27 Mayıs - Türk Parlamenterler Birliği

Transkript

27 Mayıs - Türk Parlamenterler Birliği
Parlamento
Hakimiyet Milletindir
Mayıs 2013 Sayı: 3
Ayl ı k sürel i yay ı n
Hakimiyet Milletindir
Gençlik ve Spor
Bakanı Suat Kılıç:
Gençliğe
güveniyorum
Rahmetle anıyoruz...
Burhan Apaydın
ile son söyleşi
Çok darbeli siyasi hayata geçiş:
Mayıs 2013 Sayı: 3
27
MAYIS
ISSN 2147-6616
9 772147 661000
03
Mayıs 2013 Sayı: 3
Fiyatı: 20 TL / Kurum ve kuruluşlar için: 30 TL
Yerel süreli yayın
ISSN 2147-6616
Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. adına
TPB Parlamento Dergisi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü
Eren Safi
Yayın Koordinatörü
Erbay Kücet
TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ
GENEL BAŞKAN
Nevzat PAKDİL
Kahramanmaraş Milletvekili
Editör
Songül Baş
Haber Merkezi
Bilge Yavuz
Cahit Yıldız
Elif Çelik
Gökçe Doru
Pınar Ünsal
Zeynep Yiğit
Katkıda Bulunanlar
Hakan Arslanbenzer
Dr. Polat Safi
Tasarım
Sinan Günçiner
YAYIN KURULU
Yahya AKMAN
Şanlıurfa Milletvekili
Cahit BAĞCI
Çorum Milletvekili
Kadir Ramazan COŞKUN
Genel Sekreter
19. Dönem İstanbul Milletvekili
Koordinasyon
İsmail Demir
İlknur İNCEÖZ
Aksaray Milletvekili
YAPIM
Alpaslan KAVAKLIOĞLU
Niğde Milletvekili
Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti.
Uğur Mumcu Cd. 13/5 Çankaya / ANKARA
T: 0312 446 15 72 F: 0312 446 15 82
www.buyukharf.com.tr
BASKI
Özel Ofset
T: 0312 395 06 08
Nuri USLU
Genel Sekreter Yardımcısı
23. Dönem Uşak Milletvekili
Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu
yazarlarına aittir. Makul alıntılar dışında izinsiz
iktibas yapılamaz.
M a y ı s 2 013
İçindekiler
KAPAKKONUSU
16
Çok darbeli siyasi hayata geçiş:
27 Mayıs
24 Adnan Menderes’in avukatı
Burhan Apaydın: İdam kararının
iptalini önlemek isteyenler var
31 Hatem Ete: 27 Mayıs yepyeni
bir siyasal sistem inşa etti
32 “Darbelerin topluma faturası ağır oldu”
38 Yaşar Taşkın Koç: Menderes
figürünün birden fazla algısı var
DOSYA
50 Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç:
Gençliğe
güveniyorum
68
Gizli cennette
iki köşk:
Ihlamur
Kasırları
72
İSİPAB Türk
Grubu Başkanı
Emrullah İşler
ile söyleşi
74
Haberin Meclis’teki
patronları:
Parlamento
büro şefleri
56 Faik Tunay: Gençler geleceğimiz
değil bugünümüz
4
Başkanın Mesajı
DÜNYAPARLAMENTOLARI
40
5Birlik’ten
8Haberler
11Milletvekillerinden
Tarihin sessiz tanığı:
REICHSTAG
12Dünyadan
14 Zafer Çağlayan:
Büyümenin motoru ihracat
44 Sadullah Ergin: Adaletin
gücü, devletin gücüdür
55 Türk Parlamenterler
46
62
86
Birliği’nden
58 Kulak ardı etmemek gerek
79 Ayın yasaları
80 Tarih Sahnesi
85 Anneler Günü
88Kitap
Ali Coşkun:
Kalkınma ve barış
siyasi istikrarla
sağlanır
Murat Karayalçın:
Siyaset ufuk ve
cesaret istiyor
Mizahla renklenen
siyaset
89Film
90Müzik
65
82
Siyasi ve edebi bir portre:
Yahya Kemal
Kuldan öte,
kuldan ziyade
91Televizyon
92 Vekiller ne okuyor / ne izliyor
94 Sosyal medya günlükleri
96Unutmayacağız
4
Başkanın Mesajı
27 Mayıs 1960’tan
günümüze demokrasimiz
TÜRKIYE Cumhuriyeti, 1960 yılında demokrasi dışı müdahalelerle, askerî darbelerle tanıştı.
27 Mayıs darbesi, 12 Mart muhtırası, 12 Eylül darbesi, 28 Şubat postmodern darbesi ve 27
Nisan bildirisi, nedenleri ne olursa olsun millî iradenin devlette şekillenmesine karşı yapılmıştır.
Doğrudan veya dolaylı olarak, bir gecede, silah marifetiyle ya da bürokratik aygıtlarla,
milletin iradesine ve onun adına yetki kullanan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne karşı yapılan bu müdahaleler aslında insan hakları ihlali ve millet düşmanlığıdır.
Genel anlamda yaşadığımız darbe ve muhtıraların öncesinin ortak özellikleri, organize
bir biçimde kaygı verici toplumsal olayların zemininin hazırlanmasıdır. Topluma korku ve
güvensizlik verilmekte, siyaset kurumu hedef tahtası olarak gösterilmektedir. Tüm bunlar
olup biterken medya, ordu, siyasi partiler, bazen üniversite ve yargı da kullanılabilmektedir.
En acısı ise adı sivil toplum örgütü olan kuruluşların bu darbelerde etkin bir şekilde kullanılmış olmasıdır.
1960 yılından günümüze kadar topluma musallat olan karanlık odakları, vesayetçi anlayışları ortadan kaldırmanın tek bir yolu vardır: Siyaset kurumunu güçlendirmek. Siyaset
kurumunu güçlendirmek için son 10 yıldır ciddi bir mücadele verilmiştir. Önce yıpranan demokrasimiz onarılmış, sonra da yeniden inşa edilmeye başlanmıştır. Bunun anlamı, sistemi
her açıdan rehabilite ederek taşları yerli yerine oturtmaktır.
22 Temmuz seçimleri ve 12 Eylül referandumu, toplumsal yenilenme gibi bir etki yaparak
siyaset kurumunu etkili, iktidarı da muktedir hale getirdi. Önümüzdeki süreçte Türkiye,
yeni anayasasını da hazırlayacaktır. İnsanı merkeze koyacak olan yeni sivil anayasa darbelerin, müdahalelerin de önünü tamamen kesecektir. Gelinen noktada, Türkiye kendi iç
dinamikleriyle ihtiyacı olan dönüşümü gerçekleştirmiştir. Bu dönüşüm ve gelişim canlı bir
organizma gibi süreklilik arz etmektedir.
Demokrasimizi onarma ve yeniden kurma olarak da yorumlanabilen bu süreç, Türkiye’yi
daha ileri demokrasiye ulaştırma, daha aydınlık, daha müreffeh bir gelecek inşa etme çabasıdır. Tekrar ifade etmek gerekirse burada en önemli husus milletin iradesinin tecellisi olan
siyaset kurumunun güçlenmesi ile mümkündür. Türkiye’nin geleceği, sivil toplum örgütlerinin, mesleki örgütlerin, siyasi partilerin teklifleri ve projeleri ile daha güzel noktalara
gelecektir.
Sonuç olarak, bu ülkenin insanları bir daha darbelerle karşılaşmayacaklardır. Darbelere
sebep olarak ortaya atılan gerekçelerle de muhatap olmayacaklardır. Türkiye artık açık toplum haline gelmiştir. İnsan hakları en önemli kavramdır. İnsanın bu kadar ön plana çıktığı,
devletin şeffaflaştığı, açık toplumun oluştuğu bir ülkede artık darbe olmaz.
Saygılarımla.
Mayıs 2013
Nevzat Pakdil
Türk Parlamenterler Birliği
Genel Başkanı,
Kahramanmaraş Milletvekili
Önümüzdeki
süreçte Türkiye,
yeni anayasasını
hazırlayacaktır. İnsanı
merkeze koyacak
olan yeni sivil
anayasa darbelerin,
müdahalelerin de
önünü tamamen
kesecektir.
Birlik’ten
“Dünya, Myanmar’daki
kıyıma gözlerini kapatıyor”
“Türkiye’nin öncülüğü önem taşıyor”
TÜRK Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil,
Myanmar’da Müslümanlara yönelik zulmü Meclis gündemine taşıdı. Pakdil, üyesi olduğu
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nda yaptığı konuşmada, Arakanlı Müslümanların acil yardıma ihtiyacı olduğunu belirterek, “Budistlerin Müslümanlara yönelik
zulüm ve cinayetleri iyice arttı. Son günlerde cami ve köylerin yakılmasıyla büyüyen olaylar
nedeniyle binlerce Arakanlı canlarını kurtarmak için ormanlara kaçmak zorunda kaldı.
Yaşananlar, Müslümanların etnik temizlik faciasının eşiğine geldiğinin göstergesidir” dedi.
Dünyanın Myanmar’da yaşanan vahşet ve kıyıma sessiz kaldığını ifade eden Nevzat Pakdil
şunları söyledi: “Uluslararası kamuoyu olayları görmek istemiyor, sesini yükseltmiyor. Oysa
Myanmar’ın Arakan bölgesinde yaşayan 800 bin Müslüman her gün ölüm, zulüm ve tecavüzlerle karşı karşıya kalıyor. Bir toplum vatanlarından sökülüyor, evlerinden barklarından
oluyor, dahası diri diri yakılıyor. Birleşmiş Milletler’e göre 90 bine yakın kişi evini terk etmek
zorunda kaldı. Arakan’da 4 milyona yakın Müslüman nüfustan bahsediliyordu, şimdi bu
rakam 800 binlere düştü. Yarım yüzyıldır zulüm gören Arakan Müslümanları 11 Temmuz
olaylarından bu yana daha büyük bir vahşetle karşılaşıyor. Bu duruma dünyanın sessiz kalması çok düşündürücü bir durumdur.”
Nevzat Pakdil, Arakanlı Müslümanların
vatandaşlık haklarının olmamasının, temel
insani haklardan mahrumiyetlerini de beraberinde getirdiğini belirterek, “Örneğin,
etnik saldırılar karşısında mağdur tarafın
ulusal veya uluslararası kurumlar bazında
haklarını araması mümkün gözükmemektedir. Myanmar Devleti, Birleşmiş Milletler
İnsan Hakları Deklarasyonu’nun ‘Hiç kimse vatandaşlık haklarından mahrum edilemez’ diyen 15. maddesini ihlal etmekte,
vatandaşlık haklarını gasp ettiği Arakanlıları yerlerinden yurtlarından çıkarabildiği
gibi, zorla işçi olarak ülkenin herhangi bir
yerinde çalıştırabilmektedir” diye konuştu. Pakdil, Arakanlıların dinî ve kültürel
aidiyetlerinin tanınmasının önündeki
engellerin de kaldırılması gerektiğini ifade
etti. “Arakanlı Müslümanların sorunlarına nasıl çözüm bulunabilir?” sorusunun
havada kalmaması gerektiğini vurgulayan
ve insani yardımlar konusunda Birleşmiş
Milletler nezdinde acilen girişimlerde bulunulmasının önemine işaret eden Nevzat
Pakdil, “Arakan sorununun uluslararası
arenaya taşınmasında Türkiye’nin öncülüğü azami önem taşımaktadır” dedi.
Mayıs 2013
5
6
Birlik’ten
ABD Kongresi Eski Üyeleri Derneği’nden
Türk Parlamenterler Birliği’ni ziyaret
ABD Kongresi Eski Üyeleri Derneği (FMC) heyeti, Türk Parla-
menterler Birliği’ni ziyaret etti. Türkiye Büyük Millet Meclisi KİT
Komisyonu Toplantı Salonu’nda düzenlenen istişare toplantısında
Türkiye, ABD ve dünya gündemindeki çeşitli konularla ilgili görüş
alışverişinde bulunuldu. Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı
Nevzat Pakdil, “Sizleri ülkemizde görmekten ve demokrasinin
kalbi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ağırlamaktan memnuniyet
duyuyorum. Bu ziyaretler vesilesiyle Türk Parlamenterler Birliği
ile ABD Kongresi Eski Üyeleri Derneği arasında ortak çalışma,
işbirliği ve dayanışma için alanlar belirlenebilir ve projeler üretilebilir” diye konuştu. Türkiye’de işleyen bir demokrasi olduğunu
ifade eden Pakdil, “Müzakere edilen konulardaki temel hedef insanlarımızın mutlu olmasıdır. Çünkü siyasetin insan odaklı olma
zorunluluğu vardır” dedi. Toplantı sırasında Filistin ve Suriye ile
ilgili görüşlerini de dile getiren Nevzat Pakdil, “Filistin’le ilgili
gelişmeler ümit vericidir. Filistin’in bağımsız bir devlet olmasını
ABD de desteklemelidir. Filistin sorunu, Filistinlilerin haklı talepleri yerine getirilerek çözülmelidir. Suriye’de akan kan durmalıdır.
Bu duruma gözleri kapamak insanlık vicdanı açısından kara bir
lekedir” diye konuştu.
Kolbe: Teşekkür ediyoruz
ABD Kongresi Eski Üyeleri Derneği Heyet Başkanı Jim Kolbe ise
“Bizi dostane bir şekilde karşılayan heyetinize teşekkür ediyorum.
Dernek olarak hem ABD’de hem de uluslararası arenada çalışmalar
yürütmekteyiz. Türkiye’de bulunmamızın sebebi üniversiteler ve
sivil toplum örgütleriyle fikir alışverişinde bulunmaktır. Burada
öğrencilerle yaptığımız toplantıda gördük ki olaylarla ABD’de olduğundan daha fazla ilgililer. Genç yaştaki arkadaşlarımızın bu tavırlarını görmek bizleri mutlu etti. Bu da sizin geleceğinizin ne kadar aydınlık olduğunun bir göstergesidir” dedi. Toplantıda söz alan
Milli Eğitim eski Bakanı Vehbi Dinçerler, Türkiye’nin AB’ye üyelik
Mayıs 2013
sürecine değinerek şunları söyledi: “Ülkemizin Avrupa Birliği’ne
üyeliği konusu 50-60 yıllık bir hikayedir. Bu süre içerisinde hükümetler, AB üyesi olma kararlılığından asla vazgeçmedi. Şu anda
AB’de bir varlık krizi yaşanıyor. Bize soruyorlar; ‘Siz hâlâ AB’ye
girmek istiyor musunuz?’ diye. Bizim cevabımız açıktır; ‘Evet’.”
Türk Parlamenterler Birliği Yönetim Kurulu üyeleri Çorum
Milletvekili Cahit Bağcı ve Burdur Milletvekili Ramazan Kerim
Özkan’ın da görüşleriyle zenginleştirdiği toplantıda, Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkan Yardımcısı Yaşar Karayel, Genel
Sekreter Kadir Ramazan Coşkun, Genel Sekreter Yardımcısı Nuri
Uslu, Yönetim Kurulu Üyesi ve Milli Eğitim Bakan Yardımcısı
Orhan Erdem, Disiplin Kurulu Başkanı ve İstanbul Milletvekili
Sevim Savaşer de yer aldı. Milli Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor
Komisyonu Başkanı Fikri Işık ile Türkiye-AB Karma Parlamento
Komisyonu Eş Başkanı Afif Demirkıran’ın da katıldığı istişare
toplantısında, ABD Kongresi Eski Üyeleri Derneği’ni Jim Kolbe,
Martin Lancaster, Ben Chandler, Lincoln Davis, Prof. Michael
Cain, Meltem Ercan ve Mahmut Yeter temsil etti.
Birlik’ten
“Çözüm süreci barışın
tesisi için son şanstır”
TÜRK Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil,
Türkiye’nin terör sorunundan kurtulması gerektiğini vurgulayarak “Terör, Türkiye’nin ayağındaki bir prangadır. Koşmak istiyorsunuz, yarışmak istiyorsunuz, fakat ayağınızda pranga
var. Türklerin kurduğu devletler birer kabile devleti değildir. Osmanlı Türk devleti değil
miydi? Osmanlı Türkçe kullanıyordu. Mekke’ye, Medine’ye yazı gönderdiğinde Türkçe gönderiyordu. Fakat orada Arapça konuşuluyordu. Osmanlı’nın hakim olduğu tüm coğrafyalarda herkes kendi dilini konuşuyordu. Hangi şekilde tarif ederseniz edin, bu sorunun güvenlik
boyutu yanında tarihî, demokratik, sosyal, kültürel, ekonomik boyutları bulunmaktadır.
Yanlış uygulamalardan kaynaklanan kırgınlıklar, küskünlükler ve şüpheler insanlarımızı
içinde bulunulan noktaya getirmiştir” dedi.
Türkiye’de yaşayan 76 milyon insanın kardeş olduğunu ifade eden Pakdil, “Bu ülkenin
insanı çözüm istiyor. Bu ülkenin yüzde 95’i bir ve beraber yaşama arzusu içerisinde olduğunu
beyan ediyor. Çözüm süreci küslüklerin ortadan kaldırılması, barışın tesisi için belki de son
şanstır. Çare etnik odaklı siyaset dili değil, daha fazla demokrasi, daha fazla insan haklarıdır.
Başbakanımızın da dediği gibi, Türk ile Kürt halklarının tarihi son yirmi dokuz yıl üzerinden
tespit edilemez. Yaklaşık bin yılı bir kenara koyup yirmi dokuz yıl üzerinden fitne üretenler,
bu kadim dostluğu ve kardeşliği anlayamazlar. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin insanı da
diğer bölgelerin insanı da ‘Terör ne zaman sona erecek, akan kan ne zaman bitecek?’ diye
sormaktadır. Biz bu konuda bölge halkının haline tercüman olduk” diye konuştu.
Milletvekilleri Karatay diyetini dinledi
TÜRK Parlamenterler Birliği tarafından organize edilen “Sağlıklı
Beslenme Nasıl Olur?” konulu konferansta konuşan Prof. Dr. Canan Efendigil Karatay, “Hastalıkların hepsinin değişik belirtilerle
çıkmasının tek bir sebebi var, o da yüksek miktarda şeker tüketilmesi. Sizlere tavsiyem şekerli içeceklerin okullarda acilen yasaklanmasıdır” dedi. Günde en az 20 dakika yürüyüş yapma, besin
değeri yüksek doğal gıdalarla beslenme gibi konuların önemine
işaret eden Karatay, “Şişmanlık, obezite, karaciğer yağlanması,
diyabet, hipertansiyon gibi pek çok hastalık rafine un, şeker ve
tuz tüketiminin bırakılmasıyla önlenebilir. Dünya Sağlık Örgütü,
‘Türkiye ekmek konusunu hallederse sağlık sorununun yüzde
30’unu halledebilir’ demektedir” diye konuştu.
Her gün yürüyüş yapmanın önemini vurgulayan Prof. Dr.
Karatay şunları söyledi: “Aç kalarak ve hareket etmeden kilo
verilemez. Aç kalınca vücut metabolizmayı yavaşlatır ve enerjiyi
saklar. O yüzden doyana kadar yenilecek. Sağlıklı yağ, protein ve
karbonhidrat tüketilecek. Yemek yerken miktar değil, kaliteli gıda
tüketmek önemli.”
Mayıs 2013
7
8
Haberler
23 Nisan Ulusal Egemenlik
ve Çocuk Bayramı coşkuyla
kutlandı
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile
TBMM’nin açılışının 93. yılı dolayısıyla TBMM
Başkanı Cemil Çiçek başkanlığındaki heyet
Anıtkabir’i ziyaret etti.
Cemil Çiçek, Başbakan Yardımcıları Bülent
Arınç, Beşir Atalay ve Bekir Bozdağ, CHP Genel
Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile bazı bakan ve milletvekilleri
Aslanlı Yol’dan geçerek Atatürk’ün mozolesinin önüne
geldi. Çiçek’in, Atatürk’ün mozolesine “TBMM Başkanı” yazılı
çelengi koymasının ardından saygı duruşunda bulunuldu, İstiklal
Marşı okundu. Heyet daha sonra Misak-ı Milli Kulesi’ni ziyaret etti. TBMM Başkanı Cemil Çiçek,
Anıtkabir ziyaretinin ardından
TBMM Tören Salonu’nda kutlamaları kabul etti. Kabul törenine
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,
Genelkurmay Başkanı Orgeneral
Necdet Özel, CHP Genel Başkanı
Kemal Kılıçdaroğlu, MHP Genel
Başkanı Devlet Bahçeli, Anayasa
Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç,
Danıştay Başkanı Hüseyin Karakullukçu, Yargıtay Başkanı Ali Alkan,
Sayıştay Başkanı Recai Akyel, Bakanlar Kurulu üyeleri, kuvvet komutanları, TBMM Başkanlık Divanı
üyeleri, yüksek yargı mensupları,
milletvekilleri, Cumhurbaşkanlığı
Genel Sekreteri Mustafa İsen, Anadolu Ajansı Genel Müdürü Kemal
Öztürk ile diğer protokol üyeleri
katıldı.
Törenin ardından gazetecilerin
sorularını yanıtlayan Cemil Çiçek,
23 Nisan’ın çok önemli ve tarihî bir
gün olduğunu ifade ederek iki bayramın birlikte kutlandığını söyledi.
Herkesin başta Aziz Atatürk olmak
üzere Birinci Meclis’in milletve-
Mayıs 2013
killerine ve bu mücadeleye destek verenlere borçlu
olduğunu belirten Çiçek, “Onun için her geçen
gün coşkuyla kutlamak, bir manada hakkı teslim
etmektir. Bu bayramı biraz daha coşkulu kutlamamızın sebebi çevremizde olup bitenlerdir. Eğer
bugün Türkiye, çevresindeki tüm olumsuzluklara
rağmen bir barış ve istikrar ülkesi olarak varlığını sürdürüyor, kalkınma çabalarını sürekli hale getiriyorsa bu,
o gün atılan adımlar neticesinde elde ettiğimiz kazanımların
sonucudur. Şimdi bunun kıymetini daha iyi anlıyoruz, daha çok
anlamalıyız. Bu coşku, bu anlamı ifade ediyorsa hepimizin bundan
kıvanç duyması gerekir” diye konuştu.
TBMM’de 23 Nisan Resepsiyonu
TBM M’nin 93. y ı lı kut la ma la rı
TBMM Tören Salonu’ndaki 23 Nisan
Resepsiyonu ile devam etti. Resepsiyona Cumhurbaşkanı Abdullah Gül,
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Genelkurmay İkinci Başkanı
Orgeneral Hulusi Akar ve kuvvet
komutanları, Başbakan Yardımcısı
Bekir Bozdağ, Milli Savunma Bakanı
İsmet Yılmaz, Milli Eğitim Bakanı
Nabi Avcı, Orman ve Su İşleri Bakanı
Veysel Eroğlu, Anayasa Mahkemesi
Başkanı Haşim Kılıç, Yargıtay Başkanı Ali Alkan, Danıştay Başkanı Hüseyin Karakullukçu, Sayıştay Başkanı Recai Akyel, MHP Genel Başkanı
Devlet Bahçeli, Saadet Partisi Genel
Başkanı Mustafa Kamalak, AK Parti
grup başkanvekilleri Ahmet Aydın ve
Mahir Ünal, milletvekilleri ile bürokratlar katıldı.
Gündeme dair konuşmaların ve
esprili sohbetlerin yapıldığı gece,
katılımcıların basın mensuplarının
sorularını yanıtlamasının ardından
son buldu.
Haberler
Ünüvar
komisyon
raporunu sundu
TBMM Sağlık Çalışanlarına Yönelik Şiddeti Araştırma Komisyonu Başkanı
Necdet Ünüvar ve komisyon üyeleri, TBMM Başkanı Cemil Çiçek’i ziyaret ederek komisyon raporunu sundu.
Temel amacı en iyi sağlık hizmeti sunmak olan hekimler ve diğer sağlık çalışanlarının, insanların en zor günlerinde yanlarında yer aldığını, en mahrem
durumlarına tanıklık ettiğini, insan üstü gayret gösterdiğini belirten Ünüvar,
‘‘Sağlık hizmetlerinin sunulmasında, asla sağlık çalışanlarından kaynaklanmayan, bazen beklentilerin karşılanmadığı durumlar da olabiliyor. Görevlerini
yerine getirirken sağlık çalışanları hepimizi derinden üzen, yaralayan şekilde
şiddet olaylarına maruz kalabiliyor’’ dedi.
Sağlık çalışanlarının hiç de hak etmediği şiddet olaylarını önlemek için
TBMM’ye, siyasetçilere, Sağlık Bakanlığı’na, medya ve topluma çok önemli
görevler düştüğünü vurgulayan Ünüvar, herkesin görevini eksiksiz yapması halinde şiddet olaylarının önleneceğini, sağlık alma hakkının da toplum açısından
yükseleceğini belirtti.
TBMM Başkanı Cemil Çiçek, bu önemli çalışmayı gerçekleştirenlere teşekkür
etti. Toplumun tümünü ilgilendiren, üzerinde hassasiyetle durulması gereken
birçok konuda araştırma komisyonlarının kurulduğunu anımsatan Çiçek,
TBMM’nin bu tür hassas konulara duyarlılık göstermesinin Meclis’e ve siyaset
kurumuna güven ve farkındalık oluşturmak açısından önemli olduğunu kaydetti. TBMM Başkanı Çiçek, sağlık çalışanlarına teşekkür etmek ve saygı duymak
yerine şiddete başvurmayı ‘‘ilkellik’’ olarak nitelendirerek buna karşı herkesi
tavır koymaya çağırdı.
Kadın Erkek Fırsat Eşitliği
Komisyonu 4 yaşında
TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği
Komisyonu’nun
kuruluş yıldönümü dolay ı sıy la
Meclis’te “Karar
Alma Mekanizma la r ı nd a K adın” konulu panel düzenlendi. Programa TBMM
Başkanı Cemil Çiçek, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, Gençlik ve Spor Bakanı Suat
Kılıç, Milli Eğitim Bakan Yardımcısı Orhan Erdem,
Ekonomi Bakan Yardımcısı Mustafa Sever, komisyon
üyeleri, milletvekilleri ve kamudaki kadın yöneticiler
katıldı.
TBMM Başkanı Cemil Çiçek konuşmasında Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun Meclis’in
en faal komisyonlarından biri olduğunu belirterek
Komisyon’un kurulduğu günden beri kuruluş gerekçesine uygun çok önemli gayretin içinde olduğunu
ifade etti.
Komisyonun esas faaliyet alanlarından birinin
kadın ve erkek arasında fırsat eşitsizliğini ortadan
kaldırmak için yapılan çalışmalar olduğunu kaydeden Çiçek, ‘‘Kadın erkek arasındaki eşitsizliği ortadan
kaldırmak için ciddi bir zihniyet değişimine ihtiyaç
var. Mevzuat düzenlemesi tek başına sorunu hem bu
alanda hem başka sıkıntılı alanlarda ortadan kaldırmak için yetmiyor’’ diye konuştu.
Komisyon Başkanı Azize Sibel Gönül, programa
katılan bakanlar ve bakan yardımcılarına kadın erkek
eşitliğine katkılarından dolayı plaket takdim etti.
Mayıs 2013
9
10
Haberler
Milletvekilleri
Meclis’i anlatacak
TBMM Başkanlığı, ‘‘Milletvekili Objektifinden
TBMM’’ adlı fotoğraf ve katalog
ça l ışması yapacak. Hem 24. Dönem hem de eski
milletvekillerinin katkılarıyla gerçekleştirilecek çalışma yasama, denetim ve temsil faaliyetleri ile TBMM yerleşkesine ait görsel bellek
oluşturmayı amaçlıyor.
Amatör olarak 1972 yılından beri fotoğrafçılıkla uğraşan, bugüne kadar
üç sergi açan ve bir kitabı bulunan AK Parti Konya Milletvekili
Mustafa Kaba kcı çalışmanın
koordinasyonunu üstlenecek.
Afişlerle duyurulacak olan etkinliğe 31 Mayıs’a kadar katılmak
mümkün. Etkinlik sonunda eserlerin yer alacağı bir sergi düzenlenmesi planlanıyor. Milletvekilleri, eserlerini ‘‘fotograf lar@
tbmm.gov.tr’’ e-posta adresine
veya Basın Yayın Halkla İlişkiler
Başkanlığı’na iletebilecek.
İllere göre milletvekili
sayıları belli oldu
Yüksek Seçim Kurulu, hangi ilin kaç milletvekili çıkaracağına ilişkin kararını Resmî Gazete’de yayımladı. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi çerçevesinde
oluşturulan listeye göre Edirne’nin vekil sayısı 4’ten
3’e düşerken, Ordu’nun vekil sayısı 5’ten 6’ya yükseldi. Diğer illerde ise bir değişiklik olmadı.
Mayıs 2013
4. Yargı Paketi
yasalaştı
‘‘4. Yargı Paketi’’ olarak bilinen İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Bağlamında
Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı, TBMM Genel
Kurulu’nda kabul edilerek yasalaştı.
Yasaya göre terör örgütlerinin bildiri ve açıklamalarını basıp yayınlayanlara, propaganda suçu işleyenlere ve yasa dışı toplantı ve gösteri yürüyüşüne
katılanlara, ayrıca “terör örgütüne üye olmak” suçundan ceza verilmeyecek.
İşlenen suçun patlayıcı madde bulundurma, mala zarar verme, kasten yaralama, görevi yaptırmamak için direnme, genel güvenliği kasten tehlikeye
sokma gibi cebir ve şiddet içermesi halinde kişi, ayrıca örgüt üyeliğinden
cezalandırılacak.
Adalet Komisyonu’nda CHP’nin teklifinin kabul edilmesiyle ihaleye fesat karıştıran kişiye verilen “5 yıldan 12 yıla” kadar olan hapis cezası,
“3 yıldan 7 yıla” olarak indirildi. Cebir veya tehdit kullanmak suretiyle ihaleye fesat karıştırılması halinde ise temel cezanın
alt sınırı beş yıldan az olamayacak.
Yasanın getirdiği yeniliklerden bazıları şöyle: İşkence
suçlarında zaman aşımı işlemeyecek. Kamu düzeni açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkmaması
halinde, yapılan açıklamalar “suçu ve suçluyu övme”
suçu teşkil etmeyecek. Halkı, askerlik hizmetini yapanları firara sevk edecek veya askerlik hizmetine
katılacak olanları bu hizmeti yapmaktan vazgeçirecek
şekilde teşvik veya telkinde bulunanlara altı aydan iki yıla kadar
hapis cezası verilecek. Gözaltı ve tutukluluk süresi başka bir hükümlülüğünden indirilen kişiler tazminat isteyebilecek.
Yeni vakıf üniversiteleri açılıyor
YENI vakıf üniversitelerinin kurulmasına ilişkin yasa tasarısı TBMM
Başkanlığı’na sunuldu. Tasarı, Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanunu’nda
değişiklik yapıyor. Buna göre Ankara’da ‘‘Anka Teknoloji Üniversitesi’’,
İstanbul’da ‘‘İstanbul Yeşilyurt Üniversitesi’’, Adana’da ‘‘Kanuni Üniversitesi’’, Konya’da ‘‘Konya Gıda ve Tarım Üniversitesi’’, Gaziantep’te ise ‘‘Sanko Üniversitesi’’ adıyla vakıf üniversiteleri kurulacak. Tasarı, ‘‘Altın Koza
Üniversitesi’’nin adının, “İpek Üniversitesi” olarak değiştirilmesini de içeriyor.
Tasarının gerekçesinde, 2011-2012 eğitim-öğretim yılında üniversitelerin
açık öğretim ve diğer yükseköğretim kurumları hariç önlisans, lisans, ikinci
öğretim, lisansüstü ve tıpta ihtisas
programlarında eğitim gören 2 milyon 359 bin 655 öğrencinin 205 bin
484’ünün vak ıf üniversitelerinde
okuduğu kaydedildi.
Haberler
AK Partili Ömer Faruk Öz:
Kıbrıs, su ve enerji alanındaki yatırımlarımızla kalkınacak
AK Parti Malatya Milletvekili ve Türkiye-Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanı
Ömer Faruk Öz, KKTC’nin elektrik ve
su ihtiyacının kalıcı olarak karşılanması
amacıyla Türkiye’nin çok önemli iki proje
yürüttüğünü söyledi. Bu projelerin Kıbrıs’ın
kalkınmasına büyük katkı sağlayacağını
ifade eden Öz, “KKTC Su Temin Projesi”
ile ilgili şu bilgileri verdi: “Mersin-Anamur’daki Dragon Çayı’ndan KKTC’deki
Geçitköy’e kadar 80,5 km uzunluğundaki
bir denizaltı boru hattıyla yılda toplam
75 milyon metreküp içme ve sulama suyu
taşınması öngörülüyor. Dünyada bir ilki başaracağımız denizaltı boru hattı projesinin
2014’te tamamlanması ve yaklaşık 500 milyon dolara mal olması planlanıyor. Projeyle
nakledilecek su miktarının, ihtiyaca göre
ilave edilecek boru hatlarıyla yaklaşık 10 kat
artırılması imkanı da bulunuyor. Proje
kapsamında deniz altında 13 km uzunluğunda boru döşenmiş durumda, diğer çalışmalar da hızla devam ediyor.”
“Hükümetimiz Kıbrıs
Türklerinin yanında”
Ömer Faruk Öz, su temini projesine
Türkiye’den adaya elektrik enerjisi naklinin de ekleneceğini belirtti.
Türkiye ile KKTC arasında planlanan
yüksek gerilim denizaltı iletim kablosu
projesi kapsamında fizibilite raporunun hazırlandığını kaydeden Öz, “Hükümetimizin büyük
önem verdiği su ve enerji yatırımlarımız ile karayolları alanındaki çalışmalarımız, KKTC’nin
kalkınmasına büyük katkı sağlayacak. Bu yatırımlar sayesinde Kıbrıs ekonomi, turizm, tarım
ve eğitim başta olmak üzere her alanda atılımlar yapacak” dedi. AK Partili vekil, geçen ay
Kıbrıs’ta Girne Amerikan Üniversitesi’nin düzenlediği toplantıya katılarak Türkiye’nin Kıbrıs
konusuna bakışını, ülkedeki yatırımlara verdiği desteği ve AK Parti hükümetinin yürüttüğü
projeleri anlattığını ifade ederek, “KKTC ve Kıbrıs Türkleri her ne olursa olsun yalnız değildir.
Türkiye daima onların yanında olacaktır. AK Parti hükümeti yaptığı birçok kalıcı yatırımla
Kıbrıs Türklerinin yanında olduğunu göstermiştir” dedi.
Milletvekillerinden
CHP’LI YÜKSEL’DEN TÜRKIYE
SAKATLAR DERNEĞI’Nİ ZIYARET
AK PARTILI KAVAKLIOĞLU ÖNEMLI BIR SOSYAL
SORUMLULUK PROJESINE IMZA ATIYOR
CHP İzmir Milletvekili Alaattin Yüksel, Türkiye Sakatlar
Derneği’nin İzmir şubesini ziyaret ederek engelli vatandaşların sorunlarını dinledi.
İzmi r Büy ü k şehi r Beled iyesi’nin, 2005 yılında Başbakanlık Özürlüler İdaresi tarafından
“Engelli Dostu Belediye” seçildiğini anımsatan Yüksel, “Ulaşımdan sağlığa, spora, kültüre kadar her alanda engellilerin yaşam
kalitesini artırmak için bir dizi çalışma yürüten İzmir Büyükşehir
Belediyesi, ‘Engelli Dostu Belediye’ unvanını her geçen gün pekiştiriyor. 2010 yılını ‘Engelliler Yılı’ ilan eden Belediye, ‘İzmir Engelleri
Kaldırıyor’ projesini de hayata geçirerek, engellilerin kamu hizmetlerine ve kamusal alanlara erişimlerini kolaylaştırıyor” dedi.
Alaattin Yüksel, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin “Engelsizmir
2013 Kongresi” ile engellilere yönelik stratejik plan oluşturmanın
yanı sıra engellilerin kentsel yaşama katkıda bulunmasının olanaklarını artırmayı amaçladığını ifade etti.
AK Parti Niğde Milletve-
kili Alpaslan Kavaklıoğlu tarafından Niğde’de
patates üreticisinin elinde kalan ürünün eritilmesi için geliştirilen sosyal sorumluluk projesi
uygulanmaya başladı.
1 milyon lira bütçeli
çalışmada 5 bin tona yakın patates Niğde ve bölgesinden toplanarak başta Suriyeli mülteciler olmak üzere 25 ildeki ihtiyaç sahibi ailelere 25’er kilogramlık
çuvallar halinde dağıtılacak. Proje sayesinde Niğde’de 10 kuruşun
altına düşen patates fiyatı 25 kuruşa yükseldi.
Arz-talep dengesinden dolayı bu yıl patates fiyatının düştüğünü, uygulamanın bir nebze olsun üreticiye katkı sağlayacağını
düşündüklerini ifade eden Alpaslan Kavaklıoğlu, “Niğde’de ürün
çeşitliliğinin artırılması ve üreticilerin desteklenmesinin sağlanarak çiftçilerimizin sorunlarına kalıcı bir çözüm bulmayı hedefliyoruz” dedi.
Mayıs 2013
11
12
Dünyadan
Karadağ’da
cumhurbaşkanlığı seçimi
Karadağ’ın mevcut cumhurbaşkanı ve Sosyalist Demokrat Partisi’nin (DPS)
adayı Filip Vujanović, ülkede bağımsızlıktan bu yana
ikinci kez yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini tekrar
kazandı.
Devlet Seçim Komisyonu
Başkanı Ivan Kalezić, düzenlediği basın toplantısında mevcut cumhurbaşkanı Vujanović’in oyların yüzde 51,21’ini, Demokratik
Cephe’nin (DF) adayı Miodrag Lekić’in ise oyların
yüzde 48,79’unu aldığını bildirdi.
Sırbistan’ın başkenti Belgrad’da doğan ve Belgrad Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitiren Filip
Vujanović (58), Karadağ’ın Sırbistan’dan ayrılarak
bağımsızlığını ilan ettiği 6 Nisan 2008 tarihinde yapılan ilk cumhurbaşkanlığı seçimlerinden de zaferle
çıkmıştı.
Sarkisyan, yeni dönem
görevine başladı
Chavez’in halefi
Maduro seçimden
zaferle çıktı
VENEZUELA’DA 14 Nisan günü
düzenlenen devlet başkanlığı seçimlerinde, Chavez’in halefi olarak gösterdiği Nicholas Maduro
yeni devlet başkanı oldu.
Yaklaşık 19 milyon seçmenin katıldığı seçimlerde Maduro oyların
yüzde 50,7’sini alırken, rakibi
Henrique Capriles oyların yüzde
49’unu alabildi. Bu sonuçlara göre
Maduro, 2013-2019 yılları arasında devlet başkanlığı yapmaya hak
kazandı.
Başkent Caracas’ta 23 Kasım 1962’de dünyaya gelen Maduro, liseden sonra
eğitimine devam etmedi. 1970’ler ve 1980’lerde Caracas Metro sistemi çalışanlarını temsil eden sendika için çalıştı. Beşinci Cumhuriyet Hareketi Partisi’nin
(MVR) kurucularından biri olarak 1998’de Temsilciler Meclisi’ne, 1999’da
Kurucu Meclis’e, 2000 ve 2005’te Ulusal Meclis’e girdi. 2005’te ve 2006’nın ilk
yarısında Meclis Başkanlığı görevini yürüten Maduro, Ağustos 2006’da dışişleri
bakanı, Ekim 2012’de de devlet başkanı yardımcısı oldu.
Hırvatistan’ın ilk AB
parlamenterleri seçildi
18 Şubat’ta yapılan seçimlerle ikinci kez Ermenistan Cumhurbaşkanı olan Serj Sarkisyan, Erivan
Karen Demirciyan Gösteri Merkezi’nde düzenlenen törende yemin ederek resmen göreve başladı.
Yerli ve yabancı yaklaşık iki bin konuğun katılımıyla gerçekleşen törende, İncil ve Anayasa
üzerine yemin eden Sarkisyan, görev yapacağı beş
yıl boyunca Anayasa’yı ihlal etmeyeceğine, insan
haklarına saygılı olacağına, halka hizmet edeceğine ve Ermenistan’ın toprak bütünlüğü ile güvenliğini temin edeceğine söz verdi.
Mayıs 2013
2005 yılında Türkiye ile birlikte
başladığı Avrupa Birliği yolculuğunda müzakereleri tamamlayarak 1 Temmuz’dan itibaren tam
üyeliğe geçecek olan Hırvatistan,
Avrupa Parlamentosu’na gidecek
milletvekillerini seçti.
Hırvatlar ülkelerini ilk defa
Avrupa Parlamentosu’nda temsil edecek 12 milletvekilini belirlemek için sandık
başına giderken Bosna-Hersek’te yaşayan Hırvatistan vatandaşları, ülkelerinin
Saraybosna Büyükelçiliği ile Mostar, Tuzla ve Banya Luka başkonsolosluklarında kurulan sandıklarda oy kullandı. Avrupa Parlamentosu’na ilk kez girecek Hırvat milletvekilleri, 2014 yılında
seçimler yenileneceği için 1 yıl görevde kalacak.
Dünyadan
Filistin Başbakanı
Fayyad istifa etti
BATI Şeria’daki Filistin Yöne-
timi Başbakanı Salim Fayyad
istifa etti. Fayyad’ın istifasının
arkasında, bir süredir Devlet
Başkanı Mahmud Abbas ile
yaşadığı gerilimin olduğu belirtiliyor.
Mahmud Abbas’ın El Fetih
Partisi tarafından Fayyad’ın politikaları “kafası karışık” diye
eleştirilmiş, Finans Bakanı Nebil Kassis’in istifasıyla birlikte ikilinin arasındaki
gerilim su yüzüne çıkmıştı.
Fayyad’ın Mahmud Abbas’ı Ramallah’taki konutunda ziyaret ederek istifa
dilekçesini verdiği, ikilinin yarım saat süren görüşmesinde, Abbas’ın Fayyad’a
yeni başbakan atanana kadar geçici olarak görevine devam etmesini önerdiği
bildirilirken, Filistin hükümetinden istifaya ilişkin açıklama yapılmadı.
İsmini vermek istemeyen Kudüslü bir diplomat, Fayyad’ın Batı Şeria’da
yapılanmayı amaç edinen çabalarını “Filistin topraklarında son zamanlarda
gerçekleşen en iyi şey” olarak tanımlıyor. Bu yüzden Fayyad’ın görevinin sona
ermesinin, Filistin’in birleşmesini ve barış çabalarını olumsuz etkileyeceği
söyleniyor.
AB’nin ilk yemeği
Büyük Britanya’dan
Demir Leydi’ye veda
İngiltere’de 8 Nisan
günü ani felç sonucu
vefat eden “Demir Leydi” lakaplı eski başbakan Margaret Thatcher,
St. Paul Katedrali’nde
yapılan ayinle son yolculuğuna uğurlandı.
T hatcher’ı n İ ng iliz Parlamentosu içerisindeki Saint Mary
Kilisesi’nde bulunan naaşı, St. Paul Katedrali’ndeki törenden önce başbakanlık, bakanlıklar
ve Londra’nın birçok simge yapısının önünden
geçirildi.
Türkiye’yi Kültür ve Turizm Bakanı Ömer
Çelik’in temsil ettiği cenaze törenine, Kraliçe
Elizabeth ve eşi Prens Philip, Başbakan David
Cameron, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu,
Dışişleri Bakanı William Hague, eski Başbakan
Tony Blair ve eşi Cherie, Güney Afrika eski
Cumhurbaşkanı Frederik Willem de Klerk, ABD
Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve eşi Lynne,
ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, sanatçı Shirley Bassey, mezzo-soprano Katherine
Jenkins, ABD’li siyasetçi Newt Gingrich gibi tanınmış isimlerle beraber iki binden fazla davetli
katıldı.
Londra Piskoposu Richard Chartres, Aziz Paul
Katedrali’ndeki cenaze töreninde yaptığı konuşmada, bir döneme damgasını vuran Thatcher için
“Buradaki tabutun içinde yatan kişi aramızdan
biriydi ve şimdi bütün insanlığın ortak kaderi
olan ölümle karşı karşıya bulunuyor” dedi.
TÜRK ressam Semiramis Öner, Avrupa Birliği’nin prototipi kabul edilen 1713
Utrecht Barış Anlaşması’nın 300’üncü yılı dolayısıyla 5 metrelik dev tabloya
imza attı.
Hollanda’da bin ressam arasından seçilen Semiramis Öner, 4 yıl süren bir
çalışmanın ardından dev tabloyu Avrupa’dan çok sayıda diplomat ve akademisyenin katıldığı bir törenle anlaşmanın yapıldığı binada ziyaretçilerin beğenisine
sundu. Utrecht Belediye Sarayı’nda 6 ay sürecek olan 300. yıl etkinliklerinde
“Barış Antlaşması Tablosu” en önemli eser olma özelliği taşıyor.
Mayıs 2013
13
14
Büyümenin motoru ihracat
T
Zafer Çağlayan
Ekonomi Bakanı
Güven ve istikrar
sayesinde ülkemiz yabancı
yatırımcılar için güvenli bir
liman olmuştur.
Mayıs 2013
ürkiye, 2009 yılında etkileri şiddetli şekilde hissedilen küresel krize
rağmen 2010 yılında %9,2; 2011 yılında %8,8 büyüyerek Avrupa’nın en
hızlı büyüyen ekonomisi olmuştur. Yine 2011’de G-20 ülkeleri içinde Çin
ve Arjantin’den sonra ekonomisi en hızlı büyüyen üçüncü ülke olmuştur.
Avrupa’nın altıncı büyük ekonomisi olan ülkemizin üyelik süreci gerçekleşmiş olsa idi 2011 yılında AB %1,5 yerine %1,8 büyüme gerçekleştirebilecekti.
2012 yılı, yarattığı küresel ekonomik ve siyasi sonuçlar açısından zorlayıcı
bir yıl olarak geçmiştir. Dünyadaki birçok ülke, en büyük ihracat pazarımız
olan Avrupa’daki borç krizinden ve yakın coğrafyamızda yaşanan siyasi
karışıklıklardan büyük ölçüde etkilenmiştir. Türkiye ise etkin ve kararlı bir
şekilde uygulamakta olduğu ekonomi politikaları sayesinde söz konusu
kriz ortamından sıyrılmayı başarmış ve birçok ülkede sıfıra yakın negatif
büyüme gözlenirken 2012 yılını %2,2’lik büyüme ile kapatmıştır. Buna ek
olarak ekonomimiz 13 çeyrektir ortalama %6,8 hızla büyüyerek istikrarını
sürdürmüştür.
Hiç şüphesiz, ihracatımız bu dönemde de büyümenin motoru olarak ön
plana çıkmıştır. 2012 yılında ihracatımız 2011’e göre yıllık %13 oranında
bir artış kaydedip 152,6 milyar dolara yükselerek Cumhuriyet tarihi rekoru
kırmıştır. Ayrıca net ihracatımızın 2012 yılında büyümeye katkısı 4,1 puan
olarak gerçekleşmiş, hizmet ihracatımız da %9 oranında artarak 44,3 milyar
dolar olmuştur. 2012 yılında gerçekleştirilen ihracatta;
· 42 ilimiz ihracat rekoru kırmış,
· 97 ülke-bölgeye ihracat rekoru kırılmış,
· 98 faslın 60’ında ihracat rekoru kırılmış,
· Güney Amerika, Sahra altı Afrika ve Uzak Asya’ya ihracat rekoru kırılmış,
· İhracatçı firma sayımız 56 bin 441 ile rekor kırmıştır.
En büyük ticaret pazarımız olan Avro Bölgesi’ndeki ekonomik problemler göz önüne alındığında, Türkiye’nin 2011-2012 döneminde kaydettiği
%13’lük ihracat artışının arkasında “pazar çeşitlendirmesi” politikasının yer
aldığı açıkça görülebilmektedir. Pazar çeşitlendirmesi 2009-2012 yılları
arasında ihracatımızı yaklaşık 42 milyar dolar artırmıştır.
2011 yılı ile kıyaslandığında cari açığımızda da önemli gelişmeler olduğu
görülmektedir. 2012 yılı (12 aylık toplam) cari açığımız bir önceki yıla kıyasla
%36,8 oranında azalarak 47,5 milyar dolara gerilemiştir. Dış ticaret açığı geçen yılın aynı dönemine göre %20,7 azalarak 84 milyar dolar olmuştur. Cari
açık meselesinin çözümü için ihracatın ve ihracata yönelik üretimin artırılması, hizmet ihracatının artırılması, ihracat pazarlarının çeşitlendirilmesi, ürün
kompozisyonunun genişletilmesi, ithalat artışının kontrol altına alınması,
piyasa gözetimi ve denetimi çalışmalarımızı başarılı bir şekilde sürdürmekteyiz. Bu çalışmalarımızın sonuçlarını 3-4 yıl içinde almayı hedeflemekteyiz.
Ayrıca ekonomideki başarılarımızın yanında verdiğimiz güven ve istikrar
sayesinde Türkiye uluslararası doğrudan yatırımcılar için güvenli bir liman
15
olmuştur. 1973-2002 döneminde uluslararası doğrudan yatırım girişi 16
milyar dolar iken, 2003 yılından Şubat 2013 sonuna kadar gerçekleşen
uluslararası doğrudan yatırım girişi 125 milyar dolara yaklaşmıştır.
Önümüzdeki döneme baktığımızda ise veriler, 2013 yılı itibarıyla AB’de
az da olsa ekonomik toparlanmanın başlayacağına işaret etmektedir. Öngörülerimize paralel olarak Orta Doğu’da da istikrar döneminin büyük ölçüde
sağlanmaya başlaması, 2013 yılında daha olumlu bir küresel ekonomik
tablo ile karşılaşacağımızı göstermektedir.
2013 yılının ilk aylarına ait makroekonomik verilere göre 2013 yılı ülkemiz açısından da daha iyi bir yıl olacaktır. Sanayi üretim endeksimiz Şubat
2013 itibarıyla bir önceki aya kıyasla %1,5 oranında artış kaydetmiştir. Buna
ek olarak istihdamda da olumlu gelişmeler gözlenmektedir. 2012 Aralık
döneminde istihdam edilenlerin sayısı, bir önceki yılın aynı dönemine göre
1 milyon 88 bin kişi artarak 24 milyon 766 bin kişiye yükselmiştir.
Söz konusu iyileşmelerin de olumlu katkısıyla Türkiye ekonomisinin
2013 yılında %4, 2014 yıl sonu itibarıyla ise %5 oranında büyümesi hedeflenmektedir. Bu sayede Türkiye GSYH’si 2013 yıl sonu itibarıyla 850 milyar
doların, 2014 yılı sonu itibarıyla 900 milyar doların üzerine çıkacaktır.
Teşvik-yatırım-üretim-ihracat zincirinin koordinasyon içerisinde yürütülebilmesini teminen 2011 Haziran ayında Ekonomi Bakanlığı kurulmuş,
Dış Ticaret Müsteşarlığı ile Hazine Müsteşarlığı’ndan Yabancı Sermaye
Genel Müdürlüğü ve Teşvik Uygulama Genel Müdürlüğü yeni kurulan
Ekonomi Bakanlığı’nın yapısına dahil edilmiştir. Ayrıca, yine hizmetler
ticareti müzakereleri ve uygulamaları ile yurt dışı yatırımlar konusu da
Ekonomi Bakanlığı’nın görev alanı içinde yer almıştır. Bu suretle, ihracata
dayalı büyüme modeli ve ihracat odaklı üretim perspektifi çerçevesinde,
teşvik-yatırım-üretim-ihracat zincirine ilişkin politika araçları tek çatı altında
toplanmıştır.
Bakanlığımız tarafından yürütülmekte olan stratejik projeler kapsamında, Girdi Tedarik Stratejisi (GİTES) çalışması dahilinde demir-çelik ve madencilik, makine-otomotiv, kimya, tekstil ve tarım sektörlerinde çok detaylı
ürünler bazında birçok firma ve sektör çatı kuruluşu ile görüşülmüş, eylem
planları hazırlanarak 2012 yılı sonunda Resmî Gazete’de yayımlanmış ve söz
konusu eylem planlarının hayata geçirilmesi için çalışmalara başlanmıştır.
GİTES’in temel hedefi sanayinin ihtiyaç duyduğu, yenilikçi ve teknolojik
ürün üretiminin gerektirdiği girdilerin tedarikinde süreklilik ve güvenliğin
sağlanması; üretimde etkinliğin-verimliliğin artırılması; ihracatta sürdürülebilir küresel rekabet gücü artışının temini; daha fazla katma değerin
Türkiye’de bırakılması ve ara malı ithalat bağımlılığının azaltılmasıdır.
Cumhuriyetimiz’in 100. yılı 2023’te dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olma, 500 milyar dolarlık mal ihracatı ile 150 milyar dolarlık hizmet
ihracatı gerçekleştirme ve kişi başına milli geliri 25 bin dolar seviyesine çı-
karma hedefleri doğrultusunda 19 Haziran 2012 tarihinde yürürlüğe giren
Yeni Teşvik Sistemi; Genel Teşvik Uygulamaları, Bölgesel Teşvik Uygulamaları, Büyük Ölçekli Yatırımlar ve Stratejik Yatırımlar olmak üzere 4 ana başlık
altında toplanmıştır. Yeni Teşvik Sistemi’nde stratejik ve teknolojik dönüşümü sağlayacak yatırımlara ilave yüksek miktarda destekler getirilmiş ve az
gelişmiş bölgelerde yatırımlara sağlanan destek miktarı artırılmıştır.
2012 yılında 4 bin 365 adet teşvik belgesi düzenlenmiş, bu belgelerde
yaklaşık 57,8 milyar TL’lik sabit yatırım ve 149 binden fazla kişiye istihdam
yaratılması öngörülmüştür. 2013 Şubat ayında 378 adet yatırım teşvik belgesi düzenlenmiş, bu belgelerde yaklaşık 4,4 milyar TL’lik sabit yatırım ve
11 bin 791 kişiye istihdam yaratılması öngörülmüştür.
Ekonomi Bakanlığı olarak yurt içi ve yurt dışı fuar, Ar-Ge, pazara giriş ve
pazar araştırması, uluslararası rekabetçiliğin geliştirilmesi ve tasarım destekleri sağlayarak 2023 hedeflerimizi gerçekleştirmek için ihracatçımızın
yanında yer almaktayız.
Öte yandan hizmet sektöründe büyük potansiyel söz konusudur. Müteahhitlik sektörümüz bunun somut kanıtıdır. Bugün dünyanın en büyük 225
müteahhitlik şirketinden 33’ü Türk firmasıdır. Türkiye bu bakımdan Çin’den
sonra ikinci sırada yer almaktadır. Türk müteahhitleri tarafından 2012’de
26,6 milyar doları aşan 441 adet proje üstlenilmiştir. Müteahhitlik sektörümüz 100 farklı ülkede, toplam 244,6 milyar dolar değerinde 7 bin 22 adet
proje üstlenmiş durumdadır. Hizmet ihracatının artırılmasına yönelik olarak
yazılım, dizi-film ve sinema, sağlık turizmi, eğitim, teknik müşavirlik alanları
destek mekanizması içine alınmıştır.
İhracatçılarımızın yurt dışındaki enformasyon ve bilgi kaynağı olan
ticaret müşavirlerimizin sayısını artırdık, artırmaya devam ediyoruz. Bugün dünyada 232 ticaret ataşesi/müşavirimiz görev yapmaktadır. Ticaret
müşavirlerimiz verdikleri hizmetlerle ihracatçılarımızın, işadamlarımızın,
sanayicilerimizin adeta yurt dışında eli ayağı konumuna gelmiştir. Dünyanın dört bir yanında görev yapan ticaret müşavirlerimiz gerek Türkiye’de
gerekse yurt dışında bir araya getirilmektedir. Bu toplantılar ile Ekonomi
Bakanlığı merkez teşkilatı ile yurt dışı teşkilatı arasındaki kurumsal işbirliği
ve bilgi paylaşımının artırılması hedeflenmektedir. “Ticaret MüşavirleriFirma Buluşmaları” etkinliği kapsamında bölgede görev yapmakta olan
ticaret müşavir ve ataşelerimizin bölgeye ihracat yapan veya ihracat yapma
potansiyeli olan firmalarla birebir görüşme yapma imkanı sağlanmış ve bu
sayede bilgi akışının etkinliği artırılmıştır.
Ekonomi Bakanlığı olarak 2013 yılında ülkemizde ekonomik büyümeye
hız katmanın yanı sıra istihdam, ihracat ve yatırım gibi alanlarda artış kaydetmeyi sağlayacak ekonomik politikalara destek vererek ülkemizin ve halkımızın refah seviyesini artırmayı hedeflemekteyiz. Bu amaç doğrultusunda
gereken her türlü adımı atmaya devam edeceğiz.
Mayıs 2013
Çok darbeli siyasi hayata geçiş:
27 MAYIS
Yalnızca iktidar partisinin siyaset yapabileceği
Radyo’da 27 Mayıs sabahı farklı bir ses duyuldu.
Bu ses albaya aitti: “Bugün demokrasimizin
içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler
dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan
vermemek maksadı ile Türk Silahlı Kuvvetleri
memleketin idaresini ele almıştır.”
Mayıs 2013
Mayıs 2013
18
Kapak Konusu
Postallar
altında halk
iradesi...
Gökçe Doru
14 Mayıs
1950, Türkiye
tarihinde
“demokrasinin
zaferi” olarak
yorumlanabilir.
Zira ilk defa bir
parti demokratik
seçimle iktidar
olmuştur.
Mayıs 2013
9
Eylül 1923 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın kurduğu Cumhuriyet Halk Fırkası 1950 Genel Seçimleri’ne
kadar iktidarda kalmış, yeni Türk devletinin kuruluşu ve
toplumun modernleşmesinde öncü olmuştur. “Tek parti
dönemi” olarak adlandırılan bu dönemde diğer siyasi
partiler şu veya bu sebeple kapatılmış, dolayısıyla Türkiye
Cumhuriyeti’nin ilerlemesi ve gelişmesi için gerekli tüm
faaliyetler tek elden yürütülebilmiştir. Tek parti dönemi
14 Mayıs 1950 tarihindeki genel seçimlerle birlikte kapanır. “Halkın yönetimde olduğu bir Türkiye” umuduyla
Demokrat Parti iktidar olur ve CHP muhalefet partisi
konumuna düşer.
Demokrat Parti kurulduğunda desteğini gördüğü kesim
daha çok çiftçiler ve eşraf olarak da adlandırılan kırsal
nüfusun ve muhafazakar eğilimlerin yoğun olduğu bölge
insanları iken, Parti’nin 1950 seçimleri öncesi demokratik
hak ve özgürlüklerin toplumda uygulanmasına ilişkin
söylemleri, her kesimden geniş kitlelerin desteğini almasını sağlamıştır. Demokrat Parti lağvedildiği güne kadar
yoğun bir seçmen desteğini yedeğinde bulundurmuştur.
Ne var ki muhalefet partisi iken söyledikleriyle hükümet
kurulduktan sonraki kimi uygulamalarının örtüşmediği
iddia edilen DP, iktidar dönemi boyunca hem muhalefetin
hem de dönemin bazı gazete ve dergilerinin eleştirilerine
hedef olmuştur.
14 Mayıs 1950, Türkiye tarihinde “demokrasinin zaferi”
olarak yorumlanabilir. Zira ilk defa bir parti demokratik
seçimle iktidar olmuştur. Seçimlerde aldığı yüzde 52 oyun
Kapak Konusu
hakkını iktidarının ilk yıllarında veren
DP, tarım ve hayvancılıkta verimi artırmış; atıl tarımsal arazileri işletmeye
açarak işsizlik oranını düşürmüş;
köylere yol ulaştırarak oraların piyasa
ekonomisine açılmasını sağlamış; köyleri içme suyuna kavuşturmuş; çeşitli
fabrika, baraj ve santrallerin açılışını
yapmış; şeker, dokuma ve çimento
sektöründe önemli gelişmelere imza
atmıştır. Halkın iktidardan memnun
olduğunun göstergesi ise 1954 seçimleridir. Demokrat Parti yüzde 57 oy ile
yeniden iktidardır.
DP icraat larına devam ederken
hem yerel hem de küresel ekonomide
sıkıntılar baş göstermişti. İktidarın
ilk yıllarında dışa bağlı yardımlarla
canlanan ekonomi, bu yardımların
kesilmesiyle çıkmaza düşmüştü. İlk
zamanlarda başarı sağlanan tarım
politikalarında vadedilen sonuçlar
alınamaz olmuştu. Tüm bunların yanında iktidar ve muhalefet arasındaki
ilişkiler gün geçtikçe gerginleşiyordu.
Muhalefet partisinin iktidarın açıklarını arayarak ve dönemin gazetelerini
arkasına alarak yaptığı sert eleştiriler
ile iktidarın muhalefete karşı uyguladığı politika bu gerilimin en büyük
nedenleriydi. Mümbit iktisadi kaynaklarını uhdesinde bulunduran dönemin
Cumhuriyet Ha l k Par tisi, iktidar
partisi tarafından sürekli eleştirilirken, Demokrat Parti Genel Başkanı
Adnan Menderes’in 17 Kasım 1953
tarihli “Mücadelemiz müsavi şartlar
altında cereyan etmiyor... Beş-on jip
almaya karar verdik kalktılar bizden
hesap sormaya. Memleketi yutmuş,
ye’di gasıplarına geçirmiş oldukları
ma llardan intifa etmekte olanlar,
DP’nin beş-on jipini beş milyon liraya
çıkararak, bu parayı nereden buldunuz
diye bizi ithamlar altında bırakmak
cüretine ve cesaretine gittiler. Bizden
hesap soranlardan biz de ellerinde ne
varsa toptan onların hesabını sormak
mevkiindeyiz” konuşması bu mallara
el konacağının sinyallerini veriyordu.
Ayrıca İsmet İnönü’nün seçim bölgesi
olan Malatya, Adıyaman ve Malatya
olmak üzere iki il haline getirilmişti
ve seçim kanununda karşıt partilerin
haklarını kısıtlayacak değişiklikler
yapılmıştı.
Mayıs 2013
19
20
Kapak Konusu
Ülkede siyasi gerginliğin nedeni sadece iktidar-muhalefet
çatışması değildi. DP’nin izlediği ekonomi politikalarının
gazete ve dergiler tarafından eleştirel aktarılması, iktidar
olmadan önce basına özgürlük vadeden Demokrat Parti’nin
onlar üzerindeki yasal baskıları artırmasına neden oldu. Hükümet 9 Mart 1954’te basın kanununda yaptığı değişiklikle
gazetecilere ağır yaptırımlar getirdi.
Radyonun siyasi partilere kapatılması da başka bir gerginlik nedeniydi. Bu, radyo olanaklarından yalnızca iktidardaki
Demokrat Parti’nin yararlanması anlamına geliyordu. Ayrıca muhalefet partisinin ve bir kısım basının faaliyetlerini
incelemek üzere olağanüstü yetkileri olan Meclis Tahkikat
Encümeni’nin kurulması, sonradan muhalefeti susturmak
ve basını sindirmek olarak yorumlanacaktı.
DP’nin iktidara ilk geldiğinde ezanın Arapça okunmasına dair kanunun kabulü, Türkçe olan Anayasa’nın tekrar
Osmanlıca olması “memlekette irtica var” yaygarasının
kopmasına neden olmuştu. Bunun yanında DP’nin sert politikaları orduyu endişelendiriyor, ordu inkılaplardan taviz
verildiğini düşünüyor, bu durum “darbe” dedikodularının
çıkmasına yol açıyordu.
Tüm bu yaşananlar Demokrat Parti’yi yolun sonuna götürmüş, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleşme ihtimal-
Mayıs 2013
27 Mayıs
1960 günü on
yıllık Demokrat
Parti iktidarı
tarihe karışmış ve
ülkede ordunun
yönetimde
olduğu yeni
bir dönem
başlamıştı.
lerini boğarak demokrasi tecrübesinde
keskin bir dönüm noktası sayılan 27
Mayıs askerî darbesine güya zemin
hazırlamıştı.
“Söz milletin” derken...
Yalnızca iktidar partisinin siyaset
yapabileceği Radyo’da 27 Mayıs sabahı farklı bir ses duyuldu. Bu ses
bir askere, Kurmay Albay Alparslan
Türkeş’e aitti: “Bugün demokrasimizin
içine düştüğü buhran ve son müessif
hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadı ile
Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin
idaresini ele almıştır.” Albayın yaptığı
duy uruda en k ısa zamanda adilce
ve dürüstçe seçimlere gidileceği de
belirtilmişti. Ordunun yönetimi ele
geçirmesiyle Türkiye Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanı Celal Bayar başta olmak üzere DP ileri gelenleri ve mülki
amirler de tutuklandı. Sadece sivil
Kapak Konusu
kişilerden ibaret olmayan tutuklamalarda Genelkurmay Başkanı Rüştü
Erdelhun ve başka yüksek rütbeli subayların da adı vardı.
Duy ur u ve tebliğ lerinde “Mi l li
Birlik Komitesi” ifadesini kullanan
ihtilalci subaylar, bu komitenin 38 kişiden oluştuğunu ve başında da Kara
Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal
Gürsel’in bulunduğunu açıklamışlardı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin idareyi
ele alış nedeni kendi deyimlerince
“sabık idare”nin Anayasa’yı çiğnemesi,
büyük ümitler bağlanan demokrasi
rejiminin çıkmaza girmesi ve ülkenin
tam bir diktatörlüğe götürüleceği
kaygısıydı.
27 Mayıs 1960 günü on yıllık Demokrat Parti iktidarı tarihe karışmış
ve ülkede ordunun yönetimde olduğu
yeni bir dönem başlamıştı. Bu tarihten
itibaren gazeteler ve radyo da DP’ye
karşı tutum sergilemiş, dolayısıyla
halkın büyük çoğunluğu ihtilali, tıpkı bunu yapan askerler gibi “devrim” olarak
nitelendirmişti.
“Söz milletin!” iken bir gecede söz askerin olduğuna göre, ıstırapları dindirecek
ve millî varlığı selamete erdirecek icraatlar başlamalıydı. Ordu ilk önce verdiği sözü
tutmalı, yönetimi sivil bir iradeye teslim etmeliydi. Ancak kurulduğu günden beri
bazı konularda anlaşamayan Milli Birlik Komitesi’nde ihtilalin ilk günleri görüş
ayrılıkları ortaya çıkmaya başlamıştı. İki gruba ayrılan MBK üyelerinden I. Grup,
Türk toplumunun sorununun bir anayasa ve seçim kanunu sorunu olmadığını;
ordunun sosyal, hukuki ve ekonomik reformları gerçekleştirmesinin ardından
iktidarın devredilmesi gerektiğini savunurken; II. Grup, 27 Mayıs tebliğinde millete
söz verildiği üzere yeni anayasa ve seçim kanunundan sonra seçimleri kazanan
tarafa iktidarın devredilmesi gerektiğini savunuyordu. MBK içindeki bu görüş
ayrılıklarına ordu-CHP yakınlığı ve Cemal Gürsel’in İsmet İnönü’nün emirlerini
peygamber buyruğu gibi kabul ettiğini söylemesi de eklenince “İhtilal CHP için
mi yapıldı?” dedikoduları gündeme geldi. Bu sözler üzerine ihtilalci subaylardan
Dündar Seyhan “Biz 27 Mayıs İhtilali’ni tahakkuk ettirebilmek için altı yıl geceli
gündüzlü çalışmıştık. Biz ihtilali CHP’ye devretmek için yapmamıştık” demiş ve
bu durumdan duyduğu üzüntüyü dile getirmiştir.
Ya riayet et ya da git
Bir ihtilal anayasası olacak 1961 Anayasası’nın hazırlanma sürecinde MBK üyelerinden bazılarının direnişiyle karşılaşan komite, çareyi bu muhalif üyelerin
tasfiyesinde bulur. Ve 13 Kasım 1960 sabahı Devlet Başkanı ve Silahlı Kuvvetler
Başkumandanı Cemal Gürsel tarafından Ankara, İstanbul ve İzmir radyolarından
ilk cümlesi şu olan tebliğ yayımlanır: “MBK’nin çalışmaları memleketin yüksek
menfaatlerini tehlikeye sokacak duruma düştüğünden, Türk Silahlı Kuvvetleri
ve MBK üyelerinin talepleri üzerine bugünden itibaren MBK’yi feshettim.” Türk
milleti adına yasama yetkisini kullanacak yeni MBK üyelerinin isimlerinin sıralandığı tebliğde, bu üyelerin kurulacak yeni mecliste demokratik esaslara dayalı
olarak memleketi nizama sokacakları da belirtilmiştir. Görevlerinden emekliye
sevk edilen 14 eski MBK üyesi artık yurt dışındaki büyükelçiliklerde müşavir
olarak görev alacak zoraki diplomatlardır.
Zorba ve baskıcı yönetime karşı olduğu ve halkın davranış özgürlüklerini kısıtlayan politikalara gidildiği için yönetime el koyduğunu iddia eden cunta, kendi
Mayıs 2013
21
22
Kapak Konusu
dikta siyasetini sadece MBK içinde göstermiyordu. 27 Ekim
1960 günü 114 sayılı kanun ile 147 öğretim üyesi ve asistanı
üniversitelerdeki görevinden uzaklaştırdı. Memleketi daha
iyi seviyelere ulaştırmak adına tam 147 beyni çalışamaz hale
getirmek ve memleketi kim bilir kaç adım geriye götürmek
“vatan uğruna” yapılmış ve “devrim” olarak adlandırılmış
bu ihtilalin kendi içindeki en büyük tezatıydı.
MBK’nin “üniversiteleri ideal bir statüye kavuşturmak”
amacıyla yaptığı ve takdirle karşılanacağını umduğu bu
hareket kamuoyunda şaşkınlık uyandırmış, rektörlerin ardı
ardına istifaları ve öğrenci eylemlerini beraberinde getirmiştir. İlgili kanunun en katı maddesi ise görevlerinden uzaklaştırılan öğretim üyelerinin bir daha üniversitelerde öğretim
üyeliği veya yardımcılığı yapamayacaklarıdır.
İhtilal yönetimi döneminde çözülememiş üniversite sorunu bir sonraki sivil iktidar döneminin uğraşacağı konulardan
biri olmuştur. Çünkü 147’lerin tasfiyesi MBK üyelerinin
tasfiyesi gibi sessiz sedasız halledilememiş, bu sözde reform
büyük bir direniş ve eylemle karşılaşmıştır. Darbeci subaylardan Orhan Erkanlı 27 Mayıs sonrası yapılan bir müzakerede
mezkur kanunla ilgili “Her türlü kanaate, inanışa taarruz
ediyorduk; solcusunu da sağcısını da atıyorduk. Doğum yeri
şarkta olanı Kürtçü diye, namaza gidenleri softa ve gerici
diye, kitabı olanı çalmıştır diye, kitapsızları kitapsız diye,
talebeye ciddi davrananı kaba ve sert diye, samimi hareket
edenleri laubali diye, kızlarla fazla ilgileneni ahlâksız diye
damgalıyorduk. Solcu, sağcı, mason, Kürtçü, gerici, cahil,
Mayıs 2013
Askerî
darbeler
“vatanı
korumak ve
kollamak”
prensibine
dayandığı ve
“demokrasi”
adına
yapıldığı iddia
edildiğinden,
gerekliliği
belli kesimler
tarafından hâlâ
vurgulanır.
tüccar, kitapsız, politikacı vs. gibi
sıfatlar sık sık kullanılıyor, bu barajları aşanlar içeride kalabiliyorlardı”
demiştir.
MBK’nin kendinden sonraki yönetime devrettiği diğer bir sorun 55’lerdir.
105 sayılı kanuna istinaden çıkarılan
bir kararname ile 55 aşiret reisi, toprak ağası ve şeyh “Doğu illerinde bazı
olaylara sebebiyet vermeleri” ihtimali
ile toplatılmış ve Sivas’taki bir kışlada
gözaltına alınmışlardır. Kanun, ülkeyi
geriye götüren bir toplumsal düzene
son vermek amacıyla çıkarılmış ancak
din istismarcılarının ve ağaların belirlenmesinde yapılan hatalar nedeniyle
başarısız olmuştur. Öyle ki bu girişim
sürgünden ibaret kalmış, kurulacak
yeni hükümetin sorunlarına bir yenisi
eklenmiştir.
Kana bulanan “devrim”
Ülkeyi diktatörlerden temizlemek ve
halkı huzura kavuşturmak iddiasıyla
27 Mayıs sabahı gelen ak devrim, ülkeyi başka bir otoriter rejimin içine
sokacaktır. Seçme hakkı tanınan halk,
kendi özgür iradesiyle bir yönetim
belirlemiş, o da elinden alınmıştır.
Ancak “memleketi kurtarmak” adına
her yol mübahtır; bir darbe memleketi
20 yıl geriye de götürse, bu paşaların
bir bildiği vardır.
İhtila l sonrası Harp Oku lu’nda
gözetim altına alınan DP’li siyasileri
iktidarda oldukları on yılın ardından
uzun bir yargılanma dönemi ve tutuklu
olarak geçirecekleri yaklaşık on altı ay
beklemektedir. Kolay değil, DP iktidarı
Anayasa’yı çiğnemekle suçlanan bir
iktidardır. Hatta dini siyasete alet etmek, suikast düzenlemek, partizanlığı
devlet idaresine sokmak gibi suçları da
vardır. Bir de Afgan tazısı bir köpek,
gayri meşru bir bebek, Alman hizmetçi
Barbara gibi tavuk suyuna çorba konular vardır ki, onca karışık dava içinde
Kapak Konusu
bu konular halk arasında daha sonraları darbeci cuntanın
iddialarının uydurma iddialar olduğunu vurgular mahiyette
dilden dile dolaşmıştır.
Geçici olarak Ankara’da Harp Okulu’nda, İstanbul’da
Davut Paşa Kışlası’nda kalan tutuklular için devamlı kalacakları yer olarak Yassıada düşünülür. Marmara Denizi’nde,
İstanbul’a yakın iki küçük Hayırsızada’nın yassı olanı; şöhrete 1960’lı yıllarda kavuşan, adı geçtiğinde hâlâ tüyleri diken
diken eden, yutkunmadan önce düşündüren Yassıada...
Aylar süren Yassıada yargılamalarının ardından Yüksek
Adalet Divanı (YAD) 15 Eylül tarihindeki son duruşmada
kararını açıklar. 15 sanık idama, 31’i müebbet hapse, 408’i
de çeşitli hapis cezalarına mahkum edilmiştir. 133 sanık ise
beraat eder. YAD’ın idam dışındaki kararları kesin olmakla birlikte idam kararının geçici Anayasa gereğince onayı
gerekmektedir. Asılacak adamlar aynı günün akşamı MBK
tasdikiyle belli olur ve İrtibat Bürosu’nun 58 sayılı tebliği ile
duyurulur: “Yüksek Adalet Divanı’nca ölüm cezasına mahkum edilen sanıklardan sakıt Reis-i Cumhur Celal Bayar,
sakıt Başbakan Adnan Menderes, sakıt Dışişleri Bakanı Fatin
Rüştü Zorlu ve sakıt Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın ölüm
cezaları MBK’nin 15 Eylül 1961 gün ve 75 no’lu kararı ile
tasdik edilmiştir. Ancak sakıt Reis-i Cumhur Celal Bayar’ın
65 yaşını bitirmiş olması dolayısıyla verilen ölüm cezası
müebbet ağır hapse tahvil edilmiştir.” İdamı istenen 15 kişiden 11’i ile ilgili kararlar ise aynı tebliğin 2. maddesinde yer
alır: “Ölüm cezasına mahkum edilen Refik Koraltan, Agah
Erozan, İbrahim Kirazoğlu, Bahadır Dülger, Ahmet Hamdi
Sancar, Nusret Kirişcioğlu, Emin Kalafat, Baha Akşit, Osman
Kavrakoğlu, Zeki Erataman ve Rüştü Erdelhun’un cezaları
da 15 Eylül 1961 gün ve 75 no’lu kararla müebbet ağır hapse
çevrilmiştir.”
Kararın ardından sakıt Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü
Zorlu ve sakıt Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın idamları 16
Eylül 1961 sabahı gerçekleştirilirken, sakıt Başbakan Adnan
Menderes’in cezası hastalığı nedeniyle bir gün sonra, asılacak
kadar sağlıklı olduktan sonra infaz edilmiştir. Ölümlerinden
yaklaşık otuz yıl sonra Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın ebedi
istirahate çekildikleri İmralı Adası’ndaki mezarları, İstanbul
Vatan Caddesi’nde kendileri için yaptırılan bir anıt mezara
devlet töreni ile nakledilmiştir.
Bir başbakanın asılmasıyla sonuçlanan 27 Mayıs 1960
ihtilali, ülkemizde askerî müdahale yolunu açarak bir darbe geleneği başlatmış, dolayısıyla kendi yüküyle beraber
o tarihten sonraki darbelerin ve darbe girişimlerinin de
yükünü üstlenmiştir. Askerî darbeler, “vatanı korumak ve
kollamak” prensibine dayandığı ve “demokrasi” adına yapıl-
dığı iddia edildiğinden, gerekliliği belli kesimler tarafından
hâlâ vurgulanır.
Ak devrimin en büyük sonuçlarından biri olan 1961
Anayasası insan haklarına dayanan ve demokratik kabul
edilen, “sosyal hukuk devleti” gibi yeni temel ilkeleri kabul
eden özgürlükçü bir anayasa olarak nitelendirilse de; Millet
Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu olmak üzere iki meclisli
sistemi getirmesi, Meclis’in çıkardığı kanunların anayasaya
uygunluğunu denetleyecek Anayasa Mahkemesi’nin oluşturulması, askere hükümet kararlarını sürekli olarak etkileme
olanağı sunan Milli Güvenlik Kurulu’nun anayasal bir kurum
haline getirilmesi gibi nedenlerle millî irade önüne barajlar
koyan bir anayasadır. Ayrıca 1961 Anayasası’ndaki “Millet,
egemenliğini Anayasa’nın koyduğu esaslara göre, yetkili
organlar eliyle kullanır” maddesi halk egemenliğini dolaylı
hale getiren bir maddedir.
27 Mayıs ihtilali sonrası kurulan hükümetler ihtilalin
yarattığı sorunlar (147’ler, 55’ler vb.), ihtilal döneminde
siyasi suçlu sayılanlar, onların affı, rejime yönelik darbe
teşebbüsleri (22 Şubat 1962, 21 Mayıs 1963) gibi sorunlarla
uğraşmaktan ülkenin temel sorunlarına eğilememişlerdir.
Bu ihtilal, getirdiği sorunlarla Türk toplumunu demokrasiye
götüren süreci geciktirirken Türk siyasi tarihine kara bir leke
olarak geçmiştir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1990 yılında çıkardığı
bir kanunla Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan
Polatkan’a itibarlarını geri verse de; adları havaalanları,
bulvarlar ve üniversitelerde yaşatılsa da, kendi iradesini
idam sehpasına götürüp ipe çeken cuntayı vicdanlar hiçbir
zaman affetmemiş, milletin kalbinde kanayan bu derin yara
hâlâ iyileşememiştir.
Mayıs 2013
23
Mayıs 2013
Adnan Menderes’in avukatı
Burhan Apaydın:
İdam kararının
iptalini önlemek
isteyenler var
Vefatından önceki son röportajını
dergimize veren Avukat Burhan
Apaydın, “Yassıada kararlarının
iptali Meclis’teki bazı çevreler tarafından önlenmek isteniyor. TBMM
Başkanı bu duruma el koymalı”
dedi.
Söyleşi: Songül Baş
Mayıs 2013
26
Kapak / Söyleşi
Ö
lüyorum Tanrım / Bu da oldu işte / Her ölüm erken ölümdür / Biliyorum Tanrım / Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
/ Fena değildir / Üstü kalsın... Cemal Süreya’nın dizeleri
kadar etkileyici bir hayattı onunki... Ölümü ise her ölüm
gibi erken... 63 yılda 2 bin davada hukuk mücadelesi verdi.
Sıra dışı savunmaları ve mesleki başarılarıyla kamuoyunda
tanındı. İsmi “Adalet Savaşçısı” olarak hafızalara kazındı.
Sözünü ettiğimiz kişi Avukat Burhan Apaydın... 20 Nisan
2013’te hayata veda eden Burhan Apaydın ile yaşamının son
günlerinde kesişti yolumuz. Dergimizin bu ayki sayısında
27 Mayıs darbesini işlemeye karar verdiğimizde aradık
kendisini. Türkiye’nin en sancılı dönemlerinden birine dair
sorup öğrenmek istediklerimiz vardı. Röportaj talebimizi
kırmadı, sorularımızı içtenlikle yanıtladı. 27 Mayıs darbesinin ardından Başbakan Adnan Menderes’in avukatlığını
üstlenen Burhan Apaydın, açıklamalarıyla bir kez daha tarihe
ışık tuttu. Son röportajını dergimize veren Avukat Burhan
Apaydın’a Allah’tan rahmet, eşi Beyhan Apaydın ve yakınlarına başsağlığı diliyoruz.
Türkiye’nin yakın tarihinde darbeler önemli bir yer tutuyor. Siz
darbe dönemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
27 Mayıs hükümet darbesi ilk darbedir ve siyasi partiler
arasındaki ciddi bir gerginlik ile uyumsuzluktan kaynaklanmıştır. İktidar ve muhalefet partilerinin yöneticileri bir araya
gelip olayları değerlendirememişlerdir ve istihbaratların çok
zayıf olması iktidar ile muhalefetin gözü önünde hükümet
darbesinin kolaylıkla yapılmasına yol açmıştır.
Size göre Türkiye’nin darbeler tarihinde 27 Mayıs’ın yeri nedir?
Sonrasında yapılan diğer darbelere zemin ve örnek oluşturduğu
görüşüne katılıyor musunuz?
İstihbaratların
çok zayıf
olması iktidar
ile muhalefetin
gözü önünde
hükümet
darbesinin
kolaylıkla
yapılmasına
yol açmıştır.
Hükümet darbesini yapanlar kendileri
yönünden zemini müsait görmüşlerdir.
Kamuoyunda sanki Türk ordusu darbe
yapıyormuş gibi bir izlenim yaratmışlardır. Bu yüzden kamuoyu 27 Mayıs
gününde karşı koyabilme olanağından
yoksun bırakılmıştır. 27 Mayıs’tan
sonraki yıllarda yapılan ve bir kısmı teşebbüs halinde kalan hükümet darbelerinde, 27 Mayıs’ta olduğu gibi iktidar
ele geçirilememiştir. Esasen hükümet
darbesi öyle bir eylemdir ki iktidarı ele
geçirdiği anda başarıya ulaşmış olur,
yapacak bir şey yoktur. İşte 27 Mayıs
hükümet darbesi böyle bir eylemin
sonucunda başarıya ulaşmıştır. Bunda
en büyük etken radyoda Albay Alparslan Türkeş’in millete yönelik güven
verici konuşmasıdır. Demokrat Parti
ile Cumhuriyet Halk Partisi arasındaki
gerginliğin Türkiye’yi felakete götüreceği gayet veciz bir şekilde anlatılmış,
bu durumda seçimlere gidilemeyeceği
gerçeği karşısında hükümete el koymanın zorunluluğu izah edilmiş, 3 ay
sonra genel seçimlerin yapılacağı ve
kazanana iktidarın verileceği söylenerek halkı oyalama yoluna gidilmiştir.
Sonraki yıllarda yapılan hükümet darbesi girişimleri de 27 Mayıs hükümet
darbesinin kolaylıkla yapılmasından
cesaret bulunarak gerçekleştirilebilmiştir. Dikkate şayan diğer bir nokta
şudur; anonslarda İsmet Paşa’nın sağ ve
salim durumda bulunduğu belirtilerek
27 Mayıs hükümet darbesinin İsmet
Paşa’nın dışında bir hareket olduğu
anlatılmak istenmiş, Demokrat Parti
ve CHP mensupları arasında meydana
gelebilecek herhangi bir çekişmenin
önlenmesi yoluna gidilmiştir.
27 Mayıs askerî darbesi yapıldığında
neredeydiniz ve neler hissettiniz?
27 Mayıs askerî darbesi sırasında İstanbul’daki evimizdeydim. Kardeşim
Avukat Orhan Apaydın bana telefon
Mayıs 2013
Kapak / Söyleşi
açıp darbeyi haber verdi ve aynen şunları söyledi: “Burhan, darbe-i hükümet
felaket.” Ben o anda derhal sokağa
fırladım; Adnan Menderes’in tutuklanması haberleri karşısında halkın
ayağa kalktığını düşünmüştüm. Ancak
27 Mayıs hükümet darbesini yapanlar
kendilerini Türk ordusu adına hareket ediyorlarmış gibi radyoda sürekli
anons ettirdiklerinden Türk milleti
yanılgıya düşürülmüş ve sokaklara
çıkıp karşı koyma olanağından böylece
yoksun bırakılmıştır.
Merhum Adnan Menderes ile avukatlığını
üstlenmeden önce tanışıyor muydunuz?
Evet, daha önceden tanışıyorduk.
Ben Adnan Menderes’i ve Demokrat
Parti iktidarını destekleyen Ahmet
Emin Yalman’ın çıkardığı Vatan gazetesinde makaleler yazıyordum. Bu
makalelerde Demokrat Parti iktidarını
destekliyordum. Adnan Menderes bu
yazılar dolayısıyla beni takdir etmiş
ve görüşmek üzere makamına davet
etmişti. Menderes ile dostluğum böyle
başladı. Ardından yaklaşan 1954 seçimleri için beni aday göstermek istedi
ve bu durumu Demokrat Parti organı
olan Zafer gazetesinde ilan etti. Ben
evvela kabul ettiğimi bildirdim, fakat
sonra İstanbul’a dönünce avukatlık
mesleğimin bana yüklediği görevleri
düşündüm, adaylıktan feragat ettiğimi
telefon ve tel-grafla Adnan Menderes’e
bildirdim. Bu bildirim olayı da Zafer
gazetesi ve Nihat Erim’in yönetiminde
olan CHP organı Ulus gazetesinde haber olarak yer aldı. Fakat Ulus gazetesinde yayımlanan haberde, Demokrat
Parti’nin milletvekili aday listesini
beğenmediğim için adaylıktan istifa
ettiğim, ayrıldığım şeklinde bir yorum
yapıldı. Bunun üzerine ben de Zafer
gazetesinde derhal açıklama yaparak
Ulus gazetesinin yorumunun doğru
olmadığını belirttim. Adnan Menderes
bana “Sen benim küçük kardeşimsin.
Bugünlere çok güçlükle geldik, az daha
batıyorduk. Meclis’in sizin gibi insanlarla oluşmasını istiyorum” demiştir.
Sayın Menderes’in avukatlığını üstlenmeniz nasıl gerçekleşti? Hangi duygu
ve düşüncelerle avukatlık teklifini kabul
ettiniz?
Adnan Menderes’in eşi Berin Menderes beni telefonla aradı. Adnan
Menderes’in, Yassıada’daki duruşmalarda avukatlığını üstlenmemi istediğini bildirince derhal kabul ettiğimi
söyledim. Bu arada Adnan Menderes
ve Celal Bayar’ın yakın dostu olan İhsan Doruk’un evinde yemekte bulunduğum sırada Celal Bayar’ın eşi Reşide
Bayar beni arayarak Celal Bayar’ın
avukatlığını üstlenmemi istedi, eşinin de aynı istekte olduğunu söyledi. Ben biraz
önce Adnan Menderes’in eşinin avukatlık teklifini kabul ettiğimi bildirdim ve
Bayar ile Menderes arasında bir savunma farkı olabileceğini, bu nedenle avukatlığını şimdilik kabul etme imkanımın olmadığını söyledim. Sonradan Celal
Bayar’ın avukatı Gültekin Başak bana “Bayar savunmayı senin yapmanı istiyor.
Avukat Burhan Apaydın’ın savunması doğrultusunda hareket edilmesini bizden
istedi” demiştir.
O dönemde İstanbul Barosu Yönetim Kurulu’nun yasağına karşın Yassıada duruşmalarına katıldınız. Baro’nun bu tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
İstanbul Barosu’nun bu kararı Baro tarihi için kara bir lekedir. Baro’nun bu kararını kardeşim Avukat Orhan Apaydın ve ben dinlemeyerek Adnan Menderes’in
müdafiliğini üstlendiğimizi basın yolu ile kamuoyuna bildirdik.
Yassıada mahkemelerinde adil bir yargılamanın yapılmadığını dile getiriyorsunuz. Duruşmalardan unutamadığınız “hukuksuzluk fotoğrafları” nelerdir?
Adnan Menderes’e söz hakkı tanınmıyordu. Mahkeme Başkanı Salim Başol,
Menderes’e sadece suçlamaları bildiriyordu. Adnan Menderes’in bunlara ciddi
şekilde cevap vermek istemesine rağmen Mahkeme Başkanı Salim Başol konuşmalarını kesiyor ve açıklama yapmasına olanak vermiyordu. Ben buna karşı gelerek
dedim ki; “Benim müvekkilim Adnan Menderes 10 yıl Türkiye Cumhuriyeti’ni
memleketinde ve yabancı ülkelerde şerefle temsil etmiştir. Adnan Menderes’e
konuşma hakkı tanınmayarak hukuk kurallarına aykırı hareket edilmiştir ve
memleketin menfaatlerine aykırı bir tutum izlenmiştir.” Bu arada yalan haberlerle
kamuoyu yanıltılmış ve şaşkınlığa sürüklenmiştir. Örneğin, olaylar sırasında
Demokrat Parti iktidarının polis güçleri marifetiyle öldürüldüğü iddia edilen
öğrencilerin cesetlerinin Et ve Balık Kurumu’nda kıyma haline getirildiği şeklinde
yalan ve korkutucu haberler yayılmıştır.
Mayıs 2013
27
28
Kapak / Söyleşi
yükselterek konuşmak istediysem de
on kadar asker tarafından kolumdan
tutulup mahkeme salonundan sürüklenerek çıkarıldım. Her zaman bindiğimiz vapura bindirilerek İstanbul’a
yola çıktım. Vapur Galata Rıhtımı’na
yaklaşınca sivil polisler beni kardeşim
Orhan Apaydın ve Hergün gazetesinin
yazı işleri müdürü Cihat Dilerge arasından alarak Harbiye’de bulunan Merkez
Komutanlığı’na götürdüler. Merkez
Komutanlığı’na bağlı bir hapishaneye
konuldum. İkinci kez tutuklanmam
böyle oldu.
Yargılama sürecinde iki kez tutuklandınız. Adnan Menderes’e yönelik “Yere düşmekle
cevher, sakıt olmaz kadr-ü kıymetten” sözünüz ile Cemal Gürsel’in mektubunu okuma
talebiniz bu tutuklanmaların gerekçeleri oldu. Bize o günleri anlatabilir misiniz?
“Yere düşmekle cevher, sakıt olmaz kadr-ü kıymetten” dediğim vakit mahkeme
heyeti şaşkınlık içine girdi. Davetiye ile ısmarlama olarak salona getirilmiş olan
sözde dinleyicilerden “yuh” sesleri yükseldi. Milliyet gazetesinin Yassıada muhabiri
Vasfiye Özkoçak, “Yere düşmekle cevher, sakıt olmaz kadr-ü kıymetten” sözünü sarf
etmem üzerine salona millî birlikçilerin güvence duyarak getirdikleri seyircilerden
evvela “ooo” seslerinin yükseldiğini yazmıştır. Fakat sonradan “yuh” diyerek tepki
gösterdiklerini, ardından bunun yine “ooo” seslerine dönüştüğünü belirtmiştir.
Akşamları Yassıada saatlerinde yayın yapan radyoda “yuh” seslerinin duyulması
için duruşmalarla ilgili haberler gazeteci Tarık Gürcan tarafından seslendiriliyordu. Yassıada’dan dönüşte Galata Rıhtımı’nda polis arabalarıyla beni karşılayarak
tutukladılar.
Cemal Gürsel’in mektubunun aslı okunsaydı 27 Mayıs hükümet darbesinin bir
düzmece olduğu ve Milli Birlik Komitesi Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel’in Adnan
Menderes’i vatanperverlikle tanımlayarak ona “Sen milletin gözbebeğisin” dediği
ortaya çıkacaktı. Adnan Menderes bu yüzden tazyik edildi ve benim konuşmamdan
sonra ayağa kalkarak söz istedi. “Bu çatı altında mektubun okunmasını memleketin
menfaatlerine aykırı görüyorum. Sayın avukatımdan Cemal Gürsel’in mektubunun
okunmasına ilişkin talebini geri almasını rica ediyorum” dedi. Ben de söz alarak
“Tarih karşısındayız. Talebimi geri almıyorum. Ben hukuka ve vicdanıma tabi,
müstakil ve müstakim bir avukatım, müvekkilime de tabi değilim” dedim. Bunun
üzerine mahkemeden müvekkilim Adnan Menderes ile özel olarak konuşmak için
beş dakika müsaade istedim ancak Mahkeme Başkanı Salim Başol “Asil konuştu
size gerek yok” diyerek müsaadeyi vermedi. Benim ısrarla konuşmaya devam etmem
üzerine duruşma salonunda önde oturan Yassıada Komutanı Yarbay Tarık Güryay
ile göz göze geldi. Salim Başol’un gözleriyle işaret vermesi üzerine mikrofonun
elektrikleri kesilmiş ve konuşmam salona duyurulmamıştır. Bunun üzerine sesimi
Mayıs 2013
Merhum Adnan Menderes idama götürüldüğünde cezaevindeydiniz. Bu acı olayı
öğrendiğinizde neler hissettiniz?
Kendimi tutamayarak ağlamaya başlamıştım. Nöbetçi subaylardan biri
yanıma gelerek “Böyle ağlaman koğuşu
ayağa kaldırabilir” dedi ve beni elimizi
yüzümüzü yıkadığımız lavabonun bulunduğu kısma soktu. Ben ağlamama
lavabonun bulunduğu yerde yüzümü
yıkayarak devam ettim. Bu arada sağ
bacağımda baldır kısmında çıkmış
Kapak / Söyleşi
olan çıban büyüyüp beni rahatsız etmeye başlamıştı. Lavabodan çıkınca
hastaneye gönderilmek istedim. Fakat
görevli askerler ile Cezaevi Komutanı,
“Sizi böyle ağlayarak gönderemeyiz.
Hastanede ayaklanmaya neden olursunuz” dediler. Bunun üzerine tutuklu
bulunan bir doktor yanıma gelerek
bacağıma baktı ve üzerindeki çakıyı
çıkarıp “Bu yara böyle bırakılamaz.
İltihap kana karışır ve hayatınız tehlikeye girer. Hemen müdahale etmek
gerekir” dedi. İspirto sıvısı yerine
kolonya alevinde çakıyı yakarak bacağımdaki yarayı deşti. Bana ilkel koşullarda müdahalede bulunan doktor da
Demokrat Parti taraftarı olduğu için
tutuklanmıştı.
Halk
ülkenin
muhtelif
yerlerinde
“İdamlara
karşıyız” diye
tezahüratta
bulunsaydı,
hükümet
darbeciler ülkede
halk ayaklanması
olur düşüncesiyle
idamdan
vazgeçebilirlerdi.
“Adnan Menderes’e son sözü sorulmadı”
diyorsunuz ve yargılamayı etkileyecek
delillerin sunulmasına izin verilmediğini
belirtiyorsunuz. Sizce yargılama süreci
farklı olsaydı bugün Başbakan’ın asıldığı
bir Türkiye’den söz edilebilir miydi?
Hayır, söz edilemezdi. Edilemeyeceği
gibi Adnan Menderes’in gerçekleri
anlatışı karşısında kamuoyu ayağa kalkardı. Adnan Menderes’i idam edemezlerdi. Ben Yeni Türkiye Partisi adına
seçim konuşması yapmak için Genel
Başkan Sayın Ekrem Alican tarafından
Eskişehir’e gönderildim. Konuşma
yapacağım mahaldeki topluluk bana
çok büyük tezahüratta bulundu. Ben
teşekkür ederek “Bu tezahürat ve alkışlar Adnan Menderes için olsa gerektir.
Şimdi idamlardan sonra böyle tezahüratta bulunarak Adnan Menderes’e
bağlılığınızı ve takdirlerinizi belirteceğiniz yerde Adnan Menderes’in
idamının gün ve saatiyle ilan edilmesi
dolayısıyla bir araya gelip ellerinize
birer yafta alarak ‘İdama karşıyız’ diye
bir hareket yapabilirdiniz. Belki bu
hareketinizden haberdar olan hükümet
darbeciler, halk ayaklanabilir diyerek
endişe ve korkuya kapılıp idam yoluna gitmeyebilirlerdi. Bunu
yapmak Adnan Menderes’e karşı sizlerin göreviydi” dedim. Bu
sözlerim üzerine ön sıralarda oturan şişmanca bir vatandaş
ayağa kalkarak halka hitaben “Burhan Apaydın doğru konuşuyor” deyince ortalığı bir sessizlik kapladı. Demek oluyor ki
Adnan Menderes’in idam edileceğinin gün ve saatine kadar
açıklanmış olması karşısında halk ülkenin muhtelif yerlerinde
“İdamlara karşıyız” diye tezahüratta bulunsaydı, hükümet
darbeciler ülkede halk ayaklanması olur düşüncesiyle idamdan vazgeçebilirlerdi. Bu bir ihtimaldir ama en azından tarihe
milletin sesi olarak geçerdi. Halk korkutulmuş ve bu yüzden
idama karşı adeta seyirci durumunda bırakılmıştır. Böylece,
gerçeğe aykırı olarak, Adnan Menderes’in idamına halk sanki
ses çıkarmamış gibi bir durum ortaya çıkarılmıştır.
“Yassıada kararları yok sayılsın” talebiyle TBMM’ye başvurdunuz.
Dilekçenizle ilgili Meclis’in girişimlerini ve verilen yanıtları nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Meclis’te bazı kişiler tarafından “ortada bir mahkeme kararı olduğu, iptal kararı verilemeyeceği, iptal kararı yerine
Mayıs 2013
29
30
Kapak / Söyleşi
mahkemenin yenilenmesi kararı verilmesinin yerinde olacağı” propagandası
yapılıyor. Böylece iptal kararı verilmesi
sürüncemede bırakılmak isteniyor.
Halbuki eski Hukuk Muhakemeleri
Usulü Kanunu ve yeni Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na göre muhakemenin
iadesi kararı, kararı veren mahkemeden istenebilir. O mahkeme ise ortadan
kalkmıştır. Mahkemenin yenilenmesini istemek mümkün değildir. Fakat
bu yola sürüklenmek suretiyle iptal kararı Meclis’teki bazı
çevreler tarafından önlenmek isteniyor. Gerek eski Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu gerekse yeni Ceza Muhakemesi
Kanunu’nda muhakemenin yenilenmesinde ancak mahkumiyet kararı veren mahkemenin görevli ve yetkili olduğu kayıtlıdır. Ayrıca Anayasa Mahkemesi de yargılamanın iadesine
karar veremez. Bu savsaklama hareketine Meclis Başkanı’nın
derhal el koyması ve bunu önlemesi gerekmektedir. Konu
Anayasa Mahkemesi’ne intikal ettirilmiş ise de Anayasa
Mahkemesi her defasında Yassıada’daki mahkemenin bir
devamı olmadığına karar vererek talepleri reddetmiştir. Bu
husus dahi Yassıada kararlarının geçersizliğine TBMM’nin
karar vermesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
“Tahkikat Komisyonu
raporu açıklanmalı”
Merhum Burhan Apaydın, vefatından iki gün önce (18.04.2013)
TBMM Başkanı Cemil Çiçek’e hitaben yazdığı dilekçenin bir
örneğini dergimize gönderdi. Burhan Apaydın’ın “Tahkikat
Komisyonu” raporunun açıklanmasını istediği dilekçe özetle
şöyle:
“Sayın Başkan,
27 Mayıs Hükümeti tarafından TBMM’de ‘Tahkikat Komisyonu’ adı ile geniş yetkilere sahip bir kuruluş meydana getirilmesi, Adnan
Menderes’in Anayasayı çiğnediği ve vatan hainliği olarak tanımlanmıştır. ‘Tahkikat Komisyonu’ tarafından yapılanlar hürriyetleri kısıtlama
teşebbüsü olarak ele alınmıştır. Halbuki, şimdi çok önemli bir hususu açıklayacağım. 27 Mayıs öncesinde kurulan ‘Tahkikat Komisyonu’,
Türkiye’de olayların Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi tarafından meydana getirilmeyip dış etkilerle hazırlandığını ve meydana
getirildiğini, ülkenin karışıklığa götürülmek istendiğini yaptığı araştırma sonucunda bir rapor ile tespit etmiştir. Bu rapor 27 Mayıs’tan
önce Meclis Başkanı’na verildiği halde hükümet darbecileri bu raporu milletten gizlemişlerdir. Bu rapor halen TBMM başkanlık arşivinde
bulunmaktadır. Yeni bir delil olarak Tahkikat Komisyonu raporunun açıklanması talepli işbu dilekçemle birlikte bu raporun derhal Türk
Milleti’ne açıklanması gerekmektedir.”
Mayıs 2013
Kapak / Söyleşi
“27 Mayıs yepyeni bir
siyasal sistem inşa etti”
Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları
Vakfı (SETA) Siyaset Araştırmaları
Koordinatörü Hatem Ete, vesayet sistemi
ve 27 Mayıs darbesi ile ilgili sorularımızı
yanıtladı.
Türkiye’de askerî vesayet rejiminden söz
edilmesine yol açan gelişmelerin başlangıç noktası size göre nedir?
Türkiye’deki vesayet sisteminin en
önemli iki dina miğ i; seçk inci bir
sınıfın varlığı ve bu sınıfın edindiği
kurtarıcı misyon doğrultusunda ulusinşa sürecini başlatmasıdır. Osmanlı
modernleşme sürecinin devleti
kurtarmayı önceleyen koşullarında
tedrici olarak siyasal bilinç edinip bir
araya gelen sivil bürokrasi-ordu-aydın
sınıfı Jön Türk şemsiyesi altında kurtarıcı bir misyon edinerek İttihat ve
Terakki döneminde iktidara gelmiş;
Cumhuriyet’in tek parti dönemindeki
iktidarında da hem devlet hem de ulus
kurma/inşa etme misyonu edinmiştir.
Vesayet, doğrudan bu seçkin sınıfın
elindeki iktidar imkanlarını seferber
ederek ütopyasını hayata geçirmesini
ifade ettiği için siyaset dışlanmıştır.
Alternatif siyaset imkanları, öngörülen
kurma hedefine yönelik bir tehdit olarak algılandığından demokratik siyasal
katılıma, çok partili siyasal düzene ve
serbest seçimlere izin verilmemiştir.
Özellikle tek parti döneminde, ulusinşa projesine öncelik verildiği için
hiçbir muhalif siyasi akım ve aktörün
varlığına müsamaha gösterilmemiştir.
Bu dönemde vesayet sistemini kurumsal dayanaklara kavuşturma ihtiyacı hissedilmemiş, vesayet fiili iktidarla sürdürülmüştür.
Çok partili hayata geçiş ve ardından 10 yıl süren DP iktidarı, vesayeti kurumsallaştırma ihtiyacı doğurmuştur. 27 Mayıs darbesi sonrasında vesayetçi elitler, vesayet
sistemini kurumsallaştırma ihtiyacı hissetmişlerdir. 1961 Anayasası, bu ihtiyaca
binaen 1924 Anayasası’nda TBMM’ye hasredilen egemenlik yetkilerini ihdas ettiği
“anayasal kurumlar”la paylaştırmıştır. Bu kurumlar, millî iradeyi vesayet adına
denetleyen ve egemenliği kullanan bir işlev yüklenmiştir.
Türkiye’nin darbeler tarihinde 27 Mayıs’ın yeri nedir?
27 Mayıs, Cumhuriyet tarihinde yepyeni bir siyasal sistem inşa etmiştir. 27 Mayıs
darbesi, hem askerin darbe gerçekleştirerek siyasete müdahale etmesinin yolunu
açmış, hem de normal siyasi süreçlerde de Kemalist seçkinlerin siyasal sistemi denetlemesinin imkanlarını oluşturmuştur. Asker, siyaset kurumunu denetlenmesi
gereken çıkarcı bir kurum; kendisini de gerektiğinde “vatanı kurtaran” bir kurtarıcı
olarak görmeye başlamıştır. Bu bakış dolayısıyla sonraki dönemlerde de ortalama
on yıllık aralıklarla siyasete müdahale etmiş, yönetime el koymuştur. Öte yandan,
normal siyasi dönemlerde de anayasal kurumlarda sivil bürokrasi ile işbirliği içinde
siyaseti denetleyen, millî iradeyi törpüleyen bir misyon yüklenmiştir.
Vesayetçi sistemin dinamikleri açısından geçmişle bugün arasında farklılık söz konusu mu?
Vesayet sistemi, varlığını kendisini milletin üstünde gören kurtarıcı bir seçkin
sınıfa ve bu seçkin sınıfın öngörüleri doğrultusunda milleti biçimlendirme faaliyetlerine borçludur. Vesayet, ancak bu iki dinamiğin olmadığı bir siyasal sistem inşa
edildiğinde ortadan kalkar. Siyasal sistem, bir seçkin sınıfın muhafızlığından ve
ayrıcalıklı konumundan arındırılarak millî iradeye dayandırıldığı ve toplumu yukarıdan biçimlendirme ameliyesine son verildiği oranda vesayetten arındırılmış olur.
Bugün, siyasal sistem henüz tam anlamıyla bu iki dinamikten arındırılmamışsa da,
arındırmaya yönelik ciddi bir mesai harcanmış, küçümsenmeyecek bir eşik aşılmış
görünmektedir. Bu çerçevede, millî iradenin siyasal sisteme yansımasına yönelik
engeller ortadan kaldırıldıkça siyasal sistemimiz de vesayetten arındırılmış olacak.
Mayıs 2013
31
32
Kapak / Görüş
Farklı partilerden
milletvekilleri
ile Türkiye’nin
“darbeler tarihi”ni
konuştuk.
TBMM Darbe
ve Muhtıraları
Araştırma
Komisyonu’nun
çalışmalarına
ilişkin sorularımızı
da yanıtlayan
vekiller, “Darbeler
insanlığa karşı
işlenmiş bir suçtur”
diyor.
“Darbelerin
topluma
faturası ağır
oldu”
Nimet Baş
AK Parti İstanbul Milletvekili
Darbe devlet adına, devletin gücüyle topluma dayak atılması,
elinde silah olanlar tarafından meşru iktidarın gasp edilmesidir. Sonuçları itibarıyla insanlığa karşı işlenmiş birer
suç olarak gördüğümüz darbeler sadece demokrasiye darbe
vurmakla, meşru yönetimi alaşağı etmek ve devlet yönetimine
el koymakla kalmamış, vatandaşların vatandaşlık aidiyetlerini de
sakatlayarak toplumun psikolojisi üzerinde telafisi zor yaralar açmıştır. Çözülmesi gereken her soruna, sarılması gereken her toplumsal yaraya, dindirilecek her acıya yakından bakıldığında hukukun, aklın, vicdanın askıya alındığı,
hak arama yollarının kapandığı, toplumun kutuplaştırıldığı darbe dönemlerinin
etkileri mutlaka görülecektir.
Başkanlığını üstlendiğim Darbeleri ve Muhtıraları Araştırma Komisyonumuzun çalışmaları esnasında belirginleşen şu husus çok manidardır: Her darbe farklı
toplumsal ve siyasal kesimleri hedefliyormuş gibi görünse de bütün topluma bedel
ödetmiştir. Darbecilerin yürüttükleri strateji farklı toplumsal kesimleri karşı karşıya
getirmek olmuş ve bu stratejilerinde başarıya ulaşmışlardır. Cumhuriyet dönemi
darbelerinin anası olarak kabul edilen sehpalı, kanlı 27 Mayıs’ın yıl dönümlerini
Mayıs 2013
bayram olarak kutlayacak bir taraftar
kitlesi bulmak darbecilerin yürüttükleri toplumsal mühendislik açısından
önemli bir başarıdır. 27 Mayıs 1960
darbesinden sonra Yassıada’da demokrasi, hukuk, adalet ve vicdan sehpaya
çekilmiştir. 1971’de, 1980’de, 1997’de
yaşanan şeyler aynıdır.
Komisyonumuzun çalışma sürecinde olağanüstü şeylere tanık olduk.
Örneğin, “Bugün olsa yine aynı şeyleri
yapardım” diyen, hiçbir pişmanlık belirtisi göstermeyen işkenceciler gördük.
Bu durum üzüntü vericiydi. Darbe ve
Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na
halkımızın gösterdiği ilgi ise çok önemli ve anlamlıydı.
Kapak / Görüş
Türkiye demokrasi ve hukuk devleti
yolunda çok büyük mesafeler almıştır.
Ülkemiz bu yolda aldığı mesafeyi yeni
ve sivil bir anayasa ile taçlandıracaktır. 12 Eylül Anayasası, tipik bir darbe
anayasasıdır, vesayetçi sistemin unsurlarını kurgulamıştır. “Bir daha darbe
olur mu?” sorusuna verilecek en güzel
cevap demokratik bir anayasa yapılmasıdır. Aksi takdirde araştırmamız
esnasında çokça ifade edildiği üzere
darbelerle tam ve kesin bir yüzleşme
sağlanmış olamayacaktır. Hiç şüphesizdir ki Türkiye insan hak ve özgürlüklerini eksiksiz olarak temin etme
yönünde girdiği demokrasi yolundan
asla geri dönmeyecektir.
“Bir daha
darbe olur
mu?” sorusuna
verilecek en
güzel cevap
demokratik
bir anayasa
yapılmasıdır.
Enver Yılmaz
AK Parti İstanbul Milletvekili
Darbe, öncesi ve sonrası ile
iyi incelenmesi gereken bir
süreçtir. Kendiliğinden,
“ben yaptım oldu” hesabıyla yapı lan bir iş
değildir. Darbelerin ekonomik, ideolojik, uluslararası etkinlik, uluslararası örgütler, çıkarlar
gibi nedenleri hep olmuştur.
27 Mayıs darbelerin anasıdır. Bir ordu
harekatı değildir. Zira Genelkurmay
Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun
tutuklanmıştır, 260 generalin 233’ü ile
5 bin subay emekli edilmiştir. Prof. Dr.
Ali Fuat Başgil’e göre 27 Mayıs klasik
hükümet darbesidir. Amaç seçimle
başarılı olamayan CHP’nin iktidar
yapılmasıdır.
Meclis’te dört siyasi parti eşine az
rastlanır ittifakla önerge verdi ve beraberce TBMM Darbe ve Muhtıraları
Araştırma Komisyonu çalışmalarına
katıldı. Cumhuriyet dönemi sürecinin
kirli ve karanlık bölümleri aydınlatılmaya çalışıldı. Komisyonun çalışma-
ları kamuoyu tarafından yakından takip edildi. Darbeye
katılanlar ve destek verenler kamuoyu önüne çıktı, yüzleşme
ve darbelerle hesaplaşma gerçekleşti. Ben 27 Mayıs Alt Komisyonu Başkanı’ydım. Üzerinden 53 yıl geçmiş bir darbeyi
araştırmanın zorluğunu yaşadık. Sınırlı sayıda şahit kalmıştı, komisyon çalışmaları esnasında vefat eden Milli Birlik
Komitesi üyeleri oldu. 1960 darbesini fiilen yaşayanlar veya
aktif görev alanlar 80 yaş ve üzerinde. Tüm bunlara rağmen
verimli ve güzel bir çalışma ile rapor ortaya çıktı. Yassıada
yargılamaları, yapılan hakaretler ve tacizler ile idam süreci
beni derinden etkiledi. İstanbul Barosu’nun tavrı ve darbeye
desteği, avukat göndermeme kararı ilginç bir belgeydi, bugünleri çağrıştırıyordu.
Say ı n Ad na n Menderes’ i n av u k at ı Say ı n Bu rha n
Apaydın’ın TBMM’ye verdiği dilekçede dile getirdiği
“Yassıada kararları yok sayılsın” talebini inceledim. Hatta
kendisiyle de görüştüm. TBMM’nin böyle bir karar alması
hukuken zor gibi, farklı hukuki sıkıntılar ortaya çıkabilir.
Önemli olan milletin kararlara bakışıdır. Yüce millet bu
kararları vicdanlarında değerlendirmiş ve yok saymıştır.
Önemli olan da budur.
Mayıs 2013
33
34
Kapak / Görüş
Süleyman Çelebi
CHP İstanbul Milletvekili
Bir Osmanlı paşasının Türkiye siyasi tarihini açıklayan bir lafı vardır; “Yönetmek ya ilimle olur ya zulümle olur. Bende ilim yoktu,
zulümle yönettim” der. Mustafa Kemal Atatürk’ün ilime bu kadar vurgu yapması belki de ülkeyi bir daha zulümle yönetenler
olmasın diyeydi. Ama ne yazık ki darbeler ile hep zulüm geldi.
Bütün darbeler insanlığa, topluma, ekonomiye, ilerlemeye,
çağdaşlığa, emeğin kazanımlarına, demokrasiye, özgürlüklere karşı baskı, zulüm, acı getirmiştir. Bütün darbeler birer
insanlık suçudur. Ülkemizde de tüm darbelerin bedeli çok
ağır olmuş, bu bedeli de en çok emekçiler, solcular, bu ülkenin
mağdurları ödemiştir. Bu anlamda bütün darbelere karşı toplumun
ve siyasetin ortak bir tavır alması gerekir.
Türkiye darbeler tarihine baktığımızda en ağır bedellerin ödendiği ve hâlâ
ödenmeye devam ettiği darbe 12 Eylül’dür. 12 Eylül dahil bütün darbelerden çıkan
sonuç, Türkiye’deki demokrasinin budanması, işçi haklarının geriye gitmesidir.
Türkiye, o kadar kanun değişikliğine rağmen 1980 öncesinin demokratik haklarının birçoğuna sahip değil. Değiştirilen her kanunun üzerinde 12 Eylül’ün hayaleti
dolaşıyor.
Darbeler, muhtıralar ve demokrasiye yapılan müdahaleleri araştırmak demokratikleşme, şeffaflaşma ve toplumsal yaralarla yüzleşme açısından son derece önemli,
ciddi ve hassas bir konudur. Bu anlamda Meclis tarihî bir göreve imza atmıştır. Hukuk devletinde, hangi nedenle olursa olsun demokrasiye ve halkın iradesine yönelik
tüm müdahalelere karşı koymak, demokrasiyi ve hukuku savunmak herkesin asli
ödevidir. Bu nedenle CHP milletvekilleri olarak öteden beri bu konularda pek çok
araştırma önergesi, soru önergesi, kanun teklifi verdik. Ancak önerilerimizin hepsi
AKP milletvekillerinin oylarıyla reddedildi. Nihayet TBMM’nin 11 Nisan 2012
Mayıs 2013
tarihli toplantısında 4 partinin önerisi
ile darbeleri ve muhtıraları araştırmak
üzere bir meclis araştırma komisyonu
kuruldu. Ancak bu araştırma sürecinde
birçok kısıt ile karşılaştık. Darbe ve
darbe girişimleri ile ilgili olarak mutlak surette araştırılması gereken ama
ne yazık ki yeterince araştırılmamış
olaylar, görüşülmesi gerekilen ama
görüşülmemiş kişiler oldu.
“Asıl mağdurlar seslerini
duyuramadı”
Komisyonun ça lışma yönteminin
yol açtığı en önemli kısıtlardan biri,
demokrasinin ve insan hak larının
ağırlıklı olarak çiğnendiği süreçlere
dair mağdurların talep ve katılımına ya
sınırlı olarak yer verilmesi ya da hiç yer
verilmemesi olmuştur. Bugüne kadar
söyleyecek sözü olanlar dinlenmemiş,
genelde basında ve kamuoyunda sıkça
rastladığımız ve görüşlerini ezberlediğimiz kişilere söz verilmiştir. Asıl mağdurlar ve konuşması gerekenler yine
seslerini duyuramamıştır. Raporun hazırlanması esnasında TBMM’de grubu
bulunan siyasi partilerin komisyonla
kurduğu ilişki bir eşitler arası ilişki
olmamış, olamamıştır. 1500 sayfalık
rapor komisyonda tartışılmamış, son
gün AKP oylarıyla kabul edilmiştir.
Dolayısıyla böylesine önemli ve tarihî
bir çalışmada demokratik bir süreç
yürütülememiştir. CHP’li üyeler olarak
12 Eylül Alt Komisyonu’nda 146 kişinin
dinlenilmesi yönünde talepte bulunduğumuz halde ancak ve ancak 19 kişi
dinlenilmiştir. Sadece bu rakamlar
dahi komisyona hakim olan AKP çoğunluğunun önceliğinin kendi gerçek
veya muhayyel mağduriyetlerinin altını
çizmek, bu yönde bir tarih yazımı oluşturmak olduğuna işaret etmektedir.
Kapak / Görüş
Atila Kaya
MHP Genel Başkan Yardımcısı ve
İstanbul Milletvekili
Darbeler insan hak ve hürriyetlerinin
-hangi elin tuttuğundan asla emin
olunamayan- bir silahın namlusuna
asıldığı uygulamalardır. Darbeler sadece toplumların sosyolojik yapılarına
müdahale ederek onları bozmaz; toplum
içindeki kişilerin psikolojik yapılarına etki
ederek onları kişiliksizleştirmek, tektipleştirmek ister. Darbe
düzenleri hem toplumsal kurumlar hem de kişiler üzerindeki baskı araçlarıyla sürdürülür. Her şey bir yana, sadece
“hak güçlünün değil, haklınındır” ilkesine inanmak bile
darbeye karşı çıkmak için yeterlidir. Türkiye gibi, emperyal
bir devletle (ABD) eşitsiz ilişki yaşayan ülkelerin “darbe
tarihi”nde bu dış gücün de yeri vardır. ABD’nin özellikle
12 Eylül darbesindeki rolü ve amacı dikkate alındığında
görülür ki darbeden 30 yıl sonraki bir iktidarı dahi kendi
amacının aracı kılabilmektedir. Özellikle Ortadoğu’nun ve
Türkiye’deki ayrılıkçı terörün evrilmesinde bu durum açıkça
gözlemlenebilir. Bunun içindir ki 12 Eylül cuntasının lideri
de, bugünkü AKP iktidarının başı da Türkiye için eyalet
sistemini önerebilmektedir.
Darbe dönemlerinin Türkiye’ye faturası ağır olmuştur.
Hapisler, işkenceler, ölümler, fişlenmeler, işten atılmalar,
vatandaşlıktan çıkarılmalar ve tarifi mümkün olmayan
kişisel mağduriyetler yaşanmıştır. Toplum sosyolojik olarak
çözülmüş, psikolojik olarak ezilmiş ve kendine güvenini
yitirmiş, siyasi ve ekonomik yönden bağımlı hale getirilmiş,
ideolojik açıdan liberal kapitalizme teslim edilmiş, metafizik
bakımdan da tarihine ve değerlerine yabancılaştırılmıştır.
Özellikle 12 Eylül darbesi, şu veya bu şekilde, kendilerini
toplumlarına karşı sorumlu gören idealist kadroları elimine etmiş ve diğerlerinin yolunu açmıştır. Aradan bir nesil
geçmesine rağmen bugün dahi siyaset bu “diğerleri” eliyle
yürütülmektedir.
“28 Şubat öne çıkarıldı”
İktidar, zihniyetinden kaynaklanan eylemlerine toplumsal
meşruiyet kazandırabilmek için bir propaganda faaliyeti
sürdürmektedir. TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma
Komisyonu’nun çalışmalarını bu çerçevede değerlendirdiğimizde amacına ulaştığı söylenebilir. Ne var ki komisyonun
Mayıs 2013
35
36
Kapak / Görüş
sadece adında kalan amacı “gerçek amaç” varsaydığımızda
buna ulaşıldığını söylemek mümkün değildir. Komisyonda,
adeta adı “28 Şubat” olan bir piyes oynanmıştır. Diğer darbelerin araştırılmaları ise bu piyese dekor olması içindir. Diğer
alt komisyonların ne tanık sayısı ne de basın etkisi 28 Şubat
ile yarışamamıştır. Oysa bunların hiçbiri 12 Eylül ile kıyaslanamaz bile. 12 Eylül, toplumun bütünü üzerinde onarılamaz
tahribatlara neden olmuştur. Ayrıca, dışarıdan yönlendirilmiş bir darbe olma ihtimali de önemlidir. 28 Şubat’ın öne
çıkarılma çabaları ve siyasi iktidarın isteği doğrultusunda
“27 Nisan e-muhtırası”nın -hem de komisyonun eliyle- “27
Nisan e-bildirisi”ne dönüştürülmesi iyi örnekler olmamıştır.
İdris Baluken
BDP Grup Başkanvekili ve Bingöl Milletvekili
Türkiye’de darbeler tarihinin neden ve sonuçları ile yeterince tartışılmadığı ve değerlendirmelerin yetersiz kaldığı bir gerçektir.
Darbeler üzerine yapılan tartışmaların
y üzeysel kalmasının en önemli sebeplerinden biri uluslararası ilişkiler
ve ulus üstü örgütlenmelerle Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurduğu ilişki, diğeri
ise Türkiye’de resmi ideolojinin askerî
darbelere hazırladığı siyasi zemin ve meşruiyet krizidir. Dolayısıyla salt bu iki unsur
bile Türkiye’de askerî darbelerle yeterince ilgilenilmediğini
göstermektedir. Elbette bu iki olgunun yanı sıra birçok
etken vardır. Fakat bu yönüyle bir yetersizlik açığa çıkmış
bulunmaktadır.
Her ne kadar TBMM 24. Dönem’de ilk kez Darbeleri ve
Muhtıraları Araştırma Komisyonu kurulmuş, rapor hazırlanmış ve tarihe geçecek şekilde kayıt altına alınmış olsa da,
ülke tarihinde tekrar demokrasiyi ortadan kaldıracak darbe
girişimlerinin önlenmesine yönelik yasal düzenlemelerin
gerekliliği görülmelidir. Bu yönüyle gerek TSK’nın iç mevzuatında gerekse mevcut yasal mevzuatta kalıcı, önemli ve ciddi
demokratikleşme değişikliklerinin yapılması gerekmektedir.
Askerî darbeler, dünyanın tüm ülkelerinde olduğu gibi
Türkiye’de de siyasi, ekonomik ve sosyal tahribatlara yol
açmıştır. Ekonomide istikrar, demokrasinin gelişmesi gibi
modern bir devletin temel meşruiyetini sağlayacak durumlar
Türkiye’de askerî darbelerle beraber geriye doğru yol almıştır. Yani her anlamda darbelerin faturaları çok kabarıktır.
Bu kabarıklığın minimize edilebilmesi için de darbelere yol
Mayıs 2013
açan etkenlerin iyice tartışılarak, hâlâ var olan bu zeminin
bertaraf edilmesi gerekmektedir.
“Yarattığı tahribat aynı”
Türkiye’de ilk askerî cunta müdahalesi olarak 27 Mayıs bir
başlangıçtır. Fakat prensip olarak tüm askerî darbelerin
toplumlar ve devletler nezdinde yarattığı tahribat aynıdır.
Birini diğerinden farklı kılacak nitelik söz konusu değildir.
Askerî darbeler ne zaman, nerede yapılmış olursa olsun kabul
edilemezdir.
Türkiye’de askerî darbelerin tekrarlanması konusu bir
askerî darbenin olmuş olması ile açıklanırsa yetersiz kalacaktır. Çünkü askerî darbelere zemin hazırlayan şey;
demokrasinin otoriterlik karşısında, toplumun ise devletin
bürokrasi aygıtı karşısında güçsüz kılınmış olmasıdır. Dolayısıyla yüzeysel yaklaşımlar bu darbe zemini varlığının
devam etmesine neden olacaktır.
Son askerî darbe 1980 yılında yaşanmasına rağmen 1990’lı
ve 2000’li yıllarda postmodern hüviyetle darbe girişimlerinin
devreye konmuş olması, bu konuda herkesin şapkayı önüne
koyup düşünmesi gerektiği anlamına gelmelidir. Bu yönüyle Türkiye’de bu konuda bir bütün olarak atılması gereken
adımlar vardır. Bu adımlar siyasi, hukuki, sosyal ve ekonomik alanları ilgilendirmekte ve çerçevesi çok geniş olan bir
çalışmayı gerektirmektedir.
38
Kapak / Söyleşi
Yaşar Taşkın Koç:
Menderes figürünün
birden fazla algısı var
Söyleşi: Cahit Yıldız
Y
aşar Taşkın Koç, bugüne kadar Adnan Menderes üzerine yapılmış en detaylı,
en çarpıcı belgesele imza atan isim. “Ali Adnan/Başvekil” adıyla 2010’da TRT’de
yayınlanan belgesel, başta Türk Yazarlar Birliği’nin “Yılın TV Belgesel Programı”
ödülü olmak üzere birçok ödüle layık görüldü. Belgeselin senaristi ve yönetmeni
Yaşar Taşkın Koç’la kısa bir söyleşi yaptık.
Ali Adnan/Başvekil projesi nasıl ortaya çıktı?
Proje, bu ve benzeri konularda belgeseller, programlar yapmak isteyen bir yapım
şirketinin TRT’yle yaptığı görüşmeler sırasında netleşmiş. Aynı şirket, daha önce
Endülüs üzerine belgesellerinin metin yazarlığını yaptığım için konuyu benimle
konuşmaya geldi. Yıllardır bu konuda bir belgesel yapmak için bilgi ve belge
topladığımı, konu üzerine çalıştığımı biliyorlardı. Onların bir senarist ve yönetmene
ihtiyaçları vardı ve el sıkıştık. Doğrusu benim adıma yıllardır yapmayı istediğim bir
proje olduğu için heyecanla karşıladığım bir teklif oldu. Niyetle imkanlar birleşti
özetle ve kolları sıvadık…
Adnan Menderes hâlâ çok konuşulan, çok tartışılan, tartışılmaya da devam edecek bir isim.
Ne gibi zorlukları var böyle bir ismi anlatmanın?
Çok sayıda ilki, özelliği, tartışmalı konuyu göz önüne alınca Menderes figürünün
birden fazla algısı ortaya çıkıyor. Bu yüzden onu anlatırken en büyük zorluk, kaynakların birbirine taban tabana zıt tarifler yapmasıydı. Menderes, sevenleri tarafından neredeyse bazen evliya gibi görülürken, karşı olanlar tarafından neredeyse
kötülüklerin timsali bir insan olarak anlatılıyor. Hakkındaki iki biyografiyi yan
yana getirseniz “aynı insandan mı bahsediyorlar” diye şaşırırsınız. O kadar karşıt
fikirlerle savunuluyor ya da hücum ediliyor. Hakkında memleketin yarısının diğer
Mayıs 2013
yarısıyla tamamen ters fikirlerde olduğu bir isim. İşte bu ikili yapı, işte bu
hem nefretin hem aşkın ölçüsüzlüğü
ve dönemin gittikçe sertleşen iç siyasi
atmosferi Adnan Menderes’i anlatırken
karşınıza çıkan en büyük zorluk. Ama
çok haksız biçimde darbeyle indirilen,
sonra acı bir komedi olduğundan artık
kimsenin şüphesi kalmadığı yargılamayla idam edilerek hayatına son verilen ve halkını gerçekten çok sevdiğini
taraflı veya tarafsız bütün okumalarda
gördüğüm merhum Başbakan’la ilgili
doğrusu taraf tutan, olumlu özelliklerine daha fazla atıf yapan bir belgeseli
tercih ettim.
Belgesel aslında sadece Menderes biyografisi değil, döneme ışık tutuyor...
Tabii, belgeselde 1899’da doğup 1961’de
hayata veda eden Türk siyasetinin
en önemli isimlerinden biri olarak
Menderes’in hayatını anlatırken dünyayı ve Türkiye’de olup bitenleri de
aktarmaya çalıştım. Çünkü anne, baba,
Kapak / Söyleşi
kendisini yetiştiren babaanne ve hatta
kızkardeşinin veremden ölmüş olması,
zengin bir toprak ağalığının mirasçısı
olması, doğuştan aşırı kibar bir insan
olması kadar Cumhuriyet’in ilk yılları,
Tek Parti dönemi sorunları, ekonomik
değişim, şehirleşme, nüfus artışı, Soğuk
Savaş’ın en keskin döneminin yaşanması, bölgesel ve özellikle Orta Doğu
ile Kıbrıs politikaları da bir o kadar
önemliydi bence.
Nihayetinde idam edilmiş olması
ise bizzat kendisinden nefret edenler,
hatta darbeyi yapanlar için kolay kabul
edilebilir bir şey değil; iş oraya gelince
görüyorsunuz ki büyük çoğunluk idama içinden de olsa karşı çıkmış; içine
sindirememiş. Keza, bütün yasaklara
ve propagandalara rağmen idamdan
hemen sonra yapılan anayasa referandumunda yüzde 40’a yakın hayır oyu
verilmesinin sebeplerinden birisi de bu.
Cevaplanamayan sorular var hâlâ. Adnan
Menderes’i 27 Mayıs’a ve idam sehpasına
götüren nedir sizce?
Menderes, Türkiye’de demokrasinin
ve sokaktaki vatandaşın değerini icraatlarıyla yansıtan ilk liderdi. Finalde
başına gelenler ise sadece onun değil,
sonraki 50 yıl boyunca hepimizin
hayatını değiştirdi. Davul çala çala
gelen bir darbeyi neden önleyemedi,
bu sorunun cevabını hâlâ bilmiyorum.
Hem sevdiği hem durumunu düzeltmek
için büyük yatırımlar yaptığı askerin
böyle bir şey yapacağına inanmadığı da
yazılı; direnirse büyük bir kanlı savaşa
neden olabileceği için bundan vazgeçip
fedakârlık yaptığı iddiası da mevcut.
Gerçek nerede, bilmiyorum doğrusu.
Ama halkı çok sevdiğini; en bunaldığı
zamanlarda kendisini “onların kucağına attığını” biliyorum. Darbeden kısa
süre önce, Türk siyasi tarihinin bugün
dahil en büyük mitinglerinden birini
İzmir’de yapabiliyor; halkın da onu çok
sevdiği ortada. Darbe gecesinden saatler önce Eskişehir’de yine büyük bir mitingde
sesleniyor kalabalığa… Aşırı nezaketi, Osmanlı terbiyesi bazen yapması gerekenleri
önledi gibi görünüyor. Necip Fazıl Kısakürek’in yazdığı biyografide de en çok bu
yönü eleştiriliyor. Bir yandan da İsmet Özel’in söylediği gibi “Kendisini Başbakan
sanmak sonu oldu”mu diye düşünmeden edemiyor insan.
Soğuk Savaş’ın olumsuzluklarını Türkiye lehine çevirdiğini, Batı’dan büyük kredi
akışını sağladığını, SSCB’nin ciddi askerî tehditini NATO’ya girerek bertaraf ettiğini biliyoruz. Öte yandan, İngilizlerin elindeyken neredeyse Rumlara bırakılmak
üzere olan Kıbrıs’ta Londra ve Zürih anlaşmalarıyla Türkiye’yi de rol sahibi yaptığını unutamayız. O anlaşmalar sayesinde 74 Barış Harekâtı yapılabildi; bugün bir
KKTC var ve stratejik olarak Akdeniz’in ortasındaki o büyük adada Türkiye büyük
avantaja sahip. Belki de darbede, hatta idamında Kıbrıs konusundaki bu politikası
ve sonunda kazandırdıkları var. Nezaket, terbiye kadar artık kaderin getirdiğine
boyun eğme veya bu işin sonunun idam olmayacağı düşüncesi kendisini Yassıada
yargılamaları sırasında da etkiledi. Yargılamaların seyrini değiştirebilecek bir harekette bulunmadı uzun süre. Sonra da iş işten geçmişti zaten…
Yayınlandığı sırada çok konuşuldu belgesel. Ne tür eleştiriler aldınız?
Genelde olumlu eleştiriler aldım. Basının ilgisi de genel olarak belgesel türü yapımlara gösterilen ilginin üzerinde oldu. Biraz da Türkiye’nin darbelerle yüzleşmeye
başladığı bir döneme denk gelmesi artık az hatırlanan bir döneme ışık tutması bu
ilgiyi artırdı. Bugüne kadar belgeseller nedeniyle aldığım ödüllerin yarısının Ali
Adnan/Başvekil’le gelmesi de olumlu bakıldığının bir göstergesi bence.
Siyasi belgesel projeleriniz devam edecek mi?
Nasip oldukça yeni siyasi projeler, belgeseller çekmek istiyorum, çünkü bugünü
ve yarını anlamanın yolu dünü anlamak ve anlatmaktan geçiyor. Türkiye’de son
200 yıldır yaşanan her şey bir zincir gibi birbirine bağlı ve bu zincirlerin en önemli
halkalarını geniş kitlelere, yeni nesillere anlatmazsak olup biten hakkında herhangi
bir fikirleri olmuyor; olanların çoğu da maalesef yanlış oluyor.
Son olarak Mehmet Akif üzerine bir biyografik belgesel tamamladım, o da Akif’in
hayatının evreleri nedeniyle aslında önemli bir tarihî kesite değinen siyasi bir dönem
belgeseli oldu.
Mayıs 2013
39
40
Tarihin sessiz tanığı
REICHSTAG
Mayıs 2013
Dünya Parlamentoları
Almanya’nın uzun
tarihinin en can
alıcı safhalarında
kilit noktası olmuş
Reichstag. Atlattığı
türlü badirelerden
sonra, dikkat çekici
mimarisiyle ülkenin
tarihî ve millî bir
simgesi olarak
gururla ayakta
duruyor.
R
Elif Çelik
eichstag binası, Almanya’nın yasama organı olan Federal
Meclis’e ev sahipliği yapıyor. Bina neredeyse Almanya
tarihinin bütün önemli olaylarına şahitlik etmiş; monarşinin
yıkılıp cumhuriyetin kurulması, Batı ile Doğu Almanya’nın
ayrılması ve yeniden birleşmesi, Nazilerin yönetime geçmesi,
Berlin Duvarı’nın yapılışı ve yıkılışı... Kısacası, Reichstag
için gerçek anlamda bir “tarihî bina” tanımlaması yaparsak
yanlış olmaz.
Reichstag’ın inşası, 1871’de Alman İmparatorluğu’nun kurulmasından sonraya denk gelir. O dönemde parlamentonun
değişik binalarda toplanıyor olması zorluk yarattığından,
1882’de yeni bir bina için yarışma düzenlenir. Yarışmaya katılan 200 mimar arasından Frankfurtlu Paul Wallot neo-Barok
üsluptaki tasarımıyla birinci olur. Dekoratif heykel, rölyef
ve yazıtlar ise heykeltıraş Otto Lessing’e aittir. 29 Haziran
1884 günü, temel atma taşı Prusya İmparatoru I. Wilhelm
tarafından binanın inşa edileceği Cumhuriyet Meydanı’nın
(Königsplatz) doğu yakasına yerleştirilir. İnşaat 1894’te Philipp Holmann A.G. tarafından tamamlandığında I. Wilhelm
ölmüş (1888), yerine torunu II. Wilhelm geçmiştir.
Binanın orijinal mimarisinin en dikkat çekici öğesi bugün
yerinde olmayan, cam ve çelikten yapılmış küçük kubbedir;
kubbe çok beğenilir ve dönemin mühendislik harikalarından
biri sayılır. Bununla birlikte pek çok mimari üslubun karışımı olduğu düşünülerek eleştirileri de üzerine çeker. 1916’da,
binanın ön cephesindeki girişin altına Dem Deutschen Volke
(Alman halkına) yazısı oyulur; II. Wilhelm demokratik
çağrışımlarından dolayı buna engel olmaya çalışmış, ama
başarılı olamamıştır. II. Wilhelm, I. Dünya Savaşı sonrası
Alman Devrimi’nin meydana geldiği dönemde (1918) tahttan
çekilir, ardından Philipp Scheidemann Reichstag binasının
Mayıs 2013
41
42
Dünya Parlamentoları
balkonundan Weimar Cumhuriyeti’nin (1919-1933) kurulduğunu ilan eder ve cumhuriyetin ilk şansölyesi olur. Yeni
cumhuriyet, adını kurucu meclisin toplandığı Weimar şehrinden almıştır.
27 Şubat 1933 günü, nedeni halen tam olarak bilinmeyen bir
yangına teslim olur bina. “Reichstag Yangını” olarak bilinen
olay, komünistlerin genel greve giderek ekonomiyi felce uğratacağı, ülkede iç savaş çıkacağı korkularının hakim olduğu
bir dönemde vuku bulmuştur. Bu karmaşa içinde, Katolik
Merkez Parti ile birlikte istikrarlı bir koalisyon hükümeti
kuracağı umuduyla Adolf Hitler şansölye seçilir. Kundaklama
olduğundan hemen hemen hiç şüphe edilmeyen yangının
ardından, Nasyonal Sosyalist Parti’nin 12 yıllık yönetimi
boyunca Reichstag’ın karşısındaki Krolloper (opera binası)
parlamento olarak kullanılır. Atlattığı yangın sonrası zaten
onarılmamış olan Reichstag binası II. Dünya Savaşı sırasında
daha da hasar görür, zira Alman tarihi için taşıdığı önemden
dolayı Kızıl Ordu’nun başlıca hedeflerinden biri olur.
Dönüşümün simgesi
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya Müttefikler tarafından
dört askerî bölgeye ayrılır. Batı bölgeler Fransa, Birleşik Krallık ve Birleşik Devletler’in kontrolü altında Alman Federal
Cumhuriyeti’ni (Batı Almanya); doğu bölgeler ise Sovyet
kontrolündeki Alman Demokratik Cumhuriyeti’ni (Doğu
Almanya) oluşturur. Doğu Almanya’nın başkenti Doğu Berlin
olurken Batı Almanya başkentini Bonn’a taşır. 1947’de Soğuk
Savaş patlak verdiğinde Reichstag binası Batı Berlin tarafında,
ama Doğu Berlin sınırına sadece birkaç metre uzaktadır.
1956 yılına gelindiğinde, binanın akıbetinin ne olacağını
düşünmeye başlar ileri gelenler ve Reichstag’ın yıkılması
değil restore edilmesi gerektiğine karar verirler. Yeni bir
tasarım yarışması düzenlenir ve birinci gelen Paul Baumgarten 1961-1964 yılları arasında binanın restorasyonunu
üstlenir. Almanya’nın birleşmesinin ardından Baumgarten’in
çalışmasının sanatsal ve işlevsel değeri tartışmalara neden
olur. Zira 1971 yılında Müttefikler tarafından imzalanan
Berlin Antlaşması’na göre yasama organının Batı Almanya’da
toplanması yasaya aykırıdır. Bu nedenle 1990 yılına kadar
Reichstag binası nadiren toplantılarda ve özel etkinliklerde
kullanılmıştır. Ayrıca Fragen an die deutsche Geschichte
(Alman tarihine dair sorular) adı verilen geçici sergiye ev
sahipliği yapmıştır.
Doğu ve Batı Almanya’nın birleştiği resmî tören, Şansölye
Helmut Kohl ile Cumhurbaşkanı Richard von Weizsäcker’in
de katılımıyla 3 Ekim 1990 günü Reichstag binasında yapılır
ve ertesi gün, meclisin ilk sembolik toplantısı düzenlenir. 1992
Mayıs 2013
yılında düzenlenen yeni tasarım yarışmasını Norman Foster
kazanır. Restorasyon sırasında binanın dış duvarları hariç
neredeyse her yeri yıkılır, tarihî öneme sahip bazı unsurlara
ise dokunulmaz.
Binada son yeniliklerin tamamlandığı 1999 yılının 19 Nisanında Almanya Federal Meclisi ilk kez Reichstag’da toplanır.
O günden beri bina, Köln Katedrali’nden sonra Almanya’nın
en çok ziyaret edilen ikinci binasıdır. Binanın tepe noktasını
büyük bir cam kubbe süsler. Üzerinde biriken yağmur sularını
arıtan ve güneş ışınlarından elektrik üreten bu kubbe, Berlin’i
360 derecelik bir açıdan seyretmeye olanak verir ve dikkat
çekici mimarisiyle Berlin’in en çok göze çarpan yapılarındandır. Cam kubbeden içeri giren güneş ışıkları oldukça mütevazı olan meclis salonunu da aydınlattığından ziyaretçilerin
Dünya Parlamentoları
43
Almanya’nın parlamentosu çift meclisli değil, ama
yasama organı Almanya Federal Konseyi (Bundesrat) ile Almanya Federal Meclisi’nden (Bundestag)
oluşuyor. Federal Meclis’in üyeleri doğrudan Alman
halkı tarafından dört yılda bir seçiliyor. Bugün 598
milletvekili bulunan Meclis’te Aşağı Saksonya
Eyaleti’nden seçilen dört Türk vekil yer alıyor.
II. Dünya Savaşı’nın sona erdiği 2 Mayıs 1945 günü,
Sovyet askerleri Reichstag üzerine Sovyet bayrağını
çekmiş ve Berlin’in düştüğünü tüm dünyaya duyurmuştur. Binayı bugün ziyaret edenler, onarım ve restorasyon sırasında yıkılmayan isli duvardaki Sovyet yazılarını
görebilir. Bu yazılar Hitler’e hakaret içermekle birlikte
ırkçı ve cinsiyetçi bazı kısımlar silinmiştir.
salondaki çalışmaları izleyebilmesini
sağlar. Bu tasarım, Nasyonal Sosyalist
dönemin aksine hükümetin halkı kendisinden üstün gördüğünü vurgular.
Fütürist ve transparan mimari ayrıca
Nazi geçmişinden sıyrılmış demokratik, şeffaf, yenilikçi, birlik halinde bir
ülke olarak Almanya’yı sembolize eder.
Reichstag binasında toplantı odaları
dışında okuma odaları, birkaç muayene
odası, bir kafeterya, vestiyer, soyunma odaları, kütüphane gibi kısımlar
mevcut. Kütüphanede yer alan 90 bin
kitap ve milyonlarca doküman, okuma
odalarına körüklü bir taşıma sistemiyle
gönderiliyor. Diğer Avrupa parlamentolarına kıyasla oldukça küçük olan
vekil odaları ve geniş konferans salonu
dahil pek çok oda ahşaptan yapılmış.
Mobilyalar ve dikilitaş, sütun, çelenk,
alegorik süslemeler gibi diğer dekoratif
öğeler tam olarak 16. ve 17. yüzyılların
Alman Rönesans stilini yansıtıyor. Ana
giriş kapısının üstündeki hanedan arması ile cam kubbenin tepesindeki hükümdarlık tacı Almanya tarihinde elde
edilen başarıları simgeliyor. Binanın
duvarlarını, Ren ve Vistül nehirlerinin
kişileştirilmesi, Alman devletlerinin
ve şehirlerinin sembol ile armaları,
önemli olayların betimlemeleri gibi
Büyük Alman İmparatorluğu’na dair
pek çok tablo süslüyor. Binanın kuzey
girişindeki büyük salonda, üzerinde
dikey şeritler halinde 1871’den bu yana
meclis üyelerinin konuşmalarından
bazı kesitlerin yazılı olduğu büyük bir
dikilitaş bulunuyor.
Reichstag binasının en önemli sanatsal detayı, ön bahçesinde yer alan abide.
Reichstag Anıtı
Genel kanının aksine Adolf Hitler Reichstag binasında hiç görev yapmamıştır.
Bu abide, 1933’te Nazilerin yönetimi
almasından 1945’te II. Dünya Savaşı’nın
bitmesine kadar acımasızca öldürülen
veya tutuklu iken hayatını kaybeden
Weimar Cumhuriyeti vekillerinin anısına yapılmış. Ölenlerin kısa biyografileri ve hangi dönemde Reichstag üyesi
oldukları gibi detaylar işlenerek 1992
yılında yapılan abide, Nazi terörünün
hatırlattıkları bakımından Almanya
için büyük önem taşıyor.
Mayıs 2013
44
Adaletin gücü,
devletin gücüdür
M
Sadullah Ergin
Adalet Bakanı
Adalet her yerde, her zaman ve
her koşulda istisnasız herkesi
ilgilendiren; uygulanması,
gösterilmesi, yaşanması, korunması,
aranması ve uğrunda her şeyin
feda edilmesi gereken müstesna
bir değerdir. Adaletin güçlü olduğu
yerde, devlet de güçlüdür.
Mayıs 2013
evzu hukukun sarp ve tehlikeli patikalarında pusula olacak tek şey
adalet duygusudur. “Adalet” kelime anlamı itibarıyla “her şeyin
yerli yerinde olması” demektir. Bunun sağlanabilmesinin ön koşullarından biri, belki de en önemlisi yargının kendi doğal sınırları içinde
işlemesidir.
Bir hukukçu, eline aldığı davada önceden kestirilemeyen, hiç kimsenin tahmin edemeyeceği kararlara imza atarsa, hukuk toplumu geliştiren değil, gerileten; insanlarda güven temin eden değil, onları ürküten
ve tedirgin eden bir unsur haline gelir. Oysa hukukun üstünlüğü, sistemin ve hukukçunun keyfîlikten uzak bir biçimde kendi nesnel kuralları
çerçevesinde çalışabilmesinden gelir.
Bununla birlikte, yargının bağımsızlığı hukukun sağladığı yetki ve
otoriteyi hâkimin istediği şekilde kullanabileceği anlamına da gelmemektedir. “Millet adına” hüküm vermek üzere yetkilendirilenler, bu
yetkiyi gerçekten millet adına kullanmak zorunda olduklarını hiçbir
şekilde unutmamalıdır.
Geride bıraktığımız son on yıl, ülkemizdeki yargı sisteminin imkân
ve şartlarını bugün bambaşka bir noktaya taşımıştır. Bu bakımdan yeni
nesil hukukçularımızın meslekte kendilerinden önce gelenlere nispetle,
adalet için girdikleri bu yarışa daha avantajlı bir noktadan başladıklarına
kuşku yoktur. Artık hükümet konaklarının güneş görmeyen katlarına
sıkışmış, tabelalarındaki “Adalet Sarayı” yazısı acı bir nükte gibi duran
adliyeler büyük ölçüde maziye karışmıştır. Nicelik ve nitelik olarak yetersiz personelle, kırık dökük daktilolarla iş görülmeye çalışılan dönemler
geride kalmıştır. Özellikle savcılarımızın başını ağrıtan, adları isyan ve
kargaşayla anılan eski tip ceza infaz kurumları, mazinin tatsız hatıraları
arasındaki yerini almıştır.
45
Dili ve içeriğiyle toplumun talep ve ihtiyaçlarının gerisinde kalan,
zamanın ruhunu ıskalayan mevzuat alt yapısı büyük ölçüde değiştirilmiş,
temel kanunlarımız bütünüyle yenilenmiştir. Yargıya ayak bağı olan, adil
ve etkin işleyişini engelleyen yapısal sorunlar çözülmüş, ihtiyaç ve beklentiler önemli ölçüde karşılanmıştır. Ne var ki bu büyük ve modern binalar,
gelişen teknik alt yapı, ileri boyutta kullanılan teknoloji, yenilenen mevzuat külliyatı veya sayısal artışıyla mahkemeler adaletin garantisi değildir!
Adaleti yasa değil, vicdan korur
Adalet insan içindir ve elbette ki ancak insanla ayakta durmaktadır. İnsanı
ihmal eden ve adalet hizmetlerini sadece “kesin hüküm” faaliyetine indirgeyen bir yaklaşım, vicdanları sarsacak sonuçlara neden olabilir. İşte bu
nedenle yargı mensubunun donanımı, liyakati ve mesleki kalitesi özel bir
öneme sahiptir.
Adalet her yerde, her zaman ve her koşulda istisnasız herkesi ilgilendiren; uygulanması, gösterilmesi, yaşanması, korunması, aranması ve
uğrunda her şeyin feda edilmesi gereken müstesna bir değerdir. Adaletin
güçlü olduğu yerde, devlet de güçlüdür.
Unutulmamalıdır ki, hâkim ve savcının temel sorumluluğu devleti
korumak, devlet fikriyle ilişkili bireysel veya toplumsal herhangi bir çıkarı, özel olarak gözetmek değildir. Onun görevi hukuku korumak, hakkı
gözetmek, adaleti teslim etmekten ibarettir. Hukuk korunursa, hak yerini
bulursa, devleti ve toplumsal değerleri zaten korumuş, yüceltmiş oluruz.
Bu nedenledir ki adalet mülkün, yani devletin temeli, vazgeçilmez esası
olarak görülmüştür.
Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de istiklalin,
istikbalin, hürriyetin adaletle mümkün olabileceğine işaret etmiştir.
Devleti koruma pahasına hukukun çiğnenmesi, hak tanımazlıkta devletin kirli bir meşruiyet kaynağına dönüştürülmesi anlamına gelir.
Latinlerin ünlü bir sözü vardır: “Saymak değil, tartmak gerekir”. Belki
de bu sözü, sayıdan çok tartıya vurmaya değer adalet için söylemişlerdir. Yargı profesyonellerimiz, daha düne kadar ağır iş yükü ve gelecek
beklentilerinin doğal bir sonucu olarak tartmaktan çok saymanın telaşı
içindeydi; gelen ve giden dosyalar, çıkan iş, Yargıtay denetiminden
geçen iş, alınan notlar bir bir sayılıyordu. Bu sayma uygulaması içinde
“adalet”in, basit bir istatistik unsuruna dönüşmesi kaçınılmazdır. Oysa
adaletin sembolü abaküs değil, terazidir.
Kararlar sadece birer kağıt değil, insanların, belki de toplumların kaderini değiştiren belgelerdir. Bir hukukçu verdiği her kararda, imzaladığı
her ilamda, havale ettiği her dilekçede bir insan hikayesine, bir insanın
hayatına, umut ve korkularına temas ettiğini unutmamalıdır. Onun
sadece bir “iş” olarak gördüğü o dosyalara ilişkin verilecek her karar
bazen ümit, bazen karamsarlık, bazen korku, bazen de sevinç dolu bir
bekleyiştir. Bu süreçte adaletin temel alınması ve onunla sonuçlanması
en büyük, en tabii beklentidir.
Her vatandaşımız, adaletin kapısını çaldığında, gönül rahatlığıyla
hâkimin vicdanına sığınabilmelidir, orada hakkına erişeceğini bilmelidir.
Bugün en saygın uğraşların başında gelen hâkimlik ve savcılık mesleği,
aynı zamanda en fazla titizlik gerektiren meslekler arasındadır. Dolayısıyla bu mesleği icra edenler hayatları boyunca vicdanlarının doğal
bir adalet terazisi olmasına özen göstermelidir. Yargının evrensel etik
kurallarını oluşturan bağımsızlık, tarafsızlık, doğruluk, tutarlılık, dürüstlük, ehliyet ve liyakat ilkeleri, mesleki yolculuklarında onlara kılavuzluk
etmelidir.
Mayıs 2013
46
Röportaj
ALİ COŞKUN:
Kalkınma
ve barış
siyasi
istikrarla
sağlanır
Röportaj ve Fotoğraflar: Songül Baş
Sanayi ve Ticaret eski Bakanı
Ali Coşkun, “Ülkemizin
kalkınmasını ve barış ortamını
istiyorsak el ele verip siyasi
istikrarı sağlamalıyız” diyor.
Tecrübeli siyasetçi, liderlere
ise şu uyarıda bulunuyor:
“Birbirinize yönelik sözleriniz
gerginlik ortamı yaratıyor.”
Mayıs 2013
Y
ıl 1939… İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı zamanlar…
Ateş çemberi pek çok ülkeyi sarmışken Türkiye’nin doğusunda, “cennet vadi” Eğin’de doğar Ali Coşkun… Çocukluk
yılları zordur; yokluk, yoksulluk, bir de gurbetteki babanın
özlemi… Ayda bir gelen postadaki mektup havalara uçurur
onu. Bir keresinde şöyle yazar babası: “Oğlum ilkokula başlamış. Çarıkla gitmesin okula, ona iskarpin gönderiyorum.”
Küçük Ali bu haberin sevincini yaşarken büyükannesinin
sözleri mutluluğunu gölgeler: “Oğlum karakola kadar iskarpini giy, sonra heybene koy. Çünkü kötü niyetli insanlar,
onu almak için sana zarar verebilirler.” O zamanlar, eşkıya
yol kesmektedir. Şehre gidecekler kervan kurup korucuların
eşliğinde yolculuk etmektedir. Küçük Ali eşkıya korkusunu
içinde hissederek ayakkabıyla tanışır. Yıllar sonra o günler
dizelerine şöyle yansır: Yalın ayak geldik dünyaya / Yalın ayak
geçti çocukluğum / Sonra ayakkabılarım oldu / Sıktı ayaklarımı yıllarca / Ne güzelmiş özgürce yaşadığım / Yalın ayak
Röportaj
günlerim / Şimdi marka ayakkabılar
giymek moda / Ama ne çare? / Yine yalın ayak gidiliyor mezara! / Yalın ayak
gömüyorlar mezara!..
Baba Hilmi Bey, çocuklarını okutma k içi n Erzi nca n-Kema l iye’ den
Ankara’ya göç eder. 8 yaşındayken
Başkent’e gelen Ali Coşkun, “burası
büyük bir köy” diye düşünür. Gençlik
yıllarında Ankara’da yaşadığı bazı
olaylar siyasete ilgi duymasına yol
açar. Ali Coşkun, bu konuda iki örnek
veriyor: “Babam Etibank’ta memurdu.
Birisi ‘Şapka devrimine aykırı hareket
ediyor, fötr şapkanın altına takke giyiyor’ demiş. Bir gün babamla birlikte
Ulus’ta yürürken bizi durdurdular,
babamın şapkasının altında takke var
mı diye baktılar. Bu beni çok etkiledi.
O zamanlar ezan Türkçe okunuyordu.
Bir gün okuldan çıktık, Ulus’ta büyük
bir kalabalık var. Babayiğit bir adam
heykelin üzerine çıkmış ‘Tanrı uludur,
Tanrı uludur. Memurlar İsmet Paşa’nın
kuludur. Haydi namaza, haydi namaza,
memurlar şekere gaza’ diye bağırıyor.
Hem hayat pahalılığına hem de ezanın Türkçe okunmasına tepki gösteriyordu. Tek parti döneminde halkın
Askerî
müdahale
gençlik
dünyamda şok
tesiri yaptı.
Adeta siyasete
küskünlük
dönemim
başladı.
üzerindeki baskılar beni çok etkilemiş olacak ki Demokrat
Parti Gençlik Kolları’na girdim ve böylece siyasetle tanıştım.
Sonra 27 Mayıs 1960 ihtilali oldu. Askeri müdahale gençlik
dünyamda şok tesiri yaptı. İhtilal nedeniyle adeta siyasete
küskünlük dönemim başladı.”
Sanayide önemli başarılar
Ali Coşkun, Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği
Bölümü mezunu. İş hayatına atılması üniversiteden bir hocası sayesinde İbrahim Bodur ile tanışmasıyla olmuş. “Sayın İbrahim Bodur, o dönemde Çanakkale Seramik’i kuruyordu. 35
yıl bir ağabey-kardeş, baba-oğul ilişkisi içinde çalıştık” diyen
Coşkun, mesleğinde önemli başarılara imza attığı yıllardan
gururla söz ediyor. 1969’da iş dolayısıyla İstanbul’a giden ve
o dönemde sosyal sorumluluk içinde birçok vakıf, dernek ile
federasyonun kuruluşunda yer alan Ali Coşkun, mesleki bilgi
ve birikimleriyle de İstanbul Sanayi Odası yönetiminde bulunmuş. O yılların kendisini siyasetin ekonomi ağırlıklı yönüne ittiğini belirten Coşkun, şöyle devam ediyor: “İstanbul
Sanayi Odası’nın ardından Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği
(TOBB) yıllarım başladı. TOBB Başkanlığım rahmetli Turgut
Özal’ın reform dönemine rastlıyor. Sanayinin Anadolu’ya
yayılması politikasını güdüyorduk. Küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin, yani KOBİ’lerin Anadolu’da yeşererek Türk
ekonomisinin belkemiğini oluşturmasına yönelik adımları o
tarihlerde attık. Rahmetli Özal’ın ‘Teşvik olarak ne istiyorsanız hazırlanıp gelin’ ifadesine dayanarak Orta ve Küçük
İşletmeler Kurulu’nu (OKİK) kurdum. Anadolu’da bölgelerin
kalkınması için potansiyel imkanları belirledik ve teşvik tedbirlerinin hazırlanmasını sağladık. Turgut Bey bu çalışmaları
çok beğendi ve kurumsallaştırılmasını istedi. Orta ve Küçük
İşletmeler Kurulu, Küçük ve Orta Ölçekli Sanayiyi Geliştirme
Başkanlığı’na dönüştü, böylece KOSGEB doğdu. O yıllarda
Türkiye hızla dışarıya açılıyordu. Yabancı heyetler sık sık
gelmeye başlamıştı. Türk iş dünyasını toplayarak TOBB’un
şemsiyesi altında Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nu (DEİK)
kurdum. DEİK çeşitli ülkelerle iş konseyleri oluşturdu. Sayın Cumhurbaşkanımızın da defalarca söylediği gibi bugün
Türk dış politikası adeta iş konseyi toplantılarında zemin ve
destek buluyor.”
Özal’dan vasiyet gibi sözler
Türkiye sanayisinin “Ali Ağabey”i Coşkun, iş dünyasının
zirvesinde bulunduğu yıllarda siyasete girmesi yönünde
pek çok teklif almış ancak kabul etmemiş. Onu siyasete
girmeye mecbur kılan ise Turgut Özal’ın vasiyet gibi sözleri
olmuş. Ali Coşkun o günleri şöyle anlatıyor: “Turgut Bey
Mayıs 2013
47
48
Röportaj
Cumhurbaşkanı’ydı. Beni ve Aydın Menderes’i Köşk’e çağırdı. Hüsnü Doğan ve
Yusuf Bozkurt Özal da oradaydı. Turgut Bey, Türkiye’nin dış politikada ve ekonomide iyi gitmediğini, yeniden krizlerle karşılaşılacağını söyledi. ‘Erken seçim
yapmaya mecbur olacaklar. Erken seçim kararı alınır alınmaz cumhurbaşkanlığından istifa edeceğim, yeni parti kuracağız. Ben Orta Asya’ya gidiyorum, siz hazırlığı
yapın, bir an önce partiyi kuralım. Size 16 isim vereceğim. 16’yı 100’e Ali Coşkun
tamamlayacak. Partiyi iş adamları ağırlıklı kuracağız’ dedi. Konuşmanın sonunda
‘Partinin başına ben Köşk’ü bırakana kadar Aydın Menderes geçecek’ dedi. Aydın
Bey tepki gösterdi, ‘Ben emanetçi başkan olmam’ dedi. Turgut Özal, ‘Aydın Bey
Türkiye tekrar bir darboğaza giriyor. Sen köklü bir ailenin çocuğusun, bu ülkede
Menderes ismi hâlâ bir güvencedir. Ülke menfaati için bu işe gireceksin’ dedi. Aydın Bey kabul etmedi. Turgut Bey, odadan çıkarken beni kolumdan çekti, ‘Ali bu
harekette Menderes’in de bulunmasına ihtiyacımız var, ama kendisi reddettiği için
rahatladım, bu işi sen yapacaksın. Bunu bir vasiyet kabul et’ dedi. Orta Asya’dan
dönünce vefat etti. Olayı bilenler, ‘Siyasete soyunmalısın’ dediler.”
Ali Coşkun, bu olay üzerine 1995’te ANAP’tan İstanbul Milletvekili seçildiğini belirtiyor. Coşkun, ANAP’tan ayrılışını ise şu sözlerle özetliyor: “Mesut Bey,
‘Rahmetli Özal’a yakın olan arkadaşlarla beraber tekrar 1983 Anavatan ruhunu
getirmek istiyorum’ diyerek bizi partiye davet etti. Biz de inanarak girdik ama bir
müddet sonra o ruhun olmadığını öğrendik.”
Mayıs 2013
“İçimde ukde kaldı”
Siyaset yolculuğuna Fazilet Partisi’nin
ardından kuruluşunda görev aldığı AK
Parti’de devam eden Ali Coşkun, 58.
ve 59. hükümetlerde Sanayi ve Ticaret
Bakanlığı yaptı. Tecrübeli siyasetçi,
“Çırak lık dönemimden başlayarak
sanayi ve ticaretin içinden gelen biriyim. Bunun yanı sıra İstanbul Sanayi
Odası’ndaki tecrübem ve TOBB birikimim dolayısıyla Sanayi ve Ticaret
Bakanlığı benim için yabancı değildi.
Sektör temsilcileri ve kuruluşlarıyla iyi
bir diyalog kurduk” diyor. Türkiye’nin
ekonomik açıdan acil meselelerini
iyi bildiğini ve Ekonomik Sorunları
Değerlendirme Kurulu’nu (ESDK) kurduğunu anlatan Ali Coşkun, “Kurul’da
beş yatırımcı bakan ve sektör temsilcileri bir araya geldi, fevkalade bir
Röportaj
sorun çözme kampanyası başladı.
Sonradan özel sektörle bir araya gelme
işini kaldırdılar, bakanlar arasındaki
Kurul’a önem verdiler. ESDK’nın benden sonra çalışmaması bir kayıptır”
diye konuşuyor. Coşkun, bakanlığı
dönemindeki önemli çalışmalardan
birkaçını ise şöyle sıralıyor: “Tüketici
hakları çok ihmal edilmişti. Tüketici
Hakları Kanunu’nu çıkardık. KOBİ’lere 36 çeşit teşvik getirdik. Akaryakıt
kalitesini belirlemek ve kaçakçılığı
önlemek üzere denetimlere başladık.
Tahlil cihazlarının bulunduğu seyyar
laboratuvarlar kurduk. Bakanlığım
zamanında aslında kanunda olup da
yapılmayan piyasa denetim hareketleri
başlattık. Türkiye’de patent mef humunu canlandırdık. TSE’ye yeniden
şahsiyet kazandırdık. Akreditasyon
Kurulu’nu güçlendirdik, CE belgelerini
biz vermeye başladık. Şeker Fabrikaları
Cumhuriyet tarihinde hep zarar etmişti, şekere zam yapmadan 27 şeker
fabrikasını kârâ geçirdik.”
Ali Coşkun’un “İçimde ukde kaldı”
dediği konu ise şu: “Büyük Mağazalar
Yasası’nı çıkarmak için uğraştık, fakat
engellendi, hâlâ da çıkmadı. Biz büyük mağazalara karşı değildik, sadece
‘Alışveriş merkezlerinin yeri nüfus durumu, trafik ve şehirleşmeye göre imar
planında belirlensin’ dedik. ‘İmar planı
birçok yerde yok, yetişmez’ dediler. O
zaman ‘Valilerin başkanlığında bir
komisyon kuralım, alışveriş merkezlerinin yerine onlar karar versin’ dedik
ama yasayı çıkaramadık. Yasa hâlâ yok,
esnaf bu nedenle büyük sıkıntı içinde.”
“Herkes üzerine
düşeni yapmalı”
Ali Coşkun’a Türkiye gündemindeki
iki önemli konuyu sorduk: Yeni anayasa çalışmaları ve Akil İnsanlar Heyeti ile birlikte yeni bir boyut kazanan
çözüm süreci… Tecrübeli siyasetçi şu
Bir şiir tutkunu
Ali Coşkun, iş hayatı ve siyasetteki çalışmalarının yanı sıra şiirleriyle de adından söz ettiriyor. Şiire ilgi duymasında annesinin etkisi olduğunu belirten Coşkun, şunları söylüyor:
“1945 yılı… Pek çok kişi okuma-yazma bilmiyor. Gurbetteki eşinden mektup alan gelinler
koşarak annemin yanına geliyor. Annem mektubu okuyor, onların ağzından cevap yazıyor,
altına da bir dörtlük ekliyor. Büyükannem de lirik dörtlük söylerdi. İlkokulda şiir yazmaya
başladım. Ben edebiyatçı değilim, amatör ruhla duygularını, düşüncelerini kaleme alan
biriyim. Şiirlerimden en son ‘Egemenlik Türküsü’ bestelendi.”
görüşleri dile getirdi: “Ülkemizin kalkınmasını ve barış ortamını istiyorsak el ele
verip siyasi istikrarı sağlamamız lazım. Üzüldüğüm nokta şu; liderlerin birbirlerini kötülemeleri, hatta hakaret ederek eleştirmeleri ülkeyi muazzam bir gerginlik
ortamına sürüklüyor. Liderlerin yarattığı gerginliğin dalga dalga talebe ve halk
hareketlerine yansımasından endişe ediyorum. Son zamanlarda üniversitelerde
farklı görüşlerdeki gençlerimizin çatışmalarını bunun bir habercisi olarak üzüntüyle izliyorum.
Sivil bir anayasanın yapılabilmesi için partilerin daha anlayışlı davranmalarını
bekliyorum. Yeni anayasayı tüm partiler taahhüt etti, ancak günler gelip geçmesine
rağmen hâlâ beklenen safhaya girilemedi. Hem sivil bir anayasanın hazırlanması
hem de terör olaylarına son verilmesi için herkes üzerine düşeni yapmalı, barış
sürecine katkıda bulunmalı. Akil adamların millet tarafından tam olarak anlaşılıp benimsenmediği görülüyor. Çünkü ne yapılacağı, sürecin nasıl işleyeceği tam
olarak bilinmiyor. İnşallah başarılı ve faydalı olurlar.”
Mayıs 2013
49
50
Dosya / Söyleşi
Gençlik ve
Spor Bakanı
Suat Kılıç:
GENÇLİĞE
GÜVENİYORUM
Mayıs 2013
Dosya / Söyleşi
Kabinenin en genç
bakanı Suat Kılıç,
“19 Mayıs Atatürk’ü
Anma, Gençlik ve Spor
Bayramı” dolayısıyla
dergimizin konuğu...
Gençlik projelerinden
spor yatırımlarına
kadar çeşitli konularda
önemli açıklamalarda
bulunan Kılıç,
“Başarımı gençlerden
aldığım enerjiye
borçluyum” diyor.
Söyleşi: Zeynep Yiğit
Bu ay 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik
ve Spor Bayramı’nı kutluyoruz. Bu vesileyle Gençlik ve Spor Bakanı olarak nasıl
bir mesaj vermek istersiniz?
1919 yılı; Samsun’da başlayıp Havza,
Amasya, Sivas ve Erzurum’un ardından Ankara’da alınan kutlu kararların
başlangıcıdır. Bu kararlar Türk milletinin kendi kaderini ve kendi savaşını
ilan etmek üzere milli egemenliği
teslim alışının ilk adımıdır. 19 Mayıs
1919 olmasaydı Hacı Bayram’daki namazın ardından 23 Nisan 1920’de millet egemenliğini hakim kılmak üzere
Türk iye Büy ük Millet Meclisi ’nin
açılışı da söz konusu olmayacaktı. 19
Mayıs 1919 olmasa 30 Ağustos Zaferi
yaşanamayacak, 29 Ekim’de Cumhuriyet ilan edilemeyecekti. “19 Mayıs” işte
bu kadar anlamlı, değerli ve önemli bir
tarihin, bu kadar kutlu bir başlangıcın
adıdır. Gençlerimizin 19 Mayıs ruhunu
bu yönüyle anlaması ve içselleştirmesi
gerekiyor.
Bakanlığınız gençlere yönelik çeşitli
proje ve kampanyalar yürütüyor. Bunlar
arasında sizin özellikle üzerinde durduğunuz konular nelerdir?
Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın kuruluşu ile birlikte yıllarca ihmal edilmiş
olan gençlik politikalarını tek elden
yürütmeye başladık. Böylece gençlik
politikalarını sporun gölgesinden
kurtarmış olduk. 2012 yılında yürüttüğümüz 24 projeden 200 bin genç
yararlandı. Bu yıl projelerimize 500
bin genci ortak ediyoruz. Gençlik
politikalarımızı gençlerle beraber
şekillendiriyor ve yolumuza birlikte
devam ediyoruz. 2013 yılında tam 276
gençlik projesini uygulamaya başladık.
Bunlardan 26’sı bizzat bakanlığımız
Mayıs 2013
51
52
Dosya / Söyleşi
tarafından yürütülüyor. Diğerleri ise bakanlığımızın desteği
ile gerçekleştiriliyor. 2013 yılında Gençlik Projeleri Destek
Programı kapsamında 150’nin üzerinde yeni projeyi destekleyeceğiz. Sivil toplum örgütleri ve gençlerin hazırladığı
gençlik projelerine 250 milyon TL’ye kadar destek sağlıyoruz.
Hem proje hazırlıyor ve uyguluyoruz hem de hazırlanan
projelere destek oluyoruz. Daha ne olsun...
Mayıs 2013
Gençlerimizin sorunları dikkate alındığında hangi noktalar
ön plana çıkıyor? Bunların çözümüne yönelik çalışmalarınız
nelerdir?
Gençlere yönelik eleştirileri haksız buluyorum. Ben bu
eleştirileri yapanların gençliğimizi tam olarak tanıdıkları
kanısında değilim. Göreve başladığımız günlerde yaklaşık
10 bin genci kapsayan bir araştırma yaptırdık. Araştırmanın
sonucunu tek cümleyle özetlemem gerekirse; “Gençlik elden
gitmiyor.” Gençlerde alkol ya da madde bağımlılığı zannedildiği kadar yüksek bir hızla artmıyor. Bu açıdan baktığımızda gençlerimiz hakkında karamsar bir tablo çizmeye
gerek yok. Biz tabii sadece araştırma yapmakla yetinmedik.
Bu araştırma üzerine varoşlardaki, sokaktaki, sanayideki
gençlere yönelik sportif çalışmalar başlattık. Hazırlayıp
yürürlüğe koyduğumuz gençlik projelerini bu araştırma
sonuçlarına göre şekillendirdik.
Gençlerimizin bana göre tek eksiği az okumaları. Bunu her
fırsatta yüzlerine de söylüyorum. Az okuyorlar, az araştırıyorlar. Gençlerimizin dar kalıplardan, şabloncu yaklaşımlardan
kurtulması gerekiyor. Kendi enerjilerini, bu coğrafyanın zenginliğini, kaynak ve becerilerini keşfetmeleri lazım. Biz onlara
güveniyoruz, onların da kendilerine güvenmeleri gerekiyor.
Dosya / Söyleşi
Ülkemiz önemli uluslararası organizasyonlara hazırlanıyor. Öncelikle “17. Akdeniz Oyunları-Mersin 2013”ün hazırlık
sürecini ve ülkemiz için önemini değerlendirebilir misiniz?
Hazırlık süresi yedi yıl olan Akdeniz
Oyunları’nı 18 ay gibi kısa bir zamanda
yapmayı başararak yabancıların bile
itiraf ettiği Türk mucizesini gerçekleştirmiş bulunuyoruz. Mersin’de müsabakalar 54 tesiste yapılacak. Bunların
19’u on sekiz aydan daha az bir sürede
inşa edilen yepyeni tesisler. Diğer tesisleri de yeniledik. Mersin Stadyumu
şu an %87 oranında tamamlanmış
durumda. Jimnastik salonu, bocce
bowling tesisimizin inşaatı mayısta
tamamlanmış olacak. Erdemli’deki
atış poligonumuz Avrupa’nın iki ya da
üç, Türkiye’nin ise bir numarası. Açık
ve kapalı tenis kortlarımızın inşaatı
tamamlandı. 4 bin 500 kişilik Akdeniz
Oyunlar Köyü kuruyoruz. Oyunlar
Köyü, organizasyonun ardından yükseköğretim yurdu olarak öğrencilerimize tahsis edilecek. Bu stadyumlar,
kortlar, salonlar, atış poligonları, olimpik ve yarı olimpik antrenman yüzme
havuzları Mersin’i bir spor kentine
dönüştürecek.
Ülkemiz için çok önemli bir organizasyon. 32 branşta yarışların yapılacağı
oyunlara 24 ülkeden 6 bin 92 sporcu
katılıyor. Londra’daki yaz olimpiyatlarında 10 bin 470 sporcu vardı. Mersin’e
gelecek 6 bin 92 sporcuyu göz önüne
aldığımızda Akdeniz Oyunları yarı
bir olimpiyattan daha büyük bir organizasyon olacak.
İstanbul, 2020 Yaz Olimpiyatları’na
aday. Olimpiyat şehrinin açıklanacağı 7
Eylül 2013’te gülen taraf olmamız için
Türkiye’nin avantajları nelerdir?
İstanbul ve Türkiye’nin avantajları ya
da artıları saymakla bitecek gibi değil.
Gençlerimizin
dar
kalıplardan,
şabloncu
yaklaşımlardan
kurtulması
gerekiyor. Kendi
enerjilerini, bu
coğrafyanın
zenginliğini,
kaynak ve
becerilerini
keşfetmeleri
lazım. Biz onlara
güveniyoruz,
onların da
kendilerine
güvenmeleri
gerekiyor.
Bir kere Türkiye, “ekonomik istikrar ve dinamizmin adresi”
konumunda. Hem Hükümet hem İstanbul kenti olarak sağlam bir vizyona sahibiz. Bu en önemli avantajlarımızdan biri.
Türkiye’nin adaylık başvurusunun altında dünyada istikrar
abidesi bir lider olan Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın
imzası ve 12’den fazla bakanlığımızın garanti mektupları
var. Yani tam bir siyasi kararlılık söz konusu. İş dünyamızın
desteği var. Türk sermayesi, İstanbul’u olimpiyat kenti olarak
görmeye hazır. Büyük sermaye grupları sponsorluklarını
ortaya koymak suretiyle adaylık bütçemizin yarıdan fazlasını karşılayacak bir ekonomik birikimi üreterek komitemize
teslim etti.
Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin (IOC) yaptığı kamuoyu araştırmasına göre İstanbul halkının %83’ü olimpiyatlara ev sahipliği yapmak istiyor. Halk desteği açısından
rakiplerimiz Tokyo ve Madrid’i geride bırakmış durumdayız.
Olimpiyatlara ev sahipliği yapma konusundaki kararlılık ve
vizyonumuzu IOC Değerlendirme Komisyonu üyeleri de fark
etti. Cumhuriyetimizin 100. kuruluş yıldönümüne yönelik
hedeflerimizle 2020 hedeflerimizin örtüştüğünü onlar da
benimsedi ve bunu giderken ifade ettiler. Bakın, buraya kadar
henüz İstanbul’un vaat ettiği artıları saymış değilim.
Bakanlığınızın büyük bir “spor yatırım hamlesi” başlattığını
görüyoruz. Biraz bu çalışmalardan söz eder misiniz?
Türk spor tarihinin en büyük altyapı ve tesis hamlesini
başlatmış durumdayız. 2012 yılında büyük bir spor yatırım
hamlesi ile 405 spor tesisinin inşasına başlamıştık. 2013
Mayıs 2013
53
54
Dosya / Söyleşi
yılındaki yeni projelendirmelerle bu sayı 730’u buldu. 78 adet gençlik merkezi, 30
adet yüzme havuzu, 129 adet spor salonu, 13 adet sentetik yüzeyli atletizm pisti,
250 adet sentetik ve doğal yüzeyli futbol sahası ve 31 adet diğer spor tesisi olmak
üzere toplamda 730’dan fazla altyapı hamlesini yürütüyoruz. Stadyum projelerimiz
tam gaz devam ediyor.
İki yılda 730’dan fazla spor tesisisin inşasına başlamak gerçekten çok büyük
bir hamle. Bu, Türkiye’nin gücünü ortaya koyması açısından önemli. Birçok ülke
ekonomik krizle boğuşurken biz Cumhuriyet tarihinin en büyük spor yatırım
hamlesini gerçekleştiriyoruz. Bu eserler yeni dönem Türkiye’sinin eserleri. Bu
tesisler bir veya iki yıl içinde hizmete girdiğinde Türk sporunun altyapı ihtiyacı
büyük oranda giderilmiş olacak.
Futboldan atletizme, güreşten basketbola uzanan spor branşlarında ülkemizin geldiği
noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Geliştirilmesi ve desteklenmesi gerektiğini düşündüğünüz branşlar var mı?
Türk sporunun yapısal sorunları var. Atletizmden güreşe, basketboldan futbola
kadar her branşta sorunlar mevcut. Göreve geldiğimiz günden beri Türk sporuna sistem kazandırmayı kendimize ilke edindik. Milli takımlarımızın sporcu
kaynakları sınırlı. Çünkü spor yapan, sporla iç içe yaşayan bir toplum değiliz.
75 milyonluk bir ülke olmamıza rağmen lisanslı sporcu sayımız 3 milyon 600
bin. Oysa bu sayının en az 10 milyon olması gerekiyor. Bu amaçla Olimpiyatlara
Sporcu Yetiştirme Programları hazırladık. Ulusal Spor Planı yaptık. 12 kentimizi
olimpiyatlara sporcu yetiştirme merkezi ilan ediyoruz. Bu kentler spor altyapısını
büyük oranda tamamlamış olacak. Türk spor envanterini çıkarıyoruz. Bütün federasyon başkanlarına Türk sporuna sistem kazandıracak hocaları bulup Türkiye’ye
getirmeleri talimatını verdim. Yavaş yavaş meyvelerini de almaya başladık.
Türk sporundaki sorun sadece profesyonel yarışmalara çıkacak sporcu sayısı
ile sınırlı değil. Biz spor yapan bir toplum değiliz. Bu nedenle bir yandan profes-
yonel sporcu kaynaklarını çeşitlendirmeye çalışırken bir yandan da sporu
tabana yaymanın uğraşını veriyoruz.
Herkesin en az bir spor ayakkabısı ve
eşofmanı olsun istiyoruz. Buna yönelik
özel projeleri de uygulamaya koyduk.
Milletvekili seçildiğinizde Meclis’in “en
genç” ismiydiniz. Şimdi de genç bir bakan
olarak çalışmalarınızı yürütüyorsunuz.
Bu özelliğiniz gençlerle iletişiminize ve
Bakanlık çalışmalarına nasıl yansıyor?
Genç bir bakan olarak gençliğin gücünü ve dinamizmini arkamıza alarak
çalışmalar yaptık. Gençlerle iletişim
kurma noktasında en küçük bir sorun
yaşamıyorum. Bu büyük bir avantaj.
Mümkün olduğu kadar hayatın her
sahasında onlarla birlikte olmaya
çalışıyorum. Yurtlarda, spor salonlarında, sokaklarda onları dinliyor,
onlardan aldığım enerjiyle politikalar
üretiyorum. Eğer biraz başarılıysak
bu onların başarısıdır. Gençliğe çok
güveniyorum.
Mayıs 2013
Türk Parlamenterler Birliği’nden
Üye aidatlarımız 16. Olağan Genel Kurul
kararıyla 2013 yılında yıllık 120 TL’dir.
Bankalar tarafından müşterilerine, uluslararası Banka
Hesap Numarası (IBAN) verilmektedir. Üyelerimizin aidatlarını yatırırken
problem yaşamamaları için Birliğin IBAN Numarası aşağıda belirtilmiştir.
Bilindiği gibi 2002’de yıllık 30 TL olan üye aidatları
2004 yılından beri 60 TL ve 2013 yılından itibaren 120 TL’dir.
Geriye doğru aidat borçlarının buna göre hesaplanması ve
Birliğimizin aşağıdaki hesap numarasına yatırılması,
Türk Parlamenterler
Birliği ANKARA
KONUKEVİ
Üyelerimiz ve misafirlerine
hizmet vermektedir.
Royal Anka Hotel
Tel: 0312 446 38 86
Bayraktar Mahallesi Bayraklı Sokak
No: 35 GOP / Ankara
5253 sayılı Dernekler Kanunu’na göre, alınan aidatların
belgesine üyelerin TC Kimlik Numaralarının yazılması gerekmektedir.
Üyelerimizin TC Kimlik Numaralarını
mektup veya telefonla Birliğe bildirmeleri rica olunur.
TPB Haber Portalı www.tpb.org.tr
Fax Hattı: 0312 420 66 24
Sayın Üyelerimiz, her konuda bize ulaşabilirsiniz.
Türk Parlamenterler Birliği
TBMM B Blok 2. Asma Kat 06540 Bakanlıklar / ANKARA
Tel: 0 312 420 66 21 Fax: 0 312 420 66 24
Türk Parlamenterler Birliği
Ziraat Bankası TBMM Şubesi
IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001
Sağlık Hattı
Sağlık uygulamaları, hastaneler ve
anlaşmalı eczanelere ilişkin her türlü
bilgi için 0312 420 0 112 numaralı
telefonu arayabilirsiniz.
56
Söyleşi
CHP’li genç vekil Faik Tunay:
Gençler
geleceğimiz
değil
bugünümüz
CHP İstanbul Milletvekili Faik Tunay
1981 doğumlu. 12 Haziran 2011’deki
genel seçimlerde 30 yaşındayken
milletvekili olma onuruna erişen Tunay,
Meclis’in en genç isimlerinden biri.
Henüz 18 yaşındayken Anavatan
Partisi Gençlik Kolları’nda başlayan
siyaset yaşamında başarılı bir grafik
çizen Faik Tunay ile Meclis’te genç
olmayı konuştuk.
Söyleşi: Zeynep Yiğit
TBMM 24. Dönem’in en genç milletvekilleri arasındasınız.
Meclis’te genç olmanın zorlukları ve güzelliklerini yaşıyor musunuz?
Yalnız Meclis’te değil toplum içinde her yerde genç olmanın
zorluklarını yaşıyoruz. Toplumumuz özellikle darbelerin
maddi-manevi sonuçlarının etkisiyle gençliği hep potansiyel
tehlike olarak görmüş. Gençlik her zaman sırasını beklemesi
gereken bir jenerasyon olarak değerlendirilmiş. Bu nedenlerle
gençliğe hep sözde imkanlar tanınmış. Ülkemizde çok sık
Mayıs 2013
Söyleşi
söylenen bir cümle var; ‘Gençlik bizim
geleceğimizdir’ deniyor. Bu cümle
aslında çok samimiyetsiz, gençliği
öteleyen, gençlere ‘Sen sıranı bekle’
diyen bir ifade. Ben 32 yaşındayım.
Bugün bile Birleşmiş Milletler’in veya
Avrupa Birliği’nin gençlik tanımına
uymuyorum. Dolayısıyla ‘Sen sıranı
bekle’ dendiğinde, bugünün genci ileride gençlikten çıkmış oluyor. Gençlik
bizim geleceğimiz değil bugünümüz
aslında. Benim enerjimden devletin
bugün yararlanması gerekiyor. Bu ülke
yıllarca hep tecrübeye önem verdi,
enerjiyi, gençliği yanına almadı, o yüzden de istenen noktaya gelemedi. Bu
dönem biraz daha umutluyuz. Çünkü
ilk defa TBMM 24. Dönem’de 35 yaşın
altında birçok milletvekili var. Sayı yeterli mi, elbette değil. Ancak geçmişle
kıyasladığımızda olumlu yönde atılan
adımlar var. İnşallah bundan sonraki
dönemde biz genç milletvekillerinin
yapacağı çalışmaların da olumlu etkisiyle siyasi parti liderleri listelerinde
çok daha fazla gence yer verir.
Genç bakış açısının Meclis çalışmalarına
yansımasının avantajları nelerdir?
Gençler dünyayı daha iyi kavrıyorlar,
teknolojiyi daha iyi özümsüyorlar.
Teknolojinin imkanlarını kullanarak
dünyanın dört bir yanıyla iletişim kurduğunuzda, arkadaşlar edindiğinizde,
seyahatler yaptığınızda olaylara at
gözlüğüyle bakmıyorsunuz. Meclis’te
büyüklerimizin tartışmalarını, kısır
çekişmelerini görüyorum. Bir de genç
milletvekillerine bakıyorum, biz gerçekten farklıyız. Hangi partide olursak
olalım olaylara farklı bir bakış açısıyla
yaklaşıyoruz. Farklılıkların en büyük
zenginlik olduğunu kabul ediyoruz.
Oysa büyüklerimiz farklılıkları hep
bir tehlike olarak görüyorlar; böyle
düşündüğünüzde farklı insanlarla anlaşmanız, uzlaşmanız mümkün değil.
Engellilerle
ilgili çalışmalarımı
çok
önemsiyorum.
Meclis’in ilk
günü milletvekili
rozetimi
görme engelli
bir ablamıza
taktırdım. Bunu
bir farkındalık
yaratmak
için yaptım
ve amacıma
da ulaştım.
Milletvekili olduğunuzda gerçekleştirmeyi düşündüğünüz çalışmaları hayata geçirme fırsatı bulabildiniz mi?
Milletvekilinin bir yasama dönemi içerisinde her şeyle ilgilenmesi, her derde deva bulması mümkün değil. Bu nedenle
kendime öncelikli konular belirledim: 1. Gençliğin Türk
toplumundaki rolü ve yeri, 2. Eğitim, 3. Engelliler. Eğitim
konusunda özellikle yabancı dil üzerinde duruyorum. Ben 5
yabancı dil biliyorum, dünyayı sürekli geziyorum. Yabancı
dil bilmeyen bir insanın bugünün dünyasında başarılı olması
mümkün değil. Engellilerle ilgili çalışmalarımı çok önemsiyorum. Meclis’in ilk günü milletvekili rozetimi görme engelli
bir ablamıza taktırdım. Bunu bir farkındalık yaratmak için
yaptım ve amacıma da ulaştım. Seçildiğim günden bu yana
engellilerin hemen her aktivitesine katılmaya özen gösteriyorum. Elbette, saydığım bu üç temel başlık dışındaki konularla
da ilgileniyorum ve kendi gücüm ölçüsünde çözüm bulmaya
çalışıyorum. Ben muhalefet etmeyi “her şeye muhalefet
etmek” olarak algılamıyorum. Muhalefet doğruya doğru,
yanlışa da yanlış diyebilmeli. İktidarın yanlış uygulamalarını
eleştiriyorum, doğru yaptığı şeyleri de alkışlıyorum. Böyle
davrandığınız zaman geniş toplum kesimlerinden teveccüh
görüyorsunuz.
Mayıs 2013
57
58
Kulak
ardı
etmemek
gerek
10-16 Mayıs Engelliler
Haftası... Sorunlar ve
çözüm önerileri kadar
başarıları da konuşacağız
bu hafta vesilesiyle...
“Engel”leri aşıp
uluslararası zaferlere
ulaşanlar arasında işitme
engelli sporcular da yer
alıyor. Onlar, azimleriyle
kocaman bir alkışı hak
ediyor.
Mayıs 2013
Gökçe Doru
İ
şitme engelli biri gözlerini kapattığında tamamen karanlığa büründüğünü sanırız. Işık yoksa ve zaten duymuyorlarsa dünyayla tüm bağlantıları
kesilmiş gibi gelir bize. “İnsan” sayılabilmek için tüm duyu organlarımızla
algılayabiliyor olmak yeterliymiş gibi.
Hislerimizin hiçbir önemi yokmuş gibi.
Halbuki dünya düzeninin kulakları sağır eden gürültüsüne karşı, bazen sağır
olmayı ve gözlerini kapatıp huzur içinde kendiyle baş başa kalmayı dilemeli
insan. “Gürültü kirliliği” adında bir
terim bulacak kadar patırtıdan rahatsız
59
olduğu halde en çok gürültüyü kendi
çıkaran âdemoğlu, yine de bir Allah’ın
günü dilemez sağır olmayı.
İşitme engelliler ses dalgalarını algılayamazlar; konuşma, duyulan sesi
taklit etme sonucu meydana geldiği
için konuşamazlar da. Bu yüzden sağır
olan aynı zamanda dilsizdir genelde.
İki bedensel engelin bir arada
olması, normal insanların rutinde kolayca yaptıkları, üstün yetenek, zeka ve daha
da önemlisi “normallik”
gerektirmeyen faaliyetlerin (yemek yemek, kitap okumak, spor yapmak
vb.) yapılmasına engel değildir
elbette. Rutin ötesi faaliyetlere de
engel değildir; başarılı olmak, madalya
almak, hatta şampiyon olmak gibi. Çok
önemli işler başaran çok önemli insan
olmak için engelsiz olmaya gerek yok.
Beethoven ve Edison sağırdı; onları
tanımayan var mı?
Bu çok önemli işlerden biri, uluslararası platformlardaki başarılarla ülkeye kazandırılan saygınlık olabilir mesela. Özellikle futbolda millîlerimizin
başarılarını günlerce gözümüze kulağımıza sokan işitsel ve görsel medya,
söz konusu daha az para eden, pardon,
daha az ses getiren başarılara pek sessiz
sedasız kalıyor nedense... Mevzubahis
millî başarıysa bu da millî başarı.
Türkiye’nin sesi oldular
Dünyada pek çok branşta ülkemizi
temsil eden ve çoğundan alnının
akıyla çıkan işitme engelli takımlarımızdan bahsedelim biraz. Bu başarıları duymayanlara
hayrımız dokunsun.
21 Kasım 1990 tarihinde
Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü bünyesinde Türkiye
Özürlüler Spor Federasyonu
(TÖSF) kuruldu. Federas-
İşitme
Engelliler
Spor
Federasyonu’na
bağlı 114
kulüp, Türkiye
genelinde
1137 bayan,
6745 erkek,
toplam 7882
adet sporcu
bulunduruyor.
yon, özürlü sporcuların kendi aralarında düzenledikleri sportif faaliyetleri bir bünye altında
toplayıp daha disipliner bir topluluk
oluşturdu. Farklı branşlarda
oluşturulan toplulukların
faaliyetleri, yurt genelinde
yaygınlaştırı lıp kazanılan başarıların ardından
uluslararası platformlara
taşındı. 2000 yılında ise bu
federasyon altında İşitme
Engelliler Spor Federasyonu
kuruldu. Bu federasyona bağlı
114 kulüp; Türkiye genelinde 1137
bayan, 6745 erkek, toplam 7882
adet sporcu bulunduruyor. Bu sayıyı
Türkiye’deki işitme engellilerin sayısına
oranlarsak, federasyonun sportif faaliyetleri yaygınlaştırma çalışmalarındaki başarısını göz
ardı edemeyiz.
İşitme Engelliler Federasyonu’na bağlı sporcu arkadaşlarımız, herhangi bir yetenek yarışmasında boy göstermediklerinden halk olarak pek bilmesek de, bakın nelerle uğraşıyorlar: Futbol, basketbol, voleybol, hentbol, güreş, masa tenisi,
satranç, kayak, yüzme, atletizm, bowling, badminton, halk
oyunları, tenis, teakwondo, karete, judo ve futsal. Federasyon tam 18 dalda faaliyet gösteriyor. Bu spor branşlarında
işitme engelliler için özel kurallar yok; engelsiz sporcularla
aynı oyun kurallarına tabiler. Kurallar özel olmasa da, devlet
ödüllendirmelerinde engelsiz sporculardan farklı kurallar
geçerli onlar için. Yani devlet tarafından ödüllendirilmeleri
biraz daha zor.
Alman filozof Immanuel Kant “Görmemek insanı eşyadan, duymamak insanı insandan ayırır” demiş. Türkiye’deki
işitme engelliler, özellikle işitme engelli sporcular Kant’ın bu
sözünü yalanlarcasına birbirlerine kenetlenmiş ve gösterdikleri başarılarla Türkiye’nin gururu olmuşlar yıllarca. Haber
bültenlerinde ve gazetelerde kısaca bahsedilen ve halkın pek
de ilgisini çekmeyen (en azından kimse arabalarla konvoy
oluşturup kornalar ve silahlar eşliğinde şampiyonluk kutlamadı, kimse yaralanmadı, kimse ölmedi), sessiz sedasız
kutlanan başarıların neler olduğuna bakalım.
İşitme Engelliler Güreş Millî Takımımız ata sporumuz
olan güreşte 1994 yılından bu yana büyük başarılara imza
atmış. 5-12 Ekim 2004 ve 1-11 Eylül 2012 tarihlerinde
Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da düzenlenen güreş müsabakalarında millî takımımız Dünya Şampiyonu olmuş.
Mayıs 2013
60
Voleybolda, Avrupa ve dünya şampiyonalarında bir çok başarı elde eden İşitme
Engelliler Millî Voleybol Takımımız, 2011 yılında Antalya’da yapılan Erkekler ve
Bayanlar Avrupa Voleybol Şampiyonası’nda üçüncü olmuş.
14-21 Nisan 2012 tarihleri arasında, İtalya’da düzenlenen İşitme Engelliler Avrupa Hentbol Şampiyonası’nda İşitme Engelliler Millî Hentbol Takımı dört galibiyete
karşılık bir yenilgi alarak ikinci olmuş.
2007 yılında Amerika’da düzenlenen Dünya Kış Oyunları’nda, İşitme Engelliler
Kayak Millî Takımımız 3x10 km krosta üçüncü olmuş.
2002 yılından beri Atletizm’de büyük başarılar elde eden işitme engelli sporcularımızın aldığı en kötü derece Avrupa veya Dünya üçüncülüğü.
İşitme Engelliler Futbol Ligi ise ülkemizde otuz iki yıldır düzenlenmekte. Diğer
branşlarda olduğu gibi futbolda da işitme engelliler için özel oyun kuralları yok.
İşitme Engelliler Futbol Millî Takımımız 1997 yılında Danimarka’nın Kopenhag
şehrinde yapılan 18. İşitme Engelliler Olimpiyatları’nda Dünya Şampiyonu, 2008 yılında Yunanistan’ın Patras şehrinde gerçekleştirilen İşitme Engelliler Dünya Futbol
Şampiyonası’nda ise ikinci olmuş. Tarih daha yakın olduğu için belki kulağımıza
çalınmıştır, 16-28 Temmuz 2012 tarihlerinde Ankara’da düzenlenen Dünya İşitme
Engelliler Futbol Şampiyonası’nda millîlerimiz Japonya’yı 3-0 yenerek yarı finale,
Rusya’yı 3-2 yenerek finale yükseldi ve final karşılaşmasında Mısır’ı 1-0 yenerek
Dünya Şampiyonu oldu.
Mayıs 2013
Duymayan kim?
Uluslararası müsabakalarda ülkemizi
temsil eden ve Türkiye’nin sesi olan
işitme engelliler takımlarımızın başarılarını, gazeteler ve televizyonlar
kulağımıza fısıldadı. Gençlik ve Spor
Bakanı Suat Kılıç’ın engelli sporculara
destekleri olmasa, o da olmayacaktı.
Bazen çok dinleyip az söylemek yeğdir de, bazen “iki kulak bir dil için”
atasözünü bir kenara bırakmak gerekir; özellikle millî bir başarıdan söz
ediliyorsa.
Temmuz 2013’te Bulgaristan’da İşitme Engelliler Olimpiyatları başlayacak
örneğin. “Olimpiyat” denince bir duruyor insan (ülkecek yıllardır süregelen
olimpiyat kompleksimiz nedeniyle olsa
gerek) ama başında “işitme engelliler”
olunca sadece y ürekten bir başarı
diliyor ve unutup gidiyoruz. 2017 yılında da yaklaşık 4 bin sporcunun katılacağı İşitme Engelliler Olimpiyatları
Ankara’da düzenlenecek. Ülkemiz için
sevindirici bir haber. Umarım daha
çok yazılır-çizilir, halkımızın daha çok
haberi olur da olimpiyatlar için takımlarımıza gerekli desteği vererek onların
daha yüksek motivasyonla yarışmalara
katılmasını sağlayabiliriz.
62
Röportaj
Murat Karayalçın:
Siyaset ufuk ve
cesaret istiyor
Röportaj ve Fotoğraflar: Songül Baş
CHP Parti Meclisi Üyesi Murat
Karayalçın, “Çeyrek yüzyıl
önce Kürt sorununun çözümü
için öneriler sunduğumuzda
çok yıpratıldık. Zaman içinde
doğruluğumuz görüldü”
diyor. Tecrübeli siyasetçi,
dış politikayı ise iki döneme
ayırıyor: Arap Baharı’ndan önce
ve sonra…
Mayıs 2013
T
ürkiye’nin zor yılları… Terör olaylarının artış gösterdiği,
faili meçhul cinayetlerin gündemden düşmediği, ekonomik kriz nedeniyle “acı reçete”nin uygulandığı zamanlar…
Hükümette DYP-SHP koalisyonu, Başbakanlık koltuğunda
Tansu Çiller var. 50. Hükümet’in Başbakan Yardımcısı ise
Murat Karayalçın… “Allah Türkiye’ye bir daha 1993-94 yıllarını yaşatmasın” diyen Karayalçın ile hem o dönemi hem
de günümüzü konuştuk. Dışişleri eski Bakanı kimliğiyle
ülkemizin dış politikasına ilişkin çarpıcı değerlendirmelerde
bulunan Karayalçın, “Kürt sorunu”nu ise geçmişi hatırlatarak
yorumladı: “Siyaset ufuk ve cesaret istiyor. Biz çeyrek yüzyıl
önce Kürt sorununun çözümü için önerilerimizi dile getirdiğimizde çok eleştirildik, çok yıpratıldık. Ne kadar doğru bir
iş yaptığımızı ise zaman gösterdi.”
CHP Parti Meclisi Üyesi Murat Karayalçın, en son TBMM
20. Dönem’de Meclis çatısı altında yer aldı. 1995’te Samsun
Milletvekili seçilen Karayalçın, o dönemi anlatırken TBMM
Dışişleri Komisyonu Başkanlığı’na vurgu yapıyor: “Meclis’in
çok önemli komisyonlarından birinin 2,5 yıl başkanlığını
Röportaj
yapma onurunu yaşadım. Dışişleri
Komisyonu’nun çalışmalarıyla ilgili
iki önemli girişimimiz oldu. Dönemin
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e
parlamenter diplomasinin büyük önem
taşıdığını ifade ettik ve yurt dışı gezileri ile yurt içinde yabancı heyetleri
kabulünde TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı ya da üyelerinin de yer
almasını önerdik. Sayın Demirel bunu
kabul etti. İkinci önemli girişimimiz,
Balkan ülkeleri parlamentolarının
dışişleri komisyonlarını bir konferans
çatısı altında örgütlememizdi. İlk toplantıyı 1999’da Ankara’da yaptık, son
derece yararlı oldu.”
“Atatürkçü dış siyaset
izlenmeli”
Dışişleri eski Bakanı Murat Karayalçın, günümüzde izlenen dış politikayı
değerlendirirken Arap Baharı öncesi
ve sonrası olmak üzere iki ayrı tablo
çiziyor: “Türkiye’nin Arap Baharı diye
adlandırılan tarihe kadar komşularıyla
yakın ve güçlü ilişkiler içine girmesin-
Türkiye
bölgemizde
ve yakın
çevremizdeki
yeni
gelişmelerin
ışığında dış
siyasetini
yeniden
belirlemelidir.
den memnuniyet duymuştum. Arap Baharı’ndan itibaren
komşularımızla ilişkilerde çok ciddi sorunlar yaşanmaya
başladı. Bu durumu üzüntüyle karşılıyorum. Türkiye komşularıyla ilişkilerini neredeyse başka ülkelerin yardımları ve telkinleriyle yürütme noktasına gelmiş bulunuyor. ‘Sıfır sorun’
diye yola çıkılıp komşularımızla böyle sorunlu ilişkiler içine
girilmesi gerçekten kabul edilemez. Türkiye bölgemizde ve
yakın çevremizdeki yeni gelişmelerin ışığında dış siyasetini
yeniden belirlemelidir. Atatürkçü dış siyasetin esas alınması
gerekiyor. Atatürkçü dış siyaset; yıllar yılı oya gibi işlenmiş,
hem Doğu hem Batı’yla ilişkileri göz önünde bulunduran,
ama özellikle bölgede barışı, bölge örgütlenmesini öne çıkaran bir anlayışın ifadesidir. Türkiye Atatürkçü dış siyaset
çizgisinden ayrıldığı zaman hep zora girmiş, olumsuzluklarla karşılaşmıştır. Ülkemiz Atatürkçü dış siyaset çizgisini
sürdürmelidir.”
Murat Karayalçın’a Başbakan Yardımcılığı, Devlet Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı yaptığı dönemle bugün arasında
büyük farklar olup olmadığını sorduk. “Allah Türkiye’ye bir
daha 1993-94 yıllarını yaşatmasın” diyen Karayalçın, o dönemde ülkenin hem terör hem de ekonomi açısından büyük
olumsuzluklar içinde olduğunu belirtti. Karayalçın, “Kürt
sorunu”nun da ciddi biçimde ülke gündeminde yer aldığını
anımsatarak şöyle devam etti: “Sosyaldemokrat Halkçı Parti
olarak ‘Ne vurulacak bir tek yurttaşımız ne de verilecek bir
tek çakıl taşımız vardır’ diyorduk. Demokratikleşmeyi, insan
haklarına saygıyı ön plana çıkaran, Kürt sorununun çözü-
Mayıs 2013
63
64
Röportaj
mü için çeşitli önerileri ortaya koyan bir anlayış içindeydik.
Bu nedenle de çok ciddi eleştiriler alıyorduk. O tarihte bizi
eleştiren ne kadar insan varsa hepsinin daha sonra bizim dediklerimizi yaptığını ya da yapmakta olduğunu görüyorum.
Keşke SHP’nin 1989’da, 1990’lı yıllarda sunduğu öneriler
uygulansaydı da bu kadar canımızı, gencimizi kaybetmeseydik, milyarlarca lira harcamasaydık. Siyaset ufuk ve cesaret
istiyor. Biz çeyrek yüzyıl önce o ufka ve cesarete sahip olduğumuzu ortaya koyduk. Çok eleştirildik, çok yıpratıldık, ama
süreç içinde doğruluğumuz görüldü.”
“5 Nisan kararlarının yükünü taşıdım”
Murat Karayalçın, Akil İnsanlar Heyeti ile birlikte yeni bir
boyut kazanan çözüm sürecini şu sözlerle değerlendiriyor:
“Silahlı çatışmanın bitmesi, PKK militanlarının Türkiye’yi
terk etmesi, toplumsal barışın gündeme gelmesi memnuniyetle karşılanması gereken bir durum. Barışın gelme
olasılığı beni son derece heyecanlandırıyor ve mutlu ediyor.
CHP Parti Meclisi Üyesi kimliğiyle söyleyeyim; bizim Kürt
sorununun çözümüyle ilgili önerilerimiz oldu. 1989’daki ilk
Kürt raporundan bu yana konuyla ilgili 25 dolayında siyasi
Murat Karayalçın’ın ofisinde duvardaki bir fotoğraf dikkatimizi çekti. Karayalçın’ın mutlulukla
baktığı fotoğraf, tam 30 yıl önceye ait. 1981-1991 arasındaki Kent-Koop Genel Başkanlığı
döneminde 55 bin konutluk ve 300 bin kişilik Batıkent projesini Ankara’ya kazandıran Murat
Karayalçın’ın Eylül 1983’te Batıkent girişinde çektirdiği fotoğraf tarihe ışık tutuyor.
Mayıs 2013
Meclis’teki hizmetlere övgü
Murat Karayalçın, Meclis’in bahçesi, kütüphanesi ve lokantasından övgüyle söz ediyor. TBMM’de bu hizmetlerin çok nitelikli
olduğunu belirten Karayalçın, “Ağaçlandırma-yeşillendirme
çalışmaları mükemmel” diyor. Tecrübeli siyasetçinin eleştirdiği
konu ise TBMM yerleşkesine yüksek yapıların inşa edilmesi.
Murat Karayalçın, “Meclis’in geniş mekanını binalarla doldurmanın günah olduğunu düşünüyorum. Onun yerine Emniyet
Genel Müdürlüğü’ne doğru kamulaştırma yapılıp binalar bu
alana inşa edilebilirdi. Böylece Ankara’ya da iyi bakım yapılan
yeşil alanlar kazandırılabilirdi” diye konuşuyor.
metin hazırladık. Önerilerimiz yeterince dikkate alınmayınca ‘TBMM’deki siyasi partilerin eşit sayıda temsilcisinin yer
alacağı bir çalışma grubu oluşturalım, ayrıca Meclis dışında
Akil İnsanlar diye adlandırılan bir komisyon kuralım. Herkes elini taşın altına koysun, önerisini seslendirsin’ dedik.
Ne yazık ki kabul görmedi. Şimdi kamuoyunun yeterince
bilgilendirilmediği, ne olduğunu bilmediğimiz bir süreci
basından izliyoruz.”
Murat Karayalçın, milletvekilliği yapmış isimlerin yer
aldığı bir aileden geliyor. Bunun da etkisiyle siyaset her zaman ilgisini çekmiş. Üniversite yıllarında öğrenci derneği
başkanlığı yapan Karayalçın, siyasi yaşamının dönüm noktalarından birinin 1989’daki Ankara Büyükşehir Belediye
Başkanlığı olduğunu söylüyor. 1993’te SHP
Genel Başkanlığı’na seçilmesi, ardından belediye başkanlığından ayrılarak hükümette
yer alması, 1995’te SHP ile CHP’nin birleştirilmesi Karayalçın’ın siyasi yaşamına dair
notlardan birkaçı… Sohbetimiz sırasında
Murat Karayalçın’a Başbakan Yardımcılığı
döneminden unutamadıklarını da sorduk.
“Eylül 1993’te hükümette yer aldığımda iktisadi kriz filizlenmeye başlamıştı. Büyük
bütçe açıklarının yaşandığı bir dönemde 1994
bütçesinin savunmasını yaptım. O sıradaki
tartışmaları hatırlıyorum. 5 Nisan kararlarının açıklanması da unutamadığım günlerden
biridir. Ben henüz 4-5 aylık bakandım ama
istikrar önlemlerinin yükünü taşımak durumunda kaldım. Siyasette her şey ne yazık ki
istediğiniz gibi olmuyor” diyen Karayalçın,
Türkiye’yi temsil ettiği ve Gümrük Birliği kararının alındığı toplantıyı da unutamadıkları
arasında sayıyor.
65
Siyasi ve edebi bir portre:
Yahya Kemal
Hakan Arslanbenzer
Şairin hayatına bakınca dört dönem göze
çarpıyor. Göçmen çocukluk, delişmen
gençlik, siyasi dönem, son yılları.
H
epimizin gelenekçi bir şair olarak
bildiği Yahya Kemal’in yarım asır
süren siyasi kariyeri üzerinde çok fazla
durulmaz. Abdülhamit döneminde
Paris’e kaçtığı, Cumhuriyet döneminde
milletvekilliği ve elçilik yaptığı herkesçe bilinir, ama bu vazifeleri Lozan
görüşmelerinden Tek Parti iktidarının
sonuna kadar kesintisiz yaptığı pek
bilinmez. Yahya Kemal 1922 ile 1949
yılları arasında üç defa milletvekilliği,
dört farklı ülkede elçilik yaptı; ayrıca
1922’de Lozan Heyeti Basın Müşavirliği, 1940’ların sonunda da CHP Sanat
Müşavirliği görevlerini ifa etti. O yıllarda iktidara yakın isimleri onore etmek için verilen İnönü Ödülü’nü aldı.
Bir ömrün fasılları
Şairin hayatına bakınca dört dönem
göze çarpıyor. Göçmen çocukluk, delişmen gençlik, siyasi dönem, son yılları. Göçmen çocukluk diyorum, çünkü
1884’te Üsküp Belediye Başkanı’nın
oğlu olarak dünyaya gelmişse de Yunan
Harbi başladığı için daha ilkokulu bitirir bitirmez ailesiyle Selanik’e göç etmek zorunda kaldı. Arkasından annesi
vefat etti. Yahya Kemal’in huzursuzluklarının başında tamamlanamamış
çocukluğu olsa gerek.
Yarı aristokrat da olsa öksüz kalan genç Ahmed Agah (Yahya Kemal’in gerçek
adı bu) lise için İstanbul’a gönderilir, ama Jöntürklerin tesiriyle Paris’e kaçar. Bu
kaçışı abartmamak lazım. Ahmed Agah henüz on sekiz yaşındadır ve Abdullah
Cevdet’in yardımıyla bir Fransız kolejine yatılı olarak girer. Yahya Kemal’in Paris
hayatı bizce çocukluğu kadar pusludur; ayrıntıları olmayan bir hikayedir. Genellikle kendi anlattıklarına itibar edilmiştir bu konuda. Bu, aslında Yahya Kemal’in
Mayıs 2013
66
Yahya Kema l ’in Paris’ten hangi
hastalıkları geçirmiş olarak geldiğini
muhakkak bir surette ölçemesek de
Fransızca ile beraber nispeten derinlikli
bir Fransız şiiri ve kültürü bilgisi ile
yurda döndüğünü anlıyoruz. Bugün
Yahya Kemal Milli Edebiyat akımının
önde gelen şairlerden sayılıyor, ama
Milli Edebiyat’ın hakim olduğu Meşrutiyet döneminin Avrupa kültürüne en
vakıf, kendini Batılaşmaya en fazla kaptırmış olanı da odur aslında. Mehmet
Akif veya Rıza Tevfik gibi büyüklerin
Baudelaire’le falan meşgul olması akla
gelecek husus değildir. Daha baştan
bu tür şairler millî, memleketçi, halkçı
bir bakış açısını Meşrutiyet günlerinin
edebiyatı için kural haline getirdiler. Bu
büyüklerden en az on, on beş yaş kadar
küçük olan Yahya Kemal bir anlamda
Milli Edebiyat’ın ikinci neslini temsil
ediyordu, ki asıl eserini de Meşrutiyet’te
değil Cumhuriyet’te verecekti.
Cumhuriyet şairi
karakteri konusunda çok da aydınlatıcı olmayan ideolojik denebilecek klişeleri
beslemekten başka işe yaramamıştır.
Paris’te iki uçlu bir hayat sürdüğünü görüyoruz şairin. Bir tarafı bohemdir.
Avrupa’nın, ama özellikle Fransa’nın fin de siècle çözülüşünü bir göçmen-kaçak
öğrenci olarak yaşamış görünüyor. Bir şiirinde o günleri için kendine “Baudelaire’perest” diyor. Charles Baudelaire: çözülme ve çürümenin şairi… Fakat diğer
taraftan da bir tarih öğrencisidir Ahmed Agah. Albert Sorel ve Doğu Dilleri Okulu
onu kendine getirir, kendi halkının dil ve tarihine ilgi duymaya başlar. Ecnebi
memleketinde çürümeden haz duyan bir Osmanlı boheminden yavaş yavaş bir
milliyetçi, muhafazakar, gelenekçi Türk şairi doğmaya başlar.
Mayıs 2013
Osmanlıcı bir görüntüsü var Yahya
Kemal’in. “Şeyh uçmaz, mürit uçurur”
demişler. Bu görüntü Yahya Kemal’in
kendi sunduğu görüntü değil. Daha
çok, Osmanlıdan, İslamdan söz ediyor
diye Yahya Kemal’i sorgusuz sualsiz
seven Cumhuriyet dönemi muhafazakarlarının yorumlarıyla yarattığı bir
görüntü.
Yahya Kemal muhafazakardı, ama
dindar değildi. Cahit Tanyol “Dinsel
değeri sadece millî değerin bir öğesi
olarak düşünmüştü” der. O zaman
67
Yahya
Kemal,
İslam
bu nasıl muhafazakarlık? Türkiye’de
muhafaza edilecek değerleri İslam
dini kendi etrafında toplamış değil
mi? Öyle. Peki, dini öğeleştirecek millî
değer ne olabilir?
İşte Yahya Kemal’in Batı’ya gittikçe
Doğu’ya dönmesini sağlayan şey bu
sorunun cevabı içindedir: tarih. Yahya
Kemal, İslam düşüncesinden arındırılmış veya daha doğrusu İslamla beraber
ama İslamdan özerk bir millî tarih
anlayışına sahipti ve bunu da Fransa’da
okurken kazanmıştı. Bu anlayışın onu
Akif ve Ahmet Naim gibiler bir tarafa,
Ziya Gökalp’tan bile uzaklaştırırken
Mehmet Fuat Köprülü’ye yaklaştırdığını söyleyebiliriz.
Bugün neredeyse rejim muhalifi gibi
gösterilmek istense de, Yahya Kemal
otokratik cumhuriyet rejimi içinde
eserini büyük bir serbesti içinde vermiş
ve bir zevk yaratabilmiştir. Bunda dediğimiz o tarih ilgisinin az çok mitolojik,
zevke dayalı ve sanatsal bir ilgi olmasının; yani zararsız olmasının payı var.
Yahya Kemal hem rejim muhaliflerini,
özellikle dindarları heyecanlandırdı
hem de baştakilerin kafa kopartma
arzusunu kamçılayacak siyasi bir tespit
yapmadan bu dünyadan göçüp gitti.
düşüncesinden
arındırılmış veya
daha doğrusu
İslamla beraber
ama İslamdan
özerk bir millî
tarih anlayışına
sahipti ve bunu
da Fransa’da
okurken
kazanmıştı.
ATİK-VALDE’DEN İNEN SOKAKTA
İftardan önce gittim Atik-Valde semtine,
Kaç def ’a geçtiğim bu sokaklar, bugün yine,
Sessizdiler. Fakat Ramazan mâneviyyeti
Bir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti;
Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler,
Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer;
Bakkalda bekleşen fıkarâ kızcağızları
Az çok yakından sezdiriyor top ve iftarı.
Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün;
Bir top gürültüsüyle bu sâhilde bitti gün.
Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri,
Bir nurlu neş’e kapladı kerpiten evleri.
Yârab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!
Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz.
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı.
Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime,
Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:
“Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;
Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.”
“Zevkabad” şairi
Cumhuriyet tarihi boyunca, hatta Osmanlı asırları içinde de
Yahya Kemal ve Ahmet Haşim kadar siyasetsiz pek az şair
geçmiştir. Yahya Kemal’in şiiri de denemeleri de bir “zevkabad” oluşturur. Tabii bu, Ahmet Muhip Dıranas’ın “devri
dilarayı cumhuriyet”i değil, fantastik yani muhayyel bir asrın
mutluluğudur. Ölüm bile bir zevk menbaı Yahya Kemal için.
Bunun altında siyasi atmosferin baskısı yatıyor denebilir.
Kültürlü, bilinçli adamdı Yahya Kemal. Siyasetsizliği, Cenap
Şahabettin’in “Ben şairim, siyasetten ne anlarım?” dediği
türden bir bilgisizlikten yahut Abdülhak Hamid’inki gibi bir
kayıtsızlıktan kaynaklanmıyordu. Bilinçli kayıtsızlık denebilir Yahya Kemal’in tutumu için. Siyasetin tam ortasında,
iktidarın şemsiyesi altında, hatta şemsiyeyi tutan ellerden biri
olarak siyaset dışı kalabilmek maharet ister.
İngiliz muhafazakar şair Eliot, “Sonum başımdadır” demiş. Yahya Kemal’in temelde benmerkezciliğe yaslanan hedonizmi ve siyasetsizliği çocukluğunda göçmenliğe mecbur
edilişinden doğmuş olmasın?
Mayıs 2013
68
Millî Saraylar
Gizli cennette iki köşk:
IHLAMUR
KASIRLARI
Mayıs 2013
Millî Saraylar
Minyatür bir cenneti andıran
Ihlamuraltı Mesiresi, eskiden
olduğu gibi günümüzde de
İstanbulluların nefes alma
noktası olma özelliğini
koruyor.
Pınar Ünsal
O
smanlı döneminde, memleketin başkenti İstanbul’da yaşayan insanların gittikleri havası, suyu, manzarası güzel,
genellikle bir dere kenarında, ağaçlarla kaplı mesireler varmış.
Halkın sosyal yaşamında önemli yer tutan bu mesireler hem
insanların kaynaştığı küçük bir toplantı ortamı hem de çeşitli
gösterilerin yapıldığı bir eğlence yeriymiş. Beşiktaş, Yıldız
ve Nişantaşı arasında kalan Ihlamuraltı Mesiresi de saraylısından kentlisine birçok insanın gittiği, dönemin oldukça
popüler yerlerinden biriymiş.
Bir zamanlar Ihlamur Deresi’nin ikiye böldüğü, ağaçların
gölgelendirdiği, ıhlamurların hoş kokuları, güzel çiçekleriyle
huzur verdiği ve o zamanlar adı Hacı Hüseyin Bağları olan
bu alan, Sultan III. Ahmet döneminde (1703-1730) tersane
eminliği yapan Hacı Hüseyin Ağa adında bir kişiye aitmiş.
Karun kadar zengin olduğu rivayet edilen Hacı Hüseyin, yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle hükümet tarafından idam edilmiş
ve tüm malvarlığına bağları, bahçeleri de dahil el konulmuş.
Hacı Hüseyin’den hükümete geçen Ihlamuraltı Mesiresi uzun
bir dönem boyunca Sultan III. Ahmet’in hasbahçesi olarak
kullanılmış, daha sonra buraya padişahın dinlenmesi için
küçük bir bağ evi yaptırılmış.
Yaklaşık 25 bin metrekare olan, adeta minyatür bir cenneti andıran Ihlamuraltı Mesiresi sadece III. Ahmet’in değil
ondan sonra gelen padişahların, özellikle III. Selim, II. Mahmud ve Abdülmecid’in de gözde mekanlarından biri olmuş.
Sultan Abdülmecid ok talimi yaptığı, avlanma ve dinlenme
yeri olarak kullandığı mesiredeki küçük bağ evinde misafirlerini ağırlarmış. Konuklarından biri olan ünlü Fransız
yazar Lamertine buranın doğasından ve sessizliğin verdiği
huzurdan o kadar etkilenmiş ki Histoire de la Turquie adlı
eserinde Ihlamuraltı Mesiresi’nden “Kendimizi Savoie ya da
İsviçre’de bir orman parçasını ekmiş, düzenlemiş bir çiftçinin
topraklarında sanabilirdik. Çakıllar üzerinde akan suların
şırıltısından, yapraklar arasında kuş cıvıltılarından başka
ses gelmiyordu kulaklarımıza. Ne bir duvar görülüyordu ne
Mayıs 2013
69
70
Millî Saraylar
bir adam… Ne bir parmaklık ne de
herhangi bir ev, bir barınak. Hele bir
saraya benzer hiçbir şey yoktu” diye
bahsetmiş.
Ulu ağaçların gölgeler oluşturduğu, ıhlamurların mis kokularını
verdiği, rengarenk güllerin görsel
şölen oluşturduğu cennet misali bu
doğa parçasında yönetimin sıkıntılı
atmosferinden sıyrılıp bir nebze huzur bulan padişahlar, zaman içinde
bu bölgeye nişantaşları koydurmuş,
havuz ve çeşmeler yaptırmış.
Batı ve Osmanlı sentezi
Ihlamuraltı Mesiresi’nin değeri Sultan Abdülmecid için
bambaşkadır. Sultan buraya sık sık gelir, küçük bağ evinde
dinlenirmiş. Batı kültürüyle yetişen ve Osmanlı’da Avrupai
plan ve üsluptaki bazı eserlerin yaptırıcısı olan Sultan, 1843
yılında Dolmabahçe Sarayı yapımı için emir verir. Buradan
artan malzemelerle de 1849 ve 1855 yıllarında Ihlamuraltı
Mayıs 2013
Mesiresi’ne, adları Merasim Köşkü ve
Maiyet Köşkü olan iki adet köşk yaptırır. Mimarı Nigoğos Balyan olan bu
köşklere, bulunduğu bölgeden dolayı
Ihlamur Kasırları adı verilir.
18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’yla ilişkilerin sıklaşması sonucu oralara giden elçiler
çeşitli mimari yapılardan etkilenir ve
Osmanlı’nın son dönemlerinde saray,
köşk, kasır ve bahçe planlarında Batılı etkiler görülmeye başlar. Osmanlı
mimarisi, yeni moda Batı üslubuyla Türk motiflerini birleştirerek “Türk rokokosu” adı verilen bir süsleme akımının oluşmasını sağlar. Merasim ve Maiyet Köşkleri de bu akımdan
etkilenmiş yapılardır.
Yükseltilmiş bir bodrum kat üzerine tek kat olarak düzenlenen, dikdörtgen planlı yapılar, ortadaki sofa bölümüne açılan yan odalar şeklinde inşa edilmiştir. Bir Türk evi geleneği
olan bu tarz Avrupa usulü mobilya ve süslemelerle sentezlenmiştir. Kasırların dış cephesinde farklı sanatsal akımların bir
Millî Saraylar
arada kullanılmasıyla oluşan eklektik
anlayış, ön cephelerinde kaybolur; buralarda Barok mimari barizdir.
Merasim’e göre daha küçük ve sade
inşa edilen Maiyet Köşkü padişahın
yakınındakiler ve ona hizmet edenler
tarafından, asıl Ihlamur Kasrı olan
Merasim Köşkü ise törenler ve çeşitli
yabancı misafirlerin ağırlanması için
kullanılıyordu. Kesme taştan inşa
edilmiş Merasim Köşkü’nün ön cephesinde simetrik bir şekilde bulunan iki
merdiven, mermerden yapılmış olup
gösterişli bir işçiliğe sahiptir.
Padişahların gece kalmaksızın, günübirlik gezileri için kullanmalarından
dolayı yatak odası, banyo ve mutfak
olmayan Merasim Köşkü’nde tavan ve
duvarlardaki kalem işleri altın varaklarla zenginleştirilmiştir. Duvarlarda,
mermer görünümü verilen, alçı, boya
ve yapıştırıcının karıştırılması ile gerçekleştirilen şutuk işçiliği hakimdir.
Merasim odası ve müzik odası içeren
Merasim Köşkü’nün süslemelerinde
Fransız Sevres porseleni vazolar, İngiliz
yapımı şömineler ve zarif kapı tokmakları dikkat çeker.
Adeta minyatür bir saray
Devlet işlerinden bunalan padişahların huzur bulduğu Ihlamur Kasrı, II.
Meşrutiyet’in ilanından sonra tahta
oturan Sultan V. Mehmed Reşat’ın da
gözde yerlerindendi. Sultan’ın yaz ve
bahar aylarında cuma selamlığının
ardından dinlenmek için bu kasra
geldiği bilinir. Yıldız Saray ı’ndan
Dolmabahçe’ye taşınan Sultan’ın Ihlamur Kasrı’nı Saray’a yakınlığı nedeniyle tercih ettiği rivayet edilir.
V. Mehmed Reşat döneminde Dolmabahçe Sarayı’nda mabeyn başkatipliği yapan Halit Ziya Uşaklıgil, saray
anılarını derlediği Saray ve Ötesi adlı
eserinde Ihlamur Kasrı’nı Dolmabahçe
Sarayı’nın küçüğüne benzetir.
Süslemeleri,
mobilyaları
ve mimarisi
ile bir saraydan
farksız olan
Ihlamur Kasrı’nın
bahçesinin de
yerli-yabancı
birçok eserde
adı geçer.
Süslemeleri, mobilyaları ve mimarisi ile bir saraydan
farksız olan Ihlamur Kasrı’nın bahçesinin de yerli-yabancı
birçok eserde adı geçer. Bu bahçe İngiliz naturalistik bahçe
yansımaları taşımasına rağmen, setli bir yapıda olması ve
dairesel formlu fıskiyeli bir havuz içermesiyle tipik Türk
bahçesidir. Zamanında horoz ve koç dövüşlerinin yapıldığı,
çeşitli güreş müsabakalarının düzenlendiği bir bahçe olduğu, o dönemde yapılmış yağlı boya tablolardan ve çeşitli
gravürlerden anlaşılmaktadır.
Bir zamanlar bulunduğu bölgeye ve kasırlara adını veren
ıhlamur ağaçları ile meşhur olan bu bölgede zamanla ağaç
sayısı azalmış. Sultan II. Abdülhamid döneminde bölge,
rengarenk gülleriyle ün salmış. Birkaç ıhlamur ağacının
kaldığı bölgede gingko ve güller varlığını günümüzde de
sürdürüyor.
Milli Saraylar’a bağlı olan Ihlamur Kasırları’ndan Merasim Köşkü bir müze-saray olarak ziyarete açık. Maiyet Kasrı
ve bahçenin bir bölümünde kafeterya hizmetleri sunuluyor.
Ayrıca bahçenin içinde çocukların ve gençlerin güzel sanatlardaki becerilerini geliştiren, resim ve tiyatro çalışmalarını
yapabildikleri kurslar ve atölyeler bulunuyor.
Ihlamur Kasırları İstanbul’un en kalabalık semtlerinden
birinde güzelliğiyle dikkat çekerken, bahçesi yüzyıllardır
olduğu gibi İstanbullular için bir nefes alma noktası olma
özelliğini koruyor.
Mayıs 2013
71
72
Söyleşi
İslam İş Birliği Teşkilatı Parlamento Birliği Türk Grubu Başkanı
Emrullah İşler:
Yaptığımız çalışmaların
Türkiye’yi tanıtmadaki rolü
önemli
Söyleşi: Cahit Yıldız
TBMM
’deki uluslararası komisyonlardan İslam İş
Birliği Teşkilatı Parlamento Birliği 1999 yılında kuruldu. Kuruluşundan bu yana TBMM’nin bir başkan
ve dört milletvekiliyle temsil edildiği birlikte, 53 parlamentonun üyeliği bulunuyor. İSİPAB’ın 24. Dönem Türk Grubu
Başkanı ve AK Parti Ankara Milletvekili Emrullah İşler’le
birliğin amaçlarına ve yapılan çalışmalara dair konuştuk.
İslam İş Birliği Teşkilatı Parlamento Birliği’nin amaçları nelerdir?
Bildiğiniz gibi İslam İşbirliği Teşkilatı BM’den sonra dünyadaki en büyük uluslararası örgüt. Bizler de İslam İş Birliği
Teşkilatı Parlamento Birliği olarak İslam İşbirliği Teşkilatı
bünyesinde düzenlenen konferanslara ülkemizi temsilen
iştirak ediyoruz. İslam İş Birliği Teşkilatı Parlamento Birliği
1999 yılında kurulmuştur. O günden bu yana kurucu tüzüğü
gereği İslam’ın temel ilkelerinden olan şûranın uygulanması
ve parlamenterler arasında geliştirilmesi, üye parlamentolar arasında işbirliği ve koordinasyonun güçlendirilmesi,
Mayıs 2013
diyaloğun artırılması, karşılıklı bilgi ve tecrübe teatisinin
sağlanması amaçlarına yönelik faaliyetlerde bulunmaktadır.
Ayrıca bu platform ekonomik, sosyal, politik konuların ve bu
alanlarda karşılaşılan güçlüklere karşı mücadele yollarının
tartışıldığı bir platformdur. Diğer uluslararası örgütlerle
de işbirliği içerisinde ortak hedeflerin belirlenmesi ve bu
hedeflere ulaşılması konusunda çalışmalar parlamenterler
seviyesinde yürütülmektedir.
Başkanlığınız döneminde yapılan çalışmalardan bahseder misiniz?
Başkanlık görevini devraldığım günden bu yana parlamenter diplomasi alanında gerek temsil gerekse ulusal dış politikamızın duyurulması adına bu platformda birçok görev
üstlendik ve aktif şekilde sesimizi duyurduk.
Temsil açısından bakılırsa, başkanlığımın başlaması ile
birlikte birliğin temel yürütme organı olan İcra Komitesi
üyeliğini de yürütmekteyim. Bu üyeliğin dışında Siyasi İşler
Söyleşi
ve Dış İlişkiler Komitesi, Genel Komite
ve Mali Kontrol Komitesi üyeliklerini
de sürdürmekteyim. Beş milletvekilinden oluşan İSİPAB Türk Heyeti’nin
üyesi arkadaşlarım da çalışmalarımız
neticesinde birliğin diğer komitelerindeki üyeliklere seçilmişlerdir.
Ayrıca yıllardır birliğin gündeminde olan Filistin Komitesi’nin kurulmasına yönelik ilk toplantı 2012 Haziran ayında TBMM ev sahipliğinde
İstanbul’da düzenlenmiş ve komitenin
kuruluş çalışmaları da bu toplantıda
yapılmıştır. Bu komitede de üyeliğim
devam etmekte. Filistin halkının sesinin duyurulması ve haklarının her
platformda dile getirilmesi için çalışmalarımızı sürdürüyoruz.
İSİPAB bünyesinde yürüttüğümüz
çalışmaların bir diğer başarısı da
ülkemizin Kıbrıs, Batı Trakya ve On
İki Ada hususlarındaki haklı mücadelesinin 53 üyeli İSİPAB bünyesinde
duyurulmasıdır. Bu hususlarda, İSİPAB Konferansı’nda kararlar kabul
edilmiştir. KKTC’ye uygulanan haksız
tecridin kaldırılması ve dayanışma
gösterilmesi çağrısını Kıbrıs kararında
yineledik. Aynı şekilde Batı Trakya ve
On İki Ada’daki Müslüman Türk azınlığın, azınlık olarak kabul edilmesi,
haklarının korunması, yaşanan eğitim
sorunlarının çözülmesi ve oralardaki
kültürel mirasımıza saygı gösterilmesi
çağrılarını yineledik. On İki Ada’daki
Müslüman Türk azınlığın sorunlarına
yönelik uluslararası forumlarda ilk
kez 2012 yılında düzenlenen İSİPAB
7. Konferansı’nda bir karar kabul edilmiştir. Bu alanlarda söz konusu kararlar 2013’te düzenlenen 8. Konferans’ta
da kabul edilmiş ve ilgili madde şu
şekilde karar tasarısında yer almıştır:
“Yunanistan’ı Batı Trakya’daki ve On
İki Ada’daki Müslüman Türk azınlığın
haklarına saygı duymaya çağırır ve
bölgedeki camilerin, ibadethanelerin
Gayretlerimiz
sonucunda
alınan kararlar
ülkemizin
dünyanın diğer
bölgelerindeki
insanların
dertleriyle ne
kadar alakalı
olduğunu
göstermesi
açısından
son derece
önemlidir.
ve Müslüman mezarlıklarının korunmasını sağlayacak gerekli önlemleri almasını talep ederiz.”
Yine Myanmar’daki Müslümanlara yönelik şiddet, İslamofobi ve yabancı düşmanlığı ile mücadele, Müslüman
ülkeler arasında vize kolaylığının sağlanması, geçici koruma
altındaki Suriyeli vatandaşların durumu konularında da heyetimizce hazırlanan kararlar kabul edilmiş ve görüşlerimiz
dile getirilmiştir.
Gösterdiğimiz bu gayretler sonucunda alınan kararlar ülkemizin dünyanın diğer bölgelerindeki insanların dertleriyle
ne kadar alakalı olduğunu göstermesi açısından son derece
önemlidir. Kuşkusuz alınan bu kararlar dünya kamuoyunda
önemli bir duyarlılığın oluşmasına katkı sağlamıştır.
İslam ülkelerine Türkiye’yi anlatma, tanıtma adına İSİPAB’ın rolü
nedir?
Yaptığımız çalışmaların Türkiye’yi tanıtmadaki rolü şüphesiz çok önemlidir. Zira elli ülkeden fazla delegasyonun
katılımıyla gerçekleştirilen toplantılarda ülkemizin gelişim
süreci, tarihi ve kültürel mirasımızın tanıtılmasına yönelik
yaptığımız çalışmalar olmaktadır. Toplantılara katılan delegasyonlar bu çalışmalardan sonra ülkemizi çok daha yakından tanıma fırsatı bulmakta ve izlenimlerini ülkelerine aktararak ülkemizin tanıtımına ciddi katkılar sağlamaktadır.
Yaptığımız bu tür tanıtma çalışmaları önemli ölçüde karşılık bulmaktadır. Nitekim tüm delegasyonlar toplantıların
Türkiye’de yapılmasını istemektedir. Zira ülkemizin kültürel mirasını ve güzelliklerini görmeyi arzulamaktadırlar.
İSİPAB önümüzdeki günlerde ne gibi çalışmalar yapacak?
Önceli k le İSİPA B’ı n 2014 y ı l ı nda yapı laca k ola n 9.
Konferansı’nda görüşülmek üzere gündem önerilerimizi sunmak amacıyla Azerbaycan’daki İcra Komitesi
Toplantısı’na katılacağım. Bu toplantı konferansa yönelik ön
hazırlıkların görüşüleceği bir toplantı olacak. Konferansta
dış politika görüşlerimizin mümkün mertebe gündeme
gelmesi için çalışmalar yapacağız.
Birliğin ana meselesi olan Filistin meselesi gündemimizdeki önemli yerini korumaya devam edecektir. Filistinlilerin
haklı davasının duyurulduğu platform olma özelliğimizi
tam bağımsız Filistin Devleti’nin kazanılmasına kadar
sürdüreceğiz.
Ayrıca birlik ekonomiden kültüre, siyasetten hukuka pek
çok alanda parlamenterler arasında görüşmelere vesile olmaya devam edecektir. Öte yandan, üye parlamento vekilleri
ile bilgi, tecrübe paylaşımlarımız neticesinde işbirliğimizi
artıracağız.
Mayıs 2013
73
Meclis Çalışanları
Haberin Meclis’teki patronları
İ
R
E
L
F
E
Ş
O
R
Ü
PARLAMENTO B
Songül Baş
Onlar, gazetelerin parlamento
büro şefleri… İşleri zor,
tempoları yoğun… Meclis’te
kuş uçsa haberleri oluyor.
Yılların deneyimi sayesinde
onlardan hiçbir şey kaçmıyor…
Mayıs 2013
U
zun ince bir koridordayım… Kalp atışlarım ne kadar hızlıysa adımlarım o kadar yavaş… Dikkatli gözlerle etrafı
inceliyorum. Önümde sağlı sollu sıralanmış odalar, aklımda
küçük bir kızın hayalleri var. Henüz ortaokuldayken “Ben
gazeteci olacağım” diyen o küçük kız, şimdi parlamento muhabiri olarak Meclis’te… Nasıl heyecanlanmasın, nasıl mutlu
olmasın ki? Yıllarca büyük emek, özveri ve sevgiyle yaptığı
mesleğinde yeni bir sayfa açıyor şimdi. “Basın Koridoru”nda
yürürken kendisini birden telaşlı bir koşturmacanın içinde
buluyor. “Genel Kurul karıştı” diyor biri, foto muhabirleri
koşarak geçiyor önünden… Yıl 2005…
Meclis’e ilk gidişimde karşılaştığım koşturmaca yıllardır
hiç bitmedi, bitecek gibi de değil… “Siyasetin kalbi”nde tempo
Meclis Çalışanları
İşin sırrı: Saygı ve güven
Sabah Gazetesi Parlamento Büro Şefi Zübeyde Yalçın, “Basın
Koridoru”nun en deneyimli isimlerinden biri. 24 yıldır gazetecilik yapıyor. 1993’ten bu yana Meclis haberlerini izleyen
Yalçın, 9 yıldır Sabah’ın parlamento büro şefliğini üstleniyor.
Ona göre parlamento muhabirleri mesleğin primadonnaları… “Ankara’da muhabir olarak gelebileceğiniz en üst görev
parlamento muhabirliğidir” diyor. Bir gazetecinin Meclis’te
çalışabilmesi için en az yedi yıllık mesleki tecrübesi olması gerektiğini belirten Zübeyde Yalçın şunları söylüyor: “Parlamento’ya gelen bir muhabir
siyaset, hukuk, ekonomi başta olmak üzere temel konularda bilgi, mesleki öngörü
ve tecrübeye sahip olmalı. Parlamento’da iletişim kurduğumuz kişiler milletvekilleri, bakanlar, Başbakan, TBMM Başkanı… Soru sorup yanıtını alabilmeniz için
bilgi birikiminiz olmalı. Meslek hayatım boyunca gözlemlediğim en önemli şey
şu; gazeteci olarak belli bir donanıma sahipseniz karşınızdaki kişi size ona göre
davranıyor, saygı gösteriyor. Saygı ve güven temelinde bir ilişki kurduğunuzda
sorularınıza yanıt alabiliyorsunuz.”
Zübeyde Yalçın, Meclis çatısı altında görev yapan bir gazetecinin tavırlarının büyük önem taşıdığını, gazeteci-haber kaynağı ilişkisinin belli bir düzey ve mesafede
tutulması gerektiğini vurguluyor. Deneyimli gazeteci, Meclis’in yoğun temposuyla
nasıl başa çıktığını sorduğumuzda “Hızla akıp giden haber trafiğine zamanla alışıyorsunuz. Özel hayatınızı bu tempoya göre ayarlıyorsunuz. Hiçbir zaman program
yapamıyorsunuz, çünkü gündem her an değişebiliyor” yanıtını veriyor. Zübeyde
Yalçın, parlamento muhabirliğini sevdiğini ifade ederek, “Meclis’te gazeteciler
arasında ciddi bir rekabet olsa da kimse birbirini kırmıyor” diyor.
“Mesleğimiz hem riskli hem zor”
hiç düşmüyor. Meclis’in her odası, her
salonu, her koridorunda yeni bir “haber” sizi bekliyor. TBMM çatısı altında
olup bitenler parlamento muhabirleri
tarafından kamuoyuna yansıtılıyor.
Genel Kurul toplantıları, komisyonların çalışmaları, milletvekillerinin basın
açıklamaları, siyasi partilerin grup
toplantıları ve daha pek çok konu
“Basın Koridoru”ndaki deneyimli
gazetecilerce habere dönüştürülüyor. Gazetelerin parlamento büro
şefleri ile “Meclis’te gazeteci olma”yı
konuştuk. İşte görüşler…
Hürriyet Gazetesi Parlamento Büro Şefi Nuray Babacan, 18 yıldır Meclis’te gazetecilik yapıyor. 10 yıl önce parlamento büro şefliği görevini üstlenen Babacan, “Ankara
gazeteciliği siyaset ağırlıklıdır. Üç saat içinde beş ayrı siyasi görüşü dinleyip aynı
olaya nasıl farklı bakılabildiğine tanık olursunuz. Bazen haber kaynaklarınızla
derin görüş farklılıklarınız olur, bazen hayata aynı bakarsınız. İşte bu noktada
tek temel unsuru unutmamanız gerekir; objektif olmak” diyor. Deneyimli gazeteci, parlamento muhabirliğinin bir dili ve etiği olduğunu vurgulayarak şunları
söylüyor: “Basın mensupları parlamento dışında hiçbir alanda haber kaynaklarıyla 8-10 saatini geçirmez. Parlamento muhabiriyseniz büro
arkadaşlarınızdan, hatta ailenizden çok siyasileri görürsünüz. O
nedenle ilişkilerin dozunun iyi ayarlanması, ‘yakın ile yandaş
olma’ arasındaki çizginin iyi çizilmesi gerekir.”
Nuray Babacan’a göre parlamento muhabirliği hem riskli hem
de zor: “Risklidir, çünkü kimi zaman yaptıklarını kıyasıya
eleştirdiğiniz siyasilerle yan yana koltuklarda oturmak zorunda
kalırsınız. Kimi zaman haberleriniz dava konusu olur. Zordur,
çünkü bazen atılan yanlış bir başlık, yapılan yanlış bir yorum
başınızı ağrıtır. Gazeteleri ve televizyonları tanıtımları için araç
Mayıs 2013
75
76
Meclis Çalışanları
gibi gören siyasetçilerle ters düşersiniz. Bazen uzlaşarak,
bazen didişerek yola devam edersiniz.”
Babacan, sürekli aynı çatı altında gazetecilik yapmanın
zamanla dezavantaja dönüşüp dönüşmediğini sorduğumuzda “Yıllarca aynı alana bakan gazetecilerde mesleki körlük
olacağı görüşüne katılırım. Parlamento muhabirleri için de
bu geçerlidir. Buradaki tek avantaj, siyasi tablonun her seçim
döneminde yenilenmesidir” diyor.
“Gerçeğin peşindeyiz”
Milliyet Gazetesi Parlamento Büro Şefi Önder
Yılmaz, 1992’den bu yana gazetecilik yapıyor. Meclis’e 2002 yılında gelmiş, 2009’da
ise parlamento büro şefi olmuş. Yılmaz,
“Parlamento muhabirliği, siyasi muhabirliğin taçlandığı en üst seviyedir. Bu
nedenle parlamento muhabirliğinin
ağırlığını taşıyabilecek mesleki deneyime sahip muhabirler gazete yönetimleri
tarafından Meclis’te görevlendirilirler”
diyor. Deneyimli gazeteci, “Meclis’te gazetecilik yapmanın zorlukları ve güzellikleri nelerdir?” diye sorduğumuzda şu yanıtı veriyor: “Parlamento
muhabirleri, yalanı bol olan bir zeminde gerçeğin peşinde
koşarak mesleklerini icra etmektedirler. Söz konusu politika
olunca gerçeğe ulaşmak da bir o kadar zorlaşmakta. Demeç
gazeteciliğinin dışında her siyasi partinin gelişen gündem
çerçevesinde atacağı adımların izini sürmek, parlamento
muhabirleri için hem zorlu hem de zevkli bir süreçtir. Bu
açıdan çok parçalı siyasi yelpazenin yansıdığı TBMM’de görev yapmak, biz gazetecilere mesleki tatmin açısından daha
başka bir tat veriyor.”
Önder Yılmaz, siyasetteki acımasız rekabetin bu alanı
takip eden gazetecilere de yansıdığını ifade ederek, “Haber
zemini dışındaki süreçlerde gazeteciler rekabeti bir tarafa bırakıp birbirlerinin üzüntüleri ve sevinçlerini paylaşabiliyor”
diyor. Yılmaz, sohbetimiz sırasında bir başka önemli noktaya
da dikkat çekiyor: “Türkiye’deki haberciliğin gelişim süreci
muhabirlerin mesleki reflekslerine de yansıyor. Gazeteler için
haberin birinci planda olmadığı, suya sabuna dokunmadan
gazetecilik anlayışının hakim olduğu bir süreçte, muhabirlerin işine asılma ve daha iyi habercilik yapma gayreti de
köreliyor. Bu zincirleme etki doğal olarak ‘Basın Koridoru’na
da yansıyor. Bütün zorluklara rağmen içinde gazetecilik
sevgisi ve heyecanını taşıyanlar olarak haberin ve gerçeğin
peşinden koşuyoruz.”
Mayıs 2013
“Sorumluluğumuz büyük”
Cumhuriyet Gazetesi Parlamento Büro Şefi
Ayşe Sayın, 24 yıldır gazetecilik yapıyor.
1993’te Meclis çatısı altında çalışmaya
başlayan Sayın, Ekim 2012’den bu
yana parlamento büro şefi. Deneyimli
gazeteci, “Mesleğinizde parlamento
muhabirliğinin önemi ve ayrıcalığı
nedir?” diye sorduğumuzda “Parlamento muhabirliğinin ayrıcalığı
değil, bazı avantajları söz konusu.
Ancak inanın dezavantajları daha fazla. Bir kere mesai saati kavramınız yok.
Mesai saatinizi Meclis ve Genel Kurul çalışmaları belirliyor.
Avantajlarına gelince… Haber kaynağına ulaşmak diğer
alanlara göre daha kolay. Bir bakanla makamında görüşmek
olağanüstü prosedürler gerektirebilir. Ancak Meclis kulisinde karşınıza her an Başbakan ya da bir bakan çıkabilir”
diyor. Ayşe Sayın, parlamento muhabirinin Türkiye ve dünya
gündemindeki her konuya ucundan kıyısından “bulaştığını”
belirterek şunları söylüyor: “Mavi Marmara krizi de, zeytinyağı üreticisinin sorunları da, cezaevlerindeki insan hakkı
ihlalleri de, Fırat’ın kıyısında kaybolan kuzu da parlamento
muhabirinin gündemidir. Biz yönetenle yönetilen; millet ile
vekili arasında önemli bir köprüyüz aslında. Millet adına
karar alanları ‘dördüncü güç’ olarak denetlemek basının
görevi. Parlamento muhabirlerine tam da bu işin göbeğinde
oldukları için çok daha büyük sorumluluk düşüyor. Bunun
için de mesleki deneyim önemli. Çünkü siyasilerle ilişkiler
‘kritik ve ince’ bir çizgidir. Siyaset, kamuoyunu kendi istediği
gibi yönlendirmek ister, bunun için de her türlü malzemeyi
‘kullanır’. Siyasetçiyle o ince çizgiyi koruyamazsanız siz de
siyasetin kullandığı malzeme oluverirsiniz. Bu nedenle gazeteciliğin temel ilkeleri, objektiflik, eleştirel bakış açısı Meclis
koridorlarında çalışan gazeteciler için çok daha önemli.”
Meclis Çalışanları
“Gazeteciliğin mekanı yoktur”
Parlamento Muhabirleri Derneği (PMD) Başkanı, Hürriyet
Daily News Parlamento Büro Şefi Göksel Bozkurt sorularımızı yanıtladı.
PMD ne zaman hangi amaçla kuruldu?
Parlamento Muhabirleri Derneği, TBMM çalışmalarını
izlemekle görevli muhabirleri bünyesinde toplayarak parlamento muhabirliğini gazeteciliğin özel bir uzmanlık alanı
haline getirmek amacıyla 29 Nisan 1964’te kuruldu.
Siz ne zamandır parlamento muhabirliği yapıyorsunuz?
Zaman zaman editoryal görevler üstlenmeme rağmen yaklaşık 20 yıldır parlamento muhabiriyim. 7
yılı aşkın süredir Hürriyet Daily News’te parlamento büro şefi olarak çalışıyorum.
Meclis’te gazetecilik yapmak bir ayrıcalık mı?
Gazetecilik bana göre evrensel bir meslek.
Gazeteciliğin mekanı olmaz diye düşünüyorum. Sokakta veya Meclis’te, çatışma
ortasında ya da bir konserde... Gazeteci her
yerde gazetecidir. Dili, dini, ırkı, cinsiyeti,
milliyeti olmadığı gibi mekansal bir ayrıcalığı
da yoktur.
Parlamento muhabiri olmanın şartları nelerdir?
Parlamento muhabirliği Ankara’da mesleki
kıdemin doruk noktalarından biridir. Beş yıl
sarı basın kartı taşıyan meslektaşlarımız par-
“Tarihe tanıklık ediyoruz”
Radikal Gazetesi Parlamento Büro Şefi Rıfat Başaran,
1996’dan bu yana gazetecilik yapıyor. 2006 yılında parlamento muhabiri, 2011’de ise parlamento büro şefi olan Başaran,
“Meclis’te gazetecilik yapmanın en iyi tarafı pek çok
tarihî ana tanıklık etme fırsatı bulmamızdır. Aynı zamanda siyasetçinin iletişime açık olması ve haber kaynaklarına ulaşabilme olanakları Meclis gazeteciliğinin güzel yanlarındandır. Siyaset ile yan yana
yürüyen gazeteciliğin zorlukları da yok değildir.
Her şeyden önce Meclis’te görev yapan gazetecinin siyasetçi ile mesafeyi koruması gerekir. Bir
başka zorluk ise çalışma saatlerinin düzensizliği-
lamento muhabiri kartı alarak görev yapabilir, kulislere
girme hakkını elde edebilir. Basın kartı bekleme süresini de
göz önüne alırsanız en az yedi yıllık mesleki deneyim sahibi muhabir Meclis’te gazetecilik faaliyeti yapabilmektedir.
Parlamento muhabirleri özellikle nelere dikkat etmek zorundadır?
Parlamento muhabiri sokaktaki insan adına Meclis’te
denetim görevi yapmaktadır. Kamuoyunun sesi olma
görevini başarıyla yaşama geçirebilmesi için meslek etiğini her şeyin üzerinde tutmak zorundadır.
Doğru, ilkeli, objektif habercilik anlayışından asla
ayrılmamalıdır. Siyasetçi ile mesafeyi korumasını
da bilmelidir.
Meclis’te unutamadığınız bir olay var mı?
2000’li yılların başıydı. Dönemin TBMM
Başkanı Ömer İzgi, Meclis kulislerini parlamento muhabirlerine kapatmıştı. PMD olarak
karar aldık; hiçbir parlamento muhabiri salı
günü parti gruplarını izlemeyecekti. Meclis
kampüsü içinde parlamento muhabirleri
tarihte ilk kez Meclis Başkanlığı’na yürüyüş
yapıp hakkını aradı. Liderler gazetecilerin
olmadığını görünce grupları iptal ettiler.
Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, PMD
yönetimini odasına davet etti ve Başkan
Ömer İzgi’yi ziyaret ederek kulislerin açılmasını sağladı.
dir. Özellikle Genel Kurul veya komisyon çalışmalarının gece
saatlerine uzaması parlamento muhabirlerinin de yorucu bir
tempoda çalışmasına neden olur” diyor. Başaran’a göre, Meclis çatısı altında muhabirlik yapmak önemli, ama bir ayrıcalık
değil: “Gazetecilik faaliyeti için mekanın bir önemi olmadığını düşünüyorum. Gazetecilik, her alanda aynı ahlaki
kurallar çerçevesinde yapılmalıdır. Türkiye’yi derinden
etkileyen birçok yasal düzenlemenin yapıldığı yer olan
Parlamento’da çalışan gazetecilerin aynı zamanda
bir denetim görevi vardır. Kamuoyu, Meclis’te
gazetecilik yapanlar sayesinde yasal düzenlemelerle ilgili bilgi sahibi olur. Meclis’ten çıkan bir
haber toplumla siyaset arasındaki ilişkilerin şekli
açısından kilit önemdedir.” Mayıs 2013
77
78
Meclis Çalışanları
“Büyük bir haber merkezi”
Zaman Gazetesi Parlamento Büro Şefi İbrahim
Asalıoğlu, 1997’den bu yana gazetecilik yapıyor.
Son iki yılı parlamento büro şefliği olmak
üzere dört yıldır Meclis’te çalışan Asalıoğlu, “Parlamento muhabirliğinin gazetecilik mesleğinde önemli bir ayrıcalığı
var. Siyasetin kalbinin attığı Ankara’da
biraz siyasetle ilgilenen tüm gazeteciler
Meclis’te çalışmak ister. Siyasi partilerin
bir arada olduğu, koridorda yürürken aynı
anda farklı partiye mensup milletvekilleriyle
k a r - şılaşılabildiği Meclis, gazeteciler için bulunmaz imkanlar sunuyor. Muhalefetle iktidar partisinin söylemlerini
aynı anda dinleyip sentez yapabilmek de başka muhabirlere
nasip olmaz” diyor. İbrahim Asalıoğlu, parlamento muhabirliğinin zorluklarını ise şöyle belirtiyor: “Ekonomiden spora,
sağlıktan kadın haklarına kadar hemen her konu bir şekilde
Meclis’in gündemine geliyor. Bu konularla ilgili ya bir yasa
çıkarılıyor ya da milletvekilleri konuşma yapıyor. Ele alınan
konulara ilişkin bilgi sahibi olunmaması yapılacak haberleri
de etkiliyor. İktidardan muhalefete her partiden milletvekilleriyle iyi ilişkiler kurabilmek de parlamento muhabirliğinin
zorlukları arasında.”
İbrahim Asalıoğlu, “Basın Koridoru”nu tüm gazetelerin
muhabirlerinin görev yaptığı büyük bir haber merkezine
benzetiyor. Parlamento muhabirlerinin bu koridorda Ankara
ve siyasetin nabzını tutup ülke gündemine yansıttığını kaydeden Asalıoğlu, “Çok ciddi bir rekabetin yaşandığı ‘Basın
Koridoru’nda dayanışma ve yardımlaşma da eksik olmuyor”
diye konuşuyor.
En fazla muhabir AA’da
Anadolu Ajansı (AA) Parlamento Haberleri
Editörü Sefa Salantur, 1987 yılından bu yana
gazetecilik yapıyor. 21 Ağustos 2011’de AA
Parlamento Haberleri Editörü olan Salantur, “Mesleğimizde parlamento muhabirliğinin çok özel bir yeri var. Çünkü
parlamento muhabiri her alanda bilgi
sahibi olmak zorunda. Örneğin spor
muhabiri spor haberi, yargı muhabiri
bu alanla ilgili haber yapar. Parlamento
muhabiri ise gerektiğinde yargı, ekonomi,
spor; gerektiğinde sağlık, eğitim, kültür muhabirliği yapar.
Çünkü Meclis’te sağlıktan spora, hukuktan ekonomiye kadar
Mayıs 2013
her alanda yasa görüşülüyor. Meclis komisyonlarının farklı
konulardaki çalışmalarını da parlamento muhabirleri takip
ediyor. Kanunlar Meclis’ten çıktığı için iyi bir hukukçu kadar hukuk bilgisine sahiptir parlamento muhabirleri. Kanun
tasarıları ve teklifleri çoğu zaman teknik ifadelerle dolu metinlerdir. Bu metinleri sokaktaki insanın anlayacağı şekilde
yazmak tecrübe ve bilgi gerektirmektedir” diyor.
Deneyimli gazeteci, Meclis’in “siyaset ve demokrasinin
kalbi” olduğuna işaret ederek, “Meclis çatısı altında gazetecilik yapmak çok güzel bir duygu. TBMM gelenekleri olan
şeffaf bir kurum. Meclis’e bir kanun teklifi ya da tasarısı sevk
edildiğinde her aşamasını izleyebiliyorsunuz. Bilgiye ulaşma
parlamentoda daha kolay. Haberi kısa zamanda en yetkili
kaynaktan edinebilme şansınız var. Meclis’te görev yapmanın
zor yanı ise ucu açık mesailer ve yoğun iş temposu” diyor.
Sefa Salantur’a Anadolu Ajansı parlamento bürosunun
“Basın Koridoru”ndaki yeri ve önemini sorduk. “Öncelikle
‘Basın Koridoru’nda en fazla muhabiri bulunan büro olmakla
her zaman gurur duyduğumuzu belirtmeliyim” diyen Salantur, Anadolu Ajansı Parlamento Haberleri Editörlüğü’nün
Meclis’in haber değeri taşıyan tüm etkinliklerini izleyip
abonelerine aktardığını kaydediyor.
79
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Nisan 2013’te kabul edilen yasalar
Kanun Numarası
Kabul Tarihi
Başlığı
6456
03/04/2013
Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun
Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun
6457
03/04/2013
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Ukrayna Bakanlar Kurulu Arasında Hava Ulaştırma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6458
04/04/2013
Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu
6459
11/04/2013
İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Bağlamında Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun
6460
17/04/2013
Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun
6461
24/04/2013
Türkiye Demiryolu Ulaştırmasının Serbestleştirilmesi Hakkında Kanun
6462
25/04/2013
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Yer Alan Engelli Bireylere Yönelik İbarelerin Değiştirilmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun
Mayıs 2013
80
Tarih Sahnesi
4 Mayıs 1979 - Margaret Thatcher,
İngiltere’nin ilk kadın başbakanı seçildi.
4
7 Mayıs 1824 - 1817’de
12 Mayıs 1940 - Efsane
tamamen sağır olan Ludwig
van Beethoven, Viyana’da 9.
Senfoni’yi ilk kez sundu.
güreşçilerden Tekirdağlı Hüseyin, Kırkpınar’da altıncı kez
başpehlivan oldu.
5
7
8
10
12
14
5 Mayıs 1821 - Fransa İmparatoru Napolyon
Bonapart, Güney Atlantik
Okyanusu’ndaki Saint Helena
Adası’nda öldü.
10 Mayıs
14 Mayıs
Günü, ilk kez
Amerika Birleşik
Devletleri’nin
Philadelphia
kentinde kutlandı.
tek parti dönemi, Demokrat
Parti’nin tek
başına iktidara
gelmesiyle son
buldu.
1907 - Anneler
8 Mayıs 1972 - CHP Genel
Kongresi’nde Bülent Ecevit’in listesinin kazanması üzerine, İsmet İnönü
33 yıl 4 ay 11 gün sürdürdüğü CHP
Genel Başkanlığı’ndan istifa etti.
Mayıs 2013
1950 - 27 yıllık
81
27 Mayıs 1960 - Türk Silahlı
Kuvvetleri yönetime el koydu. Silahlı
Kuvvetler adına ülkeyi yöneten Milli
Birlik Komitesi, TBMM’yi ve hükümeti
feshederek her türlü siyasi faaliyeti
yasakladı.
19 Mayıs 1919 - Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu Müfettişi
sıfatıyla Samsun’a ayak basarak Milli Mücadele’yi başlattı.
18
19
24
24 Mayıs 1956 - 7 ülkenin
katıldığı ilk Eurovision Şarkı Yarışması İsviçre’de düzenlendi.
18 Mayıs 1944 - Kırım
Tatarları, Joseph Stalin tarafından
Sovyetler Birliği’nin çeşitli şehirlerine sürüldü.
27
29
29 Mayıs
1453 - Osmanlı
Padişahı Fatih
Sultan Mehmet,
İstanbul’u fethetti. Yeni Çağ’ın
başlangıcı olan
bu fetihle birlikte
Bizans İmparatorluğu sona erdi.
Mayıs 2013
82
Kuldan
öte,
kuldan
ziyade
Şarkıları 13
farklı dile
çevrilip
seslendirilen
Barış Manço
hem başarılı
bir müzisyen
hem de Türk
müziğini ve
Türkiye’nin
adını dünyaya
duyuran bir
kültür elçisi
idi.
Pınar Ünsal
Mayıs 2013
K
orkumuz odur ki kapkara bir dünya isteyenler var aramızda. Tanklar, tüfekler, postallar… Hep vardı mavi gökyüzünü siyaha boyamak isteyenler. Dünyanın bir ressamın
paletine ihtiyacı vardı, renkleri yerlerine koyacak; ağaçları,
kuşları, çiçekleri boyayacak… Bir perinin değneğine ihtiyacı
vardı, huzur dolu bir dünya oluşturacak çocukların ölmediği.
Dünyanın Barış’a ihtiyacı vardı…
Savaşın ortasında doğmuş Barış, toprak anayla kaya babanın oğlu olarak. İnsan siluetinde bir şeydi… Neydi? Hayalgücü zorlansa da tam bulunamıyor doğru kelime. Haşa, bir
melekti demek de doğru değil. Ama şu var ki; bu ademoğlunu
sevmeyen hiç mi biri çıkmaz?
Müzisyen, gezgin, televizyon programcısı, koleksiyoncu, öğretmen, iç mimar, yazar, filozof... idi Barış bizim
bildiğimiz. “Ne köy olur benden ne kasaba” dese de
bir şarkısında, Türkiye’nin ve diğer başka ülkelerin
ona layık gördüğü pek çok unvanı vardı; Türk Kültür
Elçisi, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Sanatçısı, Fransız
83
Edebiyat ve Sanat Şövalyesi, Onursal
Hemşehri, Onursal Evlat... Ve 3 binin
üzerinde ödül ile plaket, kimisi altın
kimisi platin.
Ortaokul son sınıfta müzikten ikmale kalmış birinin yıllar sonra çok
ün lü bir müzisyen olacağ ı k imin
aklına gelir? Liseyi bitirir bitirmez
cebinde üç kuruş para, kolunda gitarı,
otostopla Avrupa’ya giden ve orada
müzik yapacağım diye inat eden birinin nihayet Paris’in dünyaca ünlü
salonu Olympia’da konser vereceği…
Hem de Türkiye’de adı pek bilinmezken. Müzikle ilgili bir eğitimi yokken
Avrupa’da İngilizce ve Fransızca olarak doldurulmuş bir sürü plak çıkardığını kim bilir? 1970 yılında yabancı
müzisyen arkadaşlarıyla Türkiye turnesine çıktığını, Doğu-Batı demeden
Türkiye’nin hemen her şehrinde konserler verdiğini, yurdum insanı tarafından “Gavura bak ne güzel Türkçe
şarkı söylüyor” şeklinde övgüler (!)
aldığını… Aynı yıl, yabancı müzisyen
çalıştırmak suçundan Antalya’da tutuklandığını?
Avrupa macerasına müzik adına
atılmıştır belki, ama iç mimarlık da
okur Belçika Kraliyet Akademisi’nde.
Red Kit’in çizeri Morris’le aynı okuldan, dört sene sonra birincilikle mezun
olur. Asterix’in çizeri Goscinny de
buradan mezundur. “Müziğimde ne
yapıyorsam resimde de aynısını yapıyorum; içimden geçen şeyleri kağıda
döküyorum” dese de çizimlerini hiç
yayımlamamış Barış Manço. İstemiş,
ama ömrü yetmemiş…
Barış’a 10 puan, 10 puan…
Çocuk kahramanlarından söz açılmışken; yatmadan önce süt içen, arabanın
arka koltuğuna oturan, her gün dişlerini fırçalayan, ıspanak yiyen ve bunların hepsini Öğretmen Barış’tan öğrenen 1980-87 arasında doğan nesil için
Barış Manço bir hayal kahramanıdır aslında. Uzun saçları, değişik bıyığı, bir sürü
yüzüğü, pelerinli-kemerli kıyafetleri ile bu acayip adam (!) olsa olsa bir kahraman
olabilirdi zaten; Red Kit, Tenten, He-man gibi. 7’den 77’ye tüm Türk halkının kabul
ettiği ve sevdiği imajı yıllar içinde oluşmuş anlattığına göre. Bıyıklarını yüzündeki kesikleri gizlemek için bırakmış 1967 yılında Hollanda’da geçirdiği bir trafik
kazası sonrası. Aşağı doğru sarkan bir bıyık olunca saçları kısa güzel durmamış.
Saçlarını da uzatmış. “… derken bu saç ve bıyıklar, kravat ve takım elbise üzerinde
garip durmaya başladı. Otomatikman elbiseler de başladı aşağı doğru sarkmaya,
saçaklar, püsküller falan derken ben kıyafetimi buldum” diye bahsediyor meşhur
Mayıs 2013
84
görüntüsünün oluşum sürecinden. İstanbul’da uzun saçları
yüzünden polis tarafından çok kovalanmış, ama saçlarını
kestirmeyi hiç düşünmemiş Barış Manço. Cumhurbaşkanı
olması ihtimali hariç. “Şimdi Türkiye’de 25 milyon çocuk
var. Bunlar 2000 yılında büyümüş olacak ve oylarını Barış
Abilerine verecekler. Bana ‘Uzun saçlı cumhurbaşkanı mı
olur’ diyorlar. Bu kol değil ki keseriz gider.” Barış Manço
siyasetle uğraşmayı gerçekten istedi mi bilinmez, ama onun
cumhurbaşkanı olduğu bir ülkede yaşamak çok keyifli olurdu
eminim. Sekiz farklı dilde kare bulmaca çözebilen; “dünya
vatandaşlığı” kavramını benimsemiş; geleceğin büyükleri
olan çocukları adam yerine koyan; “İnsanın öğrenmesi gereken ilk dil tatlı dil” gibi güzel sözler söyleyen; hatmi çiçeği,
çörek otu, biraz tarçın, bir tutam zencefil ile hazırlanan ve
soğuk algınlığına iyi gelen nane-limon çayını halkına öğütleyen bir cumhurbaşkanı…
60’lı yılların başında Haydi ya nasib diyerek çıktığı yolda
600 bin kilometre yol yapmış. Evliya Çelebi misali Barış Çelebi olarak seyyah olmuş gezmiş alemi. Belki de o yüzdendir
“Hemşerim memleket nire?” sorusuna “Bu dünya benim
memleket” cevabını verişi.
Mayıs 2013
Bazı
şarkılarının
son
dörtlüğünde
kendine atıf
yapması; yaptığı
müzik türü
progressive
rock olsa da
bestelerinin
Anadolu
ezgilerinden
beslenmesi;
şarkı sözlerinde
Anadolu deyim
ve atasözlerini
olduğu gibi veya
değiştirerek
kullanması onu
bir halk ozanı
yapar aynı
zamanda.
1988 yılında TRT’de başlayan 7’den
77’ye programını hazırlarken 200’e
yakın ülkeyi gezmiş. Hem gezgin hem
koleksiyoner olan Barış, gittiği bu ülkelerden çeşitli şeyler toplamış. Fotoğraf
makinelerinden oluşan 310 parçalık
koleksiyonunu sapa, kulpa, kapağa
itibar etmeyip Türkiye Gazeteciler
Cemiyeti’nin Cağaloğlu’ndaki Basın
Müzesi’ne bağışlamış.
Rockstar kılığında bir ozan
Barış’ın yazarlığı Sami Sibemol müstearıyla bir gazetede yazdığı müzik
içerikli yazılardan, filozofluğu şarkı
sözlerinden ileri gelir. Bazı şarkılarının
son dörtlüğünde kendine atıf yapması;
yaptığı müzik türü progressive rock
olsa da bestelerinin Anadolu ezgilerinden beslenmesi; şarkı sözlerinde
Anadolu deyim ve atasözlerini olduğu
gibi veya değiştirerek kullanması onu
bir halk ozanı yapar aynı zamanda.
Muhallebi yerken dişi kırılandan bir
yastıkta kırk yıl ömür geçirenlere kadar Anadolu insanıdır şarkılarındaki
başroller.
“Kara kızım” dediği piyanosunda
yüzlerce beste yapmış, müziği, mütevazılığı ve insana saygısıyla adı bu
coğrafyanın sınırlarını aşmış uzun
saçlı dev adamın en büy ük hayali
yine müzikle ilgiliydi; 2023 yılında
bembeyaz saçlarıyla Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı yönetmek ve
Cumhuriyet’in 100. yılına yazdığı 2023
adlı eserini çaldırmak...
“İnsan, adının anılmadığı gün ölür”
diyen biri, hala kızı Zehra, komşu kızı
Düriye, tatlı komşu Ayşe teyze, emekli
Salih öğretmen, kul Ahmet, bir deli
oğlan Osman, Nazo Gelin, arkadaşı
eşşek ve nicesine can vermişken nasıl
ölebilir ki zaten…
Simsiyah gece koynuna aldığı gün
Barış’ı, o ölmemişti aslında; yaşam
denen uykudan uyanmıştı.
12 Mayıs 2013 / Anneler Günü
Tüm annelerimizin Anneler Günü’nü kutlarız.
Gelincikya
...
En çok annemi sevdim ben, incecik esmer bir kadın:
Gözleri ışıklı kahverengi, Ege ve dünyalar güzeli.
Öptü mü beni, bulutlara çarpardı saçlarım.
Elimden tutup Gelincikya’yı gösterdi bana.
Bu yüzden olsa gerek,
ışıklı kahverengi gözlü kızlar titretti beni hep.
Bir de Gelincikya.
Fotoğraf: Elif Çelik
Özkan Mert
86
Erbay Kücet
“Gülmeyi bilmeyen
dükkân açmasın.”
Çin Atasözü
M
izah ve nükte denince ilk akla gelen isim
Nasreddin Hoca’dır. Ancak siyasette de
mizah, hiciv, nükte ve sataşma vardır. Hepsinden önemlisi “kendi kendini eleştirmek” veya
başka bir ifadeyle “kendiyle dalga geçmek”
vardır. Nasıl hicivde belli bir seviye korunarak
inceden inceye eleştiri varsa, siyasette de bir
seviye olduğu muhakkaktır.
Mizah, düşüncelerin şaka ve takılmalarla
süslenip anlatıldığı bir söz ve yazı çeşididir. Bir
güldürme biçimi değil, gülerek düşündürme biçimidir de diyebiliriz. Mizahın en
geliştiği yerler ise demokratik sistemin yerleştiği ülkelerdir. Bu doğrultuda bakıldığında parlamentomuzdaki siyasilerin mizah dilini çok iyi kullandıklarına da
şahitlik etmekteyiz.
Politikacılarımızın konuşmalarında destek amaçlı olarak sıklıkla atasözlerimize,
fıkralara ve deyimlere yer vermelerinin kültürel zenginliğimize katkı sağladığını
burada belirtmek isterim. Siyasilerimizin birçoğunun ciddiyetlerini muhafaza
etme amacıyla mizah ve nükteye yer vermediklerini de görmekteyiz. Mizahın
dilinin keskin olduğu kadar yumuşatıcı olduğunu bir kere daha ifade ederken,
Mayıs 2013
politikacılarımızın ülkemizin barış ve
kardeşliğe ihtiyacı olduğu şu günlerde
bu dili sıklıkla icra etmelerinde yarar
olduğu düşüncesindeyim. Bakınız,
yıllarını tiyatroya vermiş usta Nejat
Uygur yıllar önce kendisiyle yapılan bir
söyleşisinde “Oyunlarımı kurgularken
siyasilerden ilham alırım” diyerek
nüktenin önemine dikkat çekmektedir.
87
Millî egemen liğ in tecel li et t iğ i
TBMM, koyduğu yasalarla, yürütmey i denet leme yet k isiyle, a ldığ ı
kararlarla devlet ve toplum hayatını
düzenlemektedir. Politik arena olara k isi m lend ireceğ i miz Meclis’te
parlamenterlerimizin konuşmaları
esnasında belagat ve iletişimi en iyi
biçimde icra etmeleri beklenmektedir.
Zira parlamentomuz toplumun aynasıdır. Milletvekillerimiz milleti temsil
makamındadır. Sıcakkanlı, sevimli ve
samimi oldukları kadar zeki ve espri
kaynağı olan vekillerimiz konuştukları
konuyu daha anlaşılır hale getirmenin
yanı sıra az sözle çok şey anlatmak için
fıkrayı tercih etmektedirler. Anlatılan
fıkra ile taşı gediğine koyanlar kadar
“Ne alaka?” dedirtenler de vardır
şüphesiz.
Politik hayatımızın vazgeçilmezleri
arasında bulunan nükte ve hiciv ile
ilgili düşüncelerimizi paylaşırken,
parlamenterlerimizin başından geçen
ilginç ve mizahi olayların anlatıldığı
kitaplardan da söz etmek isterim.
Fıkra anlatan siyasilerimizin yaşadıklarının bir kısmı da fıkra konusu olabilmektedir. Bu kitapları yazanlar, onlarla birlikte ülkeyi adım adım gezenler veya
yaşadıklarından yola çıkarak kendilerini anlatan siyasilerdir.
Siyasilerle gezip dolaşırken boş durmayıp yaşadıklarını kaleme alanların başında
gazeteciler gelmektedir. Tarihe tanıklık ederken not düşen bu gazetecilerden Tuğrul Sarıtaş, 100 Güldüren isimli eserinde Erbakan, Çiller, Özal, Demirel ve Kenan
Evren’le olan hatıralarını nükteli bir dille anlatırken, Fehmi Çalmuk Refahın Gülen
Yüzü’yle Erbakanlı günlere tebessümle baktıran gazetecilerimizden.
Yıllarını birçok politikacıyı meydanlarda takdim ederek geçiren Zenger Paşa lakabıyla ünlenen Erkal Zenger’in Siyaset Cambazhanesinin Cazgırı isimli kitabında
Demirel, Özal, Erbakan ve Ecevit’ten değişik anılara yer verilirken, gazetecilerin
de şahitlik ettiği gülünçlüklere tebessüm ediyorsunuz.
“Vekilim Beni Tanıdınız mı?” sorusu milletvekillerimizin sıklıkla duyduğu soruların başında gelmektedir. İşte bu soruyu kitabının kapağına çıkaran Barbaros
Uzunöner güldüren milletvekili anılarını bir araya getirmiş ve birçok politikacımızla nükteli bir yolculuk yapmamızı sağlamış.
Zor Günler Süleyman Demirel’in 12 Eylül sonrasında siyaset sahnesinde yaşadığı
zorlukları anlatan ve onun mitinglerinin danışmanlığını yapan Orhan Güler’in
kaleminden çıkmış bir eser.
TBMM’de Başkanlık Kürsüsü’nde görev ifa eden Habip Kocaman ise farklı bir
kitaba imza atmış. Sayın Başkan Lütfen Zabıtlara Geçsin adlı kitabında TBMM
Genel Kurulu’nda kürsüden anlatılan fıkraları tutanaklardan araştırarak derleyip
toplamış. Okurlarını gülümseten ve hoş vakit geçirten kitapta, parlamentonun
mehabetine zarar verilmediği dikkatlerden kaçmamaktadır.
Ne diyelim... TBMM’de milletimizi temsil eden vekillerimizin düşünce dünyalarının kültürel hayatımıza katkısı ebediyen sürsün.
Mayıs 2013
Kitap
88
Menderes’in Dramı
Başvekilim Adnan Menderes
Şevket Süreyya Aydemir
Celal Bayar (Haz: İsmet Bozdağ)
Remzi Kitabevi, 1. Basım 1969, 512 sayfa
Truva Yayınları, Mart 2010, 240 sayfa
Menderes’ in Dramı, Türk tarihindeki önemli kişileri
anlatan kitaplarla ünlenen Şevket Süreyya Aydemir’in
detaylı bir Adnan Menderes portresi. Tarihî şahsiyetlerin
bir değer taşıdığı takdirde kendi sorumluluklarıyla tarih
sahnesine atılacağını savunan yazar, Adnan Menderes’in
çocukluğundan hayat boyu süren yalnızlığına, hastalıklarından idamına kadar baştan sona bir dram olan hayatını
ele almış. Demokrat Parti’nin kuruluş ve zafer günlerinin
detaylandırıldığı kitapta Celal Bayar-Adnan Menderes
ilişkisine dair birçok bilgi ve mektup da yer alıyor. Yassıada
günlerinin anlatıldığı bölüm ise Türkiye’nin karanlık günlerinin acı tecrübesini gözler önüne seriyor.
Geçtiğimiz mart ayında hayata gözlerini yuman İsmet
Bozdağ, Adnan Menderes biyografisi için yaptığı hazırlıkların bir kısmını ayrı bir kitap olarak okura sunmuştu.
Menderes’e en yakın isimlerden biri olan Celal Bayar’la
yapılan görüşmeler sonucu ortaya çıkan bu kitap, yakın tarihimize birinci elden bakma imkanı tanıyor. Celal Bayar,
Adnan Menderes’le tanışmasından son görüşmesine kadar
yaşadıklarını bir bir anlatmış. Kitabın en önemli özelliği
bu değil. Türkiye-Amerika ilişkileri, Soğuk Savaş günleri
ve dönemin kalkınma politikaları gibi Türkiye’nin iç ve
dış siyasetine dair bilgiler de içeren kitap, aynı zamanda
bugünleri anlamamıza da yarayacak.
27 Mayıs’tan Yassıada
Mahkemelerine Menderes
27 Mayıs – Masallar
ve Gerçekler
Recep Şükrü Apuhan
Mehmet Arif Demirer
Timaş Yayınları, Haziran 2007, 288 sayfa
Toplumsal Yayıncılık, 2012, 720 sayfa
Resmî Tarihi Değiştirecek Gerçekler. Kitabın alt başlığı bu.
“Adnan Menderes’i Yassıada’ya götüren neydi?” sorusunun
cevabı Recep Şükrü Apuhan’a göre ancak daha gerilere
giderek anlaşılabilecek bir şey. Yazar, bu arayış içinde
Cumhuriyet’e giden yolda neler yaşandığını, tek parti
dönemini, Demokrat Parti’nin kuruluşunu ele alarak 27
Mayıs’ı anlamaya çalışıyor. Yassıada günlerine dair birçok
üzücü hikayenin anlatıldığı kitapta dönemin cumhurbaşkanının, başbakanının, bakanlarının, milletvekillerinin
hatta muhtarlarının gördükleri muamele tüyler ürpertici.
Kitabın son bölümünde ise 27 Mayıs’ın ve Yassıada’nın
tanıklarından Demokrat Parti Milletvekili Gıyaseddin
Emre’yle yapılan söyleşi, yakın tarihimizin kör düğümlerini çözmeye çalışacaklara bol miktarda bilgi sunuyor.
Mayıs 2013
Dördüncü Menderes Hükümeti’nin Ulaştırma Bakanı Arif
Demirer’in oğlu Mehmet Arif Demirer, çok titiz bir çalışmaya imza atmış. Adnan Menderes’e ithaf edilen kitapta ilk
göze çarpan 27 Mayıs’ı gerçekleştiren Millî Birlik Komitesi
üyelerinin darbeyle ilgili makaleleri, söyleşileri ve kitaplarından yapılan alıntılar. Çarpıcı görüşlerin derlendiği
bu bölüm özellikle ilgi çekici. Bunun yanı sıra Demokrat
Parti’nin iktidara gelişiyle başlayan “Türkiye’nin en uzun
on yıl”ı ilginç detaylar verilerek ele alınmış. 6-7 Eylül
olayları, dönemin manşetleri, mektuplar ve küçük hikayelerle dolu dolu bir kitap hazırlayan yazar, yakın tarihin
en belirleyici yıllarına dair defalarca başvuracağımız bir
kaynak sunuyor.
Film
89
Les Misérables - Sefiller
Yönetmen: Tom Hooper
Oyuncular: Helena Bonham Carter, Russell Crowe,
Hugh Jackman, Anne Hathaway
Sinema dünyası edebiyat uyarlamasından asla vazgeçmeyecek gibi gözüküyor. Sefiller filmi
bu geleneğin son örneği. Yalnız bu, ilk Sefiller değil. Victor Hugo’nun bu meşhur başyapıtı daha önce biri Türk yapımı olmak üzere toplam altı kere filmleştirildi. Bu günlerde
Türkiye’de gösterimde olan ise 1987’de aynı isimle kurgulanıp sahnelenen müzikalin sinemaya uyarlanmış hali. Yönetmen Tom Hooper, televizyon dizilerinden sinemaya transfer
olan; genç sayılabilecek bir yönetmen. 2010 yılında gösterime giren The King’s Speech (Zoraki
Kral) filmiyle övgüler alan yönetmen, bu sefer oyuncu kalitesini de artırarak yine başarılı
bir iş çıkarmış. Konu şöyle: Bir somun ekmek çaldığı için hapse giren Jean Valjean (Hugh
Jackman), şartlı tahliyesini aldıktan sonra herkesin ona kötü davranmasından mustarip bir
Fransızdır. Bir yandan şartlı tahliyesini kollayan müfettiş Javert’den kaçan, bir yandan da
yeni bir hayat kurmaya çalışan Valjean, yirmi senelik kaçış sonrasında kendini 1830 Temmuz
Devrimi’nin içinde bulur.
Passion – Öldüren Tutku
Senaryo : Brian de Palma
Yönetmen: Brian de Palma
Oyuncular: Rachel McAdams, Noomi Rapace
Brian de Palma ismi aklımıza hemen
efsane film Scarface’i (Yaralı Yüz) getiriyor. Şimdiye kadar birçok filme imza
atan usta isim, istikrarlı bir yönetmen
sayılmaz pek. The Untouchables (Dokunulmazlar) ve Carlito’s Way (Carlito’nun
Yolu) gibi müthiş filmler yapan Brian de
Palma, bu başarısını gölgeleyecek filmler de yaptı. Gerilim ve erotizm üzerine
kafa yoran yönetmen action filmlerinin
başarısını gösteremedi henüz. Fransız
Yönetmen Alain Corneau’nun Love Crime filminin uyarlaması olan
Passion’ın konusu şöyle: Genç bir iş kadını olan Isabelle (Rachel
McAdams) danışmanlık yaptığı patronu Christine’a (Noomi Rapace)
karşı çok düşkün, naif bir kadındır. Patronun genç kadının projesini
çalmasıyla başlayan gerilim, Isabelle’in cinayete kadar varacak bir
plan hazırlığına girmesine sebep olur. Ama Christine’ın da planları
vardır ve katille maktul birden yer değiştirir. Sıradışı tarafları ve
Rachel McAdams’ın neden gözde bir oyuncu olduğu sorusuna verdiği cevap filmi izlenmeye değer kılıyor.
Warm Bodies – Sıcak Kalpler
Senaryo : Jonathan Levine
Yönetmen: Jonathan Levine
Oyuncular: Nicholas Houlth ,Teresa Palmer, John Malkovich
Warm Bodies (Sıcak Kalpler) genç
yönetmen Jonathan Levine’in yeni
zombi filmi. Klasik zombi filmlerinden farklı bir yapıya sahip olan
Sıcak Kalpler’in merkezinde aşk var.
Yalnızlıktan ve ölümden yakınan
bir zombinin öldürdüğü birinin kız
arkadaşına âşık olmasıyla başlayan
hikaye diğer zombilerin de bundan
etkilenmesiyle ilginç bir yöne kayıyor.
Yönetmen, ölülüğünü sorgulayan
dahası âşık olan bir zombi fikriyle
sağlam bir nokta yakalamış. Modern
bireylerin günlük hayatlarını saran duygusuzluk ve maddi düşkünlüğün (zombinin bitmeyen açlık duygusu) ele alınacağı hissi veren
ilk sahnelerden sonra film sıradanlaşıyor ve Hollywood’un gençlik
filmlerini andıran bir basitliğe yöneliyor. Film yakaladığı nokta
üzerinden iyi işlenen bir senaryoya sahip olsa dünya sinemasında
yer edecek bir zombi filmi izlemiş olacaktık. Maalesef bu fırsatı
tepen bir yapım olmuş.
Mayıs 2013
Müzik
90
Tanbur
ve Viyolonsel
Taksimleri
Yaylı tanburun mucidi, Türk müziğinin en önemli isimlerinden
Tanburi Cemil Bey’in kendi gibi
Mesud Cemil
müzisyen olan oğlu Mesud Cemil’in
TRT Arşiv Serisi
Tanbur ve Viyolonsel Taksimleri, TRT
Arşiv serisinde kendine yer bulan çalışmalar arasında. 1940-1955 yılları arasında
Ankara ve İstanbul Radyosu tarafından doldurulan taş plak kayıtlarından
oluşan albüm, Türk musikisine duyduğumuz özlemi hatırlatıyor adeta.
Bizleri günlük hayatın telaşından sıyırıp götüren bu albüm, vazgeçilmezler
arasındaki yerini çabucak alacağa benziyor. Değişik makamlarda icra edilen
taksimler titizlikle seçilmiş. Tanburi
Cemil Bey’in “Kürdili Hicazkar Peşrevi” ve Benli Hasan Ağa’nın
“Rast Saz Semaisi” ise albümde ayrıca yıldızı parlayanlardan.
An
Acoustic
Evening at the
Vienna Opera House
Önceleri, memleketi ABD’de en genç
blues gitaristlerinden biri olarak tanınan Joe Bonamassa, bugün dünya
çapında sevilen bir blues sanatçısı.
Dört yaşındayken dinlediği Stevie
Joe Bonamassa
Ray Vaughan sayesinde gitara gönül
J&R Adventures
veren Bonamassa henüz on iki yaşındayken konserlere çıkmış ve Eric Clapton,
B.B. King, Beth Hart gibi ustalarla çalışmış bir isim. Avrupa’nın en
seçkin müzikhollerinden biri olan Viyana Operası’nın büyüleyici
atmosferinde dinleyicilere “akustik bir gece” yaşatan Bonamassa’ya
geleneksel ezgiler ve banço, keman,
armonyum, mandola, arp, akustik gitarlarla dört müzisyen daha eşlik ediyor. Bonamassa’nın “Sloe Gin”, “Jelly
Roll”, “Around the Bend” gibi sevilen
şarkıları akustik ve country-blues
tarzında icra ettiği konser DVD,
BlueRay ve CD olarak piyasaya sürülmüş. J&R Adventures etiketi taşıyan albüm, Viyana Operası’ndaki
“akustik gece”yi evinde yaşamak isteyen blues severler için...
Mayıs 2013
Duets
Paul Anka
Farklı sanatçılardan dinlediğimiz ve hafızalarımıza kazınmış
Sony Legacy
birçok şarkının Paul Anka imzası
taşıdığını pek azımız bilir. 1950’lerin sonu ve 60’larda “Diana”, “Lonely
Boy”, “Put Your Head on My Shoulder”
gibi şarkılarla ün yakalayan Anka, ilk kırkbeşliğini on dört yaşında kaydetmiş
ve müzik listelerinde üst sıralara
yerleşerek bir gençlik idolü haline
gelmiş. Paul Anka’nın Sony Müzik
etiketiyle çıkan albümü Duets, sanatçının söz veya bestelerini yazdığı,
ama başka sanatçıların sesinden
tanıdığımız eserleri “düetler” olarak sunuyor. Frank Sinatra ile “My
Way”, Dolly Parton ile “Do I Love You”, Michael Jackson
ile “This Is It”, Tom Jones ile “She Is a Lady”, Celine Dion
ile “It’s Hard to Say Goodbye” düetleri albümün öne çıkan
parçalarından.
Itrî & Bach
“Müzik evrenseldir” sözü pek
meşhurdur. Doğrudur belki, ama
Ertan Tekin, Murat
müzik vatansızdır diyemeyiz.
Aydemir, Çağ Erçağ
Türk müziği ile Batı müziğinin
en önemli isimlerinden ikisi, Itrî
Kalan Müzik
ve Bach. Bu iki ustanın nefesi, kendilerinden sonra gelen müzisyenlerin
ensesindedir; bu, örneğin hem Zekai
Dede Efendi hem de Beethoven için geçerlidir. Peki, Itrî ve
Bach bir arada nasıl olur derseniz; cevabı Kalan Müzik’ten
çıkan ve kaçırılmaması gereken
bir albüm. Dudukta Ertan Tekin,
tanburda Murat Aydemir ve viyolonselde Çağ Erçağ iki büyük
besteciye ait ezgileri bir arada icra
ederek müziğin zenginliğini tattırıyor dinleyiciye. Oldukça riskli
bir işi göze alan ve bu buluşmanın
getirdiği yenilikleri bizlere sunan
Ertan Tekin, Murat Aydemir ve
Çağ Erçağ’ın bu çalışması, müzik anlayışına bambaşka bir
boyut kazandıracağa benziyor.
Televizyon
91
Meclis Taksi son sürat...
GEÇTIĞIMIZ yıllarda TRT, “Politika Kulvarı” gibi programlarla milletvekillerini farklı gö-
rüntülerle ekrana taşımıştı. Yıllar geçse de birçok insanın çok net hatırladığı programlardır
bunlar. Hiç de asık yüzlü olmayan vekillerin yaptıkları “politik” espriler ve ilginç diyaloglar
renkli görüntüler ortaya çıkarıyordu. Şimdilerde ise TRT Haber kanalı her pazar ilginç bir
programa yer veriyor. Siyaset dünyasının ünlü isimlerini konuk eden Meclis Taksi, milletvekilleri ve bakanları bir taksinin şoför koltuğuna oturtarak izleyiciye sürprizler yaşatan
eğlenceli bir program. Taksi şoförlüğüne soyunan vekiller müşteri aramaya koyulup bazen
trafikle, bazen yolların karmaşıklığıyla didinirken onları tanımayan müşterilerle yaptıkları
sohbet seyirciyi kahkahaya boğuyor. Tabii bazen de müşteriler tanıdıkları vekillerden ilginç
isteklerde bulunarak programa renk katıyor.
Kayseri Milletvekili Mustafa Elitaş
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım
Maliye Bakanı
Mehmet Şimşek
Gençlik ve Spor Bakanı
Suat Kılıç
Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı
Bursa Milletvekili
Hüseyin Şahin
İstanbul Milletvekili Sabahat Akkiray
Mayıs 2013
92
Vekiller
Ne Okuyor
Ne İzliyor
Mustafa Ataş
AK Parti İstanbul Milletvekili
AĞIRLIKLI olarak siyaset ve tarih kitapları okuyorum. En son
Ateş İlyas Başsoy’un AKP Neden Kazanır? CHP Neden Kaybeder?
adlı kitabını okudum. Müzikte tercihim Türk Halk Müziği ve Türk
Sanat Müziği. Albümlerini keyif le dinlediğim isimler arasında
Fatih Kısaparmak ve Uğur Işılak’ı sayabilirim. Fotoğraf çekmek
benim için vazgeçilmez bir tutku. Fotoğraf makinemi yanımdan
ayırmıyorum. Her hafta sonu iki ilimize gidip doğal güzellikleri,
tarihî mekanları fotoğraflıyorum. Daha önce fotoğraf sergileri açtım. Yoğun çalışma tempomuzdan fırsat bulduğumda yeni bir sergi
açmayı düşünebilirim.
Ramazan Kerim Özkan
CHP Burdur Milletvekili
YOĞUN siyasi çalışmalarımdan fırsat
buldukça kitap okumaya ve tiyatro
izlemeye zaman ayırmaya çalışıyorum. Genellikle siyasi, güncel ve yakın
tarihi anlatan kitaplar okumayı tercih ediyorum. En son Tevfik Yener’in
İstanbul Aşk Ekmek Hayal k itabını
okudum. 1955’li yılların siyasi, sanatsal,
hat t a sporla i lgili gelişmeleri ile
Beyoğlu, İstanbul ve
Türkiye’nin değişimini anlatıyor. Geçen
günlerde Ankara Ekin Tiyatrosu’nun
sahnelediği “Söz Meclis’ten İçeri” adlı
tiyatro gösterisini izledim. Bu vesileyle
eserin yazarı rahmetli Uğur Mumcu’yu
saygıyla anıyorum.
Mayıs 2013
Lütfü Türkkan
MHP Kocaeli Milletvekili
EN son Gazeteci-Yazar Uğur Becerikli’nin Konstantiniye’nin Gülü
adlı romanını okudum. Kitapta Fatih’in oğlu Sultan II. Bayezid
dönemindeki İstanbul anlatılıyor. Tarihî bir roman olmasının ötesinde dokunaklı bir aşk hikayesi... Kitabın kahramanı Vedat Ağa,
bugünkü Bakanlar Kurulu gibi düşünebileceğimiz Divan’da görevli
bir saray yetkilisi. Sevgilisi Renan ise Harem’deki kadın memurlardan biri. Kitapta gerçek ile kurgu iç içe. Örneğin büyük İstanbul
yangını, Cem Sultan meselesi, Leonardo Da Vinci ile Christoph
Colomb’un İstanbul’a gelişleri gibi ilginç konular var. Sürükleyici ve
etkileyici bir roman; insan eline alınca bırakamıyor. Son dönemde Mustafa Balbay’ın Balkanlar
adlı kitabını da okudum.
Sinemaya stresten kurtulmak için gidiyorum.
Bu nedenle asla gerilim filmlerini izlemiyorum.
En son Cem Yılmaz’ın “Fundamentals” ve
Özcan Deniz’in “Evim Sensin” adlı filmlerini
seyrettim. Otantik müzikleri seviyorum. Son
olarak Kardeş Türküler’in “Çocuk Haklı” ve
Melihat Gülses’in “Tuna’ya Hasret” adlı albümlerini aldım.
Ruhsar Demirel
MHP Eskişehir Milletvekili
EN son Cemil Oktay’ın “Hum” Zamirinin
Serencamı adlı kitabını okudum. Genellikle
tarihî biyografiler ile araştırma kitaplarını
tercih ediyorum. Şu sıralar Aslıhan Erkişi’nin
“Neveser” albümünü dinliyorum. Döneminin en önemli kadın
bestekarlarından Neveser Kökdeş’in eserlerinden oluşan bir albüm.
Büyük bir beğeniyle dinliyorum. Fatih Erkoç’un “Babamdan Miras” isimli CD’si de çok güzel. Canlı performans olarak geçen sene
İstanbul’da Tom Jones konserini izledim. Sinemada en son “Anna
Karenina”yı seyrettim. Bu aralar “Hitchcock”a gitmeyi çok istedim
ama çalışma tempomun yoğun olması nedeniyle fırsat bulamadım.
93
Ahmet Arslan
Vahap Seçer
SON dönemde okuduğum k itaplardan
biri Beyazıt Akman’ın Dünyanın İlk Günü
adlı romanı. Fatih Sultan Mehmet’in çocukluğundan başlayarak nasıl eğitildiğini,
İstanbul ’un fethini, Fatih ’in yerleşik halka
yaklaşımını ve ölüm sürecini anlatıyor. İskender Pala’nın Efsane’si, Ahmet Turgut’un
Kerbela - Aşkın Şehidi adlı eseri ve Sadık
Yalsızuçanlar’ın Hasan Harakanî ile ilgili
kitabı Cam ve Elmas arka arkaya okuduğum
kitaplar. Tarihî romanları seviyorum.
Sinemaya oğlumla birlikte gidiyorum.
Yıllardır pek çok filmi beraber izledik.
Müzik konusunda ilk tercihim ise Türk
Halk Müziği.
ŞU sıralar Amin Maalouf’un Doğu’dan Uzakta adlı kitabını okuyorum. Gençlik yıllarının
en güzel dönemlerini bir arada geçiren, farklı
dinlerden olsalar da hayalleri ve umutları ortak
bir grup arkadaşın, ülkelerinde başlayan iç savaştan
sonra farklı yerlere dağılmalarını ve yıllar sonra eski
arkadaşlarından birinin cenazesi sebebiyle yeniden
ülkelerine dönmelerini anlatan bir roman. Aslında
kitabın tanıtımında da belirtildiği gibi bir “yüzleşmenin” romanı. Lübnan’daki iç savaşın acı sonuçları ve insanların ruh iklimi bir oya gibi işleniyor
kitapta. Hep bir geç kalmışlıktan söz ederiz ya,
Maalouf da bunu bir kez daha bize hatırlatıyor.
Başucu kitaplarımın en önemlilerini yakın
dönem dünya ve Türkiye tarihi kitapları oluşturuyor. Tarih ve felsefe okumaktan büyük keyif alıyorum.
Ayrıca dünya klasiklerini ayrı ayrı dönemlerde yeniden ve yeniden
okumayı çok seviyorum.
Müziğin dünyanın her tarafında anlaşılan ve ortak duygulara
seslenen bir niteliği var. Dolayısıyla müziğin bizlere anlatmak istediği şeyler sadece kelimelerle ya da enstrümanlarla sınırlı değil. Bu
nedenle bize yüzyıllar öncesinden seslenen bestecilerin eserlerini
dinlemekten, yani klasik müzikten büyük bir zevk alırım. Hemen
hemen bulduğum her ortamda klasik müzik dinlerim.
AK Parti Kars Milletvekili
Dilek Yüksel
AK Parti Tokat Milletvekili
İYI bir kitap okuruyum. Şu sıralar başucumda bulunan üç kitap var. Mine Alpay Gün’ün Kadın Fotoğraf ları, farklı kadın portrelerini, bugüne kadar gün ışığına
çıkmamış hikayeleri bizlerle paylaşıyor. Yasemin Dutoğlu’nun Ak Zambaklar Şehri Tokat adlı
eseri Tokat’ın tarihini anlatıyor. Keyifle okuduğum, tavsiye edeceğim bir kitap. Ali Çimen’in
Kırık Heykel’i de yakın zamanda okuduklarım
arasında. Kitap tercihlerim o anki ruh halime
göre değişiyor. Örneğin bir dönem sıklıkla tarih kitapları okudum, bir dönem romanlara
ağırlık verdim.
Kitap okumanın yanı sıra film izlemeyi de
seviyorum. Hem sinemaya gidiyorum hem DVD izliyorum. Haftada iki gün mutlaka film seyrediyorum. Sinemada en
son “Çanakkale Yolun Sonu”nu izledim kızımla birlikte. Kısa süre
önce seyrettiğim filmlerden biri “Taare Zameen Par”. Öğretmenin
bir öğrencinin hayatında hangi sayfaları açıp kapayabileceğine dair
güzel bir Hint filmiydi. Oscar ödüllü Denzel Washington’un rol
aldığı “Flight” son izlediğim filmler arasında.
İyi bir müzik dinleyicisiyim. Özellikle Türk Sanat Müziği ve tasavvuf müziğini seviyorum. Şu sıralar Aslıhan Erkişi’nin “Neveser”
adlı albümünü dinliyorum. Yabancı sanatçılar arasında ise Adele’i
beğeniyorum.
CHP Mersin Milletvekili
Mehmet Günal
MHP Antalya Milletvekili
GENELLIKLE siyaset ve uluslararası ilişkilerle ilgili kitaplar okuyorum. Akdeniz
Parlamenter Asamblesi Türk Grubu üyeliğim
dolayısıyla yurt dışı programlarımız oluyor.
Bu nedenle özellikle uluslararası ilişkiler, ülke
tarihleri ile ilgili yabancı yayınları takip ediyorum.
Yoğun çalışma tempom dolayısıyla sinemaya gitme fırsatını pek
bulamıyorum. Müzik dinlemeyi seviyorum. Benim için Türk Sanat
Müziği ve Türk Halk Müziği’nin yeri ayrı. Orhan Hakalmaz ve
Ahmet Şafak, beğenerek dinlediğim sanatçılar arasında yer alıyor.
Mayıs 2013
94
sosyalmedya
gunlukleri
“KENDINI bir ağaçla yaşat” projesiyle
gönüllüler ve engelliler ağaç dikti...
@baydemirosman
CAZ bir şehre dönüşseydi bu İstanbul
ÇAYYOLU, Ankara’da Bahar... Kirazlarımız
olurdu; İstanbul bir müziğe dönüşseydi
adı caz olurdu.
çiçek açtı...
@SIRIN_UNAL
@omerrcelik
BÜTÜN nehirleri birleştiren bir tek köprü
vardır SELAM
HIÇBIR başarı tesadüfî değildir. Herkes
@BelmaSatir
başarının vitrine yansıyan görüntüsünü
fark eder de, “mutfak çalışması”nı bilen
bilir!
@necdetunuvar
KIRIM’DA dostlarımızla, soydaşlarımızla
bir araya geldik. Büyüklerimizin ellerini
öpüp hayır dualarını aldık.
@ismail_safi
İLK mesleğim
İSVIÇRE’DE hava güneşli. Bu hava insanlara da bulaşsa! Haydar Ergülen’in dizeleri
gibi: “Haziran güneşini kiraladım / Aramıza soğukluk girmesin diye” İsviçre’de
insanlar biraz soğuk ve mesafeli ama
burada yaşayan 120 bin vatandaşımız
onların davranış kodlarını da etki altına
alır bence...
BURDUR milletvekilimiz Ramazan Kerim
Özkan ile birlikte Beypazarı’nda, hayvan
pazarını ve ilçe pazarı esnafını ziyaret
ettikten sonra Beypazarı muhtarları ile
sohbet ettik.
@vekilince
@AylinNazliaka
facebook.com/izzetcetin.chp
Mayıs 2013
95
https://twitter.com/CahitBagci
Cahit Bağcı
@CahitBagci
Sosyolog, AKPARTİ Çorum Mlv. Sogiologist, MP, Justice & Development
Party, TR Ankara
Twitter’ı aktif biçimde kullanan siyasetçilerimiz arasında ilk sıralarda yer alıyorsunuz. Twitter’ı ne zamandır ve gün içinde
hangi sıklıkla kullanıyorsunuz?
Uzun süredir sosyal medya araçlarından Facebook’u kullanan birisiyim.
Bu açıdan Twitter’a geçişim biraz zor
oldu. Yaklaşık 9 aydır da Twitter kullanıyorum. Son günlerde tweetlerin
Facebook’ta paylaşılması ile aslında
ikisi bir koldan biraz daha aktif kullanılmaya başladı. Herkes gibi bazen
tweet atarak bazen de “retweet”lerle
kullanıcılığımı sürdürüyorum.
Sosyal medya sizin için ne ifade ediyor?
Diğer sosyal paylaşım siteleri de ilgi alanınıza giriyor mu? Sosyal medya bizim gibi toplum önünde olan insanlar için yeni bir iletişim
biçimi, bir çeşit halkla ilişkiler yöntemi, 2. sekretaryamız gibi. Sosyal
medyayı bir iletişim ortamı bilinciyle
kullanıyorum. Ancak sosyal medya
araçları da hızla çeşitleniyor, takipte
zorlanmadığ ımı söyleyemem. Facebook ve Twitter’a Blog, LinkedIn,
WhatsApp, WeChat vb. yeni iletişim
biçimleri eklendi. Bir sosyal bilimci
olarak da sonunun nereye varacağını
merak ediyorum. Şimdilik Facebook
ve Twitter aracılığıyla seçmenlerimle,
hemşehrilerimle, arkadaşlarımla ve
dostlarımla iletişim kurabiliyorum.
Siyasi çalışmalarımı, güncel hadiselere
ilişkin görüş ve düşüncelerimi kolayca
kitlelere ulaştırabiliyorum. Ancak pek
çok soru ve sorunu da içeren bir sanal
alemin varlığını; sosyal medyanın giderek kirlendiğini ve bireylerin özel alanını
tehdit eder duruma geldiğini görmezden
gelemeyiz. Bu konu uzun ve pek çok
felsefi tartışmayı da barındırmaktadır.
Üzerine çok makale, tez, kitap yazılmaktadır ve yazılacaktır.
Sizce siyasetçilerin sosyal paylaşım sitelerini etkin ve doğru olarak kullanması ne gibi bir önem taşıyor?
Sosyal medyayı doğru ve etkin kullanmak gerçekten çok önemli. Bu açıdan yaşam
koçluğu, sosyal medya uzmanlığı ve danışmanlığı gibi meslekler de doğmaya başladı. Sosyal medya, “kullanıcıların ürettiği” içerik nedeniyle zaman zaman kitlesel
dalgalanmalara ve bilgi kirlenmelerine neden olmaktadır. Bu açıdan sosyal medya
üzerinden tarafıma gelen mesajların tamamına kendim cevap vermeyi tercih ediyorum. Biraz yorucu oluyor, ama bunu ilkeselleştirmek de gerekir. Sosyal medyanın
henüz bir hukuku da oluşmadığından sorunlar yaşamaya devam edeceğiz. Örneğin
sahte hesaplardan gelen mesajlar biz siyasetçilerin ana sorunlarından birisi.
Sosyal paylaşım ortamında ilginç anılarınız oldu mu?
Sosyal paylaşım siteleri üzerinden bizlere gelen bazı mesaj ve taleplerin diğer meslektaşlarımıza da gönderildiğini öğreniyoruz. Bu tür tacizler tabii ki üzücüdür. Son
bir hadise üzerinden örnek vereyim. Bir Facebook paylaşımı üzerine bir takipçimin
yazdığı ilgisiz yorum nedeniyle neredeyse bütün takipçilerimin tahrik olduğunu,
durumun karşılıklı atışmalar ve hakaretlere varan sanal bir kavgaya dönüştüğünü
gördüm ve üzüldüm. Birbirini hayatta hiç görmemiş, karşılıklı oturup konuşmamış
insanların bu sahte kabadayılıkları ve dijital şövalyelikleri sanal âlemin ana sorunlarından birisi. Zamanla herkes kendi yolunu, tarzını ve sınırlarını belirleyecektir.
Mayıs 2013
Unutmayacağ ız ...
Yasin Cengiz Gökçek
16. Dönem Gaziantep Milletvekili Cengiz Gökçek, 1934
Gaziantep Araban doğumludur. Yüksek öğrenimini Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamlayan Gökçek, serbest avukatlık ile Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı görevlerinde bulundu.
24 Nisan 2013’te vefat eden Gökçek’in cenazesi, 25 Nisan Perşembe günü Bursa Nilüfer Fatih Sultan Mehmet
Camii’nde öğle namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından Hamitler Şehir Mezarlığı’nda toprağa verildi.
İlyas Kılıç
16. Dönem Samsun Milletvekili İlyas Kılıç, 1921 Trabzon
Sürmene doğumludur. Harp Okulu’nun ardından yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamlayan Kılıç, Ankara Uçuş Tümen Radar Subaylığı, Dışişleri
Bakanlığı Hukuk Müşavirliği, Millet Meclisi Başkanlık Divanı Kâtip Üyeliği ve serbest avukatlık görevlerinde bulundu.
20 Nisan 2013 tarihinde vefat eden Kılıç’ın cenazesi 22 Nisan Pazartesi günü TBMM’de düzenlenen törenin ve Samsun
Merkez Büyük Camii’nde ikindi namazına müteakip kılınan cenaze namazının
ardından toprağa verildi.
Nisan ayında aramızdan ayrılan arkadaşlarımız için Cenab-ı
Allah’tan rahmet diliyor, kederli aileleri için kalpten duygularla
sabr-ı cemîl niyaz ediyoruz.
Parlamento
Hakimiyet Milletindir
Mayıs 2013 Sayı: 3
Ayl ı k sürel i yay ı n
Hakimiyet Milletindir
Gençlik ve Spor
Bakanı Suat Kılıç:
Gençliğe
güveniyorum
Rahmetle anıyoruz...
Burhan Apaydın
ile son söyleşi
Çok darbeli siyasi hayata geçiş:
Mayıs 2013 Sayı: 3
27
MAYIS
ISSN 2147-6616
9 772147 661000
03