27 Mayıs - Türk Parlamenterler Birliği
Transkript
27 Mayıs - Türk Parlamenterler Birliği
Parlamento Hakimiyet Milletindir Mayıs 2013 Sayı: 3 Ayl ı k sürel i yay ı n Hakimiyet Milletindir Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç: Gençliğe güveniyorum Rahmetle anıyoruz... Burhan Apaydın ile son söyleşi Çok darbeli siyasi hayata geçiş: Mayıs 2013 Sayı: 3 27 MAYIS ISSN 2147-6616 9 772147 661000 03 Mayıs 2013 Sayı: 3 Fiyatı: 20 TL / Kurum ve kuruluşlar için: 30 TL Yerel süreli yayın ISSN 2147-6616 Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. adına TPB Parlamento Dergisi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Eren Safi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ GENEL BAŞKAN Nevzat PAKDİL Kahramanmaraş Milletvekili Editör Songül Baş Haber Merkezi Bilge Yavuz Cahit Yıldız Elif Çelik Gökçe Doru Pınar Ünsal Zeynep Yiğit Katkıda Bulunanlar Hakan Arslanbenzer Dr. Polat Safi Tasarım Sinan Günçiner YAYIN KURULU Yahya AKMAN Şanlıurfa Milletvekili Cahit BAĞCI Çorum Milletvekili Kadir Ramazan COŞKUN Genel Sekreter 19. Dönem İstanbul Milletvekili Koordinasyon İsmail Demir İlknur İNCEÖZ Aksaray Milletvekili YAPIM Alpaslan KAVAKLIOĞLU Niğde Milletvekili Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. Uğur Mumcu Cd. 13/5 Çankaya / ANKARA T: 0312 446 15 72 F: 0312 446 15 82 www.buyukharf.com.tr BASKI Özel Ofset T: 0312 395 06 08 Nuri USLU Genel Sekreter Yardımcısı 23. Dönem Uşak Milletvekili Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir. Makul alıntılar dışında izinsiz iktibas yapılamaz. M a y ı s 2 013 İçindekiler KAPAKKONUSU 16 Çok darbeli siyasi hayata geçiş: 27 Mayıs 24 Adnan Menderes’in avukatı Burhan Apaydın: İdam kararının iptalini önlemek isteyenler var 31 Hatem Ete: 27 Mayıs yepyeni bir siyasal sistem inşa etti 32 “Darbelerin topluma faturası ağır oldu” 38 Yaşar Taşkın Koç: Menderes figürünün birden fazla algısı var DOSYA 50 Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç: Gençliğe güveniyorum 68 Gizli cennette iki köşk: Ihlamur Kasırları 72 İSİPAB Türk Grubu Başkanı Emrullah İşler ile söyleşi 74 Haberin Meclis’teki patronları: Parlamento büro şefleri 56 Faik Tunay: Gençler geleceğimiz değil bugünümüz 4 Başkanın Mesajı DÜNYAPARLAMENTOLARI 40 5Birlik’ten 8Haberler 11Milletvekillerinden Tarihin sessiz tanığı: REICHSTAG 12Dünyadan 14 Zafer Çağlayan: Büyümenin motoru ihracat 44 Sadullah Ergin: Adaletin gücü, devletin gücüdür 55 Türk Parlamenterler 46 62 86 Birliği’nden 58 Kulak ardı etmemek gerek 79 Ayın yasaları 80 Tarih Sahnesi 85 Anneler Günü 88Kitap Ali Coşkun: Kalkınma ve barış siyasi istikrarla sağlanır Murat Karayalçın: Siyaset ufuk ve cesaret istiyor Mizahla renklenen siyaset 89Film 90Müzik 65 82 Siyasi ve edebi bir portre: Yahya Kemal Kuldan öte, kuldan ziyade 91Televizyon 92 Vekiller ne okuyor / ne izliyor 94 Sosyal medya günlükleri 96Unutmayacağız 4 Başkanın Mesajı 27 Mayıs 1960’tan günümüze demokrasimiz TÜRKIYE Cumhuriyeti, 1960 yılında demokrasi dışı müdahalelerle, askerî darbelerle tanıştı. 27 Mayıs darbesi, 12 Mart muhtırası, 12 Eylül darbesi, 28 Şubat postmodern darbesi ve 27 Nisan bildirisi, nedenleri ne olursa olsun millî iradenin devlette şekillenmesine karşı yapılmıştır. Doğrudan veya dolaylı olarak, bir gecede, silah marifetiyle ya da bürokratik aygıtlarla, milletin iradesine ve onun adına yetki kullanan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne karşı yapılan bu müdahaleler aslında insan hakları ihlali ve millet düşmanlığıdır. Genel anlamda yaşadığımız darbe ve muhtıraların öncesinin ortak özellikleri, organize bir biçimde kaygı verici toplumsal olayların zemininin hazırlanmasıdır. Topluma korku ve güvensizlik verilmekte, siyaset kurumu hedef tahtası olarak gösterilmektedir. Tüm bunlar olup biterken medya, ordu, siyasi partiler, bazen üniversite ve yargı da kullanılabilmektedir. En acısı ise adı sivil toplum örgütü olan kuruluşların bu darbelerde etkin bir şekilde kullanılmış olmasıdır. 1960 yılından günümüze kadar topluma musallat olan karanlık odakları, vesayetçi anlayışları ortadan kaldırmanın tek bir yolu vardır: Siyaset kurumunu güçlendirmek. Siyaset kurumunu güçlendirmek için son 10 yıldır ciddi bir mücadele verilmiştir. Önce yıpranan demokrasimiz onarılmış, sonra da yeniden inşa edilmeye başlanmıştır. Bunun anlamı, sistemi her açıdan rehabilite ederek taşları yerli yerine oturtmaktır. 22 Temmuz seçimleri ve 12 Eylül referandumu, toplumsal yenilenme gibi bir etki yaparak siyaset kurumunu etkili, iktidarı da muktedir hale getirdi. Önümüzdeki süreçte Türkiye, yeni anayasasını da hazırlayacaktır. İnsanı merkeze koyacak olan yeni sivil anayasa darbelerin, müdahalelerin de önünü tamamen kesecektir. Gelinen noktada, Türkiye kendi iç dinamikleriyle ihtiyacı olan dönüşümü gerçekleştirmiştir. Bu dönüşüm ve gelişim canlı bir organizma gibi süreklilik arz etmektedir. Demokrasimizi onarma ve yeniden kurma olarak da yorumlanabilen bu süreç, Türkiye’yi daha ileri demokrasiye ulaştırma, daha aydınlık, daha müreffeh bir gelecek inşa etme çabasıdır. Tekrar ifade etmek gerekirse burada en önemli husus milletin iradesinin tecellisi olan siyaset kurumunun güçlenmesi ile mümkündür. Türkiye’nin geleceği, sivil toplum örgütlerinin, mesleki örgütlerin, siyasi partilerin teklifleri ve projeleri ile daha güzel noktalara gelecektir. Sonuç olarak, bu ülkenin insanları bir daha darbelerle karşılaşmayacaklardır. Darbelere sebep olarak ortaya atılan gerekçelerle de muhatap olmayacaklardır. Türkiye artık açık toplum haline gelmiştir. İnsan hakları en önemli kavramdır. İnsanın bu kadar ön plana çıktığı, devletin şeffaflaştığı, açık toplumun oluştuğu bir ülkede artık darbe olmaz. Saygılarımla. Mayıs 2013 Nevzat Pakdil Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı, Kahramanmaraş Milletvekili Önümüzdeki süreçte Türkiye, yeni anayasasını hazırlayacaktır. İnsanı merkeze koyacak olan yeni sivil anayasa darbelerin, müdahalelerin de önünü tamamen kesecektir. Birlik’ten “Dünya, Myanmar’daki kıyıma gözlerini kapatıyor” “Türkiye’nin öncülüğü önem taşıyor” TÜRK Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil, Myanmar’da Müslümanlara yönelik zulmü Meclis gündemine taşıdı. Pakdil, üyesi olduğu TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nda yaptığı konuşmada, Arakanlı Müslümanların acil yardıma ihtiyacı olduğunu belirterek, “Budistlerin Müslümanlara yönelik zulüm ve cinayetleri iyice arttı. Son günlerde cami ve köylerin yakılmasıyla büyüyen olaylar nedeniyle binlerce Arakanlı canlarını kurtarmak için ormanlara kaçmak zorunda kaldı. Yaşananlar, Müslümanların etnik temizlik faciasının eşiğine geldiğinin göstergesidir” dedi. Dünyanın Myanmar’da yaşanan vahşet ve kıyıma sessiz kaldığını ifade eden Nevzat Pakdil şunları söyledi: “Uluslararası kamuoyu olayları görmek istemiyor, sesini yükseltmiyor. Oysa Myanmar’ın Arakan bölgesinde yaşayan 800 bin Müslüman her gün ölüm, zulüm ve tecavüzlerle karşı karşıya kalıyor. Bir toplum vatanlarından sökülüyor, evlerinden barklarından oluyor, dahası diri diri yakılıyor. Birleşmiş Milletler’e göre 90 bine yakın kişi evini terk etmek zorunda kaldı. Arakan’da 4 milyona yakın Müslüman nüfustan bahsediliyordu, şimdi bu rakam 800 binlere düştü. Yarım yüzyıldır zulüm gören Arakan Müslümanları 11 Temmuz olaylarından bu yana daha büyük bir vahşetle karşılaşıyor. Bu duruma dünyanın sessiz kalması çok düşündürücü bir durumdur.” Nevzat Pakdil, Arakanlı Müslümanların vatandaşlık haklarının olmamasının, temel insani haklardan mahrumiyetlerini de beraberinde getirdiğini belirterek, “Örneğin, etnik saldırılar karşısında mağdur tarafın ulusal veya uluslararası kurumlar bazında haklarını araması mümkün gözükmemektedir. Myanmar Devleti, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Deklarasyonu’nun ‘Hiç kimse vatandaşlık haklarından mahrum edilemez’ diyen 15. maddesini ihlal etmekte, vatandaşlık haklarını gasp ettiği Arakanlıları yerlerinden yurtlarından çıkarabildiği gibi, zorla işçi olarak ülkenin herhangi bir yerinde çalıştırabilmektedir” diye konuştu. Pakdil, Arakanlıların dinî ve kültürel aidiyetlerinin tanınmasının önündeki engellerin de kaldırılması gerektiğini ifade etti. “Arakanlı Müslümanların sorunlarına nasıl çözüm bulunabilir?” sorusunun havada kalmaması gerektiğini vurgulayan ve insani yardımlar konusunda Birleşmiş Milletler nezdinde acilen girişimlerde bulunulmasının önemine işaret eden Nevzat Pakdil, “Arakan sorununun uluslararası arenaya taşınmasında Türkiye’nin öncülüğü azami önem taşımaktadır” dedi. Mayıs 2013 5 6 Birlik’ten ABD Kongresi Eski Üyeleri Derneği’nden Türk Parlamenterler Birliği’ni ziyaret ABD Kongresi Eski Üyeleri Derneği (FMC) heyeti, Türk Parla- menterler Birliği’ni ziyaret etti. Türkiye Büyük Millet Meclisi KİT Komisyonu Toplantı Salonu’nda düzenlenen istişare toplantısında Türkiye, ABD ve dünya gündemindeki çeşitli konularla ilgili görüş alışverişinde bulunuldu. Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil, “Sizleri ülkemizde görmekten ve demokrasinin kalbi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ağırlamaktan memnuniyet duyuyorum. Bu ziyaretler vesilesiyle Türk Parlamenterler Birliği ile ABD Kongresi Eski Üyeleri Derneği arasında ortak çalışma, işbirliği ve dayanışma için alanlar belirlenebilir ve projeler üretilebilir” diye konuştu. Türkiye’de işleyen bir demokrasi olduğunu ifade eden Pakdil, “Müzakere edilen konulardaki temel hedef insanlarımızın mutlu olmasıdır. Çünkü siyasetin insan odaklı olma zorunluluğu vardır” dedi. Toplantı sırasında Filistin ve Suriye ile ilgili görüşlerini de dile getiren Nevzat Pakdil, “Filistin’le ilgili gelişmeler ümit vericidir. Filistin’in bağımsız bir devlet olmasını ABD de desteklemelidir. Filistin sorunu, Filistinlilerin haklı talepleri yerine getirilerek çözülmelidir. Suriye’de akan kan durmalıdır. Bu duruma gözleri kapamak insanlık vicdanı açısından kara bir lekedir” diye konuştu. Kolbe: Teşekkür ediyoruz ABD Kongresi Eski Üyeleri Derneği Heyet Başkanı Jim Kolbe ise “Bizi dostane bir şekilde karşılayan heyetinize teşekkür ediyorum. Dernek olarak hem ABD’de hem de uluslararası arenada çalışmalar yürütmekteyiz. Türkiye’de bulunmamızın sebebi üniversiteler ve sivil toplum örgütleriyle fikir alışverişinde bulunmaktır. Burada öğrencilerle yaptığımız toplantıda gördük ki olaylarla ABD’de olduğundan daha fazla ilgililer. Genç yaştaki arkadaşlarımızın bu tavırlarını görmek bizleri mutlu etti. Bu da sizin geleceğinizin ne kadar aydınlık olduğunun bir göstergesidir” dedi. Toplantıda söz alan Milli Eğitim eski Bakanı Vehbi Dinçerler, Türkiye’nin AB’ye üyelik Mayıs 2013 sürecine değinerek şunları söyledi: “Ülkemizin Avrupa Birliği’ne üyeliği konusu 50-60 yıllık bir hikayedir. Bu süre içerisinde hükümetler, AB üyesi olma kararlılığından asla vazgeçmedi. Şu anda AB’de bir varlık krizi yaşanıyor. Bize soruyorlar; ‘Siz hâlâ AB’ye girmek istiyor musunuz?’ diye. Bizim cevabımız açıktır; ‘Evet’.” Türk Parlamenterler Birliği Yönetim Kurulu üyeleri Çorum Milletvekili Cahit Bağcı ve Burdur Milletvekili Ramazan Kerim Özkan’ın da görüşleriyle zenginleştirdiği toplantıda, Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkan Yardımcısı Yaşar Karayel, Genel Sekreter Kadir Ramazan Coşkun, Genel Sekreter Yardımcısı Nuri Uslu, Yönetim Kurulu Üyesi ve Milli Eğitim Bakan Yardımcısı Orhan Erdem, Disiplin Kurulu Başkanı ve İstanbul Milletvekili Sevim Savaşer de yer aldı. Milli Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu Başkanı Fikri Işık ile Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Afif Demirkıran’ın da katıldığı istişare toplantısında, ABD Kongresi Eski Üyeleri Derneği’ni Jim Kolbe, Martin Lancaster, Ben Chandler, Lincoln Davis, Prof. Michael Cain, Meltem Ercan ve Mahmut Yeter temsil etti. Birlik’ten “Çözüm süreci barışın tesisi için son şanstır” TÜRK Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil, Türkiye’nin terör sorunundan kurtulması gerektiğini vurgulayarak “Terör, Türkiye’nin ayağındaki bir prangadır. Koşmak istiyorsunuz, yarışmak istiyorsunuz, fakat ayağınızda pranga var. Türklerin kurduğu devletler birer kabile devleti değildir. Osmanlı Türk devleti değil miydi? Osmanlı Türkçe kullanıyordu. Mekke’ye, Medine’ye yazı gönderdiğinde Türkçe gönderiyordu. Fakat orada Arapça konuşuluyordu. Osmanlı’nın hakim olduğu tüm coğrafyalarda herkes kendi dilini konuşuyordu. Hangi şekilde tarif ederseniz edin, bu sorunun güvenlik boyutu yanında tarihî, demokratik, sosyal, kültürel, ekonomik boyutları bulunmaktadır. Yanlış uygulamalardan kaynaklanan kırgınlıklar, küskünlükler ve şüpheler insanlarımızı içinde bulunulan noktaya getirmiştir” dedi. Türkiye’de yaşayan 76 milyon insanın kardeş olduğunu ifade eden Pakdil, “Bu ülkenin insanı çözüm istiyor. Bu ülkenin yüzde 95’i bir ve beraber yaşama arzusu içerisinde olduğunu beyan ediyor. Çözüm süreci küslüklerin ortadan kaldırılması, barışın tesisi için belki de son şanstır. Çare etnik odaklı siyaset dili değil, daha fazla demokrasi, daha fazla insan haklarıdır. Başbakanımızın da dediği gibi, Türk ile Kürt halklarının tarihi son yirmi dokuz yıl üzerinden tespit edilemez. Yaklaşık bin yılı bir kenara koyup yirmi dokuz yıl üzerinden fitne üretenler, bu kadim dostluğu ve kardeşliği anlayamazlar. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin insanı da diğer bölgelerin insanı da ‘Terör ne zaman sona erecek, akan kan ne zaman bitecek?’ diye sormaktadır. Biz bu konuda bölge halkının haline tercüman olduk” diye konuştu. Milletvekilleri Karatay diyetini dinledi TÜRK Parlamenterler Birliği tarafından organize edilen “Sağlıklı Beslenme Nasıl Olur?” konulu konferansta konuşan Prof. Dr. Canan Efendigil Karatay, “Hastalıkların hepsinin değişik belirtilerle çıkmasının tek bir sebebi var, o da yüksek miktarda şeker tüketilmesi. Sizlere tavsiyem şekerli içeceklerin okullarda acilen yasaklanmasıdır” dedi. Günde en az 20 dakika yürüyüş yapma, besin değeri yüksek doğal gıdalarla beslenme gibi konuların önemine işaret eden Karatay, “Şişmanlık, obezite, karaciğer yağlanması, diyabet, hipertansiyon gibi pek çok hastalık rafine un, şeker ve tuz tüketiminin bırakılmasıyla önlenebilir. Dünya Sağlık Örgütü, ‘Türkiye ekmek konusunu hallederse sağlık sorununun yüzde 30’unu halledebilir’ demektedir” diye konuştu. Her gün yürüyüş yapmanın önemini vurgulayan Prof. Dr. Karatay şunları söyledi: “Aç kalarak ve hareket etmeden kilo verilemez. Aç kalınca vücut metabolizmayı yavaşlatır ve enerjiyi saklar. O yüzden doyana kadar yenilecek. Sağlıklı yağ, protein ve karbonhidrat tüketilecek. Yemek yerken miktar değil, kaliteli gıda tüketmek önemli.” Mayıs 2013 7 8 Haberler 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı coşkuyla kutlandı 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile TBMM’nin açılışının 93. yılı dolayısıyla TBMM Başkanı Cemil Çiçek başkanlığındaki heyet Anıtkabir’i ziyaret etti. Cemil Çiçek, Başbakan Yardımcıları Bülent Arınç, Beşir Atalay ve Bekir Bozdağ, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile bazı bakan ve milletvekilleri Aslanlı Yol’dan geçerek Atatürk’ün mozolesinin önüne geldi. Çiçek’in, Atatürk’ün mozolesine “TBMM Başkanı” yazılı çelengi koymasının ardından saygı duruşunda bulunuldu, İstiklal Marşı okundu. Heyet daha sonra Misak-ı Milli Kulesi’ni ziyaret etti. TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Anıtkabir ziyaretinin ardından TBMM Tören Salonu’nda kutlamaları kabul etti. Kabul törenine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, Danıştay Başkanı Hüseyin Karakullukçu, Yargıtay Başkanı Ali Alkan, Sayıştay Başkanı Recai Akyel, Bakanlar Kurulu üyeleri, kuvvet komutanları, TBMM Başkanlık Divanı üyeleri, yüksek yargı mensupları, milletvekilleri, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen, Anadolu Ajansı Genel Müdürü Kemal Öztürk ile diğer protokol üyeleri katıldı. Törenin ardından gazetecilerin sorularını yanıtlayan Cemil Çiçek, 23 Nisan’ın çok önemli ve tarihî bir gün olduğunu ifade ederek iki bayramın birlikte kutlandığını söyledi. Herkesin başta Aziz Atatürk olmak üzere Birinci Meclis’in milletve- Mayıs 2013 killerine ve bu mücadeleye destek verenlere borçlu olduğunu belirten Çiçek, “Onun için her geçen gün coşkuyla kutlamak, bir manada hakkı teslim etmektir. Bu bayramı biraz daha coşkulu kutlamamızın sebebi çevremizde olup bitenlerdir. Eğer bugün Türkiye, çevresindeki tüm olumsuzluklara rağmen bir barış ve istikrar ülkesi olarak varlığını sürdürüyor, kalkınma çabalarını sürekli hale getiriyorsa bu, o gün atılan adımlar neticesinde elde ettiğimiz kazanımların sonucudur. Şimdi bunun kıymetini daha iyi anlıyoruz, daha çok anlamalıyız. Bu coşku, bu anlamı ifade ediyorsa hepimizin bundan kıvanç duyması gerekir” diye konuştu. TBMM’de 23 Nisan Resepsiyonu TBM M’nin 93. y ı lı kut la ma la rı TBMM Tören Salonu’ndaki 23 Nisan Resepsiyonu ile devam etti. Resepsiyona Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ve kuvvet komutanları, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, Yargıtay Başkanı Ali Alkan, Danıştay Başkanı Hüseyin Karakullukçu, Sayıştay Başkanı Recai Akyel, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Saadet Partisi Genel Başkanı Mustafa Kamalak, AK Parti grup başkanvekilleri Ahmet Aydın ve Mahir Ünal, milletvekilleri ile bürokratlar katıldı. Gündeme dair konuşmaların ve esprili sohbetlerin yapıldığı gece, katılımcıların basın mensuplarının sorularını yanıtlamasının ardından son buldu. Haberler Ünüvar komisyon raporunu sundu TBMM Sağlık Çalışanlarına Yönelik Şiddeti Araştırma Komisyonu Başkanı Necdet Ünüvar ve komisyon üyeleri, TBMM Başkanı Cemil Çiçek’i ziyaret ederek komisyon raporunu sundu. Temel amacı en iyi sağlık hizmeti sunmak olan hekimler ve diğer sağlık çalışanlarının, insanların en zor günlerinde yanlarında yer aldığını, en mahrem durumlarına tanıklık ettiğini, insan üstü gayret gösterdiğini belirten Ünüvar, ‘‘Sağlık hizmetlerinin sunulmasında, asla sağlık çalışanlarından kaynaklanmayan, bazen beklentilerin karşılanmadığı durumlar da olabiliyor. Görevlerini yerine getirirken sağlık çalışanları hepimizi derinden üzen, yaralayan şekilde şiddet olaylarına maruz kalabiliyor’’ dedi. Sağlık çalışanlarının hiç de hak etmediği şiddet olaylarını önlemek için TBMM’ye, siyasetçilere, Sağlık Bakanlığı’na, medya ve topluma çok önemli görevler düştüğünü vurgulayan Ünüvar, herkesin görevini eksiksiz yapması halinde şiddet olaylarının önleneceğini, sağlık alma hakkının da toplum açısından yükseleceğini belirtti. TBMM Başkanı Cemil Çiçek, bu önemli çalışmayı gerçekleştirenlere teşekkür etti. Toplumun tümünü ilgilendiren, üzerinde hassasiyetle durulması gereken birçok konuda araştırma komisyonlarının kurulduğunu anımsatan Çiçek, TBMM’nin bu tür hassas konulara duyarlılık göstermesinin Meclis’e ve siyaset kurumuna güven ve farkındalık oluşturmak açısından önemli olduğunu kaydetti. TBMM Başkanı Çiçek, sağlık çalışanlarına teşekkür etmek ve saygı duymak yerine şiddete başvurmayı ‘‘ilkellik’’ olarak nitelendirerek buna karşı herkesi tavır koymaya çağırdı. Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu 4 yaşında TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun kuruluş yıldönümü dolay ı sıy la Meclis’te “Karar Alma Mekanizma la r ı nd a K adın” konulu panel düzenlendi. Programa TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, Milli Eğitim Bakan Yardımcısı Orhan Erdem, Ekonomi Bakan Yardımcısı Mustafa Sever, komisyon üyeleri, milletvekilleri ve kamudaki kadın yöneticiler katıldı. TBMM Başkanı Cemil Çiçek konuşmasında Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun Meclis’in en faal komisyonlarından biri olduğunu belirterek Komisyon’un kurulduğu günden beri kuruluş gerekçesine uygun çok önemli gayretin içinde olduğunu ifade etti. Komisyonun esas faaliyet alanlarından birinin kadın ve erkek arasında fırsat eşitsizliğini ortadan kaldırmak için yapılan çalışmalar olduğunu kaydeden Çiçek, ‘‘Kadın erkek arasındaki eşitsizliği ortadan kaldırmak için ciddi bir zihniyet değişimine ihtiyaç var. Mevzuat düzenlemesi tek başına sorunu hem bu alanda hem başka sıkıntılı alanlarda ortadan kaldırmak için yetmiyor’’ diye konuştu. Komisyon Başkanı Azize Sibel Gönül, programa katılan bakanlar ve bakan yardımcılarına kadın erkek eşitliğine katkılarından dolayı plaket takdim etti. Mayıs 2013 9 10 Haberler Milletvekilleri Meclis’i anlatacak TBMM Başkanlığı, ‘‘Milletvekili Objektifinden TBMM’’ adlı fotoğraf ve katalog ça l ışması yapacak. Hem 24. Dönem hem de eski milletvekillerinin katkılarıyla gerçekleştirilecek çalışma yasama, denetim ve temsil faaliyetleri ile TBMM yerleşkesine ait görsel bellek oluşturmayı amaçlıyor. Amatör olarak 1972 yılından beri fotoğrafçılıkla uğraşan, bugüne kadar üç sergi açan ve bir kitabı bulunan AK Parti Konya Milletvekili Mustafa Kaba kcı çalışmanın koordinasyonunu üstlenecek. Afişlerle duyurulacak olan etkinliğe 31 Mayıs’a kadar katılmak mümkün. Etkinlik sonunda eserlerin yer alacağı bir sergi düzenlenmesi planlanıyor. Milletvekilleri, eserlerini ‘‘fotograf lar@ tbmm.gov.tr’’ e-posta adresine veya Basın Yayın Halkla İlişkiler Başkanlığı’na iletebilecek. İllere göre milletvekili sayıları belli oldu Yüksek Seçim Kurulu, hangi ilin kaç milletvekili çıkaracağına ilişkin kararını Resmî Gazete’de yayımladı. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi çerçevesinde oluşturulan listeye göre Edirne’nin vekil sayısı 4’ten 3’e düşerken, Ordu’nun vekil sayısı 5’ten 6’ya yükseldi. Diğer illerde ise bir değişiklik olmadı. Mayıs 2013 4. Yargı Paketi yasalaştı ‘‘4. Yargı Paketi’’ olarak bilinen İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Bağlamında Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı, TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilerek yasalaştı. Yasaya göre terör örgütlerinin bildiri ve açıklamalarını basıp yayınlayanlara, propaganda suçu işleyenlere ve yasa dışı toplantı ve gösteri yürüyüşüne katılanlara, ayrıca “terör örgütüne üye olmak” suçundan ceza verilmeyecek. İşlenen suçun patlayıcı madde bulundurma, mala zarar verme, kasten yaralama, görevi yaptırmamak için direnme, genel güvenliği kasten tehlikeye sokma gibi cebir ve şiddet içermesi halinde kişi, ayrıca örgüt üyeliğinden cezalandırılacak. Adalet Komisyonu’nda CHP’nin teklifinin kabul edilmesiyle ihaleye fesat karıştıran kişiye verilen “5 yıldan 12 yıla” kadar olan hapis cezası, “3 yıldan 7 yıla” olarak indirildi. Cebir veya tehdit kullanmak suretiyle ihaleye fesat karıştırılması halinde ise temel cezanın alt sınırı beş yıldan az olamayacak. Yasanın getirdiği yeniliklerden bazıları şöyle: İşkence suçlarında zaman aşımı işlemeyecek. Kamu düzeni açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkmaması halinde, yapılan açıklamalar “suçu ve suçluyu övme” suçu teşkil etmeyecek. Halkı, askerlik hizmetini yapanları firara sevk edecek veya askerlik hizmetine katılacak olanları bu hizmeti yapmaktan vazgeçirecek şekilde teşvik veya telkinde bulunanlara altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verilecek. Gözaltı ve tutukluluk süresi başka bir hükümlülüğünden indirilen kişiler tazminat isteyebilecek. Yeni vakıf üniversiteleri açılıyor YENI vakıf üniversitelerinin kurulmasına ilişkin yasa tasarısı TBMM Başkanlığı’na sunuldu. Tasarı, Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanunu’nda değişiklik yapıyor. Buna göre Ankara’da ‘‘Anka Teknoloji Üniversitesi’’, İstanbul’da ‘‘İstanbul Yeşilyurt Üniversitesi’’, Adana’da ‘‘Kanuni Üniversitesi’’, Konya’da ‘‘Konya Gıda ve Tarım Üniversitesi’’, Gaziantep’te ise ‘‘Sanko Üniversitesi’’ adıyla vakıf üniversiteleri kurulacak. Tasarı, ‘‘Altın Koza Üniversitesi’’nin adının, “İpek Üniversitesi” olarak değiştirilmesini de içeriyor. Tasarının gerekçesinde, 2011-2012 eğitim-öğretim yılında üniversitelerin açık öğretim ve diğer yükseköğretim kurumları hariç önlisans, lisans, ikinci öğretim, lisansüstü ve tıpta ihtisas programlarında eğitim gören 2 milyon 359 bin 655 öğrencinin 205 bin 484’ünün vak ıf üniversitelerinde okuduğu kaydedildi. Haberler AK Partili Ömer Faruk Öz: Kıbrıs, su ve enerji alanındaki yatırımlarımızla kalkınacak AK Parti Malatya Milletvekili ve Türkiye-Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanı Ömer Faruk Öz, KKTC’nin elektrik ve su ihtiyacının kalıcı olarak karşılanması amacıyla Türkiye’nin çok önemli iki proje yürüttüğünü söyledi. Bu projelerin Kıbrıs’ın kalkınmasına büyük katkı sağlayacağını ifade eden Öz, “KKTC Su Temin Projesi” ile ilgili şu bilgileri verdi: “Mersin-Anamur’daki Dragon Çayı’ndan KKTC’deki Geçitköy’e kadar 80,5 km uzunluğundaki bir denizaltı boru hattıyla yılda toplam 75 milyon metreküp içme ve sulama suyu taşınması öngörülüyor. Dünyada bir ilki başaracağımız denizaltı boru hattı projesinin 2014’te tamamlanması ve yaklaşık 500 milyon dolara mal olması planlanıyor. Projeyle nakledilecek su miktarının, ihtiyaca göre ilave edilecek boru hatlarıyla yaklaşık 10 kat artırılması imkanı da bulunuyor. Proje kapsamında deniz altında 13 km uzunluğunda boru döşenmiş durumda, diğer çalışmalar da hızla devam ediyor.” “Hükümetimiz Kıbrıs Türklerinin yanında” Ömer Faruk Öz, su temini projesine Türkiye’den adaya elektrik enerjisi naklinin de ekleneceğini belirtti. Türkiye ile KKTC arasında planlanan yüksek gerilim denizaltı iletim kablosu projesi kapsamında fizibilite raporunun hazırlandığını kaydeden Öz, “Hükümetimizin büyük önem verdiği su ve enerji yatırımlarımız ile karayolları alanındaki çalışmalarımız, KKTC’nin kalkınmasına büyük katkı sağlayacak. Bu yatırımlar sayesinde Kıbrıs ekonomi, turizm, tarım ve eğitim başta olmak üzere her alanda atılımlar yapacak” dedi. AK Partili vekil, geçen ay Kıbrıs’ta Girne Amerikan Üniversitesi’nin düzenlediği toplantıya katılarak Türkiye’nin Kıbrıs konusuna bakışını, ülkedeki yatırımlara verdiği desteği ve AK Parti hükümetinin yürüttüğü projeleri anlattığını ifade ederek, “KKTC ve Kıbrıs Türkleri her ne olursa olsun yalnız değildir. Türkiye daima onların yanında olacaktır. AK Parti hükümeti yaptığı birçok kalıcı yatırımla Kıbrıs Türklerinin yanında olduğunu göstermiştir” dedi. Milletvekillerinden CHP’LI YÜKSEL’DEN TÜRKIYE SAKATLAR DERNEĞI’Nİ ZIYARET AK PARTILI KAVAKLIOĞLU ÖNEMLI BIR SOSYAL SORUMLULUK PROJESINE IMZA ATIYOR CHP İzmir Milletvekili Alaattin Yüksel, Türkiye Sakatlar Derneği’nin İzmir şubesini ziyaret ederek engelli vatandaşların sorunlarını dinledi. İzmi r Büy ü k şehi r Beled iyesi’nin, 2005 yılında Başbakanlık Özürlüler İdaresi tarafından “Engelli Dostu Belediye” seçildiğini anımsatan Yüksel, “Ulaşımdan sağlığa, spora, kültüre kadar her alanda engellilerin yaşam kalitesini artırmak için bir dizi çalışma yürüten İzmir Büyükşehir Belediyesi, ‘Engelli Dostu Belediye’ unvanını her geçen gün pekiştiriyor. 2010 yılını ‘Engelliler Yılı’ ilan eden Belediye, ‘İzmir Engelleri Kaldırıyor’ projesini de hayata geçirerek, engellilerin kamu hizmetlerine ve kamusal alanlara erişimlerini kolaylaştırıyor” dedi. Alaattin Yüksel, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin “Engelsizmir 2013 Kongresi” ile engellilere yönelik stratejik plan oluşturmanın yanı sıra engellilerin kentsel yaşama katkıda bulunmasının olanaklarını artırmayı amaçladığını ifade etti. AK Parti Niğde Milletve- kili Alpaslan Kavaklıoğlu tarafından Niğde’de patates üreticisinin elinde kalan ürünün eritilmesi için geliştirilen sosyal sorumluluk projesi uygulanmaya başladı. 1 milyon lira bütçeli çalışmada 5 bin tona yakın patates Niğde ve bölgesinden toplanarak başta Suriyeli mülteciler olmak üzere 25 ildeki ihtiyaç sahibi ailelere 25’er kilogramlık çuvallar halinde dağıtılacak. Proje sayesinde Niğde’de 10 kuruşun altına düşen patates fiyatı 25 kuruşa yükseldi. Arz-talep dengesinden dolayı bu yıl patates fiyatının düştüğünü, uygulamanın bir nebze olsun üreticiye katkı sağlayacağını düşündüklerini ifade eden Alpaslan Kavaklıoğlu, “Niğde’de ürün çeşitliliğinin artırılması ve üreticilerin desteklenmesinin sağlanarak çiftçilerimizin sorunlarına kalıcı bir çözüm bulmayı hedefliyoruz” dedi. Mayıs 2013 11 12 Dünyadan Karadağ’da cumhurbaşkanlığı seçimi Karadağ’ın mevcut cumhurbaşkanı ve Sosyalist Demokrat Partisi’nin (DPS) adayı Filip Vujanović, ülkede bağımsızlıktan bu yana ikinci kez yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini tekrar kazandı. Devlet Seçim Komisyonu Başkanı Ivan Kalezić, düzenlediği basın toplantısında mevcut cumhurbaşkanı Vujanović’in oyların yüzde 51,21’ini, Demokratik Cephe’nin (DF) adayı Miodrag Lekić’in ise oyların yüzde 48,79’unu aldığını bildirdi. Sırbistan’ın başkenti Belgrad’da doğan ve Belgrad Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitiren Filip Vujanović (58), Karadağ’ın Sırbistan’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan ettiği 6 Nisan 2008 tarihinde yapılan ilk cumhurbaşkanlığı seçimlerinden de zaferle çıkmıştı. Sarkisyan, yeni dönem görevine başladı Chavez’in halefi Maduro seçimden zaferle çıktı VENEZUELA’DA 14 Nisan günü düzenlenen devlet başkanlığı seçimlerinde, Chavez’in halefi olarak gösterdiği Nicholas Maduro yeni devlet başkanı oldu. Yaklaşık 19 milyon seçmenin katıldığı seçimlerde Maduro oyların yüzde 50,7’sini alırken, rakibi Henrique Capriles oyların yüzde 49’unu alabildi. Bu sonuçlara göre Maduro, 2013-2019 yılları arasında devlet başkanlığı yapmaya hak kazandı. Başkent Caracas’ta 23 Kasım 1962’de dünyaya gelen Maduro, liseden sonra eğitimine devam etmedi. 1970’ler ve 1980’lerde Caracas Metro sistemi çalışanlarını temsil eden sendika için çalıştı. Beşinci Cumhuriyet Hareketi Partisi’nin (MVR) kurucularından biri olarak 1998’de Temsilciler Meclisi’ne, 1999’da Kurucu Meclis’e, 2000 ve 2005’te Ulusal Meclis’e girdi. 2005’te ve 2006’nın ilk yarısında Meclis Başkanlığı görevini yürüten Maduro, Ağustos 2006’da dışişleri bakanı, Ekim 2012’de de devlet başkanı yardımcısı oldu. Hırvatistan’ın ilk AB parlamenterleri seçildi 18 Şubat’ta yapılan seçimlerle ikinci kez Ermenistan Cumhurbaşkanı olan Serj Sarkisyan, Erivan Karen Demirciyan Gösteri Merkezi’nde düzenlenen törende yemin ederek resmen göreve başladı. Yerli ve yabancı yaklaşık iki bin konuğun katılımıyla gerçekleşen törende, İncil ve Anayasa üzerine yemin eden Sarkisyan, görev yapacağı beş yıl boyunca Anayasa’yı ihlal etmeyeceğine, insan haklarına saygılı olacağına, halka hizmet edeceğine ve Ermenistan’ın toprak bütünlüğü ile güvenliğini temin edeceğine söz verdi. Mayıs 2013 2005 yılında Türkiye ile birlikte başladığı Avrupa Birliği yolculuğunda müzakereleri tamamlayarak 1 Temmuz’dan itibaren tam üyeliğe geçecek olan Hırvatistan, Avrupa Parlamentosu’na gidecek milletvekillerini seçti. Hırvatlar ülkelerini ilk defa Avrupa Parlamentosu’nda temsil edecek 12 milletvekilini belirlemek için sandık başına giderken Bosna-Hersek’te yaşayan Hırvatistan vatandaşları, ülkelerinin Saraybosna Büyükelçiliği ile Mostar, Tuzla ve Banya Luka başkonsolosluklarında kurulan sandıklarda oy kullandı. Avrupa Parlamentosu’na ilk kez girecek Hırvat milletvekilleri, 2014 yılında seçimler yenileneceği için 1 yıl görevde kalacak. Dünyadan Filistin Başbakanı Fayyad istifa etti BATI Şeria’daki Filistin Yöne- timi Başbakanı Salim Fayyad istifa etti. Fayyad’ın istifasının arkasında, bir süredir Devlet Başkanı Mahmud Abbas ile yaşadığı gerilimin olduğu belirtiliyor. Mahmud Abbas’ın El Fetih Partisi tarafından Fayyad’ın politikaları “kafası karışık” diye eleştirilmiş, Finans Bakanı Nebil Kassis’in istifasıyla birlikte ikilinin arasındaki gerilim su yüzüne çıkmıştı. Fayyad’ın Mahmud Abbas’ı Ramallah’taki konutunda ziyaret ederek istifa dilekçesini verdiği, ikilinin yarım saat süren görüşmesinde, Abbas’ın Fayyad’a yeni başbakan atanana kadar geçici olarak görevine devam etmesini önerdiği bildirilirken, Filistin hükümetinden istifaya ilişkin açıklama yapılmadı. İsmini vermek istemeyen Kudüslü bir diplomat, Fayyad’ın Batı Şeria’da yapılanmayı amaç edinen çabalarını “Filistin topraklarında son zamanlarda gerçekleşen en iyi şey” olarak tanımlıyor. Bu yüzden Fayyad’ın görevinin sona ermesinin, Filistin’in birleşmesini ve barış çabalarını olumsuz etkileyeceği söyleniyor. AB’nin ilk yemeği Büyük Britanya’dan Demir Leydi’ye veda İngiltere’de 8 Nisan günü ani felç sonucu vefat eden “Demir Leydi” lakaplı eski başbakan Margaret Thatcher, St. Paul Katedrali’nde yapılan ayinle son yolculuğuna uğurlandı. T hatcher’ı n İ ng iliz Parlamentosu içerisindeki Saint Mary Kilisesi’nde bulunan naaşı, St. Paul Katedrali’ndeki törenden önce başbakanlık, bakanlıklar ve Londra’nın birçok simge yapısının önünden geçirildi. Türkiye’yi Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in temsil ettiği cenaze törenine, Kraliçe Elizabeth ve eşi Prens Philip, Başbakan David Cameron, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Dışişleri Bakanı William Hague, eski Başbakan Tony Blair ve eşi Cherie, Güney Afrika eski Cumhurbaşkanı Frederik Willem de Klerk, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve eşi Lynne, ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, sanatçı Shirley Bassey, mezzo-soprano Katherine Jenkins, ABD’li siyasetçi Newt Gingrich gibi tanınmış isimlerle beraber iki binden fazla davetli katıldı. Londra Piskoposu Richard Chartres, Aziz Paul Katedrali’ndeki cenaze töreninde yaptığı konuşmada, bir döneme damgasını vuran Thatcher için “Buradaki tabutun içinde yatan kişi aramızdan biriydi ve şimdi bütün insanlığın ortak kaderi olan ölümle karşı karşıya bulunuyor” dedi. TÜRK ressam Semiramis Öner, Avrupa Birliği’nin prototipi kabul edilen 1713 Utrecht Barış Anlaşması’nın 300’üncü yılı dolayısıyla 5 metrelik dev tabloya imza attı. Hollanda’da bin ressam arasından seçilen Semiramis Öner, 4 yıl süren bir çalışmanın ardından dev tabloyu Avrupa’dan çok sayıda diplomat ve akademisyenin katıldığı bir törenle anlaşmanın yapıldığı binada ziyaretçilerin beğenisine sundu. Utrecht Belediye Sarayı’nda 6 ay sürecek olan 300. yıl etkinliklerinde “Barış Antlaşması Tablosu” en önemli eser olma özelliği taşıyor. Mayıs 2013 13 14 Büyümenin motoru ihracat T Zafer Çağlayan Ekonomi Bakanı Güven ve istikrar sayesinde ülkemiz yabancı yatırımcılar için güvenli bir liman olmuştur. Mayıs 2013 ürkiye, 2009 yılında etkileri şiddetli şekilde hissedilen küresel krize rağmen 2010 yılında %9,2; 2011 yılında %8,8 büyüyerek Avrupa’nın en hızlı büyüyen ekonomisi olmuştur. Yine 2011’de G-20 ülkeleri içinde Çin ve Arjantin’den sonra ekonomisi en hızlı büyüyen üçüncü ülke olmuştur. Avrupa’nın altıncı büyük ekonomisi olan ülkemizin üyelik süreci gerçekleşmiş olsa idi 2011 yılında AB %1,5 yerine %1,8 büyüme gerçekleştirebilecekti. 2012 yılı, yarattığı küresel ekonomik ve siyasi sonuçlar açısından zorlayıcı bir yıl olarak geçmiştir. Dünyadaki birçok ülke, en büyük ihracat pazarımız olan Avrupa’daki borç krizinden ve yakın coğrafyamızda yaşanan siyasi karışıklıklardan büyük ölçüde etkilenmiştir. Türkiye ise etkin ve kararlı bir şekilde uygulamakta olduğu ekonomi politikaları sayesinde söz konusu kriz ortamından sıyrılmayı başarmış ve birçok ülkede sıfıra yakın negatif büyüme gözlenirken 2012 yılını %2,2’lik büyüme ile kapatmıştır. Buna ek olarak ekonomimiz 13 çeyrektir ortalama %6,8 hızla büyüyerek istikrarını sürdürmüştür. Hiç şüphesiz, ihracatımız bu dönemde de büyümenin motoru olarak ön plana çıkmıştır. 2012 yılında ihracatımız 2011’e göre yıllık %13 oranında bir artış kaydedip 152,6 milyar dolara yükselerek Cumhuriyet tarihi rekoru kırmıştır. Ayrıca net ihracatımızın 2012 yılında büyümeye katkısı 4,1 puan olarak gerçekleşmiş, hizmet ihracatımız da %9 oranında artarak 44,3 milyar dolar olmuştur. 2012 yılında gerçekleştirilen ihracatta; · 42 ilimiz ihracat rekoru kırmış, · 97 ülke-bölgeye ihracat rekoru kırılmış, · 98 faslın 60’ında ihracat rekoru kırılmış, · Güney Amerika, Sahra altı Afrika ve Uzak Asya’ya ihracat rekoru kırılmış, · İhracatçı firma sayımız 56 bin 441 ile rekor kırmıştır. En büyük ticaret pazarımız olan Avro Bölgesi’ndeki ekonomik problemler göz önüne alındığında, Türkiye’nin 2011-2012 döneminde kaydettiği %13’lük ihracat artışının arkasında “pazar çeşitlendirmesi” politikasının yer aldığı açıkça görülebilmektedir. Pazar çeşitlendirmesi 2009-2012 yılları arasında ihracatımızı yaklaşık 42 milyar dolar artırmıştır. 2011 yılı ile kıyaslandığında cari açığımızda da önemli gelişmeler olduğu görülmektedir. 2012 yılı (12 aylık toplam) cari açığımız bir önceki yıla kıyasla %36,8 oranında azalarak 47,5 milyar dolara gerilemiştir. Dış ticaret açığı geçen yılın aynı dönemine göre %20,7 azalarak 84 milyar dolar olmuştur. Cari açık meselesinin çözümü için ihracatın ve ihracata yönelik üretimin artırılması, hizmet ihracatının artırılması, ihracat pazarlarının çeşitlendirilmesi, ürün kompozisyonunun genişletilmesi, ithalat artışının kontrol altına alınması, piyasa gözetimi ve denetimi çalışmalarımızı başarılı bir şekilde sürdürmekteyiz. Bu çalışmalarımızın sonuçlarını 3-4 yıl içinde almayı hedeflemekteyiz. Ayrıca ekonomideki başarılarımızın yanında verdiğimiz güven ve istikrar sayesinde Türkiye uluslararası doğrudan yatırımcılar için güvenli bir liman 15 olmuştur. 1973-2002 döneminde uluslararası doğrudan yatırım girişi 16 milyar dolar iken, 2003 yılından Şubat 2013 sonuna kadar gerçekleşen uluslararası doğrudan yatırım girişi 125 milyar dolara yaklaşmıştır. Önümüzdeki döneme baktığımızda ise veriler, 2013 yılı itibarıyla AB’de az da olsa ekonomik toparlanmanın başlayacağına işaret etmektedir. Öngörülerimize paralel olarak Orta Doğu’da da istikrar döneminin büyük ölçüde sağlanmaya başlaması, 2013 yılında daha olumlu bir küresel ekonomik tablo ile karşılaşacağımızı göstermektedir. 2013 yılının ilk aylarına ait makroekonomik verilere göre 2013 yılı ülkemiz açısından da daha iyi bir yıl olacaktır. Sanayi üretim endeksimiz Şubat 2013 itibarıyla bir önceki aya kıyasla %1,5 oranında artış kaydetmiştir. Buna ek olarak istihdamda da olumlu gelişmeler gözlenmektedir. 2012 Aralık döneminde istihdam edilenlerin sayısı, bir önceki yılın aynı dönemine göre 1 milyon 88 bin kişi artarak 24 milyon 766 bin kişiye yükselmiştir. Söz konusu iyileşmelerin de olumlu katkısıyla Türkiye ekonomisinin 2013 yılında %4, 2014 yıl sonu itibarıyla ise %5 oranında büyümesi hedeflenmektedir. Bu sayede Türkiye GSYH’si 2013 yıl sonu itibarıyla 850 milyar doların, 2014 yılı sonu itibarıyla 900 milyar doların üzerine çıkacaktır. Teşvik-yatırım-üretim-ihracat zincirinin koordinasyon içerisinde yürütülebilmesini teminen 2011 Haziran ayında Ekonomi Bakanlığı kurulmuş, Dış Ticaret Müsteşarlığı ile Hazine Müsteşarlığı’ndan Yabancı Sermaye Genel Müdürlüğü ve Teşvik Uygulama Genel Müdürlüğü yeni kurulan Ekonomi Bakanlığı’nın yapısına dahil edilmiştir. Ayrıca, yine hizmetler ticareti müzakereleri ve uygulamaları ile yurt dışı yatırımlar konusu da Ekonomi Bakanlığı’nın görev alanı içinde yer almıştır. Bu suretle, ihracata dayalı büyüme modeli ve ihracat odaklı üretim perspektifi çerçevesinde, teşvik-yatırım-üretim-ihracat zincirine ilişkin politika araçları tek çatı altında toplanmıştır. Bakanlığımız tarafından yürütülmekte olan stratejik projeler kapsamında, Girdi Tedarik Stratejisi (GİTES) çalışması dahilinde demir-çelik ve madencilik, makine-otomotiv, kimya, tekstil ve tarım sektörlerinde çok detaylı ürünler bazında birçok firma ve sektör çatı kuruluşu ile görüşülmüş, eylem planları hazırlanarak 2012 yılı sonunda Resmî Gazete’de yayımlanmış ve söz konusu eylem planlarının hayata geçirilmesi için çalışmalara başlanmıştır. GİTES’in temel hedefi sanayinin ihtiyaç duyduğu, yenilikçi ve teknolojik ürün üretiminin gerektirdiği girdilerin tedarikinde süreklilik ve güvenliğin sağlanması; üretimde etkinliğin-verimliliğin artırılması; ihracatta sürdürülebilir küresel rekabet gücü artışının temini; daha fazla katma değerin Türkiye’de bırakılması ve ara malı ithalat bağımlılığının azaltılmasıdır. Cumhuriyetimiz’in 100. yılı 2023’te dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olma, 500 milyar dolarlık mal ihracatı ile 150 milyar dolarlık hizmet ihracatı gerçekleştirme ve kişi başına milli geliri 25 bin dolar seviyesine çı- karma hedefleri doğrultusunda 19 Haziran 2012 tarihinde yürürlüğe giren Yeni Teşvik Sistemi; Genel Teşvik Uygulamaları, Bölgesel Teşvik Uygulamaları, Büyük Ölçekli Yatırımlar ve Stratejik Yatırımlar olmak üzere 4 ana başlık altında toplanmıştır. Yeni Teşvik Sistemi’nde stratejik ve teknolojik dönüşümü sağlayacak yatırımlara ilave yüksek miktarda destekler getirilmiş ve az gelişmiş bölgelerde yatırımlara sağlanan destek miktarı artırılmıştır. 2012 yılında 4 bin 365 adet teşvik belgesi düzenlenmiş, bu belgelerde yaklaşık 57,8 milyar TL’lik sabit yatırım ve 149 binden fazla kişiye istihdam yaratılması öngörülmüştür. 2013 Şubat ayında 378 adet yatırım teşvik belgesi düzenlenmiş, bu belgelerde yaklaşık 4,4 milyar TL’lik sabit yatırım ve 11 bin 791 kişiye istihdam yaratılması öngörülmüştür. Ekonomi Bakanlığı olarak yurt içi ve yurt dışı fuar, Ar-Ge, pazara giriş ve pazar araştırması, uluslararası rekabetçiliğin geliştirilmesi ve tasarım destekleri sağlayarak 2023 hedeflerimizi gerçekleştirmek için ihracatçımızın yanında yer almaktayız. Öte yandan hizmet sektöründe büyük potansiyel söz konusudur. Müteahhitlik sektörümüz bunun somut kanıtıdır. Bugün dünyanın en büyük 225 müteahhitlik şirketinden 33’ü Türk firmasıdır. Türkiye bu bakımdan Çin’den sonra ikinci sırada yer almaktadır. Türk müteahhitleri tarafından 2012’de 26,6 milyar doları aşan 441 adet proje üstlenilmiştir. Müteahhitlik sektörümüz 100 farklı ülkede, toplam 244,6 milyar dolar değerinde 7 bin 22 adet proje üstlenmiş durumdadır. Hizmet ihracatının artırılmasına yönelik olarak yazılım, dizi-film ve sinema, sağlık turizmi, eğitim, teknik müşavirlik alanları destek mekanizması içine alınmıştır. İhracatçılarımızın yurt dışındaki enformasyon ve bilgi kaynağı olan ticaret müşavirlerimizin sayısını artırdık, artırmaya devam ediyoruz. Bugün dünyada 232 ticaret ataşesi/müşavirimiz görev yapmaktadır. Ticaret müşavirlerimiz verdikleri hizmetlerle ihracatçılarımızın, işadamlarımızın, sanayicilerimizin adeta yurt dışında eli ayağı konumuna gelmiştir. Dünyanın dört bir yanında görev yapan ticaret müşavirlerimiz gerek Türkiye’de gerekse yurt dışında bir araya getirilmektedir. Bu toplantılar ile Ekonomi Bakanlığı merkez teşkilatı ile yurt dışı teşkilatı arasındaki kurumsal işbirliği ve bilgi paylaşımının artırılması hedeflenmektedir. “Ticaret MüşavirleriFirma Buluşmaları” etkinliği kapsamında bölgede görev yapmakta olan ticaret müşavir ve ataşelerimizin bölgeye ihracat yapan veya ihracat yapma potansiyeli olan firmalarla birebir görüşme yapma imkanı sağlanmış ve bu sayede bilgi akışının etkinliği artırılmıştır. Ekonomi Bakanlığı olarak 2013 yılında ülkemizde ekonomik büyümeye hız katmanın yanı sıra istihdam, ihracat ve yatırım gibi alanlarda artış kaydetmeyi sağlayacak ekonomik politikalara destek vererek ülkemizin ve halkımızın refah seviyesini artırmayı hedeflemekteyiz. Bu amaç doğrultusunda gereken her türlü adımı atmaya devam edeceğiz. Mayıs 2013 Çok darbeli siyasi hayata geçiş: 27 MAYIS Yalnızca iktidar partisinin siyaset yapabileceği Radyo’da 27 Mayıs sabahı farklı bir ses duyuldu. Bu ses albaya aitti: “Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadı ile Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır.” Mayıs 2013 Mayıs 2013 18 Kapak Konusu Postallar altında halk iradesi... Gökçe Doru 14 Mayıs 1950, Türkiye tarihinde “demokrasinin zaferi” olarak yorumlanabilir. Zira ilk defa bir parti demokratik seçimle iktidar olmuştur. Mayıs 2013 9 Eylül 1923 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın kurduğu Cumhuriyet Halk Fırkası 1950 Genel Seçimleri’ne kadar iktidarda kalmış, yeni Türk devletinin kuruluşu ve toplumun modernleşmesinde öncü olmuştur. “Tek parti dönemi” olarak adlandırılan bu dönemde diğer siyasi partiler şu veya bu sebeple kapatılmış, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin ilerlemesi ve gelişmesi için gerekli tüm faaliyetler tek elden yürütülebilmiştir. Tek parti dönemi 14 Mayıs 1950 tarihindeki genel seçimlerle birlikte kapanır. “Halkın yönetimde olduğu bir Türkiye” umuduyla Demokrat Parti iktidar olur ve CHP muhalefet partisi konumuna düşer. Demokrat Parti kurulduğunda desteğini gördüğü kesim daha çok çiftçiler ve eşraf olarak da adlandırılan kırsal nüfusun ve muhafazakar eğilimlerin yoğun olduğu bölge insanları iken, Parti’nin 1950 seçimleri öncesi demokratik hak ve özgürlüklerin toplumda uygulanmasına ilişkin söylemleri, her kesimden geniş kitlelerin desteğini almasını sağlamıştır. Demokrat Parti lağvedildiği güne kadar yoğun bir seçmen desteğini yedeğinde bulundurmuştur. Ne var ki muhalefet partisi iken söyledikleriyle hükümet kurulduktan sonraki kimi uygulamalarının örtüşmediği iddia edilen DP, iktidar dönemi boyunca hem muhalefetin hem de dönemin bazı gazete ve dergilerinin eleştirilerine hedef olmuştur. 14 Mayıs 1950, Türkiye tarihinde “demokrasinin zaferi” olarak yorumlanabilir. Zira ilk defa bir parti demokratik seçimle iktidar olmuştur. Seçimlerde aldığı yüzde 52 oyun Kapak Konusu hakkını iktidarının ilk yıllarında veren DP, tarım ve hayvancılıkta verimi artırmış; atıl tarımsal arazileri işletmeye açarak işsizlik oranını düşürmüş; köylere yol ulaştırarak oraların piyasa ekonomisine açılmasını sağlamış; köyleri içme suyuna kavuşturmuş; çeşitli fabrika, baraj ve santrallerin açılışını yapmış; şeker, dokuma ve çimento sektöründe önemli gelişmelere imza atmıştır. Halkın iktidardan memnun olduğunun göstergesi ise 1954 seçimleridir. Demokrat Parti yüzde 57 oy ile yeniden iktidardır. DP icraat larına devam ederken hem yerel hem de küresel ekonomide sıkıntılar baş göstermişti. İktidarın ilk yıllarında dışa bağlı yardımlarla canlanan ekonomi, bu yardımların kesilmesiyle çıkmaza düşmüştü. İlk zamanlarda başarı sağlanan tarım politikalarında vadedilen sonuçlar alınamaz olmuştu. Tüm bunların yanında iktidar ve muhalefet arasındaki ilişkiler gün geçtikçe gerginleşiyordu. Muhalefet partisinin iktidarın açıklarını arayarak ve dönemin gazetelerini arkasına alarak yaptığı sert eleştiriler ile iktidarın muhalefete karşı uyguladığı politika bu gerilimin en büyük nedenleriydi. Mümbit iktisadi kaynaklarını uhdesinde bulunduran dönemin Cumhuriyet Ha l k Par tisi, iktidar partisi tarafından sürekli eleştirilirken, Demokrat Parti Genel Başkanı Adnan Menderes’in 17 Kasım 1953 tarihli “Mücadelemiz müsavi şartlar altında cereyan etmiyor... Beş-on jip almaya karar verdik kalktılar bizden hesap sormaya. Memleketi yutmuş, ye’di gasıplarına geçirmiş oldukları ma llardan intifa etmekte olanlar, DP’nin beş-on jipini beş milyon liraya çıkararak, bu parayı nereden buldunuz diye bizi ithamlar altında bırakmak cüretine ve cesaretine gittiler. Bizden hesap soranlardan biz de ellerinde ne varsa toptan onların hesabını sormak mevkiindeyiz” konuşması bu mallara el konacağının sinyallerini veriyordu. Ayrıca İsmet İnönü’nün seçim bölgesi olan Malatya, Adıyaman ve Malatya olmak üzere iki il haline getirilmişti ve seçim kanununda karşıt partilerin haklarını kısıtlayacak değişiklikler yapılmıştı. Mayıs 2013 19 20 Kapak Konusu Ülkede siyasi gerginliğin nedeni sadece iktidar-muhalefet çatışması değildi. DP’nin izlediği ekonomi politikalarının gazete ve dergiler tarafından eleştirel aktarılması, iktidar olmadan önce basına özgürlük vadeden Demokrat Parti’nin onlar üzerindeki yasal baskıları artırmasına neden oldu. Hükümet 9 Mart 1954’te basın kanununda yaptığı değişiklikle gazetecilere ağır yaptırımlar getirdi. Radyonun siyasi partilere kapatılması da başka bir gerginlik nedeniydi. Bu, radyo olanaklarından yalnızca iktidardaki Demokrat Parti’nin yararlanması anlamına geliyordu. Ayrıca muhalefet partisinin ve bir kısım basının faaliyetlerini incelemek üzere olağanüstü yetkileri olan Meclis Tahkikat Encümeni’nin kurulması, sonradan muhalefeti susturmak ve basını sindirmek olarak yorumlanacaktı. DP’nin iktidara ilk geldiğinde ezanın Arapça okunmasına dair kanunun kabulü, Türkçe olan Anayasa’nın tekrar Osmanlıca olması “memlekette irtica var” yaygarasının kopmasına neden olmuştu. Bunun yanında DP’nin sert politikaları orduyu endişelendiriyor, ordu inkılaplardan taviz verildiğini düşünüyor, bu durum “darbe” dedikodularının çıkmasına yol açıyordu. Tüm bu yaşananlar Demokrat Parti’yi yolun sonuna götürmüş, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleşme ihtimal- Mayıs 2013 27 Mayıs 1960 günü on yıllık Demokrat Parti iktidarı tarihe karışmış ve ülkede ordunun yönetimde olduğu yeni bir dönem başlamıştı. lerini boğarak demokrasi tecrübesinde keskin bir dönüm noktası sayılan 27 Mayıs askerî darbesine güya zemin hazırlamıştı. “Söz milletin” derken... Yalnızca iktidar partisinin siyaset yapabileceği Radyo’da 27 Mayıs sabahı farklı bir ses duyuldu. Bu ses bir askere, Kurmay Albay Alparslan Türkeş’e aitti: “Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadı ile Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır.” Albayın yaptığı duy uruda en k ısa zamanda adilce ve dürüstçe seçimlere gidileceği de belirtilmişti. Ordunun yönetimi ele geçirmesiyle Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Celal Bayar başta olmak üzere DP ileri gelenleri ve mülki amirler de tutuklandı. Sadece sivil Kapak Konusu kişilerden ibaret olmayan tutuklamalarda Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun ve başka yüksek rütbeli subayların da adı vardı. Duy ur u ve tebliğ lerinde “Mi l li Birlik Komitesi” ifadesini kullanan ihtilalci subaylar, bu komitenin 38 kişiden oluştuğunu ve başında da Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel’in bulunduğunu açıklamışlardı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin idareyi ele alış nedeni kendi deyimlerince “sabık idare”nin Anayasa’yı çiğnemesi, büyük ümitler bağlanan demokrasi rejiminin çıkmaza girmesi ve ülkenin tam bir diktatörlüğe götürüleceği kaygısıydı. 27 Mayıs 1960 günü on yıllık Demokrat Parti iktidarı tarihe karışmış ve ülkede ordunun yönetimde olduğu yeni bir dönem başlamıştı. Bu tarihten itibaren gazeteler ve radyo da DP’ye karşı tutum sergilemiş, dolayısıyla halkın büyük çoğunluğu ihtilali, tıpkı bunu yapan askerler gibi “devrim” olarak nitelendirmişti. “Söz milletin!” iken bir gecede söz askerin olduğuna göre, ıstırapları dindirecek ve millî varlığı selamete erdirecek icraatlar başlamalıydı. Ordu ilk önce verdiği sözü tutmalı, yönetimi sivil bir iradeye teslim etmeliydi. Ancak kurulduğu günden beri bazı konularda anlaşamayan Milli Birlik Komitesi’nde ihtilalin ilk günleri görüş ayrılıkları ortaya çıkmaya başlamıştı. İki gruba ayrılan MBK üyelerinden I. Grup, Türk toplumunun sorununun bir anayasa ve seçim kanunu sorunu olmadığını; ordunun sosyal, hukuki ve ekonomik reformları gerçekleştirmesinin ardından iktidarın devredilmesi gerektiğini savunurken; II. Grup, 27 Mayıs tebliğinde millete söz verildiği üzere yeni anayasa ve seçim kanunundan sonra seçimleri kazanan tarafa iktidarın devredilmesi gerektiğini savunuyordu. MBK içindeki bu görüş ayrılıklarına ordu-CHP yakınlığı ve Cemal Gürsel’in İsmet İnönü’nün emirlerini peygamber buyruğu gibi kabul ettiğini söylemesi de eklenince “İhtilal CHP için mi yapıldı?” dedikoduları gündeme geldi. Bu sözler üzerine ihtilalci subaylardan Dündar Seyhan “Biz 27 Mayıs İhtilali’ni tahakkuk ettirebilmek için altı yıl geceli gündüzlü çalışmıştık. Biz ihtilali CHP’ye devretmek için yapmamıştık” demiş ve bu durumdan duyduğu üzüntüyü dile getirmiştir. Ya riayet et ya da git Bir ihtilal anayasası olacak 1961 Anayasası’nın hazırlanma sürecinde MBK üyelerinden bazılarının direnişiyle karşılaşan komite, çareyi bu muhalif üyelerin tasfiyesinde bulur. Ve 13 Kasım 1960 sabahı Devlet Başkanı ve Silahlı Kuvvetler Başkumandanı Cemal Gürsel tarafından Ankara, İstanbul ve İzmir radyolarından ilk cümlesi şu olan tebliğ yayımlanır: “MBK’nin çalışmaları memleketin yüksek menfaatlerini tehlikeye sokacak duruma düştüğünden, Türk Silahlı Kuvvetleri ve MBK üyelerinin talepleri üzerine bugünden itibaren MBK’yi feshettim.” Türk milleti adına yasama yetkisini kullanacak yeni MBK üyelerinin isimlerinin sıralandığı tebliğde, bu üyelerin kurulacak yeni mecliste demokratik esaslara dayalı olarak memleketi nizama sokacakları da belirtilmiştir. Görevlerinden emekliye sevk edilen 14 eski MBK üyesi artık yurt dışındaki büyükelçiliklerde müşavir olarak görev alacak zoraki diplomatlardır. Zorba ve baskıcı yönetime karşı olduğu ve halkın davranış özgürlüklerini kısıtlayan politikalara gidildiği için yönetime el koyduğunu iddia eden cunta, kendi Mayıs 2013 21 22 Kapak Konusu dikta siyasetini sadece MBK içinde göstermiyordu. 27 Ekim 1960 günü 114 sayılı kanun ile 147 öğretim üyesi ve asistanı üniversitelerdeki görevinden uzaklaştırdı. Memleketi daha iyi seviyelere ulaştırmak adına tam 147 beyni çalışamaz hale getirmek ve memleketi kim bilir kaç adım geriye götürmek “vatan uğruna” yapılmış ve “devrim” olarak adlandırılmış bu ihtilalin kendi içindeki en büyük tezatıydı. MBK’nin “üniversiteleri ideal bir statüye kavuşturmak” amacıyla yaptığı ve takdirle karşılanacağını umduğu bu hareket kamuoyunda şaşkınlık uyandırmış, rektörlerin ardı ardına istifaları ve öğrenci eylemlerini beraberinde getirmiştir. İlgili kanunun en katı maddesi ise görevlerinden uzaklaştırılan öğretim üyelerinin bir daha üniversitelerde öğretim üyeliği veya yardımcılığı yapamayacaklarıdır. İhtilal yönetimi döneminde çözülememiş üniversite sorunu bir sonraki sivil iktidar döneminin uğraşacağı konulardan biri olmuştur. Çünkü 147’lerin tasfiyesi MBK üyelerinin tasfiyesi gibi sessiz sedasız halledilememiş, bu sözde reform büyük bir direniş ve eylemle karşılaşmıştır. Darbeci subaylardan Orhan Erkanlı 27 Mayıs sonrası yapılan bir müzakerede mezkur kanunla ilgili “Her türlü kanaate, inanışa taarruz ediyorduk; solcusunu da sağcısını da atıyorduk. Doğum yeri şarkta olanı Kürtçü diye, namaza gidenleri softa ve gerici diye, kitabı olanı çalmıştır diye, kitapsızları kitapsız diye, talebeye ciddi davrananı kaba ve sert diye, samimi hareket edenleri laubali diye, kızlarla fazla ilgileneni ahlâksız diye damgalıyorduk. Solcu, sağcı, mason, Kürtçü, gerici, cahil, Mayıs 2013 Askerî darbeler “vatanı korumak ve kollamak” prensibine dayandığı ve “demokrasi” adına yapıldığı iddia edildiğinden, gerekliliği belli kesimler tarafından hâlâ vurgulanır. tüccar, kitapsız, politikacı vs. gibi sıfatlar sık sık kullanılıyor, bu barajları aşanlar içeride kalabiliyorlardı” demiştir. MBK’nin kendinden sonraki yönetime devrettiği diğer bir sorun 55’lerdir. 105 sayılı kanuna istinaden çıkarılan bir kararname ile 55 aşiret reisi, toprak ağası ve şeyh “Doğu illerinde bazı olaylara sebebiyet vermeleri” ihtimali ile toplatılmış ve Sivas’taki bir kışlada gözaltına alınmışlardır. Kanun, ülkeyi geriye götüren bir toplumsal düzene son vermek amacıyla çıkarılmış ancak din istismarcılarının ve ağaların belirlenmesinde yapılan hatalar nedeniyle başarısız olmuştur. Öyle ki bu girişim sürgünden ibaret kalmış, kurulacak yeni hükümetin sorunlarına bir yenisi eklenmiştir. Kana bulanan “devrim” Ülkeyi diktatörlerden temizlemek ve halkı huzura kavuşturmak iddiasıyla 27 Mayıs sabahı gelen ak devrim, ülkeyi başka bir otoriter rejimin içine sokacaktır. Seçme hakkı tanınan halk, kendi özgür iradesiyle bir yönetim belirlemiş, o da elinden alınmıştır. Ancak “memleketi kurtarmak” adına her yol mübahtır; bir darbe memleketi 20 yıl geriye de götürse, bu paşaların bir bildiği vardır. İhtila l sonrası Harp Oku lu’nda gözetim altına alınan DP’li siyasileri iktidarda oldukları on yılın ardından uzun bir yargılanma dönemi ve tutuklu olarak geçirecekleri yaklaşık on altı ay beklemektedir. Kolay değil, DP iktidarı Anayasa’yı çiğnemekle suçlanan bir iktidardır. Hatta dini siyasete alet etmek, suikast düzenlemek, partizanlığı devlet idaresine sokmak gibi suçları da vardır. Bir de Afgan tazısı bir köpek, gayri meşru bir bebek, Alman hizmetçi Barbara gibi tavuk suyuna çorba konular vardır ki, onca karışık dava içinde Kapak Konusu bu konular halk arasında daha sonraları darbeci cuntanın iddialarının uydurma iddialar olduğunu vurgular mahiyette dilden dile dolaşmıştır. Geçici olarak Ankara’da Harp Okulu’nda, İstanbul’da Davut Paşa Kışlası’nda kalan tutuklular için devamlı kalacakları yer olarak Yassıada düşünülür. Marmara Denizi’nde, İstanbul’a yakın iki küçük Hayırsızada’nın yassı olanı; şöhrete 1960’lı yıllarda kavuşan, adı geçtiğinde hâlâ tüyleri diken diken eden, yutkunmadan önce düşündüren Yassıada... Aylar süren Yassıada yargılamalarının ardından Yüksek Adalet Divanı (YAD) 15 Eylül tarihindeki son duruşmada kararını açıklar. 15 sanık idama, 31’i müebbet hapse, 408’i de çeşitli hapis cezalarına mahkum edilmiştir. 133 sanık ise beraat eder. YAD’ın idam dışındaki kararları kesin olmakla birlikte idam kararının geçici Anayasa gereğince onayı gerekmektedir. Asılacak adamlar aynı günün akşamı MBK tasdikiyle belli olur ve İrtibat Bürosu’nun 58 sayılı tebliği ile duyurulur: “Yüksek Adalet Divanı’nca ölüm cezasına mahkum edilen sanıklardan sakıt Reis-i Cumhur Celal Bayar, sakıt Başbakan Adnan Menderes, sakıt Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve sakıt Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın ölüm cezaları MBK’nin 15 Eylül 1961 gün ve 75 no’lu kararı ile tasdik edilmiştir. Ancak sakıt Reis-i Cumhur Celal Bayar’ın 65 yaşını bitirmiş olması dolayısıyla verilen ölüm cezası müebbet ağır hapse tahvil edilmiştir.” İdamı istenen 15 kişiden 11’i ile ilgili kararlar ise aynı tebliğin 2. maddesinde yer alır: “Ölüm cezasına mahkum edilen Refik Koraltan, Agah Erozan, İbrahim Kirazoğlu, Bahadır Dülger, Ahmet Hamdi Sancar, Nusret Kirişcioğlu, Emin Kalafat, Baha Akşit, Osman Kavrakoğlu, Zeki Erataman ve Rüştü Erdelhun’un cezaları da 15 Eylül 1961 gün ve 75 no’lu kararla müebbet ağır hapse çevrilmiştir.” Kararın ardından sakıt Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve sakıt Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın idamları 16 Eylül 1961 sabahı gerçekleştirilirken, sakıt Başbakan Adnan Menderes’in cezası hastalığı nedeniyle bir gün sonra, asılacak kadar sağlıklı olduktan sonra infaz edilmiştir. Ölümlerinden yaklaşık otuz yıl sonra Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın ebedi istirahate çekildikleri İmralı Adası’ndaki mezarları, İstanbul Vatan Caddesi’nde kendileri için yaptırılan bir anıt mezara devlet töreni ile nakledilmiştir. Bir başbakanın asılmasıyla sonuçlanan 27 Mayıs 1960 ihtilali, ülkemizde askerî müdahale yolunu açarak bir darbe geleneği başlatmış, dolayısıyla kendi yüküyle beraber o tarihten sonraki darbelerin ve darbe girişimlerinin de yükünü üstlenmiştir. Askerî darbeler, “vatanı korumak ve kollamak” prensibine dayandığı ve “demokrasi” adına yapıl- dığı iddia edildiğinden, gerekliliği belli kesimler tarafından hâlâ vurgulanır. Ak devrimin en büyük sonuçlarından biri olan 1961 Anayasası insan haklarına dayanan ve demokratik kabul edilen, “sosyal hukuk devleti” gibi yeni temel ilkeleri kabul eden özgürlükçü bir anayasa olarak nitelendirilse de; Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu olmak üzere iki meclisli sistemi getirmesi, Meclis’in çıkardığı kanunların anayasaya uygunluğunu denetleyecek Anayasa Mahkemesi’nin oluşturulması, askere hükümet kararlarını sürekli olarak etkileme olanağı sunan Milli Güvenlik Kurulu’nun anayasal bir kurum haline getirilmesi gibi nedenlerle millî irade önüne barajlar koyan bir anayasadır. Ayrıca 1961 Anayasası’ndaki “Millet, egemenliğini Anayasa’nın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır” maddesi halk egemenliğini dolaylı hale getiren bir maddedir. 27 Mayıs ihtilali sonrası kurulan hükümetler ihtilalin yarattığı sorunlar (147’ler, 55’ler vb.), ihtilal döneminde siyasi suçlu sayılanlar, onların affı, rejime yönelik darbe teşebbüsleri (22 Şubat 1962, 21 Mayıs 1963) gibi sorunlarla uğraşmaktan ülkenin temel sorunlarına eğilememişlerdir. Bu ihtilal, getirdiği sorunlarla Türk toplumunu demokrasiye götüren süreci geciktirirken Türk siyasi tarihine kara bir leke olarak geçmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1990 yılında çıkardığı bir kanunla Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’a itibarlarını geri verse de; adları havaalanları, bulvarlar ve üniversitelerde yaşatılsa da, kendi iradesini idam sehpasına götürüp ipe çeken cuntayı vicdanlar hiçbir zaman affetmemiş, milletin kalbinde kanayan bu derin yara hâlâ iyileşememiştir. Mayıs 2013 23 Mayıs 2013 Adnan Menderes’in avukatı Burhan Apaydın: İdam kararının iptalini önlemek isteyenler var Vefatından önceki son röportajını dergimize veren Avukat Burhan Apaydın, “Yassıada kararlarının iptali Meclis’teki bazı çevreler tarafından önlenmek isteniyor. TBMM Başkanı bu duruma el koymalı” dedi. Söyleşi: Songül Baş Mayıs 2013 26 Kapak / Söyleşi Ö lüyorum Tanrım / Bu da oldu işte / Her ölüm erken ölümdür / Biliyorum Tanrım / Ama, ayrıca, aldığın şu hayat / Fena değildir / Üstü kalsın... Cemal Süreya’nın dizeleri kadar etkileyici bir hayattı onunki... Ölümü ise her ölüm gibi erken... 63 yılda 2 bin davada hukuk mücadelesi verdi. Sıra dışı savunmaları ve mesleki başarılarıyla kamuoyunda tanındı. İsmi “Adalet Savaşçısı” olarak hafızalara kazındı. Sözünü ettiğimiz kişi Avukat Burhan Apaydın... 20 Nisan 2013’te hayata veda eden Burhan Apaydın ile yaşamının son günlerinde kesişti yolumuz. Dergimizin bu ayki sayısında 27 Mayıs darbesini işlemeye karar verdiğimizde aradık kendisini. Türkiye’nin en sancılı dönemlerinden birine dair sorup öğrenmek istediklerimiz vardı. Röportaj talebimizi kırmadı, sorularımızı içtenlikle yanıtladı. 27 Mayıs darbesinin ardından Başbakan Adnan Menderes’in avukatlığını üstlenen Burhan Apaydın, açıklamalarıyla bir kez daha tarihe ışık tuttu. Son röportajını dergimize veren Avukat Burhan Apaydın’a Allah’tan rahmet, eşi Beyhan Apaydın ve yakınlarına başsağlığı diliyoruz. Türkiye’nin yakın tarihinde darbeler önemli bir yer tutuyor. Siz darbe dönemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? 27 Mayıs hükümet darbesi ilk darbedir ve siyasi partiler arasındaki ciddi bir gerginlik ile uyumsuzluktan kaynaklanmıştır. İktidar ve muhalefet partilerinin yöneticileri bir araya gelip olayları değerlendirememişlerdir ve istihbaratların çok zayıf olması iktidar ile muhalefetin gözü önünde hükümet darbesinin kolaylıkla yapılmasına yol açmıştır. Size göre Türkiye’nin darbeler tarihinde 27 Mayıs’ın yeri nedir? Sonrasında yapılan diğer darbelere zemin ve örnek oluşturduğu görüşüne katılıyor musunuz? İstihbaratların çok zayıf olması iktidar ile muhalefetin gözü önünde hükümet darbesinin kolaylıkla yapılmasına yol açmıştır. Hükümet darbesini yapanlar kendileri yönünden zemini müsait görmüşlerdir. Kamuoyunda sanki Türk ordusu darbe yapıyormuş gibi bir izlenim yaratmışlardır. Bu yüzden kamuoyu 27 Mayıs gününde karşı koyabilme olanağından yoksun bırakılmıştır. 27 Mayıs’tan sonraki yıllarda yapılan ve bir kısmı teşebbüs halinde kalan hükümet darbelerinde, 27 Mayıs’ta olduğu gibi iktidar ele geçirilememiştir. Esasen hükümet darbesi öyle bir eylemdir ki iktidarı ele geçirdiği anda başarıya ulaşmış olur, yapacak bir şey yoktur. İşte 27 Mayıs hükümet darbesi böyle bir eylemin sonucunda başarıya ulaşmıştır. Bunda en büyük etken radyoda Albay Alparslan Türkeş’in millete yönelik güven verici konuşmasıdır. Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi arasındaki gerginliğin Türkiye’yi felakete götüreceği gayet veciz bir şekilde anlatılmış, bu durumda seçimlere gidilemeyeceği gerçeği karşısında hükümete el koymanın zorunluluğu izah edilmiş, 3 ay sonra genel seçimlerin yapılacağı ve kazanana iktidarın verileceği söylenerek halkı oyalama yoluna gidilmiştir. Sonraki yıllarda yapılan hükümet darbesi girişimleri de 27 Mayıs hükümet darbesinin kolaylıkla yapılmasından cesaret bulunarak gerçekleştirilebilmiştir. Dikkate şayan diğer bir nokta şudur; anonslarda İsmet Paşa’nın sağ ve salim durumda bulunduğu belirtilerek 27 Mayıs hükümet darbesinin İsmet Paşa’nın dışında bir hareket olduğu anlatılmak istenmiş, Demokrat Parti ve CHP mensupları arasında meydana gelebilecek herhangi bir çekişmenin önlenmesi yoluna gidilmiştir. 27 Mayıs askerî darbesi yapıldığında neredeydiniz ve neler hissettiniz? 27 Mayıs askerî darbesi sırasında İstanbul’daki evimizdeydim. Kardeşim Avukat Orhan Apaydın bana telefon Mayıs 2013 Kapak / Söyleşi açıp darbeyi haber verdi ve aynen şunları söyledi: “Burhan, darbe-i hükümet felaket.” Ben o anda derhal sokağa fırladım; Adnan Menderes’in tutuklanması haberleri karşısında halkın ayağa kalktığını düşünmüştüm. Ancak 27 Mayıs hükümet darbesini yapanlar kendilerini Türk ordusu adına hareket ediyorlarmış gibi radyoda sürekli anons ettirdiklerinden Türk milleti yanılgıya düşürülmüş ve sokaklara çıkıp karşı koyma olanağından böylece yoksun bırakılmıştır. Merhum Adnan Menderes ile avukatlığını üstlenmeden önce tanışıyor muydunuz? Evet, daha önceden tanışıyorduk. Ben Adnan Menderes’i ve Demokrat Parti iktidarını destekleyen Ahmet Emin Yalman’ın çıkardığı Vatan gazetesinde makaleler yazıyordum. Bu makalelerde Demokrat Parti iktidarını destekliyordum. Adnan Menderes bu yazılar dolayısıyla beni takdir etmiş ve görüşmek üzere makamına davet etmişti. Menderes ile dostluğum böyle başladı. Ardından yaklaşan 1954 seçimleri için beni aday göstermek istedi ve bu durumu Demokrat Parti organı olan Zafer gazetesinde ilan etti. Ben evvela kabul ettiğimi bildirdim, fakat sonra İstanbul’a dönünce avukatlık mesleğimin bana yüklediği görevleri düşündüm, adaylıktan feragat ettiğimi telefon ve tel-grafla Adnan Menderes’e bildirdim. Bu bildirim olayı da Zafer gazetesi ve Nihat Erim’in yönetiminde olan CHP organı Ulus gazetesinde haber olarak yer aldı. Fakat Ulus gazetesinde yayımlanan haberde, Demokrat Parti’nin milletvekili aday listesini beğenmediğim için adaylıktan istifa ettiğim, ayrıldığım şeklinde bir yorum yapıldı. Bunun üzerine ben de Zafer gazetesinde derhal açıklama yaparak Ulus gazetesinin yorumunun doğru olmadığını belirttim. Adnan Menderes bana “Sen benim küçük kardeşimsin. Bugünlere çok güçlükle geldik, az daha batıyorduk. Meclis’in sizin gibi insanlarla oluşmasını istiyorum” demiştir. Sayın Menderes’in avukatlığını üstlenmeniz nasıl gerçekleşti? Hangi duygu ve düşüncelerle avukatlık teklifini kabul ettiniz? Adnan Menderes’in eşi Berin Menderes beni telefonla aradı. Adnan Menderes’in, Yassıada’daki duruşmalarda avukatlığını üstlenmemi istediğini bildirince derhal kabul ettiğimi söyledim. Bu arada Adnan Menderes ve Celal Bayar’ın yakın dostu olan İhsan Doruk’un evinde yemekte bulunduğum sırada Celal Bayar’ın eşi Reşide Bayar beni arayarak Celal Bayar’ın avukatlığını üstlenmemi istedi, eşinin de aynı istekte olduğunu söyledi. Ben biraz önce Adnan Menderes’in eşinin avukatlık teklifini kabul ettiğimi bildirdim ve Bayar ile Menderes arasında bir savunma farkı olabileceğini, bu nedenle avukatlığını şimdilik kabul etme imkanımın olmadığını söyledim. Sonradan Celal Bayar’ın avukatı Gültekin Başak bana “Bayar savunmayı senin yapmanı istiyor. Avukat Burhan Apaydın’ın savunması doğrultusunda hareket edilmesini bizden istedi” demiştir. O dönemde İstanbul Barosu Yönetim Kurulu’nun yasağına karşın Yassıada duruşmalarına katıldınız. Baro’nun bu tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz? İstanbul Barosu’nun bu kararı Baro tarihi için kara bir lekedir. Baro’nun bu kararını kardeşim Avukat Orhan Apaydın ve ben dinlemeyerek Adnan Menderes’in müdafiliğini üstlendiğimizi basın yolu ile kamuoyuna bildirdik. Yassıada mahkemelerinde adil bir yargılamanın yapılmadığını dile getiriyorsunuz. Duruşmalardan unutamadığınız “hukuksuzluk fotoğrafları” nelerdir? Adnan Menderes’e söz hakkı tanınmıyordu. Mahkeme Başkanı Salim Başol, Menderes’e sadece suçlamaları bildiriyordu. Adnan Menderes’in bunlara ciddi şekilde cevap vermek istemesine rağmen Mahkeme Başkanı Salim Başol konuşmalarını kesiyor ve açıklama yapmasına olanak vermiyordu. Ben buna karşı gelerek dedim ki; “Benim müvekkilim Adnan Menderes 10 yıl Türkiye Cumhuriyeti’ni memleketinde ve yabancı ülkelerde şerefle temsil etmiştir. Adnan Menderes’e konuşma hakkı tanınmayarak hukuk kurallarına aykırı hareket edilmiştir ve memleketin menfaatlerine aykırı bir tutum izlenmiştir.” Bu arada yalan haberlerle kamuoyu yanıltılmış ve şaşkınlığa sürüklenmiştir. Örneğin, olaylar sırasında Demokrat Parti iktidarının polis güçleri marifetiyle öldürüldüğü iddia edilen öğrencilerin cesetlerinin Et ve Balık Kurumu’nda kıyma haline getirildiği şeklinde yalan ve korkutucu haberler yayılmıştır. Mayıs 2013 27 28 Kapak / Söyleşi yükselterek konuşmak istediysem de on kadar asker tarafından kolumdan tutulup mahkeme salonundan sürüklenerek çıkarıldım. Her zaman bindiğimiz vapura bindirilerek İstanbul’a yola çıktım. Vapur Galata Rıhtımı’na yaklaşınca sivil polisler beni kardeşim Orhan Apaydın ve Hergün gazetesinin yazı işleri müdürü Cihat Dilerge arasından alarak Harbiye’de bulunan Merkez Komutanlığı’na götürdüler. Merkez Komutanlığı’na bağlı bir hapishaneye konuldum. İkinci kez tutuklanmam böyle oldu. Yargılama sürecinde iki kez tutuklandınız. Adnan Menderes’e yönelik “Yere düşmekle cevher, sakıt olmaz kadr-ü kıymetten” sözünüz ile Cemal Gürsel’in mektubunu okuma talebiniz bu tutuklanmaların gerekçeleri oldu. Bize o günleri anlatabilir misiniz? “Yere düşmekle cevher, sakıt olmaz kadr-ü kıymetten” dediğim vakit mahkeme heyeti şaşkınlık içine girdi. Davetiye ile ısmarlama olarak salona getirilmiş olan sözde dinleyicilerden “yuh” sesleri yükseldi. Milliyet gazetesinin Yassıada muhabiri Vasfiye Özkoçak, “Yere düşmekle cevher, sakıt olmaz kadr-ü kıymetten” sözünü sarf etmem üzerine salona millî birlikçilerin güvence duyarak getirdikleri seyircilerden evvela “ooo” seslerinin yükseldiğini yazmıştır. Fakat sonradan “yuh” diyerek tepki gösterdiklerini, ardından bunun yine “ooo” seslerine dönüştüğünü belirtmiştir. Akşamları Yassıada saatlerinde yayın yapan radyoda “yuh” seslerinin duyulması için duruşmalarla ilgili haberler gazeteci Tarık Gürcan tarafından seslendiriliyordu. Yassıada’dan dönüşte Galata Rıhtımı’nda polis arabalarıyla beni karşılayarak tutukladılar. Cemal Gürsel’in mektubunun aslı okunsaydı 27 Mayıs hükümet darbesinin bir düzmece olduğu ve Milli Birlik Komitesi Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel’in Adnan Menderes’i vatanperverlikle tanımlayarak ona “Sen milletin gözbebeğisin” dediği ortaya çıkacaktı. Adnan Menderes bu yüzden tazyik edildi ve benim konuşmamdan sonra ayağa kalkarak söz istedi. “Bu çatı altında mektubun okunmasını memleketin menfaatlerine aykırı görüyorum. Sayın avukatımdan Cemal Gürsel’in mektubunun okunmasına ilişkin talebini geri almasını rica ediyorum” dedi. Ben de söz alarak “Tarih karşısındayız. Talebimi geri almıyorum. Ben hukuka ve vicdanıma tabi, müstakil ve müstakim bir avukatım, müvekkilime de tabi değilim” dedim. Bunun üzerine mahkemeden müvekkilim Adnan Menderes ile özel olarak konuşmak için beş dakika müsaade istedim ancak Mahkeme Başkanı Salim Başol “Asil konuştu size gerek yok” diyerek müsaadeyi vermedi. Benim ısrarla konuşmaya devam etmem üzerine duruşma salonunda önde oturan Yassıada Komutanı Yarbay Tarık Güryay ile göz göze geldi. Salim Başol’un gözleriyle işaret vermesi üzerine mikrofonun elektrikleri kesilmiş ve konuşmam salona duyurulmamıştır. Bunun üzerine sesimi Mayıs 2013 Merhum Adnan Menderes idama götürüldüğünde cezaevindeydiniz. Bu acı olayı öğrendiğinizde neler hissettiniz? Kendimi tutamayarak ağlamaya başlamıştım. Nöbetçi subaylardan biri yanıma gelerek “Böyle ağlaman koğuşu ayağa kaldırabilir” dedi ve beni elimizi yüzümüzü yıkadığımız lavabonun bulunduğu kısma soktu. Ben ağlamama lavabonun bulunduğu yerde yüzümü yıkayarak devam ettim. Bu arada sağ bacağımda baldır kısmında çıkmış Kapak / Söyleşi olan çıban büyüyüp beni rahatsız etmeye başlamıştı. Lavabodan çıkınca hastaneye gönderilmek istedim. Fakat görevli askerler ile Cezaevi Komutanı, “Sizi böyle ağlayarak gönderemeyiz. Hastanede ayaklanmaya neden olursunuz” dediler. Bunun üzerine tutuklu bulunan bir doktor yanıma gelerek bacağıma baktı ve üzerindeki çakıyı çıkarıp “Bu yara böyle bırakılamaz. İltihap kana karışır ve hayatınız tehlikeye girer. Hemen müdahale etmek gerekir” dedi. İspirto sıvısı yerine kolonya alevinde çakıyı yakarak bacağımdaki yarayı deşti. Bana ilkel koşullarda müdahalede bulunan doktor da Demokrat Parti taraftarı olduğu için tutuklanmıştı. Halk ülkenin muhtelif yerlerinde “İdamlara karşıyız” diye tezahüratta bulunsaydı, hükümet darbeciler ülkede halk ayaklanması olur düşüncesiyle idamdan vazgeçebilirlerdi. “Adnan Menderes’e son sözü sorulmadı” diyorsunuz ve yargılamayı etkileyecek delillerin sunulmasına izin verilmediğini belirtiyorsunuz. Sizce yargılama süreci farklı olsaydı bugün Başbakan’ın asıldığı bir Türkiye’den söz edilebilir miydi? Hayır, söz edilemezdi. Edilemeyeceği gibi Adnan Menderes’in gerçekleri anlatışı karşısında kamuoyu ayağa kalkardı. Adnan Menderes’i idam edemezlerdi. Ben Yeni Türkiye Partisi adına seçim konuşması yapmak için Genel Başkan Sayın Ekrem Alican tarafından Eskişehir’e gönderildim. Konuşma yapacağım mahaldeki topluluk bana çok büyük tezahüratta bulundu. Ben teşekkür ederek “Bu tezahürat ve alkışlar Adnan Menderes için olsa gerektir. Şimdi idamlardan sonra böyle tezahüratta bulunarak Adnan Menderes’e bağlılığınızı ve takdirlerinizi belirteceğiniz yerde Adnan Menderes’in idamının gün ve saatiyle ilan edilmesi dolayısıyla bir araya gelip ellerinize birer yafta alarak ‘İdama karşıyız’ diye bir hareket yapabilirdiniz. Belki bu hareketinizden haberdar olan hükümet darbeciler, halk ayaklanabilir diyerek endişe ve korkuya kapılıp idam yoluna gitmeyebilirlerdi. Bunu yapmak Adnan Menderes’e karşı sizlerin göreviydi” dedim. Bu sözlerim üzerine ön sıralarda oturan şişmanca bir vatandaş ayağa kalkarak halka hitaben “Burhan Apaydın doğru konuşuyor” deyince ortalığı bir sessizlik kapladı. Demek oluyor ki Adnan Menderes’in idam edileceğinin gün ve saatine kadar açıklanmış olması karşısında halk ülkenin muhtelif yerlerinde “İdamlara karşıyız” diye tezahüratta bulunsaydı, hükümet darbeciler ülkede halk ayaklanması olur düşüncesiyle idamdan vazgeçebilirlerdi. Bu bir ihtimaldir ama en azından tarihe milletin sesi olarak geçerdi. Halk korkutulmuş ve bu yüzden idama karşı adeta seyirci durumunda bırakılmıştır. Böylece, gerçeğe aykırı olarak, Adnan Menderes’in idamına halk sanki ses çıkarmamış gibi bir durum ortaya çıkarılmıştır. “Yassıada kararları yok sayılsın” talebiyle TBMM’ye başvurdunuz. Dilekçenizle ilgili Meclis’in girişimlerini ve verilen yanıtları nasıl değerlendiriyorsunuz? Meclis’te bazı kişiler tarafından “ortada bir mahkeme kararı olduğu, iptal kararı verilemeyeceği, iptal kararı yerine Mayıs 2013 29 30 Kapak / Söyleşi mahkemenin yenilenmesi kararı verilmesinin yerinde olacağı” propagandası yapılıyor. Böylece iptal kararı verilmesi sürüncemede bırakılmak isteniyor. Halbuki eski Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu ve yeni Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na göre muhakemenin iadesi kararı, kararı veren mahkemeden istenebilir. O mahkeme ise ortadan kalkmıştır. Mahkemenin yenilenmesini istemek mümkün değildir. Fakat bu yola sürüklenmek suretiyle iptal kararı Meclis’teki bazı çevreler tarafından önlenmek isteniyor. Gerek eski Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu gerekse yeni Ceza Muhakemesi Kanunu’nda muhakemenin yenilenmesinde ancak mahkumiyet kararı veren mahkemenin görevli ve yetkili olduğu kayıtlıdır. Ayrıca Anayasa Mahkemesi de yargılamanın iadesine karar veremez. Bu savsaklama hareketine Meclis Başkanı’nın derhal el koyması ve bunu önlemesi gerekmektedir. Konu Anayasa Mahkemesi’ne intikal ettirilmiş ise de Anayasa Mahkemesi her defasında Yassıada’daki mahkemenin bir devamı olmadığına karar vererek talepleri reddetmiştir. Bu husus dahi Yassıada kararlarının geçersizliğine TBMM’nin karar vermesi gerektiğini ortaya koymaktadır. “Tahkikat Komisyonu raporu açıklanmalı” Merhum Burhan Apaydın, vefatından iki gün önce (18.04.2013) TBMM Başkanı Cemil Çiçek’e hitaben yazdığı dilekçenin bir örneğini dergimize gönderdi. Burhan Apaydın’ın “Tahkikat Komisyonu” raporunun açıklanmasını istediği dilekçe özetle şöyle: “Sayın Başkan, 27 Mayıs Hükümeti tarafından TBMM’de ‘Tahkikat Komisyonu’ adı ile geniş yetkilere sahip bir kuruluş meydana getirilmesi, Adnan Menderes’in Anayasayı çiğnediği ve vatan hainliği olarak tanımlanmıştır. ‘Tahkikat Komisyonu’ tarafından yapılanlar hürriyetleri kısıtlama teşebbüsü olarak ele alınmıştır. Halbuki, şimdi çok önemli bir hususu açıklayacağım. 27 Mayıs öncesinde kurulan ‘Tahkikat Komisyonu’, Türkiye’de olayların Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi tarafından meydana getirilmeyip dış etkilerle hazırlandığını ve meydana getirildiğini, ülkenin karışıklığa götürülmek istendiğini yaptığı araştırma sonucunda bir rapor ile tespit etmiştir. Bu rapor 27 Mayıs’tan önce Meclis Başkanı’na verildiği halde hükümet darbecileri bu raporu milletten gizlemişlerdir. Bu rapor halen TBMM başkanlık arşivinde bulunmaktadır. Yeni bir delil olarak Tahkikat Komisyonu raporunun açıklanması talepli işbu dilekçemle birlikte bu raporun derhal Türk Milleti’ne açıklanması gerekmektedir.” Mayıs 2013 Kapak / Söyleşi “27 Mayıs yepyeni bir siyasal sistem inşa etti” Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) Siyaset Araştırmaları Koordinatörü Hatem Ete, vesayet sistemi ve 27 Mayıs darbesi ile ilgili sorularımızı yanıtladı. Türkiye’de askerî vesayet rejiminden söz edilmesine yol açan gelişmelerin başlangıç noktası size göre nedir? Türkiye’deki vesayet sisteminin en önemli iki dina miğ i; seçk inci bir sınıfın varlığı ve bu sınıfın edindiği kurtarıcı misyon doğrultusunda ulusinşa sürecini başlatmasıdır. Osmanlı modernleşme sürecinin devleti kurtarmayı önceleyen koşullarında tedrici olarak siyasal bilinç edinip bir araya gelen sivil bürokrasi-ordu-aydın sınıfı Jön Türk şemsiyesi altında kurtarıcı bir misyon edinerek İttihat ve Terakki döneminde iktidara gelmiş; Cumhuriyet’in tek parti dönemindeki iktidarında da hem devlet hem de ulus kurma/inşa etme misyonu edinmiştir. Vesayet, doğrudan bu seçkin sınıfın elindeki iktidar imkanlarını seferber ederek ütopyasını hayata geçirmesini ifade ettiği için siyaset dışlanmıştır. Alternatif siyaset imkanları, öngörülen kurma hedefine yönelik bir tehdit olarak algılandığından demokratik siyasal katılıma, çok partili siyasal düzene ve serbest seçimlere izin verilmemiştir. Özellikle tek parti döneminde, ulusinşa projesine öncelik verildiği için hiçbir muhalif siyasi akım ve aktörün varlığına müsamaha gösterilmemiştir. Bu dönemde vesayet sistemini kurumsal dayanaklara kavuşturma ihtiyacı hissedilmemiş, vesayet fiili iktidarla sürdürülmüştür. Çok partili hayata geçiş ve ardından 10 yıl süren DP iktidarı, vesayeti kurumsallaştırma ihtiyacı doğurmuştur. 27 Mayıs darbesi sonrasında vesayetçi elitler, vesayet sistemini kurumsallaştırma ihtiyacı hissetmişlerdir. 1961 Anayasası, bu ihtiyaca binaen 1924 Anayasası’nda TBMM’ye hasredilen egemenlik yetkilerini ihdas ettiği “anayasal kurumlar”la paylaştırmıştır. Bu kurumlar, millî iradeyi vesayet adına denetleyen ve egemenliği kullanan bir işlev yüklenmiştir. Türkiye’nin darbeler tarihinde 27 Mayıs’ın yeri nedir? 27 Mayıs, Cumhuriyet tarihinde yepyeni bir siyasal sistem inşa etmiştir. 27 Mayıs darbesi, hem askerin darbe gerçekleştirerek siyasete müdahale etmesinin yolunu açmış, hem de normal siyasi süreçlerde de Kemalist seçkinlerin siyasal sistemi denetlemesinin imkanlarını oluşturmuştur. Asker, siyaset kurumunu denetlenmesi gereken çıkarcı bir kurum; kendisini de gerektiğinde “vatanı kurtaran” bir kurtarıcı olarak görmeye başlamıştır. Bu bakış dolayısıyla sonraki dönemlerde de ortalama on yıllık aralıklarla siyasete müdahale etmiş, yönetime el koymuştur. Öte yandan, normal siyasi dönemlerde de anayasal kurumlarda sivil bürokrasi ile işbirliği içinde siyaseti denetleyen, millî iradeyi törpüleyen bir misyon yüklenmiştir. Vesayetçi sistemin dinamikleri açısından geçmişle bugün arasında farklılık söz konusu mu? Vesayet sistemi, varlığını kendisini milletin üstünde gören kurtarıcı bir seçkin sınıfa ve bu seçkin sınıfın öngörüleri doğrultusunda milleti biçimlendirme faaliyetlerine borçludur. Vesayet, ancak bu iki dinamiğin olmadığı bir siyasal sistem inşa edildiğinde ortadan kalkar. Siyasal sistem, bir seçkin sınıfın muhafızlığından ve ayrıcalıklı konumundan arındırılarak millî iradeye dayandırıldığı ve toplumu yukarıdan biçimlendirme ameliyesine son verildiği oranda vesayetten arındırılmış olur. Bugün, siyasal sistem henüz tam anlamıyla bu iki dinamikten arındırılmamışsa da, arındırmaya yönelik ciddi bir mesai harcanmış, küçümsenmeyecek bir eşik aşılmış görünmektedir. Bu çerçevede, millî iradenin siyasal sisteme yansımasına yönelik engeller ortadan kaldırıldıkça siyasal sistemimiz de vesayetten arındırılmış olacak. Mayıs 2013 31 32 Kapak / Görüş Farklı partilerden milletvekilleri ile Türkiye’nin “darbeler tarihi”ni konuştuk. TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’nun çalışmalarına ilişkin sorularımızı da yanıtlayan vekiller, “Darbeler insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur” diyor. “Darbelerin topluma faturası ağır oldu” Nimet Baş AK Parti İstanbul Milletvekili Darbe devlet adına, devletin gücüyle topluma dayak atılması, elinde silah olanlar tarafından meşru iktidarın gasp edilmesidir. Sonuçları itibarıyla insanlığa karşı işlenmiş birer suç olarak gördüğümüz darbeler sadece demokrasiye darbe vurmakla, meşru yönetimi alaşağı etmek ve devlet yönetimine el koymakla kalmamış, vatandaşların vatandaşlık aidiyetlerini de sakatlayarak toplumun psikolojisi üzerinde telafisi zor yaralar açmıştır. Çözülmesi gereken her soruna, sarılması gereken her toplumsal yaraya, dindirilecek her acıya yakından bakıldığında hukukun, aklın, vicdanın askıya alındığı, hak arama yollarının kapandığı, toplumun kutuplaştırıldığı darbe dönemlerinin etkileri mutlaka görülecektir. Başkanlığını üstlendiğim Darbeleri ve Muhtıraları Araştırma Komisyonumuzun çalışmaları esnasında belirginleşen şu husus çok manidardır: Her darbe farklı toplumsal ve siyasal kesimleri hedefliyormuş gibi görünse de bütün topluma bedel ödetmiştir. Darbecilerin yürüttükleri strateji farklı toplumsal kesimleri karşı karşıya getirmek olmuş ve bu stratejilerinde başarıya ulaşmışlardır. Cumhuriyet dönemi darbelerinin anası olarak kabul edilen sehpalı, kanlı 27 Mayıs’ın yıl dönümlerini Mayıs 2013 bayram olarak kutlayacak bir taraftar kitlesi bulmak darbecilerin yürüttükleri toplumsal mühendislik açısından önemli bir başarıdır. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Yassıada’da demokrasi, hukuk, adalet ve vicdan sehpaya çekilmiştir. 1971’de, 1980’de, 1997’de yaşanan şeyler aynıdır. Komisyonumuzun çalışma sürecinde olağanüstü şeylere tanık olduk. Örneğin, “Bugün olsa yine aynı şeyleri yapardım” diyen, hiçbir pişmanlık belirtisi göstermeyen işkenceciler gördük. Bu durum üzüntü vericiydi. Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na halkımızın gösterdiği ilgi ise çok önemli ve anlamlıydı. Kapak / Görüş Türkiye demokrasi ve hukuk devleti yolunda çok büyük mesafeler almıştır. Ülkemiz bu yolda aldığı mesafeyi yeni ve sivil bir anayasa ile taçlandıracaktır. 12 Eylül Anayasası, tipik bir darbe anayasasıdır, vesayetçi sistemin unsurlarını kurgulamıştır. “Bir daha darbe olur mu?” sorusuna verilecek en güzel cevap demokratik bir anayasa yapılmasıdır. Aksi takdirde araştırmamız esnasında çokça ifade edildiği üzere darbelerle tam ve kesin bir yüzleşme sağlanmış olamayacaktır. Hiç şüphesizdir ki Türkiye insan hak ve özgürlüklerini eksiksiz olarak temin etme yönünde girdiği demokrasi yolundan asla geri dönmeyecektir. “Bir daha darbe olur mu?” sorusuna verilecek en güzel cevap demokratik bir anayasa yapılmasıdır. Enver Yılmaz AK Parti İstanbul Milletvekili Darbe, öncesi ve sonrası ile iyi incelenmesi gereken bir süreçtir. Kendiliğinden, “ben yaptım oldu” hesabıyla yapı lan bir iş değildir. Darbelerin ekonomik, ideolojik, uluslararası etkinlik, uluslararası örgütler, çıkarlar gibi nedenleri hep olmuştur. 27 Mayıs darbelerin anasıdır. Bir ordu harekatı değildir. Zira Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun tutuklanmıştır, 260 generalin 233’ü ile 5 bin subay emekli edilmiştir. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’e göre 27 Mayıs klasik hükümet darbesidir. Amaç seçimle başarılı olamayan CHP’nin iktidar yapılmasıdır. Meclis’te dört siyasi parti eşine az rastlanır ittifakla önerge verdi ve beraberce TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu çalışmalarına katıldı. Cumhuriyet dönemi sürecinin kirli ve karanlık bölümleri aydınlatılmaya çalışıldı. Komisyonun çalışma- ları kamuoyu tarafından yakından takip edildi. Darbeye katılanlar ve destek verenler kamuoyu önüne çıktı, yüzleşme ve darbelerle hesaplaşma gerçekleşti. Ben 27 Mayıs Alt Komisyonu Başkanı’ydım. Üzerinden 53 yıl geçmiş bir darbeyi araştırmanın zorluğunu yaşadık. Sınırlı sayıda şahit kalmıştı, komisyon çalışmaları esnasında vefat eden Milli Birlik Komitesi üyeleri oldu. 1960 darbesini fiilen yaşayanlar veya aktif görev alanlar 80 yaş ve üzerinde. Tüm bunlara rağmen verimli ve güzel bir çalışma ile rapor ortaya çıktı. Yassıada yargılamaları, yapılan hakaretler ve tacizler ile idam süreci beni derinden etkiledi. İstanbul Barosu’nun tavrı ve darbeye desteği, avukat göndermeme kararı ilginç bir belgeydi, bugünleri çağrıştırıyordu. Say ı n Ad na n Menderes’ i n av u k at ı Say ı n Bu rha n Apaydın’ın TBMM’ye verdiği dilekçede dile getirdiği “Yassıada kararları yok sayılsın” talebini inceledim. Hatta kendisiyle de görüştüm. TBMM’nin böyle bir karar alması hukuken zor gibi, farklı hukuki sıkıntılar ortaya çıkabilir. Önemli olan milletin kararlara bakışıdır. Yüce millet bu kararları vicdanlarında değerlendirmiş ve yok saymıştır. Önemli olan da budur. Mayıs 2013 33 34 Kapak / Görüş Süleyman Çelebi CHP İstanbul Milletvekili Bir Osmanlı paşasının Türkiye siyasi tarihini açıklayan bir lafı vardır; “Yönetmek ya ilimle olur ya zulümle olur. Bende ilim yoktu, zulümle yönettim” der. Mustafa Kemal Atatürk’ün ilime bu kadar vurgu yapması belki de ülkeyi bir daha zulümle yönetenler olmasın diyeydi. Ama ne yazık ki darbeler ile hep zulüm geldi. Bütün darbeler insanlığa, topluma, ekonomiye, ilerlemeye, çağdaşlığa, emeğin kazanımlarına, demokrasiye, özgürlüklere karşı baskı, zulüm, acı getirmiştir. Bütün darbeler birer insanlık suçudur. Ülkemizde de tüm darbelerin bedeli çok ağır olmuş, bu bedeli de en çok emekçiler, solcular, bu ülkenin mağdurları ödemiştir. Bu anlamda bütün darbelere karşı toplumun ve siyasetin ortak bir tavır alması gerekir. Türkiye darbeler tarihine baktığımızda en ağır bedellerin ödendiği ve hâlâ ödenmeye devam ettiği darbe 12 Eylül’dür. 12 Eylül dahil bütün darbelerden çıkan sonuç, Türkiye’deki demokrasinin budanması, işçi haklarının geriye gitmesidir. Türkiye, o kadar kanun değişikliğine rağmen 1980 öncesinin demokratik haklarının birçoğuna sahip değil. Değiştirilen her kanunun üzerinde 12 Eylül’ün hayaleti dolaşıyor. Darbeler, muhtıralar ve demokrasiye yapılan müdahaleleri araştırmak demokratikleşme, şeffaflaşma ve toplumsal yaralarla yüzleşme açısından son derece önemli, ciddi ve hassas bir konudur. Bu anlamda Meclis tarihî bir göreve imza atmıştır. Hukuk devletinde, hangi nedenle olursa olsun demokrasiye ve halkın iradesine yönelik tüm müdahalelere karşı koymak, demokrasiyi ve hukuku savunmak herkesin asli ödevidir. Bu nedenle CHP milletvekilleri olarak öteden beri bu konularda pek çok araştırma önergesi, soru önergesi, kanun teklifi verdik. Ancak önerilerimizin hepsi AKP milletvekillerinin oylarıyla reddedildi. Nihayet TBMM’nin 11 Nisan 2012 Mayıs 2013 tarihli toplantısında 4 partinin önerisi ile darbeleri ve muhtıraları araştırmak üzere bir meclis araştırma komisyonu kuruldu. Ancak bu araştırma sürecinde birçok kısıt ile karşılaştık. Darbe ve darbe girişimleri ile ilgili olarak mutlak surette araştırılması gereken ama ne yazık ki yeterince araştırılmamış olaylar, görüşülmesi gerekilen ama görüşülmemiş kişiler oldu. “Asıl mağdurlar seslerini duyuramadı” Komisyonun ça lışma yönteminin yol açtığı en önemli kısıtlardan biri, demokrasinin ve insan hak larının ağırlıklı olarak çiğnendiği süreçlere dair mağdurların talep ve katılımına ya sınırlı olarak yer verilmesi ya da hiç yer verilmemesi olmuştur. Bugüne kadar söyleyecek sözü olanlar dinlenmemiş, genelde basında ve kamuoyunda sıkça rastladığımız ve görüşlerini ezberlediğimiz kişilere söz verilmiştir. Asıl mağdurlar ve konuşması gerekenler yine seslerini duyuramamıştır. Raporun hazırlanması esnasında TBMM’de grubu bulunan siyasi partilerin komisyonla kurduğu ilişki bir eşitler arası ilişki olmamış, olamamıştır. 1500 sayfalık rapor komisyonda tartışılmamış, son gün AKP oylarıyla kabul edilmiştir. Dolayısıyla böylesine önemli ve tarihî bir çalışmada demokratik bir süreç yürütülememiştir. CHP’li üyeler olarak 12 Eylül Alt Komisyonu’nda 146 kişinin dinlenilmesi yönünde talepte bulunduğumuz halde ancak ve ancak 19 kişi dinlenilmiştir. Sadece bu rakamlar dahi komisyona hakim olan AKP çoğunluğunun önceliğinin kendi gerçek veya muhayyel mağduriyetlerinin altını çizmek, bu yönde bir tarih yazımı oluşturmak olduğuna işaret etmektedir. Kapak / Görüş Atila Kaya MHP Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili Darbeler insan hak ve hürriyetlerinin -hangi elin tuttuğundan asla emin olunamayan- bir silahın namlusuna asıldığı uygulamalardır. Darbeler sadece toplumların sosyolojik yapılarına müdahale ederek onları bozmaz; toplum içindeki kişilerin psikolojik yapılarına etki ederek onları kişiliksizleştirmek, tektipleştirmek ister. Darbe düzenleri hem toplumsal kurumlar hem de kişiler üzerindeki baskı araçlarıyla sürdürülür. Her şey bir yana, sadece “hak güçlünün değil, haklınındır” ilkesine inanmak bile darbeye karşı çıkmak için yeterlidir. Türkiye gibi, emperyal bir devletle (ABD) eşitsiz ilişki yaşayan ülkelerin “darbe tarihi”nde bu dış gücün de yeri vardır. ABD’nin özellikle 12 Eylül darbesindeki rolü ve amacı dikkate alındığında görülür ki darbeden 30 yıl sonraki bir iktidarı dahi kendi amacının aracı kılabilmektedir. Özellikle Ortadoğu’nun ve Türkiye’deki ayrılıkçı terörün evrilmesinde bu durum açıkça gözlemlenebilir. Bunun içindir ki 12 Eylül cuntasının lideri de, bugünkü AKP iktidarının başı da Türkiye için eyalet sistemini önerebilmektedir. Darbe dönemlerinin Türkiye’ye faturası ağır olmuştur. Hapisler, işkenceler, ölümler, fişlenmeler, işten atılmalar, vatandaşlıktan çıkarılmalar ve tarifi mümkün olmayan kişisel mağduriyetler yaşanmıştır. Toplum sosyolojik olarak çözülmüş, psikolojik olarak ezilmiş ve kendine güvenini yitirmiş, siyasi ve ekonomik yönden bağımlı hale getirilmiş, ideolojik açıdan liberal kapitalizme teslim edilmiş, metafizik bakımdan da tarihine ve değerlerine yabancılaştırılmıştır. Özellikle 12 Eylül darbesi, şu veya bu şekilde, kendilerini toplumlarına karşı sorumlu gören idealist kadroları elimine etmiş ve diğerlerinin yolunu açmıştır. Aradan bir nesil geçmesine rağmen bugün dahi siyaset bu “diğerleri” eliyle yürütülmektedir. “28 Şubat öne çıkarıldı” İktidar, zihniyetinden kaynaklanan eylemlerine toplumsal meşruiyet kazandırabilmek için bir propaganda faaliyeti sürdürmektedir. TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’nun çalışmalarını bu çerçevede değerlendirdiğimizde amacına ulaştığı söylenebilir. Ne var ki komisyonun Mayıs 2013 35 36 Kapak / Görüş sadece adında kalan amacı “gerçek amaç” varsaydığımızda buna ulaşıldığını söylemek mümkün değildir. Komisyonda, adeta adı “28 Şubat” olan bir piyes oynanmıştır. Diğer darbelerin araştırılmaları ise bu piyese dekor olması içindir. Diğer alt komisyonların ne tanık sayısı ne de basın etkisi 28 Şubat ile yarışamamıştır. Oysa bunların hiçbiri 12 Eylül ile kıyaslanamaz bile. 12 Eylül, toplumun bütünü üzerinde onarılamaz tahribatlara neden olmuştur. Ayrıca, dışarıdan yönlendirilmiş bir darbe olma ihtimali de önemlidir. 28 Şubat’ın öne çıkarılma çabaları ve siyasi iktidarın isteği doğrultusunda “27 Nisan e-muhtırası”nın -hem de komisyonun eliyle- “27 Nisan e-bildirisi”ne dönüştürülmesi iyi örnekler olmamıştır. İdris Baluken BDP Grup Başkanvekili ve Bingöl Milletvekili Türkiye’de darbeler tarihinin neden ve sonuçları ile yeterince tartışılmadığı ve değerlendirmelerin yetersiz kaldığı bir gerçektir. Darbeler üzerine yapılan tartışmaların y üzeysel kalmasının en önemli sebeplerinden biri uluslararası ilişkiler ve ulus üstü örgütlenmelerle Türkiye Cumhuriyeti’nin kurduğu ilişki, diğeri ise Türkiye’de resmi ideolojinin askerî darbelere hazırladığı siyasi zemin ve meşruiyet krizidir. Dolayısıyla salt bu iki unsur bile Türkiye’de askerî darbelerle yeterince ilgilenilmediğini göstermektedir. Elbette bu iki olgunun yanı sıra birçok etken vardır. Fakat bu yönüyle bir yetersizlik açığa çıkmış bulunmaktadır. Her ne kadar TBMM 24. Dönem’de ilk kez Darbeleri ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu kurulmuş, rapor hazırlanmış ve tarihe geçecek şekilde kayıt altına alınmış olsa da, ülke tarihinde tekrar demokrasiyi ortadan kaldıracak darbe girişimlerinin önlenmesine yönelik yasal düzenlemelerin gerekliliği görülmelidir. Bu yönüyle gerek TSK’nın iç mevzuatında gerekse mevcut yasal mevzuatta kalıcı, önemli ve ciddi demokratikleşme değişikliklerinin yapılması gerekmektedir. Askerî darbeler, dünyanın tüm ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de siyasi, ekonomik ve sosyal tahribatlara yol açmıştır. Ekonomide istikrar, demokrasinin gelişmesi gibi modern bir devletin temel meşruiyetini sağlayacak durumlar Türkiye’de askerî darbelerle beraber geriye doğru yol almıştır. Yani her anlamda darbelerin faturaları çok kabarıktır. Bu kabarıklığın minimize edilebilmesi için de darbelere yol Mayıs 2013 açan etkenlerin iyice tartışılarak, hâlâ var olan bu zeminin bertaraf edilmesi gerekmektedir. “Yarattığı tahribat aynı” Türkiye’de ilk askerî cunta müdahalesi olarak 27 Mayıs bir başlangıçtır. Fakat prensip olarak tüm askerî darbelerin toplumlar ve devletler nezdinde yarattığı tahribat aynıdır. Birini diğerinden farklı kılacak nitelik söz konusu değildir. Askerî darbeler ne zaman, nerede yapılmış olursa olsun kabul edilemezdir. Türkiye’de askerî darbelerin tekrarlanması konusu bir askerî darbenin olmuş olması ile açıklanırsa yetersiz kalacaktır. Çünkü askerî darbelere zemin hazırlayan şey; demokrasinin otoriterlik karşısında, toplumun ise devletin bürokrasi aygıtı karşısında güçsüz kılınmış olmasıdır. Dolayısıyla yüzeysel yaklaşımlar bu darbe zemini varlığının devam etmesine neden olacaktır. Son askerî darbe 1980 yılında yaşanmasına rağmen 1990’lı ve 2000’li yıllarda postmodern hüviyetle darbe girişimlerinin devreye konmuş olması, bu konuda herkesin şapkayı önüne koyup düşünmesi gerektiği anlamına gelmelidir. Bu yönüyle Türkiye’de bu konuda bir bütün olarak atılması gereken adımlar vardır. Bu adımlar siyasi, hukuki, sosyal ve ekonomik alanları ilgilendirmekte ve çerçevesi çok geniş olan bir çalışmayı gerektirmektedir. 38 Kapak / Söyleşi Yaşar Taşkın Koç: Menderes figürünün birden fazla algısı var Söyleşi: Cahit Yıldız Y aşar Taşkın Koç, bugüne kadar Adnan Menderes üzerine yapılmış en detaylı, en çarpıcı belgesele imza atan isim. “Ali Adnan/Başvekil” adıyla 2010’da TRT’de yayınlanan belgesel, başta Türk Yazarlar Birliği’nin “Yılın TV Belgesel Programı” ödülü olmak üzere birçok ödüle layık görüldü. Belgeselin senaristi ve yönetmeni Yaşar Taşkın Koç’la kısa bir söyleşi yaptık. Ali Adnan/Başvekil projesi nasıl ortaya çıktı? Proje, bu ve benzeri konularda belgeseller, programlar yapmak isteyen bir yapım şirketinin TRT’yle yaptığı görüşmeler sırasında netleşmiş. Aynı şirket, daha önce Endülüs üzerine belgesellerinin metin yazarlığını yaptığım için konuyu benimle konuşmaya geldi. Yıllardır bu konuda bir belgesel yapmak için bilgi ve belge topladığımı, konu üzerine çalıştığımı biliyorlardı. Onların bir senarist ve yönetmene ihtiyaçları vardı ve el sıkıştık. Doğrusu benim adıma yıllardır yapmayı istediğim bir proje olduğu için heyecanla karşıladığım bir teklif oldu. Niyetle imkanlar birleşti özetle ve kolları sıvadık… Adnan Menderes hâlâ çok konuşulan, çok tartışılan, tartışılmaya da devam edecek bir isim. Ne gibi zorlukları var böyle bir ismi anlatmanın? Çok sayıda ilki, özelliği, tartışmalı konuyu göz önüne alınca Menderes figürünün birden fazla algısı ortaya çıkıyor. Bu yüzden onu anlatırken en büyük zorluk, kaynakların birbirine taban tabana zıt tarifler yapmasıydı. Menderes, sevenleri tarafından neredeyse bazen evliya gibi görülürken, karşı olanlar tarafından neredeyse kötülüklerin timsali bir insan olarak anlatılıyor. Hakkındaki iki biyografiyi yan yana getirseniz “aynı insandan mı bahsediyorlar” diye şaşırırsınız. O kadar karşıt fikirlerle savunuluyor ya da hücum ediliyor. Hakkında memleketin yarısının diğer Mayıs 2013 yarısıyla tamamen ters fikirlerde olduğu bir isim. İşte bu ikili yapı, işte bu hem nefretin hem aşkın ölçüsüzlüğü ve dönemin gittikçe sertleşen iç siyasi atmosferi Adnan Menderes’i anlatırken karşınıza çıkan en büyük zorluk. Ama çok haksız biçimde darbeyle indirilen, sonra acı bir komedi olduğundan artık kimsenin şüphesi kalmadığı yargılamayla idam edilerek hayatına son verilen ve halkını gerçekten çok sevdiğini taraflı veya tarafsız bütün okumalarda gördüğüm merhum Başbakan’la ilgili doğrusu taraf tutan, olumlu özelliklerine daha fazla atıf yapan bir belgeseli tercih ettim. Belgesel aslında sadece Menderes biyografisi değil, döneme ışık tutuyor... Tabii, belgeselde 1899’da doğup 1961’de hayata veda eden Türk siyasetinin en önemli isimlerinden biri olarak Menderes’in hayatını anlatırken dünyayı ve Türkiye’de olup bitenleri de aktarmaya çalıştım. Çünkü anne, baba, Kapak / Söyleşi kendisini yetiştiren babaanne ve hatta kızkardeşinin veremden ölmüş olması, zengin bir toprak ağalığının mirasçısı olması, doğuştan aşırı kibar bir insan olması kadar Cumhuriyet’in ilk yılları, Tek Parti dönemi sorunları, ekonomik değişim, şehirleşme, nüfus artışı, Soğuk Savaş’ın en keskin döneminin yaşanması, bölgesel ve özellikle Orta Doğu ile Kıbrıs politikaları da bir o kadar önemliydi bence. Nihayetinde idam edilmiş olması ise bizzat kendisinden nefret edenler, hatta darbeyi yapanlar için kolay kabul edilebilir bir şey değil; iş oraya gelince görüyorsunuz ki büyük çoğunluk idama içinden de olsa karşı çıkmış; içine sindirememiş. Keza, bütün yasaklara ve propagandalara rağmen idamdan hemen sonra yapılan anayasa referandumunda yüzde 40’a yakın hayır oyu verilmesinin sebeplerinden birisi de bu. Cevaplanamayan sorular var hâlâ. Adnan Menderes’i 27 Mayıs’a ve idam sehpasına götüren nedir sizce? Menderes, Türkiye’de demokrasinin ve sokaktaki vatandaşın değerini icraatlarıyla yansıtan ilk liderdi. Finalde başına gelenler ise sadece onun değil, sonraki 50 yıl boyunca hepimizin hayatını değiştirdi. Davul çala çala gelen bir darbeyi neden önleyemedi, bu sorunun cevabını hâlâ bilmiyorum. Hem sevdiği hem durumunu düzeltmek için büyük yatırımlar yaptığı askerin böyle bir şey yapacağına inanmadığı da yazılı; direnirse büyük bir kanlı savaşa neden olabileceği için bundan vazgeçip fedakârlık yaptığı iddiası da mevcut. Gerçek nerede, bilmiyorum doğrusu. Ama halkı çok sevdiğini; en bunaldığı zamanlarda kendisini “onların kucağına attığını” biliyorum. Darbeden kısa süre önce, Türk siyasi tarihinin bugün dahil en büyük mitinglerinden birini İzmir’de yapabiliyor; halkın da onu çok sevdiği ortada. Darbe gecesinden saatler önce Eskişehir’de yine büyük bir mitingde sesleniyor kalabalığa… Aşırı nezaketi, Osmanlı terbiyesi bazen yapması gerekenleri önledi gibi görünüyor. Necip Fazıl Kısakürek’in yazdığı biyografide de en çok bu yönü eleştiriliyor. Bir yandan da İsmet Özel’in söylediği gibi “Kendisini Başbakan sanmak sonu oldu”mu diye düşünmeden edemiyor insan. Soğuk Savaş’ın olumsuzluklarını Türkiye lehine çevirdiğini, Batı’dan büyük kredi akışını sağladığını, SSCB’nin ciddi askerî tehditini NATO’ya girerek bertaraf ettiğini biliyoruz. Öte yandan, İngilizlerin elindeyken neredeyse Rumlara bırakılmak üzere olan Kıbrıs’ta Londra ve Zürih anlaşmalarıyla Türkiye’yi de rol sahibi yaptığını unutamayız. O anlaşmalar sayesinde 74 Barış Harekâtı yapılabildi; bugün bir KKTC var ve stratejik olarak Akdeniz’in ortasındaki o büyük adada Türkiye büyük avantaja sahip. Belki de darbede, hatta idamında Kıbrıs konusundaki bu politikası ve sonunda kazandırdıkları var. Nezaket, terbiye kadar artık kaderin getirdiğine boyun eğme veya bu işin sonunun idam olmayacağı düşüncesi kendisini Yassıada yargılamaları sırasında da etkiledi. Yargılamaların seyrini değiştirebilecek bir harekette bulunmadı uzun süre. Sonra da iş işten geçmişti zaten… Yayınlandığı sırada çok konuşuldu belgesel. Ne tür eleştiriler aldınız? Genelde olumlu eleştiriler aldım. Basının ilgisi de genel olarak belgesel türü yapımlara gösterilen ilginin üzerinde oldu. Biraz da Türkiye’nin darbelerle yüzleşmeye başladığı bir döneme denk gelmesi artık az hatırlanan bir döneme ışık tutması bu ilgiyi artırdı. Bugüne kadar belgeseller nedeniyle aldığım ödüllerin yarısının Ali Adnan/Başvekil’le gelmesi de olumlu bakıldığının bir göstergesi bence. Siyasi belgesel projeleriniz devam edecek mi? Nasip oldukça yeni siyasi projeler, belgeseller çekmek istiyorum, çünkü bugünü ve yarını anlamanın yolu dünü anlamak ve anlatmaktan geçiyor. Türkiye’de son 200 yıldır yaşanan her şey bir zincir gibi birbirine bağlı ve bu zincirlerin en önemli halkalarını geniş kitlelere, yeni nesillere anlatmazsak olup biten hakkında herhangi bir fikirleri olmuyor; olanların çoğu da maalesef yanlış oluyor. Son olarak Mehmet Akif üzerine bir biyografik belgesel tamamladım, o da Akif’in hayatının evreleri nedeniyle aslında önemli bir tarihî kesite değinen siyasi bir dönem belgeseli oldu. Mayıs 2013 39 40 Tarihin sessiz tanığı REICHSTAG Mayıs 2013 Dünya Parlamentoları Almanya’nın uzun tarihinin en can alıcı safhalarında kilit noktası olmuş Reichstag. Atlattığı türlü badirelerden sonra, dikkat çekici mimarisiyle ülkenin tarihî ve millî bir simgesi olarak gururla ayakta duruyor. R Elif Çelik eichstag binası, Almanya’nın yasama organı olan Federal Meclis’e ev sahipliği yapıyor. Bina neredeyse Almanya tarihinin bütün önemli olaylarına şahitlik etmiş; monarşinin yıkılıp cumhuriyetin kurulması, Batı ile Doğu Almanya’nın ayrılması ve yeniden birleşmesi, Nazilerin yönetime geçmesi, Berlin Duvarı’nın yapılışı ve yıkılışı... Kısacası, Reichstag için gerçek anlamda bir “tarihî bina” tanımlaması yaparsak yanlış olmaz. Reichstag’ın inşası, 1871’de Alman İmparatorluğu’nun kurulmasından sonraya denk gelir. O dönemde parlamentonun değişik binalarda toplanıyor olması zorluk yarattığından, 1882’de yeni bir bina için yarışma düzenlenir. Yarışmaya katılan 200 mimar arasından Frankfurtlu Paul Wallot neo-Barok üsluptaki tasarımıyla birinci olur. Dekoratif heykel, rölyef ve yazıtlar ise heykeltıraş Otto Lessing’e aittir. 29 Haziran 1884 günü, temel atma taşı Prusya İmparatoru I. Wilhelm tarafından binanın inşa edileceği Cumhuriyet Meydanı’nın (Königsplatz) doğu yakasına yerleştirilir. İnşaat 1894’te Philipp Holmann A.G. tarafından tamamlandığında I. Wilhelm ölmüş (1888), yerine torunu II. Wilhelm geçmiştir. Binanın orijinal mimarisinin en dikkat çekici öğesi bugün yerinde olmayan, cam ve çelikten yapılmış küçük kubbedir; kubbe çok beğenilir ve dönemin mühendislik harikalarından biri sayılır. Bununla birlikte pek çok mimari üslubun karışımı olduğu düşünülerek eleştirileri de üzerine çeker. 1916’da, binanın ön cephesindeki girişin altına Dem Deutschen Volke (Alman halkına) yazısı oyulur; II. Wilhelm demokratik çağrışımlarından dolayı buna engel olmaya çalışmış, ama başarılı olamamıştır. II. Wilhelm, I. Dünya Savaşı sonrası Alman Devrimi’nin meydana geldiği dönemde (1918) tahttan çekilir, ardından Philipp Scheidemann Reichstag binasının Mayıs 2013 41 42 Dünya Parlamentoları balkonundan Weimar Cumhuriyeti’nin (1919-1933) kurulduğunu ilan eder ve cumhuriyetin ilk şansölyesi olur. Yeni cumhuriyet, adını kurucu meclisin toplandığı Weimar şehrinden almıştır. 27 Şubat 1933 günü, nedeni halen tam olarak bilinmeyen bir yangına teslim olur bina. “Reichstag Yangını” olarak bilinen olay, komünistlerin genel greve giderek ekonomiyi felce uğratacağı, ülkede iç savaş çıkacağı korkularının hakim olduğu bir dönemde vuku bulmuştur. Bu karmaşa içinde, Katolik Merkez Parti ile birlikte istikrarlı bir koalisyon hükümeti kuracağı umuduyla Adolf Hitler şansölye seçilir. Kundaklama olduğundan hemen hemen hiç şüphe edilmeyen yangının ardından, Nasyonal Sosyalist Parti’nin 12 yıllık yönetimi boyunca Reichstag’ın karşısındaki Krolloper (opera binası) parlamento olarak kullanılır. Atlattığı yangın sonrası zaten onarılmamış olan Reichstag binası II. Dünya Savaşı sırasında daha da hasar görür, zira Alman tarihi için taşıdığı önemden dolayı Kızıl Ordu’nun başlıca hedeflerinden biri olur. Dönüşümün simgesi II. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya Müttefikler tarafından dört askerî bölgeye ayrılır. Batı bölgeler Fransa, Birleşik Krallık ve Birleşik Devletler’in kontrolü altında Alman Federal Cumhuriyeti’ni (Batı Almanya); doğu bölgeler ise Sovyet kontrolündeki Alman Demokratik Cumhuriyeti’ni (Doğu Almanya) oluşturur. Doğu Almanya’nın başkenti Doğu Berlin olurken Batı Almanya başkentini Bonn’a taşır. 1947’de Soğuk Savaş patlak verdiğinde Reichstag binası Batı Berlin tarafında, ama Doğu Berlin sınırına sadece birkaç metre uzaktadır. 1956 yılına gelindiğinde, binanın akıbetinin ne olacağını düşünmeye başlar ileri gelenler ve Reichstag’ın yıkılması değil restore edilmesi gerektiğine karar verirler. Yeni bir tasarım yarışması düzenlenir ve birinci gelen Paul Baumgarten 1961-1964 yılları arasında binanın restorasyonunu üstlenir. Almanya’nın birleşmesinin ardından Baumgarten’in çalışmasının sanatsal ve işlevsel değeri tartışmalara neden olur. Zira 1971 yılında Müttefikler tarafından imzalanan Berlin Antlaşması’na göre yasama organının Batı Almanya’da toplanması yasaya aykırıdır. Bu nedenle 1990 yılına kadar Reichstag binası nadiren toplantılarda ve özel etkinliklerde kullanılmıştır. Ayrıca Fragen an die deutsche Geschichte (Alman tarihine dair sorular) adı verilen geçici sergiye ev sahipliği yapmıştır. Doğu ve Batı Almanya’nın birleştiği resmî tören, Şansölye Helmut Kohl ile Cumhurbaşkanı Richard von Weizsäcker’in de katılımıyla 3 Ekim 1990 günü Reichstag binasında yapılır ve ertesi gün, meclisin ilk sembolik toplantısı düzenlenir. 1992 Mayıs 2013 yılında düzenlenen yeni tasarım yarışmasını Norman Foster kazanır. Restorasyon sırasında binanın dış duvarları hariç neredeyse her yeri yıkılır, tarihî öneme sahip bazı unsurlara ise dokunulmaz. Binada son yeniliklerin tamamlandığı 1999 yılının 19 Nisanında Almanya Federal Meclisi ilk kez Reichstag’da toplanır. O günden beri bina, Köln Katedrali’nden sonra Almanya’nın en çok ziyaret edilen ikinci binasıdır. Binanın tepe noktasını büyük bir cam kubbe süsler. Üzerinde biriken yağmur sularını arıtan ve güneş ışınlarından elektrik üreten bu kubbe, Berlin’i 360 derecelik bir açıdan seyretmeye olanak verir ve dikkat çekici mimarisiyle Berlin’in en çok göze çarpan yapılarındandır. Cam kubbeden içeri giren güneş ışıkları oldukça mütevazı olan meclis salonunu da aydınlattığından ziyaretçilerin Dünya Parlamentoları 43 Almanya’nın parlamentosu çift meclisli değil, ama yasama organı Almanya Federal Konseyi (Bundesrat) ile Almanya Federal Meclisi’nden (Bundestag) oluşuyor. Federal Meclis’in üyeleri doğrudan Alman halkı tarafından dört yılda bir seçiliyor. Bugün 598 milletvekili bulunan Meclis’te Aşağı Saksonya Eyaleti’nden seçilen dört Türk vekil yer alıyor. II. Dünya Savaşı’nın sona erdiği 2 Mayıs 1945 günü, Sovyet askerleri Reichstag üzerine Sovyet bayrağını çekmiş ve Berlin’in düştüğünü tüm dünyaya duyurmuştur. Binayı bugün ziyaret edenler, onarım ve restorasyon sırasında yıkılmayan isli duvardaki Sovyet yazılarını görebilir. Bu yazılar Hitler’e hakaret içermekle birlikte ırkçı ve cinsiyetçi bazı kısımlar silinmiştir. salondaki çalışmaları izleyebilmesini sağlar. Bu tasarım, Nasyonal Sosyalist dönemin aksine hükümetin halkı kendisinden üstün gördüğünü vurgular. Fütürist ve transparan mimari ayrıca Nazi geçmişinden sıyrılmış demokratik, şeffaf, yenilikçi, birlik halinde bir ülke olarak Almanya’yı sembolize eder. Reichstag binasında toplantı odaları dışında okuma odaları, birkaç muayene odası, bir kafeterya, vestiyer, soyunma odaları, kütüphane gibi kısımlar mevcut. Kütüphanede yer alan 90 bin kitap ve milyonlarca doküman, okuma odalarına körüklü bir taşıma sistemiyle gönderiliyor. Diğer Avrupa parlamentolarına kıyasla oldukça küçük olan vekil odaları ve geniş konferans salonu dahil pek çok oda ahşaptan yapılmış. Mobilyalar ve dikilitaş, sütun, çelenk, alegorik süslemeler gibi diğer dekoratif öğeler tam olarak 16. ve 17. yüzyılların Alman Rönesans stilini yansıtıyor. Ana giriş kapısının üstündeki hanedan arması ile cam kubbenin tepesindeki hükümdarlık tacı Almanya tarihinde elde edilen başarıları simgeliyor. Binanın duvarlarını, Ren ve Vistül nehirlerinin kişileştirilmesi, Alman devletlerinin ve şehirlerinin sembol ile armaları, önemli olayların betimlemeleri gibi Büyük Alman İmparatorluğu’na dair pek çok tablo süslüyor. Binanın kuzey girişindeki büyük salonda, üzerinde dikey şeritler halinde 1871’den bu yana meclis üyelerinin konuşmalarından bazı kesitlerin yazılı olduğu büyük bir dikilitaş bulunuyor. Reichstag binasının en önemli sanatsal detayı, ön bahçesinde yer alan abide. Reichstag Anıtı Genel kanının aksine Adolf Hitler Reichstag binasında hiç görev yapmamıştır. Bu abide, 1933’te Nazilerin yönetimi almasından 1945’te II. Dünya Savaşı’nın bitmesine kadar acımasızca öldürülen veya tutuklu iken hayatını kaybeden Weimar Cumhuriyeti vekillerinin anısına yapılmış. Ölenlerin kısa biyografileri ve hangi dönemde Reichstag üyesi oldukları gibi detaylar işlenerek 1992 yılında yapılan abide, Nazi terörünün hatırlattıkları bakımından Almanya için büyük önem taşıyor. Mayıs 2013 44 Adaletin gücü, devletin gücüdür M Sadullah Ergin Adalet Bakanı Adalet her yerde, her zaman ve her koşulda istisnasız herkesi ilgilendiren; uygulanması, gösterilmesi, yaşanması, korunması, aranması ve uğrunda her şeyin feda edilmesi gereken müstesna bir değerdir. Adaletin güçlü olduğu yerde, devlet de güçlüdür. Mayıs 2013 evzu hukukun sarp ve tehlikeli patikalarında pusula olacak tek şey adalet duygusudur. “Adalet” kelime anlamı itibarıyla “her şeyin yerli yerinde olması” demektir. Bunun sağlanabilmesinin ön koşullarından biri, belki de en önemlisi yargının kendi doğal sınırları içinde işlemesidir. Bir hukukçu, eline aldığı davada önceden kestirilemeyen, hiç kimsenin tahmin edemeyeceği kararlara imza atarsa, hukuk toplumu geliştiren değil, gerileten; insanlarda güven temin eden değil, onları ürküten ve tedirgin eden bir unsur haline gelir. Oysa hukukun üstünlüğü, sistemin ve hukukçunun keyfîlikten uzak bir biçimde kendi nesnel kuralları çerçevesinde çalışabilmesinden gelir. Bununla birlikte, yargının bağımsızlığı hukukun sağladığı yetki ve otoriteyi hâkimin istediği şekilde kullanabileceği anlamına da gelmemektedir. “Millet adına” hüküm vermek üzere yetkilendirilenler, bu yetkiyi gerçekten millet adına kullanmak zorunda olduklarını hiçbir şekilde unutmamalıdır. Geride bıraktığımız son on yıl, ülkemizdeki yargı sisteminin imkân ve şartlarını bugün bambaşka bir noktaya taşımıştır. Bu bakımdan yeni nesil hukukçularımızın meslekte kendilerinden önce gelenlere nispetle, adalet için girdikleri bu yarışa daha avantajlı bir noktadan başladıklarına kuşku yoktur. Artık hükümet konaklarının güneş görmeyen katlarına sıkışmış, tabelalarındaki “Adalet Sarayı” yazısı acı bir nükte gibi duran adliyeler büyük ölçüde maziye karışmıştır. Nicelik ve nitelik olarak yetersiz personelle, kırık dökük daktilolarla iş görülmeye çalışılan dönemler geride kalmıştır. Özellikle savcılarımızın başını ağrıtan, adları isyan ve kargaşayla anılan eski tip ceza infaz kurumları, mazinin tatsız hatıraları arasındaki yerini almıştır. 45 Dili ve içeriğiyle toplumun talep ve ihtiyaçlarının gerisinde kalan, zamanın ruhunu ıskalayan mevzuat alt yapısı büyük ölçüde değiştirilmiş, temel kanunlarımız bütünüyle yenilenmiştir. Yargıya ayak bağı olan, adil ve etkin işleyişini engelleyen yapısal sorunlar çözülmüş, ihtiyaç ve beklentiler önemli ölçüde karşılanmıştır. Ne var ki bu büyük ve modern binalar, gelişen teknik alt yapı, ileri boyutta kullanılan teknoloji, yenilenen mevzuat külliyatı veya sayısal artışıyla mahkemeler adaletin garantisi değildir! Adaleti yasa değil, vicdan korur Adalet insan içindir ve elbette ki ancak insanla ayakta durmaktadır. İnsanı ihmal eden ve adalet hizmetlerini sadece “kesin hüküm” faaliyetine indirgeyen bir yaklaşım, vicdanları sarsacak sonuçlara neden olabilir. İşte bu nedenle yargı mensubunun donanımı, liyakati ve mesleki kalitesi özel bir öneme sahiptir. Adalet her yerde, her zaman ve her koşulda istisnasız herkesi ilgilendiren; uygulanması, gösterilmesi, yaşanması, korunması, aranması ve uğrunda her şeyin feda edilmesi gereken müstesna bir değerdir. Adaletin güçlü olduğu yerde, devlet de güçlüdür. Unutulmamalıdır ki, hâkim ve savcının temel sorumluluğu devleti korumak, devlet fikriyle ilişkili bireysel veya toplumsal herhangi bir çıkarı, özel olarak gözetmek değildir. Onun görevi hukuku korumak, hakkı gözetmek, adaleti teslim etmekten ibarettir. Hukuk korunursa, hak yerini bulursa, devleti ve toplumsal değerleri zaten korumuş, yüceltmiş oluruz. Bu nedenledir ki adalet mülkün, yani devletin temeli, vazgeçilmez esası olarak görülmüştür. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de istiklalin, istikbalin, hürriyetin adaletle mümkün olabileceğine işaret etmiştir. Devleti koruma pahasına hukukun çiğnenmesi, hak tanımazlıkta devletin kirli bir meşruiyet kaynağına dönüştürülmesi anlamına gelir. Latinlerin ünlü bir sözü vardır: “Saymak değil, tartmak gerekir”. Belki de bu sözü, sayıdan çok tartıya vurmaya değer adalet için söylemişlerdir. Yargı profesyonellerimiz, daha düne kadar ağır iş yükü ve gelecek beklentilerinin doğal bir sonucu olarak tartmaktan çok saymanın telaşı içindeydi; gelen ve giden dosyalar, çıkan iş, Yargıtay denetiminden geçen iş, alınan notlar bir bir sayılıyordu. Bu sayma uygulaması içinde “adalet”in, basit bir istatistik unsuruna dönüşmesi kaçınılmazdır. Oysa adaletin sembolü abaküs değil, terazidir. Kararlar sadece birer kağıt değil, insanların, belki de toplumların kaderini değiştiren belgelerdir. Bir hukukçu verdiği her kararda, imzaladığı her ilamda, havale ettiği her dilekçede bir insan hikayesine, bir insanın hayatına, umut ve korkularına temas ettiğini unutmamalıdır. Onun sadece bir “iş” olarak gördüğü o dosyalara ilişkin verilecek her karar bazen ümit, bazen karamsarlık, bazen korku, bazen de sevinç dolu bir bekleyiştir. Bu süreçte adaletin temel alınması ve onunla sonuçlanması en büyük, en tabii beklentidir. Her vatandaşımız, adaletin kapısını çaldığında, gönül rahatlığıyla hâkimin vicdanına sığınabilmelidir, orada hakkına erişeceğini bilmelidir. Bugün en saygın uğraşların başında gelen hâkimlik ve savcılık mesleği, aynı zamanda en fazla titizlik gerektiren meslekler arasındadır. Dolayısıyla bu mesleği icra edenler hayatları boyunca vicdanlarının doğal bir adalet terazisi olmasına özen göstermelidir. Yargının evrensel etik kurallarını oluşturan bağımsızlık, tarafsızlık, doğruluk, tutarlılık, dürüstlük, ehliyet ve liyakat ilkeleri, mesleki yolculuklarında onlara kılavuzluk etmelidir. Mayıs 2013 46 Röportaj ALİ COŞKUN: Kalkınma ve barış siyasi istikrarla sağlanır Röportaj ve Fotoğraflar: Songül Baş Sanayi ve Ticaret eski Bakanı Ali Coşkun, “Ülkemizin kalkınmasını ve barış ortamını istiyorsak el ele verip siyasi istikrarı sağlamalıyız” diyor. Tecrübeli siyasetçi, liderlere ise şu uyarıda bulunuyor: “Birbirinize yönelik sözleriniz gerginlik ortamı yaratıyor.” Mayıs 2013 Y ıl 1939… İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı zamanlar… Ateş çemberi pek çok ülkeyi sarmışken Türkiye’nin doğusunda, “cennet vadi” Eğin’de doğar Ali Coşkun… Çocukluk yılları zordur; yokluk, yoksulluk, bir de gurbetteki babanın özlemi… Ayda bir gelen postadaki mektup havalara uçurur onu. Bir keresinde şöyle yazar babası: “Oğlum ilkokula başlamış. Çarıkla gitmesin okula, ona iskarpin gönderiyorum.” Küçük Ali bu haberin sevincini yaşarken büyükannesinin sözleri mutluluğunu gölgeler: “Oğlum karakola kadar iskarpini giy, sonra heybene koy. Çünkü kötü niyetli insanlar, onu almak için sana zarar verebilirler.” O zamanlar, eşkıya yol kesmektedir. Şehre gidecekler kervan kurup korucuların eşliğinde yolculuk etmektedir. Küçük Ali eşkıya korkusunu içinde hissederek ayakkabıyla tanışır. Yıllar sonra o günler dizelerine şöyle yansır: Yalın ayak geldik dünyaya / Yalın ayak geçti çocukluğum / Sonra ayakkabılarım oldu / Sıktı ayaklarımı yıllarca / Ne güzelmiş özgürce yaşadığım / Yalın ayak Röportaj günlerim / Şimdi marka ayakkabılar giymek moda / Ama ne çare? / Yine yalın ayak gidiliyor mezara! / Yalın ayak gömüyorlar mezara!.. Baba Hilmi Bey, çocuklarını okutma k içi n Erzi nca n-Kema l iye’ den Ankara’ya göç eder. 8 yaşındayken Başkent’e gelen Ali Coşkun, “burası büyük bir köy” diye düşünür. Gençlik yıllarında Ankara’da yaşadığı bazı olaylar siyasete ilgi duymasına yol açar. Ali Coşkun, bu konuda iki örnek veriyor: “Babam Etibank’ta memurdu. Birisi ‘Şapka devrimine aykırı hareket ediyor, fötr şapkanın altına takke giyiyor’ demiş. Bir gün babamla birlikte Ulus’ta yürürken bizi durdurdular, babamın şapkasının altında takke var mı diye baktılar. Bu beni çok etkiledi. O zamanlar ezan Türkçe okunuyordu. Bir gün okuldan çıktık, Ulus’ta büyük bir kalabalık var. Babayiğit bir adam heykelin üzerine çıkmış ‘Tanrı uludur, Tanrı uludur. Memurlar İsmet Paşa’nın kuludur. Haydi namaza, haydi namaza, memurlar şekere gaza’ diye bağırıyor. Hem hayat pahalılığına hem de ezanın Türkçe okunmasına tepki gösteriyordu. Tek parti döneminde halkın Askerî müdahale gençlik dünyamda şok tesiri yaptı. Adeta siyasete küskünlük dönemim başladı. üzerindeki baskılar beni çok etkilemiş olacak ki Demokrat Parti Gençlik Kolları’na girdim ve böylece siyasetle tanıştım. Sonra 27 Mayıs 1960 ihtilali oldu. Askeri müdahale gençlik dünyamda şok tesiri yaptı. İhtilal nedeniyle adeta siyasete küskünlük dönemim başladı.” Sanayide önemli başarılar Ali Coşkun, Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği Bölümü mezunu. İş hayatına atılması üniversiteden bir hocası sayesinde İbrahim Bodur ile tanışmasıyla olmuş. “Sayın İbrahim Bodur, o dönemde Çanakkale Seramik’i kuruyordu. 35 yıl bir ağabey-kardeş, baba-oğul ilişkisi içinde çalıştık” diyen Coşkun, mesleğinde önemli başarılara imza attığı yıllardan gururla söz ediyor. 1969’da iş dolayısıyla İstanbul’a giden ve o dönemde sosyal sorumluluk içinde birçok vakıf, dernek ile federasyonun kuruluşunda yer alan Ali Coşkun, mesleki bilgi ve birikimleriyle de İstanbul Sanayi Odası yönetiminde bulunmuş. O yılların kendisini siyasetin ekonomi ağırlıklı yönüne ittiğini belirten Coşkun, şöyle devam ediyor: “İstanbul Sanayi Odası’nın ardından Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) yıllarım başladı. TOBB Başkanlığım rahmetli Turgut Özal’ın reform dönemine rastlıyor. Sanayinin Anadolu’ya yayılması politikasını güdüyorduk. Küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin, yani KOBİ’lerin Anadolu’da yeşererek Türk ekonomisinin belkemiğini oluşturmasına yönelik adımları o tarihlerde attık. Rahmetli Özal’ın ‘Teşvik olarak ne istiyorsanız hazırlanıp gelin’ ifadesine dayanarak Orta ve Küçük İşletmeler Kurulu’nu (OKİK) kurdum. Anadolu’da bölgelerin kalkınması için potansiyel imkanları belirledik ve teşvik tedbirlerinin hazırlanmasını sağladık. Turgut Bey bu çalışmaları çok beğendi ve kurumsallaştırılmasını istedi. Orta ve Küçük İşletmeler Kurulu, Küçük ve Orta Ölçekli Sanayiyi Geliştirme Başkanlığı’na dönüştü, böylece KOSGEB doğdu. O yıllarda Türkiye hızla dışarıya açılıyordu. Yabancı heyetler sık sık gelmeye başlamıştı. Türk iş dünyasını toplayarak TOBB’un şemsiyesi altında Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nu (DEİK) kurdum. DEİK çeşitli ülkelerle iş konseyleri oluşturdu. Sayın Cumhurbaşkanımızın da defalarca söylediği gibi bugün Türk dış politikası adeta iş konseyi toplantılarında zemin ve destek buluyor.” Özal’dan vasiyet gibi sözler Türkiye sanayisinin “Ali Ağabey”i Coşkun, iş dünyasının zirvesinde bulunduğu yıllarda siyasete girmesi yönünde pek çok teklif almış ancak kabul etmemiş. Onu siyasete girmeye mecbur kılan ise Turgut Özal’ın vasiyet gibi sözleri olmuş. Ali Coşkun o günleri şöyle anlatıyor: “Turgut Bey Mayıs 2013 47 48 Röportaj Cumhurbaşkanı’ydı. Beni ve Aydın Menderes’i Köşk’e çağırdı. Hüsnü Doğan ve Yusuf Bozkurt Özal da oradaydı. Turgut Bey, Türkiye’nin dış politikada ve ekonomide iyi gitmediğini, yeniden krizlerle karşılaşılacağını söyledi. ‘Erken seçim yapmaya mecbur olacaklar. Erken seçim kararı alınır alınmaz cumhurbaşkanlığından istifa edeceğim, yeni parti kuracağız. Ben Orta Asya’ya gidiyorum, siz hazırlığı yapın, bir an önce partiyi kuralım. Size 16 isim vereceğim. 16’yı 100’e Ali Coşkun tamamlayacak. Partiyi iş adamları ağırlıklı kuracağız’ dedi. Konuşmanın sonunda ‘Partinin başına ben Köşk’ü bırakana kadar Aydın Menderes geçecek’ dedi. Aydın Bey tepki gösterdi, ‘Ben emanetçi başkan olmam’ dedi. Turgut Özal, ‘Aydın Bey Türkiye tekrar bir darboğaza giriyor. Sen köklü bir ailenin çocuğusun, bu ülkede Menderes ismi hâlâ bir güvencedir. Ülke menfaati için bu işe gireceksin’ dedi. Aydın Bey kabul etmedi. Turgut Bey, odadan çıkarken beni kolumdan çekti, ‘Ali bu harekette Menderes’in de bulunmasına ihtiyacımız var, ama kendisi reddettiği için rahatladım, bu işi sen yapacaksın. Bunu bir vasiyet kabul et’ dedi. Orta Asya’dan dönünce vefat etti. Olayı bilenler, ‘Siyasete soyunmalısın’ dediler.” Ali Coşkun, bu olay üzerine 1995’te ANAP’tan İstanbul Milletvekili seçildiğini belirtiyor. Coşkun, ANAP’tan ayrılışını ise şu sözlerle özetliyor: “Mesut Bey, ‘Rahmetli Özal’a yakın olan arkadaşlarla beraber tekrar 1983 Anavatan ruhunu getirmek istiyorum’ diyerek bizi partiye davet etti. Biz de inanarak girdik ama bir müddet sonra o ruhun olmadığını öğrendik.” Mayıs 2013 “İçimde ukde kaldı” Siyaset yolculuğuna Fazilet Partisi’nin ardından kuruluşunda görev aldığı AK Parti’de devam eden Ali Coşkun, 58. ve 59. hükümetlerde Sanayi ve Ticaret Bakanlığı yaptı. Tecrübeli siyasetçi, “Çırak lık dönemimden başlayarak sanayi ve ticaretin içinden gelen biriyim. Bunun yanı sıra İstanbul Sanayi Odası’ndaki tecrübem ve TOBB birikimim dolayısıyla Sanayi ve Ticaret Bakanlığı benim için yabancı değildi. Sektör temsilcileri ve kuruluşlarıyla iyi bir diyalog kurduk” diyor. Türkiye’nin ekonomik açıdan acil meselelerini iyi bildiğini ve Ekonomik Sorunları Değerlendirme Kurulu’nu (ESDK) kurduğunu anlatan Ali Coşkun, “Kurul’da beş yatırımcı bakan ve sektör temsilcileri bir araya geldi, fevkalade bir Röportaj sorun çözme kampanyası başladı. Sonradan özel sektörle bir araya gelme işini kaldırdılar, bakanlar arasındaki Kurul’a önem verdiler. ESDK’nın benden sonra çalışmaması bir kayıptır” diye konuşuyor. Coşkun, bakanlığı dönemindeki önemli çalışmalardan birkaçını ise şöyle sıralıyor: “Tüketici hakları çok ihmal edilmişti. Tüketici Hakları Kanunu’nu çıkardık. KOBİ’lere 36 çeşit teşvik getirdik. Akaryakıt kalitesini belirlemek ve kaçakçılığı önlemek üzere denetimlere başladık. Tahlil cihazlarının bulunduğu seyyar laboratuvarlar kurduk. Bakanlığım zamanında aslında kanunda olup da yapılmayan piyasa denetim hareketleri başlattık. Türkiye’de patent mef humunu canlandırdık. TSE’ye yeniden şahsiyet kazandırdık. Akreditasyon Kurulu’nu güçlendirdik, CE belgelerini biz vermeye başladık. Şeker Fabrikaları Cumhuriyet tarihinde hep zarar etmişti, şekere zam yapmadan 27 şeker fabrikasını kârâ geçirdik.” Ali Coşkun’un “İçimde ukde kaldı” dediği konu ise şu: “Büyük Mağazalar Yasası’nı çıkarmak için uğraştık, fakat engellendi, hâlâ da çıkmadı. Biz büyük mağazalara karşı değildik, sadece ‘Alışveriş merkezlerinin yeri nüfus durumu, trafik ve şehirleşmeye göre imar planında belirlensin’ dedik. ‘İmar planı birçok yerde yok, yetişmez’ dediler. O zaman ‘Valilerin başkanlığında bir komisyon kuralım, alışveriş merkezlerinin yerine onlar karar versin’ dedik ama yasayı çıkaramadık. Yasa hâlâ yok, esnaf bu nedenle büyük sıkıntı içinde.” “Herkes üzerine düşeni yapmalı” Ali Coşkun’a Türkiye gündemindeki iki önemli konuyu sorduk: Yeni anayasa çalışmaları ve Akil İnsanlar Heyeti ile birlikte yeni bir boyut kazanan çözüm süreci… Tecrübeli siyasetçi şu Bir şiir tutkunu Ali Coşkun, iş hayatı ve siyasetteki çalışmalarının yanı sıra şiirleriyle de adından söz ettiriyor. Şiire ilgi duymasında annesinin etkisi olduğunu belirten Coşkun, şunları söylüyor: “1945 yılı… Pek çok kişi okuma-yazma bilmiyor. Gurbetteki eşinden mektup alan gelinler koşarak annemin yanına geliyor. Annem mektubu okuyor, onların ağzından cevap yazıyor, altına da bir dörtlük ekliyor. Büyükannem de lirik dörtlük söylerdi. İlkokulda şiir yazmaya başladım. Ben edebiyatçı değilim, amatör ruhla duygularını, düşüncelerini kaleme alan biriyim. Şiirlerimden en son ‘Egemenlik Türküsü’ bestelendi.” görüşleri dile getirdi: “Ülkemizin kalkınmasını ve barış ortamını istiyorsak el ele verip siyasi istikrarı sağlamamız lazım. Üzüldüğüm nokta şu; liderlerin birbirlerini kötülemeleri, hatta hakaret ederek eleştirmeleri ülkeyi muazzam bir gerginlik ortamına sürüklüyor. Liderlerin yarattığı gerginliğin dalga dalga talebe ve halk hareketlerine yansımasından endişe ediyorum. Son zamanlarda üniversitelerde farklı görüşlerdeki gençlerimizin çatışmalarını bunun bir habercisi olarak üzüntüyle izliyorum. Sivil bir anayasanın yapılabilmesi için partilerin daha anlayışlı davranmalarını bekliyorum. Yeni anayasayı tüm partiler taahhüt etti, ancak günler gelip geçmesine rağmen hâlâ beklenen safhaya girilemedi. Hem sivil bir anayasanın hazırlanması hem de terör olaylarına son verilmesi için herkes üzerine düşeni yapmalı, barış sürecine katkıda bulunmalı. Akil adamların millet tarafından tam olarak anlaşılıp benimsenmediği görülüyor. Çünkü ne yapılacağı, sürecin nasıl işleyeceği tam olarak bilinmiyor. İnşallah başarılı ve faydalı olurlar.” Mayıs 2013 49 50 Dosya / Söyleşi Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç: GENÇLİĞE GÜVENİYORUM Mayıs 2013 Dosya / Söyleşi Kabinenin en genç bakanı Suat Kılıç, “19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı” dolayısıyla dergimizin konuğu... Gençlik projelerinden spor yatırımlarına kadar çeşitli konularda önemli açıklamalarda bulunan Kılıç, “Başarımı gençlerden aldığım enerjiye borçluyum” diyor. Söyleşi: Zeynep Yiğit Bu ay 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutluyoruz. Bu vesileyle Gençlik ve Spor Bakanı olarak nasıl bir mesaj vermek istersiniz? 1919 yılı; Samsun’da başlayıp Havza, Amasya, Sivas ve Erzurum’un ardından Ankara’da alınan kutlu kararların başlangıcıdır. Bu kararlar Türk milletinin kendi kaderini ve kendi savaşını ilan etmek üzere milli egemenliği teslim alışının ilk adımıdır. 19 Mayıs 1919 olmasaydı Hacı Bayram’daki namazın ardından 23 Nisan 1920’de millet egemenliğini hakim kılmak üzere Türk iye Büy ük Millet Meclisi ’nin açılışı da söz konusu olmayacaktı. 19 Mayıs 1919 olmasa 30 Ağustos Zaferi yaşanamayacak, 29 Ekim’de Cumhuriyet ilan edilemeyecekti. “19 Mayıs” işte bu kadar anlamlı, değerli ve önemli bir tarihin, bu kadar kutlu bir başlangıcın adıdır. Gençlerimizin 19 Mayıs ruhunu bu yönüyle anlaması ve içselleştirmesi gerekiyor. Bakanlığınız gençlere yönelik çeşitli proje ve kampanyalar yürütüyor. Bunlar arasında sizin özellikle üzerinde durduğunuz konular nelerdir? Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın kuruluşu ile birlikte yıllarca ihmal edilmiş olan gençlik politikalarını tek elden yürütmeye başladık. Böylece gençlik politikalarını sporun gölgesinden kurtarmış olduk. 2012 yılında yürüttüğümüz 24 projeden 200 bin genç yararlandı. Bu yıl projelerimize 500 bin genci ortak ediyoruz. Gençlik politikalarımızı gençlerle beraber şekillendiriyor ve yolumuza birlikte devam ediyoruz. 2013 yılında tam 276 gençlik projesini uygulamaya başladık. Bunlardan 26’sı bizzat bakanlığımız Mayıs 2013 51 52 Dosya / Söyleşi tarafından yürütülüyor. Diğerleri ise bakanlığımızın desteği ile gerçekleştiriliyor. 2013 yılında Gençlik Projeleri Destek Programı kapsamında 150’nin üzerinde yeni projeyi destekleyeceğiz. Sivil toplum örgütleri ve gençlerin hazırladığı gençlik projelerine 250 milyon TL’ye kadar destek sağlıyoruz. Hem proje hazırlıyor ve uyguluyoruz hem de hazırlanan projelere destek oluyoruz. Daha ne olsun... Mayıs 2013 Gençlerimizin sorunları dikkate alındığında hangi noktalar ön plana çıkıyor? Bunların çözümüne yönelik çalışmalarınız nelerdir? Gençlere yönelik eleştirileri haksız buluyorum. Ben bu eleştirileri yapanların gençliğimizi tam olarak tanıdıkları kanısında değilim. Göreve başladığımız günlerde yaklaşık 10 bin genci kapsayan bir araştırma yaptırdık. Araştırmanın sonucunu tek cümleyle özetlemem gerekirse; “Gençlik elden gitmiyor.” Gençlerde alkol ya da madde bağımlılığı zannedildiği kadar yüksek bir hızla artmıyor. Bu açıdan baktığımızda gençlerimiz hakkında karamsar bir tablo çizmeye gerek yok. Biz tabii sadece araştırma yapmakla yetinmedik. Bu araştırma üzerine varoşlardaki, sokaktaki, sanayideki gençlere yönelik sportif çalışmalar başlattık. Hazırlayıp yürürlüğe koyduğumuz gençlik projelerini bu araştırma sonuçlarına göre şekillendirdik. Gençlerimizin bana göre tek eksiği az okumaları. Bunu her fırsatta yüzlerine de söylüyorum. Az okuyorlar, az araştırıyorlar. Gençlerimizin dar kalıplardan, şabloncu yaklaşımlardan kurtulması gerekiyor. Kendi enerjilerini, bu coğrafyanın zenginliğini, kaynak ve becerilerini keşfetmeleri lazım. Biz onlara güveniyoruz, onların da kendilerine güvenmeleri gerekiyor. Dosya / Söyleşi Ülkemiz önemli uluslararası organizasyonlara hazırlanıyor. Öncelikle “17. Akdeniz Oyunları-Mersin 2013”ün hazırlık sürecini ve ülkemiz için önemini değerlendirebilir misiniz? Hazırlık süresi yedi yıl olan Akdeniz Oyunları’nı 18 ay gibi kısa bir zamanda yapmayı başararak yabancıların bile itiraf ettiği Türk mucizesini gerçekleştirmiş bulunuyoruz. Mersin’de müsabakalar 54 tesiste yapılacak. Bunların 19’u on sekiz aydan daha az bir sürede inşa edilen yepyeni tesisler. Diğer tesisleri de yeniledik. Mersin Stadyumu şu an %87 oranında tamamlanmış durumda. Jimnastik salonu, bocce bowling tesisimizin inşaatı mayısta tamamlanmış olacak. Erdemli’deki atış poligonumuz Avrupa’nın iki ya da üç, Türkiye’nin ise bir numarası. Açık ve kapalı tenis kortlarımızın inşaatı tamamlandı. 4 bin 500 kişilik Akdeniz Oyunlar Köyü kuruyoruz. Oyunlar Köyü, organizasyonun ardından yükseköğretim yurdu olarak öğrencilerimize tahsis edilecek. Bu stadyumlar, kortlar, salonlar, atış poligonları, olimpik ve yarı olimpik antrenman yüzme havuzları Mersin’i bir spor kentine dönüştürecek. Ülkemiz için çok önemli bir organizasyon. 32 branşta yarışların yapılacağı oyunlara 24 ülkeden 6 bin 92 sporcu katılıyor. Londra’daki yaz olimpiyatlarında 10 bin 470 sporcu vardı. Mersin’e gelecek 6 bin 92 sporcuyu göz önüne aldığımızda Akdeniz Oyunları yarı bir olimpiyattan daha büyük bir organizasyon olacak. İstanbul, 2020 Yaz Olimpiyatları’na aday. Olimpiyat şehrinin açıklanacağı 7 Eylül 2013’te gülen taraf olmamız için Türkiye’nin avantajları nelerdir? İstanbul ve Türkiye’nin avantajları ya da artıları saymakla bitecek gibi değil. Gençlerimizin dar kalıplardan, şabloncu yaklaşımlardan kurtulması gerekiyor. Kendi enerjilerini, bu coğrafyanın zenginliğini, kaynak ve becerilerini keşfetmeleri lazım. Biz onlara güveniyoruz, onların da kendilerine güvenmeleri gerekiyor. Bir kere Türkiye, “ekonomik istikrar ve dinamizmin adresi” konumunda. Hem Hükümet hem İstanbul kenti olarak sağlam bir vizyona sahibiz. Bu en önemli avantajlarımızdan biri. Türkiye’nin adaylık başvurusunun altında dünyada istikrar abidesi bir lider olan Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın imzası ve 12’den fazla bakanlığımızın garanti mektupları var. Yani tam bir siyasi kararlılık söz konusu. İş dünyamızın desteği var. Türk sermayesi, İstanbul’u olimpiyat kenti olarak görmeye hazır. Büyük sermaye grupları sponsorluklarını ortaya koymak suretiyle adaylık bütçemizin yarıdan fazlasını karşılayacak bir ekonomik birikimi üreterek komitemize teslim etti. Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin (IOC) yaptığı kamuoyu araştırmasına göre İstanbul halkının %83’ü olimpiyatlara ev sahipliği yapmak istiyor. Halk desteği açısından rakiplerimiz Tokyo ve Madrid’i geride bırakmış durumdayız. Olimpiyatlara ev sahipliği yapma konusundaki kararlılık ve vizyonumuzu IOC Değerlendirme Komisyonu üyeleri de fark etti. Cumhuriyetimizin 100. kuruluş yıldönümüne yönelik hedeflerimizle 2020 hedeflerimizin örtüştüğünü onlar da benimsedi ve bunu giderken ifade ettiler. Bakın, buraya kadar henüz İstanbul’un vaat ettiği artıları saymış değilim. Bakanlığınızın büyük bir “spor yatırım hamlesi” başlattığını görüyoruz. Biraz bu çalışmalardan söz eder misiniz? Türk spor tarihinin en büyük altyapı ve tesis hamlesini başlatmış durumdayız. 2012 yılında büyük bir spor yatırım hamlesi ile 405 spor tesisinin inşasına başlamıştık. 2013 Mayıs 2013 53 54 Dosya / Söyleşi yılındaki yeni projelendirmelerle bu sayı 730’u buldu. 78 adet gençlik merkezi, 30 adet yüzme havuzu, 129 adet spor salonu, 13 adet sentetik yüzeyli atletizm pisti, 250 adet sentetik ve doğal yüzeyli futbol sahası ve 31 adet diğer spor tesisi olmak üzere toplamda 730’dan fazla altyapı hamlesini yürütüyoruz. Stadyum projelerimiz tam gaz devam ediyor. İki yılda 730’dan fazla spor tesisisin inşasına başlamak gerçekten çok büyük bir hamle. Bu, Türkiye’nin gücünü ortaya koyması açısından önemli. Birçok ülke ekonomik krizle boğuşurken biz Cumhuriyet tarihinin en büyük spor yatırım hamlesini gerçekleştiriyoruz. Bu eserler yeni dönem Türkiye’sinin eserleri. Bu tesisler bir veya iki yıl içinde hizmete girdiğinde Türk sporunun altyapı ihtiyacı büyük oranda giderilmiş olacak. Futboldan atletizme, güreşten basketbola uzanan spor branşlarında ülkemizin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Geliştirilmesi ve desteklenmesi gerektiğini düşündüğünüz branşlar var mı? Türk sporunun yapısal sorunları var. Atletizmden güreşe, basketboldan futbola kadar her branşta sorunlar mevcut. Göreve geldiğimiz günden beri Türk sporuna sistem kazandırmayı kendimize ilke edindik. Milli takımlarımızın sporcu kaynakları sınırlı. Çünkü spor yapan, sporla iç içe yaşayan bir toplum değiliz. 75 milyonluk bir ülke olmamıza rağmen lisanslı sporcu sayımız 3 milyon 600 bin. Oysa bu sayının en az 10 milyon olması gerekiyor. Bu amaçla Olimpiyatlara Sporcu Yetiştirme Programları hazırladık. Ulusal Spor Planı yaptık. 12 kentimizi olimpiyatlara sporcu yetiştirme merkezi ilan ediyoruz. Bu kentler spor altyapısını büyük oranda tamamlamış olacak. Türk spor envanterini çıkarıyoruz. Bütün federasyon başkanlarına Türk sporuna sistem kazandıracak hocaları bulup Türkiye’ye getirmeleri talimatını verdim. Yavaş yavaş meyvelerini de almaya başladık. Türk sporundaki sorun sadece profesyonel yarışmalara çıkacak sporcu sayısı ile sınırlı değil. Biz spor yapan bir toplum değiliz. Bu nedenle bir yandan profes- yonel sporcu kaynaklarını çeşitlendirmeye çalışırken bir yandan da sporu tabana yaymanın uğraşını veriyoruz. Herkesin en az bir spor ayakkabısı ve eşofmanı olsun istiyoruz. Buna yönelik özel projeleri de uygulamaya koyduk. Milletvekili seçildiğinizde Meclis’in “en genç” ismiydiniz. Şimdi de genç bir bakan olarak çalışmalarınızı yürütüyorsunuz. Bu özelliğiniz gençlerle iletişiminize ve Bakanlık çalışmalarına nasıl yansıyor? Genç bir bakan olarak gençliğin gücünü ve dinamizmini arkamıza alarak çalışmalar yaptık. Gençlerle iletişim kurma noktasında en küçük bir sorun yaşamıyorum. Bu büyük bir avantaj. Mümkün olduğu kadar hayatın her sahasında onlarla birlikte olmaya çalışıyorum. Yurtlarda, spor salonlarında, sokaklarda onları dinliyor, onlardan aldığım enerjiyle politikalar üretiyorum. Eğer biraz başarılıysak bu onların başarısıdır. Gençliğe çok güveniyorum. Mayıs 2013 Türk Parlamenterler Birliği’nden Üye aidatlarımız 16. Olağan Genel Kurul kararıyla 2013 yılında yıllık 120 TL’dir. Bankalar tarafından müşterilerine, uluslararası Banka Hesap Numarası (IBAN) verilmektedir. Üyelerimizin aidatlarını yatırırken problem yaşamamaları için Birliğin IBAN Numarası aşağıda belirtilmiştir. Bilindiği gibi 2002’de yıllık 30 TL olan üye aidatları 2004 yılından beri 60 TL ve 2013 yılından itibaren 120 TL’dir. Geriye doğru aidat borçlarının buna göre hesaplanması ve Birliğimizin aşağıdaki hesap numarasına yatırılması, Türk Parlamenterler Birliği ANKARA KONUKEVİ Üyelerimiz ve misafirlerine hizmet vermektedir. Royal Anka Hotel Tel: 0312 446 38 86 Bayraktar Mahallesi Bayraklı Sokak No: 35 GOP / Ankara 5253 sayılı Dernekler Kanunu’na göre, alınan aidatların belgesine üyelerin TC Kimlik Numaralarının yazılması gerekmektedir. Üyelerimizin TC Kimlik Numaralarını mektup veya telefonla Birliğe bildirmeleri rica olunur. TPB Haber Portalı www.tpb.org.tr Fax Hattı: 0312 420 66 24 Sayın Üyelerimiz, her konuda bize ulaşabilirsiniz. Türk Parlamenterler Birliği TBMM B Blok 2. Asma Kat 06540 Bakanlıklar / ANKARA Tel: 0 312 420 66 21 Fax: 0 312 420 66 24 Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001 Sağlık Hattı Sağlık uygulamaları, hastaneler ve anlaşmalı eczanelere ilişkin her türlü bilgi için 0312 420 0 112 numaralı telefonu arayabilirsiniz. 56 Söyleşi CHP’li genç vekil Faik Tunay: Gençler geleceğimiz değil bugünümüz CHP İstanbul Milletvekili Faik Tunay 1981 doğumlu. 12 Haziran 2011’deki genel seçimlerde 30 yaşındayken milletvekili olma onuruna erişen Tunay, Meclis’in en genç isimlerinden biri. Henüz 18 yaşındayken Anavatan Partisi Gençlik Kolları’nda başlayan siyaset yaşamında başarılı bir grafik çizen Faik Tunay ile Meclis’te genç olmayı konuştuk. Söyleşi: Zeynep Yiğit TBMM 24. Dönem’in en genç milletvekilleri arasındasınız. Meclis’te genç olmanın zorlukları ve güzelliklerini yaşıyor musunuz? Yalnız Meclis’te değil toplum içinde her yerde genç olmanın zorluklarını yaşıyoruz. Toplumumuz özellikle darbelerin maddi-manevi sonuçlarının etkisiyle gençliği hep potansiyel tehlike olarak görmüş. Gençlik her zaman sırasını beklemesi gereken bir jenerasyon olarak değerlendirilmiş. Bu nedenlerle gençliğe hep sözde imkanlar tanınmış. Ülkemizde çok sık Mayıs 2013 Söyleşi söylenen bir cümle var; ‘Gençlik bizim geleceğimizdir’ deniyor. Bu cümle aslında çok samimiyetsiz, gençliği öteleyen, gençlere ‘Sen sıranı bekle’ diyen bir ifade. Ben 32 yaşındayım. Bugün bile Birleşmiş Milletler’in veya Avrupa Birliği’nin gençlik tanımına uymuyorum. Dolayısıyla ‘Sen sıranı bekle’ dendiğinde, bugünün genci ileride gençlikten çıkmış oluyor. Gençlik bizim geleceğimiz değil bugünümüz aslında. Benim enerjimden devletin bugün yararlanması gerekiyor. Bu ülke yıllarca hep tecrübeye önem verdi, enerjiyi, gençliği yanına almadı, o yüzden de istenen noktaya gelemedi. Bu dönem biraz daha umutluyuz. Çünkü ilk defa TBMM 24. Dönem’de 35 yaşın altında birçok milletvekili var. Sayı yeterli mi, elbette değil. Ancak geçmişle kıyasladığımızda olumlu yönde atılan adımlar var. İnşallah bundan sonraki dönemde biz genç milletvekillerinin yapacağı çalışmaların da olumlu etkisiyle siyasi parti liderleri listelerinde çok daha fazla gence yer verir. Genç bakış açısının Meclis çalışmalarına yansımasının avantajları nelerdir? Gençler dünyayı daha iyi kavrıyorlar, teknolojiyi daha iyi özümsüyorlar. Teknolojinin imkanlarını kullanarak dünyanın dört bir yanıyla iletişim kurduğunuzda, arkadaşlar edindiğinizde, seyahatler yaptığınızda olaylara at gözlüğüyle bakmıyorsunuz. Meclis’te büyüklerimizin tartışmalarını, kısır çekişmelerini görüyorum. Bir de genç milletvekillerine bakıyorum, biz gerçekten farklıyız. Hangi partide olursak olalım olaylara farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyoruz. Farklılıkların en büyük zenginlik olduğunu kabul ediyoruz. Oysa büyüklerimiz farklılıkları hep bir tehlike olarak görüyorlar; böyle düşündüğünüzde farklı insanlarla anlaşmanız, uzlaşmanız mümkün değil. Engellilerle ilgili çalışmalarımı çok önemsiyorum. Meclis’in ilk günü milletvekili rozetimi görme engelli bir ablamıza taktırdım. Bunu bir farkındalık yaratmak için yaptım ve amacıma da ulaştım. Milletvekili olduğunuzda gerçekleştirmeyi düşündüğünüz çalışmaları hayata geçirme fırsatı bulabildiniz mi? Milletvekilinin bir yasama dönemi içerisinde her şeyle ilgilenmesi, her derde deva bulması mümkün değil. Bu nedenle kendime öncelikli konular belirledim: 1. Gençliğin Türk toplumundaki rolü ve yeri, 2. Eğitim, 3. Engelliler. Eğitim konusunda özellikle yabancı dil üzerinde duruyorum. Ben 5 yabancı dil biliyorum, dünyayı sürekli geziyorum. Yabancı dil bilmeyen bir insanın bugünün dünyasında başarılı olması mümkün değil. Engellilerle ilgili çalışmalarımı çok önemsiyorum. Meclis’in ilk günü milletvekili rozetimi görme engelli bir ablamıza taktırdım. Bunu bir farkındalık yaratmak için yaptım ve amacıma da ulaştım. Seçildiğim günden bu yana engellilerin hemen her aktivitesine katılmaya özen gösteriyorum. Elbette, saydığım bu üç temel başlık dışındaki konularla da ilgileniyorum ve kendi gücüm ölçüsünde çözüm bulmaya çalışıyorum. Ben muhalefet etmeyi “her şeye muhalefet etmek” olarak algılamıyorum. Muhalefet doğruya doğru, yanlışa da yanlış diyebilmeli. İktidarın yanlış uygulamalarını eleştiriyorum, doğru yaptığı şeyleri de alkışlıyorum. Böyle davrandığınız zaman geniş toplum kesimlerinden teveccüh görüyorsunuz. Mayıs 2013 57 58 Kulak ardı etmemek gerek 10-16 Mayıs Engelliler Haftası... Sorunlar ve çözüm önerileri kadar başarıları da konuşacağız bu hafta vesilesiyle... “Engel”leri aşıp uluslararası zaferlere ulaşanlar arasında işitme engelli sporcular da yer alıyor. Onlar, azimleriyle kocaman bir alkışı hak ediyor. Mayıs 2013 Gökçe Doru İ şitme engelli biri gözlerini kapattığında tamamen karanlığa büründüğünü sanırız. Işık yoksa ve zaten duymuyorlarsa dünyayla tüm bağlantıları kesilmiş gibi gelir bize. “İnsan” sayılabilmek için tüm duyu organlarımızla algılayabiliyor olmak yeterliymiş gibi. Hislerimizin hiçbir önemi yokmuş gibi. Halbuki dünya düzeninin kulakları sağır eden gürültüsüne karşı, bazen sağır olmayı ve gözlerini kapatıp huzur içinde kendiyle baş başa kalmayı dilemeli insan. “Gürültü kirliliği” adında bir terim bulacak kadar patırtıdan rahatsız 59 olduğu halde en çok gürültüyü kendi çıkaran âdemoğlu, yine de bir Allah’ın günü dilemez sağır olmayı. İşitme engelliler ses dalgalarını algılayamazlar; konuşma, duyulan sesi taklit etme sonucu meydana geldiği için konuşamazlar da. Bu yüzden sağır olan aynı zamanda dilsizdir genelde. İki bedensel engelin bir arada olması, normal insanların rutinde kolayca yaptıkları, üstün yetenek, zeka ve daha da önemlisi “normallik” gerektirmeyen faaliyetlerin (yemek yemek, kitap okumak, spor yapmak vb.) yapılmasına engel değildir elbette. Rutin ötesi faaliyetlere de engel değildir; başarılı olmak, madalya almak, hatta şampiyon olmak gibi. Çok önemli işler başaran çok önemli insan olmak için engelsiz olmaya gerek yok. Beethoven ve Edison sağırdı; onları tanımayan var mı? Bu çok önemli işlerden biri, uluslararası platformlardaki başarılarla ülkeye kazandırılan saygınlık olabilir mesela. Özellikle futbolda millîlerimizin başarılarını günlerce gözümüze kulağımıza sokan işitsel ve görsel medya, söz konusu daha az para eden, pardon, daha az ses getiren başarılara pek sessiz sedasız kalıyor nedense... Mevzubahis millî başarıysa bu da millî başarı. Türkiye’nin sesi oldular Dünyada pek çok branşta ülkemizi temsil eden ve çoğundan alnının akıyla çıkan işitme engelli takımlarımızdan bahsedelim biraz. Bu başarıları duymayanlara hayrımız dokunsun. 21 Kasım 1990 tarihinde Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü bünyesinde Türkiye Özürlüler Spor Federasyonu (TÖSF) kuruldu. Federas- İşitme Engelliler Spor Federasyonu’na bağlı 114 kulüp, Türkiye genelinde 1137 bayan, 6745 erkek, toplam 7882 adet sporcu bulunduruyor. yon, özürlü sporcuların kendi aralarında düzenledikleri sportif faaliyetleri bir bünye altında toplayıp daha disipliner bir topluluk oluşturdu. Farklı branşlarda oluşturulan toplulukların faaliyetleri, yurt genelinde yaygınlaştırı lıp kazanılan başarıların ardından uluslararası platformlara taşındı. 2000 yılında ise bu federasyon altında İşitme Engelliler Spor Federasyonu kuruldu. Bu federasyona bağlı 114 kulüp; Türkiye genelinde 1137 bayan, 6745 erkek, toplam 7882 adet sporcu bulunduruyor. Bu sayıyı Türkiye’deki işitme engellilerin sayısına oranlarsak, federasyonun sportif faaliyetleri yaygınlaştırma çalışmalarındaki başarısını göz ardı edemeyiz. İşitme Engelliler Federasyonu’na bağlı sporcu arkadaşlarımız, herhangi bir yetenek yarışmasında boy göstermediklerinden halk olarak pek bilmesek de, bakın nelerle uğraşıyorlar: Futbol, basketbol, voleybol, hentbol, güreş, masa tenisi, satranç, kayak, yüzme, atletizm, bowling, badminton, halk oyunları, tenis, teakwondo, karete, judo ve futsal. Federasyon tam 18 dalda faaliyet gösteriyor. Bu spor branşlarında işitme engelliler için özel kurallar yok; engelsiz sporcularla aynı oyun kurallarına tabiler. Kurallar özel olmasa da, devlet ödüllendirmelerinde engelsiz sporculardan farklı kurallar geçerli onlar için. Yani devlet tarafından ödüllendirilmeleri biraz daha zor. Alman filozof Immanuel Kant “Görmemek insanı eşyadan, duymamak insanı insandan ayırır” demiş. Türkiye’deki işitme engelliler, özellikle işitme engelli sporcular Kant’ın bu sözünü yalanlarcasına birbirlerine kenetlenmiş ve gösterdikleri başarılarla Türkiye’nin gururu olmuşlar yıllarca. Haber bültenlerinde ve gazetelerde kısaca bahsedilen ve halkın pek de ilgisini çekmeyen (en azından kimse arabalarla konvoy oluşturup kornalar ve silahlar eşliğinde şampiyonluk kutlamadı, kimse yaralanmadı, kimse ölmedi), sessiz sedasız kutlanan başarıların neler olduğuna bakalım. İşitme Engelliler Güreş Millî Takımımız ata sporumuz olan güreşte 1994 yılından bu yana büyük başarılara imza atmış. 5-12 Ekim 2004 ve 1-11 Eylül 2012 tarihlerinde Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da düzenlenen güreş müsabakalarında millî takımımız Dünya Şampiyonu olmuş. Mayıs 2013 60 Voleybolda, Avrupa ve dünya şampiyonalarında bir çok başarı elde eden İşitme Engelliler Millî Voleybol Takımımız, 2011 yılında Antalya’da yapılan Erkekler ve Bayanlar Avrupa Voleybol Şampiyonası’nda üçüncü olmuş. 14-21 Nisan 2012 tarihleri arasında, İtalya’da düzenlenen İşitme Engelliler Avrupa Hentbol Şampiyonası’nda İşitme Engelliler Millî Hentbol Takımı dört galibiyete karşılık bir yenilgi alarak ikinci olmuş. 2007 yılında Amerika’da düzenlenen Dünya Kış Oyunları’nda, İşitme Engelliler Kayak Millî Takımımız 3x10 km krosta üçüncü olmuş. 2002 yılından beri Atletizm’de büyük başarılar elde eden işitme engelli sporcularımızın aldığı en kötü derece Avrupa veya Dünya üçüncülüğü. İşitme Engelliler Futbol Ligi ise ülkemizde otuz iki yıldır düzenlenmekte. Diğer branşlarda olduğu gibi futbolda da işitme engelliler için özel oyun kuralları yok. İşitme Engelliler Futbol Millî Takımımız 1997 yılında Danimarka’nın Kopenhag şehrinde yapılan 18. İşitme Engelliler Olimpiyatları’nda Dünya Şampiyonu, 2008 yılında Yunanistan’ın Patras şehrinde gerçekleştirilen İşitme Engelliler Dünya Futbol Şampiyonası’nda ise ikinci olmuş. Tarih daha yakın olduğu için belki kulağımıza çalınmıştır, 16-28 Temmuz 2012 tarihlerinde Ankara’da düzenlenen Dünya İşitme Engelliler Futbol Şampiyonası’nda millîlerimiz Japonya’yı 3-0 yenerek yarı finale, Rusya’yı 3-2 yenerek finale yükseldi ve final karşılaşmasında Mısır’ı 1-0 yenerek Dünya Şampiyonu oldu. Mayıs 2013 Duymayan kim? Uluslararası müsabakalarda ülkemizi temsil eden ve Türkiye’nin sesi olan işitme engelliler takımlarımızın başarılarını, gazeteler ve televizyonlar kulağımıza fısıldadı. Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç’ın engelli sporculara destekleri olmasa, o da olmayacaktı. Bazen çok dinleyip az söylemek yeğdir de, bazen “iki kulak bir dil için” atasözünü bir kenara bırakmak gerekir; özellikle millî bir başarıdan söz ediliyorsa. Temmuz 2013’te Bulgaristan’da İşitme Engelliler Olimpiyatları başlayacak örneğin. “Olimpiyat” denince bir duruyor insan (ülkecek yıllardır süregelen olimpiyat kompleksimiz nedeniyle olsa gerek) ama başında “işitme engelliler” olunca sadece y ürekten bir başarı diliyor ve unutup gidiyoruz. 2017 yılında da yaklaşık 4 bin sporcunun katılacağı İşitme Engelliler Olimpiyatları Ankara’da düzenlenecek. Ülkemiz için sevindirici bir haber. Umarım daha çok yazılır-çizilir, halkımızın daha çok haberi olur da olimpiyatlar için takımlarımıza gerekli desteği vererek onların daha yüksek motivasyonla yarışmalara katılmasını sağlayabiliriz. 62 Röportaj Murat Karayalçın: Siyaset ufuk ve cesaret istiyor Röportaj ve Fotoğraflar: Songül Baş CHP Parti Meclisi Üyesi Murat Karayalçın, “Çeyrek yüzyıl önce Kürt sorununun çözümü için öneriler sunduğumuzda çok yıpratıldık. Zaman içinde doğruluğumuz görüldü” diyor. Tecrübeli siyasetçi, dış politikayı ise iki döneme ayırıyor: Arap Baharı’ndan önce ve sonra… Mayıs 2013 T ürkiye’nin zor yılları… Terör olaylarının artış gösterdiği, faili meçhul cinayetlerin gündemden düşmediği, ekonomik kriz nedeniyle “acı reçete”nin uygulandığı zamanlar… Hükümette DYP-SHP koalisyonu, Başbakanlık koltuğunda Tansu Çiller var. 50. Hükümet’in Başbakan Yardımcısı ise Murat Karayalçın… “Allah Türkiye’ye bir daha 1993-94 yıllarını yaşatmasın” diyen Karayalçın ile hem o dönemi hem de günümüzü konuştuk. Dışişleri eski Bakanı kimliğiyle ülkemizin dış politikasına ilişkin çarpıcı değerlendirmelerde bulunan Karayalçın, “Kürt sorunu”nu ise geçmişi hatırlatarak yorumladı: “Siyaset ufuk ve cesaret istiyor. Biz çeyrek yüzyıl önce Kürt sorununun çözümü için önerilerimizi dile getirdiğimizde çok eleştirildik, çok yıpratıldık. Ne kadar doğru bir iş yaptığımızı ise zaman gösterdi.” CHP Parti Meclisi Üyesi Murat Karayalçın, en son TBMM 20. Dönem’de Meclis çatısı altında yer aldı. 1995’te Samsun Milletvekili seçilen Karayalçın, o dönemi anlatırken TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanlığı’na vurgu yapıyor: “Meclis’in çok önemli komisyonlarından birinin 2,5 yıl başkanlığını Röportaj yapma onurunu yaşadım. Dışişleri Komisyonu’nun çalışmalarıyla ilgili iki önemli girişimimiz oldu. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e parlamenter diplomasinin büyük önem taşıdığını ifade ettik ve yurt dışı gezileri ile yurt içinde yabancı heyetleri kabulünde TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı ya da üyelerinin de yer almasını önerdik. Sayın Demirel bunu kabul etti. İkinci önemli girişimimiz, Balkan ülkeleri parlamentolarının dışişleri komisyonlarını bir konferans çatısı altında örgütlememizdi. İlk toplantıyı 1999’da Ankara’da yaptık, son derece yararlı oldu.” “Atatürkçü dış siyaset izlenmeli” Dışişleri eski Bakanı Murat Karayalçın, günümüzde izlenen dış politikayı değerlendirirken Arap Baharı öncesi ve sonrası olmak üzere iki ayrı tablo çiziyor: “Türkiye’nin Arap Baharı diye adlandırılan tarihe kadar komşularıyla yakın ve güçlü ilişkiler içine girmesin- Türkiye bölgemizde ve yakın çevremizdeki yeni gelişmelerin ışığında dış siyasetini yeniden belirlemelidir. den memnuniyet duymuştum. Arap Baharı’ndan itibaren komşularımızla ilişkilerde çok ciddi sorunlar yaşanmaya başladı. Bu durumu üzüntüyle karşılıyorum. Türkiye komşularıyla ilişkilerini neredeyse başka ülkelerin yardımları ve telkinleriyle yürütme noktasına gelmiş bulunuyor. ‘Sıfır sorun’ diye yola çıkılıp komşularımızla böyle sorunlu ilişkiler içine girilmesi gerçekten kabul edilemez. Türkiye bölgemizde ve yakın çevremizdeki yeni gelişmelerin ışığında dış siyasetini yeniden belirlemelidir. Atatürkçü dış siyasetin esas alınması gerekiyor. Atatürkçü dış siyaset; yıllar yılı oya gibi işlenmiş, hem Doğu hem Batı’yla ilişkileri göz önünde bulunduran, ama özellikle bölgede barışı, bölge örgütlenmesini öne çıkaran bir anlayışın ifadesidir. Türkiye Atatürkçü dış siyaset çizgisinden ayrıldığı zaman hep zora girmiş, olumsuzluklarla karşılaşmıştır. Ülkemiz Atatürkçü dış siyaset çizgisini sürdürmelidir.” Murat Karayalçın’a Başbakan Yardımcılığı, Devlet Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı yaptığı dönemle bugün arasında büyük farklar olup olmadığını sorduk. “Allah Türkiye’ye bir daha 1993-94 yıllarını yaşatmasın” diyen Karayalçın, o dönemde ülkenin hem terör hem de ekonomi açısından büyük olumsuzluklar içinde olduğunu belirtti. Karayalçın, “Kürt sorunu”nun da ciddi biçimde ülke gündeminde yer aldığını anımsatarak şöyle devam etti: “Sosyaldemokrat Halkçı Parti olarak ‘Ne vurulacak bir tek yurttaşımız ne de verilecek bir tek çakıl taşımız vardır’ diyorduk. Demokratikleşmeyi, insan haklarına saygıyı ön plana çıkaran, Kürt sorununun çözü- Mayıs 2013 63 64 Röportaj mü için çeşitli önerileri ortaya koyan bir anlayış içindeydik. Bu nedenle de çok ciddi eleştiriler alıyorduk. O tarihte bizi eleştiren ne kadar insan varsa hepsinin daha sonra bizim dediklerimizi yaptığını ya da yapmakta olduğunu görüyorum. Keşke SHP’nin 1989’da, 1990’lı yıllarda sunduğu öneriler uygulansaydı da bu kadar canımızı, gencimizi kaybetmeseydik, milyarlarca lira harcamasaydık. Siyaset ufuk ve cesaret istiyor. Biz çeyrek yüzyıl önce o ufka ve cesarete sahip olduğumuzu ortaya koyduk. Çok eleştirildik, çok yıpratıldık, ama süreç içinde doğruluğumuz görüldü.” “5 Nisan kararlarının yükünü taşıdım” Murat Karayalçın, Akil İnsanlar Heyeti ile birlikte yeni bir boyut kazanan çözüm sürecini şu sözlerle değerlendiriyor: “Silahlı çatışmanın bitmesi, PKK militanlarının Türkiye’yi terk etmesi, toplumsal barışın gündeme gelmesi memnuniyetle karşılanması gereken bir durum. Barışın gelme olasılığı beni son derece heyecanlandırıyor ve mutlu ediyor. CHP Parti Meclisi Üyesi kimliğiyle söyleyeyim; bizim Kürt sorununun çözümüyle ilgili önerilerimiz oldu. 1989’daki ilk Kürt raporundan bu yana konuyla ilgili 25 dolayında siyasi Murat Karayalçın’ın ofisinde duvardaki bir fotoğraf dikkatimizi çekti. Karayalçın’ın mutlulukla baktığı fotoğraf, tam 30 yıl önceye ait. 1981-1991 arasındaki Kent-Koop Genel Başkanlığı döneminde 55 bin konutluk ve 300 bin kişilik Batıkent projesini Ankara’ya kazandıran Murat Karayalçın’ın Eylül 1983’te Batıkent girişinde çektirdiği fotoğraf tarihe ışık tutuyor. Mayıs 2013 Meclis’teki hizmetlere övgü Murat Karayalçın, Meclis’in bahçesi, kütüphanesi ve lokantasından övgüyle söz ediyor. TBMM’de bu hizmetlerin çok nitelikli olduğunu belirten Karayalçın, “Ağaçlandırma-yeşillendirme çalışmaları mükemmel” diyor. Tecrübeli siyasetçinin eleştirdiği konu ise TBMM yerleşkesine yüksek yapıların inşa edilmesi. Murat Karayalçın, “Meclis’in geniş mekanını binalarla doldurmanın günah olduğunu düşünüyorum. Onun yerine Emniyet Genel Müdürlüğü’ne doğru kamulaştırma yapılıp binalar bu alana inşa edilebilirdi. Böylece Ankara’ya da iyi bakım yapılan yeşil alanlar kazandırılabilirdi” diye konuşuyor. metin hazırladık. Önerilerimiz yeterince dikkate alınmayınca ‘TBMM’deki siyasi partilerin eşit sayıda temsilcisinin yer alacağı bir çalışma grubu oluşturalım, ayrıca Meclis dışında Akil İnsanlar diye adlandırılan bir komisyon kuralım. Herkes elini taşın altına koysun, önerisini seslendirsin’ dedik. Ne yazık ki kabul görmedi. Şimdi kamuoyunun yeterince bilgilendirilmediği, ne olduğunu bilmediğimiz bir süreci basından izliyoruz.” Murat Karayalçın, milletvekilliği yapmış isimlerin yer aldığı bir aileden geliyor. Bunun da etkisiyle siyaset her zaman ilgisini çekmiş. Üniversite yıllarında öğrenci derneği başkanlığı yapan Karayalçın, siyasi yaşamının dönüm noktalarından birinin 1989’daki Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı olduğunu söylüyor. 1993’te SHP Genel Başkanlığı’na seçilmesi, ardından belediye başkanlığından ayrılarak hükümette yer alması, 1995’te SHP ile CHP’nin birleştirilmesi Karayalçın’ın siyasi yaşamına dair notlardan birkaçı… Sohbetimiz sırasında Murat Karayalçın’a Başbakan Yardımcılığı döneminden unutamadıklarını da sorduk. “Eylül 1993’te hükümette yer aldığımda iktisadi kriz filizlenmeye başlamıştı. Büyük bütçe açıklarının yaşandığı bir dönemde 1994 bütçesinin savunmasını yaptım. O sıradaki tartışmaları hatırlıyorum. 5 Nisan kararlarının açıklanması da unutamadığım günlerden biridir. Ben henüz 4-5 aylık bakandım ama istikrar önlemlerinin yükünü taşımak durumunda kaldım. Siyasette her şey ne yazık ki istediğiniz gibi olmuyor” diyen Karayalçın, Türkiye’yi temsil ettiği ve Gümrük Birliği kararının alındığı toplantıyı da unutamadıkları arasında sayıyor. 65 Siyasi ve edebi bir portre: Yahya Kemal Hakan Arslanbenzer Şairin hayatına bakınca dört dönem göze çarpıyor. Göçmen çocukluk, delişmen gençlik, siyasi dönem, son yılları. H epimizin gelenekçi bir şair olarak bildiği Yahya Kemal’in yarım asır süren siyasi kariyeri üzerinde çok fazla durulmaz. Abdülhamit döneminde Paris’e kaçtığı, Cumhuriyet döneminde milletvekilliği ve elçilik yaptığı herkesçe bilinir, ama bu vazifeleri Lozan görüşmelerinden Tek Parti iktidarının sonuna kadar kesintisiz yaptığı pek bilinmez. Yahya Kemal 1922 ile 1949 yılları arasında üç defa milletvekilliği, dört farklı ülkede elçilik yaptı; ayrıca 1922’de Lozan Heyeti Basın Müşavirliği, 1940’ların sonunda da CHP Sanat Müşavirliği görevlerini ifa etti. O yıllarda iktidara yakın isimleri onore etmek için verilen İnönü Ödülü’nü aldı. Bir ömrün fasılları Şairin hayatına bakınca dört dönem göze çarpıyor. Göçmen çocukluk, delişmen gençlik, siyasi dönem, son yılları. Göçmen çocukluk diyorum, çünkü 1884’te Üsküp Belediye Başkanı’nın oğlu olarak dünyaya gelmişse de Yunan Harbi başladığı için daha ilkokulu bitirir bitirmez ailesiyle Selanik’e göç etmek zorunda kaldı. Arkasından annesi vefat etti. Yahya Kemal’in huzursuzluklarının başında tamamlanamamış çocukluğu olsa gerek. Yarı aristokrat da olsa öksüz kalan genç Ahmed Agah (Yahya Kemal’in gerçek adı bu) lise için İstanbul’a gönderilir, ama Jöntürklerin tesiriyle Paris’e kaçar. Bu kaçışı abartmamak lazım. Ahmed Agah henüz on sekiz yaşındadır ve Abdullah Cevdet’in yardımıyla bir Fransız kolejine yatılı olarak girer. Yahya Kemal’in Paris hayatı bizce çocukluğu kadar pusludur; ayrıntıları olmayan bir hikayedir. Genellikle kendi anlattıklarına itibar edilmiştir bu konuda. Bu, aslında Yahya Kemal’in Mayıs 2013 66 Yahya Kema l ’in Paris’ten hangi hastalıkları geçirmiş olarak geldiğini muhakkak bir surette ölçemesek de Fransızca ile beraber nispeten derinlikli bir Fransız şiiri ve kültürü bilgisi ile yurda döndüğünü anlıyoruz. Bugün Yahya Kemal Milli Edebiyat akımının önde gelen şairlerden sayılıyor, ama Milli Edebiyat’ın hakim olduğu Meşrutiyet döneminin Avrupa kültürüne en vakıf, kendini Batılaşmaya en fazla kaptırmış olanı da odur aslında. Mehmet Akif veya Rıza Tevfik gibi büyüklerin Baudelaire’le falan meşgul olması akla gelecek husus değildir. Daha baştan bu tür şairler millî, memleketçi, halkçı bir bakış açısını Meşrutiyet günlerinin edebiyatı için kural haline getirdiler. Bu büyüklerden en az on, on beş yaş kadar küçük olan Yahya Kemal bir anlamda Milli Edebiyat’ın ikinci neslini temsil ediyordu, ki asıl eserini de Meşrutiyet’te değil Cumhuriyet’te verecekti. Cumhuriyet şairi karakteri konusunda çok da aydınlatıcı olmayan ideolojik denebilecek klişeleri beslemekten başka işe yaramamıştır. Paris’te iki uçlu bir hayat sürdüğünü görüyoruz şairin. Bir tarafı bohemdir. Avrupa’nın, ama özellikle Fransa’nın fin de siècle çözülüşünü bir göçmen-kaçak öğrenci olarak yaşamış görünüyor. Bir şiirinde o günleri için kendine “Baudelaire’perest” diyor. Charles Baudelaire: çözülme ve çürümenin şairi… Fakat diğer taraftan da bir tarih öğrencisidir Ahmed Agah. Albert Sorel ve Doğu Dilleri Okulu onu kendine getirir, kendi halkının dil ve tarihine ilgi duymaya başlar. Ecnebi memleketinde çürümeden haz duyan bir Osmanlı boheminden yavaş yavaş bir milliyetçi, muhafazakar, gelenekçi Türk şairi doğmaya başlar. Mayıs 2013 Osmanlıcı bir görüntüsü var Yahya Kemal’in. “Şeyh uçmaz, mürit uçurur” demişler. Bu görüntü Yahya Kemal’in kendi sunduğu görüntü değil. Daha çok, Osmanlıdan, İslamdan söz ediyor diye Yahya Kemal’i sorgusuz sualsiz seven Cumhuriyet dönemi muhafazakarlarının yorumlarıyla yarattığı bir görüntü. Yahya Kemal muhafazakardı, ama dindar değildi. Cahit Tanyol “Dinsel değeri sadece millî değerin bir öğesi olarak düşünmüştü” der. O zaman 67 Yahya Kemal, İslam bu nasıl muhafazakarlık? Türkiye’de muhafaza edilecek değerleri İslam dini kendi etrafında toplamış değil mi? Öyle. Peki, dini öğeleştirecek millî değer ne olabilir? İşte Yahya Kemal’in Batı’ya gittikçe Doğu’ya dönmesini sağlayan şey bu sorunun cevabı içindedir: tarih. Yahya Kemal, İslam düşüncesinden arındırılmış veya daha doğrusu İslamla beraber ama İslamdan özerk bir millî tarih anlayışına sahipti ve bunu da Fransa’da okurken kazanmıştı. Bu anlayışın onu Akif ve Ahmet Naim gibiler bir tarafa, Ziya Gökalp’tan bile uzaklaştırırken Mehmet Fuat Köprülü’ye yaklaştırdığını söyleyebiliriz. Bugün neredeyse rejim muhalifi gibi gösterilmek istense de, Yahya Kemal otokratik cumhuriyet rejimi içinde eserini büyük bir serbesti içinde vermiş ve bir zevk yaratabilmiştir. Bunda dediğimiz o tarih ilgisinin az çok mitolojik, zevke dayalı ve sanatsal bir ilgi olmasının; yani zararsız olmasının payı var. Yahya Kemal hem rejim muhaliflerini, özellikle dindarları heyecanlandırdı hem de baştakilerin kafa kopartma arzusunu kamçılayacak siyasi bir tespit yapmadan bu dünyadan göçüp gitti. düşüncesinden arındırılmış veya daha doğrusu İslamla beraber ama İslamdan özerk bir millî tarih anlayışına sahipti ve bunu da Fransa’da okurken kazanmıştı. ATİK-VALDE’DEN İNEN SOKAKTA İftardan önce gittim Atik-Valde semtine, Kaç def ’a geçtiğim bu sokaklar, bugün yine, Sessizdiler. Fakat Ramazan mâneviyyeti Bir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti; Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler, Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer; Bakkalda bekleşen fıkarâ kızcağızları Az çok yakından sezdiriyor top ve iftarı. Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün; Bir top gürültüsüyle bu sâhilde bitti gün. Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri, Bir nurlu neş’e kapladı kerpiten evleri. Yârab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz! Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz. Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı. Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime, Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime: “Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür; Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.” “Zevkabad” şairi Cumhuriyet tarihi boyunca, hatta Osmanlı asırları içinde de Yahya Kemal ve Ahmet Haşim kadar siyasetsiz pek az şair geçmiştir. Yahya Kemal’in şiiri de denemeleri de bir “zevkabad” oluşturur. Tabii bu, Ahmet Muhip Dıranas’ın “devri dilarayı cumhuriyet”i değil, fantastik yani muhayyel bir asrın mutluluğudur. Ölüm bile bir zevk menbaı Yahya Kemal için. Bunun altında siyasi atmosferin baskısı yatıyor denebilir. Kültürlü, bilinçli adamdı Yahya Kemal. Siyasetsizliği, Cenap Şahabettin’in “Ben şairim, siyasetten ne anlarım?” dediği türden bir bilgisizlikten yahut Abdülhak Hamid’inki gibi bir kayıtsızlıktan kaynaklanmıyordu. Bilinçli kayıtsızlık denebilir Yahya Kemal’in tutumu için. Siyasetin tam ortasında, iktidarın şemsiyesi altında, hatta şemsiyeyi tutan ellerden biri olarak siyaset dışı kalabilmek maharet ister. İngiliz muhafazakar şair Eliot, “Sonum başımdadır” demiş. Yahya Kemal’in temelde benmerkezciliğe yaslanan hedonizmi ve siyasetsizliği çocukluğunda göçmenliğe mecbur edilişinden doğmuş olmasın? Mayıs 2013 68 Millî Saraylar Gizli cennette iki köşk: IHLAMUR KASIRLARI Mayıs 2013 Millî Saraylar Minyatür bir cenneti andıran Ihlamuraltı Mesiresi, eskiden olduğu gibi günümüzde de İstanbulluların nefes alma noktası olma özelliğini koruyor. Pınar Ünsal O smanlı döneminde, memleketin başkenti İstanbul’da yaşayan insanların gittikleri havası, suyu, manzarası güzel, genellikle bir dere kenarında, ağaçlarla kaplı mesireler varmış. Halkın sosyal yaşamında önemli yer tutan bu mesireler hem insanların kaynaştığı küçük bir toplantı ortamı hem de çeşitli gösterilerin yapıldığı bir eğlence yeriymiş. Beşiktaş, Yıldız ve Nişantaşı arasında kalan Ihlamuraltı Mesiresi de saraylısından kentlisine birçok insanın gittiği, dönemin oldukça popüler yerlerinden biriymiş. Bir zamanlar Ihlamur Deresi’nin ikiye böldüğü, ağaçların gölgelendirdiği, ıhlamurların hoş kokuları, güzel çiçekleriyle huzur verdiği ve o zamanlar adı Hacı Hüseyin Bağları olan bu alan, Sultan III. Ahmet döneminde (1703-1730) tersane eminliği yapan Hacı Hüseyin Ağa adında bir kişiye aitmiş. Karun kadar zengin olduğu rivayet edilen Hacı Hüseyin, yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle hükümet tarafından idam edilmiş ve tüm malvarlığına bağları, bahçeleri de dahil el konulmuş. Hacı Hüseyin’den hükümete geçen Ihlamuraltı Mesiresi uzun bir dönem boyunca Sultan III. Ahmet’in hasbahçesi olarak kullanılmış, daha sonra buraya padişahın dinlenmesi için küçük bir bağ evi yaptırılmış. Yaklaşık 25 bin metrekare olan, adeta minyatür bir cenneti andıran Ihlamuraltı Mesiresi sadece III. Ahmet’in değil ondan sonra gelen padişahların, özellikle III. Selim, II. Mahmud ve Abdülmecid’in de gözde mekanlarından biri olmuş. Sultan Abdülmecid ok talimi yaptığı, avlanma ve dinlenme yeri olarak kullandığı mesiredeki küçük bağ evinde misafirlerini ağırlarmış. Konuklarından biri olan ünlü Fransız yazar Lamertine buranın doğasından ve sessizliğin verdiği huzurdan o kadar etkilenmiş ki Histoire de la Turquie adlı eserinde Ihlamuraltı Mesiresi’nden “Kendimizi Savoie ya da İsviçre’de bir orman parçasını ekmiş, düzenlemiş bir çiftçinin topraklarında sanabilirdik. Çakıllar üzerinde akan suların şırıltısından, yapraklar arasında kuş cıvıltılarından başka ses gelmiyordu kulaklarımıza. Ne bir duvar görülüyordu ne Mayıs 2013 69 70 Millî Saraylar bir adam… Ne bir parmaklık ne de herhangi bir ev, bir barınak. Hele bir saraya benzer hiçbir şey yoktu” diye bahsetmiş. Ulu ağaçların gölgeler oluşturduğu, ıhlamurların mis kokularını verdiği, rengarenk güllerin görsel şölen oluşturduğu cennet misali bu doğa parçasında yönetimin sıkıntılı atmosferinden sıyrılıp bir nebze huzur bulan padişahlar, zaman içinde bu bölgeye nişantaşları koydurmuş, havuz ve çeşmeler yaptırmış. Batı ve Osmanlı sentezi Ihlamuraltı Mesiresi’nin değeri Sultan Abdülmecid için bambaşkadır. Sultan buraya sık sık gelir, küçük bağ evinde dinlenirmiş. Batı kültürüyle yetişen ve Osmanlı’da Avrupai plan ve üsluptaki bazı eserlerin yaptırıcısı olan Sultan, 1843 yılında Dolmabahçe Sarayı yapımı için emir verir. Buradan artan malzemelerle de 1849 ve 1855 yıllarında Ihlamuraltı Mayıs 2013 Mesiresi’ne, adları Merasim Köşkü ve Maiyet Köşkü olan iki adet köşk yaptırır. Mimarı Nigoğos Balyan olan bu köşklere, bulunduğu bölgeden dolayı Ihlamur Kasırları adı verilir. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’yla ilişkilerin sıklaşması sonucu oralara giden elçiler çeşitli mimari yapılardan etkilenir ve Osmanlı’nın son dönemlerinde saray, köşk, kasır ve bahçe planlarında Batılı etkiler görülmeye başlar. Osmanlı mimarisi, yeni moda Batı üslubuyla Türk motiflerini birleştirerek “Türk rokokosu” adı verilen bir süsleme akımının oluşmasını sağlar. Merasim ve Maiyet Köşkleri de bu akımdan etkilenmiş yapılardır. Yükseltilmiş bir bodrum kat üzerine tek kat olarak düzenlenen, dikdörtgen planlı yapılar, ortadaki sofa bölümüne açılan yan odalar şeklinde inşa edilmiştir. Bir Türk evi geleneği olan bu tarz Avrupa usulü mobilya ve süslemelerle sentezlenmiştir. Kasırların dış cephesinde farklı sanatsal akımların bir Millî Saraylar arada kullanılmasıyla oluşan eklektik anlayış, ön cephelerinde kaybolur; buralarda Barok mimari barizdir. Merasim’e göre daha küçük ve sade inşa edilen Maiyet Köşkü padişahın yakınındakiler ve ona hizmet edenler tarafından, asıl Ihlamur Kasrı olan Merasim Köşkü ise törenler ve çeşitli yabancı misafirlerin ağırlanması için kullanılıyordu. Kesme taştan inşa edilmiş Merasim Köşkü’nün ön cephesinde simetrik bir şekilde bulunan iki merdiven, mermerden yapılmış olup gösterişli bir işçiliğe sahiptir. Padişahların gece kalmaksızın, günübirlik gezileri için kullanmalarından dolayı yatak odası, banyo ve mutfak olmayan Merasim Köşkü’nde tavan ve duvarlardaki kalem işleri altın varaklarla zenginleştirilmiştir. Duvarlarda, mermer görünümü verilen, alçı, boya ve yapıştırıcının karıştırılması ile gerçekleştirilen şutuk işçiliği hakimdir. Merasim odası ve müzik odası içeren Merasim Köşkü’nün süslemelerinde Fransız Sevres porseleni vazolar, İngiliz yapımı şömineler ve zarif kapı tokmakları dikkat çeker. Adeta minyatür bir saray Devlet işlerinden bunalan padişahların huzur bulduğu Ihlamur Kasrı, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra tahta oturan Sultan V. Mehmed Reşat’ın da gözde yerlerindendi. Sultan’ın yaz ve bahar aylarında cuma selamlığının ardından dinlenmek için bu kasra geldiği bilinir. Yıldız Saray ı’ndan Dolmabahçe’ye taşınan Sultan’ın Ihlamur Kasrı’nı Saray’a yakınlığı nedeniyle tercih ettiği rivayet edilir. V. Mehmed Reşat döneminde Dolmabahçe Sarayı’nda mabeyn başkatipliği yapan Halit Ziya Uşaklıgil, saray anılarını derlediği Saray ve Ötesi adlı eserinde Ihlamur Kasrı’nı Dolmabahçe Sarayı’nın küçüğüne benzetir. Süslemeleri, mobilyaları ve mimarisi ile bir saraydan farksız olan Ihlamur Kasrı’nın bahçesinin de yerli-yabancı birçok eserde adı geçer. Süslemeleri, mobilyaları ve mimarisi ile bir saraydan farksız olan Ihlamur Kasrı’nın bahçesinin de yerli-yabancı birçok eserde adı geçer. Bu bahçe İngiliz naturalistik bahçe yansımaları taşımasına rağmen, setli bir yapıda olması ve dairesel formlu fıskiyeli bir havuz içermesiyle tipik Türk bahçesidir. Zamanında horoz ve koç dövüşlerinin yapıldığı, çeşitli güreş müsabakalarının düzenlendiği bir bahçe olduğu, o dönemde yapılmış yağlı boya tablolardan ve çeşitli gravürlerden anlaşılmaktadır. Bir zamanlar bulunduğu bölgeye ve kasırlara adını veren ıhlamur ağaçları ile meşhur olan bu bölgede zamanla ağaç sayısı azalmış. Sultan II. Abdülhamid döneminde bölge, rengarenk gülleriyle ün salmış. Birkaç ıhlamur ağacının kaldığı bölgede gingko ve güller varlığını günümüzde de sürdürüyor. Milli Saraylar’a bağlı olan Ihlamur Kasırları’ndan Merasim Köşkü bir müze-saray olarak ziyarete açık. Maiyet Kasrı ve bahçenin bir bölümünde kafeterya hizmetleri sunuluyor. Ayrıca bahçenin içinde çocukların ve gençlerin güzel sanatlardaki becerilerini geliştiren, resim ve tiyatro çalışmalarını yapabildikleri kurslar ve atölyeler bulunuyor. Ihlamur Kasırları İstanbul’un en kalabalık semtlerinden birinde güzelliğiyle dikkat çekerken, bahçesi yüzyıllardır olduğu gibi İstanbullular için bir nefes alma noktası olma özelliğini koruyor. Mayıs 2013 71 72 Söyleşi İslam İş Birliği Teşkilatı Parlamento Birliği Türk Grubu Başkanı Emrullah İşler: Yaptığımız çalışmaların Türkiye’yi tanıtmadaki rolü önemli Söyleşi: Cahit Yıldız TBMM ’deki uluslararası komisyonlardan İslam İş Birliği Teşkilatı Parlamento Birliği 1999 yılında kuruldu. Kuruluşundan bu yana TBMM’nin bir başkan ve dört milletvekiliyle temsil edildiği birlikte, 53 parlamentonun üyeliği bulunuyor. İSİPAB’ın 24. Dönem Türk Grubu Başkanı ve AK Parti Ankara Milletvekili Emrullah İşler’le birliğin amaçlarına ve yapılan çalışmalara dair konuştuk. İslam İş Birliği Teşkilatı Parlamento Birliği’nin amaçları nelerdir? Bildiğiniz gibi İslam İşbirliği Teşkilatı BM’den sonra dünyadaki en büyük uluslararası örgüt. Bizler de İslam İş Birliği Teşkilatı Parlamento Birliği olarak İslam İşbirliği Teşkilatı bünyesinde düzenlenen konferanslara ülkemizi temsilen iştirak ediyoruz. İslam İş Birliği Teşkilatı Parlamento Birliği 1999 yılında kurulmuştur. O günden bu yana kurucu tüzüğü gereği İslam’ın temel ilkelerinden olan şûranın uygulanması ve parlamenterler arasında geliştirilmesi, üye parlamentolar arasında işbirliği ve koordinasyonun güçlendirilmesi, Mayıs 2013 diyaloğun artırılması, karşılıklı bilgi ve tecrübe teatisinin sağlanması amaçlarına yönelik faaliyetlerde bulunmaktadır. Ayrıca bu platform ekonomik, sosyal, politik konuların ve bu alanlarda karşılaşılan güçlüklere karşı mücadele yollarının tartışıldığı bir platformdur. Diğer uluslararası örgütlerle de işbirliği içerisinde ortak hedeflerin belirlenmesi ve bu hedeflere ulaşılması konusunda çalışmalar parlamenterler seviyesinde yürütülmektedir. Başkanlığınız döneminde yapılan çalışmalardan bahseder misiniz? Başkanlık görevini devraldığım günden bu yana parlamenter diplomasi alanında gerek temsil gerekse ulusal dış politikamızın duyurulması adına bu platformda birçok görev üstlendik ve aktif şekilde sesimizi duyurduk. Temsil açısından bakılırsa, başkanlığımın başlaması ile birlikte birliğin temel yürütme organı olan İcra Komitesi üyeliğini de yürütmekteyim. Bu üyeliğin dışında Siyasi İşler Söyleşi ve Dış İlişkiler Komitesi, Genel Komite ve Mali Kontrol Komitesi üyeliklerini de sürdürmekteyim. Beş milletvekilinden oluşan İSİPAB Türk Heyeti’nin üyesi arkadaşlarım da çalışmalarımız neticesinde birliğin diğer komitelerindeki üyeliklere seçilmişlerdir. Ayrıca yıllardır birliğin gündeminde olan Filistin Komitesi’nin kurulmasına yönelik ilk toplantı 2012 Haziran ayında TBMM ev sahipliğinde İstanbul’da düzenlenmiş ve komitenin kuruluş çalışmaları da bu toplantıda yapılmıştır. Bu komitede de üyeliğim devam etmekte. Filistin halkının sesinin duyurulması ve haklarının her platformda dile getirilmesi için çalışmalarımızı sürdürüyoruz. İSİPAB bünyesinde yürüttüğümüz çalışmaların bir diğer başarısı da ülkemizin Kıbrıs, Batı Trakya ve On İki Ada hususlarındaki haklı mücadelesinin 53 üyeli İSİPAB bünyesinde duyurulmasıdır. Bu hususlarda, İSİPAB Konferansı’nda kararlar kabul edilmiştir. KKTC’ye uygulanan haksız tecridin kaldırılması ve dayanışma gösterilmesi çağrısını Kıbrıs kararında yineledik. Aynı şekilde Batı Trakya ve On İki Ada’daki Müslüman Türk azınlığın, azınlık olarak kabul edilmesi, haklarının korunması, yaşanan eğitim sorunlarının çözülmesi ve oralardaki kültürel mirasımıza saygı gösterilmesi çağrılarını yineledik. On İki Ada’daki Müslüman Türk azınlığın sorunlarına yönelik uluslararası forumlarda ilk kez 2012 yılında düzenlenen İSİPAB 7. Konferansı’nda bir karar kabul edilmiştir. Bu alanlarda söz konusu kararlar 2013’te düzenlenen 8. Konferans’ta da kabul edilmiş ve ilgili madde şu şekilde karar tasarısında yer almıştır: “Yunanistan’ı Batı Trakya’daki ve On İki Ada’daki Müslüman Türk azınlığın haklarına saygı duymaya çağırır ve bölgedeki camilerin, ibadethanelerin Gayretlerimiz sonucunda alınan kararlar ülkemizin dünyanın diğer bölgelerindeki insanların dertleriyle ne kadar alakalı olduğunu göstermesi açısından son derece önemlidir. ve Müslüman mezarlıklarının korunmasını sağlayacak gerekli önlemleri almasını talep ederiz.” Yine Myanmar’daki Müslümanlara yönelik şiddet, İslamofobi ve yabancı düşmanlığı ile mücadele, Müslüman ülkeler arasında vize kolaylığının sağlanması, geçici koruma altındaki Suriyeli vatandaşların durumu konularında da heyetimizce hazırlanan kararlar kabul edilmiş ve görüşlerimiz dile getirilmiştir. Gösterdiğimiz bu gayretler sonucunda alınan kararlar ülkemizin dünyanın diğer bölgelerindeki insanların dertleriyle ne kadar alakalı olduğunu göstermesi açısından son derece önemlidir. Kuşkusuz alınan bu kararlar dünya kamuoyunda önemli bir duyarlılığın oluşmasına katkı sağlamıştır. İslam ülkelerine Türkiye’yi anlatma, tanıtma adına İSİPAB’ın rolü nedir? Yaptığımız çalışmaların Türkiye’yi tanıtmadaki rolü şüphesiz çok önemlidir. Zira elli ülkeden fazla delegasyonun katılımıyla gerçekleştirilen toplantılarda ülkemizin gelişim süreci, tarihi ve kültürel mirasımızın tanıtılmasına yönelik yaptığımız çalışmalar olmaktadır. Toplantılara katılan delegasyonlar bu çalışmalardan sonra ülkemizi çok daha yakından tanıma fırsatı bulmakta ve izlenimlerini ülkelerine aktararak ülkemizin tanıtımına ciddi katkılar sağlamaktadır. Yaptığımız bu tür tanıtma çalışmaları önemli ölçüde karşılık bulmaktadır. Nitekim tüm delegasyonlar toplantıların Türkiye’de yapılmasını istemektedir. Zira ülkemizin kültürel mirasını ve güzelliklerini görmeyi arzulamaktadırlar. İSİPAB önümüzdeki günlerde ne gibi çalışmalar yapacak? Önceli k le İSİPA B’ı n 2014 y ı l ı nda yapı laca k ola n 9. Konferansı’nda görüşülmek üzere gündem önerilerimizi sunmak amacıyla Azerbaycan’daki İcra Komitesi Toplantısı’na katılacağım. Bu toplantı konferansa yönelik ön hazırlıkların görüşüleceği bir toplantı olacak. Konferansta dış politika görüşlerimizin mümkün mertebe gündeme gelmesi için çalışmalar yapacağız. Birliğin ana meselesi olan Filistin meselesi gündemimizdeki önemli yerini korumaya devam edecektir. Filistinlilerin haklı davasının duyurulduğu platform olma özelliğimizi tam bağımsız Filistin Devleti’nin kazanılmasına kadar sürdüreceğiz. Ayrıca birlik ekonomiden kültüre, siyasetten hukuka pek çok alanda parlamenterler arasında görüşmelere vesile olmaya devam edecektir. Öte yandan, üye parlamento vekilleri ile bilgi, tecrübe paylaşımlarımız neticesinde işbirliğimizi artıracağız. Mayıs 2013 73 Meclis Çalışanları Haberin Meclis’teki patronları İ R E L F E Ş O R Ü PARLAMENTO B Songül Baş Onlar, gazetelerin parlamento büro şefleri… İşleri zor, tempoları yoğun… Meclis’te kuş uçsa haberleri oluyor. Yılların deneyimi sayesinde onlardan hiçbir şey kaçmıyor… Mayıs 2013 U zun ince bir koridordayım… Kalp atışlarım ne kadar hızlıysa adımlarım o kadar yavaş… Dikkatli gözlerle etrafı inceliyorum. Önümde sağlı sollu sıralanmış odalar, aklımda küçük bir kızın hayalleri var. Henüz ortaokuldayken “Ben gazeteci olacağım” diyen o küçük kız, şimdi parlamento muhabiri olarak Meclis’te… Nasıl heyecanlanmasın, nasıl mutlu olmasın ki? Yıllarca büyük emek, özveri ve sevgiyle yaptığı mesleğinde yeni bir sayfa açıyor şimdi. “Basın Koridoru”nda yürürken kendisini birden telaşlı bir koşturmacanın içinde buluyor. “Genel Kurul karıştı” diyor biri, foto muhabirleri koşarak geçiyor önünden… Yıl 2005… Meclis’e ilk gidişimde karşılaştığım koşturmaca yıllardır hiç bitmedi, bitecek gibi de değil… “Siyasetin kalbi”nde tempo Meclis Çalışanları İşin sırrı: Saygı ve güven Sabah Gazetesi Parlamento Büro Şefi Zübeyde Yalçın, “Basın Koridoru”nun en deneyimli isimlerinden biri. 24 yıldır gazetecilik yapıyor. 1993’ten bu yana Meclis haberlerini izleyen Yalçın, 9 yıldır Sabah’ın parlamento büro şefliğini üstleniyor. Ona göre parlamento muhabirleri mesleğin primadonnaları… “Ankara’da muhabir olarak gelebileceğiniz en üst görev parlamento muhabirliğidir” diyor. Bir gazetecinin Meclis’te çalışabilmesi için en az yedi yıllık mesleki tecrübesi olması gerektiğini belirten Zübeyde Yalçın şunları söylüyor: “Parlamento’ya gelen bir muhabir siyaset, hukuk, ekonomi başta olmak üzere temel konularda bilgi, mesleki öngörü ve tecrübeye sahip olmalı. Parlamento’da iletişim kurduğumuz kişiler milletvekilleri, bakanlar, Başbakan, TBMM Başkanı… Soru sorup yanıtını alabilmeniz için bilgi birikiminiz olmalı. Meslek hayatım boyunca gözlemlediğim en önemli şey şu; gazeteci olarak belli bir donanıma sahipseniz karşınızdaki kişi size ona göre davranıyor, saygı gösteriyor. Saygı ve güven temelinde bir ilişki kurduğunuzda sorularınıza yanıt alabiliyorsunuz.” Zübeyde Yalçın, Meclis çatısı altında görev yapan bir gazetecinin tavırlarının büyük önem taşıdığını, gazeteci-haber kaynağı ilişkisinin belli bir düzey ve mesafede tutulması gerektiğini vurguluyor. Deneyimli gazeteci, Meclis’in yoğun temposuyla nasıl başa çıktığını sorduğumuzda “Hızla akıp giden haber trafiğine zamanla alışıyorsunuz. Özel hayatınızı bu tempoya göre ayarlıyorsunuz. Hiçbir zaman program yapamıyorsunuz, çünkü gündem her an değişebiliyor” yanıtını veriyor. Zübeyde Yalçın, parlamento muhabirliğini sevdiğini ifade ederek, “Meclis’te gazeteciler arasında ciddi bir rekabet olsa da kimse birbirini kırmıyor” diyor. “Mesleğimiz hem riskli hem zor” hiç düşmüyor. Meclis’in her odası, her salonu, her koridorunda yeni bir “haber” sizi bekliyor. TBMM çatısı altında olup bitenler parlamento muhabirleri tarafından kamuoyuna yansıtılıyor. Genel Kurul toplantıları, komisyonların çalışmaları, milletvekillerinin basın açıklamaları, siyasi partilerin grup toplantıları ve daha pek çok konu “Basın Koridoru”ndaki deneyimli gazetecilerce habere dönüştürülüyor. Gazetelerin parlamento büro şefleri ile “Meclis’te gazeteci olma”yı konuştuk. İşte görüşler… Hürriyet Gazetesi Parlamento Büro Şefi Nuray Babacan, 18 yıldır Meclis’te gazetecilik yapıyor. 10 yıl önce parlamento büro şefliği görevini üstlenen Babacan, “Ankara gazeteciliği siyaset ağırlıklıdır. Üç saat içinde beş ayrı siyasi görüşü dinleyip aynı olaya nasıl farklı bakılabildiğine tanık olursunuz. Bazen haber kaynaklarınızla derin görüş farklılıklarınız olur, bazen hayata aynı bakarsınız. İşte bu noktada tek temel unsuru unutmamanız gerekir; objektif olmak” diyor. Deneyimli gazeteci, parlamento muhabirliğinin bir dili ve etiği olduğunu vurgulayarak şunları söylüyor: “Basın mensupları parlamento dışında hiçbir alanda haber kaynaklarıyla 8-10 saatini geçirmez. Parlamento muhabiriyseniz büro arkadaşlarınızdan, hatta ailenizden çok siyasileri görürsünüz. O nedenle ilişkilerin dozunun iyi ayarlanması, ‘yakın ile yandaş olma’ arasındaki çizginin iyi çizilmesi gerekir.” Nuray Babacan’a göre parlamento muhabirliği hem riskli hem de zor: “Risklidir, çünkü kimi zaman yaptıklarını kıyasıya eleştirdiğiniz siyasilerle yan yana koltuklarda oturmak zorunda kalırsınız. Kimi zaman haberleriniz dava konusu olur. Zordur, çünkü bazen atılan yanlış bir başlık, yapılan yanlış bir yorum başınızı ağrıtır. Gazeteleri ve televizyonları tanıtımları için araç Mayıs 2013 75 76 Meclis Çalışanları gibi gören siyasetçilerle ters düşersiniz. Bazen uzlaşarak, bazen didişerek yola devam edersiniz.” Babacan, sürekli aynı çatı altında gazetecilik yapmanın zamanla dezavantaja dönüşüp dönüşmediğini sorduğumuzda “Yıllarca aynı alana bakan gazetecilerde mesleki körlük olacağı görüşüne katılırım. Parlamento muhabirleri için de bu geçerlidir. Buradaki tek avantaj, siyasi tablonun her seçim döneminde yenilenmesidir” diyor. “Gerçeğin peşindeyiz” Milliyet Gazetesi Parlamento Büro Şefi Önder Yılmaz, 1992’den bu yana gazetecilik yapıyor. Meclis’e 2002 yılında gelmiş, 2009’da ise parlamento büro şefi olmuş. Yılmaz, “Parlamento muhabirliği, siyasi muhabirliğin taçlandığı en üst seviyedir. Bu nedenle parlamento muhabirliğinin ağırlığını taşıyabilecek mesleki deneyime sahip muhabirler gazete yönetimleri tarafından Meclis’te görevlendirilirler” diyor. Deneyimli gazeteci, “Meclis’te gazetecilik yapmanın zorlukları ve güzellikleri nelerdir?” diye sorduğumuzda şu yanıtı veriyor: “Parlamento muhabirleri, yalanı bol olan bir zeminde gerçeğin peşinde koşarak mesleklerini icra etmektedirler. Söz konusu politika olunca gerçeğe ulaşmak da bir o kadar zorlaşmakta. Demeç gazeteciliğinin dışında her siyasi partinin gelişen gündem çerçevesinde atacağı adımların izini sürmek, parlamento muhabirleri için hem zorlu hem de zevkli bir süreçtir. Bu açıdan çok parçalı siyasi yelpazenin yansıdığı TBMM’de görev yapmak, biz gazetecilere mesleki tatmin açısından daha başka bir tat veriyor.” Önder Yılmaz, siyasetteki acımasız rekabetin bu alanı takip eden gazetecilere de yansıdığını ifade ederek, “Haber zemini dışındaki süreçlerde gazeteciler rekabeti bir tarafa bırakıp birbirlerinin üzüntüleri ve sevinçlerini paylaşabiliyor” diyor. Yılmaz, sohbetimiz sırasında bir başka önemli noktaya da dikkat çekiyor: “Türkiye’deki haberciliğin gelişim süreci muhabirlerin mesleki reflekslerine de yansıyor. Gazeteler için haberin birinci planda olmadığı, suya sabuna dokunmadan gazetecilik anlayışının hakim olduğu bir süreçte, muhabirlerin işine asılma ve daha iyi habercilik yapma gayreti de köreliyor. Bu zincirleme etki doğal olarak ‘Basın Koridoru’na da yansıyor. Bütün zorluklara rağmen içinde gazetecilik sevgisi ve heyecanını taşıyanlar olarak haberin ve gerçeğin peşinden koşuyoruz.” Mayıs 2013 “Sorumluluğumuz büyük” Cumhuriyet Gazetesi Parlamento Büro Şefi Ayşe Sayın, 24 yıldır gazetecilik yapıyor. 1993’te Meclis çatısı altında çalışmaya başlayan Sayın, Ekim 2012’den bu yana parlamento büro şefi. Deneyimli gazeteci, “Mesleğinizde parlamento muhabirliğinin önemi ve ayrıcalığı nedir?” diye sorduğumuzda “Parlamento muhabirliğinin ayrıcalığı değil, bazı avantajları söz konusu. Ancak inanın dezavantajları daha fazla. Bir kere mesai saati kavramınız yok. Mesai saatinizi Meclis ve Genel Kurul çalışmaları belirliyor. Avantajlarına gelince… Haber kaynağına ulaşmak diğer alanlara göre daha kolay. Bir bakanla makamında görüşmek olağanüstü prosedürler gerektirebilir. Ancak Meclis kulisinde karşınıza her an Başbakan ya da bir bakan çıkabilir” diyor. Ayşe Sayın, parlamento muhabirinin Türkiye ve dünya gündemindeki her konuya ucundan kıyısından “bulaştığını” belirterek şunları söylüyor: “Mavi Marmara krizi de, zeytinyağı üreticisinin sorunları da, cezaevlerindeki insan hakkı ihlalleri de, Fırat’ın kıyısında kaybolan kuzu da parlamento muhabirinin gündemidir. Biz yönetenle yönetilen; millet ile vekili arasında önemli bir köprüyüz aslında. Millet adına karar alanları ‘dördüncü güç’ olarak denetlemek basının görevi. Parlamento muhabirlerine tam da bu işin göbeğinde oldukları için çok daha büyük sorumluluk düşüyor. Bunun için de mesleki deneyim önemli. Çünkü siyasilerle ilişkiler ‘kritik ve ince’ bir çizgidir. Siyaset, kamuoyunu kendi istediği gibi yönlendirmek ister, bunun için de her türlü malzemeyi ‘kullanır’. Siyasetçiyle o ince çizgiyi koruyamazsanız siz de siyasetin kullandığı malzeme oluverirsiniz. Bu nedenle gazeteciliğin temel ilkeleri, objektiflik, eleştirel bakış açısı Meclis koridorlarında çalışan gazeteciler için çok daha önemli.” Meclis Çalışanları “Gazeteciliğin mekanı yoktur” Parlamento Muhabirleri Derneği (PMD) Başkanı, Hürriyet Daily News Parlamento Büro Şefi Göksel Bozkurt sorularımızı yanıtladı. PMD ne zaman hangi amaçla kuruldu? Parlamento Muhabirleri Derneği, TBMM çalışmalarını izlemekle görevli muhabirleri bünyesinde toplayarak parlamento muhabirliğini gazeteciliğin özel bir uzmanlık alanı haline getirmek amacıyla 29 Nisan 1964’te kuruldu. Siz ne zamandır parlamento muhabirliği yapıyorsunuz? Zaman zaman editoryal görevler üstlenmeme rağmen yaklaşık 20 yıldır parlamento muhabiriyim. 7 yılı aşkın süredir Hürriyet Daily News’te parlamento büro şefi olarak çalışıyorum. Meclis’te gazetecilik yapmak bir ayrıcalık mı? Gazetecilik bana göre evrensel bir meslek. Gazeteciliğin mekanı olmaz diye düşünüyorum. Sokakta veya Meclis’te, çatışma ortasında ya da bir konserde... Gazeteci her yerde gazetecidir. Dili, dini, ırkı, cinsiyeti, milliyeti olmadığı gibi mekansal bir ayrıcalığı da yoktur. Parlamento muhabiri olmanın şartları nelerdir? Parlamento muhabirliği Ankara’da mesleki kıdemin doruk noktalarından biridir. Beş yıl sarı basın kartı taşıyan meslektaşlarımız par- “Tarihe tanıklık ediyoruz” Radikal Gazetesi Parlamento Büro Şefi Rıfat Başaran, 1996’dan bu yana gazetecilik yapıyor. 2006 yılında parlamento muhabiri, 2011’de ise parlamento büro şefi olan Başaran, “Meclis’te gazetecilik yapmanın en iyi tarafı pek çok tarihî ana tanıklık etme fırsatı bulmamızdır. Aynı zamanda siyasetçinin iletişime açık olması ve haber kaynaklarına ulaşabilme olanakları Meclis gazeteciliğinin güzel yanlarındandır. Siyaset ile yan yana yürüyen gazeteciliğin zorlukları da yok değildir. Her şeyden önce Meclis’te görev yapan gazetecinin siyasetçi ile mesafeyi koruması gerekir. Bir başka zorluk ise çalışma saatlerinin düzensizliği- lamento muhabiri kartı alarak görev yapabilir, kulislere girme hakkını elde edebilir. Basın kartı bekleme süresini de göz önüne alırsanız en az yedi yıllık mesleki deneyim sahibi muhabir Meclis’te gazetecilik faaliyeti yapabilmektedir. Parlamento muhabirleri özellikle nelere dikkat etmek zorundadır? Parlamento muhabiri sokaktaki insan adına Meclis’te denetim görevi yapmaktadır. Kamuoyunun sesi olma görevini başarıyla yaşama geçirebilmesi için meslek etiğini her şeyin üzerinde tutmak zorundadır. Doğru, ilkeli, objektif habercilik anlayışından asla ayrılmamalıdır. Siyasetçi ile mesafeyi korumasını da bilmelidir. Meclis’te unutamadığınız bir olay var mı? 2000’li yılların başıydı. Dönemin TBMM Başkanı Ömer İzgi, Meclis kulislerini parlamento muhabirlerine kapatmıştı. PMD olarak karar aldık; hiçbir parlamento muhabiri salı günü parti gruplarını izlemeyecekti. Meclis kampüsü içinde parlamento muhabirleri tarihte ilk kez Meclis Başkanlığı’na yürüyüş yapıp hakkını aradı. Liderler gazetecilerin olmadığını görünce grupları iptal ettiler. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, PMD yönetimini odasına davet etti ve Başkan Ömer İzgi’yi ziyaret ederek kulislerin açılmasını sağladı. dir. Özellikle Genel Kurul veya komisyon çalışmalarının gece saatlerine uzaması parlamento muhabirlerinin de yorucu bir tempoda çalışmasına neden olur” diyor. Başaran’a göre, Meclis çatısı altında muhabirlik yapmak önemli, ama bir ayrıcalık değil: “Gazetecilik faaliyeti için mekanın bir önemi olmadığını düşünüyorum. Gazetecilik, her alanda aynı ahlaki kurallar çerçevesinde yapılmalıdır. Türkiye’yi derinden etkileyen birçok yasal düzenlemenin yapıldığı yer olan Parlamento’da çalışan gazetecilerin aynı zamanda bir denetim görevi vardır. Kamuoyu, Meclis’te gazetecilik yapanlar sayesinde yasal düzenlemelerle ilgili bilgi sahibi olur. Meclis’ten çıkan bir haber toplumla siyaset arasındaki ilişkilerin şekli açısından kilit önemdedir.” Mayıs 2013 77 78 Meclis Çalışanları “Büyük bir haber merkezi” Zaman Gazetesi Parlamento Büro Şefi İbrahim Asalıoğlu, 1997’den bu yana gazetecilik yapıyor. Son iki yılı parlamento büro şefliği olmak üzere dört yıldır Meclis’te çalışan Asalıoğlu, “Parlamento muhabirliğinin gazetecilik mesleğinde önemli bir ayrıcalığı var. Siyasetin kalbinin attığı Ankara’da biraz siyasetle ilgilenen tüm gazeteciler Meclis’te çalışmak ister. Siyasi partilerin bir arada olduğu, koridorda yürürken aynı anda farklı partiye mensup milletvekilleriyle k a r - şılaşılabildiği Meclis, gazeteciler için bulunmaz imkanlar sunuyor. Muhalefetle iktidar partisinin söylemlerini aynı anda dinleyip sentez yapabilmek de başka muhabirlere nasip olmaz” diyor. İbrahim Asalıoğlu, parlamento muhabirliğinin zorluklarını ise şöyle belirtiyor: “Ekonomiden spora, sağlıktan kadın haklarına kadar hemen her konu bir şekilde Meclis’in gündemine geliyor. Bu konularla ilgili ya bir yasa çıkarılıyor ya da milletvekilleri konuşma yapıyor. Ele alınan konulara ilişkin bilgi sahibi olunmaması yapılacak haberleri de etkiliyor. İktidardan muhalefete her partiden milletvekilleriyle iyi ilişkiler kurabilmek de parlamento muhabirliğinin zorlukları arasında.” İbrahim Asalıoğlu, “Basın Koridoru”nu tüm gazetelerin muhabirlerinin görev yaptığı büyük bir haber merkezine benzetiyor. Parlamento muhabirlerinin bu koridorda Ankara ve siyasetin nabzını tutup ülke gündemine yansıttığını kaydeden Asalıoğlu, “Çok ciddi bir rekabetin yaşandığı ‘Basın Koridoru’nda dayanışma ve yardımlaşma da eksik olmuyor” diye konuşuyor. En fazla muhabir AA’da Anadolu Ajansı (AA) Parlamento Haberleri Editörü Sefa Salantur, 1987 yılından bu yana gazetecilik yapıyor. 21 Ağustos 2011’de AA Parlamento Haberleri Editörü olan Salantur, “Mesleğimizde parlamento muhabirliğinin çok özel bir yeri var. Çünkü parlamento muhabiri her alanda bilgi sahibi olmak zorunda. Örneğin spor muhabiri spor haberi, yargı muhabiri bu alanla ilgili haber yapar. Parlamento muhabiri ise gerektiğinde yargı, ekonomi, spor; gerektiğinde sağlık, eğitim, kültür muhabirliği yapar. Çünkü Meclis’te sağlıktan spora, hukuktan ekonomiye kadar Mayıs 2013 her alanda yasa görüşülüyor. Meclis komisyonlarının farklı konulardaki çalışmalarını da parlamento muhabirleri takip ediyor. Kanunlar Meclis’ten çıktığı için iyi bir hukukçu kadar hukuk bilgisine sahiptir parlamento muhabirleri. Kanun tasarıları ve teklifleri çoğu zaman teknik ifadelerle dolu metinlerdir. Bu metinleri sokaktaki insanın anlayacağı şekilde yazmak tecrübe ve bilgi gerektirmektedir” diyor. Deneyimli gazeteci, Meclis’in “siyaset ve demokrasinin kalbi” olduğuna işaret ederek, “Meclis çatısı altında gazetecilik yapmak çok güzel bir duygu. TBMM gelenekleri olan şeffaf bir kurum. Meclis’e bir kanun teklifi ya da tasarısı sevk edildiğinde her aşamasını izleyebiliyorsunuz. Bilgiye ulaşma parlamentoda daha kolay. Haberi kısa zamanda en yetkili kaynaktan edinebilme şansınız var. Meclis’te görev yapmanın zor yanı ise ucu açık mesailer ve yoğun iş temposu” diyor. Sefa Salantur’a Anadolu Ajansı parlamento bürosunun “Basın Koridoru”ndaki yeri ve önemini sorduk. “Öncelikle ‘Basın Koridoru’nda en fazla muhabiri bulunan büro olmakla her zaman gurur duyduğumuzu belirtmeliyim” diyen Salantur, Anadolu Ajansı Parlamento Haberleri Editörlüğü’nün Meclis’in haber değeri taşıyan tüm etkinliklerini izleyip abonelerine aktardığını kaydediyor. 79 Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Nisan 2013’te kabul edilen yasalar Kanun Numarası Kabul Tarihi Başlığı 6456 03/04/2013 Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 6457 03/04/2013 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Ukrayna Bakanlar Kurulu Arasında Hava Ulaştırma Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6458 04/04/2013 Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu 6459 11/04/2013 İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Bağlamında Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 6460 17/04/2013 Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 6461 24/04/2013 Türkiye Demiryolu Ulaştırmasının Serbestleştirilmesi Hakkında Kanun 6462 25/04/2013 Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Yer Alan Engelli Bireylere Yönelik İbarelerin Değiştirilmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Mayıs 2013 80 Tarih Sahnesi 4 Mayıs 1979 - Margaret Thatcher, İngiltere’nin ilk kadın başbakanı seçildi. 4 7 Mayıs 1824 - 1817’de 12 Mayıs 1940 - Efsane tamamen sağır olan Ludwig van Beethoven, Viyana’da 9. Senfoni’yi ilk kez sundu. güreşçilerden Tekirdağlı Hüseyin, Kırkpınar’da altıncı kez başpehlivan oldu. 5 7 8 10 12 14 5 Mayıs 1821 - Fransa İmparatoru Napolyon Bonapart, Güney Atlantik Okyanusu’ndaki Saint Helena Adası’nda öldü. 10 Mayıs 14 Mayıs Günü, ilk kez Amerika Birleşik Devletleri’nin Philadelphia kentinde kutlandı. tek parti dönemi, Demokrat Parti’nin tek başına iktidara gelmesiyle son buldu. 1907 - Anneler 8 Mayıs 1972 - CHP Genel Kongresi’nde Bülent Ecevit’in listesinin kazanması üzerine, İsmet İnönü 33 yıl 4 ay 11 gün sürdürdüğü CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa etti. Mayıs 2013 1950 - 27 yıllık 81 27 Mayıs 1960 - Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koydu. Silahlı Kuvvetler adına ülkeyi yöneten Milli Birlik Komitesi, TBMM’yi ve hükümeti feshederek her türlü siyasi faaliyeti yasakladı. 19 Mayıs 1919 - Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu Müfettişi sıfatıyla Samsun’a ayak basarak Milli Mücadele’yi başlattı. 18 19 24 24 Mayıs 1956 - 7 ülkenin katıldığı ilk Eurovision Şarkı Yarışması İsviçre’de düzenlendi. 18 Mayıs 1944 - Kırım Tatarları, Joseph Stalin tarafından Sovyetler Birliği’nin çeşitli şehirlerine sürüldü. 27 29 29 Mayıs 1453 - Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethetti. Yeni Çağ’ın başlangıcı olan bu fetihle birlikte Bizans İmparatorluğu sona erdi. Mayıs 2013 82 Kuldan öte, kuldan ziyade Şarkıları 13 farklı dile çevrilip seslendirilen Barış Manço hem başarılı bir müzisyen hem de Türk müziğini ve Türkiye’nin adını dünyaya duyuran bir kültür elçisi idi. Pınar Ünsal Mayıs 2013 K orkumuz odur ki kapkara bir dünya isteyenler var aramızda. Tanklar, tüfekler, postallar… Hep vardı mavi gökyüzünü siyaha boyamak isteyenler. Dünyanın bir ressamın paletine ihtiyacı vardı, renkleri yerlerine koyacak; ağaçları, kuşları, çiçekleri boyayacak… Bir perinin değneğine ihtiyacı vardı, huzur dolu bir dünya oluşturacak çocukların ölmediği. Dünyanın Barış’a ihtiyacı vardı… Savaşın ortasında doğmuş Barış, toprak anayla kaya babanın oğlu olarak. İnsan siluetinde bir şeydi… Neydi? Hayalgücü zorlansa da tam bulunamıyor doğru kelime. Haşa, bir melekti demek de doğru değil. Ama şu var ki; bu ademoğlunu sevmeyen hiç mi biri çıkmaz? Müzisyen, gezgin, televizyon programcısı, koleksiyoncu, öğretmen, iç mimar, yazar, filozof... idi Barış bizim bildiğimiz. “Ne köy olur benden ne kasaba” dese de bir şarkısında, Türkiye’nin ve diğer başka ülkelerin ona layık gördüğü pek çok unvanı vardı; Türk Kültür Elçisi, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Sanatçısı, Fransız 83 Edebiyat ve Sanat Şövalyesi, Onursal Hemşehri, Onursal Evlat... Ve 3 binin üzerinde ödül ile plaket, kimisi altın kimisi platin. Ortaokul son sınıfta müzikten ikmale kalmış birinin yıllar sonra çok ün lü bir müzisyen olacağ ı k imin aklına gelir? Liseyi bitirir bitirmez cebinde üç kuruş para, kolunda gitarı, otostopla Avrupa’ya giden ve orada müzik yapacağım diye inat eden birinin nihayet Paris’in dünyaca ünlü salonu Olympia’da konser vereceği… Hem de Türkiye’de adı pek bilinmezken. Müzikle ilgili bir eğitimi yokken Avrupa’da İngilizce ve Fransızca olarak doldurulmuş bir sürü plak çıkardığını kim bilir? 1970 yılında yabancı müzisyen arkadaşlarıyla Türkiye turnesine çıktığını, Doğu-Batı demeden Türkiye’nin hemen her şehrinde konserler verdiğini, yurdum insanı tarafından “Gavura bak ne güzel Türkçe şarkı söylüyor” şeklinde övgüler (!) aldığını… Aynı yıl, yabancı müzisyen çalıştırmak suçundan Antalya’da tutuklandığını? Avrupa macerasına müzik adına atılmıştır belki, ama iç mimarlık da okur Belçika Kraliyet Akademisi’nde. Red Kit’in çizeri Morris’le aynı okuldan, dört sene sonra birincilikle mezun olur. Asterix’in çizeri Goscinny de buradan mezundur. “Müziğimde ne yapıyorsam resimde de aynısını yapıyorum; içimden geçen şeyleri kağıda döküyorum” dese de çizimlerini hiç yayımlamamış Barış Manço. İstemiş, ama ömrü yetmemiş… Barış’a 10 puan, 10 puan… Çocuk kahramanlarından söz açılmışken; yatmadan önce süt içen, arabanın arka koltuğuna oturan, her gün dişlerini fırçalayan, ıspanak yiyen ve bunların hepsini Öğretmen Barış’tan öğrenen 1980-87 arasında doğan nesil için Barış Manço bir hayal kahramanıdır aslında. Uzun saçları, değişik bıyığı, bir sürü yüzüğü, pelerinli-kemerli kıyafetleri ile bu acayip adam (!) olsa olsa bir kahraman olabilirdi zaten; Red Kit, Tenten, He-man gibi. 7’den 77’ye tüm Türk halkının kabul ettiği ve sevdiği imajı yıllar içinde oluşmuş anlattığına göre. Bıyıklarını yüzündeki kesikleri gizlemek için bırakmış 1967 yılında Hollanda’da geçirdiği bir trafik kazası sonrası. Aşağı doğru sarkan bir bıyık olunca saçları kısa güzel durmamış. Saçlarını da uzatmış. “… derken bu saç ve bıyıklar, kravat ve takım elbise üzerinde garip durmaya başladı. Otomatikman elbiseler de başladı aşağı doğru sarkmaya, saçaklar, püsküller falan derken ben kıyafetimi buldum” diye bahsediyor meşhur Mayıs 2013 84 görüntüsünün oluşum sürecinden. İstanbul’da uzun saçları yüzünden polis tarafından çok kovalanmış, ama saçlarını kestirmeyi hiç düşünmemiş Barış Manço. Cumhurbaşkanı olması ihtimali hariç. “Şimdi Türkiye’de 25 milyon çocuk var. Bunlar 2000 yılında büyümüş olacak ve oylarını Barış Abilerine verecekler. Bana ‘Uzun saçlı cumhurbaşkanı mı olur’ diyorlar. Bu kol değil ki keseriz gider.” Barış Manço siyasetle uğraşmayı gerçekten istedi mi bilinmez, ama onun cumhurbaşkanı olduğu bir ülkede yaşamak çok keyifli olurdu eminim. Sekiz farklı dilde kare bulmaca çözebilen; “dünya vatandaşlığı” kavramını benimsemiş; geleceğin büyükleri olan çocukları adam yerine koyan; “İnsanın öğrenmesi gereken ilk dil tatlı dil” gibi güzel sözler söyleyen; hatmi çiçeği, çörek otu, biraz tarçın, bir tutam zencefil ile hazırlanan ve soğuk algınlığına iyi gelen nane-limon çayını halkına öğütleyen bir cumhurbaşkanı… 60’lı yılların başında Haydi ya nasib diyerek çıktığı yolda 600 bin kilometre yol yapmış. Evliya Çelebi misali Barış Çelebi olarak seyyah olmuş gezmiş alemi. Belki de o yüzdendir “Hemşerim memleket nire?” sorusuna “Bu dünya benim memleket” cevabını verişi. Mayıs 2013 Bazı şarkılarının son dörtlüğünde kendine atıf yapması; yaptığı müzik türü progressive rock olsa da bestelerinin Anadolu ezgilerinden beslenmesi; şarkı sözlerinde Anadolu deyim ve atasözlerini olduğu gibi veya değiştirerek kullanması onu bir halk ozanı yapar aynı zamanda. 1988 yılında TRT’de başlayan 7’den 77’ye programını hazırlarken 200’e yakın ülkeyi gezmiş. Hem gezgin hem koleksiyoner olan Barış, gittiği bu ülkelerden çeşitli şeyler toplamış. Fotoğraf makinelerinden oluşan 310 parçalık koleksiyonunu sapa, kulpa, kapağa itibar etmeyip Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Cağaloğlu’ndaki Basın Müzesi’ne bağışlamış. Rockstar kılığında bir ozan Barış’ın yazarlığı Sami Sibemol müstearıyla bir gazetede yazdığı müzik içerikli yazılardan, filozofluğu şarkı sözlerinden ileri gelir. Bazı şarkılarının son dörtlüğünde kendine atıf yapması; yaptığı müzik türü progressive rock olsa da bestelerinin Anadolu ezgilerinden beslenmesi; şarkı sözlerinde Anadolu deyim ve atasözlerini olduğu gibi veya değiştirerek kullanması onu bir halk ozanı yapar aynı zamanda. Muhallebi yerken dişi kırılandan bir yastıkta kırk yıl ömür geçirenlere kadar Anadolu insanıdır şarkılarındaki başroller. “Kara kızım” dediği piyanosunda yüzlerce beste yapmış, müziği, mütevazılığı ve insana saygısıyla adı bu coğrafyanın sınırlarını aşmış uzun saçlı dev adamın en büy ük hayali yine müzikle ilgiliydi; 2023 yılında bembeyaz saçlarıyla Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı yönetmek ve Cumhuriyet’in 100. yılına yazdığı 2023 adlı eserini çaldırmak... “İnsan, adının anılmadığı gün ölür” diyen biri, hala kızı Zehra, komşu kızı Düriye, tatlı komşu Ayşe teyze, emekli Salih öğretmen, kul Ahmet, bir deli oğlan Osman, Nazo Gelin, arkadaşı eşşek ve nicesine can vermişken nasıl ölebilir ki zaten… Simsiyah gece koynuna aldığı gün Barış’ı, o ölmemişti aslında; yaşam denen uykudan uyanmıştı. 12 Mayıs 2013 / Anneler Günü Tüm annelerimizin Anneler Günü’nü kutlarız. Gelincikya ... En çok annemi sevdim ben, incecik esmer bir kadın: Gözleri ışıklı kahverengi, Ege ve dünyalar güzeli. Öptü mü beni, bulutlara çarpardı saçlarım. Elimden tutup Gelincikya’yı gösterdi bana. Bu yüzden olsa gerek, ışıklı kahverengi gözlü kızlar titretti beni hep. Bir de Gelincikya. Fotoğraf: Elif Çelik Özkan Mert 86 Erbay Kücet “Gülmeyi bilmeyen dükkân açmasın.” Çin Atasözü M izah ve nükte denince ilk akla gelen isim Nasreddin Hoca’dır. Ancak siyasette de mizah, hiciv, nükte ve sataşma vardır. Hepsinden önemlisi “kendi kendini eleştirmek” veya başka bir ifadeyle “kendiyle dalga geçmek” vardır. Nasıl hicivde belli bir seviye korunarak inceden inceye eleştiri varsa, siyasette de bir seviye olduğu muhakkaktır. Mizah, düşüncelerin şaka ve takılmalarla süslenip anlatıldığı bir söz ve yazı çeşididir. Bir güldürme biçimi değil, gülerek düşündürme biçimidir de diyebiliriz. Mizahın en geliştiği yerler ise demokratik sistemin yerleştiği ülkelerdir. Bu doğrultuda bakıldığında parlamentomuzdaki siyasilerin mizah dilini çok iyi kullandıklarına da şahitlik etmekteyiz. Politikacılarımızın konuşmalarında destek amaçlı olarak sıklıkla atasözlerimize, fıkralara ve deyimlere yer vermelerinin kültürel zenginliğimize katkı sağladığını burada belirtmek isterim. Siyasilerimizin birçoğunun ciddiyetlerini muhafaza etme amacıyla mizah ve nükteye yer vermediklerini de görmekteyiz. Mizahın dilinin keskin olduğu kadar yumuşatıcı olduğunu bir kere daha ifade ederken, Mayıs 2013 politikacılarımızın ülkemizin barış ve kardeşliğe ihtiyacı olduğu şu günlerde bu dili sıklıkla icra etmelerinde yarar olduğu düşüncesindeyim. Bakınız, yıllarını tiyatroya vermiş usta Nejat Uygur yıllar önce kendisiyle yapılan bir söyleşisinde “Oyunlarımı kurgularken siyasilerden ilham alırım” diyerek nüktenin önemine dikkat çekmektedir. 87 Millî egemen liğ in tecel li et t iğ i TBMM, koyduğu yasalarla, yürütmey i denet leme yet k isiyle, a ldığ ı kararlarla devlet ve toplum hayatını düzenlemektedir. Politik arena olara k isi m lend ireceğ i miz Meclis’te parlamenterlerimizin konuşmaları esnasında belagat ve iletişimi en iyi biçimde icra etmeleri beklenmektedir. Zira parlamentomuz toplumun aynasıdır. Milletvekillerimiz milleti temsil makamındadır. Sıcakkanlı, sevimli ve samimi oldukları kadar zeki ve espri kaynağı olan vekillerimiz konuştukları konuyu daha anlaşılır hale getirmenin yanı sıra az sözle çok şey anlatmak için fıkrayı tercih etmektedirler. Anlatılan fıkra ile taşı gediğine koyanlar kadar “Ne alaka?” dedirtenler de vardır şüphesiz. Politik hayatımızın vazgeçilmezleri arasında bulunan nükte ve hiciv ile ilgili düşüncelerimizi paylaşırken, parlamenterlerimizin başından geçen ilginç ve mizahi olayların anlatıldığı kitaplardan da söz etmek isterim. Fıkra anlatan siyasilerimizin yaşadıklarının bir kısmı da fıkra konusu olabilmektedir. Bu kitapları yazanlar, onlarla birlikte ülkeyi adım adım gezenler veya yaşadıklarından yola çıkarak kendilerini anlatan siyasilerdir. Siyasilerle gezip dolaşırken boş durmayıp yaşadıklarını kaleme alanların başında gazeteciler gelmektedir. Tarihe tanıklık ederken not düşen bu gazetecilerden Tuğrul Sarıtaş, 100 Güldüren isimli eserinde Erbakan, Çiller, Özal, Demirel ve Kenan Evren’le olan hatıralarını nükteli bir dille anlatırken, Fehmi Çalmuk Refahın Gülen Yüzü’yle Erbakanlı günlere tebessümle baktıran gazetecilerimizden. Yıllarını birçok politikacıyı meydanlarda takdim ederek geçiren Zenger Paşa lakabıyla ünlenen Erkal Zenger’in Siyaset Cambazhanesinin Cazgırı isimli kitabında Demirel, Özal, Erbakan ve Ecevit’ten değişik anılara yer verilirken, gazetecilerin de şahitlik ettiği gülünçlüklere tebessüm ediyorsunuz. “Vekilim Beni Tanıdınız mı?” sorusu milletvekillerimizin sıklıkla duyduğu soruların başında gelmektedir. İşte bu soruyu kitabının kapağına çıkaran Barbaros Uzunöner güldüren milletvekili anılarını bir araya getirmiş ve birçok politikacımızla nükteli bir yolculuk yapmamızı sağlamış. Zor Günler Süleyman Demirel’in 12 Eylül sonrasında siyaset sahnesinde yaşadığı zorlukları anlatan ve onun mitinglerinin danışmanlığını yapan Orhan Güler’in kaleminden çıkmış bir eser. TBMM’de Başkanlık Kürsüsü’nde görev ifa eden Habip Kocaman ise farklı bir kitaba imza atmış. Sayın Başkan Lütfen Zabıtlara Geçsin adlı kitabında TBMM Genel Kurulu’nda kürsüden anlatılan fıkraları tutanaklardan araştırarak derleyip toplamış. Okurlarını gülümseten ve hoş vakit geçirten kitapta, parlamentonun mehabetine zarar verilmediği dikkatlerden kaçmamaktadır. Ne diyelim... TBMM’de milletimizi temsil eden vekillerimizin düşünce dünyalarının kültürel hayatımıza katkısı ebediyen sürsün. Mayıs 2013 Kitap 88 Menderes’in Dramı Başvekilim Adnan Menderes Şevket Süreyya Aydemir Celal Bayar (Haz: İsmet Bozdağ) Remzi Kitabevi, 1. Basım 1969, 512 sayfa Truva Yayınları, Mart 2010, 240 sayfa Menderes’ in Dramı, Türk tarihindeki önemli kişileri anlatan kitaplarla ünlenen Şevket Süreyya Aydemir’in detaylı bir Adnan Menderes portresi. Tarihî şahsiyetlerin bir değer taşıdığı takdirde kendi sorumluluklarıyla tarih sahnesine atılacağını savunan yazar, Adnan Menderes’in çocukluğundan hayat boyu süren yalnızlığına, hastalıklarından idamına kadar baştan sona bir dram olan hayatını ele almış. Demokrat Parti’nin kuruluş ve zafer günlerinin detaylandırıldığı kitapta Celal Bayar-Adnan Menderes ilişkisine dair birçok bilgi ve mektup da yer alıyor. Yassıada günlerinin anlatıldığı bölüm ise Türkiye’nin karanlık günlerinin acı tecrübesini gözler önüne seriyor. Geçtiğimiz mart ayında hayata gözlerini yuman İsmet Bozdağ, Adnan Menderes biyografisi için yaptığı hazırlıkların bir kısmını ayrı bir kitap olarak okura sunmuştu. Menderes’e en yakın isimlerden biri olan Celal Bayar’la yapılan görüşmeler sonucu ortaya çıkan bu kitap, yakın tarihimize birinci elden bakma imkanı tanıyor. Celal Bayar, Adnan Menderes’le tanışmasından son görüşmesine kadar yaşadıklarını bir bir anlatmış. Kitabın en önemli özelliği bu değil. Türkiye-Amerika ilişkileri, Soğuk Savaş günleri ve dönemin kalkınma politikaları gibi Türkiye’nin iç ve dış siyasetine dair bilgiler de içeren kitap, aynı zamanda bugünleri anlamamıza da yarayacak. 27 Mayıs’tan Yassıada Mahkemelerine Menderes 27 Mayıs – Masallar ve Gerçekler Recep Şükrü Apuhan Mehmet Arif Demirer Timaş Yayınları, Haziran 2007, 288 sayfa Toplumsal Yayıncılık, 2012, 720 sayfa Resmî Tarihi Değiştirecek Gerçekler. Kitabın alt başlığı bu. “Adnan Menderes’i Yassıada’ya götüren neydi?” sorusunun cevabı Recep Şükrü Apuhan’a göre ancak daha gerilere giderek anlaşılabilecek bir şey. Yazar, bu arayış içinde Cumhuriyet’e giden yolda neler yaşandığını, tek parti dönemini, Demokrat Parti’nin kuruluşunu ele alarak 27 Mayıs’ı anlamaya çalışıyor. Yassıada günlerine dair birçok üzücü hikayenin anlatıldığı kitapta dönemin cumhurbaşkanının, başbakanının, bakanlarının, milletvekillerinin hatta muhtarlarının gördükleri muamele tüyler ürpertici. Kitabın son bölümünde ise 27 Mayıs’ın ve Yassıada’nın tanıklarından Demokrat Parti Milletvekili Gıyaseddin Emre’yle yapılan söyleşi, yakın tarihimizin kör düğümlerini çözmeye çalışacaklara bol miktarda bilgi sunuyor. Mayıs 2013 Dördüncü Menderes Hükümeti’nin Ulaştırma Bakanı Arif Demirer’in oğlu Mehmet Arif Demirer, çok titiz bir çalışmaya imza atmış. Adnan Menderes’e ithaf edilen kitapta ilk göze çarpan 27 Mayıs’ı gerçekleştiren Millî Birlik Komitesi üyelerinin darbeyle ilgili makaleleri, söyleşileri ve kitaplarından yapılan alıntılar. Çarpıcı görüşlerin derlendiği bu bölüm özellikle ilgi çekici. Bunun yanı sıra Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle başlayan “Türkiye’nin en uzun on yıl”ı ilginç detaylar verilerek ele alınmış. 6-7 Eylül olayları, dönemin manşetleri, mektuplar ve küçük hikayelerle dolu dolu bir kitap hazırlayan yazar, yakın tarihin en belirleyici yıllarına dair defalarca başvuracağımız bir kaynak sunuyor. Film 89 Les Misérables - Sefiller Yönetmen: Tom Hooper Oyuncular: Helena Bonham Carter, Russell Crowe, Hugh Jackman, Anne Hathaway Sinema dünyası edebiyat uyarlamasından asla vazgeçmeyecek gibi gözüküyor. Sefiller filmi bu geleneğin son örneği. Yalnız bu, ilk Sefiller değil. Victor Hugo’nun bu meşhur başyapıtı daha önce biri Türk yapımı olmak üzere toplam altı kere filmleştirildi. Bu günlerde Türkiye’de gösterimde olan ise 1987’de aynı isimle kurgulanıp sahnelenen müzikalin sinemaya uyarlanmış hali. Yönetmen Tom Hooper, televizyon dizilerinden sinemaya transfer olan; genç sayılabilecek bir yönetmen. 2010 yılında gösterime giren The King’s Speech (Zoraki Kral) filmiyle övgüler alan yönetmen, bu sefer oyuncu kalitesini de artırarak yine başarılı bir iş çıkarmış. Konu şöyle: Bir somun ekmek çaldığı için hapse giren Jean Valjean (Hugh Jackman), şartlı tahliyesini aldıktan sonra herkesin ona kötü davranmasından mustarip bir Fransızdır. Bir yandan şartlı tahliyesini kollayan müfettiş Javert’den kaçan, bir yandan da yeni bir hayat kurmaya çalışan Valjean, yirmi senelik kaçış sonrasında kendini 1830 Temmuz Devrimi’nin içinde bulur. Passion – Öldüren Tutku Senaryo : Brian de Palma Yönetmen: Brian de Palma Oyuncular: Rachel McAdams, Noomi Rapace Brian de Palma ismi aklımıza hemen efsane film Scarface’i (Yaralı Yüz) getiriyor. Şimdiye kadar birçok filme imza atan usta isim, istikrarlı bir yönetmen sayılmaz pek. The Untouchables (Dokunulmazlar) ve Carlito’s Way (Carlito’nun Yolu) gibi müthiş filmler yapan Brian de Palma, bu başarısını gölgeleyecek filmler de yaptı. Gerilim ve erotizm üzerine kafa yoran yönetmen action filmlerinin başarısını gösteremedi henüz. Fransız Yönetmen Alain Corneau’nun Love Crime filminin uyarlaması olan Passion’ın konusu şöyle: Genç bir iş kadını olan Isabelle (Rachel McAdams) danışmanlık yaptığı patronu Christine’a (Noomi Rapace) karşı çok düşkün, naif bir kadındır. Patronun genç kadının projesini çalmasıyla başlayan gerilim, Isabelle’in cinayete kadar varacak bir plan hazırlığına girmesine sebep olur. Ama Christine’ın da planları vardır ve katille maktul birden yer değiştirir. Sıradışı tarafları ve Rachel McAdams’ın neden gözde bir oyuncu olduğu sorusuna verdiği cevap filmi izlenmeye değer kılıyor. Warm Bodies – Sıcak Kalpler Senaryo : Jonathan Levine Yönetmen: Jonathan Levine Oyuncular: Nicholas Houlth ,Teresa Palmer, John Malkovich Warm Bodies (Sıcak Kalpler) genç yönetmen Jonathan Levine’in yeni zombi filmi. Klasik zombi filmlerinden farklı bir yapıya sahip olan Sıcak Kalpler’in merkezinde aşk var. Yalnızlıktan ve ölümden yakınan bir zombinin öldürdüğü birinin kız arkadaşına âşık olmasıyla başlayan hikaye diğer zombilerin de bundan etkilenmesiyle ilginç bir yöne kayıyor. Yönetmen, ölülüğünü sorgulayan dahası âşık olan bir zombi fikriyle sağlam bir nokta yakalamış. Modern bireylerin günlük hayatlarını saran duygusuzluk ve maddi düşkünlüğün (zombinin bitmeyen açlık duygusu) ele alınacağı hissi veren ilk sahnelerden sonra film sıradanlaşıyor ve Hollywood’un gençlik filmlerini andıran bir basitliğe yöneliyor. Film yakaladığı nokta üzerinden iyi işlenen bir senaryoya sahip olsa dünya sinemasında yer edecek bir zombi filmi izlemiş olacaktık. Maalesef bu fırsatı tepen bir yapım olmuş. Mayıs 2013 Müzik 90 Tanbur ve Viyolonsel Taksimleri Yaylı tanburun mucidi, Türk müziğinin en önemli isimlerinden Tanburi Cemil Bey’in kendi gibi Mesud Cemil müzisyen olan oğlu Mesud Cemil’in TRT Arşiv Serisi Tanbur ve Viyolonsel Taksimleri, TRT Arşiv serisinde kendine yer bulan çalışmalar arasında. 1940-1955 yılları arasında Ankara ve İstanbul Radyosu tarafından doldurulan taş plak kayıtlarından oluşan albüm, Türk musikisine duyduğumuz özlemi hatırlatıyor adeta. Bizleri günlük hayatın telaşından sıyırıp götüren bu albüm, vazgeçilmezler arasındaki yerini çabucak alacağa benziyor. Değişik makamlarda icra edilen taksimler titizlikle seçilmiş. Tanburi Cemil Bey’in “Kürdili Hicazkar Peşrevi” ve Benli Hasan Ağa’nın “Rast Saz Semaisi” ise albümde ayrıca yıldızı parlayanlardan. An Acoustic Evening at the Vienna Opera House Önceleri, memleketi ABD’de en genç blues gitaristlerinden biri olarak tanınan Joe Bonamassa, bugün dünya çapında sevilen bir blues sanatçısı. Dört yaşındayken dinlediği Stevie Joe Bonamassa Ray Vaughan sayesinde gitara gönül J&R Adventures veren Bonamassa henüz on iki yaşındayken konserlere çıkmış ve Eric Clapton, B.B. King, Beth Hart gibi ustalarla çalışmış bir isim. Avrupa’nın en seçkin müzikhollerinden biri olan Viyana Operası’nın büyüleyici atmosferinde dinleyicilere “akustik bir gece” yaşatan Bonamassa’ya geleneksel ezgiler ve banço, keman, armonyum, mandola, arp, akustik gitarlarla dört müzisyen daha eşlik ediyor. Bonamassa’nın “Sloe Gin”, “Jelly Roll”, “Around the Bend” gibi sevilen şarkıları akustik ve country-blues tarzında icra ettiği konser DVD, BlueRay ve CD olarak piyasaya sürülmüş. J&R Adventures etiketi taşıyan albüm, Viyana Operası’ndaki “akustik gece”yi evinde yaşamak isteyen blues severler için... Mayıs 2013 Duets Paul Anka Farklı sanatçılardan dinlediğimiz ve hafızalarımıza kazınmış Sony Legacy birçok şarkının Paul Anka imzası taşıdığını pek azımız bilir. 1950’lerin sonu ve 60’larda “Diana”, “Lonely Boy”, “Put Your Head on My Shoulder” gibi şarkılarla ün yakalayan Anka, ilk kırkbeşliğini on dört yaşında kaydetmiş ve müzik listelerinde üst sıralara yerleşerek bir gençlik idolü haline gelmiş. Paul Anka’nın Sony Müzik etiketiyle çıkan albümü Duets, sanatçının söz veya bestelerini yazdığı, ama başka sanatçıların sesinden tanıdığımız eserleri “düetler” olarak sunuyor. Frank Sinatra ile “My Way”, Dolly Parton ile “Do I Love You”, Michael Jackson ile “This Is It”, Tom Jones ile “She Is a Lady”, Celine Dion ile “It’s Hard to Say Goodbye” düetleri albümün öne çıkan parçalarından. Itrî & Bach “Müzik evrenseldir” sözü pek meşhurdur. Doğrudur belki, ama Ertan Tekin, Murat müzik vatansızdır diyemeyiz. Aydemir, Çağ Erçağ Türk müziği ile Batı müziğinin en önemli isimlerinden ikisi, Itrî Kalan Müzik ve Bach. Bu iki ustanın nefesi, kendilerinden sonra gelen müzisyenlerin ensesindedir; bu, örneğin hem Zekai Dede Efendi hem de Beethoven için geçerlidir. Peki, Itrî ve Bach bir arada nasıl olur derseniz; cevabı Kalan Müzik’ten çıkan ve kaçırılmaması gereken bir albüm. Dudukta Ertan Tekin, tanburda Murat Aydemir ve viyolonselde Çağ Erçağ iki büyük besteciye ait ezgileri bir arada icra ederek müziğin zenginliğini tattırıyor dinleyiciye. Oldukça riskli bir işi göze alan ve bu buluşmanın getirdiği yenilikleri bizlere sunan Ertan Tekin, Murat Aydemir ve Çağ Erçağ’ın bu çalışması, müzik anlayışına bambaşka bir boyut kazandıracağa benziyor. Televizyon 91 Meclis Taksi son sürat... GEÇTIĞIMIZ yıllarda TRT, “Politika Kulvarı” gibi programlarla milletvekillerini farklı gö- rüntülerle ekrana taşımıştı. Yıllar geçse de birçok insanın çok net hatırladığı programlardır bunlar. Hiç de asık yüzlü olmayan vekillerin yaptıkları “politik” espriler ve ilginç diyaloglar renkli görüntüler ortaya çıkarıyordu. Şimdilerde ise TRT Haber kanalı her pazar ilginç bir programa yer veriyor. Siyaset dünyasının ünlü isimlerini konuk eden Meclis Taksi, milletvekilleri ve bakanları bir taksinin şoför koltuğuna oturtarak izleyiciye sürprizler yaşatan eğlenceli bir program. Taksi şoförlüğüne soyunan vekiller müşteri aramaya koyulup bazen trafikle, bazen yolların karmaşıklığıyla didinirken onları tanımayan müşterilerle yaptıkları sohbet seyirciyi kahkahaya boğuyor. Tabii bazen de müşteriler tanıdıkları vekillerden ilginç isteklerde bulunarak programa renk katıyor. Kayseri Milletvekili Mustafa Elitaş Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım Maliye Bakanı Mehmet Şimşek Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin İstanbul Milletvekili Sabahat Akkiray Mayıs 2013 92 Vekiller Ne Okuyor Ne İzliyor Mustafa Ataş AK Parti İstanbul Milletvekili AĞIRLIKLI olarak siyaset ve tarih kitapları okuyorum. En son Ateş İlyas Başsoy’un AKP Neden Kazanır? CHP Neden Kaybeder? adlı kitabını okudum. Müzikte tercihim Türk Halk Müziği ve Türk Sanat Müziği. Albümlerini keyif le dinlediğim isimler arasında Fatih Kısaparmak ve Uğur Işılak’ı sayabilirim. Fotoğraf çekmek benim için vazgeçilmez bir tutku. Fotoğraf makinemi yanımdan ayırmıyorum. Her hafta sonu iki ilimize gidip doğal güzellikleri, tarihî mekanları fotoğraflıyorum. Daha önce fotoğraf sergileri açtım. Yoğun çalışma tempomuzdan fırsat bulduğumda yeni bir sergi açmayı düşünebilirim. Ramazan Kerim Özkan CHP Burdur Milletvekili YOĞUN siyasi çalışmalarımdan fırsat buldukça kitap okumaya ve tiyatro izlemeye zaman ayırmaya çalışıyorum. Genellikle siyasi, güncel ve yakın tarihi anlatan kitaplar okumayı tercih ediyorum. En son Tevfik Yener’in İstanbul Aşk Ekmek Hayal k itabını okudum. 1955’li yılların siyasi, sanatsal, hat t a sporla i lgili gelişmeleri ile Beyoğlu, İstanbul ve Türkiye’nin değişimini anlatıyor. Geçen günlerde Ankara Ekin Tiyatrosu’nun sahnelediği “Söz Meclis’ten İçeri” adlı tiyatro gösterisini izledim. Bu vesileyle eserin yazarı rahmetli Uğur Mumcu’yu saygıyla anıyorum. Mayıs 2013 Lütfü Türkkan MHP Kocaeli Milletvekili EN son Gazeteci-Yazar Uğur Becerikli’nin Konstantiniye’nin Gülü adlı romanını okudum. Kitapta Fatih’in oğlu Sultan II. Bayezid dönemindeki İstanbul anlatılıyor. Tarihî bir roman olmasının ötesinde dokunaklı bir aşk hikayesi... Kitabın kahramanı Vedat Ağa, bugünkü Bakanlar Kurulu gibi düşünebileceğimiz Divan’da görevli bir saray yetkilisi. Sevgilisi Renan ise Harem’deki kadın memurlardan biri. Kitapta gerçek ile kurgu iç içe. Örneğin büyük İstanbul yangını, Cem Sultan meselesi, Leonardo Da Vinci ile Christoph Colomb’un İstanbul’a gelişleri gibi ilginç konular var. Sürükleyici ve etkileyici bir roman; insan eline alınca bırakamıyor. Son dönemde Mustafa Balbay’ın Balkanlar adlı kitabını da okudum. Sinemaya stresten kurtulmak için gidiyorum. Bu nedenle asla gerilim filmlerini izlemiyorum. En son Cem Yılmaz’ın “Fundamentals” ve Özcan Deniz’in “Evim Sensin” adlı filmlerini seyrettim. Otantik müzikleri seviyorum. Son olarak Kardeş Türküler’in “Çocuk Haklı” ve Melihat Gülses’in “Tuna’ya Hasret” adlı albümlerini aldım. Ruhsar Demirel MHP Eskişehir Milletvekili EN son Cemil Oktay’ın “Hum” Zamirinin Serencamı adlı kitabını okudum. Genellikle tarihî biyografiler ile araştırma kitaplarını tercih ediyorum. Şu sıralar Aslıhan Erkişi’nin “Neveser” albümünü dinliyorum. Döneminin en önemli kadın bestekarlarından Neveser Kökdeş’in eserlerinden oluşan bir albüm. Büyük bir beğeniyle dinliyorum. Fatih Erkoç’un “Babamdan Miras” isimli CD’si de çok güzel. Canlı performans olarak geçen sene İstanbul’da Tom Jones konserini izledim. Sinemada en son “Anna Karenina”yı seyrettim. Bu aralar “Hitchcock”a gitmeyi çok istedim ama çalışma tempomun yoğun olması nedeniyle fırsat bulamadım. 93 Ahmet Arslan Vahap Seçer SON dönemde okuduğum k itaplardan biri Beyazıt Akman’ın Dünyanın İlk Günü adlı romanı. Fatih Sultan Mehmet’in çocukluğundan başlayarak nasıl eğitildiğini, İstanbul ’un fethini, Fatih ’in yerleşik halka yaklaşımını ve ölüm sürecini anlatıyor. İskender Pala’nın Efsane’si, Ahmet Turgut’un Kerbela - Aşkın Şehidi adlı eseri ve Sadık Yalsızuçanlar’ın Hasan Harakanî ile ilgili kitabı Cam ve Elmas arka arkaya okuduğum kitaplar. Tarihî romanları seviyorum. Sinemaya oğlumla birlikte gidiyorum. Yıllardır pek çok filmi beraber izledik. Müzik konusunda ilk tercihim ise Türk Halk Müziği. ŞU sıralar Amin Maalouf’un Doğu’dan Uzakta adlı kitabını okuyorum. Gençlik yıllarının en güzel dönemlerini bir arada geçiren, farklı dinlerden olsalar da hayalleri ve umutları ortak bir grup arkadaşın, ülkelerinde başlayan iç savaştan sonra farklı yerlere dağılmalarını ve yıllar sonra eski arkadaşlarından birinin cenazesi sebebiyle yeniden ülkelerine dönmelerini anlatan bir roman. Aslında kitabın tanıtımında da belirtildiği gibi bir “yüzleşmenin” romanı. Lübnan’daki iç savaşın acı sonuçları ve insanların ruh iklimi bir oya gibi işleniyor kitapta. Hep bir geç kalmışlıktan söz ederiz ya, Maalouf da bunu bir kez daha bize hatırlatıyor. Başucu kitaplarımın en önemlilerini yakın dönem dünya ve Türkiye tarihi kitapları oluşturuyor. Tarih ve felsefe okumaktan büyük keyif alıyorum. Ayrıca dünya klasiklerini ayrı ayrı dönemlerde yeniden ve yeniden okumayı çok seviyorum. Müziğin dünyanın her tarafında anlaşılan ve ortak duygulara seslenen bir niteliği var. Dolayısıyla müziğin bizlere anlatmak istediği şeyler sadece kelimelerle ya da enstrümanlarla sınırlı değil. Bu nedenle bize yüzyıllar öncesinden seslenen bestecilerin eserlerini dinlemekten, yani klasik müzikten büyük bir zevk alırım. Hemen hemen bulduğum her ortamda klasik müzik dinlerim. AK Parti Kars Milletvekili Dilek Yüksel AK Parti Tokat Milletvekili İYI bir kitap okuruyum. Şu sıralar başucumda bulunan üç kitap var. Mine Alpay Gün’ün Kadın Fotoğraf ları, farklı kadın portrelerini, bugüne kadar gün ışığına çıkmamış hikayeleri bizlerle paylaşıyor. Yasemin Dutoğlu’nun Ak Zambaklar Şehri Tokat adlı eseri Tokat’ın tarihini anlatıyor. Keyifle okuduğum, tavsiye edeceğim bir kitap. Ali Çimen’in Kırık Heykel’i de yakın zamanda okuduklarım arasında. Kitap tercihlerim o anki ruh halime göre değişiyor. Örneğin bir dönem sıklıkla tarih kitapları okudum, bir dönem romanlara ağırlık verdim. Kitap okumanın yanı sıra film izlemeyi de seviyorum. Hem sinemaya gidiyorum hem DVD izliyorum. Haftada iki gün mutlaka film seyrediyorum. Sinemada en son “Çanakkale Yolun Sonu”nu izledim kızımla birlikte. Kısa süre önce seyrettiğim filmlerden biri “Taare Zameen Par”. Öğretmenin bir öğrencinin hayatında hangi sayfaları açıp kapayabileceğine dair güzel bir Hint filmiydi. Oscar ödüllü Denzel Washington’un rol aldığı “Flight” son izlediğim filmler arasında. İyi bir müzik dinleyicisiyim. Özellikle Türk Sanat Müziği ve tasavvuf müziğini seviyorum. Şu sıralar Aslıhan Erkişi’nin “Neveser” adlı albümünü dinliyorum. Yabancı sanatçılar arasında ise Adele’i beğeniyorum. CHP Mersin Milletvekili Mehmet Günal MHP Antalya Milletvekili GENELLIKLE siyaset ve uluslararası ilişkilerle ilgili kitaplar okuyorum. Akdeniz Parlamenter Asamblesi Türk Grubu üyeliğim dolayısıyla yurt dışı programlarımız oluyor. Bu nedenle özellikle uluslararası ilişkiler, ülke tarihleri ile ilgili yabancı yayınları takip ediyorum. Yoğun çalışma tempom dolayısıyla sinemaya gitme fırsatını pek bulamıyorum. Müzik dinlemeyi seviyorum. Benim için Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği’nin yeri ayrı. Orhan Hakalmaz ve Ahmet Şafak, beğenerek dinlediğim sanatçılar arasında yer alıyor. Mayıs 2013 94 sosyalmedya gunlukleri “KENDINI bir ağaçla yaşat” projesiyle gönüllüler ve engelliler ağaç dikti... @baydemirosman CAZ bir şehre dönüşseydi bu İstanbul ÇAYYOLU, Ankara’da Bahar... Kirazlarımız olurdu; İstanbul bir müziğe dönüşseydi adı caz olurdu. çiçek açtı... @SIRIN_UNAL @omerrcelik BÜTÜN nehirleri birleştiren bir tek köprü vardır SELAM HIÇBIR başarı tesadüfî değildir. Herkes @BelmaSatir başarının vitrine yansıyan görüntüsünü fark eder de, “mutfak çalışması”nı bilen bilir! @necdetunuvar KIRIM’DA dostlarımızla, soydaşlarımızla bir araya geldik. Büyüklerimizin ellerini öpüp hayır dualarını aldık. @ismail_safi İLK mesleğim İSVIÇRE’DE hava güneşli. Bu hava insanlara da bulaşsa! Haydar Ergülen’in dizeleri gibi: “Haziran güneşini kiraladım / Aramıza soğukluk girmesin diye” İsviçre’de insanlar biraz soğuk ve mesafeli ama burada yaşayan 120 bin vatandaşımız onların davranış kodlarını da etki altına alır bence... BURDUR milletvekilimiz Ramazan Kerim Özkan ile birlikte Beypazarı’nda, hayvan pazarını ve ilçe pazarı esnafını ziyaret ettikten sonra Beypazarı muhtarları ile sohbet ettik. @vekilince @AylinNazliaka facebook.com/izzetcetin.chp Mayıs 2013 95 https://twitter.com/CahitBagci Cahit Bağcı @CahitBagci Sosyolog, AKPARTİ Çorum Mlv. Sogiologist, MP, Justice & Development Party, TR Ankara Twitter’ı aktif biçimde kullanan siyasetçilerimiz arasında ilk sıralarda yer alıyorsunuz. Twitter’ı ne zamandır ve gün içinde hangi sıklıkla kullanıyorsunuz? Uzun süredir sosyal medya araçlarından Facebook’u kullanan birisiyim. Bu açıdan Twitter’a geçişim biraz zor oldu. Yaklaşık 9 aydır da Twitter kullanıyorum. Son günlerde tweetlerin Facebook’ta paylaşılması ile aslında ikisi bir koldan biraz daha aktif kullanılmaya başladı. Herkes gibi bazen tweet atarak bazen de “retweet”lerle kullanıcılığımı sürdürüyorum. Sosyal medya sizin için ne ifade ediyor? Diğer sosyal paylaşım siteleri de ilgi alanınıza giriyor mu? Sosyal medya bizim gibi toplum önünde olan insanlar için yeni bir iletişim biçimi, bir çeşit halkla ilişkiler yöntemi, 2. sekretaryamız gibi. Sosyal medyayı bir iletişim ortamı bilinciyle kullanıyorum. Ancak sosyal medya araçları da hızla çeşitleniyor, takipte zorlanmadığ ımı söyleyemem. Facebook ve Twitter’a Blog, LinkedIn, WhatsApp, WeChat vb. yeni iletişim biçimleri eklendi. Bir sosyal bilimci olarak da sonunun nereye varacağını merak ediyorum. Şimdilik Facebook ve Twitter aracılığıyla seçmenlerimle, hemşehrilerimle, arkadaşlarımla ve dostlarımla iletişim kurabiliyorum. Siyasi çalışmalarımı, güncel hadiselere ilişkin görüş ve düşüncelerimi kolayca kitlelere ulaştırabiliyorum. Ancak pek çok soru ve sorunu da içeren bir sanal alemin varlığını; sosyal medyanın giderek kirlendiğini ve bireylerin özel alanını tehdit eder duruma geldiğini görmezden gelemeyiz. Bu konu uzun ve pek çok felsefi tartışmayı da barındırmaktadır. Üzerine çok makale, tez, kitap yazılmaktadır ve yazılacaktır. Sizce siyasetçilerin sosyal paylaşım sitelerini etkin ve doğru olarak kullanması ne gibi bir önem taşıyor? Sosyal medyayı doğru ve etkin kullanmak gerçekten çok önemli. Bu açıdan yaşam koçluğu, sosyal medya uzmanlığı ve danışmanlığı gibi meslekler de doğmaya başladı. Sosyal medya, “kullanıcıların ürettiği” içerik nedeniyle zaman zaman kitlesel dalgalanmalara ve bilgi kirlenmelerine neden olmaktadır. Bu açıdan sosyal medya üzerinden tarafıma gelen mesajların tamamına kendim cevap vermeyi tercih ediyorum. Biraz yorucu oluyor, ama bunu ilkeselleştirmek de gerekir. Sosyal medyanın henüz bir hukuku da oluşmadığından sorunlar yaşamaya devam edeceğiz. Örneğin sahte hesaplardan gelen mesajlar biz siyasetçilerin ana sorunlarından birisi. Sosyal paylaşım ortamında ilginç anılarınız oldu mu? Sosyal paylaşım siteleri üzerinden bizlere gelen bazı mesaj ve taleplerin diğer meslektaşlarımıza da gönderildiğini öğreniyoruz. Bu tür tacizler tabii ki üzücüdür. Son bir hadise üzerinden örnek vereyim. Bir Facebook paylaşımı üzerine bir takipçimin yazdığı ilgisiz yorum nedeniyle neredeyse bütün takipçilerimin tahrik olduğunu, durumun karşılıklı atışmalar ve hakaretlere varan sanal bir kavgaya dönüştüğünü gördüm ve üzüldüm. Birbirini hayatta hiç görmemiş, karşılıklı oturup konuşmamış insanların bu sahte kabadayılıkları ve dijital şövalyelikleri sanal âlemin ana sorunlarından birisi. Zamanla herkes kendi yolunu, tarzını ve sınırlarını belirleyecektir. Mayıs 2013 Unutmayacağ ız ... Yasin Cengiz Gökçek 16. Dönem Gaziantep Milletvekili Cengiz Gökçek, 1934 Gaziantep Araban doğumludur. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamlayan Gökçek, serbest avukatlık ile Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı görevlerinde bulundu. 24 Nisan 2013’te vefat eden Gökçek’in cenazesi, 25 Nisan Perşembe günü Bursa Nilüfer Fatih Sultan Mehmet Camii’nde öğle namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından Hamitler Şehir Mezarlığı’nda toprağa verildi. İlyas Kılıç 16. Dönem Samsun Milletvekili İlyas Kılıç, 1921 Trabzon Sürmene doğumludur. Harp Okulu’nun ardından yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamlayan Kılıç, Ankara Uçuş Tümen Radar Subaylığı, Dışişleri Bakanlığı Hukuk Müşavirliği, Millet Meclisi Başkanlık Divanı Kâtip Üyeliği ve serbest avukatlık görevlerinde bulundu. 20 Nisan 2013 tarihinde vefat eden Kılıç’ın cenazesi 22 Nisan Pazartesi günü TBMM’de düzenlenen törenin ve Samsun Merkez Büyük Camii’nde ikindi namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Nisan ayında aramızdan ayrılan arkadaşlarımız için Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyor, kederli aileleri için kalpten duygularla sabr-ı cemîl niyaz ediyoruz. Parlamento Hakimiyet Milletindir Mayıs 2013 Sayı: 3 Ayl ı k sürel i yay ı n Hakimiyet Milletindir Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç: Gençliğe güveniyorum Rahmetle anıyoruz... Burhan Apaydın ile son söyleşi Çok darbeli siyasi hayata geçiş: Mayıs 2013 Sayı: 3 27 MAYIS ISSN 2147-6616 9 772147 661000 03