07 - Dergi Bursa

Transkript

07 - Dergi Bursa
Şubat - Mart 2012
Fiyat›: 7 TL
07
www.dergibursa.com.tr
K E N T
R E H B E R İ
V E
Y A Ş A M
D E R G İ S İ
Cumhuriyet hafızasına yolculuk
AYI - SEYAHATNAME’DEKİ BURSA - BURSA’DA DOLANAN SEVGİ TANELERİ
“PARA”NORMAL SEVGİ - EN SEVGİLİ KELİME - SALVADOR DALI - MEHMET TURGUT
AŞKIN MEYVESİ - SICAK ŞARAP - ERİC CLAPTON - ANTAKYA - VENEDİK - SEVGİ
1
2
3
editör notu
“Bu şehri sevmekle
başladı her şey”
Dergi Bursa yola çıkarken aklımızdan geçen tek bir şey vardı.
“Bursa’ya yaraşır, okunan ve insanların sevgisini kazanmış” bir
yayın olmak…
Acısıyla tatlısıyla tam bir seneyi
geride bırakırken, içeriğimizin özüne
yansıttığımız duygu bu sebeple
manidar; “sevgi…” Bizi seven herkese
minnettarız, hayalimiz sizin sayenizde
gerçek oldu.
“Bir insanı sevmekle başlar her şey”
der Sait Faik Abasıyanık.
“Sevmek insanın kendi kendini
aşmasıdır” der Oscar Wilde.
“Gerçekten sevenler, karşılık
beklemeden severler” der
Ahmet Hamdi Tanpınar.
“Sevmeye başlayınca eskisinden
bambaşka bir insan olduğumuzu
anlarız” der Pascal.
Sevgi ile ilgili çok söz söylenmiş,
üzerine binlerce kitap yazılmış olabilir.
Aklıma gelen onca uzun cümleye
rağmen, lafı dolandırmak istemem.
Herhalde bu işin “pir”leri bizlerden
iyi birkaç kelam söylemiştir diye
düşünerek, sevgi ile ilgili hem kendi
arşivimi, hem dostlarımın akıllarına
gelenleri hem de küçük çapta yaptığım
araştırmaların meyvelerini size sunmak
istedim. Ustalara saygı da diyebilirsiniz.
Aralarında çok kararsız kalsam da
sevgi gibi yüce bir duygunun özüne en
çok yakışanları seçmeye gayret ettim.
“Cehennem, gönüllerde sevme
kabiliyetinin kalmamasıdır” der
Dostoyeveski.
Ve son olarak “Şah bile sevgiye
köledir” der Mevlana.
“Yaşamı sevmenin en iyi yolu birçok
şeyi sevmektir” der Vincent Van Gogh.
“Amaç sevgi uğruna ölmek değil,
uğrunda ölünecek sevgi bulmaktır”
der William Shakespeare.
“Sevmek acı çekmektir, sevmemekse
ölmek” der Aristoteles.
Aşk
Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı
Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı
İstanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların
4
Ve tabi Ülkü Tamer’in hakkında “Tanrı
bin birinci gece şairi yarattı, bin ikinci
gece Cemal’i” dediği Cemal Süreya’nın
“Sevda Sözleri”ni de atlamamak
gerekir;
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik
Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu
İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük
Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzellik.
(1954) Cemal Süreya
ır
k
a
Ç
n
i
g
En
5
arka plan
Yıl: 2 Sayı: 7 / Şubat - Mart 2012
ISSN: 2146 - 1457
Yerel Süreli Yayın (2 Aylık)
www.dergibursa.com.tr
İmtiyaz Sahibi ve Yayın Yönetmeni
Engin Çakır (Sorumlu)
[email protected]
Yazarlar
A.Kadir Kılınç, Celil Sezer, Dilek Şen,
Emine Civanoğlu, Erdinç Tuğcu, Gözde Aral,
Hakan Akdoğan, Melih Karaer, M.Ömür Akkor,
Nazan Aşkalli, Nazlıhan Ergin Şevik,
Özlem Şenkoyuncu, Özgür Çakır,
Serkan Duru, Sezai Evans
Uzman Yazıları
Psk.Ayşegül Alkış, Dr. Cihan Sert,
Özgür Akkaya Erdemol, Op. Dr. Servet Yetgin,
Op. Dr. İ. Özgür Şanlı, Dt. Tolga Ağca,
Ecz. Tunca Toker
Yayın ve Reklam Koordinatörü
Emine Korku
[email protected]
Grafik Tasarım
Photo Graphica Creative
[email protected]
Enise Güleryüz
Fotoğraf
Demet Argun Güngör,
Engin Çakır, Özgür Çakır
Çorbada Tuzu Olanlar
Aise Amet, Ahmet Erdönmez,
Esin Şuekinci, Saffet Yılmaz,
Sercan Berberoğlu, Yücel Zorlu
Reklam İletişim / Abonelik
[email protected]
[email protected]
T. (0224) 233 87 11
6
www.dergibursa.com.tr
Yayıncı / Yapımcı / Yönetim
Baskı
Dağıtım
www.ozgun-ofset.com
Çekirge Mah. Selvili Cad.
No:12 Çelebi 2 Apt.
D.1 Osmangazi / BURSA
T. (0224) 233 87 11
www.photographica.com.tr
[email protected]
www.seckurye.com
Dergi Bursa, Photo Graphica tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır.
Dergi Bursa’nın isim ve yayın hakkı Photo Graphica’ya aittir. Yayımlanan yazı, fotoğraf ve
konuların her hakkı saklıdır ve tüm sorumluluğu eser sahiplerine aittir. İzin alınarak ya da kaynak
gösterilerek alıntı yapılabilir. Reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir.
Dergi Bursa, “Basın Meslek İlkeleri”ne uymaya söz vermiştir.
7
plan
plan
bursa dokusu Cumhuriyet hafızasına yolculuk
10
tek karede Bursa
Spor dolu bir kar sevgisi
12
detay
Şehirde dolanan sevgi taneleri
22
tema
Her şeye rağmen sevmek
28
kitabi
Ben biliyor muyum ki sevmeyi - Emine Civanoğlu
30
fotoğrafa yazı
Sevgili Zekiye Hanım - Celil Sezer
32
kavram defteri
Baba - oğul sevgi değerlendirmesi - Hakan Akdoğan
34
Türkçe sözlüğü
Dilbilgisi
36
detaylı bakış
“Para”normal sevgi
38
g.zaman kipinde
En sevgili sihirli kelime
44
evrensel sanat
Sevgi dolu, tırnak içinde bir “deli” - Salvador Dali
48
bakış açısı
Koyun bile kopyaladık - Yavuz Seçkin / Aise Amet
52
film şeridi
Ayı - Bir sevgi filmi
54
armoni Tükenmeyen gitar sesi - Eric Clapton
56
gezi yorum
Çok kültürlü sevgi sofrası - Hatay - Özgür Çakır
60
fotoğrafın altı
Siz uyurken - Yücel Zorlu
72
odak noktası
TCK madde 46’dan Mehmet Turgut / Aise Amet
76
uzaktaki yakın
Denizden gelen Adriyatik kraliçesi - Venedik
82
semboller
Amor - A.Kadir Kılınç
88
köşe
Nasıl severiz? - Dilek Şen
90
serbest yazı
Sevgi dolu bir yatırım tavsiyesi - Özlem Şenkoyuncu
92
havadan sudan
Yolumdaki sevgiler - Nazan Aşkalli
94
hemzemin
İsviçre çakısı olmak - Nazlıhan Ergin Şevik
96
deli kızın defteri
“Yaş”lanmak - Gözde Aral
98
eğitimin psikolojisi
Çocukların gözüyle sevgi - Ayşegül Alkış
100
d. armağansın
Yetenekli olmak elinizde - Serkan Duru
102
tekno günce
Bilim teknolojide 2011 - Erdinç Tuğcu
104
ruhun gıdası
Yolu sevgiden geçenlere - Özgür Akkaya Erdemol
106
sağlık
Uzman yazıları ile sağlık konuları
110
tatlı lezzetler
Sevgililer Günü Kurabiyesi - Süt Helva
124
keyfi yerinde
Karlı gecelerin sıcak dostu - Melih Karaer
126
bursa mutfağı
Seyahatname’deki Bursa- Ömür Akkor
128
rehber bursa
Bursa’nın yaşam rehberi
130
www.dergibursa.com.tr
8
9
bursa dokusu
Cumhuriyet hafızasına “yolculuk”
Fotoğraflar:
Demet Argun Güngör,
Engin Çakır
Vatan sevgisinin en güzel yansıması ve örnek bir kalkınma projesinin en önemli sacayağı… Tarihle
gerçeklerin en çok yüzleştiği sahnelerden sadece bir tanesi. Merinos’ta yaşananlar Tekstil ve Sanayi
Müzesi’nin çatısı altında gözler önüne seriliyor. Yapılması gereken tek şey gidip tanık olmak…
Bir müzeye adım attığınızı düşünün.
Birdenbire Türkiye Cumhuriyeti’nin
ilk yıllarına döndüğünüzü… Sermaye
ve girişimcinin adının dahi anılmadığı
yıllardasınız. İzmir İktisat Kongresi’nin
gerçekleşmesi ile ülkenin topyekûn
kalkınma hamleleri ardı ardına
geliyor. Elbette ki dümende devletin
ta kendisi var. En büyük ve tek
girişimci imkânsızlıklardan ötürü
Türkiye Cumhuriyeti... Kamu ağırlıklı
bir ekonomik model uygulanıyor. Bu
şartlar altında, atılacak fazla mermisi
yokken devlet; coğrafi konumu ve
insan alt yapısı nedeniyle, iplik ve
10
kumaş üretecek dev tesislerin Bursa’da
kurulmasına karar veriyor.
Anadolu’nun değişik şehirlerine
çeşit çeşit üretimler yapan fabrikalar
inşa ederek yerli sanayi devrimi
gerçekleştirme adımları atan Atatürk’ün
emriyle kuruldu Merinos. Yine
Atatürk’ün emriyle, Bursa’nın düşman
işgalinde kaldığı 2 yıl 2 ay 2 günlük
sürede tamamlanan Merinos(2 Şubat
1938), uzun yıllar ürettiği kumaşlarla
Türkiye’nin medar-ı iftiharı, Bursalılar
için ise çok önemli bir iş kapısı
oldu. Bugün Atatürk Kongre Kültür
Merkezi’ndeki Tekstil ve Sanayi Müzesi,
geçmişin sıkıştırılmış bir dosyası gibi...
Tüm geçmişi gözler önüne sererken
çok değerli eserleri de ayaklarımızın
altına taşıyor. Teknolojinin akıl almaz
gelişme hızına ve yenileşmeye
dayanamayan Merinos kapanmış olsa
da hatırası bu şekilde canlı kalmış
oluyor.
Bursa henüz daha fabrika nedir
bilmezken, İpekiş ile birlikte Bursa
yaşamına katılan iki önemli Cumhuriyet
değerinden bir tanesiydi Merinos.
Paşa’nın emriyle vücuda gelen bu iki
11
bursa dokusu
12
fabrikadan Merinos, büyük ağabey
olarak ön plana çıkmıştı. Merinos’ta
çalışmak önemli bir ayrıcalık sayılırken,
üretim ve sanayi mirasının ne olduğunu
da bu fabrikalardan öğrendi Bursalılar.
Osmanlı döneminde sarayların ipekli
ve kadife kumaş ihtiyacını karşılayan
Bursa’nın, İngiliz kalitesinde bir
kumaş üretmesi için açılan fabrikanın
kurdelesi bizzat Mustafa Kemal’in
elleriyle kesildi. Fabrika Bursa’ya aynı
zamanda önemli bir yaşam kültürü
de getirdi. Ortak girişimle tesis edilen
yapı kooperatifleri, çalışanlara sunulan
sosyal haklar, revir, kreş, ordino gibi
kavramlar ilk kez Merinos ile yaşamına
girdi Bursalıların…
Kent nüfusunun dörtte biri ya bu
fabrikada çalışıyordu ya da bu
fabrikayla doğrudan veya dolaylı
olarak bir bağ taşıyordu. Bu nedenle;
çalışma yaşamı, eğlence alışkanlıkları
ve çalışan hakları Merinos’tan kente
yayılıyordu. Hatta sendika oluşumlarının
çoğunun bu fabrikadan temellendiği
de bilinenler arasında. Fabrika çalışan
örgütlenmelerine öncülük yaptı. Önce
Teksif, sonrasında da Türk-İş buradan
doğdu.
Tezgâhların üzerindeki ipekler,
fotoğraflar, dokuma tezgâhları,
kumaşlar, boyalar… Hepsi geçmişin
birer izi gibi… Atatürk odası, fabrika
hatıra defterinde yer alan Atatürk’ün
el yazısı… Üretim değeri ve ekonomik
anlamlarının yanı sıra, kent yaşamını
sergileyen pek çok detay var müzede.
Aile doktorluğu uygulaması daha o
zamanlar Merinos’ta uygulanabiliyordu.
Bursalılar kreşin ne olduğunu ve
önemini Merinos ile öğrendiler.
Tüketim kooperatifinin faydaları ile balo
salonunda yaşanan eğlenceler yine
Bursalıların Merinos ile öğrendikleri
arasındaydı. Yemekhane, tenis
kortu gibi sosyal tesisler de Merinos
ile öğrenildi. Çalışanları için yapı
kooperatifi kurarak onların ev sahibi
olmalarını Merinos sağladı. Bugün
Çarşamba Pazarı olarak bilinen
Darmstadt Caddesi çevresindeki
bölgede bir zamanlar Merinos Evleri
vardı. Kimi tek katlı, kimi iki katlı, kimi
üç katlı, kimi de dört katlı ama hepsi
de bahçe içinde evlerdi bunlar. Kentin
en güzel evleri, bölge ise ilk planlı
modern yerleşim bölgesiydi. Orası
Bursa’nın en gelişmiş bölgesi oldu.
Evlerin arasında düzenli sokaklar ve
caddeler vardı. Bugünkü Darmstadt
Caddesi, kooperatif evleri arasındaki
ana yol olarak planlanmıştı. Türkiye’nin
sanayileşmesinde en önemli kilometre
taşlarından biri olan, üretimi ve
istihdamı öğreten Merinos, bugün
yaşayamasa da ipekten bir geçmişin
ışıldayan izleri ile Tekstil ve Sanayi
Müzesi’nde yaşıyor.
13
bursa dokusu
“Paşa”nın Merinos’taki izleri
Pek çok işletmenin olduğu gibi
Sümerbank’ın Bursa’da kurmayı
planladığı Sümerbank Merinos Yünlü
Sanayi Müessesi’nin isim babası
da Mustafa Kemal’di. Atatürk, Celal
Bayar’a Merinos ismine nasıl karar
verdiğini şöyle açıklar. “Merinos öz
Türkçe bir kelimedir ve ince, uzunca
yün anlamına gelir. İspanya’ya giden
İber Türkleri ile oraya intikal etmiş ve
o Türklerle oraya giden koyunlar ve
yünleri bu isimlerle anılmışlardır. Bu
nedenle Merinos bu fabrika için pek
uygun bir isimdir.”
Atatürk’ün son gezisi, son açılışı
Atatürk’e Bursa’ya gelmeden yaklaşık
10 gün önce siroz teşhisi konmuştu.
Yorgun ve çok rahatsızdı. Sanayi
tesisleri ile ülke kalkınmasının ve
muhasır medeniyete ulaşmanın
eş anlamlı olduğunu bilen Atatürk,
tüm rahatsızlığına rağmen açılışa
katılmayı istemişti. 2 Şubat 1938
14
tarihinde açılan Merinos’u o günün
gelenekleri dışında, kurdele kesmek
yerine, Sümerbank Genel Müdürü
N. Esat (Sümer) tarafından sunulan
altın anahtar ile kapıyı açarak hizmete
sokmuştu. Cumhurbaşkanı Atatürk,
fabrikada incelemelerde bulunmuş ve
ardından onur defterinin ilk sayfalarına
duygularını şöyle yazmıştı: “Sümerbank
Merinos Fabrikası çok kıymetli bir
eser olarak milli sevinci arttıracaktır.
Bu eser yurdun özellikle Bursa
bölgesinin endüstri gelişimini ve büyük
milli ihtiyacın giderilmesine yardım
edecektir. Eserin başarılmasından
Ekonomi Bakanlığı’nı tebrik ederim.
Sümerbank direktörlüğüne teşekkür ve
fabrikayı gördüğüm gibi yüksek bilgi,
tam düzenli idarede, direktörüne başarı
temenni ederim.”
Son Vals ve Sarı Zeybek
2 Şubat 1938 akşamı, fabrikanın
açılışı şerefine ve atanın onuruna
belediye salonunda bir balo düzenlenir.
Rahatsızlığına rağmen Atatürk baloya
katılır. “O gün orada olanlar vals
boyunca topuklarının bir kez bile yere
değmediğini anlatırlar.
…
Atatürk vals çalmaya devam eden
orkestrayı aniden durdurup “Sarı
Zeybek” der. Perhizine dikkat ederse
9 ay daha yaşayacağı söylenen
birinin dizlerini yere vura vura Zeybek
oynamasını herkes şaşkınlıkla izler.”
Can Dündar, Sarı Zeybek Belgeseli.
Bu Atatürk’ün ölümle olan son dansı ve
çok sevdiği Bursa’ya son gelişi olur.
Kaynakçalar:
1- Bursa’da Zaman dergisi – sayı 1 – Bursa
Büyükşehir Belediyesi yayını
2 – İsmail Kemankaş – “Müze ile bir dönemi
tanımak”
3 – Ahmet Emin YILMAZ – “Bursa Merinos’ta hem
çalıştı, hem kent yaşamını öğrendi”
4 - Can Dündar, Sarı Zeybek Belgeseli
15
bursa dokusu
Türkiye tekstil sanayinin hafızası
Yazı: Ahmet Erdönmez
Türkiye’de hızla yok olmaya yüz tutmuş sanayi mirasına sahip çıkmak hepimizin göreviyken bu
görevi üzerine alan Merinos Tekstil Sanayi Müzesi; sanayi tesislerinin kültür mekânlarına çevrilmesi
konusunda da iyi bir örnek. Bursa’nın son dönem tekstil sanayi belleği sayılabilir. Bu Türkiye’de bir ilk
niteliği de taşıyor.
Merinos yeni yüzüyle kongre ve
kültür merkezine dönüştü. Tarihi
Merinos Fabrikası, "Merinos Yünlü
Sanayi İşletmesi'nin toplam 314 bin
569 metrekarelik arazisi ve üzerinde
bulunan taşınmazların eğitim, halka
açık kültür, sanat, spor ve rekreasyon
amaçlarında kullanılması için kamu
yararı göz önüne alınarak", Özelleştirme
Yüksek Kurulu tarafından Bursa
Büyükşehir Belediyesi’ne bedelsiz
devredildikten sonra 2007 yılında bir
kültür merkezine dönüştürüldü ve
arazisine yeni bir kongre merkezi inşa
16
edildi. Bu önemli iki yapının meydana
getirdiği Atatürk Kongre ve Kültür
Merkezi'ni içine alan Merinos Parkı,
Bursa'nın önemli bir dinlenme alanı
haline geldi.
2011 yılında Bursa Büyükşehir
Belediyesi tarafından Merinos
Fabrikası’nın müze ortamında
yaşatılması kararı, Merinos'un yeniden
yaşamla buluşmasının kapısını araladı.
Türkiye Cumhuriyeti'nin tartışmasız
"Endüstri Mirasları" arasında yer
alan Merinos fabrikasının, müze
kimliği kazanması için titiz bir
çalışma başlatıldı. Bir kısmı Demirtaş
depolarında, bir kısmı Merinos tesisleri
içinde korunan tüm koleksiyon
malzemeleri gözden geçirilerek, makine
parkı üretim akışına göre sergi alanı
düzenlendi. Merinos Fabrikası'nda
yıllarca kumaş üretimini sağlayan
makine ekipmanı, yüzlerce fotoğraf ve
obje canlandı, Merinos Tekstil Sanayi
Müzesi'ni oluşturdu.
Merinos Kongre merkezi içinde yer alan
müze bölümünde; Merinos Koyununu
yetiştirip yününü elde etmekten,
bu yünün işlemlerden geçip kumaş
oluncaya kadarki serüveni tekrar
canlandırıldı. Avrupa'da birçok sanayi
müzesi örnek alınarak yapılan bu
düzenlemelerde Merinos'a ait hiçbir
parça göz ardı edilmeden fabrikaya ait
her mevcut malzeme sergi düzeninde
yerini aldı.
Merinos Tekstil Sanayi Müzesi
senaryosu hazırlandıktan sonra
mevcutta bulunan malzemelere göre bir
kurgu ortaya kondu. Merinos'un teknik
özelliklerinin yanı sıra, sosyal yönüyle
de müzede sergilenmesi amaçlandı.
Merinos Fabrikası’nda çalışmış
personellerle de görüşülerek belge
ve anılar kayıt altına alındı. Türkiye
Tarihi Kentler Birliği kurucu üyesi olan
Bursa, endüstri mirasının korunması
gerekliliğine dikkat çekerek bu konuda
da öncü oldu. Başka konulardaki
sanayi tesislerinin de müze yapılması
konusunda, bu müze çalışması ile
önemli bir örnek ortaya koydu.
BÖLÜMLER
A Bölümü (Tops) Yün İşleme: Bu
bölümün giriş kısmında da Merinos
Fabrikası’nın tarihçesi anlatılmaktadır.
Merinos fabrikasının kapatılıncaya
kadarki tarihi gelişmesi ve orijinal
eşyalar bulunmaktadır. 1957 yılında
yapılmış fabrika ve bahçesinin maketi,
Merinos Fabrikası’nın amblemi olan
mozaikten yapılmış Merinos koyunu
figürü, Merinos’a ait törenlerde
kullanılan çelenk ve Merinos fabrikasına
ait telefon santrali bulunmaktadır.
Üretimin başladığı bölümün adı Tefrik
olarak geçiyor. Burada Merinos
koyunu üzerinden alınan yapağı
(yünlerin) temizleme işlemlerini yapan
makineler bulunmaktadır. Bu bölümde
bulunan makineler şunlardır: Kirli
yapağı açmak, yıkama makinesi, yün
kurutma makinesi, harman hallaç
makinesi ve tarak makinesi. Ayrıca,
tarak açma makinesinin ardında
fabrikanın açılışında Mustafa Kemal
Atatürk’ün girdiği kapının mermer
plakası bulunmaktadır. Yine bu
bölümde Sümerbank Bursa Merinos
ve kardeş kuruluşlar köşesindeki
belgeler bulunmaktadır. Yıllarca
Merinos Fabrikası’nda ayakkabı
boyacılığı yapmış, üzerinde Boyacı Apo
1950 yazılı Sümerbank arması olan
boyacı sandığı bulunuyor. Merinos
Fabrikası’nda çalışan ilk 10 bayan ve
erkek işçilerin fotoğrafları ile bilgilerine
de rastlıyoruz.
Gezi güzergâhımız üzerinde Tarak
çekme makinesinin hemen önünde
fabrikada çalışan işçilerin sicil
kayıt defterleri vitrinde gözüküyor.
İlk dönem mankenin de orada
olduğunu fark edeceksiniz. Birinci
bölümün sonunda Merinos Fabrikası
17
bursa dokusu
müdürlerinin fotoğrafları ve Atatürk’ün
anı defterini imzalarken gösterilen
büyük boy yağlıboya panoyu da
görebiliriz. Duvarlarda Merinos fotoğraf
koleksiyonundan oluşan orijinal
fotoğraflara dayalı fotobloklar bizlere
bir dönemi anlatıyor. Mankenlerle
takviye edilmiş mekânlar müzeyi canlı
tutuyor.
B Salonu (İplik): Bu bölümün
başlangıcında işçilerin kullandığı
döneme ait kart basma makinesi,
telefon santrali ve şef masası
bulunmaktadır. Devamında ise Lizoz
makinesi vardır. Bu makine tops
halindeki yünü kimyasallardan ayırmak,
temizleme ve ütülemeye yarar. Hemen
yanında ilk dönemlerden kalma
kantar bulunmaktadır. Renkli topsları
ayrıştırmaya yarayan 1938 model
melanjör makinesi dikkatimizi çekiyor.
Devamında harmaniye finisör makinesi
18
(lizözden çıkan dublajların gramaj
ayarını yaparak yeni tops haline getirir.)
Hemen yanında 1937 model Finisör
makinesi (şeritten fitil elde etmeye
yarar) gelmektedir.
B bölümün önemli yerlerinden
biride Merinos Fabrikası’na gelen
misafirlerin ağırlandığı bölümdür.
Burada o dönemden kalma masa,
sandalye, yemek grubu ve takımları
bulunmaktadır. Hemen yanında
Merinos İtfaiyesi’nin jenaratör aracı ile
sirenleri vardır.
Merinos sinema salonunda haftanın
belirli günlerinde film gösteren makine
orada bulunuyor. Devamında Çile
makinesi 1938 model (gramaja göre
çile yapar), sonra tek büküm (Fitilden
iplik üretir), Dublaj ( Tek bükümden
gelen ipliği bitirmeye yarar).
C Bölümü (Dokuma): Bu bölüme
merdivenlerden çıkarken, duvarlardaki
fotoğraflarda Merinos Fabrikası’nın
fotoğraf arşivinden ilginç kareler
görebilirsiniz. Bölümün girişinde
fabrikanın fizik ve kimya laboratuvarını
göreceksiniz. Laboratuvarın bütün
malzemeleri konmuş, çalışacakmış
gibi düzenlenmiştir. Kumaşın
kalitesini yükseltmek için kurulmuş
bu laboratuvarlarda araştırma ve
geliştirmenin Merinos Fabrikası için
ne kadar önemli olduğunu görüyoruz.
Bölümün devamında numune dokuma
tezgahları, diğer dokuma tezgahları,
atkı aktarma makinesi, tarak bakım
makinesi, tahar makinesi (iş bağlama)
konik çözgü makineleri (Dokuma için
çözgülük hazırlar).
Bölümün ilginç yerlerinden biri de
fabrikaya ait mavi levhalardır. Fabrika
çalışırken bölümlere asılmış mavi
levhalar bir araya getirilerek duvar
panosu oluşturulmuştur.
Sergi Salonu
Sergi salonu içindeki Atatürk odası
Merinos’un en önemli koleksiyonlarını
saklar. Örneğin; Atatürk’ün imzaladığı
anı defteri, o dönemde çekilmiş Atatürk
fotoğrafları, çalışma masası, piyano,
Atatürk’ün yağlıboya tabloları gibi.
Odanın önemli eserlerinden birisi
de Merinos’un açılışında kullanılan
kürsüdür. Atatürk odası karşısındaki
sergide Merinos anı defterindeki ünlü
ziyaretçilerin yazıları göze çarpar.
Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar ve
diğer devlet adamlarının anı defterine
yazdığı Merinos Fabrikası ile ilgili
görüşlerini anlayabiliyoruz.
Sergi salonunun diğer bir bölümünde
Merinos Fabrikası müdürlerine
ayrılmış bir oda bulunuyor. Odada,
kuruluşundan günümüze kadar
müdürlerin kullandığı eşyalar
sergilenmektedir. Odanın karşısında
dönemin Cumhurbaşkanı Celal
Bayar’ın Merinos Fabrikası’nı ziyaretleri
sırasında çekilmiş fotoğraflar ve
söylediği sözler yer alıyor. Sergi
salonunda ise; belirli aralıklarla Bursa
konulu sergiler açılmaktadır.
D Bölümü (Boya-Apre): Bu bölümde
top boyama kazanı, Santrafuj makinesi
(ipliği beslemek için), Çile boyama
kazanı, Çile pres makinesi, dokunan
kumaşı boyayan makine, Vigora baskı
makinesi (beyaz Topslara baskılı boya
yapar), kumaş üzerindeki sıvıyı emme
makinesi, kumaşı fikse etme makinesi,
kumaş yıkama makinesi, kumaşa çeşitli
kimyasallar uygulama makinesi, iplik
fiksaj kazanı (ipliğin katlanmasının
ve bükülmesini sağlar), Çile kurutma
makinesi, kuru Termofiksaj makinesi
(yüksek sıcaklıktaki kumaşa
Fiksaj yapmak), Dink makinesi
(elyaf elastikiyetini sağlar), kumaş
nemlendirici, kazan Dekatür makinesi
(kumaşa buhar vererek fikse ve
tuşe işlemi yapar) bulunmaktadır.
Konfeksiyon bölümde ise, kumaştan
elbise oluncaya kadarki aşamalar
gösterilmektedir. Dikiş makinesi ve
ütü çeşitleri bulunmaktadır. Buradaki
duvarlar Merinos kumaşları kartela
örnekleri ile kaplanmıştır.
Çok Amaçlı Kırmızı Salon, 100 Kişilik
olup yarım kuyruklu birde piyanoya
sahiptir. Kültür-Sanat etkinliklerinin
yapılabileceği bir mekân olmuştur.
Bu bölümün ilginç yerlerinden biri
de, Merinos Fabrikası kumaş satış
mağazası canlandırma bölümüdür.
Orijinal kumaşlarla desteklenmiş kumaş
mağazasında kartela örnekleri de
bulunmaktadır. Bu bölümde Merinos
kooperatifinin bastığı ve Merinos
Fabrikası içinde geçerli olan paralar
sergilenmektedir.
19
tek karede bursa
Spor dolu bir
kar sevgisi
Kış aylarını da Bursa’yı da en iyi
özetleyen görüntü tabi ki yine
Uludağ’dan. Tek karede Bursa,
tek karede spor sevgisi, tek
karede kar sevgisi…
Fotoğraf: Engin Çakır
20
21
detay
22
Şehirde dolanan sevgi taneleri
Gökyüzünden bize bir lütuf…
Beyaz ve hafif billurlar halinde
üzerimize dökülen inci
taneleri. Doğanın en hafif, en
nazlı, en hassas ve en göz
alıcı yorganları… Kristalize
olup yaşamımıza dökülegelen
milyonlarca hayal. Her şehir
gibi Bursa’nın en berrak yüzü
de “kar”lı halinde saklı.
Fotoğraflar: Demet Argun Güngör - Engin Çakır
23
detay
Kar taneleri ve onların bize yaşattığı
her şey, bir filmin ilk sahneleri kadar
büyüleyici olur çoğu zaman. Onun
serpildiği her yeri gökyüzünde uçarak
izlemek isteriz. Sevgiyi aşılar gibi
savururlar sihirlerini gökyüzünden
yeryüzüne. Donarak yaşamımıza geri
gelen su buharı parçacıklarından
oluşan kar taneleri, kimi zaman da buz
kristalleri olarak gelirler yanı başımıza.
24
Esasen onların her biri zaten buz
kristali kümeleridir. Her küme bir insanı
temsil eder ebediyette…
Sıcaklık donma noktasına geldiğinde,
su buharı yoğunlaşarak bir toz
parçasının çevresinde buzlaşır
ya da çok küçük bir buz kristali
biçimini alır. Saydam, renksiz,
kokusuz ve tatsızdırlar. Onların tadı
mecazi gerçeklerde yatar. Bize
yaşattıklarında… Kartopu olup
oyunlaşabilirler. Kardan adam kılığına
girip, gizlenebilirler bahçemizde.
aağaçlarının üzerine süs olup,
hayatımıza manzara olarak katılabilirler.
Tüm şehri beyazlar içerisinde
bırakıp bizi şaşırtabilirler. Şehir
motor seslerinin yerine, çocukların
kahkahalarını dinler.
Dilimizdeki “kar”
“Kar ne kadar çok yağsa yaza kalmaz” tabi. Vakti gelmişken, biraz “ondan”
bahsedelim. “Kar gibi” devam edelim
söze ki temiz ve beyaz sayfalar olsun.
Tek ihtiyacımız onu yakından tanımak
değil elbette. Tabir yerindeyse “kar
susuzluk kandırmaz…” Mühim olan
onun hakkında birkaç satır yazı
yazarken “karda yürüyüp, izimizi belli
etmemek…” Satırları “kar beyaz”
kılarken etrafta ne bir “kar çiçeği”
olsun, ne de bir “kar baykuşu…” Sahi
ya “kar” denince akla ilk gelenlerden
bir tanesidir “kardelenler…” Doğanın
direncini ve yaşamı simgeler
“kardelenler” tıpkı “kar dikenleri” gibi…
Etrafta “kar fırtınaları” kopsa dahi
direnirler yaşamak için. Sanki pekmez
ile karların karışımından yapılan “kar
helvası” ile beslenmiştir “kardelenler…”
O kadar güçlü ayakta durur ki o “kar
dikenleri” üzerine “kar ispinozları” ya da
“kar kuşları” konsa yine de eğilmezler.
Kar o kadar önemlidir ki; yazın su
olup doğaya can verirken, bir yandan
“kar kuyu”larında saklanıp yazın içme
suyu olurlar insanlara. “Kartopu” ya da
“kardan adam” olup eğlence olurlar
bazen. Çatılara birikip “karyükü” olurlar
binalara… İnsan o kadar kendinden
geçer ki karla dolu bir manzara izlerken
kar sapanı (kayakta fren hareketi) ile
durduramazlar kendilerini.
25
detay
Kar nasıl “gerçek” olur?
Kar, bir yağış çeşidi olması
sebebiyle kış aylarında bekler bizi.
Güneş ışınları çok güçlü olmadığı
için, bulutların bulundukları
yüksekliklerde hava sıcaklığı çok düşük
olunca, yükselen su buharı, sublime
denilen şekilde sıvı hale geçmeden, bu
aşamayı atlayarak doğrudan buz kristali
haline dönüşür. 0. l milimetre çapındaki
buz kristalleri birbirlerine yapışarak kar
tanelerini oluştururlar. Eğer bulut ile yer
arasındaki hava sıcaksa bu kar taneleri
yere düşene kadar yağmur tanesi
haline dönüşebilirler ama soğuksa
yere kadar kar tanesi olarak inmeyi
başarabilirler. Hafiflikleri nedeniyle yere
o kadar yavaş inerler ki 3000 metreden
inmeleri 2 saati bulabilir.
Mucizenin detayları
* Çok sayıda kar kristal çeşidi olmasına
rağmen hepsi altı köşelidir.
* Kar tanelerinin kristal yapıları
birbirinin tıpa tıp aynısı değildir.
Mikroskopla büyütülen kar taneleri
26
üzerinde yapılan araştırmalarda, kristal
yapıları birbirinin aynı olan, aynı sayıda
su molekülü içeren iki kar tanesine
rastlanmamıştır.
* Kar tanelerinin çapları 2-4 mm,
ağırlıkları ise yaklaşık 0,005 gramdır.
* Havanın gösterdiği direnç sebebiyle
süzülerek (limit hızla) yere inen
kar taneleri, birbirlerini ittiklerinden
yapışmazlar. Özelliklerini koruyarak
yere inerler.
büyüktür. Kar, yeryüzü ve yeraltı su
rezervlerinin ana kaynağıdır.
Kış boyunca toprak
ve bitkileri donmaktan koruyan kar,
ilkbaharda sıcaklığın artmasıyla
eriyerek nehirlere ulaşır. Ayrıca kışın
yağan ve dörtte üçü üst kısımlarda
kalan kar, yaz kuraklığına karşı
da toprağı ve bitkileri korumuş olur. * Kar taneleri güneş ışığını tamamen
yansıttıkları için beyaz olarak görülürler.
* Karda bulunan Amonyak, kar
erimesiyle birlikte toprakta kalır. Bu
amonyak, Azot bakterileri tarafından
kalsiyum nitrat gibi azot tuzlarına
çevrilerek bitkilerin azot ihtiyacını
karşılar.
* Kar yağışı genellikle hava sıcaklığı
-4°C ilâ -20°C arasındayken olur. Bu
yağış, sıcaklık sıfırın altında birkaç
derece olduğunda ağır, nemli, ebatları
bir santimetreye ulaşan parçalar
halinde gerçekleşir. “Lapa lapa kar
yağması” tabiri bu durum için kullanılır. * Genel kanının aksine kar
yağması havayı ısıtmaz,
aksine ısınan hava karın yağmasına
sebep olur. Çok soğuk havanın
içine su alma kapasitesi daha azdır.
İçine alamadığı su ya “don” şeklinde
yeryüzünde kalır ya da “kırağı” oluşur.
* Karın, tarım toprağını koruması
ve nemli tutmasında önemi
* Tıpkı elmas ve tuz gibi kar da bir
mineraldir.
27
tema
Her şeye rağmen “sevmek”
Eğer, çünkü, rağmen… Bu üç kelime ünlü Japon düşünür ve yazar
Masumi Toyotome’nin sevgi türlerini özetlediği anahtar kelimeler…
“Three Kinds of Love” adlı kitabının teması, sevgi ve sevginin şekilleri.
Hepimizin bir sevgi anlayışı vardır.
Yaşam şekillerimiz değişse de sevgi
her insanın içerisine damlatılmış
birer iksir gibidir ve yaşama olan
bağlarımızın en güçlüsüdür.
Sevgiyi sözcüklere dökmek belki de
dünyanın en zor işi. Masumi Toyotome
bunu denemiş ve hatta sevgi çeşitlerini
genel olarak sınıflandırmış. Şöyle bir
düşündüğünüzde haklı olabileceğini
göreceksiniz. Bu üç sevgi türü
çoğunlukla süreç içinde birbiriyle
karışabilir, değişiklik gösterebilir. En
önemli konu, her neden ile olursa
olsun sevmeyi ve sevilmeyi bir şekilde
başarabilmektir. Bundan sonraki adım
ise neden sevdiğimiz ve sevildiğimizdir.
28
Çoğu felsefede “Neden bu dünyaya
geldik, neden yaşıyoruz, amacımız
nedir ve neden diğer insanlarla
birlikteyiz?” soruları yer alır. Dünyaya
geliyoruz ve kendi varlığımızın farkına
vardıktan sonra; düşünmeye, üretmeye,
sorular sormaya ve araştırmaya
başlıyoruz. Anne karnındaki bebekten
ölüm döşeğindeki bir yaşlıya kadar
herkesin esas derdi bu oluyor aslında.
Sorunun cevabı bu metnin içinde mi
saklı acaba?
Sorunun cevabını kitabın özünü
veren alıntılarla anlatmaya devam
edelim. “Herkes sevilmek ister, ama
sevgi nedir, nerede bulunur, biliyor
muyuz?” Masumi’ye göre, dünyada 3
Yazı: Sezai Evans
Fotoğraf: Sercan Berberoğlu
tür sevgi var. Bunlar; “eğer”, “çünkü”
ve “rağmen” sevgi türleri… “Eğer” türü sevgi
Belli beklentileri karşılarsak bize
verilecek sevgiye bu adı takmış yazar.
Örnekler veriyor: “Eğer iyi olursan
baban annen seni sever. Eğer başarılı
ve önemli kişi olursan seni severim.
Eğer eş olarak benim beklentilerimi
karşılarsan seni severim.” Toyotome,
“en çok rastlanan sevgi türü budur”
diyor. Sevgi karşılık bekleyen bir
şarta bağlı… “Sevenini istediği bir
şeyin sağlanması karşılığı olarak vaat
edilen bir sevgi türüdür bu” diyor
yazar. Nedeni ve şekli bakımından
bencildir. Amacı sevgi karşılığı bir şey
kazanmaktır. Yazara göre evliliklerin
pek çoğu “Eğer” türü sevgi üzerine
kurulduğu için çabuk yıkılıyor. En saf
olması gereken anne baba sevgisinde
bile “Eğer” türüne rastlanıyor. “Çünkü” türü sevgi
Masumi bu tür sevgiyi şöyle tarif
ediyor: “Bu tür sevgide kişi bir şey
olduğu bir şeye sahip olduğu ya da bir
şey yaptığı için sevilir. Başka birinin
onu sevmesi sahip olduğu bir niteliğe
ya da koşula bağlıdır. Örnek mi? Seni
seviyorum çünkü çok güzelsin.
(Yakışıklısın, başarılısın) Seni seviyorum
çünkü o kadar popüler, o kadar zengin,
o kadar ünlüsün ki… Çünkü bana o
kadar güven veriyorsun ki...” Toyotome, “Çünkü” türü sevginin
“Eğer” türü sevgiye tercih edileceğini
anlatıyor. “Eğer türü sevgi bir beklenti
koşuluna bağlı olduğundan, ağır bir yük
haline gelebilir. Zaten sahip olduğumuz
bir nitelik yüzünden sevilmemiz
egomuzu okşayan hoş bir şeydir. Bu
tür olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar
oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler.
Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için
rahatlatıcıdır. Ama aslına bakarsanız
‘Çünkü’ türü ‘Eğer’ türünden temelde
pek farklı olmadığını görürsünüz.
Kaldı ki ‘Çünkü’ türü sevgi de yük
getirir insana. İnsanlar hep daha
çok insan tarafından sevilmek
isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek
için çabalarlar. Sevilecek niteliklere
onlardan biraz daha fazla sahip biri
ortaya çıktığı zaman sevenlerinin artık
ötekini sevmeye başlayacağından
korkarlar. Böylece yaşama sonsuz
sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet
girer. Ailenin en küçük kızı yeni doğan
bebeğe içerler. Sınıfının en güzel
kızı yeni gelen kıza içerler. Evli kadın
kocasının genç ve güzel sekreterine
içerler.”
“O zaman ‘Çünkü’ türü sevgide güven
duygusu bulunabilir mi ?” diye soruyor
Masumi. “ ‘Çünkü’ türü sevgi de gerçek ve
sağlam sevgi olamaz” diyor. “Bu tür
sevginin güven duygusu vermeyişinin
iki ayrı nedeni daha var. Birincisi
‘Acaba bizi seven kişinin düşündüğü
kişi miyiz?’ korkusu... Tüm insanların
iki yanı vardır. Biri dışa gösterdikleri
öteki yalnızca kendilerinin bildiği…
İnsanlar sandıkları kişi olmadığımızı
anlar ve bizi terk ederlerse korkusu
buradan doğar. İkincisi de ‘Ya günün
birinde değişirsem ve insanlar beni
sevmezse?’ endişesidir.” Toyotome; “Toplumlardaki sevgilerin
çoğu ‘Çünkü’ türünde. Bu tür sevgiler
kalıcılığı konusunda insanı hep kuşkuya
düşürür” diyor. Peki o zaman gerçek
sevginin güvenilebilecek sevginin
özellikleri nedir? Ve işte sevgilerin en
gerçeği… Tabi ki Masumi Toyotome’ye
göre. “Rağmen” türü sevgi
“Bir koşula bağlı olmadığı için ve
karşılığında bir şey beklenmediği
için? “Eğer” türü sevgiden farklı bu
tür. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine
dayanıp böyle bir şeyin varlığını
esas olarak almadığı için ‘Çünkü’
türü sevgi de değil. Bu üçüncü tür
sevgide insan bir şey beklediği için
değil bir şeyler eksik olmasına rağmen
sevilir. Esmeralda Quasimodo’yu
dünyanın en çirkin en korkunç kamburu
olmasına rağmen sever. Asil yakışıklı
zengin delikanlı da Esmeralda’ya
Çingene olmasına rağmen âşıktır. Kişi
dünyanın en çirkin, en zavallı, en
sefil insanı olabilir. Bunlara rağmen
sevilebilir. Burada insanın iyi, çekici
ya da zengin bir konum elde ederek
sevgiyi kazanması gerekmiyor.
Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına
ya da kötü geçmişine rağmen olduğu
gibi o haliyle sevilebiliyor. Bütünüyle
çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama
en değerli gibi sevilebiliyor.”
“Yüreklerin en çok susadığı sevgi
budur. Farkında olsanız da olmasanız
da bu tür sevgi sizin için yiyecek
içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı
ya da senden daha önemlidir.”
Haklı olduğunu kanıtlamak için sizi
bir teste davet ediyor Toyotome.
“Kalbinizin derinliklerinde, dünyada
kimsenin size aldırmadığını ve
hiç kimsenin sizi sevmediğini
düşünseydiniz; yiyecek, elbise, ev, aile,
zenginlik, başarı ve üne olan ilginizi
yitirmez miydiniz? Kendi kendinize,
‘yaşamamın ne yararı var?’ diye sormaz
mıydınız? Şu anda en sevdiğiniz kişinin
sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini
anladığınızı bir düşünün. Dünya birden
bire başınızın üstüne çökmez miydi? O
an yaşam size anlamsız gelmez miydi? Diyelim sıradan bir yaşamınız var.
Günlük yaşıyorsunuz. Günün birinde
gerçek derin ve doyurucu bir sevgi
bulacağınızdan umudunuz olmasa
kalan hayatınızı nasıl yaşardınız? Böyle
insanlar ya iyice umutsuzluğa kapılıp
intihar ediyorlar ya da kendilerini iyice
dağıtıp yaşayan ölü haline geliyorlar.”
“Bugün yaşamınızı sürdürebilmenizin
nedeni “Rağmen” türü sevgiyi şu
anda yaşamanız ya da bir gün bu
sevgiyi bulacağınıza olan inancınızdır.
Bugün yaşadığımız toplumda herkesi
doyuracak bu sevgiyi bulmak zor.
Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var.
Kimsede başkasına verecek fazlası
yok. Yakınımızda olan birinin bu sevgiyi
bize vermesini bekleriz. Ama o da aynı
şeyi başkasından beklemektedir. Peki
bu dünyada sevgi ne kadar var?
Açlığımızı biraz bastıracak kadar.
Yemek öncesi tadımlık gelen iştah
açıcılar gibi. Bu minnacık tadım bizi daha müthiş
bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik
ediyor bizi. Bu minnacık tadım
sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu
anlatıyor. Büyük bir hırsla ana
yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını
bekliyoruz. Hani nerede? Hepsi
o. Dünyadaki en büyük kıtlık ‘Rağmen’
türü sevginin yeterince olmayışıdır.
Hayatınızda ‘Rağmen’ sevdiğiniz kaç
kişi var?
29
kitabi
Tahar Ben Jelloun / Efsunlu Aşklar
Ben biliyor muyum ki sevmeyi
“Benim ülkemde erkek sevgisiz sever kadını, ağzını kille doldurur
kadın ve çocuk doğurur.”
“Onlara şunu söylemek istedim:
“Aslında, ölüm sizi ayrılmanın eşiğine
getirdiği için birbirinizi seviyorsunuz.”
Ama bu tür bir yorum yapmaktan
vazgeçtim. Birbirlerini seviyorlardı.
Bunun tek sebebi de ilk günden beri
iki insanı güçlü şekilde bağlayacak
ideal ortaklığı bulmuş olmalarıydı.
Depresyon belki de bu bağın gücünü
ortaya çıkarttı ama bu deneyim
olmasaydı da bu iki insan birbirlerini
böylesine bir yoğunlukla seveceklerdi.
Onların aşkı, çocuklara ya da ailenin
başka bireylere karşı duyulan başka
sevgilerle yolundan dönmemişti.
İkisi de oldukları yerde kalmıştı.
Bu aşk mutlak bir nedensizliğe,
programlanmamış bir yetiye
dayanıyordu.”
Bir kadınla bir erkek arasındaki
sevgi ekmek gibidir. Her evde, her
ülkede, her toplumda başka türlüdür
tarifi, başka türlü pişer; pişirilmez,
sevgi kendi kendine pişer. Bazen
harcında hayal kırıklıklarından ve çok
uzun beklemelerin sonunda gelen
yeni hayallerin taze filizinden vardır
bolca, bazen öfkelerin birleştirdiği
bedenlerin tuzlu şiddetinden biraz,
bazen esrarengiz tesadüflerin kıvamlı
şerbetinden bolca… Fas doğumlu
Fransız yazar Tahar Ben Jelloun,
“Benim ülkemde erkek sevgisiz
sever kadını, ağzını kille doldurur
kadın ve çocuk doğurur” derken,
edebi karakterinin mayasını oluşturan
Fas’taki sevme biçimini tarif ediyor.
Sevgisiz sevmeyi daha doğarken
öğreniyor o topraklarda erkekler ve
sevgisiz sevilmenin kemikleri sızlatan
acısına katlanmayı, kadınlığına onu
öyle katık etmeyi daha doğarken biliyor
o topraklarda kadınlar. 27 yaşında
Fas’tan Fransa’ya göç eden Tahar
Ben Jelloun, 1987 yılında, Kutsal Gece
adlı romanıyla Fransa’nın en önemli
ödüllerinden biri olarak kabul edilen
Goncourt Ödülü’nü aldı ve bu ödülü
alan ilk Faslı oldu. Yazar, “Benim Adım
Kırmızı” romanıyla Orhan Pamuk'a
verilen Dublin Impac Uluslararası
Edebiyat Ödülü’nü de kazandı. Fas;
içeridekilerin dışarıdakilerden çok
başka şeyler gördüğü bu büyülü
ayna, onun yazarlığını başka hiçbir
yerde bulunmayan tılsımlarla besledi
hep. Onu, günümüzün en iyi öykü
anlatıcılarından biri yaptı.
“Üzgünüm, sana acı vermek istemem,
seni kırmak istemem. Seninle
sevişmekten, satranç oynamaktan,
dinden ya da bilimden konuşmaktan
hoşlanıyordum ama hayatımızda
havadan sudan şeylere yer yoktu;
hani bilirsin, hayata biraz renk veren o
küçük ayrıntılar.”
Efsunlu Aşklar’da on sekiz öykü
var. Büyüyü dua gibi ezbere bilen
kadınların, yaralanmış ya da kafası
karışmış erkeklerin, çılgın aşkların
öyküleri… Aşkın zevklerini, fırtınalarını,
Müslüman kadınların acılarını ve
bunları erkeklere ödetme yöntemlerini,
erkelerin dostluk kültünü, ihanetin
ıstırabını ve gelenekle çağdaşlık
30
Emine Civanoğlu
arasında sıkışıp kalmış günümüz
Fas’ında bütün bunlarla başa
çıkabilmek için çareyi büyücülere,
falcılara ya da şarlatanlara
başvurmakta bulmuş insanların
öyküleri…
Ona dokunmamak için kendimi
tutuyordum. Kalbim deli gibi
çarpıyordu. Bedeninden yayılan koku
üzerimde güçlü bir afrodizyak etkisi
yapıyordu. Teni güzel kokuyordu, aşk
ve gözyaşlarıyla ıslanmış bir çarşaf
gibi kokuyordu. İçimde uzaklardan ve
derinlerden gelen bir şey uyandırıyordu;
bir başka varlığı, içimde uzun zamandır
uyuklayan başka bir adamı, yasakları
olmayan, komplekssiz, vahşi ve
özgür bir erkeği uyandırıyordu. Benim
gerçekten var olmamı sağlıyordu.
Uyarıldığımı düşlüyordum yani onunla
uzak bir ülkeye göç ettiğimi demek
istiyorum.
Sevginin olduğu yerde bir kök daha
vardır, o kökte ise ihanet filizlenir.
İhanet hep gölge eder sevgiye. Ona
biçim verir bazen. Sevgiye doğru esen
ılık rüzgârın, tatlı gün ışığının, umut
veren bahar havasının önünü kesen
de ihanettir hep. Sevgi ona rağmen
büyürse, ona rağmen güçlenirse,
ona rağmen dayanırsa öbürünün hep
gidecekmiş gibi durmalarına, işte o
zaman yeryüzündeki kimsenin tadını
bilemeyeceği bir lezzete dönüşür.
Tahar Ben Jelloun’un Efsunlu Aşklar’ı,
böyle bir sevginin lezzetiyle her gece o
pürüzsüz tenin koynunda uyuyanları da
anlatıyor, bu lezzetin hiç bilmeyenlerin
çaresizliğini de, bu lezzeti bulup
ihanete çaldıranların delirmek üzere
olan hallerini de. Bunlardan biri mutlaka
sizin de tadını bildiğiniz bir his.
31
fotoğrafa yazı
Celil Sezer
Sevgili Zekiye Hanım
Şimdi bana sizden yadigar kaldı gümüş
şamdanlar, ördekler ve terlikler..
Küçücük ellerinizle okşadığınız
yüzümde hala kokunuz saklı.
Evinize gelmiştim sizi görmek için.
Bulamayınca çarşıya inip sağa sola
bakınırken sizin varlğınız beni kendinize
çekmişti.
Sizsiz olmak çok zor Zekiye Hanım.
Bir keresinde size Abdülfettah Efendi’yi
özleyip özlemediğinizi sormuştum. Siz
koltukta oturuyordunuz.
Beni gördüğünüzde şaşırmakla
sevinmek arasında sendeleyip, bir
anda kollarınızı boynuma dolamıştınız.
Belli ki beni çok özlemiştiniz.
Önce utandınız. Sonra minicik ellerinize
bakıp, utanarak “özlemez olur muyum
hiç” demiştiniz.
Sahi Zekiye Hanım, hala özlüyor
musunuz beni?
Sahi Zekiye Hanım, utanmalı mıyız
sevdiğimizi özlerken?
Halbuki şimdi sizi özlerken hiç
utanmıyorum. Yüzüm kızarmıyor ve
ellerime bakmıyorum. Göğsümde bir
nişan gibi taşıyorum özleminizi.
Bazı geceler yatarken, sizi son
görüşümü düşünüyorum.
32
Mis kokulu tülbentinizle gözyaşlarınızı
silerken, hala gülümsüyor musunuz?
Çaydanlığınız hala iki kişilik mi ve hala
açık çay mı içiyorsunuz dokunmasın
diye?
seversiniz saçlarımı.
Zekiye Hanım, bazı rüyaların sabahında
sizin kokunuzla uyanıyorum. Kendime
açık çay yapıp, birkaç parça peynir
zeytin yiyorum. Sanki karşımda siz
varmışşınız gibi.
Halbuki şimdi siz gideli çok oldu Zekiye
Hanım.
Bu yola sizsiz devam etmek elbette
çok zor. Arada bir sendeleyip kendimi
hayalinizle avutuyorum. Başımı
okşadığınızı ve dualar ettiğinizi
düşünüyorum. Bu bana iyi geliyor.
Ama muhakkak Tanrı’nın istediği bir
gün ve yerde buluşacağız.
Zekiye hanım.. Minik kahramanım...
Bana yine çay yapıp, önüme peynir
zeytin koyar mısınız?
Anneannem.
Kahküllerim yok artık. Ama belki hala
Seni çok özledim.
33
kavram defteri
Baba ve oğul olarak
bir adamın sevgi değerlendirmesi
Hakan Akdoğan
34
Bursa. 2004. Sen, rüzgârın bir sağa bir
sola yatırdığı küçük ağaçlara, bir sağa
bir sola koşturan insanlara, uçuşan
gazete kâğıtlarına, büyük camlara
vuran yağmur damlalarına bakarken,
ben de sana bakıyorum. “Kuşlar”,
diyorsun buğulu gözlerini bana
doğru çevirmeden, “ne yapar yağmur
yağarken?” “Saklanırlar”, diyorum
sana, “su değmesin diye kanatlarına,
çatı altlarında buldukları deliklere,
ağaç kovuklarına, balkonlara.”
Başını salıyorsun. “Kanatları ıslanırsa
uçamazlar”, diyorsun bilgece.
Ankara. 1978. Yağmur yağıyor.
Yağmur çoğaldıkça yalnızlık da
çoğalıyor. Annemin varlığı tek başına
yetmiyor çünkü annem de yalnız, onun
yalnızlığını hissediyorum kendiminkiyle
birlikte. Pencerede durmama kızmıyor.
Geniş camlara yağmur değiyor ve ben
babamı bekliyorum.
Bursa 2004. Bana geliyorsun.
Kucağıma oturuyorsun. Ellerini
dolamaya çalışıyorsun. Başını sol
göğsüme dayıyorsun. Öyle duruyoruz.
O an yaşamımın en önemli ânı. Derin
bir sevgiyle sarıyoruz birbirimizi.
Sonra başını kaldırıyorsun. Yüzüme
bakıyorsun. Ağlıyorsun. “Moskafa”,
diyorsun, “ne kadar uzakta?”
Ankara. 1978. Ev bayram yeri, ev
lunapark, ev cennet. Babam geliyor.
Caddenin köşesinden görünüyor.
Bende bir telaş, annemde bir telaş.
Oyuncaklarımı topluyorum, annem
çorbayı ısıtmaya başlıyor. Gök
gürlüyor ama artık korkmuyorum.
Yalnız değilim artık. Annem yalnız
değil.
Bursa. 2004. “Moskafa”, diyorum,
“çok uzak ama uçakla iki-üç saat.”
“Bu kadar mı?” diyorsun kollarını iki
yana açarak. “Daha çok” diyorum.
İyice açmaya çalışıyorsun kollarını
kucağımdan inerek. “Evet, işte o
kadar”, diyorum. Tekrar oturuyorsun
kucağıma, başını dayıyorsun sol
göğsüme.
Ankara. 1978. Kızarmış patates, rakı,
sigara dumanı, soğan, kan, küfür
sinmiş siyah deri ceket, masadaki
dumanı tüten limonlu sıcacık şehriye
çorbası, annemin asık yüzü, mutluluk
çabalarım, şiddetlenen fırtına, kesilen
elektrik, yakılan mumlar, devrilen
çorba kâsesi, tokatlanan kadın, giyilen
ceket, pencere, cadde, giden baba,
acı, korku, yalnızlık...
Bursa. 2004. İkimiz de ağlıyoruz. O
küçük iç geçirmelerini bedenimde
hissediyorum. Zaman gelene kadar
kıpırdamıyorum. Öylece duruyoruz
dakikalarca. Omzunu tutuyorum. “Haydi
oğlum, zaman geldi” diyorum sonra.
Kucağımdan iniyorsun. Ağlıyorsun.
Pencereye gidiyorsun. Acıdan
kaçmadan, gözyaşını saklamadan el
sallıyorsun bana pencereden.
Yağmur. Ankara’dayım. Babam
yürüyüş mesafesinde. O kadar
uzaktayım...
Yağmur. Moskova’dayım. Oğlum
binlerce kilometrede, saatlerce uçuş
mesafesinde. O kadar yakındayım...
Çocukluk bir gölge.
Yaşam boyu takipte bedeni.
Altın tozuna bulanmış tüy... Sevimli
cinnet... Yırtık kadife… Kontrapedal
bisiklet…
Ne kadar çok hatırayı yok edebilirim ki
senin yardımınla?
Karıncalanmış şeker… Un... Su…
Tencerede pişirilen ekmek… Bilekteki
kesik…
Uzun tırnaklar yeter mi retinadaki
tümörü kazımaya?
Terli gece… Nafile heves… İltihaplı
pıhtı… Zihindeki yarık…
Ah çocukluk!
Gözümden gitmeyen o kara ışık.
Biz aynı çocukluğun karbon hayaletleri.
Yalnızlıklarımız ırsî.
Burcumuz hüzün.
Gözlerinden tanıdım seni.
Paha biçilmez ipek. Şiirli mürekkep.
Bendeki bu sefil teselli… Kuru
öpücük… Camdan ten… Ürkek
dokunma…
Ne işimiz var bu derme çatma
atlıkarıncada?
Korkuları bir çocuğun…
Mutsuzluğu. Nefreti. Aşkı mesela.
Onunla birlikte büyür mü?
İhanet bilgisi ya da terk edilmişliğin
mimarisi görülür mü hayatında?
Deri değiştiren sızı… Karnı yırtan
kanca… Boğaza yapışan cam…
Titreşen kan…
Oyundaki herkes ebeyken ben ne
arıyorum ki senin yalnızlığında?
Yalnız kalan çocuklar birbirini tanır.
Taşta uyur onlar. Yastıkları közdür.
Dikenli pikelerini çekerler üzerlerine.
Yabancı bir dil kullanırlar. Harfsiz.
Sessiz. Gramersiz.
Yataklarını ıslatır onlar.
- Beden tek başınayken mürekkebini
bırakır.Yolları uzundur. Sırtları yüklü.
Kamburları büyük.
Çocuk yalnızlığı sancılıdır.
35
dilbilgisi
Türkçe sözlüğü
Her gün Türkçe olmayan onlarca kelime çıkıyor ağzımızdan. Bu duruma sebep olanları
uzun uzadıya anlatmak yerine, güzel Türkçemizden bazı kelimeleri hatırlatıyoruz sizlere.
Duygudaşlık
Fr. empathie
empati
Bütünleşme, uyum
Fr. intégration
entegrasyon
Kılıç oyunu
Fr. escrime
eskrim
Kadınsı
Fr. féminin
feminen
Derebeylik
Fr. féodalité
feodalite
Ödeşme, razı olma
İng. fit
fit
Bağımsız
İng. free-lance
free-lance
Gelecek bilimi
Fr. futurologie
fütüroloji
Güvence
Fr. garantie
garanti
Beğeni
İt. gusto
gusto
Sağlıklı, temiz
Fr. hygiène
hijyen
Resim yazı
Fr. hiéroglyphe
hiyeroglif
Toplu tartışma
Lat.
forum
Geriye dönüş
İng. flashback
flashback
Birinci sınıf
İng. first-class
first-class
Katkılarından dolayı Türk Dil Kurumu’na teşekkürler.
36
37
detaylı bakış
Paranormal
sevgi
Var mı parayla derdi olmayan? Parayı verip düdüğü çalmak
istemeyen? Para için kendini paralayanlar, parasızlıktan yanıp
tutuşanlar, para için ruhunu şeytana satanlar… Geçmişten bugüne
dek para, hep gündemimizde oldu ve öyle gözüküyor ki bu
başarısı hiç bitmeyecek…
Hazırlayan: Sezai Evans
Eski köye yeni adet getirip parayı
bulmadan önce insanoğlu, deniz
kabuğundan kıymetli metallere kadar
çeşitli malları değişim aracı olarak
kullanıyordu. Herkesin bildiği üzere,
ilk parayı “Lidyalılar” buldu. Onlarca
kez elimize değdi paralar. Rüçhan
Çamay’ın “para para para” şarkısındaki
gibi “varlığı bir dert, yokluğu yara”
yüzyıllardır… Tarihteki ilk madeni
para basım yerinin Anadolu olması
özellikle uygarlık gelişiminin göstergesi
olarak oldukça önemliydi. Yaşadığımız
toprakların değerini bir kez daha
ortaya koydu bu durum. Anadolu bu
üstünlüğünü sürekli devam ettirdi.
Dünyanın ilk büyük darphanesi Fatih
Sultan Mehmet tarafından İstanbul
Simkeşhane’de kuruldu.
“İşin paralı kısmı” tarihi kayıtlara
göre ilk kez, M.Ö. 118 yılında Çinliler
tarafından bulundu. Deri para
kullandılar. İlk kâğıt para da yine onların
icadıyla M.S. 806 yılında bulundu.
38
Batıda kağıt paraların basılması ve
kullanılması ise 17’nci yüzyılın sonlarına
kadar uzuyor. İlk kâğıt paranın 1690’lı
yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde
Massechusetts Hükümeti, İngiltere’de
ise "Goldsmiths"ler tarafından basıldığı
ve dolaşıma çıkarıldığı, 1694 yılında
İngiliz Merkez Bankası ve daha
sonra diğer ülke merkez bankalarının
kurulması ile de yaygınlaştığı biliniyor.
Paranın gelişimi ilk etapta hatıra
paraları ile gerçekleşmiş tarihsel süreç
içerisinde. Hatıra para basımı, madeni
para basımından sonra başlamış, onun
bir devamı olarak gelişimini sürdürmüş
ve 18. yüzyılın sonunda nümismatik
bilim dalının kurulmasıyla da bağımsız
bir para alanı haline gelmiş. Tüm bu
gelişmeler paranın giderek yaşamımızın
orta yerine yerleşmesi ile sonuçlanmış.
Tarihteki ilk bilinen hatıra paralardan
birinin, eski Yunan’da Perslere karşı
kazanılan zaferin anısına M.Ö. 479
yılında tedavül parası olan gümüş
Atina Tetradrahmisi’nin arka yüzündeki
desenin değiştirilmesi ve söz konusu
paranın çapının büyütülmesi ile basılan
Atina Dekadarhmisi olmuş... Roma
ve Bizans İmparatorluğu döneminde
önemli olaylar, çeşitli askeri zaferler,
değişik antlaşmalar ve imparatorların
ölümleri nedeniyle hatıra paralar
basılmış. Osmanlı İmparatorluğu’nda
ise özel bir hatıra para uygulamasından
söz etmek oldukça zor… Ancak
“seyahat paraları” basılmış.
Paraların koleksiyonlarını yapanların
sayısı da hayli fazla... Özellikle ABD,
Kanada ve İngiltere’de gelişmiş
bu alanla uğraşanların sayısı her
geçen gün giderek artıyor. İlk antik
para koleksiyonları ise, Rönesans
döneminde, Roma ve Yunan tarihindeki
ünlü kişilerin portrelerini araştıran
hümanistler tarafından yapılmış. Tabi
ciddi anlamda para koleksiyonculuğu
yapmak, derin bir kültürel altyapıyı,
yoğun araştırma yapmayı, nümismatik
biliminin ortaya çıkardığı gerçekleri
Fotoğraflar: Photo Graphica Creative
39
detaylı bakış
yakından izlemeyi, arkeolojik alanda
yürütülen çalışmalarla yakından
ilgilenmeyi zorunlu kılıyor ve gerçekten
çok değerli bir uğraş… Türkiye’de ise
güncel hatıra para koleksiyonculuğu,
Darphane ve Damga Matbaası Genel
Müdürlüğü önderliğinde sürdürülüyor
çünkü uğraşanların sayısı oldukça az.
Türkiye Cumhuriyeti’nin para ile
olan ilişkisi ise Kurtuluş Savaşı’nın
kazanılmasından sonraki sürece denk
geliyor. İlk madeni para 1924 yılında
basılmış. Tedavüle çıkarılan ilk madeni
paralar ise; 100 Para, 2 ½ Kuruş, 5
Kuruş, 10 Kuruş olmak üzere dört
paradan oluşuyormuş. 1000 Lira ile
tanışmamız ise 1990 yılında olmuş.
10.000 liranın gelmesi ise gecikmemiş;
1994… 100.000 lira ise 1999 yılında
hayatımıza girmiş…
Para en temel anlamda; karşılığında
mal ve hizmet almaya ve vermeye;
bunların ekonomik değerlerini takas
etmeye yarayan üzerinde rakamsal
değerler taşıyan kâğıt ya da metal
anlamına geliyor. Malların birbiriyle
değiştirilebilmesi için icat ettiğimiz para
aslında başımıza bir sürü yeni dert
açmış süreç içinde. Savaşlar, ölümler,
kalp kırıkları… Ne onunla olmuş, ne de
onsuz…
“Para”psikolojik “para”graf
O kadar çok hayatımızın içerisinde ki
para… Her cümlemiz onunla bitiyor bile
40
denebilir. Onu daha iyi anlayabilmenin
yolu dilimize geçmiş kullanımlarına
göz atmak aslında. Birçok sözümüz,
deyimimiz ve atasözümüzün içerisinde
geçiyor para kelimesi…
Yatırım yapacağımız zaman “para”nın
akması gerekti. Darphanelerde,
basımevlerinde; metalleri veya kâğıtları
“para” haline getirdik. Kumarda
ortaya “para” koyduk. Kâh kazandık
kâh kazandırdık. “Para” bastık…
Büyük “para”ları ufak “para”larla
değiştirirken “para” bozduk. Bankadaki
“paramızı” çektik. “Para” harcamak
zorunda kaldığımızda “para çıkarmak”
zorundaydık. Kimi zaman “para”mız
çıkışmadı. Eşimize dostumuza posta
veya banka ile “para” gönderirken,
“para”dan çıktık… Bazı şeylere çok
“para” harcarken çok fazla “para”
döktük. Bazı işlerden şüphe duyduk, el
altından “para” döndüğünü düşündük.
Eşyalarımız için “para” eder dediğimiz
de oldu, “para” etmez dediğimiz de…
Eve “para” getiren varsa kazanç
sağladık ve hayatımızı devam
ettirebildik. Beş “para”sız kalmadık…
Sıra beklemeyenlere "herkes sırasını
beklemek zorunda" diyebilmek için
“para” ile değil, sıra ile dedik. Çok
“para” kazananlara “parayı kırdı”
dedik… Bakkalda bile “para”nın üstünü
bekledik. “Para”nın yüzü sıcak geldi
birçoğumuza. Kimi zaman da “para
parayı çekti…”
Anında ödenmesi gereken işlerde
“para peşin, kırmızı meşin” deyimiyle
konuyu özetleyiverdik. “Para” saçanlar
da oldu, “para” sayanlar da… Kimisi
de birilerinin “para”sını sızdırdı. Diğer
bir deyişler “para”sını çekti… Ticari
bir işte yatırdığı anaparayı kurtaranlar;
parasının çıkardığından bahsetti. Tabi
“para”sını sokağa atanlar da oldu.
Ya da birisinin “para”sını yiyenler…
“Para”sıyla rezil olduğumuzdan şikâyet
ettik hepimiz. “Para” koparanlara
kaşlarımızı çattık. “Para” biriktirmeye
çalışırken, bir şeyleri “para”ya
çevirmemiz gerekti. Gerekli olduğunda
ise “para”ya kıymak zorunda kaldık…
Çok “para” kazananlar paraya “para”
demediler. “Para” yapmak için “para”
kazanıp biriktirenler oldu. “Para”ya
sıkıştığımızda zor anlar yaşadık.
“Para”sız kaldık, “para” sıkıntısı
çektik… “Para”mız oldu mu hemen
bankaya “para” yatırdık ya da kazanç
elde etmek üzere bir işe “para”
koyduk. “Para” yedirip rüşvet verenler
de oldu tabi. Çok “para” yediği için
tasarruf edemeyenler de çıktı. Kısaca
“para”larını denize attılar. “Para”yı
verenin düdüğü çaldığı da oldu,
böylelerinin “para”sının geçemediği
de…
“Para” babaları sardı dört yanımızı.
“Para” bastılar adeta. “Para” canlısı bir
haldeydiler. Onlara kısaca “Paragöz”
deniyor zaten. “Para” cezalarına hatta
hapis cezalarına rağmen kuralları
çiğniyorlar. “Para” çantaları her daim
dolu geziyorlar. “Para” değişimi hep
onların kontrolünde geçiyor. Evet
onlar için “para” pul çok önemli…
“Anaparaları” çok azalmıyor. Artı
“para” kazanıyorlar. Beş “para”sızlar
gibi “para”ları bloke olmuyor. Hatta
insanları bozuk “para” gibi harcıyorlar.
Demir paralarla çok da ilgilenmiyorlar…
Hazır “para”ları da her zaman var. Kâğıt
“para”lar onları seviyor adeta. Bazen
de kara “para” dönüyor üstlerinde…
Kırk “para”sı olmayanlar ancak madeni
“para”larla uğraşırken onlar nakit
“para”ları ile vakit harcadılar. On “para”
etmez olanlara herkes kızdı zaten.
Sıcak “para” hep onların kasalarında
yer tuttu. Taze “para” akışı, temiz
“para”, kirli “para”, başlık “parası”,
boyunduruk “parası”, ekmek “parası”,
hava “parası”, kefen “parası”, yakıt
“parası” derken cebimizde sadece
kaldı yol “parası…”
41
42
43
geçmiş zaman kipinde
44
En “sevgili”
sihirli kelime
"ALO" kelimesinin açılımı A-lessandra L-olita O-swaldo
kelimelerinden oluşuyor. Bu bir sevgilinin adıydı ve telefona
fısıldanan ilk sözcük oldu yıllar yılı. Bir anlamda da “sevgi”ye
tanınan bir öncelikti. Belki siz de bundan sonra ALO denince
sevdiğinizi hatırlar ve ona bir öncelik tanırsınız…
İlk televizyon çıktığında nasıl
sevinmiştik... Ya TRT 2 de yayına
başladığında… İlkler hep heyecanla
karşılanır. Manyetolu telefonları
tarihe gömen çevirmeli telefonlar ilk
çıktığında da bu hissi yaşıyorduk.
Birçok kişiye göre asrın buluşu olan
telefona bir adım daha eklenmişti…
Çevirmeli telefonlar hızla piyasadaki
yerlerini almıştı… Yine aynı hızla güzel
Türkçemize "numara çevirmek" sözü
eklenmişti bir solukta…
İletişim araçları kadar hızlı ve dramatik
gelişmeler sergileyen çok az şey var
aslında etrafımızda. Çağdaş yaşamın
her türlü nimetinden faydalandığımız
şu günlerde geçmişi anlamak çok
zor olsa da düşünmek de gerekiyor.
Nereden nereye geldiğimizi anlatıyor
bu süreçler… Bundan yaklaşık 120
yıl önce biriyle haberleşmenin tek
yolu mektuptu ve onun da cevabını
almak haftalar alıyordu. Şimdi ise
neredeyse her yerden hatta sualtından
bile cep telefonu ile istediğimiz kişiyle
doğrudan konuşabiliyoruz. Dahası 3G
ile artık yüz yüze görüşebiliyoruz… Bu
devrim esasında kodlu olarak sinyaller
gönderebilen telgrafla başladı ve sözlü
iletişim 1873'de telefonun icadına kadar
mümkün olamadı. İkinci büyük aşama
ise Marconi tarafından 1896'da icat
edilen kablosuz telefon oldu.
Söze telefonla özdeşleşen bir kelime
ile devam etmek doğru olur: ALO…
"ALO"nun açılımı A-lessandra L-olita
O-swaldo kelimelerinden oluşuyor.
Bu, bir sevgilinin adıydı... Bu yüzden
telefona fısıldanan ilk sözcük oldu yıllar
yılı. Bir anlamda da sevgiliye tanınan
bir öncelik oldu ALO sözcüğü. Belki
de bundan sonra ALO deyince siz de
sevdiğinizi hatırlar ve ona bir öncelik
tanırsınız… ALO her gün kullandığımız
bir kelime olurken, yaşamımızın
vazgeçilmez bir parçası durumuna
gelen telefon da evlerimizin en işlek
köşelerinde yerini aldı. Peki, telefonun
icadı nasıl gerçekleşti?
Hayatımızın bu kadar içine giren
telefonun doğumu, bundan 129 yıl
önce, 10 Mart 1876 günü gerçekleşti.
Telefonun 1876'da Alexander Graham
Bell tarafından icat edildiğinin tüm
dünyaya duyurulmasıyla iletişim süreci
yepyeni bir boyut kazandı. Graham
Bell, sağırların sessizliğini ortadan
kaldırmaya çalışırken, sesi bir yerden
bir başka yere taşıyan bu ilginç aleti
buldu. Sağırların sessizliğini ortadan
kaldırmadı ama her gün yeni bir
özelliğe kavuşan telefonla birbirinden
kilometrelerce uzaktaki insanların
birbirlerini duymalarını hala sağlıyor.
Alo sihirli bir kelime… Hikâyesi olan,
insanları birbirine bağlayan, paylaşan,
güldüren, bazen ağlatan, uzaktakileri yakın
eden, hal hatır soran hatta büyüklerin
ellerinden çocukların gözlerinden öpen…
Graham Bell'in annesi doğuştan
sağırdı. Dedesi ve babası yıllarını
sağırlara adadı. Özellikle babası
sağırlara duymasalar bile konuşmayı
öğretmenin yollarını geliştirmeye
çalışıyordu. İki kardeşi veremden
ölünce, babası kalan tek oğlunun
sağlığı için Kanada'ya göçtü. Babasının
ölümünden sonra onun çalışmalarını
tanıtmak ve yaymak için çabalayan
Graham Bell ABD'ye gitti. Burada bir
süre sağırlara dil öğretmeni yetiştiren
bir okulda çalıştıktan sonra kendi
okulunu kurdu. Ünü kısa sürede
yayılan Bell, Oxford Üniversitesi’ne
konuk öğretmen olarak çağrıldı.
İngiltere'de eline geçen Alman
Hermann Von Helmholz adlı bilginin
işitme fizyolojisine ilişkin kitabını
okudu. Böylece müzik sesinin bir tel
aracılığı ile aktarılabilineceği düşüncesi
üzerinde yoğunlaştı. Bu sırada başka
bilim adamları da bu konularda
çalışmalar yürütüyordu. İlisha Gray
bunlardan biriydi. İngiltere'den dönen
Bell, Boston Üniversitesi İnsan Sesi
Fizyolojisi dalı profesörlüğüne getirildi.
45
geçmiş zaman kipinde
Kuramsal bilgilerini teknik destekle
yaşama geçirmeye ve işitme engelliler
için duymalarını sağlayacak aletler
yapmaya girişen Bell, Thomas Watson
adlı bir elektrik mühendisi ile birlikte
çalışmaya başladı.
Bell ve Watson 1875 yılında sesin
tel üzerinden bir başka yere gittiğini
ortaya çıkarttı. Ancak ses anlaşılmaz
bir durumdaydı. 14 Şubat 1876 günü
Bell ve Gray telefon patenti almak için
ayrı ayrı başvuru yaptılar. Bell'e 7 Mart
günü istediği patent verildi. 174.465
nolu patentini alan Bell atölyede
denemelerini sürdürürken telefonu
çalıştırmak için kullandığı bataryadan
pantolonuna asit döküldü. Watson'u
yardıma çağırdı: "Bay Watson,
HYPERLINK "http://www.mankafapoldi.
com/generic13.html" \t "_top" çabuk
buraya gelin. Sizi istiyorum" dedi.
Bell yardımcısını yardıma çağırırken
farkında olmadan 125 yıl önce 10
Mart günü ilk telefon görüşmesini
yapmış oldu ve tarihe geçti. Watson
Bell'in sesini "telefon"dan duydu. Bu
buluşu ona birçok ödül kazandırdı. İlk
el telefonunu geliştirmek için teknik
sorunları alt etmeye çalışırken bir
yandan da kendisini dava eden Gray'a
karşı hukuk savaşı veriyordu. Telefon
atölyeden ancak 4 yılda çıkabildi.
1880 yılında Bell'e yardım eden Tainer
radyofon adını verdikleri aleti denedi.
Bir okulun tepesine çıkan Tainer çok
uzaktan görebildiği Bell'e telefonla
seslendi: "Bay Bell, Bay Bell... Beni
duyabiliyorsanız lütfen pencerenin
önüne gelip şapkanızı sallayın." Bell
şapkasını salladığında, telefon artık
doğumunun ardından emeklemeye
başladı. Sekiz yıl sonra Connecticut
eyaleti ilk telefon şebekesine sahip
kent oldu. Telefon yakın yıllara dek
Türkiye'de olduğu gibi santraller ve
memurlar aracılığı ile yürütülürdü. Kısa
sürede telefon direkleri ve kablo hatları,
sokakları örümcek ağı gibi kapladı.
Yürünmez bir hale gelen sokaklardaki
bir telefon direği kabloları tutan 50
çapraz tahta taşırdı. Telefon günlük
yaşama değişik biçimlerde girmeye
46
başladı ve o yıllarda yayımlanan
gazetelere verilen bir reklamda telefon
şöyle tanıtıldı: "Sohbet, ağızdan kulağa
telefonla konuşarak çok daha rahat..."
Bell, 1915 yılında New York'u San
Francisco'ya bağlayan ilk uzun
kentler arası telefon hattını açtı.
Karşısında yine yardımcısı Watson
vardı. Aradan geçen onca yıla karşın
Bell ilk günü unutmadı. Watson'a
"Watson seni istiyorum, buraya gel"
dedi. Telefonun olanaklarından
yararlanarak müşteri çekmek isteyen
oteller arasında kıyasıya bir savaş
başladı. Oteller ünlü müzik, tiyatro,
opera, konser salonlarına bağlanan
telefon "Tiyatrofon" hattı ile aldıkları
sesi lobilerinde oturan müşterilerine
dinletmeye başladı. Bu durum giderek
evlere ve iş yerlerine yayıldı. Graham
Bell ise telefon kelimesi ile birlikte
belleklere kazındı... 1893 yılında
telefon ile ilgili gelişmeleri kaleme
alan bir yazar gözlemini şöyle dile
getirdi: "Şu anda duyabildiğimiz
sanatçı ve şarkıcıları bir süre sonra
insanlık görmeyi de başaracak..." Yazar
haklıydı. Bu sözler "televizyon" özlemi
olarak yorumlanmasına karşın gelişen
teknoloji; görüntülü cep telefonlarını,
internet üzerinden canlı yayınla
iletişimi işaret ettiğini de gösteriyor
bir bakıma. Bilimkurgu severler ise
"Uzay Yolu" filmlerinden esinlenerek
insanların ışınlanmalarından, insanların
bulundukları yerde başka bir yerdeki
olayı üç boyutlu olarak ekranlarda
görerek ya da duyarak değil hissederek
elde edeceği günleri tartışıyor.
İletişim sektörünün bugün geldiği yeri
biraz düşünecek olursak, telefonların
da bundan nasibini en çok alan ürün
olduğunu kolayca söylemek mümkün.
Bugün telefonlar asıl işlevi olan sesleri
iletme dışında daha pek çok şeye
yarıyor. Bundan 10 sene önce hayal
dahi edemeyeceğimiz şeyler bugün
sadece bir tuşla gerçek oluyor. Artık o
uzun yıllar evimizin bir köşesinde yer
tutan telefonlar, küçük bir değişimle
birlikte ceplerimize girdi. İlk olarak
telsiz telefonlarla başlayan bu süreç şu
anda en renkli ve görkemli dönemini
yaşıyor.
aramızda olduğu söylenen Kırmızı
Hat söylemi de bu telefondan ötürü
ortaya çıkmıştı… Her birisi ayrı bir
nitelikteydi. Bugünse tozlu raflardaki
yerlerindeler. Şu an piyasada
bulunan cep telefonlarıyla ise müzik
dinleme, TV izleme, fotoğraf çekme
hatta hareketli görüntü alma şansına
sahipsiniz. Cep telefonuyla internete
giriyor, görüntülü konuşabiliyor ve
alışveriş yapabiliyoruz… Dahası şu
anki teknoloji gelecekte olabilecek
gelişmelerin çok küçük bir kısmı bile
değil. Gelecekte bizleri çok daha
gizemli bir dünya ile birlikte o dünyanın
yeni telefonu bekliyor. Ancak bu yeni
telefona artık telefon kelimesiyle sınırlı
bir isim bulmak imkânsız olacak gibi.
Tüm bunlar olurken şu soru geliyor
akıllara: “neyimize gerek bunca
teknoloji?”
Numarayı çevirmek için parmağımızı
taktığımızda rakamı saat yönünde
çevirirken bir tıkırtı, raylar yuvasına
geri dönerken bir başka tıkırtı çıkartırdı
çevirmeli telefonlar… Zil sesi en
sondayken çaldığında evdeki herkesi
ayağa dikebilirdi. Kırmızı olanları ise
en meşhurlarıydı. Beyaz Saray ile
47
evrensel sanat
SALVADOR Domingo Felipe Jacinto DALÍ y Domènech
48
Sevgi dolu, tırnak içinde bir “deli”
Günde sadece iki saat uyuyan;
cisimlere, insanlara ve tüm
dünyaya “deli” gözüyle bakarak,
“Bir deliyle aramdaki tek fark,
benim deli olmamamdır”
diyecek kadar özgüven sahibi;
bıyıkları için “dehamın antenleri”
diyecek kadar uçuk bir dahi…
“Koridoru yürüdüm kapıyı çaldım.
Kral dairesinin kapısı vardı ve
kapıyı Dali açtı. Anadan doğma
çıplaktı...” sözlerinin sahibi Dali’yi
tanıma şansını yakalamış birisi. Onu
çıplak karşılaması Dali için olağan,
misafiri için olağanüstü bir durumdu.
Çünkü medya önünde ya da normal
yaşamında hiç kimseyi umursamayan
ve eserlerinde bunu tüm “çıplaklığıyla”
yansıtan bir isimdi Dali. ''Bu dünyada
bir insanın başına gelebilecek en
güzel şey benim başıma geldi. Hem
İspanyol’um hem Salvador Dali.''
diyecek kadar kendisine güvenen
bir kimlikti. Birçok demecinden bu
kolayca anlaşılabiliyordu. Hatta 16
yaşında defterine yazdığı bir yazı “ben”
egosunu açıkça ortaya koyuyordu: “Bir
dahi olacağım ve herkes bana hayran
kalacak.”
Ölmeden önce kendi mezarını
tasarlaması, içi doldurulmuş bir
kuzuyu yatak odasının başköşesine
yerleştirmesi, imzalarını karısının
ismiyle atması, karısının ölümünden
sonra kendini yakmaya çalışması onu
“deli” diye çağırmalarının sadece birkaç
sebebiydi. Ne denli deli olduğunu hiçbir
zaman kimse kestiremedi. 60 yılında
Figueres’e bir müze kurmaya karar
verdiğinde, Dali’nin saçmaladığına
inanılmıştı. Müze 74 yılında Gala
Salvador Dali Tiyatro Müzesi ismi ile
açıldı ve şu an İspanya’nın en çok
gezilen 3’üncü müzesi. Bu müze onun
tasarladığı en büyük eseri oldu. Bu
sürrealist müzede; Dali’nin tasarladığı
ve boyama, çizim, yontma, kuyum,
hologram, stereoskopi, fotoğrafçılık ve
benzeri tekniklerle yapılmış 4 binden
fazla eseri bulunuyor. Dali’nin hayal
gücünün somutlaştığı bu yer, adeta
bir ibadethane görünümünde. Zaten
mezarını sonsuza kadar kalmak istediği
müzede cam kubbenin tam altına
yapmış.
Dali için ölen kardeşi ve çok sevdiği
eşi büyük anlam ifade ediyordu.
Salvador ismini o doğmadan önce ölen
abisinden alan Dali, "Kendimi ifade
ederken her zaman kullandığım tüm
eksantrizm ve tutarsız teşhirciliğim,
hayatımın kalıcı trajedisinden başka
bir şey değildir. Kendi kendime
ölü kardeş değil, yaşayan kardeş
olduğumu ispatlamak zorundayım. Bu
nedenle kendimi ölümsüz kılıyorum."
diyerek çok şeyi açıklıyordu aslında.
Dali’nin en büyük ilhamı ise büyük aşk
yaşadığı karısı Gala. Onun Gala’ya olan
tutkusu Figueres’e 40 km uzaklıktaki
bir ortaçağ kalesinde tüm açıklığı ile
bugün bile görülebilir. Dali, Púbol
Kalesi’ni özel olarak dekore ederek
Gala’ya armağan etmişti.
1904’te doğan ressam en çok
gerçeküstü eserlerindeki tuhaf ve
çarpıcı imgeleriyle ünlendi. Ressamlığın
yanı sıra heykel, fotoğraf ve sinemayla
da ilgilendi. Kişiliği her alanda
çok yönlüydü. Görsel anlamda bir
semboldü adeta. Bıyığıyla, saçıyla,
kıyafetiyle her yönüyle bir sembol...
Başka bir deyişle kendisi de bir
eserdi Dali’nin. Görsel gücü o denli
güçlüydü ki insanları etkilemesi çok
zor olmuyordu. Çılgınlığı da işin cabası
oluyordu. Bir gün konferansa giderken
ayağını sıkan bir ayakkabı giyen Dali’ye
soruyorlardı neden böyle bir ayakkabı
giydiniz diye. Dali ise şu cevabı
veriyordu: “Ayağım sıkarsa kafamı daha
iyi toparlıyorum. Bir yerde bir sıkıntı
olmalı ki diğer yerler rahatlasın.”
49
evrensel sanat
Gözlerini kapattığında oluşan
görüntüleri anne karnında gördüğü
görüntüler olduğunu savunan Dali’nin
ağzından dökülen birçok söz onu
anlatmaya yetiyor aslında:
“Dahi değilsen bile öyle davran. Kesin
dahi sanarlar.”
”Çocukluğumun daha ilk yıllarında
kendimi sıradan ölümlülerden ayrı tutan
şirret bir düşüncem vardı. İşte o yüzden
bugün başarılıyım ben.”
”Soytarı olan ben değilim, deliliğini
50
gizlemek için ciddiyet oyunu oynayan
şu aklın, mantığın alamayacağı ölçüde
sinsi, bönlüğünden bile habersiz
toplum.”
“Uyuşturucu kullanmıyorum, ben
kendim uyuşturucuyum.”
“Dünyada iki büyük ressam vardır, biri
Pablo, diğeri de benim, ama ben daha
büyüğüm”
“Sanat yapmak için aklı devre dışı
bırakmak gerekir.”
“Ya kolaydır ya da imkânsız!”
Dali’nin hayatı tabir yerindeyse film
gibiydi. İlk resim kursunda öğretmeni
Juan Núñez’di, ondan karakalem
çalışmayı öğrendi. Daha sonra
Katalan empresyonist ve realistleri ile
tanıştı. Zaman içinde Kübizm ve Juan
Gris'i keşfetti. 20'li yılların başında
Madrid San Fernando Akademisi’ne
başladı fakat anarşist hareketleri
nedeniyle okuldan atıldı ve bir süre
Girona'da tutuklu kaldı. Paris'te çok
saygı duyduğu Picasso'yla tanıştı ve
etkilendi. Londra'da Stefan Zweig onu
Sigmund Freud'a tanıttı ve Freud’un
düşünceleri üzerine felsefeler üretti. 23
yılında Madrid'de Luis Buñuel ve García
Lorca ile tanıştı. Dalí tüm bu insanlarla
birlikte gelişip değişiyordu da.
Gençken sahip olduğu uzun saçları
ve ağzından düşürmediği piposu ile
daha doğal bir tip olan Dali, yıllar sonra
kısacık briyantinli saçlara, “özel” bir
bıyığa ve spor giyinen asık bir surata
sahip birine dönüştü. Günlük yaşamı;
entelektüel bir söylem ve lüks bir
yaşamla harmanlanıyordu. Kadınlar
pek ilgisini çekmezken fikrini değiştiren
birisi ile yolları kesişti. 26 yılında bir
Rus avukatın kızı ve sürrealist şair
Paul Eduard'ın eşi olan Gala’yla
tanıştı. Birkaç ay sonra tamamen âşık
olarak birlikte yaşamaya başladılar.
Gala yaşamına girdikten sonra; Dali
için bir âşık, bir arkadaş, esin perisi,
model, danışman ve her şeyin ötesinde
varlığının yöneticisi oldu. 1982'de
Gala öldü ve Dali neredeyse hiç resim
yapmaz oldu.
Freud'un içten ve fanatik olarak
tanımladığı, Dali'nin gözleri; hep
büyüleyici bir dünyayı keşfediyordu. 23
Şubat 1989'da Figueras hastanesinde,
84 yaşındayken öldü. Cesedi ilaçlandı
ve Figueras'taki müzesine hâkim olan
dev kubbenin altına gömüldü. Sigmund
Freud'un yazılarından etkilenerek
sanatını sürrealizmle temellendiren
Dali, “Eleştirel Paranoya” yaklaşımı ile
oluşturduğu eserlerle tüm deliliğine
rağmen dünyanın en başarılı sürrealist
ressamı oldu.
Salvador Dali, 3 yıl aradan
sonra yeniden İstanbul'da.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi ev sahipliğinde,
InArtis ile Kült işbirliğinde
gerçekleştirilen Salvador
Dali Sergisi; 26 Şubat
2012’ye kadar Tophane-i
Amire'de... Sergide
Salvador Dali'nin, “İlahi
Komedya”, “Sürrealizm
İzleri”, “Gala ile Akşam
Yemeği” adlı 3 ayrı
başlıktaki 121 eseri yer
alacak.
51
bakış açısı
“Koyun bile
kopyaladık!
Taklit böyle bir şey”
Röportaj: Aise Amet
Yavuz Seçkin radyoculuk ile nasıl
buluştu?
15 Sene evvel girdiğim bir yetenek
yarışmasının ardından Radyo Klas’ta
Kadir Çöpdemir ile tanışmam ile
birlikte onun yanında yayın yapmaya
başladım, daha sonra kendi programım
teklif edildi ve ben de değerlendirdim.
Ünlülere telefon şakalarıyla
başladığımız “Yavuz’un Minibüsü” tam
15 yıl devam etti.
Taklitlere nasıl yönlendiniz peki?
Komedyenlikten önce esnaflık
yapıyordum ve arkadaşlarım çok
gülüyorlardı, yetenekli olduğumu
söylüyorlardı. Bir yarışmaya katılıp
orada birinci olmamla birlikte sahnelere
de adım atmış oldum.
52
Her ünlünün şekline
giren bin bir surat Yavuz
Seçkin, bu özelliğini
ailesinden aldığı söylüyor
ve ekliyor, “Taklidini
yapacağım kişinin ilk
önce mimikleri önemli,
mimiklerini yeterli seviye
de kullanamayan birinin
taklidini yapmak zor. İyi ve
başarılı taklit için, taklidini
yapacağınız kişiyi çok
derinden gözlemlemeniz
gerekiyor.”
Türkiye şartlarında komedi ile
uğraşmak zor mu?
Türkiye şartlarında tüm mesleklerin
kendine özgü zorlukları vardır elbette.
Bizim de az çok karşılaştığımız zorluklar
oluyor zaman zaman. Ama işimi
çok keyifle ve severek yaptığım için
zorluklarını çoğu zaman görmezden
gelebiliyorum.
Türk insanını alıngan buluyor
musunuz?
İnsanlar zaman zaman alınganlık
gösterebiliyorlar fakat ben her zaman
taklit veya şaka yaptığım insanları
rencide etmemeye, kırmamaya, küçük
düşürmemeye çalıştığım için, sanatçı
dostlarımızın alınganlıkları ile pek
karşılaşmadım.
Aileniz nasıl tepki(ler) verdi
komedyenlik konusunda?
Tercihlerim yakın çevrem tarafından
oldukça destek gördü.
Çocukken de muzip biri miydiniz?
Babam çok komik, eğlenceli bir
insandı. Herhalde bende bu yönümü
babamdan almış olmalıyım. Çok
küçükken biraz içime kapanık olsam
da, büyümeye başladıkça muzipliklerim
de arttı elbette.
Radyo programcılığını bırakma kararını
nasıl verdiniz? Bundan sonra sizi ne
tür projeler ile göreceğiz?
15 yıllık bir radyo programcılığı
geçmişimden sonra yeni şeyler
denemek istedim ve yepyeni bir proje
üzerinde son hazırlıklarımız devam
ediyor. Kuklalar yapıyorum ve bu
kuklalar ile yakında çok güvendiğim bir
ekiple karşınıza çıkacağım.
ve bir kalıp aşaması var dolayısı ile
zorlandığımız bir karakter olmadı. Hepsi
ayrı ayrı emek isteyen işlerdi.
Taklidini yaparken zorlandığınız isimler
var mı?
Sadece kadın sesleri yaparken
bazı isimlerde zorlandım ama
genelde taklitlerimde pek zorlanma
yaşamıyorum.
Dışarıda yürüdüğünüz zaman
insanlarda nasıl bir tepki alıyorsunuz?
Halkın içinde bir insanım ve onlardan
biriyim. Arkadaş gibiyiz hayranlarımla.
Beni gördüklerinde aileden biriymişim
gibi davranıyorlar bu da beni çok mutlu
ediyor.
Sosyal medyayı da oldukça yoğun
kullanıyorsunuz. Twitter’da takip
etmekten keyif aldığınız kimler var?
Dostlarımı takip ediyorum elbette, ama
ben daha çok kendimle eğlenmeyi ve
takipçilerimi eğlendirmeyi seviyorum.
Bu güzel röportaj için çok teşekkürler.
Ben teşekkür ederim. Bursa’ya
selamlar…
Hangi ünlünün taklidini yapmak
hoşunuza gidiyor?
Bütün sanatçı dostlarımın taklitlerini
yaparken keyif alıyorum ama özellikle
hangisi derseniz, Mahsun Kırmızıgül ve
Mustafa Topaloğlu diyebilirim.
Sizin için taklit eğlence mi, iş mi?
Elbette iş ama eğlenerek ve çok keyifle
yaptığım bir iş.
Kötü anlamda hiç tepki aldınız mı?
“Benim niye taklidimi yapıyorsun”
diye…
Hayır, genelde benim neden taklidimi
yapmıyorsun, beni de yap diye tepkiler
geliyor.
Bir gün sizinde taklidinizi yaparlarsa,
nasıl tepki verirsiniz?
Ben kendi taklidimi yaptım bile. Geç
kaldılar.
Sahne gösteriniz peki, o nasıl gidiyor?
Tam gaz devam gösterilerimize,
önümüzde yoğun talep üzerine Ankara,
İstanbul ve İzmir’de gösterilerimiz
olacak.
Son dönemde kuklalar ile birlikte
görüyoruz sizi. Bu fikir nasıl gelişti?
Avrupa Yakası’nda proje adamıydım
sanırım biraz Sertaç’tan bulaştı ve
Türkiye’de yapılmamışı yapmak
istedim ve aklıma “Kukla” projesi geldi.
Üzerinde çalışmalarımız devam ediyor.
Yakında seyircisi ile buluşacak.
Kukla yapım aşamasında en çok hangi
ünlü isimde zorlandınız?
Her birinin şekillendirilmesi farklı
Yavuz
Seçkin
53
film şeridi
Orijinal adı: L'Ours Oyuncular: Tchéky Karyo, Jack Wallace, André Lacombe
Yapım yılı: 1988 Bir sevgi filmi: AYI
Fransız yönetmen Jean-Jacques Annaud’nun efsanevi olarak anılmasında belki de en büyük paya
sahip olan Claude Berri yapımı bu film, bir ayının büyüme öyküsünü Disneyvâri olmayan, inandırıcı ve
dramatik bir tonda gözler önüne seriyordu ve hepimizin hafızalarında derin bir yer etti.
Sanıldığının aksine bir belgesel değil,
konulu bir filmdi Ayı. Ülkemizdeki
sinemalarda “Bir Sevgi Filmi” alt
başlığı ile gösterilmiş olduğunu,
kimi sinemaseverler gülümseyerek
anımsayacaklardır... Aynı cümle içinde
geçen ayı ve sevgi sözcüklerine gülen
insanlar ise bu filmi yüksek ihtimalle
seyretmemiş demektir. Bart ve Youk isminde iki ayının başrol
oyuncusu olduğu 1988 yapımı bu filmin
yönetmeni Seven Years in Tibet ve The
Name of the Rose'u da yönetmiş
olan Jean Jacques Annaud'du. Giderek
kirlenen ve yaşanmaz hale gelen
54
hayatın güzelliğini, doğa sevgisini,
hayvan sevgisini, sıcacık bir tempoda
anlatan bir filmdi Ayı. Zevk için ayı
avlayan üç avcı ile onlardan kaçan
yavru bir ayı ile onun dev arkadaşının
hikâyesiydi. Bir ayıya rol yaptırmak
kulağa hiç de kolay bir işmiş gibi
gelmezken, kürkü için ya da sadece
zevk için, dişleri için, yağı için, derisi
için, ''spor'' olsun diye vs. hayvan
öldürmenin ne kadar alçakça bir
insan eylemi olduğunu sözcüklerden
çok yüz ifadeleri ve seslerle anlatan
bu filmin en dramatik sahnesi, anne
ayının ölümüydü. Avcılarla olan
kovalamaca sonucunda, kaçan dev ayı
bir süre sonra avcılarla yüzleşiyordu…
Minik ayının avcılara esir düştükten
sonra ipini kopardığında kaçmak
yerine ortaya yığılı ayı postlarının
arasında uyuduğu sahne de aynı
etkiyi yaratıyordu. Filmin en can alıcı
özelliklerinden bir tanesi de filmdeki
vurma sahnelerinin hiçbirisinin
gerçek olmamasıydı. Hollywood
filmlerinde, özellikle 1960 öncesi
kovboy filmlerinde, gerçekçiliği ararken
binlerce hayvanı katleden birçok
yönetmene ders niteliği taşıyordu. Ayı
gerçekten de her açıdan “bir sevgi
filmiydi…”
55
armoni
Kaliteli müzik
denince akla gelen
ilk isimlerden
birisi. “Slowhand”
lakaplı üstat bir
müzisyen. Gitarı
eline aldığında
bambaşka diyarlara
yolculuklara çıkan
ve çıkartan Eric
Clapton... Onun
müziğinin tüm
dünyanın ezberinde
olmasının
nedeni ise büyük
bir ihtimalle
mükemmeli
araması…
Tükenmeyen gitar sesi
Konuğumuz 30 Mart 1945 doğumlu
bir duayen. Blues ve Rock müziklerine
apayrı anlamlar katmış olağanüstü bir
gitarist. Dramatik yaşamından çıkan
eşsiz bestelerinin usta yorumcusu…
İngiltere'nin Ripley şehrinde doğmuş
Eric Clapton. Tüm dünyanın onu
tanıdığı lakap ise "Slowhand…" Bir
altgeçitte başladığı müzik serüveni;
The Yardbirds, Bluesbreakers, Cream,
Blind Faith, Derek and Dominos gibi
gruplarla çalarak devam etmiş. İsminin
herkes tarafından öğrenileceği ise
daha en başından belliymiş aslında.
Altgeçitte çalarken bile insanlar
56
duvarlara “Clapton is GOD”(Clapton bir
tanrı) yazmışlar.
Gençlik döneminde İngiliz
televizyonunda yayınlanan Jerry Lee
Lewis Show’a katılan Clapton, geleceği
dair ilk sinyalleri bu programda
vermiş. Lewis’in inanılmaz performansı
genç Eric’in Blues’a olan tutkuları
ile birleşince, içinde gitar çalmayı
öğrenmek için dayanılmaz bir istek
doğmuş. Kingston College’de vitray
tasarımı okuyarak başladığı eğitim
hayatı, sınıfta gitar çaldığı için okuldan
atılınca son bulmuş. Bir laborant olarak
çalışırken de boş zamanının çoğunu
büyükbabasının aldığı elektrogitarı
çalarak geçiriyormuş…
Patricia Molly Clapton ve Edward
Walter Fryer'ın evlilik dışı çocuğu olarak
dünyaya gelmiş. Hayatının dramatik bir
çizgide geçeceğinin ilk işareti olmuş bu
belki de. 9 yaşına kadar büyükanne ve
babası ile büyümüş ve onları anne ve
babası olarak bilmiş. Annesi Patricia’yı
ise ablası olarak biliyormuş. Müziğin
onun için rahatlama yöntemi olduğunu
keşfettiği günden bu yana ise müzikten
hiç ayrı kalmamış… Müziğe ilk ciddi
Eric
Clapton
adımını ise 1964 yılında The Yardbirds
adlı blues-rock grubunda çalmaya
başlayarak atmış. Fakat 1965'in
Mart ayında bu grubun pop müziğe
kaydığını düşünerek gruptan ayrılma
kararı almış... Aynı yıl John Mayall &
Bluesbreakers grubuna katıldığında
Clapton artık bir Blues gitaristi olarak
bulmuş kendini… Bu grupla çaldığı
dönemde altgeçitte duvarlara yazılan
"God" (Tanrı) lakabı, iyiden iyiye ismi ile
örtüşmüş.
Jack Bruce ve Ginger Baker'ı ile birlikte
Cream isimli grubu kurmuş müziğin
mühendisi. Cream adından sıkça söz
ettiren 3 albümün sahibi olduktan
sonra 1968 yılında dağılmış. Üç yılın
ardından Clapton’ın müzikte bir ilah
olduğunu düşünenlerin sayısı bir hayli
artmış… Hatta yapımcılar 1969 yılında
"Goodbye" isimli konser kayıtlarından
oluşan albümü piyasaya sürmüşler ve
en az diğer üç albüm kadar bir başarı
daha elde etmişler.
1966 yılı ise bambaşka bir atılımın
sahne aldığı, Clapton’ın ayakları
üzerinde durduğu yılın ismi olmuş.
1969'da Blind Faith ile çıkardığı,
grubun adını taşıyan bir albümden
sonra, Derek and the Dominos adlı
grup içerisinde Bobby Whitlock (vokal
ve klavye), Jim Gordon (bateri), Carl
Radle (bas) ile çalmaya başlamış
Clapton... Grupla çıkardığı Layla and
Other Assorted Love Songs albümü
ise onu ölümsüz kılan şarkılarından
birisini ortaya çıkarmış… Layla, Eric
Clapton denince akla gelen ilk şarkı
oldu. Clapton, dönemin ünlü modeli
Pattie Boyd-Harrison için yazdığı bu
şarkıyı Leyla ile Mecnun hikâyesinden
esinlenerek yazdığını açıkladı.
Bu şarkı Clapton’ın hayatında her
açıdan anlam taşıyordu. George
Harrison'ın eşi olan Pattie ile yaşadığı
aşkın ürünü olan bu şarkı büyük
57
armoni
izler taşıdı yaşamında. 79’da evlilik
ile devam eden ilişkisi 88’de ayrılık
ile sonuçlandı. Clapton için zor
günlerin başlangıcı olan bu ayrılık
sonucu Clapton eroine başladı. Müzik
kariyerine 2 yıl boyunca ara vermek
zorunda kaldı. Ama bu dramatik süreç
hayatına anlam katan bambaşka bir
dönüşümle ona geri döndü. Eroinle
mücadele için çokça etkinliklerde
bulundu. Eric Clapton, bağımlılara
yardım için madde ve alkol bağımlılığı
iyileştirme merkezi dahi kurdu.
1990’lı yıllarda ise Clapton’ı zor
günler bekliyordu. Yakın arkadaşları
olan gitarist Stevie Ray Vaughan
ve ekip elemanları Colin Smythe ile
Nigel Browne korkunç bir helikopter
kazasında yaşamlarını yitirdiler.
Birkaç ay sonra ise İtalyan model
Lori Del Santo’dan olan 4 yaşındaki
58
oğlu Connor, annesinin Manhattan’da
oturduğu gökdelenin 49. katından
düşerek öldü. Oğluna adadığı yürek
parçalayan şarkısı Tears in Heaven
1992 yılında Grammy kazandı. Clapton
o yıl Unplugged albümü ile toplam 5
Grammy daha kazandı. 1994 yılında
Blues parçalarına dönüş yaptı ve
From the Cradle ile hayranlarını ve
eleştirmenleri bir kez daha mest etti.
Şubat 1997’de John Travolta’nın filmi
Phenomenon için yaptığı Change
the World adlı parçayla Yılın Plağı
ve En İyi Erkek Vokal dallarında iki
Grammy daha kazandı. 1998’deki
Pilgrim albümü ise Clapton’un
uzun müzik yaşamı içindeki en
iyi performanslarından biri olarak
gösteriliyor. Rock & Roll Ünlüler
Müzesi’ne Yarbirds ve Cream üyesi
olarak daha önce iki kez giren efsanevi
gitarist, 2000 yılı içinde solo artist
olarak bir kez daha bu müzedeki yerini
aldı. Clapton müzik hayatına 40’a yakın
ödül sığdırdı.
Dünya üzerinde akustik gitarı en iyi
çalan kişi olduğu söylenen Eric Clapton
için gitar markası bile çıkmıştır. Gitarları
müzayedelerde bir servet ediyor.
Birçok kişi “gitarıyla konuşan” ve “gitarı
konuşturan” kişi olarak görüyor onu.
İnişler ve çıkışlarla dolu müzik yaşamı,
acılar ve trajediler, uyuşturucu ve alkol
bağımlılığı, kötü giden aşk hayatı ve
kaybedilenler onun hayatını özetlemeye
yeter aslında. Yaşadığı dramatik
yaşamın sonucu ise gitarından çıkan
eşsiz notalar...
59
gezi-yorum
Antakya
Çok kültürlü sevgi sofrası
Özgür Çakır
Tüm zamanların ve ilklerin şehri, sevgi ve hoşgörünün dile gelip vücut bulduğu
barış kenti, defne diyarı Antioche. Antakya.
Kalabalık bir ailenin etrafında yerleştiği
büyük bir sofra hayal edin. O sofrada
Türk, Arap, Kürt, Fransız, Ermeni,
Sünni, Alevi, Yahudi, Ortodoks,
Katolik oğullar ve kızlar olsun. Ve ayrı
milletlerin, dinlerin ve dillerin mensubu
bu kardeşler yüzyıllardır birbirleriyle
kavga etmeden geçinsin. Mesela
sinagogun duvarını caminin cemaati
onarsın, kiliselerinde Ramazan ayında
iftar yemeği verilsin, imamın kurbanını
kesmesine rahip yardım etsin, kimse bir
60
diğerinin etnik kimliğini sorgulamasın
ve bunun bir önemi de olmasın.
Ana payda oralı, yani “Entekyeli”
olmak olsun. Evet, ülkemizin güney
sınırlarında böyle bir kent var.
İslamiyetin ezanı, Yahudiliğin hazanı
ve Hıristiyanlığın çanının asırlardır aynı
anda dile geldiği Antakya, sayının ana
teması da sevgi olunca “gezi yorum”un
rotasını doğrultması için adeta biçilmiş
kaftan.
Önümüzdeki sayfaları doldurup
taşacak olan onlarca güzergâh
ilginizi hiç çekmese bile sırf bir öğün
yemek yemek için bile gidip dönmeye
değecek bir yerden bahsediyorum.
Kimilerinizin hep aklından geçirip bir
türlü fırsatını yaratamadığı için harekete
geçmediği bir kaçamak olduğunun da
farkındayım Antakya’nın. O halde hazır
kışı da yolculamaya ramak kalmışken
bahar aylarında bir hafta sonunu
ayırarak rotayı güneye kırmamak için
tek engeliniz sizsiniz. İstanbul’dan
bir saati biraz aşan bir uçak seyahati
sonrası Hatay Havaalanı ve gelirken de,
giderken de “hoşgeldiniz”i dillerinden
düşürmeyen bu kozmopolit kentin
sıcakkanlı insanları sizi bekliyor.
Öylesine zengin bir geçmişi var ki
Antakya'nın, iyisi mi biz MÖ. 300
yılının 22 Mayıs sabahına gidelim.
Büyük İskender'in ölümünden sonra
imparatorluğunun topraklarını paylaşan
komutanlardan biri olan Seleucus,
kenti kuracağı yere karar vermek için
bir koyun kurban eder ve tanrılardan
işaret bekler. Uçup gelen bir kartal
kurbanı alıp, ovada bir yere iner ve
babasının ismini vereceği şehir buraya
kurulur. Böyle anlatılır Antakya'nın
kuruluş öyküsü. Eski kaynaklara göre
Roma İmparatorluğu’nun zirvede
olduğu dönemlerde Antakya 300.000
bin kişiyi aşan nüfusuyla Roma ve
İskenderiye’den sonra imparatorluğun
ve dünyanın en gelişmiş ve zengin 3.
büyük şehriydi. Asi nehrinin suladığı
geniş meyve bahçeleri ve şehrin iki
tarafındaki aşılması güç surlarıyla
hem zengin hem de ele geçirilmesi
neredeyse imkânsız bir kentti. Sizleri
tarih bilgisiyle boğmaya niyetli değilim
ama eskinin görkemli metropoliti,
bugünün mütevazı Anadolu şehrinin
yüzyıllar boyu Haçlı seferleri dâhil
bir dolu saldırıya maruz kaldığından,
Konstantinopolis yani İstanbul’un
yükselişi ile cazibesini yitirdiğinden
ve üzerinde kurulu olduğu dünyanın
en büyük fay hatlarından biri olan
Kızıldeniz fay hattının ürettiği üç
tanesi şehri dümdüz eden onlarca
deprem sonrası defalarca yeniden
inşa edildiğinden ve belki de on aylık
bir süre ile dünyanın en kısa ömürlü
devletlerinden biri olan Hatay Devleti’ne
61
gezi-yorum
başkentlik yaptığından bahsetmeden
bu faslı kapamamak lazım.
Asi Nehri'nin bereket saçtığı Amik
Ovası’nda, Akdeniz’in Orta Doğu’ya
geçiş noktasında kurulan Antakya'da
Asi, kent yaşamının da başrolünde.
“Ters akan nehir” olarak da bilinen
Bekaa Vadisi çıkışlı bu asi, dünyada
Nil Nehri'yle birlikte kuzey yönünde
akan iki nehirden biri. Suriye’deki
baraj ve Amik Gölü’nün kurumasına
neden olan bazı yanlış politikalar
nedeniyle dengesi bozulmuş, kışın
şiddetli akmaya ve yazın kurumaya
başlamış olsa da şehrin atardamarı
olmaya devam ediyor. Kıyısındaki çay
bahçeleri ve gezi yolları yerel halkın
nefes alma yeri olan Asi Nehri pratikte
ise dar sokakları, avlulu az katlı evlerin
oluşturduğu eski şehir ile çok katlı
beton yığınlarına dönüşen yeni şehir
arasındaki sınırı çiziyor.
62
Modern (!) yerleşim nehrin batı
yakasında gelişirken, doğu yakasındaki
eski kent ise günümüzde halen
değişime direniyor.
Kentte kozmopolit yapısı gereği
birçok dil konuşulsa da Arapça’nın
hâkimiyetini hissetmemek mümkün
değil aslında. Neredeyse herkesin
Arapça bildiğinin varsayıldığını
söylemek de mümkün. Türkçenin
yanında Arapça gündelik yaşam
dili ve hatta biraz da “Entekyece”.
Arapça yazan dükkân tabelaları ve
Suriye plakalı araçlar kentin normali.
Son olaylar ve mülteci akınından
önce Antakyalılar sabah Suriye'ye
gidip akşam dönecek kadar suyolu
yapmışlar komşuyu. Aslında buralara
kadar gelmişken aynı gezi programında
Antakya’nın sınır ötesindeki kardeşi
Halep’i de gezmeyi önerebilirdim
yaşananlar olmasa.
Son dönemde eski konak ve
fabrikaların restorasyonu ile turizme
kazandırılan birkaç butik otel dâhil
olmak üzere çok sayıda irili ufaklı, her
bütçeye uygun otel bulmanız mümkün
Antakya’da. Hatta “tanrı misafiri”
anlayışının hala hâkim olmasını
göz önünde bulundurursak kapısını
çalacağınız herhangi bir ailenin de
sizi misafir edeceğinden emin olsam
da abartmaya gerek yok. Zevkinize
ve bütçenize uygun bir otel seçtikten
sonra yüklerinizden kurtulup kendinizi
eski şehrin daracık yollarına vurma
vaktidir.
Kurtuluş Caddesi’ni bulmak ve sonra
da gözünüze kestirdiğiniz bir aradan
eski şehre dalmak için acele edin.
Keşfedecek çok şey var. Çoğu tek
ya da iki katlı olan bu evlerin kapıları
mesela… Hanımların kullandığı ayrı
kapı tokmaklarının ve evde yaşayanlara
dair işaretlerin peşine düşecek, her
evin bu bol hikâyeli kapılarının açıldığı
avlularında mutlaka limon ağacının
olduğunu öğreneceksiniz. Şansınız
varsa yağmur yağacak, daracık
yolların ortasındaki su kanallarında
yağmur suyu size eşlik edecek,
belki sobaların dumanının kokusuyla
çocukluğunuzdan birtakım sahneler
gözünüzde canlanacak, labirentten
farksız bu daracık sokaklarda vaktin
nasıl geçtiğini anlamayacaksınız. Sonra
sokak isimleri gözünüze takılacak. İki
farklı mezhebin kilisesinin aynı sokağa
isim verdiğini, bunlardan birinin de
bir cami ile aynı duvarı paylaştığını
fark edeceksiniz. Kadrajınıza portakal
ağacı, cami minaresi ve kilise çan
kulesini aynı anda oturtacaksınız.
Kilisenin misafirhanesinin sorumlusu da
olan Rahibe Barbara ile tanışacaksınız.
Sizi götürdüğü mekânda duvarlarda her
dilden “barış” yazılarını gördüğünüzde,
her dinden ilahi ve şarkıları söyleyen
melekler korosuyla tanıştığınızda
ve burada her gün dünya barışı
için beş dakika sessizlik duruşu
olduğunu öğrendiğinizde insanlık
için umutlanacaksınız. Bu ruh haliyle
avlularına hoyratça dalıverdiğiniz
insanlar size kızmak ya da garipsemek
yerine “hoşgeldiniz” diyerek bir şeyler
ikram etmeye kalkışacak istisnasız.
Garip olanın onlar mı yoksa sizin
“büyükşehir insanı” alışkanlıklarınız mı
olduğunu düşüneceksiniz. İnsanları
tanıdıkça çok kısa bir süre sonra
şehri de seveceksiniz. Depremlerin
onlarca medeniyeti kardığı şehrin
altında Suriye’ye dek uzanan gizli
tüneller olduğuna dair şehir efsanelerini
dinleyeceksiniz mutlaka birinden.
Belki bir nişana ya da düğüne denk
gelir de bir cümbüşe dâhil olursunuz
kim bilir. Belki de şansınız varsa
dünyanın en lezzetli fıstıklı sahlebini
satan seyyar satıcıyla karşılaşırsınız.
Aman görünüşüne bakıp aldanmayın
sakın ve mutlaka tadın. Tarif etmeye
kalkışmayacağım. Hatta siz iyisi mi bu
işi şansa bırakmayın ve sokaklarda
dolaşırken bir hedefiniz olsun. Mutlaka
o sahlebin tadına bakın.
Yeterince yorulduğunuza inanıyorsanız
soluklanmak için çok özel bir yer
önereceğim: Affan Kahvesi, nam-ı diğer
İnci Kıraathanesi. Antakya’ya yolunuz
düşüp de buraya uğramazsanız eksik
kalır dersem abartmış sayılmam.
Kurtuluş Caddesi üzerindeki mekân,
20.yy başında inşa edilen iki katlı taş
binanın zemin katında ve neredeyse
ilk günden bu yana aynı şekliyle
muhafaza edilmiş durumda. “İçerdeki
müdavimlerin bir kısmı da sanki ilk
günden beri oradalarmış hissi veriyor”
desem herhalde gözünüzde bir şeyler
63
gezi-yorum
canlanmıştır. Dört kuşaktır mekânı
işleten Sahilli ailesinin misafirperver
tutumu ile bir Antakya klasiği olan
mekânda namı çoktan şehrin sınırlarını
aşmış ve mekânla özdeşleşmiş
bir tatlı var: Haytalı. Aslında Arap
Mutfağı’nın bir tatlı çeşidi olan bu
gül suyu katkılı nişasta muhallebisi
üzerinde dondurmayla servis ediliyor
ve ben daha Antakya Mutfağı’ndan
bahsetmeden tatlılara geçtiğimin
farkındayım. Üzerine bir de asmalarla
64
kaplı arka bahçede küçük şadırvanın
yanında Suvari ismini verdikleri cam
bardaklarla kahve içtiyseniz tekrar
yollara düşebiliriz.
Antakya'ya gidip Uzun Çarşı'da
gezmemek olmaz. Geleneksel el
sanatlarından lokantalara kadar her
türlü mesleği icra eden esnaf burada
toplanmış durumda. Çarşının her
ara sokağı ve caddesi farklı meslek
gruplarına ayrılmış. Eğer meraklıysanız
nar ekşisinin en lezzetlisini Uzun
Çarşı'da bulabileceğiniz kesin. Hazır
nar ekşisine meyletmiş ve çarşı pazar
alışveriş moduna girmişken keçi
peyniri, Çara peyniri, küflü peynir,
Antakya’ya özgü pul biber, biber
salçası ve şalgam suyu da alışveriş
listesine eklenebilir pek tabi.
Uzun çarşı gezmeniz bitti ve alışveriş
yapmadan çıkabilmeyi başardıysanız
hemen yakınındaki Habib-i Neccar
Camii’ni görmek gerek. İslamiyet tarihi
açısından da şehrin önemi büyük.
Şehrin bir başka “ilk”i burada. Şöyle ki
Anadolu’daki ilk cami Habib-i Neccar
Camii. İlginç de bir hikâyesi var. Roma
İmparatorluğu’nun ilk dönemlerinde
Pagan tapınağı iken kiliseye,
sonra da Müslümanların Antakya'yı
fethinden sonra 636 yılında camiye
dönüştürülmüş. Antakya'nın etrafını
çeviren dağlara da ismini vermiş olan
ve Yasin Suresi'nde ismi zikredilmeden
bahsi geçen Habib-i Neccar, çok tanrılı
dinler döneminde İsa Peygamber'in
havarilerine ilk inanan ve Hıristiyanlığı
gizli gizli yaşamaya ve yaymaya
çalışan bir çoban. Habib-i Neccar'ın
Romalılar tarafından yakalanması
ve öldürülmesi sonucu, Roma
halkının Allah'ın gazabına uğradığına
inanılırmış. Caminin iki kat altında
Habib-i Neccar'ın türbesi yer alıyor.
Onun mezarı ile birlikte, Hz.İsa’nın
havarilerinden Yuhanna, Pavlus ve
Şemul'un da mezarları da burada.
Şehrin mutlaka gezilip görülmesi
gereken yerlerinden biri de elbette
ki Arkeoloji Müzesi. Burası dünyanın
Tunus'taki müzeden sonra ikinci en
büyük mozaik müzesi. Bir kısmı duvar
süslemesi, bir kısmı da zeminde
kullanılmış olan bu mozaiklerdeki işçilik
ve bazılarının boyutuyla gelen görkemi
Antakya’nın Roma İmparatorluğu
dönemindeki şaşalı günlerinin ipuçlarını
65
gezi-yorum
taşıyor. Müze girişinde 1993'te bir evin
inşaat çalışması sırasında bulunan,
bir mezar için fazlaca görkemli ve bir
an önce ölsem de şöyle bir mezarım
olsa dedirtecek kadar iştah açıcı olan
MÖ. 3. yüzyıla ait Antakya lahiti ayrı
bir bölmede arz-ı endam ediyor. Hitit
döneminden kalma aslan heykelleri
ve sütun başları yanında tarih ve
arkeoloji meraklılarını uzun saatler boyu
alıkoyacak geniş bir koleksiyon da
müzede sergileniyor. Çıkışa yakın uzun
koridor boyunca size birinin gözlerini
diktiği ve ayırmadığı hissine kapılırsanız
şaşırmayın. Burada bulunan mozaikte
işlenmiş olan vatandaşın gözleri ilginç
bir ilüzyonla hangi açıdan bakarsanız
bakın size bakıyor benden söylemesi.
Bizde pek bilinmez ama Antakya’nın
Hristiyanlık tarihi açısından önemi
büyük. Çünkü Hz. İsa'nın çarmıha
gerilmesinden sonra havarilerinden
olan St. Pierre'in ilk konakladığı yer
burası. Hatta Habib-i Neccar Dağı’nın
eteklerine sığınan ve ibadet eden
bu topluluğa, yani İsa’ya ve dinine
inananlara ilk kez “Hristiyan” denilen
yer de Antakya. Gün yavaş yavaş
ağarmaya yüz tutmuş olduğuna göre
manzaranın tadının çıkacağı yüksek
bir yere yani Habib-i Neccar Dağı’nın
eteklerine doğru yola koyulmanın
66
vaktidir. Buradaki çocukların size
rehberlik ederek götürecekleri mekân
bir mağara, dünyanın ilk kilisesi olan
Saint Pierre Kilisesi. UNESCO'nun
dünya mirası öneri listesindeki bu
mekân Hristiyanlarca hac yeri olarak
kabul edilmekte ve her yıl burada 29
Haziran günü Katolik Kilisesi’nce ayin
düzenlenmekte. Hemen yakınında ise
20 metre mesafede sizi şaşırtmayı
başaracak olan, Cehennem Kayıkçısı
Heron'un bir kayaya oyulmuş dev
büstü var. Bu kabartma Antiochus
zamanında bir veba salgını sırasında
yapılmış. Çok sayıda insanın ölümüne
yol açan salgını önlemek için bir
kâhine danışılmış ve onun tavsiyesi
üzerine dağa şehre yüksekten bakan
bir mask oyularak üzerine ölümleri
önleyecek sözler yazılmış. Bu heykelin
yanında ise, Hz. Meryem'in bir kayaya
oyulmuş silueti yer alıyor. Ve tabi
bunları görünce memleketin turizm
potansiyelinin neredeyse sadece
Akdeniz ve Ege kıyılarına mahkûm
bırakılmasından üzüntü duymamak
imkânsız…
Artık acıkmış olduğunuza göre Antakya
Mutfağı ile tanışmaya,”Dünyayı bir ev
sayarsak o evin mutfağı Antakya’dır”
diyenlere hak vermeye hazırsınız
demektir. UNESCO tarafından dünya
gastronomi şehri adaylığı kabul edilen
Antakya’da en meşhuru künefe olmak
üzere, envai çeşit kebap, humus,
cevizli biber, mezeler, tatlılar ve daha
birçoğu bu kadar güzel yapılırken diyeti
de seyahatiniz boyunca rafa kaldırmak
iyi fikir. Dile kolay 593 yemek çeşidini
barındıran bir mutfaktan bahsediyoruz.
Tarih boyunca çeşitli medeniyetlere
ve kültürlere ev sahipliği yapmış olan
Antakya Mutfağı da bu kültürlerle
yoğrularak lezzet ve çeşitlilik kazanmış.
Her medeniyet kendinden lezzetler,
teknikler ve tatlar katarak bugünün
zengin Antakya Mutfağı’nın oluşmasını
sağlamış. Genel olarak Suriye,
Lübnan, Osmanlı, Akdeniz ve Fransız
Mutfağı’nın esintilerine rastlamak
mümkün. Bu görkemli mutfakta
bölgenin kedine özgü baharatlarının
eşsiz kokusunu ve lezzetini bolca
hissedeceksiniz. Sokakta yürürken
bile sizi baştan çıkaracak şeylerle
karşılaşacaksınız. Üstelik nerede
yediğinizin pek bir önemi yok,
hiçbir şekilde hayal kırıklığına
uğramayacaksınız. Mesela herhangi
bir kasaba uğrayıp, tepsi kebabı
ısmarlayabilirsiniz. Antakya'da kasaplar
aynı zamanda fırın ve ayaküstü lokanta
hizmeti veriyor. Üstelik et, sebze, pide
ve fırın ücreti dışında verdiği hizmetten
ücret de talep etmiyor. Uzun Çarşı’da
67
gezi-yorum
ya da mahalle arasındaki bir kasapta
yiyeceğiniz herhangi bir kebap, bir
seyyar satıcıdan alacağınız dürüm ya
da bir restoranda da olsa yiyecekleriniz
Antakya dışında herhangi bir şehirde
lüks sayılabilecek özen ve lezzette
hazırlanıyor. Benim önerim anason
eşliğinde mezelere ağırlık vermek
olacak. Bu sayede daha çok lezzeti
tatma şansınız olabilir. En başta humus
olmak üzere biberli ekmek, Aşur, içli
köfte, ekşi aşı, nar ekşi soslu Firikli
Sultan Salatası, cevizli biber, kabak
ve ıspanak Borani, Mumbar, küflü
çökelek ve Zahter salatası, Abugannuş,
Tarator, sakız murcu, Kaytaz böreği,
Şam Oruğu, Sarmaiçi, Maklube ve
gidip yerinde keşfedeceğiniz onlarcası.
Artık kebap çeşitleri ve ana yemekler
için gerisi size kalmış. Bunca yemekten
sonra halimiz nice olur diyenlere ise
beyaz kahveyi önereceğim. Turunç
ve portakal ağacı çiçeklerinden
damıtılarak yapılan bu içeceğin hazmı
kolaylaştırdığına inanılıyor. Şanslıysanız
ve seyahatiniz nisan ayında
gerçekleşecek ise bu yöreye özgü
beyaz kahveyi de tatmadan dönmeyin.
Elbette sırada Antakya'ya gidip
tatmadan dönene kötü gözle
bakılacak olan şehrin meşhuru peynirli
künefe tatlısı var. Bunun için en iyisi
oturduğunuz yerden kalkıp Künefeciler
68
Meydanı’na doğru biraz yürüyün
ki midenizde yer açılsın. Alternatif
olarak eğer bir taraftan Seylan çayını
yudumlarken diğer taraftan da köz
ateşinde künefenin yapılışını izlemek
isterim diyorsanız, Uzun Çarşı’daki
Ahmediye Camii’nin avlusunda bulunan
çay bahçesini tercih edebilirsiniz. Hala
yeriniz ve enerjiniz varsa künefeye
alternatif olarak Ağızlı kadayıfı, peynirli
irmik tatlısı, Züngül, Şenköy peynir
helvası, Haytalı ve farklı bir teknik
kullanılarak yapılan kirece yatırılmış
kabak tatlısını da önerebilirim.
gezerken yanınızda küçük bir fener
ya da hiç olmazsa bir çakmak
taşımanızda fayda var. Ayrıca, tünelin
kenarlarında bulunan su kanallarına
ve kaygan kayalara da dikkat etmek
gerekiyor. Tünel çıkışında sol tarafta,
kaya üzerine oyulmuş şekilde, bu
tünelin yapılışına ilişkin İmparator
Vespasianus'un imzasını taşıyan bir
tablet var. Anlatıldığına göre İmparator
tünelin ağzına kadar kayıkla gelir,
buradan da –günümüzde hala ayakta
duran- merdivenleri kullanarak sarayına
ulaşırmış.
Ertesi gün biraz şehir dışına çıkıp
Hatay’ın bir diğer ilçesi olan
Samandağı’na doğru yola koyulmalı.
Burada sizi gezimizin belki de en
dikkat çekici yeri olan Titus Tünelleri ve
kaya mezarları bekliyor olacak. 1330
metre uzunluğundaki Titus Tüneli’nin
yapımına, Antik Seleucia kent ve
limanını dağlardan inen sel sularından
korumak amacıyla M.S. 69 tarihinde
Vespasianus döneminde başlanmış
ve oğlu Titus (M.S.81) tarafından
tamamlanmış. Giriş ve çıkış kapılarının
yekpare taştan oyulmuş olması, o
zamanın imkânları düşünüldüğünde
inanılmaz geliyor insana. Tünelin
130 metre uzunluğundaki kapalı
kısmında yaklaşık 30-35 metrelik bir
mesafe tamamen karanlık olduğundan
Bunca zahmete girmişken Titus
Tünelleri’nin hemen yakınında yer alan
ve 13 tane mağara mezardan oluşan
kaya mezarlarını da görmelisiniz.
Bunlardan Seleukeia Antik Kenti’nin en
önemli kalıntılarından biri olan kayalara
oyularak inşa edilmiş mezar kompleksi
Beşikli Mağara özellikle görülmeye
değer. Mağaranın içi irili ufaklı
mezarlarla dolu ve imparatorun ailesine
ait olduğu rivayet ediliyor.
Titus Tüneli, Asi Nehri'nin denizle
buluştuğu Çevlik Sahili’nin hemen üst
tarafında yer aldığı için, bu zahmetli
parkurun sonunda sizi sahilin doğal ve
büyüleyici görüntüsü ile ödüllendirecek
bir manzara bekliyor olacak. Hazır
yollara düşmüşken enerjiniz, tarih
ve sosyolojiye merakınız varsa
Türkiye’deki tek Ermeni köyü olan
Vakıflı’yı, St.Simoen Manastırı’nı, İssos
(Epifenya) Harabeleri’ni, Seleukeia
Pierra ören yerini, Ağlayan Musa
Çınarı’nı, Dörtyol’a doğru Sokullu
Paşa Külliyesi ve Payas Kalesi’ni,
Yayladağ’da Barlaam Manastırı’nı,
Reyhanlı yolunda Aççana ören yerini
ve daha onlarcasını ziyaret edecek
şekilde geniş bir Hatay turu yapmanız
da mümkün. Tarihi medeniyetin
başlangıcına dayanan ve bin yıllar
boyunca hep bir cazibe merkezi olan
bu topraklarda başınızı hangi yöne
çevirirseniz bir kalıntıya ya da –ben de
Antakyalıların yalancısıyım- kazmayı
nereye vursanız bir sütuna denk
gelmeniz kaçınılmaz.
Seçenek isteyenler için mevsim yaz
ise denizin tadını çıkarmak hiç fena
fikir değil. Dedik ya burası “ilk”lerin
ve “en”lerin yeri. Dünyanın en
uzun ikinci kumsalı Samandağ'da.
Kilometrelerce uzanan kumsallarıyla
tanınan Samandağ ilçesinden
Akdeniz’e açılmaya ne dersiniz? Çevlik
Limanı’ndan hareket eden teknelerle
kumsalı ve deniz mağaralarını
keşfedebilir, tertemiz sularda kulaç
atabilirsiniz. Deniz tutkunları için
sonsuz kumsalların yanı sıra, adeta
akvaryum berraklığındaki koyları
barındıran Hatay’da, mavi yolculuk
tutkunları da aradıklarına kavuşabilir.
Paketletmeye niyetleneceğiniz
yemekleri, koli koli yüklendiğiniz
peynirleri ve bilumum Uzun Çarşı
ganimetlerini saymazsak Antakya’dan
hediyelik eşya olarak en güzel tercih
sanırım defne sabunu olmalı. Defne
diyarı Antakya dememiz boşuna
değil çünkü hem bu ağacın en yoğun
yetiştiği yer hem de mitolojide bahsi
geçen, Apollon’un Daphne’ye olan
karşılıksız aşkının yaşandığı yer burada,
Harbiye’de. Hikaye şöyle: “Destana
göre Apollon, Yunan deniz tanrılarından
biri olan Peneus'un kızı Su Perisi
Daphne'ye âşık olmuştur. Daphne'ye
umutsuzca âşık olmasının nedeni,
aşk tanrısı Eros'un oklarından birine
hedef olmasıdır. Apollon aslında çok
iyi bir okçudur ve kendiyle övünmeyi
çok sever. Bir gün kendisi gibi iyi
bir okçu olan Afrodit'in oğlu genç
Eros ile karşılaşır ve onun okçuluk
kabiliyeti ile ilgili alaycı sözler söyler.
Buna karşılık, Eros öç almak ister
ve iki ok hazırlar. Biri altın suyuna
batırılmıştır ve saplandığı kişiye tutku
ve sonsuz aşk verecektir. Diğer ok
ise saplandığı kişiyi aşk ve tutkudan
tamamen uzaklaştıracaktır. Altın
ok Apollon'un kalbine saplanır ve
Daphne'ye umutsuzca âşık olur. Fakat
ne yazık ki diğer ok Daphne'nin kalbine
saplanmıştır. Daphne, Apollon'dan
sürekli kaçar ve aşkını reddeder.
Bir gün Daphne yine Apollon'la
karşılaşır ve kaçmaya başlar. Bu
sefer yakalanacağını anlayan Daphne
babası Peneus'dan yardım ister.
Peneus, Daphne’yi Defne ağacına
dönüştürür ve Apollon ona ulaştığında
kalp atışları halen duyulmaktadır.
Daphne sonsuza dek defne ağacı
olarak kalacaktır. Ama içinde aşk ateşi
yanan Apollon onu unutmayacağına
ve unutturmayacağına söz verir.
Zaferlerin simgesi olarak başlara
konan bir taç olarak unutulmamasını
sağlar. “Güzel Daphne! Eşim olmadın
ama ağacım olacaksın hiç değilse…
Bundan sonra sen, Apollon’un
kutsal ağacı olacaksın. Her mevsim
yapraklarını bir süs gibi taşıyacaksın! O
solmayan ve dökülmeyen yaprakların,
başımın çelengi olacak. Taç gibi
taşıyacağım seni başımda… Ok
kılıfımı süsleyeceksin sen! Zafer
kazanmışların tacı sen olacaksın.
Değerli kahramanlar, savaşlarda zafer
kazananlar, ünlü şairler, büyük işler
başaranlar hep senin yapraklarınla
mağrur alınlarını süsleyecekler. Lirimi
sen süsleyeceksin! Şiirlerde, şarkılarda
adlarımız ve sevdamız sonsuza dek
yaşayacak!”. O günden bu yana
defne her sevda rüzgârı esintisini
69
gezi-yorum
duyunca eğilir. Defne ağaçlarıyla örtülü
Harbiye’den akan şelaleler Daphne’nin
gözyaşları sayılır. Tüm Apollon
heykellerinin başında gördüğümüz
defne yapraklarından yapılmış tacın
sebebi de budur. Farklı inanç ve
kültürlerin bu bereketli topraklarda
bir arada barış içinde yaşamalarının
sembolüdür defne.
Antakya’ya veda için en uygun yer
10km uzaklıktaki Daphne'nin yurdu
Harbiye, nam-ı diğer Defne. Helenistik
ve Roma dönemlerinde çağlayanlarıyla
tanınan ve dünyaca ünlü bir sayfiye
yeri olarak kullanılan Defne, o dönemde
zengin halk kesimi tarafından yapılan
çok sayıda köşk, tapınak ve eğlence
yerleriyle dillere destan bir mekanmış.
İmparator Gallus döneminde Harbiye
70
eski ihtişamını kaybetmeye başlamış,
Arap istilasından sonra da bir daha
parlak dönemlerine dönememiş.
Günümüzde ise her biri neredeyse 300500 kişilik restoranları ile bölgenin en
önemli eğlence ve gastronomi merkezi.
Harbiye sizi birbirine karışan et, balık,
mangal kokuları, müzik ve su sesleriyle
karşılayacak. Gürül gürül akan suyun
muhtelif yerlerine gazinolar, restoranlar
yapılmış durumda ve bazılarında
masaların ayakları suyun içinde. Bu
cümbüşe anason kokusu ve Antakya
Mutfağı’nın eşlik ettiğini söylememe
gerek yok sanırım. Mesire yerlerinin
hemen üst tarafında, tüm şehri ve
bölgeyi tepeden görebileceğiniz bir
seyir alanı ile farklı hediyelik eşya
alternatifleri arayanlar için el dokuması
ve ipek işçiliği ürünleri satan dükkânlar
da hizmetinizde.
Dönüş yolunda tadı damağınızda
kalan ve bitmesini hiç istemeyeceğiniz
lezzetlerin verdiği mutluluk ve
zihninizde avlusunda limon ağacı
olan bir taş evde yaşama fikri olacak.
İnsanlığın medeniyetle tanıştığı,
inançların tanrı aşkıyla birleştiği,
sokaklarında farklı kültürlerin
melodilerinin yankılandığı, kaldırım
taşlarından semaya insanlığın huzura
olan sessiz özleminin yükseldiği bu
inanılması güç masal şehrini tanımış
olmanın ayrıcalığı yanınıza kar kalacak
ve “İyi ki varsın Entekye” diyeceksiniz.
71
fotoğrafın altı
Siz uyurken
72
Şehirler uykudayken başlar balıkçıların telaşı. Gece avından sonra,
sabaha karşı tekneler yanaşmaya başlar iskeleye. Balıkçıların pazarlık
için bağırış çağırışı, martı sesleri, el arabalarının gıcırtıları güneşin
yüzünü göstermesi ile daha bir yükselir. Balığın sofralara ulaşan
zahmetli yolculuğunun fotoğrafları Yenikapı Balıkçı Hali’nden…
Kasaları balıkla dolu olan tekneler günün ilk ışıkları ile iskeleye yanaşıyor.
Tekne içindeki balık miktarı o günün fiyatını belirleyen en önemli etken. Tüm
bekleyenlerin umudu gecenin bereketli geçmiş olması.
Tekneler iskeleye yanaşıp balığı bıraktıktan sonra, balık hali mezat bölümüne
geçiliyor. İhaleci kasaların başına toplanan esnafın sessizliğini “haydi konuşun”
diyerek bozuyor. Bir süre sonra kendinizi hararetli bir pazarlığın içinde
buluyorsunuz.
Yazı ve fotoğraflar: Yücel Zorlu
73
fotoğrafın altı
Geceden başlayan koşuşturmaca
kasalar boşaldıkça dinmeye başlıyor.
Yorgunluğunu dumanı üzerindeki çayla
atmak isteyen balıkçılar çay ocağı
etrafında toplanıyor.
Tekne üzerinde satışı tamamlanan
balıklar mezatta satılmak üzere
taşınıyor.
Güneşin ilk ışıkları ile balık halinde
görsel bir şölen yaratan martılar, kendi
kısmetlerinin peşindeler.
74
Sabah olduğunda yorgunluğa ve
uykusuzluğa yenik düşenler, oturacak
bir yer bulur bulmaz küçük bir mola
veriyor.
“Burada gece 4 gibi başlar hareketlilik. Sabah 10’a 11’e
kadar devam eder. Gerçi bu balığın durumuna göre
değişir. Gece çalışır öğleden sonra da yatmaya gideriz.
Burayı bir de kışın görsen mahşer yeri gibi, şimdi sezon
yeni başladı balık az çıkıyor. İskelede bekleyenler tekne
yanaşınca doluşurlar içine, ilk satış orada yapılır toptan.
Ondan sonra balık içeriye mezata girer. Ne kadar çok
tekne gelirse fiyat o kadar düşer.”
(Ali Aktaş - Balıkçı)
Gün ağarmadan tekneleri karşılamak
üzere iskele üzerinde toplanan
balıkçılar.
“Önceden şoför olarak çalışıyordum. Zor iş, balığı yükledin
mi yetiştirmen lazım, mal sahibi bas gaza diyor. Yağmurdu
kardı riskli iş. Şimdi içeriye geçtim daha rahatım, bu
düzene alıştık, gece çalışıyor olmak rahatsız etmiyor. Sen
uyurken biz çalışıyoruz, biz uyurken de sen.”
(Serhat Kaya – Balıkçı)
75
odak noktası
Türk Ceza Kanunu
madde 46'dan;
Mehmet Turgut
“Aslına bakarsak, ünlü olmak gibi bir derdim
hiç olmadı. Sadece işimi iyi ve layıkıyla
yapmak gibi bir derdim var. Başarıyı getiren
şeyin bu olduğunu düşünüyorum.”
Röportaj: Aise Amet
Ankara’dan İstanbul’a yerleşen
Mehmet Turgut, 1977 Ankara
doğumlu. Dedesinden miras aldığı
fotoğraf geçmişini devam ettiriyor.
Fotoğrafla iç içe büyüdüğü ve
fotoğrafçı bir aileden geldiği için
kendisini şanslı gördüğünü de her
fırsatta dile getiriyor. Çektiği fotoğraflar
bir kesim tarafından beğenilmesine
karşın bir kesim tarafından da yoğun
eleştiriler alıyor. Ancak bir gerçek
var ki çalıştığı insanlarda yakaladığı
ruhları, fotoğraflarına verme başarısı
onu şimdilerin en çok konuşulan
isimlerinden biri yaptı bile. Mehmet
Turgut ile kendisini, fotoğraflarını, 46
dergisini ve projelerini konuştuk.
76
Fotoğrafçı bir aileden geliyorsunuz.
Babanız ve dedenizin fotoğrafçı
olması, hayatınızın bu yönde
gelişmesini sağlamış. Fotoğraf
genlerden mi geliyor?
Genetik bir miras sanıyorum. Fotoğraf
olmasaydı hayatımda Mehmet Turgut
da olmazdı. Genetiğinizde bulunması
daha doğru ve diğerlerinden farklı
işlerin ortaya çıkmasını sağlıyor
sanırım. Bundan dolayı da şanslıyım bu
konuda çünkü fotoğrafçılık en yatkın
olduğum sanat, o yüzden keyifliyim.
Ankara’dan İstanbul’a taşındıktan
sonra hayatınızda neler değişti?
Sancılı bir süreç miydi?
Aslında pek bir şey değişmedi.
Ankara’da da fotoğraf çekiyordum,
İstanbul’da da fotoğraf çekiyorum.
Açıkçası lokasyon değişti ama Mehmet
Turgut ve tarzı pek değişmedi.
Neden İstanbul’a taşınma kararı
aldınız?
Ankara’da yapacak bir şey kalmamıştı
bana göre. İstanbul’a taşındıktan
sonra yaklaşık iki yıl kadar bir çekyat
üzerinde yaşadım. Hiçbir şey kolay
olmuyor, elde edilmiyor. Zaten
sayısını hatırlamadığım uluslararası
ödül almıştım. İşimi de iyi yaptığıma
inanıyorum. Bu nokta da kendinize ve
yaptığınız işe duyduğunuz güven çok
önemli bir rol oynuyor. Fotoğrafçılıkta
farklı açılımlar yapmak, kendinize ve
sanatınıza ivme katmak için değişimler
yaşamanız gerekiyor bazen. Sanıyorum
benim durumumu en iyi bu kelimeler
anlatır. İstanbul’a geldikten sonra;
Patricia Kaas, Emma Shaplin ve Ozzy
Osbourne gibi sanatçılarla çalışma
fırsatı buldum. Bu önemli bir adımdı
kariyerim için. İstanbul’da çalışmanın
artılarından biri de daha ulaşabilir,
ulaşılabilir olmak.
Fotoğraf: Özgür Acer
Çalışmalarınızın genelinde karanlık,
sert ya da depresif diyebileceğimiz,
kanlı bir hava var. Bunu neye
bağlıyorsunuz?
Bunun nedeni şu olabilir belki,
benim hayatımda hiçbir şey orta
halli olmadı, olamadı. Ya düşük bir
ivme vardı ya da çok yüksek... Ama
kalıcı bir duruş her zaman vardı. Tarz
dediğimiz şey de aslına bakılırsa
budur. Konular değiştikçe de üzerine
eklemeler yaparsınız. Sanıyorum ki,
kanlı ve depresif bulunan ya da o
şekilde tanımlanan dönem sadece bir
dönemime ait. Bana dair bir şey. Ama
kalıcılığı olan bir tarzın oluştuğunu
düşünüyorum.
Birçok ünlü isim sizinle çalışmak
istiyor. Bunu nasıl başardınız?
Aslına bakarsak, ünlü olmak gibi bir
derdim hiç olmadı. Sadece işimi iyi ve
layıkıyla yapmak gibi bir derdim var.
Başarıyı getiren şeyin bu olduğunu
düşünüyorum. Yoksa siz işinizi iyi
ve hakkıyla yapamadıktan sonra
istediğiniz kadar uğraşın hiçbir şey
77
odak noktası
78
elde edemezsiniz. Ünlüler benden
çekinir biraz. “Mehmet bizi ne hale
sokacaksın” diye söylenirler. Mesela
birine desem “senin sadece pür
portreni çekeceğim”, “Aaa! Benim
neyim eksik” der.
göstermişler. Bence manipülasyon
becerisi, bir fotoğrafçı için önemlidir. Yapılan bilinçli bir deformasyonsa,
fotoğrafa değer katar. Bu belgesel ya
da haber kaynaklı fotoğraf harici için
geçerlidir elbette.
Fotoğraflarınızın hangi özelliği
insanları çekiyor olabilir, neden size
poz vermek istiyor insanlar?
Yanıltıcı değilim, belki de o
yüzden. Fotoğraflarım ve konularım
olabildiğince dürüst. Objektifin
karşısındaki kişiyle aramda bir iletişim
olduğu çok ortada. Sadece fotoğraf
çekmiyorum. Fotoğrafını çektiğim
insanlarla samimi bir ilişki kuruyorum
ve bu fotoğrafa yansıyor. Sonuç olarak,
sanıyorum beni seviyorlar.
Fikir ya da onay alıyor musunuz?
Fotoğrafı çekmeden önce fikrimi
söyleyip onay alıyorum. Nasıl bir
çalışma yapmayı düşündüğümü
anlatıyorum ve bana güveniyorlar.
Güven olmazsa arada fotoğraf kalitesi
düşer karşılıklı olarak. Yalnız şöyle
bir sorun var, kendi fotoğraflarımı
beğenmiyorum. Ofisimi değiştireli
yaklaşık bir sene oldu ve ben hala
duvara asacak tek kare fotoğraf
bulamadım. Bu durum “daha iyisi
olabilir”i getiriyor ve bu da sizi motive
eden en önemli şey.
Bir ilüzyon yaratıyorsunuz diyebiliriz
o halde. Bu tavır, fotoğrafın
gerçekçiliğini ne derece yansıtıyor? Buna inanmıyorum. Geleneksel
dediğimiz fotoğrafçılar da insanları
manipüle edip, olmadıkları gibi
Çok istediğiniz ancak henüz
fotoğraflayamadığınız kim var?
Jack Nicholson mesela…
Fotoğraf çekimleriniz oldukça
yoğun bir şekilde devam ediyor. Sizi
yorduğunu düşüyor musunuz?
Mesleğimi severek yapıyorum,
mesleğim aynı zamanda hobim. O
yüzden problemim yok çünkü yaşam
biçimim bu. İnsanın hobisinin işi olması
da çok keyifli bir şey…
Stüdyo ve kurgusal fotoğraflar
çekiyorsunuz. Dış çekimleri neden
tercih etmiyorsunuz?
Stüdyo dışında çekilmiş yüzlerce
fotoğrafım var aslında. İyi fotoğraflar
olduklarını da düşünüyorum. Bazen
dış çekimler de yapıyorum ama çok sık
değil.
Kendinizi tekrarlama ya da tekrara
düşme konusunda tereddütleriniz
oluyor mu?
Tekrara düşmek değil tam olarak.
Bir tarzın vardır ve tarz çevresinde
dolaşırsın. Ama bu kendini tekrar
değildir. Kendi tarzın etrafında
dolaşmaktır. Tarz değil konular
79
odak noktası
“Kendime 46 ile bir oyun alanı
yarattım ve alanda çok keyifli
projeler yapıyorum.”
değişir. Konularda değiştikçe tekrara
düşmek de çok zor... İnsanlarla iç içe
olmayı seviyorum, zaten fotoğrafçı
sosyal bir insandır. Kendini fotoğrafla
ifade eden ve bu yaşıma kadar her
gün fotoğrafçılık yapmış bir insanım.
Entelektüel bir uğraş olsun diye
fotoğraf makinesi alıp dağ bayır gezip
fotoğraf çekmedim mesela.
İlerleyen teknoloji sayesinde artık
hemen herkes fotoğraf çekmeye
başladı. Fotoğraf sanatçısı nasıl
olunur?
Herkesin elinde çok profesyonel
80
fotoğraf makineleri var ve herkesin
adının devamında “Photograpy” yazıyor
artık. Fotoğrafçılık başlı başına saygın
bir meslek... Ama sanatçı olarak
bağdaştırmak bana göre yanlış. Mesela
yurtdışında doktor gibi fotoğrafçının
da bir saygınlığı vardır. Maalesef
ülkemizde sanatçı dediğimiz zaman
saygınlık kazanılıyor gibi bir intiba var
ve bana göre çok gereksiz bir tabir.
Eğitim şart mı peki fotoğrafçı olmak
için?
Bu işi teknik olarak yapacaksanız
eğer, yani para kazanma amacı
güdüyorsanız, eğitim gerekli diyebilirim
ama sanat olarak yapacaksanız
eğitim şart bir şey değil. Mesela ben
babamdan öğrenerek başladım. Ama
tabi öğrenme süreci hiçbir zaman
bitmiyor.
Sıkça sosyal sorumluluk projelerinde
yer alıyorsunuz…
Hiçbir şeyi yapmış olmak için
yapmıyorum. Benim için en önemli
nokta bu. Senede birkaç projede yer
almaya çalışıyorum ama gerçekten çok
Serra Yılmaz’ın gergedan
olarak yer aldığı “46 –
Hayvanlar Özel Sayısı”nın
kapağı; 59 dergi kapağı
arasından, “Yılın Dergi
Kapağı” seçildi.
“46 dergisi bana ait bir oyun alanı, açıkçası maddi olarak
beklentilerim, kaygılarım yok. Sadece insanlara kendilerine
bir şeyler katabilecekleri noktalar üzerinde duruyorum. Kaygı
seviyesi düştükçe sanıyorum ki, başarı ve beraberinde yapılan
işten haz da artıyor.”
ince eleyip sık dokuyorum. Gideceği
yer ve mesajı çok önemli.
değil. Her sayıda 20 bin TL zarardayız.
Bundan şikâyet etmiyorum çünkü
46’nın amacı para kazanmak değil.
Pek fazla göz önünde olmayan ya
da göz önünde bulunmayı tercih
etmeyen kişiler aslında benim için
çok değerli. Ayşen Gruda mesela.
Açıkçası benim için çok önemli ve özel
bir durum. Dergimizde yabancı birçok
isme de yer veriyoruz. Konular çok
farklı ve insanlara bir şeyler kattığını
düşünüyorum, en önemlisi de bu.
Son sayımızı “Hayvanlar Özel Sayısı’’
olarak planladık. Serra Yılmaz’ın kapak
olduğu sayımız ünlü bir dergi tarafından
yılın kapağı seçildi. Hayvan haklarını
daha görünür kılmak adına yaptığımız
çalışmanın ödül alması da son derece
önemli bizim için.
Geçen yıl yayın hayatına başlayan “46
Magazine”in yaratıcı yönetmenliğini
üstlenip tabuları alt üst eden
fotoğraflarınız ile konuşulan ve takip
edilen bir dergi yarattınız. Tepkiler
nasıl? Derginin ismi neden 46?
Bildiğiniz deli raporu. Kaçıklık
sertifikası… Yayın hayatına Cem
Yılmaz kapağı ile başladı. Cem Yılmaz
üzerinde deli gömleği ve “Ben deli
değilim’’ diyor. Her sayıda farklı bir
bakış, bir konu üzerine yoğunlaşıyoruz.
Fotoğraf çekimleri de bu yönde
gelişiyor. Her insanın içinde kolay kolay
dışarı çıkarılamayan bir taraf olduğunu
düşünüyorum. Sanırım benim yaptığım
kostüm giydirip kılık değiştirmek değil,
ruhu dışarıya çıkarmak.
Dergicilik nasıl gidiyor peki?
Dergicilik pek gitmiyor aslına bakılırsa.
Dergicilik para kazandıran bir şey
Mehmet Turgut, fotoğraf ile
ilgilenenlere neler söyler?
Teknik anlamda fotoğrafçılık bir şekilde
çözülebilecek bir şey. Bir fotoğraf
makinesinin nasıl kullanılacağını
çözmek, objektifi, ışığı çözmek zaman
içersinde öğrenilebilir. Zor olan ise,
zihindekini fotoğrafa yansıtmak...
Sadece istediklerini, hayallerini
gerçekleştirmek yönünde çalışsınlar
gerisi zaten gelir.
Peki, takipçisi olduğunuz
fotoğraf sanatçıları var mı, kimleri
beğeniyorsunuz?
Jan Saudek. Çünkü Saudek
fotoğrafçılık hayatına başladığında
benim başıma gelenlerle benzer olaylar
yaşamış. Tanıdığım en korkusuz
fotoğrafçı. Fotoğrafımı çekmesini
isterim mesela. Tamer Yılmaz, Koray
Birand gibi sayabileceğim bir sürü isim
var…
Keyifli sohbet için çok teşekkürler.
Bursalılarla beni buluşturduğunuz için
ben teşekkür ederim.
81
uzaktaki yakın
Venedik
Denizden gelen Adriyatik kraliçesi
Suyla en iç içe geçmiş
kaldırımların sahibi. 118 adası,
170 kanalı ve 400 köprüsüyle
“denizin gelini…” Venedik;
tarihin denizle, denizin insanla,
romantizmin İtalyan kültürüyle
buluştuğu bir yer. UNESCO
tarafından korumaya alınmış,
tamamı sit alanı olan bu şehrin
sokakları, büyünün İtalya’daki
resmedilmiş halidir adeta…
82
Sular, irili ufaklı köprüler, daracık
sokaklar, belki de dünyanın en güzel
meydanı, gondollar ve yüzyıllardır
nasıl ayakta kaldığına hayret edilecek
otantik binalar… Venedik bir başkent
değil ama sanki aşıklar için dünyanın
merkezi. Çünkü “aşkın şehri”,
suların başkenti… Suların içerisinde
yüzyıllar geçirmiş olan Venedik, tarih
boyunca Avrupa’nın en önemli ticaret
merkezlerinden biri oldu. İnsanlar
için her zaman cazibe merkeziydi.
Gizemlerle dolu sokakları ve dipleri
Hazırlayan: Sezai Evans
çamur dolu, etrafı kazıklarla çevrili
binaları ile insanları hep büyüledi.
Kocaman binaların bu kadar sene
suyun içinde nasıl dimdik kalabildiği,
Venedik’in gizemlerinden sadece bir
tanesi… Binaların altında kazıklar
var. Dipleri de çamur dolu. Evlerin
temelleri ise bu kazıklardan oluşuyor.
Milyonlarca kazık olduğu biliniyor.
Büyük Kanal'da, karaya yakın alanlarda
suyun üzerinden görünen kazıklar da
var. Bu kazıklar, gemiler sığ yerlerde
karaya oturmasın diye kılavuz olarak
çakılmış direkler... Yüzlerce parça
adacıktan oluşan Venedik, birbirine
küçük ama estetik köprüler ile
kenetleniyor. Ulaşım içinse gondollar
kullanılıyor. Bu meslek babadan
oğullarına geçiyor ve göründüğü gibi
basit değil…
Venedik, Türklerden ve Araplardan
öğrendikleri sayı sistemi ile ticaret
aritmetiğini en üst düzeye çıkarmış
bir şehir. Bugün bile Venedik'te
yaşayanların %50'den fazlası
geçimlerini turizmden sağlıyor. Bir
günde 150.000 turist ağırlayacak kadar
cazibesi yüksek bir şehir… Tabi bu
cazibenin bir de bedeli var. Turistik
olması ve neredeyse tüm ulaşımın
deniz yoluyla yapılması sonucu
fiyatlar İtalya'nın geneline göre %10
daha pahalı… Ama bu fiyatlar şehrin
albenisinin ötesinde de değil…
Venedik’in can damarı neresidir
diye sorsanız karşınıza şüphesiz
ki Venedik’in simgesi Grand Kanal
gelecektir. Venedik'in kara ile flört
ettiği alandan kalkan Vaporetto
denilen gezinti gemilerinden bir
tanesine binmeniz bu kanalın tadına
83
uzaktaki yakın
bakmanızı sağlayabilir. Sürprizlerle
dolu bir rüya kanalı olan bu yerde ne
tarafa bakacağınızı şaşırabilirsiniz.
Suların üzerinde süzülürken Venedik'in
kendine has ev mimarisi sizi yeterince
etkileyecektir. Her bir bina birbirinden
güzel renklere boyanmış suların
içinde yüzyıllardır solmayan nilüfer
çiçekleri gibidir. Evlerin kapılarının
suya açıldığını fark edince bir an
duraksayabilirsiniz. Sadece gondolların
girebileceği genişlikteki küçük
kanalcıkları gördüğünüzde ise, her
köşede başka bir maceranın saklı
olduğuna inandırırsınız kendinizi.
Suların, binaların, gondolların
84
ve köprülerin etkisinden henüz
kurtulamamışken kendinizi dünyanın en
ihtişamlı meydanlarından bir tanesinde
bulabilirsiniz. Bir yanı denize bakan
bu meydanın ismi San Marco’dur.
Meydanda; katedraller, kiliseler,
Campanelli, Dükler Sarayı ve diğer
ihtişamlı binalar bulunur. San Marco’da
adım attıkça başka bir dünyada
olduğunuza iyiden iyiye inanabilirsiniz.
San Marco (St. Mark) Meydanı, tüm
dünyada binlerce güvercini ile bilinir.
Ünlü kafeleri ve lüks mağazaları ve
kapalı galerileri ile devasa bir mermer
salon şeklindedir. Burada üzerinde
şehrin simgesi olan kanatlı aslan ve
San Teodoro'nun heykelleri bulunan
granit sütunlar da vardır ve bu sütunlar
İstanbul'dan getirilmiştir.
San Marco’da başınızı döndürecek
birçok bina bulunur. Bunların başlıcası
ise St. Mark Bazilikası olarak sayılabilir.
Cumhuriyetin devlet kilisesi olan
Bazilika, on iki havariden birisi olan San
Marco'nun kemiklerini muhafaza etmek
amacı ile 1063 ve 1073 yılları arasında,
Avrupa ve Bizans karışımı bir tarzda
inşa edilmiş… Rönesans döneminde
ve 17. yüzyılda bazı değişiklikler
yapılmış olan Bazilikanın süslemeleri
dünyada eşine az rastlanır güzelliktedir.
Yunan haçı tarzında inşa edilen
Bazilika’nın soğan şeklindeki kubbesi,
haçın kolları üzerine inşa edilmiş
olan, farklı yüksekliklerdeki küçük
kubbeler tarafından desteklenmiş.
Bu süslü bazilikaya, “Altın Kilise” de
deniyor. San Marco’ya büyü katan
sadece bu kilise değil elbette. Yurtdışı
seferlerinden elde edilen hazinelerin bir
gelenek gibi meydana işlenmesi de bu
büyüyü arttıranlar arasında. Duvarlar,
mermer ve değerli heykeller ile kalın
bir tabaka ile kaplı bu meydanda;
cepheler, rengârenk mermer ve
heykellerle donatılmış durumda. Elbette
İstanbul'dan getirilen dört adet bronz at
heykelini de unutmamak gerekir. 1797
yılında Napolyon tarafından Paris'e
götürülen dört bronz at heykeli, Fransız
İmparatorluğu’nun sona ermesiyle
yeniden Venedik'e geri getirilmiş.
Bazilikanın içerisi; göz kamaştıran
süslemelerden, ender bulunan
mermerlerden, Bizans ve Rönesans
etkisindeki altın kaplı fonlar üzerine
yapılmış mozaiklerden oluşmuş. 12.
yüzyılın taş döşemeleri oldukça süslü
ve göz kamaştırıcı bir tablo çiziyor.
Doge (Düka) Sarayı da Venedik’e
gittiğinizde görmeden gelinmemesi
gerekenler arasında. Venedik'in
güç ve şöhret sembolü olan saray,
aynı zamanda hem Düka'nın ikamet
yeri, hem de hükümetin bulunduğu
yermiş. Bu görkemli saray, beyaz ve
pembe mermerin oluşturduğu sevimli
geometrik şekillerin düzeni ile aynı
zamanda sevimli bir görünüm de
sergiliyor. Avlusu ise heykellerle örülü
tam bir Rönesans klasiği… Özellikle ön
cephe dikkat çekiyor. Değişken, ritmik
cumbaları ile Venedik tarzı kemerler,
sıva ve duvar süslemeleri ile saray
asaletini taşıyor bu görkemli yapı…
Tavanı da Veronese ve öğrencileri
tarafından yapılan on bir resim ile
süslenmiş… Duvarları Venedik tarihini
85
uzaktaki yakın
anlatan resimlerle döşenmiş olan
toplantı salonu, sarayın en güzel odası.
Büyük meclis salonunda bulunan
Tintoretto'nun Paradiso’su (Cennet) ise,
dünyanın en büyük resimlerinden bir
tanesi...
Campanile ismindeki 99 m.
yüksekliğindeki Çan Kulesi; sadeliği
ile hemen yanı başındaki Bazilikanın
şaşaasına büyük bir tezat oluşturuyor.
Venedik'e hâkim olan muhteşem
manzarası ise insanı büyülemeye yeter.
10. Yüzyılda inşa edilen Campanile,
1902 yılında yıkılmış ve yeniden
inşa edilmiş... Saat Kulesi ise 15.
Yüzyıla tarihlenmiş. Kadran ayıları
burç sembollerini tasvir ediyor. Saat
kulesinin yukarısında bulunan, iki büyük
bronz insan olan meşhur “Mori”lerin,
500 yıldır saati çaldığına inanılıyor.
Venedik’te dikkatleri üzerine çeken
dokuların başında köprüler de gelir.
Tarihin içerisinde günümüzden
geçmişe geçtiğinizi hissettirebilecek
kadar büyü sahibi bu köprüler,
Venedik’in misafirlerine yaptığı bir
gösteri gibidir adeta… Bunlardan en
bilineni olan Rialto Köprüsü kentin en
renkli noktalarından birisidir. Yalnız iki
86
yakayı birbirine bağlamakla kalmaz;
aynı zamanda cıvıl cıvıl bir alışveriş
alanıdır. Girişi ve çıkışında birbirinden
güzel cam eşyalar (ki Venedik ile
özdeşleşmiş bir dokudur) şehrin
festivallerinde artık sembolleşmiş
maskeler, özenle hazırlanmış kuklalar,
ayakkabılar, çantalar ve birçok
hediyelik eşya bulabilirsiniz. Hatta
meyve sebzeden tutun da şekerleme
ve çöreklere kadar satın alabilecek
birçok şey de bu köprünün ahengini
tamamlayanlar arasındadır. Rialto
köprüsünün üzerindeki Grand Kanal
manzarası ise unutamayacağınız birkaç
dakika anlamına gelebilir. Altınızdan
geçen gondollar, Vaporettolar; içinizi
ısıtan güneş ya da gecenin içinde ışıl
ışıl akan sular, hele bir de binalardan
yankılanan gür sesleriyle aria
söyleyen gondolcular varsa değmeyin
keyfinize…
Kaybolmaya alışılacak kadar köşe
bucağı benzer bir şehir olan Venedik,
her yönüyle insanı kendisine çekmeyi
başarabilen de bir yapıya da sahip.
Aşık olunası ve aşk yaşanası bir yanı
da saklı içerisinde. Zaten dünyada
“Aşk Şehri” olarak geçiyor ismi. Her
köşesinde etkilenebilecek bir şey
bulmak mümkün Venedik’te. Yaklaşık
2 km. uzunluğundaki Grand Kanal’da,
'Patrici''lerin yaşamış olduğu evleri
görmek bile etkilenmek için yeterli. 200
adet mermer sarayı yan yana görmek…
Venedik'in en güzel malikâneleri olan
bu sarayların başlıcaları ise şunlar;
Palazzo Corner, Palazzo Grimani, Cà
d'Oro, Palazzo Vendramin, Palazzo
Dario, Palazzo Rezzonico, Palazzo
Foscari, Palazzo Pesaro ve Ponte
di Rialto… Bu saraylarda Gotik,
Rönesans, Bizans ve Barok stillerine
sıkça rastlamak mümkün…
Venedik’i anlamak da anlatmak
da aslında çok kolay değil. Çünkü
denizin ortasına kurulmuş muhteşem
yapılardan oluşan bir şehri anlatmak
her zaman eksik kalabilir. Nasıl ki
Atlantis üzerine binlerce efsane varsa
ve nerede olduğunu, tam olarak nasıl
bir yer olduğunu kimse bilmiyorsa,
Venedik’in tam olarak nasıl bir yer
olduğunu da açıklamak oldukça
güç. Sihirli bir yapısı var Venedik’in.
Görmeden ve içinde yaşayıp o nemli
havasını solumadan kolay kolay
gözünüzde canlandırabilecek bir yer
değil...
87
semboller
A - mor
Edebiyatın ve sinemanın en çok işlenen iki konusu aşk ve ölümdür.
Herhalde bizi en çok etkileyen olgular bunlar. Sosyal ve psikolojik
araştırmalarda insanın hayatında en etkili olayların başında bir
yakınını kaybetmek ve boşanma geliyor.
Ölüm duygusu ile baş edebilen en
güçlü duygu belki de aşk. Latin dilinde
aşk a-morte yani ölümsüz anlamında
kullanılmış Amor olmuş. Dünyanın en
romantik şehirlerinden biri Paris ise
diğeri Roma olabilir mi? Roma - Amor
ilişkisi buradan mı geliyor acaba?
Aşk, bir insana bir özneye
yönlendiğinde mecazi, Tanrı’ya ya da
ulvi değerlere yöneldiğinde ilahi aşk
olarak tanımlanıyor. Bu ikisi arasında
kesin çizgiler olmadığını, ikisinin de
birbiri içine geçebildiğini, mecazi
aşkın, ilahi aşkın bir gölgesi, tohumları,
bir yansıması olduğunu düşünüyor
tasavvuf insanları.
Aşkın en güzel örneklerinden birini
Alman yazar, şair ve düşünür
Wolfgang Von Goethe veriyor bize.
Ünlü düşünürün sevgilisi Beatrice’ye
söylediği söz, aşkın karşımızdaki
özneye bağlı olmadığını, onun insanın
kendinden kaynaklandığını, yaşadığı
bu duygunun aşkın kendisinin
doğal bir tezahürü olduğunu
anlatıyor bize. Şöyle diyor Goethe:
- Sizi seviyorum bayan ama bundan
size ne?
Bu aynı anda aşkın karşılıksız bir duygu
olduğunu, karşılık beklemenin aşkın
88
o nazik, hassas, çok kırılgan sırça
doğasını bozabileceğini göstermiyor
mu?
Aşkın bir de paradoksal bir tarafı
var. Olmayınca artıyor. Yani
tüketemediğimiz kadar çoğalıyor. Ünlü
ozan Âşık Veysel’e aşk nedir diye
sorulunca şöyle cevap vermiş:
Kavuşamazsın, Aşk olur.
Âşık Veysel’in kendisini terk eden
karısı hakkında anlatılan hikaye de
çok çarpıcı. Karısı bir başkası için evi
terk ederek kaçarken, bir süre sonra
ayakkabısında bir şişlik, bir fazlalık
olduğunu fark eder. Ne olduğunu
anlamak için baktığında kocasının onun
için koyduğu parayı bulur.
Bunlar mecazi aşklar, bir de ilahi
aşklar var ki onları zaten aşıkları
yazmışlar sahifelerce, kitaplarca.
Maşuka olan aşk cisimleşmiş
Mevlana’nın Mesnevi’si olmuş,
Yunus’un divanı olmuş. Başka birçok
hak aşığı da yazmış aşklarını. Eksik
kalan birçok şey vardır elbette ama
Yunus Emre cümleyi şöyle tamamlamış:
- Aşk gelince cümle eksikler tamam
olur.
Aşk dışarıdan mı içerden mi gelir? Âşık
Abdulkadir Kılınç
olmak için illa bir dış nesneye ya da
özneye ihtiyaç yok belki de. İnsan aşk
halinde olunca o gider bir öznede şekil
bulur. Bazen bir suyun yansısından
gözlerimize girer de Narsissos oluruz.
Bazen de gözlerimizin önündedir
de söyleyemeyiz. Tam da Behçet
Necatigil’in söylediği gibi:
SEVGİLERDE
Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı…
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya
herşeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi
söylemek.
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı.
89
köşe
Dilek Şen
Nasıl severiz?
Sevgi anlaşmak değildir,
nedensiz de sevilir…
Biz kadınlar için sevgimizin en
net tanımıdır bu cümle. Neyi nasıl
seveceğimizi asla tahmin edemezsiniz,
tıpkı neyi neden sevmediğimizi
anlamlandıramadığınız gibi. Bazen
çocuk olmayı severiz, saçlarımız
okşansın, bize şefkat gösterilsin,
içimizdeki küçük kıza kulak verilsin
isteriz. Başımızı koyacak bir omuz
arar, gözyaşlarımızı silecek güçlü
eller, sırtımızı yaslayacak dağ gibi
kimselere yanımızda yer açarız. Tam
böyle sevilirken küçük kızı yaşattığımız
yüreğimizdeki amazon uyanır ve
dünyanın en güçlü canlısına dönüşürüz.
Böyle zamanlarda bizi uzaktan
izleyenleri severiz, elimizin altında
gezinenlere, hayranlığından ayran
budalasına dönenlere gıcık olur, bizi
bizimle bıraksınlar isteriz. Maazallah bu
süreçte ısrarcı olanları acımasızca kara
listeye alır, ağızlarıyla kuş tutsalar eski
bizi göstermeyiz.
Anaçlığımız tutar bazen, sahipleniriz
delicesine, değerlidir, önemlidir
90
bizim için bazı şeyler; evimizin
perdesi, ofisimizin kaşesi, bir
bebeğin gülümsemesi, bir erkeğin
sesi… Uzar gider sevdiklerimiz,
sevdikçe sahiplendiklerimiz. Bazen
zarar veririz farkında olmadan
sevdiklerimize, yorar bizim sevgimiz
ama kendimizi affettirmeyi de biliriz.
Yaratıcı bir yanımız olduğundan belki,
akla sığmayan sürprizlerle çıkarız
sevdiklerimizin karşısına, her şeyimizi
önlerine sermiş gibi davranırız.
Oysa en sevdiğimiz yanımız gizemli
oluşumuz. Hiç kimseleri almadığımız
bilinmezliğimiz, anahtarsız bir
sığınaktır içimizde, kapısı olduğundan
dahi habersizdir mahrum etmek
istediklerimiz.
Kadınca sevgilerimiz, kadınca
tepkilerimiz, kadınlığımız kadar
anlaşılmazdır. Çocuğumuz gibi
sevdiklerimiz, anne-babamız,
sevgilimiz gibi sevdiklerimiz vardır. Bir
de isimlendirilemeyen sevgilerimiz.
Elimizin değdiği her şey kıymetlidir
bizim için; sahiplendiklerimizi terk
etmeyiz kolay kolay, vazgeçmiş gibi
olduklarımıza geri döneriz kimi zaman.
Oysa sildiklerimizin hiçbir şansı
yoktur yarınlarımızda. İçimizi yaksa
da sevgileri yüreğimize senktonize
değilse aklımızdaki yansımaları sevgisiz
bırakır acıtırız, hem kendimizi hem
sevdiğimizi. Acıyı seven bir yanımızda
olduğundan belki, bitti dedikten
sonra geri dönmeyişlerimiz. Ve uzun
mücadelelerle kurtarmak isterken her
şeyi, sessizce çekip gitmenin hüznünü
sevme biçimimiz.
Yaratıcının bize sunduğu çetrefilli
varlığımızın bin bir çeşit özelliği gibi
yüreğimizi ısıtan sevgi de su terazisine
bağlı değildir içimizde. Ayarlarını
kendimiz verdiğimizden belki, yıkılmaya
yüz tutan Pizza Kule’lerimizin, o
dengesizlik halinde dahi ayakta
kalması. Kalın çizgilerimiz var gibi
görünse de tırtıklıdır bizim bakış
açılarımız, aralarındaki gizemi severiz.
Çiçeği, böceği, beşeri her şeyi
sevebiliriz, sizi ne kadar sevdiğimizi
asla çaktırmayız. Siz bazen çok sevdik
sanırsınız, bazen az; ama bizim hassas
terazimizin kadranı bize dönüktür. Sizin
bunu merak eden halinizi de ayrıca
severiz. Sevgiyle kalınız…
91
serbest yazı
Özlem Şenkoyuncu
Sevgi dolu bir yatırım tavsiyesi
“Şimdi hayattaki tek rolümüz, Sevgi'nin kendisi olmak. Yaptığımız
her şeye, bir araya geldiğimiz herkese sevgi katmak.”
Lauren C. Corgo
Son yılların en gözde yatırımlarından...
Kesinlikle bire bin veriyor, hayatınızı
değiştiriyor... Yatırımınız karşılıksız
kalmıyor, zaman geçtikçe değer artıyor,
kıymetleniyor. Yatırım yapmanız her
gün, her an mümkün... Yatırım için ise
çok para harcamanıza gerek yok. En
başta istek olsun, buna vakit ayırın
yeter. Acaba bu neye yatırım diyorsanız
cevabını hemen vereyim. Tabi ki
kendinize yatırım, “kişisel gelişim”
yatırımı...
Hayatımızın daha güzel, daha
anlamlı ve daha mutlu geçmesini
istiyorsak öncelikle kendimize yatırım
yapmamız, kendimizi sevgiyle ve
bilgiyle donatmamız, bunun için çaba
harcamamız gerekiyor. Her güzel
şeyin içinde sevgi olduğu gibi kişisel
gelişimde de sevginin önemli bir payı
var. Çünkü kendini seven, ailesini
seven, işini seven hatta vatanını seven
insan kişisel gelişimine yatırım yapar.
92
Kendisini geliştirip hem kendine hem
de topluma daha faydalı bir birey
olabilmek için çaba sarf eder, vakit
ayırır...
İşte o zaman kendimizi sevdiğimizi
kendimize vakit ayırarak göstermiş
olacak, daha mutlu ve stressiz bir hayat
yaşayacağız...
Günlük ev ve iş telaşemizde hep
zamansızlıktan ve hiçbir şeye
yetişememekten yakınırız. Kişisel
gelişimimiz için eğitim ve seminerlere
katılmak, kitap okumak, sinemaya
gitmek, doğa ve kültür gezilerine
katılmak, bir hobi edinmek ve
profesyonelleşmek, özel kurslara
katılmak bizim için bu vakit kıtlığında
imkânsızdır. Bir de bu konular için
ekstra para ayırmak birçoğumuz için
bütçemizde öncelikle harcamalar
listesinde değildir.
Sevgiyi kendimize vakit ayırıp yatırım
yaparak önce kendimize sunmalı
sonra da içimizde büyüterek etrafımıza
yansıtmalıyız. Çünkü etrafımıza
yansıttığımız sevgi çok önemli...
İçimizdeki sevgiyi göstermediğimiz,
paylaşmadığımız zaman o sevginin
kişiye de bir faydası olacağını
düşünmüyorum. Sevgi paylaşıldıkça
kartopu gibi büyüyen ve bumerang
gibi yine bize dönen eşsiz bir duygu...
Sevgiyle yaşanan bir hayat içinde
başarıyı, mutluluğu, sağlığı barındırır.
Her şeyin başı sağlık der büyüklerimiz
bir de buna lütfen sevgiyi ekleyin...
Zamanımız gerçekten çok kısıtlı. Ama
hızla da akıp geçiyor... Hayatımızı daha
kaliteli, daha verimli ve daha mutlu
geçirmek için şartları zorlayarak kişisel
gelişimimiz için zaman ayırmalıyız.
Sevgisiz kalmayın,
kendinize yatırım yapın.
93
havadan sudan
Yolumdaki sevgiler
Duyguların tümünü canlandıran, hayata anlam katan, hüznü neşeye, korkuyu
tutkuya, vazgeçmişliği umuda dönüştüren yaşam enerjisi… Varlığının huzur
verdiği, yokluğunun ruhları hasta ettiği mucizevî duygudur sevgi.
Nazan Aşkalli
Uçakla yolculuk etmek üzereyim. Uçak
yolculuklarında gökyüzünün uçsuz
bucaksız sonsuzluğuna dalar giderim
hep. İçimdeki kıpırtı yerini sakinliğe
bıraktı birkaç dakika içinde. Yol
arkadaşımın ısrarlı sohbet çabalarını
ustaca geri çevirerek düşüncelerimi
gökyüzünün boşluğuna bıraktım.
Uzaklaşan şehir ışıklarındaki küçük
dünyaları düşündüm. Kavuşanların,
yollarını ayıranların ya da yeniden
kalbinde sevginin ışığını bulanların
benzer öykülerini düşündüm. Sevdikçe
güzelleştiğimizin farkına vardım bir an
ve sevgisiz aslında yok olacağımızın.
Sevginin olduğu yerde huzur,
doygunluk ve tatmin vardır. Detaylarda
kaybolmadan sevmek olduğu gibi,
öylece kabul etmek de başarıdır
hayatta belki.
İçimde tanıdık bir mutluluk sebepsizce
belirirken anlamaya çalışıyorum sevgiyi.
Hani yapraklarını büyük bir hevesle tek
tek koparıp “Seviyor… Sevmiyor…”
diye fal baktığımız, sonra sonuç
sevmiyor çıkınca asılan yüzümüze inat
yeniden başladığımız papatya anlamış
mıdır acaba sevgiyi? Sevildiğimizden
ne kadar emin olsak da ispatlama
çabamız bitmiyor. Muhtaçlığımızın
tükenmediği bu duygunun türlü
halleri, her yerde her an karşımızda.
Menekşeleri ile konuşan annem geliyor
gözümün önüne. Aralarındaki ilişkiye
bozulduğumdan habersiz saatlerce
konuşur, sever, sulardı onları. Onlar da
sevildikçe şımarır, filizlenir cömertçe
renklerini sunardı karşılığında. Hiç
çiçekler anlar mı diye düşünürken
yıllar sonra kuru bir dala dönmüş olan
begonvilin karşısında buldum kendimi.
94
Yeşertmek için onca çaba, sabır dolu
günlerin ardından, bir sabah minik
tomurcuğunu gördüğümde, içimdeki
sevinci ve umudu tahmin edersiniz.
İnandım artık doğanın da bir ruhu
olduğuna... Mucizedir sevgi. Henüz
anne karnındayken hikâyeler anlatılan,
şarkılar söylenen, merakla beklenen
bebeğin hissettiği ve hissettirdiği
huzurdur sevgi.
Bazen tutkuya dönüşür, öyle ki
tehlikeleri bile görmezden gelirsin.
İnsanoğlunun içindeki sevgi gücüyle
neler yapabileceğini hayranlıkla izlersin.
Dağların zirvesine yolculuk ederken
kayaların her köşesine dokunup
hissedenler bilirler, bulutlara kadar
uzanmanın hazzını. Özgürlüktür sevgi.
Mavidir, uçsuz bucaksız denizler…
Dalgaların sesi, kızıma adını verdiğim
yosunun kokusudur. Güzelliğini
derinlerde gizleyen o masmavi suların
tutkunları; korkusuzca, sessizce keşfe
çıkarlar o büyülü dünyayı. İncitmeden,
kirletmeden yolculuklarını tamamlar,
tükenen canlı türlerini yaşatmak için
mücadele ederler. Savunmasız olan her
şeyi korumaktır sevgi.
İlişkilerde giderek artan samimiyetsizlik
mutsuz ediyor beni. Neden bu kadar
hayal kırıklığı, depresyon ve öfke var.
Duygular bir yere kadar gizleniyor ama
mutlaka gerçek hissediliyor zamanla.
Karşılaştığımda tanıdık bir yüzde,
“selam canım” derken gözlerinden
“senin canına okuyacağım” ifadesini
gördüğümde sevgiyi düşünüyorum.
Detaylara takılmamam gerektiğini,
kimsenin kimseyi sevmek gibi bir
mecburiyeti olmadığını tekrarlıyorum
kendime. Sevdikçe özgürleşiyor,
özgürleştikçe seviyorum. Bağımlılığa
ve köleliğe dönüştürülen ilişki değildir
sevgi.
İlginçtir bazı insanlar “seni seviyorum”
derken çok cimri davranırlar.
Bazılarımız da çok fazla kullanıp
anlamını yok ederiz. Dengeyi kurmak
zor gibi... Her çiftin benzerdir
diyalogu; “Beni seviyor musun?
sorusuna “Elbette hayatım yoksa
yanında olur muyum?” yanıtı gelir.
Çoğu zaman hissedilenle söylenen
o kadar aykırıdır ki, işte o noktadan
sonra birisi inanmış gibi diğeri de
seviyormuş gibi davranmaya devam
eder. Aşkın, sevginin kanıtı ve ölçüsü
olmaz, aranmamalı. Sürekli duyguları
tartmak, oyunlarla denemelerle
ispatlamaya çalışmak boş bir
yorgunlukla sonuçlanır. Beklentiler
gerçekleşmeyebilir ve çoğunlukla
gerçekleşse bile giderek artar sevgiyi
ispatlatmak ihtiyacı. Zamanla yaşanan
güzelliklerin yerini yaşanamayanların
gerginliği alır. Geç kalınan bir randevu
dünyanın en büyük sorunu olur.
Hoşgörüdür sevgi.
Âşık olmanın gücünü bencilliklerimden
arınmakta kullanmayı, sevgi
mucizesinin her türlü güçlüğün
üzerinden gelebileceğine inanmayı,
görünenle gerçeği ayırmayı, her gün
yeniden öğreneceğim sanırım. Çünkü
paylaşınca ve sevdiğimde mutlu
oluyorum, herkes beni sevdiğinde
değil. Yolumdaki sevgiler ışık bana.
95
hemzemin
“İsviçre çakısı olmak”
Nazlıhan Ergin Şevik
Muhteşem bir tirbuşon olmayı değil, İsviçre çakısı olmayı hayal ettim ben.
Okunması gereken milyonlarca kitap, görülmesi gereken bir sürü resim, film varken, öğrenilecek,
yapılacak, uygulanacak sayısız şey varken nasıl bir hikâyeye saplanıp kalabilirim ki…
Bizi biz yapanlar yaşamımıza kattığımız
deneyimler, renkler, yönler değilse
nedir? Hiç düşündünüz mü, çok renkli
olmak mı yoksa tek bir rengin tüm
tonlarını yaşamak mı güzel olan?
Hayatta bu kadar çok renk, çeşitlilik,
seçenek varken hiçbir zaman tek bir
şeye odaklanmayı istemedim ben.
Rengârenk olmayı istedim, gökkuşağı
gibi… “Bir tek şunu yapayım, onun da
en iyisini yapayım” mantığında olmadım
hiç. Hayata karşı fazla hırslarım
olmadığından mı bilmem, hiçbir alanda
uzman saymadım kendimi. Açıkçası
bunun eksikliğini de hissetmedim.
Çünkü yaptığım her şeyin yaşam
kütüphaneme güzel değerler kattığını
düşündüm. Evet, biraz maymun iştahlı
davranmış olabilirim ama çok yönlü
olmayı seviyorum ben. Bazen kızarım
kendime “her şeyi yapmak zorunda
96
değilsin” diye ama bazen de iyi ki
diyorum, iyi ki denemişim, yapmışım
bak ne güzel birçok konuda az da olsa
fikir sahibiyim.
Falanca alanın, bilimin uzmanlarına
değil de on parmağında on marifet
insanlara özenirim hep. “Aman bir
canımız var bu hayatta, yapmalı ne
istiyorsa” diyerek sıvarım kollarımı
aklıma esen ne varsa.
Küçük yaşlardan beri içimde onlarca
alana karşı eğilim oldu. Her şeyi
denemek istedim. Müzik yapmak,
şiir yazmak, tiyatro, spor, sanat…
Nihayetinde her şey hayatın içinde
değil mi! Ya bir duyumuzla algımıza
giriyor ya da bir yerlerde bir şekilde
dikkatimizi çekiyor. Yaşadığımız
olay ve durumlar yaşam tarzımızda
ve standartlarımızda değişiklikler
yaratırken, onlar değiştikçe
alışkanlıklarımız da değişiyor,
yapabildiklerimiz de… Bu süreçte kimi
zaman yeteneksiz olduğumu göre göre
sevdiğim için yaptığım şeyler oldu,
kimi zamansa yetenekler keşfettim
kendimde, üzerine gittim. Çok hobili
oldum, çok renkli… Ama hepsi yarım
yamalak, işte tek sorun bu. Olsun,
hepsini de sevdim, vazgeçemedim.
Yaptığım her şeye emek verdim fakat
“ben bunu her şeyiyle tam yapayım”
demedim. En sevdiğim, kendimi en
doğru ifade ettiğim uğraş olan “yazma
eylemi” bile işte bu kadar! Yani dolu
dolu kitaplar yazayım gibi bir gayretim
olmadı hiç. Blogumda bile tek bir konu
üzerine yoğunlaşıp yazılar yazmak
istesem de yapamadım, bir parça
sanat, bir parça edebiyat, bir parça
“Kimiz biz?” diye sorar Calvino.
“ …deneyimlerin, bilgilerin,
okunmuş metinlerin, imgelerin
oluşturduğu bir bileşke
değilsek neyiz her birimiz?
Her yaşam, her şeyin, akla
gelebilecek her şekilde yeniden
karıştırılıp yeniden düzenlendiği
bir ansiklopedi, bir kitaplık, bir
nesneler envanteri, bir üsluplar
dizisidir.” *
günlük… Tıpkı şuan yaptığım iş gibi,
biraz reklam, biraz pazarlama, biraz
proje yönetimi… Tıpkı yaşadığım hayat
gibi; her şeyden biraz biraz!
Zaman içinde onları sentezlemeye
çalıştım, mesela tiyatroyu edebiyatla
birleştirsem dedim, birkaç oyun
yazmaya çalıştım, yaratıcıydı ama
öylece kaldı. Sonucunu boş verin,
hissettirdiği duygu çok güzeldi. Zaten
bakın, farklı disiplinlerden yararlanılarak
yapılan işlerden yaratıcı ve güzel
şeyler doğuyor. Yani tek bir alana bağlı
kalınca ve onu çok iyi yapacağım diye
uğraşılınca o alanda yaratıcı işlerin
çıkması pek mümkün olmuyor. Çünkü
tekniğini, derinliğini ve kurallarını çok iyi
bilirseniz yaptığınız işin, kendinizi ister
istemez sınırlarsınız.
Sizin de öyle olur mu bilmiyorum
ama benim yeni tanıştığım kişilerle
kurduğum iletişimin üçüncü beşinci
cümlesinde illaki ortak bir özelliğim
çıkar. Çok şehirli, çok hobili, çok
kariyerli olmamın getirisi bu sanırım.
Çok kariyerli derken yüksek kariyerden
bahsetmediğimi anlamışsınızdır
herhalde. İş yaşamım başladığından
beri çalıştığım farklı sektörlerden ve
farklı pozisyonlardan bahsediyorum. Bu
olgu iş dünyasında şu an işverenlerinin
en çok önemsediği kriterlerin başında
geliyor; fonksiyonellik, çok yönlü
olmak. Rakiplerin güçlü olduğu
günümüz iş dünyasında kendini farklı
alanlarda geliştirmiş, özel becerileri
olan insanlar bir adım öne çıkıyor.
Fakat çok yönlü olmak zaman zaman
yorar insanı, birçok şeyi eş zamanlı
yapmak, eşzamanlı düşünmek zordur.
Bu nedenle hata yapma olasılığınız
da artar. Ama hata yapmak iyidir,
kısa yoldan tecrübe edinmenize ve
doğru yola ulaşmanızı sağlar. Önemli
olan üretip, çekinmeden paylaşmak,
doğrusuyla yanlışıyla ve bunların
hepsinden keyif almak… Ama
gerçekten tüm bu söylediklerim size
doğru gelmiyor ve ben tek bir alanda
uzmanlaşacağım diyorsanız şunu
aklınızdan çıkarmayın: Yaptığınız her
neyse çok çalışın ve en farklısını yapın!
Çünkü asıl uzmanlık, fark yaratmaktır.
Ve fark yaratmak farklı şeyleri
tanımaktan, bilmekten geçer.
Hemzemin’de buluşmak dileğiyle,
Sevgiyle ve renkle kalın…
97
deli kızın defteri
“Yaş”
lanmak
Dergi Bursa’nın ilk
yaşında biz kocaman
bir aile olarak ardımızda
güzel kareler bıraktık
gibi. Geriye baktığımızda
neler neler yapmışız
diyeceğimiz nice on
yaşlara... Peki ya siz
kişisel tarihinizin tozlu
sayfalarına dalmaya ne
dersiniz? İnsan hayatında
bazı anlar, bazı kareler
ölümsüzdür, mıh gibi
çakılmıştır zihnin bir
köşesine.. Ben onların
peşine düşüyorum,
özenen ardımdan gelsin.
Gözde Aral
3 yaşımda evimizin kapısını açışımla,
karşımda gördüğüm adamın
babamı yutmuş olduğunu sanarak
buzdolabının arkasına saklanışım bir
oluyor. Askerden dönen babamın
sesini duyunca kafamı uzatıyorum,
tanımadığım bir yüzle karşılaşınca
olduğum yere siniyorum.
98
4 yaşımda elimde ütü kordonuyla
“akş bu deyil miii.. nırınımnım nımnım
nım.. Akş bu deyil miii.. nırınım nım
nımnımnım.. Söyleee sevgiiilim söyleee
akş bu deyil miii..” diye sanatımı icra
ettiğim ev konserlerimden birinin
ardından geceyarısı babaanneme
fırlatıldığımda (bırakılmak denmez ona),
onsuz uyumadığım şişman bebeğimi
evde unuttuğumuz için ağlarken,
gerçek bir bebeğin ailemize katıldığını
haber veren telefon geliyor, ağlamam
kesiliyor.
5 yaşımda ana sınıfı öğretmenim
en sevdiğim şarkının ne olduğunu
sorduğunda, gözlerimi kapatıp
yemyeşil bir düzlüğe açılan bir pencere
hayal ederek “bir ilkbahar sabaahııı
güneşle uyandın mı hiiiiç, çılgın gibi
koşaaraaak kırlara uzandın mı hiiiç...”
diye şarkımı söylemeye koyuluyorum.
günün sonunda -içimden de olsateşekkür ediyorum.
hiçbir derse bir daha tek başıma
çalışmıyorum.
6 yaşımda “kapıcı karısı” olmamak
için okula gitmem gerektiğini bilmeme
rağmen, hemen her sabah anaokuluna
gitmeden önce mide bulantısı çekiyor
ve öğrüyorum. (Sonuç: okul hayatıma
1. sınıfa kadar bir mola veriliyor)
13 yaşımda deliler gibi günlük
yazıyorum, çılgınlar gibi kitap
okuyorum.
21 yaşımda klan hayatının tadını
çıkarıp, üniversitelere bile kar tatili
yapıldığı zamanlarda sabahtan
akşama, akşamdan sabaha 5-6 kişi
birlikte yiyip-içip-eğleniyoruz.
7 yaşımda iki yandan toplanmış
saçlarım ve siyah önlüğümle, okulun
ilk günü tören sonrasında sınıfımı ve
öğretmenimi kaybetmiş hüngür hüngür
ağlıyorum.
8 yaşımda Galatasaray’ın Monaco
karşısında kazandığı 5-0’lık galibiyetin
ertesi sabahı “Monaco’ya 5! Monaco’ya
5!” nidalarıyla sınıf arkadaşlarımla
birlikte Bursasporluluktan
Galatasaraylılığa geçiş yapıyoruz.
9 yaşımda içini yıkamam için verdiği
vazosunu yanlışlıkla kırdığım için
çok sevdiğim sınıf öğretmenim artık
bana ne dediyse; o gün beni okuldan
alan anneme eve gidene kadar “ben
öğretmen olmaktan vazgeçtim...
Olmayacağım işte öğretmen…
Öğretmen olmayacağım ben!” deyip
duruyorum.
10 yaşımda okulumuz kız basketbol
takımının yerel gazetede çıkan
fotoğraflarının altında adımı ve adımın
yanındaki yıldızları görünce sevinçten
ne yapacağımı şaşırıyorum.
11 yaşımda Anadolu Liseleri
Sınavı’ndan çıkıp evime giderken
mahallede pencereden bir arkadaşım
bağrıyor, “Gözdeee, sınav iptal
edilmiş!” Bunun şaka olduğunu
biliyorum, “Hıı, tabi tabi” diyorum
yandan yandan sırıtarak. İçimden de
“cık cık cık” diyorum, “olur mu hiç öyle
şey...” Oluyor. 2 hafta sonra tekrar
sınava giriyoruz.
12 yaşımda hazırlığın ilk gününde “ya
öğretmen isterse!” diye tüm kitaplarımı
okula götürme inadımı kıran anneme
beni rezil olmaktan kurtardığı için
14 yaşımda platonik aşk acısıyla
kıvranıyorum. Tek tesellim, okul tatile
girdiğinde yazlıkta da onu görebiliyor
olmak.
15 yaşımda hoşlandığım çocuğun (tabi
ki 14 yaşımdaki platonik aşkım değil,
ne sandınız beni, bebek mi?) doğum
gününe gitmek için gece evden (üstelik
aile apartmanından) kaçmamdan
iki gün sonra annem beni ofisine
çağrıyor ve bana olan güvenini yıktığımı
söylüyor. Yer yarılsın ve ben çok
derinlere gireyim istiyorum. Bir daha
anneme yalan söylemeyeceğime dair
kendime söz veriyorum.
16 yaşımda 4 kafadar New Jersey’den
New York’a gidip, gezip, son treni
kaçırmak üzere olduğumuzu fark
ettiğimizde taksiye atlıyoruz ve şükürler
olsun ki treni yakalıyoruz.
18 yaşımda ÖSS öncesi m
oral pikniğinden dönmüş akşam
haberlerini izlerken duyduklarıma
inanamıyorum! Sorular çalındığı için
sınav ertelenmiş diye o andan itibaren
takriben 6 saat kadar ağlıyorum.
19 yaşımda üniversite 1. sınıfta ilk
zamanlar her yere 15-20 kişilik bir
arkadaş grubuyla gidiyoruz. En
misafirperver halimle (daha okulun ilk
ayında) arkadaşlarımı öğrenci evimize
ilk çağrışımda, fotoğraf çektirirken
ev arkadaşımın ailesinin 20 senedir
kullanmış olduğu oymalı kakmalı
kanepenin ayağını kırıyoruz. 4 yıl derme
çatma tutturduğumuz o kırık ayaklı
kanepeyle hayatımıza devam ediyoruz.
20 yaşımda son haftaya bırakılan
okumaların ancak 5 kişilik bir
çalışma grubuyla paylaşılarak ve
tabi ki sabahlayarak bitirilebileceğini
fark ediyorum. Okul bitene kadar
22 yaşımda o dizilerde gördüğüm
düğüm olmuş ilişkilerin, aşk
üçgenlerinin az bile kaldığının farkına
varıyorum. Hayat zaten bu kadar
zorken, bir de vizelerle finallerle
uğraşıyorum ve benden 3-5 yaş
büyük olup, “üniversite yılları en rahat
zamanlardır, tadını çıkar” diyenlere sinir
oluyorum.
23 yaşımda tüm o eğlenceyi ardımda
bırakıp Bursa’ya dönmek, Bursa’daki
arkadaşlarımın da bambaşka yerlere
dağıldığını görmek kahır üstüne kahır
gibi geliyor, bile bile lades diyorum.
24 yaşımda “sonunda gerçekten
istediğim işi yapıyorum, bir de üstüne
bana para veriyorlar!” diye sevinçten
deliye dönüyorum.
27 yaşımda liseyi bitiren herkese,
“üniversite yılları en rahat zamanlardır,
tadını çıkar” diyorum.
28 yaşımda kalbim kulaklarımda
atarken, birinci olduğumuz anons
ediliyor, bir koca yılın yükü o an toz
olup omuzlarımdan aşağı kayıyor.
29 yaşımda “aaa siz de mi karaokeye
geldiniz?” dedikten 7 saniye sonra
anlıyorum ki bir tabur insan meğer
benim doğum günüm için toplanmış.
Çocukluğumdan beri hiç almadığım
kadar çok hediye alıyor, şaşırıyor ve
mutlu oluyorum.
30 yaşımda tüm planlarımı altüst eden,
belki de hayatımın seyrini değiştiren
o haberi aldığımda, üzüleyim mi,
kızayım mı, yıkılayım mı, direneyim mi
bilemiyorum. Ve o sırada bilemediğim
bir şey daha var ki, bazen altı üstünden
daha hayırlı olabiliyormuş.
99
eğitimin psikolojisi
Psk. Ayşegül Alkış
Çocukların
gözüyle sevgi
Daha doğar doğmaz başlar çocukta sevme ve sevilme isteği, bunu da ömür boyunca devam ettirir.
Bazen bunu direk olarak gösterir bazen de bizim anlamamızı ister. Psikoloji dünyasında çok önemli bir
yeri olan Maslow insanın ihtiyaçları hiyerarşisinde sevgiyi çok önemli bir yere yerleştirmiştir.
Maslow’un hiyerarşisine göre nefes
alan, karnını doyuran ve kendisini
güvende hissetmek için barınmaya
başlayan insan için temel ihtiyaç sevgi
görmedir. Bu insanın hayatta kalma
mücadelesinde elde etmesi gereken
ilk psikolojik ihtiyaçtır. Ağladığında
annenin yanına gelmesi, onu kucağına
alması bağlanmanın ilk adımlarıdır.
Sonrasında aile ilişkileri şekillenir,
baba ve kardeşler bu dinamiklere ortak
olur. Fakat sevgi arayışı hep devam
eder insanın. Aileye yeni bir bebek
gelir, anne babanın sevgisi kıskanılır,
sevilmeme korkusu artar, büyüyünce
sınıfa yeni bir öğrenci gelir, öğretmenin
onu sevmesi-takdir etmesi kıskanılır,
sevilmeme korkusu yine tetiklenir,
evlenince eşin uzaklaşması, iş yerinde
takdir görememe korkusu derken
hemen her dönem sevilmeme tehlikesi
bizi takip eder.
Peki, çocuklarımızın kendisini değerli
hissetmesi, sevildiklerini görmeleri için
neler yapılabilir:
* Her çocuğun istek biçimine göre
sevgiyi belirtmek önemlidir. İşitsel
100
çocuklara bol bol “seni seviyorum, iyi ki
varsın” demek, dokunsal çocuklara sık
sık sarılmak, görsel çocuklarla birlikte
fotoğraf çektirmek…
* En güzel anılarınızı çevrenizle
paylaşırken çocuğunuzla bunu
paylaşmanın hazzına bizzat değinmek.
* Okula gidemediğinde öğretmen ya da
arkadaşlarından rica edip, çocuğunuzu
aramalarını istemek.
* Sık sık onun eşsizliğini vurgulamak
(iyi ki sen benim oğlum-kızım olmuşsun
gibi)
* Evde onun görebileceği yerlere küçük
notlar hazırlamak, sürpriz notlarla onu
şaşırtmak.
* Onun sevdikleriyle bizim
sevdiklerimizi karıştırmamak (tenisi
seveceksin, ıspanak yiyeceksin, gibi)
* Hatalarında “ben söylemiştim” demek
yerine “seni seviyorum ve yanındayım”
demek.
* Aile oyunlarına yer vermek.
* Onun için özel adımlar attığınızı
göstermek (bu yemeği sen seviyorsun
diye pişirdim gibi)
* Onun için önemli günleri hatırlamak.
Anne-çocuk, baba-çocuk özel
zamanları geçirmek (haftada bir gün 1
saat yeterlidir), bu sürede onun sevdiği
etkinlikleri yapmak.
* Uzaktayken özlediğiniz söylemek ama
ayrı bir birey olması için uzaklaşmasına
izin vermek (okul gezileri, akrabadaarkadaşında gece kalma gibi)
Bu kadar ilgiye karşın çocuğunuzu
hala arayış içinde olabilir. Çocuğunuz
sevilmediğini hissettiğinde vereceği
bedensel-ruhsal (ağlama, uzaklaşma,
karın ağrısı vb.) tepkileri çok önemlidir.
Bu süreçte psikolojik destek almak
onun kendisini değerli hissetmesine
ve tepkileri karşısında ailesinin duyarlı
olduğunu görmesine sebep olur.
Hep sevmeniz ve sevilmeniz
dileğiyle…
101
dünyaya armağansın
Yetenekli olmak elinizde
Size Türkiye'de bir kurumu tarif
edeceğim ve hangi kurum olduğunu
soracağım.
Bakalım bilecek misiniz?
İnsanların dört duvar içinde tutulduğu,
Belirli saatlerde avluya çıkma izni olan,
Müdür tarafından yönetilen,
İnsanların belirli ölçütlere göre
sınıflandırıldığı,
Her gün yoklama yapılan,
Koridorlarında yetkililerin nöbet tuttuğu,
Ziyaretçilerin girişte imza attığı,
Katı kuralları olan,
Kural ihlallerinin disiplin suçu ile
cezalandırıldığı,
Müfettişler tarafından sıkı denetimlere
tabi olan,
Sorgulama hakkının kısıtlı olduğu,
Çıkışta insanlarda sevinç duygusu
uyandıran,
Kurum hangisidir?
A) Hapishane B) Okul
(Tabi ki çoktan seçmeli sınavlar ile
yetişmiş bir toplum olarak, şıklar
vermezsek ayıp olurdu)
Büyük başarılar genelde doğuştan
gelen yeteneklere bağlanır. Ancak
araştırmalar tam tersini söylüyor.
Uzmanlara göre yeteneksiz
doğulmaz, yeteneksiz olunur! Çünkü
yetenekli olmak öğrenilebilir. Bir
alanda açık ara önde olmanın yolu
günlük olarak düzenli çalışmaktan
geçiyor. Laszlo Polgar 1960’larda
Macaristan’da yaşamış bir eğitim
psikoloğu. Yeteneğin doğuştan değil,
öğrenilebileceğini savunuyor. Bunu
ispatlamak için çok ilginç bir yol
seçiyor. Şöyle bir ilan yayımlıyor.
“Yetenek doğuştan gelmez, öğrenilir.
Bunu ispatlamak için benimle
evlenecek bir kadın arıyorum.
Evleneceğiz ve çocuklarımıza küçük
yaştan başlayarak satranç öğreteceğiz.
Onları dünyanın en iyi satranç
oyuncuları yapacağız. Buna hazırsanız,
benimle evlenin.”
102
Klara adlı bir öğretmen, Polgar ile
evlenmeyi kabul ediyor. Ve deney
başlıyor.
İlk çocuk
Polgar bu deney için satrancı seçiyor
çünkü kendisinin satrançta bir
uzmanlığı yok. Sadece orta derecede
bir oyuncu. Klara ise hiç satranç
bilmiyor. Laszlo eve binlerce satranç
kitapları alıyor ve okumaya başlıyor.
Eğitim bilgisi ile birleştirip öğretme
yöntemleri geliştiriyor. Laszlo ve
Klara’nın ilk çocukları bir kız oluyor.
Program başlıyor
İlk çocukları Suzan iki yaşında satranca
başlıyor. İyi bir eğitimci olan karı
koca, Suzan için mükemmel ve yoğun
bir program hazırlıyor. Suzan günde
neredeyse 8 saat pratik yapıyor. Daha
sonra ikinci ve üçüncü kızları doğuyor.
Onlar da programa dâhil ediliyor.
Her biri günde en az 8 saat pratik
yapıyor. Üç kız diğer derslere de
çalışıyor ve farklı diller öğreniyor ama
asıl konuları satranç.
Sonuç
İlk kızları Suzan, Dünya Satranç
Konfederasyonu tarafından verilen ve
en yüksek unvan olan “Grand Master”
unvanını alan ilk kadın oluyor. Aynı
zamanda erkekler satranç yarışmasına
hak kazanan ilk kadın oluyor. İkinci
kızları insanlık tarihinde hem kadın hem
de erkekler arasında “Grand Master”
unvanını alan en genç kişi oluyor.
Üçüncü kızları Judit 15 yaşında “Grand
Master” oluyor ve şu anda dünyanın
en iyi kadın satranç oyuncusu. Polgar
tezini ispatlıyor. Kendisinin satrançta
bir uzmanlığı olmamasına rağmen,
kızlarını yoğun çalışma ve pratikle
mükemmelliğe ulaştırıyor.
Genlerin etkisi
Aslında Polgar “Ben satranç bilmiyorum
derken, genlerin bir etkisi yok” demek
istiyor. Ama biliyoruz ki genlerin etkisi
Serkan Duru
var. Ama bu sadece % 50. Kalan
ömür boyu sürecek yoğun pratiğe ve
çalışmaya bağlı. Sadece günde en az
8 saat pratik yapan insanlar gerçek
şampiyon oluyor. Tiger Woods, 2
yaşında golfa başlıyor ve günde 12
saat pratik yapıyor. Bill Gates ve Steve
Jobs dünyanın en iyi programcıları
arasında ve günde 12 saat pratik
yapıyor. Daha yeni Orhan Pamuk’un
sevgilisi açıklama yaptı: Orhan Pamuk
her gün saatlerce çalışıyor. Pamuk’un
günde 12 saat yazı yazdığını biliyoruz.
Olimpiyat buz pateni yarışmalarında,
kendisine altın madalyayı kazandıran
hareket için 19 yıl çalıştığını söylüyor,
Shizuka Arakawa.
Herkesin mutlaka bir alanda kendisini
mükemmelliğe ulaştıracak bir genetik
yapısı var. Geriye kalan tek şey bunu
keşfedip, yıllarca çalışmak...
Kolay gelsin.
103
tekno günce
Erdinç Tuğcu
2012’nin ilk yazısında
geçen sene teknoloji
dünyasında neler
olduğunu bir hatırlamak
adına teknolojik ve
bilimsel gelişmelerden
ilginizi çekebileceğini
düşündüklerimi derledim.
Bilim teknolojide 2011...
Ocak
* Android Nokia’yı devirerek en çok
kullanılan akıllı telefon platformu oldu.
* Mısır’da hükümet bütün internet
erişimini engelledi.
* Apple uygulama mağazası 10
milyarlık indirme rakamına ulaştı.
* Steve Jobs sağlık sorunları yüzünden
Apple yönetimine ara verdi.
104
* Blackberry ile beraber, Google, Asus,
Motorola ilk tabletlerini piyasaya sürdü.
* Lucasfilm ünlü Star Wars serisinin
bluray versiyonunu duyurdu.
* Sadece tabletler için Android 3.0
duyuruldu.
* LG gözlük gerektirmeyen ilk 3 boyutlu
televizyonu duyurdu.
* IKEA akkor ampül satışlarını durduran
ilk perakendeci oldu.
* Apple Macintosh bilgisayarlar için de
bir uygulama mağazası açtı.
* Eric Schmidt Google CEO’luk
görevini Larry Page’e bıraktı.
Şubat
* Microsoft’un arama motoru Bing’in
sonuçlarında en büyük rakibi Google’a
ait sonuçları kullandığı ortaya çıktı.
Google derhal bu sonuçların sistemden
kaldırılmasını talep etti.
* HP Palm serisi akıllı telefonlarının
üretimini durdurdu.
* Avrupa birliği bütün cihazlarda tek tip
şarj olması için çalışmalar başlattı.
* Harvard ve MITRE’nin ortak çalışması
sonucu dünyanın ilk nano işlemcisi
duyuruldu.
* Nokia Symbian işletim sistemine veda
etti.
* Porsche ilk tamamen elektrikli aracı
Boxter-E’yi duyurdu.
* IBM’in WATSON süper bilgisayarı
ülkemizde RİZİKO! adı ile yayınlanan
JEOPARDY! yarışmasında insanlara
karşı açık ara bir galibiyet kazandı.
* Intel ilk mobil işlemcisi Medfield’i
tanıttı.
* Samsung astım hastaları krizi
önceden tespit eden ilk cihazı duyurdu.
Mart
* NASA ve Ad Astra ilk plazma roketleri
denemek için anlaştılar.
* Japonya açıklarındaki depremin
yarattığı Tsunami sebebi ile tarihin en
büyük nükleer reaktörü kazalarından
biri gerçekleşti.
* Microsoft Internet Explorer 9’u
piyasaya sürdü.
* İlk bilgisayar virüsü Creeper’ın 40.
yaşgünü kutlandı.
* BMW ilk tamamen elektrikle çalışan
modeli i3 için deneme sürüşlerine
başladı.
* İnternet’in mimarı Paul Baran 84
yaşında hayata gözlerini yumdu.
* Sant'Anna ve Ericsson ortak
çalışmasında ticari fiber optik hatlar
üzerinde 446 Gbit/sn hıza erişildi.
(Evlerimizde kullanılan internet hızının
yaklaşık 120.000 katı)
* Harvard bilimadamları yangınları
sadece elektrik ve manyetik alan
kullanarak söndürmenin bir yolunu
buldular.
Nisan
* Anonymous grubu Sony’nin
Playstation ağını yerle bir etti.
Gerekçeleri Playstation’ın aşılmaz
denilen güvenliğini kırmayı başaran
genç bir hacker’a verilen hapis
cezasıydı.
* Apple ve Intel, Kongo’daki savaş
ve soykırıma kaynak sağlayan değerli
metallerin kullanımına son verme kararı
aldı.
* Ermenistan’da 72 yaşında bir kadın
tarlasında çalışırken yanlışlıkla zarar
verdiği fiber kablosu ile bütün ülkedeki
interneti bir anda kesmeyi başardı.
Sorun 12 saatte çözülebildi.
* Dünya veri kullanımı
9.570.000.000.000.000.000.000 byte
seviyesine çıktı.
* Windows 8’in tamamlanmamış hali
internet ortamına düştü.
* BMW ve Siemens kablosuz şarj
olabilen otomobil üretebilmek için
ortaklık anlaşması imzaladı.
* Kohler 6400$’lık yeni otomatik tuvaleti
Numi’yi tanıttı.
* Apple Ipad ve Iphone’u kopyaladığı
için Samsung’a dava açtı ve patent
savaşları böylelikle başlamış oldu.
* Iphone telefonlarının tamamında
bulunulan yerlerin GPS bilgilerinin
kullanıcı bilgisi olmadan kayıt edildiği
ortaya çıktı. Skandal bununla da
kalmadı bu bilgilere herkes kolayca
erişebiliyordu.
* Ubuntu 11.04 versiyonunu çıkardı,
en büyük değişiklik olarak Gnome
arabirimi bırakılıp Unity’e geçildi.
Mayıs
* Microsoft, hareketle yönetilen ve
her düz yüzeyde ekranların olduğu
geleceğin evini tanıttı.
* LG Optimus modeli telefonları ile
dünyanın ilk çift çekirdekli telefonu
olma konusunda Guinness Rekorlar
Kitabı’na başvurdu.
* Microsoft 8.5 milyar $ karşılığında
Skype’ı satın aldı.
* Dijital kameranın mucidi Willard Boyle
105
tekno günce
86 yaşında hayata gözlerini yumdu.
* Sony katlanabilir organik TFT ekran
konseptini tanıttı.
* Google deniz suyu ile soğutulacak
ilk sunucu tesisini Finlandiya’da
açacağını duyurdu. Bu tesis aynı
zamanda elektriğini de rüzgar enerjisi
ile üretecek.
* Nvidia, Youtube’la yaptığı ortak
çalışmalarla Youtube üzerinden 3
boyutlu film yayınına başlanacağını
duyurdu.
* Linux 20. yılında kernelinin 3.
versiyonunu yayınladı.
* Pentagon, internet üzerinden yapılan
saldırıların savaş gerekçesi olacağını
açıkladı.
Haziran
* Microsoft, yeni işletim sistemi
Windows 8’i tanıttı.
* Twitter, fotoğraf paylaşım hizmetini
devreye soktu.
* Hindistan 35$’lık milli tabletlerini
piyasaya sürdü.
* IBM 100. yaşına girdi.
* Japonya, elektrikli ve hibrit arabalar
için ilk şarj istasyonlarını kurmaya
106
başladı.
* Sony yeni taşınabilir oyun cihazı
Playstation Vita’yı tanıttı.
* Lytro ilk taşınabilir Işık Alanı
kamerasını tanıttı.
* İngilteredeki Winstlow Koleji
öğrencileri 1 litre benzinle 842
kilometre gidebilen bir araç yaptılar.
* Google, Facebook’a rakip olarak
yarattıkları Google Plus hizmetini tanıttı.
Temmuz
* Facebook video sohbet özelliğini
devreye aldı.
* Nasa Uzay Mekiği programını
sonlandırdığını açıkladı.
* Microsoft 400 milyon’un üzerinde
Window 7 lisansı satıldığını açıkladı.
* Stanford Üniversitesi bilim adamları
transparan pil yapmayı başardı.
* Microsoft internet üzerinden doküman
oluşturmaya izin veren, Office 365
hizmetini devreye aldı.
* IBM Usb belleklerden 100 kat
daha hızlı çalışan yeni bir bellek türü
üzerinde çalıştıklarını duyurdu.
Ağustos
* Alman bilimadamları evde kullanılan
standart ampüller aracılığı ile saniyede
800Mbit veri iletmeyi başardılar.
* Columbia Üniversitesi HIV de dahil
olmak üzere 15 bulaşıcı hastalığı
anında test edebilen 1$ maliyetli bir
mikroçip geliştirdiklerini açıkladılar.
* AMD işlemci ve ekran kartlarından
sonra RAM üretimine de başlayacağını
açıkladı.
* NASA 12 farklı meteorda yaptığı
analizde DNA bileşenleri bulduğunu
açıkladı.
* Milli Eğitim bakanlığı öğretimde
kullanmak üzere 15 milyon tablet
alınacağını duyurdu. Microsoft ve
Apple’ın da talip olduğu projeyi Vestel
kazandı.
* Steve Jobs daha önce de ara
verip geri döndüğü Apple yönetim
kurulu başkanlığında sağlık sorunları
sebebiyle istifa etti yerine Tim Cook
atandı.
* Swinmurne Üniversitesi bilim
adamları uzayda Jupiter büyüklüğünde
tamamen elmastan oluşan bir gezegen
tespit ettiler.
Eylül
* Vestel torrent ile film indirebilen
televizyon prototipini tanıttı.
* IBM ve 3M çok katmanlı
bilgisayar çipi üretimi için güçlerini
birleştirdiklerini açıkladılar.
* Washington Üniversitesi
bilimadamları AIDS tedavisi için
10 yıldan fazla süredir üretmeye
uğraştıkları proteini bir bilgisayar oyunu
kaline getirdikten sonra internet oyunu
tutkunları sayesinde 3 hafta içinde
üretebildiler.
* Facebook, Timeline arayüzünü tanıttı.
Amazon ilk tableti Kindle Fire ve 79$’lık
yeni e-kitap okuyucusunu tanıttı.
Ekim
* Apple Iphone severleri hayal
kırıklığına uğratarak ünlü telefon
serisinin 5. versiyonu yerine 4S
versiyonunu tanıttı.
* Apple kurucularından Steve Jobs, 56
yaşında hayata gözlerini yumdu.
* Youtube film kiralama servisini
İngiltere’de hayata geçirdi.
* DMC, Geleceğe Dönüş filmindeki
ünlü araba DeLorean’ın elektrikli
versiyonunun üretilip piyasaya
sürüleceğini duyurdu.
* Asus dünyanın ilk 4 çekirdekli tableti
Asus Transformer Prime’ı duyurdu.
* Okan Bayülgen ve Akut, Twitter
sayesinde Van depreminde enkaz
altında kalan 4 kişinin kurtarılmasını
sağladı.
* İngiliz Imperial College bilimadamları,
mutasyona uğratılmış bakterilerle
elektronik devre elemanları üretmeyi
başardılar.
Kasım
* Elektronik mağazacılık devi Best
Buy, Türkiye de dahil olmak üzeren
bütün Avrupa operasyonunu durdurup
mağazalarını kapattı.
* Türk firması Ardıç Teknoloji, 65 inçlik
dünyanın en büyük tabletini yaptı.
* AMD 16 çekirdekli Opteron 6200
işlemcisini piyasaya sürdü.
* Dünyanın ilk ticari mikroişlemcisi Intel
4004 40. yaşına girdi.
* Güney Kore hapishanelerde robot
gardiyan kullanımı ile ilgili denemelere
başladığını duyurdu.
* Youtube aylık 21 milyar tıklanma
sayısına ulaştı.
* İngiltere Kütüphanesi, 65 milyon
makale içeren 300 yıllık gazete
arşivlerini dijital ortama taşıdı.
* Sharp akıllı telefonlar için 12.1
megapiksellik kamera üretti.
Aralık
* Suriye, protestoların önüne geçmek
için Iphone kullanımını yasakladığını
duyurdu.
* Bridgestone havasız otomobil lastiği
konseptini tanıttı.
* Amerikalı lise öğrencisi Angela
Zhang nanoteknoloji ile kanser tedavisi
yöntemi keşfetti.
* NASA 2026 yılında, Jupiter’in uydusu
Europa’ya bir uzay aracı göndereceğini
açıkladı.
* Lockheed Martin 2014 yılında hata
payını 1-2 metreden 5-10 santimetreye
düşürecek yeni GPS sistemini devreye
alacağını açıkladı.
* LG Full HD televizyonların 4 katı
çözünürlüğü olan ultra çözünürlüklü ilk
televizyonunu tanıttı.
107
ruhun gıdası
“Yolu sevgiden geçenlere”
Bakış açısı aslında, hayatı nasıl yaşadığımızı belirleyen şey. Belki çok klişe ama yarısı dolu
bir bardağa bakıp yarısını boş görmek de mümkün. Aynı şekilde çevremize bakıp mucizelere
tanık olmak da sıradanlığın içinde kaybolmak da seçenekler arasında. Hayata karşı duruşumuz
hayatımızın sınırlarını çizen.
Varoluşumuzun başlı başına sihir
olduğuna inananlardanım. Bir
kısmı bilimle açıklanabilen bir sihir.
Dünyanın kendi etrafında dönmesi
de, bir bebeğin doğması da, denizde
dalgaların olması da bilim tarafından
kolayca açıklanabilen olgular. Bu
yine de günbatımındaki kızıllığın
sarhoş edici etkisini, yeni doğmuş bir
bebeğin masum uykusunun meşgul
zihinlerdeki sessizleştirici etkisini
ya da dalgaların kıyıya vurduğunda
çıkardıkları sesin nefes kesici olduğu
gerçeğini değiştirmiyor. Açıklayabilmek
bütün bunları daha az sihirli kılmıyor.
108
Bütün bunları görüp geçmek de bir
seçenek, gördüğü her şeyde Tanrı’nın
varlığını hissetmek ve şükretmek de bir
seçenek.
Yoga eğitimimin devamı için bir kez
daha geldiğim Hindistan'da kafamda
bu düşüncelerle seyahat ettiğim üç
haftanın sonunda soluğu Asram’da
aldım. Bu bin bir renkle, farklı dinlerle
ve dillerle bezeli kocaman ülkede
ucu bucağı olmayan duygularda
gezindim. Olanı olduğu gibi kabul etme
düsturuyla çıktığım yolda âşık oldum
bir kez daha bu topraklara, insanlara.
Özgür Akkaya Erdemol
Yoga Eğitmeni
Fark ettim ki aşka tutulası varsa insanın
nerde ne yaptığı önemli değil. Aşk
içinde yürüyünce gördüğümüz her şey
güzel, her şey sihirli. Aşk varsa gerisi
teferruat.
İşte Bhakti Yoga tam da bundan
bahsediyor. Bhakti adanmışlık demek,
Bhakti Tanrı’ya ve Tanrı’ya dair her
şeye derin bir sevgi ve bağlılık duymak
demek. Bhakti Yoga hissettiğimiz bütün
duyguları sevgide harmanlayıp Tanrı’ya
yönlendirmeyi salık veriyor. Bu yolla
yaşadığımız o ayrılık hissini ve egoizmi
ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Bireyi
zihin oyunlarından arındırıp evrensel
bilinçle, Tanrı bilinciyle dolduruyor.
Dinlerden, dillerden, ırklardan bağımsız
hepimizin bir olduğu, aynı Tanrı’nın
farklı suretleri olduğumuz bilincini
yerleştiriyor. Koşulsuz teslimiyetten
bahsediyor, egonun ve bireyselliğin
Tanrı’ya teslim edilmesinden. Koşulsuz
teslimiyet beraberinde koşulsuz
kabulü getiriyor. Önce kendimizi,
sonra çevremizdekileri yargılamadan,
sınıflara, kalıplara koymadan oldukları
gibi kabul etmek koşulsuz teslimiyetin
bir parçası... Tanrı’ya koşulsuz
teslimiyet bütün yoga felsefelerinin
en önemli unsurlarından biri. Olan her
şeyin Tanrı’nın iradesinde olduğunun
ve her ne olursa olsun güvende
olduğumuzun kabulü.
İlk defa Güney Hindistan'da ortaya
çıkan Bahkti Yoga felsefesi toplumu
sınıflara bölen, ayrıştıran kast sistemine
karşı çıkarak, kati kurallarla belirlenen
dini ritüellere karşılık edebiyat,
müzik ve dansla örülü yeni bir ibadet
yöntemiyle Hindistan'daki spirituellige
yeni bir anlayış getirmiş. En popüler
ibadet yöntemlerinden biri de en kaba
tanımıyla Tanrı’nın övüldüğü, Tanrı’ya
şükredilen şarkılar olan kirtanlarin
söylenmesi. Zaman içerisinde Bhakti
Yoga Hindu tanrılarından Krisna'nin
takipçileri arasında gittikçe popüler
hale gelerek kuzeye doğru yayılarak
bütün ülkeyi etkisi altına almış. Unlu
yogik metin Bhagavad Gita'da Lord
Krisna'nin Prens Arjun'a aydınlanma
yolunda tavsiye ettiği en önemli
yöntemlerden biri Bhakti Yoga. Lord
Krisna diyor ki "Bütün varlıkların
iyiliğini düşünen, kalplerini bana
adayan herkesi tekrarlayan olum ve
doğum döngüsünden kurtaracağım."
Reenkarnasyona inanan bir kültürde
bu döngüden kurtulmak tekâmül
etmek anlamına geliyor. Bu sadece
Bhagavad Gita'nin mesajı değil, bütün
dinler sevgiden bahsediyor, Tanrı’ya
ve birbirimize karşı duyduğumuz
sevgiden. Aydınlanma yolunda atılacak
en büyük adim sevgi.
Evrendeki her varlık Tanrı’nın tezahürü
değil mi, hepimiz Tanrı’nın nefesi
değil miyiz, hepimiz aynı kaynaktan
akan damlalar değil miyiz, hepimiz
aynı yerden geldik ve aynı yere
dönmeyecek miyiz? O zaman nedir
alıp veremediğimiz birbirimizle, neyi
paylaşamıyoruz ki? Neden yaradılanı
sevemiyoruz yaradandan ötürü?
Ormandaki ağaç da, havadaki kuş da,
denizdeki balık da, kapı komşumuz
da, okyanusun ötesindeki balıkçı
da aynı, yok birbirimizden farkımız.
Olanları, kişileri, iyi ya da kötü diye
etiketlemeden, olduğu gibi kabul etsek
ve kendimizi teslim etsek koşulsuzca
akışa, Tanrı’ya. Açsak kalbimizi ve
bassak bağrımıza etrafımızdakileri.
Bütün duygularımız erise bir kapta
ve sevgi olarak aksa karşımızdakine.
Sevgi frekansında yaratıma geçsek.
Düşüncelerimiz sevgi odaklı olsa,
titreşimimiz yükselse ve kendimize
yarattığımız gerçeklik de buna
paralel olarak hep pozitif, hep sevgi
çerçevesinde olsa hayat daha farklı
olmaz mıydı? Swami Satyananda'nin
dediği gibi "Bütün dünya Tanrı’nın
görkemiyle bezenmiş. Aziz de günahkâr
da, erdemli de zalim de, insan da
hayvan da, iyi de kötü de Tanrı’nın
farklı şekillerdeki tezahürü. O halde
zihin bunlara karşı nasıl ilahi olmayan
bir şekilde durabilir ki?"
Tek ihtiyacımız olan sevgi. Sevgi
bizi dengede tutacak olan, sevgi
bizi hissettiğimiz yalnızlık hissinden
kurtaracak olan, sevgi karşımızdakinde
olumsuzu değil olumluyu görmemizi
sağlayacak olan, sevgi bütün
yaralarımızı saracak olan. Sevgi
düşüncelerimizi dönüştürecek önce,
sonra da hayatımızı. Dilimiz, dinimiz,
inancımız, ten rengimiz farklı olsa ne
fark eder. Sevgide kaldığımız sürece
Tanrı’yı göreceğiz baktığımız her
yerde. Birbirimizi severek başlayacak
bu yolculuk. Sevgi yaklaştıracak bizi
birbirimize ve Tanrı’ya. Tek ihtiyacımız
bir tutam koşulsuz sevgi. O zaman
damlalar birleşip okyanus olacak.
Hindistan'dan sevgilerle.
109
sağlıklı düşünce
Ecz.Tunca Toker
Toker Sağlık Grubu
Hafıza dostu bitki
Ginkgo Biloba
Aslında yaşayan bir fosil olan Gingko
Biloba ağacı dinozorlarla yan yana
yaşamış nadir bir bitki türü. Tamamıyla
kendine özgü, başka hiçbir yakın türü
ve benzeri de yok. Bitki hastalıklarına
ve haşeratlarına karşı olağanüstü
dirençli olan bu ağaçların bazılarının
yaşı 2500 yıla kadar ulaşabiliyor.
zayıflığına destek
- Alzheimer, Demans, bunama
hastalıklarından korunmaya destek
- Damarsal problemlere karşı destek
- Baş dönmesi ve kulak çınlamasına
destek
- Göz sağlığına destek olarak
sayabiliriz.
Budizm ve Konfüçyus öğretileri
açısından önem taşıyan Gingko
Biloba, Uzak Doğu’da tapınaklarda
bol miktarda bulunur. Bu yüzden bir
adı da Mabet ağacıdır. Hiroşima ve
Nagasaki’de atom bombasından sonra
bile ayakta kalabilen Gingko ağaçları
vardır. Çin’de, Japonya’da yemeklerde
ve çerez olarak da kullanılır.
Gingko Biloba beyindeki kan dolaşımını
hızlandırır ve kısa dönem hafızayı
arttırarak algılama güçlüğünü giderici
etki gösterir. Kılcal kan damarlarında
kan akışını arttırarak adale ağrılarını
ve bacak kramplarını önler. Kulak
çınlaması ve baş dönmesi gibi
problemlerde etkili olabilmektedir.
Alzheimer, Demans, Bunama gibi
hastalıklarda; mevcut hücrelerin
sağlıklarını koruyabilmek, hastalığın
ilerleyişini yavaşlatmak ve destek
olabilmek için doktor tavsiyesiyle
kullanılması doğru olur.
Eczacılıkta ise tedaviye yardımcı olarak
çeşitli alanlarda kullanılıyor. Bunlar
özellikle;
- Yaşa bağlı unutkanlığa karşı
- Hafıza ve kavrama kabiliyeti
110
Gingko Biloba yaprak ve ekstrelerinde
bulunan maddeler, antioksidan
özellikleri sayesinde hücre zarını
korurlar. Özellikle “Yaşlandım artık
her şeyi unutuyorum” diyenler için
önerebildiğimiz bir destek.
Dikkat edilmesi gereken durumlar
Gingko Biloba önerirken ve kullanırken
çok dikkat edilmesi gereken durumlar
da var. Aspirin, varfarin, klopidogrel
gibi kan pıhtılaşmasını yavaşlatıcı
özellikleri olan ilaçları alan kişilerde ve
bazı tür antidepresanları kullananlarda,
hamilelerde ve 18 yaş altındakilerde
kullanılması tavsiye edilmiyor. Her
zaman söylediğimiz gibi bu tür besin
desteklerini kullanırken mutlaka
doktorunuza ve eczanıza danışmanız
sağlığınız için doğru olacaktır.
Sağlıklı ve mutlu bir yaşam dileğiyle…
111
göz sağlığı
Kış aylarında göz sağlığı
Op.Dr. İ.Özgür Şanlı
Medical Park
Özel Bursa Hastanesi
Kış aylarında düşen vücut direnciyle birlikte gözler de hastalıklara açık hale gelir. Bu nedenle
kış aylarında konjonktiviten kar körlüğüne kadar birçok tehlike bizi bekler. Kış aylarında virüslere
bağlı üst solunum yolu enfeksiyonları da artar. Komşuluk dolayısı ile bu virüsler yukarılara gözlere
tırmanmakta Konjonktivit dediğimiz göz iltihabına sebep olur. Bu dönemlerde bakteriyel viral ve alerjik
konjonktivitler de artar.
Kış aylarında iş yerleri, okul, sinema,
alışveriş merkezleri, toplu taşıtlar gibi
kapalı ve kalabalık ortamlarda geçirilen
süreler mecburi olarak uzadığı için
bu gibi göz enfeksiyonlarının görülme
sıklığı da artar. Özellikle adenovirüse
bağlı faringo konjonktivitler çok kolay
bulaşabilen bir hastalık olduğu için
ani salgınlar yapabilir. Adından da
anlaşılacağı gibi adenovirüsler hem
boğaz hem de göz enfeksiyonu
yaptığından göze solunum yolundan
da rahatlıkla bulaşabilir. Bu yüzden
hasta kişilerin havlu, yastık kılıfı,
mendil gibi eşyalarını diğerlerinden
ayırmaları ve başkalarının eşyalarını
kullanmamak gerekir. Hapşırırken,
öksürürken mutlaka mendil
kullanmalı, eller sık sık yıkanmalı,
kalabalık ortamlardan uzak durulmalı,
odalar sık sık havalandırılmalı,
klimaların bakımı yaptırılarak filtreleri
değiştirilmelidir. Virüs özellikle direnci
düşük kişileri enfekte edeceğinden
beslenme, dinlenme ve uykuya özen
gösterilmelidir. Bu gibi hastalıklarda
gözlerde kızarıklık, sulanma,
çapaklanma, kaşıntı, ışığa hassasiyet,
sarımtırak mukoid akıntı gibi bulgular
112
vardır. Bunları hissettiğimiz zaman
hemen bir göz doktoruna muayene
olmalıyız. Kışın ısınma ihtiyacı gereği kapalı
ortamlar kaloriferler veya klima ile
ısıtılacağı için ortam nemlendirecek
ekstra bir girişimde bulunulmazsa hava
kuruyacak ve gözyaşının gözden daha
hızlı buharlaşmasına yol açacaktır.
Buna ilaveten bilgisayarları yoğun
kullanan ofis çalışanları göz kırpma
refleksleri de azaldığından kuru göz
sendromu ile daha da sık karşılaşırlar.
Gözlerde kuruluk hissi, batma,
kızarıklık, bazen batma sonrası aniden
sulanma (refleks sulanma) görülen
belirtilerdir. Kaloriferlere nemlendirici
koyarak ya da soğuk buhar üfleyen
nebulizatörler kullanılarak ortamın
havası yeterli oranda nemlendirilebilir.
Rüzgar, soğuk ve güneş ışınlarına karşı
kışın da güneş gözlüğü takmak çok
faydalıdır. Özellikle karlı bölgelerde
yeri kaplayan kar beyaz rengiyle
güneş ışınlarını ikinci bir kez daha
yansıttığından kışın bu ışınlar yerküreye
eğik gelmesine rağmen yaz kadar
etkili olabilmektedir. Güneş gözlüğü
hem rüzgar karşısında, hem de toz
karşısında mekanik bir engeldir. Ayrıca
göz çevresindeki ince cilt dokusunu
da korur. Ancak mutlaka kaliteli bir
güneş gözlüğü seçilmelidir ve özellikle
gözlüğün UV filtresi olmasına UV
absorbsiyon oranına dikkat edilmelidir.
Yani güneş gözlüğü fenni bir
gözlükçüden temin edilmelidir. Eğer
kışın kayakla uğraşıyorsak, dağcıysak
veya karla kaplı doğada dolaşıyorsak
mutlaka kaliteli bir güneş gözlüğü
kullanalım. Çünkü rüzgâr ve kuru hava
korneamızı çok etkiler. Uzun süre
güneş gözlüğü kullanmadan kayak
yapanlarda korneada, tıpkı kaynak
ustalarında maskesiz çalıştıklarında
oluşan korneal kaynak yanığı benzeri
yüzeysel erozyonlar oluşabilir. Ayrıca
uzun süre güneşli günlerde yansıyan
UV dolayısı ile gözlüksüz doğada olan
insanların görme sinirlerindeki sarı
noktada (görme merkezi) bozulmalar
oluşabilir. Bu yüzden kışın bile güneş
gözlüğü takmanın sayısız yararları
vardır.
113
diş sağlığı
Çocuklarda diş sağlığı
Dt. Tolga Ağca
Jimer Hastanesi
Hiçbir sevgi, bir annenin çocukları için hissettiği sevgiye yaklaşamaz. Bir annenin çocuğu üzerindeki
etkisi asla hafife alınamaz. Bu etki her zaman görünür olamaz, çocuklar ailelerini izleyerek de birçok
şeyi öğrenebilir. Annelerin ve tabi ki babalarının da çocuklarının bakımı konusunda gerekli bilgi
birikimine sahip olmaları, daha iyi birer rol model olmalarını sağlayacaktır.
Sizlere çocuklarınızın ağız sağlığı ile
ilgili, kısa konu başlıkları ile bir genel
kültür oluşturmak istedim. Bu bilgiler
ışığında çocuklarınızın ağız sağlığı
konusunda daha duyarlı olup onların
da bu konuda daha bilinçli yetişmesini
sağlayacağınızdan hiç şüphem yok…
Çocukların dişleri niye çürüyor?
Süt dişleri normal dişlere oranla
daha çok organik madde içerirler, bu
nedenle çürümeye daha yatkınlardır,
daha kolay ve hızlı çürürler.
Çocuklar, çürüğün erken döneminde
görülebilen soğuk sıcak hassasiyeti ve
hafif ağrı gibi sinyalleri zamanında
yorumlayamazlar. Olayı ancak
dayanılamayacak kadar ağrı olmasında
fark ederler ki bu durumda çok geç
kalınmış olabilir. Özellikle annelerin
sıklıkla yaptığı bir hata da emzik ya da
biberonu şeker, reçel vb. gibi gıdalara
batırarak çocuklara vermeleri veya
uyku aralarında şekerli süt, meyve suyu
gibi gıdalara alıştırmalarıdır. Böylece
beslenme düzensizliğinden dolayı
dişler çürümeye yatkın hale gelir.
Çürük oluşumu engellenebilir mi?
Çürüğü tamamen engelleyebilecek
bir aşı yada ilaç henüz geliştirilemedi.
Ancak, çürük sayısını azaltmaya
yönelik bazı malzemeler günümüzde
kullanılmaktadır, bunlardan
114
birisi; "fissür örtücü" dediğimiz
malzemedir. Diş çürükleri genellikle
azı ve küçük azı dişlerinin, çiğneyici
yüzlerinde bulunan "fissür" adı verilen
oluklarda başlar. Bahsettiğimiz
malzemeyle olukların üzeri kapatılıp,
o bölgeye mikrop, yemek artığı vs.
sızması engellenerek çürük başlaması
önlenir. Bu işlem, 6 yaşından itibaren
çıkan kalıcı azı ve küçük azı dişlerine
de uygulanabilir. Çürüğü engellemenin
başka bir yolu da dişlerin çürüğe karşı
direncini artırmaktır. Dişlere yüzeysel
florür uygulanması suretiyle bu direnç
kazandırılır.
Süt dişlerindeki çürükler tedavi
edilmeli mi?
Tedavi edilmeyen süt dişi çürükleri,
ağrı, kötü koku, çiğneme zorluğu,
beslenme bozukluğu ve çirkin
görüntüye yol açar. Bu dönemdeki
tedavi edilmeyen diş bozuklukları,
ileride diş çarpıklığı, çene gelişiminde
bozukluk ve genel sağlık problemlerine
(romatizmadan kalp rahatsızlıklarına
kadar) sebep olabilecektir. Dolayısıyla
süt dişlerindeki çürükler, "nasıl olsa
yerine yenileri gelecek" yanılgısına
düşmeden tedavi edilmelidir.
Çocuklarda diş fırçalama ne zaman
başlamalıdır?
Bebek 6-8 aylıkken, (yani ilk dişler
ağızda göründüğünde) temizleme
işlemi başlamalıdır. Sabah kahvaltısı
sonrası ve gece yatmadan önce dişleri
(en azından çiğneme yüzeylerini) temiz
bir tülbent ya da gazlı bezi ıslatarak
silmek, temizlemek yerinde olur. Diş
fırçası kullanımına ise çocuğun arka
dişlerinin çıkmasından sonra (ortalama
2,5 - 3 yaşında ) başlanması uygundur.
Çocuklar için nasıl bir diş fırçası
seçilmeli?
Çocuğun ağız büyüklüğüne uygun,
yumuşak ve naylon kıllardan üretilmiş
diş fırçaları kullanılmalıdır. Sert fırçalar
dişleri aşındıracağı için kullanımı
uygun değildir. Eskimiş bir süpürgeyle
süpürme işlemi nasıl yapılamazsa, eski
bir fırçayla da dişler fırçalanamaz. Fırça
kılları aşınır aşınmaz (ortalama 6 ay)
mutlaka değiştirilmelidir.
Çocuklarda hangi diş macunu ne
kadar kullanılmalıdır?
Bebeklik döneminde ve üç yaşına
kadar çocuklarda diş macunu kullanımı
önerilmez. Diş macunu kullanımına
üç yaşından sonra başlanmalıdır.
Ancak reklamlarda gördüğünüz gibi
3 -5 cm. değil, bir leblebi kadar
macun fırçalama için yeterli olacaktır.
Fırçalama işleminde macundan çok,
etkili bir fırçalamanın önemli olduğunu
da unutmamamız gerekir.
115
kadın sağlığı
Op. Dr. Servet Yetgin
Esentepe Tıp Merkezi
Meme kanseri ve beslenme
Meme kanseri kadınlar arasında en sık rastlanılan kanser türü ve sıklığı giderek artıyor. Günümüzde
yaklaşık her sekiz kadından birine meme kanseri teşhisi konuluyor. Meme kanserinin oluşum
nedenleri ise özetle şöyle: kalıtım, hormonlar ve beslenme.
“Kanser yağ sever”
Beslenme, obezite (şişmanlık) ve
kanser arasında bağlantı olduğuna
dair pek çok yayın vardır. Özellikle
endüstrileşmiş toplumlarda kadınlar
yüksek oranda enerji alırlar. Bu alım
hem karbonhidrat hem de yağ alımı
şeklindedir. Ömür boyu yüksek
enerji alımı yumurtalık kaynaklı
seks hormonlarının yani östrojenin
yüksek seviyede bulunmasına
neden olur. Bunun meme kanseri
açısından risk faktörü olduğu bilinir.
Kanser ve beslenme üzerine yapılan
araştırmalarda bazı besinlerin kanser
riskini artırdığı ifade ediliyor; yağlı tüm
hayvansal besinler, yağlı şarküteri
ürünleri, tereyağı, kızarmış besinler,
doğrudan ateşte pişirilmiş etler…
116
Fazla alkol alan kadınlarda almayan
kadınlara göre risk nispeten
artmaktadır. Günde 3 bardak yüksek
dereceli alkol içen bir kadının meme
kanserine yakalanma riski, hiç içmeyen
kadına göre 2 kat daha fazladır. Yine
bazı yapılan araştırmalarda ise bazı
besinlerin kanser riskini azalttığı
sonucu iddia edilmektedir. Meme
kanserine karşı mücadelede beş
besin dikkat çekiyor: Kefir, Brokoli,
Zeytinyağı, Soya ve Üzüm Çekirdeği.
Ayrıca antioksidan içeriği yüksek olan
kızılcık, kuşburnu, yaban mersininin
de korunmada yararlı besinler olduğu
söylenebilir. Ayrıca meyve ve sebzeler
mevsiminde tüketilmelidir. A, C, E
vitaminleri ve selenyum hastalık riskini
azaltır.
Ülkemizde balık yağı tüketiminin çok
düşük olduğunu biliyoruz. Balık yağının
yani omega-3 yağ asitlerinin günlük
diyette artırılmasının önemi üzerinde
ısrarla durulmalıdır.
Yoğun egzersiz ve jimnastik yapan
kadınlarda meme kanseri riskinin
azaldığı gösterilmiştir. Bu nedenle
tüm kadınlara önerilmektedir. Özetle;
şişmanlığın önlenmesi, düzenli egzersiz
yapılması, alkol tüketiminin azaltılması,
sebze ve meyvenin bol tüketilmesi,
balık yağı (omega-3 yağ asidi) alımı
gibi basit önlemlerle meme kanseri riski
%30-40 oranında azaltılabilmektedir.
Sağlıklı günler dilerim...
117
genel sağlık
Fıtığa
ameliyatsız
çözüm…
Dr. Cihan Sert
Biyofiz Tıp Merkezi
Bel, boyun ve sırt ağrıları günlük yaşamımızda hepimizin sıkça
yaşadığı bir sorun. Ağır yüklerle çalışan işçilerde olsun masa başı
çalışanlarda olsun kaçınılmaz bir şikâyet olarak karşımıza çıkıyor
bu ağrılar. Özellikle bel ya da boyun fıtığı teşhis edilmiş hastalar bu
dertten oldukça muzdarip.
Gelişmenin ve teknolojik ilerlemenin
kaçınılmaz sonucu olarak tıp alanındaki
teşhis ve tedavi yöntemlerinde de
çok hızlı bir değişim ve gelişim söz
konusu. Önceleri çok daha zor olan
tedavi yöntemleri günümüzde yerini
çok daha konforlu yöntemlere bırakıyor.
Bel ve boyun fıtığı tedavilerinde de son
zamanlarda gittikçe daha fazla tercih
edilen bir tedavi yöntemi var artık: “Spinal Dekompresyon”.
Spinal Dekompresyon, bel - boyun
ağrıları olan, ameliyat önerilmiş veya
ameliyat olmuş ancak iyileşememiş belboyun fıtıklı hastalarda kullanılan yüksek başarı oranına sahip ameliyatsız,
ameliyata alternatif bir tedavi yöntemi.
Ameliyatlarda anestezinin riskleri,
hastanın iyileşme sürecindeki komplikasyonlar ve maliyeti düşünüldüğünde
oldukça güvenli ve ekonomik bir
tedavi yöntemi olarak karşımıza çıkıyor.
Ülkemizde çok yeni olan bu tedavi
ABD’nde o kadar rutine girmiştir ki bel
ve boyun için ameliyat verilen hastaya
sigorta şirketleri öncelikle bu cihaza
girip girmediğini soruyor.
NASA uzay araştırmalarında,
astronotların uzay yolculuklarında
yerçekimsiz ortamda bel ağrılarının
geçtiğinin ve disk aralıklarının
118
genişlediğinin gözlenmesi üzerine bu
düşünceden yola çıkılarak bu cihaz
geliştirilmiştir. Kemerler, yüksekliği
değişebilen hava yastıkları, çekim açısı
ayarlarıyla ve logaritmik çekimle disk içi
basıncını negatif değerlere düşürerek
etkili bir tedavi sağlıyor. Diğer traksiyon
yani çekme uygulayan cihazlarda vücudun koruyucu mekanizmaları devreye
girdiğinden bel ve boyun kasları kasılır.
Bu da etkili bir çekme yaratmadığı gibi
tam tersi ağrıların artmasına da yol
açabilir. Bu sistemde ise, logaritmik bir
eğriyle çektiğinden vücudun koruma
mekanizmaları uyarılmaz dolayısıyla
kaslar kasılmadan, ağrı yapmadan
disklerin içinde, omurların arasında
etkili bir negatif basınç oluşur. Disk içi
basıncın azalması; fıtıkta geri çekilme
yapar, çevre sinirlerdeki basıncı azaltır
veya tamamen kaldırır. Cihaz omurların
arasında negatif basınç yaratarak,
diskin beslenmesini ve iyileşmesini
sağlıyor. Örneğin, bir süngerin üzerine
ağırlık koyarak suyun içine bıraktığımızı
düşünelim. Süngerin üzerindeki ağırlığı
kaldırdığımızda gözeneklerine nasıl
su dolup sünger eski haline geliyorsa
belimize negatif basınç uygulandığında
disklerin de beslenmesi bu şekilde olur.
Oldukça konforlu olan bu tedavi
esnasında tedavi dolayısıyla oluşan
hiç bir ağrı görülmez. Tedaviye ayakta
hastaya uygun kemerlerin takılması
ile başlanır. Hasta tedavi yatağının
tabanındaki platforma çıkar, ağırlığı
ölçülüp uygun tedavi belirlenir. Yaklaşık
40 dakika süren tedavi sonrası soğuk
paketler ve elektroterapi (interferans
akım) uygulanır. Toplam tedavi doktorun tedavi programına göre 10-20 seans arasında değişmektedir. Tedavinin
10. seansındaki kontrolde ağrılarda %
50 ve üzerinde azalma görülür. Yeterli
düzelme olunca bel ve karın kaslarını
kuvvetlendirme ve esnekliği artırma
egzersizlerine başlanır.
Bel omurgasındaki kırıklar, şiddetli
kemik erimesi, sekestre disk (omurilik
kanalına parça düşmesi ), çocuklar,
hamileler, spondilolistezisli (omur
kayması olan) hastalar tedaviye
alınamazlar. Bu tedavi dünyada 15
yıldır kullanılıyor. Türkiye’de ise
yalnızca 4 ilde var. Cihazın video
monitörüyle hastalar tedavi esnasında
film seyredebiliyor ve kulaklıkla müzik
dinleyerek sıkılmadan tedavi oluyor.
Diğer tedavi yöntemleri ve özellikle
ameliyat düşünüldüğünde çok daha
risksiz, eğlenceli ve konforlu bir tedavi
yöntemi olarak karşımıza çıkıyor.
Sağlıkla kalın...
119
sağlıklı gıda
Aşkın
puantiyeli
meyvesi
çilek
120
bunu yazan tosun...
Kışın ortasında çilek de
nerden çıktı diyorsunuz
belki de. Evet, çilek bir
yaz meyvesi ama temsil
ettikleri onu, dört mevsim
popüler kılmaya yetiyor.
14 Şubat Sevgililer Günü
ile iç içe geçmiş bu
güzel kış ayında, aşkı
en iyi o temsil ediyor
meyvelerden…
Her detayı ayrı bir anlam ifade ediyor
zihinlerde. Kırmızısı tutkuyu, siyah
küçük lekeleri ona doğa tarafından
bahşedilen sanatçı yönünü, tadıysa
hareketlendirdiği duygularla afrodizyak
oluyor çileğin. Böylece aşkla örtüşüyor.
Kumlu bir topraktan insanı doğaya
çeken bir görüntüyle yetişiyor çilek.
Meyvelerin en egzotiği…
Gözlerinizi kapatın ve “aşkın meyvesi
ne olabilir?” diye düşünün. Hangi
meyve aklınıza düştü? Tıpkı gerçek
aşk gibi az bulunan bir meyve olacak
aklınıza gelen. Kırmızı olması lazım…
Kalbi hatırlatmalı. Tadı aşk gibi hem
tatlı hem de ekşi olmalı. Kokusu yine
aynı aşk gibi başınızı döndürmeli…
Onunla ortaya çok güzel ürünler
çıkabilmeli. Pastalar, reçeller, dekoratif
sofralar… Kalp formunuza iyi gelmeli.
Aşk gibi... Bol miktarda vitamin içeriyor
olmalı… A, B, C vitaminleri, kalsiyum,
demir ve fosfor gibi mineraller…
Çok narin ve hassas olmalı aşk gibi.
Dalından koparıldıktan hemen sonra
zarar görüyor olması gerek ama kısa
ömrüne rağmen yarattığı etki ile uzun
soluklu olmalı… “Tadı güzel olan şeyler
zararlı olur” genellemesine uymaması
gerekir. Aşk gibi lezzetli olmalı.
Cennetin yeryüzünde vücut bulmuş
hali zannetmelisiniz onu tattığınızda.
Yüzünüze bir tebessüm vermeli ismi
geçtiğinde.
Çileğin aşkın meyvesi olduğuna kanaat
getirmediniz mi hala? Kokusuyla
davet ettiği şeyleri düşünün. Yine mi
yetmedi? İç gıcıklayıcı, gerekli, tehlikeli
ve kışkırtıcı yönlerini düşünün o zaman.
Hepsi aşkı, aşkın türlerini ve duyguları
anlatıyor. Çilekten söz eden her şey
heyecan doluyor. Athena bile şarkıda
şöyle bahsediyor çilekten; “Her yeni
başlayan macera, heyecan dolu çilek
kokar…”
Bu özel meyvenin toprağın altından
çıkıyor olmasına rağmen sahip
olduğu hoş kokusu insanı baştan
çıkartabilecek düzeydedir. Aşkın
meyvesi denmesinin bir nedeni de
zaten bu nam-ı diğer kokusundan
kaynaklanır. Güzel kokar ve güzel
görünür çilek. Tüm dokusuyla
aşkı çağrıştırır. Vücudun “en âşık”
organlarından birisine sıfat olur; “Çilek
dudaklar…”
Küçük noktaları ile puantiye seven
herkesin ilgisindedir zaten çilek.
Şeker ya da pudra şekeriyle bir
araya geldiğinde kelimenin tam
anlamıyla tadından yenmez. İsminin
söylenişi dahi alımlı olan bir meyve
bahsettiğimiz. Nerede kullanılırsa oraya
hemen ayak uyduran, bünyemizdeki
birçok hormonun salgılanmasına neden
olan puantiyeli meyve.
Kısaca aşkın içinde ne varsa onda
da bulabilirsiniz. Onu kırmızıdan
ayıramazsınız. Tadından yiyemezsiniz,
küçük noktaları ve havalı sapından
ayıramazsınız! Dahası kokusundan
başınız dönebilir. Kendinizi
tutamayabilir, kaptırabilirsiniz. Böylece
2-3 kilo çilek yemiş
tok birisi olursunuz!
Kiminiz fotoğrafını
çekebilir onun,
kiminiz resmini
yapabilir. Bir kadın
ya da bir erkek gibi
ona âşık olabilirsiniz.
Estetiğine hayran
kalabilir, puantiyeli
aşk meyvesini
anlatan bu satırları
keyifle okumuş
olabilirsiniz…
Aşk kadar doğal olduğu gibi; tüketilen,
paketlere sokulan, taklitleri yapılan,
tadı kaçan da bir meyve çilek. Kime
sorarsanız sorun çilek hakkında
söyleyecek cümlelerin başında
hormon kelimesi gelecektir. Tıpkı aşk
gibi gerçeğini, doğalını, müdahale
edilmemişini bulabilmek çok zor artık
çileğin… Ama organik tarımdaki son
dönem gelişmeleri bu konuda bizlere
biraz daha nefes aldırdı.
121
sağlıklı gıda
* Tepesindeki yaprak kısmını
koparmayarak çileğin dayanıklılığını
artırabilirsiniz.
* Çilek kansere karşı koruyucu ve
ilerlemesini önleyici özellikler taşır.
* Çilek tam olgunlaştıktan sonra
toplanmalıdır. Muz ve benzeri meyveler
gibi dalından koparıldıktan sonra
olgunlaşma özelliğine sahip değildir.
Hemen tüketmeyeceğiniz zamanlarda
çileği alıp buzdolabında bekletmemeye
dikkat edin.
* Çileği saklamak zorunda kaldıysanız,
alüminyum folyo üzerine tek tek dizip,
havasını alıp folyoyu kapatın ve buzluğa
atın. Folyo yapmadan önce buzlu suda
iyice yıkayın, saplarını temizleyip kâğıt
havlu ile kurulayın.
* Cildinizdeki sivilce ve aknelere iyi
gelir.
* Çilek idrar söktürücüdür, romatizma
ve gut hastalığı ağrılarının azalmasını
sağlayabilir.
* Bağırsak kurtlarının atılmasına
yardımcı olan çilek, aynı zamanda ateş
düşürür. Hatta iştah açması ile bilinir.
* Satın alırken yaprakları koyu yeşil
olanları seçin. Bu işinize yarayacaktır,
emin olun.
* Çileği taze olarak tüketeceğiniz
gibi onu reçel, marmelat, komposto,
dondurma, şıra, şarap, şampanya ve
likör yapımında da kullanabilirsiniz.
Kısa kısa...
* Bursa mis kokulu ve lezzetli çilekleri
ile meşhur. Ayrıca küçük, pembemsi
rengiyle damaklara şenlik özel bir çilek
türüne sahip… Özellikle Uludağ’da
sıkça rastlanan dağ çilekleri nedeniyle
tüm Bursalılar çok şanslı…
* Çileğin dünyada yaklaşık 600 çeşidi
olduğu biliniyor. Ülkemizde 6 çeşidi
122
üretilen çileğin %50’si Bursa’dan…
Çilek, hem taze olarak tüketilebilen,
hem de reçeli yapılıp uzun süre
saklanabilen haddinden fazla lezzetli ve
hoş kokulu meyvelerin önde gidenidir.
* Üretilmesi kadar, uygun koşullarda
tüketiciye ulaştırılması da önem taşır.
Toplandıktan 48 saat içinde satışa
sunulsa bile çileğin besin değerinin
yarısı gider.
* Gülgiller ailesinden sürüngen bir bitki
olan çileğin ülkemizde ormanlarda
kendiliğinden yetişen orman çileği
türünün yanı sıra, Osmanlı çileği,
Arnavutköy çileği, Karadeniz Ereğlisi
çileği gibi çeşitleri de bulunuyor.
* Bağışıklığı güçlendiren çilek besin
değeri yüksek bir meyve. Ayrıca çocuk
felcini, ağızda ve deride yaraların
oluşmasını önler.
123
tatlı lezzetler
Sevgililer Günü Kurabiyesi
Malzemeler
400 gr. Un
100 gr. Toz Fındık
2 Yumurta Beyazı
250 gr. Margarin
150 gr. Pudra Şekeri
1 Çay Kaşığı Tarçın
Süt Helva
Malzemeler (4 kişilik)
50 gr Margarin
25 gr Tereyağı
1 Adet Yumurta
Yarım Su Bardağı Un
250 gr Toz Şeker
750 gr Süt
1 Paket Vanilya
25 gr Çam Fıstığı
124
Tarif: Kafkas
Hazırlanışı
Toz halindeki tüm malzemeler tezgaha havuz şeklinde açılır. Ortasına yumurta akı
ve oda sıcaklığındaki margarin konularak hamur yoğurulur. Merdane yardımıyla
0,5 cm kalınlığında hamur açılır. Değişik şekilde kalıplarla hamur kesilir ve
yağlanmış olan tepsiye dizilir. 160-180 derece fırında 15-20 dakika pişirilir. Renkli
şeker hamurlarıyla değişik şekillerde süslenir.
Tarif: Rumeli Mutfağı
Hazırlanışı
Margarin bir tencerede eritilip, fıstık un ile birlikte 15dk kısık ateşte kavrulur.
Başka bir tencerede süt ve şeker kaynatılır. Kavrulan una süt yavaş yavaş yedirilir.
Tereyağı ilave edilir. Başka bir kapta vanilya ve yumurta yarım çay bardağı su ile
çırpılır ve ilave edilir. İyice çırpıldıktan sonra tepsiye dökülüp fırında üstü kızarana
kadar bekletilir. Nefis helva servisi hazır. Servis sıcak ve tarçınlı tavsiye edilir.
125
keyfi yerinde
Karlı gecelerin
sıcak dostu
M. Melih Karaer
Romantik kış akşamlarında; kanımızı ısıtacak,
keyifli bir içecekten söz etmek istiyorum bu
kez sizlere. Sıcak Şarap. Özellikle soğuk
geceler için biçilmiş kaftan…
Uludağ’da sucuk ekmek yerken ya da
kayak sonrası şömine başında ısınırken
aklımıza o gelmez mi? Dostlarınız,
sevdikleriniz yanınızda; güne, kayağa
ve kara ait sohbetlerinize eşlik etmez
mi? Sıcak şarap içinizi ve sohbetinizi
ısıtır, günün yorgunluğunu alır, güzel
bir akşama hazırlar sizi. Tabi kararında
içilirse...
Bu keyifli şarabın tarihi bir hayli
eskilere uzanır. Tarih boyunca değişik
126
milletler tarafından değişik usullerle
tatlandırılmaya çalışılan şarap,
günümüz şekline en yakın halini 17.
yüzyılda İngiltere’de alır. 1970’lere
kadar süren bir uygulamaya göre
donanmada askerlere tayın olarak rom,
su, limon suyu ve şekerden oluşan
“grog” adı verilen bir içki dağıtılırdı.
Sıcak ülkelerde soğuk olarak tüketilen
bu içki İngiltere’nin yağmurlu ve soğuk
hava şartlarında ısıtılarak içilmeye
başlandı. İskandinavlar bu tarifi biraz
daha değiştirip “glogg” adını verdiler.
1 küçük şişe votka, 5 adet kabuk
tarçın, 20 adet karanfil, 2-3 adet kuru
zencefil, 1 adet kakule, 2-3 portakalın
kabuğunu karıştırıp serin bir yerde
bekletip, glogg yapmak istediklerinde
ise, bu malzemeyi süzerek, sıvı kısmı
1 şişe kırmızı şarap, 2-3 yemek kaşığı
toz şeker ve 1 çubuk vanilya ile
karıştırırlardı. Soğuk Alman şatoları da
bu tarifle ısındı yıllarca.
Malzemeler
1 şişe kırmızı sek şarap
1-2 adet çubuk kabuk tarçın
1 adet çubuk vanilya
1 adet elmanın kabuğu
1 adet portakal
8 adet karanfil
1 adet 4’e bölünmüş muskat
1/2 adet limon kabuğu rendesi
7-8 tane esmer şeker
1/2 su bardağı su
Hazırlanışı
1. Yöntem: Suyun içine şekerleri ekleyip
kaynatın, sonra soğumaya alın. Daha
sonra portakalın üzerine karanfilleri
saplayın ve diğer bütün malzemelerle
birlikte tencereye koyun. Dilerseniz
soğuk şaraba baharatları önceden
ekleyip biraz beklettikten sonra
ateşe verebilirsiniz. Böylece şarabın
uyanmasını sağlamış olursunuz. Kısık
ateşte ısıtın. Kesinlikle kaynatmayın,
aksi halde alkol buharlaşacaktır. Yeteri
kadar ısınınca servis yapabilirsiniz.
Sadece kırmızı şarap mı?
Genellikle kırmızı şarap kullanılarak
yapılan sıcak şarap Yugoslavlar
tarafından beyaz şarap ve çay
kullanılarak hazırlanır. Bunun için dörtte
üç ölçü beyaz şaraba, dörtte birçok
koyu olmayan çay eklenir. Karışım bal
ve limon suyu ile tatlandırılıp sıcak
içilir. Nepallıların çaylı sıcak şarap tarifi
ise şöyle: Demli, koyu bir çay pişirilir,
bardağın dörtte üçü kırmızı şarapla
doldurulur. Bardak başına 3 çorba
kaşığı şeker ilave edilip kaynar çayla
üzeri tamamlanır. İçine bir dilim limon
atılarak içilir. Kolayca yapılabilen sıcak
şarabı siz de deneyebilirsiniz.
Püf noktaları
* Orta derecede kaliteli kırmızı şarap
tercih edilmeli, yıllanmış şaraplar
kullanılmamalıdır.
* Kullanacağınız tencere küçük ama
derin bir teflon tencere olmalı ve
karışım en küçük ocağın en kısık
ateşinde ısıtılmalıdır.
* Kesinlikle kaynama sıcaklığına
ulaşılmamalıdır. Aksi takdirde şarabınız
kesilmiş gibi acı bir tat verebilir ve
alkolü uçabilir.
* Tarçın ve vanilya çubuk olarak
atılmalı, toz baharatlardan
kaçınılmalıdır. Bu hem daha berrak bir
karışım elde etmenizi sağlayacak, hem
de şarabın içimini kolaylaştıracaktır.
* Servisi cam kupa ve ya kadehlerde
yapabilir; beyaz veya sarı leblebi ya da
kestane ile sevdiklerinize sunabilirsiniz.
2. Yöntem: Kırmızı şarabı çok kısık
ateşe koyun. Isınmaya başlayınca
diğer malzemeleri ekleyin ve karıştırın.
Kaynamamasına dikkat edin. Yeteri
kadar ısınınca servis yapabilirsiniz.
Alternatif: Şeker yerine bal kullanarak
değişik tatları deneyebilirsiniz. Ayrıca
keyfinize göre vişne suyu katarak
ve zencefil, kakule gibi malzemeler
katarak da sıcak şarap yapabilirsiniz.
Servis yapmadan önce tadına bir
bakın; eğer alkolün az olduğunu
düşünüyorsanız çok az votka
ekleyebilirsiniz. Ama sıcak şarapta
yüksek alkol beklentisi olmamalıdır.
Sıcak şarabı şişeli halde hazır
üretmekte olan şarap üreticileri olduğu
gibi, toz halde aldığınız şaraba katıp
ısıtarak içebileceğiniz çözümlerde
piyasada artık bulunabiliyor.
Ancak eminim hiçbiri sizin kendi
ellerinizle yapacaklarınız kadar güzel
olmayacaktır.
Keyif ve ağız tadı dileklerimle.
127
bursa mutfağı
M. Ömür Akkor
Mutfak Araştırmacısı
Evliya Çelebi anısına...
İpek yurdu, büyük şehir, diri ve
kadir olan tanrının nazargâhı,
devletler taht merkezi ve eski
Osmanlı başkenti, Bursa…
“Seyahatname’deki Bursa…”
Evliya Çelebi’nin seyahatnamesi bu aralar elimden düşmüyor. En çokta nelerin değiştiğini merakla
okuyorum. Özellikle Bursa’yla alakalı kısmını da sizlerle paylaşmak istedim. Yazımda Seyahatname’nin
Bursa ve çevresindeki yemekle alakalı bölümlerine değineceğim.
128
Evliya Çelebi’nin seyahatlerine ilk
başladığı şehir Bursa’dır. 1050 senesi
Muharrem ayının ilk Cuma günü
(23.04.1640) kuşluk vakti İstanbul
Sarayburnu’ndan bindiği bir yelkenliyle
başlar tüm hikâye... Bindiği yelkenlide
o devrin meşhur simaları da vardır;
Sultan İbrahim Hanı’ın Karcıbaşısı Sefer
ağanın tamburcusu, santurcusu(santur
çalan kişi), neyzen ve kemençecisi
yanı sıra da Sadrazam Kara Mustafa
Paşa’nın Ulak Kara Recep Ağası’nın bir
cöğürcüsü (çalgıcı) ve iki hanendesi
yolculuğuna eşlik eder. Yolcular
Çelebi’ye gelip “Gelin sizinle bu
gam girdabında üzüntünün verdiği
karşıtlığı yok etmek için bir segâh faslı
eyleyelim” diye hakir tahrik edince fasıl
ve yolculuk başlar…
Çelebi’nin çıktığı bu ilk seyahatte
ilk durak Mudanya’dır. Ve gurbet
ellerinde ilk cuma namazını kılmak
onun deyişiyle bu şehre nasip olur.
Mudanya’nın bağının bahçesinin
çokluğundan yanı sıra da incirinden,
üzümünden, üzüm şırasından ve
sirkesinden bahseder. Sirkesinden
bahsederken “sirkesi meşhur olup
dünyaya sirkesi yayıldığından belde
isimleri içinde bu şehre “Dârıhal”
derler.” diye yazar Evliya Çelebi.
Mudanya’dan etrafı gezerek altı
saatlik bir yolculukla ipek yurdu,
büyük şehir, diri ve kadir olan tanrının
nazargâhı, devletler taht merkezi
ve eski Osmanlı başkenti diye
adlandırdığı Bursa’ya varır. Öncelikle
Bursa’nın kalesine ve Keşiş Dağı’nın
efsanesini anlatır. Sonra Bursa’nın
imaretlerinden, hâkimlerinden, aşağı
kalesinden, camilerinden, hanlarından,
medreselerinden, tekkelerinden, tüccar
hanlarından, kervansaraylarından,
bekar hanlarından, çeşmelerinden,
değirmenlerinden, hamamlarından,
çarşı ve pazarlarından, kahvelerinden,
köprülerinden, mesirelerinden,
yaylalarından, tatlı havası ve suyundan,
yiyeceklerinden, sanayisinden, geçmiş
padişah ziyaretlerinden, alimlerinden ve
seçkin maarif sahiplerinden bahseder…
Bunların çoğunun şimdilerde günlük
yaşam koşuşturmamız ve değişen
yaşam koşullarımız içinde yok
olduğunu görmek kentimiz tarihi
açısından ne kadar da üzücü…
Bursa’nın kırk kalem işlemeli
peştamallarından da övgüyle söz eder.
Seyahatname’deki Bursa yiyeceklerine
övgüleri olduğu gibi aktarıyorum;
Çelebi’nin notlarında Bursa’da 23.000
hanenin içerisindekinin yanı sıra 2060
adet çeşme bulunmaktadır. Keşiş
Dağı’ndan gelen suların kaynağı
17 adettir. Bunların en önemlisi
Pınarbaşı’dır. Pınarbaşı’dan başka
Şeker Kaynağı, Selam Kayası Kaynağı,
Kral Kaynağı, Murad Dede Kaynağı
gibi meşhur kaynakları vardır. Ağız tadı
olanlar bu 17 kaynaktan ve nice yüz
çeşmeden su getirip içip safa ederler.
“Kısaca Bursa demek, sudan ibaret bir
sözdür” diyerek su bölümünü noktalar.
Bursa yiyeceklerine övgüler
Evvela has ve beyaz somunu
İstanbul’un Tophane somunu
lezzetinde ve beyaz çakıl ekmeği bir
diyara mahsus değildir, beyaz katmer
gül gibidir. Katmerişi, kâhisi, gözlemesi
ve beyaz tandır kirdesi* de bu şehre
mahsustur. Kirde kebabı** da gayet
tazedir. Zira koyunları Keşiş Dağı’nda
otlayıp yol zorlukları çekip zayıflamadan
boğazlanırlar. Gayet semiz etleri
olduğundan Kirde kebapları
meşhurdur. Ve tahinlisi ve beyaz misk
kokulu helvası…
İçeceklerinden Pınarbaşı’nın hayat
suyu, 17 adet pınarlarının hayat veren
suları, çeşit çeşit hoşaflar, renk renk
şerbetleri, tantanalı ve mücevher
Yemen kahveleri, ilik gibi süzme
bozaları, Handan bey şerbeti, Tirelioğlu
şerbeti, Karanfilli şerbeti ve Sücahoğlu
şerbeti…
* Bursa ekmeği
** Kirde ekmeği ile yapılan bir nevi
pideli kebap
Çarşılarının hepsinin 9000 dükkân
olduğunu, kuyumcular çarşısı
haricinde Gazazlar (iplikçiler),
Kavukçular, Takyeciler, İpekçiler,
Bezazlar(manifaturacılar), Terziler,
Hallaçlar (pamukçular) Çarşısı’ndan,
Hamhalet Çarşısı’ndan, Gelincik
Çarsısı’ndan, Uzun Çarşı’dan,
Kebapçılar Çarsısı’ndan, Bakkalar
Çarşısı’ndan ve Yemiş Pazarcıları
Çarşısı’ndan bahsederek hem ticaretin
ne kadar gelişmiş olduğunu hem de
ürün çeşitliliğinin çokluğunu gözler
önüne serer.
Evliya Çelebi’nin övgüyle bahsettiği
bir diğer husus da Bursa kahveleridir.
Bu kahvelerin aynı zamanda birer
irfan yuvası olduğundan bahseder.
Kahvehanelerin yanı sıra herkesçe
meşhur olan 97 adet bozahanelerinden
bahseder ve “hiçbir diyara mahsus
değildir ” diyerek de yere göğe
sığdıramaz. Şimdilerde şehrimizde hiç
bozahanenin olmayışı da ayrı bir üzüntü
verici husustur. “Pak çinili, nakışlı
tavanlı ve kargir sofalı biner adam
alır bozahane ve buzhaneler vardır ki
temmuzda bodrum katlarında bozalarını
buzlar üzerine koyup bozaları göğreyip
(mavileşip) bozarıp soğuk olur, cüllap
gibi pak bozası olur.” Diyerek anlattığı
bozahanelerde çalgıcıların yanı sıra
hoş ve tatlı boza sakileri de vardır. Bu
sakilerin güzelliğinden ve bellerindeki
Bursa’nın yiyecekleri hususunda bunları
belirten Evliya Çelebi meyvelerini ve
sebzelerine de ayrıca değinmiştir.
Bursa’nın armudunun, çeşit çeşit sulu
üzümünün, kaysısının, sulu kirazının,
dutunun çok meşhur olduğunu ve
kestanesinin yeryüzünde eşi olmadığını
da notlarına ekler…
Geçtiğimiz yıl Evliya Çelebi yılı
idi ve bu yıl Çelebi’nin Bursa
seyahatinin 371. senesi oluyor.
Yani 371 senede bir kısmını
ele aldığımız seyahatnamedeki
Bursa’dan bambaşka
bir Bursa’da yaşadığımız
aşikâr, kentimiz geleceğimiz,
geleceğimizi kurarken
geçmişimizi unutmayalım…
129
guidebursa
RESTORAN / RESTAURANT
Bakus İtalyan Restraunt & Winehouse
Çekirge Meydanı T. 234 38 88
Beceren Botanik Parkı T. 211 52 60
CP Steak House
Çelik Palas Hotel Çekirge Cad. No:79
T. 233 38 00
“Life guide of Bursa”
Çağrışan Et Mangal
Y.Mudanya Yolu Çağrışan Köyü T. 244 91 00
Çiçek Izgara
Belediye Cad. No:15 T. 221 65 26
Korupark AVM T. 241 29 88
İzmir Yolu Orhaneli Kavşağı No:1 T. 452 01 00
Park Izgara
Mudanya Yolu No: 754 T. 244 94 01
HAZIR YEMEK / FAST FOOD
Big Mammas
FSM Bulvarı T. 247 44 55
Kükürtlü T. 236 89 91
Korupark AVM T. 241 27 50
Ertuğrulkent T. 413 38 93
Burger King T. 444 54 64
Büfemtrak FSM Bulvarı T. 245 87 25
Dababa
Esentepe Mah. Gürler Cad.
No:87 / 12 Nilüfer T. 247 92 00
Gurme / Bademiçi
Bademli Mah.No.79 Mudanya T. 549 01 09
İona Cafe Restoran
FSM Bulvarı No.48 T.249 90 02
Kadife A la Carte
Almira Hotel U.Hasan Bul. No:5 T. 250 20 20
Kahve Beyaz
Mudanya Yolu Göynüklü Köyü Girişi
T. 566 34 47
Kaju Eat & Drink
FSM Bulvarı No.46 / A T.249 80 09
Kaşıkara
Mudanya Yolu Göynüklü Köyü Girişi
T. 566 35 66
Kavis
Marigold Otel - 1.Murat Cad No: 47
T. 444 40 00
Keyf-i Ala Restoran
FSM Bulvarı Tuna Cad.No.112 T.249 04 02
Placia Restaurant
Holiday Inn Hotel Görükle T. 442 85 40
Otantik Gemi
Güzelyalı Yat Limanı İçi T. 554 43 00
Panaroma
Çelik Palas Hotel T. 233 38 00
Tike
Mudanya Cad. Bademli Kavşağı T. 549 20 75
Hayat Lokantası
Merinos Parkı T. 272 27 77
DENİZ ÜRÜNLERİ & MEYHANE
/ SEA FOOD & BAR
Arap Şükrü Çetin
Arap Şükrü Sokağı T. 221 14 53
Cafeman Balıkçısı
Agora İş Merk. Kulealtı Bademli T. 549 10 14
Deniz Tabağı
Arap Şükrü Sk. T. 222 19 19
Saki Rum Meyhanesi
E.Mudanya Yolu No.25 Bademli T. 549 02 89
KEBAP & PİDE / KEBAB & PITA
Atmosfer Pide / Metin Durmaz
FSM Bulvarı No: 92 T. 240 10 00
Dürümcü Bekir Usta
Setbaşı T. 220 11 01
Çekirge T. 233 88 18
FSM Bulvarı T. 243 75 75
Bademli T. 549 28 28
Kebapçı Yavuz İskender
Y.Yalova Yolu Ovaakça T. 267 27 20
As Merkez Outlet Yanı T. 261 60 30
Köy Tesisleri Mudanya Yolu T. 244 99 01
İ.Efendi Konağı Botanik Park T. 211 26 90
Ünlü Cad. No: 7 T. 221 46 15
Zafer Plaza AVM T. 221 15 33
Tavacı Recep Usta
Odunluk Mah.Erdoğan Biyücel Cad.No.5 / 1
T.452 40 04
IZGARA & MANGAL & LOKANTA / GRILLS
Anadolu Lezzet Dünyası
E.Mudanya Yolu Bademli T. 549 23 03
Bademli Et Mangal
Mudanya Cad. Shell B.İstasyonu
No: 307 T. 244 84 60
130
Hobi Paket Büfe
Altıparmak T. 221 11 63
Beşevler T. 451 11 00
İhsaniye T. 246 00 55
Özlüce T. 413 73 13
Kentucky Fried Chicken 444 35 55
La Piatto Cafe- Pizza & Macaroni
FSM Bulvarı No.90 / A Nilüfer- BURSA
T. 444 21 58
Mariza
Altıparmak T. 225 12 25
FSM Bulvarı T. 451 44 44
Mc Donald’s T. 444 62 62
PASTANE / PATISSERIE
İskender Kebap
Tayyare KM Yanı No:60 T. 221 10 76
Carrefour AVM T. 452 10 62
Korupark AVM T. 241 21 10
Şampiyon Kokoreç Altıparmak T. 223 23 20
Yazı
E.Mudanya Yolu Emek Yağı Fabrikası Yanı
T. 548 00 28
Dominos Pizza
Altıparmak T. 222 90 40
Bademli T. 241 58 00
Beşevler T. 453 46 04
FSM Bulvarı T. 453 00 76
Özlüce T. 413 15 00
Çekirge T. 234 99 22
Yıldırım T. 362 60 60
Uludağ Kebapçısı
Uluyol Şirin Sok. T. 251 45 51
Kent Meydanı AVM T. 255 55 56
Zeugma Restoran
Azerbaycan Dostluk Parkı Nilüfer T.452 00 27
Aslı Börek
Carrefour T. 452 66 86
Kent Meydanı AVM T. 251 40 02
Metro Market T. 441 37 20
Geçit Evke Plaza T. 241 80 88
Osmangazi Metro T. 272 03 03
Zafer Plaza T. 223 79 79
Uludağ Ünv.T. 442 88 26
Bread House
Anatolium AVM T. 261 30 27
Carrefour AVM Zemin Kat No:7 T. 451 70 07
FSM Bulvarı No:54/ 3 T. 246 87 27
Kent Meydanı AVM 2. Çarşı Katı T. 255 04 05
Korupark AVM Zemin Kat T. 0543 646 87 87
Çınar Pastanesi
Kükürtlü Cad. No:28 T. 235 54 49
FSM Bulvarı No:68 T. 451 58 98
Setbaşı Meydanı No:8 T. 327 55 76
Durak Muhallebicisi
Çekirge Meydanı T. 235 08 08
İzmir Yolu Cad. No:66 T. 240 08 09
Altıparmak Cad. No: 74 T. 223 27 19
Ünlü Cad. No:4 T. 220 40 80
“Bursa’nın yaşam rehberi”
rehberbursa
Kafkas
Atatürk Cad. Heykel T. 225 25 99
Carrefour AVM T. 452 49 99
Arena AVM Ertuğrulkent T. 413 78 10
FSM Bulvarı No:42 T. 245 59 00
İzmir Yolu T. 413 22 20
Kent Meydanı AVM T. 255 67 00
Kristal Park Çarşısı İhsaniye T. 246 50 51
As Merkez Karşısı T. 261 52 61
Davutdede- Conk Sok. Yıldırım T. 360 03 30
Korupark AVM T. 241 49 29
Hürriyet Soğukkuyu No:10 T. 247 25 25
Terminal T. 261 58 02
Soğukkuyu No:2 Nilüfer T. 245 01 70
Kahve Dünyası
Korupark AVM T. 241 23 45
Zafer Plaza AVM T. 225 29 29
Hayal Kahvesi FSM Bul. No:59 T. 451 50 80
Kahve Mania FSM Bul. No:116 T. 245 02 22
Ivory Kükürtlü Cad. No:56 T. 234 91 90
Lusso FSM Bulvarı No: 139 / 7 T. 241 45 30
Jazz Bar Uludağ Yolu No:45 T. 239 62 54
Neşve FSM Bulvarı No: 139/ 8 T. 243 06 63
K Bar Çekirge Cad. T. 233 44 22
Pascal Nilpark AVM T. 240 02 04
Kat 3
Magazin Outlet Ataevler T. 443 22 72
Kent Meydanı AVM T. 255 55 22
Rıhtım
FSM Bulvarı Kamuran Sitesi T. 451 24 77
Altıparmak Cad. No:33 T. 222 31 77
Konak Mah. Beşevler Cad. T. 452 66 28
Eğitimciler Cad. No:139 T. 453 36 00
Çekirge Meydanı T. 236 83 58
Siesta
Pembe Çarşı No:4 T. 232 35 05
Nalbantoğlu Heykel T. 221 53 01
Saklıbahçe
1.Murat Cad. Çekirge T. 236 99 59
Highout Oulu Cad.Oylum Carşısı T. 233 00 60
Keyifli Bar FSM Bulvarı No:96 T. 245 80 86
Un-Pa
Çekirge Meydanı T. 236 73 65
Bilginler Cad. Mehtap Sitesi T. 452 26 72
Bilginler Cad. Tunca Apt. No:32 T. 443 26 17
Starbucks
Carrefour AVM T. 453 20 76
Kent Meydanı T. 255 37 39
Korupark AVM T. 241 27 60
Kükürtlü T. 233 39 55
Zafer Plaza AVM T. 220 00 46
Şale Karagöz Cad. Kükürtlü T. 233 18 27
Waffle Evi
Kükürtlü Cad. No:28 T. 236 36 90
Waffle Abbas
FSM Bulvarı Aksel 104 Sitesi T. 245 77 78
Uzay Pastanesi
Altıparmak Cad. No:19 T. 225 12 55
Çekirge Cad. No:124 T. 236 42 04
Saygınkent AVM T. 413 43 06
FSM Bulvarı No:12 T. 249 13 44
Geçit Mah. Mudanya Yolu No:77 T. 244 63 97
KAFETERYA / CAFE
Cafe Crown
Carrefour AVM T. 451 21 45
Kent Meydanı T. 255 30 00
Korupark AVM T. 242 06 24
Cafe Çizmeli Kedi
Gazi Cad.Sadıkoğlu Sit. T.451 53 34
Kırmızı
Cumhuriyet Mah. Gazi Cad. No:53
T. 452 97 07
Kios Bar Holiday Inn Görükle T. 442 85 40
Klan FSM Bulvarı / Bademli T. 247 63 23
Konak 18 Çekirge Cad. No:18 T. 235 37 07
Krema Jazz Club
Bademli Kavşağı Tike Restoran T. 549 20 75
Tesadüf FSM Bulvarı T. 241 58 58
Time FSM Bulvarı No:151 T. 242 41 40
Kulüp
Kültürpark içi Altın Ceylan T. 0530 242 68 78
BAR – BİSTRO / BAR BISTRO
La Luz Korupark AVM T. 243 93 98
Address Nilpark AVM T. 247 01 50
Locco Gedik Plaza Bademli T. 549 07 77
Angaje Lounge & Brasserie
Nilpark AVM T. 246 77 44
Mox Lounge FSM Bulvarı T. 240 22 42
Bigo FSM Bulvarı No.48/C T. 240 04 04
Boo Live Geçit No:639 T. 244 88 78
Mualla FSM Bulvarı No: 94 T. 240 10 16
Leman Kültür FSM Bulvarı T. 240 20 00
Malt Magazin Outlet Ataevler T. 443 22 72
Bongo Bar
Kültürpark içi Altın Ceylan T. 234 34 34
People Agora İş Merk. Bademli T. 549 04 43
Benzin FSM Bulvarı No:147 / A T. 243 47 43
Picante Gazi Cad. No.51 / A T. 451 36 34
Cadde Üstü FSM Bulvarı T. 246 66 74
Pronto Sport Cafe & Bistro
Saygınkent AVM Ertuğrulkent T.413 70 80
Coffe and Beyond
FSM Bulvarı T. 247 22 37
Cadde Üstü Üni. Görükle T.483 67 77
Fink FSM Bulvarı T. 243 09 99
Cha Cha
Mihraplı Mevkii Carrefour Arkası T. 452 13 50
Şey Pub Oulu Cad. No:9 T. 233 07 25
Caka Teras
Kumova Plaza Nilüfer T. 453 09 09
Shakespeare Bistro
Korupark AVM T. 241 29 59
Demo
FSM Bulvarı No:59 T. 452 26 96
Suare Magazin Outlet Ataevler T. 443 10 01
Gönül Kahvesi
As Merkez Outlet T. 261 58 78
Nostaljik Tren İst.Beşevler T. 452 82 16
FSM Bulvarı No:11 T. 247 66 06
Gren
Arap Şükrü Sokağı No: 46 T. 223 60 64
Gloria Jean’s Coffee’s
Korupark AVM T. 241 37 26
İncir Cafe
Kordon Boyu Mudanya T. 544 06 05
Duetto FSM Bulvarı No: 94 T. 240 10 16
Exit Oulu Cad. No:13 T. 234 50 70
Festina FSM Bulvarı T. 249 19 49
Resimli Holiday Inn Görükle T. 442 88 15
Veni Vidi
Kükürtlü Oulu Cad. No:6 T. 233 99 99
Wamtes
Çekirge Cad. No:40 T. 233 66 22
The Winston Brasserie
Dr.Rüştü Burlu Cad.No.11 T.233 13 48
131
guidebursa
Hotel Çelik Palas
Çekirge Cad. No:79
T. 233 38 00
Öne çıkanlar / Highlights
www.celikpalasotel.com
Medical Park Bursa
Fomara Meydanı No:1
T. 444 44 84
www.medicalpark.com.tr
132
“Life guide of Bursa”
rehberbursa
Hayal Kahvesi
FSM Bulvarı No:59
T. 451 50 80
www.hayalkahvesibursa.com
Caddeüstü
FSM Bulvarı No:94
T: (0224) 246 66 74
www.caddeustu.com.tr
Öne çıkanlar / Highlights
“Bursa’nın yaşam rehberi”
133
guidebursa
“Life guide of Bursa”
OTEL / HOTEL
ALIŞVERİŞ MERKEZİ / SHOPPING CENTER
Adapalas ***
1.Murat Cad. No:21 Çekirge T. 233 39 90
Artıç ***
Atatürk Cad. Ulucami Karşısı T.224 55 05
Almira *****
Uluabatlı Hasan Bulvarı No:5 T.250 20 20
Anatolia ****
Çekirge Meydanı T. 233 94 00
Baia ****
Y.Yalova Yolu As Merkez Outlet Yanı
T. 275 45 00
Beceren (Butik)
Botanik Parkı T. 211 52 60
Boyugüzel (Butik)
Askeri Hastane Karşısı Çekirge T. 239 99 99
Büyükyıldız ****
Uludağ Cad. No:16 T. 239 69 90
Anatolium Y. Yalova Yolu No.487 T. 261 12 22
As Merkez Outlet Y. Yalova Yolu T. 261 51 51
Carrefour İzmir Yolu T. 219 73 00
Kent Meydanı S.Garaj Mah. T. 255 43 63
Korupark Mudanya Yolu 9.Km T. 242 35 35
Özdilek Y. Yalova Yolu 4.Km T. 219 60 00
Zafer Plaza Cemal Nadir Cad. T.225 39 00
SAĞLIK / HEALTH
Acıbadem
FSM Bulvarı Sümer Sok. No.1 T. 444 55 44
Beyge Club
Beşevler Kültür Mah. Gümüşdere Cad. No.4
Nilüfer T.453 55 00
B-Fit Spor Kulübü
Ahmet Yesevi Mah. No.28 Balat / Nilüfer
T.244 64 68
Hat Cad. No.10 Osmangazi
T.235 35 15
Beşevler Mah. Bilginler Cad. No.18 Nilüfer
T.452 60 52
Siteler Kanuni Cad. No.25 / A Yıldırım
T.369 08 31
Çok Yaşa Clup Nilpark 5.Kat T.245 68 00
Biyofiz Tıp Merkezi
Karaman Mah.Kültür Cad.Biçen Sok.No.10
Nilüfer T.246 66 66
Bursa Anadolu
İzmir Yolu Cad. No.105 T. 451 09 09
Bursa Göz Merkezi
Fomara Meydanı Osmangazi T.444 04 69
Central **** U.Hasan Bul. No:55 T. 273 55 00
Bursa Vatan
Fevzi Çakmak Cad. No.55 T. 220 10 40
Çelik Palas *****
Çekirge Cad. No:79 T. 233 38 00
Çekirge Kalp ve Aritmi
Kükürtlü Mah. Konca Sok. No.2 T. 275 75 00
Divan ****
Dr. Rüştü Burlu Cad. No:11 T. 233 00 07
Dentatürk Diş
FSM Bulvarı No.167 T. 270 09 00
Gönlüferah ****
1.Murat Cad. No:22 Çekirge T. 233 92 10
Doruk Tıp
Zübeyde Hanım Cad. No.5 T. 444 04 53
Holiday Inn ****
Uludağ Üni. Görükle Kampüsü T. 442 85 40
Esentepe Tıp Merkezi
Mudanya Yolu Cad. No.169 T. 444 02 46
İbis Hotel ***
Altınova Mah. Fuar Cad. No: 67 T. 275 85 00
Jimer
Orhaneli Yolu Beşevler Kavşağı T. 444 45 67
Kervansaray ***
Fomara Meydanı T. 220 00 00
Konur
Zübeyde Hanım Cad. No.12-2 T. 233 93 40
Kervansaray Termal *****
Çekirge Meydanı T. 233 93 00
Medical Park Bursa
Fomara Meydanı T. 444 44 84
Kırcı **** Çekirge Cad. No:21 T. 220 20 00
Kitapevi (Butik)
Kavaklı Mah. Burçüstü No:21 T. 225 41 60
Medicabil
Mudanya Yolu Küre Sok. Fethiye T. 444 81 12
Osmangazi Tıp Merkezi
Ulubatlı Hasan Bul. No:46 T. 270 05 05
Kent **** Atatürk Cad. No: 69 T. 253 54 20
Rentıp FSM Bulvarı T. 249 77 00
Marigold *****
1.Murat Cad. No:47 Çekirge T. 444 40 00
Retina Göz Merkezi
Mudanya Yolu Cad. No.171 / 1 T. 240 24 01
Montania ****
İstasyon Cad. Mudanya T. 211 32 80
Turkuaz Diş
Beşevler Cad. No.76 T. 451 32 22
Otantik Club (Butik)
Botanik Parkı T. 211 32 80
SPOR SALONLARI / SPORTS HALLS
Gym Sport
Agora İş Merk. Bademli T.549 25 00
Maya Spor Salonu
Konak Mah. Lefkoşe Cad. Gizemler Plaza
No.12 Nilüfer T.453 02 50
Score Fitness Spa
Korupark AVM İçi T.242 68 00
Studio Pilates
Cumhuriyet Mah. Yağmur Sok. Elmas Evler
Sit. C / Blok K.4 Nilüfer T.451 32 41
Tango Evita Dans ve Sanat Merkezi
Konak Mah.Yaz Sok. T.451 44 15
KUAFÖR / COIFFEUR
Otantik Gemi (Butik)
Güzelyalı Yat Limanı İçi Mudanya T. 554 43 34
134
Asya Spor Merkezi
İhsaniye Mah. İkizevler Sok. No.7 Nilüfer
T.249 64 55
Ahmet Albayrak Korupark AVM T.241 31 12
Atölye Kuaför E.Mudanya Yolu No.35
Bademli T. 548 00 80
Emma Nilüfer Hatun Cad. T. 452 67 50
Enis Aslan Kükürtlü Cad. T. 233 00 51
Mss Salon Kükürtlü Cad. No.58 T. 232 30 90
Roma Kuaför Korupark AVM T. 243 06 60
Sacha
Kükürtlü Mah. Manolya Sk. No.67 T.233 59 79
Kent Meydanı AVM T. 255 63 64
FSM Bulvarı T. 453 38 55
Bademli T.549 11 42 - 43
Stüdio Tim Carrefour AVM T. 452 66 98
TAKSİ / TAXI
Altıparmak T. 222 16 44
Almira T. 252 86 38
Ataevler T. 441 88 00
Bademli T. 549 24 90
Beşevler T. 451 28 28
Çekirge T. 236 71 04
Çelik Palas T. 233 27 79
Dallas T. 233 81 22
Doğumevi T. 236 67 06
İhsaniye T. 247 47 33
Kükürtlü T. 235 12 96
Nilüfer T. 245 05 98
Setbaşı T. 328 90 91
Uludağ T. 222 35 14
“Bursa’nın yaşam rehberi”
MÜZE / MUSEUM
Bursa müzeleri pazartesi hariç her gün
mesai saatleri arasında hizmet veriyor.
Arkeoloji Müzesi
Reşat Oyal Kültürparkı T. 234 49 18
Bitinya ve Misya bölgelerinde bulunmuş
M.Ö. 3000’den Bizans Devri sonlarına
kadar olan devirlere ait eserler sergileniyor.
Müzede 25 bin eser yer alıyor. 2 bin kadarı
sergide.
Atatürk Evi Müzesi
Çelik Palas Hotel Yanı T. 234 77 16
19. yüzyıl sonlarında yapılmış olan köşk,
Bursa Belediyesi tarafından sahibinden satın
alınarak Atatürk’e hediye edildi. 1968’de
Kültür Bakanlığı’na devredilen bu köşk, 29
Ekim 1973’te, Cumhuriyet´in 50. yılında
müzeye dönüştürülerek ziyarete açıldı.
Bursa Kent Müzesi
Atarük Cad. No:8 Heykel T. 220 26 26
Müzede Bursa’da yaşamış 6 Osmanlı
padişahının balmumu heykelleri, geleneksel
ticaret hayatını canlandıran dekorlar, kentin
topografik maketi gibi objelerle bilgiler
sunuluyor.
Celal Bayar Müze ve Kütüphanesi
Umurbey / Gemlik T. 525 00 98
3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın çalışma
yıllarına ait fotoğraflar, anı eşyalar ve
hediyeler, tablolar, çeşitli belgeler, nişanlar,
madalyalar, şilt ve plaketler yer alıyor.
Hünkâr Köşkü
Temenyeri Mah.Vakıf Sok. T. 327 91 90
Sultan Abdülmecid tarafından 1859 yılında
av köşkü olarak yaptırılmış olan köşk, Sultan
Abdülmecid dışında, Sultan Abdülaziz
ve Sultan 5. Mehmet Reşad tarafından
da kullanılmış. Atatürk’ü de ağırlamış
olan köşke günümüzde Atatürk Köşkü ve
Cumhuriyet Köşkü de deniliyor.
Hüsnü Züber Evi
Uzun Yol Sok.3 Muradiye T. 221 35 42
1836 yılında devlet misafirhanesi olarak
yapılmış, daha sonra Rus konsolosluğu
olarak kullanılmış olan ev, tipik bir Osmanlı
evi.
Karagöz Evi Müzesi ve Anıtı
Çekirge Cad. T. 232 25 90
Bursa ile özdeşleşmiş Karagöz oyunu
hakkında bilinen tüm kültürel motifleri
barındıran müzede Ramazan aylarında
günümüz hayalileri tarafından Karagöz
gösterimleri yapılıyor.
Ormancılık Müzesi
Çekirge Cad. / Osmangazi T. 234 77 18
Türkiye’nin ilk ve tek ormancılık müzesidir.
Bursa’da, Çekirge caddesi üzerinde Saatçi
Köşkü olarak bilinen yapıda yer alır.
rehberbursa
Türk İslam Eserleri Müzesi
Yeşil Mah. Yeşil Külliyesi T. 327 76 79
Çelebi Sultan Mehmed tarafından 1414
– 1424 yılları arasında Mimar Hacı İvaz
Paşa’ya yaptırılmış ilk Osmanlı medreseleri
arasındadır. “Sultaniye Medresesi” adıyla da
bilinir. Anadolu Selçuklu mimarisinde açık
avlulu medreselerin en iyi örneklerindendir.
Çağdaş Eğitim Kooperatifi Kültür Salonu
Atatürk Cad. No:93 / Görükle T. 483 21 83
Tofaş Anadolu Arabaları Müzesi
Umurbey Mah. Kapıcı Sok. T. 329 39 41
Tekerleğin at arabasından otomobile
gelişimini sergileyen müzede Tofaş’ın 0001
seri nolu araçlarından örnekler izlemek de
mümkün.
Şehir Kütüphanesi
Setbaşı Köprüsü Yanı T. 326 56 49
Uluumay Osmanlı Halk Kıyafetleri ve
Takıları
II. Murat Cad.Şair Ahmetpaşa Med.Muradiye
T. 222 75 75
Müzede, Anadolu Folklor Vakfı kurucu
üyelerinden Esat Uluumay’ın 45 yılda
topladığı 18 değişik koleksiyon sergileniyor.
Mudanya Mütareke Evi Müzesi
Sahil Yolu / Mudanya T. 544 10 68
Türk Kurtuluş Savaşı’nı sonlandıran
Mudanya Mütarekesi’nin imzalandığı tarihi
evdir. Mütarekeye ait eşyaların korunduğu
evde, döneme ait fotoğraflar ve belgeler de
sergileniyor.
Merinos Tekstil ve Sanayi Müzesi
Atatürk Kongre Kültür Merkezi T. 272 16 00
Bursa´nın tekstil kenti kimliğinin yaşatılması
ve Cumhuriyet döneminin ilk sanayi
yapılarından Merinos Fabrikası’nın tarihinin
gelecek nesillere aktarılması amacıyla
kurulan Türkiye’nin ilk tekstil sanayi müzesi.
KÜLTÜR MERKEZİ / CULTURAL CENTER
Açık Hava Tiyatrosu
Reşat Oyal Kültür Parkı T. 234 49 12
Adile Naşit Kültür Merkezi
Ertuğrulgazi Mah. Kaplıkaya T. 368 51 20
Akpınar Kültür Merkezi
Akpınar Mh. 1050 Konutlar Havuz Sk.
T. 243 73 43
Atatürk Kongre Kültür Merkezi
Merinos Parkı T. 272 16 00
A.V.P.Devlet Tiyatrosu
Atatürk Cad. Heykel T. 222 89 10
Barış Manço Kültür Merkezi
Mimar Sinan Cad. No.79 / Yıldırım
T. 366 02 02
Bufsad(Bursa Fotoğraf Sanatı Derneği
Gurabahane-i Laklakan Kültür Merkezi
Selçuk Hatun Sok. No:9 Setbaşı /
Osmangazi T. 225 51 50
Fethiye Kültür Merkezi
Fethiye Mah. Huzur Cad. Fileci Sok.
T. 243 36 63
Konak Kültür Merkezi
Konak Mah. Yakut Sok. No:2 T. 452 45 00
Tayyare Kültür Merkezi
Atatürk Cad. / Heykel T. 220 88 47–48
Uğur Mumcu Kültür Merkezi
Basın Kültür Sarayı K.2 Ataevler T. 441 01 42
Uludağ Üniversitesi Kırmızı Salon
Görükle Kampüsü T. 294 00 00
16 mm Sinema Atölyesi
F. Çakmak Katlı Otoparkı Zemin Kat
T. 222 11 12
ÇİÇEKÇİ / FLORIST
Aşşk Çiçek Çelik Palas Otel Altı T. 235 16 00
Bursa Çiçekçilik FSM Bulvarı T. 452 47 32
Lis Çiçek Çekirge Cad. No.139/B T. 236 81 96
Koru Çiçek Korupark AVM T.241 54 74
Pelit Çiçekçilik & Peyzaj
Saygınkent AVM Ertuğrulkent T. 413 02 62
TURİZM & ULAŞIM / TOURİSM &
TRANSPORTATION
Kamil Koç T. 444 05 62
Nilüfer Turizm T. 444 00 99
U. Teleferik İşletmesi T. 327 74 00
Burkon Turizm Çekirge Cad. T. 233 40 00
Plaza Turizm Oulu Cad. No.33 T. 234 58 58
Şentürkler Turizm
Çekirge Cad. No.51 T. 235 66 66
İDO Bursa Satış Noktaları
Kent Meydanı AVM T. 255 44 60
Korupark AVM T. 242 19 49
Mamis Restaurant T. 211 23 81
Park Plaza T. 244 94 01
Plaza Tur T. 234 58 58
Görükle Kampüsü T. 442 91 25
Zafer Plaza AVM T. 225 39 08
SİNEMA / CINEMA
Korupark Cinetech T. 242 93 83
Zafer Plaza Cinetech T. 225 48 88
Setbaşı Prestige T. 221 48 06
Kent Meydanı T. 255 30 84
As Merkez Avşar T. 261 57 67
Akpınar K. M. T. 243 73 43
Altıparmak Burç T. 221 23 50
AFM Carrefour T. 452 83 00
B. Manço K.M. T. 366 08 36
Bursa Senfoni Orkestrası
A. V.P. Devlet Tiyatrosu Binası T. 225 59 70
135
136

Benzer belgeler

05 - Dergi Bursa

05 - Dergi Bursa gece Cemal’i” dediği Cemal Süreya’nın

Detaylı

03 - Dergi Bursa

03 - Dergi Bursa İmtiyaz Sahibi ve Yayın Yönetmeni Engin Çakır (Sorumlu) [email protected] Yazarlar A.Kadir Kılınç, Celil Sezer, Dilek Şen, Emine Civanoğlu, Erdinç Tuğcu, Gözde Aral, Hakan Akdoğan, Me...

Detaylı