doğru mu? Köprü: Hayatınızın dönüm noktası
MH: Bunun yanlış bir anlaşılma nedir?
olduğunu düşünüyorum, istatistiklere MH: Büyük olasılıkla kocamla
bakmam
lazım.
Ama
şunu tanıştığım zamandır. Kocam bir Türk’tü
söyleyebilirim ki bu hafta en çok 12. ve ben onunla İngiltere’de tanıştım. O
sınıflara alıkoyma cezası verdim. zamanlar yüksek lisans için oradaydı
ve ben de bir müzik öğretmeniydim.
Köprü: Topuklu ayakkkabılarınızın Kendime ait bir evim vardı, o zamana
yük- sekliklerinin ortalamasını
kadar Türkiye’ye tatil için bile
ocak 2013
öğrencileri tarafından bir lakabım
olduğuna eminim. Öğretim hayatımı
sorarsan arkadaşlarım beni “Margaret”
yerine “Mag” diyerek çağırırdı.
Köprü: Öğretim hayatınız
boyunca hiç davranış bozukluğu
sergilediniz mi?
MH: Evet. 11 yaşındayken biyoloji
sınavında kopya çekmiştim, kalp şeklini
dolaşıma göre kırmızı ile maviyle
boyamamız gerekiyordu ve benim
de bu konu hakkında hiçbir bilgim
yoktu. Ben de bu nedenle yanımdaki
kişinin kağıdındaki boyamaya bakıp
sınavıma geçirmiştim. Başka bir
Köprü
Köprü: İnternette hakkınızda
yazılanlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
MH: Bilmediğiniz birinin sizin
hakkınızda internete yazılar yazması
gerçekten çok üzücü. Özellikle sizin
hakkınızda sizi kırabilecek yazılar
yazması ve bunları yazarken de
düşünmemesi. Ama şu bilinmeli ki
internete bir şey yazdığınız zaman o uzun
süre boyunca orada duracak. Bu yüzden
internete yazı ya da fotoğraf koymadan
önce olacakları düşünmemiz lazım.
Köprü:
Kendinizi
üç
kelimeyle
özetleseydiniz,
bu
kelimeler
neler
olurdu?
MH: Dürüstlük, dürüst olmak benim
için çok önemli.Tutarlılık, her zaman
tutarlı olmak. Ben aniden garip
kararlarla çıkmam, her zaman
düşünerek adım atarım. Üçüncüyü ise
öğrenciler benim adıma söylesinler.
Ms. Halıcıoğluna sorularımızı içtenlikle
yanıtladığı için çokteşekkür ederiz.
8
RÖPORTAJ
RÖPORTAJ
Bir Taşla İki Kuş
tanıyor onları. Ortak öğrencimiz
bizim için önemli oluyor, onları
konuşuyoruz mutlaka. Fikirlerimizden
etkilenmiyoruz ama fikir alışverişinde
bulunuyoruz.
Köprü: Mesela ortak sınıfınız
matematikten yüksek not
aldı ama biyolojiden düşük
aldı. Ama matematik sınavı
biyoloji sınavından önceydi. Bu
durumlarda neler konuşuyorsunuz
ortak sınıfınız hakkında?
Mrs. Tingleff: Herhangi iki dersin
sınavının art arda gelmesi tabii ki
etkiler.
Mr. Tingleff: Bence notlar
hakkında bir soru sordu. Bence
bizim konuştuklarımız daha çok
genel davranış ve tutumla alakalı.
Yani biz sizin notlarınız hakkında
konuşmuyoruz.
Mrs. Tingleff: Ama öğrencilerden
biri derslerimizden birinde çok düşük
not aldıysa ya da ortak sınıflarımızdan
birinde bir problem olduğundan
bahsederim. O zaman dikkat ediyoruz
ama genellikle davranıştan konuşuruz.
“Senin dersinde nasıl?”, “Benim
dersimde hep uyuyor.”, “Senin dersinde
şöyle mi?” gibi… Bunların hakkında
konuşuyoruz.
Köprü: Okulda birlikte yaşadığınız
ilginç bir anınızı bizimle
paylaşabilir misiniz?
Mr. Tingleff: Burada on iki yıldır
yaşıyoruz bu yüzden…
Mrs. Tingleff: Bir şey bulmalıyız.
olunarak ya da olunmadan olabilir.
Bir çok toplumsal sorunun temel
nedeni; yalnızca zorunlu müfredat
eğitimine körü körüne bağlı kalınıp;
toplumun
kendi
dinamiklerinin
yarattığı, biraz vicdan ve biraz da yazılı
olmayan ahlaki değerlerin nesillere
aktarılan standardının düşüklüğü ya da
yüksekliğinin sınırları ile ilgilidir. Bunların
yanında bilinçle edinilmesi mümkün
olan değer yargılarının yoksunluğunun
önüne geçilmesi gereğinin güçlendirici
etkisi de unutulmamalıdır. Standart
ve ahlaki değerlere bağlı geleneksel
eğitim, insanlığın varlığını sağlıklı bir
şekilde sürdürebilmesin yapıtaşıdır. Hatta
yalnızca insanların değil, doğal dengenin
korunması ve devamının sağlıklı bir
biçimde getirilmesi buna bağlıdır.
Toplum, kültürel anlamda bir bütün
olduğu gibi, yöresel farklılıklar
gösterebilen karmaşık bir yapı olma
özelliğine de sahiptir. Bu yapıyı
ülkemizin farklı bölgelerinde coğrafi
yön, kültürel birikim ve toplumun
kendisi incelendiğinde apaçık görmek
mümkündür. Ege bölgesi zeybek oynayan
efeleri, zeytin ağaçları ve bilindik “Egeli”
şivesini hatırlatırken Karadeniz insanının
folkloru oldukça farklıdır; ilk Hamsi balığı
gelir belki akıllara Karadeniz dendiğinde;
Malatya kayısı, Bursa şeftali, Terme
pirinçle hatırlanır.
Benim yaşadığım kentin bütünü deniz,
deniziyse balıktır. Uzun bir öyküdür
İstanbul’umda balık; lezzettir. Palamuttur,
oltada avlanan istavrit, açık denizinde
levrektir... Haliçtedir ya, yeni yeni hani!..
Gerçekte Boğazdadır babamın dediğine
göre balık. Yine babamın dediğine göre
balık kofanadır ve onun yavrusu lüferdir.
Benim hiç tanışmadığım, tanışamadığım
lüfer. Daha kendi olamadan, yavruyken
avlanmış; sofralara başka adlarla gelmiş
şanssız deniz mahsulü, can lüfer. Bildiğim
kadarıyla yavrusu çinakoptan daha da
küçüklerini yakalayıp satma, onları
yeme vicdanını gösterenler literatürde
adı olmayan bu minik yavruya “yaprak”
demişler ve bunun eti budu bir defne
yaprağından daha hallice olmayan
gövdesini kılçığıyla birlikte yemişlerdir.
İpek & Andrew Tingleff
“Bir Taşla İki Kuş” serisinin en eğlenceli
çiftlerinden biri olan Tingleff’ler ile
röportaj yaptık. Çok samimi, sıcak
ve eğlenceli bir sohbet oldu. Bu yıl
hem Mrs. Tingleff hem de Mr. Tingleff
derslerimize girdiği için onlar hakkında
bilmediklerimizi öğrenmek için
sabırsızlanıyorduk. Hayatlarının sadece
okuldan ibaret olduğunu düşünerek
hata ettiğimiz öğretmenlerimizi daha
yakından tanımak istedik. Biz de merak
ettiğimiz ne varsa sorduk; onlar da
hiç itiraz etmeden yanıtladılar. Nasıl
tanıştıklarından başladık, kızları
Yasemin’in kime daha çok benzediğini
bile kurcaladık.
Köprü: Öncelikle röportajımızı
kabul ettiğiniz için teşekkür
ederiz. İlk sorumuzla başlayalım.
Nasıl tanıştınız?
Mrs. Tingleff: Aynı okulda, aynı
zamanda işe başladık. Öyle tanıştık.
2000 yılında, Robert’te işe başlayan
öğretmenlerle o şekilde tanıştık.
Mr. Tingleff: Evet, burada tanıştık.
Aynı zamanda işe başladık.
Köprü: Mrs. Tingleff’in yemeklerini
beğeniyor musunuz?
Mr. Tingleff: Kesinlikle!
Mrs. Tingleff: Eyvah…
Köprü: Peki en sevdiğiniz yemek
nedir?
Mr. Tingleff: Lazanyasını çok
seviyorum.
Köprü: Evde hangi dilde
konuşuyorsunuz? Birbirinizi
anlamadığınız zamanlar oluyor
mu?
Mrs. Tingleff: Evde ağırlıklı İngilizce
konuşuyoruz; ama ben Yasemin’le
Türkçe konuşuyorum. Mr. Tingleff’in
de anlaması gerektiği durumlarda
yani üçümüzün birlikte olduğu zaman
hepimiz İngilizce konuşuyoruz.
Ben Mr. Tingleff’le hep İngilizce
konuşuyorum yani ikimizin arasındaki
ana dil İngilizce. Anlaşmazlıklarımız
oluyor ama dille bağlantılı değil.
Dili anlamadığımızdan değil.
Mesela odadan odaya konuşma
yapıyorum ben, Türkler yapar ya.
Mesela mutfaktasın yatak odasına
bağırıyorsun ama Amerikalılar onu
yapmıyor. Odadan odaya konuşmayı
onlar yapmıyorlar. Biz çok yapıyoruz.
O duymuyor ondan sonra bazen
birbirimizin dediğini hiç dinlememiş
oluyoruz. Ondan sonra “Aa hani
akşam kızı sen alacaktın?”“Hayır sen
alacaktın” gibi şeyler oluyor ama bu
dilden kaynaklanmıyor. Odadan odaya
konuşmayı hiç yapamıyor. Yeterince
bağıramıyor, yeterince iyi duyamıyor.
Köprü: Tabii bu tip alışkanlıklar
küçüklükten edinilmeli…
Mr. Tingleff: Biz odadan odaya
bağırmak yerine odaya gidip
konuşuruz.
Mrs. Tingleff: Biz mutfaktan bağırırız.
Dille ilgili bir sorunumuz olmuyor yani
ama tabii Türkçe olsa çok zor olur çünkü
aynı hızda olmaz.
Mr. Tingleff: Benim Türkçe
konuşmamı dinleyecek kadar sabırlı
değil.
Köprü: Mrs. Tingleff’in bu denli
titiz ve hijyenik olmasını hakkında
ne düşünüyorsunuz?
Mrs. Tingleff: Aslında Andrew benden
beter oldu. Hatta bazen ben ona “sen
saçmalamaya başladın iyice!” diyorum.
Mr. Tingleff: Bazen biraz aşırıya
kaçabiliyor ama çoğunlukla haklı
oluyor. Kimin ne zaman hasta olacağını
bilme konusunda çok iyidir.
Mrs.Tingleff: Bence Mr. Tingleff
benden beter oldu. Üzüm üzüme baka
baka karardı.
Mr. Tingleff: Onun içgüdülerine
güveniyorum çünkü çoğunlukla haklı
çıkıyor.
Köprü: Evde kimin sözü geçer?
Yasemin’in mi yoksa sizlerin mi?
Mr. Tingleff: Çoğunlukla Yasemin
karar veriyor.
Mrs. Tingleff: Gerçekten de öyle.
Hayatımız onun çevresinde dönüyor.
Onun uyku saati, onun yemek saati,
onun istedikleri, onun hafta sonu
partileri…
Mr. Tingleff: Sosyal açıdan öyle. Hafta
sonlarında partileri oluyor, onu doğum
günü partilerine götürmemiz gerekiyor.
Köprü: Havalı kız!
Mrs. Tingleff: Aslında bu iyi bir şey
değil ama maalesef öyle. Tek çocuklu
ailelerde genellikle çocuk hayatın
merkezi oluyor. Aslında hiç iyi bir şey
değil ama biz öyle yapıyoruz maalesef.
Köprü: Sizce Yasemin karakter
olarak kime benziyor?
Mrs. Tingleff: Karakter olarak
ocak
2013
Köprü
maalesef bana benziyor. Andrew daha
sakin, ben daha telaşlı ya da daha
böyle bir …
Mr. Tingleff: Mükemmeliyetçi.
Mrs. Tingleff: Evet o Yasemin’de çok
var yani mutlaka istediği şey o anda
istediği şekilde olacak. Ama fiziksel
olarak daha çok Andrew’a benziyor.
Mr. Tingleff: Yasemin uzun boylu.
Mrs. Tingleff: Doğar doğmaz
hakikaten öyle dedik. Andrew’a daha
çok benziyor ama annem benim
çocukluğuma da benzetiyor. Fiziksel
olarak belki karışımımız ama yapı
olarak bana benziyor. Maalesef mi
diyelim artık…
Köprü:Boş zamanlarınızda ailecek
nasıl vakit geçiriyorsunuz?
Mr. Tingleff: Boş zaman mı? Hangi
boş zaman?
Mrs. Tingleff: Müzelere gidiyoruz.
Mr. Tingleff: Evet, müzelere gidiyoruz.
Orienteering koşularına gidiyoruz
Belgrad Ormanına.
Mrs. Tingleff: Yeni başlayan turunu
yapıyoruz ailece.
Mr. Tingleff: Seyahatlere çıkıyoruz.
Genellikle kışın Avusturya’ya kayak
yapmaya gidiyoruz.
Mrs. Tingleff: Bu aralar sinemaya
gidemiyoruz çünkü çocuklar için olan
bütün filmler 3D. Yasemin 3D filmleri
sevmiyor. Çoğunlukla müzelere,
parklara gidiyoruz. Yasemin’in
eğlenebileceği yerleri seçiyoruz. Hep
ona göre plan yapıyoruz.
Köprü: Bizce bu kötü.
Mrs. Tingleff: Evet, bu kötü ama…
Mr. Tingleff: Her zaman değil
tabii ki. Mesela Pazar günleri Mrs.
Tingleff’in anne babasına Yasemin’i
bırakabiliyoruz. Onlar Caddebostan’da
yaşıyorlar. Bu yüzden hemen hemen
her Pazar günü oraya gidiyoruz ve o
anneanne ve dedesiyle oynayabiliyor,
biz de biraz dışarı çıkabiliyoruz. Bu
güzel çünkü Bağdat Caddesinde
gezebiliyoruz.
Mrs. Tingleff: Pazar günleri biraz boş
zamanımız olabiliyor.
Köprü: Eşinizle aynı yerde çalışmak
nasıl bir duygu? Bu yüzden
zorlandığınız oldu mu yoksa daha
avantajlı bir durum mu?
Mr. Tingleff: En azından aynı bölümde
çalışmıyoruz. Aslında onu günün büyük
Köprü
Kasım 2012
İrem İlhan
Gizem Tulunay
bir kısmında görmüyorum. Bazen
kahve içiyoruz yemekten sonra, Türk
kahvesi. Bence güzel aslında.
Mrs. Tingleff: Aynı meslekte olmak,
aynı yerde çalışmak iyi oluyor bence,
çünkü ikimizin de çalışma programları
ortak oluyor. Akşam ikimiz de iş
yapıyoruz, başka bir işte çalışan bir
eşim olsa mesela “Niye şimdi kağıt
okuyorsun?” derdi.
Mr. Tingleff: Eşin ne yaptığını anlıyor.
Mrs. Tingleff: Yasemin uyuduktan
sonra ikimiz de okul işi yapıyoruz, o
anlamda iyi ama tabii iş ortamında
çok iç içe değiliz. Aynı departmanda
olsak sıkıcı olurdu çünkü bütün gün
beraber oluyorsun ve iş arkadaşlığıyla,
eş arasında ayrımı yapmak zor. Farklı
departmanda olunca istersen bütün
gün görmesen olur.
Mr. Tingleff: Farklı binalardayız bir
kere.
Köprü: Arada bir nefes alma vakti
oluyordur.
Mrs. Tingleff: Evet, evet yani aynı
departmanda çalışan insanlar nasıl
yapıyor bilmiyorum. Açıkçası zor
buluyorum ben bunu.
Köprü: Evde öğrencileriniz
hakkında konuşuyor musunuz?
Birbirinizin fikirlerinden
etkileniyor musunuz?
Mrs. Tingleff: Fikirlerimizden
etkilenmiyoruz ama ortak sınıflarımızı
hep konuşuyoruz.
Köprü: Mesela bizim sınıfımız.
Mr. Tingleff: Başınız dertte!
Mrs. Tingleff: Üst üste birkaç sene
ikimizin de öğrencisi olan öğrenciler
var. Onlar bizim ailemizin üyesi gibi
oluyor.
Mr. Tingleff: Bazen en azından
yatılıları evimize yemeğe ve onun gibi
İpek & Andrew & Yasemin Tingleff
şeylere çağırıyoruz.
Mrs. Tingleff: Evet öyle de ama
her zaman öğrencilerimiz yemek
masası sohbeti oluyor. Yasemin de
9
Mr.Tingleff: Ben senin bayrak
törenine Yasemin’le çıktığını
hatırlıyorum.
Mrs. Tingleff: Evet, o güzeldi. BioMath
projesini yaptığımız ilk yıl… Onu da
açıklayalım.
Mr. Tingleff: Biyomath birlikte
yaptığımız bir YHP.
Mrs. Tingleff: Ben hamileyken
başvurmuştuk. İkimiz yazın bir kursa
gittik Rutgers üniversitesinde. Ben
o zaman üç aylık hamileydim ama
bilmiyordum tabii hamile olacağımı
başvururken. Sonra gittik, zor,
biyobilişim üzerine bir eğitimdi.
Öğretmenleri eğitiyorlardı. Sonra
biz buraya döndük ve bu projeyi
başlattık. Maalesef bu sene ara vermek
zorunda kaldık. Kaç sene yaptık.
Projeyi uyguladığımız ilk sene Yasemin
doğdu. Yasemin Gökçe, MIT’ye giden
öğrencimiz de o gruptaydı ve bir proje
yaptılar. Bir ödül aldılar. O ödülü almak
için de müdür öğretmenleri sahneye
çağırmıştı. Yasemin de kucağımdaydı
o zaman. O güzeldi, sahneye üçümüz
beraber çıkmıştık öğrencilerimiz
ödüllerini alırken.
Mr. Tingleff: Yasemin’in güzel bir
kıyafeti bile vardı. Tişörtünde “Bio” ve
“Math” yazıyordu.
Mrs. Tingleff’e ve Mr. Tingleff’e
bu röportaj için çok teşekkür
ediyoruz.
Kayıp Değer
İnsanlığın tümünü ilgilendiren konularda
ortak bilinç oluşturma; bu bilinçle oluşan
değerleri sürdürme ve koruma gereği
tarih boyunca ısrarla dile getirilmiş ancak
uygulama, düşüncesinin idealize ettiği
ölçüde başarıya ulaşamamıştır.
Eğitimin gerekli olduğu vurgularının
sürekli yapıldığına ve bu uğurda
kampanyaların düzenlendiğine tanık
oluyoruz. Sürdürülen iyi niyetli girişimleri
elimizden geldiğince ekonomik ve
duygusal yönden destekliyoruz ve
toplumun bilinçlenmesine az de olsa
katkıda bulunmuş olmanın verdiği
keyifle yetiniyor, köşemize çekiliyoruz.
Eğitim gerekli elbette ancak amacı,
hedef kitlesi ve malzeme kalitesiyle ne
yazık ki öncelikleri göz ardı edilmekte.
Bu gerekliliğin slogan haline getirilip
dillerde yaygın olmasının kimseye bir
faydası olduğuna inanmıyorum. Eğitim;
yalnızca okullarda belirli bir müfredatın
okutulması değil, toplumların değer
yargılarını ve doğru bildiklerini nesilden
nesile geliştirerek aktarma sürecidir.
Bu aktarım sözel ya da yazılı, farkında
ocak 2012
2013
Kasım
köprü
Köprü
Eda Özkök
Daha fazla kazanmak, daha fazlasına
sahip olmak için ne yapacağını, nereden
medet umacağını şaşıran bir kesim insan
hep var olmuştur ve korkarım olacaktır;
bunu değiştiremeye gücüm yetmez ne
yazık ki. Denizle hiç ilgisi olmayan, belki
de ait olduğu yörede deniz bile olmayan
günümüz balıkçıları İstanbul’da “tükenen
nesil” ticareti yapıyorlar; bu yaşımda bunu
biliyor olmanın üzüntüsünü yaşıyorum.
Standart eğitimin yeterli olmadığı;
geleneklerin, ahlaki değerlerin süregelen
eğitimin vazgeçilmezleri olması gerektiği
ortada. Bir ailenin sofrasında “yaprak”
servis ediliyor belki tam şu anda; bunu
biliyorum! Denizi çocukluğundan
yetişkinliğine kadar; o da şanslıysa eğer,
sadece fotoğraflarda görmüş bir kara
adamının simsarlığında.
10
HABERLER
HABERLER
Bilinçli Damaklar, Miyad
“ Osmanlı Kadırgaları Haliç’te efendi.”
“ Surların durumu nasıl?”
“Çoğu düştü, şehri kaybediyoruz, gemiyi
batıralım mı ?”
“Batırın! Hera’nın ineğe dönüştürdüğü
İo’nun peşindeki at sineğinden kurtulmak
için başını sallarken oluşan boynuzu, Haliç’i
Altın Boynuz yapma zamanı geldi sanırım.”
Çoğu insan Haliç’in Altın
Boynuz diye anılmasının nedenini
İstanbul’un fethine bağlar. İnanışa göre
Bizans İmparatoru XI. Kostantin efsanevi
Bizans Hazinesi’nin Osmanlıların eline
geçmemesi için hazineyi bir gemiye
nakledip, Osmanlı’nın zaferi kesinleşince
de batırmıştır. Bu inanış gerçek midir,
yoksa Türklerin her tarihi olayı kendileriyle
ilişkilendirme çabalarının bir ürünü
müdür bilemem ama söylentilere göre
dibinde tonlarca altın olan Haliç, benim
bu şehirdeki tek kaçış noktam…
Gündelik hayatın işten eve,
evden işe dönüşerek basitleştiği ve her
geçen yıl İstanbulluluğun, insanlığın her
yerden çıkmaya başlayan gökdelenlerin
gölgesinde yok olduğu bir kente
dönüştü şehrim... Çoğu insan “Artık bu
şehirde yaşanmaz.” diyerek İstanbul’u
suçlamasına rağmen ben bu şehrin bir
suçu olduğuna inanmıyorum. Birbirimize
saygımızı yitirdiğimiz için böylesine
kirlendi bu şehir. En ufak bir terslikte
bağıra çağıra küfür edenler, otobüslerde
çevresindekileri umursamayıp son ses
müzik dinleyenler, İstanbul’un damarı
Boğaz’ı çöp kutusu sananlar, “Yaptım,
olacak.” deyip gördükleri her boş alana
gökdelen dikenler, yani bizler kirlettik
bu şehri. Artık kimseyi suçlamıyorum,
çünkü ben de kirlettim, ben de neden
oldum İstanbul’un günden güne yok
olmasına; susarak, engel olmayarak, tepki
göstermeyerek.
İşte ben böylesine tükenmiş bir
şehirde nefes alabilmek için, tek ilacım
olan Haliç’e geliyorum. Martıların çığlıkları
ve balıkçıların olta atış sesleri eşliğinde
Altın Boynuz’u izliyorum. Evet, belki de
Haliç’in altında altınlar olmayabilir ama
kıyısında insanın bakmaya doyamadığı
o kadar çok hazine var ki... Yeni yapılan
devasa evlerin aksine minicik, rengârenk
ve yıkılmamak için birbirine yaslanmış,
adeta birbirinden destek alan o güzel
evler, benim için Haliç’in en değerli
hazinesidir. Denizle tarihin buluştuğu
manzaraya bakarken yanımdaki balıkçı
tarafından yakalanan ve kovada hâlâ
çırpınan lüferi görüyorum. Haliç’e boğaz
suyu pompalanmaya başladığından beri
lüferler artık Haliç’e de gelmeye başladı.
Ne kadar sevinmiştir Haliç…
Elbette ki sevinecek, yıllardır
İstanbul sanayisinin atıklarını döktükleri
yerdi, Haliç. Ne yazık ki sanayi kuruluşları
her ne kadar Haliç’ten taşınsa da hâlâ
suyu kirlidir. Bir zamanlar her çeşit balığın
olduğu tertemiz Haliç şimdi ne halde.
Haliç’i mahveden bu kirlilik, bilinçsiz
avlanmayla beraber İstanbul’un balık
türlerini de azalttı. Denizlerimizin de
doğasını yok ediyoruz, bilinçsizliğimizle,
bencilliğimizle. Aynı anda hem karayı
hem denizi hem de havayı nasıl
kirletebiliyoruz? İstanbulluların en başarılı
kararlılığıyla sonuçlarını düşünmeden
olduğu konu eskiden beraber yaşamak,
dayanışma ve yardımlaşma olabilirdi, ama
günümüzde İstanbullular, yaşadıkları
şehri kirletme ve yok etme konularında
en başarılı olmak için ellerinden geleni
yapıyorlar.
Sadece doğayı değil, kendimizi
de kirletiyoruz, zehirliyoruz. “Fast
Food” lokantaları artık İstanbul’un her
köşesinde mevcut. Tüketim toplumunun
getirdiği en kötü etkilerin başında geliyor
bu lokantalar. İçeri girdiğin zaman
hissettiğin kızarmış yağ kokusu ve göze
batan cırtlak renkli plastik sandalyeler
beni her zaman bu zehir yuvalarından
uzak tutmaya yetti. Balık ve sağlıklı gıda
ürünlerinin fiyatının artmasının insanları
daha ucuz olan bu lokantalara itmesi
doğal, ama balık fiyatlarının artmasının
nedeni de biziz. Az olan bir şeyin fiyatı
pahalı olur ki balıklarımız gerçekten de
çok az artık.
Bizi bu hale ne getirmişti?
Nasıl da çevremizi kirletmiş, yaşadığımız
şehri yağmalamıştık? Bu soruların
cevabı Haliç’in maviliğini karartan kirde,
birbirine yaslanmış o rengârenk evleri
gölgeleriyle karartan gökdelenlerdeydi.
Her şeye sahip olmak, yönetmek isteyen
insanoğlu kendisine fedakâr davranan
tabiata da sahip olmak istemişti.
Tabiata hükmetmek isterken onu yok
etmeye başladık, ama bir şeyi unuttuk;
hükmedemeyeceğimiz bir şeye yenik
düştük: zaman. Zamanla, zarar gören
doğayla birlikte insanoğlunun da zarar
görmeye başlayacağını hesaba katmadık.
Ve işte adı efsanelere konu olmuş güzel
Yunus Emre
Erdölen
şehrimizin geldiği duruma bakın. Osmanlı
zamanından kalmış birçok camii fiziksel
hasara uğramamasına rağmen restore
ediliyor, bunun nedeni egzozlardan dolayı
kararmaları. Yüzyıllık tarihi miraslarımızı
karartıyoruz, insanlığımızı ve geleceğimizi
kararttığımız gibi.
“ Efendim, hazineyi İstanbul’u tekrar ele
geçirince almak için mi batırıyoruz?”
“Hayır, Osmanlı’nın eline geçmesin diye
batırıyoruz. Maalesef bir daha İstanbul’da
Bizans olmayacak. İstanbul’u fetheden de
yok eden de Türkler olacak.”
Bir pet şişe aheste aheste
süzülüyor Haliç’te. Küçük, mavi bir tekne
üzerinden geçiyor ve batıyor pet şişe. Yıllar
önce birileri Haliç’e bir hazine batırmıştı,
biz de miyadı dolanları atıyoruz Haliç’e;
atıklarımızı ve insanlığımızı, belki gelecek
nesillere miras kalır diye... Gerçekten de
bu şehri fetheden bizler, kendi ellerimizle
yok ediyoruz İstanbul’u. Ama farkında
değiliz atmamız gereken İstanbul değil,
insanlığımız değil; miyadının dolması
ve atmamız gereken sömürme, sahip
olma, yönetme ve her şeye hükmetme
isteğimiz. Çünkü böyle giderse yakın bir
zamanda bizim de miyadımız dolacak...
RC Sahnede - Tenorumuzu Bulduk
6-8 Aralık 2012 tarihleri
arasında RC İngilizce Tiyatro Kumpanyası
uzun zamandan beri ilk defa bu kadar
kalabalık bir izleyici kitlesi karşısında
oynadı ve henüz kimseden kötü bir
eleştiri almadığımızı söylemekten gurur
duyuyorum. Birkaç kişiden uzun zamandır
bu kadar gülmediklerini duymak da gayet
memnun edici.
Önceki iki yıl boyunca
da oyunlarımızı kaçırmayan sadık
izleyenlerimiz belki beni hatırlarlar. Bu
dönem sahneye çıkamamış olsam da
yine de tiyatronun yarattığı o büyülü
ortamdan uzak duramadım, genç ve yeni
yönetmenimiz Darcy Bakkegard’ı beni de
bir şekilde gruba dâhil etmeye ikna ettim.
İyi ki de yapmışım bunu, çünkü yardımcı
yönetmen olarak tüm oyuncularla
çalışma, onların gelişimlerini izleme
şansım oldu. Uzun zamandan beri ilk defa
sahnenin diğer tarafındaydım. Arka sahne
ile oyuncuların ve yönetmenin ilişkilerini
sağlamaya çalışırken hiç ara verememiş
olsam da prodüksiyonun tüm aşamalarını
görmüş oldum. Bu benim için harika ve
eşsiz bir deneyimdi ve şimdi bu deneyimi
sahne arkasını merak eden öğrencilerle
paylaşmak istiyorum.
Arka sahneyi anlatırken bir
yandan da izlemeyen ya da ayrıntıları
hatırlamayanlar için bu dâhice yazılmış
bu oyunun bir özetini geçmenin iyi
olacağını düşünüyorum. Sonuçta hem
provalarda hem de gösterilerin tümünde
ışık odasından izlediğim bu oyundan
sıkılmamamın önemli bir nedeni de
senaryonun gerçekten güzel olması.
İlk sahne, harika sesiyle
Andrea Boccelli’nin söylediği, La Donna
e Mobile aryasının radyodan çalınması
ile başlıyor, tabii oyun gereği siz o sesin
ocak
2013
Köprü
meşhur tenor Tito Merelli’ye ait olduğuna
inandırılıyorsunuz. Bu sahnede sevgili
masum Maggie, yani oyunun geçtiği
operayı işleten Bayan Saunders’ın kızı
Margaret, hayran olduğu Tito’nun sesi ile
transa geçiyor (Bu noktada söylemeliyim
ki en basit görünen sahnelerden biri
olmasına karşın üzerinde çok çalışıldı).
Hemen ardından ise sahneye başrolümüz
olan Max giriyor. Yazar hiç zaman
kaybetmeden Max’in Maggie’ye karşı
platonik hislerini ve onların komik ilişkisini
açıklayan bir sahne yerleştirmiş, biz de
Berk ve Zeynep’in harika oyunculuğuyla
kahkahalara boğulurken Max için
üzülmeden edemiyoruz. Tam işler biraz
fazla cıvık ve romantik bir hale gelmeye
başlamışken Maggie’nin annesi, Max’in
de patronu olan Saunders giriyor içeriye
(Saunders pek çok açıdan oynaması en
zor karakterlerden biri, seyircilerin bildiği
Köprü2012
Kasım
Greti
Barokas
sinir krizi sahneleri dışında bu rolün diğer
bir zor yanı da aslen karakterin Henrietta
Saunders değil, Henry Saunders oluşu.
Yani karakter erkek. Ayça bu karakterin
gerçekçiliğini kaybetmeden erkek
versiyonundaki kadar komik olabilmesi
için babasıyla çalıştı). İşte burada oyunda
çözülmesi gereken ilk sorun ortaya
çıkıyor; akşam sahnelenecek olan Otello
Operası’nda tenor sololarını seslendirecek
olan Tito Merelli henüz oteline varmamış.
Bir karmaşa, bir panik derken telefon
çalıyor ve günün adamının geldiği
anlaşılıyor. Saunders onu karşılamaya
giderken Maggie de idolünü görmenin
Tito’nun odasındaki dolaba saklanıyor
(Gösteri sırasında hem dolap hem de
tuvalet kapılarının aksamları birkaç
kez aşırı güç kullanımından bozuldu,
oyun sırasında düzeltilemeyecekleri
için dışarı çıkarken kızlar kapıları
zorlamak
zorunda
kaldılar.
Sahne arkasında “Acaba kilitli
kalırlarsa?”
diye
düşünmeden
edemediğimi
itiraf
edeyim).
Tito ve eşi Maria’nın sahneye girişi
bile gülmek için yeterli. Kutay’ın
yastık göbeği ve Aslı’dan kısa oluşu
bu komediyi sahnelerken güldürme
işini kolaylaştıran artılardandı. Tabii
onların güldürmek için buna ihtiyacı
yok. Aralarındaki bağırışlar eminim
bazılarına kendi ailelerini hatırlatırken
bazılarını ise oldukça şaşırtmıştır. Ama
ne de olsa onlar İtalyan(!) karakterler.
Çok geçmeden çözülmesi gereken
bir sorun daha ortaya çıkar, Tito
hastadır, gazı vardır. Onun deyişiyle,
“Kimse gazdan ölmez”, ama sahneye
çıkamayabilir ki bu Max’in alamayacağı
bir risktir. Bu yüzden uyuyup
dinlenmesini sağlamak için ona bolca
ilaç ve şarap içirir. Bilmediği bir şey
vardır ki, Tito daha önce bir kez gizli
gizli tek başına, bir kez de Maria’nın
zoruyla 4 hap birden almıştır zaten! Bir
de Maria’nın veda mektubunu bulan
Tito üzüntüden kahrolur. Bu kadar ilaca
ve üzüntüye bünye mi dayanır? Tito
uyur uyumasına ama bu uyku Max’in
dileyebileceğinden çok daha derin
olur ve Tito gösteri saatinde uyanamaz
(Seyirciler Kutay’ın sahnede uyuduğu
bölüm boyunca her güldüğünde o da
gülmemek için kendisine neredeyse
fiziksel acı çektirmek zorunda kaldı,
ama bu provaların birinde yatakta
gerçekten
uyuyakalmış
olması
kadar şaşırtmaz eminim sizi! Sonra
yönetmenimiz yatağın şiltelerini
daha sertleriyle değiştirtti). Bu arada
uykudan önce iki tenorumuz Berk ve
Kutay bizi hoş bir düetten de mahrum
bırakmadılar, onları çalıştıran Koray
Abi’ye de teşekkür ediyoruz. (Berk’in
Kutay’ı kucaklayarak yatağa götürme
sahnesini komik bulduysanız bir de
provalarda görmeliydiniz! Ya Kutay
kafasını kıracak, ya Berk fıtık olacak
diye düşündürüyordu insana. Bu
arada Diana, yani soprano ile Max’in
öpüşme sahnesini gerçek zannedenleri
hayal kırıklığına uğratacağım, ama
İpeknaz araya elini koymuştu.)
Tito’nun öldüğüne kanaat getiren Max
ve Saunders ne yapacaklarına dair kara
kara düşünürken Saunders, Max’in
tüm operayı ezbere bildiğini hatırlar
ve onu Tito’nun kılığına girmeye zorlar
(Berk’in Max’den Otello’ya mucizevî
dönüşümü yalnızca 3 dakika sürüyordu,
ama bu bile ucu ucuna yetişiyordu. Arka
sahnede Berk giyinmede, makyözü
Aslı da makyajda hız rekorları kırarken
bazen Ayça da sahnede saniyeler
kazanma
pahasına
doğaçlama
yapmak zorunda kaldı). Başta isteksiz
olan Max’i ikna etmeyi başaran ise
olan bitenden habersiz Maggie olur.
Max, aşkın verdiği güçle sonunda
kendine güvenini kazanır, operayı
başarıyla tamamlar ve birinci perde
burada biter ama Max’in sorunları
henüz yeni başlamıştır, Tito uyanır!
Hazır sahne arasına gelmişken ben
de konuyu bir parça değiştirerek size
bir soru sormak istiyorum. Marvel’ın
Yenilmezler filmini izlediniz mi? Ya
da şöyle sorayım, o filmin tamamını
izlediniz mi? Biliyor musunuz bilmem
ama o filmin kapanış jeneriklerinden
sonra son bir sahne daha var.
Peki, nun ne ilgisi var şimdi? Şöyle ki
biz de oyumuzun sahne arasına gizli
bir bölüm yerleştirdik. Oyunumuzun
bir diğer kahkaha unsuru olan otel
çalışanları sizin için kendi küçük
Lend Me a Tenor Oyunundan
oyunlarını sergilediler. Eğer dışarı
çıkıp THP satışındaki yiyeceklere
saldırdıysanız,
geçmiş
olsun,
kaçırdınız. Söylemem gerekir ki Elçin’i
sahnede ağlarken görmek eşsizdi.
İkinci sahnenin başında operanın
başarısını opera komitesi üyesi ve
Saunders’ın kız kardeşi Julia ve
Maggie’den öğreniyoruz (Oyunda Julia
ile Saunders arasında eski bir aşka işaret
eden bölümler vardı ama Saunders’ın
kadın olarak değiştirilmesi nedeniyle
onların yakın ilişkilerinin nedenini
Ocak2012
2013
Kasım
11
Lend Me a Tenor Oyunundan Kareler
kız kardeş olmalarına bağlamaya
karar verildi). Bu iki kadının en büyük
arzuları büyük star Merelli’yi kutlamak
ama ortada birkaç sorun var: Delinin
teki oyun sırasında Otello kılığında
opera binasına girmeye çalışmış ve
Tito Merelli olduğunu iddia etmiş!
Yani anlayacağınız gerçek Tito ortada
geziniyor. Bunun üzerine oyunun
belkide en komik bölümü başlamış
oluyor. Max, Tito’nu yokluğunun farkına
varıp bu panikle Saunders’ı aramaya
koşarken Tito’da içeri girmeyi başarıyor.
Sonra da hepsi kendi motivasyonlarıyla
üç kadın; Julia, Diana ve Maggie,
sırasıyla hem Tito’yu tebrik etmeye hem
de onu baştan çıkarmaya geliyorlar.
Julia kovulurken Diana, Tito için
köpük banyosu
hazırlamaya
banyoya giriyor;
Maggie
ise
S a u n d e r s’ı n
gelişiyle dolaba
saklanmak
zorunda kalıyor.
Saunders
Tito’nun halen
Max olduğunu
zannetiği
için
burada da oldukça
komik sahneler
yaşandıktan sonra
Tito bir şeylerin
ters gittiğini anlayıp kaçıyor, Max geri
dönüyor. Max ile Saunders kafa kafaya
verip Tito’nun ölmediğini anlıyorlar ve
Saunders onu aramaya çıkıyor. İşte bu
arada Tito yatak odası kapısından içeriye
geri giriyor. Bir odada Max, diğerinde
Tito, ikisi de Otello kostümünde.
Diana Tito ile birlikte, Maggie ise
Max’le ama tabii onu Tito sanıyor.
Sonra ışıklar sönüyor, gerisi açık…
Işıklar tekrar yandığında Tito yan odada
zevkten dört köşe şarkı söyleyen Max’i
görüyor ve olanların farkına varıp
köprü
Köprü
kaçıyor (Berk’in şarkı söylerken yaptığı
tüm komiklikler ona ait, ne kadar Max
ile Berk’in karakterleri uyuşmasa da
Berk ona kendinden de bir şeyler kattı).
Max ise iki kızgın genç kadınla bir başına
kalakalıyor. Son çareyi kaçıp kendini
tuvalete kapamakta buluyor, ama çok
geçmeden Maria son bir şans vermek
için geri dönüyor. Bu iki genç kadını
odasında görmek onun aklına her eşin
aklına gelecek fikirler getiriyor ve bu
kez Tito’yu öldürmeye kararlı banyonun
kapısını açmaya çalışırken Tito peşinde
Saunders, Julia ve tüm otel çalışanlarıyla
birlikte odaya dalıveriyor. Artık herkesin
kafası karışmışken Julia tuvalettekinin
operaya zorla girmeye çalışan deli
olduğuna karar veriyor. Hep birlikte
Max’i dışarı çıkarmaya gidiyorlar ama
Max çıktığında tekrar Max olmuş oluyor.
Tüm sorunlar çözüldükten sonra Max
ile Maggie tek başlarına kalıyorlar
ve bu kaz Maggie operaya çıkanın
Max olduğunun farkına varıyor,
onlar eriyorlar muratlarına, biz
çıkıyoruz kerevetine… Ve evet,
Berk’le Zeynep gerçekten öpüştü.
(Bu arada Zeynep’in Cumartesi günkü
oyundan önce bir de basket maçına
çıktığını söylemeden edemeyeceğim!)
Peki, oyunu özetledik, ama oyunun
bir de unutulamayacak kadar önemli
bir arka sahne takımı var. O harika
dekorun tasarımını yapan, her çivisini
tek tek çakan, ışık ve sesi idare eden,
oyunculara yön veren harika bir
takım! Ben de gösterimden bir hafta
öncesinden itibaren be gösteriler
boyunca elimden geldiğince onlara
yardım etmeye çalıştım ve hepsinin
insanüstü oldukları açık. Hepsine
teşekkür ediyorum. Ama en büyük
teşekkür sevgili Murat Ağabey’imize!
Oyunun yapımında emeği geçen
herkese ve bunu gerçek bir oyun
kılan seyircilerimize çok teşekkür
ediyorum. İkinci dönem sergilenecek
HABERLER
HABERLER
12
Burçlara Seyahat
Koca bir seneyi yine geride bıraktık.
Bazılarımız bu yılı dopdolu, mutlu,
eğlenceli ve yenilikler yaşayarak geçirdi,
bazılarımız ise kederli, üzücü olaylar
yaşadı. Umarım 2012’nin getirdikleri
gelecek hayatınızda size olumlu
yönde etki yapar. Nasıl olsa 21 Aralık
da geçti, hala yaşıyoruz… O halde
yeni yılda burçlarımızın bizi nerelere
sürükleyeceğine bir göz atalım. Umarım
hepimiz için güzel bir sene olur…
olmalısınız. 2013 yılında eskiden yapmış
olduğunuz kötü şeylerin sonucuna yeni
başlangıçlar yaparken katlanacaksınız.
Gizem
Tulunay
Bu aralar insanların size değer
vermediğini, size kötü davrandıklarını
ve sizin hakkınızda konuştuklarını
düşünüyorsunuz. Halbuki o kadar sabit
fikirli oldunuz ki bu nedenle böyle
düşünüyorsunuz. Siz bir çevrenize bakın,
insanların her davranışını değerlendirin.
Belli ki onların da beklentileri var. Onlar
da aynı düşünceler içinde olabilir. Ancak
unutmayın ki tek sorunu olan siz değilsiniz.
2013 yılında parasal sıkıntı çekebilrisiniz.
İKİZLER:
(21 Mart - 21 Haziran)
KOÇ:
(21 Mart- 19 Nisan)
Birileri kafanızı aşırı kurcalıyor. Siz
bundan çok hoşnut kaldınız ancak onun
her dediğini yapmayın bu aralar. Hep ilk
adımları onun yapmasını beklemeyin. Bu
aralar çok yiyorsunuz. Dikkat edin yoksa
sonu fena olacak. Canınızı sıkan kişileri
hayatınızdan çıkarmaya bakın. 2013 yılını
daha dengeli ve uyumlu geçireceksiniz.
Bu aralar boşlukta gibi hissedebilirsin.
Gidin eğlenceli işler bulun kendinize.
Bakın İSMEK’in dikiş nakış kursu var.
Aklınızda ne varsa onu yapmaya çalışın.
Başkalarını unutun. Gidenlerin bir daha
gelmez. Sonra Zeki Müren’in “Bekledim
Gelmedi” dediği gibi, bizim 21 Aralık’ta
Meteorları beklediğimiz gibi gelmez
geri hiçbir şey. 2013 yılında yeni bir
yaşam tarzına “merhaba” diyeceksiniz.
AKREP:
(23 Ekim - 21 Kasım)
BAŞAK:
(23 Ağustos - 22 Eylül)
O kadar yiyorsun yiyorsun, nereye
kadar? Artık bir dur deme zamanı
geldi. Tamam yaz bitti dediysek de
“Hadi şişmanlayalım! Yaşasın!” zamanı
demedik. Yaşadığınız problemleri sakın
içinize atmayın. Bir arkadaşınızla paylaşın
ve rahatladığınızı fark edeceksiniz. Bu
sayede üstünüzdeki yük kalkacak. 2013’te
çevre ve aile baskısı ile karakterinizde
küçük değişiklikler yaşayacaksınız.
YENGEÇ:
(22 Haziran - 22 Temmuz)
BOĞA:
(20 Nisan - 21 Mart)
Geçen aylarda çok yıprandınız. Artık
insanların sizi üzmelerine olanak
tanımayın. Onlar sizden sürekli
yararlanmaya çalışacaktır. Siz siz
olun buna sakın izin vermeyin. Eğer
gerektiğinde
üzmeyi
bilmezsen
üzülürsün. Bunu aklına yaz. Sinir
olduğunuz birileri var. Onlara günlerini
göstermek istiyorsunuz. Ancak sakinliğini
korumalı ve acı çektiğinizi, üzüldüğünüzü
onlara
hissettirmemeli,
cesur
Kafanız o kadar karışıktı ki başkalarının
ne dediğine bile aldırış etmiyordunuz.
İkilemde
kaldığınız
durumlarla
karşı karşıyaydınız. Şimdi ise tam
kararınızı verdiğinizi düşünüyorsunuz.
Kesinliğe ulaşmayın, her ihtimali
düşünün. Olmadı ikisini de deneyin
ve görün. 2013 yılında eğitim veya iş
hayatınızda eskisinden fazlasıyla çok
sevilen ve sayılan bir insan olacaksınız.
ASLAN:
(23 Temmuz - 22 Ağustos)
Ocak 2013
Hayırlı olsun. Her şeyiniz hayırlı
uğurlu olsun. Şu an nelere sahipseniz
“güle güle kullanın.” Artık mutlu ve
huzurlu yaşayabilirsiniz. Nokta. :)
(2013’te,
yıllardır
beklediğiniz
aşkı
bulmuş
olacaksınız)
Her
istediğiniz
olmuyor
ama yaşayacaksınız ve güçlü bir parasal
çabalamaktan vazgeçme. Zamanında güvence
elde
edeceksiniz.
güvendiğiniz kişilerle ilgili çok yanıldınız.
Bu nedenle şimdi adım adım ilerlemeye KOVA:
çalışıyorsunuz. Bu tutumunuzu koruyun. (20 Ocak - 18 Şubat)
2012’de yenilendiniz, arkadaşlarınızı ve
çevrenizi genişletip yenilediniz. 2013’te İlk adımı atmak artık içinizden gelmiyor.
daha sessiz ancak farklı bir sene Özlediğinizi bile söyleyemiyorsunuz.
Geçmişinizi artık düşünmeyin. Sevdiğiniz
kişilere de sevginizi göstermek için
başkalarını
timsahlara
atmayın.
Sonucuna yine siz katlanırsınız,
benden söylemesi. 2013 yılında
insanların destekleyicisi hatta küçük
toplulukların kurucusu bile olabilirsiniz.
TERAZİ:
(23 Eylül - 22 Ekim)
Artık endişelenmenize hiç gerek yok.
Rahatlayın. Akşamları kısa yürüyüşler
yapın. Kafanızı dağıtmaya çalışın.
Stresten uzakta olun. Bugünlerde
zaaflarınıza karşı yenilmeyin. Unutmayın
her bitiş yeni bir başlangıcı beraberinde
getirir. Hayatınızdan pişmanlıkların
çıkmasını istiyorsunuz. Bunun için
çaba sarf edin. 2013’te zihninizin daha
bir olgunlaştığını hissedeceksiniz.
Bu arkadaşlarınız için iyi bir haber!
Köprü
OĞLAK:
(22 Aralık - 19 Ocak)
hiç kafanıza takmayın. Bırakın kendi
hallerine, ne düşünüyorlarsa düşünsünler.
Kendinizi üzmeye hiç değmez. Yalanlar
döner dolaşır, yine söyleyeni bulur.
Sonucuna katlanacak olan onlar olsun,
siz olmayın. Değerli bir arkadaşımın
dediği gibi “eğer gerektiğinizde üzmeyi
bilmezsen, üzülürsünüz.” Bu nedenle size
yapılan kötülükleri onların yanına kar
bırakmayın. 2013 yılında beklediğiniz
aşkı bulacaksınız, eğer ilişkiniz varsa uzun
sürecek dönemlere adım atacaksınız.
*Burç resimleri için Greti Barokas’a
teşekkür ediyoruz.
Balık acı çekiyor. Bazıları balığa daha
farklı nasıl işkenceler uygulayabilirim
acaba diye düşünüyor. Ancak siz onları
Halktan Şiirler
Dürbine Düdüklü. 19 yaşında. 18 yıldır
şiir yazıyor. Bu şiiri çok sevdiği görümcesi
Dürdane’ye armağan etmiş.
Dürdane’m
Destansı güzelliği barındırır
Üzüm gözlerine baktırır
Reklam yıldızı gibidir Dürdane
Daha ne talipler var peşinde
Arkasında kocaman kuyruk
Nedense masanın üzerinde bir tuzluk
Elektrik süpürgesi gibidir Dürdane
Dolmaları dizmiş yine sıra sıra
Üstüne de açmış baklavayı yaya yaya
Derken kapı çalmış adeta
Ütüsüz gömlek sevmez ki Dürdane
Kazım kaptırmış gönlünü ona
Lakin hele bir bakın verdiği soyada
Ürkek bir koyun gibidir Dürdane
Muhittin Açıkalınlı. Bekar. 73 yaşında. 2
yıldır şiir yazıyor. Bu şiirini çok sevdiği 40
yıldır birlikteliği olan kurşun kalemine
ithaf etmiş.
Kurşun Kalemim
Rengârenk desenlerin var
Kalemtıraşla açarım seni
Kaç yıldır dostluğumuz var
Benim minik kurşun kalemim
Yazmıştım ilk aşk mektubumu
Beğenmedi Lütfiye el yazımı
Şimdi soruyorum her reddediliş senin
suçun mu?
Bir bitemedin ki Allah’ın belası
Almıştım seni eski kırtasiyemden
40 yıldır masamdasın
Bilirim sen de korktun içten içten
Atamam ki seni, hep aklımdasın
FİNALLERDE TÜM OKULA
BAŞARILAR DİLERİZ!
YAY:
(22 Kasım - 21 Aralık)
Zor ve sıkıntılı günler geçirdiniz. Bazı
patavatsızlıklar da yapmış olabilirsiniz.
Ancak sizin gülen yüzünüzle bunlar
çabuk unutulur. Bir dahakine daha
dikkatli olmaya çalışırsınız. Yeni sıkı
arkadaşlar edindiniz. Onları kaybetmeyin
ve çevrenizi genişletmeye bakın. 2013
size büyük şansların kapısını aralayacak.
BALIK:
(19 Şubat - 20 Mart)
13
Merhabalar,
OKulumuzun İlk ve tek Türkçe gazetesi olan Köprü’de yazar olmak İstiyorsanız ya da yazılarınızın yayınlanmasını İstİyorsanız erdyun.15@ robcol.k12.tr ya da [email protected] adreslerİne İletİ atmanız Yeterlİ! YAZmAyA MerAKLI VE DİNAMİK HABerCİLİĞİ BİLEN HERKESİ BEKLİyoRUZ.
KÖPRÜ GAZETESİ
Ocak 2013
Köprü
14
YENİ TATLAR
YENİ TATLAR
İstanbul Gurme Köşesi
İstanbul’un lezzet dolu ve ilgi çeken
mekânları bulunup araştırıldı, dolaşıldı,
şimdi de sizlere sunulmaya hazır!
Bulgar’ın kaymağı:
Beşiktaş’ta bulunan bu restoranın
bohem burjuvalarının zihninde
yer etmesini sağlayan “Wallpaper”
dergisidir. Bal kaymaklı, taze
yumurtalı, çıtır ekmekli kahvaltısıyla
güne
güzel
başlayabilirsiniz.
Doğatepe’de Kahvaltı:
Doğatepe Sarıyer’de meyve ve
palmiye ağaçlarının arasında güzel
bir manzara ile güne merhaba demek
istiyorsanız, bu mekânda Hidiv Kasrı,
Anadolu Hisarı ve Fatih Sultan Mehmet
köprüsünün tarihi manzarasına
bakarak sabahınızı geçirebilirsiniz.
Atölye Nev:
Her şey ev yapımı ve doğal olsun,
sağlıklı olan benim için her zaman en
değerlidir diyorsanız, hiçbir üründe
katkı maddesi kullanılmayan Atölye
Nev’e uğramalısınız. Butik kurabiyeleri
tamamen kişiye özel hazırlanıyor.
En güzel ve lezzetli cupcakeler,
browniler ve pastalar için Atölye
Nev’e uğramanızı tavsiye ediyorum.
Tatlı Köşem:
Moda’nın ara sokaklarındaki hoş ve
tatlı mekân. Masallardaki pastadan
evleri hatırlatan dış görünüşü ve
küçücük yan yana dizilmiş dilim
pastalara bakarken burnunuza gelen
kahve kokusu Tatlı Köşem’i anlatan
sadece birkaç kelime. Pasta çeşitlerinin
yanı sıra cupcake, cheesecake, tart,
kurabiye, diyabetik kurabiye ve muffin
seçenekleri de var. Özel lezzetlerinden
biri de ev yapımı kavanoz içinde
servis edilen erik suyu ve limonata.
Kantin’in cheesecake’i:
Nişantaşı’nın Akkavak sokağı, Valikonağı
Caddesinde bulunan Şemsa Denizsel’in
vişneli cheesecake’ini bir fincan filtre
kahve ile birlikte denemelisiniz.
İnci’nin profiterolü: İnci, profiterolün
ilk icat edildiği pastane denilir. Bu
pastanenin Öz İnci, Hakiki İnci gibi
taklitleri ortaya çıkmış olsa da asıl ve
kaliteli lezzet İstiklal Caddesindedir.
İMÇ pilavcısı:
Tiyatro çıkışında o kadar lokanta
varken, küçük ve ampul ışığı altında
parlayan bir arabanın çevresinde otuz
kişi sıra bekliyordu. Bu nedir diye
baktığımda fark ettim ki arabada
tavuklu pilav, nohutlu pilav ve ayran
var. Diğer pilavcılar sokak sokak gezip
müşteri ararken bu sabit yerinde
duran pilavcıya müşteriler akın akın
En Güzel Kahvaltıyı Ararken
yağıyor. Fatih’in en işlek caddesi Atatürk
Bulvarında bulunan İMÇ pilavcısı, keyif
veren bir yemeği yine keyif verecek
bir fiyatla müşterilerine sunuyor.
Mandabatmaz’ın Kahvesi:
Avrupalıların Türk halkına sunduğu
kahvelerden ve Türk kahvesi taklitlerini
bir yana bırakırsak, İstanbul’da
içebileceğiniz en iyi Türk kahvesi
yapılan küçük kahve mekânlarından.
Mandabatmaz’ın on yedi yıllık Ocakçısı
küçük kahveci Cemil Pilik, müşterilerine
kopkoyu ve soğuk günlerde içinizi
ısıtacak kahveleri müşterilerine sunuyor.
Fürreyya:
Balıkları mevsime göre değişen
Galata Kulesi’nden birkaç metre
uzaklıkta işlek bir köşede olan
Füreyya’da
kömür
ızgarasında
pişmiş, unlanarak kızartılmış balıklar
bulunuyor. Türkiye’nin denizlerinde
hangi balıklar varsa Füreyya’nın
mutfağı da o balıklardan oluşuyor.
Pizano Pizzeria:
Sokak arasında minik ve bir o kadar
da sevimli bir pizzacı. Sessiz sakin
bir Ortaköy sokağındaki Pizano
Pizzeria sevimli bir şekilde döşenmiş
İtalyan pizzeria’larını andırıyor; sizi
içine çekiveriyor kırmızı-beyaz kareli
masa örtüleriyle. Tüm pizzaları has
Eymen
Pınar
İtalyan usulü olan Pizano Pizzeria’da,
tabanı pesto sos ile kaplanmış,
tavuk parçaları içeren Pizza Pesto’yu
denemenizi
tavsiye
ediyorum.
Pandeli’nin böreği:
Mısır Çarşısının girişinde bulunan
Osmanlı ve Fransız mutfağını önümüze
sunan ve sadece saat 11.30 ile 16.00
arasında açık olan bu her zaman
kalabalık restoranda yer bulmak bir
hayli zordur, fakat meşhur patlıcanlı
böreğini denemeye değer. Üstünde bir
parça dönerle servis edilen patlıcanlı
böreğn tadına siz de bir bakmalısınız.
Kömür Lokantası:
Karadeniz mutfağında en iyi ikinci
restoran;Trabzon, Rize ve Artvin
yöresinin yemekleri servis ediliyor.
Küçük Mustafapaşa ve Fatih’te iki
şubesi olan Kömür Lokantasında otuz
çeşit yemek yapılıyor. Spesiyali ise
hamsi pilavı ve karalâhana dolması
ancak hafif olan Kömür Sarmasını da
gitmişken tatmanızı tavsiye ederim.
Tatar, Tartar ve Çiğ Börek
Madem Tatarlar ve yemekler hakkında
yazıyorum, o halde“tartar sosu”nun“Tatar”
kelimesinden geldiğini söylememek
olmaz. Yanlış anlaşılmasın, bu ikisi
tamamen alakasız, neden Fransızların bu
sosu sauce tartare şeklinde isimlendirip
sosla Tatarlar arasında bir bağ kurduğu
bilinmiyor. Tahmin edebileceğiniz gibi
Tartare Fransızca “Tatar” anlamına geliyor
ve Online Etymology Dictionary’ye
göre Yunan mitolojisinde yer altında
bulunan, tanrılara çok büyük hakaret
etmiş kişilerin cezalandırıldığı dipsiz
Tartarus’tan etkilenerek bu şekilde
çevirilmiş. Tartarus ile Tatarlar arasındaki
bağlantı da, Tatarlar’ın zamanında çok
savaşçı bir topluluk olmalarından geliyor.
Mesela Fransız Aziz Louis, 1270’deki
bir mektubunda Tatarlar hakkında
“Tatarlar’ın oluşturduğu bu tehlike
durumunda ya biz onları geldikleri
Tartarus’a geri göndereceğiz ya da
onlar bizi cennete götürecek.”
demiş. Tabii ki son zamanlarda
Tatarlar’ın pek savaşçı veya şiddet
yanlısı oldukları söylenemez,
en azından ara sıra amcamın
yavaş
internet
bağlantısına
sinirlendiği zamanları saymazsak.
Bu sayıda Tatar yemeklerinden
en çok bilineni olduğunu
düşündüğüm çiğbörek tarifi
vermek istedim. Eğer bilmeyeniniz
varsa, börek gerçekten çiğ değil,
merak etmeyin; şahsen ben çok
küçükken çiğ böreğin pişirilmediğini
Ocak 2013
15
düşünerek
yemek
istemezmişim.
Çiğ börek yapmak için önce hamur
hazırlamalısınız. Yaklaşık otuz adet çiğ
börek için bir kilo un, bir tatlı kaşığı tuz
ve aldığı kadar suyu bir kaba döküp iyice
yoğurmalısınız. Yapışkanlığı gidip kulak
memesi kıvamına gelince 15 dakika
bekletmelisiniz. Bu sırada çiğ böreğin içi
için yarım kilo kıyma, biraz rendelenmiş
soğan, karabiber ve tuzu ayrı bir kapta
yoğurmalı, biraz da su eklemelisiniz.
Bu noktada kıyma pişmemiş olmalı.
Hamur olduğu zaman otuz adet yumurta
büyüklüğünde bezeleye ayırmalısınız.
Merdaneyle her bezeyi kahvaltı tabağı
büyüklüğünde bir yandan da unlayarak
açmalı, açtığınız bezeleri bir kenarda
bekletmelisiniz. Tüm bezeleri açtıktan
sonra hepsine bir kaşık hazırladığınız içten
koyup içi hamurun yarısına kadar yaymalı,
sonra da içsiz kısmı içli kısmın üzerine
yarım ay şeklinde kapamalı ve yapıştırmak
için kenarlarını bastırmalısınız. Ardından
küçük bir tabağı böreğe dik tutup kenarı
boyunca yuvarlamalısınız, bu bıçak görevi
Köprü
Dilara
Çankaya
görüp kenara düzgün bir şekil verecektir.
Sıra pişirmeye gelince genişçe bir
çukur tavaya kızgın sıvı yağ koyun, çiğ
böreklerin arkasını da çevirmeyi ihmal
etmeyerek kızartın. Çabuk kızarıyorlar
ve fazla yağlı oluyorlar, o yüzden
tavadan çıkarttıktan sonra büyük sevis
tabağına koymadan önce yağlarının
süzülmesi için küçük bir tabağa aktarın.
Olur da kızartırsanız veya dışarıda bir
lokantada yerseniz diye söyleyeyim, çiğ
börek yemenin de bir adabı var: her çiğ
böreği yemeden önce bir köşesinden
küçük bir parça koparıp tabağınızın
bir kenarına koymalısınız, bu şekilde
kaç tane yediğinizi sayabiliyorsunuz.
Söylememe gerek var mı, bilmiyorum;
ama yine de soğutmadan yiyin
ve iyi çiğneyin! Afiyet olsun!
Servisim her ne kadar erken gelmese
de, şahsi uyuşukluğumdan dolayı
her sabah neredeyse kör karanlıkta
kalkmak zorundayım. Hal böyle olunca
da sabah kahvaltısı, erken saat ve uyku
mahmurluğu gibi etkenler sonucunda pek
de zevk al(a)madığım bir öğündür. Benim
durumum pek de nadir görülen bir şey
değil aslında- kahvaltı etmek çoğu insan
için fuzuli ve keyifsiz bir iş. Ancak bazı
yerler var ki, buralarda kahvaltı etmek
insanın aklındaki kahvaltı nosyonunu
tamamen değiştirebilir. İşte size birkaç
güzel kahvaltı mekanı önerisi….
Nostoni
Lazca’da lezzet anlamına geliyor Nostoni.
Mekanın kahvaltısının lezzetine bakılınca
da bu ismin gayet uygun düştüğü bariz.
Trabzonlu bir aşçı tarafından hazırlanan bir
Karadeniz kahvaltısının tadını çıkarmak
istiyorsanız, Nostoni sizin için doğru
seçenek demektir. Caddebostan’daki yeni
şubesinde hizmet veren mekanın Trabzon
ekmeği, muhlaması, mısır ekmeği ve
yöresel peynirleri denemeye değer…
Lucca
Yöresel ve doğal ürünlerden oluşan
bir mönüye sahip Lucca. Bebek
sahilin güzel bir köşesine kurulmuş
bu mekanda güzel bir kahvaltı,
unutamayacağınız bir deneyim olabilir.
Pancake’leri denemeyi unutmayın.
Mangerie Bebek
Aşşk Kahve
Aşşk Kahve, İstanbulluların hayatına
ilk olarak 1997 yılında girdi. İlk açılan
şubesi Kuruçeşme’de, daha sonra şehrin
başka yerlerine de şubeler açarak
hayatına devam etmiş. İşte bu ilk göz
ağrısı Kuruçeşme şubesi, yeşille Boğaz’ın
birleştiği bir yerde muhteşem bir kahvaltı
deneyimi yaşama imkanı sunuyor. Bir
yandan Aşşk Kahve’nin klasik kahvaltı
tabağı veya çeşit çeşit tostlarının tadını
çıkarırken, bir yandan da Boğaz’ın eşsiz
manzarasının tadını çıkarmak isteyenler
için en ideal mekan. Ancak hatırlatmakta
yarar var; yoğunluk nedeniyle haftasonları
gidenlerin erken gitmesi akıllıca olur.
İsteyene Boğaz, isteyene Bebek
manzarası…. Tabii Mangerie’nin meşhur
balkonunda yer bulacak kadar şanslı
olabilirseniz. Mekanın manzarasının
yanında, ev havasındaki sıcak dekoru da
orayı özel kılan şeylerden. Mangerie’nin
ünlü kahvaltısını deneyebilir; güzel
çay ve kahvenizi yudumlayarak
keyifli bir sabah geçirebilirsiniz.
House Cafe Ortaköy
House Cafe’nin kahvaltı mönüsü için
neredeyse “yok yok” denebilir. Ortaköy’de
güzel bir Boğaz manzarasının karşısına
kurulduktan sonra, muhteşem bir waffle’la
güne tatlı bir başlangıç yapabilirsiniz.
Klasik sularda yüzmek isterseniz
The House kahvaltıyı veya çeşit çeşit
yumurtalardan birini tercih edebilirsiniz.
Zeytinyağına kırılan yumurtadan oluşan
çılbır ve The House Tost, kafenin popüler
seçenekleri arasında. Bunların yanında
da nefis ev yapımı limonatanın veya
detox içeceklerin tadına varabilirsiniz.
Deniz
Şahintürk
Bahar Pastanesi Arnavutköy
Sıcak, samimi, sanki evinizdeymişçesine
yapılacak bir kahvaltı için vazgeçilmez
bir mekan Bahar Pastanesi. Mekanın
bu kadar şey üzerine bir de manzarası
olunca gitmemek ayıp olurdu tabii.
Ev yapımı limonatası başka bir
yerde rastlayamayacağınız türden.
Onun dışında çeşit çeşit börekleri ve
pastane atıştırmalıkları da güzel bir
kahvaltı yerine geçebilir. Bir de tabii
annenizin evindeymişçesine istediğiniz
omleti yaptırabilme olanağınız var.
Emirgan Sütiş
Muhteşem bir boğaz manzarasına
sahip bir başka mekan Sütiş.
Kahvaltı menüleri oldukça zengin.
On dört çeşit ekmekleri var ve hepsini
kendi
fırınlarında
hazırlıyorlar.
Kaymak, yoğurt ve kaşar peynirleri
kendi üretimi. Beyaz peynirleri özel
bir çiftlikten, Tulum peynirleri ise
özel olarak Erzincan’dan getirtiliyor.
Menemen ve sucuklu yumurtaları
ise gerçekten denemeye değer.
Rumelihisarı Lokma
Oldukça büyük bir kalabalığa ev sahipliği
yapabilecek kapasitedeki Lokma, özgün
bir iç tasarıma sahip. Manzarası nedeniyle
de oldukça popüler olduğundan yer
bulmak zor olabilir. Sucuk ve hellim
şişleri denemeye değer lezzetler
arasında. Onun dışında ortaya serpme
olarak gelen bol çeşitli kahvaltısı tadı
damakta kalır cinsten. Ayrıca cheesecake
yemeden ayrılırsanız pişman olursunuz.
Le Pain Quotidien Kemerburgaz
Sapa bir mekanda olduğundan, sakin
ve huzurlu bir kahvaltı etme imkanı da
sayılabilir Le Pain Quotidien. Mekanın
felsefesi organik malzeme kullanmak.
Ekmekleri organik un kullanılarak
kendi fırınlarında üretiliyor. Yöresel
ürünler kullanıyorlar ve her şey doğal.
Ayrıca reçel, serpme çikolata gibi
ürünlerini satın da alabiliyorsunuz.
Cihangir Savoy
Sıcak tavırlı çalışanlarıyla gitmekten
daima zevk alınacak bir mekan Cihangir
Savoy. Ortam her daim eviniz gibi
sıcak, samimi ve özlediğiniz türden.
On beş-yirmi çeşit peynir arasından
seçerek klasik bir kahvaltı edebilir veya
meşhur Savoy gofreti ya da milföy ile
güne tatlı bir başlangıç yapabilirsiniz.
Caz Fırsatı
“A jazz musician is a juggler who
use harmonies instead of oranges.”
Benny Green
“Caz müzisyeni portakallar yerine
armoniyi kullanan bir akrobattır.”(Elize
Aslan
tarafından
çevrilmiştir.)
Benny Green
Benny Green’in de söylediği gibi caz
müzisyenlerinin işi en az bir akrobat kadar
zordur. Caz doğru dengede olduğu zaman
güzeldir. Popüler bir müzik türü olan
caz; okulumuzda da çok fazla ilgi gören
bir müzik türüdür. Eğer siz de müzikle
yakından ilgileniyor ve müzik ile ilgili bir
eğitim almak istiyorsanız rüya okulunuz
Berklee Üniversitesi olsa gerek. Peki,
Berklee Üniversitesi’nden mezun, kendi
caz kasetleri olan dört özel insandan caz
eğitimi almaya ne dersiniz? Bu dört kişinin
Ocak 2013
her biri farklı bir müzik aleti çalmakta
ustalar. Biri piyano, diğeri bateri, diğeri
saksafon ve bir diğeri ise gitar çalmakta
çok deneyimli insanlardır. Hem bu
deneyimli ve eğlenceli müzisyenlerle
müzik enstrümanlarıyla ilgili eğitim
alırken hem de cazın armonisi hakkında
bilgilenecek ve öğretmenlerinizle hep
beraber kulak egzersizleri yapacaksınız.
Rüya okuldan mezun olan bu dört insanla
Köprü
Elize
Aslan
rüya gibi bir caz eğitimi kaçmaz! Levent
37 Sanat Merkezi’nde verilecek olan
bu eğitim ile ilgilenenler için internet
adresi:
www.37sanatmerkezi.com
SANAT
17
Monet Sergisi
İçim Kıpır Kıpır
Yeni yıl heyecanından mıdır, finaller
yüzünden mi yoksa evde kapalı kalmanın
yarattığı ters etkiden midir bilinmez
sürekli bir dışarı çıkma isteği var
bende. Havanın soğukluğuna rağmen
delifişekliğim tutuyor, oraya buraya
gidesim geliyor. Aksi gibi de kimse
bana “Otur oturduğun yerde, nereye
gidiyorsun bu havada?” demiyor. Bir
bardak sıcak çikolataya kanacak insanım
hâlbuki, ama annem bile ısrarla beni
evde tutamadığını iddia ediyor. Tabii ben
kurtluyum, sürekli dışarıdayım deyince
herkes beni Taksim’de sabahlıyorum
sanıyor ama ve lakin çok uslu duruyorum
aslında. Ne mi yapıyorum; ya konsere
ya da bir çeşit gösteriye gidiyorum. En
son Alpay Erdem’in* komedi gösterisine
gidecektim mesela, hafta içi olunca
gidemedim ama olsun, canım sağ olsun.
Gösteriler bir yana, asıl gelmek istediğim
nokta konserler. İstanbul’da o kadar çok
konser oluyor ki okulu bırakıp sadece
konser takip etmeye kalksam yine de
edemem. Sıradan, işi gücü olan halk
olarak sadece bize duyurulan konserleri
duyuyoruz, sokaklardaki tabelalara
kocaman posterler asılmadıkça pek
duymuyoruz yaşanan müzikal etkinlikleri
ama azıcık ilgilenen herkes her istediği
türde çok fazla konser bulabiliyor. Canınız
canlı cazla karışık bir şeyler mi dinlemek
istiyor mesela Naim Yavuzoğlu All Jazz
Band konseri, klasik müzik istiyorsanız
Borusan Quartet konseri ya da Gece
SANAT
16
Vardiyası Konserleri, “Yok arkadaş, ben
ille de rock müzik dinlerim” diyorsan da
Slash ya da Mark Knopfler konseri…
Benim gibi gidecek yeni konser
arayanlara buradan önce bir sıkıca
sarılıyorum (bayılıyorum konser insanına,
ne yapalım?), sonra da seçeneklerini
sunuyorum. Büyük olanlarla başlamak
gerekirse öncelikle en büyük haberi
vereyim: Roger Waters 3 Ağustos’ta
İTÜ Arenada bizlerle buluşuyor ve
biletler satışta bile! Evet, Pink Floyd’un
kurucusu canlı olarak görüp bir de
üstüne The Wall albümünün tamamını
söylemesini dinleyerek kulaklarınıza
bayram ettirebilirsiniz. Şu ana kadar
yapılan Roger Waters konserleri
göz önüne alınırsa bu konserin kötü
olması olasılığı yok denecek derecede
az, bütün Pink Floyd hayranlarına
buradan sesleniyorum; geç kalmayın
ve biletler biterse mağdur olmayın.
Bir başka büyük haber de Dire Straits’in
solist ve gitaristi Mark Knopfler’in 27
Nisan’da Sinan Erdem Spor Salonu’na
geliyor olması. Tanımayanlar için
söylüyorum, Mark Knopfler “Sultans
of the Swing” ve “Walk of Life” gibi
parçalarıyla ünlü. En son 2008 yılında
Türkiye’de konser verip de beğenilmişti
Knopfler. Önümüzdeki konserde de hem
yeni albümü “Privateering”deki parçaları
hem de eskilerden “Romeo and Juliet” gibi
unutulmaz parçaları çalacağını duydum.
Rock seven arkadaşları oldukça mutlu
edecek bir başka haber ise Slash’in 2
Şubat’ta Küçükçiftlik Park’a gelmesi.
Konserin tam adı “Slash Featuring
Myles Kennedy and The Conspirators”.
Daha önce hiç Slash’i canlı izlemedim
yani fikir beyan etmemem gerekir ama
Slash gelmiş geçmiş en iyi gitaristlerden
biri olarak kabul ediliyor ve Guns N’
Roses’da Axl Rose’la beraber severim;
o yüzden gitmenizi öneririm. Ayrıca en
son geçen mayıs ayında “Apocalyptic
Love” isimli bir solo albüm çıkardı Slash
ve konser de bu yeni albüm üzerine
olacak, yani dinlemediyseniz önceden
bir dinleyin sonra kararınızı verin.
17 Mayıs Cuma günü Depeche Mode
İstanbul’a geliyor. Depeche Mode
tanımlanması zor bir grup ama rock’a
kayan bir New Wave grubu olarak
biliniyorlar. Şahsen benim aklıma “Reach
out and touch me” sözleri geliyor Depeche
Mode denince ki bu söz “Personal Jesus”
adlı şarkılarında geçiyor. Eğer birkaç
şarkısını dinlerseniz aslında bütün
melodilerin oldukça tanıdık geldiğini
göreceksiniz, her nasılsa herkesin
zihnine işlemiş Depeche Mode şarkıları.
Denemenizi şiddetle öneriyorum.
Mayısın 23’üne kadar haftada en az
bir kere Borusan İstanbul Filarmoni
Orkestrası’nın konserleri var, tavsiye
ederim. Buna alternatif olarak Yuri
Bashmet-Rusya
Büyük
Senfoni
Orkestrası’nın 27 Aralık’ta konseri var. O da
güzel bir konsere benziyor, Yuri Bashmet
Mevsim
Küçükakyüz
de orkestra da ödül sahibidir. Kurt Elling
ve İstanbul Superband konseri de 14
Mart’ta İş Sanat Kültür Merkezi’ndeymiş.
Eğer şöyle dinlenince içi kıpır kıpır yapan,
neşeli ve ritmik bir şeyler arıyorsanız
sakın kaçırmayın. Bunlar dışında Zülfü
Livaneli, Yeni Türkü, Yalın, Manya ya
da Pentagram gibi Türk müzisyenlerin
konserleri
dinlenmeye
değer.
Yok eğer bu kadar konseri sayıp da
ağzınızın suyunu akıttıktan sonra siz de
benim gibi elinizi cebinize atıp da paranızın
bu kadar konsere hayatta yetmeyeceğini
fark ettiyseniz sizi hep birlikte Büyük Ev
Abluka’danın yeni çıkan albümü “Full
Faça”yı dinlemeye davet ediyorum.
İnternette mevcut, kendi sitelerinden
bütün albümü dinleyebilirsiniz, ben yeni
dinledim ve kesinlikle pişman değilim.
Yok yine de bir şey beğendiremediysem
sizi 1 Şubat’taki Halil Sezai konserine
alalım, beraber isyan edin. Sevgiler.
* Meraklısına: Alpay Erdem Uykusuz’da
düzenli olarak yazıyor. Canlı olarak hiç
izlemedim ama kâğıt üzerinde başarılı
epey, severim. Her perşembe Taksim
Old City Comedy Club’de saat dokuza
çeyrek kala gösterisi var. Gidin, görün.
Lise Live 25
Merve
Kahraman
Empresyonizmin - ya da
izlenimcilik akımının - yaratıcısı ve
benim en sevdiğim sanatçılardan olan
Claude Monet sergisinin Sakıp Sabancı
Müzesi’ne geldiğini duyunca içimde
hissettiğim heyecanı soğutmadan
ilk haftadan gittim sergiye. Renkleri,
doğayı, suyu, ışığı ve yansımaları bu
kadar iyi kullanarak kendi gördüğü
dünyayı bizlere yansıtan ve böylece
izlenimcilik
akımını
doğuran
tablolarıyla, Monet’yi anlamaya
çalışarak geçirdiğim birkaç saat
benim için hayata küçük bir mola,
koşuşturmalardan minik bir kaçış
oldu. Sizler de Monet’yle birlikte
Giverny’deki bahçesine kaçmak ve
belki de zorlu final döneminden
sonra
kendinizi
rahatlatmak
isterseniz Monet’nin bahçesi 6
Ocak 2013’e kadar Sakıp Sabancı
Müzesi’nde sizleri bekliyor olacak.
Claude Monet 14 Kasım
1840’ta, Paris’te doğdu. Babası ne
kadar aile mesleğini devam ettirmesini
istese de Monet, belki şarkıcı annesinin
de etkisiyle sanatçı olmayı kafasına
koymuştu. Mahallesinde yaptığı
karakalem karikatürler ve JacquesFrançois Ochard’dan aldığı açık havada
yağlı boya dersleri ile kendini geliştirdi.
Annesinin ölümünden sonra teyzesinin
yanına yerleşen Monet, daha sonraları
Paris ve Louvre Müzesi ziyaretlerinde,
kendilerinden önceki sanatçıları taklit
eden ressamların eserlerini görüyordu.
Monet gördüklerini kendini sınırlayarak
resmetmektense,
boyalarını
ve
tuvalini alıp, tablolarını açık havada
yapmayı tercih ediyordu. Daha sonra
orduya ve 2 sene daha sonra sanat
okuluna giden, burada geleceğin
izlenimcilerinden birçoğuyla tanışan
Monet ile Camille Doncieux’nün Jean
adındaki ilk çocukları dünyaya geldi
ve 1870’de evlendiler. Monet, ailesiyle
birlikte çocukluğunu geçirdiği La Havre
kentinde “İzlenim: Gün doğumu” adlı
tablosuyla izlenimcilik akımını başlattı
ve isim babalığını yapmış oldu. Yine
ailesiyle Argenteuil’e yerleşen burada
altı yıl boyunca birçok tanınmış
tablosuna imza atan Monet’nin
ekonomik sıkıntılarından dolayı kasvetli
bir durum alan ruh halinin yansımalarını
tablolarında da görmek mümkündür.
Monet’nin yaratıcısı olduğu
izlenimcilik; doğrudan doğruya doğanın
gerçeğini değilde, görülenlerin kişide
oluşturduğu izlenimlerin ve duygusal
izlerin resimlere aktarıldığı bir akımdır.
Nesnel ve objektif bir bakış açısındansa
kendi algılarından ve duygularından
tablolar oluşturan izlenimci ressamlar,
daha kişisel ve insanı düşünmeye
iten eserler yaratırlar. Özellikle ışık ve
renkleri ön plana çıkaran bu eserler
sadece dönemsel gerçeklikleri değil,
kişisel ruh hallerini de yansıtabildikleri
ve sanatçının ölümünden onlarca
yıl sonra bile kalıcılıklarını kişisellik
üzerinden
sürdürebildiklerinden
dolayı
bence
büyüleyicidirler.
1876’da Ernest ve Alice
Hoschedé çifti ile tanışan ve onlarla
birlikte bu yeni tanıştıkları çiftin yazlık
evine taşınan Claude ile Camille’in
1878’de ikinci çocukları Michel doğdu.
Bu doğum zaten kötü olan sağlığını iyice
zayıflattığından Camille Monet 1879’da
öldü. İflas etmiş Ernest Hoschedé de
Belçika’ya kaçmış olduğu için Claude,
Alice ve çocukları birlikte yaşamaya
başladılar. Camille’in ölümünden sonra
bir daha yoksul olmamaya yemin eden
Claude Monet, Akdeniz’i gezerek birçok
doğa resmi yaptı ve en sonunda 1883’te
Alice ve çocuklarıyla birlikte Giverny’de
önce kiraladığı ve daha sonra satın
aldığı araziye taşındı ve hayatının geri
kalanını burada geçirdi. Bir doğa aşığı
olan Claude Monet Giverny’deki evinde
bir nilüfer göleti, köprü ve birçok çiçek
türü içeren büyük bir bahçe oluşturdu.
Bundan sonraki hayatını bahçesindeki
ot yığınlarını, zambakları, nilüferleri,
köprüsünü, salkım söğüt ağaçlarını ve
bahçesinden gözüken tepedeki evini
resmederek geçirdi. Bu resimlerini
çizerken ışık ve renkleri büyük bir
ustalıkla, kendi izlenimlerine ve kendi
algısıyla kullandı. Örneğin tepedeki
evinin gül bahçesinden görüntüsünün,
günün farklı saatlerinde – ve günün
saatleriyle değişen ışık miktarı ve ışık
renklerinin etkisiyle – yapılan üçleme
tablosunda ışığın renklere etkisini
sanırım bir saat karşısından kalkmadan,
kalkamadan izledim. Ya da gölette
yetiştirdiği nilüferlerini resmederken
salkımsöğüt ağaçlarının yansımalarını
Köprü Gazetesi olarak 2. Dönem
yapılacak Lise Live etkinliğini
dört gözle bekliyoruz!
Muhteşem gitar performansları
Her dönemden şarkıcılar
Öğrenciler yeteneklerini sergiledi.
Ocak 2013
Köprü
Lise Live birçok Hazırlık öğrencisini etkiledi.
Ocak 2013
Köprü
Defne
Aksoy
da göletin üzerinde belirten
Monet’nin doğayı yorumlamasına
saygı duymamak elde değildi.
Ayrıca Monet, 1914’ten 1923’e kadar
katarakt olduğu için resimlerinin bu
tarih aralığında daha farklı olduğunu
gözlemleyebiliriz. Katarakt hastalığı
yüzünden genel olarak kırmızı
ağırlıklı görmenin bir sonucu olarak
tablolarınında da kırmızı tonların
daha fazla kullanıldığını görebiliriz.
Bu da, Monet’nin “Ağaçlar yeşildir.
Su mavi resmedilmelidir. Çiçekler
pembe, güneş sarı olmalıdır.” gibi
ezberlenmiş gerçekliklerle değil
kendi gerçekliğiyle, görünenleri
değil “kendi gördüklerini” çizdiğini
kanıtlayarak; bence Monet’ye çok
daha etkileyici bir boyut katmaktadır.
Giverny’deki
bahçesinde
yaşayan Monet 5 Aralık 1926’da, 86
yaşındayken, hayata gözlerini yumdu
ve Giverny’de gömüldü. Bu sergi de
İstanbul’a kapılarını kapamadan
görülmesi gerekenlerden biri bence.
Monet’nin tabloları, doğa harikaları,
renklerin harmonisi ve ışığın
büyüleyiciliğinde; izlenimcilik akımını
tanımak isterseniz sergi 6 Ocak’ta son
bulmadan önce Emirgan’a, Sakıp Sabancı
Müze’sine bir uğrayın, tavsiye ederim
HABERLER
HABERLER
18
Tepkiliyim
Kıyamet Mi, O Da Ne?
Sayılarla uğraşmak çok zor olmalı. Bir de
sayılarla geleceği yazıyorsanız eğer. Her
sabah olduğu gibi yataktan kalktığımızı
düşünelim ve takvime bakıyoruz bugün
hangi gün diye. Uzun zamandır beklenilen
bir gün bugün 21 Aralık 2012. Mayaların
uzun yıllar sayılarla uğraşıp belki de en
sonunda pes ettikleri gün. Gerçekten
neden bırakmışlar ki acaba saymayı? Belki
de her 31 Aralıktan sonra yeni bir ajanda
veya yeni bir takvim almaktan bıkmak
gibi bir şeydir günleri saymaya devam
etmemek. Zamanlayıcılarımızı kurduk,
saatlerimize baktık o gün. Tam 13.11.
Kar tatili nedeniyle okul da tatil olmuştu
ne de olsa. Tam da Mayaların istediği
gibiydi; asırlar önce yazdıkları sayılar,
hesapladıkları tarihler belki de ilk kez
bu kadar dikkate alınmıştı. Kimimiz hiç
inanmadı, saatine bile bakmadı; kimimiz
inanmadı ama umutlandı; kimimiz
ise korkarak ve merakla dakikaların
ilerleyişini seyretti. Ve saniyeler ilerledi,
13.10 oldu ve 13.11 geldi sessizce
saniyeler aynı hızıyla ilerlemeye devam
etti. Ardındansa tarih 21 Aralık 2012
olmuş, saat ise 13.12’yi vurmuştu.
Ama nefes almaya devam ediyorduk.
Peki şimdi ne olmuştu?
Dünya daha mı hızlı dönüyordu? Dünya
tersine mi dönüyordu? Yoksa sonunda
Dünya’yla beraber durmuş muyduk?
Kıyameti nasıl hayal etmiştik acaba
hepimiz içimizde. Kendimizden kaçmaktı
aslında kıyamet bir şekilde ya da bu
hayata sıkıca bağlanıp belirsizliklerden
korkanları endişelendiriyordu yavaşça.
Hepimiz biliyorduk ölmeyeceğimizi
belki de ama, karların yavaşça erimeye
yüz tuttuğu o saatlerde belki hepimizin
de ihtiyacı olan o küçük kıyametti.
Kıyamet olmadı belki ama
uzun zaman haberleri süsledi kıyamet
yazıları. Gazeteleri dergiler, televizyonlar
hepimiz şaşkınlıkla izliyorduk aniden
büyüyen bu olayı. Yalnızca haberler değil
sosyal ağlar da kıyamet haberleri ile
dolup taşmıştı. Bense kafamda o Maya’yı
canlandırmaya çalıştım. Uzun yıllar
boyunca debelenip bu takvimi hazırlayan
o Maya neden aniden pes etmişti? Gülmüş
müydü kendi kendine bizi izlerken, 13.11’i
merakla bekleyişimizi? Kim bilir o Maya
da anlamamıştı nedenini, nasıl hala
kıyametin gerçekleştiğini fark etmiyoruz
diye. Belki kıyamet olmuştu bir yerlerde,
belki her gün oluyordu. Eğer kıyamet bir
sonraki günü bilmemek demekse, güneşin
her batısında, yelkovanın her adımında
zaten gerçekleşiyordu. Geleceğe ne kadar
çok farklı isim takılabiliyor işte, eski bir
Maya’nın yarıda bıraktığı bir takvim de
artık geçmişi barındırıyor. O Maya da
sıkılmıştı belki geleceği hayal etmekten,
geçmiş ona yeterli gücü verememişti
bunun için. Bizim sevgili Maya’mız 21
Aralık’ta bitirirken her şeyi, sonlandırmış
mıydı geleceği? Geçmiş ve gelceğin iç içe
olduğunu da fark etmek önemli. Geçmiş
de bir gelecek değil mi aynı zamanda,
yaptıklarımızı veya yapacaklarımızı
etkiliyor hiç belli bile etmeden. Kıyametin
olmasını umut edenler geçmişten mi
kaçıyor öyleyse gelecekten mi? O kadar
çok soru var ki kıyamet hakkında, bir
o kadar kişisel cevap. Yanıtları sizler
vereceksiniz, kendi kendinize. Bense
sormaya devam ediyorum hala. Eğer
bir kıyamet tarihiyse geçmişte kalan 21
Aralık, artık atlamış mıydık üzerinden?
Belki de kıyametin tam içindeyiz artık,
farkında bile olmadan. Eğer hala
korkuyorsak kıyametten, geçmiş mi
daha korkutucu şimdi yoksa gelecek mi?
O zaman biraz mizahi biraz
da gerçekçi olarak düşünelim gerçekten
de beklenilen gibi ölseydik iyi ve kötü
“Gossip Girl” Stili
Bazen, başka insanlar hayatınızı sizden
daha çok etkiler. İnsanların konuştukları,
anlattıkları bizim hakkımızda ön
yargı oluşturabilir veya insanların
söylediklerinden etkilenebiliriz. Duyulan
veya konuşulan her şey, hakkınızdaki
duygu ve görüşleri değiştirebilir. Hatta
bazen bu tür şeyler insanlar arasında
konuşulmakla kalmaz, aynı anda bir sürü
kişinin gözleri önüne serilebilir. Hele de bir
Robert’liyseniz; bir sabah uyandığınızda
kendinizi aniden okulun en güzel kızı
veya en yakışıklı erkeği olarak bulabilir,
tanımadığınız biriyle çıkıyor olabilirsiniz.
Yıllardır kim olduğunu öğrenmek için
beklediğimiz “Dedikoducu Kız”artık bizden
biri. Sürekli açılıp kapanan “hayalet”
dedikoducu kızlarımızın sayfaları hepimizi
bu dünyanın birer karakteri haline getirdi.
Bilgisayarınızı açar; hani şu yemeden
içmeden kesilip başında saatler geçirdiğiz
sosyal paylaşım siteniz Twitter’a girersiniz.
Horozlar bile uyanmamıştır henüz hâlbuki.
Bir de ne görürsünüz, herkes sizin adınızın
geçtiği bir tweeti yeniden tweetleyivermiş.
Sizin hakkınızda öyle şeyler yazıyor ki
bırakın doğru olmayı daha önce aklınızdan
bile geçmemiş. Bu 140 karaktere
sıkıştırılmış yazının sizde yarattığı
şoku atlattıktan sonra bunu yapanın
kim olduğu hakkında düşünmek ya da
çıkan dedikodunun yarattığı problemi
çözmekle uğraşmaya başlarsınız. Bu aralar
okulumuzda yeni moda olan tipik günlük
hayattır bu. Çıkan dedikodulardan sonra
etkileri bir süre kendilerini gösterdikten
sonra hiç yaşanmamış gibi yok olup gider.
Dönemizden birileri tarafınca açılan birçok
twitter dedikodu sayfaları vardı. Biz bu
açılan dedikodu sayfalarının kime ait
olduğuyla ilgili varsayımlarda bulunurken
bazı arkadaşlarımızı suçlayarak üzdük.
Dedikodular sadece sosyal medyada
dolaşıp durmakla kalmayıp sınıf ve
yemekhane konuşmalarımıza da sızdı ama
herkes “Bu beni neden ilgilendirmeli?”
diye düşünmekten kendini alamadı. Bazı
arkadaşlarımızın izlediği “Gossip Girl” adlı
yabancı dizinin çok etkisi altında kaldığını
ve kendisini dizinin karakterlerinden
biri zannedip okul hayatını diziye
çevirmeye çalışıyor olduğu bir gerçek.
Bazılarımızın bu dedikodu sayfalarının ne
yayınlayacağını sabırsızlıkla beklemesi
ve bunu kendilerini eğlendirme yolları
haline getirdikleri inkâr edilemez. Hiç
düşündünüz mü, siz bu dedikoduların
birine kurban gitmiş olsaydınız ne
hissederdiniz? Peki, siz neyi istersiniz; bir
sabah kalktığınızda en yakın arkadaşınızla
Ocak 2013
19
çıktığınız dedikodusunu mu görmek
yoksa huzurlu bir şekilde alarmınızı mı
kapatmak? Peki, bunu kendi kendimize
niye yapıyoruz? Rahatsız olunacağını
bile bile neden buna devam ediyoruz?
Popüler kültürün üstümüzdeki etkilerini
her geçen gün hissetmeye devam
ediyoruz. Dünyada herkesi etkilediği gibi
bizi de etkilemesi, elbette ki olağan bir
şey ancak, biraz fazla mı abartıyoruz?
Dedikodu, insanların arkasından yapılan
bir şey değil miydi en son? Ne ara kötü
niyetli haber bültenlerine dönüştüler?
İnsanlar niye başka insanları uydurma
haberlerle alçaltmayı veya yüceltmeyi
istiyor? Kendimizi dedikoducu kız dizisinde
yaşıyor zannediyor olma hali git gide
gelişip tehlikelileşiyor. Kim kimin hakkında
ne düşüneceğini bilemiyor. Duyulan haber
ister istemez önyargılar oluşturuyor.
İnsanların birbirine davranışları, ilişkileri
büyük oranda etkileniyor. Böylece git
gide plastikleşen ilişkilerle Barbie’nin
plastik evinde yaşamaya başlayacağız
ve tüm samimiyetimizi kaybedeceğiz.
İlişkilerimiz değişecek, kimse kimseye
güvenemez hale gelecek o zaman popüler
kültürün etkilerini fark edeceğiz. Bu tür
küçük olayların bizi nasıl mahvettiğini o
zaman anlayacağız. Ve belki de bir günlük
eğlencemiz hayatlarımızı değiştirecek.
Köprü
Şiir Su
Saydam
yanları ne olurdu diye. İşte 21 Aralık’tan
sonra yaşamak için birkaç sebep. Eğer
21 Aralık’ta kıyamet olsa ve ölseydik,
●Noel’i yaşayamaz, Hazırlık yılında
öğrendiğimiz Noel şarkılarını bir anda
hatırlayıp söylemeye başlayamazdık.
●Tam da geriye 10 gün kalmışken
yeni yıl için 10’dan geriye sayamazdık.
●Yılbaşı
çekilişinde
alınan
hediyeleri
dağıtamazdık.
●13.11’den
sonra
yılın
en
uzun
gecesini
yaşayamazdık.
●Köprü’nün yeni sayısını okuyamazdık.
O zaman belki de her gün
kıyamet varmış gibi yaşamalıyız biraz
da. Yeni Köprü’yü bir solukta okumalı,
10’dan geriye daha büyük bir heyecanla
saymalı ve Noel şarkılarını daha büyük
bir hevesle söylemeliyiz belki de.
Yapmayı istediklerimizi ve bugünü
güzelleştiren şeyleri unutmamalıyız.
Kıyametten korkmamızı, sonu gelen
bir dünyadan kaçmamızı sağlayacak
olanlar ne peki? Dün unuttuğunuzu
bugün söyleyin, kıyamet dün gelmeyi
unuttuysa yarın niye gelmesin ki?
Elize Aslan
Bu dedikodu sayfası sadece bir sıkıntı
kaynağı değil bir fark edilme arzusu
aynı zamanda. İnsanların bir gündem
yaratmak, konuşuluyor olmak uğruna
böyle yöntemlere başvurabildiğini
anlamamızı sağladı bu twitter sayfası.
Bu insanlar fark etmeden başka
insanları tanrılaştırıyorlar ya da yerin
dibine sokuyorlar ve yarattıkları bu
kargaşada kendilerini en önemli
kişi olarak görüyorlar. Bu hem diğer
insanların psikolojileri, hem insan
ilişkileri, hem de bütün bunları
yapan kişi için oldukça sağlıksız bir
davranış. Bir özentinin kurbanı olan
bu insanlar zamanla kendi kişiliklerini
kaybediyorlar ve çok yanlış yapıyorlar.
Bu kişi kendi kendine bir şeylerin farkına
varamıyorsa çevresi tarafından fark
edilip topluma kazandırılmalı. Sadece
bunu yaratan kişi değil bunu takip
eden, dedikoduları okuyan herkes için
geçerli bu. Başka insanların kusurları,
iyi özellikleri veya yaptığı yanlışlar
kimsenin eğlence aracı olmamalı!
Benzerlerimizi ve hatta
aynılarımızı
farklılaştırma,
aşırı
yüceltme veya acımasızca yerme;
iradenin tümüyle işlevini yitirdiği, yerini
sorgusuz sualsiz teslim olmaya bıraktığı
karşı konulamaz bir hal. Yalnızca iyi
ve kötülerin yer aldığı kurmaca bir
dünyanın, hayal ürünü olmaktan öteye
geçemeyen kahramanlarını yaratıyoruz
farkında olmadan. Kahramanları
birbirleriyle ilişkilendiriyor; bu vesileyle
bağımlısı olmamız kaçınılmaz olan
bir doyum sağlama düzeneğini de
şekillendirmiş oluyoruz. Artık onlarla
yatıp onlarla kalkabilir, düşlerimizde
yine onlara yer verebiliriz. “Gerçek
Dünya”
denilen
dinamiklerde
boğulduğumuz,
kaybolduğumuz
yaratıdan bir nevi kaçma çabamız bu;
ancak yüzleşemediğimiz, aynılaşmaya
maruz kalmış zavallı benliğimiz
zayıflığımızın kurbanı; tatmin olma
uğruna kurmacada hapsoluyor. Korkarım
alışılagelmiş bir halden çok daha fazlası,
bir ihtiyaç doğuruyor tüm bunları.
Evet sevgili Köprü okuru,
“Yahu ne diyor bu kız?” diyor olabilirsin.
Ya da“Tövbe bismillah neler oluyor!?”
da demiş olabilirsin. Anlarım. Bendeniz
Köprü yazarı olma sıfatımla iki bir
şeyler yazıvermiş olmak için belki de
saatlerce kafa patlattım. “Ne yazsam?”
deyip durdum; hem okuyanın ilgisini
hem benim ilgimi çekecek sağlam
bir konu bulmak öylesine zor geldi ki
gerildim, stres oldum anlayacağın.
“İyisi mi ben bir kafamı dağıtıp
geleyim.” dedim, zafer kazanmışçasına
sevindim. Sen de biliyorsundur, yazının
kendisini yazmaktan bile daha zordur
bazen yazacak konu bulmak. Sıkıntı
verir bunaltır; inceden ikileyiverirsin
yazma araç ve gereçlerinin bulunduğu
mekandan. Neyse lafı uzatmayalım;
maksat kafam dağılsın, televizyonu
açtım. Açmaz olaydım. Kanallar
arasında hoş bir şey bulurum belki
umuduyla şöyle bir gezinirken falanca
kanal dikkatimi çekti, kumandanın
en ortasındaki büyük yuvarlak tuşa
basmış bulundum. Basmaz olaydım.
Falanca kanal “Magazin” saatindeymiş
efendim. Duymaya pek bir aşina
olduğumuz, “Burnuna mandal takmış
da öyle mi konuşuyor nedir?” sorusunu
her defasında yinelememize sebep olan
ince erkek sesinin “ŞOK! ŞOK! ŞOK!” diye
bağırması beni benden aldı, kırmızı
“ŞOK!” yazılarının “GÜM! GÜM! GÜM!”
şeklinde ekranda belirirken çıkardıkları
sesle iyice kendimden geçtim....
Bu daha başlangıçmış
meğer. Asıl bunun bir de “AZ
SONRA!”sı varmış. Söylediği iyi oldu
mandallının, yoksa beklemezdim onca
saat televizyonun başında. İşte bir
meraktır sardı beni, dedim görelim
neymiş bu, bu kadar “ŞOK!” olan?
Ünlülerimizden
falanca
hatun kişisi, yakışıklı esmer bir jön
beyefendisi ile birlikte mekanın
birinden ayrılırken görüntülenmiş.
Bir de jet sosyete mensubu popçu
abla arabasına binerken ko-ca-man
bir frikik vermesin mi?! Mandallının
sesini bir duyacaktın o anda!..
Saydım. Sayılarla aram
pek iyi değildir ama elimden geleni
yaptım diyebilirim. İki saatlik
program boyunca “haber” diye
sunulan saçmalıkların sayısı dokuzu
geçmedi. DOKUZ! Yalnızca “dokuz”...
İki saat öncesine kadar sana
ve senin gibi diğer Köprü okurlarına
hangi yeni yıl palavrasını sıksam ona
karar vermeye çalışıyordum. İki saat
“kafamı dağıttıktan” sonra kafam
Yemekhane Çok Kalabalık
Öğrenciler ve öğretmenler yemekten
önceki derste dakikaları sayarlar.
Özellikle son beş dakika ne kadar
bekleseler de bir türlü geçmek bilmez.
En sonunda o muhteşem an gelir ve
zil çalar. Öğretmenler dahil herkes son
sürat yemekhaneye koşar; ama bir de
ne görsünler. O kadar acele etmelerine
rağmen sıraya girmek bir dert, sıraya
girince sıranın sonunu görmek ayrı
bir derttir. Sıranın sonunu görmeyi
bırakın, iki yanınızdaki arkadaşınızla
göz temasınızı birkaç saniyeliğine
keserseniz, onu yemekhaneye girene
kadar göremeyebilirsiniz.
Yemekhaneye ulaşmak ve
sıraya girmek başlı başına büyük bir
çaba gerektirirken çantalarınızı koymak
için sıradan çıkarsanız, ya sıranın
yanındaki kalabalık sizi alıp uzaklara
götürür ya da nöbetçi öğretmen
tarafından kaynadığınıza dair sorguya
çekilirsiniz. Sıraya kaynamaya çalışan
zeki ve çevik arkadaşlarımızın o
kalabalığın gerçek sebebi olduğunu
herkes biliyor. Buradaki kalabalık
sıradakiler için, nöbetçi öğretmen için ve
hatta o yoldan geçmesi gereken aşçılar
ve diğer öğrenciler için büyük bir sorun
teşkil ediyor.
Zorlu sınavları atlatıp
Robert’e gelmiş öğrencilerin hepsinin
bu zorlu sırayı da atlatabileceğini
düşünüyorsanız,
yanılıyorsunuz.
Her gün onlarca öğrenci sıranın
uzunluğundan şikayet edip sıradan
ayrılıyor. Muhtemelen, bu aşçılar ve
okulun beraber hazırladığı bir taktik
olsa gerek, böylece bolca yemekten
tasarruf ediyorlar.
Yemekhanenin
neden
kalabalık olduğunu kimse tam olarak
bilmiyor. Absürd Haberler Köşesi’nde
bahsedildiği gibi kıyametten sonra
ayakta kalacak üç yerden biri olduğu
için insan göçüne mi uğradı? Yoksa kar
tatili olduğu için evine gitmek yerine
okulda kalıp kampüsün tadını çıkarmak
isteyenler yüzünden mi oldu bilinmez?
Tek bildiğimiz bu kalabalık sorununun
Robertlilerin öğle yemeği saatlerinin
boşa harcanmasına neden olduğudur.
Robertlilerin bugüne kadar neden bu
soruna bir çözüm bulmadıkları ise bir
muamma.
Yemekhaneye girdiğimizi
düşünelim, kalabalığın oluşturduğu
sorunlar burada da devam ediyor.
Ocak 2013
Sıradan çıkan kişilerin normalde
oturması gereken yerler boş kalınca
yemekhanenin de boş kalacağını
sanmayınız. Okulun yarısı yemeğe
gitmezse eğer, yemekhane herkesin
huzur içinde yemek yediği bir yere
dönüşebilir. Ya öğrenci sayısını yarıya
düşürmeliyiz ya da yemekhanenin
boyutlarını iki katına çıkarmalıyız.
Dikkat ettiyseniz, aynı sorun tiyatroda
da geçerliliğini sürdürüyor.
Yemekhaneye zil çaldıktan
on beş ya da yirmi dakika sonra gelen
arkadaşlarımız var. İşte bu arkadaşlarımız
zamanı tasarruflu kullanma ödülünü
hak ediyorlar. Herkesin yemekten sonra
yaptığı ödevleri o yirmi dakika içinde
bitiriyorlar. Daha sonra ödevin bitmiş
olmasının verdiği rahatlıkla yemeklerini
afiyetle yiyorlar.
Okulda, yemekhane gibi, her
zaman kalabalık olan yerler var. Kantin,
fuaye ve forum gibi kalabalık olan
mekanların açık havayla bağlantıları var.
İnsanlar ne zaman sıkılsa temiz hava alıp
geri gelebiliyorlar. Ancak yemekhane,
mahzenvari bir şekilde yerin altına
gizlenmiş, ufak pencereli ve havasız bir
yer olmaktan uzağa gidemiyor. Bütün
Köprü
Eda
Özkök
öyle bir darmadağın olmuş ki tekrar
toparlayamadım. Gencecik hayatımdan
iki saatin göz göre göre eksilmesinin
verdiği buruklukla oturdum klavyenin
başına. Sinirliydim. Kendi iradesizliğimiz,
dirençsizliğimiz, nasıl da kendi hayal
dünyamızın kurbanı olduğumuzla bir
kez daha yüzleşmek beni derinden
etkilemişti. Biz sıradan fertlere değil;
zayıflığımızın, ihtiyaçlarımızın farkında
olan ve bunun üzerinden rant sağlayan
sisteme; sistemin kurucularına ve
savunucularına sinirliydim ben. Gerçek
kişi ve kurumları; en az bizim kadar
gerçek olanları tanrılaştırmamıza;
topluluk önünde cümle kurarak kendini
ifade etmeyi bile beceremeyen, cart
curt çiğnediği sakızıyla sözlere gerek
duymadan zaten dillenebilen yirmilik
sarışın bir pop yıldızının, ki kendileri
belki de bir kaç yıl öncesine kadar
duşta bile şarkı söylememişlerdir,
hepimizden üstün ve değerliymiş gibi
gösterilmesine, daha da korkuncu sayısız
genç kızımızın idolü haline getirilmesine
ve imrendirilmesine tepkiliyim. Hepsi bu.
Mert
Düşünceli
gün derslere kafa yoran Robertliler, açlık
ve susuzluk içinde, havasız bir yerde
kalabalıkla karşılaşınca akıl sağlıkları
tehlikeye giriyor. Yemeğe ulaşmak için
her şeyi göze alan öğrenciler ya kantine
gidiyorlar ya da yasal olmayan yollara
başvuruyorlar. Yasal olmayan yollara
başvuranlar yakalanırlarsa alıkoyma
cezasına kalırken, yakalanmayıp
içeri sağ salim girenler vicdanlarıyla
yüzleştikleri bir yemek yemek zorunda
kalıyorlar.
Yemekhanedeki kalabalık
sorunu yakın zamanda çözülebilecek
gibi durmuyor.Yemekhanenin neden
kalabalık olduğu hala gizemliliğini
sürdürürken, en doğrusu çok değerli öğle
teneffüsümüzü daha planlı ve programlı
bir şekilde geçirmek. Böylece zamandan
tasarruf edip yapmamız gereken
işlere daha çok zaman ayırabiliriz.
Yemekhanenin değerli zamanınızı alıp
götürmesine izin vermeyin!
20
HABERLER
2012 Robertolojisi
Hobbitshire ve Bahçeşehir
İstanbul-Ankara arası trenle
yaklaşık 4,5 saat, Çanakkale-İstanbul
arası eğer trafik açıksa arabayla 4
saat, İzmir-İstanbul arası ise uçakla
yaklaşık 1,5-2 saat sürer. Ama 20 Aralık
2012, Perşembe günü Bahçeşehir’de
oturan Robertli öğrenciler yaklaşık
4,5 saat süren bir yolculuk geçirdiler.
Bu yolculuk sırasında hepimiz
“Neden Bahçeşehir’de oturuyoruz?”
sorusunu
defalarca
kendimize
sorma ve bir zamanlar Bulgaristan’ın
Sofya kentine dolmuş kalktığı iddia
edilecek kadar İstanbul’dan uzak
olan yaşadığımız yeri sorgulama
şansını elde ettik. Bu sorgulamadan
hem artılarıyla hem eksileriyle,
Balkanların güzide semti Bahçeşehir’i
yaşayan yaklaşık 50 Robertli’den
aldığımız görüşler ve eleştirilerle
değerlendirerek
Bahçeşehir’in
gizemini çözebileceğimize inanıyoruz.
Bahçeşehir, 90’lı yıllarda
Emlak Bank tarafından başlatılmış olan
bir uydu kent projesidir. Kurulduğu
ilk zamanlardan, beri ağaçlandırma
çalışmalarıyla başarılı bir çevre
düzenlemeye sahip olan belde, birçok
şehircilik ödülü almıştır. Gerek göleti ve
parkları olsun, gerekse yollarda dolaşan
atlı polisleri olsun doğal bir atmosfere
sahiptir. Zamanla artan nüfusu ve
yeni yerleşim projeleriyle nüfusu 2007
yılında, 388.000’i bulan bu semtin
sakinleri, ne kadar huzurlu bir ortamda
yaşasalar da şehir merkezinden
uzak olmalarından dolayı rahatsızlık
duymaktadırlar.
Bahçeşehirlilerin
şu anki en büyük korkusu, Ali
Ağaoğlu’nun bu taraflara el atmasıdır.
Bahçeşehir’de yaşamayanlar için,
Bahçeşehir’i tanıtmanın en iyi yolunun
Bahçeşehir’in Tepeleri
Yüzüklerin Efendisi filmi olduğunu
düşünüyoruz.
Yüzüklerin
Efendisi filminde,
Hobbitlerin yaşadığı
Shire bölgesinin,
İ s t a n b u l ’d a k i
yansıması
B a h ç e ş e h i r ’d i r.
İstanbul’un yoğun
hayatından uzakta
olan bu beldede de,
Hobbitler gibi saf,
kendi yağlarında Bahçeşehir’in Fıskiyeleri
kavrulan ve şehre
başlamıştır, ama hala bir sürü
inmekten çekinen insanlar yaşar. Ve Bahçeşehirli iş ve okul nedeniyle kent
Bahçeşehirliler çoğunlukla İstanbul merkezine her gün gitmek zorundadır.
merkeze gitmek için Hobbitler gibi Ve biz Robertli Bahçeşehirliler, belki
zor ve uzun bir macerayı andıran de bu zorunlu yolculuktan en çok
yolculuğa çıkmak zorundadırlar. Bu etkilenen Hobbit Shire sakinleriyiz.
Bahçesehir’e Geldikleri İçin Sevinen Bahçeşehirliler
yolculukta, çoğunlukla 76-E adında
ve Bahçeşehirliler’in kutsal saydığı
Taksim-Bahçeşehir otobüsü her zaman
bizim can yoldaşımızdır. 2 saatlik süren
bir yolculuk sonucu, 76-E bizi şehir
merkeziyle buluşturur ve böylece kent
hayatıyla aramızdaki bağı canlı tutar.
Son
5
yılda
ise,
Bahçeşehirlilerin kent merkezine
gitmekte yaşadıkları
zorlukları anlayan
yat ı r ı m c ı l a r,
beldemize Prestige,
3. Cadde ve Akbatı
gibi alışveriş ve
yaşam
merkezi
açmışlardır. Böylece
kent
merkezine
gitmek istemeyen
B a h ç e ş e h i r l i l e r,
semtten
dışarı
ç ı k m a d a n
hayatlarını devam
ettirme
şansını
yakalamıştır. Böylece
halk kendini Dış Dünya’ya kapamaya
Ocak 2013
Robertli bir Bahçeşehirli, sabah
5.50’de kalkarak hızlı bir şekilde
giyinip, hazırlanması gerekmektedir.
Çünkü Bahçeşehir’de servisler, trafiğe
kalmamak için erken kalkmaktadır
ve bir öğrenci çok beklenirse, servis
okula geç kalacağı için öğrenciler tam
zamanında dışarıda olmak zorundadır.
Bahçeşehir’de öğrencileri alan 4
servisin hepsi en geç 6.30’ta semti terk
etmektedir ve TEM’de çetin, tehlikelerle
dolu yolculuğuna başlamaktadır. 40
dakikalık yolculuğumuzdan sonra
okula vardığımızda, çoğunlukla okulu
boş buluruz. Çünkü bu saatte okulda
sadece Bahçeşehirliler bulunmaktadır.
Bahçeşehir’e
dönüş
ise bizim için gerçekten uzun ve
yorucu bir süreçtir. Kulübe kalsak
da kalmasak da yolculuk yaklaşık
1-1,5 saat sürmektedir. Bu yolculuk
uzun sürdüğünden, aynı serviste
olan Bahçeşehirliler kaynaşmakta ve
yolculuk sayesinde dost olmaktadır.
Bu yüzden de okul ortamında bir
Köprü
Sera
Pekel
Yunus Emre
Erdölen
Bahçeşehir Dayanışması söz konusudur.
Bu durumu, Yüzüklerin Efendisi filminde
birbirlerini destekleyen Hobbitlerle
bağdaştırabiliriz. Hobbit Shire’la bir
benzerliği de Bahçeşehirlilerin Hobbitler
gibi Bahçeşehir’de doğup büyümeleri
ve başka bir yerde yaşamamalarıdır.
Böylece Hobbitler, Hobbit Shire’dan
ayrılmayı nasıl imkansız buluyorsa, biz
Bahçeşehirliler için de Bahçeşehir’den
ayrılmayı düşünmek bile zor ve acı
vericidir. Bu yolculuk süresince Robertli
devamlı olarak kendine ‘Ben niye hala
burada oturuyorum?’ diye sorar, fakat
hiçbir zaman Bahçeşehir’den kopamaz.
Her yıl aramızdan birkaç kişi Levent’e ya
da Beşiktaş’a taşınıp aramızdan ayrılır
ve düzenli olarak servise uğrayarak
şehir
hayatını
Bahçeşehirlilerin
ağzını
sulandırarak
anlatır.
“Robert’te okuyan bir
Bahçeşehirlinin her zaman yaratıcı
olması gerekmektedir. Serviste
uyumak için şekilden şekle girmeli,
kar yağdığı zaman eve kendi yürüme
yollarını bulmalı, yolda sıkılmamak
için sağlam bir müzik listesine
sahip olmalıdır.” Melisa Albayrak
“Trafiği ve yolu ömür
törpüsüdür. Ama kendimi bildim bileli
yaşadığım bu şehir dışındaki şirin
mekanı çok severim, bırakamam.
Apaçisiyle, Prestige’iyle, göletiyle,
burası benim evim!” Birsu Bilginoğlu
“Her gün esprilerin dönüp
dolaşıp ‘Bulgaristan vatandaşlığın
var mı?’, ‘Bizim buradan Bahçeşehir’e
uçak kalkıyormuş.’ ve ‘Orada
telefon çekiyor mu?’ ya gelmesine
katlanabilmektir
Bahçeşehirli
olmak. Kitaplarda okuduğumuz
‘şehre inmek’ teriminin kullanıldığı,
zaman zaman kaldırımlarında çiftlik
hayvanlarının bile görüldüğü ama
aynı zamanda gerçekten şehrin tüm
tantanasından uzaklaşıp kendi köşene
çekilebildiğin nadir yerlerden biridir
İstanbul’da.” Yaralı Bahçeşehirli 34.5
Koca bir 2012 yılını da ders çalışarak,
arkadaşlarımızla eğlenerek, Öğrenci
Birliği’nin etkinliklerine katılarak,
okulumuzu çeşitli yerlerde temsil ederek
ve okulumuzu her geçen gün daha da
geliştirerek, iyi ve kötü her anı birlikte
geçirdiğimiz Robert Ailesi’yle geçirdik,
2013’e de beraber girdik. Bakalım 2012
yılında Robert Koleji’nde neler yaşandı?
4 Ocak 2012: Modern Tiyatro Kulübü
öğrencileri “Hayatın Esasları” konulu “When
We Lose It” (Kaybedince), “Transessence”
ve “Gravity” (Yerçekimi) adlı üç oyunu
sergilediler.
6-7-8 Ocak 2012: Okulumuz Eyüboğlu
Lisesinde gerçekleşen satranç
turnuvalarında birincilik kazandı.
26- 29 Ocak 2012: 16 öğrenci Harvard
MUN’e katıldı.
15-16 Şubat 2012: “The Death and The
Maiden” (Ölüm ve Bakire) adlı tiyatro oyunu
Suna Kıraç Salonu’nda sahne aldı.
22 Şubat 2012: Almanca Yollarda Otobüsü
okulumuzu ziyaret etti.
24 Şubat 2012: “II. Teacher’s Live”
yapıldı. Öğretmenlerimiz bize ikinci defa
muhteşem bir müzik şöleni yaşattı.
2 Mart 2012: Her sınıftan öğrencilerin
YENİ YIL
DOSYASI
katıldığı, her tarz müzik ile izlemekten zevk
aldığımız “Müzikal Gecesi” yapıldı.
3 Mart 2012: THP ekibi tarafından
düzenlenen 20 okulun katıldığı ‘Yardım’
konulu sempozyum büyük ilgi gördü.
10 Mart 2012: “Yatılı Bir Okulda Yaşamak ve
Çalışmak: Ne Yapıyoruz? Neler Yapabiliriz?”
konulu 16 ilden 75 kişinin katıldığı
sempozyum düzenlendi.
23 Mart 2012: Öğrenci Birliği’nin
düzenlediği “90’lar Balosu” yapıldı.
27-28-29 Mart 2012: Türkçe Tiyatro Kulübü
Aziz Nesin’in “Nesin” adlı oyununu sergiledi.
3-7 Nisan 2012: Robert Kolej Model
Birleşmiş Milletler Konferansı yapıldı.
19 Nisan 2012: 25. Lise Live ile Robert Kolej
öğrencileri olağanüstü müzik yeteneklerini
sergiledi.
26 Nisan 2012: Ali Can Söylemezoğlu 20122013 yılı için Öğrenci Birliği Başkanı seçildi.
27 Nisan 2012: Öğrenci Birliğinin
düzenlediği Mangal Gecesi ile ofis
seçimlerini kutladık.
28 Nisan 2012: Türk Dili ve Edebiyatı
bölümünün düzenlediği “Günümüz
Türk Romanı” başlıklı Kültür ve Edebiyat
Sempozyumu gerçekleştirildi.
9- 11 Mayıs 2012: “The Dining Room”
(Yemek Odası) adlı tiyatro Suna Kıraç
Salonu’nda sahne aldı.
18 Mayıs 2012: RC Olimpiyatları yapıldı.
18 Mayıs 2012: RC mezunlarından oluşan
beş grup II. Grad Live için Beyoğlu’nda
sahne aldı.
24-26 Mayıs 2012: RC Orkestra Konseri
yapıldı ve Timur Selçuk konuk olarak katılıp
mükemmel bir müzik keyfi yaşattı. “Beyaz
Güvercin” adlı şarkısını İlhancan Rodoplu ile
birlikte seslendirdi.
27 Mayıs 2012: Öğrenci Birliği tarafından
hazırlanan üçüncü Güzel Sanatlar
Festivali’ne (Fine Arts Festival) 600 kişi
katıldı ve Cansel Elçin, Çağatay Ulusoy ve
Zeynep Özbatur’un da katıldığı festivalde
birçok öğrenci ödül aldı.
Haziran
Dave Phillips emekli oldu.
Okul müdürümüz Mr. Chandler’ın Robert
Kolejdeki görevi sona erdi.
Mr. Jones Robert Kolejin yeni okul müdürü
oldu.
15 Haziran 2012: Okullar kapandı.
17-24 Haziran 2012: Türkiye’nin 7
bölgesinden 49 kişi Robert Kolej Mezunlar
Derneğinin düzenlediği “Türkiye’nin Yedi
Rengi” etkinliği kapsamında İstanbul’a
21
Gülbabil
Kökver
geldi.
25 Haziran 2012: 145. Mezuniyet Töreni
yapıldı.
10 Eylül 2012: Okullar açıldı.
1 Ekim 2012: Robert Kolejde Kızılay Kan
Bağışı yapıldı.
5 Ekim 2012: Öğrenci Birliği’nin düzenlediği
Film Gecesi’nde “Forrest Gump” adlı film
ilgiyle izlendi.
9 Ekim 2012: Öğrenci Birliği’nin düzenlediği
Cadılar Bayramı Balosu yapıldı.
4 Kasım 2012: “Homecoming” adlı etkinlikle
Robert Kolej mezunları bir araya geldi.
17-25 Kasım 2012: Sonbahar tatili yapıldı.
6-8 Aralık 2012: “Bir Tenor Aranıyor” (Lend
Me A Tenor) adlı tiyatro oyunu sergilendi.
8-10 Aralık 2012: Robert Kolej Öğrenci
Birliği tarafından Beden Eğitimi
Departmanı’nın da katkılarıyla 3. Dave
Phillips Kupası düzenlendi.
22 Aralık 2012: RC mezunlarının
katılımlarıyla Meetball yapıldı.
Yeni Yıla Bir Bakış
Hedef koymak iyidir, gerçekçi hedef koymak
daha iyidir.
Ne mutlu ki, dünya Mayaların tahmin ettiği
gibi son bulmadı. Önümüzde yaşanacak
daha birçok yıl var. Ancak, öncelikle 2013’e
merhaba dememiz gerekiyor.
Yeni yıla nerede, kiminle gireleceği her
zaman çok gerginlik veren bir konudur;
aralık ayı planlarla, rezervasyonlarla ve
ayarlamalarla geçer. Herkesin yılbaşı
gelenekleri farklı tabii, bu yüzden bu yazıda
size yeni yılda ne yapmanız gerektiğini
söylemeyeceğim. Ancak 2013’e:
●Komşu teyze ve üç yaşlarındaki beşiz
torunlarıyla tombala oynayarak,
●Her zaman merak ettiğiniz o Beyoğlu’nun
arka sokağını tek başınıza keşfederek,
●“Carpe Diem!” diye bağırıp Boğaz’a
çırılçıplak zıplayarak,
●Havai fişek gösterisinin ortasına paraşütle
atlayarak,
●Şili’de yapılan geleneksel kutlamalara
özenip yeni yıla mezarlıkta girerek,
●12’den once uyuyuyarak,
ya da
●İnternetteki komik resimlere bakarak,
girmeyi tercih etmeyin.
Her yeni yıla yeni umutlar, yeni planlarla
giriyoruz fakat ne yazık ki ocak ayının daha
ilk haftasından bunların hepsini unutup
alıştığımız hayatımıza geri dönüyoruz.
Hayalleri gerçekleştirmenin yolu ilk
adımı atmaktan geçiyor ama işe nereden
başlayacağımızı bilemiyoruz.
Yeni yıla girerken herkes hayaller kurar,
planlar yapar. Örneğin yeni yıl bana
değişimi ve umudu çağrıştırıyor. Biliyorum
ki birçok öğrenci ve öğretmen de yeni yılı
benim gibi bir değişim fırsatı, yeni bir ümit
olarak görüyor.
2012 için aldığım yeni yıl planlarımdan
bazılarını (çok utanç verici ve özel
olmayanları) sizinle paylaşmak istiyorum:
Spora başlamak(-)
Piyangoyu kazanmak (-)
Kilo vermek (+)
Ailemle daha fazla kaliteli zaman geçirmek
(+)
Arkadaşlarımla Ortaköy’den başka yerlere
de gitmek (-)
Not ortalamamı yüksetmek(^.^)
Matematiği sevmek (-)
Bana zarar veren insanları hayatımdan
çıkarmak (+)
Prens Harry ile tanışmak (-)
Alerjim olduğu halde her gördüğüm kediyi
sevmeyi bırakmak(-)
…
Her yıl yeni yıl kararlarımızla kendimizle
ilgili “ideal bir benlik” kuruyoruz. Bu
durumda da alınan tüm kararlar bir iki
hafta içinde belki daha uygulanamadan
unutulmaya yüz tutuyor. (Örneğin
İskoçya’da Prens Harry’yle aynı zamanda
bulunmam bir şeyi değiştirmedi.)
Yapılan araştırmalar yeni yıl kararı
alan kişilerin yüzde elli ikisinin bunu
başarmak konusunda kendilerine çok
Ocak 2013
güvendiğini fakat aynı grubun sadece
yüzde on ikisinin bir yılın sonunda bu
kararları gerçekleştirdiğini gösteriyor.
Alınan kararların hayata geçmemesi ve
her yıl tekrar etmesi kişinin kendisini
başarısız olarak algılamasına, kendine
olan güveninin azalmasına, değişebilme
becerilerini küçümsemesine ve hayal
kırıklığı, stres, öfke gibi duygular
hissetmesine de neden olabiliyor.
Bu yüzden bu yıl size altın değerinde bir
önerim var.
Küçük, ulaşılabilir hedefler koyun.
Demek istediğim, not ortalamanızı 32
puan arttırmak yerine 5 puan arttırmayı
hedefleyin. 17 kilo vermeyi hedeflemek
yerine 4 kiloyla başlayın. Prens Harry’le
tanışmak yerine, cesaretinizi toplayın ve
o çok uzun zamandır hoşlandığınız kişiye
çıkma teklifi edin. Piyangodan büyük
ikramiye dilemek yerine Kazıkazan’da 3
lira kazanmak isteyin. Bir sahil kasabasına
yerleşmeyi ve Chris McCandless’in izinden
gitmeyi, planlarınız arasına dahil etmek
yerine her hafta Boğaz’da yürüyüş
yapmayı ya da Jack London okumayı
düşünebilirsiniz.
Değişim için emek vermek gerekiyor.
İlk önce kendinizde ve hayatınızda neyi
değiştirmek istediğinizden emin olun
ve bununla ilgili bütün detayları içeren
bir hayali vizyon oluşturun; nereden
başlayacağım, nerede olacağım, bunu
Köprü
Zeynep Can
Aksoy
yaparken çevremde kimler olacak ve
kimlerden destek alacağım, değişim
olduğunda neler farklı olacak, neler aynı
kalacak gibi...
Sonra değişim için nelere, kimlere ve
içinizdeki hangi kaynaklara ihtiyacınız
olduğunu listeleyin. Bunu yaptığınız
zaman daha derin duygularınızla temasa
geçeceksiniz, kararınız daha gerçekçi ve
uygulanabilir görünecek, motivasyonunuz
artacak ve farkındalık kazanacaksınız.
Zaman hırsızlarını belirleyin: Telefonu
kapamayı bilmeyen “o” arkadaşınızı,
çok sevmediğiniz ama bir türlü izlemeyi
bırakamadığınız diziyi hayatınızdan
çıkarın. Bu ve benzeri “zaman yiyicileri”
belirleyin ve üstesinden gelmek için kişisel
stratejilerinizi geliştirin.
Yepyeni, taze ve kötü kararlarla
kirletilmemiş bir yıl var hepimizin önünde.
Beraber olduğumuzda kendimizi daha iyi
hissetiğimiz insanlara vakit geçirmeye ve
verdiğimiz kararları hayata geçirmek için iç
disiplinimizi bulmaya çabalayalım.
Bu yıl sevdiğimiz insanlara “Seni
seviyorum.” demek için bir sonraki kıyameti
beklemeyelim.
YENİ YIL
DOSYASI
22
Spor
Robert Kolej Öğrencisi Kullanma Kılavuzu Yılbaşı
Özel Baskısı
Sevgili Robert Kolej Öğrencisi Kullanma
Kılavuzu Okuyucuları,
Öncelikle hepinize bizi en çok okunan
kullanma kılavuzu yaptığınız için çok
teşekkür ederiz. Dünya dışındaki tüm
gezegenlerde bir edebi tür olarak
sayılan kullanma kılavuzu türüne
hayat vermek bildiğiniz gibi zor fakat
sizin için katlanılmaya değer bir iş.
Binlerce kullanma kılavuzu arasından
en çok okunan ödülünü almış olan bir
kılavuz olarak size minnettarız ve bu
minnetimizi sizin için son derece ilginç,
eğlenceli ve ücretsiz indirebileceğiniz
bir ek hazırlayarak göstermek istiyoruz.
Şu sıralar Dünya adlı gezegende “yılbaşı”
kavramı fazlasıyla gözde. Yılbaşı terimi
insanoğlunun kullandığı diğer terimler
gibi (bakınız ırk) duyduğunuzda hiçbir
anlam veremediğiniz terimlerden değil.
Adı tam da üzerinde: Yılın başı.
Yılbaşı kavramını daha iyi kavrayabilmek
için öncelikle insanoğlunun kullandığı
bir başka terim olan zaman hakkındaki
bilgimizi geliştirmeliyiz. Daha önce
insanoğlunun hayatı zaman ile
ölçtüğünü, zamanı da salise, saniye,
dakika, saat, gün ve ay birimlerini
kullanarak ifade ettiğini söylemiştik.
(bakınız: zaman bölümü) Şimdi ise bu
birimlere bir yenisini daha, yani “yıl”ı
ekleyelim. On iki ay bir yıl demektir.
İnsanlar her on iki ay bittiğinde yılbaşı
kutlaması yapıp ayları saymaya baştan
başlarlar, ama takvimlerindeki yıl bir
artmış olur.
Yılbaşı ağacı.
Pınarnaz Eren
Yılbaşı ağacı.
İnsanoğlunun soyunun tarihi açısından
da yıl terimi önemlidir. İnsanoğlu yıl
terimini yarattığı zaman sadece on
ikiye kadar sayabiliyordu. Bu bilgi
kafanızı karıştırmış olabilir, çünkü
bir ay ortalama otuz gündür ve ay
kavramı yıl kavramından yaşlıdır.
Şu var ki ay kavramı doğduğunda
insanlar bir ayın dolduğunu günleri
sayarak değil Dünya’nın uydusu olan
Ay’ın hareketlerini (bakınız: Ay) takip
ederek anlayabiliyorlardı. Bir dolunay
gecesinden bir sonraki dolunay
gecesine kadar geçen zamana bir ay
diyorlardı. Otuza kadar
sayabildiklerinde iki dolunay
gecesi arasındaki zamanı
gün cinsinden hesaplayıp
bir ayın kaç gün olduğunu
söyleyebildiler.
Her on iki ayda bir
başa dönmek insanoğlu için
kısır bir döngü haline geldi,
sıkıldılar.
İnsanoğlunun
kendini
tekrarlayan
şeylerden sıkılması daha
onlar keşfedememiş olsalar
da genetik bir özellikleridir,
ancak bastırabilir. Durum
böyle olunca insanoğlu bir
birim daha ekledi zaman
ölçüsüne: Yıl. Sizin de
aklınızdan
geçirdiğiniz
gibi on iki ayda bir yılbaşı
Ocak 2013
kutlamaktan da sıkılacaklardı ki, tam da
bu sıkılgan genlerinin hoşuna gidecek
bir huy edindiler. Her yılbaşı yeni bir
karar alarak değişiklikler yaratmaya
başladılar.
“Bu yıl silahlarımı taştan değil tunçtan
yapacağım.”
“Bu yıldan itibaren yemeğimi pişirerek
yiyeceğim.”
SRobert Kolej öğrencileri de tarihine,
atalarına,
geleneklerine
saygılı
bireyler olarak yılbaşını bir başka
bilinçli kutlarlar. Onlar da ataları gibi
yılbaşı gecesi, başlamak üzere olan yıl
boyunca uygulayacakları kararlar alırlar,
habitatlarını yılbaşına özel giydirirler.
Dört bir tarafa yılbaşı ağaçları dikerler.
Robert Kolej öğrencilerinin
milyarlarca yıl öncesinde başlamış
olan “Yeni yılda … yapacağım.”
geleneğine sahip çıkıyor olduğunu
söylemiştik. Her aralık ayında Robert
Kolej öğrenciler, yıl boyunca hoşlarına
gitmeyenleri, yola sokamadıklarını
düşünüp not ederler. (Düşük notlar,
alıkonma cezaları, unutulmuş ödevler,
son dakikaya bırakılmış projeler,
öğretmenin arkası dönükken etraftaki
kâğıtlara atlamak için çırpınan gözler...)
Bir ayın sonunda tam da Robert
Kolej ailesi bu tekrarlanan düşünme
eyleminden sıkılmaya başlamışken
(Robert Kolej tekrarlanandan sıkılma
geleneğine de istese de istemese de
bağlıdır, bazen bir Robert Kolejliyi
Köprü
bu geleneği yaşatmak için yaşam
alanından sıkılıyormuş gibi yaparken
bile görebilirsiniz.) “yılbaşı” gecesi gelir.
Tüm Robert Kolej mensupları canlarını
sıkanları değiştirmek için alacakları
kararları ve kurdukları hayalleri son bir
kez akıllarından geçirirler.
On ikiye kadar sayabiliyorken
yıl birimini yaratmış olan atalarına
minnetlerini göstermek için yeni yıla
girmeye iki saniye kala kararlarını
akıllarına getirip “Şimdi ondan
geriye sayacağım ve bundan sonra
… yapacağım, …. gibi bir insan
olacağım.” derler. Tam da aralığın son
gününün bitmesine, yeni yılın ilk günün
başlamasına on saniye kala hepsi
verecekleri kararlar konusunda nettir ve
hep bir ağızdan saymaya başlarlar.
“10, 9, 8, 7, 6, 5, 4, 3, 2, 1”
Daha sonra 1 Ocak’ın ilk saniyelerini,
birbirlerini verdikleri kararlardan
dolayı tebrik ederek –yani birbirlerine
sarılarak- ve çığlık atarak kutlarlar.
Robert Kolej mensupları
insanoğlunun genlerinden gelse bile
bastırılabilen, ama artık bir gelenek
haline dönüşmüş olan “sıkılma”
eylemine bağlılıklarını yıl boyunca
sürdürürler. Yeni yıla girerken verdikleri
kararları bir süre yerine getirip sonra
bu kararlardan da sıkılırlar. Tekrar
ödevlerini unutmaya, sınavlara son
gece çalışmaya, alıkoyma cezası almaya
başlarlar. Yılın sonu geldiğinde o yıl
doğmadan önce aldıkları kararları bile
unutmuş olurlar.
Sizin bu yazıyı okuyor
olduğunuz dönemde de Robert
Kolej öğrencileri muhtemelen yeni
kararlar almış ve bu kararlardan
sıkılacaklarını biliyor olsalar da
hayatlarındaki
değişikliklerden
memnun gözüküyor olacaklar. Siz de
eğer Robert Kolej mensuplarından
birini gözlemleyebiliyorsanız, eğer
Robert Kolej habitatındaysanız lütfen
bize ulaşın ve kullanma kılavuzunun
gelişimine katkıda bulunun.
©Köprü 2012.
23
Katar Bize Ne Katar?
2022 Dünya Kupası’na ev
sahipliği edecek Katar büyük bir spor
olayına da ev sahipliği yaptı: Doha
GOALS Forum. İki gün süren bu forum
farklı coğrafyalarda sosyo-ekonomik
kalkınmaya liderlik etmeyi hedefleyen
bir organizasyon niteliğindeydi. Gerek
katılımcı sayısı, gerekse katılımcıların
nitelikleri açısından gayet geniş
bir yelpazeye sahipti. Spor dünyası
liderlerinin yanı sıra iş ve ticaret
dünyasından da birçok tanınmış isim
vardı. Örneğin olimpik yüzücülerden
Mark Spitz’in yanında, sporla ilgili birçok
organizasyonun kurucusu da katıldı.
Hindistan’dan, Amerika’dan, Fransa’dan,
Kenya’dan dünyanın her köşesinden
katılımcılar vardı. 62 farklı ülkeden
2800 katılımcı, 125 konuşmacı, 25
farklı ülkeden 256 kişi medya mensubu
olarak katıldı. Bunun yanı sıra 400
Katarlı öğrenci ve dünyanın dört bir
yanından lise ve üniversite seviyesinde
400 öğrenci konferansa gelenlerdendi.
Peki ben bunların hepsini nereden
biliyorum? İnternetten okumuş
ya da birinden duymuş olduğumu
düşünmeyin sakın. Bu fikre kapılmanız
bile beni üzmeye yeter. Ben bütün
bunları biliyorum; çünkü ben de
bu inanılmaz foruma katılan 400
öğrenciden biri olma şansını yakaladım.
Okulumuz aralarında Özkan Okan,
Fethi Can Erdem, Yusuf Ziya Kuriş, Hacer
Pakdil, Mert Zorlular, Lal Toker, Mertcan
Demiray, Cemre Paksoy ve benim
bulunduğum bir öğrenci grubunu seçti.
Bu kişilerin hepsi Robert Kolej ailesinin
bir parçası olduğu andan itibaren
daha önceden yaptıkları spor ile ya da
okulumuzda başladıkları bir spor ile bizi
başarıyla temsil eden sporculardır. Hem
okulumuzu hem de ülkemizi temsilen
bu foruma gitmek hepimiz açısından
gurur kaynağı oldu hem de birçok farklı
şeyi deneyimleme fırsatını yakaladık.
Katar’a ya da biraz daha resmi adıyla
Katar Emirliği’ne gitmeden hepimizin
farklı beklentileri, umutları, düşünceleri
vardı. Kısacası hepimiz Doha GOALS
Forum’un nasıl olacağı konusunda
kafamızda belli bir taslak oluşturarak
gittik. Sadece bu forum değil, Katar’a
gidip orayı görmek de bambaşka
bir deneyimdi. Çoğumuz için Katar
sadece haritaya baktığımızda Arap
yarımadasının doğusunda bulunan
Basra Körfezine uzanan başkenti Doha
olan, bir Arap ülkesi olduğu için kesin
petrol çoktur diye nitelendirilen bir
ülkedir. Ama Katar sadece bundan mı
ibaret? Katar kişi başına düşen gelir
oranına göre dünyanın en zengin
ülkesidir çünkü gaz rezervlerinin
en çok bulunduğu ülkedir. Petrolun
bulunmasıyla birlikte ülkede daha
çok balıkçılık ile oluşturulan ekonomi
değişime uğramıştır. Bu değişimle de
birlikte halkın refah seviyesi değişmiş ve
sosyal açıdan da gelişmiştir. Katar’daki
eğitim anlayışı da ekonomisi gibi git
gide gelişmektedir. Son yıllarda eğitime
verilen önem büyük bir ölçüde artmış,
eğitim anaokulundan üniversiteye
kadar ücretsiz hale getirilmiştir.
Başkent Doha’da bütün Ortadoğu’dan
Doha Goals Forum Grubu
öğrenci alması ve bir merkez olması
planlanan bir eğitim kasabasının
yapımı hâlâ devam etmektedir. Artık
bunları da göz önünde bulundurursak
neden böyle bir forumun burada
yapıldığını veya ilerleyen satırlarda
yazanları
anlamak
kolaylaşır.
Katar bulunduğu coğrafya ve iklimi
nedeniyle gayet kurak ve sıcak bir havaya
sahiptir. Kışların biraz daha yağışlı
ve ılık olduğu söylenmesine rağmen
biz gittiğimizde özellikle de ülkemize
göre hava daha sıcaktı. İnsanları da
havası gibiydi. Havaalanına vardığımız
andan itibaren bizimle ilgilenmeye
başladılar. Bildikleri birkaç Türkçe
kelimeyle bizi sanki yabancı bir ülkede
değilmiş gibi hissettirmeye çalıştılar.
Her sporcunun kendine örnek aldığı, ona
sürekli ilham veren, onun gibi olmayı
hayal ettiği bir sporcu vardır. Benim
de eskrime başladığım andan bu yana
en sevdiğim eskrimci Andrea Baldini
olmuştur. Daha önce de bahsettiğim
Ocak 2013
gibi bu forum spor dünyasından birçok
önemli insanı bir araya getiriyordu.
İşte Andrea Baldini de o kişilerden
biriydi. Doha GOALS Forum sayesinde
onunla tanışma ve ona soru sorma
fırsatını yakaladım. Bu da gerçekten bu
organizasyonun en büyük artılarından
biriydi. Dünyaca ünlü sporcularla
ya da işadamlarıyla rahatlıkla
konuşabildik. Onlara sorunlara karşı
düşündüğümüz çözüm önerilerimizi
listeledik ve onlarda düşüncelerimizi
büyük bir saygıyla dinlediler.
Forumda dört tane çalışma kolu
bulunuyordu. Bunlar sporu biraz daha
geliştirmek, iyileştirmek ve geliştirmek
için yardımcı alt başlıklar niteliğindeydi.
Zaten bunlar sayesinde öğrenci
temsilcileri olarak
da biraz sesimizi
ve
fikirlerimizi
duyurma fırsatı elde
ettik. Örneğin bu
gruplarda tartışılan
konulardan bir tanesi
kadınların ve kızların
spora biraz daha
kazandırılmasıydı.
Bu konu tartışılırken
olayın her katmanı
düşünülerek
ele
alındı ki bu da Doha
GOALS
Forum’un
diğerlerinden farkıydı.
Örneğin, bu oturumda Katar’daki ilk
kadın ralli sürücüsü olan Nada Zeidan
karşılaştığı problemleri ve sıkıntıları
bizlerle
paylaşırken;
Margaret
Talbot yöneticiliğini yaptığı grupta
kullandıkları yöntemlerini ve çözüm
önerilerini bizlerle paylaştı. Bu dört
çalışma grupları dışında da birçok
tartışma forum boyunca yürütüldü.
Spor her yönüyle ele alınarak nasıl bir
çözüm aracı olarak kullanılabileceği
sonucuna varılmaya çalışıldı. Forum
boyunca genel olarak bütün dünyada
sporla ilgili yapılan her şey tekrardan
bir sorgulanmış oldu. Nerelerde hata
yapıldığı, nelerin değişmesi gerektiği,
nasıl değişmesi gerektiği, bu değişimi
kimlerin sağlayacağı gözden geçirildi. Bu
sadece bir forum olarak değil dünyada
spora karşı atılan bir girişim olarak
görüldü. Çünkü konuşulanlar havada
asılı kalmayacak; gerçekleştirilecekti.
Açılış konuşmalarından yazımın
sonuna doğru bahsetmeyi tercih
Köprü
Burçe
Şahbendaroğlu
ettim. Çünkü en başta anlatıp son da
unutmanızı istemedim. Eski Fransa
cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy
konuşmasında sporla ilgili çok güzel
noktalara değindi. Konuşmasında
Katar’ın 2022’de yapılacak olan Dünya
Kupası’na ev sahipliği yapmasını
başından beri desteklediğini, futbolun
birçok kitle tarafından sevildiğini
sadece Fransa, İtalya ve İngiltere
tarafından paylaşılmaması gerektiğini
söyledi. Forumda değişimlerden
bahsedildiğini söylemiştim. Sarkozy’de
büyük bir değişim fikrini ortaya attı.
Olimpiyatların neden her zaman
ağustosta olduğunu, temmuzda olsa
yeterince ilgi görmeyecek mi sorularıyla
düşündürttü. Bir başka açılış konuşması
da Katar Emiri Hamed bin Halife El Sani
tarafından yapıldı. O da Sarkozy’nin
çizdiği çerçevenin dışına çıkmadı. Sporla
birlikte yeni bir gelecek kuracaklarını
Doha GOALS Forum’un da bunun için
güzel bir adım olacağının altını çizdi.
Konuşmasını sorunların neredeyse
tamamen bittiği tek anın spor olduğu
zaman olduğunu belirterek noktaladı.
Forum’un en heyecanlı ve ilgi çekici
dakikaları son gün gerçekleşen protez
bacakları yardımıyla koşan ve birçok
dünya rekorunun sahibi Oscar Pistorious
ve bir arap atı arasında olan yarıştı.
Bu yarış pek çok açıdan ilham verici
bir özellik taşıyordu. Karşısına çıkan
engelleri engel olarak görmeyen bir
adamın azmini bir kez daha gözler
önüne sererek hepimize örnek oldu.
Farkında olsak da olmasak da spor her
gün bütün dünyayı bir araya getiriyor.
Doha GOALS Forum iş dünyasının,
siyasetin, sporun eski ve yeni liderlerine
ev sahipliği yaptı; lakin asıl önemli olan
sporun dünyanın birçok bölgesinde
diplomatik, ekonomik ve sosyal
alanda çözüm aracı olmasına dönük
somut öneriler getirmekti. Sarkozy’nin
konuşmasında dediği gibi spor, siyaset
içinde boş bir sandalye gibi her zaman
doğru şey için barış için kullanılmaya
uygun bir şekilde bizi bekliyor.
HABERLER
SPOR
24
Mengel İkizleri
Türk Takımlarının Euroleague Mücadelesi
Türk takımlarının mücadelesini
anlatmadan önce bilmeyenler için
öncelikle Euroleague’in ne olduğunu
anlatmakta fayda var. Euroleague
(Turkish
Airlines
Euroleague)
Avrupa’daki takımlar için bir basketbol
turnuvası. Takımların turnuvaya
katılabilmesi için kendi ülkelerindeki
basketbol liglerinde dikkate değer
bir derecede başarılı olmaları
gerekiyor. Daha sonra Euroleague
komitesi toplanıyor ve başvuruları
değerlendiriyor. En sonunda 24 takım
turnuva için seçiliyor. Bu 24 takım 4
gruba ayrılıyor, her takım grubundaki
diğer 5 takımla deplasmanda ve kendi
evlerinde ikişer kez karşılaşıyor. Tüm
maçlar oynandıktan sonra her gruptan
en başarılı 4 takım seçiliyor ve bu
takımlar Top 16’ya kalmış oluyorlar.
İlerleyen zamanlarda bu takımlar
çeyrek finale(playoffs) ve Final Four(son
dörtlü)’a kalmak için mücadele
ediyorlar. Son olarak final maçı
oynanıyor ve şampiyon belli oluyor.
2012 yılı için normal sezon 11
Ekim ile 14 Aralık tarihleri arasındaydı.
Bu tarihler arasında yapılan maçlar
sonucu Türk takımlarının üçü de Top
16’ya yükselme başarısı gösterdi:
Anadolu Efes, Beşiktaş Milangaz
ve Fenerbahçe Ülker. Anadolu Efes
C grubunda; Beşiktaş Milangaz D
grubunda oynadıkları on maçın beşini
kazanıp beşini kaybederek grup
üçüncüleri oldu ve bir üst tura geçtiler.
Fenerbahçe Ülker ise A grubunda
oynadığı on maçın beşini kaybedip
beşini kazanarak grup dördüncüsü oldu.
Her takım için bu süreç biraz
zorlu geçti ama bazı büyük başarılara
da imza attık. Örneğin; Anadolu
Efes Olympiakos’u nerdeyse 30 sayı
farkla yendi. Basketbolla öyle ya da
böyle ilgili olanlar bilir, Olympiakos
Zeynep Şiir
Bilici
Anadolu Efes Kadrosu
Avrupa’daki en başarılı takımlardan
biri ve Yunanistan’daki basketbol
potansiyelini göz önüne alırsak onlara
30 sayı gibi bir fark atmış olmamız
bence Top 16’ya yükselmemizden
sonraki en büyük başarımız. Açıkçası
ben Anadolu Efes’in en azından çeyrek
finallere (playoffs) kadar yükseleceğini
düşünüyorum; çünkü kadroda çok
potansiyel var. Bu sene Oktay Mahmuti
önderliğinde kurulan kadroda Doğuş
Fenerbahçe Ülker Kadrosu
Balbay gibi genç sporculardan NBA
tecrübesi olan Semih Erden, Jordan
Farmar ve Sasha Vujacic’a kadar
olan kadroları aslında Final Four’a
yükselecek nitelikte. Ancak, maç içinde
karşılaştıkları bazı sorunlar yüzünden
bazı önemli maçlar kaybedildi. Beşiktaş
Milangaz da aynı şekilde çok tecrübeli
Savaş gibi oyunculara kadar olan kadro,
Simone Pianigiani’nin antrenörlüğüyle
harmanlandığında ortaya tam bir
basketbol şöleni çıkıyor. Avrupa
basketbolunun en güzel maçlarının
oynandığı bu turnuva benim gibi
oyunculara sahip. Barış Hersek, Serhat basketbol sevdalıları için adeta bir
cennet. Milos Teodosic, Nenad Krstic
Çetin, Cevher Özer gibi milli takımla
gibi başarılı sporcuları izlemek için de
beraber çok büyük başarılara imza
atmış birçok oyuncu var. Teknik direktör çok büyük bir fırsat.
Erman Kunter’in beraberinde getirdiği
tecrübeyle beraber geçtiğimiz sezon
üç kupa birden kazanan Beşiktaş,
Euroleague’de de aynı iddiayı
sürdürmeyi başarabilirse bence en
Euroleague Logosu
azından çeyrek finallere yükselecektir.
Fenerbahçe Ülker son zamanlarda
Top 16 mücadeleleri 27 Aralık
2012 tarihinde başlayıp 4 Nisan 2013
tarihinde bitecek.
Playoffs(Çeyrek Finaller) 9-25 Nisan
tarihleri arasında oynanacak.
Final Four 10-12 Mayıs tarihleri
arasında oynanacak.
Gelecek Maçlar*:
● 27 Aralık 2012 Beşiktaş-Khimki
● 28 Aralık 2012 CSKA MoscowAnadolu Efes
● 03 Ocak 2013 Anadolu EfesPanathinaikos
● 04 Ocak 2013 Fenerbahçe-Siena
● 04 Ocak 2013 Olympiakos-Beşiktaş
bazı skandallarla sarsılsa da(bknz:
● 10 Ocak 2013 Fenerbahçe-Maccabi
Emir Preldzic ve Bojan Bogdanovic’in
Electra
Esra&Ceyda kardeşlerle çekildikleri
● 10 Ocak 2013 Caja Laboral-Beşiktaş
fotoğraflar) genel olarak başarılı
● 11 Ocak 2013 Anadolu Efes-Alba
bir grafik çiziyorlar. Avrupa’daki en
Berlin
iyi guardlardan biri kabul edilen Bo
McCalebb’dan milli sporcularımız İlkan ● 17 Ocak 2013 Brose Baskets
Karaman, Ömer Onan, Barış Ermiş, Oğuz Bamberg-Anadolu Efes
● 24 Ocak 2013 Fenerbahçe-Khimki
● 25 Ocak 2013 Beşiktaş-Siena
● 25 Ocak 2013 Zalgris KaunasAnadoluEfes
● 31 Ocak 2013 Beşiktaş-Maccabi
Electra
● 31 Ocak 2013 OlympiakosFenerbahçe
● 14 Şubat 2013 Fenerbahçe-Beşiktaş
● 15 Şubat 2013 Anadolu Efes-Real
Madrid
Beşiktaş Milangaz Kadrosu
*İlgilenen arkadaşlar maçları
NTVSpor’dan izleyebilirler.
ocak 2013
Köprü
25
tabanlarını zorlayarak bir adım
atıyorsun, ve sonra bir adım daha...
Karanlık, zaman ve mekan kavramından
uzaklaşalı yıllar geçmiş karanlık...Sonra
teslim oluyorsun ve her adımla biraz
daha yaklaşıyorsun,şırıngaların,elektri
kli sandalyelerin ve ilaçların dünyasına.
İşte
1940’lı
yıllarda
yaşayan, ailesinden ve evinden
uzaklaştırılmış bir Yahudi veya
Çingene olsaydınız içinizden geçenler
muhtemelen bundan farklı olmazdı.
Belki birkaç kelime eklenir veya
çıkarılırdı fakat kelimelerin arkasındaki
mavi, iç donduran korku hep aynı...
Hitler
tarafından
görevlendirilen
ve
kendisine
hemen hemen “sınırsız” olarak
maddi yardım ve yetki verilen Joseph
Mengele’nin şırıngalarında da tam
olarak insanlara aşıladığı bu korku
vardı. O, sevecen tavırları ve yumuşak
hareketleriyle başta kurbanlarının
sevgisini kısa sürede kazanıyor ve
getirdikleri şekerlerle ikiz deneklerinin
“Mengele amcası” haline geliyordu.
Her biri binlerce Yahudi taşıyan trenler
Auschwitz’de durduğunda diğer askerler
onları kırbaçlarken, onları samimiyetle
karşılıyor fakat zamanı gelip de kırbacını
sola salladığında binleri gaz odasına,
sağa salladığında ise ölümcül ağır
işlerde çalışmaya yolluyordu. Bu nedenle
“Ölüm Meleği” yani Azrail adını almıştı.
Mengele kampta bulunduğu
Nazi Dünya’sında İkiz Olmak süre içerisinde 1500 farklı çift ikiz
Karanlık ve soğuk bir üzerinde deney yapma şansı buldu
binadasın, uzaktaki akıtan bir ve bu deneyler sonrasında sadece
su borusunun yankıları dışında 200 çift ikiz kurtulmayı başardı.
katliamın
kurtulanlarından
mutlak bir sessizlik. Sonra uzaklardan Bu
sakin ama tehditkar bir ses biri olan Eva Mozes’in ağzından
karanlığı yarıyor ve sana ulaşıyor: dökülen birkaç kelime bile yaşanan
anlatmaya
yetiyor:
“Zwillinge!” trajedileri
“Önceki gece bana şırınga
Sonra ki paniklemeye başlıyorsun; ama bu ellerini titreten, içinde bir kimyasal enjekte etmişlerdi ve
kalbini yerinden çıkarmışçasına ertesi gün aniden ateşlenince hastaneye
attıran o alışık olduğun paniğe hiç kaldırılmıştım. Mengele’in yatağımın
benzemiyor. İçinde derinden bir yerden başında duran ateş değerlerimin
yükselen ve adeta içten üşüyormuşsun yazılı olduğu çizelgeye baktıktan
hissini veren sinsi, olduğun yere sonra alaylı bir biçimde söylediklerini
mıhlanmana neden olan bir panik. hatırlıyorum: ‘Daha çok küçük olması
Kaçmaya çalışıyorsun ama her yer bu çok yazık, yaşamak için sadece iki
kadar karanlıkken nereye kaçabilirsin haftası var.’” İki hafta geçtikten sonra
ki? Sonra ki ses daha tiz bir hal alıyor: Eva Mozes için geldiklerinde, ona
“Zwillinge
heraustreten!” bakan hemşire onu eteğinin altına
İkizler! İkizler öne çıkın! saklamasaydı muhtemelen o da
Artık kafanda yankılanan her şey bu kalan 1300 çift ikizden biri olacaktı.
İkizlerin genetik açıdan
iki sözcükten ibaret hale geliyor. Artık hissedemediğin, soğuktan çatlamış benzerliğinden yola çıkan Mengele’in
en büyük hedefi Aryan kadınlarının
Tarihin belki de en
büyük
utançlarından
birinin,
Yahudi
soykırımının
üzerinden
yaklaşık yetmiş yıl geçti. Altı milyon
Yahudinin ölümüne yol açan bu
soykırım Hitler önderliğinde 1933’te
başladı. Kısa sürede, Dachau,
Bergen-Belsen,
Buchenwald,
Sachsenhausen, Auschwitz’de ve başka
yerlerde birçok toplama kampları
açıldı. Savaşın sonuna kadar yirmi
iki ana kamp ve binlerce de küçük
kamp kuruldu. Toplama kamplarının
ilk esirleri Nazi rejiminin ilk siyasi
düşmanlarıydı. Çingeneler, Yahudiler ve
suçlular yakalanıp, toplama kamplarına
yerleştirilmeye başlandılar. Onlar, Nazi
rejiminin ırkçı ideolojisine kurban giden
ilk insanlardı. Kamplar işlevlerine göre
ayrılıyorlardı. Angarya kampları, çalışma
ve ıslahevi kampları, savaş tutsaklarının
tutulduğu kamplar, geçiş kampları,
kadın kampları, yoksul kesimin
tutulduğu kamplar ve imha kampları.
Bir toplama ve imha kampı olan
Auschwitz-Birkenau, en büyük imha
kampı haline geldi. Sonradan yapılmış
araştırmalarla, yaklaşık 1-2 milyon
Yahudi’nin burada katledildiği öğrenildi.
Ama Auschwitz-Birkenau’ya gönderilen
Yahudiler, sadece angaryaya zorlanıp
acımasızca katledilmiyorlardı aynı
zamanda deneylerde de kullanılıyordu.
Ocak 2013
doğurganlığını
arttırarak
kısa
sürede bu ırktan oluşan bir millet
kurmaktı. O, ikizler üzerinde sayısız
ve çoğunlukla acılı birçok deney
yapıyordu. Bu deneyler arasında
mavi göz elde etmek için göze oldukça
zehirli metalin mavisi sıvısı enjekte
etmek, omurgaya çeşitli kimyasal
karışımların enjeksiyonlar uygulamak
ve siyam ikizi elde etmek için ikizleri
birbirine dikme gösterilebilirdi. Siyam
haline getirmeye çalıştığı ikizler
enfeksiyon kaparak can veriyor ve
birbirinin kanını enjekte ettiği ikizlerse
ateşlenerek hastalanıyordu. Tüm bu
yaptığı çalışmaların tutarsızlığı ve
mantıksızlığı ele alındığında aklımıza
ilk gelen soru Mengele’nin gerçekten
bir bilim adamı olup olmadığı
oluyor. Peki Mengele, Auschwitz’de
çalışmadan önce ne yapıyordu?
1934’te koyu bir nazi
olan Joseph Mengele, “Institut fur
Erbbiologie und Rassenhygiene” yani
Kalıtsal Biyoloji ve Irk Araştırmaları
Kurumu’nda araştırmacı ve kurumun
bir elemanı oldu. Burada ikiz ve ırk
çalışmalarıyla uzmanlaştı. 1943’te
ise Auschwitz-Birkenau’ya gelen
Mengele, toplama kampına getirilen
esirlerden
kurbanlarını
seçerek
üzerlerinde araştırmalar yapmaya
başladı. Genellikle araştırmalarında
anormallikler(Cücelik, devlik gibi) ve
ırksal farklılıklara yer veriyordu. Biçim
bozukluğu yada sakatlığı olan bütün
insanlar toplama kampına geldikleri
anda onun araştırmalarında kullanılmak
üzere imha edilirdi. Ancak zaafının
olduğu bir konu vardı ki; işte bizi en çok
şaşırtan da bu oldu: İkizler! Evet, Joseph
Mengele ikizlerle yakından ilgileniyordu.
Hatta, belki de rahatsız edici bir
boyuttaydı bu zaafı. Peki ikizler üzerinde
yaptığı binlerce çalışmanın amacı neydi?
Neden onun çalışmaları uğruna 1500
ikiz kurban edilmişti? Mengele’in tek
bir umudu vardı, o da Nazi ırk bilimine
hizmet
ederek,
sarışın
ve
mavi gözlü bir Aryan ırkı
yaratmanın bir yolunu bulmaktı.
Kurbanlarından
biri
olan Alex Dekel’in de belirttiği
gibi Mengele gerçek bir bilim
adamı olmaktan çok uzak, kendine
verilen güçten delirmiş bir doktordu, işini
ciddiye almıyor ve sürekli gövde gösterisi
yapıyordu. Mengele gerçekleştirdiği
cerrahi
operasyonlarda
hiç
anestezi
kullanmamasıyla
Köprü
Gözde &
Beste
Şentürk
da
tanınıyordu.
Belki
de
Joseph
Mengele’i “ölüm meleği” yapan
sadece ona verilen yetkiler değil,
onun yaptıklarını ve emrettiklerini
sorgulama gereği bile duymaksızın
uygulayan askerler, ya da hiç
tanımadıkları insanlardan nefret etmeye
sürüklenmiş Alman halkıydı; değişmeyen
tek bir şey varsa, o da ister Yahudi ister
alman ister de çingene olsun, o dönemde
insanların kalbinde yatan korkuydu;
maviydi korku... donuktu korku...
Rastlantı ya da Gerçek
Masada karşımda oturan annemin
ifadesizyüzühepbenirahatsızetmiştir.Ne
zaman ‘Ölüm Meleği’nden bahsetsem
böyle oluyor. O kadar merak ediyorum
ki… Sadece bir kez anlat anne… Ne
olduğunu bilmek istiyorum. Seneler
önce Almanya’dan Brazilya’ya göç
eden ailem ve yakınlarımız buraya,
tanrının unuttuğu bu köye gelmiş.
Köyde biz ve birkaç aile dışında
herkes yerli. Düşüncelere dalmışken,
Erica ayağıma basıyor. Ah! İkiz
olmasaydık keşke! Ben sana yapacağımı
bilirdim de… Annemin ifadesizliğinin
yerin birden karşıkonulamaz bir
öfke alıyor. “Helga! Erica! Siz neden
böylesiniz! Ne Frank ve Paul, ne de
Sophie ve Felix böyle yapıyorlar!
Lukas ve Hannah beraber annelerine
bile yardım ediyorlarmış! Siz anca
didişin böyle!” Onlar kim mi?
Köyümüzdeki diğer ikizler, aynen ben
ve Erica gibi. İşte ben de tam bu
noktada şüphelenmeye başlamıştım.
Neden bizden bu kadar çok vardı?
Ortaokula
geldiğimde
tarih görmeye başladık. İkinci
Dünya Savaşı’ndan bahsetmeye
başladığımızda Nazizm ve Adolf Hitler
çok ilgimi çekmişti. Böylesine acılı ve
büyük bir katliamdan belki de tarih dersi
olmasaydı haberim bile olmazdı. Ne
acı… Bu konuya ilgim arttıkça daha çok
okudum, köydeki insanlarla konuştum.
Onlar benle konuşmak istemiyorlardı
sanki. Ne zaman bir soru sorsam yüzlerini
aynı şekilde ekşitiyorlardı. Birgün
okuldan
yerel
arkadaşlarımdan
birinin dedesiyle konuşuyordum.
Hayatı bu köyde geçmiş.
İşte bu Ölüm Meleği’nin ismini ilk
duyuşumdu: Joseph Mengele. İlk ve son
oldu. Sonraları biraz daha araştırdım.
Joseph Mengele toplama kamplarına
getirilen ikizler üzerinde acımasız
testler yapıyormuş. Amacıysa ikizler
arkasındaki gizemi çözüp bunu mavi
gözlü ve diğerlerinden üstün bir ırk
yaratmakmış.Sonradan fark ettim ki
Joseph Mengele, İkinci Dünya Savaşı
bitiminde Güney Amerika’ya kaçmış. Ve
ikizler üzerindeki çalışmalarını burada
devam ettirdiğine dair söylentiler var.
En azından başta söylenti olduğuna
inanmıştım.
Arkadaşımın dedesinden öğrendiğime
SANAT
HABERLER
26
göre, 1940’larda bir doktor buraya yakın
bir köye yerleşmiş ve ara sıra değişik
ilaçlar getiriyormuş. Hala söylenti
olduğunu düşünmek biraz zor olsa da;
insanlar yaşlanır, hatta tarih bile…
Kaynaklar
Gülbay, Mert. “Joseph Mengele: Yahudi
Çocuklar?n “Mengele
Amca”s?.” Tarihebirdeburadanbak.
blogspot. N.p., 21 Feb. 2012. Web. 23
Dec. 2012.
<http://tariheburadanbak.blogspot.
com/2012/02/joseph-mengele-yahudicocuklarnmengele.html>.
“Josef Mengele.” - Wikiquote. N.p., n.d.
Web. 23 Dec. 2012.
“Josef Mengele.” Wikipedia. Wikimedia
Foundation, 19 Dec. 2012. Web. 23 Dec.
2012.
“The Twins Eva and Miriam Mozes
Survived Auschwitz.” The Twins Eva and
Miriam
Mozes Survived Auschwitz. Louis
Bülow, 2009-2011. Web. 23 Dec. 2012.
Handwerk, Brian. “”Nazi Twins” a Myth:
Mengele Not Behind Brazil Boom?”
National Geographic. National
Geographic Society, 25 Nov. 2009. Web.
20 Dec.
2012.<http://news.
nationalgeographic.com/
news/2009/11/091125-nazi-twinsbrazilmengele.html>.
“Holocaust | Concentration Camps.”
Holocaust | Concentration Camps. N.p.,
n.d.
Web. 19 Dec. 2012. <http://www.
projetaladin.org/holocaust/en/historyof-the-holocaustshoah/the-killing-machine/
concentration-camps.html>.
Robert’te Kış
Pınarnaz
Eren
27
Sanat Film Eleştirisi: Sinemada Bugün ve Yarın
AYIN FİLMİ: HOBBİT: BEKLENMEDİK
YOLCULUK
8.5/10
Söylenecek pek bir şey
yok. Yönetmeni belli, kadrosu
belli, görüntüsü belli. Kötü bir film
bekliyorsanız zaten hüsrana uğrarsınız,
ama eğer Yüzüklerin Efendisi düzeyinde
bir film beklerseniz yine pişman
olursunuz. Bu filmin aslı olan kitap
380 sayfa ve 3 filme ayrılmış. Yani
senaristler ne kadar çabalasa da
heyecanın, maceranın bir sınırı var.
Yüzüklerin Efendisi ise 500 sayfalık
üç kitaptan oluşuyor. Yani konusu
ve heyecanı bol üç film. O yüzden
Hobbit ve Yüzüklerin Efendisi gibi bir
karşılaştırma yapmak doğru değil.
Film Yüzüklerin Efendisi’nden öncesiyle
ilgili. Üçlemede gördüğümüz Bilbo
Baggins’in (yani Frodo’nun amcasının)
hikayesini
anlatıyor.
Cücelerle,
büyücülerle, trollerle ve ejderhalarla
dolu bir film. Ana teması dostluk,
ve dostluğun her işi başarabileceği,
Yüzüklerin Efendisi üçlemesinde de
olduğu gibi. Peki diğer filmlerden ne
farkı var diyecek olursanız, size tek
cevabım “Görüntü kalitesi.” olacaktır.
Tamamen farklı kameralarla çekilmiş,
inanılmaz etkileyici bir film. Hatta
IMAX olarak izlemek o kadar detaylı
ki, yüksek ihtimalle filmden çıkınca bir
iki saatliğine başınız ağrıyacak. Filmin
bu özel tekniklerle çekilmiş olması
aynı zamanda da bir sorun. DVD’si
özel versiyon olacak ve yaklaşık 40-70
TL arası olacak. Yok ben televizyonda
seyrederim diyorsanız gerçekten çok
iyi bir televizyona sahip olmalısınız.
Ama Türkiye’ye gelmeyebilir, bir garanti
yok, bu televizyon için en iyi ihtimalle
2-3 yıl beklemememiz gerekecek. Siz
en iyisi vizyondayken gidin. Önerim
IMAX izlemek ama Türkiye’de sadece iki
salon IMAX. Bunlardan biri Ankara’da
biri de İstanbul İstinye Park’ta. Tabii ki
onlar için 2 hafta önceden rezervasyon
gerekiyor. Ayrıca IMAX bütçenizini de
zorlayabilir. Bence 3D seyredin, ve yer
bulabildiğiniz için şükredin.
küçük sevimli tahta evleri, fıkra
kültürleri kısacası her şeyi güzeldir
Trabzon’un. Tek kötü yanı filmleri
herhalde. Sümela’nın Şifresi fiminden
sonra bir ikincisinin çekileceği aklımın
ucundan bile geçmemişti çünkü
filmi izleyenlerin neredeyse hiçbiri
beğenmemişti. Anlaması güç, anlayınca
da yine komik olmayan espriler,
inanılmaz saçma Hollywood’dan
çalıntı bir senaryo, tecrübeli oyuncu
eksikliği, kötü oyunculuklar... Filmi
beğenenler ise genelde Karadenizliydi.
Bizim göremediğimiz bir şey mi
gördüler? Bence hayır,asıl sebep iyi
kötü kendilerinden bir şeyi sinemada
bulabilmekti. Nasıl biz James Bond’un
filminde İstanbul kötü bir yermiş gibi
gösterilse bile heyecanlanıyorsak onlar
da aynı şekilde heyecanlanıyorlar.
İşte sinemanın büyüsü bu. Bir şeyi
olduğundan daha büyük, küçük, iyi
ya da kötü gösterebiliyor. Ama her
şekilde izlenirken beğeniliyor, sonra
EN KÖTÜ FİLMLER: LAZ
film bitince ise “Bizi filmde bayağı
VAMPİR:TİRAKULA ve
küçük düşürüyorlar. Biz böyle değiliz
MOSKOVA’NIN ŞİFRESİ: TEMEL
ki aslında. Kötü film bu, çok kötü.” gibi
4/10.... 3/10
Trabzon
en
güzel düşündürebiliyor.
şehirlerimizden birisidir. Yeşillikleri, NOT: İki film hakkında da düzgün bir
Kaan Cemil
Doğusoy
eleştiri yapmadım biliyorum. Sebebi
ikisinde de filmin yarısında çıkmamdır.
Kısacası Trabzon’a veya Karadeniz’e
bir sevdanız varsa seyredin. Yoksa o
iki saate değmez. Ders çalışın daha
zevklidir.
GELECEK POSTASI
Çıkış Tarihi: 1 Şubat 2013
Yönetmen
Alfred
Hitchcock’un hayatını anlatan filmin,
Hitchcock’un kendi filmleri adar
etkileyici olması bekleniyor. Oyuncu
kadrosunda Scarlet Johansson, Anthony
Hopkins gibi yıldızları barındıran filmin
yönetmeni ise Hitchcock’un çok yakın
arkadaşlarından biri olan Stephen
Rebello. Dram seviyesi yüksek olan bu
film, kimi zaman ağlatacak kimi zaman
güldürecek. Biyografi tarzında filmlerde
çağ atlatabilecek Hitchcock’a dikkat,
filmin etkisi altında kalabilirsiniz!
Müziğin Camgöbeğinden
Sıradanlıktan çok uzak olan
hayatlar için sıradan bir gün. Maviş
Oğlan, frambuazlı cheesecake’ini
yudumlarken, Bay Pempe, elinde
Migren-Tomasyan tarlası tapusuyla
içeri girer. Bu noktada, Maviş Oğlan,
kendi iç sesine sanatçı kişiliğinin
anlaşılmadığı derdini yakarır. Bu sırada
kapı, pencere, çanak-çömlek, allah
diyen tirbuşonlar ve hulahoplar etrafa
saçılıp kaçılır. Yahut, Bay Pempe’nin içini
yiyen karmakarışık bir yakarış vardır:
Bay Pempe: Maviş Oğlan,
“Neveroddoreven” diye bir albüm var.
Seni de beğenmiş istemeye karar vermiş.
Maviş
Oğlan:
Hani
neredeymiş?
Nasılmış?
Bay Pempe: Yahu bu albüm insanlık
tarihinin başlarından beri beklenen bir
cevherdir. Milattan önce 1641 yılında
antik tabletlerde bu albümün geleceği
yazılmıştır. Bu albüm “alternative”
denilmemesi gereken kadar sağlam
bir albümdür. Yarattığı atmosferle
bizi patlıcan tarlasına konulmuş
Ocak 2013
Köprü
bir kunduz kadar şaşırtmaktadır.
Özellikle “A Scarecrow’s Tale” şarkısı
neredeyse bizim kadar derin
adamlar olduklarını belirtmektedir.
Maviş
Oğlan:
Peki
bu
adamları
kim
dinler?
Bay Pempe: Beyninde sağ ve sol lop
bulunan, düşünebilen ve canlı olarak
nitelendireceğimiz herkes dinlemelidir.
Ayrıca “Daydream In Blue” şarkısını
duymamış olmanız da mümkün
değildir. Eğer duymamışsanız bakkala
çiklet almaya bile gitmeyen biri
olmanız gerekir. Hatta bu şarkıda
dubstep tohumları da vardır ve benim
gibi dubsteple pek sevişmiyor olsanız
bile bu şarkıya karşı bir sempati
şelalesiyle bakacağınıza eminim.
Maviş
Oğlan:
Şelalelerden
bahsetmişken, geçenlerde bana mutfak
balkonunda kilitli kalmış güvercin
gibi hissettiren bir albüme rastladım.
Bay
Pempe:
İçindeki
medeniyet hasreti olmasın o?
Maviş Oğlan: Bilemedim, sanki
gökdelenlerin tepesindeki camlarda
Ocak 2013
yansıyan ışınların sessizliğiyle titredim
içimde. Bu albüm, içinde Benjamin
Gibbard’ın, Bon Iver’ın, Grizzly Bear’in,
Feist’ın, The Decemberists’in, Arcade
Fire’ın, Sufjan Stevens’ın ve daha bir
çoğunun el ele verip yaptığı Dark
Was The Night’tan başkası değildi.
Şöyle ki bu adamlar benim müzik
uğruna 21. yüzyılda en çok çaba sarf
ettiklerine inandığım, alternatif/
progresif sesin elektronik unsurlarla
füzyonuna araç olmuş adamlardır.
2009 çıkışlı bu albüm, birçok farklı
ses ve temaya sahip, ancak çok da
güzel bir bütün oluşturuyor. Red Hot
Organization’ın AIDS hakkında bilinç
ve farkındalık oluşturma amacıyla
kaydedilmesine araç olduğu bu güzide
albümden herkes kendine dair bir
şeyler bulabilir. Ben mesela, kendimi
Sufjan Stevens’ın karanlık “You Are The
Blood”ında
buldum,
başkası
Arcade Fire’ın “Lenin”inde bulabilir.
Bay
Pempe:
Hatta
yeteri
kadar ararsanız, siz de bir
gün
Şirinler’i
bulabilirsiniz.
Köprü
Meriç
Demirbaş
&
Umutcan
Gölbaşı
Maviş Oğlan: Öyle ya da böyle,
Dark Was The Night gerçekten
dinlenmesi
gerekilen
bir
albümmüş de haberimiz yokmuş.
Bay Pempe: Her ünlü doktorun bir
ritüeli olduğu gibi bizler de sizin müzik
doktorlarınız olarak yazımızı bitirmeden
önce sol tarafımızda üç sağ tarafımızda
iki kere tuzluğumu sallıyoruz.
Ve böylelikle, müzik kardeşleri
de müziğin derinliklerinden yükselip
camgöbeğinden seslendiler size.
Sonra Bay Pempe, aklında dünyayı
ele geçirmekle ilgili karanlık
planlar yapıp pis pis sırıtırken
Maviş Oğlan’ın aklındaki tek şey en
yakındaki dürümcünün adresiydi.
HABERLER
HABERLER
28
TEMA
Coğrafya
öğretmenimiz
Ferdağ Sezer’in liderliğinde TEMA
THP günden güne büyümeye
bu sene de devam ediyor.
Bu yıl projemize TEMA temsilcilerinden
biriyle
yaptığımız
toplantıyla
başladık. Bize çocuklarla iletişim
hakkında
deneyimlerinden,
gelecekteki projelerimizi nasıl daha
iyi bir hale getirebileceğimizden ve
okulumuzun imkanlarından nasıl
yararlanabileceğimizden
bahsetti.
Bizler de okulumuzdaki olanaklardan
yararlanmak istiyorduk. Buna da meşe
palamudu toplayarak başlamıştık.
Toplantıda da bu palamutlarımızı
ektik. Büyüdüklerinde de okulumuza
dikmeyi planlamıştık. İki aydır hiç
bir şey olmuyordu, fakat neredeyse
sözleşmiş gibi hepimizin meşeleri
aynı hafta içerisinde filizlenmeye
başladılar ve çıktıkları günden itibaren
günde 2 cm uzamaya devam ettiler. Şu
Adolesan Nostaljisi
anda 25 cm boyunda genç bir meşe
fidanım var. Bizim şimdiki planımız
ise bunu okul çapında bir kampanyaya
dönüştürebilmek. Neden hepimizin
kendimize ait bir meşesi olmasın ki?
Okulumuz geçen sene de olduğu
gibi Genç TEMA’nın 8 Aralık
Cumartesi günü düzenlenen eğitim
seminerine ev sahipliği yaptı.
Bizlerde farklı okullardan gelen
Genç Temacılarla ve TEMA’dan gelen
eğitimcilerle buluştuk ve okulumuzun
ormanında
gezintiye
çıktık.
Belki de hepimizin yanında defalarca
yürüyüp de dikkat etmediği onlarca
ağaç türü hakkında bilgilendirildik.
Farkına varmadan ezdiğimiz çok değerli
fıstık kozalaklarını gördük. Okulumuz
hakkında daha önce bilmediğimiz bir
sürü şeyi bir misafirden öğrenmek
oldukça
etkileyiciydi
doğrusu.
Örneğin okulumuzdaki bitkilerin
bir kısmı normalde İstanbul’da
görülmeyen bitkiler ama okulumuzun
özel ortamı sayesinde yetişiyorlar.
Turumuza
platonun
sağından
aşağılara inerek devam ettik. Sıradan
okul
günlerinde
gitmediğimiz
bölgeleri ziyaret etmek heyecan
vericiydi. Her birimiz farklı gözlerle
bakıyorduk
etrafımıza.
Daha
önce hiç dikkat etmemiştik sanki
çevremize. Ağaçların altında yetişen
bitkileri inceledik. Öğrendik ki gölge
seven bitkiler, güneşten hoşlanan
akrabalarının altında yer buluyorlar
kendilerine. Fakat bu toplantıdan
edindiğimiz en büyük kazanımsa
THP’mizi nasıl geliştirebileceğimiz
hakkında
fikirler
edinmemizdi.
İlerleyen haftalarda çevre ilköğretim
okullarını ziyaret edip küçük sınıflara
TEMA Vakfı’nı, toprak erozyonunun
risklerini
ve
ağaçlandırmanın
önemlerini anlatacağız. Okulumuzda
da bu bilinci yaymak adına projelerimizi
Deniz Saip
&
Ayça Ersoy
geliştiriyoruz. Fakat her şeyden önce
sizin deseğinize ihtiyacımız var.
TEMA’ya üye olup katkıda bulunmak
istiyorsanız tek yapmanız gereken
TEMA THP üyelerinden birinden
üyelik formunu doldurmak ve 5 TL
vermek. Her an ormanlarımızın yok
olduğu ve topraklarımızın kaybolduğu
dünyamızda erozyona ve ağaç
katliamlarına savaş açan TEMA Vakfı’na
destek vermek için hepinizi bekliyoruz.
Robert’e Kış Geldi
20 Aralık Perşembe günü
İstanbul incecik yağan karla gözlerini
açtı. Robert Kolej kampüsü de bu kışın
ilk karından nasibini bir hayli aldı.
Sabah ince ince başlayan kar
20 dakikalık teneffüse kadar
kampüsü beyaz bir çarşafla
kapladı. Kar taneleri zaman geçtikçe
büyüdü, sıklaştı ve hızlandı. Gould
Hall dördüncü kat bu müthiş gösteriyi
seyretmek için şüphesiz en büyüleyici
yerdi. Yaklaşık bir saat sonra, bütün
kampüs kar altındaydı. Ben Mersin’de
doğup büyüdüğüm için kar benim için
şaşırtıcı ve biraz da ürkütücüdür, ama
çoğu kişi için büyük bir heyecan. İlk kar
heyecanı da bir başka tabii. Boş dersi,
29
tenefüsü, yemek arası olan herkes
dondurucu soğuğa rağmen kendini
dışarı attı. Kar çok hızlanmıştı ve
son ders saatinde herkes eve nasıl
döneceğini düşünmeye başlamıştı. Kar
nedeniyle kulüpler ve bütün okul
sonrası etkinlikler iptal edildi. Zil
çaldı, herkes doğrudan evine ya da
gideceği yere doğru yola koyuldu.
Kimisinin Ulus’a ulaşması saatlerini
aldı, kimisi ancak akşam 9’da evine
ulaşabildi. Kar İstanbul’u hazırlıksız
yakaladı. İşte burada da valilikten
gelen güzel haber öğrencilerin de
öğretmenlerin de yüzlerini güldürdü,
herkesin olmasa da bir çoğunun
güldürdü. Kampüs, okul bittikten sonra
da hareketsiz kalmadı. Akşam Noel
nedeniyle Maze’de
kutlamalar
vardı.
Yatılı öğrenciler ve
görevliler ellerinde
salepleri,
Maze’in
ortasında
yakılan
ateşin
etrafında
ısınırken birlikte güzel
vakit geçirip, Noel’in
gelişini
kutladılar.
Robert karlı bir iki günde tatilin
ve
Noel’in
tadını
doyasıya
çıkardı. Robert Kolej kampüsü
karla kaplıyken bir başka güzel.
Robert’te Kış
Robert’te Kış
Noel kutlaması
Ocak 2013
Köprü
Şule
Kahraman
Merhaba sevgili Köprü
okurları! ‘90’lı yıllardan bir adım
daha uzaklaştığımız şu yeni yılın
ilk günlerinde, o yılların popüler
kültür ögelerini mezarından kaldırıp
bir canavar yaratmaya ne dersiniz?
Hatırlarsanız geçen sayıda doksanlardan
kalma iki anıyı canlandırmıştık. Bu kez
güzel anıları tazelemek yerine biraz
yaraları deşeyim dedim. Fantastik kurgu
türündeki ilk klibimiz olan Karabiberim’i
inceleyeceğim. “Meze yapıp harca
beni” ve benzeri ifadelere sahip şarkı
sözlerini veya besteyi incelemeyi
düşünmüyorum. “Neden bütün
şarkılarınız birbirinin kopyası?” sorusuna
“7 tane nota var, kaç farklı beste
yapabilirim ki?” diye cevap bir insandan
bahsediyoruz nihayetinde, çok üzerine
gitmemek lazım. Ama o klip var ya o
klip…(Bu arada her “klip” yazışımda
Word beni “klip deme, görümsetme
de” diye uyarıyor ama yapacak bir
şey yok.) Evet efendim, başlayalım:
1. Üzerinde darbuka çalınan köpek: Daha
klibin üçüncü saniyesinde içimde bir
feryat kopuyor. Köpekten ne istediniz?
Şarkının veya klibin genel temasına,
(varsa) vermek istediği mesaja, hiç
olmadı görsel zevke hiçbir katkısı
olmayan bu hareket, klibin ilk anlamsız
görüntüsü. Şirinlik olsun diye hayvan
kullanacaksanız, sahilde koşarken filan
çekseydiniz. Bakınız: Sertab ErenerZor Kadın. Köpek koşuyor, eğleniyor,
çiftimizin arasının bozulmasına
üzülürcesine boynunu büküyor, “Aman
ne sevimli” diye düşünen bir hayran
kitlesi oluşturuyor, amaca hizmet
ediyor. Darbuka olayı yanlış, çok yanlış...
2. Serdar Ortaç’ın küt saçı: Akıllara
zarar… Arkaya taranmış, ensede
biten, yana doğru hafifçe kıvrılmış küt
saçlar… Trinity’den özendi diyeceğim,
ama 1993 yılında Matrix bile yoktu.
Ama neyse ki 2000’lerin başındaki
tümünü kazıtıp ortadan kalınca bir
şerit uzatmalı Davala modeli gibi
moda olup ortalığı kasıp kavurmadı.
Ya bayramdan bayrama gördüğünüz
o kuzeniniz, ortaokul bıyıklarını
bile göz ardında bırakırcasına saçını
“Ortaç” modeli kestirseydi? Neyse,
bu noktada özgünlüğünü takdir
ediyoruz, kişisel zevktir deyip
bir sonraki maddeye geçiyoruz.
3. Göbekten zeytin yeme: Bunu nasıl
açıklarım bilemiyorum. Bu da kişisel
zevktir tabii, ama “Neden?” diye
sormadan edemiyor insan. Hınzırca
gülümseyip “Meze yapıp harca beni”
diyerek esmer kızcağızımızın (kod adı
Karabiber) göbeğinden zeytin yiyen,
arada Karabiber’e de bir lokma veren
tezcanlı bir Serdar Ortaç görüntüsü…
Salkımdan üzüm yedirmeyi fazla klişe
bulup yeni bir şey üretmek istemiş
olması aklıma gelen tek ihtimal.
4. Serdar Ortaç’ın Mickey Mouse’lu
pantolonu: Klibe özel bir kostüm
tasarımcısı olmasını beklemiyorum
elbette. Fakat aynı dönemde çekilmiş
kurgu harikası Demet SağıroğluArnavut Kaldırımı, Sibel Alaş-Adam,
Emel Müftüoğlu-Hovarda kliplerini
izleyince insan biraz özen arıyor. O
kadar kameraman var, yönetmen
var, montajcı, ışıkçı, çaycı var, hiçbiri
dememiş mi “Abi o pantolon sana
pek gitmemiş.” diye? Walt Disney’in
kemikleri sızlamadı mı? Alp Er
Tunga öldi mü? Issız ajun kaldı mu?
5 Serdar Ortaç’ın giydiği
“şey”: Beyaz bir kep, işlemeli beyaz
Sıla
Küçükosmanoğlu
bir cüppe, içinde beyaz gömlek ve
içinde küt saçlı Serdar, Serdar’ımız…
Belki bir sünnet, belki bir umre
kıyafeti; kim bilir belki Orta Asya’da
bir ülkenin geleneksel giysisi.
Birileri intikam almak için punduna
getirmiş olmalı, bu kıyafeti giymek
onun tercihi olmamalı, olmamalı…
Sevgili okurlar, bir yazımızın
daha sonuna geldik. Aslında klibin
incelenecek daha çok yönü var;
ama görsel efektlerin tuhaflığını
teknolojik yetersizliğe; iskambil
oynarken “Karabiber” kartı çeken
esmer kızcağızın dramını, klibi şarkı
sözlerine uyarlama çabasına; Serdar
Ortaç’ın yaramaz çocuk edasıyla gerdan
kırmalarını ise toyluğuna veriyor ve
“Yine de ‘90’lar iyiydi!” diyerek yazımı
noktalıyorum. Eğer bir sonraki sayıya
bahsinin geçmesini istediğiniz ‘90’lar
anıları varsa, [email protected]
adresine mail atabilirsiniz. Esen kalın.
Dokuzların Finalleri
Finaller nedir? Verilen iki saat
yeterli midir? Gerçekten de sınavlarla
aynı zorlukta mı oluyor? Ortalamayı
düşürür mü yükseltir mi? Özellikle
notları öğrenme günü geldiğinde
kalbimiz bu kadar heyecana dayanır
mı? Finallerden korkmalı mıyız?
Kafamızda deli sorular...
Her dönem, alt dönemine
okulun efsanelerini aktarmakla
yükümlüdür. Biz az mı duyduk okuldaki
gizli koridorları, öğle yemeğinde
öğrencilerinin göz yaşlarını içen
öğretmenleri, yaparken yemek yemeyi
unutup tehlike dolu anlar geçireceğiniz
ödevleri, onar kiloluk kitaplarını
taşırken fıtık olan zavallı öğrencilerin
hikayelerini... Dolayısıyla 9. sınıf, bizim
için bir bilinmezlikti. Ödevleri, sınıftan
sınıfa koşturması, üst üste gelen sınav
haftaları, ve de en önemlisi finalleriyle
aramızdan kaç kişi canlı çıkacaktı?
Biz daha bu heyecanları yaşadığımız
günleri dün gibi hatırlarken, final
sezonu geldi bile. Finallere birkaç
hafta kaldı, dokuzlar olarak ilk
finallerimiz çok yakın. Bir nevi aileye
giriş sınavımıza sevinsek mi üzülsek mi
bilemedik. Bütün dokuzlar arasındaki
gerilim artmış durumda. Finallerle ilgili
hislerini birkaç 9. sınıftan daha iyi kim
açıklayabilir diye düşündük ve çeşitli
arkadaşlarımıza gecenin bir saatinde
finallerle ilgili sorular sorarak onları
gafil avladık.
Finaller diyince akla
gelen ilk kelimeler:
● Stres
● Korku
● Kalp Sıkışması
● Kader
● Mide Guruldaması
● Kimya
● Cebir
● Not Ortalaması
● Kıyamet
● Sessizlik
● Pişmanlık
● Kahve
● Ağlayanlar
● İzzet Abi
● Şükran Abla
● Gym
● Acı Biber
● Yemek
ocak 2013
● Notlar
● Üşümek
● Fizik
● %30
● Geç Uyumak
● Biyoloji Çalışmak
● Tatil
Sizin de anlayacağınız
üzere, finaller kafamızda dev bir soru
işareti. Spor salonunda olduğumuz
tek sınav hazırlık yılının başında ve
sonunda olduklarımızdı. Onlar için
bile az biraz stres yapmıştık. Şimdiki
stres seviyesi herhangi bir ölçüm
aletinin kapasitesine sığamaz. Kimse
finalleri takip eden yarıyıl tatilinden
bahsetmiyor bile! Oysa geçen sene
öyle miydi, tatilden 2 hafta önce
dönem olarak tatil havasına girerdik,
bir zamanlar sahip olduğumuz boş
zamanlarımızı finallerine hazırlanan
üst sınıfları izleyip içten içe mutlu
olarak geçirirdik. Bu senenin başında
da finaller bir hayal gibi geliyordu.
Davulun sesi uzaktan hoş gelir hesabı,
finaller henüz aylarca ilerideyken bu
fikir bizi pek de rahatsız etmiyordu.
Ancak şimdi çoğumuzu çok da tatlı
Köprü
Alara
Gebeş
&
Ayşenaz
Toptaş
olmayan bir panik sarmış durumda.
Bazıları finallere savaşa gidermiş gibi
girecek, bazıları doğduğu günden
beri finalleri bekliyormuş gibi... Bir de
ne yapsam, ne etsem diye kara kara
düşünenler var tabii.
Konu finaller olunca herkesin
yorumu farklı oluyor. Kimilerine göre
finallerin herhangi bir sınavdan farkı
yok, oysa diğerlerine göre her final
çok zor ve çıkışta mutlaka bir kriz
yaşanıyor. Bu tabii ki kişiden kişiye
değişen bir yargı, herkesin sınavlara
tepkisi farklı oluyor. Kim istemez
finaller çok kolay olsun, herkes güle
oynaya çıksın, çıkışta herkese pamuk
şeker dağıtılsın...
ÜNİVERSİTE
DOSYASI
HABERLER
30
Anne Kozlu ile A’dan Z’ye Yurtdışı Eğitimi
Uyuma Zamanı
Hayattaki en zor şeylerden
biridir, sabahın köründe daha güneş bile
doğmadan hiç ayrılmak istemediğin
sıcacık yorganının altından çıkmak.
Sonra da buz gibi sokakta “Servis
bekletilmez, beklenir.”
inanışına
boyun eğerek servis beklemek. Ve
İstanbul trafiğinden bir kesit...
eğer Robertliyseniz sonunda da okula
derslerin başlamasına kırk beş dakika
kala gelmektir. Daha fazla uyuyabilmek
yerine erken gelirsin okula, sırf servis
köprü trafiğine takılmasın diye feragat
edersin uykundan. Dönüşte de aynı
tas aynı hamam. Ama eğer okulda
kulübe kalırsan yandın
demektir. En erken 7’de
evde olursun artık. İşte
bu Perşembe günü de
pek çok gündüzlünün
başına bu geldi.
20 Aralık 2012.
Sabah uyandık hava
karlıydı. Her zamanki
isteksizlik ile okula
gittik erkenden. Dersler,
sınavlar, teneffüste koşuşturmalar
derken okul bitti ve servislere bindik.
Ama eve gidemedik. Bazılarımız 5
saat, bazılarımız 2 saat serviste trafikte
bekledik. Camide trafik molası yapanlar
da vardı, Marmaris Büfe’den ıslak
hamburger alanlar da. Tüm bunlar
İstanbul’un bitmek bilmeyen trafiğinde
beklemeyi daha çekilir hale getirmek
içindi. Oysa toplu taşımaya daha fazla
değer veriyor olsaydık böyle mi olurdu
? Birkaç yıl önce metrobüs hayatımıza
girdi Az da olsa trafiği olumlu bir
şekilde etkilediği inkar edilemez. Ancak
genel olarak İstanbul’un trafiğinde pek
bir etki de göstermedi. Bu zamanlar
halk için 13 Eylül 2013 tarihinde
bitecek olan “Marmaray” adlı proje
Cansu
Bayraktar
İ s t a n b u l ’d a
trafiğin azalması için büyük bir
umut. Denizaltı metrosu sonunda
bu soruna bir çözüm olabilecek gibi.
Çoğu Robertli’nin trafik
sorunuyla başı dertte. Yatılılar gibi
okul bittikten sadece iki dakikada
evde olabilecekken 1- 2 saat sonra
evde olmak acı verici. Tabii, trafikten
zevk alan mi mazoşist değilseniz.
Eğer “Marmaray” projesi gerçekten
işe yararsa Robertliler kırk beş dakika
daha geç kalkabilir. Evet, sevinin!
Böyle Olmamalıydı
Ateşlerin arasında kalmıştım,
artık hiçbir çarem yoktu. Robert
Kolej’de çıkan yangın sonucunda
kül olup gidecektim. Oysa edebiyat
sınavımız yangın alarmı nedeniyle iptal
olduğu için o kadar sevinmiştim ki. Ne
olurdu tuvalete gitmesem, biraz daha
sıksaydım dişimi. Bendeki de şans ya
alarm çalar tatbikat olur hemen Maze’e
gideriz, birinde geç gitmeye kalkarım
onda da ateşlerin arasında kalırım.
Buraya kadarmış işte hayatım… Son
dakikalarımı hatta son saniyelerimi
yaşıyorum artık. Keşke ailemi son bir
kez daha görebilsem, arkadaşlarıma
sımsıkı sarılabilseydim... Keşke onlara
veda edebilseydim… Keşke…
Cıvıl cıvıl kuşlar ötüyor, güneş
içimi ısıtıyordu. Hafiften esen rüzgâr
insana ayrı bir mutluluk katıyordu.
Çimenler üzerinde uzanmanın keyfini
anlatmayacağım bile. Cennet gerçekten
varmış demek, ne güzel bir yermiş bu
cennet! Huzur desen var, mutluluk
desen var. Hava çok güzel bol bol
oksijen dolu… Cennet böyleyse, keşke
daha önceden gelseydim. Bu kadar
huzurlu bir ortamı belki de çok daha
önce bulurdum. Tabii, kolay değildi
bir Robert Kolej öğrencisi için rahat
ve huzurlu olmak. Her gün ödev, her
gün sınav… Boş bir günümüz mü var
sanki? Bir gün matematik ödevi çıkar,
sonraki gün İngilizce sınavına çalışmak
gerekir. Hele hem matematik hem de
biyoloji sınavının aynı gün olduğunu
31
duyunca verecek herhangi bir tepki
bulamamıştım. Tabii burası Robert
Kolej’di, öğrencinin dinlenmesine
hiç gerek yok, her konuda aynı anda
çok başarılı (!) olunabilinirdi burada.
Cennet en iyisiydi… Annemi,
babamı, arkadaşlarımı buraya gelerek
çok üzmüş olabilirdim ama buraya
gelmeye değmişti, yangında kül
olduğuma hiç de pişman değilim.
Çimlerde uzanmak çok
huzurlu ve mutluluk vericiydi ama
ayağa kalkıp çevreyi tanımanın,
cennetin aslında nasıl bir yer olduğunu
öğrenmenin vakti gelmişti. Gözlerimi
açtım ve ayağa kalktım. Ama bir dakika!
Burası hiç de yabancı bir yer değildi,
burayı çok iyi biliyorum. Burası Plato!
Burası gerçekten platoysa
yangında neler olmuştu? Ben kül olup
gitmekten kurtulmuş, hala yaşıyor
muydum? Yoksa gerçekten ölmüş,
ruh olarak mı platodaydım. Böyle bir
durumda kimse beni göremezdi tabii.
Ne istersem yapabilirdim. Özellikle
şu
yemekhanenin
karşısındaki
tüneli her zaman merak etmiştim
oraya uğrayabilirim belki. Ben
neler saçmalıyorum ya? Gerçekten
yangında ölüp ruhumla platoda
dolaşma olasılığım ne kadardır ki?
Tüm o mutluluk, sevinç boşuna mıydı
şimdi… Peki, ben yangından nasıl
kurtulmuştum? Bunların hepsi bir
rüya mıydı? Ama o kadar gerçekçiydi
ki? O heyecan, o korku, o acı hepsini
Ocak 2013
hissetmiştim…
Ardından
da
huzur ve mutluluğa erişmiştim…
Tıpkı olması gibi… Ama hayır o
yangın da, tuvalet de hepsi birer
rüyaymış, kocaman bir rüya!
Bu kadar derin ve gerçekçi
bir rüya gördüysem, ben kaç saat
uyumuştum? Bunun birkaç dakikalık
bir uyku olmadığına kesinlikle
eminim. Doğru ya öğle teneffüsünde
gelmiştim platoya. Şimdi ise saat…
Ne? 16.00 mı? Ben üç buçuk saattir
uyuyor muyum? Belliydi böyle
olacağı. Yetmiyor bu kadar az uyumak
yetmiyor. Okul zaten yorucu, bir de
saat sabahın 5’inde kalkıyorum. Ne
yapayım artık? Üç buçuk saat boyunca
da platoya kimse gelmeyip, kimse de
maç yapmaması da ayrı bir mesele...
Tabii bu platoda her gün maç yapılır
ben bir gün uyurum buraya uğramak
kimsenin aklına gelmez. Al işte,
öğleden sonraki tüm dersleri kaçırdım
şimdi ne olacak? Neyse ki sınavım
yoktu da… Bir dakika bir dakika!
Bugün İngilizce sınavı vardı. Onu da
mı kaçırdım? İşte şimdi yanmıştım.
Cennetteyim diye sevinirken başıma
gelen kalmamıştı. Böyle olmamalıydı,
gerçekten böyle olmamalıydı…
Çantamı aldım ve Lise Ofis’e
doğru koşmaya başladım. Derdimi
anlatmalı ve bir çözüm bulmam
gerekiyordu. Gerçi ne yapacaksam,
“Platoda uyuyakaldım İngilizce
sınavımı kaçırdım” mı diyecektim?
Köprü
Berk
Özgen
Herhalde yapacakları ilk iş kahkahalarla
gülmek olurdu. Marble’a adımımı
attım ve atar atmaz tanımadığım
bir hoca soru sordu: “Senin adın
listede var mı?” Diyecek hiçbir söz
bulamadım. Adeta dilimi yutmuştum.
“Bunun detention sebebi olduğunu
biliyorsun, değil mi?” Her şey bu kadar
üst üste gelebilirdi. Cebinden bir
kâğıt çıkardı, adımı soyadımı sınıfımı
aldı ve Lise Ofis’e doğru yol aldı.
Artık dayanamıyordum, hüngür
hüngür ağlamaya başladım. Alıkoyma
cezası mı? Bu kadar stresin üzerine
alıkoyma cezası verilmesi artık
çok acı veriyordu. Cennetteyim,
mutluyum, huzurluyum derken dersleri
kaçırayım, sınavı kaçırayım, servisi
kaçırayım bir de üzerine detention
mı alayım? Bu böyle olmamalıydı,
gerçekten
böyle
olmamalıydı.
Yarınki edebiyat sınavı öncesi büyük
bir moral (!) olmuştu. Bugünün
üzerine artık o sınavda ne yapacağım
bilmiyorum, hep birlikte göreceğiz.
Köprü: Yurtdışında okumak
isteyenler buna hazırlık sürecinde
9, 10, 11 ve 12. sınıflarda
neler yapmalılar? 9. sınıfta
notlarımızı yüksek tutmak
dışında yapacağımız pek bir şey
olmadığını biliyoruz, peki ya
buradan sonra kendimize nasıl bir
plan çizmeliyiz?
Anne Kozlu: İlk olarak Amerika,
Kanada veya İngiltere fark etmeksizin
en önemli kriter notlar. 9. sınıfta da
okuldaki not sistemiyle ilgili bir fikriniz
oluyor. Buradan sonra 10. sınıfta
da elinizden geldiğince notlarınızı
geliştirmeye çalışmalısınız. Ikinci olarak
okulda bir takım aktivitelere katılıyor
olmanız gerekiyor. 9. sınıfta çeşitli
aktiviteleri deniyor olabilirsiniz ama
10. sınıfta artık kendinize “ Gerçekten
ben bu aktiviteden örneğin MUN,
THP vs. keyif alıyor muyum?” diye
sormanız gerekiyor. Her alana dağılmış
değil, bir iki şeye tüm enerjinizle
yoğunlaşmış olmanız yani yaptığınız
şeyin sizin deyişinizle “az ve öz” olması
daha önemli. 11. sınıfta ise daha çok
sınavlara yoğunlaşmış oluyorsunuz.
Eğer Amerika’ya başvuruyorsanız
SAT ve ACT sınavlarına aynı zamanda
SAT subject sınavlarına bakıyor
olmanız gerekiyor, eğer İngiltere veya
Kanada düşünüyorsanız bu sınavlara
ihtiyacınız yok ancak İngiltere için AP
sınavlarına girmeniz gerekiyor. 12’de
de başvurularınızı yazmakla meşgul
oluyorsunuz genellikle.
Aynı zamanda şimdi yaz programları
için bir toplantı organize ediyorum.
Yeri gelmişken eklemek istiyorum.
Amerikadaki üniversitelere girmek
için illa ki bir yaz okuluna gitmeniz
gerekmiyor ancak tabii ki yazlarınızı da
boşa harcamamalısınız. Tüm yazınızı
bronzlaşıp uyumaya ayırmayın.
Köprü: Hazır SAT ve ACT
sınavlarından söz etmişken biz
biraz buna değinmek istiyoruz.
Bu sene ilk defa okulumuzda
ACT sınavının denemesi yapıldı.
Sizin bu sınavlar hakkındaki
düşünceleriniz neler? Sizce hangisi
daha iyi?
Anne Kozlu: Aslına bakarsak farklı
tasarlanmış sınavlar bunlar. ACT’de
daha az enerji, daha az zaman ve daha
az para harcayarak daha iyi sonuçlar
elde ediliyor. Zamanınız çok değerli
olduğu ve herkes SAT’ye hazırlık
kursunu maddi açıdan karşılayamadığı
için bu ACT bazen daha avantajlı
olabiliyor ama hem ACT hem de SAT
okullarda kabul görüyor. Bu açıdan
bir farkları yok. Hangisini alacağınız
size kalmış bir karar. İsterseniz ikisini
de deneyip ikisini de kullanabilirsiniz.
Hazırlık testlerini almanız da o testin
sistemi hakkında fikir edinmenize
yardımcı olabilir.
Köprü: Ve bir diğer soru da AP’ler.
Bazı başka okullarda AP’ler
seçmeli ders olarak sunuluyor.
Neden Robert Kolej’de böyle bir
uygulama yok?
Anne Kozlu: Sizinle dürüst konuşmam
gerekirse: Robert Kolej 150 yıllık
bir okul ve bugüne dek yurtdışına
okumaya giden öğrencilerin çoğunluğu
Robert’tendi. Yurtdışındaki iyi
okullar bizi tanıyorlar ve bizim ders
programımızı
biliyorlar. Eğer
bir öğrenci RK
müfredatından
geçiyorsa,
onun akedemik
olarak güçlü
olacağının
farkındalar.
Buradaki ders
programı
dolayısıyla
ne buna
zamanımız var
ne de gerek
olduğunu
düşünüyoruz.
Yine de okulda bazı AP başlıklı dersler
sunuyoruz.
Köprü: RC öğrencileri tarafından
seçilen bazı popüler meslek
alanları neler?
Anne Kozlu: Mühendislik.
Mühendisliğin birçok alanı seçiliyor.
Örneğin; endüstri, makine… İşletme
ve ekonomi de en çok tercih edilenler
arasında. Genelde öğrenciler çift ana
dal yapabilecekleri okulları seçip
ekonomi ve matematik, ekonomi
ve bilgisayar bilimleri veya ekonomi
ve siyasal bilimler gibi iki ana dal
seçiyorlar. Ve daha sonra da her
kolej yılının arasında çok iyi stajlar
yapıyorlar. Bu onları iş başvurularına
hazırlıyor. Son zamanlarda biyoloji
alanında özellikle moleküler biyoloji de
çok ilgi görüyor.
Köprü: Yurtdışına okumaya
giden öğrencilerin çoğu orada mı
kalıyorlar yoksa Türkiye’ye geri
Ocak 2013
dönüyorlar mı?
Anne Kozlu: Genellikle çoğu geri
dönüyor. Bu Türkiye’nin ekonomisine
bağlı olarak da değişiyor tabii.
Eğer ekonomi düşüşteyse burada
iyi eğitim almış kişiler için fazla iş
imkanı olmuyor. Bu nedenle bir
süre Amerika’da kalabiliyorlar veya
İngiltere’ye gidiyorlar.
Köprü: Amerika, Kanada
ve İngiltere dışındaki
seçeneklerimizden bazıları neler?
Anne Kozlu: Yale Universitesi’nin
Singapur’da yeni açılan kampüsüne bu
sene kabul alan bir öğrencimiz var. Bu
çok yeni ve heyecan verici bir program.
Ayrıca NYU’nun Cornell, Georgetown ,
Virginia Commonwealth gibi Dubai’de
de bir kampüsü var. Zengin şeyhler bu
okullarla anlaşma yaparak onlara daha
iyi eğitim öğretim imkanı sağlamalarını
istiyorlar.
Köprü: Peki ya Avrupa?
Anne Kozlu: Sınırlı ancak İngiltere’deki
imkanlar büyüyor. Bunun dışında
Milano’da Bocconi ve Paris’te Sciences
Po gelişiyor. Sciences Po Fransa’daki
en prestijli okul ve artık İngilizce bir
programları da var.
Köprü: Bu senenin erken
başvurularından bahsedecek
olursak siz bu konuda
ne düşünüyorsunuz? Siz
istatistiklerini daha iyi
biliyorsunuzdur ama bizim de
gözlemlediğimiz kadarıyla bu
sene geçen seneye göre daha fazla
erteleme var. Bunun nedeni nedir
sizce?
Anne Kozlu: Bunlar sadece
erken başvurular hatta tüm
erken başvuruların sonuçlarını
da almış değiliz. Öğrenciler eğer
Köprü
Hazal
Özkan
Sera
Pekel
erken başvuruyla giremezlerse hiç
giremeyecekleri gibi bir endişeye
kapıldılar ve bu sene erken
başvurularda yüzde yüzlük bir artış
yaşandı. Durum böyle olunca da
okulların önünde içinden seçmek için
çok fazla güçlü öğrencinin dosyası
oldu. Dolayısıyla da karar veremediler.
Hepsi çok güçlü ve başarılı adaylar
aynı zamanda da normal başvurularla
gelecek bir sürü güçlü aday var biz
bu çocukları ne kaybetmek ne de şu
an seçmek istiyoruz dediler. Erteleme
almak aradığımız özelliklere sahipsiniz
sadece şu an için sizi seçmeye hazır
değiliz demek. Yine de tarihimizde ilk
defa bu iki okul, Harvard ve Yale, bize
hiç erken başvuru kabulü vermedi.
Köprü: Geçen yıldan bu yıla
yurtdışı başvuruları arttı mı azaldı
mı?
Anne Kozlu: Neredeyse aynı kaldı.
Genellikle öğrencilerin yüzde otuzu
yurtdışına gitmeyi seçiyor.
Köprü: Son sormak istediğimiz
konu ise burslar. Avrupa’da burs
almak imkansız mı?
Anne Kozlu: Hayır. Bildiğim kadarıyla
Jacobs ve Bocconi de burs olanağı var
ama Sciences Po’dan alabileceğinizi
sanmıyorum. Eğer devlet
üniversitelerine bakarsanız, örneğin
Viyana’da sanat okuyacağım diyorsanız
size burs vermezler çünkü sadece kendi
vatandaşlarına veriyorlar.
Köprü: Peki burs istemek
başvurumuzu etkiliyor mu?
Anne Kozlu: Evet, etkiliyor. Tabii ki
ihtiyaca bakmadan, başarıya göre burs
veren “need blind” okullar dışında.
Köprü: Biz sorularımızın sonuna
geldik. Cevaplarınızın gerçekten
çok yardımı oldu. Zaman
ayırdığınız için çok teşekkür
ederiz.
Anne Kozlu: Ben teşekkür ederim,
görüşmek üzere.
32
ÜNİVERSİTE
DOSYASI
ÜNİVERSİTE
DOSYASI
Mehtap Kaya’yla Türkiyeci Olmak Hakkında Her Şey
Köprü: Çok yakından tanınan
ve sevilen bir kişisiniz. Fakat
tanımayanlara sizi tanıtmak
istiyoruz. Bize kendinizden ve
işinizden bahsedebilir misiniz ?
Mehtap Kaya: Bu yıl Robert Kolej’deki
5. yılım, mesleğimdeyse 17. yılım. İlk
deneyimim üniversiteyi bitirdikten
sonra dershanede oldu. 7 yıl bir
dershanede çalıştım. Dershaneden
sonra başka bir okulda yurtiçi üniversite
danışmanı olarak çalışmaya başladım.
Dershaneden sonra orada çalışmak
farklı bir deneyimdi. Çünkü okullar
ve dershaneler farklı bakış açılarına
sahiptir. Bu deneyimlerimden sonra
Robert Kolej’e geldim.
K: Yurtiçi danışmanlığı siz gelmeden
önce Robert Kolej’de yoktu.
Gelmenizle beraber zaman içinde
önemli bir konuma geldi. Bugüne
kadar yaptıklarınızı biliyoruz,
bundan sonra yapacaklarınızdan
da bahsedebilir misiniz?
MK: Benim görevim üniversite
sınavına hazırlanan öğrencilere bu
süreçte teknik ve psikolojik anlamda
destek sağlayabilmektir. Üniversitede
Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık
okudum. Rehber öğretmeniyim aslında.
Ama üniversiteyi bitirdiğimden beri
uzmanlık alanım daha çok sınava
hazırlanan öğrenciler olduğu için,
bugüne kadar daha çok kariyer
danışmanı gibi çalıştım. Bir yandan da
mesleğimin bana öğrettiği, öğrencilerle
ve velilerle kurulan iletişimi ve psikolojik
dili de ihmal etmeden, teknik kısmını
da arkada bırakmadan, sizi hedefinize
ulaştırmak için, kariyer yolunuzu daha
iyi çizmeniz için size destek olmaya
çalışıyorum. Lise 9’dan Lise 12’ye kadar
her sınıf düzeyinin rehber öğretmeni ile
beraber sınıfların ihtiyacı doğrultusunda
Türkiye’deki üniversite sistemine dair
bilgiler veriyorum. İlk tanışmamız böyle
oluyor. Daha küçük seviyelerle, 9’lar ve
10’larla bu ilişki çok güçlü olamıyor.
Çünkü benim daha çok çalıştığım grup
11’ler ve 12’ler. Özellikle 10. sınıfta
ders seçimlerinin üniversiteye girişle
ilişkisi nedeni ile birebir görüşmelerle
tanımaya başlıyorum sizleri. Seçilen
derslerin üniversite sınavıyla ilişkileri
konusunda konuşuyoruz. Üniversite
sınavına hazırlanırken destek alınan
kaynaklar
(dershaneler,
farklı
hazırlık yöntemleri vb.) ile ilgili diğer
öğrencilerimizin deneyimlerini sizlerle
paylaşıyorum. Dershanelerin yaptığı
sınavların duyurularını bildiriyorum.
Üniversitelerle ilişkiler boyutunda
yine ben devreye giriyorum. Sizin
üniversitelerdeki meslek seçimlerinizi
kolaylaştırabilecek pilot uygulamalar
var. İlgilendiğiniz konularla ilgili
akademisyenlerimizi okula davet
ediyorum,
onlarla
buluşmanızı
sağlıyorum fakat ortak saatlerimiz çok
olmadığı için ilgilenecek öğrencileri
bulabilir miyiz, bulamaz mıyız endişesi
de yaşamıyor değilim her seferinde.
Buna rağmen yine de akademisyenleri
davet ediyoruz. Robert Kolej’in dışarıdaki
algısı o kadar güzel ki akademisyenler
sizlerle buluşmayı gerçekten istiyorlar.
Bu fırsatlar kararlarınızı verirken sizlere
güzel seçenekler sunuyor.
K: Bir Robert öğrencisi olsaydınız,
yurtiçinde mi yurtdışında mı
okumayı tercih ederdiniz?
MK: Bunu düşünmemiştim daha
önce. Eğer Türkiye’de çalışacaksam,
sonrasında yaşamak istediğim yer
burası ise - öğrencilere de bunu
söylüyorum - 4 yıl lisansımı burada
okuyup, yüksek lisans ve doktoraya
yurtdışına giderdim. İkinci aşamada
bir yurtdışı deneyimimin olmasını
isterdim; dünya vatandaşı olmak,
dünyayı vizyonel görebilmek adına.
K: Peki bizler üniversite ve meslek
seçimlerinde doğru kararları
verebiliyor muyuz? Yaptığımız
tercihlerin sonucunda mutlu
oluyor muyuz?
MK: Öğrencilerin üniversiteye gittikten
sonra gittikleri bölümde kalma
oranları ve mezuniyet sonrasında
yaptıkları işlere bakarak bu soruya
cevap verebiliriz. Benim bu okulda çok
da eski bir geçmişim yok. İlk olarak
2009 mezunlarıyla tanıştım. Onlar
bu yıl dördüncü sınıftalar, yeni mezun
olacaklar. Ama üniversiteye gidip alan
değiştiren, üniversiteyi bırakan ya da
yeniden sınava giren öğrenci sayısı çok
fazla değil. Bu konuda üniversitelerin
esneklikleri de önemli. Çift ana dal
okuyabiliyorlar, bölüm değişiklikleri
olabiliyor, transfer olabiliyorlar.
Ama genellikle verdikleri kararların
arkasındalar. Burada tabii ki lisenin
önemi de çok fazla. Çünkü öğrencilerin
lisede alternatifleri görme fırsatları
Ocak 2013
var. Robert Kolej müfredatında yer
alan seçmeli dersler karar süreçlerini
etkiliyor. Eskiden diploma alanı seçmek
gibi bir zorunluluk vardı, yani daha dar
bir rotaları vardı. Geçen yıl diploma
alanının kalkmasıyla beraber, daha
esnek bir program ortaya çıkmaya
başladı. Öğrenciler daha çok istedikleri
yolda gitmeyi tercih ediyorlar.
Tabii iş dünyasında ve gelecekte ne
yapacaklarını zaman içinde göreceğiz
ama Robert Kolej’deki kazanımlarınız
sizin biraz daha esnek bir hayat planı
yapmanıza olanak tanıyor.
K: 11. ve 12. sınıflarımız ders
seçimi bakımından kayıp seneler
mi? Öğrenciler daha basit derslere
yöneliyorlar. Aynı zamanda sosyal
aktivitelerini de bırakıyorlar.
Sonuç olarak özellikle 12.
sınıfta Robert’ten yeteri kadar
faydalanamıyor muyuz?
MK: Sosyal olarak son senenizde
Robert’ten
yeteri
kadar
faydalanamadığınız bir gerçek. 12. sınıf,
zamanın en kıymetli olduğu sene. Bir
yandan dershane, bir yandan okuldaki
sorumluluklarınız var. Bu noktada
İstanbul’da yaşıyor olmanın fiziksel
olarak verdiği zorlukları da göz ardı
edemeyiz. Dershanenizin ve evinizin
genellikle farklı yerlerde olması ulaşımla
zaman kaybetmenize neden oluyor.
Sosyal faaliyetlerinizi ister istemez
bırakmak zorunda kalıyorsunuz. Bu
çok istediğimiz bir şey olmasa bile,
mecburiyetin de bunda etkisi var. Diğer
okullardaki gibi Lise 9’dan itibaren
test sistemine dahil olmadığınız için,
tüm yoğunluk Lise 12’ye birikiyor. Lise
11’de öğrenciler dershaneye gitmeye
başlıyor yavaş yavaş, sınav hazırlığının
havasına giriyorlar ama sene sonunda
sınav olmadığı için istediğiniz oranda
çalışamıyorsunuz.
Doğal olarak
temponun büyük bir kısmı Lise 12’ye
kalıyor. Bir de yurt içi ve yurt dışına
aynı anda hazırlanan öğrenciler
var. Bu öğrenciler de 11. sınıfta yurt
dışıyla ilgili hazırlıklarına daha fazla
yoğunluk veriyorlar. Yurt içi hazırlıklar
yine Lise 12’ye kalıyor. Yani Lise 11’den
itibaren ister istemez akademik ve
sosyal yaşamınız öğrenci olarak biraz
değişiyor.
K: Seçmeli derslerin bir çoğu
öğrencileri
AP
sınavlarına
hazırlıyor.
Peki
öğrenciler
Köprü
Berfin
Torun
Yunus Emre
Erdölen
kendilerini YGS veya LYS’ye
hazırlayacak dersler istemiyorlar
mı ?
MK: 12. sınıflar için müfredata koyulan
bir seçmeli “Geometri” dersi var. Daha
sonrasında 9. sınıflar için de “Geometri”
dersi eklendi. Bunların dışında bir de
“Seçmeli Dil ve Anlatım” dersi var YGS
ve LYS’ye yardımcı olan. Fakat daha
önce böyle bir talep gelmediği için okul
müfredatında sadece sınava odaklanan
dersler yer almıyor.
K: Dışarıda şöyle bir algı var:
“Bunlar Robert Kolej öğrencileri,
çok
başarılılar,
her
şeyi
yapabilirler.” deniyor. Buraya
gelirken gerçekten de başarılıyız
fakat aynı başarıyı üniversite
sınavında
gösteremiyoruz.
Neden bizler en sonunda bu hale
geliyoruz?
MK: Bu durumu etkileyen iki cevap
geliyor aklıma. Birincisi lise sınavlarına
hazırlanırkenki yaşınız. Robert Kolej’e
başladıktan sonra ergenlikten gençliğe
doğru akan bir yaşam var. Bu değişimin
içinde sadece akademik hayat, sınavlar
olmuyor. İkincisi Robert Kolej’in
eğitim sisteminin farklılığıyla ilgili.
Üniversiteye giriş sınavı çoktan seçmeli
bir sınav. Öğrenciler bu sistemde
çok da fazla sorgulamaya ihtiyaçları
olmadan bilgilerini teste dökerek
bir puan alıyorlar. Eğer bir öğrenci
erken sınıflardan itibaren bu düzeni
kurduysa, üniversite sınavına girerken
gayet başarılı bir sonuç alıyor. Sizler
Robert Kolej’in analitik düşünebilen,
sorgulayan, eleştiren öğrenme tarzına
alışıyorsunuz, tekrar test sistemine
döndüğünüzde tabiri caizse eliniz
soğumuş oluyor.
Özellikle bazı liselerde öğrenciler
neredeyse 9. sınıftan itibaren üniversite
sınavına test odaklı hazırlanmaya
başlıyorlar. Robert Kolej’in felsefesinde
böyle bir şey yok. Sizler sınava çalışmak
için emek harcamaya başladığınızda,
genellikle Lise 11 oluyor, diğer okullara
göre biraz geç başlamış bulunuyorsunuz.
Sizler test sistemine alışmaya başlayana
kadar diğer öğrenciler daha fazla
antrenman yapmış oluyorlar. Diğer
öğrencilerle bu ilk karşılaşmalar sizleri
biraz endişelendiriyor. Ama büyük
resme baktığımızda öğrencilerimiz
hedefledikleri üniversitelere ve
bölümlere gidiyorlar. Öğrencilerimizin
tercihlerine baktığımızda birçoğunun
istedikleri yerlere gittiğini görüyorum.
Yüzde sekseni ilk beş tercihlerine
girmişler. Bu da istediklerini
yapabildiklerini gösteriyor. Örneğin bir
öğrencinin hedefi bir vakıf üniversitenin
yüzde elli burslu programına girmekse,
bunu başarıyor. Genelde Robert Kolej
öğrencileri vakıf üniversitelerinin burslu
programlarını tercih ediyorlar.
K: Vakıf üniversitelerinin
puanlarının Robert Kolej
öğrencilerinin burslu
kontenjanlarına yığılması
nedeniyle arttığı doğru olabilir
mi?
MK: Kesinlikle, sizin gibi başarılı
öğrenciler vakıf üniversitelerinin burslu
kontenjanlarındaki puan değerlerini
değiştiriyorlar. Örneğin altı kişilik burslu
kontenjanı olan bir bölümü Robert’ten
on öğrenci istiyorsa, sınavdaki başarınızı
da göz önünde bulundurursak oradaki
kontenjanı siz dolduruyorsunuz.
K: Robert’ten sonra, bizi diğer
üniversiteler
gerek
eğitim
kaliteleriyle gerek ortamlarıyla
tatmin ediyor mu ?
MK: Öğrencilerden aldığım geri
bildirimi paylaşacağım sizinle, onların
deneyimleri her zaman için bize ışık
tutuyor. Öğrencilerin çoğu, “nereye
gidersek gidelim biz Robert’i hiçbir
yerde bulamıyoruz, okulumuzu çok
özlüyoruz.” diyorlar. Tarz olarak özellikle
Robert’e yakın olan üniversiteleri tercih
etmeye gayret ediyorlar. Robert’teyken
değerini bilmediğimiz, eleştirdiğimiz
o kadar çok şey varmış ki şimdi eski
günleri çok arıyoruz, diyorlar. Gittikleri
üniversitelerde kimi istediği fiziksel
ortamı, kimi sosyal ortamı veya
öğrenci profilini, kimiyse istediği
akademik eğitimi bulamıyor. Siz
Robert’te üniversite düzeyinde eğitim
almaya başlıyorsunuz. Uygulamalar
da zaten o yönde. Üniversiteler Robert
öğrencilerini okullarında görmeyi çok
istiyorlar. İş hayatına atılırken de lise
diplomanız size birçok artı katıyor.
K: Peki, vakıf üniversiteleri mi,
devlet üniversiteleri mi?
MK: Çok zor bir soru. Bu sorunun da
standart bir cevabı yok. Kişiden kişiye
değişebilir. Çok değişken var bu kararı
verebilmek için. Değişkenlerin farklı
farklı nedenleri var. Ben öğrencilerin
paylaştıklarını söylemek istiyorum.
Ocak 2013
İlköğretimden beri özel okulda
okudum artık devlet okullarının nasıl
bir yer olduğunu görmek istiyorum
deyip devlet okullarını tercih eden
öğrencilerimiz var. Robert Kolej’den
sonra, Robert Kolej’e olabildiğince
en yakın okulu arayan öğrencilerimiz
var. Bunu bir vakıf üniversitesinde
de bulabileceğine inanılıyor tarz
olarak ya da akademik olarak devlet
üniversitesinde de bulunabileceği
düşünülüyor. Akademik ve sosyokültürel olarak Robert Kolej
standartlarına yakın okulları tercih
ediyorlar öğrenciler. Bölümle de çok
ilişkisi var. Gideceği bölüm istediği
üniversitede yoksa, mecburen devlet
üniversitesine giden öğrenciler
var. Mesela mimarlık şu anda
devlet üniversitelerinde var. Vakıf
üniversitelerinde bir de şöyle bir şey var,
Robert öğrencilerine buradaki akademik
kazanımları daha çok hissettiriliyor. Yani
siz bir vakıf üniversitesine gittiğinizde
genel öğrenci profili içinde, Robert Kolej
mezunu olduğunuz için biraz daha farklı
kazanımlarınız olabiliyor. Sizin Robert
Kolej’deki altyapınız bir adım daha
öne çıkmanızı sağlıyor. Aslında bu olay
biraz da öğrencide bitiyor. Siz nereye
giderseniz gidin yapmak istedikleriniz
için mücadele veriyorsanız, hocalar
sizi destekliyorlar. Öğrencilerimizin
çoğu
devlet
üniversitelerinde
mutsuz oldukları için değil ama vakıf
üniversitelerinin standartları ve özel
koşulları daha iyi olduğu için onları
Köprü
33
tercih ediyor. Burs seçenekleri ve yurt
imkanları seçenekleri mevcut. Devlet
üniversitelerinde yurt imkanları
bulmak daha zor. İstanbul’da yaşasalar
bile öğrenciler yurtta kalmak istiyorlar.
Arkadaşlarının ve bir önceki mezunların
gittiği okullara gitmeyi tercih edenler
de var. Etkilerden bir tanesi de puanlar
tabii ki. Öğrencilerimiz belli başlı
üniversiteler dışında her üniversiteye
gitmeyi istemiyorlar. Robert’ten sonra
kafalarında gidilebilecek birkaç devlet
üniversitesi var. Eğer ilgilendikleri
devlet üniversitelerinde istedikleri
bölüme puanları yetmiyorsa, bu
durumda vakıf üniversitelerine gitmeyi
tercih eden öğrencilerimiz de oluyor.
K: Okulumuzdaki öğrencilerin ne
kadarı yurt içinde kalıyor?
MK: Öğrencilerin yaklaşık yüzde yetmişi
Türkiye’de kalıyor, yüzde otuzu ise
yurtdışına gidiyor. Bu istatistik yaklaşık
5-6 senedir böyle.
K: Yurt içi ve yurt dışına aynı anda
hazırlanılabilinir mi?
MK: Yurt içi ve yurt dışı için aynı
anda hazırlanmak mümkün elbette.
Buna örneklerimiz var. Ama bunun
doğrultusunda hedefler düşüyor.
Yüksek hedeflerde de bunu yapabilen
öğrenci sayısı bir elin parmaklarını
geçmiyor. Hem yurt içi hem de
yurt dışı için çok emek harcamak
gerekiyor. İkisinde de en iyiye ulaşmak
istiyorsanız, ayrı ayrı çaba göstermeniz
gerekiyor. Bu yüzden her ikisini birden
yüksek kalitede yapmak oldukça zor. Ya
hedef düşüreceksiniz ya da birini tercih
ederek sırtınızdaki yükü biraz daha
azaltacaksınız.
K: Yurt içine hazırlanırken not
ortalaması bizim sonumuzu getirir
mi?
MK: Hayır, not ortalaması sizin
sonunuzu getirmez. Şimdiki yeni
sistemde not ortalaması üniversiteye
girişinizi etkileyen puanın sadece
yüzde onu civarında bir etkiye sahip.
Geriye kalan puanın yüzde altmışı
LYS’den, yüzde kırkı ise YGS’den geliyor.
Okul puanının katkısı eskiden yüzde
yirmilerdeydi, daha fazla etkiye sahipti.
Şimdi etkisi azaldığı için öğrenciler
sınavda kendilerini olabildiğince iyi
ifade edebilirlerse, okul puanıyla
düştükleri dezavantajlı durumu
kapatma olanakları var.
34
Orta öğretim başarı puanı rakamsal
olarak diploma notu çok yukarıda
olmayan öğrenciler için ciddi bir
dezavantaj gibi gözüküyor. Bu sene
bunu ilk kez göreceğiz. Türkiye
geneline yansımasının nasıl olacağını
bilmediğimiz için olumlu veya olumsuz
etkisine dair yorum yapmak çok da
doğru değil açıkçası. Yani belki de
korktuğumuz kadar etkili olmayacak.
Ama sistemler de sık sık değişiyor.
Belki siz üniversiteye girerken farklı
bir uygulamaya da geçilebilir. Şöyle de
bir gerçek var ki ağırlıklı orta öğretim
başarı puanı Robert Kolej öğrencilerinin
ortalamaları yüksek olduğu için onları
olumlu yönde etkileyen bir fırsattı. Şu
anda ise o eski fırsat yok. Artık tüm
okullar eşit, hiçbir farklılık yok.
K: Yurt dışı danışmanlık ofisi,
rehberlik ofisi ve yurt içi
danışmanlık ofisi olarak belirli
bir düzen içinde ve çoğu zaman
beraber çalışıyorsunuz. Bunu biraz
daha detaylı açıklayabilir misiniz?
MK: Ben bu okula geldiğim zamanda
yurtdışı danışmanlık ofisi de rehberlik
ofisi de vardı. Oturmuş bir düzende
işliyorlardı. Ben sonradan aileye
katıldım. Ama öğrencilerin doğru
kararlar verebilmeleri adına ve
onları bilgilendirebilmek için üç ofis
ortaklaşa çalışmalar yürütüyoruz.
Bir öğrencinin kararsızlık sürecinde
gerekirse üç bölümdeki danışmanlar
bir araya gelip onun en doğru kararı
verebilmesi adına kendi çalışma
alanlarımızdan bilgilerimizi ortaya
koyuyoruz. Öğrencinin karar sürecinde
daha objektif olup karar sürecinden
en az yanılmayla çıkmasını sağlamaya
çalışıyoruz. Velileri bilgilendirmeye
yönelik ortak çalışmalar, toplantılar
yapıyoruz. Karasızlık sürecini en aza
indirgeyip okulda onlara sunulan
fırsatlardan kendilerine en uygun
olanını yakalamalarını istiyoruz.
K: Dershane seçerken nelere dikkat
etmemiz gerekiyor? Bir TM veya
MF öğrencisi nelere dikkat etmeli?
Kitle dershaneleri mi, butik
dershaneler mi daha çok tercih
ediliyor?
MK: ‘Butik dershane’ son yıllarda
karşımıza çıkan bir kavram.
Dershaneciler öğrencilerin öğrenme
yöntemlerine göre farklı farklı tarzlar
geliştirmeye başladılar. Daha küçük
grup içinde öğrenebilen öğrenci butik
dershaneye gitmeyi tercih ediyor.
Büyük grup içinde, sınava girecek
diğer adaylarla beraber, tabiri caizse
ÜNİVERSİTE
DOSYASI
ÜNİVERSİTE
DOSYASI
rakiplerini de görmek isteyenler, kitle
dershanelerine gitmeyi tercih ediyorlar.
Bu öğrencinden öğrenciye değişebiliyor.
Fakat şöyle bir durum var; dershaneler
kendilerini çok etiketlemeseler bile,
öğrencilerin gözünde fen dershanesi
veya Türkçe-matematik dershanesi
olarak ayrılıyorlar. Bu ayrımlar da oraya
giden öğrenci profilinin yoğunluğuna
göre değişiyor. Bu da öğrencilerin
dershane
seçimlerini
etkiliyor.
Mühendislik isterseniz, fen-matematik
sınıflarının daha fazla olduğu
dershanelere gidip kendinizin diğer
öğrenciler arasındaki yerini görmek
isteyebilirsiniz. Eğer sınava Türkçematematik alanından girecekseniz,
TM sınıflarının fazla olduğu bir
dershaneye gitmek isteyebilirsiniz.
Yani öğrenci yoğunluğu dershanenin
FM-TM yoğunluğunu da belirlemiş
oluyor. Kitle-butik ayrımına bir daha
gelecek olursak, butik dershanelerde
öğrenciler birebir olarak daha fazla ilgi
ve takip istiyorlar. Kitle dershanelerinde
öğrenci sayısı çok fazla olduğu için
bu pek mümkün olamıyor. O yüzden
kitleye gitmeyi tercih etmeyip, butiğe
gidip bir grup öğrenciyle ders görüp,
kitle dershanelerinin Türkiye genelinde
yaptığı sınavlara girmeyi tercih
ediyorlar. Bu şekilde büyük kalabalıklar
içindeki yerlerini görebiliyorlar.
K: MF olan bir öğrenci, TM
alanından da sınava girersem
yeterli başarı gösterebilirim, diye
düşünüyor. Bu gerçekten doğru
mu? MF alanında iyi olan bir
öğrenci, TM’de iyi bir derece elde
edebilir mi?
MK: Çok kolay bir şeyden bahsetmiyoruz.
Çünkü LYS sınavlarında edebiyat ve
coğrafya testi oldukça kapsamlı bilgi
içeriyor. Özellikle edebiyat, ciddi bir bilgi
birikimi gerektiriyor. Türkçe’nin yanı sıra
edebiyat bilginizin de olması lazım.
Sadece genel Türkçe bilgisi gerektiren
sorular olsa, edebiyat bilgisi gerekmese
bunu yapmak daha kolay olabilir çünkü
YGS’den de bir tanışıklık var. Oysa bir fen
öğrencisi matematik ve fen derslerini
de tamamlamış olmalı ki LYS EdebiyatCoğrafya testine hazırlansın. Bizim
öğrencilerimizden bunu deneyenler
başlangıçta sayıca çok gibi gözükseler
de sonradan vazgeçiyorlar çünkü
LYS’nin fen bölümü de oldukça kapsamlı
ve hazırlığı zaman alıyor.
K: 11. sınıfta ders çalışmaya
başlamalı mıyız? Yoksa çalışmayı
12. sınıfa bırakmamız yeterli mi?
Ocak 2013
MK: Öğrencilerimiz 11. sınıfta
dershaneye gitmeye başlıyorlar. Yani
dershaneye gitmeseler bile üniversite
hazırlığı için bir plana, bir programa
dahil olmaya başlıyorlar. Fakat genelde
benim gözlemlerime göre, 11. sınıfın
sonunda sınav olmadığı için, nasıl olsa
bir sonraki seneye sınava girecekleri
için çalışmayı ağırdan alıyorlar. 12’de
çalıştıkları gibi 11’de çalışsalar, çok
çok daha fazla başarı elde ederler.
Ama 11’e dönüp bir bakıyoruz, okulun
sorumlulukları da yüksek oranda
devam ediyor. Daha derslerinizin zorluk
düzeyleri çok düşmemiş oluyor. İleri fen
konuları veya yoğun İngilizce programı
11’de devam ediyor. Lise 11’de daha
önce konuştuğumuz gibi yurt dışı olayı
da var. Bu yüzden 11’de öğrenciler
bu işin hakkını pek de vermiyorlar.
Ama 11’de iyi çalışan öğrenci 12’de
rahat ediyor. Ve 12’ye geldiklerinde
öğrencilerin söyledikleri de şu, “ Keşke
11’de daha çok çalışsaydım.”
K: Meslek atölyelerine katılmamız
seçimlerimizi
daha
doğru
yapmamıza yardımcı olur mu?
MK: Bence katılmalısınız, bunların
yararları var. Aslında teorik olarak
17-18 yaş, kariyer planlamak için çok
erken bir dönem. Ama biz sistemiz
gereği bu kararı vermek zorundayız.
Bu kararı verirken de olabildiğince az
yanlışla bu kararın içinden çıkabilmek
için sizin bireysel deneyimleriniz,
gözlemleriniz önemli. Bu deneyimleri
kazanabileceğiniz
ortamlarda
staj olanakları, atölyeler veya
istediğiniz alanda çalışan insanlarla
yapabileceğiniz sohbetler olacak. Bu
tür olanaklar neyi istemediğinizi daha
çok ortaya koyacak. En azından neyi
istemediğinizi netleştirirseniz, ortaya
daha somut sonuçlar çıkacak. Bazı
deneyimlere sahip olmak sizin daha
az yanılmanızı sağlar. Belki 12’de
bunu yapmak isteyeceksiniz fakat
zamanınız olmayacak. 10. ve 11. sınıf
bu tür aktiviteler için en uygun zaman
çünkü daha geriye bakacak olursak
eğer 9. sınıf daha okula uyum senesini
oluşturuyor.
K: Lise 11 ve alt dönemler için
üniversite gezilerimiz devam
edecek mi?
MK: Tabii ki de üniversite gezilerimiz
devam edecek. Hatta bu dönem 11.
sınıflarla gezmeye devam edeceğimiz
üniversiteler;
İTÜ,
Cerrahpaşa,
Sabancı, Galatasaray ve Bilgi. Bu
dönem içinde ziyaret ettiklerimiz ise
bildiğiniz gibi Boğaziçi Üniversitesi ve
KÖPRÜ
Koç Üniversitesi. İsteyen 12’ler de bu
gezilere katılabilir ama kulüp saatinde
genellikle dershaneye gittikleri için
bu gezilere katılmaları pek mümkün
olmuyor. Bu gezileri ve üniversitelerin
yaptığı atölyeleri ben sizlere duyurmaya
devam edeceğim.
K: Üniversite başvuruları bu sene
hangi tarihler arasında yapıldı?
Yurt dışını isteyenler de kayıt
yaptırmalılar mı? Kayıt yaptırıp
da sınava girmeyenler eskisi gibi
bizim okul puanımızı düşürüyorlar
mı?
MK: Sınav başvuruları 2-15 Ocak
arasında olacak. Yurt dışına giden
öğrencilerin de başvurmasını tavsiye
ediyoruz çünkü üniversiteye başvuru
sistemi kapandıktan sonra bir daha
kaydolma şansları yok. Bu öğrenciler
isterlerse kabulleri geldikten sonra
sınava girmeyebilirler. Bu sene
üniversite sınavının birinci aşaması yani
YGS, 24 Mart’ta. İkinci aşama sınavlar
yani LYS’ler de haziranın ortalarında
yapılıyor. Eski sistemden ağırlıklı orta
öğretim başarı puanında yurt dışına
hazırlanan öğrencilerin sınava girmeleri
puanlarınızı düşürüyordu, fakat şimdiki
sisteme göre kimse kimseyi etkilemiyor.
Öğrenciler sadece bireysel diploma
notlarıyla değerlendiriliyorlar.
K: Tüm sorularımıza cevap aldıktan
sonra, senin de tüm bunlara
eklemek istediğin bir şeyler var
mı Mehtap Abla? Belki de, biz
öğrencilere söylemek istediğin
birkaç söz?
MK: Ben her zaman şunu diyorum:
Robert Kolej’de okumak hayatlarının
en büyük şanslarından biri. Bunu bütün
samimiyetimle söylüyorum, Robert
siz öğrenciler için çok büyük bir fırsat.
Robert Kolej’de öğrenci ve bu okul
mezunu olmanın değerini bilmelisiniz.
K: Mehtap Abla bu keyifli söyleyişi
için çok teşekkür ediyoruz.
Aklımızdaki tüm sorulara doğru
cevapları bulmuş olduk.
MK: Asıl ben sizlere teşekkür ediyorum.
Umarım sorularınıza açıklayıcı ve güzel
cevaplar verebilmişimdir.
35
Üniversite Maratonu
2012-2013 eğitim yılının
ilk yarısının bitişi yakınken son sınıf
öğrencilerinin de telaş ve stresi yavaş
yavaş artıyor. Türkiye’deki hem devlet
hem de vakıf üniversitelerine girmek
isteyen öğrencilerin iki etaptan
oluşan Öğrenci Seçme ve Yerleştirme
Sistemi’ne (ÖSYS) hazırlanması ve iki
milyona yakın adayla rekabet etmesi
gerekiyor. ÖSYS, kendi alanlarına
devam edecek meslek teknik lisesi
öğrencileri dışında her adayın
Yükseköğretime Geçiş Sınavı’na (YGS)
girmesini gerektiriyor. Bu, öğrencilerin
üniversiteye giriş sürecindeki ilk adımı.
4 ana dersten 40’ar soru, toplamda
160 sorudan oluşan sınav 160 dakika
sürüyor. Her alanın puanı ayrı ayrı
hesaplanıyor ve bu hesaplamanın
ardından öğrenciler için altı farklı
YGS ham puanı oluşturuluyor. YGS
ham puanları, ek bir sınava girmeden
adayların başvurabileceği yüksek
öğretim programlarına tercih yaparken
kullanılabiliyor. Puanlaması 100500 arasında olan YGS’den 140-180
puan arası alan adaylar ikinci adıma
geçemiyor fakat YGS puanları ile bazı
bölümlere başvuru yapabiliyor, en az
180 puan alan adaylar ise ÖSYS’nin
ikinci etabı olan Lisans Yerleştirme
Sınavları’ndan (LYS) istediklerine
katılma hakkını elde ediyor.
LYS, belirli derslerle sınırlı,
adayların çalışması açısından daha
odaklı bir sınav. Çoğu ayrı günlerde
yapılan 5 farklı Lisans Yerleştirme
Sınavı var. Bu sınavlar, LYS-1 Matematik
/ Geometri, LYS-2 Fizik / Kimya /
Biyoloji, LYS-3 Edebiyat / Coğrafya-1,
LYS-4 Tarih / Coğrafya-2 / Felsefe
Grubu
(Psikoloji-Sosyoloji-MantıkDin K.), LYS-5 Yabancı Dil (İngilizce,
Almanca ve Fransızca) sınavlarından
oluşuyor. Adayların, tercih edecekleri
yükseköğretim programının ilgili puan
türünün gerektirdiği LYS’lerden bir ya
da birkaçına girmesi gerekiyor. Her
test için ayrı bir puanlama yapılıyor ve
her bir aday için 12 ayrı türde LYS ham
puanı oluşturuluyor. Yüksek öğretim
programlarına da bu ham puan
kategorilerinden uygun puan türüne
göre tercih yapılıyor. 12 farklı puan türü
için adayların girmesi gereken LYS’ler
de aşağıdaki tabloda görülebilir.
Adayların LYS ham puanı
olması için adayın girmek zorunda
olduğu LYS’lerdeki tüm testlerden
(farklı sınavlardan ya da tek bir sınav
içinde) 2 testin her ikisinden de (DİL
sınavı için sadece DİL’den) en az yarım
net ham puanı alması gerekiyor. Her
ham puanın, üniversite başvurusunda
kullanıldığı belirli bir meslek alanı var.
Yükseköğretim programlarının öğrenci
alırken kullandıkları ham puan türü
aşağıdaki tabloda.
Tabii
yükseköğretim
programları öğrenci alırken ham
puanı değil, yerleştirme puanını göz
önünde bulunduruyor. Yerleştirme
puanı, adayın aldığı ham puana
adayın Ortaöğretim Başarı Puanlarının
(OBP) 0,12 ile çarpımının eklenmesi
ile oluşuyor. OBP de adayın diploma
notunun 5’le çarpımıyla elde ediliyor.
Bütün bu teknik bilgilerin ardından
başvuru sürecine ve sınav takvimine
de değinelim biraz. Üniversitelere
giriş için, 2013 Öğrenci Seçme ve
Yerleştirme
Sistemine
başvuru
işlemleri, 2 ve 15 Ocak 2013 tarihleri
arasında yapılıyor. Adaylar, 2013-ÖSYS
Kılavuzu ile Aday Bilgi Formuna, “www.
osym.gov.tr” internet adresinden
ulaşabilir. Kılavuzun dağıtımı ve satışı
olmayacak, ama adaylar isterlerse
başvuru merkezlerine gönderilen örnek
kılavuzları da başvuru merkezlerinde,
yani okullarda inceleyebilir. Henüz
mezun olmamış, son sınıf düzeyindeki
adaylar
başvurularını
kendi
okullarında yapacaktır. 2013-ÖSYS’yle
ilgili başvurma koşulları, sınav,
değerlendirme ve yerleştirme ile
ilgili kurallar ve işlemler 2013-ÖSYS
Kılavuzunda yer alacaktır. Adayların
bu kılavuzu dikkatle incelemesi ve
Ocak 2012
2013
Kasım
hiçbir noktayı atlamaması gerekiyor.
İlk adım olan YGS-2013 başvuru ücreti
40 TL. Bu ücretin, Ziraat Bankası,
Vakıflar Bankası, Halk Bankası, Akbank,
Kuveyt Türk Katılım, TEB ve Denizbank
bankalarının tüm şubelerinden ve
internetten yatırılabiliyor. Lise son
sınıfta okuyan adaylar sınav ücretini
yatırmış, Başvuru Formunu doldurmuş
olarak randevu saatlerinde kendi
okullarında başvurularını yapacaklar
ve öğrenim bilgilerinden sadece 11-15.
Maddeleri doldurup, 16-18. Maddeleri
boş bırakacaklar ve okullarından bir
yetkiliye bunu onaylatacaklar. YGS2013 Sınav Merkezi seçiminde iki tercih
ayrı merkez olacak. İstanbul’da sınava
girişte bazı kısıtlamalar var. Adres ve
okul ili İstanbul olanlar her iki tercihi
de İstanbul’dan yapacak ve sınava
da İstanbul’da girecek. Fakat yatılı
öğrenciler, yani adres ve okul ilinden
sadece biri İstanbul olanlar sadece bir
tercihini İstanbul’dan yapabilecekler ve
sınava yaptıkları iki tercihten birinde
girecekler. Başvuru sırasında verilecek
şifreler, daha sonraki tüm internet
işlemlerinde gerekeceğinde, adayların
bu şifreleri saklamaları ve kimse ile
paylaşmamaları gerekmektedir.
Sınav başvurusu üniversite
yolculuğunun çok ufak bir parçasını
oluşturuyor. Adaylar için önemli olan
sınavlardan aldıkları sonuç ve daha
iyi sonuçlar elde etmek için çalışmaya
harcadıkları zaman ve çaba. Çoğu
öğrenci, daha 11. sınıftan itibaren okul
dışı dersler alarak ya da dershanelere
giderek sınav sonucunda daha yüksek
bir puan, daha iyi bir sıralama edinmeye
KÖPRÜ
Köprü
Baha
Aydın
çalışıyor. Bu sıralama yarışında da
elbette çoğu aday boş zamanının
büyük bir kısmını ders çalışmaya
ayırıyor ve pek çok kişi, yetenekli
olduğu ve başarıyla yaptığı müzik,
sanat, dans, spor alanlarındaki
faaliyetlerini bırakmak zorunda
kalıyor. Bu durum, kademeler arası
geçişte, yani öğrencilerin üniversiteye
girişinde, 1 milyon 800 bin adayın
tek bir sınav sistemiyle ölçmenin ne
kadar sağlıklı olduğu sorusunu akıllara
getiriyor. Birçok açıdan bir bireyin
bilgi, beceri ve birikimini ölçmek
konusunda hatalı olan sınav sisteminin
kalkması ülkemizde gündeme sıkça
gelse de, uygulanma ve yürütme
açısından en pratik sistem olduğu
için hala devam ediyor. Devam ediyor
etmesine de, sistemin herhangi bir
kesinliği de yok. Dolayısıyla her an
değişikliğe uğrama ihtimali olduğu
gibi adayların da yapılan değişiklikler
tarafından
şaşırtılma
ihtimali
oldukça yüksek. Gündemdeki bütün
tartışmalara rağmen sınav sistemi
kalkacak gibi gözükmüyor ve çoğu
öğrenci de önümüzdeki yıllarda
zamanını, enerjisini test çözerek ya
da dershanelere giderek harcamak
zorunda kalacağa benziyor.
36
Sınav sisteminin kalkmasının
yanı sıra, gündeme ara sıra gelen
başka bir konu da adayları yakından
ilgilendiren dershane tartışması.
Dershanelerin kalkacağı yönündeki
söylemler, dershanelerin ne kadar gerekli
olduğu ve neden en başta dershanelerin
bu kadar önemli olduğu konusundaki
tartışmaların olası sonuçları da
öğrencileri büyük ölçüde etkileyecek
nitelikte. Özünde dershaneler, eğitimin
olmazsa olmaz kurumları değil elbette,
ama okul dışı eğitime ihtiyaç olması,
ilk bakışta okul eğitiminin eksikliğini
gösterir gibi. Fakat bu söylem doğru
değil, çünkü eğitim kalitesi oldukça
yüksek olan okulların öğrencileri dahi
kendilerini dershaneye gitmek zorunda
hissediyorlar. Bu durumda her ne kadar
okullar öğrencilerine iyi eğitim veriyor
olsa da bu, sınav sisteminin öğrenciden
beklediği eğitimle uyuşmuyor. Sınav
sistemi, öğrencinin lise hayatı boyunca
öğrendiği her bilgi ve yöntemi kısıtlı
bir zamanda, bir oturuşta kâğıda
yansıtmasını talep ediyor. Kısa
sürede yıllara yayılmış bir programın
“kanıtlanması” da ezber odaklı bir
eğitim sistemini gerektiriyor. İşte
burada da dershaneler devreye giriyor.
Öğrenci okullarda edinemediği ezber,
çoktan seçmeli cevaplar arasındaki
tek doğruyu bulma gibi konseptleri
ancak dershaneler aracılığıyla elde
edebiliyor. Peki bu sağlıklı bir durum
mu? Elbette dershaneler başarı durumu
iyi olmayan öğrencilerin derslerini
takviye edebileceği ve başarı durumu
iyi olsa da sınav rekabetinde daha iyi
ÜNİVERSİTE
DOSYASI
ÜNİVERSİTE
DOSYASI
37
Hayatımıza Yön Vermek Lazım
bir sıralama elde etmek isteyen
öğrencilerin sınav tekniklerini
kazanabileceği yerler, ama öğrenciye
pek çok zararı da oluyor. Örneğin
öğrenci, bir problemin tek doğru
cevabı olduğu düşüncesiyle hareket
ediyor ve kısa dönemde cevabı bulsa
da uzun dönemde analitik düşünce
konusunda zayıflamış oluyor. Ayrıca
zaten okuldaki ders ve ödevlerin
yorgunluğu üzerine okul sonrası ve
hafta sonları da vaktini derse ayırarak
zihinsel olarak yorgun düşüyor. Ancak
bu olumsuz etkenlerin sonucunda
dershanelerin kapanması pek de olası
bir ihtimal değil. Dershaneler sınav
sisteminin bir yan etkisi olarak ortaya
çıkan kurumlar ve bu sistemin varlığı
sürdükçe dershanelere olan ihtiyaç
Ocak 2013
da sürecek demektir. Sınav sisteminin
kalkması en iyi çözüm olsa da o da
pek olası gözükmüyor, bu da pek çok
öğrencinin sınava hazırlanırken hala
stres, yorgunluk ve harcanan zamanla
boğuşacağı anlamına geliyor. Her
şeye rağmen, daha planlı ve verimli
bir çalışma düzeniyle stres olmadan,
hobilerden vazgeçmeden ve boş vaktin
çoğunu test çözmeye ayırmadan da
sınava çalışmak mümkün. Adaylar
hayatta severek yaptıklarıyla ders
çalışmayı dengeledikleri bir nokta
bulabilecektir elbet.
Kısa bir özet. Adaylar iki
aşamalı olan ÖSYS’de ilk olarak YGS’ye
giriyor. Bu sınavda 100-500 arasında
en az 180 puan alarak ikinci aşama
olan LYS’lerden istediklerine girme
KÖPRÜ
hakkını kazanıyorlar. Beş farklı konu
başlığına sahip olan LYS’ler arasında
girmek istediği bölümün baktığı LYS
sınavlarını göz önünde bulundurarak
konusu uygun olan LYS’lere giriyor. Bu
sınavların sonucunda ortaya bir ham
puan çıkıyor, ek olarak da diploma
notunun 5 ile çarpımının yüzde 12’si
ekleniyor. Bu puan doğrultusunda
aday, isteği yüksek öğretim programına
tercih yapıyor. Sınav sistemi her an
değişebilecek durumda, fakat kalkması
pek mümkün değil. Sınav sisteminden
doğan bir ihtiyaç olan dershanelerin
de kalkması olası gözükmüyor. 2013’te
de Türkiye’yi yine stres dolu bir sınav
maratonu bekliyor. Sınava girecek her
12. Sınıf öğrencisine de bol şans ve
başarı diliyorum.
Giyeceği tişörtün rengine
dahi zor karar veren bir kişinin, hayatına
yön verecek mesleği seçmesi ne kadar
kolay olabilir? Bir yıl öncesine kadar
yurt dışında arkeoloji okumayı düşünüp
kendimi bir akademik görevli olarak
hayal ederken, bu senenin başlarında ise
bir doktor hem de cerrah olmaya karar
verdim. Ne yapmak istediğimden emin
bir şekilde dershaneye başladığımda ise
neden yurt dışını da denemiyorum diye
kendimi sorgulamaya başladım. Her ne
kadar kendime itiraf edemesem de altı
yıl tıp okumak beni korkutuyordu. Belki
tek korkum bu olsaydı rahatça kendimi
ikna edebilir ve tıp okumak konusunda
kesin bir karar verebilirdim. Parmağım
kesildiğinde dahi panik halinde revire
giden biri olarak, hastaların hayatlarını
ellerimde bulundururken sakin durup
duramayacağımı da bilmiyordum.
Biriken sorularıma bir an önce yanıt
bulmam gerekliydi. Önümdeki iki
seneyi seçimlerim doğrultusunda
doğru değerlendirmem önemliydi. İşte
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin
iki günlük staj programında geçirdiğim
zaman tüm sorularıma yanıt
bulmamı sağladı. Yurt içi danışmanlık
ofisinden Mehtap Abla’dan gelen ileti,
okulumuzdan üç öğrencinin Marmara
Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki staja
katılabileceğini söylüyordu. İsteyen
öğrenci sayısının çok olması nedeniyle
yapılan kura sonucu Sezen Çakır,
Pelinsu Elif Hünkâr ve ben bu staj
programına katılma şansını elde ettik.
İlk gün, Marmara Üniversitesi’nin
Haydarpaşa’daki eğitim kampüsünde
buluştuk. Okulumuzdan iki yıl önce
mezun olan Cem bizi karşıladı. Böylece
üniversitedeki turumuza başlamış
olduk. Hukuk, tıp gibi bölümlerin iç
içe bulunduğu kampüste yolumuzu
bulmak pek de kolay olmadı.
Öğrenci
kalabalığının
arasında
nereye gittiğimizi anlayabilmek dahi
zordu. Haydarpaşa Kampüsünde tıp
eğitiminin ilk üç yılını oluşturan temel
bilimler öğretiliyor. Bu sebeple de
tıp öğrencileri hastalarla iç içe olmak
yerine, zamanlarını laboratuvarda
ve amfilerde geçiriyorlar. Biz de Cem
ile beraber bu derslerden birkaçına
girdik. Anlatılanları anlamasak dahi,
büyük amfilerde tıp öğrencilerinin
arasında bulunmak ve o havayı
solumak bize değişik geldi. Sanırım
bu noktada üçümüz de kendimizi
onların yerine koymaya çalıştık.
Cem ile beraber bir okul
turu yaptıktan sonra, temel bilimler
bölümünden bir asistan, bizi bölüm
Sabahları derslere giren öğrenciler,
öğleden sonra ise hocalarıyla beraber
hasta ziyaretlerine çıkıyor. Bizde bu
derslerden birine misafir olduk. Konuk
olduğumuz ders psikiyatriydi. Konuları
Sezen Çakır, Pelinsu Elif Hünkar ve Ben Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde
başkanlığına götürdü. Dürüst olmak
gerekirse tüm bu süre boyunca
amaçlarımızdan bir tanesi de kadavra
görebilmekti. Tıp okumanın en zor
taraflarından biri hep bu deneyimi
atlatabilmekmiş gibi geliyordu. Fakat
temel bilimler bölüm başkanı bizlere
bunun mümkün olamayacağını söyledi.
Kadavra görebilmek belirli bir psikolojik
ve akademik hazırlık gerektiriyordu. Bu
sebeple olsa gerek, sadece kadavraların
bulunduğu odanın kapısına kadar
yaklaşmamıza izin verdiler. Bu süre
boyunca, aklımızda bulunan soruları
bölüm başkanına sormaya da fırsat
bulmuş olduk. Birinci günümüz
üniversitenin eğitim kampüsündeki bu
turla bitmiş oldu. İkinci günümüzde ise
Marmara Üniversitesi’nin Pendik’teki
hastane kampüsüne gittik. Bu gün
boyunca bize okulumuz mezunu Burak
Tahmazoğlu eşlik etti. Hastaneye
ulaşımımız çok zor olduğu için Burak
sabah erken saatlerde bizi Kartal
metrodan alarak hastaneye getirdi. Tüm
gün boyunca ise sıkılmadan sorularımızı
dinledi ve bizlere katlandı. Tıp
öğrencileri altı yıllık eğitimlerinin son
üç yılını buradaki hastanede akademik
görevliler ve hastalarla iç içe geçiriyor.
Ocak 2013
Freud ve psikanalizdi. Doğruyu
söylemek gerekirse, iki saatlik ders
boyunca hem bir şeyler öğrendiğimizi
hissettik hem de hiç saate bakma
ihtiyacı duymadık.
Ders
öncesinde
ve
sonrasında ise alanlarında başarılı
doktorla tanışma fırsatı bulduk.
Doktorların
hepsi
sorularımızı
içtenlikle
cevapladılar.
Doğru
cevapları aldığımızı hissedebiliyorduk.
Onların da dediği gibi, doktorluk zor
bir meslekti ve bu mesleği seçmek
için büyük bir özveride bulunmaya
hazırlıklı olmak gerekiyordu. Kendini
tüm hayatı boyunca çalışmaya
adamaya ve insanlar için çabalamaya
hazır olmayanlar bu mesleği severek
yapamazdı. Hastane ortamında,
Burak’ın dönem arkadaşlarıyla
tanışma fırsatımız da oldu. Kimisi
tıbbı seçtiği için çok mutlu hissediyor,
kimisi ise baştan neden bu seçimi
yaptıklarını bilmiyorlardı. Bir daha
seçim şansları olsa, başka meslekleri
tercih edebileceklerini söylüyorlardı.
Hepsinin de farklı hayalleri vardı.
Bazıları temel bilimleri seçip tıbbi
araştırmalar yapmak istiyor, bazıları
psikiyatr olmak, bazıları ise tüm
KÖPRÜ
Berfin
Torun
zorluklarına rağmen cerrah olmak
istiyordu. Fakat önlerinde bir TUS
gerçeği olduğunu da göz ardı etmemek
gerekiyordu. Her şey altı yıl tıp okumakla
son bulmuyordu. Seçimlerimizi yaparken
bu gerçeği de göz önünde bulundurmak
önemliydi.
Bu eğlenceli sohbetten sonra
ise en korktuğum kısma gelmiştik.
Sonunda bir ameliyathane ziyareti
yapacaktık. Ameliyat görmeyecek olsak
dahi, o ortamda bulunmak, o soğuk ve
temiz kokuyu hissetmek fikri beni çok
heyecanlandırdı. Yola çıktığımızda çok
heyecanlıydım. Kendimi tanıyordum. O
ortamı gördüğüm an ya büyülenip tıp
okumak istediğimden emin olacak, ya da
tamamen vazgeçecektim. Ameliyathane
ortamını gördüğüm an, zamanımı
geçirmek istediğim yeri bulmuş
gibi hissettim. Sanki uzun zamandır
bunu bekliyormuşum gibi hissettim.
Duygularımı aktarabilmek tam olarak
mümkün olmasa dahi bu ortamda
bulunmak istediğimi biliyordum. Hem iki
gün boyunca doktorlardan duyduklarım
olsun hem gördüğüm ortamlar ve en
önemlisi bu ameliyathane ortamı benim
ileride ne olacağımı kesinleştirmişti.
Artık emindim. Hangi mesleği seçersem
seçeyim emek vermem, uzun yıllar
çalışmam gerekecekti. Bunun için de
istediğim şeyi sevmem ve benimsemem
gerekliydi. Artık ne için çalışmam
gerektiğini biliyordum.
Kararsız
kişiliğime rağmen bu kararı iki günün
sonunda tamamen verebilmiştim.
İşte bu iki günlük staj, kararlarımda
beklediğimden de büyük bir değişim
yaptıktan sonra, hedeflerime karar
vermiş oldum. Bu iki gün boyunca
gezimizde bize eşlik edenler ve bu
fırsatı yakalamamı sağlayanlar, benim
hayatıma yön verişimde de önemli bir
rol oynadılar. Bu fırsat, hayatımda ki
tüm kararsızlıklarıma cevap verememiş
olsa da hayatımı hangi yönde
şekillendireceğimi belirledi.
38
ÜNİVERSİTE
DOSYASI
ÜNİVERSİTE
DOSYASI
Robertli’nin Ana İkilemi: Nereciyim Ben?
Dershanede Hayatta Kalma Rehberi
Dershane kayıtlarının devam ettiği şu
günlerde, “Ben seneye ne yapacağım?”
diye düşünen Türkiyeci ve Türkiyeci olmaya
eğilimli sevgili 10. ve 11. sınıf öğrencileri!
Dershanede hayatta kalma kılavuzu olarak
tasarladığım bu köşe, umarım sizin için
faydalı olur. Zorlanacağınızı veya kolaylığına
şaşıracağınızı düşündüğüm noktaları sizinle
önceden paylaşmak isterim.
Öncelikle, TI’sızlığa alışmanız gerekecek.
Çarpım tablosu bile ilk birkaç hafta sorun
olabiliyor. Yok o kadar da değil, ama yine
de muhtemelen pratikliğinizi kaybetmiş
olacaksınız. SBS’de önünüze koysalar çatır
çatır çözeceğiniz o matematik soruları, TI’ın
sizi tembelleştirmesi yüzünden gözünüzde
büyüyecek.
Çok dikkat etmenizi rica edeceğim bir başka
nokta ise, okulunuzdan mümkün olduğunca
az bahsetmeniz. Müfredat farklı olduğu
için zorluk yaşayacaksınız, bazı şeyleri eksik
bazı şeyleri fazla işlemiş olacaksınız, ama
“Aa, ama okulda…” ile başlayan cümleler
kurmamaya özen gösterin.
11. sınıflardan Aslı Töre, “Kararlı yerine
stabil, baskın yerine dominant deyince
hocalar ‘Ay stabilini yerim.’ gibi bakışlar
atabiliyor.” ifadesinde çok doğru bir noktaya
değinmiş. Orada kimse sizin okulda konuyu
İngilizce görmüş olduğunuzu umursamıyor
ve kararlı yerine stabil deyişinizin,
kendinizi gösterme arzusundan olduğunu
düşünmekte de haklılar. Orası başka bir
ortam, okul değil.
Şu ana kadar dershanede bir hocadan
yediğim en tuhaf hakaret, (hakaret de
denmez de, her neyse işte) “Sizin okul biraz
‘sosyal’ olduğundan, bunları öğrenmemiş
olmanız normal” cümlesiydi. Ama sevgili
okurlar, orada sosyal sözcüğüne yaptığı
vurguyu duysaydınız, “Sözlüğe bir bakayım,
acaba sosyalin bilmediğim başka bir anlamı
daha mı var?” derdiniz. Lucius Malfoy’un
Harry Potter’a baktığı gibi baktı bana.
“Size hiçbir şey öğretmediler mi yavrum”
diyecekler, “Öğretmediler hocam.” deyip
geçeceksiniz; çünkü sizin İnce Memed’deki
karakterlerin incelemesini yaptığınız
sıralarda onlar halk edebiyatındaki şairlerin
kaçıncı yüzyılda yaşadıklarını ezberlemekle
meşgul oluyorlar. Şu daha iyi bu daha iyi
diye bir şey yok, sadece farklılar. Oraya YGS
ve LYS’de çıkacak soru tiplerini bilmediğinizi
ve öğrenme amacıyla gittiğinizi kendiniz
kabul ettiğiniz sürece kimseye hesap
vermenize gerek yok.
Arkadaş ortamı olarak dershanenin
okuldan daha kaynaşması kolay olduğunu
söyleyebilirim. Benim dershane sınıfımda,
okuldan, hatta yatakhaneden çok yakın iki
arkadaşım olduğu için, hep onlarla olurum,
sınıfta da üç beş kişiyle konuşurum diye
düşünüyordum; ama çok sevdiğim yeni
arkadaşlar edindim. Kendinizi yalıtmanıza
gerek yok; eğer azıcık güler yüzlü, azıcık
girişkenseniz bir hafta içinde kendinize
okul dışında da zaman geçirmekten
hoşlanacağınız en az 1-2 arkadaş
bulursunuz. Özellikle 11. sınıfta kimse
“Günde şu kadar soru çözmeliyim, çok
çalışmalıyım.” derdinde olmuyor. Dershane
(kitle dershaneleri) de daha çok 12. sınıftaki
tempoya hazırlama seviyesinde olduğu için
sınıfta huzur ortamı oluyor.
Az kişiyle ders işlenen özel dershaneleri
bilemiyorum, ama kitle dershanelerindeki,
en azından bizim dershanedeki hocalarda
bir “Bitse de gitsek.” havası var. Teneffüste
soru sormak filan gibi şeyler her hocayla
mümkün olmuyor. Etüt isteseniz, ders
hocası gelmeyebiliyor. Ama sizi sahiplenen
Sıla
Küçükosmanoğlu
çalışmayı tercih ettiler. Ayrıca inanması güç
olsa da, dershanelerle sosyalleşebilecekleri
ve yeni yüzler tanıyacaklarını söylediler.
Köprü: Finallerin kaldırılacağına dair
bir söylenti dolaşıyor okulda?
M.O: Geçen sene finaller hakkında bir
tartışma başladı. Bu dönem bazı derslerin
final yerine final projeleri var. Hala ikinci
dönem için final ve projeleri yapmak
zorundayız, çünkü bizde finallerimiz diğer
okullardaki bütünleme sınavlarının yerini
dolduruyor.
Köprü: Başka bir söylentisi ise blok
derslerimizin olacağı konuşuluyor.
Seneye blok ders uygulamasına
başlayacak mıyız?
M.O: Seneye blok ders pilot uygulamasını
başlatacağız. Bizi ziyaret eden danışman,
Simon Jeynes daha kaliteli ve daha
kalıcı bir öğrenme için öğrencilere daha
az sayıda ders vermemiz ve daha uzun
süreli derslerin olması gerektiğini önerdi.
Bunun anlamlı öğrenci odaklı aktivitelere
olanak sağlayacağını dile getirdi. 40
dakikalık ders saatinde öğrencinin sadece
32 dakika derse odaklandığını öğrenmek
bizim için gerçek bir şoktu. Öğrenciler
8 farklı dersin iki veya üç farklı dilde ve
teneffüslerin sadece 5 dakikalık olduğu bir
sistemde eğitim kalitesini artırmıyoruz.
Öğretmenler şu anda blok derslere geçiş
için hazırlıklar yapıyor. Birkaç uygulamalı
Ocak 2013
ders, Türkçe dersinde yapıldı. Tabii, bu
öğretmenlerin her ders için birkaç aktivite
planlaması anlamına geliyor. Bundan
dolayı, öğretmenler öğretme stillerini bu
sisteme nasıl uygulayacaklarını planlıyor.
Tabii, senelerdir blok ders yapan bazı
öğretmenlerimiz için bu planlama çok daha
kolay.
Köprü: Yurtdışında okumayı planlayan
öğrenciler için yeteri kadar AP
dersi yok okulumuzda, özellikle
de sosyal bilimlerde. Oysaki fen ve
matematik dersleri için AP sınavlarına
hazırlanabileceğimiz bir sürü ders
var. Okulumuzda olmayan bazı AP
derslerini ders programına katmayı
ya da okul sonrası kulüp olarak bu
dersleri açmayı planlıyor musunuz?
M.O: Çok az öğrenci sosyal bilimler ile ilgili
derslerle ilgileniyor, bu yüzden bu dersleri
önermek pek olası değil; fakat kulüp açma
seçeneğine her zaman açığız.
Köprü: Ortalamayı Amerikan
liselerinde olduğu gibi 4.0 not
sistemine göre hesaplayabilir miyiz?
Ağırlıklı okul ortalaması hesaplanıyor
mu?
M.O: Şu anda, hem yüzdelik dilimleri
hem de Türk sistemine göre puanı
transkriptinizde gösteriyoruz. Okulumuz,
iyi üniversiteler tarafından tanınıyor,
dolayısıyla bizim notlarımızın neye karşılık
KÖPRÜ
Hukuk veya tıp okumak istemiyorum. Mühendislik/
psikoloji/moleküler biyoloji/mimarlık/ekonomi/sanat
asıl ilgi alanlarım. Hukuk veya tıp okuyabilirim, ama
anam beni Amerika’da doğurdu.
birkaç hoca olacaktır. Bu hocalar
size “Sorunuz olursa mutlaka gelin,
anlamadığınız konu varsa ek ders yapalım,
isterseniz yeni konuya başlayalım.” gibi
şeyler deyince fırsatı değerlendirmeyi
iyi bilmelisiniz. Bunu herkes yapmıyor.
Yapanın kıymetini bilin.
Bir de dershaneye okulu karıştırmamanızı
tavsiye ettiğim gibi, lütfen ASL dersinde
arka sırada oturup geometri testi çözen
tiplerden olmayın. Okulla dershaneyi
ayrı tutun. İkisinde de güzel şeyler
öğreneceksiniz, ikisinde de öğrendikleriniz
hedeflerinize ulaşmada faydalı olacaktır.
Kendinize iyi bakın, esen kalın.
Ortalamam 85-90 Ortalamam 85-80 arası.
arası.
YOL 5
YOL 1
Net Türkiyeci’sin. Sana ikinci bir kısım
yok. Bizden tavsiye, tıp ve hukuk burada
zorluyor. En iyisi sen en geç on birincisi
sınıfta dershanene başla. Ortalamanı
da iyi tut. Hukuk ve tıp, ülkemizdeki en
prestijli meslekler. “Ben bir avukatım,
doktorum.” dediğinde insanlar bir
farklı bakıyor sana. Fakat bunu herkese
söyleme, çevremdeki büyüklerimden
şunu öğrendim, bir hukukçu veya doktor,
toplum içinde kendi mesleğini ifşa ettiği
takdirde gereksiz, sonu gelmez sorularla
karşılaşır; ağrı kesicilere muhtaç duruma
düşer.
YOL 2
YOL B testini çöz. Eğer ortalaman Yol 4
veya Yol 3’teki gibiyse Yol 3’ün sonucuna;
eğer ortalaman Yol 5’teki gibiyse Yol 4’ün
Hukuk veya tıp okuyacağım. Kararım kesin. Geleceğin
en önemli avukat/savcılarından olacağım. Tıpta
devrim yapacağım. Maalesef, Amerikan vatandaşı
değilim. YOL 1
Tayis
Arslan
Bursa gerek yok. Babam, masrafları
karşılar. Anneniz de olabilir tabi. Cinsiyet
ayrımı yapmak bize yakışmaz. YOL 2
Bursa ihtiyacım var.
Maria Orhon’la Okulumuzun Eğitim ve
Notlandırma Sistemiyle İlgili bir Söyleşi
Köprü: LYS-LGS sınavlarında
ortalamanın önemi arttı. Robert
Koleji de bu değişikliği göze alarak
ortalamaları hesaplamada bir
değişiklik yapacak mı?
Maria Orhon: Cuma günü, Aralık 28’de
bu konuyla alakalı bir duyuruyu bayrak
töreninde yapacağız.
Köprü: LYS-LGS’de matematik ve fen
kısımları, biz bu derslerde İngilizce
eğitim gördüğümüz için öğrencilere
sıkıntı oluşturuyor. Seçmeli Türkçe
matematik ve fen dersleri koymayı
planlıyor musunuz?
M.O: Şu noktada, bu seçmeli dersler listede
değil. Yeni bir seçmeli dersin oluşturulması
ve kabul edilmesi çok zaman alıyor. Böyle
bir şeyin yapılma olasılığı olsa bile, büyük
ihtimalle 2014’e kadar bu dersler sizlere
seçenek olarak sunulamayacaktır.
Köprü: Robert öğrencileri hem
yurtiçindeki hem de yurtdışı için
girilen sınavlar için dershanelere
ihtiyaç duyuyor. Dershanelere olan
ihtiyacı azaltmak için neler yapılabilir?
M.O: Sizden öneriler duymak çok isteriz.
Yaklaşık on sene önce okul sonrası ve hafta
sonlarında birtakım kurslar için önerilerde
bulunduk; fakat öğrenciler bu öneriye pek
sıcak bakmadılar. Ülke genelinde genel
sıralamalarının nerede olduğunu öğrenmek
için dershanelerdeki rekabet ortamında
39
Ortalamam 90 üstü
YOL 3
Ortalamam 80’den aşağı
YOL 6
sonucuna bakacaksın. Eğer ortalaman
Yol 6’daki gibiyse Yol 5’in sonucuna bak.
YOL 3 ve 4
YOL B’nin testini çözeceksiniz.
YOL 5
Tavsiyemiz Türkiyeci olman. Eğer
yurtdışını çok istiyorsan da, sen işini
sağlama al dershaneye 11’de başla. Eğer
ders dışı aktivitelerin iyiyse belki Liberal
Arts okullarından kabul alabilirsin.
YOL B
1)a)Profesyonel sporcuyum. (5 p.)
b)Sporcuyum.(2p.)
c)Sporcudeğilim.(0p.)
2)a) MUN, DI, Orkestra gibi okulun
saygın kulüplerinden birindeyim ve bu
kulüplerde önemli pozisyonlarım var.
(4 p.)
b) Okulun saygın kulüplerindeyim ama
pozisyonum yok. / Okuldaki kulüplerden
birinde pozisyonum var. ( 3 p.)
c) Kulüplerle işim olmaz. (0 p.)
3)a)Müzisyenim. Birden fazla
enstürmançalabiliyorum./ Resimlerim
çağımızın modern eserleriyle eşdeğer.
(4 p.)
b) Müzikle/resimle aram iyidir. (1 p.)
c) Müzik ve resim; bunlar boş işler…
(0 p.)
4)a) Hocalarımdan büyük bir ihtimalle
çok iyi tavsiye mektupları alırım. (3 p.)
b) Ah keşke derslerde daha düzgün
davransaydım. (0 p.)
5)a)Lise 11’de ortalamamı arttırdım.
(2 p.)
b) Lise 11’de ortalamam sabit kaldı. (0 p.)
c) Lise 11’de ortalamamı düşürdüm.
(-2 p.)
6)a) Zor dersler seçtim. ( 2 p.)
b) Orta seviyede dersler seçtim. (0 p. )
c) Kolay dersler seçtim. (-2 p.)
12 Puan ve Üstü
Yol 3’ün Sonucu: Sana Ivy League
okullarını layık gördük. Olmazsa da
kendilerini kaybeder.
Yol 4’ün Sonucu: İyi bir üniversiteye
muhakkak gireceksin. Eğer burs istiyorsan
çok iyi Liberal Arts okullarını tavsiye
ediyoruz.
5-12 Puan Arası
Yol 3’ün Sonucu: İyi bir üniversiteye
muhakkak gireceksin.
Yol 4’ün Sonucu: İyi bir üniversiteye
girme şansın var.
5 Puan Altı
Yol 3’ün Sonucu: İyi bir üniversiteye
girme şansın var.
Yol 4’ün Sonucu: Türkiye daha mantıklı
gibi gözüküyor.
Bir Robertli’nin Hayali
Tayis
Arslan
geldiğini biliyorlar. Eğer bilmeselerdi,
öğrencilerimiz her sene birçok üniversiteye
kabul almazlardı.
Köprü: Eğer dönem birincilerine
tam puan verip diğer öğrencilerin
notlarını da buna göre yukarı çekersek
LYS-LGS sınavlarında başarı şansımızı
yükseltmiş olmaz mıyız?
M.O: Böyle bir yuvarlama yapma gibi
bir planımız yok. Notlandırma sistemini
her bölüm gözden geçiriyor ve nasıl ve
neden değerlendirme yapılması gerektiği
hakkında konuşuluyor. Mr. Jones da bu
konuda ilerleme kaydetmemiz için çok
büyük çaba sarf ediyor.
Sorularımızı cevapladığınız için çok
teşekkür ederiz .
“Çocuğum
yurtdışını
düşünüyor,
zaten o yüzden Robert’i seçtik.”
Robert Kolej Hazırlık Sınıfı Anneleri
Evet, böyle başlar ilk defa Robert Kolej’e
adım atan ailelerin söylemleri. Hazırlık
sınıfında her ailenin ve öğrencinin
hayalidir bu. Herkes “Harvard’a gitmek
istiyorum” diye böbürlenerek konuşur.
Büyük sınıflar: “Daha erken karar
vermek için, dokuzuncu sınıfta kararınızı
değiştirebilirsiniz” diye uyarsa bile gözü
yurtdışından başka bir şey görmeyen
hazırlık sınıfı öğrencisi bu konuda
emindir kendisinden. Hem ailesi de bir
yandan komşulara çocuğunun yurtdışına
gitmek istediğini söyleyerek atıyordur
havasını. Facebook’ta “Harvard, Oxford,
Stanford” beğenilmiştir çoktan. Kısacası
yurtdışı hayallerinin tavan yaptığı yıldır
hazırlık yılı. Ama gel gör ki dokuzuncu
sınıfa geçilir. Çalışmalar bu yönde
başlar, hayaller bu yönde kurulur. Ve
dokuzuncu sınıfın ilk sınavlarına girilir.
Herkes sudan çıkmış balığa dönmüştür.
Notlar hayal kırıklığı getirmiştir çoğunluk
için. Hemen büyüklerin yanına gidilip
endişeler söylenir, tavsiyeler beklenir.
Onlar da yurtdışını kazanan kişilerin
hayatlarında en az bir defa böyle notlar
aldıklarını söyleyerek avutur şaşkın
dokuzları. Ama gerçek şudur ki, dokuzun
zorluğu azalmadan devam etmektedir.
“Mastering”ler için zamanla yarışılır,
bitmeyen sınavlar bunaltır Robertliyi.
Zaman zaman hayaline ara verir,
“Türkiyeci mi olsam” diye düşünür. Hemen
hemen her gün ortalamasını hesaplar.
Bir yanı “hayır pes etmemeliyim” derken,
diğer yanı “boşver çok zor” diyerek
bahane bulmaya çalışır. Finallerden
bahsetmiyorum bile çünkü ilk defa
finallere girecek bir dokuz olarak ben de
stresi ve korkuyu yaşayanlardanım. Gerçi
Öğrenci Birliği’nin düzenlediği etkinlikler
bazen kafa dağıtılmasına katkıda
bulunuyor. Ve böylece nasıl geçtiğini bile
anlamadan dokuzuncu sınıf da bitiyor.
Onuncu sınıftadır bizim standart Robertli
öğrencimiz. Ama aklı çok karışıktır.
Acaba yüzde yüz ortalamasına mı
yoğunlaşmalıdır yoksa her ihtimale karşı
dershaneye mi gitmelidir. Ortalaması çok
iyiyse on birinci sınıfı beklemeye karar
verir kritik karar için ama ortalaması
tehlikedeyse ve şüphelerine yenik
düşüyorsa her ihtimale karşı gider iki sene
önce veda ettiği dershaneye. Ama onuncu
sınıf her şeye rağmen dokuz kadar zor
Ocak 2013
daha doğrusu yoğun değildir. Bazen
“PSAT” adlı sınav gibi hayal kırıklıklarıyla
karşılaşılabilir. Ya da ara sıra dokuzuncu
sınıfın zorluğunda ortaya çıkan
dayanışma duygusu özlenebilir. Ama
sosyalliklerle dolu okulumuz merhemdir
bu küçük üzüntülere. Dokuza göre daha
yavaş geçen onuncu sınıf öyle böyle
biter bir gün. Ve on birinci sınıf telaşlı bir
şekilde başlar. Türkiyeciyse eğer, Robertli
öğrencimiz dershaneye ağırlık verir
son sürat hızla. Ama eğer ortalamasına
güveniyorsa, ilerler yurtdışıcı olma
yolunda. Fakat ne yazık ki SAT gerçeğiyle
yüzleşir o sene de. Bazılarının pes
etmesine sebep olabilir bu gerçek.
Kısacası Türkiyeciyse de, yurtdışıcıysa da
çok zor bir yıldır 11. sınıf Robertlimiz için.
Ve son yıl; 12... Bu yılı çok iyi
anlatabileceğimi sanmıyorum çünkü
on ikinci sınıf olmak bence anlatılmaz
yaşanır türden bir duygudur. Ama bu
okuldaki bir buçuk yıllık gözlemlerime
dayanarak bu okuldan mezunlarla ilgili
bir yargıya vardım ve onu paylaşacağım.
Beş yıl içinde Robertlinin fikirleri sürekli
bir değişim içindedir. Bir bakmışsınız
doktor olmak isteyen Robertlimiz
astronot olup çıkmış çünkü Robert Kolej
KÖPRÜ
Fatmanur
Yokuş
ona sürekli yeni tecrübeler kazandırmış
ve ufkunu genişletmiştir. Kısacası hazırlık
sınıfındaki hedef yüz seksen derece
değişebilir on ikinci sınıfa gelindiğinde.
Biz yurtdışıcı Türkiyeci konusuna geri
dönelim. Eğer Robertli öğrencimizin not
ortalaması, SAT’si, AP’leri çok iyise ve
üstüne üstelik çok sosyalse yurt dışına
erken başvurur ve sonucu bekler. Eğer
kabul alırsa Robert Kolej’in en şanslı
kişisi ilan edilebilir. Ama olumsuz ya da
erteleme cevabı alınırsa, normal başvuru
zamanı başvurulur ve yurtdışıcılar belli
olur. Eğer Robertlimizin kararı Türkiyeci
olmak ise o yıl boyunca çok sıkı bir
şekilde çalışır ve Türkiye’de derece elde
eder. Hangisi daha iyi derseniz kesin bir
cevap veremem ama bir şeyden eminim
ki bizim Robertli seçtiği alan ne olursa
olsun o alanın en iyileri arasında yer
alacaktır bütün diğer Robertliler gibi.
Önemli olan da bu değil midir zaten?
Editörler
Yunus Emre Erdölen
Berfin Torun
Kaan Cemil Doğusoy
Sevim Gözde Şentürk
Saffet Gülbabil Kökver
Yazarlar
Başak Dağlıoğlu
Yayın Kurulu
Nur Sevencan
Beste Şentürk
Tasarım Asistanları
Defne Aksoy
Umutcan Gölbaşı
Sera Pekel
Deniz Şahintürk
Zeynep Can Aksoy
Berk Özgen
Gizem Tulunay
Su Mevsim Küçükakyüz
Gizem Taşkın
Hasan Orkun İpsalalı
Şule Kahraman
Umutcan Gölbaşı
Eda Özkök
Fatma Nur Eslem Soylu Meriç Demirbaş
Orkun Bulut Duman
Alara Gebeş
İbrahim Furkan Özcan Eymen Pınar
Yiğitcan Çelik
Sıla Küçükosmanoğlu Eda Özkök
Orhun Tezel
Elize Arslan
Tayis Arslan
Gizem Taşkın
Su Mevsim Küçükakyüz Ayşenaz Toptaş
Hazal Özkan
Ayhan Okçal
İrem İlhan
Pınarnaz Eren
Selin Özülkülü
Mert Ali Düşünceli
40
Tasarım Editörleri
Sinan Hiçdönmez
Atakan Baltacı
Kapak Tasarımı
Eda Özkök
Özlem Lal Tüzman
Cansu Bayraktar
HABERLER
Fatma Nur Yokuş
Dilara Çankaya
Zeynep Şiir Bilici
Burçe Şahbenderoğlu
Berk Özgen
İrem Uzunhasanoğulları
Greti Barokas
Damla Su Özer
Şiir Su Saydam
Baha Aydın
Elif Ece Acar
Merve Kahraman
Deniz Saip
Ayça Ersoy
Sorumlu Öğretmenler
Melek Giray İnce
Serya Karapınar
İmtiyaz Sahibi
Özel Amerikan Robert
Lisesi
Güler Kamer
Sorumlu Müdür
Güler Kamer
Yayının Konusu: Okul Gazetesi
Yayının Dili: Türkçe
Yayının Türü: Yerel, Süreli
Yayının Süresi: Aylık
Yönetim
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No. 87
Arnavutköy/İstanbul
Tel: +90 (212) 359 22 22
2012 Yılının En’leri
2012 Yılının En Çok
Konuşulan Kişisi
2012 Yılının En İyi Yemekhane Yemeği
PSY
Neşeli Tavuk
2012 Yılının En Popüler Mekanı
Büyük Kantin
2012 Yılının En İyi Yemekhane
Gözetmeni
2012 Yılının En İyi Türkçe
Konuşan Yabancı Hocası
Gregory Pinto: “Anneme ve Babama suç
olaylarında sert olmamı öğrettikleri için
teşekkür ederim, ve öğle yemeğinde de....”
Anne Kozlu
2012 Yılının En İyi Giyinen Hocası
2012 Yılının Kişisi
Shirin Shabdin
2012 Yılının En İtici Şeyi: Öğle Tenefüsünde Laptop Başındakiler
2012 Yılının En Güzel Organizasyonu: Lend Me A Tenor
2012 Yılının En Üzücü Şeyi: Kıyametin Kopmaması
Dave Phillips
Absürt Haber Köşesi
Gould-Mitchell Arasında Öğrenciler
Eziliyor!
Gould-Mitchell arasında her gün
gidip gelmek zorunda olan Robert
Öğrencilerinin ezilme tehlikesi altında
olduğunu önceki sayımızda söylemiştik.
Bir sonraki derse girmek için acele eden,
telaş içindeki öğrenciler çevrelerine
hiç dikkat etmeden, omuz atarak hızlı
bir şekilde yürümekte kararlı! Özellikle
20 dakikalık teneffüste, ebat olarak
üst sınıflardan küçük olan Hazırlık
öğrencileri bu yolu kullanmadıklarını,
kullanan öğrencilerin geri gelmediklerini
söylüyorlar. Sadece Hazırlık öğrencileri
değil, koridorda yürürken kitabını
düşürdüğü için eğilen öğrencilerden
geriye sadece gözlükleri ve kitapları
kalıyor. Ezilmekten öte buharlaşan
öğrencilerin reenkarne olup kedi olarak
Robert’e geri geldiğine inanan bir grup,
kedilerin “bazı” insanlara karşı hırçın
olmasının nedenini buna bağladıklarını
belirtiyorlar. Köprü olarak bütün
öğrencilere, biraz daha sakin olmalarını
ve acele işe şeytan karışacağını belirtiyor
Ocak 2013
ve hiçbir Robertlilinin buharlaşmamasını
diliyoruz.
Robert Kolej Ormanlarına UFO indi!
Robert Kolej, yaklaşık bir hafta önce
150 yıllık tarihindeki en fantastik
olaylarından birini yaşadı. “2012”
filmini gelişmiş teknolojileriyle kaçak
antenden çekerek yasadışı bir şekilde
izleyen uzaylılar, filmden etkilenerek
çareyi, kıyametten sonra insanların
yaşayacakları üç yerden biri olan Robert
Kolej’e kaçmakta buldular. Yanlarında
erzak, akraba ve kaçak anten getiren
KÖPRÜ
uzaylılar Robert Kolej ormanlarına
yerleştiler. Okul yönetimi, uzaylıların bu
tavrının doğal olabileceğini, onların da
bir canlı olduğunu belirterek öğrencileri
sakin olmaları konusunda uyardı. “SelfDefense” hocası ise herhangi bir uzaylı
saldırısı karşısında, öğrencilerin yere
çökmesi konusunda uyardı. Ayrıca bu
yöntemin uzaylıların kafasını karıştıracağı
gerçeğinin, İskoçyalı ve İsviçreli Bilim
adamlarının ortaklaşa onayından
geçtiğini belirtti. Anlaşıldığı üzere
Dünya’da kıyamet kopmasa da, Robert’te
21 Aralık yüzünden yer yerinden oynuyor!

Benzer belgeler

eda yurdakul ferdağ sezer aygül tanaydın

eda yurdakul ferdağ sezer aygül tanaydın hatırlıyorum:“ Daima öğrenci kalmak isteyenler, öğretmen olarak okula dönerler.” Köprü: Şimdi öğrencilerin çok merak ettiği bir soruyu sormak istiyoruz. Okul dışında birlikte zaman geçiriyor musunu...

Detaylı

Köprü Mayıs 2013

Köprü Mayıs 2013 Köprü’nün bu dönem 2. Sayısını daha da geliştirdik, daha da iyi yaptık! Robert Kolej öğrencilerinin sesi olmak için sizin sesinize kulak vermeliydik ve bunu

Detaylı