Ekim 2014

Transkript

Ekim 2014
06
YAYIN DÜNYASI
V. B. Bayrıl
Rafları neden
kötü kitaplar
dolduruyor?
23
TARTIŞMA
Sezai Coşkun
Namık Kemal
cevap veriyor
25
Ömer Ayhan
16
Çevirmen gözüyle
Siegfried Lenz
Ayşe Sarısayın
20
Şavkar Altınel
ile söyleşi
Can Bahadır Yüce
illüstrasyon: orhan nalın
04
Taşralı bilge:
William Faulkner
Yazmayı öğretme
iddiasındaki rehber
kitapların sayısı her
geçen gün artıyor.
Söz konusu kitaplar
romandan şiire,
öyküden hatıraya, gezi
yazısından senaryoya
uzanan farklı türlerin
yanında gazetecilik, blog
yazarlığı gibi alanlarda
yazma eyleminin
sırlarını anlatıyor.
SAYFA 08
DENEME
Ali Çolak
Okumak ve
yazmak: Ezeli bir
teselli
26
ÖYKÜ
Azra İnci
Ülkü Tamer’den
farklı öyküler
27
EDEBİYAT
Ercan Yılmaz
Bir yeraltı adamı:
Dostoyevski
38
USTA GÖZÜYLE
Recai Güllapdan
ve
İrfan Külyutmaz
Yazar
olmak
istiyorum!
Z A M A N G A Z E T E S Ý ’ N Ý N Ü C R E T S Ý Z AY L I K K Ý TA P E K Ý D Ý R . Y I L : 9 S AY I : 1 0 5 6 E K İ M 2 0 1 4 PA Z A R T E S Ý
B U S AY I D A
ÖMER AYHAN Taşralı bir bilge: William Faulkner 4
V. B. BAYRIL Neden rafları kötü kitaplar... 6
MEHMET TUNÇ Yazmayı hangi kitaplardan... 8
MUSA İĞREK Yazar adaylarına kılavuz kitaplar 12
AYŞE BAŞAK ‘Fırtınadan önce’ neler oldu? 14
AYŞE SARISAYIN Bir atmosfer kurma ustası 16
ALİ EMİN TUNÇ Ankara, iyi kalpli üvey ana 18
ZEKERİYA BAŞKAL Yitik bir dünyanın çetelesi 19
CAN BAHADIR YÜCE ‘Düzyazıyla şiiri büsbütün... 20
İNAN ÇETİN Yeni dönemin ruhu 22
TEMEL KARATAŞ Sevimli bir ihtiyar olarak Tanpınar 22
SEZAİ COŞKUN Namık Kemal cevap veriyor 23
A. ESRA YALAZAN Odysseus’un bütün dönüşleri 24
AHMET HAMİT YILDIZ 20. yüzyılı icat etmek 24
ALİ ÇOLAK Ezeli bir teselli 25
AZRA İNCİ Tarihin hayalhanesi 26
SONER ÖZCAN Piri Reis’in ütopyası 26
SÜREYYA SU Tekerrür: Bugünün metaforu 27
ERCAN YILMAZ Yeraltı adamı Dostoyevski 27
A. YAVUZ ALTUN Soykırımlar çağı 28
İSA DARAKcI ‘Büyülü düşünme’nin romanı 28
YAVUZ ULUTÜRK Karla gelen kıyamet 29
EMRAH PELVANOĞLU Yahya Kemal’i anlamak 30
ALPER SARI Tarih tamir edilir mi? 30
NiHAT DAĞLI Kayıp kardeşin peşinde 31
OSMAN iRiDAĞ Yüce Divan’da mahkûm olan... 32
cem mert Şairler neden sürgün edildi? 33
GÜNSELİ IŞIK Gözlerimi kaparım, ilk filmimi 34
MUSA GÜNER Gazeteler çocuğa gerçekleri... 35
GÜLİZAR BAKİ Yediğin senin olsun... 36
AHMET ÇAKIR Dünyanın en zayıf takımında... 37
RECAİ GÜLLAPDAN-İRFAN KÜLYUTMAZ Usta gözüyle 38
İyi yazmak nasıl öğrenilir?
İ
yi yazmak (zanaat boyutuyla),
öğrenilen bir şeydir. Peki, iyi
yazmayı ‘iyi yazılmış’ şiirlerden,
öykülerden, romanlardan mı
öğrenmeli, yoksa yazma sırları
veren kılavuz kitaplardan mı?
Kapak dosyamızı bu sorudan
yola çıkarak hazırladık. Mehmet
Tunç ve Musa İğrek, yazar adaylarına yol
göstermek amacıyla kaleme alınmış kitapları
derleyip farklı açılardan değerlendirdiler.
Son dönemde dilimizde yayımlanan, yazma
önerileriyle dolu bu tür kitapların işlevini
ve etkisini merak edenlere fikir verecek bir
dosya ortaya çıktı.
Şiirlerinde olduğu gibi düzyazı kitaplarında da kendine has bir dünya kuran
Şavkar Altınel bu ayki söyleşi konuğumuz.
Altınel yeni kitabı Hotel Glasgow’la ilgili sorularımızı yanıtladı. Bu sayıdan itibaren başladığımız “Çevirmen Gözüyle” sayfasının ilk
konuğu Ayşe Sarısayın, kitaplarını dilimize
kazandırdığı Siegfried Lenz’in portresini
kaleme aldı. Bundan böyle her sayıda bir çevirmenin kaleminden dilimize kazandırdığı
bir yazarın portresini okuyacağız.
Edward Said’den Ülkü Tamer’e, William
Faulkner’dan Nazlı Eray’a seçkin yazarların kitaplarıyla okurlar için bereketli bir ayı
geride bıraktık.
Kitap fuarı sayısında görüşmek üzere...
ÝM­TÝ­YAZ SA­HÝ­BÝ: FEZA GAZETECÝLÝK A.Þ.
GE­NEL YA­YIN MÜ­DÜ­RÜ: EK­REM DU­MAN­LI Ge­nel Ya­yIn Mü­dür Yar­dIm­cI­sI: MEH­MET KA­MIÞ Ge­nel Ya­yIn EdÝ­tö­rü:
ALÝ ÇO­LAK EdÝ­tö­r: CAN BAHADIR YÜCE Gör­sel Yö­net­men: FEV­ZÝ YA­ZI­CI Say­fa Ta­sa­rIm: DURMUþ ÖZELÇİ So­rum­lu Mü­dür ve Ya­yIn
Sa­hÝ­bÝ­nÝn Tem­sÝl­cÝ­sÝ: harun çümen Rek­lam Grup Baþ­ka­nI: MELİH KILIÇ Rek­lam Grup Baþ­ka­n YARDIMCISI: İskender YILMAZ REKLAM
Sek­tör Yö­ne­tÝ­cÝ­SÝ: Cenk AYTUĞU REKLAM SEKTÖREEL YÖNETİCİSİ: Kazım ARSLAN REKLAM SEKTÖREEL UZMANI: MELEK TINMAZ Ya­yIn
Tü­rü: YAY­GIN SÜ­RE­LÝ ad­res: Za­man Ga­ze­te­sÝ 34194 Ye­nÝ­bos­na-Ýs­tan­bul Tel: 0212 454 1 454 (pbx) Faks: 0212 454 14 96 Rek­lam Tel:
0212 454 82 47 Bas­kI: Fe­za Ga­ze­te­cÝ­lÝk A.Þ Te­sÝs­le­rÝ http://kÝ­tap­za­ma­nÝ.za­man.com.tr E-POSTA: kÝ­tap­za­ma­nÝ@ZAMAN.COM.TR
Her ayIn Ýlk pa­zar­te­sÝ gü­nü ya­yIm­la­nIr
twitter.com/kitap_zamani
facebook.com/kitapzamanicom
EDEBİYAT
KÝ­TAP ZA­MA­NI
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Taşralı bir bilge: William Faulkner
M. Thomas Inge’in derlediği William Faulkner’la Konuşmalar gazetecilerin, meraklı birkaç okurun, yayımcısının ve kimi dostlarının izlenimleriyle bir Faulkner portresi sunuyor. Kitabın son bölümünde yazarla
yapılmış, soru-cevap şeklinde ilerleyen uzun bir söyleşi de var.
WILLIAM FAULKNER’LA KONUŞMALAR, DER.: M. THOMAS INGE, ÇEV.: ASLI KUTAY YOVİÇ, AGORA KİTAPLIĞI, 320 SAYFA, 25 TL
B
“
belki de yazardaki dehayı, nostalji gibi
kadim ve çıplak gözle kolayca görülen
bir yarayı üstünü örterek anlatabilmiş
olmasında da aramak gerekir.
ÖMER AYHAN
ir muhabir William
Faulkner’a, ‘Eğer dünyada
kalan son insan siz olsanız da yine yazar mıydınız?’ diye sordu.
‘Evet, yazardım’, diye gayet soğuk biçimde cevapladı Nobel ödüllü yazar. ‘Bir yazar unutuluş duvarının ardına geçtiği zaman bile, duvara ‘Kilroy buradaydı’ gibi
bir şey yazacak kadar duracaktır.’”
Yazarlara sürekli reva görülen “Neden yazıyorsunuz?” sorusuna Faulkner’ın
verdiği cevap, ilk bakışta yazarlardan
ziyade okurların öne sürdüğü bir görüşü doğrular: Dünyada bir iz bırakabilme güdüsü, hırsı, endişesi... Bununla
birlikte unutuluş duvarının lanetiyle
kuşatılmış bahtsız yazarın bile izini kazıyacağını söylemiştir Faulkner. Belki
bu meydan okumayı, ‘çünkü yazarın
yazmaktan başka bir seçeneği yoktur’
diye çevirebiliriz.
M. Thomas Inge’in derlediği William Faulkner’la Konuşmalar’ın başlığı
yanıltıcı olabilir. Kitabın son elli sayfası
soru-cevap şeklinde ilerliyor olsa da gazeteciler, meraklı birkaç okuru, yayımcısı ve aynı ortamda kendisiyle birkaç
kelam edebilmiş kişiler ile kimi dostlarının izlenimleri oluşturuyor kitabın
içeriğini. Makale, deneme, en çok da
anı havasındaki yazılar bize bütüncül
bir Faulkner portresi bahşediyor. Nev-i
şahsına münhasır yazarın, okurun imgeleminde giderek bir roman kahramanı gibi tınladığı bir toplam bu. Genellikle kalabalıklardan kendini sakınarak
yahut mümkün mertebe dünyasını
saklı tutarak yaşayan Faulkner’la ilgili
şaşırtıcı olduğu kadar eğlenceli anekdotlar da eksik değil. Örneğin, postane
müdürlüğü macerası edebiyat tutkusunu apaçık ortaya koyuyor: “Birçok defa
postanede gişesini zamanından önce
kapatmış ve öğrenciler posta işlemleri
için bağırıp çağırırken şiir yazmıştır.
Sonuç olarak, kovulur.”
Faulkner’ın edebi gerçekçiliği
Faulkner, Güney Gotiği’yle ilişkilendirildiği ilk eserlerinden itibaren
Amerika’nın grotesk özellikleriyle
öne çıkan tekinsiz Güney’ini yazdı.
Gerçekçi bir yazar olarak kabul edilen
Faulkner’ın gerçekçiliği Anglosakson
edebiyat geleneğinde sıkça görülen
bir ‘üst-söylem’in temsilidir ve bizde
adeta fetişleştirilmiş sosyal gerçekçilikle ilişkisi yoktur. Mississippi’nin
‘Düzyazı da şiirdir’
William Faulkner (1897-1962)
süzlük arzusu veren şeylerin toplamıdır.” Faulkner’a göre olgusal gerçeklik,
edebiyatın meselesi değildir. Bu noktada Faulkner’ın ve birçok yazarın gerçek
mekânlardan yola çıkarak bildiğimiz
yerleşimlerin bire bir replikasını kurdukları hayalî mekânlar, öznelliği öne
çıkarır. Bu da bizi, kurmaca hayatın
taklidi ya da doğrulandığı alandır, gibi
kısır bir yorum yerine, kurmacaya hayatın muadili, hatta rakibi diyebileceğimiz alternatif bir düzleme taşır.
Faulkner’a dönersek, aile büyüklerinden dinlediği Güney efsanesini
kendi gözlemleriyle harmanlamış,
aslında çoktan başkalaşmış ve kabuk
değiştirmeyi sürdüren yarı imgesel bir
Güney’i ısrarla, hatta nostaljiyle anlatmıştır. Kurmacanın seyrinin değişmesinde parmağı olan biçimsel hamleleri onu kimilerine göre Amerikan
edebiyatının zirvesine taşımıştır. Ama
Oxford kasabası birçok hikâyesinde
ve kimi romanlarında Jefferson adıyla yeniden yaratılmıştır, efsanevi
Yoknapatawpha ise yıllarını geçirdiği Lafayette kasabasıdır. Faulkner’ın
okurlara karmaşık gelen eserleri
hakkında bugün klasik sayılan çalışmalardan birine imza atan Malcolm
Lowry, kurmaca Yoknapatawpha’nın
bir haritasını hazırlamıştır. Bir yandan
okurun merakını yatıştırıp o destansı
yolculukta kılavuz işlevi gören bir çabadır Lowry’ninki, aynı zamanda bir
parça yanıltıcı, hatta belki son tahlilde yararsız da sayılabilir. Zira Faulkner, bu kurmaca mekânların Oxford
ve Lafayette’in hayaletleri olduğunu
inkâr etmez ancak gerçekliği nasıl algıladığıyla ilgili sözleri bizi dosdoğru
kurmaca kavramının kalbine gönderir:
“Gerçek ile doğrunun birbiriyle çok az
alâkası vardır. Doğruluk insana ölüm-
4
Faulkner’a göre “Edebiyat, insan yüreğinin mücadelesinin hikâyesidir.” Sürekli
Güney’i, üstelik başka yazarların anlatamadığı bir biçemle anlattı Faulkner, ancak bir toplumu anlatmanın en sağlam
yolunun bireyi anlatmak olduğunu sezerek. Bunu da yalınlıkla ifade etmiş: “Birey
bir sorunla karşılaşır, o mu sorunun üstesinden gelecektir yoksa sorun mu onun
üstesinden gelecektir? Bütün hikâye budur.” Faulkner’ın özellikle Ses ve Öfke’deki karmaşık anlatımı, zamanı kullanımı
hakkında çok şey söylendi. Ama sanırım
en ilginci yazarın kendi sözleri. Üslup
sizin için çok mu önemli sorusuna, üslupla hiç vakit kaybetmediğini, romanlarının sonunu, hatta bir sonraki sayfada neler olacağını asla kestiremediğini
söylüyor. Faulkner’ın başyapıtım dediği
Ses ve Öfke’ye en ilginç yorumlardan biri
Sartre’dan gelmiştir. Onun tıpkı Proust
gibi ‘zaman’ı enine boyuna ele alan bir
yazar olduğunu söyleyen Sartre’a göre,
romancının kendi öznel Güney’ini başka
türlü yazma şansı yoktu.
Faulkner kendini bir taşralı olarak
tanımlıyor söyleşilerde. Bir dönem New
York’ta çalışmış, Los Angeles’ta Hollywood için senaryolar kaleme almış
olmasına rağmen taşralı kimliğini korumayı tercih etmiş. Çiftliğinde güvendiği insanlar ve hayvanlarla geçirdiği
zamana karşılık, büyük şehrin ve büyük şehir insanının onu tedirgin ettiği
anlaşılıyor. Faulkner’ın en azından bu
derlemede hakkında yazanlarca genellikle doğru anlaşıldığı söylenebilir. Az
konuşan, nazik, melankolik, utangaç,
dünyanın sırrını çözmüş ve öylece kabullenmiş bir bilge havasında betimleniyor yazar. Stephen Longstreet’in çok
güzel ifade ettiği gibi: “Hayatın gerçeklerine karşı müthiş bir duyarlılığı vardı,
en basit şeyleri (kızmış tavadaki yağın
sesi, bir bitkinin belirli bir saatte oluşan
gölgesi, sıcak bir günün verdiği his ve
koku...) bile destansı hale getirirdi.”
Yazan bir insana böylesi duyarlıklardan daha değerli bir armağan verilebilir mi? Belki de şiiri yirmili yaşlarda
bırakmasına rağmen Faulkner’ın “düzyazı da şiirdir” sözünü ciddiye almalıyız. Hikâye ve romanda şiiri yakalamış
talihlilerden biriydi o.
YAYIN DÜNYASI
KÝ­TAP ZA­MA­NI
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Neden rafları kötü kitaplar doldurmaya başladı?
Dubravka Ugresiç, Okumadığınız İçin Teşekkürler adlı kışkırtıcı kitabında
sözünü sakınmadan önemli sorular soruyor: Neden kitapçı raflarını giderek
sayısı artan ‘kötü’ kitaplar doldurmaya başladı? Neden okur ‘iyi edebiyat’a
sırt çeviriyor? Gün geçtikçe neden daha çok yazar şuh pozlar veriyor?
OKUMADIĞINIZ İÇİN TEŞEKKÜRLER, DUBRAVKA UGRESİÇ, ÇEV.: GÖKÇE METİN, AYRINTI YAYINLARI, 240 SAYFA, 18 TL
İ
V. B. BAYRIL
Kitaptan:
ronik, eğlenceli, muzip ve elbette buruk bir tat bırakıyor
ağızda, üstelik okuduğunuz için
teşekkür bile etmiyor, tersine Okumadığınız
İçin Teşekkürler bu kışkırtıcı kitabın adı.
Biraz biyografik bilgi: Dubravka Ugresiç. Yazar. Kadın. Yugoslavya diye bir ülke
varken doğdu. Doğduğu yer şimdi Hırvatistan denilen bir ülkede. Zagreb Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde karşılaştırmalı edebiyat ve Rus edebiyatı okudu.
Edebiyat Kuramı Enstitüsü’nde (enstitü
adının güzelliğine bakar mısınız!) öğretim
üyeliği yaparken birçok hikâye, deneme
ve roman yazdı. 1991’de patlayan iç savaşta, savaş ve milliyetçilik karşıtı tutum
takınınca Hırvat medyasının, meslektaşlarının ve kimi önemli siyasi şahsiyetlerin
hedefi haline geldi. “Vatan haini”, “cadı”
damgası yedi. Hırvatistan’ı terk etmek
zorunda kalıp Hollanda’da yaşamaya başladı. Birçok ödül ve kitap sahibi. ABD ve
Avrupa üniversitelerinde dersler veriyor.
Hikâye çok tanıdık değil mi? Sonuçta
karşımızda “modern bir sürgün yazar” var.
Kalifiye. Yaptığı şeyi dünyada geçerli kılmış. Üstelik bir biçimde “yırtmış”, “dünya
vatandaşı” olmuş. Muhalif, akademisyen,
üretken, nitelikli bir insan. Dahası Hollanda gibi Avrupa’nın merkezinde, gerçekten
liberal ve hoşgörülü bir toplumda yaşıyor.
İnsan bütün bunların biraz olsun “kıymetini” bilir değil mi? Değil.
Doğrucu Davut!
Dubravka Ugresiç, biraz “nankör” bir kişilik. Sanki biraz da “doğrucu Davut”. Bir
sürü soruyu bize Amazonların okları gibi
fırlatıp duruyor: “Neden kitapçı raflarını
giderek artan sayıda ‘kötü’ kitap doldurmaya başladı? Neden okur ‘iyi edebiyat’a
sırt çeviriyor? Gün geçtikçe neden daha
çok yazar şuh pozlar veriyor?” Dobra kelimesi ile Dubravka arasında bir bağ var
mı bilmiyorum ama Dubravka çok dobra bir yazar. İkiyüzlülük gördüğü yerde
hiç lafını sakınmıyor: “Amerikalı ve Batı
Avrupalı yazarlar, Doğu Avrupalı meslektaşlarının, ücretsiz diş bakımını, kira
bedeli alınmayan apartman dairesini ve
yazarlar birliğine ait ücretsiz konaklanabilen tatil evlerini kapsayan memur-yazarlıklarıyla senelerce dalga geçtiler. Ama
yaratıcı yazarlık görevlerini, bursları, fonları ve vakıfları, devlet destekli kitapları
ve bedava sanatçı tatil evlerini (yazarların
inziva mekânlarını) kapsayan kendi memuriyetleri konusunda fesatça sessiz kal-
Dubravka Ugresiç
dılar. Bugün Doğuluların ellerinde hiçbir
şey kalmamışken, Batılı yazarlar bunların
hepsine hâlâ sahipler...”
Okumadığınız İçin Teşekkürler, liberal ve elbette serbest piyasacı Batı yayın
dünyasında edebiyat ajanslarının, editörlerin, pazarlamacıların, süpermarket
olmuş kitapçıların, “meslektaşların”,
tekelleşen dağıtım ağlarının güncel halini seriyor gözlerimizin önüne. Apaçık.
Çıplak. Tabii ki yer yer çok eğlenceli hatıralar, içeriden gözlemler, keskin ve sorgulatan çözümlemeler eşliğinde.
Fakat kitabın sadece bu konular etrafında döndüğü sanılmasın. Aynı zamanda
sürgünlük, iç savaş, milliyetçi siyaset ve
kültür, sürgün olarak yazar, kadın olarak
yazar, ulusal edebiyat nedir, piyasa küçük
ülkelerin edebiyatından ne bekler, muhalif
olarak yazar, çaresiz biri olarak yazar, meslektaşlar arası rekabetin çeşitli halleri gibi
birçok konuya değinirken amansız bir dü-
rüstlük, sivri dillilik ve yer yer asit gibi keskin özeleştirilerle, soğukkanlı ama insanın
kanını donduran gözlemlerle yazarlığın,
edebiyatın, iyi edebiyatın geleceğine dair
tahminlerde de bulunuyor Ugresiç.
Kitabın arka kapak yazısı durumu
aslında iyi özetlemiş: “Okumadığınız İçin
Teşekkürler, bir bakıma liberal kapitalist
dünyanın kültüre, insana ama özellikle
de kitaba ne yaptığının hikâyesidir.” Tamamı değilse de, hikâyenin önemli bir
bölümü Ugrasiç’in kitabında yer alıyor.
İnsan merak etmeden duramıyor elbet,
ünlü Türk yazarların yurtdışı serüvenleri nicedir acep? Bir gün onlardan da böyle keyifli bir kitap okuyabilecek miyiz
acaba? Mesela İngilizcesi beş yıl önce iki
bin basılıp günümüze kadar sadece 100
adedi satılan ama yurtiçinde 300-500
bin satan kitaplara imza atmış “ünlü”
yazarlarımız ne hissediyordur böyle durumlarda? Yazsalar da öğrensek:)
6
Batı edebiyat piyasasında sesini
duyuran Doğu Avrupalı bir yazar
için en büyük şok estetik kıstasların
olmayışıydı. Edebi değerlendirmenin
kıstasları Doğu kökenli dostumuzun
edebiyatla haşır neşir olduğu tüm
yaşantısı boyunca büyük çabayla
biriktirdiği sermayesiydi. Sonra bu
sermayenin hiçbir işe yaramadığı
ortaya çıktı... Edebiyat piyasasıyla
karşılaşmaları yazın yaşamlarının
en büyük şoku, ayaklarının altındaki
toprağın kayması, yazarlarının egosuna korkunç bir darbeydi.
“Ah siz yazar mısınız?”
“Evet” diye cevap verir Doğu
Avrupalı dostumuz, seçilmiş
olmayanları aşağılamak istemeyen
alçakgönüllü ve iyi yetişmiş bir insan
duygusu vermeye çalışarak.
“Ne tesadüf! On yaşındaki kızımız romanını tamamlamak üzere.
Hatta bir yayıncımız bile var!”
Ve bu da “Doğu Avrupalı”mızın
hazmetmek zorunda olduğu ilk
aşağılamadır. Kendisinin bir yayıncısı bile yoktur. Ve yakın zamanda
edebiyat piyasasının “seçilmiş”lerle,
meslektaşlarıyla dolup taştığını fark
edecektir. Meslektaşları ise anılarını
yazan fahişeler, spor yaşamlarını
anlatan sporcular, ünlü katillerin iç
dünyasını daha yakından tanıtan
eski kız arkadaşları, günlük yaşamın
rutininden sıkılan ve yaratıcı yaşam
biçimi sürdürmeye karar veren ev
kadınları; avukat-yazarlar, balıkçıyazarlar, edebiyat eleştirmeni-yazarlar; kimlik arayışında sayısız kayıp
ruh, birinin taciz ettiği, tecavüz ettiği, dövdüğü ya da ayağına bastığı ve
asırlık yaralarının dramını yazarak
dünyayla paylaşma telaşı içinde olanlardan oluşan büyük bir ordudur.
Doğu Avrupalı dostumuz
fazlasıyla sarsılmış durumdadır. Bu
“meslektaş”ların tümünün kendisiyle
aynı haklara sahip olduğuna, edebiyat demokrasisinde herkesin eşit
olduğuna, herkesin bir kitap yazma
ve edebi başarıya ulaşma şansının
olduğuna inanmamaktadır. Ancak
sonunda (edebi-tarihsel) adaletin yerini bulacağına inancını kaybetmez.
Doğu Avrupalı dostumuz yanılıyor.
KAPAK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Yazmayı hangi kitaplardan öğrenmeli?
Y
illüstrasyon: orhan nalın
Roman, öykü gibi kurmaca ya da eleştiri, deneme, inceleme gibi kurgu dışı eserlerin
yazımı, bu türlerde örnekler okuyarak mı öğrenilir yoksa bu türlerin nasıl yazılacağı üzerine kaleme alınmış kitaplardan mı? Kılavuz kitapların yazarlığı kısa sürede öğretebileceğinin ileri sürülmesi, birçok yazar adayı için bu çalışmaları cazip kılıyor.
MEHMET TUNÇ
azı bir buluş mudur, keşif mi? Yazmak insan için
güçlü bir tutku ve ihtiyaçken, öyle görünüyor ki, Sümerler yazıyı uygarlığa kazandırdıklarında bir
buluştan çok keşfi gerçekleştirdiler.
Sanki yazı, evrenin bir yerinde saklı
dururken onlar sadece bir hazinenin
kapağını araladılar ya da üzerindeki
tozlu örtüyü kaldırdılar. O günden
bugüne yazı insanın kaderinin bir
ortağı ve tanığı olarak varlığını sürdürdü, sürdürüyor ve sürdürecek.
İnsan neden yazmak ister ve içinden geçtiği dünyayı, hayatı kayıt
altına almaya tutku duyar? Tarihin
yazının bulunuşuyla başladığını
kabul edersek aslında bu sorunun
tarih kadar eski olduğu çıkarımına
da varırız. Belki bu soruya cevap
ararken yaptığımız, aslında daha
kesif, daha karanlık bir dünyaya
doğru yolculuktur. Tam da bunun
için yazı üzerine, yazının doğasına
dair kaleme alınan bütün kitaplar,
zihnimize yeni sorular ekler, imgelemimizdeki soru işaretini büyütür.
Yazmayı Vırgınıa Woolf’tan öğrenmek
‘İnsan ancak kendini yazar’
“İnsan her zaman hikâye anlatıcısıdır; kendisinin ve başkalarının
hikâyeleriyle çevrili yaşar, başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve
hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya
çalışır.” diyen Jean-Paul Sartre’ın sözünden, hikâye anlatmanın salt bir
anlatma edimi olmadığını çıkarabiliriz. Bir insan her zaman hikâye anlatıcısı ise yazar kimdir? “Bir anlatıcılar
vardır, bir de yazarlar. İnsan canının
istediğini anlatır; canının istediğini
yazmaz: Ancak kendini yazar.” sözleriyle Jules Renard, Sartre’dan yıllar
önce aslında aklımıza takılan soruya
dolaylı da olsa yanıt veriyordu.
Jules Renard’ın anlatıcı ile yazar arasına koyduğu sınır bizi yazara
daha çok yaklaştırmışken, karşımıza
yazı ile yazar arasındaki ilişkiyi sorgulayan şu soru çıkar: Acaba yazar, nasıl
yazdığını bilir mi? “Yazmak bir dağa
tırmanmaya benzer. Tırmanırken tek
görebildiğiniz, önünüzdeki ve tam
üstünüzdeki kayadır. Nereden geldiğinizi ya da nereye gittiğinizi göre-
Gümüş’ün şu saptamasında okuruz:
“İnsana ne denli beceriksiz olduğunu, yazmaktan daha çok ne gösterir?
Sanırım ötesi yok. Yazınsal yazının
olanaklarının neler olduğunu kâğıt
üstüne yazalım, sonra da onları bir
kişi yaratmakta, kişiler arasındaki ilişkileri ve çatışmaları, ölümleri ve doğumları ve bunlara benzer durumları
anlatmakta kullanmaya başlayalım.
Kâğıt üstüne yazıldığı gibi olmadığını
görmek, ümit kırıcı olabilir. Yaratıcı
yazıyla yazar arasındaki sağlam köprü
tam bu krizin ortasında kurulur.”
konusunda bir şey öğrendiğimiz hayli
su götürür. Daha iyi yazmıyoruz; hakkımızda söylenebilecek tek şey, şimdi birazcık şu yönde, şimdi bu yönde
hareket etmeye devam ettiğimiz, ama
yeterince yüksek bir zirveden bakıldığında, hareket rotamız bir çemberin
içinde sürüp gidiyor olsa gerek.”
Edebiyatın, yazının doğası üzerine
düşünürken iş zihinde olanı yazıya
dökmeye gelince yaşanan krizi Semih
mezsiniz.” cümlesi üzerinden sürdüğümüz iz, yazarın yapıtını var ederken
yürüdüğü yolu da resmeder. Virgina
Woolf, Bir Okur Olarak adlı yapıtında
aynı yaklaşımı şu sözlerle derinleştirir: “Edebiyatla, sözgelimi bir otomobilin üretim süreci arasında bir
benzetme ilk bakıştan sonra anlamını
yitirir. Yüzyılların akışı içinde makine
üretmek konusunda pek çok şey öğrenmemize rağmen edebiyat üretme
8
Roman, öykü, şiir gibi kurgusal ya da
eleştiri, deneme, inceleme gibi kurgu dışı eserlerin yazımı, bu türlerden
örneklerin okunmasıyla mı öğrenilir
yoksa bu türlerin nasıl yazılacağı etrafında kaleme alınmış kitaplardan
mı? Andığım türlerin nasıl öğretileceğine ilişkin kitapların, bu türlerin tarihine kıyasla çok yeni olması,
bugün de birçok yazarın bu rehber
kitaplardan bağımsız şekilde nitelikli
eserler vermeleri, aslında yazma yetisinin yazarın kendi çabası ve keşfiyle
ortaya çıktığını gösteriyor. Elbette,
nitelikli eserler okuyarak kazanılacak
yazarlık yetisi, daha meşakkatli ve
zorlu bir süreci çağrıştırır. Neyin nasıl yazılacağına ilişkin kitapların kısa
sürede yazarlığı öğretebileceği iddiası, birçok yazar adayı için bu yöntemleri cazip kılıyor. Yazarlığın giderek
“profesyonel bir işe” dönüşmesi ve
vaat ettiği yeni imkânlar, onu da tıpkı
diğer meslek dalları gibi öğretilebilir
bir uğraş haline getiriyor. Nasıl yazılacağı teknik düzeyde öğretilse bile
yazarlığın okuma, donanım, birikim
temelli bir süreç içinde ilerlemesi, ilk
kitabını yazma derslerinden edindiği
tekniklerle yazan ve göz kamaştıran
kimi yazarların “tek kitaplık imzalar”
olarak kalmasına da sebep oluyor.
Yazarlık hileye, kalem oyunlarına
gelen bir uğraş değildir; dahası bu
anlamda oldukça dirençlidir. Tam
da bu noktada Ernest Hemingway’in
“En büyük başarı kalıcı olabilmektir.”
sözü akla geliyor.
Amerikalı romancı Joyce Carol
Oates Bir Yazarın İnancı’nda, “Kurmaca düzyazı bir zanaattır ve zanaat
ŞİMDİ OSMANLI TARİHİNİ YENİDEN OKUMA ZAMANI
KAYI VI: İMPARATORLUĞUN
ZİRVESİ VE DÖNÜŞ
Ahmet Şimşirgil, adaletiyle kalpleri kazanan; yiğitliği,
cesareti ve mertliğiyle dosta güven, düşmana korku salan; üç
çağa damgasını vurmuş, üç kıtaya yayılmış Devlet-i Aliyye-i
Osmaniye’nin hikâyesine KAYI VI: İmparatorluğun Zirvesi
ve Dönüş kitabıyla devam ediyor.
KAPAK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
öğrenilmelidir; rastlantı sonucu ya
da bilerek, isteyerek.” der. Oates’un
yazar adayını yüreklendiren bu sözlerindeki vurgunun kurmacanın sanat yönünden çok “zanaat” yönüne
dönük olduğunu belirtmek gerekir.
Ve muhtemelen Oates, “rastlantı”
ve “bilerek” sözcüklerini arka arkaya
kullanırken bu işin profesyonel bir
destekle olduğu kadar kendi başına
da öğrenilebileceğini imliyor. Murat
Gülsoy bu konuda edebiyatımızdaki
yetkin örneklerden biri olan Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık adlı kitabında,
Oates’un zanaat ve sanat sözcükleri
üzerinden vardığı ayrımı şu sözlerle
ifade ediyor: “Teknikler öğretilebilir.
Eğitimi veren kişinin izlediği programa göre yazma teknikleri konusunda
deneyim kazandırılabilir. Ancak işin
yaratıcılık kısmı biraz daha farklı bir
yerde duruyor.”
Formüllerle yazılır mı?
Yazarlık dersi uzmanı Danell Jones tarafından hazırlanan Virginia Woolf’tan
Yazarlık Dersleri (Timaş), yazar adaylarına yazarlık tekniklerini yetkin ve
doyurucu bir dille sunan bir çalışma.
Virginia Woolf ismi bile temas ettiği
şeyi yazınsallaştırmaya yeterken, Jones peşine düştüğü hazineyi en doğru
yerde bulma başarısı gösteriyor. Danell Jones’un bu kitabıyla benzerlerine göre daha nitelikli bir eser ortaya
koyduğunu söyleyebiliriz, çünkü bir
taraftan yazarlığın teknik boyutunu
anlatırken diğer taraftan Woolf gibi
bir yazarın yapıtlarından bu işin pratik
ve kuramsal izlerini sürüyor. Yazarlık
derslerine, en azından bugünkü işlevi ve değeri açısından bakıldığında,
kolay kolay gönül indirmeyeceğini
düşündüğümüz Woolf’un aynı konuda bunca söz söylemiş olması doğrusu şaşırtıcı. Kaç yazar adayı Danell
Jones’tan yazarlığın büyüsünü, sırrını
öğrenmiştir bilinmez ama Jones’un
Woolf’u bu bağlamda çözümlemeyi
başardığı söylenebilir.
Jones, kitabın başında Woolf’u
sınıfta bu meseleyi anlatan bir öğretmen olarak düşlüyor ve Virginia
Woolf imgesini etkileyici bir biçimde
okurun önüne seriyor. Woolf henüz
ilk dersinde tahtaya şu sözü yazıyor:
“Bir sanat eseri üretmek için gereken
şartlar nelerdir?” Yanıtı sınıftaki bir
öğrenci şöyle veriyor: “Kendine ait
bir odaya ve yılda beş yüz sterlinlik bir gelire sahip olmak mı?” Kitap boyunca açılan konu başlıkları,
Woolf’un eserlerinden alıntılanan ve
onun ağzından aktarılan cevaplarla
ve öğrencilerin sorularıyla sürüyor.
Her okurun ya da yazar adayının
edebi metinleri çözümlemesi, işlenen
teknikleri, anlatım imkânlarını görmesi kimi zaman çok zor, kimi zamansa imkânsızdır. Dersler boyunca soruların devam etmesi, Danell
Jones’un bazen Woolf’un bazen de
kendi sözleriyle verdiği cevaplar, meselenin çözüldükçe kendini yenileyen bir büyüye, gize sahip olduğunu
da imliyor. Parmak izi bir insan için
ne kadar biricikse, kalem izi de bir
yazar için o denli biricik değil midir?
Gelişigüzel yazan birinden bir yazara
dönüşmek ancak o kalem izini yakalamakla mümkün olabilecekse, bu
nasıl gerçekleşecek?
Jules Renard
Yazının dilini çözmek
“İnsan kendi özgünlüğünü edinmeden önce nelere katlanıyor.”, “Söz
konusu olan birinci değil, biricik olmaktır.” birbirini tamamlayan bu iki
cümle, Jules Renard’ın Yazmak Üzerine Notlar (Sel Yay.) adlı yapıtından.
Renard’ın yükte hafif pahada ağır
kitabı, kütüphanenizde dururken sık
sık elinizin gideceği cinsten. Yazar
“özgünlük” ve “biriciklik” vurgularıyla yazarın niteliğinin neyi yazdığıyla
değil, nasıl yazdığıyla ortaya çıkacağının altını çiziyor. Çünkü binlerce
roman, hikâye, şiir kitabı arasında bir
yapıt eğer sadece eskileri çoğaltıyorsa bir anlam ve değer taşımayacaktır;
önemli olan kuru tekrara düşmek değil öncüllerinden farklı bir eser üretmektir. “Sözcük yalnız ona verilen yer
sayesinde yaşar.” diyen Renard, metnin en küçük biriminden itibaren nasıl inşa edileceğini anlatıyor. Yazmak
Üzerine Notlar elbette bir tür yazma
dersi değil ama “Yazarın işi yazmayı
öğrenmektir.” diyen gerçek bir edebiyatçının günlüğünde bu tür notlar,
ilkeler, cümleler bulunması, yazarlığın
aslında hap niteliğindeki kitaplardan
edinilecek bir “yeti” olmaktan çok,
has edebiyatın kapısını dövmekle,
10
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
orada ısrarla durmakla gerçekleşeceğini gösteriyor.
Renard, birçok yazarlık dersi kitabına bedel şu tespitte bulunurken,
aslında ne çok şey söylüyor: “Yapıtın
ağaç gibi doğması büyümesi gerek.
Havada, dalların tam olarak uyacağı kurallar, görünmez çizgiler yoktur.
Ağaç bütünüyle onu içeren
tohumdan çıkıp açık havada
gelişir özgürce. Planları izlenecek yolları çizip onu bozan bahçıvandır.” Woolf’tan
duyduğumuz, “Yaşanmış
olanın önemli olduğu yerde
hayali olanı yazmayı tercih
ederim.” sözü Renard’ta şu
karşılığı buluyor: “Yaşamı
tatlılıkla alt etmek gerek.” Yazarlığın
kuru bir hevesten çok bir varoluş biçimine, bir yaşam gereksinimine dönüşmesi gerektiği Renard’ın şu sözlerinden daha güzel anlatılabilir mi:
“Yazmak için yaşamak gerek, yoksa
yaşamak için yazmak değil.”
Yazar olmayı kolay mı sandın?
Giuseppe Culicchia
Danell Jones
Yazarlık uzaktan vaat ettiği ışıltılı dünyanın, albeninin,
saygınlığın yanında türlü
zorlukları, engelleri de
barındırır. İlk başta arzu
edilen sadece bir kitabın kapağında isminizin
olmasıyken, bu amaca
ulaşıldıktan sonra başka
başka hevesler, sorumluluklar, talepler ve zorluklar beklemektedir yazarı. Giuseppe Culicchia,
Demek Yazar Olmak İstiyorsun (Aylak
Adam) adlı kitabında bitmez tükenmez enerjisi ve yalınkılıç dürüstlüğüyle yazarların dünyasını, edebiyat
“piyasasının” durumunu sadece okura ve yazar adaylarına değil, yazarların kendisine de açıyor. Aslında Demek Yazar Olmak İstiyorsun, Charles
Bukowski’nin bir şiirinin
adı ve şiir şu dizelerle
açılıyor: “her şeye rağmen/
adeta içinden fışkırmıyorsa/ bırak yapma/ kalbinden
ve aklından ve ağzından/
ve ciğerlerinden gelmiyorsa/ bırak yapma.” Şiir
şu dizelerle sona eriyor:
“dünyanın hiçbir yerinde kütüphaneler/
KÝ­TAP ZA­MA­NI
KAPAK
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
senin gibilerle uykuya dalmak için
esnememişlerdir/ o zincirin halkası
olma/ bırak yapma/ ruhundan bir
roket gibi çıkmıyorsa/ hareketsiz
kalmak/ seni delirtmiyorsa ya da/
intihara ya da cinayete sürüklemiyorsa/ bırak yapma/ içindeki güneş/
ciğerini yakmıyorsa/ bırak yapma/
doğru zaman geldiğinde/ ve kader
seni seçmişse/ her şey kendiliğinden
gelecek ve devam edecektir/ sen ölene ya da o içinde ölene kadar/ başka
yolu yok/ ve hiç olmadı da.”
Culicchia üç döneme ayırdığı yazarlık ‘kariyerini’ “Gelecek
Vaat Eden Yetenek”, “Hergele
Herif” ve “Büyük Usta” başlıklarıyla adlandırıyor. Her üç bölümde de yayınevi, piyasa ve okur
arasında kurulan ilişkileri kendi
deneyimlerinin ateşiyle pişirdiği
sözlerle anlatıyor yazar.
Yazının dünyasında Hemingway olmak insanı, mesela
Faulkner’ın,
“Okuyucularının
sözlüğe bakmalarını gerekli kılacak tek bir kelime bile yazmamasıyla ünlüdür.” eleştirisinden korumaz. Bütün bunları
Culicchia’dan okuduktan sonra
durup kendi kendimize şu soruyu
soruyoruz: “Gerçekten yazar olmak istiyor muyum?”
Yazar adayına
öğütler
Yazdıklarımı ilk okuyan kişi
ben olduğuma göre, herhangi bir hikâyeyi yazmaya
başlamamdaki asıl sebep onu
okumak isteyişim olmalı.
Bir yazarın başına gelebilecek en tehlikeli şey, kendi
kendine, “Ne kadar iyi yazıyorum be!” demeye başlamasıdır. Yergiler konusunda ise
bir yazarın yapabileceği en
gereksiz şey, kendi kendine,
“Pekâlâ, şimdi cevabını veririm senin!” demesidir.
Yazarın kendi dilini yaratması
gerekir, benzerlerininkini kullanması değil.
Okunmaktan çok anlamı sezilen uzun tümcelerden kesinkes
kaçınmalı.
Düzyazıyı, tadına bakmadan
önce krema gibi soğumaya bırakmak gerek.
Yazan el her zaman okuyan
gözü bilmezden gelse keşke.
Edebiyat sevgisi iyi kitaplar
değil kötü kitaplar sayesinde
kazanılır çoğunlukla.
Eğer yeni bir problemin
çözümü için değilse yeni bir kitap
yazmanın ne anlamı var?
Karakterinizi ancak gerekliyse konuşturun. Diyalog
yazmanın rahatlığıyla merkezden kopmayın.
Yazının bir spor olduğunu
kendime yinelemeliyim, ondaki
her şey yönteme, bugün söyledikleri gibi alıştırmaya bağlı.
Çok sıkıcı yazmamalı. Küçük, sıradan tümcelerle okura
yardımcı olmalı.
Yazının koruyucusu her
zaman yaşam oldu; ondan uzaklaşır uzaklaşmaz düşüverdim.
Gençlere oltayla balık avlamayı öğretiyorum ama balıkları
seçmeyi bilmiyorum.
Ne yazacağını bilmek
ancak yazmakla mümkün
Yazar, yalnızlığın iskemlesi üzerinde ele avuca gelmez düşlerden
bir dünya ortaya çıkarır. Yazar
adayı ve okur ondan nasıl düş
kurduğunu, sunduğu dünyayı
nasıl var ettiğini anlatmasını ister.
Düş ne kadar ele avuca gelirse
yazarın geçtiği yolları okurlarına
göstermesi de o denli mümkündür. Marguerite Duras şu sözleriyle sadece yazarların içinde bulunduğu durumu anlatmıyor, bir
yazar adayına ne yapması gerektiğini de söylüyor: “Yazmak, insan yazsaydı ne yazardı, bunu
öğrenme çabasıdır –ancak yazdıktan sonra öğrenebiliriz bunu–,
öncesindeyse insanın kendi kendine sorabileceği en tehlikeli sorudur bu. Ama aynı zamanda en
çok sorulan.”
11
KAPAK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Yazar adaylarına kılavuz kitaplar
Yazmayı öğretme iddiasındaki rehber kitapların sayısı her geçen gün artıyor. Söz konusu kitaplar
romandan şiire, öyküden hatıraya, gezi yazısından senaryoya uzanan farklı türlerin yanında gazetecilik,
blog yazarlığı gibi alanlarda yazma eyleminin sırlarını anlatıyor. Piyasa işi kitapların yanı sıra bu kulvarda akademisyenlerin, eleştirmenlerin ve yazarların kaleminden çıkan pek çok kitap da var.
H
MUSA İĞREK
epimizin içinde saklı bir
yazar olduğu söylenir.
Yazma arzusuyla yanıp
tutuşan pek çok hevesli, yazacağı kitabın raflarda okurunu beklediğinin
hayalini kurar. Roland Barthes’ın deyişiyle, “Tam olarak okumayı sevdiğimiz
yazar gibi yazmayı arzulamayız kesinlikle; arzuladığımız şey, yazı yazan
kişinin yazarken duyduğu arzunun
kendisidir ya da daha da ileri giderek
şunu söyleyebiliriz: Yazarın yazarken
okura duyduğu arzuyu arzularız, her
yazıda var olan beni-sevin’i arzularız.” Kendi tecrübelerimizi başkalarına aktarma konusunda, bir türlü
dinmeyen bu arzuyu gerçekleştirecek
her yolu deneriz veya onu açığa çıkaracak yollar buluruz.
Amerikalı yazar ve eleştirmen William Zinsser, Manhattan’daki ofisinin
duvarında E. B. White’ın bir fotoğrafının
asılı olduğunu anlatır. White 77 yaşındayken küçük bir kayıkhanede çekilen
bu fotoğrafında, ahşap bir masada, beyaz
saçlı bir adam olarak daktilosunun başında yazı yazıyor. Etrafta bir kül tablası
ve boş bir fıçıdan başka bir şey gözükmüyor. Zinsser odasına gelen yazarların
ve yazar olmak isteyenlerin bu fotoğrafa birkaç dakika baktıklarını söylüyor:
“Dikkatlerini çeken şey sürecin basitliğidir. White’ın ihtiyacı olan her şey orada:
Bir yazı yazma aracı, bir kâğıt parçası ve
cümleleri istediği gibi olmadığında gidecekleri bir hazne. O dönemden sonra
yazı yazmak elektronik hale geldi. Daktilonun yerini bilgisayar, çöp tenekesinin
yerini sil tuşu aldı ve metin yığınlarını
yeniden düzenlemek için pek çok tuş eklendi. Ama yazarın yeri alınamadı. Yazar
hâlâ diğer insan­ların okumak isteyebilecekleri bir şey söyleme işiyle uğraşı­yor.”
Zinsser, insanlar ve yerler, bilim ve teknoloji, tarih ve tıp, iş ve eğitim, spor ve
sanat ve var olan her şey hakkında nasıl
yazılması gerekiyorsa onu öğrettiği ve
Türkçede İyi Yazmak Üzerine (Altıkırkbeş Yay.) adıyla yayımlanan kitabında
bunu anlatıyor. 1976’da ilk baskısı yapılan ve o günden beri milyonlarca satan
kitap yazarın kendi deyişiyle, öğrenciler,
yazarlar, editörler, öğretmenler ve nasıl
yazı yazılması gerektiğini öğrenmek isteyenler için bir rehber.
William Zinsser
‘İyi bir kitap yazmanın üç ku­ralı var’
nasihatlerden oluşan bu kitaplar romandan şiire, öyküden hatıraya, gezi yazısından senaryoya, tarihten polisiyeye uzanan
farklı türlerin yanı sıra gazetecilik ve blog
yazarlığı gibi alanlarda da yazma eyleminin sırlarını anlatıyor. Kendilerini “kitap
doktoru”, “yazı koçu” gibi yeni adlarla
pazarlayanların yayımladığı piyasa işi kitapların yanı sıra akademisyenlerin, eleştirmenlerin ve edebiyatçıların kaleminden çıkan nitelikli kitaplara da erişmek
mümkün. Geleneksel yayıncılığın yerini
yavaş yavaş e-kitaba ve kişisel yayıncılığa
bırakmasıyla birlikte, bu alanlarda başarı
sağlayan yazarların da yayımladığı rehber
kitaplar gözden kaçmıyor.
Yayınevlerinin neler istediği ve bu
beklentileri karşılamak için yazar adayının
neler yapması gerektiği ve yazma eylemi üzerine kafa yoran bu rehber kitaplar,
tavsiye ve reçetelerle bezenmiş durumda.
Yazarlık atölyelerinin gördüğü yoğun ilgiden öncesine dayanan bu tür çalışmaların
yükselişi, yazma becerisinin bu kitaplarla
kolayca kazanılabileceği inancına dayanıyor. Bu rehberler, ilk kitabını kaleme alıp
yayımcıya verdikten sonra çok satanlar
listesine bir anda girenlerin kaleme aldığı
Zinsser’ın dilimize çevrilen bu kitabı yazmayı öğreten kitapların son dönemdeki
yükselişini akla getiriyor. Bir şey söyleme
uğraşındaki yazarın iyi bir kitap yazması kolay bir süreç değil elbette. Somerset
Maugham, “İyi bir kitap yazmanın üç ku­
ralı var” demişti, “ne yazık ki kimse ne
olduklarını bilmiyor.” Fakat Maugham’ın
bu sözüne kulak tıkayıp yine de iyi bir kitap yazmanın kurallarını öğreten yayınların çokluğu ilgilisinin dikkatinden kaçmamıştır. Yol gösterici sözler ve tembihlerle
dolu bu kitaplar, bir öğretmen edasına bürünerek yazma eylemini anlatıyor.
Ünlü yazarlardan yazma öğütlerini,
yayınevi editörlerinden yayımlanma sırlarını, akademisyenlerden yazma aşamalarını derleyen bu kitapların bazıları işlevsel
iken (Zinsser’ın bu kitabı ilgilisi için iyi bir
kaynak), bazıları ise kişisel gelişim kitaplarını çağrıştırıyor.
Her alanda yazma rehberi
Yazmayı öğretme iddiasındaki rehber
kitapların çokluğu dudak uçuklatacak
cinsten. Yazma şehvetini tatmin etmenin
tüm yollarını gösterme iddiası taşıyan ve
12
kitaplar oluyor kimi zaman. Bazen de senelerce yayıncı kapısını aşındırıp kitabının
yayımlanması için sabırla bekleyenlerin
hikâyesini anlatıyor.
Bir ayda roman yazmanın sırrı
“Okurunuzu baştan sona romana kilitleyecek”, “sarsıcı bir kurgunun kilit anahtarı”, “unutulmayacak bir karakter oluşturmanın yolu” gibi reklam kokan cümlelerle
yazar adayını kendine çeken bu kitaplar,
yazarlık atölyelerine gidecek vakti ve parası olmayanlar için de bir seçenek. Bu tür
kitapların yazarları, “sevgi ve sabır” gerektiren yazma eylemi süresinde ilk sayfaları
yazmanın zorluğunu anlatırken, kimileri
biraz daha ileriye giderek bir yılda kitap
yazma garantisi veriyor. Süreyi daha da
kısaltıp çeşitli yazma stratejileriyle bir ayda
romanınızı rafta görme garantisi veren
No Plot? No Problem!: A Low-Stress, HighVelocity Guide to Writing a Novel in 30 Days
gibi kitapların varlığını da hatırlatalım.
Emeklilikten sonra yazmaya karar
verenlere yardımcı olan Writing After Retirement: Tips from Successful Retired Writers gibi kitaplar, konu bulmakta zorlanan
emekli yazarları bu açmazdan kurtaracak
KAPAK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Yazarın yapılacaklar listesi
The Fiction Writer’s Book of Checklists adlı
bir rehber hazırlayan Angela Hunt, yazmak konusunda yapılması gerekenler listesi tasarlayan yazarlardan. Bir tür yazma
reçetesi veren yazar, bununla yazmaya
aday herkesin başarıya ulaşacağı görüşünde. David Quantick ise yazarın el kitabı niteliğindeki How to Write Everything
adlı kılavuzunda gazetecilikten senaryo
yazarlığına kadar uzanan bir yelpazede
yazma meraklılarının nasıl metin üreteceği konusunda deneyimlerini paylaşıyor.
Yazma eyleminin safhalarını tek tek anlatan Fiction - The Art and the Craft: How Fiction is Written and How to Write It adlı kitap da bu rehberlerin önde gelenlerinden.
Yazar ajanından öğütler
Yazar ajanlarının bu alanda kaleme aldığı
kitaplardan da söz etmek mümkün. Yazar ajanları genellikle kitabın yayımlanma sürecinde ne gibi zorlukların yaşandığı ve yazar adayını bekleyen sorunlar
konusunda yol gösteriyor. Bunun yanı
sıra yazar ve yayınevi arasındaki sözleşmelerden yazma egzersizlerine kadar çeşitli konularda yardımlar sunuyor. Yayın
dünyasına pek çok yazar kazandırdığının
altını çizerek özellikle genç okurlara hitap etmek isteyen Regina Brooks, Writing Great Books for Young Adults adlı kitabında bunun örneğini veriyor.
Yazarlık atölyelerinde ders veren yazarların bu atölyelere katılamayanlar için
hazırladıkları kitaplar da koca bir rafı dolduracak kadar çok... How to Write Short
Stories That Sell: Creating Short Fiction for
the Magazine Markets adlı kitap yazarlık
atölyelerinde ders vermiş bir akademisyenin kaleminden çıkan bir kitap. Julie
Armstrong’un Experimental Fiction adlı kitabı ise James Joyce, Virginia Woolf, Franz
Kafka, Marcel Proust gibi usta yazarlardan
yola çıkarak deneysel kurmacanın nasıl
yazılacağına dair ipuçları veriyor.
Bir Romancıya Mektuplar adlı kitabında
da konu, biçim, üslup, zaman, mekân,
anlatıcı, karakter, gerçeklik gibi unsurlar
örneklerle incelenerek yazma eylemine
dair bir yol haritası sunuluyor.
‘Yazmayı öğren­me
süreci kalp paralayıcı’
Editörden yazma rehberi
Kitabını bastırmak isteyen yazar adaylarından genellikle dosyalarının ilk 10-15
sayfasını isteyen editörler, böylece kitabın yayımlanıp yayımlanmayacağına karar verir. The First Five Pages: A Writer’s
Guide To Staying Out of the Rejection Pile
adlı kitap, yayınevine teslim edilen dosyanın ilk beş sayfasında neler olması gerektiğine odaklanıyor. Çok satan kitapların editörü Donna Ippolito ise Writing
Fiction: Ask the Editor adlı kitabında yazı
eylemi üzerine neler yapılması gerektiğini (hikâye bulma, kurguyu geliştirme,
karakterleri belirleme) ve metnin bir
editör gözüyle nasıl elden geçirileceğini
soru-cevap eşliğinde anlatıyor. Kısa öyküler için bir rehber niteliğindeki Writing
Short Stories adlı kitap, editörlerden yazma konusunda ipuçları verirken farklı
öykücülerin yazma önerilerini paylaşıyor. Yazarların bir araya gelerek meraklısına yazma üzerine öğütler derlediği
kitaplar da yok değil. Why We Write: 20
Acclaimed Authors on How and Why They
Do What They Do bunlardan biri.
Ernest Hemingway
FOTOĞRAF: ap, Mark LennIhan
çözümler sunuyor. Hangi türün yazar
adayına uygun olacağına varıncaya kadar
analizler yapan The Writer’s Advantage: A Toolkit for Mastering Your Genre ve
benzerleri ise içinizdeki saklı yazarı gün
ışığına çıkarmanın peşinde. Günümüzde
hangi türlerin rağbet gördüğünün yanı
sıra yayın dünyasındaki boşluklara dikkat çekip yazar adayını bu konuda yazmaya sevk ediyor bu tür kitaplar. Bir yıl
içerisinde kitabınızı raflarda göreceğinizi
vaat eden bir başka kitap How to Bring
Your Book to Life This Year: An Exploratory
Guidebook on Writing and Self-Publishing
ise yazma önerilerinin yanı sıra kitabınızı
internet üzerinden pazarlamanın tekniklerine dair de ipuçları veriyor.
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Pek çok kimse yazma eyleminin sadece
kitaplar üzerinden öğrenilemeyeceğinde
hemfikir olsa da kitabın yazardan çıktıktan sonra geçirdiği süreç hakkında bu tür
kitapların yol gösterici olabileceği kanaatinde. Öte tarafta, bu işin bir zanaat olduğunu ve ciddi bir disiplin gerektirdiğini
dile getirenler, yazma yeteneğinin iyi bir
okur olmakla elde edilebileceğine dikkat
çekenler var. Ama yazma eylemini salt
teknik bir uğraş olarak görmek elbette
yanlış. Faulkner, bakın neler söylüyor:
“Eğer bir yazar teknikle ilgiliyse, ameliyat yapsın veya tuğla döşesin. Yazma
işinde mekanik bir yöntem veya kestirme bir yol yoktur. Genç bir yazarın teori
peşinden koşması deliliktir. Kendinizi
hatalarınızla eğitin; insanlar sadece yanlışlarından öğrenirler.” Alberto Manguel ise bu konuda şöyle diyor: “Yazmayı
öğren­me süreci kalp paralayıcıdır, çünkü
anlaşılamaz. Ne miktarda olursa olsun
sıkı çalışma, görkemli amaç, iyi nasihatler, kusur­suz araştırma, müzik kulağı ve
üslup zevki, iyi yazma garantisi değildir.”
Bir sözcüğe krallığım!
Ustalardan yazmak üzerine öğütler
Ünlü yazarların kaleminden çıkan yazma eylemi üzerine kitaplar da okurun
rağbet ettiği eserlerden. Yazmak üzerine konuşmanın kötü şans getireceğine
inansa da Ernest Hemingway, hayatının son dönemlerinde mektuplarında,
romanlarında ve denemelerinde kendi
yazı serüveninden yola çıkarak bu eylem
üzerine kafa yormuştu. Ernest Hemingway on Writing adlı kitap, usta romancının yazmak üzerine düşüncelerini,
öğütlerini bir araya getiriyor. Stephen
King ise Yazma Sanatı adlı kitabında,
dünyaca tanınmış bir yazar olmanın yollarını sıralarken, yazı serüveninde başından geçenleri anlatıyor ve yazma ile ilgili
teknik bilgiler sunuyor. King’in yazmak
isteyenlere en önemli tavsiyesi şu: “Çok
okuyun ve çok yazın.” Nobelli yazar
Mario Vargas Llosa’nın roman sanatı
hakkındaki düşüncelerini aktardığı Genç
Stephen King
Alberto Manguel
13
Bu yazıda sözü edilen bazı kitapların “Yazar olmayı mı arzuluyorsunuz?” “Senelerdir beklediğiniz kitabınızı rafta mı görmek istiyorsunuz?” “Okur olmaktan
bıktınız mı?” “Okurluktan yazarlığa mı
geçmek derdindesiniz?” gibi ucuz söylemleri elbette kafa karıştırıcı. Fakat bu
kitapların alıcısı olmadığını söylemek ve
hepsini aynı potaya koymak da haksızlık
olur. İyi okurun da bu seçimde gayet hassas olduğunu söyleyebiliriz. Fakat yayın
dünyasında bu boşluğu gören kurnaz yayıncılar ve yazarlar meraklı okurun hevesini popüler kişisel gelişim kitapları düzeyinde metinlerle tatmin ediyor. Yayın
dünyasını gittikçe kuşatan bu rehber kitaplar azalacağa benzemiyor, zira ‘beni
sevin’ arzusu hepimizin içinde bir yerlerde... Yine Roland Barthes’ın deyişiyle, “Bir
dile, bir adlandırmaya yeniden ka­tılmak
için kavga ediyorum: Bir sözcüğe krallığım! Ah, yazmasını bilseydim!”
KÜLTÜR TARİHİ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
‘Fırtınadan önce’ neler oldu?
1913: Fırtınadan Önce’ye tarih kitabı da denemez, roman da...
Florian Illies’in kendine has yeni bir türde yazdığını söylemek
mümkün. Yazar I. Dünya Savaşı’nın eşiğinde, 1913 yılında yaşananları sanatçılar, bilim insanları ve politikacılar ekseninde anlatıyor.
1913: FIRTINADAN ÖNCE, FLORIAN ILLIES, ÇEV.: SAMİ TÜRK, CAN YAYINLARI, 328 SAYFA, 23,50 TL
1
rikalıların üzerine, Camera Work’ün
deyişiyle, bomba gibi düşmüş. Marcel
Duchamp’ın Merdivenden İnen Çıplak adlı
eseri Armory Show’a damgasını vurmuş,
resmin olduğu salona her gün akın ediliyor, resme bir bakıp geçebilmek için 40
dakika bekleyenler oluyor. Öte yandan
kitap, bize bu esnada Duchamp’ın Amerika’daki şöhretinden bihaber, Neuilly’de
kendi başına çalışmakta olduğunu söylüyor ve atölyesindeki ortamı aktarıyor.
AYŞE BAŞAK
913,: Fırtınadan Önce ustaca tasarlanmış, kapsamlı araştırma ürünü,
alışılmış türlerin dışında bir eser.
Gazeteci, yazar, sanat tarihçisi Florian Illies tüm bu şapkalarını ve bunlarla edindiği
meziyetlerini akıllıca bir araya getirmiş. Kitabın kurgusu, anlatım biçimi, okuyucuyu
belirli bir merak düzeyinde tutarak olayların çözümüne doğru ağır ağır ilerleyişi
dikkate değer buluşlar içeriyor. Anlatılan
kişiler öyle kenarda köşede kalmış isimler
değil; hepsini tanıyoruz, âkıbetlerini de biliyoruz ama tarihî akış bir vakanüvis titizliğinde yakalanmış; kimi kez günlük, bazen
haftalık, yer yer aylık detaylar ve perdesi
aralanmamış kişisel öykülerle yazarın peşi
sıra sürükleniyoruz. Florian Illies elbette
olaylara belirlediği perspektiften ve deyiş
yerindeyse bakmak istediği yönden bakıyor, bizi de o pencerenin önüne getirip 1913
yılı manzarasının önüne bırakıyor. Yazarın
kurguladığı akış dâhilinde 1913 yılında,
Avrupa kültürel hayatındaki hareketliliği
görmek, dünya savaşı yaklaşırken bu çöküşün, 20. yüzyıl sanatını, bilimi, siyaseti
şekillendiren isimlerin hayatında beklediğimiz ölçüde karşılığını görememek ilginç.
Bir felakete doğru ilerleyen uyurgezerler
diyemeyiz belki ama özellikle sanatçıların
kendi kişisel “felaket”leriyle daha ilgili oldukları görülüyor. Bilinen, eski dünya sona
yaklaşırken, sanatçılar ve bilim insanları
dörtnala modernizme ve ilerlemeye doğru
koşarken, politikacılar da çatışmanın önüne geçememişler.
modern dünyayı şekillendiren isimler
1913: Fırtınadan Önce bir tarih kitabı da
değil, bir roman da... İkisinin karışımı
diyebiliriz ama Florian Illies’in kendine
has yeni bir türde yazdığını söylemek de
mümkün. Illies, I. Dünya Savaşı’nın eşiğinde 1913 yılında yaşananları sanatçılar,
bilim insanları ve politikacılar ekseninde
anlatmış. Yazdıklarında ve tasvirlerinde, yer verdiği bazen küçük denebilecek
ama duygusal derinliği büyük olaylarda
bir romancının hiçbir detayı atlamayan
gözlem gücü, tarihi aktarmadaki titizliğinde ise bir araştırmacının hata yapma
endişesinin izleri var. Florian Illies genç
bir yazar. Bonn ve Oxford’da sanat tarihi
öğrenimi görmüş, gazetecilik kariyerine
Frankfurter Allegemeine Zeitung’un kültür
sanat sayfalarında başlamış, çeşitli gazete
ve dergilerde editörlük, yöneticilik yapmış. Bu kitapta hem sanat tarihçiliğinin
hem de gazeteciliğinin izleri görülüyor.
Kafka-FelIce aşkı başlıyor
Franz Kafka
Thomas Mann
Rainer Maria Rilke
Marcel Proust
Kitapta önemli tarihler, gündem değiştiren olaylar, birbiriyle kesişen ya da paralel
ilerleyen hayatlar, çok uzak görünürken
aslında iç içe geçen, yan yana gelmiş olmaları insanı şaşırtan isimler var. Bunların ötesinde, modern dünyayı şekillendiren olgular da yer alıyor kitapta.
Viyana’nın, yeni düşünme biçimlerinin başkenti olduğunu görüyoruz.
Wittgenstein, Freud, Schnitzler, Loos,
Klimt, Kokoscha, Tito, Troçki; hepsinin
yolu Viyana’da kesişiyor. Hayatlarının
detaylarını görmek, karşılaşmalarını ve
daha fazlasını tarihî akış içinde izlemek
heyecan verici. Viyana’ya 1913’te yolu
düşenler arasında Stalin ve o vakit 23
yaşında genç bir sanatçı adayı olan Hitler de var. Hitler, o sırada Viyana’daki
erkek yurdunun lokalinde Aziz Stephan
Katedrali’nin dokunaklı suluboyalarını yapmakla meşgul. Stalin ise 1913’ün
şubat ayında ilk defa Troçki’ye rastlıyor.
Aynı ay Barcelona’da, Troçki’yi Stalin’in
emriyle öldürecek olan kişinin doğduğunu da yine kitaptan öğreniyoruz. Ya-
zar bize Stalin ve Hitler’in aynı parkta
yürüyüşler yaptığını söylüyor, hatta yan
yana geçen iki kibar yabancı gibi “belki
selamlamışlardır birbirlerini” diyor.
Yine 1913’ün şubatında, Heinrich
Mann’ı Münih’te Tebaa üzerine çalışırken
görüyoruz. Thomas Mann bir arsa alıp
ev inşa ettirirken, Rilke ıstırap çekmeyi
sürdürüyor, Kafka ise tereddüt edip durmakta... Aynı dönemde Coco Chan el’in
küçük şapka dükkânında patlama yaşandığını öğreniyoruz. Peki ya aristokrasi?
Illies, merceğini onlara da tutuyor. Avusturya veliahdı Arşidük Franz Ferdinand
altın ispitli arabasıyla Viyana’da sürat
yapmakta, tren maketleriyle oynamakta ve Sırbistan’daki suikastlar yüzünden
endişelenmekte. Yine aynı ay Armory
Show, New York’ta modern sanatta büyük patlamaya yol açmış. Chicago’daki
ikinci durağında Chicago Art Institute
öğrencileri protesto gösterileri düzenliyor
ve iddiaya göre sergideki Matisse tablolarından üç kopyayı yakıyorlar. Avrupa’nın
yeni sanatının gösterildiği sergi Ame-
14
Illies’in kitabı bunlar gibi yüzlerce detayla dolu. Picasso’nun Mona Lisa soygununda sorgulanmasından tablonun
esrarengiz çalınma-bulunma öyküsüne,
Louis Armstrong’un meşhur bir trompetçi olmasının arkasındaki olaydan
Proust’un Kayıp Zamanın İzinde ilerleyişine, Charlie Chaplin’in ilk film sözleşmesinden Freud- Jung düellosuna,
Picasso ile Matisse’in birlikte at binmeye
gidişine uzanan, çoğunlukla ayrı görmeye alıştığımız pek çok kişi ve olaya
başka bir açıdan bakmayı sağlıyor.
Elbette aşk, kitaptaki simaları birbirine
bağlayan önemli bir konu. Yıl boyunca yaşananlarda aşkın gölgesi daima var. Alma
Mahler, Klimt, Kokoscha, D. H. Lawrence
ve Frieda von Richthofen ilişkileri kitaba
renk katıyor. Kitaptaki en acıklı aşk öyküsü sanırım Prag’da yaşayan Kafka ile
Berlin’de yaşayan Felice Bauer arasında
geçeni. Bilinen bir öykü diye düşünebilirsiniz ama böyle keskinlikle, tarihÎ bir
perspektif içinde ele alınışı dramatik. Aşkı
isteyen ama aşktan bir o kadar korkan, kaçan, mesafelere saklanan bir adamın hep
son dakikalarda gelişen kavuşamama öykülerinden ibaret ilişkisi.
Son olarak kitaba keskin bir mizahın
hâkim olduğunu söylemek lazım. Özellikle yerleştirilmiş, kısa komik gelişmeler
in yanında yazar kimi olaylara da mizahi
bir tavırla yaklaşıyor.
Aslında bu kitabı okumaya başlamadan
önce kendinize şu soruyu sormanızda fayda
var: 1913 yılını, hemen köşede bekleyen
dünya savaşından neredeyse bağımsız anlatabilir misiniz? Savaşı ve ona giden süreci
bir kenara koyup 100 yıl geriye bakabilir misiniz? Çoğumuz için durduğumuz noktadan o tarihe savaş ekseninde yaklaşmamak
zor olabilir. Yazar, 1913: Fırtınadan Önce kitabında bunu yapmayı büyük ölçüde başarmış. Gerçekten de fırtınadan öncesini anlatmış. Fırtına öncesi bir sessizlik değil ama
fırtınalara gebe bir geçiş döneminin zekice
çizilmiş portresini okumaya hazır olun.
KÝ­TAP ZA­MA­NI
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Bir atmosfer kurma ustası: Siegfried Lenz
Ekmek ve Oyunlar’la başlayan, Almanca Dersi ve Saygı
Duruşu romanlarıyla süregiden bir bağ oluştu, çağdaş Alman
edebiyatının önemli temsilcisi Siegfried Lenz’le aramızda:
Gücünü sözcüklerden alan bir yazar-çevirmen ilişkisi.
A
“İtiraf etmem gerekir ki,
dünyayı anlamak için
hikâyelere ihtiyacım var.”
lman edebiyatına çocuk yaştan beri yakın
olmama rağmen, Siegfried Lenz’le hayli
geç tanıştım. On yıl öncesine kadar
okuduğum tek eseri, ilk tiyatro oyunu
Suçsuzlar Çağı-Suçlular Çağı’ydı (çev.
Sezer Duru). Suç ve masumiyetin, dönem politikalarına ve bu politikaların
biçimlendirdiği yargılara göre değerlendirilmesini tartışmaya açıyordu Lenz.
İnsanları suç aracına dönüştüren baskı
dönemleriyle işlenen suçların hesabının sorulduğu dönemlerin çelişkili halleri... İnsanlık tarihi boyunca güncelliğini koruyan suç kavramının, özellikle
II. Dünya Savaşı’nı şekillendiren Nazi
ideolojisi bağlamında, Lenz’in yazarlık
yaşamının temel izleklerinden biri olduğunu bilmiyordum henüz.
1926’da Doğu Prusya’da doğan Siegfried Lenz, 1943-1945 yılları arasında
donanmada görev yapmış, savaş bitmeden kısa bir süre önce Danimarka’ya
kaçarken İngilizlere esir düşmüş. Savaşın izleri, kuşağının öteki yazarlarında
olduğu gibi, onun eserlerine de yansıyor.
Uzun bir kesintinin ardından Ekmek
ve Oyunlar’la başlayan, Almanca Dersi
ve Saygı Duruşu romanlarıyla süregiden
bir bağ oluştu, çağdaş Alman edebiyatının bu önemli temsilcisiyle aramızda:
Gücünü sözcüklerden alan bir yazarçevirmen ilişkisi.
İlk çeviri: Ekmek ve Oyunlar
Bir zamanların yıldız koşucusu Bert
Buchner’in, on bin metrelik son koşusu boyunca geri dönüşlerle anlatılan hikâyesi Ekmek ve Oyunlar (1959),
Lenz’den ilk çevirimdi. Tek bölümlük
ve tek paragraflık, iki yüz sayfalık romanı okurken, ara vermeden, bir solukta bitirme isteği duymuştum; ben
de o koşudaydım sanki, yarışarak ya da
izleyerek, ama orada. İçerikle örtüşecek
şekilde oluşturulmuş kesintisiz anlatım
biçimi, yazarın atmosfer yaratmaktaki
başarısıydı kuşkusuz.
Romanda, ‘mutlak başarı’ya odaklı
acımasız bir rekabet ortamında var olmaya çalışan insan, zaafları, tutkuları
ve hırslarıyla mercek altına alınıyordu. Başarı koşullanmasının ahlâki değerlerin önüne geçmesinin bedeliyse
‘mutlak yalnızlık’tı: “Bert gittiğinde,
Siegfried Lenz
hikâye, modern zamanların her alanda
dayattığı ve bireyin dışında kalamadığı
sisteme bir eleştiri niteliğindeydi: “Bert
her ne olduysa, tek başına olmadı, hepimizin payı var. Taleplerimiz ve beklentilerimizle kışkırttık, aslında bize de ait
olmayan çelenkler sunduk ona.”
Ekmek ve Oyunlar’ı 1968 tarihli Almanca Dersi izledi. Yazarın başyapıtı
sayılan bu uzun romanı bir çırpıda bitirme ihtiyacı duymadım, tam tersine,
tuhaf bir durağanlık içinde yoğun düşüncelere dalarak, hatta sonu geciktir-
onu çevreleyen yalnızlığı daha önce
asla hissetmediğim gibi hissettim, onu
daha büyük bir yalnızlığın beklediğini de... Bu kaçınılmaz yalnızlık, galibe
verilen ödül müydü? Tüm yolların sonu
bu muydu? Kazandığı her şeyin bedelini ödemesi gerekmişti, her galibiyet
onu kesin bir ayrılışa ya da bir hesabı
kapatmaya yükümlü kılmıştı, başarısına yardımcı olanları sürekli arkasında
bırakmak zorunda kalarak...”
Bir dönemin spor dünyasının
arka planını da gözler önüne seren bu
16
mek için sık molalar vererek okudum.
Doğrudan savaşla değil, savaşın arka
cephesiyle, yarattığı sonuçlarla ve biten savaşların ardından da sürüp giden
mücadeleyle ilgileniyordu Lenz. “Bir
Savaş Sonu” (çev. Zeyyat Selimoğlu)
adlı uzun öyküsünde dile getirdiği gibi:
“Savaş asla bitmeyecek, savaşa katılmış
bizler için savaş asla bitmiş olmayacak.”
Bitmeyen, insanın kendi kendisiyle mücadelesiydi aslında ve tam da bu nedenle bitmek bilmiyordu belki de...
İki farklı zaman düzleminde geçen
Almanca Dersi’ni, bir anlamda ‘Almanlık Dersi’ olarak da okumak mümkündü. Savaştan sonra Hamburg, Schleswig-Holstein ve Danimarka’da yaşayan
yazar, kuzey bölgelerindeki yaşantıları,
alışkanlıkları çok iyi biliyordu. Yöre halkının karakteristik özelliklerine ilişkin
derin analizleri sonucunda, geçmişten
gelen kodlamalarıyla, coğrafi koşulların,
sert iklimin şekillendirdiği düşünme ve
yaşama tarzıyla üç boyutlu bir resim
çıkıyordu ortaya. Romanda, Naziler tarafından resim yapması yasaklanan bir
ressamla onu denetlemekle görevlendirilmiş kasaba polisinin çatışmalı ilişkisi,
polisin küçük oğlu Siggi’nin gözünden
anlatılıyordu. Görev tutkusu uğruna
insani değerlerden giderek uzaklaşan
polis tiplemesi, Nazilerin insanlık dışı
Yahudi soykırımında rol alanların ruh
hallerinin de temsilcisi gibiydi. Onlar
‘görev’lerini yapıyorlardı yalnızca...
Savaş suçlularının yargılandığı
mahkemelerde sıkça dile getirilen “Ben
yalnızca görevimi yaptım!” savunması,
Lenz’i hayli meşgul etmiş olmalı. Görev
sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği, tutkuya dönüşen görev bilincinin
ortaya çıkaracağı sonuçlar, emir-komuta zincirinde sıkışıp kalan insanın çıkış
yolunu yine görevinde araması... Küçük
çocuğun görev tutkunu babasıyla ilişkisinde yaşadığı kırılmalar, suç olarak nitelenen davranış biçimleriyle yansıyordu dış dünyaya. Siggi “görev kurbanı”
bir suçluydu artık.
Almanca Dersi, Lenz’in nasıl mükemmel bir anlatı ustası olduğunu
ve üslupçuluk sanatında ulaşılacak
zirveyi göstererek büyülemişti beni.
Beklenmedik zaman sıçramalarıyla,
bilinçli tekrarlarıyla, yer yer sembolik
diliyle oluşturuyordu üslubunu. Başlangıçta okurla arasına mesafe koyan
anlatımının yol aldıkça insanı tümüyle
kavrayıp içine çekmesi, çeviri uğraşındaki temel meselemle de örtüşüyordu
KÝ­TAP ZA­MA­NI
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Amerika’nın kalbinde dünyanın en başarılı tasarım işlerine imza
atan Ira Friedlander’ı Şems Baba yapan bir dönüşüm öyküsü…
–çevirmenin kendisine
yabancı olan bir dünyayı gitgide benimseyerek
o dünyanın bir parçası
haline gelmesiyle. Yazarın atmosfer yaratmaktaki başarısını bu ikinci
çevirimde çok daha net
algıladım. Son derece
ayrıntılı betimlemelerini, uzayıp giden cümlelerini çevirirken güçlük
çeksem de kimi zaman,
Almanca Dersi dil ve anlatım teknikleri açısından bir ders niteliğinde
oldu benim için.
Bir ilk aşk hikâyesi:
Saygı Duruşu
Ardından Saygı Duruşu geldi; savaştan uzak,
hüzünlü, naif bir ilk aşk
hikâyesi bu kez, yazarın
seksenli
yaşlarındaki
son verimlerinden. Bir
lise öğrencisinin otuzlu
yaşlarındaki
İngilizce
öğretmeni Stella’ya duyduğu aşk ve Stella’nın
hazin sonu. Yine kuzeyde, hayali bir deniz kasabasında, denizin, balıkçı teknelerinin, küçük
adaların
dünyasında,
danslarla, denizci müzikleriyle, sert rüzgârlar
ve martılarla bezenmiş,
gücünü konusundan öte,
yalın, ancak kristalleşmiş anlatımından alan
bir novella. Yine insanın
özüne, insan gerçeğine
ulaşma çabası, zamansız bir kaybın yarattığı
isyanların dışa vurulmadan, sessiz kabullenilişi.
Bu roman, dili hayli
zorlu Almanca Dersi’nden sonra çevirdiğim için belki, yalın anlatımıyla
dikkatimi çekti en çok. Yalınlığı oranında derinlik duygusu yaratan bir
anlatım. Değerli dostum Selim İleri,
aynı yalınlıkta ve derinlikte ifade
ediyor bu özelliği: “Vardığı noktanın
böylesine yalın –ve bir yandan da
‘yalçın’- oluşuna büyülenip kaldım.
Çok çabuk sıradanlaşabilecek ilk
aşk, ilk yakınlaşma, Lenz’in anlatışıyla iç yakıyor.”
Lenz, balıkçı olmak
istermiş gençliğinde, tüm
yaşamı kıyı kentlerinde
geçmiş. Denizi, rüzgârın
yönüne göre değişen
akıntıları, gökyüzündeki
ışık değişimlerinin suda
ve bulutlarda yarattığı
renkleri, gelgit havzalarının ıssızlığını uzun
uzadıya betimlemesi bu
yüzden olsa gerek. Ortadoğu barışı konusunda
mücadele veren İsrailli yazar Amos Oz, “O
bir ressam,” diyor Lenz
için, “sözcüklerle resim
yapan bir ressam.” Benzer motifler, eserlerinde
sıklıkla çıkıyor karşımıza. Denizler, göller ya da
nehirler, uzun ve dingin
balık tutma sahneleri, kuzeyin bataklık bölgeleri.
Kendini bildi bileli pipo
içtiğini söyleyen yazarın
kahramanları da tütünle
barışık, pipo ya da sigara
düşmüyor ellerinden.
Lenz, düşünsel gücünü ironi ve hüzünle
harmanlayarak aktarıyor
okuruna. Değişik anlatım teknikleri deniyor,
geleneksel söyleyişlere,
deyişlere yer veriyor.
Kimi zaman abartılı,
gerçek olamayacak benzetmelerle
renklendiriyor metinlerini. Toplumdaki haksızlıkların,
adaletsizliklerin ve totaliter gücün savunmasız
birey üzerindeki etkilerine eğiliyor. Görünen
hikâyeler
anlatırken,
arka plana, görünmeyene yönlendiriyor okurunu, içeride olup bitenlere, öze bakması için kışkırtıyor adeta.
“İtiraf etmem gerekir ki, dünyayı anlamak için hikâyelere ihtiyacım
var” diyor Lenz bir söyleşisinde. Yıllar
önce Ekmek ve Oyunlar’da dile getirdiği gibi: “Bu hikâyeyi yazmaktaki
amacım, yalnızca kendimizi anlamak
belki de…” Edebiyatın temel işlevlerinden biri, bu değil mi zaten?
Yazarlarda da, okurlarda da hep
aynı arayış...
17
Kraliyet İslami Araştırmalar Enstitüsü’nün Sanat ve Kültür
alanında “En Etkili 500 Müslüman” listesinde yer alan Shems
Friedlander, hayatının dönüm noktalarını, Şeyh Muzaffer Ozak’la
tanışmasını, tasavvuf yolunda ilerlerken mazhar olduğu ikramları,
özetle bir ömrün harman zamanını Kış Hasadı’nda anlatıyor.
ŞEHİR
KÝ­TAP ZA­MA­NI
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Ankara, iyi kalpli üvey ana
Erhan Altan’ın Sanatımızda Bir Dönemeç: 50’li Yıllar, Ankara adlı çalışması başkentte kültür ve sanat hayatının capcanlı olduğu yıllara götürüyor okuru. Kitap, şair Ahmet Oktay, besteci İlhan Usmanbaş ve ressam Lütfü Günay’la yapılan söyleşilerden oluşuyor.
SANATIMIZDA BİR DÖNEMEÇ: 50’Lİ YILLAR, ANKARA, ERHAN ALTAN, EDEBİ ŞEYLER, 96 SAYFA, 13,50 TL
T
ALİ EMİN TUNÇ
aşra kentlerinden gelen genç
sanatçıların ilk kalp çarpıntısı, tarifsiz heyecanı, çalkantılı
umududur Ankara. Şiirde, öykü ya da romanda, resimde, tiyatroda, müzikte, hangi
sanat dalıyla ilgiliyse onda aradığını tek
tek bulacağı, avucunun içine alacağı umuduyla dikkat kesildiği yeni yuvasıdır. Derin bir keşif duygusuyla dolanıp durduğu
yepyeni bir coğrafyadır. Tabii bütün bunlar
başkente adım atan sanatçı adayının ilk
günlerdeki duygusu, kaybetmek istemediği umudu, beklentisidir. Okuduklarının bu
düşüncenin gelişip büyümesindeki katkısını unutmamak lazım elbette. Ne de olsa
bu ülkenin sanat ve edebiyatında yer etmiş
isimlerin çoğu Ankara’yla bir şekilde ilişki içerisinde olmuş, orada yaşamış, hatta
yaşıyor. Attilâ İlhan’ın yayınevi yönettiği
yıllar; Orhan Veli’den Cahit Külebi’ye, Cemal Süreya’dan Turgut Uyar’a, Ahmet Muhip Dıranas’tan İlhan Berk’e pek çok şairin dizelerine ilham olan sokaklar; resim
sergileri, tiyatrolar, konserler; sanatçıların
buluştuğu şık mekânlar… 1980’e kadar
bu özelliğini bir derece sürdürüyordu Ankara. Darbe dönemiyle birlikte merkeze,
İstanbul’a göz kırpmaya başlayan kültür
ve sanat hayatı son dönemde Ankara’yı
iyiden iyiye yalnız bıraktı. Çevirileri, şiir
üzerine deneme ve incelemeleriyle tanıdığımız Erhan Altan’ın imzasını taşıyan
Sanatımızda Bir Dönemeç: 50’li Yıllar, Ankara kitabı yukarıda değinilen ve netice
itibariyle kaybedilen umudun kaynağına,
o yıllara götürüyor bizi. Şair, yazar, gazeteci Ahmet Oktay; besteci, öğretim üyesi,
müzik kuramcısı İlhan Usmanbaş ve ressam Lütfü Günay’la yapılan söyleşilerden
oluşuyor kitap.
Değişim yılları ve Ankara
Ahmet Oktay, bir memur kenti diye bilinen Ankara’nın, bakanlıkları ve uygulayıcı kurumlarıyla genç cumhuriyetin
cazibe merkezi olarak 1950’li yıllarda sanatçılar açısından öne çıktığını belirtiyor
konuşmasında. Değişim yıllarıdır o yıllar.
Savaş sona ermiş, ekonomi ve toplumsal
hayat değişmeye başlamıştır. Bir yandan
demokratikleşme çabaları, Amerikan yardımı, modernleşme, bürokratik düzenin
siyasal yansımaları; bir yandan da şiirde
dizenin işlevini yitirmesiyle yeni sulara
yelken açılması, müzikte tonalitenin zorlanarak yer yer çözülmesi, resim sanatının
figüratiften soyut resme doğru meyletmesi
gibi gelişmelerle sanat dünyası yeni arayış-
Bir zamanlar Ankara, Bankalar Caddesi
Yakup Kadri’den nurullah Ataç’a...
lar içindeyken, Ankara’da yaşayan sanatçıların bunlardan etkilenmemesi elbette
mümkün değildi. Türkiye’deki sanatçılar
dünyadaki değişimlerden daha hızlı haberdar oluyor, belli kaynaklara daha rahat
ulaşabiliyorlardı artık. Bütün bu gelişmeler
50’lerin Ankara’sında özellikle şair ve yazarları bir araya getiriyordu.
Erhan Altan, kitabın önsözünde,
sanatsal atılımların ülkeye kaçınılmaz
olarak geleceğini, “yeni”ye kucak açan
Ankara’nın sanattaki eskiden kopuşa cesaret verdiğini belirttikten sonra, modern
sanatın bu büyük patlaması elbette yeni
başkentte gerçekleşecekti, diyor. O dönem
Ankara’da çok canlı bir sanat hayatı görülse de Ahmet Oktay, Ankara’nın hiçbir
zaman sanatın merkezi olmadığını düşünüyor ve sanatçıların sonraki yıllarda
yeniden İstanbul’a çekildiğini söylüyor:
“Yayınevlerinde müthiş bir patlama oldu,
çünkü edebiyat müthiş bir endüstri olarak
çalışıyor burada. Bir edebiyat endüstrisi
vardır, onun içinde faaliyet göstermeye
çalışıyoruz. Bu edebiyat endüstrisi romanı
biçimlendirdi. Şiiri demiyorum, çok şükür
şiire kimse karışamıyor, egemen olamıyor,
ama roman dünyası artık bu endüstrinin
ilkeleri doğrultusunda üretiliyor.”
Kitabın en oylumlu ve doyurucu söyleşisi Ahmet Oktay’la yapılan. Atatürk
döneminde Ankara’da açılan Karpiç
Lokantası’ndan, Yakup Kadri, Nurullah
Ataç, Ahmet Muhip Dıranas, Çetin Altan,
Şahap Sıtkı, Orhan Veli, Mehmet Kemal
gibi isimlerin buluştuğu mekânlardan, o
dönem çıkarılan dergilerden, siyasal eğilimlerden söz açılıyor. Hergele Meydanı’ndaki 15. Yıl Kıraathanesi, Ulus Posta
Caddesi’ndeki Kürdün Meyhanesi, Bomonti Gazinosu, Özen Pastanesi… Oralarda karşılaşan eski ve yeni kuşaklar.
Tanışmalar. Ahmed Arif, Enver Gökçe,
Kırşehir’de öğretmenlik yaparken sık sık
Ankara’ya gelip giden İlhan Berk...
Söz daha çok ikinci yeni etrafında şekilleniyor. Erhan Altan’ın bu konudaki
yaklaşımı dikkat çekici; sorusunu derinlemesine bir yoruma sarıp sarmalayarak
yöneltiyor: “İkinci Yeni’nin yaptığına bakınca, bir kere sentaksı kırdılar. Ne bileyim, bunun bir ileri aşaması, sözcüğün
yapı taşı cümleydi, yapı taşını sözcük görüp sözcükle oynamaya başlanabilirdi, hiç
kimse böyle bir şey yapmadı. İkinci Yeni’ye
dâhil görünen şairler bunu yapmak zorunda değildi, bir sonraki kuşak yapabilirdi.
18
Ama sonraki kuşak gelmedi, bu anlamda
gelmedi. Acaba birtakım sınırların belirlenmesi gibi bir durum mu oluştu?”
Artık bir taşra kentinden farkı yok
Ahmet Oktay sorulara cevap verirken bir
iç hesaplaşma yapmayı da ihmal etmiyor.
Sohbet zaman zaman Ankara’nın dışına
çıkıp edebiyat, sanat ve düşünce dünyasının geniş coğrafyasına uzanıyor. Bu arada
“İkinci Yeni” adını koyan kişinin Muzaffer
İlhan Erdost olduğunu öğreniyoruz Ahmet
Oktay’dan. Ve diyor ki Ahmet Oktay: “Sanatın öğrenciliğini yapmadan sanatı sevmek mümkün değil.”
İlhan Usmanbaş ve Lütfü Günay o
yılların Ankara’sının müzik ve resim dünyasında dolaştırıyorlar bizi. Ama müzisyenler ve ressamlar arasındaki ilişkilerin
edebiyatçılarınki kadar canlı olmadığını
öğreniyoruz.
Her üç sanatçı da 50’li yıllardaki geniş
caddeleri, tiyatroları, gece gidilen mekânları
için sevmişler Ankara’yı. Şimdi bunların hiçbiri kalmadı Ankara’da. Caddeler otobana
dönmüş durumda, hava kararır kararmaz
herkes evine çekiliyor, toplu taşıma hizmeti
erken saatte sona eriyor. Herhangi bir taşra
kentinden farkı yok artık Ankara’nın.
HATIRA
KÝ­TAP ZA­MA­NI
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Yitik bir dünyanın çetelesi: Said’in anıları
Yersiz Yurtsuz, Anılar adlı eser, Edward Said’in doğumundan akademik hayatına başlamasına kadarki anılarını içeriyor. Ön planda
Said’in ve ailesinin hikâyesi var. Kitapta Edward Said’in sadece
Ortadoğu’da değil, Amerika’da geçirdiği yıllar da yer alıyor.
YERSİZ YURTSUZ, EDWARD W. SAID, ÇEV.: AYLİN ÜLÇER, METİS YAYINCILIK, 408 SAYFA, 30 TL
E
si akşam altıya kadar girebildiği bir elit
okulu olarak anlatılıyor. Benzer eleştiriler
Harvard için de var. Entelektüel gelişimini
ise ufuk açan birkaç hocanın dışında şöyle
özetliyor Said: “Saatlerce, günlerce, haftalarca doymak bilmezcesine kitap okuduğumu hatırlıyorum.” (s. 381) Benzer cümleleri tüm entelektüel formasyonu için de
kuruyor: “Müzik, yazın ve felsefe tarihine
ilişkin okumalarım hem öğrenci hem de
öğretmen olarak yapıp ettiğim her şeyin
temelini oluşturdu.” (s. 365)
Said, dilinin ve zihninin tüm
imkânlarını kullanarak ve adeta hiçbir
engel tanımadan hayatının bu dönemine
ait anılarını kaleme almış. Anılarında bir
edebiyat eleştirmeni, bir akademisyen,
bir müzikolog olmanın getirdiği tüm
avantajlar mevcut. Bunun yanında son
derece insani, sıcak bir tarzı var. Said
bu anıları yazdığında altmışlı yılları aşmış. Annesini şöyle betimliyor: “Onun
kollarının arasında olmak cennetten
çıkma bir mutluluktu.” Ya da Amerikan
pasaportunun Ortadoğu’daki nüfuzunu
şöyle anlatıyor: “…birer muska misali
taşıdığımız Amerikan pasaportlarımız
bizleri Filistin üzerinden oynanan siyasi
oyunlardan sakınıyordu.” (s. 165)
ZEKERİYA BAŞKAL
dward Said, edebiyat kuramları ve eleştirisi, siyaset, karşılaştırmalı edebiyat
ve müzik alanlarında en önemli ve çok
tartışılan entelektüellerden biridir. Bu konularda onun eserlerinden bahsetmemek,
ona gönderme yapmamak hemen hemen
imkânsızdır. 1978’de yayımlanan Şarkiyatçılık, Ortadoğu çalışmalarında, postkolonyal eleştiride hâlâ kült kitaplardandır.
Olayların Ağında İslam, Kültür ve Emperyalizm, Entelektüel gibi eserleri bu alanlara ilgi
duyanların mutlaka okuması ve üzerinde
düşünmesi gereken eserlerdir.
Yersiz Yurtsuz, Said’in doğumundan
profesyonel hayata başlamasına kadarki
anılarını içeriyor. Ön planda Said’in ve ailesinin hikâyesi var. Ancak Edward Said o
kadar karmaşık bir ilişkiler ağı içinde büyümüş ki bu kişisel hikâyede Amerikan
kimliğinden İsrail’in kuruluşuna, Nasır
milliyetçiliğinden Princeton Üniversitesi’ndeki erkek egemen havaya kadar pek
çok tarihsel ve toplumsal katmana rastlamak mümkün.
Said anılarını 1994’te yazmaya başlamış. Bundan birkaç yıl önce, 1991’de kendisine kanser teşhisi konulmuş. Anıları,
İngilizce’de 1999’da yayımlanmış. Kitabı
Türkçede İletişim Yayınları 2003’te basmıştı. Elimizdeki eser ise aynı çevirinin
Metis tarafından basılmış hali.
Kitabın hikâyesinden bahsetmişken
Aylin Ülçer’in son derece başarılı bir çeviri ortaya çıkardığını da söyleyelim. Said
gibi birkaç dili konuşan ve İngilizceyi
nüanslarıyla yazabilen bir yazarı Türkçeye çevirmek kolay bir iş değildir. Kitabı
okurken çeviri tadı almıyorsunuz ve eğer
İngilizceden de okumuşsanız Said’in sesini duyabiliyorsunuz. Çevirinin başarı
ve güzelliğindeki tek istisna, çevirenin
bana göre gereksiz bir şekilde ısrarcı olduğu “çoğun” kelimesi.
UNUTULMUŞ BİR DÜNYAya dair
Said, kitabın büyük bir kısmını hastalık ya
da tedavi dönemlerinde yazdığını söylüyor.
Anıları “yersiz yurtsuz, büyük ölçüde yitik
ya da unutulmuş bir dünyanın çetelesini
çıkarmak” ve “ölümcül olan hastalığını
öğrendikten sonra yaşadığı hayatın öznel
bir muhasebesini ardı[n]da bırakmak” için
yazdığını ifade ediyor. Farklılıkların hayatının bir parçası olduğunu ve bundan dolayı
hiçbir tek kimliğe indirgenemediğini, giderek bu yersiz yurtsuzluğa alıştığını ve yersiz
yurtsuz olmayı yeğlediğini vurguluyor.
Uyumak istemeyen yazar
Edward Said (1935-2003)
absürtlüğünden, muhteşem kelimesinin daima İngiliz tarihine gönderme
yaptığından bahsediyor.
Anılarında gördüğümüz iki ana izlek
,Said’in annesiyle ve babasıyla olan ilişkisi.
Said ta küçüklüğünden annesinin ve babasının ölümlerine kadar ikisiyle olan ilişkisini büyük bir dikkat ve ayrıntı zenginliğiyle
sunuyor. Annesinin şefkatli ama buyurgan
duruşu, babasının Amerika’da sadece 10
yıl yaşamış olmasına rağmen ömür boyu
devam eden ve hiçbir şekilde sorgulanmasına izin vermediği, milli günlerde işyerine Amerikan bayrağı asmasından Şükran
Günü hindi yemesine kadar ayrıntılarla
süslü Amerika’ya bağlılığı, Said’in canlı ve
güçlü gözlemleriyle anlatılıyor.
Said’in hatıralarında, sadece Ortadoğu’da değil Amerika’da geçirdiği yıllar
da var. Princeton ve Harvard Üniversiteleriyle ilgili gözlemleri ilginç. Örneğin,
1950’li yılların Princeton’ı son derece
muhafazakâr, entelektüel hiçbir ortam
sunmayan, kadınların sadece cumarte-
Yazar, kışları Kudüs’te yazları Kahire’de yaşayan bir ailede doğmuş. Annesi
Lübnanlı, babası Amerikan vatandaşı.
Aile Hristiyan ve Arap. Said, Kahire’de
bir İngiliz okuluna gidiyor. Adı bir İngiliz kralının adı ve soyadı Arapça. Said’in
tek bir yere, milliyete, kültüre ait olamama ya da birbiriyle kesişen kimliklere ait
olma hali, diller için de geçerli. Küçük
yaşlardan itibaren Arapça, İngilizce ve
Fransızca konuşuyor. Özellikle Arapça
ve İngilizce arasında sürekli gelgitler yaşıyor, birini konuşurken diğerini hatırlıyor. Bunda annesinin onunla her iki dilde konuşmasının ve ona daima İngilizce
yazmasının etkisi var.
Said taşıdığı özelliklerin kimliklerle olan bağını nasıl fark ettiğini kişisel
anekdotlarla anlatıyor. İngiliz okuluna giderken okuldaki öğrencilerin
çoğunun İngiliz olmamasına rağmen
İngilizcenin zorunlu olmasından,
İngiltere’nin çayırlarından, dağlarından, krallarından oluşan müfredatın
19
Eserin hemen her yerinde nesnel ve mesafeli bir entelektüelin sesiyle, günleri sayılı olduğunu bilen bir fâninin sesi birbirine karışıyor. Eserde bu nesnel duruş ve
insani yönle ilgili pek çok öğe var. Ancak
benim en ilginç bulduğum, yazarın uykuya direnişi ve hayatı kutsayışı: “Uyku
insanın farkındalığını sekteye uğratan
her şey gibi ölümden farksız benim gözümde… Uykusuzluk, ne pahasına olursa olsun arzulamaya devam edeceğim
kutlu bir hal.” (s. 388)
Kitabın sonu adeta aceleye getirilmiş
gibi. Onca anekdottan, onca hatıradan
sonra yazarın bunları bir yere bağlamasını,
birkaç sayfayla da olsa bir muhasebe yapmasını bekliyor insan. Bu durum kim bilir
belki de sonunun yakın olduğunu bilen bir
insanın tıpkı uykuya direndiği gibi bir son
yazmaya da direnmesi olarak açıklanabilir.
Said, büyük bir açıkyüreklilik ve güçlü
bir dille hayatının ilk 23 yılını zaman zaman siyasete, Ortadoğu ve ABD tarihine
değinerek anlatmış. Çok yönlü, çok katmanlı, çok zengin bir zihnin muazzam bir
kültürlerarası tecrübe, dil, müzik ve felsefe
bilgisiyle yoğrularak hayata ve kendine bakışından öğrenebileceğimiz çok şey var.
Kesinlikle okunmalı!
SÖYLEŞİ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
‘Düzyazıyla şiiri büsbütün farklı görmüyorum’
Şavkar Altınel gezi yazısı, anlatı ve anı karışımı diye nitelenebilecek yeni kitabı Hotel Glasgow’da anlatıcı “Şavkar”ın peşinden
Glasgow’un ve Paris’in mekânlarında dolaştırıyor okuru. Altınel
ile kurmaca ve gerçek kişileri anlattığı kitabını konuştuk.
HOTEL GLASGOW, ŞAVKAR ALTINEL, YAPI KREDİ YAYINLARI, 108 SAYFA, 8 TL
Ö
çaklar” da yalnız kültürel kimliklerinden değil, kimliklerinin her boyutundan
kaçma çabası içinde olduklarından dilin
onlar için tek başına belirleyici olması imkânsız. Benim için de aynı şekilde
dil hayatımdaki öğelerden yalnızca biri;
kimliğimin tümüne sahip çıkabileceğini
sanmıyorum.
CAN BAHADIR YÜCE
nceki düzyazı kitaplarınızdan
farklı olarak Hotel Glasgow’da
üçüncü tekil kişi anlatımı var. Murakami geçenlerde ancak birinci tekil
kişi anlatımıyla yazarsa metinle samimi bir ilişki kurabildiğini söylüyordu. Sizin bu tercihinizin sebebi ne?
Hotel Glasgow her şeyi arkalarında bırakıp hayatlarından (kaldıkları o “otel”den)
çıkıp gitmek isteyen ve tabii sonunda bunun imkânsız olduğunu keşfeden bir dizi
kurmaca karakter ve gerçek insanla ilgili.
Kendimden üçüncü tekil kişiyle söz etmeyi, böyle bir çıkışın hiç gelmeyeceğini,
olduğumuz insandan başka bir şey olamayacağımızı işin başından kabul etmek
için seçtim ve kitabın daha ilk kelimesinin
“Şavkar” olmasına özen gösterdim. Ama
zihinsel olarak kabullendiğim Şavkar
olma gerçeğini duygusal olarak kabullenip kabullenemediğim tartışılabilir tabii.
Şiirlerinizde de sinema anlatımına yaklaşan örnekler var ama sinemacılara da hatırı sayılır bir yer
ayırdığınız Hotel Glasgow’da bunun doruğa çıktığını
düşünüyorum. Sinema-edebiyat ilişkisine dair görüşünüz nedir: Sinema şiire mi yakın, düzyazıya mı?
Yahya Kemal, eski kültürümüzün resimsizlik ve nesirsizlik gibi iki “feci noksan”ı
olduğunu söyler. Bu saptamanın ne kadar
doğru olduğunu söyleyebilecek kadar
eski kültürümüzle tanışık değilim. Ama
ülkemizde resim ve düzyazının hâlâ biraz hor görüldüğü, “milli sanatımız” şiirin de bir tür anti-resim ve anti-düzyazı
olarak algılandığı ve resim ve düzyazıdan
uzaklaştığı ölçüde şiir sayıldığı ileri sürülebilir. Bense, bu önyargılara duyduğum
tepkiden çok, kendi gereksinimlerime
karşılık vermek için resme ve düzyazıya
ya da, daha geniş bir şekilde söyleyecek
olursak, göstermeye ve anlatmaya dayalı
bir şiir geliştirdim. Vermeer’in tablolarından çizgi romana kadar görsel sanatlarla,
yazmaya çalıştıklarım arasındaki ilişki
bundan önceki kitabım Mavi Defter’de ayrıntılı olarak mercek altına alınıyor, Hotel
Glasgow’da da, evet, sinema gündemde.
Sinema benim için edebiyatın ikiz kardeşi gibi. Dünyayı okura göstermeye çalışan
bir yazar olarak film tekniklerinden her
zaman yararlandım. Ölçü bu olunca belki
bazıları sinemanın gözümde düzyazıya
daha yakın olduğunu düşünebilir, ama
benim düzyazıyla şiiri işin başından o
kadar kesin bir şekilde birbirinden ayırmadığımı da unutmamak gerek.
Kitabınızı okurken aklımda Sabri Esat’ın dizesi
vardı: “Pasaport bir yolculuk romanıdır.” Birçok
yolculuğundan metinler üretmeyi bilmiş bir yazar olarak bu dize hakkında ne düşündüğünüzü
merak ediyorum.
Pasaport denilen belgenin içerdiği ironi,
bir yandan yukarıda andığım şekilde
“her şeyi ardımızda bırakıp” gitmemizi
mümkün kılıyormuş gibi dururken, bir
yandan da ardımızda bırakmak istediğimiz o şeylerin hepsini bir “kimlik”
halinde yanımıza almaya bizi zorlaması. Yolculuklardan metinler üretmeye
gelince, yolculukla yazı arasında bir dizi
benzerlik olduğu kuşkusuz. Yazı da sizi
hayatınızdan çıkartıp başka birine dönüştürebileceğini söylüyor. Bu bir ölçüde gerçekleşiyor da: Yazarken günlük
hayatınızda olduğunuzdan daha zeki,
ince, duyarlı bir kimse oluyorsunuz.
Ama, gene bu kitapta anlatmaya çalıştığım gibi, bu mutlak bir değişim değil;
yazar kaçmaya çalıştığı eksik ve kusurlu insanı da beraberinde götürmekten
kurtulamıyor ve çoğu defa da anlattığı
bu insan ve onun hayatı oluyor. Dahası, anlatılması gereken de bence zaten
bunlar. Hepimiz Nabokov’un sözünü
ettiği, her gün gördüğü parmaklıkların
resmini yapan zavallı maymun gibiyiz:
İçinde olduğumuz kafeslerden başka işleyebileceğimiz bir konu yok.
Hotel Glasgow kimlik arayışıyla ilgili bir kitap. Bu
arayışın dille ilişkisini sormak istiyorum: Örneğin,
Türkçe dışında bir dille yazmayı hiç düşündünüz
mü? Kimlik meselelerini içinde tartıştığımız dil, aslında kimliğimiz değil mi?
Şiir ve düzyazı demişken, asıl yapmak istediğinizin
şiir değil düzyazı olduğunu bu kitapta da tekrarlıyorsunuz. “Edebi hiyerarşide” düzyazıyı şiirin üstüne koymak bana hep ilginç görünür (tam tersini
düşünenlerdenim). Düzyazıya atfettiğiniz konumu
biraz açar mısınız?
Şavkar Altınel
Kimlik arayışından çok, bir tür kimliksizlik arayışı ya da kimlikten kurtulma
isteği söz konusu. Kurtulmak istenilen
kimliğe belki kültürel kimlik de dâhil.
Şavkar’ın, gençlik yıllarında ne kadar
etkilendiğini uzun uzun anlattığı iki
filmden Paris’te Son Tango’nun başkahramanının çeşitli ülkelerde yaşamış bir
Amerikalı, Yolcu’nun başkahramanının
da üniversiteye Amerika’da gitmiş bir
İngiliz olması rastlantı değil. Ama bu
insanlar da, Hotel Glasgow’daki öteki “ka-
20
Dediğim gibi, düzyazıyla şiiri büsbütün değişik türler olarak görmüyorum.
Aralarındaki fark bence niteliksel değil
niceliksel. Şiir düzyazının asgariye indirilmiş şekli, düzyazı ise daha karmaşık,
daha zengin, daha doyurucu bir şiir.
Benim düzyazıyı tercih etmem bu yüzden. Düzyazıda da şiirlerimde işlediğim
konuları işlediğimi, ama bunu daha ileri
bir düzeyde yaptığımı düşünüyorum. Ne
KÝ­TAP ZA­MA­NI
SÖYLEŞİ
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
“Ne kadar yalın bir roman bu.
Ne kadar incelikli, ne kadar güçlü…
O kadar farklı, öyle biricik ki.
Unutulmaz. Sıradışı…”
Doris Lessing, The Independent
yazık ki düzyazının önemsiz olduğu
inancı kültürümüzde o kadar yaygın ki
herkes bu görüşümü paylaşmıyor. Son
derece zeki insanların bile bana hâlâ,
“Peki, yeni şiir var mı?” diye sorduğu
olabiliyor. Ben de her seferinde, “Evet,
var, daha geçenlerde uzun bir şiir yayımladım,” deyip son düzyazı kitabımın adını veriyorum.
70’lerden söz ederken, o yıllarda edebiyatı önce
kurmaca olarak gördüğünüzü söylüyorsunuz.
Yıllar içinde fikriniz ne kadar değişti ve kurmacaya bakışınızı değiştiren ne oldu?
Ben kurmacaya hâlâ inanıyorum, ama
kurmaca artık kendine inanmıyor. Kurmaca nedir? Hayatın, belli bir anlamı
olacak ya da belli bir duygu uyandıracak
şekilde yapılmış bir resmi. Dolayısıyla
da bütün edebiyatın kurmaca olduğu,
şiirle düzyazı arasında önemli bir fark
bulunmaması gibi, kurmacayla kurmacadışı edebiyat arasında da önemli bir
fark bulunmadığı söylenebilir. Benim
bütün kitaplarım başımdan geçen gerçek olaylarla ilgili olsa da, her zaman
bu olayları okura bir şeyler söyleyen bir
tür “hikâye”ye dönüştürmeye çalıştığım için yazdıklarımda sonuçta belli
bir kurmaca öğesi var. Ama bir yazarın
söylediklerinin gerçek hayatta boğuştuğu bir şeylerden kaynaklandığına
inanabilmek benim için önemli ve gezi,
anı, otobiyografi gibi türlerin içerdiği “yaşanmışlık” bunu kolaylaştırıyor.
Kurmacanın en kapsamlı örneği roman
ise şimdilerde aksine, ne kadar postmodern olduğunu kanıtlamak umuduyla,
“gerçek hayat” kavramını alaya alıp
her şeyin uydurmaca olduğunu ileri
sürmekle meşgul. Bu bana o kadar çocukça geliyor ki romandan soğudum.
Hotel Glasgow yayımlandıktan birkaç
gün sonra Kaya Genç’ten “Kahramanın
adı, ama sadece adı değişse kitap roman
olmaz mıydı?” diyen bir ileti aldım.
Ne demek istediğini anlıyorum, ama
açıkladığım nedenlerden kahramanın
“Şavkar”, kitabın türünün de “anlatı”
olarak kalması bence daha iyi.
Kitabın belki de en etkileyici sayfaları Afro-Amerikan yazar Richard Wright’a dair bölüm. Başka
bir ülkede yaşamayı seçen bir tür sürgün, yakınlık kurduğunuz bir başka isim. Yurt dışında
geçen onca yılda kendinizi hiç “sürgün” ya da
“gönüllü sürgün” diye tanımladığınız oldu mu?
Amerika’dan taşındığı Paris’te her şeyini, dostlarını, kalemiyle kazandığı
servetini, sağlığını ve en önemlisi de
yazma gücünü kaybedip sonra da elli
iki yaşında ölen Wright’ın hikâyesi
gerçekten çarpıcı olsa da, kitapta ülkesinden uzakta olan bir tek o değil,
herkes aynı konumda. Ama her şeyden
kaçmak istediklerinden içinde bulundukları durumu sürgün olarak görmüyorlar. Benim de kendi durumuma o
gözle baktığım hiç olmadı. Yaşadığım
yerlerde başka bir yere ait olduğumu
duyarak değil, hiçbir yere ait olmadığımı duyarak yaşadım. Şavkar’dan başka
birisi olamayacağımı, bu nedenle de
onun ait olduğu yerlere ait olmam gerektiğini artık bilmeme rağmen bu garip duygu beni bütünüyle terk etmiş de
değil. Zaman içinde tek değişen yanı,
eskiden özgürleştirici gibi durmuşken
şimdi rahatsız edici gelmesi.
Kitabın anlatıcısı değil ama kahramanı (“Şavkar”) mutlu olabilmenin “bir yetenek işi” olduğunu anlamış zamanla. Bir başka sayfada ise
onun “yetenek diye soyut bir gücün” varlığına
inanmadığını öğreniyoruz. Mutlu olmak (bir yetenek, eğilim sezgi; ne dersek diyelim) şairlerde,
yazarlarda bulunmayan bir özellik mi?
Şavkar sanatın yetenekten değil, sanata,
yani her şeyin bir yerinin ve anlamının
olduğu daha uyumlu, düzenli, güzel bir
dünyaya duyulan ihtiyaçtan kaynaklandığını düşünüyor. İnsanın böyle bir
ihtiyaç duyabilmesi için normal hayatını anlamsız, düzensiz, çirkin vb. olarak
algılaması gerek. Bu da bir anlamda
mutsuzluğun tanımı olduğuna göre
böyle bir ruh halinin gerçekten de sanatın önkoşulu olduğu söylenebilir. Ben
kendimi çok mutsuz biri olarak görmüyorum gerçi, ama kim bilir, belki büyük
bir yazar olmamamın nedeni de zaten
yeterince mutsuz olmamamdır.
Anlatıda çok ince bir mizah da var. Hayatınızı İ. Ö.
(İskoçya’dan Önce) - İ. S. (İskoçya’dan Sonra) diye
ikiye ayırmanız bunun bir örneği. Bir gün İ.Ö. hakkında da bir kitap okuyabilecek miyiz? Asıl sarsıcı
malzemenin İ.Ö.’de saklı olduğuna dair bir izlenim edindim Hotel Glasgow’dan... Ne dersiniz?
“İskoçya’dan Sonraki” yıllara nankörlük etmek istemem. Hayatımda yapmak istediklerimi az çok bu dönemde
yaptım, dünyanın birkaç köşesini gördüm, bir şeyler yazdım vb. Ama tabii
“İskoçya’dan Önceki”, her şey olabileceğine, her yere gidebileceğine inanan,
genç, iyimser, umutlu Şavkar’ı da gene
bu dönemde kaybettim. Hotel Glasgow
da zaten bir anlamda bunun hikâyesi.
O eski Şavkar’ı bir defa daha içimde
diriltip yazabilir miyim, yazmak ister
miyim, emin değilim.
21
İki küçük kızın dostluğunu anlatan Buz Sarayı, çocukluğun gizli
kederini incelikle işliyor. Bitmeyen, upuzun bir kışın ortasında
filizlenen bu dostluk, uçsuz bucaksız bir yalnızlığın
başlangıcı oluyor.
Türkçenin en önemli şairlerinden Melih Cevdet Anday’a 1973
TDK Çeviri Ödülü’nü; Tarjei Vesaas’a ise 1963’te Kuzey’in
Nobel Edebiyat Ödülü sayılan İskandinav Edebiyat Ödülü’nü
kazandıran Buz Sarayı soğuk, uzak bir diyarın dostlukla
alevlenen sessiz şiirini dillendiriyor.
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Yeni dönemin ruhu
L
ROMAN
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Sevimli bir ihtiyar olarak Tanpınar
Latin Amerika edebiyatının dünyaca ünlü ismi, Nobel Edebiyat Ödülü
sahibi Mario Vargas Llosa’nın dilimizde yayımlanan son kitabı Ketum
Kahraman, her ne kadar adı tek kahramanı çağrıştırsa da, iki ayrı kentte yaşayan iki karakterin öyküsünü anlatan bir roman.
Nazlı Eray’ın Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hayatından kimi sahneleri romanlaştırdığı Aydaki Adam Tanpınar, son yıllarda sayısı iyice artan Tanpınar kitaplarına eklenen son eser. Birçok kitapta anlatılan Ahmet Hamdi’den farklı bir
portre bu; sevimli, bohem bir ihtiyar Nazlı Eray’ın Tanpınar’ı.
KETUM KAHRAMAN, MARİO VARGAS LLOSA, ÇEV.: HAVVA MUTLU, CAN YAYINLARI, 416 SAYFA, 29 TL
AYDAKİ ADAM TANPINAR, NAZLI ERAY, DOĞAN KİTAP, 304 SAYFA, 22 TL
İNAN ÇETİN
atin Amerika edebiyatının dünyaca tanınan
yazarlarından Mario Vargas Llosa’nın Ketum Kahraman adlı
romanı, Jorge Luis Borges’in bir öyküsünden şu alıntıyla açılıyor: “Bizim en yüce görevimiz bir labirent ve
bir ip olduğunu hayal etmektir.” Bu
söz edebiyatçıların sanatsal, estetik
yükümlülüklerini anımsatır ki Mario Vargas Llosa hep estetik değerleri önde tutan yazarlardan olmuştur.
Llosa pek çok ödüle değer görülmüş
ve sonunda dünyanın en saygın ödülü
olan Nobel’i kazanmıştır (2010). Deyiş
yerindeyse, hem ulusal hem de uluslararası edebiyat camiası Mario Vargas
Llosa’nın değerini bilmiştir.
Mario Vargas Llosa, doğduğu
ülke olan Peru’da, 1990’da başkanlık
seçimlerinde aday olmuş ve yarışı
kaybetmişti. Pek çok çevrenin ortak
kanısı şuydu: Llosa seçimi kazansa
bile bu, edebiyat için bir kayıp olacaktı. Çünkü edebiyat ölümsüz, siyaset
ise sadece tarihî bir öneme sahiptir. Sonuçta Llosa başkanlık yarışını kaybetmiş ve girdiği yarıştan çok
şey öğrenerek çıkmış, bunu da şöyle
özetlemiştir: “Bir siyasetçi değil, yazar olduğumu öğrendim.”
Edebiyat siyaset için kullanILamaz
Llosa, Peru’nun ve genel olarak Latin Amerika’nın toplumsal ve siyasi
gerçeklerini edebiyatına taşımış, her
zaman siyasetin içinde olmuştur. Pek
çok romanında baskıcı ortamdaki özgür bireyin mücadelesi göze çarpar.
Şu sözler Llosa’ya ait: “Edebiyat için
siyaseti kullanabilirsiniz ama bunun
tam tersini asla yapamazsınız.” Şimdi
bu hat üstünden, Llosa’nın son romanı
Ketum Kahraman’a kısaca göz atalım.
Ketum Kahraman, her ne kadar
adında tekil kahraman olsa da, iki
ayrı kentte yaşayan iki karakterin
paralel öyküsünü anlatıyor: Sıcak
kent Piura’da bir taşımacılık şirketinin sahibi olan Felicito Yanaqué ve
Peru’nun başkenti Lima’da sigortacılık yapan Ismael Carrera. Hayat bir
rutin içinde, her şey kendi halinde
ilerlemektedir. Ama değişen şeyleri
görüp fark ettikçe kahramanlarımızın hayatları altüst olur. Felicito,
“evinin tahta kakmalı eski kapısına,
bronz kapı tokmağının olduğu yere”
sıkıştırılmış bir zarf bulur. Piura’da
S
kötü koşullarda yaşayan bir sürü
insanın bulunduğu ve yağmacılık,
çapulculuk yaptıkları belirtilen mektupta Felicito’dan taşımacılık şirketini koruma adı altında haraç istenir. İmza yerine bir örümcek resmi
bulunan mektubu bir mafya örgütü
göndermiştir. Felicito’nun ise mafyaya boyun eğmeye niyeti yoktur. Onu
okutup büyüten babasının sözlerini
anımsar: Kendini kimseye ezdirme!
Sürükleyiciliğini hiç yitirmeyen
Ketum Kahraman’ın diğer karakteri Ismael Carrera’nın başına gelenler de
düzenin bozulmasına yol açar. Ismael,
şirketinin yöneticisi Rigoberto’ya yıllar sonra her türlü olanağı sağlamaya
kararlıdır; ondan istediği tek şey, seksen yaşında yapacağı evlilikte şahitlik
etmesidir. Rigoberto ise artık kültür ve
sanatla ilgilenmek, ailesiyle güzel vakit
geçirmek istemektedir. Ismael’in isteğini kabul eder ama onun açgözlü çocukları başlarına belâ olacaktır, çünkü
arada miras bölüşümü vardır.
TEMEL KARATAŞ
ağcı mıydı, solcu mu? Batılı mıydı, muhafazakâr
mı? Batıcı mıydı, Doğucu
mu? Kimdi Ahmet Hamdi Tanpınar?
Bu sorular ölümünden yıllar sonra
gündeme geldi ve binlerce kez soruldu,
bu sorulara onlarca farklı yanıt verildi.
Kafalardaki farklı Tanpınar’lar hiçbir
zaman tek vücutta buluşamadı. Ancak
yazarın zamanla daha iyi anlaşıldığını
söylemek yanlış olmaz. En azından yalnızca edebiyat alanında değil, sosyoloji
alanında da tartışabiliyoruz onu. Çünkü hakkını yediğimiz önemli niteliği,
toplumsal dönüştürücü olma rolüydü
Tanpınar’ın. Zihin ve fikir dünyasına
ilişkin çok önemli işaretler içeren günlükleri ölümünden neredeyse yarım
asır sonra yayımlanan Tanpınar, yıllar
boyunca yalnızca muhafazakâr camianın simge isimlerinden biri, “sağcı” bir
yazar olarak algılandı. Oysa CHP milletvekiliydi. Dahası, Beyoğlu’nda bohem bir hayat sürdüğü vakiydi. “Tam
Müslüman mıyım bilmem. Milletimin
Müslüman olduğunu unutmuyorum ve
Müslüman kalmasını istiyorum. Garplıyım. Hıristiyanlığın daha iyi, daha
zengin miraslarla, daha iyi işlendiğine
eminim.” diyen Tanpınar, kendi tasavvur dünyasını belli ki kolay açıklanabilir ve konformist bir muhafazakârlık
çerçevesinde kurmamıştı. Biraz yakından bakıldığında modernist ve modernleşmeci yanlarının baskın olduğu
görülebiliyor, at gözlüğüyle, Kemalist
bir okuma yapıldığında ise hayli kafa
karıştırıyordu. Neyse ki kitaplarını
basan yayınevinin bir dönem değişmesinin de (Dergâh’tan YKY’ye)
etkisiyle okur kitlesi farklı tabanlara
yayıldı ve önemli bir ilgi alanı, hatta
odağı oldu Tanpınar.
Baskıcı kurumlar, açgözlü kişiler
Kuşkusuz ki kitabı birkaç sözcükle
özetlemek güç, böyle bir niyetim de
yok. Ama şunu söyleyebilirim: Ketum
Kahraman’ın bu renkli kişilikleri, yeni
bir gerçekliğe tanıklık ediyor. Buna
ister dalaverecilik, ister Peru’nun ya
da Latin Amerika’nın eskiyle harmanlanmış yeni ruhu deyin, ama kitabı gülümseyerek okuyacağınızdan,
rahat okunur ve samimi bulacağınızdan kuşkum yok. Ketum Kahraman,
Llosa’nın külliyatında önemli bir yere
sahip olacaktır ki, bence romanda
günümüzde hâkim görünen ve kendi
değerlerini, ideallerini, üstünlüklerini dayatan yeni dönemin ruhu var.
Mario Vargas Llosa edebî büyüteciyle, adeta üstü örtülmüş yeni gerçekliği, Peru’nun yeni kahramanlarını
mercek altına alıyor diyebiliriz. Bu
yeni Peru’dur belki, ama baskıcı rejimlerin yerini baskıcı kurumlar, açgözlü kişiler, şirketler, kıskançlıklar
almıştır; sistemin özündeyse aslında
değişen pek bir şey yoktur. Başkalarının ideallerine ya da arzularına
göre yaşamamanın hangi kurallara
dayandığı açıktır: Cesur olmak ve
kendini ezdirmemek.
Ketum Kahraman’ın arka planında
görünen bu dünyanın renkli simalarıyla tanışacaksınız, elbette bütün sınırları aşıp insan ruhuna bakan bir
gözlemci eşliğinde.
Nazlı Eray’ın Tanpınar’ı
Nazlı Eray’ın yeni romanı Aydaki Adam
Tanpınar da Ahmet Hamdi’yi anlatıyor.
Birçok kitap, birçok metin, birçok tez
gibi… Ancak romanın anlattığı Ahmet
Hamdi, girişte sözünü ettiğimiz ya da
birçok kitapta anlatılan Ahmet Hamdi
değil! Sevimli, bohem bir ihtiyar Nazlı
Eray’ın Tanpınar’ı. Okurun belleğinde
ilk bu sinyal çakıyor. Sahi, Tanpınar’ın
anlatılmadık nesi kaldı? Nazlı Eray, bu
tekrarı yazarın biyografisinden parçalar
alarak “farklı” bir roman kurgusuyla
yapmayı tercih etmiş. Romanın derdinin
ilk bakışta Tanpınar’ın entelektüel ya-
22
Nazlı Eray
nından çok özel yaşamı olduğu gözlemleniyor. Narmanlı Yurdu’ndaki odasından diz ağrılarına, mide sancılarından
Beyoğlu âlemlerine kadar bir Tanpınar
sunumu Aydaki Adam Tanpınar. Yer yer
yazılarına, şiirlerine de başvurulmuş.
Kitapta yer bulan şiirlerden biri adeta
“Tanpınar marşı” haline gelmiş popüler
dizeleri içeriyor: “Ne içindeyim zamanın/
Ne de büsbütün dışında…”
Parasız pulsuz Tanpınar
Romanda karşımıza birkaç kez çıkan
Tanpınar tasviri de seçilen dizeler gibi
popüler. Parasız pulsuzdur yazar, daracık, rutubet kokan bir odada yaşar, elbiseleri eskidir, pardösüsünün yakası kirli,
ayakkabıları tozlu, kısa boylu ve çirkin!
Borcu çoktur, dizleri ağrır, bohem hayat
sürer… Ve Paris’e gitme hayali vardır. Ne
yapar eder, bunu 52 yaşında da olsa gerçekleştirir. Oysa bu tanımlar ve özellikler
midir Tanpınar’ı farklı kılan, bir romana
konu eden? Elbette bu yazarın tercihi.
Fakat yine de Tanpınar’ın ölümünden
çok sonra “meşhur” olmasına hafifçe
serzenişte bulunan bir yazarın Tanpınar
kitabı diğerlerinden farklı argümanlarla
donatılmalıydı, diye düşünüyor insan.
Çünkü Eray, eleştirdiği Tanpınar furyasına eklemlenme tuzağına düşüyor sanki
bu içerikle. Nazlı Eray tasvir ettiği kişinin
yapıtlarında bambaşka bir adam olarak
karşımıza çıktığını söylüyor ve bunu “iki
Tanpınar” teziyle açıklıyor. Tanpınar’ın
“Bir gözüm güler, bir gözüm ağlar” dediğini de bir röportajında dile getiriyor.
Oysa aç gezip dünyayı doyuracak kitaplar yazanlar listesinde Tanpınar kim bilir
kaçıncı sırada gelir!
Nazlı Eray’ın Hamdi babası, Tanpınar’ı bilenlere yeni bir şey sunmuyor
ama Tanpınar’ı tanımayan okurun ilgisini çekebilir.
TARTIŞMA
KÝ­TAP ZA­MA­NI
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Namık Kemal cevap veriyor
Namık Kemal’in Ernest Renan’a cevap verdiği ünlü metni Renan Müdâfaanâmesi
Nurullah Çetin tarafından yayına hazırlandı. Çalışmada hem ana metin günümüz
harflerine aktarılmış hem de metnin sadeleştirilen haline yer verilmiş. Namık
Kemal’in müdafaanamesinde tahlilden çok bir savunma hali öne çıkıyor.
RENAN MÜDÂFAANÂMESİ, NAMIK KEMAL, HAZ.: NURULLAH ÇETİN, AKÇAĞ YAYINLARI, 128 SAYFA, 6,90 TL
F
ikirleri sebebiyle kilise tarafından aforoz edilen, “ilimcilik” akımının
öncüsü Ernest Renan, 1883 yılında
Sorbonne’da “İslamiyet ve Bilim” başlıklı bir konferans verir. Renan özetle,
İslamiyet’in gelişmeye mani olduğunu, bilimi engellediğini, insanların
kafasına adeta bir demir halka geçirdiğini, İslam tarihinde İranlıların belli
oranda ilmî gelişmeye fırsat verdiklerini ama hâkimiyetin Türklere geçmesiyle bunun da yok olduğunu, Arap
toplumlarında ilmin bulunmadığını
söyler. Renan’ın konferansına ilk tepki
Fransa’daki Müslümanlardan gelir. Bu
cılız tepkinin ardından Cemaleddin
Afgani bir cevap kaleme alır. Yayımlanış sürecinden barındırdığı fikirlere
değin birçok tartışmaya yol açan yazının Afgani’ye ait olup olmadığı da tartışılmıştır. Ancak Afgani’nin Renan’a
pek de itiraz etmediği söylenmelidir.
Hatta Renan’a güzellemelerle dolu bir
metindir bu. Ernest Renan’a esas itirazı ise Namık Kemal’de görürüz. Namık Kemal’den sonra Ali Ferruh’un da
iyi niyetle kaleme aldığı ancak içerik
bakımından zayıf bir itirazı varsa da
Namık Kemal’in metni İslam dünyasında daha geniş yankı uyandırır.
‘Kutsal bir vazife’
Kemal, onun İslam tarihi hakkındaki
bilgi eksikliklerini öne çıkararak cevap
verir. Mesela Renan, Mutezile’yi “mutedil mezhep” sayarken İran’ı diğer
Müslüman ülkelerden ayırır. Namık
Kemal, Renan’ın metninin ilk anlamları üzerinden eleştirilerini geliştirse
de özellikle İslam dünyasında merkezi
teşkil ettiği düşünülen inanç biçiminin
hedef alındığını, bu inanç biçiminin
dışında kabul edilen aykırı duruşların
ise olumlandığını fark etmiyor. Renan
tam da çağdaşı birçok oryantalist gibi
‘kendine uyan İslamiyet’i öne çıkarırken diğerlerini kötülüyor. Mesela bir
yandan İslamiyet’in felsefeyi mahvettiğini söylerken, diğer yandan İbn
Rüşd’e saygısını dile getiriyor. Ama
bu saygıyı dillendirirken İbn Rüşd’ün
aykırı bir isim olarak Müslümanlar
tarafından dışlandığına, dolayısıyla
İbn Rüşd’ün İslam dünyası için ‘fazla’
bir isim olduğuna göndermede bulunuyor. Böylece İslamiyet’i yeniden tanımlama çabasına girişiyor.
SEZAİ COŞKUN
Namık Kemal’in bir mektubunda yer
verdiği isimle “Renan Müdafaanamesi” diye meşhur olan metin, yazar hayattayken yayımlanmaz. Kaleme alınışından yaklaşık otuz yıl sonra, 1910
yılında ilk defa neşredilir. Bu gecikmenin sebebinin izlerini Namık Kemal’in
mektuplarında sürebiliyoruz. Babasına yazdığı bir mektubunda, Renan’a
karşı kaleme aldığı itirazı “kutsal bir
vazife” olarak anar ve Renan’ı “gönlünün istediği gibi tepele[diğini]” söyler
Namık Kemal. Eseri Midilli’de, kaynak kitaplar yanında olmadan, kısa
sürede yazmıştır. Kaynaklara ulaşamaması ve hızlıca yazması, içine sinmeyen bir metnin ortaya çıkmasına
sebep olmuştur ki yine mektuplarında
bu eksikliklerden yakınır. Müdafaaname kitap olarak yayımlandıktan
sonra devrin fikir hayatı içerisinde çok
büyük yankı uyandırmaz ama Namık
Kemal’in şahsiyetinin önemli bir cephesini teşkil ettiğinden önemini korur.
Cumhuriyet döneminde metin ilk
‘Zavallı akademi
hocasının vukufsuzluğu’
Namık Kemal
defa 1962 yılında Fuad Köprülü tarafından neşredilir. Nurullah Çetin ise
kısa zaman önce yayımlanan neşrinde, hem ana metni günümüz harflerine aktarıyor hem de metnin sadeleştirilmiş haline yer veriyor. Bu yönüyle
Çetin’in neşri, bir yandan günümüz
okuruna hitap ederken, bir yandan
da konu hakkında araştırma yapacak
bilim insanları için önemli bir kaynak. Ancak şunu da belirtmekte yarar
var: Köprülü’nün neşrinde olduğu gibi
Çetin’in neşrinde de geniş bir inceleme yer almıyor. Başka araştırmacılar
tarafından da çok yönlü tartışılmayan
metin bu yönüyle eksik kalıyor. Kitabın girişinde Namık Kemal’in savunmasının hem devri içerisindeki hem
sonrasındaki etkileriyle tahlili yapılsaydı, okur açısından çok daha yararlı
olabilirdi. Çünkü Renan’ın metnini
okumadan Namık Kemal’in eleştirilerine bakınca tartışma tüm boyutlarıyla kavranamıyor.
Kitabının girişinde amacını “Fransa Akademisi azasından müteveffâ
Ernest Renan tarafından İslamiyet’in
güya mânî-i terakkiyât ve mânî-i maarif olduğuna dair îrad edilmiş olan bir
Ernest Renan
hitâbeye karşı berâhib-i kâtı’ayı câmi’
reddiyedir ki şân-ı celîl-i İslamiyet’i
Delâil-i Münevvere-i şer’iyye ve mantıkiye ile bi-hakkın i’lâ eder.” cümlesiyle dile getiren Namık Kemal, bunu
gerçekleştirmek için Renan’ın iddialarına tek tek yer verir, ardından kendi
tezlerini sıralar. Renan’a yöneltilen ilk
eleştiri, İslamiyet hakkındaki bilgilerinin yetersizliği, kaynaklara gitmediği, hayli yüzeysel yorumlar yaptığı
ve bütün bunların birer “hezeyan”
olduğudur. Renan, esasen İslamiyet üzerine bir etüt kaleme almamış,
yaşadığı dönemde İslam dünyasının
genel görünümünden yola çıkarak eksik bilgilerle bir manzara sunmuştur.
Namık Kemal, Renan’ın metoduna
dönük sağlam bir eleştiri getiremese
de Avrupa’da sadece Renan’ın değil,
“Ulûm-ı Şarkiyye’ye intisabı ile maruf” olanların İslamiyet hakkında
hayret verecek derecede cahil olduklarını söylemesi, 19. asırda oryantalistler
hakkında önemli bir tespit olarak kayda geçmiştir.
Renan’ın, İslamiyet’in “ilim ve felsefeyi mahva çalıştığına ve nihayet
mahvettiğine” dair tezlerine Namık
23
Namık Kemal, Renan’ın tezlerinin pek
de etkili olamayacağı inancındadır.
“Bütün âsâr-ı cehalet ve garezini birer
birer” gösterdiğine inandığı “zavallı
akademi hocasının vukufsuzluğuna
karşı istihkâr-ı anîf” ile mukabele etmekten başka çare olmadığını söyler.
Ona göre Renan, İslamiyet’e hücum
ederken içinde tüm dinlere karşı duyduğu kini kusmaktadır.
Namık Kemal’in müdafaanamesinde tahlilden ziyade bir savunma
halinin öne çıktığını görürüz. Onun
şiirinde, yazılarında kendini güçlü şekilde hissettiren kavga üslubu burada
da belirgindir. Namık Kemal, Renan’ı
tahlil etmez; kutsalına sövülen bir
adam olarak adeta ona laf yetiştirir. Bu
sebeple Cemil Meriç’in onun mücadelesi için yaptığı “taarruz, öfke ve küçümseyiş” nitelemesi yerinde bir tespittir. Belki de Namık Kemal’in en
büyük eksiği, bir oryantalistin metninin anlam katmanları etrafında kendi
metnini kurmaktansa, yüzeydeki anlamlar üzerinden kavgaya tutuşmasıdır. Çağı içerisinde iyi niyetli, donanımsız ama cesur bir çıkış olduğu ise
bir gerçektir. Nurullah Çetin’in yaptığı
neşir, Namık Kemal portresinin bir
kısmını teşkil eden eseri bilimsel ciddiyetle sunmasıyla önemli.
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Odysseus’un bütün dönüşleri
T
ROMAN
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
20. yüzyılı icat etmek
Zachary Mason’ın her hikâyede Odysseia’yı yeniden üreten romanı
Odysseia’nın Kayıp Bölümleri sadece mitoloji sevenleri değil, yazı sanatını ve ‘büyük anlatıcıları’ merak edenleri de etkileyecek bir kitap.
Yazar, bilinen efsaneleri kendi dilinden izlemeye davet ediyor okuru.
Çağdaş Fransız edebiyatının önemli ismi Jean Echenoz, Şimşekler adlı
romanında gündelik yaşamımıza giren birçok teknolojinin mucidi ya da esin
kaynağı Nikola Tesla’yı anlatıyor. Yazar, Tesla portresini ironik bir dille karikatürleştirirken ‘hayranlık duyulacak kahraman’ mitini yıkıyor.
ODYSSEIA’NIN KAYIP BÖLÜMLERİ, ZACHARY MASON, ÇEV.: SELİN SİRAL, JAGUAR KİTAP, 232 SAYFA, 18 TL
ŞİMŞEKLER, JEAN ECHENOZ, ÇEV.: MEHMET EMİN ÖZCAN, HELİKOPTER YAYINLARI, 112 SAYFA, 17,50 TL
A. ESRA YALAZAN
roya savaşlarının en büyük destanı kabul edilen Odysseia’nın aslındaki
ilk Yunanca kelime “andra” (adam)
Odysseus’un kendisini temsil ediyor.
Uzun yolculuğun bu kahramanı antik
çağın en çok tanınan, merak edilen,
kurcalanan karakteri sanırım. Araştırmacı Jenny March, Klasik Mitler kitabında Homeros’un onu cesur, akıllı ve
yaratıcı bir insan olarak tasvir ettiğini
söylüyor. Troya’dan çok özlediği evine
dönmek için geçirdiği on yıl boyunca
başına gelen her şeyi bir ‘sınav’ olarak
kabul ediyor anlatıcı. En sonunda evine
varabildiğinde bile, yokluğunda evini
istila etmiş ve karısı Penelope’yi taciz etmekte olan açgözlü taliplerle uğraşmak
zorunda kaldığını hatırlatıyor.
Evini, krallığını ve kaybettiği ‘benliğini’ geri alabilmek için savaş veren bir
adamın hikâyesi, destandan çok uzun
bir roman gibi algılanır bugünün edebiyat dünyasında. Bilhassa İthaka’ya
yani evine, karısı Penelope’ye ihtiyar bir
dilenci kılığında dönüşü tarih boyunca sayısız metafora ve farklı hikâyelere
kaynaklık etmiştir. Aslında bu ‘destan’
düpedüz mittir. Diğer bütün mitolojik
hikâyeler gibi bizi yaşayabileceklerimizin ötesine, edebiyatın bel kemiği olan
‘tahayyül’e zorlar. Hepimiz daha önce
gitmediğimiz yerlere, gerçek hayatta tanışamayacağımız insanlarla konuşmaya özlem duyarız. Bu kimi zaman pek
inanılmayan mitolojik dünya da olsa, o
masallar okuru kendine bağlar. Kadim
felsefe, burada yaşanan her şeyin ‘öte
tarafta’ bir sureti olduğunu söyler. Belki
de asırlardır mitlere inanan insan o görkemli dünyaya girebilmek için Odysseia,
İlyada, Gılgamış gibi destansı mitlerde
dolaşmaktan hiç vazgeçmemiştir.
Dönüşerek devam eden hikâyeler
Amerika’da Silikon Vadisi denilen bölgede ‘yapay zeka’ üzerine bilgisayar
programcılığı yapan Zachary Mason’ın
ilk romanıyla büyük bir başarı elde etmesine şaşırmadım doğrusu. Antik
çağdan bize miras kalan mitlerin dönüşerek yaşamasında garip bir sihir var.
Genç sayılabilecek bir yazar, modern
edebiyatın alanına giren yüzlerce tema
varken neden kadim bir destanı farklı
bir bakışla anlatmak ister? İşte bu sorunun cevabı, yazarın peşine düştüğü,
okuru kışkırtan cevapları da açıklıyor.
Odysseia’nın Kayıp Bölümleri, benzeri
S
postmodern romanlar gibi de okunabilir
elbet. Ancak Odysseus’un bütün dönüşlerini yeniden kurgulayarak, farklı
başlangıçlar ve sonlarla, kendi bakışıyla
aktaran yazarın muradı, oyuncaklı bir
kurgu ve akıllı edebiyatla okuru tavlamaktan çok daha fazla. Kırk dört bölümde, okuru bilinen efsaneleri kendi
destansı diliyle izlemeye davet ettiğinde efsunlu bir tablo beliriyor. Üst üste
yığılan resimlerde, algılarda biriken
hikâyeler her defasında ‘hakikat arayışının’ başka bir yüzünü gösteriyor. Üstelik
yazar bunu zengin üslubuyla, dilin edebi
lezzetinden ödün vermeden yapıyor.
AHMET HAMİT YILDIZ
on dönemin tanınmış
Fransız
yazarlarından
Jean Echenoz, Ravel, Koşmak ve Şimşekler adını taşıyan kurgusal biyografi romanlarını istisnai
karakterler üzerine kurmuştur. Echenoz, Ravel’de ünlü besteci Ravel’i,
Koşmak’ta efsanevi uzun mesafe koşucusu Emil Zapotek’i, Şimşekler’de
gündelik yaşamımıza giren birçok
teknolojinin mucidi ya da esin kaynağı Nikola Tesla’yı (1856-1943) anlatır. Echenoz’un seçtiği karakterler bir besteci, bir atlet ve bir mucit
olunca, söz konusu romanlar arasında doğrudan bağ kurabilmek pek
mümkün görünmez. Ravel’den günümüze o unutulmaz bestesi Bolero, Zapotek’ten koşu stili, Tesla’dan
ise “yirminci yüzyılı icat etme” unvanı kalmıştır. Echenoz’un anlattığı
istisnai karakterlerin, her ne kadar
farklı yaşamlar sürseler de, paylaştıkları bazı özellikler vardır aslında:
Parlak kariyerlerindeki meddücezirler, sosyal hayattaki beceriksizlikleri ve önlenemez çöküşleri...
SUSKUNLUĞUN TILSIMI
Mason çok katmanlı bu yapıyı kurarken anlatıcı-kahraman-okur arasındaki
ilişkinin felsefi boyutlarını da şeffaf bir
anlatımla göstermiş. “Dost Ziyaretçi”
başlıklı bölümde Phaiak Kralı Alkinoos,
Odysseus ile sohbet ediyor. Ona Phaiaklıların arasında insanların hayatlarını bir başkasına anlattıkları hikâyenin
kahramanı olarak sürdürdükleri inancının yaygın olduğunu söylüyor ve ekliyor:
“Bazı filozoflar hikâyecilerin hangi ulustan olduğunu açığa çıkarmakta tarihsel
evrimin işe yarayabileceğini düşünüyor.” Odysseus’un cevabında ‘suskunluğun tılsımını’ anlattığı cümleler çarpıcı:
“Kutsanmış yaşamımızın anlatıcısının
kim olduğunu öğrenmemeniz daha iyi
değil mi? Uzakta, ırak bir ses, soyut bir
varlık olarak kaldığı müddetçe hayatınızın ve bu toprakların efendisi sizsiziniz
ve sizin için her şey mümkün. Ama o
yüzü gördüğünüzde ve onu ölçüp biçtiğinizde, her daim bir yanılsamadan
ibaret olan sonsuz olasılıklar çözülüp
gider ve hayatınız nadiren ilham bulan
sınırlı bir aklın kısır yaratısı olarak kalır.” Kralın cevabı ise modern edebiyatta tasavvufun da kapısını aralayan bir
bakışa sahip: “Hikâyeler sona erdiğinde
Phaiaklı ölmez, aynı anlatıcının anlattığı başka bir öyküde başka bir karakteri
canlandırmaya devam eder…Sonunda
ölüm, genellikle akşamüstleri, anlatıcının içinde bir şeyler silinip gittiğinde
ve hikâyenin ortasında gözlerini ufka
dikip hiçbir şey düşünmeden sessizliğe
gömüldüğünde gelir.”
Zachary Mason’ın her hikâyede
Odysseia’yı yeniden üreten romanı sadece
mitoloji sevenleri değil, yazı sanatını ve
‘büyük anlatıcıları’ merak edenleri de çarpacak. Anlatıcıların içindekiler silinmesin; mitler, destanlar, hikâyeler dönüşerek
her daim yaşasın diye yazmış çünkü.
Bir anti-kahraman
Echenoz, okurla üçüncü şahıs anlatıcı arasında samimiyet kuran ve
çoğunlukla ironik olan dilinden
dolayı kahramanın iç dünyasına
girmemize imkân tanımaz. Bir eksantrik dâhi olarak çizdiği Tesla
(romandaki adıyla Gregor) portresini, ironik bir dille karikatürleştirirken ‘hayranlık duyabileceğimiz
kahraman’ mitini yıkar. Böylece
Echenoz’un postmodern romanların kahramanlarındaki katmansızlığı takip ettiği söylenebilir; ancak
Gregor bir postmodern kahraman
değil, postmodern anti-kahramandır. Dostoyevskici anlamda olmaksızın, yani derinliksizliği içinde
anti-kahraman: Sosyal yaşamında başarısız, iş yaşamında parlak
ününe rağmen meteliksiz, kadınlar
konusunda çekingen Gregor; obsesyonları, icatlarından elde ettiği
gelirleri sermayedarlara kaptırması,
kısacası yaşamının tüm gelgitleri
arasında onu bağışlamamıza neden
olacak birtakım özelliklere sahiptir.
Bütün ironisine rağmen anti-kahramanın öyküsünü dramatik hale
getirebilmek Echenoz’un başarı hanesine yazılabilir.
24
Henüz elektriğin olmadığı bir
zaman diliminin ve coğrafyanın
gecesinde “forsmajöre zımbalı bir
rüzgâr” ve durmadan çakan şimşeklerin ışığında doğan Gregor, okulları
su gibi bitirir, altı dil öğrenir ve elinde Thomas Edison’a yazılmış bir tavsiye mektubuyla New York’un yolunu tutar. O sıralarda düz akım enerji
üreten ve bu yüzden enerjiyi uzak
mesafelere taşıyamayan Edison
için Gregor’un dehâsı görülmemiş
kazançların anahtarı demektir. Bu
noktadan itibaren, kafası daima projelerle dolu olan Gregor’un başarı ve
başarısızlıkların meddücezirleriyle,
inanılmaz vazgeçiş ve kaybedişlerle
dolu yaşamı başlamıştır.
BİLİMSEL DEHÂ, MADDİ BAŞARISIZLIK
Şimşekler,
Tesla’nın
bilimsel
dehâsının altında gizlenen maddi
beklentisizliğiyle kapitalist sermayedarlar arasında geçen çatışmanın
zirve yaptığı noktalarda dramatikleşir. Edison, alternatif akım işinden
doğan şirket payını vermek istemez,
“Sen Amerikan esprisini anlamamışsın” diyerek kazancın üzerine yatar. Gregor, Westinghouse’la
anlaşarak alternatif akımı yaygınlaştırmaya başlayınca Edison çileden çıkar. Bir sirk filini 6.600 voltla
öldürmek, idamlık bir mahkûmu
‘elektrikli sandalye’de (tarihte bir
ilk) kavurmak gibi akla hayale gelmedik karalama kampanyalarına
başvurur. Bu sırada, alternatif akımda başarıyı yakalayıp alacağı miktar milyonları bulunca, finansörü
Westinghouse’ın gözü önünde “Siz
bana bu fırsatı verdiniz” diyerek
sözleşmesini yırtan bir Gregor vardır karşımızda. Gregor akılsız mı,
Gregor yanlış mı yaptı, Gregor suçlu
mu? Echenoz, onu daha fazla suçlayabilmemiz için daha birçok neden
sunacaktır roman boyunca.
Gördüğü her şeyi sayan, temizlik
hastası, mücevherlerden nefret eden, kafasında sürekli “fikir kaynatan”
Gregor’un “icatlarını paraya çevirememe” kusuru, insanlığa ve güvercinlere
sevgisiyle birlikte ele alındığında duygu
dünyamıza karmaşa salacak, Gregor başarısızlığına rağmen merhametimizi hak
edecektir. Yaşamı, New York parklarındaki güvercinleri tedavi edeceği son sekiz
yılında, başarısız bir insanseverliğin naif
bir hayvanseverliğe dönmesiyle, güvercin
kanadı tamirciliğinde son bulacaktır.
KÝ­TAP ZA­MA­NI
DENEME
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Ezeli bir teselli
Semih Gümüş’ün Okumak ve Yazmak adlı kitabı edebiyata,
okumaya ve yazmaya bir övgü. Adım başı yeni kitaplarla,
yazarlarla tanıştırıyor okuru. Daha güzel bir dünya hayal
ettirmeyi, umut aşılamayı ihmal etmiyor. En çok da teselliyi…
OKUMAK VE YAZMAK, SEMİH GÜMÜŞ, NOTOS KİTAP, 212 SAYFA, 17 TL
B
ALİ ÇOLAK
ana öyle gelir ki, yeryüzünde bütün toplumsal
grupların,
ideolojilerin
dışında ve onlardan büsbütün farklı;
özgür, rengârenk bir cemaat vardır: İyi
okurlar ve iyi yazarlar topluluğu! Ölmüşlerle yaşayanlar, ustalarla çıraklar, en
ünlülerle henüz başlayanlar kol kola yürürler orada. Hiçbir topluluğun bireyleri
onlar kadar birbirini tanıyamaz. Duygu
kabarmalarına, hülyalarına, ince kederlerine kadar okurlar birbirlerinin içini.
Bu yüzden, mesela okumak ve yazmak
üstüne bir kitaba rastlasanız, onlardan
pek çoğunun orada kendiliğinden buluşuverdiğini görürsünüz. Akrabalık ilişkisine benzer bir bağ, bir vazgeçilmezlik,
bir çeşit birbirini koruyup kollama ve yaşatma arzusu… Onlara göre edebiyat da
zaten, ‘içinde yaşamak içindir’.
Semih Gümüş’ün Okumak ve Yazmak
kitabını elime alıp karıştırmaya durduğumda, tastamam bunları düşündüm.
Bir de şu: “Aşk olsun!” dedim… “Semih
Gümüş, benim kitabımı yazmış!” Hayli
zamandır kurguladığım, kimi yazılarını
kaleme getirdiğim “okuma-yazma” konulu yazılardan mürekkep kitap, yazılmış da elime gelmişti. Üstelik, kimi yazı
başlıklarımız aynıydı. Üzüldüm mü?
Hayır, sevindim. Biraz da gıpta ettim yazara. Sonra okumaya durdum.
Okuma-yazma üstüne bir kitapla
karşılaştığında bir kitapseverin, Semih Gümüş’ün deyişiyle bir “kitap
manyağı”nın, neler düşündüğünü,
nasıl delice sevinçlere yükseldiğini
tahmin edemezsiniz. Bunu, ancak o
dili bilen biri anlayabilir. Edebiyatın,
daha dar anlamda iyi okur-yazarlığın
yeryüzünde bir mutluluk ve özgürlük
adası icat ettiği ve orada müntesiplerine kederli fakat müstağni, özgür ve
demokrat bir yaşama biçimi vaat ettiği
gerçektir. Hüzünlü bahtiyarlıklarla sürüp giden onurlu bir hayat… Öyleyse,
edebiyatı, okumayı, yazmayı durmaz
övgülerin şerbetine yatırmamız çok
görülmemeli. Alberto Manguel’in sözü
hiç mi hiç abartılı değildir: “Bana göre,
bir sayfa üstündeki kelimeler dünyayı
bir arada tutar.” Çünkü edebiyat, Semih Gümüş’ün deyişiyle “... dünyanın
sürekliliğini sağlayan, birbirinden habersiz kültürleri ve kuşakları birbirine
bağlayan, geçmişte bir hayat olduğunu
bize hatırlatırken gelecekteki hayatımızın ipuçlarını daha o görünmeden bize
verebilecek tek güçtür.”
Gülün Adı ’nın diyarından
aynı tatta,
aynı heyecanda!
İki bölümden oluşuyor kitap. İlkinde ‘okumak’ ikincisinde ‘yazmak’
konulu denemeler yer alıyor. “Kimler
için bu kitap?” diye sorunca iki tür okur
profili beliriyor. Birincisi, edebiyatı içinde yaşanacak bir ada sayan iyi okurlaryazarlar ki, orada dostlarını bulmak,
hatıralarını tazelemek ve düşüncelerini
havalandırmak isterler. İkincisi, tutkuyla yazmak isteyenler, yazı evrenine
yenice adım atanlar/atacaklar. Onların
devşireceği çok ‘menekşeler’ var kitapta. Okumanın her halini yokladığı gibi
yazma eyleminin sorunlarına da el atıyor Gümüş; kimine dokunup geçiyor,
kimini irdeliyor, ustalardan öğütler getirip çözümler öneriyor.
İyi kitapların ortak yanı
Okurun kitaptan çıkaracağı anafikir
galiba şu olacak: Okumakla yazmanın
birbirinden ayrılamazlığı… Jules Renard
ne kadar haklı: “Okumalarımızın her
biri filizlenen bir tohum bırakır ardında.”
Çoğu yazının, bir okumanın içinden çıkıp geldiği gerçektir. Semih Gümüş, genç
yazar adayına bu vazgeçilmezliği kitap
boyunca hatırlatıyor: “Okumaya başlamak ümit verici, yazmaya başlamak
ümit kırıcıdır. İlkini öğrendikçe ikincisinin daha iyi yapılabileceğini gördüğü
zaman yazar insan.”
İyi kitapların ortak yanıdır; son sayfayı çevirdiğinizde, depreşen okuma arzusuyla birlikte pek çok yazar ve kitap
adını not etmiş bulursunuz kendinizi.
Okumak ve Yazmak edebiyata, okumaya
ve yazmaya bir övgü. Adım başı yeni kitaplarla, yazarlarla tanıştırıyor okuru.
Daha güzel bir dünya hayal ettirmeyi,
umut aşılamayı ihmal etmiyor. En çok da
teselliyi… Cioran, “Yazmak ezeli bir tesellidir.” demişti. Okumanın daha güçlü
bir teselli olduğunu söyleyenler de yok
değildir. Montesquieu, bir saatlik okumanın alıp götüremediği hiçbir üzüntüsünün olmadığın söylerdi. İyi okurlar,
okumak için vakit aramazlar. Daniel
Pennac’ın dediği gibi, mesele, okumaya
vaktimizin olup olmadığı değil, bir okur
olma zevkini kendimize tanıyıp tanımamamızdır. Şuna da inanırız, dünyanın
güzelleşeceğine dair hâlâ bir umudumuz
varsa, bu, biraz da iyi okurlar sayesinde
olacaktır. Ne kadardır onlar, nerede yaşarlar? Mutlaka bir yerlerde yaşıyor ve
oradan sözcüklerle merhametin, özgürlüğün, demokrasinin değirmenine su
taşıyorlar. Buna inanıyor ve bu inançla
karadüzenlere, faşizmlere direnme gücü
buluyoruz. Yaşasın edebiyat!
25
İslam, Grek, Roma kültür ve medeniyetlerinin birbiriyle
yoğrulduğu Sicilya Emirliği’nde 9. yüzyılda geçen
bir tarihi polisiyeye hazır olun!
Şifacı: Sicilya Tatulası; bir hekimin, tam ortasında
kaldığı çılgınca felaketlerin, isyanların, entrikaların,
dostlukların ve ihanetin; tarihin talihsizliklerinin
ve gizeminin hikâyesi…
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Tarihin hayalhanesi
ÖYKÜ-ROMAN
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Piri Reis’in ütopyası
Ülkü Tamer son ‘öykü’ kitabı Tarihte Yaşanmamış Olaylar’da
yaşanmış değil de yaşanmamış şeyler üzerinden bir tarih yolculuğuna davet ediyor okuru. Yazarın deyişiyle, “Bu kitapta okuyacaklarınızın tümü uydurmadır. Düzmecedir. Palavradır.”
Önay Sözer’in kaleme aldığı Piri Reis’in Kayıp Adası mektup, şiir, tiyatro,
masal gibi pek çok edebi türün harmanlandığı, ütopyaya ve Piri Reis’e
yeni açılardan bakmamızı sağlayan, yoğun metinlerarasılığı ile sanata,
tarihe, edebiyata pencereler açan bir roman.
TARİHTE YAŞANMAMIŞ ÖYKÜLER, ÜLKÜ TAMER, CAN YAYINLARI, 96 SAYFA, 10 TL
PİRİ REİS’İN KAYIP ADASI, ÖNAY SÖZER, İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 325 SAYFA, 18 TL
Y
aşamdan kurguya gitmektense kurgudan yaşama gitmenin bir yazarı
gerçeğe daha çok yaklaştırdığını en
iyi bilenlerden Ülkü Tamer, dalga
boyu Borges’in Alçaklığın Evrensel
Tarihi’ne kadar vuran son ‘öykü’ kitabı Tarihte Yaşanmamış Olaylar’da
“yaşanmışlıklar” değil de “yaşanmamışlıklar” üzerinden bir tarih
yolculuğuna çıkıyor. Tarihin makbul, muteber okuma yöntemleri göz
önünde bulundurulduğunda Tarihte
Yaşanmamış Olaylar olsa olsa “İkinci Yenicil” bir tarih kaydı olarak
değerlendirilebilir. Burası tam da
Ece Ayhan’ı selamlamanın yeridir:
“Devletin ve tabiatın ortak yanlış sorusu şuydu/ Maveraünnehir nereye dökülür?” Bu savı derinleştirmek Ülkü
Tamer’in öykücülüğünü gölgeleyebileceğinden değinip geçmekle yetinelim. Ne de olsa Alleben Öyküleri
adlı kitabıyla 1991’de edebiyatımızın
önemli ödüllerinden Yunus Nadi
Öykü Ödülü’nü almış bir yazar var
karşımızda.
başarıyor. Bu yönüyle Tarihte Yaşanmamış Olaylar tarihten daha eski,
tarihin dışındaki zamanların kaydıdır da denilebilir. Ülkü Tamer, tarihin en büyük iddiasıyla yine tarihi
alt ediyor, çünkü dilini ve anlatımını tarihin öncesinde bir yere koyuyor. Belki de Tarihte Yaşanmamış
Olaylar, tarihin kabaran suları çekildiğinde karşımıza çıkan manzaranın resmi. Evet, resmi! Çünkü Ülkü
Tamer, oldukça zengin diliyle okurlarına bu görselliği de sunuyor. Bazen gözlerimizin önünde piramitler
bütün heybetiyle belirirken, bazen
Maya halkının içine karışıyor, bazen kendimizi Afrika’nın küçük bir
coğrafyasında bir gölün kıyısında
otururken buluyor, bazen bir Kızılderili kabilesinin çadırında konaklıyor, bazen Shakespeare’in yaşadığı
zamanlara uzanıyor, bazen de bir
fırtınanın yazgısını değiştirdiği II.
Dünya Savaşı’nın içine karışıyoruz.
Tamer’in özneleri elbette tarihinkilerden farklı. Çünkü bir yazarın
gözüyle, inatla ve ısrarla insanın
geçmiş içindeki yolculuğunun yani
insani olanın izini sürüyor.
Düş ürünü tarih
‘Tarihte değil kendi içimde yaşandı’
AZRA İNCİ
Ülkü Tamer’in tarihi bu denli önemsemesi, içinde büyütüp öykünün
büyülü dünyası içinde yoğurması,
dahası okurunun dikkatini tarihe
yönlendirmesi açısından Tarihte Yaşanmamış Olaylar özenle derinleştirilmesi gereken bir ilgiyi hak ediyor.
Değil mi ki tarih, doğruluk iddiası
kadar entrika, ayak oyunu, gözyaşı ve elbette kan demek... Ülkü
Tamer, kitabının özünü şu sözlerle
anlatıyor: “Bu kitapta okuyacaklarınızın tümü uydurmadır. Düzmecedir. Palavradır. Adlar da, tarihler
de, olaylar da gerçek değildir. Düş
ürünüdür. Sondaki Kaynakça bile!”
Ülkü Tamer yalınlaştırmaktan çok
saflaştırdığı dilini, çıktığı yolculuğun bir parçası kılıyor. Dil, tarihin
kendisine yüklediği kefaretle, veballe bugün dahi kanarken Ülkü
Tamer, öyküsünün dilini tarihin
egemenliğini kuramadığı o uzak,
ıssız saflığın içinde arıyor ve buluyor. Kanımca dilin saflığı, tarihin
kendisinden daha eski bir geçmişe
uzanıyor. Tarihi, dilin en saf haliyle karşılayan Ülkü Tamer, tarihin
öncesine, ötesine, dışına sarkmayı
R
SONER ÖZCAN
oman, kendi içinde
pek çok söylemi barındırabilen bir metatürün adıdır. Bir türler parodisi olarak başlamış ve hikâyesi devam edip
olgunlaştıkça melezlenmeye devam
ederek edebiyatla özdeşleşir hale
gelmiştir. Bu yüzden roman hem tek
bir türdür hem de pek çok tür. Masallar, tiyatrolar, romanslar, şiirler,
hatta bilimsel makaleler bir araya
gelip bir roman olabilir. Bu türler şöleni roman, kimi zaman bir rivayetle
ya da bir el yazmasıyla okuyucusuna
açılıverir. Ama kimi zaman da size
gönderilmiş bir mektupla başlar, şu
sözleri taşıyan: “Herkese ve hiç kimseye yazılmış bir mektuptur bu.”
Nietzsche’nin Böyle Buyurdu
Zerdüşt’ünden anımsadığımız bu
sözlerle Önay Sözer’in son romanı
Piri Reis’in Kayıp Adası’nda karşılaşıyoruz. Roman okuyucusuna yazılmış bir mektupla (ve bir çağrıyla)
başlıyor. Mektubu okurken, kitabın
isminden doğan, bu bir tarihi roman
mı yoksa bir fantastik roman mı, gibi
soruları erteliyoruz ama bu sorular
yerini başka sorulara ve meraklara bırakıyor. Mektubun ardından
“Yaşam Yolunun Başında” başlığını
taşıyan ilk bölümde bir başka türle
–masalla- buluşuveriyoruz: Yok Ada
Masalı… Kitap ilerledikçe mektubun
ve masalın yanı sıra, tiyatro, bildiri,
şiir ve ütopyanın da harmanlandığı
bir kurgu dünyasında, karakterimiz
Adsız’ın peşi sıra Ege’deki adalardan
İstanbul’a, oradan da Sardinya’ya
sürükleniyoruz. Bir yandan girişteki
mektupla olayın birleşeceği ânı merakla beklerken, diğer yandan karşımıza çıkan şiir, tiyatro, broşür, kılavuz, açış konuşması metinleriyle çok
sesli fakat ilginç bir bütünü oluşturan kurguda zaman zaman şaşırmış
buluyoruz kendimizi.
Tarih, gerçeğin değil egemenin,
muktedirin anlatısıdır. Ülkü Tamer, bu çarpık, egemen anlatıya
itirazını şu sözlerle dile getiriyor:
“Tarihle ilgili öylesine ‘inanılmaz’
yapıtlarla karşılaştım ki, yabancı bir
takma adla benzer şeyler yazmak
geldi içimden. ‘Parodi’ demiyorum –
zaten parodi gibiydi onlar. İkisini yazıp öyle yayımladıktan sonra bu uğraşın beni keyiflendirdiğini gördüm.
Kendi adımla sürdürmeyi istedim.
Sonunda Tarihte Yaşanmamış Olaylar
çıktı ortaya. Kitapçı raflarındaki kimi
yapıtlara bakarsanız, bunların daha
gerçek olduğunu düşünebilirsiniz.
Tarihte yaşanmadı ama hiç değilse
kendi içimde yaşandı bu olaylar.”
Ülkü Tamer’in belirttiği sözümona
tarih kitapları, gerçeği söylediklerini
iddia ederek önümüze bir dizi yalan,
yanlış bilgi sunarken, Tarihte Yaşanmamış Olaylar gerçeği söylemediğini ta
başta belirterek okurunun karşısına
dürüst bir tavırla çıkıyor. Edebiyatın
gücü tam da buradan el almaz mı?
Ülkü Tamer, çarpıcı dili ve atmosferi
güçlü öyküleriyle bizi bir kez daha edebiyatın görkemiyle buluşturuyor.
KAYIP ADANIN PEŞİNDE
Midilli’den İstanbul’a göçmüş bir
ailenin, diploması çok cesareti az,
kendini toplumdan izole etmiş bir
çocuğu Adsız. Otuz üçüncü yaşına bastığı ve yaşamını sorguladığı
günlerden birinde eski bir medrese
kütüphanesinde, Piri Reis’in çizdiği, Koç Papaz Adası denilen bir
adanın haritasını buluyor. Bu harita Adsız’ın çocukluğundan beri
26
hayallerini kurup düşlerini gördüğü, eskizlerini çizip romanını
yazmaya çalıştığı ‘Kaleyeros’ adasıyla neredeyse aynı. Bu rastlantının ardından karakterimiz adanın
peşine düşmeye karar veriyor. Bir
süre Topkapı Sarayı’nın arşiv bölümünde çalışmasının ardından,
Piri Reis’in bir haritasının bulunup
satıldığı haberi kendisine ulaşıyor.
Harita Sardinya Adasındaki ‘Ütopik Tiyatro Adası’ isimli bir tiyatrodadır. Haritaya sahip olma umuduyla Ütopik Tiyatro Adası’na gelen
kahramanımız bu kez kendini bambaşka bir maceranın içinde bulur.
Tiyatro, harita, aşk ve çatışmalardan
meydana gelen bir macera…
PİRİ REİS ÜTOPİST Mİ?
Felsefe profesörü olan Önay Sözer’i,
Felsefenin ABC’si, Anlayan Tarih gibi
felsefe incelemelerinin yanı sıra
Öteki (Ya da Meleğin Kitabı), Sonradan Yaşamak, İsis’in Düğünü romanları ve Çıplak Gülüş, Kadın ve Benzeri,
Bir Kadının Ütopisi gibi eserlerinden
tanıyoruz. Son romanı da okuyucusunu pek çok konuda –özellikle Piri
Reis ve ütopya konularında- düşünmeye sevk ediyor. Sözer belli ki
Piri Reis üzerine oldukça araştırma
yapmış. Yazım sürecinde Piri Reis’in
Kitab-ı Bahriyye’si dışında pek çok
kaynak ve eser inceleyen Sözer, Piri
Reis’i pek bilmediğimiz yönleriyle
ele alıyor; 16. yüzyıl Osmanlı tarihine farklı bir açıdan yaklaşarak
düşündürücü yorumlar getiriyor.
Bu yorumlarda sultan ve sarayı,
Mimar Sinan ve Süleymaniye Camii, Piri Reis ve Kitab-ı Bahriyye’si
farklı anlamlar yüklenmekte ve asrının üç önemli uygarlık olayı olarak
karakterlerden birinin aracılığıyla
açıklanmakta. Romanın ortaya attığı sorulardan biri de Piri Reis’in
bir ütopist olup olmadığı… Roman
boyunca başkarakter aracılığıyla
irdelenen ütopya konusu, “Yayımcının Sonsözü” bölümünde, yine
karakterlerden biri aracılığıyla, Piri
Reis’in ütopya ile olabilecek ilişkisine dair varsayım ve değerlendirmelerle anlatılıyor.
Piri Reis’in Kayıp Adası mektup, şiir,
tiyatro, masal gibi pek çok türün harmanlandığı, ütopyaya ve Piri Reis’e yeni açılardan bakmamızı sağlayan, yoğun metinlerarasılığı ile sanata, tarihe, edebiyata
pencereler açan dolu dolu bir roman.
FELSEFE-PORTRE
KÝ­TAP ZA­MA­NI
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Yeraltı adamı Dostoyevski
Tekerrür: Bugünün metaforu
Varoluşçu filozof Kierkegaard, Tekerrür adlı kitabında, modern
felsefede önemli rol oynayan “tekerrür” konusunu inceliyor.
Yunanlar için “hatırlama” ne kadar önemliyse “tekerrür” de
modern felsefede o kadar önemlidir, diyor Kierkegaard.
Fransız kuramcı René Girard, Dostoyevski Yeraltı İnsanı adlı kitabında, ‘acımasız yetenek’ Dostoyevski’nin sadece bir ‘yeraltı
adamı’ olarak portresini vermekle kalmıyor, aynı zamanda yazarı
natüralist diyebileceğimiz bir tarzda çözümlemeye de tabi tutuyor.
TEKERRÜR, SøREN KIERKEGAARD, ÇEV.: ZEYNEP TALAY, PİNHAN YAYINCILIK, 136 SAYFA, 12 TL
DOSTOYEVSKİ - YERALTI İNSANI, RENÉ GIRARD, ÇEV.: ORÇUN TÜRKAY, EVEREST YAYINLARI, 104 SAYFA, 10 TL
T
SÜREYYA SU
arih tekerrürden ibarettir, denir. Tarihte meydana gelen olayların her
biri elbette kendi özgünlükleri içinde
gerçekleşmektedir; ama sürekli birbirini
takip eden bir olaylar zinciri olarak da
tekrardan ibaret oldukları yadsınamaz.
Doğa ve hayat da aynı döngüyü sürdürür. Güneş doğar ve batar, mevsimler
değişir, ağaçlar tomurcuklanır, çiçek
açar, meyve verir, yaprakları kurur, dökülür. İnsan doğar, gelişir, öğrenir, yetişkin olur, beceriler kazanır, çalışır,
sever, evlenir, çocukları olur, kazanır,
kaybeder, hastalanır, ölür. Evet, hayat
döngüsel bir şekilde hareket eder. Her
insan doğar, büyür, ölür; ama kendine
özgü bir kişilik taşır. Hayatın bu hareketi
felsefeyi hep ilgilendirmiştir; Platon’dan
Aristoteles’e, Descartes’tan Leibniz’e,
Hegel’den Nietzsche’ye, Deleuze’den
Badiou’ya kadar filozoflar bu mesele üzerine düşünmüş; “bengi dönüş”,
“oluş”, “olay” gibi kavramlar etrafında
teoriler üretmişlerdir.
Tekerrür mümkün mü?
Søren Kierkegaard da tekerrür konusu
üzerine düşünen bir filozof. Tekerrür
mümkün mü? Nasıl bir öneme sahip?
Bir şey tekrar edildiğinde kendisinden
bir özellik kaybeder mi? Yoksa tam
tersine bir şey mi kazanır? Bu tür sorulardan hareketle bir kitap kaleme almış
Kierkegaard. Çünkü ona göre tekerrür
ile ilgili sorular modern felsefede çok
önemli bir rol oynamaktadır. Yunanlar
için “hatırlama” ne kadar önemliyse,
“tekerrür” de modern felsefede o kadar
önemlidir. Yunanlar nasıl bütün bilmenin hatırlamadan ibaret olduğunu öğrettiyse, modern felsefe de bütün hayatın bir tekerrür olduğunu öğretecektir,
diyor Kierkegaard.
Filozof, tekerrür ve hatırlamanın
bir hareket olarak aynı fakat zıt yönde
olduklarını söylüyor. Hatırlamak geriye
doğru bir harekettir; geçmişte olanın,
öğrenilenin çağrışımların da yardımıyla geri çağrılmasıdır. Tekerrür ise ileriye
doğru bir harekettir; deneyimlerimizin
ve öğrendiklerimizin tekrar ede ede birikim haline getirilmesi ama bir köşeye
saklamadan taze ve canlı tutulmasıdır.
Bu yüzden, diyor Kierkegaard, tekerrür insanı mutlu eder; çünkü tekerrür
yaşanmış bir olay veya öğrenilmiş bir
bilginin her seferinde sınanarak, göz-
H
den geçirilerek tekamül etmesidir. Her
yineleme, böylece bir yenileme, güncelleme, varsa eksiklerini tamamlama
veya daha zengin bir görgü ve bilgiye
varmadır. Her hatırlamanın ise tersine,
kişiyi mutsuzluğa sürüklediğini belirtiyor filozof. Hatırlanan, doğası gereği
geçmişte kalmış ve unutulmuş olandır.
Mutlu bir anıyı bile hatırlamak, geçmişte kalan günlere dair bir hüzün getirir
sevinçten ziyade.
Tekerrür şimdinin canlılığına, bugünün tazeliğine sahiptir. Hatırlama
ise geçmişin çoktan cansızlaştığını yüzümüze vurur. Hatırlama çöpe atılan
ve bize artık uymayan bir kıyafettir,
her ne kadar güzel olsa da artık küçük
gelmektedir. Geleceğe bakmak da risklidir. Umut yeni bir kıyafet olsa da, henüz bedenimizin formunu almamıştır;
serttir, kolalıdır, parlaktır ama denenmemiştir. Bu yüzden de onun üzerimize yakışıp yakışmayacağını bilmek
mümkün değildir. Tekerrür sıkıca ve
kibarca üste uyan tahrip edilmez bir
kıyafettir, ne eğilip bükülür ne de sarkar; ısmarlama olarak usta bir terzinin
elinden çıkmış gibidir.
ERCAN YILMAZ
içbir ilk cümle Yeraltından Notlar’ın ilk
cümlesi, “Ben hasta
bir adamım.” kadar yazarının kartviziti niteliği taşımaz belki de edebiyat
tarihinde. Hastalık bir zırh biçimidir
Dostoyevski’de. Dünyayı cehenneme
çevirme ustasıdır o. ‘Ölüler evi’nden
yazar, bazen ‘budala’dır, cürüm işler,
yaşadığı şehre benzer, St. Petersburg’a;
karanlığın ve aydınlığın neredeyse tüm
tonlarını, tınılarını ruhunda toplamayı
bilmiş bir ‘tutunamayan’dır. Yeraltında
bile olsa, “Yaşayan bir insanın nasıl olur
da anlatacak bir hikâyesi olmaz.” Varoluşun karanlığını yazarak aydınlatmaya
çalışan bir dâhidir Dostoyevski.
Walter Kaufmann, Yeraltından
Notlar’ıyla yepyeni bir ses getirdiğini
söylediği Dostoyevski’nin poetikasına
ilişkin şu tespitte bulunur: “Yepyeni
bir perdedendir bu ses, bu gergin karşı
durma, kişinin kendi kendisiyle böylesine ilgilenişi yeni bir şeydir.” Bireyciliğin hemen bütün tonlarını içeren bir
romans olarak Yeraltından Notlar’da
“hayatı yalnızca kendisinin ve dünyanın bilincinde olma noktasına ulaşma
işlevinde” bir kahramanı Mihail M.
Bahtin’in altını çizdiği ‘hayalperest’ ve
‘yeraltı insanı’ suretinde bulan Dostoyevski “yeraltı insanı kişiliğinin tüm
olası sabit özelliklerini kendi içebakışının nesnesine dönüştürerek kendisinde eritir” ve böylece “yeraltı insanının
gerçek hayattaki karakterolojik tanımı
ile imgesinin sanatsal başatını kaynaştırıp bütünleştirmeyi” başarır.
Bugünün tekerrürü: Siyaset
Kierkegaard’ın metaforlarıyla düşünürsek, milliyetçilikler hatırlama üzerine
kuruludur diyebiliriz. Tarihyazımı, yeni
kurulan bir ulus-devletin kurgulanan
mitlerle örülü geçmişine dair bir hatırlama, bir hafıza kurma girişimidir. Ama
halihazır ve mevcut toplum sürekli değiştiği ve farklı kültür katmanlarının iç
içe geçmesiyle herhangi bir hazır üretim
kalıba sığmayacak bir biçim aldığı için
kurgulanan tarihi kendi geçmişi olarak
benimseyememektedir. Üzerine zorla
giydirilmeye çalışılması onu mutsuz etmektedir. Devrimci hareketlerin vaatleri
olan ütopyalar da aynı şekilde planlanmış birer gelecek vaadi olarak insanları
mutlu etmekten uzaktır. Bazı ütopyalar
çok allı pullu olsa bile içinde insanları nasıl mutlu edeceğine dair kuşkular
barındırmaktadır. Bunlar haklı kuşkulardır; çünkü bütün ütopyalara bakıldığında planlı, öngörülebilir, tayin edilmiş
totaliter vasıfları haiz oldukları görülür.
O zaman geriye bugünün tekerrürü kalıyor, yani siyaset. Yaşadığımız her anı
yeniden gözden geçirip, düzeltip, geliştirip daha iyiye doğru yaşanan bir hayatı
yeni ve canlı kılmak.
Kierkegaard’ın kitabı düşünmek
için güçlü metaforlarla dolu.
Natüralist bir çözümleme
Elimde René Girard’ın Dostoyevski’yi
bir ‘yeraltı insanı’ olarak incelediği
Dostoyevski Yeraltı İnsanı adlı kitabı var. Everest Yayınları’ndan çıkan
kitapta Girard, “acımasız yetenek”
Dostoyevski’nin sadece bir “yeraltı adamı” olarak portresini vermekle
kalmıyor, aynı zamanda natüralist diyebileceğimiz bir tarzda çözümlemeye
de tabi tutuyor yazarı. Yer yer psikolojik, felsefî ve hatta psiko-patolojik bağlamdaki bu çözümlemelerin odağında
bilinç ile bilinçdışı arasındaki ilişkinin olduğunu söylemek mümkün. Bu
süreçte İncil’e de başvuruyor Girard,
Freud’a da. Puşkin’le de karşılaştırıyor
Dostoyevski’yi, Turgenyev ya da Lermontov ile de...
27
Dostoyevski’nin üretiminin temeline ‘gurur’u koyuyor Girard: “Her şeyin özünde, her zaman insan gururu
ya da Tanrı, demek ki özgürlüğün iki
biçimi vardır. Rahatsız edici anıları
derinlerde gömülü tutan şey gururdur; bizi kendimizden ve ötekinden
ayıran şey gururdur; bireysel nevrozlar ve baskıcı toplumsal yapılar temelde sertleşmiş, taşlaşmış gururdan
kaynaklanır. Gururun ve gurur diyalektiğinin bilincine varmak gerçeğin
içinden parçalar ayırmayı reddetmek,
özel bilgilerin bölünmelerini tek evrensel görüş açısı olan, dinsel bir görüş açısının birliğine doğru aşmaktır.”
Bilinci işlevsizleştiren bir argüman olarak ele aldığı ‘gurur’un,
Dostoyevski’de ancak bir çeşit dinsel
deneyimle aşıldığının altını çizen Girard, adeta sadece kalbi değil bilinci de
Tanrı ile şeytanın savaş meydanı olarak
tanımlıyor. ‘Gurur’un şeytanın hasletlerinden biri oluşunun fark edilmesi Yeraltından Notlar ile başlamış ve bu
prangadan kurtuluş onu kelimenin tam
manasıyla dâhi bir romancı yapmıştır.
‘Aşağılanmanın zevki’
Kitabın sunuş yazısındaki şu cümle dikkate değer: “René Girard, bir yer
altı insanı olarak Dostoyevski’nin gizli
dehlizlerine girdiği bu çalışmasında,
gururun, aşağılanmanın, kinin ve intikamın ‘nesnel’ düzeyini araştırıyor.”
[Orhan Pamuk’un Yeraltından Notlar’a
yazdığı sunuşun ilk cümlesini anmanın
tam sırası: “Aşağılanmanın zevklerini
hepimiz biliriz.”] Bu ‘nesnellik’ ile Gide,
Zweig, Troyat, Lawrence ya da diğerlerinin Dostoyevski değerlendirmelerinden
ayrılan Girard, bu küçük hacimli kitabında deyiş yerindeyse edebiyat sosyolojisinden edebiyat psikolojisine, eleştiriden
çözümlemeye, felsefeden biyografiye
kadar geniş bir alanda kalem oynatarak
dâhi romancı üzerinden insanın kendisine odaklanmasını da kapı aralıyor.”
Delilik ile dâhilik arasındaki bir yazarın dehlizlerine girmek, onun evrensel
olana dair yolculuğunda ‘yer altı
psikolojisi’ne iblisin ‘ayartma’ları karşısındaki mücadelesine hem dünyevî hem
doğaötesi ideolojilerine yakından şahitlik etmek hiç şüphesiz gözüpek okurun
tecrübe edebileceği bir pratiktir. Dostoyevski Yeraltı İnsanı için, edebiyat eleştirisi
alanında en az Dostoyevski’nin romanları kadar etkili olduğunu söylemek
mübalâğa olmayacaktır.
TARİH-ROMAN
KÝ­TAP ZA­MA­NI
‘Büyülü düşünme’nin romanı
Soykırımlar çağı
İ
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
20. Yüzyılda Soykırım ve Etnik Temizlik, birçoğu 1990’larda
ve dünyanın gözü önünde gerçekleşmiş “soykırım”ların
niteliğini, sebeplerini, uluslararası camianın konuya nasıl
yaklaştığını incelikli ve derinlikli bir biçimde anlatıyor.
İlk yayımlandığında yazarına gelecek vaat eden yazar payesi kazandıran
Karen Russel’ın Timsah Park adlı romanı Türkçede. Gündelik hayatın
tutarsızlıklarını, çocuklukla yetişkinlik, resmî tarihle gerçeklik arasındaki
uçurumları dert edinen modern bir masal anlatıcısı var karşımızda.
20. YÜZYILDA SOYKIRIM VE ETNİK TEMİZLİK, C. ÇAKMAK-F. GÖZDE ÇOLAK-G. GÜNEYSU,
İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YAY., 364 SAYFA, 32 TL
TİMSAH PARK, KAREN RUSSELL, ÇEV.: PÜREN ÖZGÖREN, SİREN YAYINLARI, 416 SAYFA, 25 TL
A. YAVUZ ALTUN
stanbul Bilgi Üniversitesi tarafından yayımlanan 20. Yüzyılda Soykırım ve Etnik Temizlik,
hakkında Türkçede kaynak bulmanın
zor olduğu, 20. yüzyıl boyunca yoğunluklu olarak Afrika’da gerçekleşen
soykırımların, kitlesel ölümlerin ve iç
savaşların tarihini anlatıyor. Cenap
Çakmak, Fadime Gözde Çolak ve
Gökhan Güneysu’nun editörlüğünde
hazırlanan ve akademisyenlerce yazılmış makalelerden oluşan kitap, İkinci
Dünya Savaşı’nın sonunda Nazilerin
yaptığı katliamlar için uluslararası hukukça “soykırım” tanımı yapılmasıyla,
birçoğu 1990’larda ve dünyanın gözü
önünde gerçekleşmiş “soykırım”ların
niteliğini, sebeplerini, uluslararası camianın buna nasıl yaklaştığını, incelikli ve derinlikli bir biçimde anlatıyor.
Bu arada, hem “uluslararası hukuk”
hem de bu hukukun uygulanması adına oluşturulan uluslararası kurumların işlerliğini sorguluyor.
soykırım, katliam ve insanlık suçları
Kitabın ortaya çıkış amacı, giriş yazısında şöyle tanımlanıyor: “Özellikle Afrika kıtasında gerçekleşen
bu çatışmaların benzer tarihsel ve
sosyo-ekonomik nedenlere sahip olmasına karşın farklı sonuçlanması ve
uluslararası hukuk içerisinde farklı
biçimlerde değerlendirilmesi, özellikle 1990 sonrasındaki çatışmaları birlikte değerlendirerek genel bir tablo
çizilmesi ihtiyacını doğurmuştur.” Bu
tablo içerisinde verilen örnek olaylar,
Ruanda’da, Uganda’da, Sierra Lione’de,
Bosna’da, Darfur’da, Çad’da gerçekleşmiş, birçoğunun sebebi “ulus devletleşme” çabalarının, sömürgecilikle gelen modernitenin getirdiği “toplumsal
mühendislikler”in, sosyal eşitsizliğin
ve iktidar hırsına kapılan liderlerin,
yöneticilerin oluşturduğu genel atmosfere dayanıyor. Fadime Gözde Çolak’a
göreyse, “soykırım, katliam ve insanlığa karşı işlenen suçların hepsinin
sömürgecilik döneminden kalma sorunların ve küresel siyaset içerisindeki
eşitsiz ilişkilerin bir sonucu olduğu değerlendirmesi yapılabilir. (…) Bununla
birlikte yine de mikro ölçekte pek çok
farklılık ortaya çıkmaktadır.”
İç savaşların ya da baskıcı devlet
rejimlerinin sonuçları olan soykırım,
Cenap Çakmak’ın yorumuna göre,
A
tarih boyunca uluslararası ilgiye sahip
oldu ve 15. yüzyıldaki ilk uluslararası
savaş suçu olarak bilinen Hagenbach
davasından bu yana da örnekleri görüldü. 19. yüzyılda Gustave Moynier,
ilk kez uluslararası bir ceza mahkemesinin kurulması gerektiğinden
bahsetti. Ancak 20. yüzyılda, bütün
imkânlara rağmen, Çakmak’ın tespitine göre, “savaşın ürpertici etkisi gücünü kaybetmeye başladığında bu somut ilgi ve coşkunun yerini ihmale ve
ilgisizliğe bıraktığı düzenli bir şekilde
gözlenmiştir.” Burada soykırımların ve
kitlesel katliamların genellikle iç savaş
ya da dikta rejimleri kaynaklı olmasını göz önünde bulundurmayı öneriyor
Çakmak. Zira uluslararası kurumlar çoğunlukla ulus-devletlerin egemenliğine
müdahale etme şeklinde anlaşılabilecek
yaptırımlardan kaçınıyor. Bunun yerine, uluslararası terör meselesinde görülebildiği gibi, terörden zarar gören gelişmiş ülkeler, ekonomik yaptırımlarla ve
diplomatik baskılarla önleyici olmaya
çalışabiliyor. Ancak kitabın kapsamı
içerisindeki örneklerde görülebileceği
gibi, Birleşmiş Milletler’in daha aktif ve
askerî müdahaleleri de söz konusu. Cenap Çakmak, bununla ilgili olarak da,
BM bürokrasisinin acil çözüm bekleyen
durumlarda bir hayli ağır kaldığını belirtiyor. Buna örnek olarak, Bosna’daki
katliamlar gösterilebilir.
İSA DARAKCI
merika’da
yayımlandığı 2011 yılında
neredeyse mürekkebi kurumadan yazarına gelecek vaat
eden yetenek payesi kazandıran Karen
Russell’ın Timsah Park adlı romanı Siren Yayınları’nın özenli baskısı ve Püren
Özgören’in temiz Türkçesiyle dilimize
kazandırıldı.
Roman özetlerinin olay meraklısı okuyucuya hitap eden bir tarafı var,
oysa ne iyi romanların ne de okurların özetlerle başları hoş olmuştur. En
sevmedikleri soru da sanırım şudur:
“Bu kitap hangi konudan bahsediyor?”
Yine de çizgiyi aşmamak için olayların,
bir bataklığı mesken tutmuş, timsah
güreşi ve daha başka tehlikeli gösterilerle hayatlarını kazanan Bigtree ailesinin önlenemez çöküşü etrafında döndüğünü söylemek mümkün. Ünlü bir
timsah güreşçisi olan annesini 9 yaşındayken kanserden kaybeden Ava’nın
gözünden okuyoruz olup biteni. Çöküş, dağılma annenin ölümüyle başlar.
Park eski cazibesini kaybeder, esasında
pek de hoşlanılmayan ziyaretçiler artık
uğramaz olur. Sonra aile dağılmaya
başlar. Önce ağabey Kiwi alıp başını
gider, doğup büyüdüğü bataklığın dışındaki Loomis’te dertlerine çare arar;
ardından kabilenin şefi yani babası aileye maddi kaynak bulmak için olağan
gezintilerinden daha uzun bir iş gezisine çıkar. Ruhlarla konuştuğunu iddia
eden abla Osceole ise ölü bir gemicinin
ruhunun peşi sıra kaybolur.
‘geçiş süreci hukuku’
Yine kitabın konuyla ilgili Türkçe literatüre en önemli katkılarından birisi,
“Hakikat Komisyonu” kavramının iç
savaş gibi suçun kitleselleştiği durumlarda başvurulan en etkili yöntemlerden biri olarak geniş bir biçimde anlatılması. Her ne kadar ilk “hakikat
komisyonu” Uganda’da İdi Amin’in
baskıcı yönetimine meşruiyet sağlamak amacıyla kurulmuş olsa da, Halil
Kürşad Aslan’ın tespitiyle, “geçiş süreci hukuku” (transitional justice) teorisi
açısından tarihî öneme sahiptir. Daha
sonra Afrika’daki pek çok kitlesel katliamdan sonra bu yönteme başvurulmuştur. Türkiye’de Kürt sorunun çözümü noktasında da, dile getirilen bir
yöntem olmuştur. Bununla beraber bu
komisyonlar, sosyal psikolojinin iyileştirilmesine hizmet etse de, çatışmaların temelinde yatan sosyo-ekonomik
problemlere bir çare bulunmadıkça,
başarılarının uzun süreli olmayacağı
da belirtiliyor.
gerçek ile fantastik arasında
Kendisiyle yapılan bir söyleşide Russell’ın büyülü gerçekçilik kavramına
‘gerçek’ dünya ile ‘sihirli’ bölgeleri net
biçimde ayırdığı için şüpheyle yaklaştığını, bunun yerine ‘büyülü düşünme’
kavramını öne çıkardığını gördüğümde
şaşırmadım. Zira kitap timsah güreşleri
ekseninde Kızılderili bir aileyi ve yaşadıklarını anlatırken gerçek ile fantastik
arsında bir sarkaç gibi salınıyor. Romanda anlatıldığı gibi gerçekten timsah güreşleri yapılıyor mu sorusunu soruyoruz
kendimize. Sayfalar ilerledikçe bunun
gibi sorular artık önemini kaybediyor ve
hikâyenin insanı kederlendiren atmosferi bizi de sarıp sarmalıyor.
Romanın en güzel kısımları Ava’nın
kendisiyle hesaplaştığı annesinin iç sesinin Ava’da yankılandığı bölümler ki bu
28
iç ses gerçeği eğip bükmeyen dobra bir
sestir bazen: “Evine dön, kovalayacağın
bir gölge bile kalmadı, ablan yok artık.”
İlerleyen bölümlerde Ava’nın adadaki hikâyesiyle anakaradaki abisi Kiwi’nin
hikâyesi birbirine koşut olarak anlatılırken, kıyaslama yapma imkânı buluyoruz. Rahat etmek için, para kazanmak
için yaşadığı aşağılama ve güçlükler karşısında haklı olarak şöyle düşünür kahraman: Özgürlük bedelini ödemek için
çalışan bir tutsak. Kiwi’nin gözünden
modern dünya bütün tezatlarıyla göz
önüne seriliyor. Böylece okur da olağan
sandığı yaşamlardaki yapaylıkları daha
bir dikkatle görmüş oluyor.
Yetişkinlerin acıklı dünyası
Timsah Park’a çelişkileri açık etmek
üzere kurulu bir roman denilebilir mi
bilmiyorum. Sadece gündelik hayatın
tutarsızlıkları değil, çocuklukla yetişkinlik, resmî tarihle gerçeklik arasındaki kapanmaz uçurumlar da yazarın
dert edindiği meselelerden. “İnanç
insanın içinden yükselen bir güçtür
diye düşündüm, şüphe ise dışarıya ait
bir şey, gözüne kaçan bir zerredir. Yetişkinlerin acıklı dünyasından gelme
kirli bir parçacık.” diye düşünür Ava.
Ailenin büyükbabası, öğretilmiş tarihin gözleri kamaştırmasına izin vermeyerek ona parıltının altına bakmayı
öğretmiş, gayriresmî tarihi aktarmış,
torunlarına okul kitaplarından çok
daha fazla şey öğretmiştir.
Varlıkların dile geldiği capcanlı bir
anlatım, yazarın baktığı her şeyi bir
anlamla sarıp sarmalayan, kahramanların ruh haline göre değişen bakış açısı
dikkat çekici. Adeta bir masal gibi. Tek
farkı eşyaların kendi dilince konuşması:
Masa öyle çelimsiz görünür ki bakışların
ağırlığını bile taşıyamayabilir. Saatle telefon karşılıklı duvarlardan birbirlerine
bakar; öğüt vermeye yanaşmayan ebeveynler gibidir. Bu anlamda modern bir
masal anlatıcısı var karşımızda.
Russell, kurguya kendinden bir şeyleri dâhil ettiğini gizlemiyor. Edebiyatın
son tahlilde otobiyografi olduğu şüphe
götürmezken, Timsah Park Lewis
Carroll’dan bir alıntıyla söylersek, “Kimim ben bu dünyada? Ah işte büyük
yapboz bu” muammasına bir cevap niteliği taşıyor. O halde yazarın yaşadıklarıyla, dahası kendi yaşadıklarımızla romanın örtüşen taraflarını bulmak
heyecan, gizem meraklısı vasati okura
değil ‘merakî’ okura kalıyor.
POLİSİYE
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Karla gelen kıyamet
Müjde! Hercule Poirot döndü
Kan donduran bir cinayetle başlayan Kıyamet, Karadağlı yazar Andrej
Nikolaidis’in Türkçedeki ilk romanı. Akın Terzi’nin dilimize kazandırdığı kitapta, haziran günü yağan kara İzmir ve İstanbul’a uzanan hikâyesiyle Sabetay
Sevi’nin Kıyamet Kitabı da eklenince farklı bir polisiye çıkıyor ortaya.
KIYAMET, ANDREJ NIKOLAIDIS, ÇEV.: AKIN TERZİ, AYLAK KİTAP, 124 SAYFA, 16 TL
B
te insanlar birden arabalarından inmeye
başlar. Hepsi göğe bakmakta, birbirlerine bir şeyler anlatmaktadır. Derken
arabanın camına ilk tane düşer. Haziran
günü, Adriyatik kıyısındaki tatil şehri
Ulcinj’e kar yağmaktadır.
YAVUZ ULUTÜRK
ir süredir kitaplarını ilgiyle takip ettiğim bir yayınevi Aylak Kitap. Türk
polisiyesinin iki önemli ismi Akif
Pirinçci ve Algan Sezgintüredi kitapları ile polisiye edebiyatına katkısı da
yadsınamaz. Yayınevinin kitaplarına
ilgim, geçtiğimiz aylarda yayımlanan
ve İsveçli genç yazar Karin Tidbeck’in
imzasını taşıyan Zeplin ile daha da artmıştı. Türkiye’de pek de alışık olmadığımız hardcover kapağı bende müthiş
bir okuma isteği uyandırdı. Tidbeck’in
fantastik, mitolojik ve bilimkurgu ile
bezeli öykülerini bir araya getiren
Zeplin, sanırım yayınevinin bu şekilde yayımladığı ilk kitaptı. Derken bir
başka kitap çıkageldi yayınevinden. O
da tıpkı Zeplin gibi hardcover kapakla
basılmıştı. İşin güzel tarafı, bu seferki
bir polisiyeydi.
Kıyamet, Karadağ’ın önde gelen yazarlarından Andrej Nikolaidis imzasını
taşıyor. Yazar 1974 Saraybosna doğumlu. Kitabın ön kapak içindeyer alan bilgiden, yazarın aynı zamanda yazılarıyla
bölgedeki demokratikleşme sürecine
de katkı sağlayan bir gazeteci olduğunu öğreniyoruz. Nikolaidis, 2011’de Sin
adlı romanıyla Avrupa Birliği Edebiyat
Ödülü’nü kazanmış. Kıyamet (Dolazak,
2009) dört roman sahibi yazarın üçüncü, Türkçede ise ilk romanı. Yayınevi,
Sloven Marksist sosyolog, filozof ve
kültür eleştirmeni Slavoj Žižek’in kitap
için söylediği bir cümleye kapakta yer
vermiş: “Düşünün ki Dashiell Hammett, Umberto Eco ile buluşuyor, sonra
ikisinin arasına Orhan Pamuk katılıyor!
Şayet dünyada adalet diye bir şey varsa
Kıyamet çok satar.”
‘Üç katmanlı bir karışım’
Bu satırlar, hiç şüphesiz her okuru etkileyecek türden. Doğrusu ben de etkilenmediğimi söyleyemem. Zira ilk sırada polisiyenin ustası, Türk Sokağı’ndaki
Ev’in de yazarı Dashiell Ham mett var.
Eco ve Orhan Pamuk da cabası. Arka
kapak içinde ise Žižek’in şu ifadeleri yer
alıyor: “Kıyamet adeta patlamaya hazır
üç katmanlı bir karışım: Amansız bir
soruşturma, gitgide yaklaşan küresel
bir felaketin hikâyesi ve küçük bir Balkan şehrindeki gündelik hayatın tasviri.” Bu üç katmanı şöyle de anlayabiliriz;
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Adriyatik’ten İzmir ve İstanbul’a
Andrej Nikolaidis
insanın kanını donduran bir cinayetle
başlayan Kıyamet’teki polisiye soruşturma Hammett’tan mülhem… Cinayete
paralel ilerleyen kıyamet hikâyesi, onun
da kendi içinde çok anlamlı bir hale bürünmesi, cinayeti soruşturan dedektifin
dünyası. Tüm bu çok katmanlılık, çok
yönlü bir bilimadamı ve çok katmanlı romanların (en bilineni Gülün Adı)
yazarı Eco’dan diye düşünülebilir…
Üçüncü katman ise Kar’da, Cevdet Bey
ve Oğulları’nda, Benim Adım Kırmızı’da
sade ve sıradan insanların karmaşık
hikâyesini anlatan Orhan Pamuk’u
temsil ediyor diyebiliriz. Gelgelelim,
Žižek’in bu yorumu, Kıyamet’ten önce
bu üç yazarı da okuyanlar için biraz
abartılı görünebilir.
Roman, iki çocuklu Vukotiç ailesinin evlerinde öldürülmeleri ile başlıyor.
Ardından soruşturmayı yürüten dedektifin dünyasına götürüyor okuru. 9 bölümden oluşan romanın ilk bölümünde
dedektif, cinayet mahallinden ayrılıp
arabasıyla eve doğru yol alırken ilkeluygar insan ayrımından dedektifliğin
aslında iyi bir hikâye anlatıcılığı olduğuna kadar çeşitli fikirlerle boğuşmaktadır.
Bu sırada, durma noktasına gelen trafik-
Polisin pek üzerinde durmadığı cinayet
vakasında devreye giren dedektif, kısa
sürede tüm ayrıntılara ulaşır. Elbette
katile de. Sonlara doğru, romanın açılış
sahnesinde olay yeri incelemenin cesetlerden ve delillerden hareketle hikâye
ettiği cinayeti, bu sefer öncesi ve sonrası
ile katilden dinleriz. Romanda anlatıcının dedektif olduğu cinayet ve kıyamet
bölümlerine paralel, dedektifin e-posta
kutusuna düşen gizemli mektupları da
okuyoruz. Bir akıl hastanesinde kalan
Emmanuel’in yazdığı mektuplarda onun
hikâyesine şahit oluyoruz. Emmanuel, bu bölümlerde; geçmişten bugüne
kıyamet senaryolarından, sahte mesih
Sabetay Sevi’den, üç kitabından biri olduğuna inanılan “Kıyamet Kitabı”nın
onun ölümünden sonra gömülmesinden ve yıllar sonra yeniden ortaya çıkarılışından da bahsediyor. Adriyatik kıyılarından başlayıp İzmir’e ve İstanbul’a
uzanan bu hikâye ile cinayetin işlendiği
evden çalınan kitabın oraya nasıl geldiğini de romana bırakalım.
Romanı Türkçeye Akın Terzi çevirmiş. Kitabın künyesinden anladığımıza
göre Terzi, romanı İngilizce baskısından
(The Coming / 2012) dilimize kazandırmış. Elbette çeviri orijinalinden yapılsa
daha iyi olurdu. Gelgelelim çevirinin
hakkını vermek gerekiyor. Ne var ki,
Aylak Kitap çevirmen ismini kapaktan
duyurmayı tercih etmiyor (Zeplin’de de
böyle). Son zamanlarda bazı yayınevlerini çevirmen adlarını arka kapağa sıkıştırmaya başladığını düşünürsek, bu
durum oldukça normal.
Roman, baştan sona, altı çizilecek
cümlelerle dolu. “İlkel bir insan sessiz
sakin duramaz: Sürekli gürültü çıkarır.”
Bu nedenledir ki, “İlkel insana zevk veren şey, uygar insana eziyet verir.” Yine
kitaptan bir cümleyle bitirelim: “Kar gibi
şeyler izah edilmesin, saflığını korusun
ki bizler de ondan keyif alabilelim.”
NOT: Kitabın sonunda ‘Kıyamet için fon
müziği’ listesi vermiş yazar. Zira pek çok
okur bu listeyi benim gibi roman bittiğinde
fark edebilir. Meraklısına duyurulur...
29
MONOGRAM CİNAYETLERİ, SOPHIE HANNAH, ÇEV.:
ÇİĞDEM ÖZTEKİN, ALTIN KİTAPLAR, , 98 SAYFA, 22 TL
‘Polisiyenin Kraliçesi’
Agatha Christie’nin
meşhur dedektifi Hercule
Poirot, polisiye ve gerilim
romanlarının sevilen ismi
Sophie Hannah’nın kaleminde geri döndü. 1920’de ilk kitabının yayımlanmasından bugüne romanları tüm dünyada
milyonlar satan Agatha Christie’nin adını yaşatmak ve onu yeni nesillerle tanıştırmak isteyen ailesi, yazarın unutulmaz
karakteri Hercule Poirot’yu Hannah’nın
hayal dünyasına emanet etti.
Hannah’nın kaleme aldığı yeni Hercule Poirot macerası Monogram Cinayetleri,
Altın Kitaplar’ca okura
sunuldu. Deneme baskılarını Agatha Christie
Vakfı’nın belirlediği
Monogram Cinayetleri’ni
Türkçeye, Christie’nin
kitaplarının çevirmeni
Çiğdem Öztekin kazandırdı. Cinayete kurban
gideceğini söyleyen genç
bir kadın, Londra’nın
sakin restoranlarından
birinde masasında siparişini bekleyen Hercule
Poirot’nun akşam yemeğini berbat eder. Korkudan adeta deliye dönmüş
olan kadın, katilini bulup
“cezalandırmaması” için
dedektife yalvarır. Söylediğine göre, adalet
kendisi öldükten sonra zaten yerine
gelmiş olacaktır.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Poirot,
lüks Bloxham Otel’de üç kişinin cinayete
kurban gittiğini öğrenir. Üç maktulün de
ağızlarında, üzerinde aynı monogramın yer
aldığı birer kol düğmesi bulunmuştur. Acaba
bu cinayetlerin korkudan deliye dönmüş
kadınla bir ilgisi var mıdır? Poirot bu garip
bulmacanın parçalarını bir araya getirmeye çalışırken, katil başka bir otel odasında
dördüncü cinayetine hazırlanmaktadır.
İntihar mı, cinayet mi?
kırık menteşe, john dıckson carr, çev.:
umut ünal, nota bene yay., 256 sayfa, 18TL
Kapalı oda polisiyelerinin
usta ismi John Dickson
Carr’ın (Carter Dickson)
daha önce İmparatorun
Enfiye Kutusu ve Binbir
Gece Cinayetleri adlı iki
romanını okurla buluşturan Nota Bene
Yayınları, Carr hayranlarını sevindirmeye
devam ediyor. Yazarın Türkçeye ilk kez
kazandırılan Kırık Menteşe adlı kitabını
Umut Ünal çevirmiş. Mystery Writers of
America tarafından “En İyi 100 Polisiye”
arasında gösterilen roman, bir Dr. Gideon
Fell macerası. Olay, Titanic’in batma
hikâyesine kadar uzanıyor. Gemiden filika
ile kurtulan John Farnleigh, 25 yıl sonra
geri döner. Fakat yıllar sonra gelen adamın
iddia ettiği kişi olmadığı düşünülmektedir.
Üstelik işin içine bir de intihar süsü verilen
boğaz kesme vakası eklenir. Sahte ya da
gerçek; John intihar mı etmiştir yoksa bu
bir cinayet midir? Cevabı romanda...
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Yahya Kemal’i anlamak
Y
EDEBİYAT-TARİH
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Tarih tamir edilir mi?
Alphan Akgül doktora tezine dayanan Anlamın Sesi:
Yahya Kemal Beyatlı’nın Şiir Estetiği adlı kitabında, mevcut literatürün Yahya Kemal’in beyanlarını esas alan epistemelojik tutumunu açık bir “yapısöküme” uğratıyor.
Cemil Koçak Resmî Tarihe Meydan Okuyorum adlı kitabında alışılmış
kalıpların dışına çıkarak tarihin eksik ve gizlenen yönlerini gözler önüne
serme çabasında. Tarihçiliği başından beri bir meydan okuma işi olarak
gördüğünü belirten Koçak, kitapta hayatının son otuz beş yılını özetliyor.
ANLAMIN SESİ: YAHYA KEMAL BEYATLI’NIN ŞİİR ESTETİĞİ, ALPHAN AKGÜL, DERGAH YAYINLARI, 248 SAYFA, 14 TL
RESMİ TARİHE MEYDAN OKUYORUM, CEMİL KOÇAK, TİMAŞ, 368 SAYFA, 20 TL
EMRAH PELVANOĞLU
ahya Kemal Beyatlı’nın
(1884-1958) modern Türk
edebiyatı tarihi içinde önemli
bir yeri var. Bu, onun hem akademik
bir figür ve kurucu bir özne olarak
yeni Türk edebiyatı çalışmalarının
başlangıçlarındaki önemine, hem de
karizmatik ve entelektüel bir şair olarak kendisini izleyen nesil üzerindeki
etkisine dayanır. Türkiye tarihinin,
bir dizi varoluşsal kriz ve trajik olayla
çerçevelendiği bir döneminde Yahya
Kemal, edebiyata ve şiire dair farklı
tasarılarla Paris’ten döner ve mevcut
tercihlerin yanında önemli bir alternatif olarak parlak bir izlerçevre kazanır.
Bu genç izlerçevre dolaşımdaki Yahya
Kemal bilgisinin temel kaynağı olacak,
bunu yaparken de şairin kendi yapıtı ve
şiirine dair teorik yaklaşımlarını esas
alacaktır. Başta Ahmet Hamdi Tanpınar olmak üzere, Nihad Sami Banarlı,
Sermet Sami Uysal, Cahit Tanyol gibi
edebî / akademik figürlerin kıymetli çalışmaları ile çerçevelenen Yahya Kemal
bilgisi, Mehmet Kaplan sonrası akademik çevre tarafından da büyük oranda muhafaza edilir. Hilmi Yavuz’un
okumaları ile beraber Yahya Kemal’in
kurucu rolü, belki de ilk defa modern
şiire dair teorik bir zemine kavuşur ve
Ahmet Haşim ile Nâzım Hikmet’in yanındaki yerini alır.
YAHYA KEMAL’İN YAPISÖKÜMÜ
Alphan Akgül’ün 2010 yılında Bilkent
Üniversitesi Türk Edebiyatı bölümünde kabul edilen doktora tezine dayanan kitabı Anlamın Sesi: Yahya Kemal
Beyatlı’nın Şiir Estetiği ise hem şairin
Türk edebiyatı tarihinin büyük resmindeki yerini tayin eden bu birikimi gayet
dengeli bir şekilde kullanıyor, hem de
mevcut literatürün Yahya Kemal’in beyanlarını esas alan epistemelojik tutumunu açık bir “yapısöküme” uğratıyor.
Mevcut birikimin kaynak değerinin
korunarak (üst perdeden akademik bir
hesaplaşmaya ya da olumsuzlamaya
uğratılmadan) deyiş yerindeyse Yahya
Kemal’den özgürleştirilmesine dayanan
bu yapısökümcü analizin yöntemi gayet
basit: “Yahya Kemal’in şiir tasarımının
şiirleri ile kıyaslandığında nasıl tersyüz
olduğunu açıkça ortaya koymak”.
Yahya Kemal’i bu şekilde “açıklamak”, Akgül’ün belirttiği gibi ancak
apaçık bir tersyüz etme ile mümkün
C
olabilecek bir şey. Şairin entelektüel karizmasının ham maddesi olan tercihlerinin ve bu tercihlerin yerleştirildiği teorik çerçevenin yeniden kurgulanması;
Yahya Kemal’in kurucu bir figür olarak
tüm heybetiyle yerleştiği edebiyat tarihinin büyük resminden uğratılıp, metin
merkezli bir dizi analizin titizlenmelerine maruz bırakılması lâzım. Anlamın
Sesi’nin “Sonuç” bölümünde sadece
beş sayfada da aktarabildiği tezlerini
Akgül, “Giriş” bölümünden başlayarak
peşpeşe açılan ve okuru ikna ettiğine
ikna olarak ilerleyen analiz ve teorik
tartışmalar yardımıyla olabildiğince açmaya uğraşıyor. Sokratik bir eda ile sık
sık sorular soran Akgül, bu sayede ele
aldığı sorunsalı okurun zihininde canlı tutarak kullandığı teorik malzemeyi
tartışmanın bütüncüllüğünden uzaklaştırmamaya çalışıyor.
Kitabın “Giriş” bölümüne, “onun
kendi şiirleri hakkında geliştirdiği yorumların sorgulanmadan kabul edilmesi yanıltıcı olabilir.” diyerek başlayan
Akgül, hem Anlamın Sesi boyunca tartışacağı ve Yahya Kemal’in kendi şiirini
açıklamak için sık sık kullandığı
“derûni ahenk”, “vezin”, “anlam”, “lafız”, “lirizm” gibi kavramlara dair ilk
tartışmaları yapıyor, hem de Yahya Kemal bilgisini belirleyen ikincil kaynakların bu kavramları gayet doğal kabul
ederek herhangi bir teorik zemine
oturtmadan kullanmalarını eleştiriyor.
“Öncelikli Terimlerin Şiiri” başlıklı birinci bölümde ise Akgül, Yahya
Kemal’in kendi yapıtını açıklamak için
kullandığı şiir tasarımını mercek altına
alarak bu tasarımın modern şiir teorisi
bağlamında nerede durduğunu açıklıyor. “Şiirsel Önceliğin Uyuma Dönüşmesi” başlıklı ikinci bölümde “mana /
lafız”, “mesel / berceste şiir”, “mihaniki
ahenk / derûni ahenk” kavram çiftlerine dayanan bu tasarımın ikinci kavramlara öncelik veriyor gözükmesine
rağmen aslında bir uyuma dayandıklarını ve Yahya Kemal şiirinin bu uyumun
analiz edilmesi ile anlaşılabileceğini ortaya koyuyor. Akgül, “Şiirsel Önceliğin
Yer Değiştirmesi” başlıklı üçüncü bölümde ise, iş ilgili kavram çiftleri arasındaki bu teorik uyumun nasıl uygulandığını analiz etmeye geldiğinde meselenin
nasıl tersyüz olduğunu; anlamın, anlatının ve veznin belirlediği bir şiirle karşı
karşıya olduğumuzu gösteriyor. Kısacası bir “kompozisyon şairi” olarak Yahya
Kemal’in net bir fotoğrafını çekiyor.
ALPER SARI
emil Koçak’ı iki tarihçi
arkadaşıyla birlikte sunduğu “Eski Defterler”
programıyla tanımıştım. Oldukça
nezih, belgelere dayalı bir anlatımla sürdürdükleri bu programı ilgiyle
takip ettim. Ardından kitapçı raflarının tarih bölümleriyle gazete ve
dergi sayfalarında bu isme daha sık
rastlar oldum. Özellikle yakın tarihimiz hakkında yaptığı çalışmalar
dikkat çekiyordu Koçak’ın. Alışılagelmiş bakış açılarının aksine, meseleleri farklı yönleriyle ele alışı çalışmalarına ilgiyi artırıyordu. Resmî
kalıpların dışına çıkarak yaptığı
değerlendirmelerle tarihin bozuk,
eksik ve gizlenen yönlerini gözler
önüne serip tarihçinin asıl işinin bir
nevi tarihi tamir etmek olduğunu
gösteriyordu.
Yazarın son kitabı Resmî Tarihe
Meydan Okuyorum’da da bu uğraşın
izleri görülüyor. Tarihçiliği en başından beri bir meydan okuma işi
olarak gördüğü için tercih ettiğini
belirten Cemil Koçak, kitapta hayatının son otuz beş yılının bir özetini
sunuyor. Aynı zamanda akademisyen olmak uğruna gösterdiği yoğun
çabayı anlatan Koçak, meslek yaşamı boyunca kendisine yöneltilen itham ve iftiralara da bu kitapla cevap
veriyor.
Gazetecilikten akademisyenliğe
Kişisel bir hikâye ile başlıyor Cemil Koçak kitabına ve ekliyor:
“Bunu daha önce yapmamıştım.”
Bu vurgu, kitabın yazar açısından
önemini de ortaya koyuyor. Lisans
eğitimine gazetecilik bölümüyle
başlayan, ardından bu mesleğin
kendisine göre olmadığını anlayarak gönlünde yatan akademisyenliğe geçiş yapan Koçak’ı bundan
sonra yıpratıcı bir sürecin beklediğini görüyoruz. Bir de bütün
bunların çalkantılı bir dönemde
yazarın başına geliyor olması gerçeği var tabii: “…doktora yeterlilik
jüri sınavına hazırlanırken 12 Eylül 1980 darbesi oldu.” Böylesine
sıkıntılı bir dönemde gösterdiği
yakınlık ve verdiği destekten ötürü
Mete Tunçay isminin altını çizerken, yaptıkları haksızlıklardan dolayı birçok ismin üzerinde de silgi-
30
sini gezdiriyor yazar. Kendisine
çıkarılan zorluklar sebebiyle doktora tezini üç kez yazmak zorunda
kaldığını belirten Koçak’ın azmi,
mesleğine ne kadar gönülden bağlı
olduğunu da gösteriyor.
Uzun süre üniversite bünyesinde iş bulamadığı için TÜBİTAK’ta
çalışan yazar, burada on beş yıl
‘doktoralı işçi’ statüsünde kalmış.
Burada da kendisine haksızlıklar
yapıldığını, buna karşılık yılgınlık göstermeden güzel işlere imza
attığını aktarıyor Koçak. Kurumun
Bilim ve Teknik ile Bilim ve Çocuk
gibi bugün de yayımlanmaya devam eden dergilerinde ciddi emekleri olduğunu öğreniyoruz.
Karalama kampanyaları hep vardı
Yazarın çekilecek çilesi varmış dedirtircesine, akademisyenlik için
uğraş verdiği yıllardan hocalık yıllarına, hakkındaki iftira ve karalamalar azalmamış. Aksine, eskiden
gazetelerin kısıtlı imkânlarıyla yapılan karalama kampanyaları teknolojinin gelişmesiyle sosyal medya
üzerinden daha yoğun bir biçimde
devam ediyor. Yazarın verdiği bir
konferans sonrasında, söylemediği
sözler üzerinden eleştirilmesi, daha
sonra bu eleştirinin Zülfü Livaneli,
Ruhat Mengi, Sinan Meydan gibi
bazı yazarlar tarafından haksız biçimde desteklenmesi de Koçak’ı
çileden çıkarmış. Yazarı en çok
üzense medyanın araştırmadan, soruşturmadan iftira niteliğindeki bu
tarz yazılara yer vermesi.
SOHBET HAVASINDA ANLATILAN TARİH
Kitapta hakkındaki birçok itham ve
iftirayı cevaplayan Koçak, ardından
asıl meseleye, yani tarihe meydan
okuma işine girişiyor. Bu sayfalarda yazarla yapılmış röportajlardan
ve gazetedeki köşe yazılarından bir
seçki yer alıyor. Yakın dönem siyasi
tarihimiz hakkında birbirinden ilginç ve ufuk açıcı bilgilere sıkılmadan, bir sohbet havası içinde erişebiliyoruz.
Kitap Cemil Koçak’ın hem kendisiyle hem de tarihle hesaplaşması.
Bu hesaplaşmaya tanıklık etmek ve
tarihin bize anlatılan kadar değil,
bizim araştırdığımız kadar gerçeklik kazandığını görmek için okunması gereken bir eser.
ROMAN
KÝ­TAP ZA­MA­NI
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Kayıp kardeşin peşinde
Paralele hücum
PARALELİ BATIRIN, ZAFER ÖZCAN, UFUK
YAYINLARI, 168 SAYFA, 12 TL
Yavuz Ekinci yeni romanı Rüyası Bölünenler’de Kandil
Dağı’na kardeşini aramaya giden bir kahramanı anlatırken,
okura büyük kavgada görünmeyen insanların hikâyelerini
ve Kürt meselesinin farklı bir boyutunu gösteriyor.
Deneyimli gazeteci Zafer
Özcan, Paraleli Batırın’da
17-25 Aralık Büyük Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonları sonrası yaşanan sürecin
ekonomik boyutunu ele alıyor. Özcan’ın
tespitlerine göre, yaşananlar aslında bir
benzerini 28 Şubat döneminden de hatırlayabileceğimiz bir süreç. Ancak o dönemde
hiçbir zaman iş, şirketleri fişledikten sonra,
baskı ile el değiştirmelerini ve yandaşlara devredilmelerini sağlama noktasına
gelmemişti; bugün ise hükümet işi gücü
bıraktı, bir bankayı batırmaya çalışıyor…
RÜYASI BÖLÜNENLER, YAVUZ EKİNCİ, DOĞAN KİTAP, 144 SAYFA, 13 TL
F
NİHAT DAĞLI
ırtına çıkıp sokak gürültüyle
dolduğunda başlığa sadece bu
çıkar. İnsan başta ve daha çok
fırtınayla sokağı dolduran gürültüye kulak
kesilir. “Fırtına çıktı, kulakları sağır eden
gürültü her yere sızdı.” denir. Yere devrilen ağaçlar, çatısı uçmuş evler, sokakta
yürürken başına düşmüş şeyle yaralanmış
insan görülmez; alışılmış olanı aksatan
olağanüstülük konuşulur. Özne gibi duran
fırtına ve gürültüye işaret edilirken, olanın
içeriğini gösterenin tesiri sadece “ateşin
düştüğü yer”de görülür. Fırtına bittiğinde,
ne yaşandıysa çıkar ortaya. Böylelikle fırtına ve gürültünün ne üzerinde neyi gerçekleştirdiği öğrenilir.
Türkiye’nin Kürt bahsinde olan budur.
Ateş ülkeyi sarmışken, konuşmalar daha
çok “büyük kavga”nın etrafında döndü.
Vatan, Misak-ı Milli, üniter devlet, şeref,
şehit askerler; bağımsızlık, özgür Kürdistan, “kurtuluş mücadelesi”, gerilla, “şehitler
ölmez”in Kürtçesi gibi insansız haller başlık yapıldı. Evlatlarının tabutlarına sarılan
anne fotoğraflarında açığa çıkan mikro
haller ise “büyük kavga”nın nesnesi kılınıp
görünmez oldu. Şimdilerde, uzun süren bu
fırtınanın düştüğü, büsbütün dinmesi adına umutların çoğaldığı günler yaşıyoruz.
Örtü kalkıyor; sıra altta kalanların üste çıkmasına geldi. 12 Eylül darbesinden bir yıl
önce Batman’da doğan, Mezopotamya diye
görünen birikime sırtını vererek kendine
bir dil kuran Yavuz Ekinci’nin yeni romanı
Rüyası Bölünenler buna dair. Okuru büyük
kavgada görünmeyen, altlarda kalan insanların hikâyelerine çağırıyor.
Dağa çıkan kardeşin peşinde
Romanın kahramanı ve anlatıcısı İsmail
bir sürgündür. Dört ülkeye paylaştırılmış
Kürt topraklarının “bir”leşmek suretiyle
Kürtlere bağımsız bir vatan olması düşüyle ete kemiğe bürünen bir dava, bu dava
adına ortaya konulan bir itiraz, isyan ve
direniş… İsmail bu itiraz, isyan ve direnişin ifadesi dağlara gitmese de, dağdakilerin saflarına katılmasa da adı buraya
yazılmıştır. Devletin ve devlete akraba
oluşumların normlarına toslayan yaşamıyla Almanya’ya savrulmuştur. Ölümden kaçmış, kaçabilmiş olsa da huzursuzdur. Ruhu bavula zorla sıkıştırılmış elbise
kadar kırışık, bedeni ise ruhuna bavul kadar dar gelmektedir. Derin bir incinmişlik
içinde dünyadaki herkese kızgındır. Doğduğu topraklarda bıraktığı davaya, direni-
Kapitalizmin geleceği
KAPİTALİZMİN GELECEĞİ VAR MI?,
KOLEKTİF, METİS YAY., 240 SAYFA, 20 TL
Alanlarında yetkin beş
sosyal bilimci; Wallerstein,
Collins, Mann, Derluguian ve Calhoun ortak
bir kitapla kapitalizmin
geleceğini tartışmaya açıyor. Görüş
birliğine vardıkları noktalar olduğu gibi
ayrıldıkları tespitler de var. Ama şu konuda mutabıklar: “Hiçbirimiz kapitalizm
teşhisimizi kınama ya da övgüye dayandırmıyoruz. Hepimizin kendi ahlâki ve
siyasal kanaatlerimiz var elbette ama meselemiz kapitalizmin gelecekte var olacak
bir toplumdan daha mı iyi, yoksa daha mı
kötü olduğu değil.”
Yavuz Ekinci
şe, isyana, bağımsızlık umutlarına, genç
kız ve oğlanların cesetleriyle beslenen
vatana, kendisinin yapamadığını yapan
kardeşi Yusuf’a lanetler etmekte, kaçıp sığındığı uykularda rüyaları bölünmektedir.
Bedeni Almanya’da iken ruhu Batman’da
dolaşmakta; yırtılmanın acısı ve hasretin
yakıcılığına rağmen dönememekte, gidip
babasının yanı başına oturamamaktadır.
Yusuf’un dağa çıkması ve saflara katılmasında kendisi suçlanmış, babası onu
evlatlıktan ve sevgisinden sürgün etmiştir.
Arkadaşı Sabri’nin katli sebebiyle hissettiği suçluluk duygusu ve babasının dipdiri
öfkesi onu öylece kilitlemiştir.
Yusuf kıssası gibi
Bir gün, bölünen rüyalarına daha fazla
katlanamaz, her şeyi göze alarak Batman’a
döner. Ölüm döşeğindeki babasının yakınlığını kazanmak için Kandil’e çıkıp
Yusuf’u getirmeye karar verir. Babasının
yaşlılığının meyvesi Yusuf’u getirmekle kaybettiği babasına (onun sevgisine)
kavuşacağını düşünür. Kendini yollara
vurur; ölüm tehlikesine rağmen çitlerden
atlar. Dağlardaki saflara katılmış evlatların
peşi sıra yollara düşmüş ebeveynler çıkar
karşısına, yaşanan yılların nice Yusuf’a
kuyu olduğu gerçeğini teninde ve ruhunda
hisseder. Nihayet Kandil’de Yusuf’un izini
bulur; babasının alıp burnuna götüreceği
bir gömlek hükmünde olan Yusuf’un sesini yakalar. Böylece döner, ancak...
Seyyidhan Kömürcü’nün, “Bütün evlerin en mükemmel hatasıdır baba” dizesiyle
başlayan roman, Yusuf kıssası üzerinden
akıyor. Baba Yakup ve oğul Yusuf’un yanında durularak yapılan Yusuf kıssası tefsirlerine karşılık Ekinci, Yusuf’un kardeşlerinden biri kesilerek konuşuyor. Bu fark,
okuru hakikatin görülmeyen taraflarına
baktırıyor. Yusuf’un kardeşleri Yusuf’u kuyuya/tehlikeye atmıştır. Niçin? Kardeşini
sevmedikleri ve babalarına kötülük etmek
için mi? Hayır, kardeşleri Yusuf’u sevmiyor
değil; babanın (sevgisinin) tümüne konup
kendilerini babasız bıraktığı için onu kıskanmışlar. Yusuf’u devreden çıkarmak
suretiyle kayıplara karışan babaya kavuşabileceklerine inanmışlar. Babanın bir
oğula hasredilmiş sevgisinde ve bu sevgi
üzere beliren oğulda Kabil’in anlaşılma
isteği ve ihtiyacı göz kırpmaz mı? Romanın kahramanı ve anlatıcısı (adının İsmail
olması da ilginçtir) bu coğrafyada “baba”
üzerinden görünen devlete şunu sorar gibidir: İsmail’in kaderi niçin hep kurban olmak? Ki bu soruda anlatıcı İsmail’in yerine
Kürtler konulabilir. O zaman soru şudur:
Kardeş Kürtlerin kaderi ağabey Türklerin
yanında görünmez olmak mıdır? Türk’e
yoğun sevgi sebebiyle Kürtleri sevgisizliğe mahkum etmek adalet midir, bu nasıl
“devlet baba”lıktır?
Anlatıcı İsmail “yitik olan”nın peşinden giderken adalet talep etmektedir. Thomas Mann’ın romanı Yusuf ve Kardeşleri’ni
hatırlatan Rüyası Bölünenler, yan okumalara
açık bir metin. Kürt bahsinin sokağı dolduran yüzüne işaret ederken, unutulan
veya görmezden gelinen gölgeli kısımlara
da baktırıyor okuru. Olayda silikleşen insanın altını çiziyor.
31
Vefalı denemeler
VEFA BAZEN UNUTMAKTIR, HAYDAR ERGÜLEN,
KIRMIZI KEDİ YAYINEVİ, 230 SAYFA, 17 TL
Şair Haydar Ergülen,
‘vefalı’ yazılar ile okurunu selamlıyor. Değişik
zamanlarda kaleme aldığı denemelerin yer aldığı
eserde Ergülen, hayata
ve kavramlara şair gözüyle bakıyor.
Şaire göre vefalı olmak, unutmamak
değildir: “Nedense hep karıştırırız,
belki de unutmaya eğilimli olduğumuzdan, her şeyi unuttuğumuzdandır
bu yanılgı. Oysa bazen tam tersine,
vefamızı göstermek, vefalı olduğumuzu anlatmak için unutmak, unutmak,
unutmak gerekir. Unutmak, her
zaman alçaklık değildir çünkü, bazen
de bağışlamaktır.”
İlk şiirlerden Duino ağıtlarına…
RAINER MARIA RILKE, SEÇME ŞİİRLER, ÇEV.:
AHMET CEMAL, İŞ BANKASI YAY., 128 SAYFA, 10 TL
20. yüzyıl Batı şiirinin
en büyük temsilcilerinden Rainer Maria
Rilke (1875-1926), Orta
Avrupa’nın kozmopolit
kültürünün doruk noktasına vardığı bir dönemde bütün
hayatını “şiirde şiiri arama”ya adar.
Stefan Zweig’ın dediği gibi, “Onunla karşılaşmak, hemen her zaman
bir rastlantıya bağlıydı...” Rilke’nin
şiirlerinden seçmeler, onunla hiç
tanışmamış olanlar için iyi bir ‘rastlantı’ fırsatı sunuyor.
TARİH
KÝ­TAP ZA­MA­NI
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Yüce Divan’da mahkûm olan ilk bakan
Kutsal yolculuğun güncesi
HAC GÜNLÜĞÜ, AHMET KURUCAN, IŞIK
YAYINLARI, 174 SAYFA, 9.90 TL
Gazeteci Kamil Maman, bir haber çalışması sırasında rastladığı İhsan
Eryavuz’un günlüklerini kitaplaştırdı: Kara Defter. Günlüklerde Osmanlı’nın
son dönemi ile cumhuriyetin ilk yılları, İstiklâl Mahkemeleri’nin işleyişi ve
Lozan’da yaşanan tartışmalar ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor.
İlahiyatçı-yazar Ahmet
Kurucan, Hac Günlüğü
adlı kitabında kutsal
beldelere yaptığı yolculuğun ‘meyvelerini’
kaleme almış. Hacca gideceklerin
istifadesi için yazılan eser, maddi-manevi tecrübeleri ve hissiyatı
‘müstakbel’ hacılara aktarıyor. Eşiyle
birlikte yaptığı haccı havaalanından
başlayarak gün be gün kaydeden
Kurucan, kutsal mekânlarda yaşadıklarını, hissettiklerini, gördüklerini farklı bakış açısı ve ilgi çekici
tespitleriyle dile getiriyor.
KARA DEFTER, HAZ.: KAMİL MAMAN, TİMAŞ, 336 SAYFA, 18,50 TL
B
OSMAN İRİDAĞ
inbaşı
rütbesindeyken
askerlikten
ayrılarak
Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucuları arasında yer alan, İstanbul’dan
Milli Mücadele için Anadolu’ya adam
kaçıran Karakol Cemiyeti mensubu
İhsan Eryavuz, TBMM’de üç dönem
vekillik yapmıştı. Fethi Okyar ve İsmet
İnönü tarafından kurulan hükümetlerde ise bahriye vekili olarak (denizcilik
bakanı) görev almıştı. Bu bakanlık sivil olduğu kadar askerî bir makamdı ve
Eryavuz, askerlikten içinde kalan ukde
ile olsa gerek bir amiral edasıyla gazetelere poz vermesiyle meşhurdu. Aynı
zamanda savaşlarla yok olan donanmayı yeniden kurmayı hayal ediyordu.
Osmanlı donanmasının ayakta kalan
son parçası Yavuz’u tamir ettirmek için
gerekli tedbirleri aldığı günlerde bakanlığın lağvedileceği söylentisi ortada dolaşmaya başlamıştı. Ancak o Yavuz’un
tamiri şerefini elinden kaçırmak istemedi ve Başvekil İsmet İnönü’nün de
onay verdiği mukavelenin altına imzasını attı. Tamir işinin verildiği firma ise
İttihat ve Terakki’nin eski fedailerinden birini bünyesinde barındırıyordu.
Üstelik Eryavuz’un bir zamanlar aynı
saflarda görev yaptığı kişilerden oluşuyordu. Bu da kamuoyu tarafından devlet imkânlarının eski dostlara peşkeş
çekilmesi olarak görüldü. Bizzat İsmet
İnönü’nün emriyle hakkında Meclis’te
komisyon açıldı. Savunmasında onurunu ayaklar altına alarak İsmet Paşa’yı
kastedip, “Şefimin ayakları altında ölmeye hazırım.” demesi bile onu Yüce
Divan’a gönderilmekten kurtaramadı.
Cevap olarak “Mademki ayaklarımın
altında ölmeye hazırsın öl öyleyse.” diyen İsmet İnönü, tamir işinin verildiği
şirketle ilgili kendi onayının olduğunun hatırlatılması üzerine, “Çizgi benim, mesuliyet onundur.” diyerek hem
Eryavuz’a mahkûmiyet yolunu açtı hem
de yıllar öncesinden kalan bir hesabı
kapattı. Yüce Divan, Eryavuz’u suçlamalardan beraat ettirse de şüpheli zarftan çıkan paralar ve ‘nüfuzlu kimseler’
notu nedeniyle rüşvet alma suçundan
mahkûm etti. Belki de İstiklâl Mahkemeleri başkanlığı döneminde aldığı
birçok tartışmalı kararın bedelini yine
tartışmalı bir kararla ödemek zorunda
kaldı Eryavuz.
Peki, İsmet Paşa’nın yıllarca içini
kemiren o intikam hırsı neydi? Bu sorunun cevabı İhsan Eryavuz’un tuttuğu
Tarihin ‘yazıcıları’
EN ÖNEMLİ 50 TARİHÇİ, MARNIE HUGHESWARRINGTON, ETKİLEŞİM YAY., 616 SAYFA, 27 TL
Cumhuriyetin
ikinci yıldönümü
balosunda
Reisicumhur
Mustafa Kemal
Atatürk ve Başvekil İsmet Paşa
el ele. Hemen
arkalarında
Bahriye Vekili
İhsan Eryavuz.
günlüklerde gizli. Yıllarca bir tanıdığının
evinde kıymeti bilinmeden tozlu raflarda
bekleyen bu günlükler, araştırmacı bir
gazetecinin merakı sayesinde, günümüz
Türkçesiyle yayına hazırlanarak kitaplaştırıldı: Kara Defter.
İsmet paşa’yı kızdıran karar!
Bugün gazetesinde yaptığı haberlerle tanınan Kamil Maman, bir haber
çalışmasında rastladığı günlüklerde (Osmanlıca) ne yazdığını merak
eder. Birkaç sayfayı günümüz Türkçesine aktartınca, Kurtuluş Savaşı döneminin önemli isimlerinden
İstiklâl Mahkemesi’nin kurucu reisi İhsan Eryavuz’a ait olduğunu görür. Üç defter halindeki günlüklerde
Osmanlı Devleti’nin son dönemi ile
Cumhuriyet’in ilk dönemleri, İstiklâl
Mahkemeleri’nin işleyişi, Kurtuluş Savaşı’ndaki cephelerle ilgili ayrıntılar,
Lozan Anlaşması’nın imzalanması sırasında yaşanan tartışmalar, Meclis’te
Birinci ve İkinci grup milletvekillerinin
münakaşaları yer alıyor.
Atatürk’e baştan itibaren inanan, onun her söylediğini yapan ve
en yakınındaki isimlerden olan İhsan
Eryavuz’un İsmet İnönü ile yıldızı ise
bir türlü barışmaz. İnönü’nün Kurtuluş Savaşı’na katılması için Anadolu’ya
geçişinde rol alan Eryavuz, İstiklâl
Mahkemeleri başkanlığı döneminde
de İsmet İnönü’nün tepkisini çekecek
bir karar alır. Kurtuluş Savaşı’nın yaşandığı günlerde Batı Cephesi kuman-
danı olan İnönü, Birinci Ordu kumandanı Ali İhsan Paşa’yı “ihanet” içinde
olmakla suçlayıp hakkında takibat
yapılmasını ister. İhsan Eryavuz başkanlığındaki mahkeme heyeti olayı
yerinde inceler ve Ali İhsan Paşa’nın
yaptığı eylemin ihanet olmadığına karar verir. Rütbe ve tecrübe bakımından
İsmet İnönü’den ileride olan Ali İhsan
Paşa’nın İnönü’nün şahsına güvensizliği ve nezaketsizliği söz konusudur.
Bu karar İnönü’nün Eryavuz’a kızgınlığını artırır.
Eryavuz’un anılarından sadece
bunu öğrenmiyoruz. Cumhuriyetin ilk
yıllarıyla ilgili tarih kitaplarında yazılı
olayların perde arkasındaki tartışmaları da okuyoruz. Atatürk’ün başkumandan olması sırasında yaşanan görüş
ayrılıklarını, Lozan’da yapılan hataları,
Meclis’in karşı çıkmasına rağmen anlaşmaya nasıl onay verildiğinin detaylarını günlüklerde buluyoruz. Ve
Atatürk’ün Lozan’a neden Başvekil
Rauf Orbay’ı değil de siyasi yönden tecrübesiz olan İsmet İnönü’yü gönderdiğini de Atatürk’ün bizzat Eryavuz’a
söylediği şu sözlerden öğreniyoruz: “İsmet Bey üstlerinin verdiği direktife
bağlı kalır ve yalnız o direktif dâhilinde
çalışmasını bilir ve başarılı olur. Eğer
müzakere onu aldığı direktif haricine
çıkarmak isterse, mutlaka bizi haberdar
eder ve yeni direktif ister. Bu Heyet-i
Temsiliye başında İsmet Paşa bulunursa, şahsen ben orada bulunuyormuşum gibi olur.”
32
En Önemli 50 Tarihçi,
tarihyazımı alanında
içerdiği tartışmalar ve
düşünürler bakımından
oldukça kapsayıcı bir eser.
“Tarih Bilimine Yön Veren Düşünürler”
alt başlıklı kitabın yolculuğu Antik Çin,
Yunan ve Roma’dan Ortaçağ yoluyla
çağdaş dünyaya kadar uzanıyor. Dolayısıyla Heredot’tan İbn Haldun’a, Hegel’den
Toynbee’ye, Braudel’den Foucault’ya, Eric
Hobsbawm’dan Şeyh Anta Diop’a kadar
tarih alanındaki başlıca düşünürlerin
fikirlerine kısa yoldan ve toplu bir giriş
niteliğinde bir kaynak eser.
Şiirimizin çağdaş destanları
YENİ TÜRK ŞİİRİNDE DESTAN, DİLEK
ÇETİNDAŞ, ÖTÜKEN, 766 SAYFA, 60 TL
Yeni Türk Edebiyatı
sahasında, 1839-2000
yılları arasında toplumsal
dinamiği canlandırmak,
alternatif tarih oluşumunu sağlamak, kolektif
şuuraltını beslemek ve toplumun sosyal
meselerine işaret etmek bakımından
önemli rol oynayan destanların edebi
serüveni, Orta Asya’dan Anadolu’ya
uzanan maceranın da yegâne ve
devamlı takipçisi belki de... Bu açıdan,
Dilek Çetindaş’ın titiz çalışması, bu
serüvenin sistematik takibini yapmak
isteyenlerin muzdarip olduğu boşluğu
doldurmaya aday...
Akşam, yine akşam…
PAUL BROUSSE AKŞAMLARI, NİLGÜN AYSAN,
SICAK NAL YAYINLARI, 160 SAYFA, 15 TL
Geçtiğimiz yıllarda
Sözün Gülüşü (2010)
ve Şans Aynası (2011)
romanları yayımlanan Nilgün Aslan,
yeni kitabında Paul
Brousse’un ruh halinde bir dünyanın kapılarını aralıyor. Birbirine zıt
karakterde iki uyumsuz insanının
yollarının kesişmesi sonucu ortaya
çıkan eğlenceli ve sürükleyici bir
öykünün etrafında gelişen olaylara
doğanın hışmı da ekleniyor…
EDEBİYAT
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Şairler neden sürgün edildi?
Öyküler arasında
Tuba Işınsu Durmuş, Osmanlı’nın Sürgün Şairleri adlı kitabında 13. ve 19.
yüzyıllar arasında çeşitli sebeplerle muktedirlerce sürgüne gönderilmiş
Osmanlı şairlerinin hikâyelerini bir araya getiriyor. Kitap tezkirelerde, arşiv
belgelerinde ve bilimsel çalışmalarda sürgün şairlerin izini sürüyor.
OSMANLI’NIN SÜRGÜN ŞAİRLERİ, TUBA IŞINSU DURMUŞ, KAPI YAYINLARI, 260 SAYFA, 15 TL
O
CEM MERT
kuma yolculuğu kimi
zaman ilginç tevafuklarla
ilerliyor. Yakınlarda okuduğum Aydın Çakmak’ın
Sürgünde Bir Hakan isimli kitabı dolayısıyla zihnim sürgünlük meselesiyle
meşguldü bir süredir. Bu meşguliyet
önce sürgünlerin pîri büyük şair ve
mutasavvıf Niyazi Mısri’ye sürükledi beni. Baş döndürücü bir hayat ve
sürgünde son bulan bir ömür. “Aşkın
kime yâr olur daim işi zâr olur / Dinmez
gözünün yaşı yanar içi nâr olur” diyerek
gerçek sürgünü ne güzel anlatmıştı
pîr. Derken yolum modern zamanlarda yaşamış bir entelektüele; sürgün,
marjinal ve yabancı Edward Said’e uğradı. Said’in sürgünlük ve göçmenlik
temaları etrafında yazdığı bazı makalelerin toplamı olan bir seçki var: Kış
Ruhu. Üstat son derece dokunaklı şeyler söylüyor sürgünlükle ilgili: “Sürgün
hakkında düşünmek tuhaf bir biçimde
davetkâr hatta kışkırtıcı bir şeydir de,
sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün,
bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası
arasında zorla açılmış olan onulmaz
bir gediktir. Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. Tarihin ve edebiyatın, sürgünün insan
hayatının kahramanca, romantik, şanlı
ve hatta muzafferane sayfalar açan bir
durum olarak betimleyen hikâyeler
barındırdıkları doğrudur. Ama bunlar
hikâyeden, yabancılaşmanın kötürümleştirici hüznünü alt etme çabasından
ibarettir. Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış
bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli baltalanır.” Bunları okurken ve düşünürken
yine sürgün temalı bir kitap çıkageldi:
Osmanlı’nın Sürgün Şairleri.
Sürgün şairlerin hikâyeleri
Kitabın yazarı Tuba Işınsu Durmuş,
TOBB Üniversitesi’nde Osmanlı edebiyatı üzerine dersler veren bir akademisyen. Kitapta 13. ve 19. yüzyıllar arasında
yaşamış Osmanlı şairlerinden çeşitli sebeplerle muktedirlerce sürgüne gönderilmiş olanların hikâyelerini incelemiş.
Bu incelemelerde temel biyografi kaynakları olan tezkireler, tarihler, vefeyat
örnekleri, arşiv belgeleri ve bunlara dayalı bilimsel çalışmalardan yararlanmış.
Böylece dokümanter nitelikli, kapsayıcı
bir kültür tarihi çalışması çıkmış ortaya.
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
GÖNÜLLER KÜÇÜLDÜ, NECATİ MERT, HECE
YAYINLARI, 316 SAYFA, 19 TL
Necati Mert’in “Bütün
Öyküleri”nin ikinci
cildinde yazarın 90’lı
yıllarda kaleme aldığı
ve 1996’da Geceye Uçurulan Güvercinler ile 2002’de Gönüller
Küçüldü adı altında topladığı öyküler
yer alıyor. Eski hayat içinde yetişmiş,
yenisinin dilini kuramamış taşra
insanlarının çarşı, mahalle, aile
hayatlarında açmaza düşüp gecelere
güvercin uçurmaları; her biri hem
acıtan hem gülümseten ve birbirinden dokunaklı insanlık halleri...
Akla zarar sorular
GOOGLE’DA ÇALIŞACAK KADAR AKILLI MISINIZ?,
WILLIAM POUNDSTONE, NTV YAY., 352 SAYFA, 22 TL
Google’da Çalışacak Kadar
Akıllı mısınız? kitabında
yer alan ve ilk bakışta
cevaplanması imkânsız
gibi görünen sorular,
iş başvurularında karşınıza çıkar mı
bilinmez. William Poundstone, hayalinizdeki işe girebilmeniz için kaleme
aldığı kılavuzunda günümüzün önde
gelen şirketlerinin tarihçesi, sırları ve
kullandıkları aldatıcı mülâkat tekniklerini gözler önüne seriyor. Kitap
günümüzde iş görüşmelerinde sıklıkla
sorulan zor sorulardan onlarcasının
cevabını bulmaya yardımcı oluyor.
Ağaçla hasbihal
ALIÇ AĞACI İLE SOHBETLER, HİKMET BİRAND,
İŞ BANKASI YAYINLARI, 360 SAYFA, 16 TL
Tarihin her döneminde siyasi otorite
ile sanatçı –ki eski çağlarda zanaatkâr olarak anılırlardı– arasındaki ilişki problemli bir alan olarak var olagelmişti. Burada
sanatçı açısından iki temel davranış biçiminden söz edilebilir. Birincisi, otoritenin
himayesinde vücut bulmak ve otorite ile
olumlayıcı bir ilişki kurmak. Diğeri de
muhalif durup eleştirel bir tutum takınmak. İkinci tavra sahip sanatçılar için
geçmişten bu yana bir ceza biçimi olarak
sürgün sık sık söz konusu olmuştur. Bu
Batı’da böyle olduğu gibi uzun süre hüküm sürmüş Osmanlılarda da böyleydi.
Osmanlı Devleti’nde kuruluş ve ilerleme
dönemlerindeki sürgünlerin daha çok
devletin askerî, malî, sosyal alanlarda
güçlenmesini ve büyümesini amaçlayan
iskân politikaları çerçevesinde olduğu
söylenebilir. Daha sonraki dönemlerde ise
bireysel ve cezai boyutlar öne çıkmıştır.
Şiir yazmak, sürgüne gitmek
Şairleri, sürgüne gönderilen başka
meslek gruplarına ait kişilerden farklı
kılan en önemli nokta, yazdıkları şiirlerdi. Tabii Osmanlı şair ve yazarlarının
büyük çoğunluğunun aynı zamanda
devlet adamı olduklarını da eklemekte
fayda var. Dolayısıyla şair ve yazarların
sadece yazdıklarından dolayı sürgüne
gönderilmedikleri, mesleklerinin icrası
sırasında karşılaşılan problemler sebebiyle de sürgüne muhatap oldukları göz
ardı edilmemeli.
Kitapta ilk bölümde Osmanlı toplumunun sürgün algısı ve Osmanlı ceza
hukukunda sürgünün yeri inceleniyor.
Ardından Batı’da sürgün anlayışı değerlendiriliyor. Çalışmanın ana bölümü
sürgün kavramının Osmanlı kaynaklarında nasıl ifade edildiği üzerine. Bu bölümün devamında sürgüne gitme süreci, sürgün kararını kimin verdiği,
sürgün süresi ve mekânları gibi konular
detaylandırılmış. Yazar son kısımda
sürgünleri; eserleri yüzünden gönderilenler ahlâki sebeplerden gönderilenler,
düşmanların gözden düşürmesi sonucu
gönderilenler, siyasi sebeplerden gönderilenler olmak üzere dört gruba ayırarak irdelemiş. Kitap bütün bu noktalara değinmekle birlikte sürgüne
gönderilen Osmanlı şair/yazarlarının
sürgün hikâyelerini ve sürgündeyken
kaleme aldıkları şiirleri topluca sunduğundan, alanında önemli bir boşluğu
doldurmaya aday.
33
Neredeyse yarım yüzyıl
önce Ankara’da, Dikmen
sırtlarında yalnız bir
alıç ağacıyla bilge ruhlu
bir üniversite hocası
sohbet etmeye başlar.
Önce birbirlerini tanır, sonra dereden
tepeden konuşurlar. Daha çok da alıç
ağacı anlatır. Atalarından, geçmişinden, Anadolu’nun her yerine dağılmış
akrabalarından bahseder. Tüm bu sohbeti, o anların tanığı Prof. Dr. Hikmet
Birand Alıç Ağacı ile Sohbetler adıyla
kitaplaştırır. Eser, günümüz okuru için
yeni baskısıyla yayımlandı.
Kahve tadında...
KAHVE TADINDA HİKÂYELER, AKİF BAYRAK,
YEDİVEREN YAYINLARI, 312 SAYFA, 17 TL
Hikâye, sabah kahvesi
gibidir. Damak tadından
çok, ruhu dinlendirir.
Taze bir günün başlangıcında insanı mutlu eder.
Ona yeni manzaralar
sunar. Daha önce Nesil, Hayat, Yakamoz gibi pek çok yayınevinde yayıncılık yapan Akif Bayrak, Kahve Tadında
Hikâyeler adlı kitabında kimi anonim
olmuş kimi unutulup gitmiş hikâyeleri
bir araya getiriyor. Gassion’ın dediği
gibi, “Dost kalbini kahveyle sunar.”
Kitapta yer alan hikâyeler de böyle bir
düşüncenin ürünü…
SİNEMA
KÝ­TAP ZA­MA­NI
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Gözlerimi kaparım, ilk filmimi çekerim!
Mevlânâ’dan seçkiler
Bir kere sinema yapmaya karar verdiyseniz, kaçarı yok, ayaklarınız geri gitse
de o sete girip “motor!” talimatını vereceksiniz. Ama nasıl? Stephen Lowenstein
imzalı İlk Filmim adlı kitapta Oliver Stone, Coen Biraderler, Ken Loach, Pedro
Almodóvar gibi 20 yönetmenin bu konuda çok işlevsel tavsiyeleri var.
İLK FİLMİM, STEPHEN LOWENSTEIN, ÇEV.: SİNAN OKAN, KOLEKTİF KİTAP, 558 SAYFA, 35 TL
“
Y
GÜNSELİ IŞIK
üzme öğrenmenin en iyi
yolu, denize itilmektir”
derler. Eğer masmavi suların cazibesi, suyun kaldırma kuvveti, verdiği sonsuzluk hissi
sizi karşı konulmaz biçimde baştan
çıkarıyorsa cahil cesaretinin ayartıcılığına kapılıvermek işten değil. Sinema
yapmakla denize atlamak bu bakımdan
birbirine çok benziyor; bunu biz değil
ödüllü, usta yönetmenler söylüyor.
İki kısa film -uzun metraj da değil,
kısa!- çeken Stephen Lowenstein, bu
aşkın ziyadesiyle belâlı olduğunu fark
edince deyiş yerindeyse kendine psikolojik ortaklar arama ihtiyacı hissetmiş.
“Bu işin altından kalkayım derken kendini dünyanın en zavallısı gibi hisseden
bir ben miyim? Yoksa herkes mi bu eziyetli yollardan geçiyor?” düşüncesiyle
pek çok yönetmene ilk film tecrübesini
paylaşmaları için söyleşi davetleri yollamış. Ne güzel ki Oliver Stone, Coen Biraderler, Ken Loach, Pedro Almodóvar,
Stephen Frears, Neil Jordan, Steve Buscemi, Gary Oldman ve Ang Lee’nin de
aralarında bulunduğu pek çok isimden
olumlu cevap almış. Böylelikle ortaya ilk
filmini yapmak için heveslenenlere, teorik değil fakat daha hayatî olarak pratik
set tecrübesi hakkında faydalı -bir yandan da belki göz korkutucu- tecrübe ve
tavsiyelerle dolu, okuması zevk veren,
şahane bir kitap çıkmış: İlk Filmim.
En rahatlatıcısından başlayalım;
sinema okulundan mezun olsun ya da
tezgâhtarlıktan gelsin, istisnasız bütün
yönetmenler setteki ilk günlerinde kendilerini dünyanın en cahili hissetmiş!
Her söyleşide rastladığımız “İlk gün ne
yapacağım hakkında en ufak bir fikrim
yoktu. Kamerayı hangi nedenle nereye
koymak isteyeceğimi kesinlikle bilmiyordum.” cümlesi bunun en net ve samimi göstergesi. Zaten sinema yapma
niyeti olmayan biri bile kitabı okurken
hiç değilse şimdi kariyerlerinin zirvesinde oldukları halde kendileriyle hiç
kompleks yapmadan dalga geçebilen,
kendilerini eleştirebilen bu yönetmenlerin samimiyetine hayran kalır. Mesela
Steve Buscemi’nin, ekibin ona güvenmediğini düşünerek kendini tuvalete
kilitleyip ağladığını anlatmasına... Tabii
güvensizlik hissi uç boyutta yaşanınca
fizyolojik belirtiler de veriyor; yine bütün yönetmenler ilk çekim gününden
önceki gece ya uyuyamıyor ya sabahlara kadar kâbuslarla boğuşuyor. Haksız
MEVLÂNÂ, ABDÜLBÂKİ GÖLPINARLI,
KAPI YAYINLARI, 344 SAYFA, 18 TL
Halk edebiyatı, divan
edebiyatı ve tasavvuf tarihi alanlarında önemli eserlere
imza atan Abdülbâki
Gölpınarlı’nın Şeyh Galib, Bâki,
Fuzuli, Hâfız ve Pir Sultan Abdal
gibi halk ve divan edebiyatının
kıymetli şairlerinden yaptığı seçkiler
Kapı Yayınları tarafından yeniden
yayımlanıyor. “Abdülbâki Gölpınarlı Kitaplığı”na bir yenisi daha
eklendi: Mevlânâ. Göpınarlı kitapta
Mevlânâ’nın her devirde ihtiyaç duyulan görüşlerini ve Mesnevî, Divan-ı
Kebîr ve FîhiMâFîh gibi şaheserlerinden seçmeleri bir araya getiriyor.
Kaygı ve tereddüt
KAYGILARIMIZIN KIŞI, JOHN STEINBECK, SEL
YAYINcılık, 344 SAYFA, 18 TL
Coen Biraderler
Gary Oldman
da çıkmıyorlar; kiminin filme katkı olsun diye evinden getirip karavana koyduğu kıyafetler çalınıyor, kiminin gerçek mekânda yaptığı çekimden rahatsız
olan komşular inadına elektrikli süpürgelerini çalıştırıyor, kimi çok ukâla bir
teknik ekibe, kimi de farklı ekollerden
gelip birbirine diş bileyen ekiplere denk
düşüyor.
‘kapıdan pazarlama’ YÖNTEMİ
Aslında çekimin ilk günü stresi para
bulma stresiyle kapışır, demek de pekâla
mümkün. Pek çok yönetmen, ilk filminin öncesinde neredeyse dünyanın en
büyük maliyecisi olup çıkmak zorunda
kalıyor! Hoş, sonraki filmlerde de bunun nispeten değiştiğinden söz edilebilir. Fakat Coen Biraderler ve Kevin
Smith’in bulduğu yöntemler gerçekten
dâhiyane! Joel ve Ethan Coen, ilk filmlerini finanse etmek için neredeyse ‘kapıdan pazarlama’ diyebileceğimiz bir usul
tutturmuş. Çekmeyi düşündükleri film
için hazırladıkları acemi fragmanı koltuklarının altına alıp resmen kapı kapı
dolaşıp sormuşlar: “Filmimize yatırım
yapmayı düşünür müsünüz?” Hemen
gülerek kestirip atmayın, bu yolla üç bin
– beş bin derken 60 küsur yatırımcıdan
-bütçelerine göre- hatırı sayılır bir miktar toplamayı başarmışlar. Fakat Kevin
Smith’inki çok daha orijinal bir hikâye!
Süpermarket ve video kaset dükkânında
tezgâhtarlık yaparken film çekmeye karar veren Smith, bütçe için gözünü, cüzdanındaki sürüyle kredi kartına çevirmiş. Bunlar da arkadaşı Brian’la “Kimin
daha çok kredi kartı olacak?” yarışında
çıkarttığı kartlar! Çalıştığı video markette kendini müdür göstererek yaptığı
başvuruların onayı için telefon açıldığında tezgâhtar olarak telefonlara bakan
da kendisi olduğu için Smith, yarışta öne
geçmiş anlaşılan. Alıp da kullanmadığı
12 kredi kartı, 25 bin dolar bütçeli filmini kotarmak için en büyük motivasyonu
oluvermiş daha sonra. Çalıştığı süpermarketi film platosu olarak kullanmaya
kalkmasıysa kendisine birkaç kilo olarak
geri dönmüş; yönetmenliğin o kadar da
cilvesi olsun tabii!
Ve ilk filmi çekmenin olmazsa olmazı: Bir can dost! Hiç de romantik
veya psikolojik bir gerekçe değil bu.
Kimi senaryo, kimi bütçe, kimi aynî
yardım, kimi de çevre edinme konusunda ama mutlaka ve mutlaka bütün
yönetmenlerin ısrarla altını çizdiği
nokta bu. Üstelik öyle eski dostun adını
anma vefasıyla bir cümlelik filan değil,
resmen sayfalar boyunca bahsettikleri
bir husus. Bu da gayet anlaşılır esasen;
zira iç dünyanızı herkese açmaya hazırlandığınız o geçiş aşamasında, şimdiye
dek sadece sizin bildiğiniz bir hikâyeyi
teknik ekibe, yapımcılara ve oyunculara izah etmekle ve bir yandan da teknik
bilgisizliğinizle boğuşurken, dilinizden
ve halinizden anlayan biri kadar hiçbir
şey rahatlatamaz sizi. O yüzden siz siz
olun, Mazhar Alanson’un sahneye şapkasız çıkmadığı gibi ilk film setinize en
iyi dostsuz çıkmayın...
34
John Steinbeck’in son romanı Kaygılarımızın Kışı, bir
ailenin ‘yaprak dökümü’nü
konu edinmesinin yanı
sıra 1960’ların ABD’sinde
geçmesine rağmen günümüz Türkiyesi’nin
izdüşümü gibidir. Bir zamanlar ailesine
ait olan markette tezgâhtar olarak çalışan
Ethan, artık Long Island’ın aristokrat sınıfının bir üyesi değildir. Karısı huzursuz,
ergen çocukları ise babalarının sağlayamadığı maddi rahatlığa açtır. Derken bir gün
kendini ahlâki bir krizin ortasında bulan
Ethan, titiz prensiplerini bir süreliğine rafa
kaldırmaya karar verir...
Ona müteahhit demeyin!
MARKALI KONUTUN BAŞÖĞRETMENİ: AYKUT MUTLU,
HAZ.: NEVZAT BASIM, TK YAYINEVİ, 240 SAYFA, 25 TL
Viyana’da mimarlık okumuş, ODTÜ’de hocalık
yapmış bir mimar Prof.
Dr. Aykut Mutlu. Konut
yapanlara ‘gangster’
gözüyle bakılan günlerde,
1969’da markalı konut şirketi kurmuş.
Tünel kalıbını Türkiye’ye ilk getiren
de o. Üstelik şantiyesinde, amele ile
mühendise aynı standartta yaşam koşulları sunan ilk işadamı. Bugün kentsel
dönüşüm denilen işin, ilk örneğini de o
yaptı: Ankara’da Portakal Çiçeği Vadisi
projesi. Aykut Mutlu, Markalı Konutun
Başöğretmeni adlı kitapta hayatını Nevzat Basım’a anlatıyor.
Siyaset ve hayat…
KİMLİĞİM: İNSAN, ATAOL BEHRAMOĞLU,
TEKİN YAYINEVİ, 312 SAYFA, 23 TL
Ataol Behramoğlu’nun
Kimliğim: İnsan adlı eseri
yeni baskısıyla okura
ulaşıyor. Kitap, yazarın 4
Mart 1995 tarihli ilk köşe
yazısından 8 Ocak 2000’e
kadar cumartesi ve pazar günleri yayımlanan gazete yazılarından yapılan
seçkiden oluşuyor. Behramoğlu ‘ilk göz
ağrısı’ olan eserde siyasi, toplumsal ve
kişisel hayatına dair hemen her şeyden
bahsediyor.
ÇOCUK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Gazeteler çocuğa gerçekleri fısıldıyor
Sevim Ak son romanı Gazete Fısıltıları’nı yıllardır biriktirdiği dergi ve gazetelerdeki haberlerden faydalanarak kaleme almış. Bu özelliği roman kahramanına da aktarmış. Gazetelerin üçüncü sayfaları yazara anlatacaklarını
fısıldarken, Afi de bazen gazete haberlerinin fısıltılarıyla yolunu buluyor.
Gazete Fısıltıları, Sevim Ak, Can yayınları, 224 sayfa, 14,50 TL
H
MUSA GÜNER
ayatın gerçeklerini anlamak zaman alıyor, insan
büyümeye başladığında
belki de ancak bir yetişkin olduğunda
kavrayabiliyor hayat ile ölümün arkadaşlığını. Oysa daha çocukken bile hayatölüm yan yanadır, hayatın ne kadar içindeysek, ölümün de o kadar kıyısındayız.
Bir algıdır ki dünyayı insandan ibaret gösteriyor bize. Ölümü de insanın göçüşüyle
özdeşleştiriyor. Oysa gözler açılsa, tabiata
bakmayı atlayıp doğrudan görmeye başlasak dünyanın rengi de değişir. Bu basit
gerçeği içselleştirdiğimizde hayvanlara
sahip çıkar, doğaya hak ettiği değeri verebiliriz. Ölümün açtığı pencereden bakınca dünya epeyce farklı görünebilir. Sevim
Ak’ın son romanı Gazete Fısıltıları, Afi ile
Kozi’yi, Sarp’ı, Sude’yi ve annesini, saat
satıcısı Ali’yi anlatırken çocukları ölümden uzak tutmuyor. Anlaşılabilir bir gerçek olarak ölümün, hayatın bir parçası olduğunu vurguluyor. Romanın kahramanı
Afi, doğum sırasında ölen ikiz kardeşi
Kozi ile birlikte büyür aslında. Kozi, dedesinin öldüğü gün Afi’ye görünmeye başlar
ve başka kimsecikler onu göremez. Kozi
sayesinde tabiatı, bitkileri onların hayatını sorgulamayı öğrenir. Yazar romanda
zıtlıkların öğretmenliğini Kozi ile anlatır.
Bir ‘teknoloji çocuğu’ olan Afi bir yanda,
bütün bedeni çiçekler ve yapraklarla bezeli bitki uzmanı Kozi bir yanda… Taban
tabana zıt görünen, hatta biri ölü bir canlı
olan ikiz kardeşlerden Kozi, Afi büyümenin zorluklarını yaşarken ona sorularıyla, sorgulamalarıyla yeni kapılar açar.
İki kardeşin konuşmaları, Afi’nin günlük
hayat karşısında aldığı tavrı etkiler, bazen
de değiştirir.
saatçi ali’nin öyküsü
Gazete Fısıltıları’nda akıp giden ana kurgu
yan öykülerle beslenir. Bunların en dikkat
çekicisi Saatçi Ali Pınar’ın öyküsü. Afi ona,
arkadaşı Sarp ile birlikte AVM’ye giderken bir sedyede yüzü gözü cam kırıkları
ve kanlar içindeyken rastlar. Onun trende
karşılaştığı, pazarda tezgâh açarken gördüğü seyyar saat satıcısı olduğunu anlar,
soluk kırmızı tişörtün çağrışımlarında.
Romandaki “Saatçi Ali” öyküsü, Afi’nin
vicdanını uyandıran ve bunu okura gösteren bir unsur. Çöp kutusundaki amacı
belirsiz bomba ile yaralanan Ali’nin etrafa saçılan saatlerinden ikisini Sarp alır.
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Sihir yok, bilim var
Sihir De Neymiş!, İsmail Ersoy,
Timaş, 151 sayfa, 9,50 TL
Kendini bir laboratuvarda tüpler, ateşler,
patlayan maddeler
ve ortalığı kaplayan
dumanlar arasında
düşleyen meraklı çocuklar çoktur.
Ama gerçekte her gün çevremizde
laboratuvarda yapmaya çalıştığımız
deneylerin binlercesi kendiliğinden
gerçekleşiyor. Bunları görebilmek,
anlayabilmek için, hatta hayattan
ilginç icatlar çıkarabilmek için biraz
dikkat gerekiyor. Bir de kitap okumak… Kitaplar hayatımızı kuşatan
bilimsel olayları gösteriyor. Tıpkı
Sinir de Neymiş! kitabı gibi. İsmail Ersoy’un kaleme aldığı kitapta,
karşılaştığımız zorlukları çözmenin
püf noktaları anlatılıyor. Arka kapak
yazısında şu soru yer alıyor: “Su
üzerinde batmadan yürümeye, şişenin içine kaçan bir tıpayı kolaylıkla
çıkarmanın püf noktalarını öğrenmeye hazır mısınız?” Olur mu öyle
şey, demeyin, “Sihir yok bilim var”
diyen Feno’ya kulak verin.
Müzik, göç ve kara ten…
Kömür Karası Çocuk, Müge İplikçi,
Günışığı Kitaplığı, 108 sayfa
AVM’ye girdikten sonra da Afi’nin koluna
takıverir. Saat Afi’nin kolunda değil, vicdanında büyük bir yük oluşturur. Önce
toplumu sorgulamaya başlar: “Birileri ölür
ya da yaralanırken başkalarının indirime
koşmasını vicdanı kabul etmiyordu. Patlamanın çevresindeki yaralı kalabalığı ile
yüz metre ötedeki alışveriş merkezindeki
kalabalık neden birbirinden bu denli kopuktu. Bir bombanın patlayışı, verdiği zarar neden tüm yaşamı erteletmemişti. Her
işin gücün o an durmasını ve her köşeden
protesto yağmasını beklerdi. Alışılmışlık
ve katlanma direnci hangi noktada kırılmaya uğruyordu? Bugünkü patlamanın
dozu mu düşüktü?”
Sonra gazete haberlerinden saatçi
Ali’nin kaldırıldığı hastaneyi bulur, yoğun
bakımda onun başucunda saati bırakmak
ile bırakmamak arasında gider gelir. Sonunda teknolojinin çerçevelediği hayat ve
onun oluşturduğu baskıyla saati bırakamadan döner. Etrafta kameraların bulunma ihtimali vicdani doğruyu yapmasını
engeller. Sude ile burada tanışır ve ‘bitkisel
hayat’ gerçeğiyle burada yüzleşir.
Sevim Ak, Gazete Fısıltıları’nı yıllardır
biriktirdiği dergi ve gazetelerdeki haberlerden faydalanarak kaleme almış. Gazetelerin üçüncü sayfaları yazara anlatacaklarını fısıldarken, Afi de bazen gazete
haberlerinin fısıltılarıyla yolunu buluyor.
Okuduğu haberler onu hayatın farklı ve
ilginç yüzleriyle tanıştırıyor.
Gazete Fısıltıları’nda çiçekler, böcekler,
tabiat, piramitler var; telefon, kulaklık,
AVM, teknoloji var. “Radyo dalgaları, televizyon, uydu, cep telefonu sinyalleri derken
bir de gittikçe yaygınlaşan wi-fi sinyallerinden göz gözü görmüyor.” gibi cümlelerle
modern hayat eleştirisi de var. “Doğada her
şey birbirine armağan sunar. Güller tomurcuklarını, naneler kokularını…” gibi tabiata tefekkür penceresinden bakışlar da var.
Yazar, bugün yaşadığımız hayatta ne varsa
romanına onu taşımaya çalışmış. Afi’nin iç
sesi olan ve tabiatı temsil eden Kozi ise romana metafizik bir boyut ekliyor.
35
Kömür Karası Çocuk
kendini annesiyle
birlikte Türkiye’de bir
göçmen evinde bulur.
Göçmenliği, dayanışmayı çocuk gözünden aktaran
roman, Salif’in yaşadıklarını anlatırken müziğin iyileştirici gücünün altını çiziyor. Salif, yabancı
bir ülkede bilinmezlerle yaşamaya
çalışırken, bir yandan da müzisyen
babasını özlemektedir. Mahallenin
okul orkestrasına girer ama mahalleli bu koyu tenli yabancıya pek de
iyi davranmaz. Bu noktada müziğin
birleştirici gücüne sığınır. Afrikalı müzisyen Salif Keita’nın hayat
hikâyesiyle birlikte okunduğunda
daha keyifli olacak bir kitap.
Yalnız bir çocuk
ve sıradışı arkadaşı
Uçan Fare ile Hayalet Hayri, Beyza
Akyüz, YKY, 137 sayfa, 14 TL
Türlü maceradan
sonra ailesiyle birlikte Avustralya’dan
İstanbul’a gelen meraklı ve komik bir fare
ile kimsenin dikkatini çekmeyen
kendi halinde bir çocuk olan Hayalet Hayri’nin arkadaşlığını anlatıyor
Uçan Fare ile Hayalet Hayri. Uçan
fare büyüdüğünde beyin cerrahı
olmak ister, boş zamanlarını da
çocukların yere düşürdüğü şekerleri
yiyerek geçirir. Hayri ise sınıfın en
arkasında oturur, sessizdir ve ne
olacağına bir türlü karar verememiştir. İkilinin sıradışı arkadaşlığı
eğlenceli ve şaşırtıcı bir yolculuğa
dönüşüyor.
MUTFAK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Yediğin senin olsun, nasıl yaptığını anlat!
BUZ SARAYI, TARJEI VESAAS, ÇEV.: M. CEVDET
ANDAY, TİMAŞ YAYINLARI, 184 SAYFA, 15 TL
Uluslararası ödülleri olan yemek tarihi araştırmacısı ve aşçı Ömür
Akkor’un Kaynak Yayınları’ndan üç yeni kitabı çıktı. Üçünün de
kendi sahasında özel yeri var. Kitaplardan biri Türk Mutfağından
Pratik Tarifler ki bu kitabı okuyan kolayca lahmacun yapabilecek.
1970 yılında hayata veda
eden Norveçli şair ve yazar Tarjei Vesaas’ın ilk
baskısı 1963’te yapılan
ve aynı yıl İskandinav
Edebiyat Ödülü’nü alan klasik romanı
Buz Sarayı, yeni baskısıyla Türkçede.
Melih Cevdet Anday’ın çevirisiyle yapılan ilk Türkçe basımında 1973 TDK
Çeviri Ödülü’nü alan kitap, hem yazarı hem çevirmeni hem de hikâyesiyle
‘özel’ bir roman. İki küçük kızın dostluğunu anlatan eser, çocukluğun gizli
kederini incelikle işliyor. Bitmeyen,
upuzun bir kışın ortasında filizlenen
bu dostluğu konu edinen Buz Sarayı
soğuk, uzak bir diyarın dostlukla alevlenen sessiz şiirini dillendiriyor.
TÜRK MUTFAĞINDAN PRATİK TARİFLER, M. ÖMÜR AKKOR, KAYNAK YAYINLARI, 96 SAYFA, 13,90 TL
Y
GÜLİZAR BAKİ
emekler de küreselleşmeden
payını aldı. Hazır gıdaların ve
zamansızlığın etkisiyle geleneksel yemekler artık daha az pişiriliyor. Fakat aşçı Ömür Akkor’a göre bu durum
sıradan insanların dahi başka coğrafyalardaki
kültürlerin mutfağını merak etmesini sağladı.
Yerel mutfakların unutulmaya yüz tutmuş tariflerinin de kayda alınmasına yol açtı.
Yemek kültürü ve geleneksel mutfaklara dair toplumsal bir bilinç oluşuyor. Bunu
en iyi, yemek tarifi kitaplarında ve yazarlarındaki değişimde gözlemleyebiliriz. Ev
kadınlarına yemek yapmayı tarif eden kitaplar yerini yemek malzemeleri ve yapım
teknikleri üzerinden kadim kültürleri anlatan eserlere bıraktı. Bu kitapları artık sadece
yemek yapan tonton aşçı amcalar/teyzeler
değil, yemek kültürü üzerine entelektüel çalışmalar yapan araştırmacı aşçılar hazırlıyor.
İktisat mezunu M. Ömür Akkor’un hikâyesi
de böyle. Mutfağa girip yemek pişirmekle kalmıyor, Türkiye’yi ilçe ilçe gezip yerel
mutfaklar üzerine araştırmalar da yapıyor.
Akkor’un tarihî belgeleri inceleyerek kaleme
aldığı Selçuklu Mutfağı çalışması 2012’de en
iyi mutfak tarihi kitabı ödülü almıştı. Kaynak
Yayınları’ndan çıkan Osmanlı Mutfağı kitabı
da sadece saray yemeklerinin tarifini vermiyor, bu görkemli mutfak hakkında sıra dışı
bilgiler de sunuyor. Külleme, pastırma, pilaki, külbastı nedir, nasıl yapılır, hangi malzemeler uygundur, gibi... Daha önce Osmanlı
mutfağına dair bir çalışmayı incelememiş
olanlar için şaşırtıcı tarifler var kitapta. Sütle
yapılan tuzlu badem çorbası mesela. Türk
mutfağının başrol oyuncusu domates örneğin Osmanlı saray mutfağına çok sonraları
girmiş. Domatessiz de yemekler lezzetli olabiliyormuş. Saray mutfağının lezzetli çorbalarına kırmızı rengini zerdeçal veriyormuş,
bu kitaptan öğreniyoruz. Süzme mercimek
çorbasını bir de zerdeçal ile denemelisiniz.
Nohut ve kuru fasulye ile ne kadar çok ve
lezzetli yemekler yapılabiliyormuş!
Tatlıyı çok sevmemizin sütle alÂkası var
Akkor’un Sağlıklı Şekersiz Tatlılar adlı kitabı sağlıklı beslenmek ve kilo almamak için
hayatından tatlıyı çıkaranlara müjde niteliğinde bir çalışma. Akkor’un bu kitabının
da giriş bölümünde okuyucu önce detaylı
bir şekilde bilgilendiriliyor. “Teknokimyasal
yollarla elde edilen şekerle, doğal şekerleri
birbirine karıştırmamalıyız.” diyor mesela.
Bir de neredeyse bütün memeli canlıların
tatlı şeyleri sevdiğini öğreniyoruz. Sebebi
ise sütün tatlı olmasıymış. Peki, eskiden
şekere ulaşmanın zor olduğu zamanlarda
insanlar ne yapıyordu, sadece bal mı tüke-
Kuzeyin soğuğunda dostluk
Roni Margulies şiirleri
TELGRAFÇİÇEĞİ, RONI MARGULIES,
EVEREST YAYINLARI, 312 SAYFA, 18 TL
Gazeteci, yazar ve çevirmen
olmasının yanı sıra politik
kimliğiyle de bilinen Roni
Margulies, şair yönünü yeniden hatırlatıyor. Telgrafçiçeği, şairin 1985-2010 yılları arası yazdığı
şiirleri kapsıyor. Kendi ifadesiyle, ezbere
yazılmış duyguların değil, yaşanmış, tecrübe edilmiş ve sahici hissiyatın peşinde olan
Margulies’in daha önce yayımlanmış sekiz
şiir kitabı Telgrafçiçeği’nde bir araya geliyor.
Raskolnikov’un resimli hali
SUÇ VE CEZA, ANLATAN: ABRAHAM B. YEHOSHUA,
DOMİNGO YAYINEVİ, 96 SAYFA, 18 TL
M. Ömür Akkor
tiyordu? Hayır. Kitaptaki 50’ye yakın tarif
iştah kabartıcı. Lorlu çilek, pekmezli yerfıstığı ezmesi, sütlaç, kaygana, süzme saray
aşuresi… Şekersiz de tatlı yapılabiliyormuş.
Pratik Türk mutfağı
SAĞLIKLI ŞEKERSİZ
TATLILAR, M. ÖMÜR
AKKOR, KAYNAK
YAYINLARI, 102
SAYFA, 13,90 TL
OSMANLI MUTFAĞI,
M. ÖMÜR AKKOR,
KAYNAK YAYINLARI,
104 SAYFA, 13,90 TL
Türk mutfağı için aslında çok geniş bir
coğrafyanın sırrı denebilir. Anadolu’ya
gelene kadar geçtiği coğrafyalardan, karşılaştığı bütün kültürlerden etkilenmiş
Türkler, kadim Anadolu, Akdeniz ve Mezopotamya kültürleriyle şekillenmiş. Bugün ise modern hayatta mutfak kültürümüz unutulmaya yüz tuttu. Neyse ki
Ömür Akkor gibi aşçılar sayesinde apartmanların küçük mutfaklarında da yaşıyor. Nitekim Türk Mutfağından Pratik
Tarifler adlı kitapta yer alan tariflerin birçoğu akşam işten eve yorgun argın gelenlerin hazırlayabileceği türden. Tıpkı
anneniz ya da büyükanneniz gibi mücver, sucuklu nohut, cevizli erişte hatta
enginar ve lahmacun yapabilirsiniz.
Akkor’un kitapları iştah kabartıcı fotoğraflarla da destekleniyor.
36
İtalyan yazar Alessandro
Baricco’nun klasikleri çocuklarla buluşturmak için
hazırladığı projede sıra
Suç ve Ceza’ya geldi. Günümüzün önemli yazarlarının yardımıyla gerçekleştirilen “Hepsi Sana Miras”
serisi kapsamında daha önce Gılgamış,
Gulliver, Nişanlılar ve Cyrano de Bergerac eserleri ünlü yazarların anlatımıyla
çocuklara sunulmuştu. Dostoyevski’nin
Suç ve Ceza’sını ise Abraham B. Yehoshua anlatıyor, Sonja Bougaeva da çizimleriyle çocukları kitaba çekmeye çalışıyor.
Bir dönemin tanıklığı
İKİ KRAL BİR LİDER, ÖMER TARZİ,
PALOMA YAYINEVİ, 344 SAYFA, 24 TL
İki Kral Bir Lider, Afganistan’ın ilk Dışişleri
Bakanı Sardar Mahmud
Tarzi’nin hayat öyküsünü anlatıyor. Sultan
II. Abdülhamid’den Atatürk’e kadar
uzanan bir zaman diliminde, bu devlet
adamları ile yakın ilişkiler içinde olan
Tarzi, ülkesindeki politik çalkantılar
sonucunda Ankara’nın da daveti üzerine ailesi ile birlikte Türkiye’ye yerleşir. Bu politikacının hayatı, bir dönemin de resmi aynı zamanda…
SPOR
KÝ­TAP ZA­MA­NI
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Dünyanın en zayıf takımında oynamak nasıldır?
Paul Watson’un Ayağa Oyna Pohnpei adlı kitabı bir hayalin peşinde koşan iki arkadaşın serüvenini anlatıyor. Yazarımız ve aynı zamanda Pohnpeili milli futbolcu adayı
Paul Watson ile ev arkadaşı, inanılmaz yolculuklarını sağ salim tamamlıyor. Kitabın
verdiği şu: Sonuna kadar gitme konusunda karalıysanız amacınıza ulaşıyorsunuz.
AYAĞA OYNA POHNPEI, PAUL WATSON, ÇEV.: MURAT SAĞLAM, DOMİNGO KİTAP, 264 SAYFA, 20 TL
utbol topuna ayağı değmiş
ve biraz da hayal gücü geniş
birilerinin aklından geçmiştir,
gidip dünyanın en zayıf ülkelerinin birinin
vatandaşı olup milli takımında oynamak…
Öyle ya, kendi ülkenizde bu hayalinizi gerçekleştirme şansınız yüzde sıfırsa ne yapacaksınız? Tabii böyle bir hayal kurabilmek
için ülkenizin biraz emperyal özelliklerinin
bulunması gerektiği gerçeği de görmezden
gelinemez. Gideceğiniz ülkede anadiliniz
konuşuluyorsa en büyük engellerden birini peşinen aşmışsınız demektir. Yine de
13 bin kilometrelik yolu göze alabilmek
kolay değil. Ayağa Oyna Pohnpei’nin yazarına kulak verirsek bunu daha iyi anlayabiliriz: “Londra’dan Dubai’ye, Dubai’den
Manila’ya, Manila’dan Guam’a ve nihayet
komşu Chuuk adasında 45 dakikalık bir
bekleyişle Guam’dan Pohnpei’ye uçmak
zorunda kaldık. Dört uçak ve havada geçirilen yirmi beş saatte düşünecek çok vaktimiz olmuştu ama beynimizi meşgul etmek
ve içeri bir kuşkunun sızmasını önlemek
için kendimizi adeta paraladık.”
Yazarımız ve aynı zamanda Pohnpeili milli futbolcu adayı Paul Watson ile ev
arkadaşı Matt Conrad bu inanılmaz yolculuğun salimen tamamlanması sonrasında da düşündüklerinden çok daha büyük
sorunlarla karşılaşacaktır. Dünyanın en
çok yağmur alan üçüncü bölgesi olan, 34
bin kişinin yaşadığı adanın futbol sahasını
kurbağalarla paylaşmak zorunda kalmak,
bu sorunlardan sadece biridir. O güne kadar oynadığı bütün maçları kaybetmiş olan
Pohnpei’de bu işe devam etmek için yeterli
istek yok gibidir. Milli takımda yer alacak
oyuncular bile sadece maçlar için güçlükle
bir araya toplanabilmektedir, idman filan
yapılması söz konusu bile değildir.
Hoş ve eğlenceli bir kitap
Yine de böyle bir ülkenin milli takımında yer almak sanıldığı kadar kolay değil.
Neredeyse Türk olmak kadar zor koşullar yüzünden Watson bu sevdadan vazgeçmek zorunda kalır ama sadece bir
bölümünden. Belli bir noktadan sonra
takımın antrenörü olmasının önünde bir
engel bulunmadığı görülür ve o yolda ilerler. Kader arkadaşı Matt Conrad’ın sinema tahsili için ABD’deye başvurusunun
olumlu sonuçlanıp oraya gitmesi Watson
için bir başka darbe olacaktır ama yazarımız vazgeçmeyecektir.
Hiç duraksamasız diyebilirim ki Ayağa Oyna Pohnpei son aylarda okuduğum
FOTOĞRAF: ZAman, mahmut burak bürkük
F
AHMET ÇAKIR
en hoş kitaplardan biri. Paul Watson baş
edilmesi olanaksız denilebilecek güçlükler
karşısında yılmayışını eğlenceli biçimde
aktarmayı başarmış.
Arada iki kez Londra’ya gidip gelmek
gibisi ekstra birtakım zorlukları da göze
almaktan tutun da parasızlık, ailesinde
yaşanan sıkıntılar, kız arkadaşının geçirdiği çok ağır hastalık vb. sorunlar onu
ayrıca hırpalar. Bu arada bir yandan da
İngiltere Futbol Federasyonu ve kulüplerden Pohnpei için malzeme toplamaya
çalışır. Sonunda Pohnpei’ye maç kazandırırlar ama çektiklerini ne siz sorun ne
ben söyleyeyim, en iyisi okuyun! Belli
bir noktadan sonra Watson kendini bu
işe adar çünkü başka türlü olamayacağını görür. Daha öncesinde Pohnpei’de
bu işler için bazı sözler verilmiş, adımlar
atılmış, umutlar canlanmış ama arkası
gelmemiştir. Bu kez Watson ve belli bir
noktadan sonra tekrar işin içine giren
Matt Conrad bu işi yarım bırakmayacaktır. Tutkulu iki genç hayallerinin peşinde koşarken minik bir adanın kaderini de değiştirirler neredeyse. Bu “güzel
oyunun” nelere kâdir olduğunu görerek
seviniriz biz de…
Henüz 30 yaşındaki yazarımızın bu
işin ardından Moğolistan Bayangol futbol
takımının teknik direktörü olduğunu öğrenmek de hoş… Paul Watson bize hem
son derece çileli ve eğlenceli bir olayı anlatıyor hem de imkânsız gibi görünen işlerin
başarılması için neyin gerekli olduğunu
gösteriyor. Merak etmeyin, kimseye bu
tür dersler vermek gibi bir derdi yok. Kitabı
okuyup bitirdikten sonra bunları siz düşüneceksiniz. Eh, iyi bir kitabın tanımlarından biri de budur herhalde.
Murat Sağlam’ın çevirisi de son derece
başarılı. Takıldığımız tek kılçık bile yoktu.
Sadece orijinal adı Up Pohnpei olan kitaba
daha iyi bir Türkçe isim bulunamaz mıydı
diye düşünmekten kendimizi alamadık.
Çünkü “ayağa oyna” biz futbolseverler
arasında iyi kötü anlaşılabilir bir kavram
sayılırsa da başkalarına pek bir şey söylemez gibi görünüyor. Bu sıkıntıyı karar
vericiler de çekmiş ve kitabın üzerine
asıl konuyu yazarak işin içinden çıkmaya çalışmış: “Dünyanın en zayıf futbol
ülkelerinden birinde futbolun en güzel
hikâyelerinden biri yazıldı.”
Elhak, doğrudur!
Osmanlı’da futbol
Yıllardır ilk kez bir spor kitabının böylesine “patladığını” söylemek mümkün. Tabii
bunun satış rakamlarına yansımasını
filan pek beklemiyoruz ama Mehmet
Yüce’nin Osmanlı Melekleri adlı kitabının
yayımlanmasının hemen ardından çok
sevindirici bir medya ilgisiyle karşılaştığı
görmezden gelinemez. Yüce’nin kitabı bu
ilgiyi kesinlikle hak ediyor.
Aralarında benim de bulunduğum
Türk spor tarihi araştırmacılarının en
önemli kusurlarından biri,
özellikle Osmanlı dönemiyle
ilgili bilgileri birbirlerinden
alıp defalarca aktarırken bazı
yanlışları sürdürmeleri, pek
anlaşılmayan bazı konuları
da geçiştirmeleridir. Örneğin,
1900’lerin başında herhangi
bir sezon ligi şampiyon bitiren
takım 10 maç oynamış, ikinci olan ise 8
karşılaşmaya çıkmış. Bunun niye böyle
olduğuna da kimse kulak asmamış,
belirsizlik günümüze kadar gelmiş.
Mehmet Yüce bu sorunu aşabilmek
için Osmanlıca öğrenmiş ve aylarca
çalışıp yurtiçi ve yurtdışındaki kaynakları
elden geçirmiş. Sonunda da Türk spor
tarihini değiştirecek kadar önemli bilgiler
ortaya çıkmış. Kendisini Sports TV’de salı
günleri saat 16.00’da yayınlanan “Kitaplı
Spor” adlı programımda konuk
ederken yeni kitaplarının
da hazır olduğunu öğrenip
sevindim. Mehmet Yüce spor
kitaplığımıza çok değerli kitaplar kazandıracak kadar donanımlı bir araştırmacı. Kendisini
kutluyor, başarılarının sürekli
olmasını diliyorum.
(Osmanlı Melekleri, Mehmet Yüce, İletişim Yayınları, 397 sayfa, 28.50 TL)
37
USTA GÖZÜYLE
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Hasan Bülend’e ve Aziz Mahmud Hüdaî
Efendi Hazretlerinin meşhur beytine dair
Türkler niyçün deniz edebiyatında muvaffak olamayor; iyzah edeyorum!
Niyçün bizden denizcilik bâbında kaydadeğer
kalemler yetişmeyor efendiler, niyçün? Aziz
melmeketimizin üç ciheti, İslâmbol’un ise altı
ciheti denizle muhât değil midir?
Varlık mecmuasının Mayıs 2010 tarihli
nüshasında, zîkıymet profüsürümüz Hasan
Bülend Kahraman’ın ‘Günler Gelip Geçmekteler’
başlıklı bir yazısı nazar-ı dikkatimi celbetdi.
RE­CAÝ
GÜL­LAP­DAN
İRFAN
KÜLYUTMAZ
N
ûr-i
aynim, caanım
kaarilerim, iki
aylık bir müfarakatdan sonra tekrardan sizlerle mülâkiy olmak, bendenizi hakiki
bir sürurla meşbu kılayor. Var olunuz,
muazzez kaarilerim! Bir muharrir
ancak ve ancak kaarileriyle vücûd
bulur: Mevcudiyyetinin esası, kaarilerinin temiz kanında mevcuttur.
Efendim, bendenizin ömr-ü
hayatında, bu iki ay zarfında hanemde tembel tembel oturmakdan ziyâde
şâyân-ı dikkat bir vaz’iyyet bahis
mevzuu olmadı. Aziz kardaşım Hilmi
Bey bermutad Bodrum’da, Yahşi’de
istirahat buyurdukları içün hazretle
kat’iyyen temasımız olmadı.
Komşum Şehper Hanım da mahdumunun sayfiyesinin bulunduğu
Altınoluk’da idi. Binaenaleyh, bendeniz salhurde plakları, peder merhumdan intikal eden gramofonda dinleyüb öğlenleri yoğurt ve elma, akşamları da bir aded haşlanmış yumurta
ile kifâf-ı nefs ederekden imrâr-ı vakt
eyledim, efendim…
zîkıymet profüsür
Ve fekat, bağzı eski mecmûalara da
atf-ı nazarda bulunmadım değil!
Varlık mecmuasının Mayıs 2010
tarihli nüshasında, zîkıymet profüsürümüz Hasan Bülend
Kahraman’ın ‘Günler Gelip
Geçmekteler’ başlıklı bir yazısı
nazar-ı dikkatimi celbetdi. İtiraf ederim, bu şahsın kaleme aldıkları, bendenizi daimâ eğlendirmişdir. Orhan
Veli’nin şiirini ‘anlamsız’ olduğunu,
İstanbul’da taş mimari eser bulunmadığını ve buna mümasil türrehâtı,
bu muhterem profüsürümüzün
nemenem bir herzegû olduğunu
ispata kâfi olmakla beraber, hâlâ
devletimiz dâhil, birtakım müesseselerce, merhum Ziya Paşa’nın taabiriylen, mesned-i izzetde serefrâz
bulunduğunu, bu memleket nam u
hesabına fevkalhâd elem verici bulduğumu da arz etmek isderim…
6 EKİM 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
A
ziz kaarilerim, hayli
fasıladan
sonradan sizlerle yeniden
mülâkiy olmanın
hazzıyla ilk mekaalemi
şuracığa derc eyleyorum efendim.
Mevzuumuz denizcilik ve edebiyyat
münasebetleri üzerine olacaktır. Bazı
hanımların hayra vesile olmak içün tertîb
ettikleri bir pazar yerinde gezinir iken (ki
bunun nâmına ‘kermes’ denileyor imiş)
bir kitaba tesadüf eyledim. Okunup işi
bitmiş kitapları hayır adına bağışlayan
hanımlar bunları satub bir irad temin
ediyorlar ve bu eyi bir hizmettir. Aferin!
İşte oracıktaki tezgâhta, Joseph Conrad
nâmında bir muharririn, Narcissus’un
Zencisi kitabına tesadüf edib, ol akşam
temamen kıraatına nail oldum idi.
Bitirdikten sonra kendimi zabt edemeyip
en arka sahifasına bizzat kendi el yazım
ile, “Galiba hiçbir Türk, bu karatta bir
deniz hikâyesi kaleme alamayacaktır”
şeklinde mühim bir tesbit kaydettim.
Vakıa bu hayli cüretkâr bir iddia gibi
görünüyor fekat zannımca isâbetlidir.
Elbette bir müdekkik olmadığum içün
edebiyatımızda mevcut ve bâhusus
denizcilik mevzuunda kaleme alınmış
âsârın tamamını bilmem mümkin değildir; lâkin zannetmem ki bu cüretkâr
hükmümü tekzîb eyleyecek bir istisnâ
bulunsun! Rahmetli Pirî Reisimizin
Kitab-ı Bahriyye’sinden beri tahrir olunmuş, şöyle eli yüzü düzgün bir denizcilik
eseri hatırlıyor iseniz ne âlâ? Kaldı ki
Kitâb-ı Bahriyye dahi edebi bir eser
olmayub denizcilik fenni ve bilhassa
haritacılık mevzuuna inhisar ediyor.
Gelelim, sülasisi HBK olan bu
malûm şahsın son cehaletine! Efendim,
yazısına bir beyit zikrederek başlayor:
“Günler gelip geçmekteler/ Kuşlar gibi
uçmaktalar”. Hasan Bülent Kahraman
efendi, bu beyti Oktay Rifat’a mal
etdikten sonra şöyle yazayor: “Oktay
Rifat’ın dizeleri, tam anımsamıyorum.
Çok yorgunum. Araştırmam da olanaksız.” Dahası var ve asıl vahîm olan
da bu: Zira HBK efendi şöyle devam
edeyor: “Saçma bir şey aslında bu şiir/
imsi. Ama bir anda gelip insanın diline,
belleğine çakılıyor.”
“Tam anımsamıyor”muş!
“Araştıramamış”mış! Zira “çok
yorgun”muş! Aman Allahım!
Neresini düzeltmeli? Bu beyit,
Oktay Rifat’a değil, 17. asırda yaşamış
Celvetî şeyhi merhum Aziz Mahmud
Hüdaî Efendi Hazretlerine aittir.
Hüdaî Efendi Hazretleri nerde, Oktay
Rifat nerdeee! Bu o kadar mühim
değil! Fekat bu beyti ‘şiir/imsi’ bulmak
ne demeye geliyor? Ona bakalım
muazzez kaarilerim.
‘şiir/imsi’ bulmak!
HBK efendi, Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın Beş Şehir’inden bir teşehhüd mikdarı behresi olsa idi, o kitapta Tanpınar’ın Hüdaî Efendi
Hazretleri ve bu beyit için şunları
söylediğini öğrenirdi. Şöyle deyor
Tanpınar: “Ben Aziz Mahmud
Hüdayî Efendi’yi, Sultan Ahmed
Camii’nin temelleri arasında tahayyül
ediyordum. Zaman zaman benim
için oradan çıkar ve hiçbir hikmetin
teselli edemeyeceği bir hüzün ile sevdiğim beytini tekrarlar: Günler gelip
geçmektedir/ Kuşlar gibi uçmaktadır.”
Uzun söze ne hâcet! Bir tarafda
Tanpınar, bir tarafda haddini bilmez
HBK! Hüdaî Efendi Hazretlerinin
bu beytine ‘şiir/imsi’ demek senin
ne haddine!
Bu aylık da bu kadar. Telâkıy
gelecek aya inşallah. O vakde kadar
Rabbime emanet olunuz, zâtınıza
hoşça bakınız. Au Revoir, canlarım
benim…
denizle alâkamız zayıftır
Peki, niyçün bizden denizcilik bâbında
kaydadeğer kalemler yetişmeyor efendiler, niyçün? Aziz melmeketimizin üç
ciheti, İslâmbol’un ise altı ciheti denizle
muhât değil midir? Öyledir fekat sizler
de gaayet eyi bilürsünüz ki bizim denizle alâkamız zayıftır, hattâ yok
mesâbesinde. Âdetâ karaların bitüb
denizin başladığı sahillerde Türk’ün de
sabr u metâneti tükenivereyor! Yahu
bilâder, haydi deniz üstünde seyr ü sefer
etmek içün gemicilik fennini öğrenmek,
38
tekne inşâsında hüner göstermek gibi
bir dâvâmız yoktur; bari yüzme öğreniniz ey necîb milletim! Şinâverlikte
(yüzme siporu!) de dibciliz. Vâ esefâ!
‘Denize âşık olmak’
Gelelim bahis buyurduğum esere...
Bilahire tedkik ettim ki Joseph Conrad
esasen dünya edebiyatının en bilinen
denizci muharrirlerinden biri imiş.
Türkçeye hayli kitabı terceme olunmuş,
öyle bilinmeyen bir isim de değildir.
Kitab fevkalâde azizler! Merak eden
tedarik edib okuyacaktır. Bu ifade kudretiyle denizde cereyan eden bir hikâye
yazmak içün insanın denize âşık olması
gerektiği hükmüne vardım nihâyetinde.
“Denize âşık olmak” lâfının altını çiziyorum, zira biz meselâ İngilizler,
Hollandalılar, İspanyol ve Portekizliler,
İtalyan ve Yunanlar gibi denizcilikle
müştehir bir kavim değiliz mâlum; “Bu
adamlar denizden hazetmiyor, öyleyse
bahre değil berr’e âşık olsalar gerektir”
diye düşünenler ise fena halde yanılır.
Bizde dağlara, nehirlere, ormanlara,
ovalara veya çöllere karşı hissettiği yüksek alâka sebebiyle edebiyatta şöhret
bulmuş kaç muharrir sayabilirsiniz ki;
birkaç şiir, birkaç mekaale, hepsi o
kadar!
Denizden neredeyse korktuğumuzu
iddia edecektim fekat ne kadar kahraman ve cesur bir millet olduğumuzu
derhâtır edince vazgeçtim; üstelik son
zamanlarda saray muhitinden bir kısım
devletlû efrâd ve evlâdından bazılarının,
ufağına-tefeğine bakmadan birer tekne
tedarik iderek beynelmilel deniz ticaretine atıldıklarına dair havadisler duyuyorum ki milletçe ne kadar iftihar etsek
yeridir. Bu işler ufak-tefek gemiciklerden başlar; ardından şinâverlik sanatında cihan şampiyonları yetişdiririz; bu
hızla devam olunur ise 22. asırda olmasa bile 23 veya 24. asırlarda iyi deniz
hikâyeleri yazabilen bir kısım muharrirlerimizin yetişmesi imkân ve ihtimâl
dâhiline girecektir zannındayım.
Büyük milletler için iki-üç asır nedir
ki efendiler? Bugünden tezi yok, azimle
yola koyulalım. Sizlere bir nümûne-i
imtisâl olmak üzere yarından itibaren
yüzme derslerine başlayacağımı tebşir
ederim şahsan!