Ben, İnsana İnanıyorum
Transkript
Ben, İnsana İnanıyorum
Ben, İnsana İnanıyorum 1 Bu, bir yolculuk!.. Önder Limoncuoğlu Yazan Önder Limoncuoğlu Hazırlık ve baskı Hürriyet Matbaası 5501 Sk. No. 6, Kat 1, Tuna Mahallesi Çamdibi / İZMİR Tel: (232) 435 69 69 (pbx) Fax: (232) 462 31 62 www.hurriyetmatbaa.com Yayınlayan ve Dağıtan ÖNDER LİMONCUOĞLU 1378 sokak, No. 4/1, Kordon İş Hanı Kat: 3/308-309 Alsancak/İZMİR E-mail: [email protected] Gsm: 0 533 364 42 26 ISBN 978-9944-0471-6-6 Kasım 2012 1000 ADET Birinci Basım 2 Ben manevî miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır. Mustafa Kemal Atatürk 3 Güzel Yurdumun, Güzel İnsanlarına…. 4 İçindekiler Konu Sayfa No’ su Giriş ve Amacım 11-12-13-14 Yaratılış Anaerkil/Ataerkil Topluluklar 15-16-17-18-19-20 Büyük Mitolojilerin ve Dinlerin Yaradılış Efsaneleri: Eski Mısır’daki Yaradılış 21 Hindu Dinindeki Yaratılış 22 İlk Semavi Dinin Kutsal Kitabı Tevrat’ tan 23-24 Semavi Dinlerin İkinci Kutsal Kitabı İncil’den 25-26-27-28 Son Semavi Dinin Kutsal Kitabı Kuran’dan 29-30-31-32-33-34 Âdem ile Havva Öyküsü 35-36-37-38 Antik Çağ’ da Tanrılar 39-40-41-42 Bilim’de Yaratılış 43-44 Charles Darwin/Evrim Teorisi 45 ila 55 Albert Einstein 56 ila 64 Stephen William Hawking 65-66-67-68 Neden, Niçin, Nasıl, Acaba’ların İlk Savaşçıları Doğa Filozofları 69 Thales 70-71 Ksenofanes 72-73-74 Heraklit 75-76-77-78-79 Pisagor 80-81-82 Empedokles 83-84 Anaksagoras 85-86-87 Demokrit 88-89 Kıbrıs’lı Zenon 90-91 5 Sisam’lı Aristarkus Diyojen Kinizm Sofistler: Protagoras Gorgias 92-93-94-95-96 97-98 99-100-101-102 103 104-105 106-107 Prodikos 108-109-110 Sokrat 111-112-113 Platon 114-115-116-117 Aristo 118-119 Epikür 120-121-122 Dogmatik Olmak 123-124 Şüphecilik Pyrrhon Eski Yunan ve Roma’da Temel Haklar Romalı Stoacılar 125 126-127-128 129-130 131 Seneca 131-132-133-134-135 Marcus Aurelius 136-137-138-139-140 Semavî Dinlerde Temel Haklar 141-142-143-144-145 Ezoterik Öğreti Evren Tanrı’nın görüntüsüdür 146 146-147 Hermes = İdris Peygamber 148-149-150 Kabalist Anlayış 151-152-153-154 Simya İlmi Veya Simyacılık Gnostisizm İskenderiye Mektebi 155-156-157 158-159-160 161-162-163 Yeni Platonculuk 164-165 6 Düalist ve Tek’lik Anlayışı Plotinus Skolâstik Düşünce Hıristiyan Skolâstik Düşünürleri Birinci Dönem Skolâstik Düşünürleri 166-167-168 169-170-171 172-173-174 175 175 Aziz Augustinus 175-176-177 Johannes Scotus Anselmus İkinci Dönem Skolâstik Düşünürleri Petrus Abaelardus 178 179-180 181 181-182 Albertus Magnus 183 Aquinalı Thomas Üçüncü Dönem Skolâstik Düşünürleri Johannes Duns Scottus Ockham'lı William Roger Bacon Yahudi Skolâstik Düşünürleri 184-185 186-187 188-189 190-191 192 193 Moses Maimenides 193-194-195 İslam Skolâstik Düşünürleri 196 Kindi Farabi İbn-i Sina 196-197 198-199-200 201-202 İbn - i Rüşt İmam Gazali İslam Anlayışı üstüne bir yorum Ortadoğu “TEK” liği Karmati’ler 203-204-205 206-207-208 209-210-212-213-214 215-216 217-218-219-220 Hallacı Mansur 221-222 7 Dürzî’ler 223-224-225-226 Anadolu Tasavvuf’çuları 227-228 Mevlânâ Hacı Bektaş-ı Veli Yunus Emre Neden, Nasıl, Niçin, Acaba’ların Yeni Savaşçıları: Ampirizm Sir Francis Bacon Realist Düşünce René Descartes Baruch Spinoza Erdem Üzerine Bir Öykü Akılcılık John Locke Temel Hakların gelişmesi Burjuvazi dönemi Septisizm ve Ampirizm David Hume KRİTİSİZM Immanuel Kant Vicdan üzerine bir yorum, bir dört’lük Pozitivizm Auguste Comte İspirtualizm = Sezgicilik Henri-Louis Bergson Nietzsche İdealizm Hegel Anarşizm 229-230-231 232-233-234 235-236 8 237 238 238-239-240-241-242 243 243-244-245-246 247-248-249 249 250 250-251-252 253-254-255-256 257 257-258 259 259-260-261-262-263 264-265 266 266-267 268 268-269 270-271-272-273 274 274-275 276 Proudhon Komünizm 276-277-278 279 Karl Marx 279 ila292 Friedrich Engels 293 ila 298 Sosyal Haklara bir yorum Pragmatizm William James Felsefe Ahlâk Meselesi Existansialism Jean-Paul Sartre 20. yüzyılda İnsan Hakları üzerine bir yorum Osmanlı’larda Temel Hak ve Özgürlükler Semavî Dinlerde Saçları Örtme meselesi Bitiriş Özetle Felsefe Nedir 299-300-301 302-303 304-305 306 307 307-308 309-310 311-312 313-314-315-316 317-318 319-320 9 10 BEN, İNSANA İNANIYORUM. Sevgili Gençler, İnsanoğlu var olduğu günden bugüne üç güçle; DOĞA, KENDİSİ, İKTİDAR GÜCÜNÜ ELİNDE TUTAN İNSANLAR (Otorite) ile hep kavga halindedir. “Eh, be adam!.. Temcit pilavı gibi aynı şeyleri, kitaplarında ısıtıp, ısıtıp önümüze getiriyorsun!.. Nedir senin hedefin?” Doğrudur, allem edip, kalem edip hep aynı yorumu önünüze getiriyorum. Aynen, “Dünyada çok kişinin başına elma düşmüştür, ancak Newton’un başına düşünce “Yer Çekimi Kanunu” bulunmuştur, çünkü Newton’un kafası hazırdı” dediğim gibi !.. Hazır kafa çok önemli!.. Öğrenimin, okumanın hedefi de bu değil mi? İşte, ben de bunu sağlamak istiyorum!.. Bunun içindir, aynı teraneleri tekrarlamalarım!.. Amacım, filozofların, peygamberlerin yaşamını, felsefelerini öğretmekten öte, “Düşünebilmenin enginliğinin ve evrimin sonsuzluğunun farkına varan, kendine bile objektif bakabilen, şartlanmalardan arınmış, kendini ve her türlü inancı sorgulayabilecek kadar özgür ve bağımsız düşünebilen kafalara ulaşmak!..” 11 Keşke, bu amaca çok şey okutmadan vardırmayı bilebilsem!.. Bulunacak bir hap, belki bu işi çözebilir!.. O zaman da, insanlar tek düzemi olur acaba? Güzellik çeşitlilikte mi? Varın siz de düşünün!.. Sevgili Gençler, Amacım olan, “Düşünebilmenin enginliğinin ve evrimin sonsuzluğununfarkına varan, kendine bile objektif bakabilen, şartlanmalardan arınmış, kendini ve her türlü inancı sorgulayabilecek kadar özgür ve bağımsız düşünebilen kafaları hazırlamak” için, izin verin sizi geçmişe götüreyim!.. Ne demiştim?.. İnsan, var oluşundan bugüne gelene kadar üç güçle sürekli kavga halindedir. Bu güçlerden birincisi “Doğa”, ikincisi “İnsanın Kendisi”, üçüncüsü de “İktidar Gücünü Elinde Tutan İnsanlardır.” 1- Doğa ile verilen kavga bilim tarihini oluşturur. Bu kavga sonucu, insanoğlu çok kazanımlar elde etmiş ve etmektedir. Örneklersek; Ateşin bulunuşundan tutun, tekerleğin yapımı, yazının bulunuşu, buhar gücü, aşılar, ilaçlar, aydınlanmak, uçmak, uzaya gitmek gibi!.. 2- İnsanın kendisi ile olan kavgası da insanın mükemmellik tarihini oluşturur. “İnsanoğlunun kendisiyle verdiği kavgada hedefinin; daha mükemmel, daha bilgili, daha sevgi dolu, daha hoş görülü, daha yücelmiş insan olabilmektir” demiştim!.. 12 İşte, insanoğlu yüzyıllardır süren yaşamı içinde, bu tanıma uyan insana varabilmek için çaba harcamış ve bu yolda da büyük kazanımlar elde etmiş ve etmektedir. Örneklersek; Bugünün insanı İlkçağ insanı değildir, psikolojik olarak daha sağlam, daha zeki olmak gibi!.. 3- İktidar gücünü elinde tutan insana karşı verilen kavga ise İnsan Hakları Tarihi’ni oluşturur. Bu kavganın sonucu olarak da, insanoğlu çok kazanımlar elde etmiş ve etmektedir. Örneklersek; “Yaşama hakkı, eşitlik ilkesi, mülkiyet hakkı, bireyin güvenliği yani yargı kararı olmadan tutuklanamaması, savunma hakkı, mutluluğu arama hakkı, düşünme ve düşündüğünü söyleyebilme hakkı, örgütlenme hakkı, ücretsiz eğitim ve öğrenim hakkı, yıllık izin hakkı, çalışma saatlerinin sınırlandırılması, asgari ücret, sosyal güvence, ücretsiz sağlık hizmetlerinden faydalanma hakkı, temiz çevrede yaşama hakkı, aldanmadan mal satın alma hakkı” gibi!.. Yukarıda örnek olarak saydığım; “İnsan haklarının siyasî iktidar tarafından kabul edilmesi ve bireyin bu hakları kullanabilme özgürlüğünün kazanımı ve korunması ve olanaklarının bireye sağlanması” öyle kolay olmamıştır. Bugün, Çağdaş Bildirilerde ve Çağdaş Anayasa’larda yer alan “Temel Hak ve Özgürlükler” ile “Sosyal Hak ve Özgürlükler”, o metinlere gözyaşı dökülerek, işkence çekilerek, bireyin canı ve kanı pahasına yazdırılmıştır. Yazdıklarımı okursanız sevinirim,amaamacım yazacaklarımı uzun, uzun okumanız değil, iki temel esası fark etmeniz ve düşünce dünyanızın iki ışığı olarak kabul etmenizdir. 13 1- İlk değeriniz sürekli “Neden, Nasıl, Niçin, Acaba” diye soran bir kafa yapısına sahip olmanızdır. Eğer, böyle sorgulayıcı bir kafa yapısına ulaşmışsanız, aşağıda okuyacağınız, ilk çağdan günümüze kadar yaşamış düşünürlerin yaşamlarını ve felsefelerini bilseniz de olur, bilmeseniz de!.. İnsanlığın bu kafaya nasıl geldiğinin tarihini okusanız da olur, okumasanız da!.. Çünkü o filozofların felsefelerini ben, okuyanın da “SORGULAYICI BİR KAFAYA” varabilmesi için buraya yazdım!.. 2- İkinci değeriniz ise, “Her oluşum birey içindir… Otorite, birey için vardır.” ı ilke edinmenizdir. Bu nedir? Devletin varlık sebebinin “İnsan” olduğunu, İnsan Haklarının, Anayasa’larda tek, tek yazılı olması yanında, bu hakların kullanılabilmesi için, bunların olanaklarının da insana bedelsiz sağlanmasının bir “İnsan Hakkı ve devletin görevi” olduğunu fark etmenizdir!.. Eğer, böyle bir kafa yapısına ulaşmışsanız, bireyin bu kazanımları nasıl elde ettiğini yani “İnsan Haklarının Tarihini” bilseniz de, bilmeseniz de, okusanız da, okumasanız da olur. Çünkü ben “İnsan Haklarının Tarihini” yukarıdaki esasları fark etmeniz için buraya yazdım!.. Şimdi, “Ben bu iki esası insan oluşumun değerleri içine kattım. Artık, insan oluşumun temel değerleridir, insan haklarının tarihi gelişimlerini bilmek istemiyorum” diyorsanız, bu bana yeter, devamını okumayabilirsiniz!.. Ola ki, içinizden biri “İnsan düşüncesindeki ve insan haklarındaki gelişmelerin tarihini de bilmek isterim” diyorsa, okumaya devam edebilir.” 14 YARATILIŞ Anaerkil/AtaerkilTopluluklar Yaratılmamız konusunda ister “Dinlerin öykülerine” inanın, ister“Evrime”!.. Çok eskiyi, M.Ö. 30.000’li yılları düşleyin!.. İki ayağı üzerinde dikilen yüksek omurgalı memelileri!.. Biz, bunlara “İnsan” diyoruz!.. Her canlı gibi insana da “Yaşama İçgüdüsü” ve “Üreme İçgüdüsü” egemen!.. Hele, doğanın acımasız koşullarında!.. İşte, varlığını koruyabilmek ve üremek için, bu ilkel insanlar bir arada yaşamaya başlarlar!.. O tarihlerde bu memeliler de, diğer memeliler gibi yılda bir kızışma dönemi yaşamaktalar!.. Böyle olunca, hem kadının ve hem erkeğin tekrar üretken olması için bir yıl geçmesi gerekiyordu!.. Gelin görün ki; biyolojik gelişmeler erkeğe yılın her günü milyonlarca tohum üretme imkânı verirken, kadın doğurucu olduğu için yılda bir kere doğurabilme olanağına sahip kalır!.. Peki, erkek böyle bir gelişmeye nasıl vardı? Acaba, daha çok ve çabuk üreme için yani yok olmamak için insan soyunun buna gereksinimi var mıydı? Dileyen “Tanrı istedi” desin, dileyen “Evrim” desin!.. Ama artık erkek çok kadını dölleyebiliyordu!.. 15 Bu arada, dişiler özelikle hamilelik döneminde korunmak ve bakılmak için ve doğacak çocuğun güvenliğini dedüşünerek, onları koruyacak ve bakımlarını üstlenecek güçlü erkekler etrafında toplandılar ve tek erkekli, çok dişili haremler oluştu!.. Harem içinde doğan yavrulardan dişiler tutulurken, oğullar babanın egemenliğini yıkabileceğinden, kimisi toprağa bereket getirsin diye, o tarihte inandıkları Tanrıya kurban edilmişler, paçayı kurtaranlar ise toplumdan dışlanmış ve harem dışına atılmışlardır!.. Daha da ötesi, rahip unvanıyla o haremde çalıştırılacak erkeklerin, erkeklikleri törenle kesilip, aynen kurban edilen oğul gibi, kanı toprağa akıtılırmış!.. Tabii; bu akan kanlar hep Tanrı adına ve toprağın bereketi için!.. Bu akıtılan kanlar, babanın kendini ve iktidarını garantiye almak isteğinden doğmuş olsa da, topluma kutsal görev diye yutturulmuştur!.. İnancın ve din adamlarının gücünü anlayın!.. Öyle inandırılıyorsunuz ki, kanı toprağa bereket getirecek diye oğlunuzu kesebiliyorsunuz!.. Bunu Allah adına törenle, şölenlerle yapabiliyorsunuz!.. Bu kadar keskin konuşmamın dayanağı, din kitaplarındaki; “Hazreti İbrahim oğlunu kurban etmek üzere iken, gökten inen ve Allah’ın; “Ey İbrahim, oğlunun yerine sana gönderdiğim koçu kes ve insanlara söyle artık bereket için oğul kanı değil, koçun kanı toprağa aksın” öyküsüdür!.. Doğrusu, bana da adını veren (göbek adım İbrahim) Hz. İbrahim, gerçekten o tarih için “Devrim” yapmış!.. Kim bilir, gökten koç indirilme olayına kadar, kaç erkek çocuk berekete kurban edildi ve herkes bunu huşu içinde seyretti?.. 16 Görüyorsunuz, insanların bir arada yaşamak gereksinimi bazı kurallar da getirmektedir!.. Doğal olarak, bu kurallarıda güçlü olan koymaktadır!.. Gene, doğal olarak bu kurallar güçlünün iktidarını korumak amaçlıdır!.. Bir de, bu toplulukta ortaya toplum içinde güçlünün arkasında yer almak isteyen ve bunun için inancı kullanan “Din Adamları” çıkar!.. Bir süre sonra,kurallar kutsallaştırılır ve artık gelen her kuşak bu kuralları tartışamadan kabul eder, inanır!.. Ve “Mahalle Baskısı” insanın üstüne çöker!.. Hele, bir kuralı tartış da gör!. Dışlanmak ne kelime, yok edilirsin!.. Dönelim geriye; kurban olmaktan kurtulabilen ve haremden dışlanan oğullar çiftleşme içgüdüsü uğruna, kadın bulmak için bekâr çeteleri kurarlar ve harem sahibi babalar ile aralarında bir savaş yaşanır!... Eş kapma savaşı!.. Harem sahibi ile çeteler arasındaki eş kapma savaşı, ya dişilerin eş değiştirebilmesi ya da harem liderinin öldürülmesi ile sonuçlanır!.. Yaşlı kuşağın, genç kuşak erkeklerle çatışması Yunan mitolojisinde Uranüs-Kronus, Kronus-Zeus savaşımına yansımıştır. Ayrıca Freud, totem ve tabu’da öldürülen babanın klanlarca tabulaştırılmasına işaret eder!.. Yıllarca süren bu kavgalar büyük bir gerilim yaratır!.. Günler geçer, yüzyıllar geçer ve bu gerginliği artık aşmak zorunda olan topluluk bir uzlaşmaya gider, artık oğullar haremden kovulmaz!.. Soysal birlik kurulur, ama tek şartla; babanın eşlerine dokunmamak!.. Oğullar için, kız kardeşlerle çiftleşme yasağı konur!.. Böyle olunca da, başka haremden kız kaçırma dönemi başlar!.. Artık, eş kapma yarışı biçim değiştirmiştir!.. Yeni kavgalar ve topluluktan kopuşlar yaşanır! Artık, insan, insanın kurdu olmuştur!.. Elbet, bu da toplulukta yeni bir gerilim yaratır!.. 17 Aşiret yapısı belirmiş ve çağlar boyu sürekli yenilenen “Toplumsal Uyuşmaları Arama Dönemine” girilmiştir. Aile açısından, babalar da kız eşlerinden vazgeçer ve soylar arası eş değişimi törensel-büyüsel bir eğlenceyle başlar!.. Düğün örfü yerleşir!.. Bu arada, gelişen avlanma tekniği yanında, insanoğlu tarım yapmağa başlamıştır!.. Tarım, insanoğlunun daha kolayına gelir ve hızla yeryüzüne yayılır!.. İhtiyaç fazlası ürün, ticareti doğurur!..Dolayısıyla, artık insan, belli bir toprakta yerleşik yaşamaya başlar!.. Doğal olarak da, yerleşik yaşamın getirdiği çelişkiler kendini hissettirir, sınıflar ortaya çıkar, köleliğin tohumu atılır!.. Kuşaktan kuşağa aktarılacak, buna uygun ahlâk kavramı ve inanç sistemi de gündelik yaşama yerleşir!.. Peki, “Kadın egemenliğinin ve anaerkil aile biçiminin göstergesi sayılan 25 bin ila 30 bin yıl önce yapılmış ve üst örneğine M.Ö altı bin yılın yarısında rastlanan, doğurganlığı, bereketi ve bunun etrafındaki dinsel alanı simgelediği düşünülen Ana Tanrıça figürleri nasıl yorumlanmalıdır?“ Bu yontular mobildir, taşınabilir, büyük göbekli, iri göğüslü, geniş kalçalıdırlar!.. Basit birer cinsel meta olabilecekleri gibi, gerçekten analığı ve anaçlığı da simgeleyebilirler!.. Söze ve büyüye açık eski toplum içinde, doğurganlık muskası işlevini de görebilirler!.. Kutsanıp, yüceltilebilirler, ama sihirsel din anlayışında tek ve üstün öğe değillerdir!.. Ayni figürlerin yanında, erkekliğin simgesi olan sabit boğa başları da bulunmuştur!.. Keza, erkek mezarların da onlarla gömülmüş mızrak uçları gibi malzemeler, kadın mezarlarında ise ayna, tarak gibi malzemeler bulunmuştur!.. Bunlara da bakınca, “Toplum düzeninde temel erkin kimin elinden olduğu” konusunda kesin bir hükme varmak mümkün gözükmemektedir!.. 18 Bir an Avrupa’da, özellikle de Anadolu toprakları ve çevresinde “Kadınlar egemenliğinin olduğunu” kabul edelim. Bu egemenliği yıkacak -ki yıkıldığı kesindir- büyük bir toplumsal dönüşümü görürüz!.. Site-Devletlerinin kurulması, arkadan imparatorlukların ortaya çıkışı!.. Devlet’in ticarette ve tarım üretiminde etkinliği kadını gözden düşürmüş, doğurganlığı bile işgücü kaybı sayılmıştır!.. Tek Tanrılı dinlerde de, kadın ilk günahın nedeni olarak horlanmış ve Ortaçağ’da “cadı” kisvesine büründürülerek yok edilmeye lâyık bulunmuştur!.. Bilir misiniz, Enkizisyon’ca “Cadı” diye nitelenerek yakılanların % 80’ni kadındır!.. Semavî dinlerce “Kadın, içinde şeytanı barındırandır da, ondan!..” Kısaca, insan topluluklarının geçmişinde, Erk’in tam olarak kadında olduğu bir dönem var mıdır? Siz değerlendirin!.. Çünkü tarih çağlarında ne Mezopotamya’da, ne Mısır’da, ne de Anadolu’da kadının yönetimsel gücünü görmemekteyiz!.. Keza, kadın İlkçağın özgün sistemi olan Atina demokrasisinde de kararlar için oy veremezdi!.. Ama o dönemlerde bile kutsal sayılan kadın yontuları mevcuttu. Sümerlerde İnana, Akkadlarda Aştar, Kenanlarda Astrte, Mısırlılarda İsis, Yunanlılarda Artemis ve Athena, Anadolu’da Kybele gibi!.. Zaten, dişilik, bütün çağlarda göz önünde tutulmuştur!.. Günümüzde de bir satış meta’ıdır!.. Modern sanatta, erkek ustalarının hâlâ ana öznesidir!.., 19 Ama bütün bunlar kadının egemen olmasına yetmez ve yetmemiştir!.. Karar mercilerinde hep erkekler vardır!.. Gerçi, günümüzde aile holdinglerinde, babadan gelen istek üzerine veya miras yoluyla kadınlar, karar organlarında yer alabilmektedirler!.. Dileriz, geleceğin güzelliklerinde “Erkekle eşit kabul edilen, dövülemeyen kadına” varırız!.. 20 BÜYÜK MİTOLOJİLERİN VE DE DİNLERİN YARADILIŞ EFSANELERİ Gelelim, Eski Mısır’daki Yaradılışa İsa’dan önce, dört bin yılları!.. Eski Mısırlılar, kadını Ana Tanrıça sayarlar ve kaz kılığında sembolize ederler!.. Bu efsaneye göre, kaz kılığında sembolize edilen Ana Tanrıça, ilk kozmik yumurtayı zaman folluğuna yumurtlar; bu yumurtadan da “Evren doğar!..” Daha sonra, Memphisli rahipler yumurtlama görevini, metal ve taş işçiliği ve tüm el zanaatlarının tanrısı olan “Ptah’a” yüklerler!.. Tanrı Ptah çömlek tezgâhında ilk yumurtayı yaratır ve şekillendirir!.. Güneş ve Ay yumurtasını da şekillendirir!.. Gene, Eski Mısır’da Ana Tanrıça inek olarak da sembolize edilirdi. Antik Mısır’da toprak çanak “Ana Tanrıçayı” sembolize ediyordu. Biralar, şaraplar, yağlar, hububat ve benzeri yiyeceklerle dolu olan çanaklar, canlıları cömertçe besleyen Ana Tanrıça’nın ürünleri olarak sunuluyordu. Zaten çanakları da, o dönemde kadınlar yapıyorlardı. Ve böylece Anaerkil döneme ait efsanenin yerini Ataerkil efsane almış oldu. 21 Hindu Dinindeki Yaradılış Hindu Mitolojisi'nde insan iki cinsli olarak yaratılıyor. Sonra erkek cins, karşı cinsi arzuluyor ve büyük gövdesini diğeriyle çiftleşmek için ikiye ayırıyor. Erkekle kadın iki ayrı gövde şeklinde biçimlenmiş oluyor. Bunu izleyen zincirleme üremeyi mitolojiden izleyelim; "Kadın düşündü: beni kendisinden yarattıktan sonra benimle nasıl birleşebilir? Utanılacak iş! Kendimi gizleyeceğim! Kadın inek oldu; erkek boğa olup onunla birleşti, böylece sığırlar doğdu. Kadın kısrak oldu; erkek aygır oldu. Kadın kancık oldu; erkek eşek olup onunla birleşti!.. Böylece bütün tek tırnaklı hayvanlar doğdu. Kadın dişi keçi, erkek de teke oldu. Kadın koyun, erkek koç oldu ve onunla birleşti; böylece keçiler ve koyunlar doğdu. Böylece, karıncalara kadar bütün çiftleri yarattı." Ne diyelim, iyi ki kadın kendini gizlemiş!.. Onun inekleşmesi ve sığır doğurması sayesinde dünya bugün sığırlarla doluuu!.. Hindu mitolojisinin önemli bir parçası olan ve yüz bin dizeyi aşan “Mahabbaharata” da kadın, ilahî güçlerin insanları sınamak, ya da yoldan çıkarmak için kullandıkları en büyük alettir!.. Kötülüklerin kaynağı ve iğfal edicidir O!.. Destan şöyle der; "Sana söyleyeyim oğlum, Brahma havaî kadınları nasıl ve hangi amaçla yarattı. Çünkü kadınlardan daha büyük kötülük yoktur. Havaî bir kadın, yanan bir ateştir; o Mayadan doğmuş hayaldir. Bıçağın keskin ağzıdır; zehirdir, yılandır, başlı başına ölümdür." 22 İşte size, ilk semavî dinin kutsal kitabı Tevrat’tan Tevrat “Tanrı ilk önce göğü ve yeri yarattı. Sonra ilk gün ışığı yaratıp beğendi ve karanlıktan ayırdı. İkinci gün, suların ortasında bir kubbe yaratıp, altta kalan suları yukarda kalan sulardan ayırdı; kubbeye de “Gök" dedi. Üçüncü gün bitkileri yarattı. Dördüncü gün, geceyi gündüzden ayırmak için iki yıldız yarattı. Büyük yıldızı (güneş) gündüzü ve küçük yıldızı (ay) da geceyi yönetmesi için görevlendirdi. Beşinci gün denizde yaşayan ve havada uçan hayvanları yarattı. Altıncı gün diğer canlı mahlûkları, sonra erkek ve dişi olarak (Âdem ve Havva) insanı yarattı. Böylece Tanrı işini bitirdi ve 7'ci gün istirahat etti.” 23 "Ve Rab Allah, Âdem’in üzerine derin uyku getirdi ve o uyudu ve O'nun kaburga kemiklerinden birini aldı ve yerini etle kapadı ve Rab Allah, Âdem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve onu Âdem’e getirdi ve "Âdem" dedi: "Şimdi, bu benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir; buna “Nisa” denilecek, çünkü o insandan alındı. Bunun için insan, anasını babasını bırakacak ve karısana yapışacaktır..." (Tekvin, BAP-4) Kaburga kemiği sert ve eğridir, doğrultmak istersen kırılır. Erkeğin kaburga kemiğinden yaratılan kadın, daha sonra cennette şeytanın sözüne uyarak Âdem’e yasak meyveyi yedirir. Tanrı kızar ve kadına şöyle bir yaşam çerçevesi çizer: "Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım; ağrı ile evlat doğuracaksın ve arzun kocana olacak, o da sana hâkim olacaktır." (Tekvin, BAP-3) 24 İşte size, semavî dinlerin ikinci kutsal kitabı İncil’den İncil “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde hareket ediyordu. Tanrı, “Işık olsun” diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa “Gündüz”, karanlığa “Gece” adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu. Tanrı, “Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın” diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı gök kubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Kubbeye “Gök” adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu. Tanrı, “Göğün altındaki sular bir yere toplansın, kuru toprak görünsün” diye buyurdu ve öyle oldu.Kuru alana “Kara”, toplanan sulara “Deniz” adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. 25 Tanrı, “Yeryüzü bitkiler, tohum veren otlar, türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin” diye buyurdu ve öyle oldu. Yeryüzü bitkiler, türüne göre tohum veren otlar, tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları yetiştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve üçüncü gün oluştu. Tanrı şöyle buyurdu: “Gökkubbede gündüzü geceden ayıracak, yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri, mevsimleri, günleri, yılları göstersin.” Ve öyle oldu. Tanrı büyüğü gündüze, küçüğü geceye egemen olacak iki büyük ışığı ve yıldızları yarattı. Yeryüzünü aydınlatmak, gündüze ve geceye egemen olmak, ışığı karanlıktan ayırmak için onları gök kubbeye yerleştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve dördüncü gün oluştu. Tanrı, “Sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, yeryüzünün üzerinde, gökte kuşlar uçuşsun” diye buyurdu. Tanrı büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan canlıları ve uçan çeşitli varlıkları yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, “Verimli olun, çoğalın, denizleri doldurun, yeryüzünde kuşlar çoğalsın” diyerek onları kutsadı. Akşam oldu, sabah oldu ve beşinci gün oluştu. Tanrı, “Yeryüzü çeşit, çeşit canlı yaratık, evcil ve yabanıl hayvan, sürüngen türetsin” diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı çeşit, çeşit yabanıl hayvan, evcil hayvan, sürüngen yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, “Kendi suretimizde, kendimize benzer insan yaratalım” dedi, “Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.” Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı’nın suretinde yarattı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsayarak, “Verimli olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun.” 26 İşte yeryüzünde tohum veren her otu, tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak. Yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara, sürüngenlere –soluk alıp veren bütün hayvanlara yiyecek olarak yeşil otları veriyorum.” Ve öyle oldu. Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu. (İncil, Çeviri 2009) Hıristiyan din adamlarına göre; ”İsa Mesih, güneşe sabit durması için emir vermişti ve güneş de sabit durmaktaydı. Yine, genel inanca göre dünya düz tepsi gibiydi. Bunu tartışamazdınız, yaşamak istiyorsanız, buna iman etmekten başka yol yoktu!..” M.Ö. 25.000-30.000 yıllarında ilkel insanların bir arada yaşamak mecburiyetinden söz ederken, ne demiştik; “Birlikte yaşamak ihtiyacı bazı kurallar da getirmektedir!.. Doğal olarak, bu kuralları da güçlü olan koymaktadır!.. Gene, doğal olarak bu kurallar güçlünün iktidarını korumak amaçlıdır!.. Bir de, bu birliktelikte ortaya, toplum içinde güçlünün arkasında yer almak isteyen ve bunun için inancı kullanan Din Adamları çıkar!.. Bir süre sonra, kurallar kutsallaştırılır ve artık gelen her kuşak bu kuralları tartışamadan kabul eder, inanır!.. Ve Mahalle Baskısı insanın üstüne çöker!.. Hele, bir kuralı tartış da gör!. Dışlanmak ne kelime, yok edilirsin!..” Tarihin sayfaları, “Bilimi savunmanın bedelini yaşamını yitirerek ödeyenlerle ve bunların karşısında dogmayı savunup, onların ölümüne karar verenlerle” doludur. Bu fasıldan sizlere birkaç örnek; Nicolaus Gökbilimci. Copernicus 27 (Kopernik,1473-1543) ”Dünyanın ve diğer gezegenlerin güneş etrafında döndükleri” kuralını açıklayarak, Kiliseyi karşısına almıştır. Giordano Bruno (1548- 1600) Önceleri bir tarikat (Dominikken) mensubu olan Giordano Bruno, Kopernik sistemi ile tanışınca tarikatı bırakmış, “Evrenin sonsuz ve eş dağılımlı olduğunu ve Evrende, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu” söyleyerek, Kilise ile aykırı düştü ve Engizisyonda yargılanarak din sapkını ilan edildi ve ölümle cezalandırıldı. Diri, diri yakılarak cezası infaz edildi. Giordano Bruno’nun tarihe geçen şu sözü meşhurdur; "Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar." Galileo Galilei ( 1564–1642) Modern fiziğin ve teleskopik astronominin kurucularından sayılan İtalyan bilim adamı. "İki Kâinat Sistemi Üzerine Konuşmalar" adlı eserini 1632'de yayınladı ve dünyanın döndüğünü savundu. Bu nedenle Kiliseye ters düştü. Yargılanarak ölünceye kadar ev hapsine mahkûm edildi. 28 İşte size, son semavî dinin kutsal kitabı Kuranı Kerim’den; Kuran Hz. Muhammed’e vahiy yolu ile gelen Kuranı Kerim’in; (Secde/4) suresinde; "Allah'tır ki gökleri, yeri, ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra arz (gök tabakaları) üzerinde egemenlik kurmuştur.” Enam-2, Hicri-26, Mümin un-12 ve Saffat-11 Ayet ve surelerde de; “Âdem’in balçıktan,” Nisa-1’de; “Havva’nın, Âdem’in vücudundan yaratıldığı” yazılıdır. 29 Sevgili Gençler, İslam’da “Yaratılışa” az mı yer verdim? Ancak, Semavi Dinlerin hepsinde aynı öykü!.. Bu da doğal! İnsanlık tarihinde orijinallik pek görülmüyor!.. Her felsefî teori, her buluş birbirinin devamı gibi!.. O nedenle, kısa tutmuştum!.. Ayrıca, dinlerin tarihine girmekte istemedim, çünkü o şarkıda söylenen gibi “Ciltlere sığmayan bir kitap olurdu!..” Birde korktum, okumaya başlamadan kitabımın kapağı kapanır mı, diye!.. İnsanlar haklı, ne okumaya zamanları var, ne sabırları!.. Hele, görsel yayıncılık geliştikçe!.. Ama beni dindaşlarım Yaratılışa” ek yapıyorum!.. eleştirmesin diye, “İslam’da Ne demiştim? İnsana doğuştan egemen olan iki içgüdü var, “Yaşama İçgüdüsü” ve “Üreme İçgüdüsü”!.. “Yaşama İçgüdüsüne = Ölüm Korkusu” da diyebiliriz. Bunun bir kanıtını İslam’da mevtayı yıkamada bulursunuz. Mevta yıkanır, çünkü ölürken refleks olarak bir boşalma olur! Eski Yunan ahlâkçılarından tarihçi Plutarque; “Dünyayı dolaşsanız; duvarsız, edebiyatsız, kanunsuz ve servetsiz şehirler bulacaksınız. Fakat mabetsiz ve mabutsuz bir şehir bulamayacaksınız”, Alman Filozofu ve din tarihi araştırmacısı Max Müller ise; 30 “Tapınma ihtiyacı insanla kardeştir. Vahşi ve medeni kavimlerde, hatta mağaralarda hayvanî bir hayat yaşayan insanlarda bile bu ihtiyaç vardır. Geriye doğru ne kadar gidersek gidelim dinsiz bir milletin yaşadığını görmüyoruz. Gezdiğimiz yerlerde bir mabede veya bir mabet kalıntısına rastlanılmamasına imkân yoktur”, Din tarihi araştırmacılarından Bünyamin Kostand’da; “Din duygusu insan tabiatına öyle yerleştirilmiştir ki, insan deyince akla bir de din gelmemesine imkân yoktur. Bu fikrin çeşitli şekillerde tezahürü, farklı dinlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur” demişlerdir. Öncelikle, ilkel dinlere bir göz attığımızda başta psikanalizci Freud, Lükres ve asrımızın fizik bilginlerinden Albert Einstein olmak üzere, bazı ilim adamlarının görüşüne göre, insanlardaki din duygusunun temeli “Korku ve Ümittir.“ Burada, aşağıdaki dörtlüğü anımsadım!.. İlkin söz müydü var olan, yoksa su mu? Yaşamak tutkusu mu, yoksa ölüm korkusu mu? Çağlar boyu bunca tanrı gelmiş, geçmiş, Bilmem, inanış düştüğümüz bir pusu mu? Tahsin Yaşamak Kimileri ve bazı din adamları da dinler için, “Bu duygu insanda doğuştan yoktur, insan bunu daha sonraki yaşadığı olaylar neticesinde elde etmiştir” demektedir. İşte korkularımız; anlayamadıklarımızı nitelemeğe ve “İnanca” bizi götürmüştür. 31 kutsallık olarak Uzatmayayım, İslam’a ek yapacaktım!.. O’nun kutsal kitabı olan “Kuran’a” gidelim; Araf Suresi 126’ncı ayetinde, firavunun gazabına uğrayan İsrail oğullarının yakarışında “Sen sırf rabbimizin ayetlerine inandık diye bizden öç alıyorsun.Rabbimiz bize dayanma gücü ver ve canımızı Müslümanlar olarak al, diyeAllah’a yakardılar” derken, Hz. Musa’nın dininin de Müslümanlık olduğunu, Yunus Suresi 72’nci ayette, Nuh Peygamberin kavmine seslenişinde “Size bildirdiklerimi kabul etmezseniz etmeyin. Zaten ben bunlar için sizden her hangi bir ücrette istemiyorum. Benim ücretimi ancak Allah verir. Ben Müslüman olarak Allah’a teslim olmakla emrolundum” derken Hz. Nuh’unda inancının Müslümanlık olduğunu, Bakara Suresi 132 ve 133’ncü ayetlerde “İbrahim kendisinin Allah’a olan davranışının aynısını çocuklarına da önerdi. Daha sonra Yakup da çocuklarına şunu öğütledi: ^Evlatlarım, Allah sizin için bu dini, İslam’ı seçti, Müslüman olarak hayatınızın sonuna kadar yaşamaya çalışın. Yakup ölürken tanık olsaydınız. O çocuklarına benden sonra kime kulluk edeceksiniz? Diye sormuştu. Çocukları da senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın Tanrısı olan tek Tanrıya kulluk edeceğiz, Biz Allah’a teslim olanlarız./Müslümanlarız“ diyerek, Yakup, İsmail, İshak Peygamberlerin ve onların evlatlarının da Allah’a teslim olan (Tek’in varlığına inanan) anlamında Müslümanlar olduğuna işaret ediyordu. Kur’anın Hac suresi 78 inci ayetinde; “Ve Allah uğrunda gereken çaba ve gayreti gösteriniz. O’dur sizi seçen. O, din konusunda size hiç bir zorluk yüklememiştir. Babanız İbrahim’in dininde de böyleydi. Peygamberin size tanık olması, sizinde insanlara tanık olmanız için, Allah, gerek daha önceki Tevrat, İncil ve diğer kitapları da, gerekse Kur’an’da size “Müslümanlar“ adını verdi. 32 Öyle ise, salat’ı (Namazı) ikame edin/vahiy ile bağlantıyı kesmeyin ve onunla temizlenin, Allah’a sımsıkı sarılın. Sizin Mevla’nız O’dur. Allah ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır.” ayetinde Semavi Dinlerin bir tek din olduğunu bize bildirmektedir. Müslim sözcüğü “Tek olan Allah’a inanan “ demektir. “İsl“ kelimesinden gelmektedir.“Tek olana inanan“ anlamındadır. Kuran’da Tevrat’ın 10 emri de yer alır. “Onlar, Tevrat’tan önceki ve sonraki bütün peygamberce insanlara tebliğ edilmiştir. İnsanlığın temel kurallarıdır.”Bununla İslam dini “Bütün insanlığı kucakladığını” bildirmektedir. Kur’anın Al-i İmran-3, Nisa-47, Maide 48, En’am-92, Yunus37, Yusuf-111, Fatır-31, Ahkaf-12, ayetlerinde “Kur’anın kendisinden önceki kitapları tasdik ettiği”, Bakara-52, 53, 87, En’am-154, Hud-110 ve 10 ayrı ayette de “Tevrat’ın Hz Musa ve Hz. Harun’a verildiği”, Al-i İmran-48-50, Maide-110 da “Tevrat’ın Hz. İsa’ya öğretildiği”, Al-i İmran 48, Maide-46 ve Hadid-27 de “İncil’in Hz. İsa’ya verildiğinin bildirildiği”, Kasas-43-46, Ahkaf-12 ayetlerde “Tevrat’ın, Kur’andan önce insanlara bir rahmet olduğu, Al-i İmran3-4 ve Maide 46 ayetlerde de “İncil’in, Kur’andan önce insanlara bir rahmet olduğu”, Yine Bakara-135-137, 285, Al-i İmran 84 ve Nisa-150-152 ayetlerde de “Müminlerin peygamberler arasında bir ayırım yapmaması”, Şuara 193-197 ayetlerde “Şüphesiz Kuran, Âlemlerin Rab’inin indirmesidir. Ey Muhammed, apaçık Arap dili ile uyaranlardan olman için O’nu Cebrail senin kalbine indirmiştir. O daha öncekilerin kitabında da zikredilmiştir. İsrailoğulları bilginlerinin bunu bilmeye bir delilleri yok muydu?” hükmüyle, daha sonra Kuran’nın indirileceğinin ve dinleri tamamlayacağının bildirildiğini vurgulamaktadır. 33 Ya açar bakarız nazım-ı celil’in yaprağını, Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağını. İnmemiştir hele Kuran, bunu hakkıyla bilin, Ne mezarlıkta okumak, ne de fal bakmak için. Mehmet Akif Ersoy Nazım-ı celil = Büyük düzen, Tanrı düzeni 34 Âdem ile Havva Öyküsü “Semavî Dinler” dediğimiz tek Tanrılı dinlerin hepsinde bir de Âdem/Havva öyküsünü buluruz!.. Şimdi bu öyküyü anımsayalım; “Babamız Âdem ve anamız Havva cennette, ölümsüz ve sorunsuz, yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında, yaşamaktalar!.. Gel gör ki; Havva anamız dayanamaz ve Tanrının yasakladığı ağacın meyvesinden Âdem babamıza yedirir!.. Tanrı,insan soyunu lânetler!.. “Ey insan, sen artık ölümlüsün ve yaşadığın sürece didinip, boğuşacaksın!..” İşte, Havva Anamız ve Âdem Babamız şeytan ve yılanla birlikte cennetten böyle kovulur!.. Ve o gün, bugün yaşayabilmek için çırpınıp, didinir, acımasız doğa ile kavga veririz!.. Yalnız doğa ile mi? İktidar gücünü elinde tutan insanlarla da!.. Yukarıda söylemiştim ya, “İnsan, insanın kurdu olmuştur” diye!.. 35 Hatta, Tevrat’ın tekvin bölümünde ve Hıristiyan kateşizminde, insan neslini yok edecek “Tufan” da bir cezadır!.. Şöyle ki; “Nuh, peygamber niteliklerini taşıdığı için, ona önceden tufandan haber verilmiş, Tanrının sevgili kulu olan Nuh da, sedir ağaçlarından büyük bir gemi yapmış ve her canlıdan bir çifti ölümden kurtarmıştır. Nuh, tanrıya ibadeti gemi içinde de yaptığı için, tanrı ona gökkuşağını göstererek tufanın bittiğini müjdeler. Ancak, insan soyunun üzerindeki bu lânet, Nuh’un oğlunun babasına ihanet etmesi gibi benzeri olaylarla devam eder. Buna rağmen, Allah kendisi için oğullarını dahi kurban etmekten çekinmeyen İbrahim’e koç göndererek gene merhametli davranır. Nihayet, insanları çok seven Allah, insanın üstünden lâneti kaldırmak için, kendi kutsal ruhunun insan şeklinde doğmasını, bu çilenin bu ruh tarafından çekilmesini ve onun en ıstıraplı şekilde ölmesini sağlar. İşte, İsa Peygamberin doğuşu, hayatı ve çarmıhta can vermesinin sebebi budur. Bu şekilde İsa, insanı ilk günahın lanetinden kurtarmış olmaktadır.” Bu sebeple, İsa’ya Kurtarıcı = Halaskâr = Redempteur denir!.. 36 İslamiyet’e gelince; Aynı öykü, İslamiyet’te de var!.. İslam’a göre; “Âdem ile Havva cennetten kovulmayı gerektiren bir günah işlemişlerse de, bütün insan soyu lanetlenmemiştir. Bu sebeple, ilk günahın kefaretinin ödenmesi için İsa’nın Allah’ın oğlu gibi doğup, çile çekmesi ve çarmıha gerilerek ölmesine gerek yoktur. Musa ve İsa Allah’ın kelâmını duyurmak için gönderilmiş elçilerdir ve bunların sonuncusu da Muhammet’dir.” Tek Tanrılı dinlerin değişik yorumları ile dinlediğiniz bu öykü doğru mu, değil mi? Hiç önemli değil!.. Gelin, bu Âdem ile Havva’nın dünyaya sürülüş öyküsüne, bir de başka bir pencereden bakalım!.. Düşünüyorum; “Âdem ile Havva’nın dünyaya sürülüş öyküsü altında, insanın kulluktan kurtuluşu ve insanın özgürlüğe kavuşması yok mudur? Cennetin rahatlığından ve ölümsüzlüğünden, dünyanın zorluklarına gidiş!.. Bunu, insan için bir bağımsızlık olarak niteleyemez miyiz?.. Evet, ölümlü olarak cennetten kovulmuştur!.. Atıldığı dünyada yalnızdır,fakat özgürdür!.. Artık, her şey insanın iradesine kalmıştır!.. Bilinçlenme ve çalışma da bu özgürlüğün ürünüdür!.. Zaten, insanın, var sayılırsa meleklerden üstünlüğü de burada değil mi? Evet, melekler cennetteler, ekmek elden su gölden yaşıyorlar, çalışmada yok, ölüm de yok, fakat onlar için bilinçlenme de yok! Tanrı onları nasıl yarattı ise, orada öyle kalacaklardır. Örneklersek, iyilik melekleri istese de kötülük yapamayacaklardır!.. 37 Oysa, biz insanlar özgürüz, iyi olmak da, kötü olmak da irademizde!..Bu yüzden insan; melekler dâhil her yaratılmıştan üstündür, yücedir!.. Melek, elinde mi kötü olmak senin? Bak iyilik, işte kötülük. Bunlar benim için!.. Yüceyim, üstünüm, özgürüm Ben insanım!.. Önder Limoncuoğlu (30 Nisan 1962, Site Talebe Yurdu) 38 Antik Çağ’da Tanrılar Eski Yunan'da, kaynağı Anadolu, Girit ve Mezopotamya olan, “Çok Tanrılı” bir din anlayışı vardır!.. Her Tanrı için bir destan yazılmıştır!.. Bu inanışı, destanları yazan şairler şekillendirmişlerdir!.. Bu inanışta Tanrı’lar insan şeklindedir!.. Her Tanrı’nın adı, görevi ve etki alanı bellidir!.. Bu inanışa göre; “Bir kısmı erkek ve bir kısmı dişi olan bu Tanrı’lar, insanlar gibi evlenen, yiyip-içen,çoluk-çocuk sahibi ve iyikötü olan; ama insanlardan daha güçlü, güzel ve ölümsüz varlıklardı. Ölümsüzlükleri ise, nektar adlı hayat suyunu içiyor olmalarından geliyordu!..” Eski Yunanistan’daki devlet örgütlenmesi anlayışı dine de yansımıştır!.. Yunan asillerin kralın etrafında toplanması gibi, “Tanrı’larında, baş Tanrı Zeus’in etrafında toplanarak, Yunanistan'ın en yüksek dağı Olimpos'ta oturduklarına” inanılıyordu!.. 39 Başta gelen üç büyük Tanrı olan Tanrılar kıralı Zeus, denizler tanrısı Poseidon ve yer altı ve ölüm tanrısı Hades kardeştiler!.. Baş Tanrı Zeus; Tanrıların ve insanların babası olan gök tanrısı idi!.. Karısı Hera; kadınların koruyucusu olan, kadınlara evlenme ve doğum gibi konularda yardım eden bir Tanrıça idi. Güneş Tanrısı Apollon, kasırga, ateş ve savaş Tanrısı Ares, rüzgâr Tanrısı Artemis, aynı zamanda bu ikili baş Tanrı Zeus’un çocukları idi!.. Bu tanrıların dışında zekâ ve savaş Tanrıçası Demetir, şarap ve eğlence Tanrısı Diyonisos da önemli tanrılardı!.. Denizköpüğünden olduğuna inanılan güzellik ve aşk Tanrıçası Afroditdoğu dünyasından gelme bir Tanrıça idi!.. Büyük Tanrıların dışında bir de “Yarı – Tanrılar” vardı. Şehrin kurucusu ve eski kahramanlara yarı-tanrı gözüyle bakılırdı!.. Eski Yunan inanışlarına göre bunlar; genellikle bir tanrı ile bir insanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş kimselerdi (Herkül, Aşil vb.). Yunan Kralları soylarını bu yarı tanrılardan birine bağlamaya önem verirlerdi!.. Eski Yunanlılar tanrılarına kendi anlayışlarına göre ve istedikleri gibi ibadet ederlerdi!.. Yunanlılar tanrılarını memnun etmek ve kötülüklerden korunmak için onlara ibadet ederler, kurban keserler, bunu da istedikleri yerde ve biçimde yapabilirlerdi!.. Sadece büyük Tanrı’lar şerefine belli zamanlarda toplu oyunlar ve şenlikler düzenlenirdi!.. Araba yarışı ve spor karşılaşmaları gibi!..Olimpos dağı eteklerinde dört yılda bir düzenlenen ve ilki M.Ö. 776’ da yapılan Olimpiyat Oyunları gibi!.. Altı gün boyunca süren bu dinî nitelikli spor yarışlarına çıplak olarak katılan gençler, çeşitli dallarda yarışırlar, birinci gelenlerin başına bir çelenk konur ve heykelinin yapılmasına izin verilir ve ülkesinde törenlerle karşılanır ve saygınlık kazanırdı!.. 40 Bunun dışındaki en belirgin ibadet şekli, saçı saçmak ve kurbandı!.. Tapınaklar ibadet yeri değildi; buralarda sadece Tanrı heykelleri ve Tanrılarla ilgili kutsal eşyalar saklanır, önünde de dini törenler yapılırdı!.. Bu esaslar üzerinde gelişen Eski Yunan Dini'nin özelliklerini şöyle sıralamak mümkündür; 1) Bu dinde, din adamları sınıfı yoktur. Tanrıların eşyalarına ve heykellerine bakan rahipler birer devlet memuru olup, doğu toplumlarındaki gibi ayrıcalıklı bir sınıf oluşturmuyorlardı!.. 2) Bu dinde, bireyin giderek kişiler karşısında da alçalma duygusunu geliştiren (etek öpme, el bağlama gibi) Tanrılar karşısında alçalma anlayışı yoktu!.. 3) Bu dinde soru sormaksızın, tartışmaksızın, akıl yoluyla değil iman yoluyla inanılan dogmalar yoktu!.. Dolayısıyla, bilim ve felsefe çatışması genelde yaşanmadı!.. İşte, İman isteyen dogmatik din anlayışının olmaması, Eski Yunan’ da bilim ve felsefenin daha kolay gelişmesine yardımcı oldu!.. 4) Dini yayma çabası, dinî propaganda ve din uğruna fedakârlık yoktu!.. 5) Eski Yunan dininin kutsal kitabı yoktu!... Bu da temel bir çerçevenin olmamasına, dolayısıyla da dinsel yapıya ilişkin tüm düşüncelere açık olmasına ve onlardan etkilenmesine yol açmıştır. 6) Bu dinde bugünkü anlamda günah kavramı yoktur. Sadece kusur işlemek söz konusudur!.. Eski Yunanistan’da “Tek Tanrı/Vahdet İnancı” bazı aydınların kafasında yer edinip kabul görmekle birlikte, halk arasında bu görüş yayılmadı. 41 Zaman, zaman bazı din devrimcileri, yeni inanç biçimleri (örneğin Hint inancından esinlenen Orfeus gibi) ortaya attılarsa da fazla itibar görmedi. Ne var ki, iktidar gücünü elinde tutanlar, bu Antik dini de iktidarlarını korumak için kullandılar!.. Örnek olarak; Sokrat’ın “Gençlere dini kötülüyor” gerekçesiyle, baldıran otu ile zehirlenmesini gösterebiliriz!.. Yukarıda, Eski Yunan dininin özelliklerini sayarken, “Bu dinin kutsal kitabı olmadığından,iman isteyen dogmatik din anlayışının bu dinde görülmediği ve bunun da, Eski Yunan’da bilim ve felsefenin daha kolay gelişmesine yardımcı olduğundan” söz ettim!.. Evet, dinin bu yapısı, o çağda oralarda yetişen filozofların, dogmaları tartışmasına olanak tanımıştır!.. Bu da, bizi sorgulayıcı akla götürmüş ve insanlık “Aydınlık Devir” dediğimiz “Bilim Çağına” sorgulayıcı akıl ile ulaşmıştır!.. Girişte söylemiştim, size vermek istediğim ilk değer de bu, Sorgulayıcı akıl!.. Yukarıda sözünü ettiğim Kutsal kitapların ve hatta bütün kitapların varlık sebebi de; “Topluluk içinde yaşayan insanları, nasıl kurallar vaaz ederiz de, daha olanaklı ve mutlu yaşatırız” dır. Bu kitapları getiren veya yazanların hepsi, içi insan sevgisiyle dolu güzel insanlardır. Bizler için üzülmüşler, düşünmüşlerdir. Demek, düşünebilmek, sorgulayabilmek en güzel bir değer! İşte, benim de meselem bu!.. onların yolundan gidelim; “Neden? Acaba?“ diyerek sorgulayıcı akla varalım. Hadi, Niçin? Nasıl? O bizi, “Bilimin ve buluşların sonsuzluğuna götürecektir!..” 42 Bilim’de Yaratılış Sevgili Gençler, Artık 21. yüzyıldayız, din yorumlarıyla evrenin oluşumunu açıklamağa çalışmak insanları doyurmuyor!.. Siz ister “Tanrısal fışkırma” deyin, ister “Büyük patlama veya kısaca Bing, Bang” deyin bilim evrenin oluşumunu “Büyük boşluk içinde enerjiye bağlı olarak meydana gelendir. Zamanda, o andan başlamıştır” yorumuna bizi götürmektedir. Bu konuda üç bilgine kitabımda yer vereceğim. Bunlardan Darwin biyolog, Einstien fizikçi, Stephen Hawking matematikçi olmasına rağmen hepsi birer Doğa Tarihçisi olup, “Evren neden meydana gelmiştir” sorusunu sormakla, birer filozofturlar. İster Tanrısal fışkırma, ister büyük patlama deyin? İster “Bing, Bang” deyin!.. Yaşamın nasıl meydana geldiğini açıklayan Darwin’in Evrim Teorisi olan; “Önce cansızlar alemi meydana gelmiş, sonra güneş sistemleri oluşmuş, en azından dünyamızda yaşam ortaya çıkmıştır. Cansız diye nitelenen kimyasal elemanların, uygun ortam bulduklarında hayatın yapı taşları olan “RNA” ve “DNA” moleküllerine dönüştüklerini, buradan da; önce tek hücreli canlıya, sonra çok hücreli canlıya ve daha sonra memelilere, maymunlara, nihayet insana ulaşılmıştır” savı bile bugün tartışılıyor!.. Elbet tartışılacaktır!.. Evrim sonsuzdur!.. 43 Gelin bakalım, “Bing, Bang” tan yola çıkarak başkaları ne diyorlar? Diyorlar ki; “Evren; nasıl ki, düz bir yerde bir tepe yaparken toprağı aldığınız yer o oranda çukur kalırsa, işte evrende açığa çıkan enerjinin karaboşlukta bıraktığı çukurdur. Zamanda o andan başlamıştır.” Acaba bu teoriler doğru mu? İster doğru olsun, ister olmasın, ben bunları niçin yazıyorum? “Giriş” te de söyledim, benim amacım soran ve düşünen insana varmak!.. Çünkü, Evrimi “Neden? Niçin? Nasıl? Acaba?” diyen sorgulayıcı kafa fark edebilir. Bu kafa yapısına, özgür ve ön yargılardan kurtulmuş düşünen insanla erişilebilir. Bu insan o kadar özgür bir insan ki, kendinden bile kurtulmuş!.. Buna “Kendini Bilmek” de diyebilirsiniz!.. Felsefe insanı işlerken hedefinin; “Evrende hiçbir şeyin ve varılan sonuçların mutlak ve değişmez olmadığını bilecek, hiçbir sonuca asla iman etmeyecek, her sonuç belki değişebilir diye düşünüp, tekrar deneyecek kadar özgür ve bağımsız düşünebilen insana” ulaşmak olduğunu, görebiliyorum!.. Tek cümleyle bu kitabın yazılma hedefi bu!.. Öğrenimin, okumanın hedefi de bu olmalı!.. Eğer, böyle düşünebilen insana ulaşamazsak, dogmatikleşiriz!.. Artık, orada özgür ve bağımsız insanlar değil, rahipler oluşur. İşte, bu sebeple ben Felsefede, “Düşünebilmeği enginlik”, “Hakikati sonsuzluk” diye anlıyor, tanımlıyorum. Burada, “Hakikat” sözcüğü yerine, “Evrim” sözcüğünü yerleştirebilirsiniz. 44 Charles Darwin ve Evrim Teorisi Charles Robert Darwin (12 Şubat 1809 – 19 Nisan 1882), İngiliz biyolog ve doğa tarihçisi. İmzası 45 Darwin'in fikirleri üzerine inşa edilen modern evrim teorisi, bugün biyoloji biliminin temeli ve birleştirici öğesidir. “Evrimin gerçekleştiği gerçeği” Charles Darwin'in yaşadığı dönemde, “Doğal seçilim teorisinin evrimin ana açıklaması olduğu” ise 1930'lu yıllarda bilim dünyası tarafından kabul görmüştür. Bunun anlaşılabilir özeti şudur; “Önce cansızlar alemi meydana gelmiş, sonra güneş sistemleri oluşmuş, en azından dünyamızda yaşam ortaya çıkmıştır. Cansız diye nitelenen kimyasal elemanların, uygun ortam bulduklarında hayatın yapı taşları olan “RNA” ve “DNA” moleküllerine dönüştüklerini, buradan da; önce tek hücreli canlıya, sonra çok hücreli canlıya ve daha sonra memelilere, maymunlara, nihayet insana ulaşılmıştır!.. Darwin'in orijinal teorisi modern evrimsel biyolojinin temelini oluşturmakta, hayatın çeşitliliği üzerine birleştirici bir mantıksal açıklama sunmaktadır. Darwin'in doğa tarihine duyduğu ilgi, önce Edinburgh Üniversitesi'nde tıp, sonra Cambridge Üniversitesi'nde Teoloji = Din okurken gelişti. Beagle gemisinde yaptığı beş senelik yolculuk sırasında, zamanın meşhur jeologu Charles Lyell'ın ortaya attığı, geçmişteki jeolojik süreçlerin bugünkülerle aynı olduğunu savunan teoriyi destekleyecek pek çok gözlem yaptı ve iyi bir jeolog olarak ünlendi. Aynı yolculukta, canlıların coğrafi dağılımı ve fosiller üzerine yaptığı dikkatli gözlemler sonucunda, türlerin birbirine dönüşümüyle ilgilenmeye başladı ve 1838'de “Doğal seçilim” fikrini geliştirdi. 46 Daha önce benzer fikirlerin Kilise tarafından “Sapkınlık" olarak nitelendirildiğini ve bastırıldığını görmüş olduğundan, uzun süre fikirlerini en yakın arkadaşları dışında kimseye açmadı. Olası itirazlara en iyi şekilde cevap verebilmek için araştırma yapmaya ve kanıt toplamaya başladı. 1858'de Alfred Russell Wallace'dan aldığı bir mektubu okuyunca, Wallace'ın da kendisininkine benzer bir teori geliştirdiğini anladı ve nihayet teorisini yayımlamaya karar verdi. 1859'da yayımladığı On the Origin of Species (Türlerin Kökeni Üzerine) adlı kitabı, “Canlıların ortak atalardan evrilerek çeşitlendiği” fikrinin geniş kabul görmesini sağladı. Daha sonra yayımladığı The Descent of Man, and Selection in Relation to Sex (İnsanın Türeyişi, ve Cinsiyete Mahsus Seçilim) kitabında insan evrimini ve cinsel seçilim fikrini inceledi. The Expression of the Emotions in Man and Animals (İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi) adlı kitabında ise insanların ve hayvanların duygularını ifade ediş şekilleri arasındaki benzerlikleri ortaya koydu. Darwin, 12 Şubat 1809'da İngiltere'nin Shropshire bölgesindeki Shrewsbury kasabasında, Robert ve Susannah Darwin'in beşinci çocuğu olarak The Mount'ta dünyaya geldi. Babası Robert Darwin ve baba tarafından dedesi Erasmus Darwin ünlü doktorlardı. Annesi ise zengin bir çömlek imalatçısı olan Josiah Wedgwood'un kızıydı. Darwin Temmuz 1817'de, henüz sekiz yaşındayken, annesini kaybetti. Eylül 1818'de ise Shrewsbury Okulu'nda yatılı öğrenci olarak eğitime başladı. 1825'te mezun olan Darwin, bir süre babasının yanında stajyer doktor olarak çalıştıktan sonra İskoçya'daki Edinburgh Üniversitesi'nin tıp fakültesine yazıldı. Fakat cerrahlığa bir türlü ısınamadı ve tıp derslerini boşlamaya başladı. 47 Okulda çalışan Guyana kökenli azledilmiş bir köleden taksidermi (hayvan doldurma) sanatını öğrendi. Doğa tarihiyle ilgilenen öğrencilerin kurduğu Plinius Topluluğu'na (Plinian Society) katıldı. Öğretmeni Robert Edmund Grant'ten Jean-Baptiste Lamarck'ın evrim teorisini öğrendi ve Grant ile beraber deniz canlılarını inceleyip, ortak atalardan evrilme teorisini destekleyen homoloji (Farklı canlı türlerinde aynı temel yapıya sahip organların bulunması) örnekleri buldu. Darwin'in tıp eğitimini iyice boşladığını farkeden babası, 1827'de onu Edinburgh'dan alarak Cambridge Üniversitesi'ne bağlı Christ's College'a yazdırdı. Darwin'in teoloji okuyup bir din adamı olmasını umuyordu. Ama, onun ilgi alanı “Doğa Tarihi” idi. 1831 sonbaharında HMS Beagle gemisiyle iki yıl sürecek Güney Amerika yolculuğuna çıktı!.. Darwin'i taşıyan HMS Beagle'ın 1831-1836 yılları arasında izlediği rota HMS Beagle'ın yolculuğu iki yerine beş yıl sürdü. Darwin, yolculuk boyunca çok çeşitli jeolojik oluşumlar, fosiller ve canlılar keşfetti ve bunlardan örnekler topladı. Fırsat buldukça Cambridge'e keşiflerini anlatan ayrıntılı mektuplar yazıyor, topladığı ilginç örnekleri postalıyordu. 48 Bu sayede, kendisi uzakta olmasına rağmen, İngiliz doğabilimcileri arasında ünü epey yayıldı. Yolculuk boyunca tuttuğu günlüğüne, doğa bilimsel keşiflerinin yanı sıra, karşılaştığı değişik insan topluluklarıyla ilgili kültürel ve antropolojik gözlemlerini de yazıyordu. Darwin, Batı Afrika açıklarındaki Santiago adasında, yüksek volkanik kaya yamaçlarında mercan ve deniz kabuğu kalıntıları bulunca, bu yamaçların bir zamanlar deniz altında bulunduğunu ve Lyell'ın söylediği gibi çağlar boyunca yavaş, yavaş yükseldiğini anladı. Darwin yolculuk boyunca pek çok önemli jeolojik keşif yapacaktı. Patagonya'da gördüğü, deniz kabukluları ve çakıldan oluşan geniş düzlüklerin yükselmiş sahiller olduğunu tahmin etti ve Şili'de bir deprem sonrasında deniz seviyesi üstünde kalmış midye yatakları gözlemleyince, kıyının deprem sonucu yükseldiğini anladı. Darwin Güney Amerika'da, soyu tükenmiş devasa memelilere ait fosiller buldu. Bu fosillerin bulunduğu katmanlarda modern deniz kabuklularına ait kalıntılar da vardı, yani bu memelilerin soyu yakın zamanlarda, herhangi bir iklim değişikliği ya da felâket olmadan tükenmişti. (Darwin'in zamanında yaygın görüş, fosillerin Nuh tufanı benzeri büyük felâketlerde ölen hayvanlar olduğuydu.) Galápagos Adaları'ndan pek çok "alaycıkuş" (mockingbird) örneği topladı ve bu kuşların yaşadıkları adalara göre ufak fizyolojik farklar gösterdiklerini fark etti. Yerel İspanyolların, bir kaplumbağanın görünüşüne bakarak hangi adadan geldiğini anlayabildiklerini öğrendi. (İngiltere'ye dönüş yolculuğunda notlarını düzenlerken, "Alaycıkuşlar ve kaplumbağalar hakkındaki şüphelerim doğruysa, türlerin değişmezliği fikri sarsılacaktır" diye yazacaktı.) 49 Avustralya'da gördüğü keseli sıçan-kangurular ve ornitorenkler Darwin'i o kadar şaşırttı ki, dünya canlılarının iki ayrı yaratıcı tarafından yaratılmış gibi olduklarını düşündü. Darwin, insan toplulukları arasındaki yaşayış farklılıklarını, ırksal gelişmişlikle değil, kültürel gelişmişlikle açıklıyordu. Güney Amerika'da şahit olduğu kölelik kurumundan hoşlanmıyor, Avrupalı kolonilerin Avustralya ve Yeni Zelanda'daki yerli halklara verdiği zarardan üzüntü duyuyordu. Bu arada, İngiltere’de Matematikçi ve filozof Charles Babbage'ın başını çektiği bir grup “Tanrı'nın Dünya'daki hayatı özel bir mucize aracılığıyla değil, doğa kanunları aracılığıyla yarattığını” savunduğu için, Darwin'in Edinburgh Üniversitesi'nden hocası Robert Edmund Grant ve Dr. James Gully gibi bir grup bilim adamı ise “Türlerin birbirine dönüşebildiğini” savunduğu için, çoğunluk tarafından sapkınlıkla ve toplumsal düzeni bozmaya çalışmakla suçlanıyordu. Nisan 1837'ye gelindiğinde Darwin, anakaradan göç edip farklı adalara yerleşen kuşların, zaman içinde bir şekilde değişiklik geçirip farklı türlere dönüştüklerini anlamıştı. Temmuz ayında, her zamanki günlüğünün yanı sıra, türlerin birbirine dönüşümüyle ilgili fikirlerini yazdığı gizli bir "B" günlüğü tutmaya başladı ve bu günlüğün 36. sayfasına ilk kez bir evrim ağacı çizdi. Darwin’in defterine çizdiği Evrim Ağacı 50 Thomas Malthus'un An Essay on the Principle of the Population (Nüfus Prensibi Üzerine Deneme) adlı yazısı Darwin için önemli bir esin kaynağı oldu. Malthus bu yazısında; “İnsan nüfusunun aslında çok büyük bir hızla (her 25 yılda ikiye katlanarak) çoğalma potansiyeli olduğunu, ama hastalık, savaşlar ve açlık sayesinde nüfusun kontrol altında tutulduğunu” anlatıyordu. (Yerimi bilmem, bir avcı gözlemi, “Bıldırcın kurak yıl olacağını hissetti mi, besleyemeyeceği için üzerinde yattığı yumurtalarda birini yuva dışına itermiş!.) Darwin, aynı prensibin tüm organizmalara uygulanabileceğini fark etti. Tüm canlı türleri, mevcut kaynakların izin verdiğinden çok daha fazla yavru üretiyor, yavrular arasında zayıf olanlar çok geçmeden ölüyor, güçlü olanlar ise hayatta kalarak yeni yavrular meydana getiriyor ve kendilerini güçlü yapan özellikleri yavrularına aktarıyorlardı. Böylece türler kuşaktan, kuşağa değişerek çevrelerine daha iyi uyum sağlıyorlardı. Bu teorisini ilk defa 28 Eylül 1838'de günlüğüne yazdı. Darwin, doğal seçilim fikrinin temelini atmıştı ama şüpheci meslektaşlarını ikna etmek için çok çalışması gerektiğinin farkındaydı. Jeoloji Cemiyeti'nin Aralık 1838'deki toplantısında, evrim fikrini savunan eski hocası Robert Edmund Grant'e nasıl şiddetle karşı çıkıldığına bizzat şahit olmuştu. Teorisini destekleyecek kanıtlar bulabilmek için hayvan yetiştiricileri ile görüşmeye ve bitkiler üzerinde deneyler yapmaya devam etti. 1842 başlarında Darwin, Lyell'a fikirlerini açıklayan bir mektup yazdı. Her canlı türünün kendi başlangıcı olduğunda ısrar eden Lyell, jeoloji alanında müttefiki olan Darwin'in bunu inkâr etmesine çok üzüldü. Mayıs 1842'de Darwin'in mercan kayalıkları üzerine yazdığı eser yayımlandı, aynı sıralarda Darwin, doğal seçilim teorisinin bir kabataslağını kâğıda döktü. 51 Ocak 1844'te fikirlerini botanist arkadaşı Joseph Dalton Hooker'a açan Darwin kendisini "bir cinayeti itiraf ediyormuş gibi" hissediyordu!.. Ama Hooker, Darwin'in teorisini beğendi. Ekim 1844'te anonim olarak yayımlanan ve “İnsan dahil tüm canlıların ilkel formlardan dönüşerek ortaya çıktığını” savunan Vestiges of the Natural History ofCreation (Yaradılışın Doğal Tarihinden İzler) adlı kitap, doğabilimciler tarafından yerden yere vurulunca, Darwin teorisi konusunda ne kadar dikkatli olması gerektiğini bir kez daha anladı. 1850 Haziran'ında çok sevdiği kızı Annie ciddi şekilde hastalanınca, kendi kronik kötü sağlığının kalıtsal olduğunu tekrar düşünmeye başlayan Darwin, Nisan 1851'de Annie'nin ölümüyle iyilik sever bir Tanrı'ya olan tüm inancını yitirdi. 1856 başlarında “Doğal Seçilim” başlıklı bir kitap yazdı.. Kitap için Wallace dahil pek çok meslektaşıyla yazışıyordu. Bunlardan Wallace ona, insanın kökenine değinip, değinmeyeceğini sorduğunda, "Önyargılarla çevrili bu konudan" uzak duracağını söyledi. On the Origin of Species by Means of Natural Selection, or The Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life (Doğal Seçilim ile Türlerin Kökeni, veya Hayat Mücadelesinde Ayrıcalıklı Irkların Korunumu Üzerine) adındaki kitabı, 22 Kasım 1859'da ilk defa kitapçılara dağıtıldı. Kısa sürede büyük popülerlik kazanan ve ilk baskısı tükenen kitap, doğal seçilim fikrini ayrıntılı gözlemlere ve dikkatli mantıksal çıkarımlara dayanarak savunuyor, bazı olası itirazlara da önceden cevap veriyordu. Kitapta insan evrimine doğrudan değinilmiyor, sadece teorinin "İnsanın kökeni ve tarihine de ışık tutabileceği" söyleniyordu. Giriş kısmında yazdığı bir cümle, Darwin'in teorisini basitçe özetliyordu. Şöyle ki; 52 “Her canlı türü, yaşaması mümkün olandan daha fazla birey doğurduğundan ve bunun sonucu olarak sık, sık tekerrür eden bir hayatta kalma savaşı mevcut olduğundan, yaşamın karmaşık ve zaman, zaman değişen koşullarında kendisine fayda sağlayacak herhangi bir değişikliğe sahip olan her canlı, hayatta kalmada daha yüksek şansa sahip olacak ve doğal olarak seçilecektir. Kuvvetli kalıtım prensibi sayesinde, seçilen her cins kendi yeni ve değişik formunu yayma eğiliminde olacaktır.” Darwin'in kitabı çok büyük bir ilgiyle karşılandı ve geniş çaplı bir tartışma başlattı. Darwin, kitabının yarattığı tartışmaları yakından takip ediyor, kitap hakkında yayımlanan eleştirileri, yorumları ve karikatürleri özenle kesip saklıyordu. Kitapta doğrudan yer almayan "İnsanın hayvandan geldiği" iddiası, eleştirilerin ana hedefiydi. İngiltere Kilisesi'ne bağlı nüfuzlu bilimadamları ki, bunlara Darwin'in eski öğretmenleri Adam Sedgwick ve John Henslow da dahildi, açıkça kitaba karşı tavır aldılar!.. Ancak, pek çok genç doğa bilimci kitaba olumlu tepki verdi. 1860'da yedi Anglikan teolog tarafından yayımlanan Essays and Reviews (Deneme ve Eleştiriler) adlı kitap, Darwin'in teorisini desteklediği için Kilise’den büyük tepki aldı. “Türlerin Kökeni” üzerine en meşhur tartışma, Haziran 1860'da “British Association for the Advancement of Science'ın” Oxford'daki toplantısında yaşandı. Oxford piskoposu Samuel Wilberforce “Darwin'in kitabını küçümseyen” bir konuşma yapınca, karşısında Darwin'in arkadaşları Joseph Hooker ve Thomas Huxley'i buldu. Huxley Darwin'i o kadar katı bir biçimde savunuyordu ki, o günden sonra kendisine "Darwin'in buldogu" lakabı takıldı. 53 Bu tartışmayla ilgili sıkça anlatılan bir hikâyeye göre, piskopos Wilberforce Huxley; "Maymunluğunuz büyükanne tarafından mı geliyor, büyükbaba tarafından mı?" diye sorunca, Huxley, "Birikimini önyargı ve yalanlara hizmet etmek için kullanan kültürlü bir insan olmaktansa maymundan gelmeyi tercih ederimi" yanıtlamasıdır!.. Kısa zamanda pek çok baskı yapan ve pek çok dile çevrilen “Türlerin Kökeni” bilimsel konulara yeni, yeni merak duymaya başlayan Avrupa orta sınıfının en çok okuduğu bilimsel kitaplardan biri oldu, Hıristiyan inanışına olan bağlılığını yitiren ve bir agnostik (bilinemezci) olduğunu bildiğimiz Charles Darwin 19 Nisan 1882'de öldüğünde, ailesi onu bölgedeki bir kilise avlusuna, çocuklarının mezarlarının yanına gömmeyi düşünüyordu. Ancak, önde gelen bilim insanları ve hükümet üyelerinin desteği ile İngiltere'nin ünlü Westminster Abbey kilisesinin baş rahibi Grandville Bradley’in “Canı gönülden kabullerini” bildirmesi üzerine o kiliseye gömüldü!.. 54 Tabutunu taşıyanlar arasında eski dostu botanikçi Joseph Hooker, yazılarıyla Darwin'i kendi kuramını yayımlamaya yönelten genç doğabilimci Alfred Russel Wallace ve ABD'nin İngiltere büyükelçisi James Russell Lowell da vardı. Darwin bu kilisenin “Bilginler Köşesi” olarak bilinen bölümünde, Sir Isaac Newton'un gömülü olduğu yerin birkaç metre ötesinde ve astronom Sir John Herschel'in yanı başında yatıyor. Teorisi, Kutsal Kitaplarda anlatılan “Varlığın yaratılışı öyküsüne” uymadığı için, tutucu çevreler Darwin’e ve teorisine karşı tavır almışlardır!.. Öyle ki, yeni ülke A.B.D. (USA) da, bir öğretmen, öğrencilerine “Evrim teorisinden söz etti” diye yargılanmıştır!.. Bu yargılama, hukuk literatürüne de girmiştir!.. Eylül 2008'de İngiltere Kilisesi, Darwin'in 200. doğum yılının bir fırsat olduğunu söyleyerek, "Seni yanlış anladığımız, sana karşı gösterdiğimiz ilk tepkide hatalı oluşumuz ve bu sebeple başkalarının da seni yanlış anlamasına yol açtığımız için..." sözleriyle Darwin'den özür diledi. Türkiye'de ise, TÜBİTAK'ın aylık yayınladığı “Bilim ve Teknik” dergisinin 2009 Darwin Yılı sebebiyle hazırladığı, Mart 2009 kapağı ve Darwin ile ilgili 15 sayfa sansüre uğrayıp içeriği değiştirildi ve Bilim ve Teknik dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Dr. Çiğdem Atakuman görevinden alındı. 2009’da Darwin'in anısına, Jon Amiel yönetmenliğinde “Yaradılış” adında bir film çevrildi. Gelin görünki, filmin gösterimini ABD'de üstlenen firma çıkamadı!.. 55 Albert Einstein Başbakanlık Cumhuriyet Arşivinden 17 Eylül 1933 tarihli Albert Einstein’ın Türkiye’ye mektubu Yahudi asıllı Alman teorik fizikçi. Albert Einstein, “Enerjinin; ışık hızının karesiyle, maddenin kütlesinin çarpımına eşit olduğunu” bularak kendisine kadar süregelen bir yargıyı yıkmış ve bilim dünyasında yeni bir çığır açmıştır. Ondan öncesinde kütle ile enerji arasında bir bağlantı kurulmamış ve bunların ayrı olgular oldukları varsayılmıştır. 19. yüzyılda kimyagerlerin hassas aygıtları olmadığı için kimsenin dönüşüm sonrası kütle kaybından haberleri yoktu. Basit tepkimeler sonrası oluşan kütle kaybı fark edilememişti. Einstein ise bütün bilinenleri yıkarak çağdaş bilimin temel taşlarını atmıştır. 56 Ona göre her şey enerjidir, yani maddeler de çok yoğun enerjilerdir. Kimyasal reaksiyonlar sonrası küçük de olsa kütlenin bir kısmı enerjiye dönüşmektedir. Bu durumu açıklamak için eşitliğin az farklı formülasyonu E=mc² ilk defa Albert Einstein tarafından 1905'de ünlü makalelerinde yayımlanmıştır. Aynı yıl önermiş olduğu “Özel görelilik” kuramının bir sonucu olarak bunu türetmiştir. Einstein hareket ile molekül büyüklüğü arasındaki matematik ilişkiyi saptamış ve böylece molekül ve atomların büyüklüğünü hesaplamak mümkün olmuştu. Bu açıklamadan üç yıl sonra Perrin, Brow hareketi üzerinde deneyler yaparak Einstein’ın hesaplarını doğruladı. Einstein ve Hintli fizikçi Nath Bose 1925'te “Yoğun bir gaz kütlesinin mutlak sıfır sıcaklığına düşürüldüğünde, atomlar kendi özelliklerini kaybedecek, bir bütün halinde dev bir tek atoma dönüşecekleri” sonucuna vardılar. Bose’un fotonlar için kullandığı metotları ayırt edilemez parçacıklar için genelleştiren Einstein, yaptığı çalışmalarda etkileşmeyen parçacıklardan oluşan bozon gazının tek bir kuantum durumuna yoğunlaşabileceğini göstermiştir. Almanya'nın Ulm kentinde dünyaya gelen Einstein, yaşamının ilk yıllarını Münih'te geçirdi. Okula başlamadan önce konuşma zorlukları yaşıyordu, annesi ve babası kaygılanarak onu doktora götürmüşlerdi. Dört beş yaşlarında hasta bir şekilde yataktayken babası neşelendirmek için manyetik bir pusula vermişti. Pusula ibresinin hareketini o yaşta oldukça gizemli bulmuştu ve kendisinde büyük bir merak uyandırmıştı. Einstein beş yaşına geldiğinde onu evlerinin yakınlarında daha iyi eğitim verdiğini düşündükleri bir Katolik/Hıristiyan ilkokuluna yazdırdılar. Einstein okula başladıktan sonra okuldaki sıkı disiplinden ve ezberci anlayıştan rahatsız olmaya başlamıştı. 57 Albert dokuz buçuk yaşındayken Katolik ilkokulundan ayrıldı ve Luitpold Gymnasium’da eğitim görmeye başladı. Gymnasium Antik Yunanca ve Latince’ye büyük önem veriyordu. Müfredatta ayrıca modern diller, coğrafya, edebiyat ve matematik de bulunuyordu. Einstein Latince ve matematikteki keskin mantığı seviyor ve bu derslerde en yüksek notları alıyordu. Gymnasium ilkokuldan çok daha sıkı bir disipline sahipti. Einstein burada otoriter öğretmenler ile sürekli çatışıyordu ve öğretmenleri Einstein’ın bağımsız, isyankar kişiliğinden hiç hoşlanmıyordu. Yahudi geleneğine dayalı olarak, Max Talmud isminde yoksul bir Yahudi üniversite öğrencisi haftada bir akşam yemeğine katılıyordu. Talmud kısa sürede Einstein’ın sıradan bir çocuk olmadığını fark etmişti. Birlikte bilim, matematik ve felsefe konuşuyorlardı. Einstein on üç yaşındayken, Talmud Immanuel Kant’ın “Saf Aklın Eleştirisi” kitabını getirdi. Einsten o yaşta kitabı anlamakta hiç zorlanmamış ve okulunda sürekli Kant hakkında konuşmaya başlamıştı. Bir keresinde Talmud, Öklid’in “Elemanlar kitabını” getirdi. Einstein kitaptaki problemler üzerinde çalışmaya başladı. Yaz bitmeden önce Einstein sadece bütün problemleri çözmek ile kalmamış, ayrıca teoremlere alternatif ispatlar da bulmuştu. Einstein on bir yaşındayken Yahudi geleneği olarak evde din dersleri almaya başlamıştı. Bütün dini vecibeleri yerine getirerek dindar olmayan ailesine örnek olmak istiyordu. “Şabat günü” dinleniyor, sadece Yahudiler için helal olan gıdaları yiyordu ve kendi başına dini şarkılar yazmıştı. Ama Einstein’ın din tutkusu uzun sürmedi. Bir yıl içerisinde okuduğu bilim kitaplarının kutsal kitaplar ile çeliştiğini gördü. Sonrasında her çeşit otoriteden kuşku duymaya başladı ve şüpheci bir tavır geliştirdi. 58 1891 yazında Mühendis amcası Jakob kendisine bir cebir kitabı getirmişti. Einstein o yaz cebir kitabını çalışmaya karar verdi ve amcasından çözmek için problemler istedi. Einstein en zor ve karmaşık problemleri bile çözebiliyordu. O yaz, Einstein Pisagor teoreminin tekrar bir ispatını yaptı. Cebir ve geometriden sonra Einstein kalkülüse yöneldi. On altı yaşına geldiğinde kendi başına diferansiyel ve entegral hesaplamaları ile analitik geometriyi öğrenmişti. 1894’te Einstein’ın babası ve amcasının şirketi 14 yılın ardından iflas etti. İki aile birlikte İtalya’ya gitmek ve şanslarını orada denemek istediler. Ailesi Albert’ın Münih’te kalıp okulunu Gymnasium’da bitirmesine karar verdi. Bu sırada Einstein on beş yaşındaydı ve liseyi bitirmesine daha üç yıl vardı. Münih’te tek başına altı ay geçirdikten sonra Einstein bunalıma girdi ve gerginleşmeye başladı. Aile doktorunu ikna ederek “Sinir sorunları nedeniyle kendisinin ailesinin yanında bulunması gerektiğini” belirten bir rapor aldı. Einstein ailesine haber vermeden Gymnasium’dan ayrıldı ve İtalya’daki ailesinin yanına geldi. Ancak,eğitimini yarıda bırakma niyeti yoktu. Einstein’ı İsviçre’nin Aarau bölgesinde bir liseye gönderdiler.Bu yıllar belki de Einstein’ın gençliğinin en güzel yıllarıydı. Zürih’ten 30 km uzaklıktaki bir köyde bulunan lise Einstein için idealdi. Saygı duyulan, açık fikirli bir öğretmen olan Jost Winteler tarafından yönetiliyordu. Okulda rahat bir ortam vardı ve öğrencilerin bağımsız düşünmesi teşvik ediliyordu. Bu yaklaşım Einstein’ın kişiliğine uyuyordu. 1896’da Aarau okulundan yüksek notlar alarak mezun oldu! Yaşı, gerekli yaştan altı ay küçük olmasına rağmen Politeknik’e kabul edildi. Einstein fiziği tercih etti. Fizik bölümü büyük ve modern bir binadaydı ve çok iyi ekipmana sahipti. Fakülte dünya standartlarındaydı. Adolf Hurwitz ve Hermann Minkowski gibi ünlü matematikçiler, Einstein’ın profesörleri arasındaydı. 59 Einstein’ın o dönemdeki yaşamı tipik bir Avrupalı üniversite öğrencisi hayatıydı. Kahveler ve barlarda uzun saatler harcıyordu. Kahve içerek arkadaşları ile bilim ve felsefe tartışıyordu. Hangi derslere odaklanması gerektiği konusunda seçiciydi. Eğer konuyu ya da profesörü beğenmiyorsa o derslere girmiyordu.Politeknik’te öğrenciler dört sene boyunca sadece iki dönem sonunda sınavlara giriyordu. Bunlar dışında not kaygısı ya da yoklama kaygıları yoktu. Einstein aldığı dersler ile hiçbir alakası olmayan, sadece ilgi duyduğu kitapları çalışıyordu. Politeknik’te profesörlerin her biri araştırmacıydı ve ders kitapları yerine kendi araştırmalarını izliyorlardı. Ders notu hiç tutmayan Einstein, hayat boyu arkadaşı kalacak olan Marcel Grossman’ın titizlik ile tuttuğu ders notları ile sınavları başarılı geçebilmişti. Üçüncü senesinde Einstein profesör Heinrich Weber’in elektroteknik laboratuarı dersini aldı. Derste sadece zorunlu deneyleri değil, kendi tasarladığı deneyleri de yapıyordu. Sadece laboratuarda kendi çalışmalarını yapmak için başka bazı derslere girmediği oluyordu. Einstein Weber’in fiziğe giriş derslerini beğeniyordu ama daha ileri fizik konularındaki derslerini yetersiz bulmuştu. Weber Maxwell’in elektromanyetik kuramı hakkında hiç konuşmuyordu. Einstein bu dönemde saygısız ve ukala olmaya başlamıştı. Einstein bu tavrının cezasını mezuniyet sonrası çekecekti. Weber Einstein’ın üniversitede akademik bir pozisyona yerleşmesine engel olmuştu. 1900 yılında Einstein üniversiteden fizik diploması ile mezun oldu. Üniversitede bir asistanlık pozisyonu bulmak istiyordu, böylece doktorası için araştırma yapabilecekti. Fakat üniversite yıllarında pek çok profesörünü isyankar tavırları ile kızdırmıştı. Ayrıca, profesörleri Einstein’ın derslere girmemiş olmasından, kendi istediği konuları çalışmasından hoşlanmamıştı. 60 Başka üniversitelerde, kendi araştırma makalelerini göndererek pozisyonlar aradı ama hiç olumlu cevap alamadı. 18 ay boyunca bir sürü denemeden sonra üniversite pozisyonları aramayı bıraktı ve Marcel Grossman'ın yardımı ile İsviçre’de Bern kentinde, bir patent ofisinde iş buldu. 1905 yılı Einstein için bir mucize yıl oldu ve o dönemde kuramları hemen benimsenmemiş olsa da, ileride fizikte devrim yaratacak olan dört makale yayınladı. 1914 yılında Max Planck'ın kişisel ricası ile Almanya'ya geri döndü. 1921 yılında fotoelektrik etki üzerine çalışmaları nedeniyle Nobel Fizik Ödülü'ne layık görüldü. Nazi Partisi'nin iktidara yükselişi nedeniyle 1933'te Almanya'yı terk etti ve Amerika Birleşik Devletleri'ne yerleşti. Ömrünün geri kalanını geçirdiği Princeton'da hayatını kaybetmiştir. Albert Einstein, özel görelilik ve genel görelilik kuramları ile iki yüzyıldır Newton mekaniğinin hakim olduğu uzay anlayışında bir devrim yaratmıştır. E=mc2 denklemi ile formüle ettiği kütle-enerji eş değerliği, yıldızların nasıl enerji oluşturduğuna açıklama getirmiş ve nükleer teknolojinin önünü açmıştır. “Fotoelektrik etki” ve “Brown hareketine” getirdiği matematiksel açıklamalar, modern fiziğe diğer katkıları arasındadır. Ömrünün büyük bir kısmını “Bütün kuramları birleştiren bir birleşik alan kuramı yaratmaya” çalışarak geçirmiş ama bu çabaları sonuçsuz kalmıştır. 61 Einstein Nazilerin nükleer bomba geliştirmesi endişesiyle ABD başkanı Roosevelt'e bir mektup göndermiş, ABD'nin nükleer çalışmalara başlamasını tavsiye etmiştir. Holokost sonrası Yahudilerin kendi ülkelerine sahip olması gerektiği fikrini savunmuş, İsrail'in kuruluşuna destek vermiştir. Din konusunda yaptığı söyleşilerinde, “Yahudilik dinine ve diğer kutsal kitaplara inanmadığını” belirtmiştir. Çeşitli röportajlarında ve mektuplarında ise, “Museviliğe inanmadığını ve bütün dinleri çocukça batıl inançlar olarak gördüğünü” söylemiştir. Kendisinin ise, değişik zaman dilimlerinde agnostik veya deist görüşler taşıdığını belirtmiştir. Katı bir determinizme inanan Einstein, evrenin yasalarını anlamayı bir tür dini duyguya benzetmiştir. Sosyalizme sempati duyan bir makale yayınlamıştır ve bütün dünyanın tek bir hükümet altında toplanması fikrini ifade etmiştir. Soğuk Savaş'ın başlaması ile ABD'de görülen anti-komünist politikaları, ifade özgürlüğünü kısıtlayacak derecede olmaları nedeniyle eleştirmiştir. Bertrand Russell ile birlikte nükleer silahlara karşı bir manifesto da yayınlamıştır. Einstein'ın 72. yaş gününde, UPI fotoğrafçısı Arthurr Sasse kendisini kameraya karşı gülümsetmeye çalışıyordu. Einstein o gün defalarca kameralara gülümsedikten sonra bu sefer dilini çıkardı. Bu fotoğraf Einstein'ın en ünlü fotoğraflarından biri olmuştur. 19 Haziran 2009'da orijinal fotoğraf bir açık arttırmada 74.324 U.S. dolara satılmıştır. Herhalde Einstein'ın en iyi iş yapan fotoğrafıdır. 62 Einstein, hayatı boyunca 300’den fazla bilimsel makale yayınlamıştır! Ayrıca, 150’den fazla bilim dışı çalışmaları da olmuştur. Başarıları ve eserleri nedeniyle Einstein sözcüğü, “Dâhi” ile eşanlamlı kullanılmaya başlanmıştır. 18 Nisan 1955’te, Albert Einstein iç kanama geçirdi. Einstein, ameliyat olmayı şu sözlerle reddetti, “Şimdi istediğim zaman, artık gitmek istiyorum.Hayatı yapay bir şekilde uzatmak tatsız. Ben payımı kullandım, şimdi gitme zamanı ve bunu zarif bir şekilde yapmak istiyorum”. 76 yaşında, Princeton Hastanesi’nde yaşamını yitirdi. Otopsisi sırasında Princeton Hastanesi patoloji uzmanı Thomas Stoltz Harvey, Einstein’ın beynini korumak için ailesinden izin alarak çıkardı. İleride nörolojinin, Einstein’ın neden bu kadar zeki olduğunu bulacağına inanıyordu. Einstein’ın cesedi yakıldı ve külleri bilinmeyen bir yere serpildi. 63 Stephen William Hawking (8 Ocak1942, Oxford doğumlu), İngiliz fizikçi ve evrenbilimci. Stephen William Hawking bir bilim adamı. Asıl mesleği fizik. Fakather sorgulayan kafa gibi “Evren nasıl yaratılmıştır” sorusunu sormakla benim için bir Filozof. Ben burada yaşamını ve görüşlerini yazmağa çalışacağım, ama onu görmek istiyor, görüşlerini öğrenmek istiyorsanız, en güzeli ve en kolayı onu Youtube’de izlemeniz olacaktır. Adresi:http://www.youtube.com/watch_popup?v=JvEb3 b-w17g&vq=medium dır. İzlediğinizde, bir dâhi ile tanışacaksınız!.. Düşünebilmenin enginliğinin ve evrimin sonsuzluğunun farkına varacaksınız!.. Kurtuluş herhalde bu’dur!. Öğrenim de!.. 64 1942 yılında İngiltere’de dünyaya gelen Hawking’in yaşamı, çocukluk ve gençlik yıllarında neşeli ve zeki özellikleriyle normal olarak devam ediyordu. Hawking sekiz yaşındayken, Kuzey Londra'dan 20 mil uzaktaki St Albans'a gitti. 11 yaşında St Albans okuluna kayıt oldu. Buradan mezun olduktan sonra babasının eski okulu Oxford Üniversitesi kolejine devam etti. Babasının tıpla ilgilenmesini istemesine karşın, o matematiği seviyordu. Fakat okulun matematik bölümü mevcut değildi. Bu yüzden onun yerine fizik öğrenimi görmeye başladı. Üç yıl sonra doğa bilimlerinde birinci sınıf onur madalyasıyla ödüllendirildi. Hawking daha sonra Kozmoloji (Evrenbilim) üzerine çalışmak üzere Cambridge'e gitti. O zamanlar Oxford'da evren bilimi üzerine çalışma yoktu. Cambridge'de danışman olarak Fred Hoyle'u istemesine karşın Dennis Sciama atanmıştı. Doktorasını aldıktan sonra ilk önce araştırma asistanı, daha sonra Gonville and Caius College'de profesör asistanı oldu. 1965 yılında evlendiği kız arkadaşı, dilbilim öğrencisi Jane Wilde ile mutlu bir aile yaşantısında iki oğlu ve bir kızı dünyaya geldi. Ancak o yıllarda ALS (Amnyotrophic Lateral Sclerosis) yani “Motor nöron” hastalığına yakalandı. Bu hastalık hayatının sıkıntılı, tekerlekli sandalyeye mahkum sürecinin de başlangıcıydı. Bu hastalığa rağmen, mutlu bir aile yaşamı devam etmektedir. 65 Bir çalışmasını, tez danışmanı ile birlikte 1970 yılında yayımladı. Bugün evrenin başlangıcının bu big-bang olayı olduğuna inananlar çoğunlukla olmakla birlikte, başta Hawking olmak üzere ortaya şu soruyu atanlar vardır: “Genel Rölativite ve Newton çeki kanunları genişleyen evren için geçerli olmakla birlikte, başlangıç anına, o tekil an ve tekil noktaya varıldığında, genel rölativite ve Newton kanunları uygulanamamaktadır.” 1973'de Gökbilim Enstitüsünden ayrıldıktan sonra Hawking Uygulamalı matematik ve Kuramsal fizik bölümüne geçti. 1979'dan sonra matematik bölümünde Lucasian matematik profesörü oldu. Bu profesörlük 1663 yılında üniversite parlemento üyesi olan Henry Lucas tarafından kurulmuştu. İlk olarak Isaac Barrow sonra 1669'da Isaac Newton'a verilmişti. Hawking, kozmoloji ve evrenle ilgili bilgilerin hemen, hemen herkesin anlayabileceği bir dille, “Zamanın Kısa Tarihi (A Brief History of Time)” adlı kitapta yazdı. 1987 yılında yayımlanan bu kitap, günümüzde Türkçeye çevrilmiş ve basılmıştır. O ilk anda, yani enerji (kütle) çok küçük bir boyutta (bir noktada) toplandığına göre ve küçük boyutlarda da kuantum mekanik teorisi geçerli olduğuna göre, o halde Kuantum Mekanik ve Rölativistik Mekanik yasaları birleştiren bir “En Büyük Birleşim Teorisi yapılmalı ve bu yeni yasa, evrenin oluşumunu da başlangıcından itibaren an be an açıklayabilmeli” demektedir. Bugün bilim dünyası; “Doğa da mevcut ağırlık, Zayıf çekirdek, Elektromanyetik kuvvetler ve şiddetli çekirdek kuvvetleri” olmak üzere bu dört çeşit kuvveti birleştiren bir teori oluşturmanın peşindedir. 66 Hawking, teorik fizikte çok güncel olan, fizikteki dört-çeşit kuvveti birlikte açıklamaya çalışan “Büyük Birleşim Teorisi’nin” kurucusu olup, aynı zamanda Einstein’e ait “Rölativite teorisi” ile modern fiziğin en sofistike teorisi olan “Kuantum mekanik teoriyi” birleştirmeye çalışmaktadır. Bu birleştirmeler gerçekleşirse, evrenin oluşumu hakkında daha sağlam ve net bilgilere erişilecektir. Hawking, evrenin temel prensipleri üzerine çalıştı. Roger Penrose ile birlikte “Einstein'ın Uzay ve Zamanı kapsayan Genel Görelilik Kuramının Big, Bang ile başlayıp karadeliklerle sonlandığını” gösterdi. Bu sonuç, Kuantum mekaniği ile Genel Görelilik Kuramı'nın birleştirilmesi gerektiğini ortaya koyuyordu. Bu yirminci yüzyılın ikinci yarısının en büyük buluşlarından biriydi. Bu birleşmenin bir sonucu; “Karadeliklerin (Evrendeki yıldız boşlukları) aslında tamamen kara olmadığını, fakat radyasyon yayıp buharlaştıklarını ve o an görünmez olduklarını” ortaya koyuyordu. Diğer bir sonucu da “Evrenin bir sonu ve sınırı olmadığı” idi. Bu da evrenin başlangıcının tamamen bilimsel kurallar çerçevesinde meydana geldiği anlamına geliyordu. Stephen Hawking, Kuantum fiziği ve karadeliklerle ilgili iddialarıyla, bugün yaşayan bilim adamları arasında dünyada en çok tanınan ismidir. Kitapları, 40 dile çevrildi; evrenle ilgili çılgın teorik bilgilerini popüler hale getirmek için gereken maddi bağımsızlığı sağlayacak ve Cambridge Üniversitesindeki uygulamalı matematik ve teorik fizik laboratuarını geliştirecek kadar da sattı. . 67 Son kitabı “Ceviz Kabuğundaki Evren”de, dünyanın büyük bir felaket ile karşı karşıya kalabileceğini belirterek, uzayda insan kolonileri kurulmasını gündeme getirmiştir. Yeni kitabıyla yazar, bizleri çoğu kez gerçeklerin kurmaca dan daha şaşırtıcı olduğu teorik fiziğin en üst noktalarına çıkarıyor ve evrenin temel ilkelerine dair anlaşılır yorumlarda bulunuyor. Okur, kitabı bir bilimsel eser olarak algılayabileceği gibi, rahatlıkla bir bilim–kurgu romanı gibi de değerlendirebilir. Hawking'in “Karmaşık önermeleri günlük yaşamdan çekip aldığı analojilerle resmetme becerisi” buna imkân tanımaktadır. Bir fenomen haline gelen ve milyonlarca satan “Zamanın Kısa Tarihi: Büyük Patlamadan Karadeliklere” kitabı, Hawking'e asıl şöhreti getirmiştir. İlk kitabının yayımlanmasından bu yana gerçekleşen önemli buluşların ardındaki sırrı açığa çıkaran “Ceviz Kabuğundaki Evren”, “Zamanın Kısa Tarihi”nin bir devamı sayılabilir. Zaman.... Her çağın tek hükümranı, İnsanları korkutan, Sevdiklerinden ayıran, Koruğu helva yapan, Peygamberleri sahtekâr kılan Tek ümit, zaman.... Tepe takla gelmen uzayda tez zaman. Önder Limoncuoğlu (1961) Stephen Hawking, Einstein’dan bu yana dünyaya gelen en parlak teorik fizikçi olarak kabul edilmektedir. Stephen Hawking yazdığı çocuk kitaplarıyla onları etkileyip evrenbilimi sevdirmeğe çalışmış ve hayal dünyalarını genişletmiştir. 68 Neden, Niçin, Nasıl, Acaba’ların İlk Savaşçıları Sevgili Gençler, Bu kitabı yazanın ereği tek “Sorgulayıcı Akla” varmanız!.. Bu sebeple, “Enerjiyi ve Karaboşlukları kısaca Evreni” burada bırakıp, gelin bu bölümdebizleri sorgulayıcı akla götüren Eski Yunanda ve İyonya denilen Ege Bölgesinde yaşamış Eski Yunan Filozoflarını ve felsefelerini kısaca görelim!.. Şiirlerinden iki adet dörtlüğünü bu kitaba aldığım genç Cumhuriyet’in lise öğretmeni rahmetli Tahsin Yaşamak şiir kitabını imzalarken, “Neden, Niçin, Nasıl, Acaba’ların yiğit savaşçısı Önder Limoncuoğlu kardeşime” yazmıştı!.. O’nu da anarak, bu filozofları “Neden, Niçin, Nasıl, Acaba’ların İlk Savaşçıları” olarak niteliyorum!.. Doğa Filozofları Üzerinde yaşadığımız Ege Bölgesi ile Atina’da, M.Ö. 6. ve 5. yüzyıllarda, ilk filozoflar adını verdiğimiz bazı kişiler yaşamıştır. Bu kişiler esasta filozof olmayıp, matematikçi, fizikçi, ahlâkçıdırlar. Adını herkesin bildiği Thales’in matematikçi, Ksenefon’un ahlâkçı, Heraklit’in fizikçi, Demokrit’in fizikçi olması gibi!.. Bunların felsefeyle ve birbirleriyle ilişkisi olmamasına rağmen, neden bunlara filozof diyoruz? Çünkü hepsinin bir ortak noktaları vardı. Bunlar, dünyanın nasıl oluştuğunu mesele edinmişler ve sorgulamışlardı. Örnek olarak; 69 Thales (M.Ö. 624-546) Thales, M.Ö. 624 yılında Milet’te doğmuş ve M.Ö. 546 yılında Karya’da ölmüş bir bilim adamıdır. Thales, “Küçük Ayı” takım yıldızını keşfeden, gemilerin kıyıdan uzaklığını ve Mısır’da iken, Piramitlerin yüksekliğini, gölgelerini dikkate alarak ölçebilmek için geometrik yöntemler ortaya koyan bir mühendis, geometrici ve şehir planlamacısıdır. Mıknatısın ve amberin (elektron) çekici gücünü açıklamaya çalışmıştır. Mısır’da bulunmuş ve suyun her şeyin kaynağı olduğunu onlardan öğrenmiştir. Ona göre; “Karalar, yüzmektedir”. her şeyin kaynağı olan suyun üstünde “Depremin oluşumu da, geminin dalgalar üzerinde hareket edişi gibi, karaların su üstünde yüzerken meydana gelen dalgalanmadır.” 70 Aristoteles, Thales için şöyle demektedir; “Onu yoksul biri olduğu için küçümsemişlerdi. Bu da, felsefenin, ilmin, hiçbir yararı olmadığını gösteren bir özellikti!.. Oysa O, gök cisimlerinin hareketlerini inceleyip, onları önceden tahmin edebildiği için, ne zaman büyük bir zeytin hasadı elde edilebileceğini bilebilirdi. Bundan dolayı da; epeyce para kazanabilir, kışın parasını Milet ve Khios'taki bütün zeytinyağı elde etmeye yarayan mengenelere yatırıp, tümünü ucuza kiralayabilirdi. Zamanı gelip de, bu zeytinyağı mengenelerine gereksinme duyulunca, dilediği fiyata onları kiraya vererek çok büyük kazançlar sağlayabilirdi. Böylece bir filozofun, bir bilginin, isterse nasıl zengin olabileceğini herkese göstermiş olurdu. Oysa felsefecinin işi bu değildi. O, bilgiyi bir çıkar amacıyla değil, yalnızca bilmek için istiyordu.” (Kaynak: Aristoteles, Politikon, A 11 1259a 9) Özetlersek Thales; “Dünya neden meydana gelmiştir” diye soruyor ve yanıt olarak “İnsan vücudunun büyük kısmı su, dünyanın da büyük kısmı su, hiç bir varlık susuz yaşayamıyor, öyleyse dünya sudan meydana gelmiş olmalı“ diyordu. 71 Ksenofanes (M.Ö. 570-480) Ksenofanes, M.Ö. 570 yılında Kolophon'da (şimdikiİzmir, Değirmendere) doğar ve M.Ö. 480 yılında ölür. Eskiçağ’da yaşamış bir İzmirli doğa düşünürü!.. “Evrenin nasıl ortaya çıktığı, ana maddesinin ne olduğu” gibi sorunlar asıl ilgi alanını oluşturmamakla birlikte, bu konularda birtakım görüşler ortaya koymuştur!.. Şöyle ki; “Dünya düzdür; üst tarafından hava küresi, daha doğrusu yarım hava küresi, alt tarafından ise toprakla çevrelenmiştir!.. Güneş havada bir doğru çizer ve her akşam batıda bir çukura düşer, ertesi gün ise doğudan yeni bir güneş doğar!.. 72 Yıldızlar ise, gündüzleri sönen, geceleri tekrar yanan kömür parçaları gibidirler. Dünya belki başlangıçta bir çamurdu. Zamanla güneşin etkisiyle suların bir kısmı buharlaştı, toprak kurudu ve böylece o bugünkü şeklini aldı. Bu sebeple, karada deniz hayvanlarının, deniz yosunlarının fosilleri bulunmuştur!.. - - Tanrılar insanlara her şeyi başlangıçtan itibaren vermemişlerdir. İnsanlar araştırma yaparak zamanla en iyiyi bulmuşlardır. İnsan doğruya değil, sadece doğruyu andırana ulaşabilir. Tanrılardan hakikati ve de yeryüzündeki her şeyi öğrenen olmadı ve asla olmayacaktır da. Çünküinsan bir kez doğruyu tam tuttursa bile, yine de öyle olduğunu bilmeyecektir.” Ksenofones’in asıl meselesi ve yaptığı, “İçinde yaşadığı Eski Yunan toplumunun ve kültürünün temel kurum, kavram ve değerlerini sorgulaması” dır!.. Geleneklere, dolayısıyla da Yunan sporcularının yüceltilmesine, kehanetlere ve özellikle de halkının insan biçimli çoktanrıcılık inancına ve orfik kültürünün bir öğretisi olan ruh göçüne karşı çıkmıştır. Şehir, şehir dolaşıp, halkın tanrılar hakkındaki inançlarını; "Eğer öküzlerin, atların ve aslanların elleri olsaydı ve onlar elleriyle insanlar gibi resim yapmasını ve sanat eserleri meydana getirmesini bilselerdi, atlar tanrıların biçimlerini atlarınkine, öküzler öküzlerinkine benzer çizerlerdi ve onların herbirine de, kendi türlerine uygun bedenler verirlerdi" diyerek, alaycı bir üslupla Yunanlıların “Mitolojik Tanrı” düşüncesini alaya almıştır!.. Ksenofones bu eleştirileri yaparken amacıTanrı kavramına ahlâki bir temel kazandırmaktır!.. 73 Ona göre; “Bir yandan tanrılara saygı duymak, öte yandan onlar için bu tür çirkin masallar uydurmak birbiriyle uyuşmaz!.. Ne biçim, ne düşünce bakımından insanlara benzer olamayan tek bir Tanrı!.. O tümüyle göz, tümüyle düşünce, tümüyle kulaktır!.. Hiçbir zorluk çekmeksizin her şeyi zihninin gücüyle yönetir!.. Hiç kımıldamadan hep aynı yerde durur ve bir o yana, bir bu yana gitmek yakışmaz ona!..” Ksenophanes’in bu tanrı tasavvuru,onu tek Tanrı anlayışına götürmüştür!.. Ancak, bu düşünce halk üzerinde etkili olmamış ve fakat “Tanrının yerinde durarak, dünyayı düşünmekle kımıldattığı” şeklindeki öğretisi, Aristoteles tarafından ele alınmak ve tamamlanmak suretiyle yüzyıllar boyunca hüküm sürmüştür. Ksenofanes, sonradan Elea okulunun kurucusu olan Parmenides'in hocalığını yapmıştır. 74 Heraklitos veya Heraklit (M.Ö.535 – 475) Herakleitos, M.Ö. 535 yılında Efes'te doğmuştur.Efes’in yerlisi olduğu ve babasının adının Bloson olduğu gibi detaylar dışında hayatı hakkında pek az şey bilinmektedir. Efes'te, krala rahipler veren bir aileden geldiği anlaşılmaktadır. İyonya'nın sonuncu ve en büyük filozofu olan Antisthenes, bu görevi kullanma sırası Herakleitos'a geldiğinde, bu hakkını kardeşine bıraktığını söyler. Apollodoros'a göre; Herakleitos Olimpiyat oyunlarında sivrilmiştir. Felsefe tarihinde dinamik bir felsefî sistem ortaya koyan ilk kişidir. Herakleitos, Milet'li filozoflardan etkilenmiştir. “Zıtlıkların çatışması ve birliğinin ana öğretisi” adlı kitabını yazarken Anaksimandros ve Pythagoras'dan etkilendiği görülmektedir. Ruh öğretisinde de Anaksimenes'ten etkilenmiştir. Gençliğinde hiçbir şey bilmediğini ve kendini incelediğini vurgulayan "Kendimi keşfettim" "Ruhun ucu bucağı yok" sözleriyle ün yaptı!.. 75 Eseri, "Doğa üzerine" adındadır!.. öğrendiğimize göre bu kitabı üç bölümdür; Diogenes'den Evren üzerine, Politika üzerine, Tanrı bilimi üzerine. Bu eser atasözlerini andırır ifadelerden oluşan şiirsel bir düz yazıdır. Ancak, üslubu halkın anlayamayacağı şekildedir!.. Herakleitos'un sözlerini anlamak için çaba harcamak gerekir. Bilmeceyi çözmek gerekir. Çünkü ona göre hakikat gizlenmeyi sever!.. Kitabını adak olarak Artemis tapınağına koydu. Diogenes'ten öğrendiğimize göre, eseri o kadar ünlü oldu ki Herakleitosçular denen ardılları ondan kaynaklandı. Herakleitos, kitabında nesnelerin kendisinden gelip, kendisine gittikleri ve ilk maddenin ateş olduğunu söylemiştir. O’na göre; “Dünyamız sonsuz canlı ateşten, değişmeyle meydana gelmiştir ve bir vakit gelecek sonunda tüm-ateşe girecektir, böylece akış yeniden başlayacaktır!.. Bütünün kendisi olan bu kozmosu ne bir tanrı, ne de bir insan meydana getirmiştir. O, daima belli ölçülere göre yanan, belli ölçülere göre sönen ezelî ve ebedî ateştir.Ve bu ateş ihtiyaç ve tokluktur!.. Çünkü ihtiyaç veya açlık, ateşin kozmik düzenine işaret eder; tokluk ise bir nesnenin ölümü, ateşe dönüşmesi anlamına gelir!.. Her şey ateşten geldi ve yok olup tekrar ateşe dönecek. ateş gelip, her şeyi yargılayıp mahkûm edecektir!.. Ateşin kendisinden meydana gelen şey değiştiği halde, ateşin kendisi değişmez. O, hep var olan ateştir!.. 76 Belli bir ölçü içerisinde ateş ile maddeler karşılıklı olarak birbirlerine dönüşürler. Bu dönüşümler kozmik düzeni meydana getirir!.. Varlıkların meydana gelişi ancak birbirlerine zıt olan ve bundan ötürü birbirlerini devam ettiren zıtların çatışmasına bağlıdır. Çünküpes ve tiz sesler olmazsa uyum olmaz, birbirine karşıt erkek ve dişi olmazsa canlı varlıklar olmaz!..” Felsefesini; “Her şeyden Bir, Bir'den her şey” sözüyle özetler!.. "Ölümsüzler ölümlü, ölümlüler ölümsüz. Biri diğerinin ölümünü yaşar, diğeri de ötekinin yaşamını ölür" sözleri de onundur!.. Özetlersek Heraklit “Dış dünyada duyularımızla algıladıklarımız asılsız bir görünüş olup, evrende her şey her an değişmektedir, varlık diye bir oluşum yoktur, hareket vardır. İşte varlık dediğimiz bir hareketten ibarettir” diyordu. “Aynı nehirde 2 kere yıkanamazsınız“ onun görüşünün bir özetidir!.. Dünyanın oluşumunu “Ateş” ve “Hareket’e” dayandırdığı için, biz Herakleitos’u Doğa Filozofları içine alıyoruz!.. Herakleitos'un, din anlayışına gelince, Ksenophanes'in etkilerini görürüz!.. Yığınlar olarak nitelediği ve “Sığır gibi tıkınmakla geçiriyor gününü” dediği halkın, yerleşik din anlayışına karşı çıkar!.. 77 Rahipler için; “Gece dolaşanlar, Magos'lar, Bakkhos rahipleri, Dionysos'un rahipleri, gizemlere erenler, insanların ölümden sonra ateşte yanacaklarını kehanet buyurarak, ceza çekmekle tehdit ediyorlar ve halkın arasında kabul gören gizli ayinlerle ve kurbanlarla, kana bulanarak kendilerini arındırmaya çalışıyorlar!.. Çamura batmış birinin kendini çamurlu suyla yıkaması gibi!.. Çamurla temizlenen birine herkes deli der!.. Deliler gibi, karşılarındaki tanrı heykellerine yakarıyorlar, evlerinin duvarlarına konuşur gibi!.. İnsanlar bu töreni Dionysos'a saygıda bulunmak için düzenlemeyip, sadece Phallus'a övgüler düzenleseydiler, o zaman buna utanmazlık derlerdi!.. Oysa kendilerinden geçerek saygıda bulundukları Dionysos ile Hades tek ve aynı şeydir!..” Yaşamında, kendisinin çağdaşları ile karşıtlık içinde bulunduğunu görmüş ve topluluk içinde yaşamaktan uzaklaşmıştır. Bu büyük filozofun söylediklerinden, döneminin siyasal durumundan hoşlanmadığı ve sert bir dille bu durumu eleştirdiği anlaşılıyor. Yalnızca siyasal durumu değil, kendi yurttaşlarını da eleştiriyor. Arkadaşı Hermodoros'u sürgüne yolladıkları için, Ephesos'lulara şöyle diyor; “Bütün yetişkin Ephesos’lular kendilerini asıp, kenti çocuklara bıraksalar iyi olur; çünkü onlar “Hiç kimse bizden çok değerli olmamalı; böyle biri varsa, gitsin, başka yerde başkalarının arasında yaşasın!”diyerek, aralarındaki en değerli adamı, Hermodoros'u sürgüne yollamazlar!..Hiç eksik olmasın zenginliğiniz Ephesos'lular, olmasın ki alçaklığınız belli olsun!.." Bu büyük filozof, daha önceki büyük Yunan bilginlerini, filozoflarını ve şairlerini de küçümser!.. 78 Herakleitos, fragmanlarından anlaşıldığı üzere, Eski Yunan dünyasının kabul görmüş isimlerini, "Çok bilgi insanı akıllı yapmaz; öyle olsa Hesiodos'u, Pythagoras'ı, Ksenophanes'i ve Hekataios'u akıllı yapardı" sözleriyle onları küçümser!.. Herakleitos'un, kendisinden sonra gelenler üzerinde çok büyük etkisi olmuştur!.. Şöyle ki; Her şeyin aktığı öğretisi ve göreceliği sofistlerin şüpheciliğinin en büyük dayanaklarından olmuştur. Sokrates gençliğinde Herakleitos’un öğrencisi olduğunu ve ondan “Dünyanın sürekli akış içinde olduğu görüşlerini aldığını” belirtmektedir. Platon, "Herakleitos’a göre hiçbir şeyin sağlıklı olmadığını ve her şeyin bir gidiş ve akış olduğunu belirtir. Stoacılar Herakleitos'un felsefesini izlerler. Özellikle, Yeniçağ’da Goethe, Hölderlin, Hegel ve Nietzsche’e Herakleitos'u örnek almıştır. Hegel, “Herakleitos'un düşüncesinin olmadığını”, eserinin yer almadığı hiçbir Nietzsche, “Dünyanın herzaman doğruya yani Herakleitos'a muhtaç olduğunu” söyler. 79 Pisagor veya Pythagoras (M.Ö. 570 - 495) M.Ö. 570 yılında, Ege Denizi’nde bulunan, Kuşadası karşısındaki Sisam adasında doğmuştur. Babası, yüzük taşı yapımcısı Mnesarkhos’dur. Ünlü bir matematikçi ve geometrici olan Pisagor “Sayıların babası” olarak anılır. Çarpım Tablosu’nu ilk kullanan Pisagor’dur!.. Pisagor Teoremi onun önermesidir!.. “Bir dik açılı üçgende, dik kenarların her birinin uzunluklarının karelerinin toplamaları, dik açılı köşe karşısındaki kenarın uzunluğunun karesine eşittir. Bu teoremin matematik formülle ifadesi şöyledir: a² + b² = c²” 80 Pisagor ve öğrencileri, “Her şeyin matematikle ilgili olduğuna, sayıların nihaî gerçek olduğuna, matematik aracılığıyla her şeyin tahmin edilebileceğine ve ölçülebileceğine” inanmışlardır!.. Pisagor'un bir başarısı da, “Müziğin 1, 2, 3, 4 sayılarının orantılı aralıklarına dayandığını” keşfetmesidir!.. Gene, Pisagor, “Evrenin, sayıların toplamı olan 10 sayısına (1+2+3+4=10) dayandığını” savunur!.. “Dünyanın yuvarlak olduğunu, her gezegenin bir ekseni olduğunu ve gezegenlerin bir merkezî noktada döndüklerini” söyleyen ilk kişilerden biridir, Pisagor!.. Önce, o noktayı “Dünyanın Merkez Noktası” olarak nitelese de, sonradan bu düşünceden vazgeçip, “Gezegenlerin, merkezî bir ateş etrafında döndüğünü” söylemiştir. Ama bu ateşi asla Güneş olarak tanımlamamıştır. Ayrıca, Ay'ın başka bir gezegen olduğuna inanmış ve ona “Karşı-Dünya” demiştir. 81 “Güneş tutulması; Ay, Yer ile Güneş’in arasına girince; Ay tutulması da; Yer’in gölgesi ay üzerine düşünce olur!.. Bütün hızla giden şeyler bir ses çıkarırlar, dolayısıyla yıldızlar da bir ses çıkarırlar; bu sesin yüksekliği yıldızın, merkezî ateşe olan uzaklığıyla orantılıdır. Böylece, göklerin de bir musikisi vardır, ama bunu sıradan ölümlüler işitemezler” savları Pisagorcularındır!.. Pisagor’un gelişinden önce, Croton aristokratlardan (zengin yurttaşlardan) oluşan 1000’ler meclisince (senatosunca) yönetiliyordu!.. Enstitü’nün gitgide güç kazanması ile Pisagorcular Croton site-devlet’in yönetiminde söz sahibi oldular!.. “Seçimin, doğru insanı yönetime getirmediğini” savunan Pisagor, bunu değiştirerek “Liyakate göre atama” dediği ve inisiyatik eğitim almış bilgelerden (insiyelerden) oluşan ve atama ile gelen 300 kişilik bir konsey tarafından yönetilmesi esasını getirdi!.. (Platon’un sonradan “Devlet” adlı eserinde söz edeceği bu yönetim rejimini, kimilerine göre, dünyada (ya da 6.000 yıl içinde) pratiğe geçirebilmiş tek kişi Pisagor olmuştur.) Pisagorcu yapılaşma, giderek Güney İtalya’nın diğer kentlerine ve Akdeniz’deki bazı adalara da sıçramaya başladı!.. Fakat çıkarları zedelenenler ve inisiyasyona alınmayanlar bir süre sonra karşılık vermekte gecikmediler!.. Bundan sonra gelişen olaylar hakkında kaynaklar farklı bilgiler vermektedir. Kimilerine göre Pisagor dâhil, en üst düzeyli inisiyelerin hemen, hemen hepsi öldürülmüş, kimilerine göre de, Pisagor kaçmayı başarmış ve Metapontium kentinde yüz yaşına yaklaşırken eceliyle ölmüştür. Pisagor, kadınların bir eşya gibi görüldüğü ve işlerinin sadece evi yönetmek olduğu bir zamanda onların toplulukta eşit şekilde çalışmalarına izin verdi. Orfeuscu tapınağının üyesi olan Brontinus'un kızı ve Pisagor'un eşi olan Theano’da bir matematikçiydi. 82 Empedokles (M.Ö. 494 - 434) Empedokles, Sicilya adasının güney kıyısında yer alan Akragas (ya da Agrigentum) şehrinde doğmuştur!.. Bu şehirde etkin olan bir aileye mensuptur!.. Doğa filozoflarından biri olan Empedokles, kendinden önceki doğa filozoflarının temel töz olarak belirlediği, su, ateş ve havaya, toprağı da ekleyerek hepsini bir arada kullanan ilk düşünürdür!.. Empedokles'e göre; bu dört temel eleman, sevgi ve uyuşmazlık (iticilik) gücü ile birleşip, ayrılırlar!.. Bir başka deyişle sevgi ve uyuşmazlık da, maddeyi meydana getiren asal tözlerdendir ve değişimleri açıklamak için kullanılmışlardır!.. 83 Empedokles, Havanın ayrı bir töz olduğunu deneysel olarak kanıtlamış, Merkez kaç kuvvetini kısmî olarak izah etmiştir. Nefes almanın mekaniği ile güneş tutulmasının mekaniği hakkındaki savları, Ayın yansıyan ışıkla parıldadığını, Bitkilerde cinsiyetin olduğunu, Dünya'nın küre biçiminde olduğunu ileri sürmüş, Işığın bir yerden bir yere gitmesi için zaman geçmesi gerektiğini, Kanın, insan hayatının ana taşıyıcısı ve düşünmenin merkezi olduğunu, Temel öğelerin kanda, en olgun biçimde bir araya geldiğini ve insanın tüm yeteneklerinin ise bu karışımın olgunluğuna bağlı olduğunu savunmuştur. Dinî açıdan Pisagorcudur. Yani, Ezoterik = Teklik öğretiyi benimser. "Orpheic" öğretiden de etkilenen Empedokles, Tanrı olduğunu iddia edip, bunu kanıtlamak amacıyla Etna dağı kraterine atlayarak ölmüştür. 84 Anaksagoras (MÖ 500-428) Anaksagoras, bugün Urla/İzmir yakınında bulunan eski adıyla Klazomenai şehrinde M.Ö. 500 yılında doğar. Bu şehrin soylu ailelerinden birine mensuptur. Bütün servetini, hayatını adadığı bilimsel araştırmalar uğruna tüketmiş olduğu rivayet edilir. Anaksagoras Atina'ya yerleşmek için gelen ilk düşünürdür. Böylece Atina felsefe dünyasına girmiştir. Burada iyi karşılanmış, dönemin en güçlü kişisi olan Perikles'in dostu olmuştur. Devrin başka bir önemli siması olan tragedya yazarı Evripides'le de dostluk kurmuştur. MÖ 468 yılında düşen bir gök taşını incelemiş ve onun kızgın bir taş kitlesi olduğu kanaatine varmıştır. 85 Gök cisimlerini incelemesi ve gök taşının düşmesi onu evrensel düzenle ilgili yeni kuramlar geliştirmeye itmiştir. Nitekim, ay ve güneş tutulmaları, gök taşları, gök kuşağı ve çok büyük ve ışık saçan bir kütle olarak tanımladığı güneş ile ilgili bilgiler vermeye çalışmıştır. Gök cisimlerinin dünyayla aynı yapıda olduğunu ileri sürmüştür. Varlığın temel köklerini tohum olarak adlandırmıştır. Ona göre doğada nitelik bakımından ne kadar çeşit varsa, o kadar da tohum vardır. Duyularımızla algıladığımız nesnelerde tüm tohumların bulunduğunu ve bu nesnelerin kendilerinde ağır basan tohumun karakterini aldığını, onun adıyla anıldığını söyler. Kendi kendine hareket eden tohumlardan ayrı bir hareket ettirici neden bulunması gerektiğini düşünmüştür. Bu nedenin de Nous (ruh, akıl) olduğunu ileri sürmüştür. Nous’u; “Tohumların birbirleriyle karışması ve birbirlerinden ayrılmasına neden olan hareket ettirici kuvvet” olarak tanımlamıştır. O’na göre; “Evren, her şeyin her şeyle tam bir karışım durumunda olduğu bir başlangıç noktasından hareketle meydana gelmiştir. Anaksagoras evrenin bu başlangıç durumuna İlk Karışım adını verir. Bu “İlk Karışıma” evreni meydana getirecek olan hareketi verdiren Nous’tur. Nous akıllı, düzenleyici, düzen verici bir ilkedir. Bundan dolayı o, her şeyin her şeyle bir arada bulunduğu bu karışıklık durumunu bir düzene sokmuştur: Nous şeyleri hareket ettirmeye başladığında harekete geçen her şeyde bir ayrılma ortaya çıkmış ve Nous’un kendilerini harekete geçirmesinden ötürü her şey ayrılmıştır. Ayrılan bu şeylerden toprak katılaşmıştır; çünkü buluttan su, sudan toprak ayrılmıştır. Topraktan ayrılan taşlar ise soğuğun etkisiyle katılaşmışlar ve sudan daha öteye atılmışlardır!..” 86 Anaksagoras, “Hiçten hiçbir şeyin meydana gelmeyeceğini ve hiçbir şeyin hiçliğe gitmeyeceğini,dolayısıyla mutlak anlamda bir oluş ve yok oluş yoktur”u savunur. Kısaca maddecidir ve atomcudur!.. O tarihlerde güneş Yunanlılar için bir tanrıdır ve onu bir taş olarak nitelendirmek büyük saygısızlıktır!.. İşte, burada da bilim/inanç çatışması karşımıza çıkar!.. Bilim adamının yazgısı değişmez!.. Anaksagoras’ın kuramları halkın inançlarına ters düşmüştür. M.Ö. 450'de Anaksagoras, Perikles'in siyasi karşıtları tarafından “Yerleşik inanca karşı geldiği” gerekçesiyle mahkemeye verilir. Perikles sayesinde serbest bırakılmışsa da yine de Atina'dan ayrılıp İyonya'da bulunan Lampsakos'a (şimdiki ÇanakkaleLampsakos) gitmeye zorlanmıştır. Anaksagoras MÖ 428'de Lampsakos'a (şimdiki ÇanakkaleLampsakos) ölür. Ölümünden sonra Lampsakos agorasına heykelinin dikildiği ve de öğrencilerin onun ölüm yıldönümlerinde anma törenleri düzenledikleri söylenir. 87 Demokritos veya Demokrit (M.Ö. 460 - 370) “Dünya atom denilen küçük zerreciklerden meydana gelmiştir” diyen bilim adamı. Sokrates'den sonra ölmüş olmasına rağmen, Demokrit de, bir bilim adamıdır. O da çalışmaları içinde “Dünya neden yaratılmıştır” sorusuna yanıt aramıştır. Bu sebeple, O’da Thales, Heraklit, Zenon gibi Tabiatçı Filozoflar içinde yer alır. Sokrates öncesi doğa filozoflarından sayılır. 88 Varoluş ile ilgili çok kesin bir görüş ortaya koymuştur. Şöyleki; “Evren'deki oluşuma, kesin bir zorunluluk egemendir. Bütün olup bitenleri bir rastlantı ile açıklamak saçmalıktır. Yaratılmamış, yok olmayan, değişmeyen varlık, özdeksel atomdur. Öz, maddeyi temsil eder ve onunla her nesne yapılabilir." şeklinde özetlenebilecek bir görüşle, biliminin ilk temellerini atmıştır. materyalist doğa Demokritos, bu materyalist görüşlere rağmen, ruhun açıklanması aşamasında olsun, ahlâk açıklamasında olsun tutarlı bir şekilde "Tek gerçek, atomlar ve atomların hareketidir" prensibini, kullanmıştır. Kısaca Demokrit “Dünya atom denilen küçük zerreciklerden meydana gelmiştir” diyordu!.. 89 KıbrıslıZenon (M.Ö. 335-263) Kıbrıslı Zenon. M.Ö. 335-263 yılları arasında yaşamış olan, Stoa Okulunun kurucusudur. Okulunu Atina'da Stoa Poikile (Direkleri olan galeria) denilen yerde kurmuştur. Kelime anlamı olarak Stoa Poikile resimlerle süslenmiş direklerden meydana gelen bir galeri görünümündedir. Okulun bu adla anılmasının sebebi budur. 90 Zenon, evrende hareketin olduğunu anlatmak için; olmadığını, maddenin pasif “Aşil ne kadar hızlı olursa olsun kaplumbağayı geçemeyecektir!.. Şöyleki, Aşil koşmakla her adımda bir noktadan bir noktaya gitmektedir. Acaba mesafe almış mıdır? Her alınan mesafeye (X) diyelim, 2 saniyede (2X) ve sonsuz saniyede (sonsuz X) yol alacaktır. Dönelim kaplumbağaya, aldığı mesafeye (Y) diyelim, kaplumbağa da 2 saniyede (2Y), sonsuz saniyede (sonsuz Y) yol alacaktır. Görüldüğü gibi; (X = sonsuz) ve (Y = sonsuz) yani her ikisinde de alınan mesafe sonsuz kıymettedir. O halde hareket yoktur” savını ileri sürüyordu. Zenon’a göre; “Gerçek olan her şey maddîdir. Ancak, evrendeki pasif maddeden başka, doğadaki düzenleyici, aktif öğeyi temsil eden bir güç daha vardır. Bu aktif güç, maddeden farklı değildir, ancak maddenin değişik bir görünümüdür. Buna ateş diyebiliriz. Bu ateş, evrendeki en yüksek varlık türüdür. Yani Tanrısaldır. Zaten,Tanrı bireyleri birbirleriyle birleştiren ateş ya da sıcak nefestir. O, doğanın içindeki akıl ya da rasyonel güçtür. Tanrı'nın ateş ya da rasyonel bir güç olduğunu söylemek, doğaya aklın ve akıl ilkesinin egemen olduğunu söylemekten başka bir şey değildir. Madde kendisinde bulunan bu akıl ilkesine göre davranır. İnsan bir yandan akla ve bilgiye, bir yandan da doğal düzene boyun eğmelidir.” İşte, Kıbrıslı Zenon, “İnsan doğal düzene boyun eğmelidir” derken, bu ifadesinde Kinik Felsefenin etkisini görürüz. Ancak, daha sonra bu düşüncelerinde farklılaşma olur, özellikle Kinik’lerin ahlâk öğretilerinden farklı olarak, “Gerçek ahlâk, her tür uygarlık değerinin reddedilmesiyle değil de, yüksek ve tam bir doğallığa ulaşarak gerçekleştirilebilir” görüşünü savunur!.. 91 Sisamlı Aristarkus (M.Ö. 310-230) Eski Yunan Gökbilimcisi Aristarkus, Ege’den, Sisam Adası’ndan bir bilim adamı!.. Bilim adamı da, Felsefeciler arasında ne işi var? Doğru!.. Aristarkus, diğer Doğa=Tabiatçı filozoflar gibi “Dünyanın Nasıl Yaratıldığını” değil, İlkçağ’da insanları, “Bir daha görünmeyecek” diye çok korkutan “Güneş/Ay Tutulması” olayını mesele edinmiştir!.. 92 Böyle olunca da, bir taraftan Aristo ve Batlamyus’un “Yermerkezli” teorileri karşısında, “Güneş Merkezli” teorisi kabul görmemiş, diğer yandan “Güneş Merkezli” teori, insanları “Dünya dönüyor” sonucuna vardırdığı için, toplumu tedirgin etmiş ve Aristarkus dinsizlikle suçlanmıştır!.. Maalesef, “İnsanlık Tarihi’nde” bu hep böyle olmuştur!.. “Bilim”ile “İnanç” zaman, zaman karşı, karşıya kalmıştır!.. Semavî dinlerin “Yaratılış” öykülerini irdelerken, “İncil’den bölümünde” bu kaçınılmaz çelişkiden ve bazı bilim adamlarından örnek vermiştim!.. Aşağıda tekrar size okutacağım!.. Demek, her din anlayışında tutuculuk kaçınılmaz!.. Çünkü din iman istiyor!.. Sonucunda da, onun doğmalarını tartıştınız mı, sizi dinsiz sayarlar!.. İnsan yapısı da biraz tembel, düşünmemeye yatkın galiba!.. Buna, bir de mahalle baskısını ve bundan geçinenleri eklerseniz!.. Yineliyorum; Tarihin sayfaları, “Bilimi savunmanın bedelini yaşamını yitirerek ödeyenlerle ve bunların karşısında dogmayı savunup, onların ölümüne karar verenlerle” doludur. Bu fasıldan sizlere birkaç örnek; Nicolaus Copernicus (Kopernik1473-1543), Gökbilimci. ”Dünyanın ve diğer gezegenlerin güneş etrafında döndükleri” kuralını açıklayarak, Kiliseyi karşısına almıştır. 93 Giordano Bruno (1548- 1600) Önceleri bir tarikat (Dominikken) mensubu olan Giordano Bruno, Kopernik sistemi ile tanışınca tarikatı bırakmış, “Evrenin sonsuz ve eş dağılımlı olduğunu ve Evrende, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu” söyleyerek, Kilise ile aykırı düşmüş ve engizisyonda yargılanarak din sapkını ilan edilmiş ve ölümle cezalandırılmıştır. Diri, diri yakılarak cezası infaz edilmiştir. Giordano Bruno’nun tarihe geçen şu sözü meşhurdur; "Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar." Galileo Galilei (1564–1642) Modern fiziğin ve teleskopik astronominin kurucularından sayılan İtalyan bilim adamı. "İki Kâinat Sistemi Üzerine Konuşmalar" adlı eserini 1632'de yayınladı ve dünyanın döndüğünü savundu. Bu nedenle Kiliseye ters düştü. Yargılanarak ölünceye kadar ev hapsine mahkûm edildi. İşte, Aristarkus yukarıdakilerden daha önce yaşamışlardan biri!.. Ama yazgısı onlar gibi “Dine karşı olmakla suçlanmak!..” Aristarkus, yakın zamana kadar Eski Yunan Filozofları içinde silik bırakılmıştır!.. Sebebi mi? Bunu, kendiniz yanıtlayın!.. O’nun astronomik fikirleri, ancak 1800 yıl sonra yaşamış Kopernik, Kepler ve Newton’un buluşlarında etkin olarak ortaya çıkmıştır!.. 94 Bugün. Ay’daki bir kratere onun adı verilmiştir, Aristarkus Krateri!.. Aristarkus’un günümüze ulaşan kitabının adı “Ay ve Güneş’in Büyüklükleri ve Uzaklıkları”!.. Burada, “Evren’in Güneş Merkezli olduğunu” anlatmaya çalışır!.. Eski Roma döneminde, Arşimet’in “Kum Hesaplamaları” adlı kitabında Aristarkus’tan söz ettiğini görüyoruz!.. Arşimet şöyle diyor; “Aristarkus’un hipotezler içeren varsayımlarının bir sonucu olarak, aslında Evren’in sanılandan çok büyük olduğu iddia ediliyordu!.. Gene, hipoteze göre, sabit yıldızlar ve güneş hareket etmezken, Dünya belirli yörüngede Güneş’in etrafında dönüyor, Güneş merkezde yer alıyor ve sabit yıldızlar Güneş ile aynı merkezin etrafında duruyordu!.. Aristarkus’a göre; yıldızlar çok uzakta olmalıydı, çünkü “Iraklık Acısı” adı verilen sistemle “Yıldızların, Yerküreye olan uzaklığının ölçülmesi yapıldığında, bir uzaklık görülmüyordu. Yani, görülen bir ıraklık yoktu!.” Oysaki Aristo ve Batlamyus’un savunduğu “Yer merkezli” teoriye gelince, o teori yıldızların neden gözlenemez olduğunu açıklıyordu!.. “Yer merkezli” teoriye göre, eğer dünya dönseydi çok hızlı hareket etmeliydi, o zaman üzerinde yaşayan canlılar bunu hissederdi!..” Yukarıda söyledim, Aristo ve Batlamyus yalnız yaşadıkları toplumu değil, görüşleriyle bütün Ortaçağ’ı da etkilemişlerdir!.. Bunun sonucu, Aristarkus’un “Evren’in Güneş Merkezli olduğu teorisi” gölgede kalmış, hatta okuduğumuza göre aynı yıllarda yaşamış bir Stoacı lider olan Klaentes, Aristarkus’un “Güneş’in Merkezde olduğu fikrini savunmakla, dinsizlik suçunu işlediğini” topluma inandırmaya çalışmıştır!.. 95 “Ay ve Güneş’in Büyüklükleri ve Uzaklıkları” kitabından!.. 96 Kinizm ve Diyojen (M.Ö. 412 – 320) Sinop’taki Heykeli Diyojen (Diogenes), M.Ö. 412-320 yılları arasında yaşamış, “Kendine yetme ve sadelik” ilkelerine dayanan,Kinik yaşam biçiminin öncülerinden Sinoplu çileci düşünürdür. 97 Atina'da gelenekçiliğe karşı tavır almış, toplumdaki yapaylıklara ve uzlaşımsal değerlere meydan okumuş ve her tür yerleşik kuralın insanın doğallığına aykırı düştüğüne inandığı için toplumun tüm yerleşik kurallarına karşı çıkmayı, uzlaşımsal ölçü ve inanışların çoğunun boş olduğunu göstermeyi ve insanları yalın ve doğal bir yaşam biçimine çağırmayı amaçlamıştır. Fenerle ne yaptığını soranlara,"Dürüst bir adam aradığını" söyleyen Diyojen, “Doğaya aykırı bir kurum olan ailenin yerini, kadınların ve erkeklerin tek bir eşe bağlı olmadığı, çocukların ise bütün toplumun sorumluluğunda bulunduğu doğal bir durumun olması gerektiğini” savunmuştur!.. Çeşmeden avucu ile su içen bir çocuk görünce "Bu çocuk bana fazladan eşyam olduğunu öğretti" diye haykırıp, su çanağını kırmakla da ünlüdür. Büyük İskender, Korinthos'ta "Bir dileğin var mı?" diye sorunca, "Var, gölge etme başka ihsan istemem" deyişi de ünlüdür. Diyojen’in tek amacı, “Kişinin en kısıtlı yaşam koşullarında bile, mutlu ve bağımsız olabileceğini göstermek” olmuştur. Bunun kaynağının“Bilgelik” olduğunu söyler!.. İnsanı erdemli yapmaya yaradığı için yalnızca “Bilgeliğe” değer verir, öteki uygarlık değerlerini ise saçma, gereksiz ve anlamsız bularak, reddeder!.. 98 Kinizm Sevgili Gençler, Kinizm’i, şöyle tanımlayabiliriz; “Kinizm,insanın doğaya karşı geliştirdiği toplumsallığın, büyük ölçüde gereksiz ve yozlaştırıcı nitelikler arz ettiğini, mutluluğa ancak erdemle ulaşılacağını ve bu erdemin de dünyevî hazları reddederek mümkün olabileceğini” savunan bir anlayıştır!.. Bu sebeple, mülkiyet, aile, din v.b. değer ve yargıları reddeder!... Kinizme göre, insan kendi kendisine dayanmalıdır ki erdemli, yani kendine yetebilen bir kişi olabilsin. Neden, bu anlayışa bir paragraf açma gereksinimi duydum?Bu anlayış, “İnsan Hakları’nın” temeli olmuştur da, ondan!.. Şöyleki; Eski Yunan’da Stoacılardiye isimlendirdiğimiz Diyojen, Zenon gibi filozoflar insanın amacının, “Doğaya uygun ama özgür ve bağımsız olarak yaşamak” olduğunu savunuyordu!.. İşte, ilk defa birileri “İnsanın doğuştan bir takım hakları olduğunu” söylemeye çalışmaktaydı!. Ne var ki, bu görüş Eski Yunan toplumunu etkilemedi ve bunun sonucu yasalarında da yer alamadı!.. Eski Yunan’ı etkileyen Sokrat, Platon, Aristo gibi felsefeciler ise “Devletçiydi, Kuralcıydı!..” Ancak, yıllar sonra, Eski Roma döneminde Stoik felsefenin tekrar işlendiğini görüyoruz! Biz, bu insanlara “Stoik Okul Felsefecileri” diyoruz!.. . Stoiklere göre; “İnsanın, toplumun örf ve adetlerinden ve yazılı kanunlarından önce gelen doğal hakları vardır. Örneğin; Yaşama Hakkı…., Barınma Hakkı……” 99 İşte, bu felsefe halk iktidarına yani çoğunluk baskısına karşı ilk defa “Bireyin vazgeçilmez hakları olduğunu” iddia ve müdafaa etmiş ve otoriteye karşı bireyi savunmuştur!.. Hemen belirtelim, Eski Yunan toplumunun tersine, bu anlayış Eski Roma toplumunca kabul görmüş ve Eski Roma yasalarını da etkilemiştir!.. Stoik felsefeciler içinde önemli ve topluma etkin olmuş ünlü iki kişi vardır!.. Seneca ve Roma İmparatoru Marcus Aurelius (M.S.121–180)!.. Marcus Aurelius M.S. 170 yılında bir savaştayken yazdığı (Meditasyon=Kendimi Gözleyişim) adlı eserinde bu anlayışı savunduğunu görürüz. Bu sebeple bu eser bir başyapıttır. (Marcus Aurelius’un “Düşüncelerim” adlı kitabı 2006 yılında Türkçeye çevrilmiş ve Yapı Kredi yayınları içindedir.) Ayrıca, bu anlayış Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın temelinde yer almış ve bu dinlerin yığınlar tarafından benimsenmesinde etkin olmuştur!.. Nasıl mı? Bu savımı, Ortaçağı işlerken yazacaktım!.. Ama insan haklarının gelişmesiyle doğrudan ilgili olduğu için, kısaca arz edeyim!.. Her iki dinin dayandığı temel esasların üç tanesini şöyle sıralayabiliriz; 1- İnsana can veren Allah’tır!.. Bu borç’tur ve ancak o alabilir!.. İnsanın kendisi bile yaşamına son veremez!.. Verirse cehennemlik olur!.. İşte, size kutsallaştırılmış ve dokunulmazlık verilmiş Yaşama hakkı!.. 2- Herkesi Allah yaratmıştır ve Allah indinde herkes eşittir!.. İşte, size kralı ve köleyi eşitleyen, bir yapan Eşitlik ilkesi!.. 100 3- Bütün topraklar Allah’a aittir!.. Bir anda, o gün otorite olan cismani iktidarı topraksız bırakıyorsunuz ve insanlarda; “İşlediğim toprak Tanrı’nın, ben ona ibadetimi yapıyorum, neden ürünümün büyük bir bölümünü derebeyine vereyim” bilincini ortaya çıkarıyorsunuz!.. İşte size bağımsızlık!.. Sevgili Gençler, Doğa Filozoflarını sonlandırırken, girişte söylediğim gibi,bu kişiler esasta filozof olmayıp, matematikçi, fizikçi, ahlâkçıdırlar!.. Peki, neden bunlara filozof diyoruz? Çünkü, hepsinin bir ortak noktaları var!.. Bunlar,“Dünyanın nasıl oluştuğunu” mesele etmişler ve bunu sorgulamışlardır!.. Peki, verdikleri cevaplar doğrumudur?.. Doğru veya yanlış, bunun hiç önemi yoktur!.. Burada önemli olan, ilk defa birilerinin “Dünya neden meydana getirilmiştir”sorusunu sormakla, düşünmeye başlaması, böylece aklı kullanmayı ön plana çıkarmasıdır!.. O devirlerde, insanlar cevaplayamadıkları olayları mitolojik tanrılara atfederlerdi!..Ama“Doğa filozoflar ilk defa şartlanmayı sorguluyordu!.. İlk defa akıl ön plana çıkıyor ve kullanılıyordu!..“ İşte, bu düşünce ve aklı kullanma hareketini başlatan kişileri, bunlar ağırlıklı olarak bilim adamı niteliğinde olmalarına rağmen, bu sebeple ilk filozoflar olarak niteliyor ve bunlara “Doğa Filozofları = Tabiatçı Filozoflar” diyoruz. 101 Elbet, düşünebilmeyi bize gösteren ve bizi “Sorgulayıcı Akla” vardıran diğer filozofları da işleyeceğim!.. Hep söylediğim gibi ne yazarsam yazayım, size vermek istediğim ilk değer bu“Sorgulayıcı akla” varmanızdır, çünkü o bizi“Bilim Çağına” vardırmıştır!.. 102 Sofistler Ancak, “Sorgulayıcı kafayı” ortaya çıkarmakla değerli olan bu Tabiatçı Filozofların vardıkları sonuçlar, soyut varsayımlardı!. Onlar, “Akıl yoluyla varlığın ne olduğunu bulabileceklerini” sanıyorlardı!.. Oysaki, akıl bu oluşumu kanıtlayamazdı!.. Ürettiği, yalnızca varsayımlardı!.. Bu ise, aklın dışına çıkmaktı!.. İşte, bu durumu fark eden bazı düşünürler “Önemli olan, aklı doğru kullanmayı öğrenip, devlet yönetiminde faydalı sonuçların sağlanmasıdır” diyerek, felsefeyi gökten yere indirdiler. Biz bunlara“Sofist’ler” dedik. Sofistler, M.Ö. 5. yüzyılda ortaya çıkmış, sürekli gezen ve her gittikleri yerde para karşılığı gençlere ders veren, varsayımlarla gerçek arayan Tabiatçı Filozoflara karşı olan, “İnsan Felsefesi” olarak adlandırdığımız felsefenin kurucusu olan kişilerdir. Bunlar için “Felsefeyi gökyüzünden, yeryüzüne indirenler” de denir!.. Bunlar öğrencilerine, aklını doğru kullanmayı öğretiyorlar ve onları devlet yönetimine hazırlıyorlardı. Sofistlerin ayrı, ayrı teorileri de olsa, ortak yanları öğrencilerine “Her şeyin akla vurularak açıklanması alışkanlığı ile özgür araştırma ve eleştirme bilincini” vermeleriydi!.. Sofist’ler sistemlerini başlatabilmek için şüpheden istifade etmişlerdir!.. 103 Protagoras (M.Ö. 481 – 420) Sofistlerin en önemli ve kurucu filozoflarından biri Protagoras’tır! M.Ö. 481’de doğup, M.Ö. 420’de ölen ve Leukippos'un öğrencisi olan Protagoras, Atina’da uzun süre yaşamış ve etkinliklerde bulunmuştur! Ancak, bir süre sonra dinsizlikle suçlandığından dolayı Atina’dan kaçmak zorunda kalmış ve kaçarken boğulmuştur!.. Protagoras, her sofist gibi Tabiatçı Filozoflara karşıdır!.. Objektif bir doğrunun olamayacağını savunurken, Heraklitos'un “Her şey değişir” sözünden hareket eder. 104 Ona göre; “Belirli bir bilginin herkes için aynı anlamda bir kesinlik taşıması ve doğru olması söz konusu olamaz. Bilgilerimiz, nesnelerin değişimlerine ve o andaki duyumlarımıza bağlı olarak meydana gelir. . Her sanı, belirli duyumlarla onu ortaya koyan kişi için doğrudur.” Bunun anlamı bilginin göreceli olduğu ve merkeze insanın konulmasıdır. Nitekim, Protagoras'ın ünlü sözü; “Her şeyin ölçüsü insandır. Her şey bana nasıl görünürse benim için öyledir. Üşüyen için rüzgâr soğuk, üşümeyen için soğuk değildir. Her şey için birbirine tümüyle karşıt iki söz söylenebilir” diyerek, tümel (külli) bir hakikatin var olmadığını, her insanın kendine ait kanaat ve düşünceleri olabileceğini belirtmiştir. Bu yönüyle, Protagoras’a ilk şüpheci de diyebiliriz. Ancak, onun şüpheciliği göreli bir şüpheciliktir.Protagoras, insan aklını sorguya çekmiş, bir yandan soyut spekülasyonun önüne geçerken, bir yandan da insan aklının kendi üzerine düşünme gücünü gözler önüne sermiştir. Pratik bir bilgeliğe sahip bir kişi olarak da;“İnsana, boş, sonuçsuz araştırmalardan, kendisine dönme çağrısı yapmış ve insanı dünyasının merkezine yerleştirmiştir.” Felsefe tarihi içinde “İnsan Felsefesi” olarak adlandırılan eğilimin öncüsü, bir anlamda Protagoras'tır. “Bilgi, doğruluk ve değeri” tümüyle göreli kılan, şeylerin insanlara göründüğü gibi olduğunu savunan Protagoras, Tanrı konusunda agnostik bir tavır almıştır. (Agnostisizm, bilinmezcilik olarak tanımlanan Tanrı'nın varlığının ya da yokluğunun şu an için bilinemeyeceğini öngören felsefe akımı.) 105 Gorgias (M.Ö. 483- 375) M.Ö. 5. yüzyılda (483- 375) yaşamış olan önemli sofist düşünür. “Yokluk Üstüne” ve “Helen`e Övgü”adlı eserlerin sahibi olanGorgias, Leontioni'de Sicilya'da doğmuştur. Empedokles'in öğrencisi olmuş ve ondan hem “Doğa felsefesini”, hem de “Hitabet sanatını” öğrenmiştir. “Yokluk Üstüne” ve“Helen`e Övgü” adlı eserlerinde, kendisini bir görecelikle sınırlamayarak, gerçek bir “Hiççilik’ in” ve “Kuşkuculuk’ un savunucusu olmuştur. 106 Doğa felsefesinin temel problemi olan “Varlığı bilme çalışmasının” boşa olduğunu, ünlü üçlü kanıtı olan; 1- Hiç bir şey yoktur, 2- Bir şey varsa bile bilinemez, 3- Bilinse bile başkalarına bildirilemez deyişiyle ifade etmiştir. Kinizm felsefesini de etkileyen Gorgias, Rölativizmin ve daha da çok şüpheci düşüncenin gelişmesinde önemli bir filozof olarak yer almaktadır. 107 Prodikos (M.Ö. 465-399) Prodikos, M.Ö. 465’de, Keos Adası'nda doğar. Pythagoras’ın öğrencisi olan Prodikos, Protagoras’ın başlattığı Yunan sofistliğinde en önemli kişilerden biridir. Ayrıca, Demokritos’un ekolündendir. Eğitiminin sonunda Atina'ya büyükelçi olarak yollanır. Burada iyi karşılanan Prodikos, şehirde bir retorik okulu açmaya karar verir. 108 Platon, onun dilin hoşluklarıyla ilgilenen, bilgiç bir öğretmen olduğunu ve bu okul sayesinde zenginleştiğini söyleyerek eleştirir. Bu eleştirisinin temeli, Prodikos’un derslerini para karşılığı zengin çocuklarına vermesidir. Prodikos'un önemli eserleri içinde, “Doğa Hakkında” ve “İnsan Doğasına Dair” adlı eserleri vardır. Ancak, bu 2 eser de günümüze ulaşmamıştır. Onun, diğer önemli bir eseri “Mevsimler” dir. Bu eserde yer alan, “Rezillikle, Erdem Arasındaki Herakles” adlı öykü, Prodikos’dan sonraki birçok yazara ve hatta Ortaçağ Hıristiyan edebiyatına esin kaynağı olmuştur. Cicero, onun bazı öğretilerinin tüm dinleri yıkıcı nitelikte olduğunu; Sextus Empiricus ise, onun ateist olduğunu söylemiştir. Prodikos’a göre; “Tanrılar, düşünceden yoksundur. O halde, zaten var olmadıkları açıktır. İnsanlar, yararlı gördükleri her şeyi, Tanrı zannetmiştir. Daha doğrusu, kendilerine yararlı bir etki yapmış olan doğa nesneleri, Tanrı düşüncesinin doğmasına ve onların yaptıkları iyiliklere karşılık olarak, onlara tapınmalarına neden olmuştur. Böylelikle; ekmek Demeter, şarap Dionysos, su da Poseidon gibi adlar almıştır.” Prodikos, Epikür’den çok daha önce, “Ölümün korkunç bir şey olmadığını, onun biz yaşarken ya da biz var olmadığımız zaman, bizi ilgilendirmeyeceğini” söyler. Çünkü der; “Yaşadığımız sürece, bize ölüm yoktur; ölümün geldiği andan itibaren de, ölüm için biz yoğuz” Prodikos’un olduğunu gösterir. dünya görüşü, 109 onun ilk pesimistlerden Ona göre; varlığın kötülükleri iyiliklerini aşar. Ancak, onun hayata bakışındaki kötümserlik, insan iradesini ve enerjisini yıkma amacı taşımaz. Prodikos, Kiniklerin ve Stoacıların ahlak doktrinleri üzerinde etki yapmış olan, “Kendinden ilgisiz şeyler” kavramını ortaya atmıştır. Ona göre, “Bu kavram; aklın gösterdiği yolda ve aşırıya kaçmadan kullanıldığı zaman, bir anlam taşıyabilir!..” Prodikos, erdemin öğretilebileceğine inanır. Ona göre; “Malvarlığını ne yapmak gerektiğini bilen erdemli insanlar için zenginlik bir iyiliktir. Bunu bilmeyen insanlar için ise, kötülüktür. Her şey, değerlenir!..” kullanmak isteyenin, kullanış tarzına göre Protagoras'ın eğitimde hitabet sanatına ve töre bilimine önem verdi. Düşünüşünün şüpheci bir boyutu vardı ve genel olarak yaşamın acılarını vurguluyordu. Platon'un diyaloglarında Prodikos alaysı bir şekilde gösterilir ve Aristophanes oyunlarında onunla dalga geçer. Prodikos, Sofist’lerin öncülerinden olup,Atina'ya temsilci göreviyle Keos adasından geldi!.. Atina’da yaşamaya başladı!.. Öğretmen ve hatip olarak görevler yaptı!.. 110 SOKRATES (M.Ö. 470 – 399) Heykelci Sofroniskos ile ebe Fenarete'nin oğlu olan Sokrates Atina’da doğmuş olup, Atina dışına çok az çıkmıştır. Bir kez askerî yükümlülük gereği, bir kez de Delfi'ye gidip biliciye (kâin) danışmak ve orada üzerinde "Kendini tanı" sözünün yazılı olduğu Apollon tapınağını görmek için!.. Sokrat, “Akla vurulmayan hayat yaşamaya değmez” diyordu!.. Yaptığı şey, soru cevap şeklindeki metoduyla herkesi önce kuşkuya düşürmek, sonra sonuca götürmekti!.. Öncelikle soruyordu; “Doğru nedir?Bunun doğrusunu nasıl bulabilirsin?” Böyle sorularla, Sokrat karşısındakini düşündürüyor ve bunun sonucu o kişi bir takım cevaplar ortaya döküyordu. Buna Sokrat “Doğurtmak” diyor ve alaycı “Bu marifeti annemden aldım, o bir ebeydi” derdi. Şimdi, size Sokrat’ın bir diyalektiğini örnek olarak vereceğim; 111 Sokrat bir gün, tanıdığı bir gencin hızla koştuğunu görür ve onu durdurur; - - Nereye koşuyorsun? Yarışmaya. İyi koşuyorsun, herhalde birinci olacaksın, başına defne dalı konacak, alkışlanacak, elbet övgü dolu nutuklar dinleyeceksin. Ama bir şey anlayamıyorum. Bunlarla ne kazanmış olacaksın? Şeref kazanacağım. Ey, şerefli genç! O halde sen şerefin ne olduğunu biliyorsun, şeref nedir öğret bana? Şeref fazilettir. Fazilet nedir? Fazilet başka insanlar için yapabileceğimiz fazla şeydir. Bu, “Soru/cevap metodu” ile insanları düşündüren ve aklını kullandırarak sonuca götüren Sokrates, “Her insanın kendi gerçeklerini aklında taşıdığı esasını” metoduna temel yapmış olup, yapılacak şeyin “Kişiye hakikatleri öğretmek değil, kendisine buldurmak olduğunu” göstermiştir!.. Bu yönüyle “İlk rasyonalist Sokrat’tır” diyebiliriz. Eski Yunan Sitelerinde, özellikle Atina’ da, iktidarı elinde tutan politikacıların çoğu sofistlerce eğitilmiş aydın kişilerdi. İçlerinde dine inanmayanlar çoktu, fakat bunlar düzenin ve iktidarlarının bozulmaması için, her şeyin akla vurulmaması ve eleştiri alışkanlığının sokağa inmemesinin gerekliliğine ve dinin alt tabakalar için faydalı ve gerekli olduğuna inanıyorlardı. Sokrat’ın önüne gelenle “Soru/Cevap” şeklinde onların inanışlarını ve mitolojik tanrılarını akla vurması, herkesi ve iktidarları elinde tutanları tedirgin etmeye başlar!.. Ve bu durumu iktidarları için tehlikeli görürler!., Bu kişiler,hemen“Mukaddes Şeylere Dil Uzatma Kanunu” diye bir kanun çıkarırlar ve Sokrat’ı bu kanuna aykırı davranmakla suçlarlar!.. 112 Sokrat’ın dava sonunda yaptığı savunma okunmaya değerdir. Bakınız Sokrat ne diyor; “Hakikati aramaktan vazgeçmem şartıyla beraatıma hükmetmek teklifinde bulunursanız, size şöyle derim; Teşekkür ederim Atinalılar, fakat ben sizlere değil, beni o vazife ile mükellef kılmış olduğuna inandığım tanrıya itaat edeceğim. Soluk almam devam ettiği sürece felsefeyle uğraşacağım. Önüme çıkan her insana “Kalbini yalnız servet ve şana kaptırıp, hikmet ve hakikatten uzak yaşamaktan utanmaz mısın?” demeğe devam edeceğim. Ölümün nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum, belki iyi bir şeydir. Fakat görevden kaçmanın kötü bir şey olduğunu biliyorum. İyi olması ihtimali bulunan şeyi, kötü olduğunu bildiğim şeye tercih ederim.” Bu sözleriyle Sokrat, ilk defa “İnsan vicdanının kanunlardan üstünlüğü ilkesini” ortaya koyuyordu! Bu, aynı zamanda bir ahlâk anlayışıydı!.. “Ben sizin için uyarıcı bir eleştirmenim, fikirlerinizi devamlı akla vurmakla, bildiğinizi sandığınız şeylerin çok yetersiz olduğunu göstermekle sizi harekete sevk ediyorum. Bu insanlık için en büyük iyiliktir. Böyle tartışmalarla akla vurulmayan hayat yaşanmaya değmez!. Bu sözleriyle de Sokrat “Özgürce tartışmanın insan ve toplum için en faydalı davranış biçimi olduğunu” o çağda topluma öğretmeye çalışıyordu!.. “Benim tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir”, “Kendini tanı” deyişleri de Sokrat’ındır!.. Gerçekten savaşçısıydı!.. Sokrat, özgür 113 ve tartışabilen aklın yiğit Eflatun veya Platon (M.Ö 427 – 347) Çok önemli bir Antik Yunan filozofudur. Hayatını geçirdiği Atina’daki ünlü akademiyi kurdu. Asıl adı Aristokles idi. Geniş omuzları ve atletik yapısı yüzünden, Yunanca "Platon" (Geniş göğüslü) lakabı ile anıldı ve tanındı. Eflatun yirmi yaşından itibaren ölümüne kadar yanından ayrılmadığı Sokrates’in öğrencisi ve Aristoteles’in hocası olmuştur. Atina’da Akademi’nin kurucusudur. Görüşleri, İslam ve Hıristiyan felsefesine derinden etkilemiştir. Modern filozoflardan Alfred North Whitehead’e göre; “Eflatun’dan sonraki bütün batı felsefesi onun eserine düşülmüş dipnotlardan başka bir şey değildir!..” 114 Eflatun, eserlerini diyaloglar biçiminde yazmıştır. Diyaloglardaki baş aktör çoğunlukla Sokrates’tir. Sokrates insanlarla görüşlerini tartışır ve onların görüşlerindeki tutarsızlıkları ortaya koyar. Eflatun çoğunlukla görüşlerini Sokrates’in ağzından açıklamıştır. Eflatun, algıladığımız dış dünyanın esas gerçek olan idealar ya da formlar dünyasının kusurlu kopyaları olduğunu, gerçeğe ancak düşünce ve tahayyül yoluyla ulaşılabileceğini savunmuş, insan ruhunun ölümden sonra beden dışında kalıcı olan idealar dünyasına ulaşacağını söylemiştir. Görüşleri,Ortaçağ’da İslam filozofları tarafından korunmuş ve İslam düşünce dünyasındaki “Yeni Eflatunculuk” akımına neden olmuştur. Eflatun'un felsefesini, beş önemli kuram içersinde toplamak mümkündür. Bunlar, “Bilgi”,“İdealar”, “Ruhun ölümsüzlüğü”, “Evrendoğum”ve “Devlet” ile ilgili kuramlarıdır. Eflatun, bütün yaşamı boyunca hocası Sokrates'ten edindiği ilham ile gerçek bir ahlâkçı olarak kalmış, tüm bu kuramları, etik ağırlıklı görüşlerle irdeleyerek geliştirmiştir. Sokrates ve Eflatun'a göre; “Felsefenin ana ereği; insanın mutluluğu ve yetkin yaşamının sağlanmasıdır. Yetkin bir yaşam, ancak erdemli bir hayat sürmekle elde edilebilir. Erdemin temeli “Bilgi”, özü “İdealar kavramı”, gerekçesi “Evrendoğum”, güvencesi “Ölümsüzlük”, yaşamsal sığınağı “Devlet” tir!.. Eflatun, elli yıllık uzun bir süre boyunca bu kuramsal yapıyı düşünmüş, ilintili felsefî meselelerle didişmiş ve bu arada görüşlerini düzeltip, olgunlaştırmıştır. Bu yüzden, Eflatun felsefesinin incelenmesi açısından en akılcı yol, bu değişim ve gelişmeyi takip ederek öğretinin geçirdiği evreleri anlamaya çalışmaktır!.. Platon, Sokrat’ın fikirlerini bir sistem haline getirerek kendi İdealizmini kuracaktır!.. 115 Ona göre; “Akılla varılan bilgiler ile duyumlarımızla algılanan bilgiler tamamen ayrıdır. Duyumlarımızla kavradığımız bilgilerin bir değeri olmayıp, bunlar yüzeysel bilgilerdir. Nitekim, sıradan insanlar duyumlarıyla yaşar” der ve ünlü mağara söylencesine başlar; “Bir mağara düşün dostum, girişi boydan boya gün ışığına açık bir yeraltı mağarası!.. İnsanlar düşün bu mağarada!.. Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını görüyorlar!.. Arkalarından bir ışık geliyor, uzaktan tepede yakılan bir ateşten!.. Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar!.. Gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklaları sergilerler, öyle bir duvar işte!... Ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar; tahtadan, taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy, boy, biçim, biçim!.. Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak!.. Garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip!.. Doğru, o esirler ki ömür boyu başlarını çeviremeyecek, kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyebilecekler!.. Şimdi de, mağarada seslerin yankılandığını düşün, dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca onlar için tek gerçek var,Gölgeler!.. Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık!.. Ne olurdu dersin, anlatayım!.. Ayağa kalkmağa, başını çevirmeğe, yürümeğe ve ışığa bakmağa zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı. Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeğe alıştığı cisimleri tanıyamazdı. 116 Biri ona;“Ömür boyu gördüklerin hayaldi. Şimdi gerçekle karşı karşıyasın" diyecek olsa, sonrada eşyaları birbir gösterse,"Bunlar nedir" diyecek olsa, şaşırıp kalır, mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı!.. Bir de düşün ki; tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikada, güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik. Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi!.. Kulak asmadık!.. Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı. Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin!.. Sonra, yavaş, yavaş alıştı aydınlığa. Önce gölgeleri fark etti, arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini. Akşam olunca göğe çevirdi bakışlarını, ayı gördü, yıldızları gördü. Zamanla güneşin suya vuran akislerine bakabildi. Nihayet gökteki güneşe çevirdi gözlerini. Ve düşünmeğe başladı. Ona öyle geldi ki mevsimleri de, yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi O!.. Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa O. Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa onun eseri. Ve eski günlerini hatırladı. Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği!.. Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu. Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi!.. Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et!.. Karanlığa kolay, kolay alışabilir mi? Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler şöyle diyerek; Sen dışarıda gözlerini kaybetmişsin arkadaş, saçmalıyorsun. Biz yerimizden çok memnunuz. Bizi dışarı çıkmağa zorlayacakların vay haline!.. İşte, böyle aziz dostum, sana anlattığım hikâye kendi halimizin tasviridir!.. Yer altındaki mağara “Görünürler dünyası”!.. Yücelere çıkan tutsak “Meseller (idea'lar) âlemine yükselen ruh!..” Aristo ise, daha realist bir anlayışla bu fikirleri ilim halinde işleyecektir!.. Aristo akıl ile duyumu derece farkıyla ayırır. Ona göre, “Duyumlarımızla elde ettiğimiz bilgiler de bilgidir, ancak ham bilgilerdir. İşte, akıl bunları işler ve sonuç çıkarır”!.. Buradan,“Realist Rasyonalizm” anlayışına varılmıştır!.. 117 Aristoteles (M.Ö 384 – 322) Aristoteles, Platon ile birlikte Eski Yunan düşüncesinin en önemli iki filozofundan biri sayılır. Fizik, şiir, zooloji, mantık, politika ve biyoloji gibi konularda pek çok eser vermiştir. Aristo,Makedonya kenti olan Stageira'da, Makedonya kralı II. Amyntas'ın (Philippos'un babası) hekimi olan Nikomakhos'un oğlu olarak dünyaya gelir. M.Ö. 367 veya 366'da 17 yaşında Platon'un Atina'daki akademisine (Akademeia) girmesiyle Platon'un en parlak çömezlerinden biri olur. Yardımcı hoca olarak çalıştığı dönemde, okuma tutkusuyla tanınır; bu tutkusu sebebiyle ona “Okuyucu” adı takılır ve öyle seslenilir. Daha sonraları Akademeia'daki öğretime kendisi de katkıda bulunur. 118 PlatonM.Ö. 347'de öldüğünde, vasiyeti üzerine Akademeia'nın başına Spevsippos getirilir. Aristo Akademeia’dan ayrılır ve bugün Biga Yarımadası olarak anılan Troas bölgesindeki Assos kentine gider. Oranın tiranı (Yöneten) Atarnevs'li Hermias'ın siyasî danışmanı olur ve bir okul kurar. Yaşambilim üzerine çalışmaları önemlidir. 345-344 yıllarında, Theophrastos'un daveti üzerine, komşu Lesbos (Midilli) adasının Doğu kıyısındaki Mytilene (Midilli) kentine varır. 343'te Pella'daki (Bugün Ayii Apostili) Kral Makedonyalı Philippos'un sarayına, oğlu İskender'in eğitimini üstlenmek üzere çağırılır. Philippos'un ölümüyle M.Ö. 335 İskender tahta oturur. Aristoteles Atina'ya dönüp, Akademeia'ya rakip olarak Lykeion'u yada diğer adıyla Peripatos'u (öğrencileriyle içinde dolaşarak tartıştıkları bir tür çevresi sütunlarla çevrili avlu ya da galeri) kurar. Lykeionlulara verilen Peripatetikoi adı buradan geliyor. Burada on iki sene ders verir. M.Ö. 323'te Büyük İskender'in bir Asya seferi esnasında ölmesi üzerine, Atina'da Makedon karşıtı bir tepki olduğu vakit, aslında Makedonculuk zannı taşıyan Aristoteles'e karşı, dine saygısızlık davası açılması söz konusu olur!.. Suçlama, “Bir ölümlü olan Hermias'ın anısına bir ilâhi yazarak ölümsüzleştirmeğe” çalışmasıdır. Bunun üzerine Aristoteles, Sokrates'in yazgısını paylaşmak yerine Atina'yı terk etmeyi seçer ve kendi deyişiyle Atinalılara "felsefeye karşı ikinci bir suç işlemeleri" fırsatını tanımak istemez. Annesinin memleketi olan Eğriboz (Evboia) adasındaki Helke'ye (Khalkis) sığınır. Ertesi yıl,M.Ö. 322'de altmış üç yaşında ölür. 119 Epikür veya Epikuros M.Ö. 341-270 Epikuros (ya da Epikür), Helenistik felsefenin en önemli düşünürlerinden birisidir. Sisam adası olarak bilinen Samos'da doğdu. Epikür bir ahlâk felsefesi geliştirmiştir ve bu felsefenin ana düşüncesi insanın mutluluğuna giden yolu araştırmaktır. Epikür, bir yandan Demokrit’in atomcu teorisinden, öte yandan Pyrrhon'un şüpheciliğinden etkilenmiştir. Hem ahlâk felsefesinde, hem de bilgiye yaklaşımında kuşkuculuğun izleri açıktır. Aristo’nun ölümünden sonra Atina'da bir bahçe satın alan Epikuros burada okulunu kurmuştur. Epikuros 4. yüzyıla kadar etkili olmuş bir filozoftur. Ondan geriye kalan felsefesinin anlaşılmasında önem taşıyan bir kaç mektuptur. 120 Epikuros'a göre; “İnsan, tanrı ve ölüm korkusundan kurtulmalıdır. Buna ise kuruntulardan ve önyargılardan arınarak ulaşılabilir!..” Epikür,“Dinin temelinin korkuya dayandığını, evrenin tanrıların idaresi altında olmadığını, evrenin atom zerreciklerinden oluştuğunu”ileri sürüyordu. Dine karşıydı ama tanrıların varlığını inkâr etmiyordu. Ona göre tanrıların insanlarla bir ilişkisi yoktu. Bu konuda şöyle akıl yürütüyordu; “Tanrı, - Ya kötülüğü ortadan kaldırmak ister de kaldıramaz, Yahut kaldırabilir de kaldırmak istemez, Yahut ne kaldırmak ister, ne de kaldırabilir, Yahut hem kaldırabilir, hem de kaldırmak ister. İlk üç seçenek gerçekten Tanrı olan için düşünülemez. O halde, son seçeneğin doğru olması gerekir. Peki, öyleyse neden kötülük vardır? Bundan şu sonuca varılır ki, ortada evreni yönetmek isteyen ve yöneten bir Tanrı yoktur. Tanrı bir yaratan olup, onun insan yaşamı ve evrenle ilgilenmesi söz konusu değildir!..” Ayrıca, ona göre,“İnsan ruhu, maddî bir niteliğe sahiptir ve dört öğeden meydana gelir. Ateş, soluk, hava ve adlandırılamayan dördüncü bir öğe. İlk üçü bedensel kısmı meydana getirir, dördüncü öğe ise ruhsal kısmı oluşturur. İnsan ölünce bu öğeler dağılır yani birlikteliklerini kaybederler. Dolayısıyla ölümsüzlük ya da ruh-göçü diye bir şey olamaz!..” "Ölümden korkmak anlamsızdır, çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yoyuz" deyişi Epikür’ündür. 121 Ahlâk, temeldir Epikuros'ta, çünkü“İnsana neyin doğru neyin yanlış, yani mutluluğa ulaşmak için neyin yapılması, neyin yapılmaması gerektiğini gösteren, ahlâktır!..İnsan mutlak ve kaçınılmaz bir zorunluluğun kölesi olamaz, o kendi kaderini belirleyebilir!.. Elbette, insan iradesi birçok içsel ve dışsal koşul tarafından belirlenmektedir; ancak insan bunlara rağmen kendi kararını verebilmekte, hatta içinde bulunduğu koşullar hakkında da kararlar alabilmektedir ve bu anlamda koşullarına mutlak anlamda bağlı değildir!..” Epikür’ün erdem teorisi de bu yaklaşımlara bağlı olarak ortaya çıkar; “Erdem, doğru yaşamak düşüncesiyle bağlantılıdır; doğru yaşamaksa mutluluğu aramak ve ona ulaşmakla bağlantılıdır!..” Onun, toplum ve felsefesinden ayrılamaz!.. devlet üzerine düşünceleri, ahlâk Epikuros toplum ve devleti; “Bireyin korunması ve mutluluğa ulaşması bakımından” önemser!.. Epikurosçu felsefede asıl önemli olan kavram“Dostluk” kavramıdır!.. Ona göre, dostluktur!..” “Bilgeliğe yaraşan 122 insanî ilişki biçimi, Dogmatik Olmak Sevgili Gençler, Biliniz ki, Sofist’ler sistemlerini başlatabilmek için şüpheden istifade etmiş olmalarına ve bütün bu gelişmelere rağmen “Aklın, varlığın esasına varabileceğini” peşin hüküm olarak kabul eden kişiler olmakla, dogmatiktiler!.. Gelin, yeri gelmişken “Ne demek, dogmatik olmak” irdeleyelim!.. 123 Dogmatik olmak; “Din, terbiye v.s yoluyla gelen toplumdaki bir takım görüşlerden asla kuşkulanmadan, onları temel hakikat kabul ederek her şeyin doğrusunun bilineceğine inanmaktır!..” İlginç olan, insanın doğuştan dogmatik düşünüşe yatkın olduğudur!.. Bu neden böyledir? Öncelikle insan zihni tembeldir!.. Hazırı kabul etmek kolayına gelir!.. Ayrıca, inşa edeceği görüşlerinin bir temele oturması da bir zorunluluktur!.. Kısaca, dogmatik düşünüş; “Her felsefenin içinde gelişen ve o felsefeyi donmaya ve katılaşmaya götüren” bir olgudur. Bu sebeple, “Her felsefî düşünüşün kendi taassubunu içinde geliştirdiğini ve dogmatik düşünüşe döndüğünü” söyleyebiliriz. Bu da doğaldır, çünkü insanı şüpheciliğe götüren şey, “Dogmalara saplanmış olan mevcut düzenin donması ve gelişen insan yaşamına artık yetmemesidir.” İnsanları yeniden mutlu edecek yeni bir düzen arayışı, şüpheyi gerektirir. Böylece akıl yine öne çıkar. Biliniz ki;“Her yeni düşünce dogmatikliğe, her dogmatikleşen görüş de şüpheciliğe gebedir.” En çarpıcı örnek olduğu için, dinî düşünüşü buna örnek gösterebiliriz. Her din, varlığı kendince açıklar!.. Sen o açıklamayı tartışamazsın, öyle kabul etmek, inanmak durumundasındır!.. İşte,“İman” budur!..Ve biz, bu peşinen kabul etmek durumunda olduğumuz açıklamalara “Dogma” diyoruz!.. Nitekim tartışılması kabul edilmeyen, “Doğrudur” diyerek sadece inanılan bu dogmaların zaman içinde “Düşünme ve düşündüğünü söyleyebilme özgürlüğünü” yok etmesi kaçınılmazdı, hele “Ruhanî otoritenin” güç kazanmasıyla!.. Hıristiyan dininin dogmaları Ortaçağ boyunca insan düşüncesini esir almıştır!.. Bin yıl süren bu çağı, insanlık “Karanlık Dönem” diye anmaktadır!.. 124 Şüphecilik “Her yeni düşünce dogmatikliğe, her dogmatikleşen görüş de şüpheciliğe gebedir.” dedik ya!,. İşte,“Sofistler” dediğimiz filozofları,“Şüpheciler” dediğimiz, başını fanatik bir kişi olan Pyrron’un çektiği felsefeciler izler!.. Şüphecilik veya Kuşkuculuk olarak da adlandırılan bu görüş; “Her tür bilgi savını kuşkuyla karşılayan, bunların temellerini, etkilerini ve kesinliklerini irdeleyen, ayrıca aklın kesin bir bilgi elde edemeyeceğini, hakikate erişilse dahi sürekli ve tam bir şüphe içinde kalınacağını, gerçeğe ulaşmanın mümkün olmadığını” savunan felsefî görüştür!.. Şüphecilik felsefe tarihi açısından çok önemli bir yere sahiptir, zira felsefe tarihi boyunca yerleşik kanılar ve inançları o sarsmış, felsefe, bilim ve özellikle din konusunda birçok anlayışın değişmesine ortam hazırlamıştır. Şüphecilik dogmatizmin karşıtıdır!.. İnsan hayatındaki önemine dayanarak, kısaca şüpheciliğin kısa bir tarihçesine değineceğim. 125 Pyrrhon (M.Ö. 360 – 272) Bilgi sorununu sistematik olarak inceleyen ilk şüpheci filozof Pyrrhon'dur. Pyrrhon ile birlikte şüphecilik görüşü okullaşmıştır. . Pyrrhon, İskender devrinde yaşamış, zengin bir kişi iken iflas etmiş, İskender’le Hindistan’a kadar gitmiş biridir. Zenginken yoksul hale düşmesi onu çok üzmüş ve etkilemiştir. Hele, Hindistan’da ateş üzerinde yürüyen, çiviler üzerinde yatan Hint fakirlerini görünce şöyle der; “Zenginken yoksul oldum, yakan ateş insanı yakmadı, çivi batıp kanatırken kanatmadı, o halde yeryüzünde hiç bir şey kesin değildir. Hiç bir şeye inanmamalıyız!..” 126 Böyle bir akıl yürütme tamamen yanlış da olabilir!.. Burada, doğru veya yanlış önemli değildir!.. Önemli olan bu felsefe ile“İnsan zihnini bir noktada durduran dogmatik düşüncenin bir kere daha yıkılmış olmasıdır!.. Şüpheciler şöyle derler; - Hakikat ölçüsünü nereden alıyorsunuz? Akıldan. Peki, akıl bu ölçüyü nerede kullanacak? Hakikat için. Demek hakikati akıl yapıyor. Hâlbuki hakikatin mutlak ve değişmez olması gerekir. Eğer,akıl hakikatin kendisi ise,neden kendi hakikatlerini kendisiyle ispatlamaya muhtaçtır? Sonuç olarak;İnsan için hakikat yoktur. Bir takım gelip geçen haller vardır ki bunlardan her zaman şüphe edilmelidir!.. İşte, şüpheciler gerçeği eleştirerek tam bir şüpheciliğe varmışlardır!.. Şüpheciliğin etkisi Hıristiyanlığa kadar devam eder!.. Hatta, Hıristiyanlığın başlangıç yıllarında bile etkilidir!..Nitekim, o devirde Yunanlı bir esir olan Següstüs Ampriyos “Pyrron’un Şüpheleri” adlı bir kitap yazar. Gene, bu akımlardan çok etkilenmiş bir Romalı şair vardır, Lükretius. “De Rerum Natura (Varlıkların Mahiyeti Hakkında)” adlı şiirinde; “Tutuculuğa, bir tutucunun hıncıyla saldırır, tutuculuğun insanlara yaptırdığı cinayetleri anlatır, ilme dayanan delilleri, yeni bir dünyanın müjdecisi olarak gösterir!..” Kısaca, “Aklın zaferini haykırır!.”. 127 İzin verirseniz, burada Tevfik Fikret’i de anmak istiyorum!.. Tevfik Fikret’i edebiyat dersinde okuduk ama o ayni zamanda bir düşünür yani filozof’tur!.. Şüphe, şüphe!.. İşte suçum!.. Ne zarar!.. Şüphe bir nura doğru koşmaktır. Hakkı aydınlatma, Akıl için haktır. Belki öteki dünya var, Belki cennet, cehennem de var!.. Yaradan’ın eseri olan insan, Aklını kullanarak doğruyu aramak varken, Neden esiri olsun dogmaların? Tevfik Fikret 128 Eski Yunan ve Eski Roma’da Temel Haklar Sevgili Gençler, Sonuç olarak, bilmenizi istediğim;“Eski Yunan felsefeleri değerini, insanlığa aklını kullanabilmesini öğretmesinden” almaktadır. “Neden? Nasıl? Niçin? Acaba?” diyerek, bizleri sorgulayan bir kafaya ulaştıran, M.Ö. İyonya’da ve Atina’da yaşamış olan, yukarıda işlediğimiz İlkçağ filozoflarıdır!.. Yukarıda, Kinizm’den ve Stoacı olarak nitelenen Diyojen ve Zenon’dan şöyle söz ettim; “Bunlar, insanın amacının doğaya uygun ama özgür ve bağımsız olarak yaşamak olduğunu savunuyordu. İşte, ilk defa birileri “İnsanın doğuştan bir takım hakları olduğunu” söylemeye çalışmaktaydı!.. Ne var ki, bu görüş Eski Yunan toplumunu etkilemedi ve bunun sonucu yasalarında da yer alamadı!.. Eski Yunan’ı etkileyen Sokrat, Platon, Aristo gibi felsefeciler ise“Devletçiydi,Kuralcıydı!..” Nitekim, anılan filozofların eserlerini incelersek, onlarda “Siyasal iktidarın kişi üzerindeki egemenliğinin, mutlak olduğu anlayışını” görürüz!.. 129 Gerçekten de, Eski Yunan Filozofları bizi,“Sorgulayıcı akla” vardırdı,ama Stoacılar hariç hepsi “Bireyi değil, toplumu asıl” kabul ediyorlardı!.. Eski Yunan’da, ister tek kişi iktidarı, ister azınlık iktidarı, ister çoğunluk iktidarı olsun,“Otoritenin, birey üzerinde mutlak tasarruf hakkı olduğu anlayışı” kesindi!.. Örneklersek; - Isparta’da, evlenmeyen veya geç evlenen erkek hapsedilirdi. Atina’da, devlet her istediğini zorla çalıştırabilirdi. Milet’te, kadınların şarap içmesi yasaktı. Isparta’da, kadınların saç biçimini yasalar belirlemişti. Rodos’ta, sakal tıraşı yasaktı. Isparta’da, erkekler bıyık bırakamazlardı. Nitekim,Eski Yunan Stoacıları Romalı stoik felsefeciler gibi; “İnsanın, toplumun örf ve adetlerinden ve yazılı kanunlarından önce gelen doğal hakları vardır. Yaşama Hakkı.., Barınma Hakkı…gibi” diyerek, bireyi çoğunluğun baskısına karşı koruyamamışlardır!.. Ancak, yıllar sonra, Eski Roma döneminde “Stoik Okul Felsefecileri” halk iktidarına, yani çoğunluk baskısına karşı ilk defa “Bireyin vazgeçilmez hakları olduğunu” söyleyerek otoriteye karşı bireyi savunmuştur!.. Bu anlayış Eski Roma toplumunca kabul görmüş ve Eski Roma yasalarını da etkilemiştir!.. Bunun kanıtı olarak, otoriteyi temsil eden Roma İmparatoru Marcus Aurelius’un M.S.170 yılında, bir savaştayken yazdığı (Meditasyon=Kendimi Gözleyişim) adlı eserini gösterebiliriz!.. Bu kitabında Marcus Aurelius; “İnsanın, toplumun örf ve adetlerinden ve yazılı kanunlarından önce gelen doğal hakları vardır, Yaşama Hakkı…., Barınma Hakkı…… gibi” diyerek, “Bireyi, Otoriteye karşı” savunmuştur!.. Bu sebeple, bu eser bir başyapıttır. 130 Romalı Stoacılar Eski Romalı Stoik felsefeciler içinde, önemli ve topluma etkin olmuş bir başka ünlü kişi de Seneca’dır!.. Seneca (M.Ö. 04 - M.S. 65) Lucius Annaeus Senecaİspanya, Cordoba’da M.Ö. 4 yılında doğan ve M.S. 65 yılında Roma’da ölen düşünür, devlet adamı, oyun yazarıdır!.. Roma’ya küçük yaşta teyzesi tarafından getirilmiş ve Mısır valisinin eşi olan, bu kudretli kadının gözetiminde büyümüştür!.. Seneca, ailesinin varlıklı olması sayesinde ünlü felsefeciler ve söylev ustalarından (rhetor) eğitim almıştır! Daha sonra bilgelik sevdasına tutulmuş ve felsefe eğitimine ağırlık vermiştir. Önce, Pythagorasçı Sotion’dan dersler almış ve etkilenmiş, onun gibi etyemez olmuş ve ruhun ölümsüzlüğüne inanmıştır!.. Daha sonra Attalus’a bağlanıp, güzel kokulardan, şaraptan, istiridye ve mantar yemekten ve yumuşak bir yatakta uyumaktan vazgeçmiştir!.. 131 Kynik Demetrius’u ve Papirius Fabianus’u da hararetle dinleyen Seneca’nın, felsefeye olan aşırı düşkünlüğü babasını telaşlandırmıştır!.. Çünkü İmparator Tiberius, gençliği saran bu felsefe akımlarına hiç sıcak bakmıyor, garip kılıklı ve tavırlı bu kişileri Roma’dan uzaklaştırıyordu!.. Ayrıca, Seneca’nın, yaptığı perhizlerden dolayı zaten narin olan bünyesi daha da bozulmuştu, sağlığı iyice kötüye gidiyordu!.. Babası, oğlunun sağlığını düzeltmek ve felsefeden uzaklaştırmak için onu, ilk önce Pompei’ye, sonra Mısır’a gönderdi! Roma’ya M.S. 31 yılında dönen Seneca, kendini siyasete verdi ve quaestorluk (idam cezası vermeye yetkili hâkim unvanını) elde ederek, mahkemede avukatlık yapmaya başladı! Quaestor oldu, senato üyeliğine seçildi!.. Fabianus’tan öğrendiği keskin çelişkiler içeren, imalarla dolu kısa cümleli ifadeler kullanmada oldukça başarılıydı. Kıskanç İmparator Caligula’nın deyimiyle “Kum taneleri” gibi akıp giden üslubu ölüm nedeniydi!.. Böyle başarılı bir konuşmacının kendi Roma’sında yeri yoktu!.. Ancak, saraydaki bazı kişiler Seneca’nın hasta bir insan olduğunu ve çok az bir ömrü kaldığını söyleyerek İmparatoru zor ikna etti ve ünlü bir düşünürün yaşamını bağışlattı!.. İmparatoriçe Messalina, Livilla ile Seneca arasında bir ilişki olduğuna dedikodular çıkarınca, Seneca M.S. 41’de Korsika’ya sürgüne yollandı!.. Livilla ise öldürüldü!.. Seneca sürgündeki yaşamını felsefe yapıtları yazarak, bilim ve şiirle uğraşarak geçirdi!.. İlk yıllar kolay geçti, ama sonraki yıllarda Roma’ya dönme arzusu yüreğini iyice kaplayınca, Cladius’un azatlısı Polybius’a kardeşinin ölümünden dolayı yazdığı “Ad Polybium De Consolatione (Polybius’a Teselli Üzerine)” başlıklı yazısında, hem ona hem de imparatora adeta yalvarmıştır!.. Ayrıca, yine aynı ruh durumuyla annesine yazdığı “Ad Helviam Matrem De Consolatione (Annem Helvia’ya Teselli Üzerine)” yazısında da annesinden çok kendini teselli eder gibidir!.. 132 Bütün bu yakarılarına karşın, Seneca Roma’ya ancak Livilla’nın kardeşi Agrippina zamanında dönebilmiştir!.. Genç Prens Neron’un annesi olan Agrippina, Seneca’nın, oğlu Neron’nun eğitiminde önemli bir rol oynayacağını düşündüğü için, Seneca’yı sürgünden çağırtır!.. Neron’nun tüm eğitimini üstlenen Seneca, ona çağının önemli kültür konularıyla ilgili dersler vermiş, ancak Agrippina’nın felsefeye pek sıcak bakmaması nedeniyle, bu konulardaki derslerine bazı kısıtlamalar getirmek zorunda kalmıştır!.. M.S. 54 yılında Claudius öldüğünde, Neron on altı yaşında İmparator ilan edilince, Seneca muhafız kıtası komutanı Afranius Burrus ile birlikte idarede söz sahibi olmuştur! Ama, filozoflara yakışmayacak yaşam tarzı ile savunduğu düşünceler uyuşmadığı için, hakkında dedikodular çıkmasına engel olamamıştır!.. Bu arada, Neron tümüyle anormal davranışlar içine girmiş ve annesi Agrippina’yı öldürtmüştür!.. Bunun ardından Burrus’un zehirlenerek öldürülmesi Seneca’yı saray yönetiminde tek başına bırakmıştır!.. Bunun üzerine, tüm servetini imparatora bırakarak özel yaşamına çekilmeye karar veren Seneca, bu düşüncesini Neron’a açmış, ancak reddedilmiştir!.. M.S. 64’te meydana gelen büyük Roma yangınından sonra bu önerisini yinelediği halde, imparator tarafından ikinci kez reddedilmiştir!.. Ancak, Seneca bu kez kararlı davranmış, Neron’dan aldıklarının bir kısmını geri vererek siyasetten ayrılmıştır!.. M.S. 61-65 yılları Seneca’nın kendini tümüyle felsefeye verdiği en verimli dönemi oldu!.. Ancak, M.S. 65’te C. Calpurnius Piso’nun başı çektiği, Faenius Rufus, Plautus Lateranus ve şair Lucanus'un adının karıştığı Neron’a karşı düzenlenen bir suikast girişimine, onun da adı karıştığı için, İmparator tarafından kendini öldürmesi emri verildi!.. 133 Bütün yaşamı boyunca “Ölümün hiçe sayılması gerektiğini” savunmuş olan Seneca, bu emri metanetle karşıladı ve M.S. 65’te damarlarını keserek intihar etti!.. Seneca, felsefe tarihinde, “Roma Stoası ya da Yeni Stoa” denen öğretinin üç kurucusundan ilki olarak nitelendirilir!.. Epiktetos ve Marcus Aurelius'un geliştirdikleri bu öğreti “İnsanın bir istenç varlığı olduğu” görüşüne dayanır!.. Felsefenin “Mantık, ahlâk ve fizik” olmak üzere üçe ayrılması gereğini savunan Seneca, Mantığı da akla dayalı bir felsefe olarak niteler! Ona göre; “Filozofun görevi insanları yetiştirmek, eğitmektir!.. İnsanda tanrısal bir töz vardır, ölen onun görüntüsüdür!.. Bu nedenle insan, yaşama ara veren ve başka bir varlık ortamına geçiş olan ölüm karşısında, sarsılmamalıdır!.. Gövdenin dağılması, bireyin ölümsüz kaynağına dönerek yaşamını sürdürmesini sağlamaktadır!..” Doğa olaylarının açıklanışında Aristoteles' in geliştirdiği ve az çok gözleme dayanan yöntemi benimseyen Seneca, bir takım gizli güçlerin varlığına da inanmıştır. Ona göre; “Doğa olaylarının nedenleri doğaldır, ancak bunların birer belirti olabileceği de gözden uzak tutulmamalıdır!.. Bu da, bütün doğal nedenlerin Tanrı'dan kaynaklanması sonucuna bizi götürür!.. Ancak, burada Tanrı'ya bağlanan nedenler tikel değil tümeldir!.. Tanrı bütün evreni, bütün varlık türlerini kapsayan evrensel bir “Doğa yasası” dır ve her nesne, her oluş bu yasaya dayanır!..” Din’i ise; “Din sıradan insanlar için gerçek, aydınlar için yalan, iktidarlar içinse kullanışlıdır” cümlesiyle özetler. 134 Seneca'ya göre; “Ahlâk, soyut bir bilgi dalı olmayıp, yaşamın içindedir ve insan davranışlarının, eylemlerinin kaynağıdır!.. Kişiye nasıl davranacağını, ne gibi bir yöntem benimseyeceğini gösteren Doğa’dır, bu nedenle ahlâklı yaşamak Doğayı izlemektir!.. Bunu da, ancak erdemle donatılmış bilge kişi başarabilir!.. Bilgenin erdemi, özgür ve doğal yaşamasıdır!..” Derlediği söylevlerde, Stoacı ahlâk görüşleriyle tanınan Seneca; “Zamanın toplumunu bir vahşi hayvanlar topluluğu” olarak nitelemiş ve bilge kişiliğini de, “Kendi kendine yeten, hazza olduğu kadar, eleme karşı da duygusuz, korku bilmez, evrenin gerçek efendisi, erdeme özgür iradesiyle varan ve ölümden korkmayan kişi” olarak tanımlamıştır. Her ne kadar, Stoacı maddeciliği benimsemiş olsa da, Tanrı'nın aşkın olduğunu öne süren Seneca, pratik felsefeyi öne çıkarmış ve “Gerçek erdem ile değerin, dışarıda değil de, insanın içinde olduğunu” belirtmiştir. Ayrıca,“Yaşamdaki harici iyilikler ve zenginliklerin, insana mutluluk sağlamayacağını” da söylemiştir!.. 135 Marcus Aurelius (M.S. 121 – 180) Marcus Aurelius, 161 yılından ölümüne kadar Roma İmparatorluğu yaptı. 96-180 yılları arasında görev yapan Beş İyi İmparator'dan sonuncusudur ve aynı zamanda en önemli Stoacı filozoflardan biri olarak kabul edilir!.. Marcus Aurelius'a ait “Kendimi Gözleyişim (Meditations)” adlı felsefi eser, 170–180 yılları arasında savaştayken yazıldı. Eser, edebî bir başyapıt olarak günümüzde bile hâlâ saygı görür ve "Mükemmel vurgusu ve sonsuz narinliği" ile övgüyü hak eder! Asıl adı Marcus Annius Catilius Severus olup, evlenince Marcus Annius Verus adını aldı. İmparator olunca kendisine Marcus Aurelius Antoninus adı verildi. 136 Marcus Aurelius, Domitia Lucilla ve Marcus Annius Verus’ un tek oğluydu!.. Doğal tek kardeşi, kendisinden 2 yaş küçük kız kardeşi Annia Cornificia Faustina'dır! Annesi Domitia Lucilla varlıklı bir aileden gelir! İspanyol kökenli olan ve praetor olarak görev yapan babası Marcus Annius Verus, Marcus Aurelius henüz üç yaşında iken ölmüştür!.. Marcus Aurelius onu "Gösterişsiz Yiğitlik" diye niteleyerek onurlandırır!.. Babasının ölümünün ardından Aurelius, dedesi Marcus Annius Verus tarafından evlat edinildi ve annesiyle birlikte büyütüldü! 138 yılında dedesi 90 yaşında öldü! Babasının halası Vibia Sabina, İmparatoriçe ve Roma İmparatoru Hadrian'nın karısıdır. Rupilia Faustina (Marcus Aurelius'un babaannesi), Vibia Sabina ve Salonina Matidia (Roma İmparatoru Trajan'ın yeğeni) üvey kardeştiler. Babasının kız kardeşi Yaşlı Faustina, Roma İmparatoru Antoninus Pius'la evli bir İmparatoriçedir. 136 yılında Hadrian, halefinin kesin olarak Lucius Ceionius Commodus, yeni adıyla L. Aelius Caesar olduğunu ilan etti! Marcus, çoktan Hadrian'ın dikkatini çekmişti ve Hadrian onu Marcus’u verissimus (En dürüst) olarak adlandırdı!.. Sonradan, Commodus'un kızı Ceionia Fabia ile nişanlandı! Nişan, her nedense, Commodus'un ölümünün ardından Marcus'un Antoninus'un kızına verdiği evlilik sözü ile bozuldu! Bu sebeple, Hadrian'ın ilk evlatlığı L. Aelius Verus'un ölümü üzerine, Hadrian imparatorluk sıralaması için Antoninus’u halefi ilan etti!.. Antoninus da Marcus Aurelius’u ve Lucius Aelius'un Marcus'dan 10 yaş küçük oğlu ((Lucius Aurelius Verus) olarak isimlendirildi) evlat edindi!.. Evlat edinmenin ardından da, her ikisini 25 Şubat138'de, Marcus henüz 17 yaşındayken halef İmparator olarak gösterdi! Antoninus’un yönetimi sırasında Marcus'un hayatı, öğretmeni Fronto ile olan yazışmalarından dolayı kesintisiz olarak bilinmektedir!.. Bu mektuplara göre; 137 “Marcus zeki, ciddi fikirli ve çalışkan bir gençtir!..Aynı zamanda felsefeyi çok sever!.. Yunan ve Latin retorikleri üzerine bitmek bilmeyen çalışmalar yapar! Sonra, Epictetus'un “Diatribai= Söylemler” kitabının aşığı ve Stoa Okulu'nun önemli bir ahlâkçı filozofu olacaktır. Marcus, aynı zamanda Antoninus'un yanında 140, 145 ve 161 yıllarındaki konsüllüğünde, kararlarda iş birliği yaparak artan toplumsal rollerde yer almaya başlar!.. 147'de Roma dışında proconsular İmperium ve ardındanda imparatorluktaki ana resmî güç olan Tribunicia Potestas olur!.. 145 yılında Antoninus'un kızı ve aynı zamanda yeğeni olan (Annia Galeria Faustina) Genç Faustina ile evlenir!..” Antoninus Pius'un (7 Mart161) ölümü üzerine, Lucius Verus ile birlikte müşterek imparatorluk koşullarını kabul ettiler ve İmparator olarak Roma İmparatorluğunun başına geçtiler!.. Teoride yasal olarak eşit olmalarına rağmen, Verus hem daha genç, hem de daha az tanınmış olması sebebiyle pratikte ikinci sırada kaldı!.. Marcus, öncelikle seleflerince çıkarılan birçok kanunda özelliklede sivil hukuktaki yolsuzluk ve kural dışılığa karşı reform yaptı!.. Bizzat, uygun ölçülerle, köleler, dullar ve azınlıkları kategorize etti; kan ilişkisini yeniden tanımladı. Ceza Hukukundaki farklı cezalandırmalardan kaynaklanan sınıf farkını honestiores ve humiliores (daha dürüstler ve daha alçak gönüllüler) olarak düzenledi!.. Marcus'un yönetiminde, Hıristiyanların durumu Trajan zamanında olduğu gibi değişmedi, yasal olarak ceza verilmesi olanağına rağmen (gerçekte) nadiren eziyet edilirdi! Asya'da tekrar güçlenen Pers İmparatorluğu, 161'de iki Roma ordusunu bozguna uğrattıktan sonra,Ermenistan ve Suriye'yi işgal etmişti!.. Marcus Aurelius, Müşterek İmparator Verus'u Lejyonlara kumanda etmesi ve tehlikeyi önlemesi için doğuya gönderdi!.. Savaş 166 yılında, her ne kadar Gaius Avidius Cassius gibi, alt kademedeki generallerin liyakati ile kazanılmış olsa da, başarıyla sona erdi!.. 138 Savaştan dönüşte, “Verus triumph'la (bir tür onursal karşılama töreni)” ile ödüllendirildi!.. Geçit töreni oldukça sıra dışıydı, çünkü törende iki İmparator vardı ve İmparatorların oğulları ve evlenmemiş kızlarıyla birlikte oldukça büyük bir aile kutlamasıydı!.. Bu arada, fırsattan istifade, Marcus Aurelius'un beş yaşındaki oğlu Commodus ve üç yaşındaki Annius Verus'a “Sezar statüsü” verildi!.. Gene, 160'ların başında, Germen kabileler ve diğer kuzeyli halklar kuzeydeki sınır boyunca (Limes Germanicus) yağmalarla,Tuna nehrini geçerek Galya içlerine ulaşmıştı! Batı yönündeki bu yeni şiddet dalgası, belki de uzak doğudaki kabileler yüzündendi! Germania Superior (yukarı Germanya eyaleti) idari bölgesi Catti'deki ilk işgal,162'de püskürtüldü!.. Asıl büyük işgal, M.S. 19'dan beri Roma vatandaşı olan BohemyalıMarcomanni kabilesinin 166da Lombard'lar ve diğer Germen kabilelerle Tuna nehrini geçtiği zaman ortaya çıktı! Yine, bu sıralarda Sarmatian'lar, Tuna ve Tisza nehirleri arasından saldırdı! Doğudaki durum yüzünden, buralara cezalandırıcı bir sefer ancak 167 yılında mümkün oldu! Marcus ve Verus'un her ikisi de birliklere eşlik ettiler!.. Verus'un 169'da ölümünden sonra Marcus, Germenlere karşı hayatının geri kalan büyük bir kısmında kişisel olarak mücadele etti!.. Romalılar en az iki kez ciddi olarak, Alpleri geçen Quadi ve Marcomanni'lerin Oderzo'daki Opitergiumu yağmalaması ve kuzey doğu İtalya'daki ana şehir Aquileia'yı kuşatmasıyla çok zor durumda kaldılar!.. Aynı anda, Karpat Dağları'ndan gelen Costoboci'ler,Moesia, Makedonya ve Yunanistan'ı işgal ettiler!.. Uzun bir mücadeleden sonra, Marcus Aurelius işgalcileri bu topraklardan çıkarmayı başardı!..Tabii, birçok Germen kendiliklerinden cephedeki Dacia ve Pannonia ile Germanya ve İtalya'ya yerleştiler!.. 139 Bu yeni bir şey değildi. Ancak, bu defa yerleşimciler Tuna nehrinin sol kıyısında Sarmatia ve Marcomannia'da (bugünkü Bohemya ve Macaristan dâhil) iki yeni sınır şehri kurulmasını istediler!. Karısı Faustina ile Marcus Aurelius 173'e kadar doğu eyaletlerini hep ziyaret ettiler!.. Marcus AureliusAtina'yı ziyaretinde kendisini “Filozofî’nin Hamisi”olarak ilan etti!.. Roma'daki bir triumph'in ardından, takip eden yıl tekrar Tuna hududuna hareket etti!..178'deki kesin zaferin ardından, Bohemya'nın ilhak planı başarıyla hazırlansa da, Marcus Aurelius'un 180'de hastalanmasıyla yarım kaldı!.. Marcus Aurelius 17 Mart180 tarihinde halefi Commodus kendisine eşlik ederken, Vindobona'da (günümüzde Viyana)'da öldü! Hemen tanrılaştırıldı ve külleri Roma'ya gönderilerek Visigotların şehri yağmaladığı 410 yılına kadar da Hadrian Mausoleum'una (günümüzde Sant'Angelo Şatosu) yerleştirildi! Germen ve Sarmatian'lara karşı mücadelesi anısına Roma'da Marcus Aurelius Sütunu dikildi!.. Roma'da Marcus Aurelius Sütunu 140 Semavi Dinlerde Temel Haklar Gençler, Gördüğünüz gibi, İsa’nın ortaya çıktığı ve Hıristiyan dininin ilk yıllarında etkin olan felsefî görüş; “İnsanın doğuştan gelen bazı hakları vardır, yaşama hakkı…, barınma hakkı gibi” diyerek, “Çoğunluk iktidarına karşı kişiyi savunan” bireyci bir yapıya ulaşmıştır!.. Tek Tanrı’lı dinlerde de görülecek bu anlayış, Yeniçağ’da ve Yakınçağ’da yaşanan ve yaşadığımız “İnsan Haklarının” temelini oluşturacaktır!.. Ayrıca, bu anlayış Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın temelinde yer almış ve bu dinlerin yığınlar tarafından benimsenmesinde etkin olmuştur! Nasıl mı? Tekrar olacak ama bu savımı, insan haklarının gelişmesiyle doğrudan ilgili olduğu için, yineliyorum!.. Her iki dinin dayandığı temel esasların üç tanesini şöyle sıralayabiliriz; 1- İnsana can veren Allah’tır! Bu borç’tur ve ancak o alabilir! İnsanın kendisi bile yaşamına son veremez! Verirse cehennemlik olur! İşte, size kutsallaştırılmış ve dokunulmazlık verilmiş Yaşama hakkı!.. 2- Herkesi Allah yaratmıştır ve Allah indinde herkes eşittir! İşte, size kralı ve köleyi eşitleyen, bir yapan Eşitlik ilkesi!.. 141 3- Bütün topraklar Allah’a aittir! Bir anda, o gün otorite olan cismani iktidarı topraksız bırakıyorsunuz ve insanlarda “İşlediğim toprak Tanrı’nın, ben ona ibadetimi yapıyorum, neden ürünümün büyük bir bölümünü derebeyine vereyim” bilincini ortaya çıkarıyorsunuz! İşte, size Bağımsızlık!.. Burada aklıma gelen şu soruyu düşünmenizi isterim; “Acaba yukarıda saydığım özellikler, tek Tanrılı dinlerin insanlarca hızla benimsenmesinde rol oynamış mıdır? Başka deyişle, bu ilkeler bireyin menfaatine geldiği için, insan topluluklarının azı bilinçli, çoğu bilinçsiz olarak, tek tanrılı dinlere akmamışlar mıdır?” Yeri gelmişken, size bir tespitimi arz edeceğim; “Peygamber, Evliya, Filozof, Düşünür, adını ne korsanız koyun, bunlar o tarihte birlikte yaşadığı ve otorite tarafından ezilen, mutsuz ve sıkıntıdaki insan için üzülen duygulu insanlardır!.. Bu insanlar, üzüle, düşüne sonunda çözüm olarak, kurtuluş teorilerini ortaya koyarlar!.. Eğer bir teori, yığınların ve bunların içinde gelişen kesimlerin menfaatine geliyorsa, otoritedeki zayıflamaya bağlı olarak, toplumca benimsenir ve iktidara gelir!.. Ne zamana kadar? Yetemeyeceği zamana kadar!..” İşte, insanoğlu var olduğundan bugüne, bu böyle olmuş ve olmaktadır!.. Eğer, mevcut düzen donmuşsa, otorite zayıflamış veya başka deyişle, topluma keyfilik ve kaba kuvvet egemen olmuşsa ve artık yığınlar mutlu değilse, “İnsanı mesele yapan ve yığınların sıkıntısını ve mutsuzluğunu nasıl bir düzenle sonlandırabilirime” odaklanmış hep bir güzel insan ortaya çıkmıştır!.. 142 İşte, Semavî dinlerin ortaya çıkışında da “O güne kadar ki, insanlık tarihi ve birikimlerinden de yararlanılarak, Peygamberlerin vaaz ettikleri ve o tarihte gereksinim duyulan kuralları” bulmaktayız!.. Burada, “Semavî dinler, kadını ikinci plana neden attı” sorusunu da düşünmenizi isterim! Acaba, o günkü toplumun buna gereksinimi mi vardı? Ancak, Semavî dinlerin hareket noktası; “İnsan ve insanların hepsini bir tesviyede, Bir kılmaksa da”, temeli“Şüphe etmeden İman” olduğu için, tartışılmasına izin verilmeyen, “Doğrudur” diyerek, sadece inanılan din dogmalarının zaman içinde “Düşünme ve düşündüğünü söyleyebilme özgürlüğünü” yok etmesi kaçınılmazdı!.. Hele,“Ruhanî otoritenin” güç kazanmasıyla! Nitekim, Hıristiyanlığın gelişmesi sonucu, Tanrı adına bir otorite olarak ruhban sınıfı da ortaya çıkmış ve insana tasarrufa başlamıştır. Böylelikle, Ortaçağ’da Batı’da insana tasarruf eden “Üç Otorite” meydana gelmiştir. İnsanın ve dünyanın yaratıcısı Tanrı’nın uzantısı olan “Din adamlarının otoritesi”, kendi toprakları üzerinde mutlak egemen olan “Derebeylerin otoritesi” ve “Kralların otoritesi”. Bir süre sonra, bu üç otorite arasında çekişmeler başlar. Bu çekişmeler sonunda varılan mutabakatlarda, bu otoriteler birbirlerinin otoritelerinin sınırlarını belirtirken, “Bireyin doğuştan bazı hakları” olduğunu da kabul etmiş ve belgelemişlerdir. Bunun ilk örneği, 1215 yılında Magna Carta Libertatum (Büyük Şart) adlı belgedir. 63 maddeden oluşan bu belge ile; 1- Hükümdarla baronlar arasındaki karşılıklı hak ve görevler tanımlanır. 143 2- İngiliz yurttaşının can ve mal güvenliği, Siyasî Otorite tarafından kabul edilir. Siyasî iktidarın vergi salmada keyfiliğine son verilir. Üyelerini Magnum Konsilyum denilen bir kurulun seçeceği 25 kişilik bir bağımsız denetleme kurulunun “Gerek kralın ve gerekse krallık memurlarının işlemlerini denetlemesi hakkı” sağlanır. 34- Gördüğünüz gibi, ilk defa iktidar gücünü elinde tutan insanlar, “Otoritelerinin, bireyin bazı hakları ile sınırlandırılmasını” yazılı olarak kabul mecburiyetinde kalmaktadırlar. O nedenle, Magna Carta Libertatum (Büyük Şart)’a, biz hukukçular ilk “Anayasaçalışması” deriz. Derken, 16. Yüz yıla girilmiş, Rönesans ve Reform hareketleri bireyin düşünce ufkunu genişletmiştir. Özellikle, gelişen mezhepler içinde İngiltere de Prütencilik mezhebi çiftçiler arasında yayılmıştır. Bu mezhep,“Tanrı’nın özgürlüğü insanlara doğuştan bağışladığı, işlenen toprakların Lortlara ait olmadığı, insanlara ve çocuklarına Tanrı tarafından verildiği fikrini” savunuyordu. Nitekim, 1540’ta İngiltere’de çiftçiler, “İşlenen toprakların Lortlara ait olmadığı, insanlara ve çocuklarına Tanrı tarafından verildiğini” ileri sürerek ayaklanırlar. Bu gelişmeler sonucu siyasal iktidara; 1688’de, “Yasaların üstünlüğünü kabul ettiren ve siyasal iktidarın özel yetkili yargı organları kurma hakkını ortadan kaldıran “Bill Of Rights” adlı yazılı belge, 1701’de, “Kralın Parlemento önünde yetkisini sınırlayan “Act Of Settlement” adlı yazılı belge, 144 Ayni tarihlerde,“İngiliz yurttaşının kişi güvenliğini garanti altına alan ve onu keyfî tutuklamalardan koruyan “Habeas Corpus Act” adlı yazılı belge İmza ettirilir. Sonuç olarak; “Ruhanî otoritenin güç kazanması ve Cismani güç ile kavgası ”İnsan Hakları’nın gelişmesinde önemli rol oynamıştır!.. Ancak, Hıristiyan dininin dogmaları da, Ortaçağ boyunca insan düşüncesini esir almıştır!..Biz, buna “Skolâstik Düşünce” diyoruz!.. Nitekim Ortaçağ’da, “Skolâstik Düşünce” insanlığa egemen olur ve Ortaçağ boyunca şüphe etmek günahkârlık sayılıp, şüphe edenler yakılır!.. Bin yıl süren bu çağı, insanlık “Karanlık Dönem” diye anmaktadır!.. 145 Ezoterik Öğreti EVREN TANRI’NIN GÖRÜNTÜSÜDÜR “İnsanoğlunun kendisiyle verdiği kavgada hedefinin; daha mükemmel, daha bilgili, daha sevgi dolu, daha hoş görülü, daha yücelmiş insan olabilmektir” demiştim!.. İşte, insanoğlu yüzyıllardır süren yaşamı içinde, bu tanıma uyan insana varabilmek için, onlarca dernek ve mezhep kurmuştur!.. Bunların içinde “TEK’lik” dediğimiz, yani, “Evrenin, Tanrı’nın bir görüntüsü olduğu, canlı/cansız her şeyin O’ndan bir parça olduğu” görüşü özellik taşır. Çünkü bu görüşü savunanlar, Ortaçağ karanlığındaki din kurallarını da kullanarak, “İnsanların yaşamına korku yerine sevgiyi, katılık yerine hoşgörüyü getirmeğe çalışmışlar, müziğiyle, balesiyle, felsefesiyle insanı yüceltmek istemişlerdir!..” Bu felsefeye günümüzde “Ezoterizm” diyorlar!.. Gelin, bu görüşün içini açalım!.. Nedir, bu Ezoterik öğreti? Ezoterik öğretiler; “Varoluşun ancak sevgi ile algılanabileceğini, insanın düşünce gücüyle yani özgür akıl ile mükemmel insana ulaşabileceğini ve Tanrı ile bütünleşebileceğini” savunan görüşlerdir. M.Ö. 3000 yıllarında Eski Mısır döneminde bir başrahip vardır!.. Adı Hermes!.. Eski Yunanlılar kitaplarında, bu kişiden “Üç Kere Büyük Hermes” anlamında “Hermes Trismegistus” olarak söz ederler. 146 İşte, bu rahip “Tüm evrenin Tanrının görüntüsü ve her şeyin ondan bir parça olduğunu” söyler! Bu sebeple, bugün, bu görüşe “Hermetik görüş” de denir!.. Eski Yunan yazarlarına göre, Ezoterik öğreti Mısır’ın özellikle Teb ve Memphis tapınaklarındaki inisiyasyonlarda öğretiliyordu. (İnisiyasyon, adayın geçmiş yaşamını terk edip, ezoterik toplulukta yeniden yaşama başlamasıdır.) Hermes’ten, Tevrat‘ta da ve Kuran’da da söz edildiğini görüyoruz, Tevrat’ta Enoch adında gizemli bir peygamber olarak zikredilen, Kur’an-ı Kerim’de İdris Peygamber olarak anılan, Bahaî metinlerinde Hermesi Elvah olarak belirtilen, kadim Mısır bilgilerinde Toth diye bahsedilen, Eski Yunanda Hermes Trismegistus olarak belirtilen kişinin, ayni kişi olduğu yaygın olarak kabul edilir. 147 Hermes = İdris Peygamber İnsanlar Ölümlü Tanrılar, Tanrılar Ölümsüz İnsanlardır M.Ö. 3000 yıllarında Eski Mısır’da, Firavunlar döneminde bir başrahip vardır!.. Adı Hermes!.. Eski Yunanlılar kitaplarında, bu kişiden “Üç Kere Büyük Hermes” anlamında “Hermes Trismegistus” olarak söz ederler. Yineliyorum, hoşgörün; Hermes’ten, Tevrat‘ta da ve Kuran’da da söz edildiğini görüyoruz. Tevrat’ta Enoch adında gizemli bir peygamber olarak zikredilen, Kuran-ı Kerim’de İdris Peygamber olarak anılan, Bahaî metinlerinde Hermesi Elvah olarak belirtilen, kadim Mısır bilgilerinde Toth diye bahsedilen, Eski Yunanda Hermes Trismegistus olarak belirtilen kişinin aynı kişi olduğu yaygın olarak kabul edilir. 148 İşte, bu rahip Hermetika adlı kitabında ilk defa “Tek Tanrı’dan” söz eder ve “Tüm evrenin Tanrı’nın görüntüsü ve her şeyin ondan bir parça olduğunu” söyler!.. İslam anlatılarında, ilk göğe çekilen peygamber olarak İdris Peygamber kabul edilir. ”Göğe çekilme;Tanrıyla bütünleşmek ve fiziki olarak da, orada ve yerde var olmak” anlamındadır. İdris Peygamber; “İnsanlar ölümlü Tanrılardır, Tanrılar ölümsüz insanlardır” deyişiyle de ünlüdür! İdris Peygamberin kitabı olan Hermetika’daki dizelerden birkaçı şunlardır; "Haydi dinleyin çamurdan insanlar! Bir an düşün, nasıl oluştuğunu ana rahminde. Aklına getir o usta işçiliği ve ara o sanatçıyı, böyle güzel bir görüntüye şekil veren. Kim çizdi göz yuvalarını? Kim açtı burun deliklerini, kulaklarını ve ağzını? Kim uzattı sinirlerini ve sıkıca bağladı? Kim yaptı kemiklerini ve etini deriyle örttü? Kim ayırdı parmaklarını ve düzleştirdi tabanlarını? Kim hazırladı kalbini ve boşluklar bıraktı ciğerlerinde? Kim görünür kıldı güzelliğini ve sakladı bağırsaklarını içeride? Kaç çeşit beceri kullanıldı ve kaç tane sanat eseri yaratıldı oluşturmak için bir insanı? “(…) Gözlerinle görmek için O’nu, mükemmel düzenine bak evrenin; Algıladığın her şeyi yöneten zorunlu yasalara ve olan ve olacak olan her şeyin mükemmelliğine bak! Uzayda kendine verilen yerde dolaşır her yıldız. Niçin bütün yıldızlar aynı yolu izlemezler? Her birinin yerini tayin eden kimdir? Bunların yapımcısı ve sahibi olmalıdır birisi. Mümkün değildir tesadüfen ortaya çıkmaları. Düzen tümüyle yaratılmış olmalıdır mutlaka. Ölçüye sığmayan sadece ortaya çıkandır‘tesadüfen’ 149 Eski Yunan yazarlarına göre, Hermes’in bu görüşü, Eski Mısır’ın Teb ve Memphis şehirlerindeki tapınaklarında öğretiliyordu. Bu tapınaklara kabul edilenler, “İnisiyasyon” denilen ayinlerde, geçmiş yaşamda edindikleri şartlandırılmalardan arındırılıp, bu yeni anlayışın içinde yeni bir yaşama başlıyorlardı. (İnisiyasyon, adayın geçmiş yaşamını terk edip, ezoterik anlayış içinde, toplulukta yeniden yaşama başlamasıdır.) Hermetik düşünce, sadece Mısır ve Mısır dinini değil, bütün insanlığı etkilemiştir! Kabalist anlayış, Simya geleneği, Yeni Plâtonculuk, Rönesans, Hıristiyan Gnostizm’i, Reform hareketleri ve İslam’daki mistisizm, Tasavvufi anlayış, Rafizilik, Mutezile, İsmaililik gibi tasavvuf düşüncesinin temelleri ve Pagan rahiplerin mistisizmi Hermetik metinlere dayanır. İlmi Nücün (astroloji), İlmi Simya ve İhvan-ı Safa risalelerinin çoğunluğu Hermetik metinlerle doludur. İhvan-ı safa için, 12. yüzyılda yazılmış Arapça el yazması risaleler kitabı 150 Kabalist Anlayış Kabala, Tevrat'ın ortaya çıkışından çok daha eski bir tarihte oluşturulmuş bir anlayıştır!.. Kabala için, “Eski Mısır’dan Yahudiliğe devrolan öğreti” de derler. Bir başkaları ise Kabala’yı, “Kötülüklerle ilgilenmenin yolu ve semboller yoluyla psikolojik dünya üzerinde güç kazanmanın tehlikeli bir sanatı ve büyüye dayalı bir formudur" diye de tanımlar. Kabala'nın en önemli bölümü, “Evren’in Oluşumuna” ilişkin kuramıdır. Bu kuram, tek tanrılı dinlerde benimsenen yaratılıştan pek farklıdır. Kabala'ya göre, yaratılışın başlangıcında, "Daireler" ya da "Yörüngeler" anlamına gelen ve “SEFİROT” olarak anılan, hem özdeksel (maddî) hem de tinsel (manevî) nitelikli oluşumlar meydana gelmiştir. Bunların toplam sayısı 32'dir; ilk onu Güneş Sistemi'ni, diğerleri ise uzaydaki öteki yıldız kümelerini temsil ederler. İşte, Kabala’nın bu savı, eski astrolojik inanç sistemleriyle yakın bir bağlantısının bulunduğunu ortaya koyar... Böylece Kabala, Yahudi dininden bir haylice uzaklaşır; Doğu'nun eski gizemci inanç sistemleriyle çok daha bağdaşır. Bu etkilenmeyi de doğal karşılamak gerekir. Çünkü Yahudiler çok uzun bir süre Eski Mısır’da, hem de Firavunların baskısı altında, köle gibi yaşamışlardır. Yahudilerin o dönem yaşantılarını ve İsrailoğulları'nın Hz. Musa önderliğinde Eski Mısır'dan çıkarak, Firavun zulmünden kurtulmaları Kuran’da ayrıntılı anlatılır. Hatta, Kuran’ın bir önemli bölümünü Yahudi tarihi oluşturur. 151 “İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki: "Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah yap." O: "Siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi. Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler de geçersizdir. (Araf Suresi, 138-139)” “Bunun üzerine Musa, kavmine oldukça kızgın, üzgün olarak döndü. Dedi ki: "Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden üzerinize kaçınılmaz bir gazabın inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?" Dediler ki: "Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından bir takım yükler yüklenmiştik, onları (ateşe) attık, böylece Samiri de attı. Ve ateşten onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkardı, "İşte, sizin ilahınız ve Musa'nın ilahı budur; fakat (Musa) unuttu" dedi. (Taha Suresi, 86-88)” "Ey Musa, biz Allah'ı apaçık görünceye kadar sana inanmayız" dediler.(Bakara Suresi, 55) Öyküyü özetlersek; “Firavun, köle olarak çalıştırdığı İsrailoğulları'nı serbest bırakmaya yanaşmamış, ancak Allah'ın Hz. Musa'ya verdiği mucizeler ve Firavun kavmine gönderdiği felaketler karşısında zayıf düşmüş, İsrailoğulları da bu sayede toplanıp Mısır'dan bir gecede topluca göçe başlamışlardır. Ardından Firavun'un saldırısı gelmiş ve Allah Hz. Musa'ya verdiği mucizelerle İsrailoğulları'nı kurtarmıştır!.. 152 İsrailoğulları henüz Hz. Musa hayatta iken dahi, Eski Mısır'da gördükleri putların benzerlerini yapıp onlara tapınmaya başlamışken, Hz. Musa'nın vefatının ardından daha ileri sapmalara kaymaları zor olmamıştır. Kuşkusuz tüm Yahudiler için aynı şey söylenemez, ama aralarından bazıları Mısır'ın putperest kültürünü yaşatmış, dahası bu kültürün temelini oluşturan Mısır rahiplerinin (Firavun büyücülerinin) öğretilerini sürdürmüş, bu öğretileri Yahudiliğin içine sokarak onu tahrif etmişlerdir. Eski Mısır'ın materyalist, büyüye dayalı ezoterik öğretilerini devralan Yahudiler, Tevrat'ın bu konudaki yasaklamalarını tamamen göz ardı ederek, diğer putperest kavimlerin büyü ritüellerini de benimsemişler ve böylece Kabala, Yahudiliğin içinde ama Tevrat'a göre farklı bir mistik öğreti olarak gelişmiştir.”(İnternet/Seçme kitaplar Dergisi’nden indirilmiştir.) İngiliz yazar Nesta H. Webster "Ancient Secret Tradition" (Antik Gizli Gelenek) adlı makalesinde, bu konuyu şöyle açıklar: "Büyücülük, bildiğimiz kadarıyla, Filistin'in İsrailoğulları tarafından işgal edilmesinden önce, Kenanlılar tarafından uygulanıyordu. Mısır, Hindistan ve Yunanistan da kendi kâhinlerine ve büyücülerine sahipti. Musa Yasası'nda (Tevrat'ta) büyücülük aleyhinde yapılmış lanetlemelere karşı, Yahudiler,bu uyarıları göz ardı ederek, bu öğretiye kendilerini bulaştırdılar ve sahip oldukları kutsal geleneği, diğer ırklardan aldıkları büyüsel düşüncelerle karıştırdılar. Aynı zamanda Yahudi Kabalası'nın spekülatif yönü, Perslerin büyücülüğünden, NeoPlâtonizm’den ve yeni Pisagorculuktan etkilendi. Dolayısıyla, Kabala karşıtlarının, Kabala'nın saf bir Yahudi kökenden gelmediği şeklindeki itirazlarının haklı temeli vardır." (Ancient Secret Tradition, Secret Societies And Subversive Movements, Nesta Webster, Boswell Publishing Co. Ltd. London, 1924) 153 Kuran'da bu konuya işaret eden bir ayet bulunmaktadır. “Ve onlar, Süleyman'ın mülkü (nübüvveti) hakkında şeytanların anlattıklarına uydular. Süleyman inkâr etmedi, ancak şeytanlar inkâr etti. Onlar, insanlara sihri ve Babil'deki iki meleğe Harut'a ve Marut'a indirileni öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: "Biz, yalnızca bir fitneyiz, sakın inkâr etme" demedikçe hiç kimseye öğretmezlerdi. Fakat onlardan erkekle karısının arasını açan şeyi öğreniyorlardı. Oysa onunla Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremezlerdi. Buna rağmen kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı. Ant olsun onlar, bunu satın alanın, ahretten hiçbir payı olmadığını bildiler; kendi nefislerini karşılığında sattıkları şey ne kötü; bir bilselerdi. (Bakara Suresi, 102)” Kabalizmde her şey gizli semboller ve işaretlerle anlatılır. Aşağıdaki tablolar gizemli anlatımın birer örneğidir. 154 Simya İlmi veya Simyacılık Değersiz maddeleri altına çevirme, bütün hastalıkları iyileştirme ve hayatı sonsuz biçimde uzatacak ölümsüzlük iksirini bulma uğraşlarına Simya, bu işle uğraşanlara Simyager ya da Simyacı denirdi. Bilinen geçmişi M.Ö. 2500 yıllarına gider.Mezopotamya’da, Eski Mısır’da,İran’da, Hindistan ve Çin'de ve Klasik Yunan döneminde Yunanistan'da, Roma İmparatorluğu'nun hüküm sürdüğü coğrafyada, önemli İslam başkentlerinde Simya mesleği ağırlık kazanır!.. Bu mesleğin özüne baktığımızda, ünlü bir Simyacı da olan Hermes Trismegistus’un bir felsefi-Spiritüel sistemi olan Hermetizm ile Simya’ nın yakından bağlantılı olduğunu da görürüz!.. Hatta 17. yüzyılda bile Simya ve Hermetizm, o yüzyılın önemli bir Ezoterik ekolü olan “Gül-haçlıların” doğuşunda etkili olmuştur. Bazı yazarlar Simya’ya, doğanın araştırılması da derler!.. Sir William Fettes Douglas'ın Simyacı isimli tablosu 155 Halk, Simyacıları kimi zaman kaçık, ya da şarlatan olarak, zaman zaman da büyücü olarak nitelemiştir. Elbette, “Kurşunu altına çevirmeye çalışmaları, evrenin dört elementten (toprak, hava, su ve ateş) oluştuğuna inanmaları ve zamanlarının büyük çoğunluğunu mucize ilaçlar, zehirler ve sihirli iksirler hazırlamaya çalışmaları” insanları bu yargıya vardırmıştır. Ancak, Simyacı olarak, pek çok entelektüel akademisyenleri ve önemli bilim adamlarını da görürüz. Örneğin, Newton ve Robert Boyle'nin Simyacı olduğu bilinmektedir. Bu gibi yenilikçi kişiler, kimyasal maddelerin doğasını ve işleyişini araştırmayı denemişlerdir. Bu gibi Simyagerler, fizikî evrenin sırlarını açıklama girişimleri sırasında deneye dayanmışlar ve geleneksel bilgi ve bilgi kalıplarına kuşkuyla yaklaşmışlardır. Sonuç olarak, Simyacılar, madenleri altına çevirecek olan, hem de ölümsüzlük iksiri yaratılmasında kullanılacak efsanevî bir madde olan “Felsefe Taşını (philosopher's stone)” bulamadılar ama onu ararken “Barutu keşfettiler, madenleri test ve rafine ettiler, metaller üzerinde çalışmalar yaptılar ve mürekkep, kozmetik, boya üretimi, deri boyanması, seramik ve cam üretimi, likör ve esans üretimi ve benzerlerini keşfettiler!..” Joseph Wright of Derby'nin 1771 tarihli Felsefe Taşını Arayan Simyacı tablosu 156 Burada, genelde Simya Geleneğinin içinde görülen ve Simyacıların içine düştükleri çelişik bir durumu belirtmek isterim. Simyacıların işleri ve hedefleri “Maddenin fiziksel (kimyasal) boyutları” iken, bu kişiler elde ettikleri sonuçları metafizik yorumlarla ortaya koymuşlardır!.. Belki de, yaşadıkları çağlardaki, kimyevî konseptler ve süreçler içinde ortak terminoloji eksikliği ve de gizliliğe duyulan gereksinim, Simyacıları Hıristiyan ve pagan mitolojisi, astroloji, Kabala ile diğer Mistik ve Ezoterik alanlarda kullanılan terim ve sembolleri kullanmaya itmiştir. Bu nedenle, en basit kimyasal tarif bile çapraşık büyülü sözler gibi gözükmüştür. Ayrıca, Simyacılar elde ettikleri düzensiz deneysel verileri, Mistik ve Ezoterik alanları kullanarak teorik bir çerçeveye oturtmaya da çalışmışlardır. Kısaca, “Hermes Trismegistus’a dayanan ezoterik sembolleri anlayabilmek için, o sembolleri anlayabilecek inisiyatik eğitimden geçmiş olmak gerekir” savı, burada da ön plana çıkmıştır!.. 157 Gnostisizm Bir Gnostik taşındaki aslan yüzlü ilah Gnostisizm; “Antik Mısır Ezoterizmini, Eski Yunan Ezoterizmini (Platon, Pisagor), İbrani Tradisyonlarını, Zerdüştçülüğü, bazı Doğu Geleneklerini ve Dinlerini, Hıristiyanlığı eklektik bir tutumla sentezleyen, birçok tarikatın benimsediği MistikFelsefeye verilen” genel addır. Terim, Eski Yunancadaki“Sezgi veya tefekkür yoluyla edinilebilen bilgi” anlamındaki “Gnosis” sözcüğünden türetilmiştir. Gnosis üç bilgi türünden biridir. Diğerleri, “Öğrenimle öğrenilebilir bilgi Mathesis,” “Eziyet çekerek öğrenilebilen bilgi Pathesis,” “Sezgi yoluyla öğrenilebilecek bilgiye (Gnosis)”denir. Eski Yunan Ezoterizmine göre; nasıl “Eziyet çekilerek ulaşılabilecek bilgiye” öğrenim ve sezgi yoluyla ulaşılamazsa, “Sezgi” yoluyla öğrenilebilecek bilgiye” de ne eziyet çekilerek, ne öğrenim yoluyla ulaşılabilir. Bu yüzden, Gnostisizm "'Sezgi' yoluyla alınan bilgiyle kazanılan kurtuluş öğretisi” olarak tanımlanır. 158 Gnostisizm’in bilgi kaynağı, bu felsefenin oluşumunda muhtemelen büyük rol oynamış değerli el yazmalarının bulunduğu, antik çağın en büyük kütüphanesine sahip olan İskenderiye kentidir. Buradaki okullarda M.S. 1 ve 2. yüzyıllarda okutulan Gnostisizm felsefesini, Kilise hep sapkın bir yol olarak görmüş ve göstermiştir. Gnostisizm ise, Hıristiyan dogmatizmini akla vurmaktır!.. Örneğin, Gnostikler İsa Peygamber’in Tanrı’nın oğlu olmadığını savunmuşlardır. Ayrıca İsa Peygamber’in çarmıha çakılmadığını ileri sürmüşlerdir. Gnostiklere ait el yazmaların Kilise tarafından yönlendirilen yıkımlarla (İskenderiye kütüphanesinin yıkımı vs.) yok edilmesinden dolayı, Gnostikler hakkında 20. yüzyıla dek pek fazla bilgi edinilememişse de, 1902 ile 1948 yılları arasında Gnostiklere ait çok sayıda el yazması keşfedilmiş ve bunlar sayesinde Gnostisizmin ilkeleri daha iyi anlaşılmış bulunmaktadır. Gnostisizmin ilkeleri; 1- Hakikatlere ulaşabilmede dinler yetersizdir. 2- Hakiki bilgiler, yani hakikate ait ya da hakikate yakın bilgiler ancak ruhsal ve psişik gelişim yoluyla edinilebilir. 3- Ruh ölümsüzdür. Ruh dünya yaşamında bir tür hapishane yaşamı geçirmektedir. 4- Gerçek olan, fiziksel dünya yaşamı değil, ruhsal yaşamdır. 5- Dünya düalite ilkesinin geçerli olduğu bir gelişim ortamıdır. 6- Ruhsal gelişim yolunda en önemli bilgi kaynaklarından biri ruhsal âlemden ruhsal irtibatlarla alınabilecek yüksek bilgiler içeren tebliğlerdir ki, bunlar ruhsal bakımdan seçkin insanlara verilir. Gnostik bilgelerin hemen, hemen hepsi, reenkarnasyonu=ruh göçünü kabul eder. 159 1945 yılından önce, Gnostisizm hakkında bilinenler, hacimli bir Gnostik metni olan Pistis Sophia ve ilk yüzyılda Kilise babalarının Gnostisizme karşı söylediklerinden ibaretti, 1945 yılında Nag Hammadi mağarasında pek çok antik Gnostik metin bulundu ve Gnostisizme bakış açısı önemli oranda değişti, Elaine Pagels gibi bazı bilim adamları ve Peter Gandy gibi gizem tarihi araştırmacıları, “Literalist Roma Kilisesi Kristolojisinin, Gnostisizm'den türediğini” söylemiştir. En önemli Gnostik metinleri; Tomas İncili, Yuhanna'nın Gizli Kitabı, Filip İncili ve Pistis Sofya'dır. 160 İskenderiye Mektebi Ve Yeni Plâtonculuk İskenderiye Kitaplığı (M.S. 300) yıllarına geldiğimizde, İskenderiye Mektebi dediğimiz Plotinus önderliğindeki felsefeciler “Hermetik veya Ezoterik” görüşü işler!.. O, felsefecilere göre “Tanrı yaradan değil, var olandır, evren onun görüntüsüdür, doğal olarak insan da tanrının görüntüsüdür”!.. Bu varsayımı kabul ettiniz mi, artık insan Tanrı ile bütünleşmekte, yüce ve kutsal varlık haline gelmektedir!.. Böylece, insanı sevmek Tanrıyı sevmekle bir olmaktadır!.. Birine kötü davranmak ise, Tanrıya kötü davranmaktır!.. 161 Bu bizi, İlkçağ’da Hermetik felsefeye, Musevilikte Kabala’ya, Hıristiyanlıkta Gnosistizizme ve İslam da Tasavvuf dediğimiz anlayışa götürür!.. Bu görüş, mistik bir anlayış içinde din kurallarını yorumlayarak, hoş görüsüz ve korkuya dayalı Ortaçağdaki, bağnaz din anlayışını yumuşatma çabalarıdır! Bu görüş sayesinde insan “Kulluk” tan kurtulmakta, “Yaratandan parça” olmaktadır! Bu insan için “Özgürlük” ve “Bağımsızlık” demektir!.. Buna, uyanış da diyebilirsiniz!.. Düşünmeye başlamak ta!.. Ne var ki; bu görüş yüzyıllardır iktidar gücünü elinde tutan, hem bağnaz din otoritesinin, hem de bağnaz siyasi otoritenin işine gelmez!.. Onların işine, kendisinin “Tanrının kulu” olduğuna, otoritenin ise “Tanrı adına yöneten” olduğuna iman etmiş insan gelmektedir. Bu anlayışa biz “düalist” anlayış diyoruz! Açarsak, bu anlayış “Yaratan ve yaratılan”, “Ruh ve beden”,“Ölüm ve yaşam”,“Varlık ve yokluk” gibi ikili bir ayırımdır! Bu anlayışı, insanlık tarihinde, çok Tanrılı ve tek Tanrılı dinlerin yanı sıra, Platon gibi, Aristo gibi ünlü felsefeciler de bile görürüz! İşte, bu ikilemi kullanan otoriteye karşı biri çıkar da “İnsan Tanrının görüntüsüdür” derse, bu “Otoritenin Tanrı adına insanlara hükmetmesinin sorgulanması” demektir!.. Elbette,Tanrı adına insanlara hükmetmesi gücünü kaybetmek istemeyen otoritenin, bu “Tek”lik görüşünü “Tanrıya eş koşmak” olduğu iddiasıyla mahkûm etmesi doğaldır! (Bk. Felsefe Bahçesinde Gezintiler. Önder Limoncuoğlu 2007.) ‘ İşte, otoritenin sevgisiz ve katı anlayışına karşı, varlıklarını korumak isteyen Ezoterik oluşumlar, yığınların yetersiz bilgileriyle Ezoterik doktrini anlayamayacaklarını düşünerek, doktrinlerini semboller ve sırlar esası içinde gizlemişler ve kuşaktan kuşağa aktarmışlardır!.. 162 Sonuç olarak, Ezoterik felsefeyi, “Tanrı evrenin toplamı olup, makrokosmos da da, mikrokosmos da da vardır. Tanrıya dönmek için tek yol evrimdir. Bunun için seçilmiş insanların eğitilerek, kâmil insanlara ulaşmak gerekir” anlayışı olarak özetleyebiliriz. Evet, insanoğlu daha mükemmel insana ulaşmak için kendisiyle verdiği kavga içinde Ezoterik doktrinlerden çok yararlanmıştır. Bu doktrinlerin de kaynağı, ağırlıklı Orta Doğu olmuştur!.. 163 Yeni Eflatun’culuk Geldik, M.S. 300 yıllarına, İskenderiye’deyiz!.. Şimdi sizleri, hem Avrupa, hem de İslam -Türk felsefesini etkileyen “TEK” lik anlayışını savunan, “Yeni Eflatun’culuk” felsefesine götüreceğim!.. Neo-Plâtonizm veya Yeni Eflatunculuk, Platon’dan aşağı yukarı 500 yıl sonra, M.S. Üçüncü yüzyılda İskenderiye'de, Plotinus önderliğinde başlamış bir felsefî akımdır. Platon gibi mistik ve metafizik noktalardan yola çıkıyor olsa da, Platon gibi, düşünme yöntemi olarak idealizmini kullanıyor olsa da, yolun sonunda, Plâtoncu düşünceye kıyasla, çok farklı bir idrak noktasına varmıştır. Bunun esas sebebi Yeni Plâtonculuğun, Platon felsefesinin en önemli yanlışı olan “Diyalektiğe gereğinden fazla önem vermek ve tüm Evreni sadece Düaliteler yolu ile algılamaya ve kavramaya çalışmak hatasına” düşmemiş olmasıdır. Bu düşünsel hatayı en güzel şekilde şu benzetme ortaya koymaktadır; “Bir mıknatısın kuzey ve güney uçlarını mıknatıstan veya birbirlerinden ayrı düşünemeyiz. Bir mıknatıs varsa, onun kuzey ve güney uçları da vardır ve bu mıknatıs ortasından ikiye bölündüğü zaman, ayrı, ayrı birer güney uç ve kuzey uç değil, yepyeni ve farklı iki mıknatıs meydana gelir.” İşte, Evrende var olan Düaliteler bir mıknatısın iki kutbu gibi algılanmalıdır. Bunun dışında bir yaklaşımla hiç bir şey algılanamaz ve kavranamaz. Neo-Plâtonculuğun, Plâtoncu yaklaşımdan ayrılan yönü işte bu Bir’liğin=Tek’liğin farkına varmış olmasıdır. Yeni Plâtonculuk, öncelikle Plâtonculuğu takip eden Aristo materyalizmine tümüyle karşı bir akım olarak ortaya çıkmıştır. 164 Burada ruh ne bir cisim, ne de bir güç olup, kendine özgü bir yapı, bir tözdür. Maddeye biçim kazandırma gücü vardır. Beden geçici bir zaman için vardır, fakat ruh ölümsüzdür. Sürekli kendi kendisinin aynı olarak kalır. Ruhun ölmezliği ruh göçü şeklinde düşünülür. Ruh bir bedeni terk edince bir başka beden arar, ancak bu arayışların esas amacı bedenden tam ve mutlak olarak soyutlanmış bir varlığa ulaşmaktır. Plotinus’a göre; bireysel ruhlardan başka bir de genel bir ruh, bir evren ruhu vardır. Bu basamağın da üzerinde, en yukarda “Bir olan, Var olan Ulu Yaradan’ın” olduğunu düşünür. Ancak, bu kavram, Semavî dinlerdeki; - “Evreni iradesi ile yoktan var eden Allah” kavramı değildir. - Eflatun’un anladığı anlamda, “Var olan malzemeye yalnızca şekil veren bir varlık da”değildir. - Plotinus için, “Allah, kendinden her şeyin çıktığı kaynaktır.” Plotinus’a göre; “Allah vardır” diyemeyiz, çünkü o varlığın kendisidir, kendi kendine var olandır. “Allah birdir” de diyemeyiz çünkü Allah, birliğin kendisidir. Allah için “Etkendir ve nedendir” de diyemeyiz, çünkü Allah etken ve neden olmanın kavramının ta kendisidir. 165 Düalist ve Tek’lik Anlayışı Sevgili Gençler, Yeri geldiği ve bu ayırım çok önemli olduğu için, “Düalist Anlayış ile Tek’lik Anlayışını” ayrı, ayrı işliyorum!.. Düalist Anlayış Platon’un, “Yaratıcının dünyanın üstünde ve ötesinde ama kesinlikle dünyadan ayrı olduğu düşüncesi” içinde, “Akılcılığın ilkel bir uygulaması olan İdealar Kuramı” yüzyıllarca batı düşüncesini etkilemiş ve temeli de olmuştur!.. O günden beri batı düşüncesi, “Gören ve Görülen”, “Varlık ve Yokluk”, “Ruh ve Beden”, “Ölüm ve Yaşam”, “Yaratan ve Yaratılan” gibi “Gerçeği önce ikiye bölüp sonra bu gerçeğin bir yarısının farkına varabilmek için, öbür yarısını anlamaya çalışmak alışkanlığından” kendini kurtaramamıştır! İşte, bu anlayış Anlayıştır!” “Düalist Kutsal Kitaplarda, her ne kadar “Allah size şah damarınızdan da daha yakındır” gibi cümleler yer alsa da, “Yaratan” ve “Yaratılanın” farklı birer kavram olduğu kabul edildiği andan itibaren, o şah damarı ile insan arasına, koskoca bir Ortaçağ Skolastisizmi veya muazzam bir dogmalar düzeni sığmıştır!.. Bunu da pek çok insan menfaati için kullanmıştır!.. Kullanmaktadır!.. Keza, bu ikilemin yaratığı boşluğu doldurmaya, Aristo’nun aklı kullanarak bir ulu yaratanın varlığını ispat çabalarını içeren “Cansızdan Tanrı’ya varan sıradüzenli evren anlayışı” bile, yeterli olamamıştır. Platon dönemlerinde zihinlerde yaratılmış olan bu felsefî boşluğun, Tevrat’an beri kimlerin ne işine yaradığı ve nasıl doldurulduğu herkesçe malumdur! 166 Görüldüğü gibi, felsefe tarihinde, aynı malzemelerle farklı hamurlar yoğrulabiliyor ve bu farklı hamurlar ilerideki yüzyıllarda farklı insanlar tarafından, farklı amaçlar uğruna kullanılabiliyor!.. Tek’lik veya Bir’lik Anlayışı “Tek’lik//Bir’likAnlayışı’nın” kökleri, M.Ö. 3500 yıllarına gider! Hermes=İdris Peygamber’e kadar uzanır! İdris Peygamber, “Evren, Tanrı’nın görüntüsüdür” temelinden hareketle, bizleri “İnsan Tanrı’dan bir parçadır, özetle insan Tanrı’dır” anlayışına götürür! Keza, bu felsefede “Akıl ve Sezgi” bir bütün olarak ele alınır! (Bkz: “Hermetik ve Pisagorcu felsefelerin Ezoterik Boyutları”). İşte, Platon’dan aşağı yukarı beş yüz yıl sonra, M.S. Üçüncü yüzyılda, İskenderiye'de Plotinus önderliğinde başlamış bir felsefî akım olan, “Neo-Plâtonizm=Yeni Eflatunculuk anlayışında da karşımıza “Akıl ve Sezgiyi” bir bütün olarak ele alan “Tek’lik/Bir’lik Anlayışı” çıkar!.. Nedir, Tek’lik/Bir’lik anlayışı? Bu felsefede; “Ruh, ne bir cisim, ne de bir güç olup, kendine özgü bir yapı, bir tözdür. Maddeye biçim kazandırma gücü vardır!.. Beden geçici bir zaman için vardır, fakat ruh ölümsüzdür! Sürekli kendi kendisinin aynı olarak kalır! Ruhun ölmezliği ruh göçü şeklinde olur!.. Ruh bir bedeni terk edince bir başka beden arar, ancak bu arayışların esas amacı bedenden tam ve mutlak olarak soyutlanmış bir varlığa ulaşmaktır.” Plotinus’a göre, bireysel ruhlardan başka bir de genel bir ruh, bir evren ruhu vardır. Bu her şeyin üstünde ve en yukarda olan “Bir olan, Var olan Ulu Yaratan’dır!..” Ancak, bu kavram, Semavî dinlerdeki;“Evreni iradesi ile yoktan var eden Allah” kavramı değildir! Eflatun’un anladığı anlamda “Var olan malzemeye yalnızca şekil veren bir varlık da” değildir!.. 167 Plotinus için, “Allah, kendinden her şeyin çıktığı kaynak’tır!..” Plotinus’a bunu şu sözlerle ifade eder; “Allah vardır” diyemeyiz, çünkü o varlığın kendisidir, kendi kendine var olandır!.. “Allah birdir” de diyemeyiz çünkü Allah, birliğin kendisidir!.. “Allah etkendir ve nedendir” de diyemeyiz, çünkü Allah etken ve neden olmanın kavramının ta kendisidir. Yeni Platon’cular bunu bir örnekle savunurlar; “Bir mıknatısın kuzey ve güney uçlarını mıknatıstan veya birbirlerinden ayrı düşünemeyiz. Bir mıknatıs varsa, onun kuzey ve güney uçları da vardır ve bu mıknatıs ortasından ikiye bölündüğü zaman, ayrı ayrı birer güney uç ve kuzey uç değil, yepyeni ve farklı iki mıknatıs meydana gelir!.." Aşağıda, Hallacı Mansur’dan başlayarak size tanıtmaya çalışacağım İslam düşünürleri, özellikle Anadolu Tasavvufçuları ki, bunlar Türk’leri İslamiyet’le bütünleştiren düşünürler olup, felsefeleri “Vahdet-i Vücut yani her şey, herkes Tanrı’nın görüntüsüdür” temeline dayanır. Bu Tek Varlık anlayışı ile Tasavvuf düşünürleri, “İnsan Tanrı’nın görüntüsüdür” demekle, insanı yüceltmekte ve kutsal kılmakta olup, böylece de “Sevgiyi, kardeşliği, birbirlerine iyi davranmayı” insan hayatına egemen kılmak istemişlerdir. İnsan Tanrının bir görüntüsüyse, o halde herhangi bir insana karşı yapılacak kötü davranış, Tanrı’ya karşı yapılmış olmaktadır. Yani, tek varlık görüşü dediğimiz de, fark etmenizi istediğim öz “İnsanın en yüce, en kutsal varlık” haline getirilmesidir. 168 Plotinus (205 – 270) Plotinus (Yunanca: Πλωτίνος, Arapça: Şeyh-i Yunanî) (M.S. 205–270). Neoplatonizmin kurucusu antik filozof. Plotinus hakkındaki bilgilerimizin çoğu, kendisi de filozof olan Porphyry'nin, Plotinus'un baş eseri Enneadlar'a yazdığı önsözden gelmektedir!.. Plotinus'un mistik felsefesi, Yahudi, Hıristiyan, Gnostik ve Müslüman filozoflara ve mistiklere yüzyıllar boyunca esin kaynağı olmaya devam etmiştir!.. Plotinus, maddî varlığı daha yüksek seviyesindeki bir şeyin, zayıf bir imajı veya parçası olarak gördüğünden, maddî varlığı önemsemez ve kendi bedenini de, bu varlığa dâhil olduğu için önemsememiştir!.. Muhtemelen bu sebeple, Porphyry'in aktardığına göre, kendi portresinin yapılmasını reddetmiş, çocukluğu, ailesi veya doğum yeri ve tarihi hakkında bilgi vermekten kaçınmıştır!.. 169 Yine de, Eunapius onun Mısır'da Deltaya bağlı Lycopolis'de doğduğunu haber vermektedir. Geçmişi hakkındaki bu belirsizliğe karşın, öğrencilerinin aktardığı tüm detaylar, felsefesini en yüksek düzeyde yaşamına aktardığını göstermektedir. Plotinus yirmi yedi yaşında, yaklaşık 232 yıllarında, felsefe tahsili yapmak arzusuyla İskenderiye'ye gitmiştir! Orada, daha sonra hocası olacak Ammonius Saccas (Amon-ius Saccas- Güneş Kalkanı Hamal diye çevrilebilir) ile karşılaşıncaya kadar, hiçbir öğretmenden hoşnut olmamıştır!.. Amonius Saccas, hamallık yaparak yaşayacak kadar alçakgönüllüğüyle,Plotinus’u çok etkilemiştir! Öyle ki; Plotinus'un, Ammonius Saccas’ın konuşmasını dinleyince, arkadaşına “Aradığım adam buydu" dediği söylenir! Ammonius'un dışında, Plotinus, Afrodisyaslı İskender ve Numenius'in eserlerinden de etkilenmiştir!.. Plotinus İskenderiye’de on bir yıl geçirmiş ve 38 yaşında Perslilerin ve Hintlilerin felsefî öğretilerini araştırmaya karar veren ve Persler üzerine yürüyen III. Gordian'ın ordusuna katılmıştır!.. Sefer Gordian'ın ölümüyle, başarısızlıkla son bulunca, Plotinus Antakya'ya dönmek zorunda kalmıştır!.. Kırk yaşında, Arap Philip'in hâkimiyeti altındaki Roma'ya dönmüş ve hayatının geri kalanını, çok sayıda öğrenci edindiği Roma'da geçirmişti!... Öğrencileri arasında filozoflar, Roma Senatosu üyeleri, doktorlar, Roma'da evinde kaldığı Gemina ve Iamblichus'un oğlu Ariston'un karısı Amphiclea gibi kadınlar da vardı. Plotinus, 253 yılından başlayarak ölümüne kadar geçecek on yedi yıl içinde, daha sonra adı “Enneadlar” olacak, Denemelerini kaleme almıştır!.. Porphyry, ”Enneadlar’ı” kendisi derlemeden önce, Plotinus'un konuşmalarında kullandığı deneme ve notlar külliyatı olduğunu ifade etmiştir. 170 Plotinus, gözlerindeki zayıflık nedeniyle eserini yeniden gözden geçirememiştir, ayrıca Porphyry'nin ifadesine göre de;düzeltme işleminden hoşnut olmayan Plotinus'un el yazması da özensizdi. Plotinus'da, “Tek bir varlık anlayışı” bulunur.Onun felsefesinin ontolojik hiyerarşisinin ilkesi, hem Varlık, hem İyilikve de Ululukolan, Bir'dir!.. O’na göre; “Her şey, “Bir'den” oluşur (emanation). İlk olarak Ruh (spirit), idealar dünyasında sudur eder!.. Sonra, tin, nefis ortaya çıkar!.Ancak, bu nefis tek, tek fertlerin değil, dünyanın nefsidir ve bireysel nefisleri olduğu gibi, tüm dünyayı da canlandırır! Ortaya çıkan nefisler, biçim aldıkları bedenin arasındaki bir konumda bulunurlar! Bir'den en son sudur eden şey maddedir ve madde Varlığın en düşük düzeyidir!..” Plotinus'un felsefesinde; “Yüce, tamamen aşkın (transcenden) olan "Bir"de, ne ayırım, ne çokluk, ne farklılaşma vardır! O, varlık ve var olmama şeklindeki tüm kategorilerin ötesindedir!.. Bizler,"Varlık" kavramını kendi tecrübemizin objelerinden çıkarmaktayız ve “Varlık” bu nesnelerin kendisine izafe edildiği şeydir! Fakat sonsuz ve aşkın olan “Bir”, tüm bu nesnelerin ötesindedir ve bu yüzden tüm kavramların ötesindedir!..“Bir, herhangi bir şey olamaz" ve ayrıca tüm şeylerin toplamı da olamaz, çünkü O, tüm mevcudattan öncedir! Bu sebeple Bir'e hiçbir sıfat yüklenemez!.. Düşünce de, “Bir’e” izafe edilemez, çünkü düşünce, düşünen ve düşünce nesnesi şeklindeki bir ayırımın varlığını zımnen içinde barındırmaktadır. Aynı şekilde, her ne kadar O’ndan ileri gelse de, irade de Bir'e yüklenemez çünkü irade de irade edilen bir şeyin mevcudiyetini gerektirir ve bu anlamda Bir'e değil, ama ondan sudur eden İlk’e izafe edilebilir!.. 171 Skolâstik Düşünce Skolâstik felsefe, Latince kökenli schola (okul) kelimesinden türetilen “Okul felsefesi” demektir!.. Bu felsefenin temeli “Teoloji=Din bilgisi” dir, ona dayanır ve onu desteklemeye çalışır!.. Bir okul felsefesi olarak skolâstik düşünce, ilk olarak teoloji öğretmenleri tarafından, hem sistemleştirilmiş teolojinin öğretilmesini, hem de antikçağ okullarında öğretilen “Yedi özgür sanat” denilen Gramer, Diyalektik, Retorik (hitabet), Aritmetik, Geometri, Müzik, Astronomi bilgilerinin öğretilmesini içerir!.. Ortaçağın belirli bir döneminden itibaren, tüm felsefe etkinliği skolâstik zeminde gerçekleştiği için, “Ortaçağ felsefesi” denildiğinde, akla gelen genellikle “Skolâstik felsefe” dir!.. Oldukça geniş bir tarihsel dönemi kapsar!.. Bu dönemde, yalnız “Hıristiyan Skolâstiği” değil, ”Yahudi Skolâstiği” ve ”İslam Skolâstiği” de söz konusudur!.. Skolâstik görüş için; “Dinle felsefeyi, akılla inancı bütünleştirmeye uğraşmaktır” diyebiliriz!.. Özelikle, inanca ve vahiye akıl yoluyla getirilen itirazlar, bu şekilde aşılmaya çalışılmıştır!.. Bu anlamda da Skolâstik felsefe, yeni bir şeyler bulmak ya da düşünceler üretmek arayışında olmayıp, aksine zaten mevcut olanlar içerisinde Skolâstik felsefeye uygun olanları temellendirmek ve uygun olmayanları çürütmek çabasında olmuştur! Bu çaba için gerekli mantığı Aristoteles’te ve Euklid geometrisinde bulmuştur!.. Bu dönemde, Rasyonalizm’in devam ettiği görülür!.. Ancak, bu ne Sokrat’ın, ne Platon’un, ne Aristo’nun Rasyonalizmi’dir!.. Bu dogmatik bir rasyonalizm’dir!.. Bu dine dayalı rasyonalist anlayışa göre; “Akıl herkeste aynı değildir, Tanrı aklı herkese eşit vermemiştir!.. Papalara, kardinallere, başpiskoposlara özetlersek, dinin istediği insanlara rütbe sırasına göre vermiştir!..” Tabii ki, bu anlayış gerçek bir rasyonalist anlayış olarak kabul edilemez!.. Ama, Ortaçağdaki Rasyonalizm anlayışı budur!.. 172 Skolâstik anlayış bilgiyi de; “Tanrısal gerçeğin ortaya konulmasından ve yansıtılmasından, kanıtlanmasından başka bir şey değildir” diye tanımlar ve bu sebeple görelikçiliğe, öznelliğe ve kuşkuculuğa karşı savaşır!.. Skolâstik düşünce, “Yalnızca tek bir doğrunun ve ona bağlı tek bir doğruluk sisteminin varlığını” kabul eder. Din düşünürü olan Augustinus bunu "Anlamak için inanıyorum" cümlesiyle özetler!.. O dönemde, herkes dinin istediği şekilde düşünmeye mecbur bırakılmıştır!.. Hele, dinin dogmalarından şüpheye kalkış!.. Dini otorite seni aforoz eder, cismani otorite seni mahkûm eder ve yakar, kalabalıklar da ruhunu şeytana sattığına inandıkları senin yanışını seyretmekle, feryatlarına gülmekle sevaba girdiklerine inanarak, huzur bulurlar!.. Sorarım size, böyle bir baskı altında insan zekâsı yaratıcı olabilir mi? Zaten, bu sebepledir ki Ortaçağ zekâsı yaratıcı olamamıştır!.. Bu çağ’da yapılan ilim; dinin prensiplerine Aristo’nun kıyas mantığının uygulanması ile yapılan bir ilimdir. Hıristiyan Ortaçağ filozofları gibi, İslam düşünürleri de, “Tanrı'dan hareket ederek, varlığa ve varoluşa, insan varlığına ve düşüncesine açıklık getirmeye” çalışmışlardır!.. İslam filozofları da, benzer şekildeki bir inancı, Antikçağ felsefesinden alınan kavramlarla temellendirmeye, akıl ve mantık yoluyla açıklık sağlamaya yönelirler!.. Bu anlayışla kutsal metinleri yorumlarlar, tefsir ederler ve mantık ya da dil analizleri yaparlar! Zaten, Kutsal Kitapları yorumlama Ortaçağ felsefesinin genel karakteristiğidir!.. 12. yüzyıldan itibaren, İslam felsefesinin önemli yapıtları Batı dillerine çevrilmeye ve Batı'da okunmaya başlandı!.. 173 Özellikle,Aristoteles düşüncesine bu kaynaklardan, bir tür yorum içinden ulaşıldı!.. Böylece, meydana gelen Aristotelizm, Skolâstiğin yükseliş döneminin dinamiği olmuştur!.. İslam Felsefesi, Batı kültürel düşüş içinde olduğu sıralarda, gücünü geliştirmiş, antikçağ felsefesinin başlıca filozoflarının metinlerine sahip olabilmiştir!.. Antikçağ düşüncesinin Batı’ya taşınması ve geliştirilmesi bakımından Farabi, İbn-i Rüşt, İbn-i Sina, İbn-i Arabî gibi filozofların büyük etkisi olmuştur!.. Ancak, İslam Skolâstiğinin Hıristiyan Skolâstiğinden önemli bir farkı vardır. Bu fark, “Düalist ve Tek’lik Anlayışlarından” doğar!.. Bu iki anlayışı yukarıda işlemiştim!.. Tekrar özetliyorum; İslam düşünürleri, özellikle Anadolu Tasavvufçuları ki, bunlar Türk’leri İslamiyet’le bütünleştiren düşünürler olup, felsefeleri “Vahdet-i Vücut yani her şey, herkes Tanrı’nın görüntüsüdür” temeline dayanır!.. Hıristiyan düşünürleri ise, düaliteleri esas almıştır. Yani, “Gören ve Görülen”, “Varlık ve Yokluk”,“Ruh ve Beden”, “Ölüm ve Yaşam”ve nihayet “Yaratan ve Yaratılan” anlayışına dayanmak gibi!.. Antikçağ felsefesi kaynakları İslam filozoflarının aracılığıyla, Batı düşünürlerine ışık olmuş, Batı'daki din-felsefe ayrımlaşmasının hızlanmasında etkin bir rol oynamıştır!.. Nitekim, Batı düşüncesinde iç tartışmaları sebebiyle “Bilgi ile İnanç ayrışması” kesinlik kazanmıştır!.. İşte, bu noktada Batı’da bir Ortaçağ felsefesi tartışması başlar! "Tümeller (Universaliae) nedir?", "Nerede bulunurlar?" ve "Dışarıdaki nesnelerden bağımsız olarak mevcut mudurlar, yoksa değil midirler?" gibi sorular çerçevesinde cereyan eden tümeller çatışması sonucunda, Hıristiyan Skolâstik düşünürleri 3 grup içinde karşımıza çıkarlar! 174 Hıristiyan Skolâstik Düşünürleri Birinci Dönem Skolâstik Düşünürleri Bunlar, tümellerin, nesnelerden bağımsız olarak var olduğunu ve onların dışında veya üstünde bulunduğunu savunur. Bu görüşe mensup olanlar, Platon'un yolundan giden Augustinus ve Anselmus gibi düşünürlerdir. Aziz Augustinus (354 - 430) Augustinus,354’te Roma’nın Numidia eyaletinde doğdu. Putperest bir baba olan Patricius ve Hıristiyan bir anne olan Monica’nın çocuğudur. Yaşadığı zamanlar Roma'nın çöküşüne ve Hıristiyanlığın kabulünün hemen ertesine denk gelir. Ataları muhtemelen Kartacalı Berberiler olan Augustinus, Roma kültürü içinde eğitilir ve Latince dışında hiç bir dil öğrenmez. 175 17 yaşında Kartaca’ya gider. Bir yandan Roma Afrika’sının başkentinde yaşayan öğrencilerin çalkantılı yaşamına katılırken, bir yandan da Latin tarihçileri ve şairleri inceleyerek retorik (hitabet) konusunda kendisini yetiştirir. 372’de Mani felsefesini keşfeden Augustinus, dokuz yıl Mani felsefesine bağlı kalır. Bu felsefeye göre dünya “İyi ile kötü arasında paylaşılmıştır ve maddenin koyu karanlığı ruhun ışığını karartmaktadır!..” Böylece, bu felsefeye bağlılık onda, ruhunu tenin esaretinden kurtarma umudunu doğurur!.. Okuduğu Aziz Pavlos’un mektupları, Augustinus’u Hıristiyanlığa yaklaştırır. 386 yılında Hıristiyan olmaya karar verir ve “Akademisyenlere Karşı”, “Mutlu yaşam”, “Düzen” adlı üç eserini kaleme alır!.. Bu tarihlerde Afrika Kilisesinde bölünmeler yaşanmaktadır!.. Berberi çiftçilerin Romalılara karşı yürüttükleri mücadeleye katılan piskopos Donatus’un mirasçıları “Bir arınmışlar kilisesini” savunmaktadırlar!..Augustinus, Afrika’daki Donatuscu Kilisesi’nin dağıtılmasına etkin olarak katkıda bulunur!.. İnsan iradesine büyük bir önem atfeden ve ilk günahı reddetmekte olan, vaazları ile Afrika’dan Britanya’ya kadar etkisi olan piskopos Pelagius karşısında, kendi “Tanrısal bağışlayıcılık” anlayışını geliştirir. Roma piskoposluk makamı ve Ravenna mahkemesinde ki birçok girişimden sonra, 418 yılında hasımlarını aforoz ettirmeyi başarır!..429-430’da,Vandallar Kuzey Afrika’yı istila eder ve Hippo Regius’u kuşatırlar!.. Telaşa kapılan Augustinus, son günlerini ibadet etmekle geçirir ve 28 Ağustos430’da ölür!.. Augustinus 1303 yılında Katolik kilisesi tarafından aziz ilan edilmiştir. Akıl dışı masallardan ibaret gördüğü Kitab-ı Mukaddes’in karşısına koyduğu felsefesi için; “Hakikat insanın içindedir. Hakikat ise, bizzat Tanrının kendisidir. Yani, Tanrı insandadır. Öte yandan insanın kendisi de Tanrı’dadır! Bunu anlamaya çalışmak felsefedir! Felsefe insanın kendisiyle uğraşmasıdır” der! 176 “Anlayabilmek için, inanıyorum” anlayışıyla da, felsefeyi dine tabi kılmış olan Augustinus, Hıristiyan dininin temel öğretilerini temellendirebilmek için, Yeni Plâtoncu felsefeden ve Plâtoncu kavramlardan yararlanmıştır!.. Augustinus, işte bu çerçeve içinde, “Tanrı’ya yönelmek yerine maddeye yönelen, Tanrı’dan çok yeryüzünü ve kendisini sevenlerin, ruhları ve tenleri duyusal isteklerinin hizmetine girmiş olanların bir araya gelerek Yeryüzü Devletinde”,buna karşın “İyi ve gerçek aşk içinde olup, ruhsal yönlerini temele alarak yaşayan ve Tanrı’yı sevenlerin de Gökyüzü Devletinde” birleştiklerini söylemiştir!.. Devamla, “İnsanlık tarihinde bunun kanıtlarını görebiliriz. İşte, yeryüzü devleti, iblisin ayaklanmasıyla başlayıp, Asur ve Roma imparatorluklarıyla gelişen şeytanın krallığıdır. Buna karşın, gökyüzü devleti, Yahudi halkında ortaya çıkan, kendisini Hıristiyanlık inancı ve kilisenin dogmalarıyla sürdüren İsa’nın krallığıdır. Nitekim Yeryüzü devletlerinin örneklerini oluşturan Asur ve Roma İmparatorlukları yıkılıp gitmiş, gökyüzü devletini oluşturan Hıristiyanlık ve Kilise etkisini duyurmaya başlamıştır. Zaferi sonunda gökyüzü devleti kazanacaktır” der!.. Önemli olduğu için Augustinos’un “Zaman” ile ilgili düşüncesinden de söz ediyorum!.. O’na göre; “Zaman, bizim için öncesiz ve sonrasız bir akıştır ve bu nedenle biz bu akışın niteliğini, yönelimini, yayılımını, boyutlarını bilmeyiz; gerçek zaman her zaman dışımızda kalır. İnsan kavrayışı Zamanın gerçekliğine ulaşamaz ve İnsan yalnızca zamanın geçişini algılayabilir!..” 177 Johannes Scotus (815-887) Johannes Scotus çevirileriyle ve dersleriyle Ortaçağ düşüncesine mistisizmi getirmiştir!.. Platon'un idea kuramına benzeyen bir kavram realizmini kullanmıştır, bir tür YeniPlâtonculuğun geliştiricisi olmuştur!..Yeni-Plâtonculuğu Hıristiyanlıkla bağdaştırmaya çalışmıştır!.. Gerçekte, “Tanrı'nın varlığının bilinemez olduğunu” öne sürmüştür!.. O’na göre; “Tanrı ancak kısmen simgeler aracılığıyla bilinebilir. Simgeler ise Tanrı'nın kendisi değildir!..” 178 Filozof ve teolog Anselmus (1033-1108) Anselmus 1033-1108 yılları arasında yaşamış olan ve Tanrı'nın varlığına ilişkin ontolojik kanıtıyla tanınan Hıristiyan filozoftur. Anselmus, 1093’den sonra, İngiltere’de başpiskoposluğu yapmış ve orada ölmüştür!.. Canterbury "İnanmak için, anlamaya çalışıyorum" değil de,"Anlamak için inanıyorum" tavrının başlatıcısı olan ve “İnanç/Akıl ilişkisisöz konusu olduğunda, akıl karşısında inanç ya da imana, bilgi karşısında da otoriteye öncelik veren” Hıristiyan düşünürdür. Anselmus Augustinus'un "Anlamak için inanıyorum" sözüne açık ve kesin bir içerik kazandırmış, inancın en yüksek mistik varsayımlarını akıl ile temellendirmeye çalışmıştır. 179 O’na göre; “Bütün var olan şeyler, mutlak bir var olan tarafından temellendirilir; aynı şekilde bütün iyi'ler de mutlak iyi ile temellendirilir. Tanrı, tanımı gereği en yetkin iyi ise, bu en yetkin iyi olanın var olmaması mantıksal bir çelişkidir, dolayısıyla Tanrı'nın varolması çelişmezlik ilkesi gereği zorunludur.” Anselmus, “Yargıların mutlağı olmalıdır” der!.. Örneğin; “İyi varsa, mutlak iyi de olmalıdır”!..“Varlık varsa, mutlak varlık da olmalıdır.” Bu düşünce yoluyla da Tanrı’nın varlığını ispatladığını savunur!... Anselmus’un, bir başka Tanrı kanıtlaması da şöyledir;“Tanrı en yetkin varlıktır. Tanrı’nın var olmadığını düşünürsek, bir yanıyla Tanrı eksik kalmış olur. Oysa, Tanrı’nın tanımı en yetkin varlık olduğudur. Demek ki Tanrı vardır”!.. (Bu kanıtlama çok meşhurdur) Anselmus, Augustinus, “İlk günahın bütün nesiller boyu sürdüğü” düşüncesini kabul eder!.. Ona göre; “Tanrı, insanları bu ilk günahtan kurtarmak için insan biçimine girmiş oğlu İsa’yı göndermiş ve İsa bütün insanları ilk günahtan kurtarmak için çarmıha gerilmiştir”!.. Skolastizmin bu ilk döneminde, din ve felsefe uzlaştırılmaya çalışılmıştır!.. Dinsel kavramlar, akılla açıklanmaya çalışılmış ve bunun için Platon’nun kavram realizmi kullanılmıştır!.. 180 İkinci Dönem Skolâstik Düşünürleri Bu dönem düşünürleri, “Tümellerin varolduğunu, ama nesnelerin dışında veya üstünde değil, içinde bulunduğunu ve onlara bağımlı olduğunu” savunurlar! Yani, nesnelerle ilişkileri bakımından, tümeller aşkın (transcendent) olmayıp, içkindirler!.. Bu görüşe mensup olanlar, Aristoteles'in yolundan giden Abaelardus, Albertus Magnus ve Thomas Aquinas gibi düşünürlerdir. Petrus Abaelardus = Pierre Abélard “ (1079 – 1142) 181 Petrus Abaelardus, Skolâstik felsefenin önemli isimlerinden bir başkası olarak, Roscelinus'un öğrencisidir!.. Ancak,tümeller tartışmasında daha ortalamacı bir yol izlemiştir!.. Bu yönde ortaya koyduğu zengin tartışmalarla, zamanının en etkili filozoflarından biri olmuştur. Abaelardus, Loire'ın güneyinde, Bretanya'da, bir şövalyenin oğlu olarak dünyaya geldi. Kendisine kalacak mirası ve askerlik mesleğini seçmesini isteyen ailesinin beklentisini bir yana iterek, Fransa'da felsefe, özellikle de mantık eğitimine yöneldi. Felsefede karşıt uçları temsil eden öğretmenleri Compiégne'li Roscelin ve Champeaux'lu Guillamue ile sert tartışmalara girişti. Roscelin, tümellerin birtakım sözcüklerden ibaret olduğunu öne süren adcı (nominalist) düşünürlerdendir. Guillaume ise, “Tümellerin gerçekten var olduğuna inanan” bir tür Plâtoncu gerçekçiliği savunuyordu. Abaelardus; “Kendi mantık yazılarında, bağımsız bir dil felsefesini başarıyla geliştirdi. Sözcüklerin anlamlı bir biçimde nasıl kullanılabileceğini gösterirken, bir yandan da, fiziğin alanına giren şey'lerin (res) doğruluğunu kanıtlamakta, dilin tek başına yeterli olmayacağını” vurguladı. 182 Albertus Magnus (1193 – 1280) Albertus Magnus, derin ve çok geniş kapsamlı bilgisiyle, Ortaçağ’da kendisine doktor üniversalis unvanı verilmiş olan 13. yüzyıl Alman düşünürüdür. Aristotales felsefesini, Arap ve Yahudi yorumlarını derleyip toparlamış, bunların tanınıp, anlaşılmasında önemli rol oynamıştır. Zamanının hemen her alandaki tüm bilgilerini toplayıp, yorumlayışıyla ün kazanmış olan Büyük Albertus, inanç ve vahiy yoluyla kazanılan bilgiyi birbirinden ayırmış ve bu ikisinin birbirine karşıt olmadığını söyleyerek, “İnanç için bir hakikat, akıl için de ona çelişik bir hakikat bulunmadığını” iddia etmiştir. Simya ve astroloji ile de ilgilenmiştir. 183 Aquinalı Thomas (1225-1274) Thomas Aquinas. 1225 yılında İtalya’nın güneyinde Aquinum adıyla tanınan yerleşim biriminin hemen yakınlarında yer alan, Roccasecca kalesinde dünyaya geldi. Aquinum kontu olan babası Landulf’un son çocuğuydu. O tarihte, Papalık hem devlet, hem de ruhanî otorite olarak bir dünya gücüydü ve başında Papa III. Honorius (1216-1227) bulunmaktaydı. Aquinolu Thomas, Albertus Magnus'un öğrencisidir. Doğa bilimleriyle yakından ilgilenmiş bir skolâstik düşünürdür. Aristoteles felsefesinden esinlenerek sistemli bir yapı ortaya koymuştur. Öğretisi, Katolik Kilisesinin resmî felsefesi olarak kabul edilmiştir. Thomas'a göre; “İnanç doğruları ile akıl doğrular ıiki ayrı bilgi türünün doğrularıdır!” Böylece, Thomas,"Anlamak için inanmak" önermesinin yerine, "İnanmak için bilmek” önermesini ortaya koymuştur. 184 Bunun anlamı, en yüksek aydınlanma ve açıklanmanın bilgi sayesinde olabilmesidir. İnanç tapınağına girişin yolu bilgidir ve felsefe bu yolu aydınlatacak olan etkinliktir. Thomas için Tanrı'yı bilmek, bilginin en yüksek idealidir ve akıl bu yüksek noktaya erişmeye yönelirken bazı sırları olduğu gibi kabul etmek zorundadır. Realizm konusunda daha esnek bir tavır geliştiren Thomas, ontolojik kanıttan farklı olarak kozmolojik kanıt denilen yaklaşımı geliştirir. Görüldüğü üzere, bu ilk iki grup tümellerin şu veya bu biçimde gerçekten var olduğuna inanır. Ancak birinci grup aşırı gerçekçi, ikinci grup ise ılımlı gerçekçi olarak nitelendirilir. 185 Üçüncü Dönem Skolâstik Düşünürleri Bunlar ise;sadece nesnelerin var olduğunu, tümellerin ise benzer nesnelere vermiş olduğumuz adlardan ibaret bulunduğunu savunur. Bu görüşe mensup olanlar Roscelinus, Johannes Scotusve Ockhamlı William gibi düşünürlerdir. Bunlar, bilgi arayışında yöntem olarak,“Gözlem ve Deneyi”güçlü bir biçimde gündeme getirdiler!... Böylece, doğa bilimlerinin doğuşunu hızlandırdılar!.. Bu felsefî yaklaşım yani adcılık, doğa bilimlerinin önündeki en büyük engellerden birini ortadan kaldırmış ve böylece güvenilir bilgi edinme sürecinin yolunu açmıştır. Bu gelişme, bilim tarihinde ve genel olarak bakıldığında düşünce tarihinde gerçekten de çok önemli bir dönüm noktasına gelindiğini gösterir. Adcılığın, din alanındaki etkisi de olağanüstü olmuştur!.. Çünkü bu etki, din-bilim ayrışmasını gerçekleştirmiştir!.. Ockhamlı William'a göre; “Sadece tek, tek bireyler var olduğu için, her türlü bilginin kaynağı deney, yani iç ve dış deney olmalıdır. Bu yüzden, önermeleri denetlenemeyen bir rasyonel teolojiyi veya ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlamak mümkün değildir. Dolayısıyla, Tanrı'nın birliği, sonsuzluğu ve hatta varlığı bile akıl yoluyla kesin olarak kanıtlanamaz!.. Tanrı ile gerçeği aşan şeylerle ilgili bilgimi, inanca dayanır veya inanç önermelerinden oluşur! Kutsal Kitap'ın otoritesi ile Kilise geleneği, bu önermeleri belirlemiştir; ancak bunlar kanıtlanamaz ve kanıtlamalarda kullanılamaz; bunlara sadece inanılır; yani kanıtlanarak değil, inanılarak benimsenir.” 186 İşte, bu felsefe; “Akıl-İnanç çatışmasının veya başka bir biçimde ifade edersek bilim-din ve felsefe-din çatışmalarının giderilmesi için en uygun çözümün, bunların yollarının birbirlerinden ayrılması olduğu sonucuna varmış ve böylece düşünce tarihinin en büyük açmazlarından birini gidermek suretiyle, özgür inancın ve özgür aklın yollarını açarak, bütün Ortaçağ boyunca nafile yere gerçekleştirilmeye çalışılan Akıl-İnanç uzlaşmasının, bilgi edinme açısından olanaksız olduğunu” göstermiştir. Artık, Skolâstik Düşünüş çözülmektedir!.. Artık, bilginin temeline deney konulmuş olup, bilgi arasında kesin bir ayırım yapılmaktadır!.. Bu gelişim, Rönesans’ın müjdecisi olmuştur!.. 187 inanç ve Johannes Duns Scottus (1265-1308) Ortaçağın sonu yaklaşmaktadır. Skolâstiğin son dönemine de gelinmiştir. Artık, felsefe daha da özerkleşmiş ve dinden ayrılmaktadır. Akıl ile inancın birleştirilmesi çabası artık insanlara yetmemektedir. Bu dönemin ilk ismi Johannes Duns Scottus'dur. John Duns Scotus, 1265-1308 yılları arasında yaşamış olan bir İskoç düşünürüdür. Aristoteles'in mantık ve metafiziğini benimsemekle birlikte, daha çok Augustinus’cu gelenek içinde yer alan filozof, İbn-i Rüşt'e de, Thomasçılığa da karşı çıkmıştır. 188 O, metafizik ile teoloji arasında bir ayırım yapmış ve bütün varolanlar için ortak olan ilkeleri araştıran metafiziğin Tanrı'yı kavrayamayacağını öne sürmüştür. Ona göre, Tanrı, teolojinin konusuna girer. Scottus'a göre; “Evrendeki hareket ve değişmenin bir başlatıcısı, evrendeki varlıkların bir ilk hareket ettiricisi olmalıdır ki, bu da Tanrı'dır!.. Tanrı zorunlu varlıktır, bir’dir, özü itibariyle basittir, özgür bir iradeye sahiptir!.. Tümeller, öncelikle Tanrı'nın zihnindeki formlar olarak var olmuşlardır ve onlar nesnelerin özleri ya da genel doğaları olarak ortaya çıkmışlardır!..” İradeciliği benimseyen Scottus'a göre, “Tanrı'yla birleşme hedefine ulaşmada en önemli rolü akıl veya zekâ değil, irade oynamaktadır!..” Onun düşüncesinde tümel kavramlar nesnel dünyanın yansımalarıdır. O’na göre; “Tasarımlarımız ve görüşlerimiz üzerinde bilinçli bir seçme ve karar verme yeteneğimiz söz konusudur. Bir başka anlamda ise, duygularımızdan bağımsız olarak, salt akla dayalı bir isteme durumu mümkündür. Yani, her tür isteme ve eylemlerimizi rasyonel olarak belirleyebiliriz!..” 189 Ockham'lı William (1285–1349) Ockhamlı William1285-1349 yılları arasında İngiltere’de yaşamıştır. Küçük yaşta Fransiskan mezhebine katılmış ve Oxford’da teoloji eğitimi gördüğü söylenenünlü bir filozoftur. Ockham “Usturası” ile ünlüdür. Nedir bu ustura öyküsü? 190 Bu, herhangi bir şeyi açıklamak üzere öne sürülen birden fazla açıklama söz konusu olduğunda, olabildiğince çok şeyi açıklamayı başaranın seçilmesi, diğerlerinin tıraşlanmasıdır!.. Bu ilke sayesinde “Zihnimizde ve dilimizde var olanlar” ile“Gerçekte var olanları” ayırt etmeyi öğrenir, gereksiz ve yararsız izahlarla uğraşmaktan korunuruz. Ockhamlı’nın usturasının hışmına uğramalarını gerektiren ortak nedenler şunlardır; 1- Hiç bir delile dayanmayan iddialar. 2- Evrendeki hiçbir olguyu açıklayamayan ve bilgimize katkıda bulunmayan iddialar. 3- Sadece kurgulardan oluşan ve tartışarak vakit kaybına sebep olan iddialar. Ockham'lı William son dönem skolâstiğin önemli filozofu olmakla kalmaz, nominalizmin sistemleştirilmesi ve geliştirilmesinde kesin bir rol oynar. Ona göre; “Bütün gerçek, tikel nesnelerden meydana gelmektedir, tümeller ise uydurma şeylerdir!..” İyi bir Katolik olan bu din düşünürü bile, Vatikan’a ters gelen yorumları sebebiyle, 1324 yılında Avignon'da Papa'nın makamında sapkın düşünmekle suçlanmıştır. Varın, insanlık üzerinde yaratılan baskıyı bir düşünün!.. Ockham'lı William, 1348 yılında tüm Avrupa'yı saran Büyük Veba Salgını sırasında vebaya yakalanarak 1349 yılında öldü. 191 Roger Bacon (1220 – 1292) İngiliz bilim adamı ve filozof olan Roger Bacon, son Dönem Skolâstiğinde anılması gereken bir başka isimdir. İnsanın bilgisizliğinin nedenleri üzerinde duran Bacon;“Otoriteye dayanmanın, geleneğin etkisinin, önyargıların ve kişinin cehaletini saklayan sözde bilgeliğin, insanı hakikate ulaşmaktan alıkoyduğunu” söylemiştir. Deney ve deneyim kavramları, O’nun yaklaşımında daha da kesin bir görünüm kazanır. Doğa araştırmalarında ortaya koyduğu bulgular ve matematik dehası, O’nun ünlü bir bilgin olmasını sağlamıştır. Mistisizm ile ampirizm (deneycilik) karışımı olan düşünceleri Bacon'ı Ortaçağ’dan Rönesans’a geçişin hazırlayıcılarından biri yapmıştır. 192 Yahudi Skolâstik Düşünürleri Museviliği, Aristo felsefesiyle uyumlu hale getirmeye çalışmış olan, Ortaçağ’da yaşamış bir de Musevî düşünür vardır, Moses Maimenides!.. Bu düşünürü, MusevilerMoses Maimuni, Arap’larİbn-i Meymun, Latin’ler Moses Maimenides olarak anarlar. Şimdi,Moses Maimenides’i işleyelim!.. Moses Maimenides (1135-1204) Moses Maimuni (Arapça İbn-i Meymun, Latinceleştirilmiş hali Moses Maimenides) 30 Mart 1135 tarihinde Endülüs Kurtaba’da doğmuş ve 13 Aralık 1204yılında Mısır Fustat’da ölmüştür. 193 Musevî düşünür, hahambaşı, Talmud bilgini, Vezaret Tabibi ve İkinci Musa lakabı ile anılır!.. Orta Çağ'ın tartışmasız en önemli Yahudi düşünürüdür!.. “Mişna Tora” adında, Musevî hukuku hakkında 14 kitaptan oluşan yazılı belgeleri, 1170 ila 1180 yılları arasında Mısır’da iken toplamıştır! Bu kitap, Tevrat’tan sonra yazılan ve Musevilerin hayatını düzenleyen kutsal sayılan bir kitaptır! Ortaçağ felsefe metni olan “Şaşkınlar Rehberi” adlı bir kitabı da vardır!.. Museviliğin gelişmesinde kimse onun kadar belirleyici olmamıştır. Felsefe tarihine etkisi de eş derecede önemlidir! Spinoza’ya, birçok Musevî düşünüre ve Akinolu Thomas gibi Hıristiyan düşünürlere de kaynak olmuştur! İlk eğitimini, babası Haham Meymun İbn-Yusuf'tan aldı. Hahamlık eğitimi yanında, zamanında Endülüs ve Magrib'inde rahatça erişilen Yunan ve Arap bilimlerinin zenginliğinden de istifade etti. Kurtuba'nın, 1148'de Fas'tan gelen ateşli Muvahhidûn'un eline düşmesinin neticesinde Musevilik ve Hıristiyanlık yasaklanınca, İber yarımadasında 12 sene kadar dolaştıktan sonra, Meymun ailesi Fas şehrine yerleşti. 18 Nisan 1165'te,Filistin'e gitmek üzere Fas’tan ayrıldılar. Akkâ’ya varıp,Kudüs ve El-Halil'e hacca gittiler!.. Museviliğin Kutsal Topraklarda aldığı şekilden düş kırıklığına uğrayıp Mısır'da, Fustat kentine yerleştiler. Baba Meymun İbn-i Yusuf, 1166 yılında bu kentte öldü. Musa'nın sarraflık yaparak aileyi destekleyen erkek kardeşi Davud ise,Doğu Hint Adaları'na yaptığı bir seyahat esnasında boğularak öldü. Ailenin, Davud'a teslim edilmiş olan ticari mal varlığı, onunla beraber yitirildi. 194 Bir süre bu facianın tesirinden kurtulamayan Moses Maimenides, ardından tıp alanındaki çalışmalarına geri dönerek, Salahaddin Eyyubî'nin veziri olan El-Ḳaḍī el-Fāẓıl'ın şahsî tabipliğine kadar yükseldi. Ayrıca, Mısır'daki bütün Musevî cemaatlerinin önderliği anlamına gelen Nāgîd makamına getirildi ve İbn-i Meymun son rahatsızlanmasına kadar hem tabip, hem de Nāgîd sıfatıyla çalışmalarına devam etti. Ölümü üzerine, Fustat'ta gerek Musevî, gerek Müslümanların katılımıyla üç gün umumî yas tutuldu!.. Kudüs'te cenaze merasimi yapıldı ve umumî oruç tutuldu ve Celile'nin Taberiyye kazasına defnedildi. Museviliği, Aristoteles felsefesiyle uyumlu hale getirmeye çalışmış olan İbn-i Meymun, metafiziğin en yüksek insanî faaliyet türü olduğunu, fakat bunun herkese açık olmadığını söylemiştir. Tanrı'nın ve dünyanın doğasına ilişkin sağlam ve gerçek bir kavrayışa yalnızca felsefenin erişebileceğini öne süren İbn-i Meymun, Tanrı'nın varoluşunu tümüyle Aristoteles'in koyduğu ilkelere dayanarak kanıtlamağa çalışmıştır. Gençler, Skolâstiğin bu dönem felsefe çalışması, bütün bilgi alanlarını kapsayacak şekilde bir bilgi sistemi kurmaya yöneliktir. Bona Ventura adlı İtalyan mistik düşünür, bu girişimi Augutinus ve Aristotales'i uzlaştırmaya yönelik çabalarıyla ortaya koyar. Onun da, bir tür ontolojik kanıt kullandığı söylenebilir. Bilgi, bilinecek olanda birleşip bir olma durumudur ki, bu her tür mistisizmin ana doğrultusudur. 195 İslam Skolâstik Düşünürleri Kindi Veya Ebū-Yūsuf Ya’kūb ibn Ishāk el-Kindī. (801-866) Soylu bir ailenin çocuğu olarak Kûfe'de doğdu. Dedesi Eş'as, Güney Arabistan'ın en büyük kabilelerinden biri olan Kinde'nin hükümdarıydı. Müslüman olduktan sonra, kabilesinin ileri gelenleriyle Kûfe'ye yerleşmişti. 196 Babası İshak es-Sabbah yıllarca Kûfe valiliği yaptı. Küçük yaşta babasını yitirdi. Çocukluk ve ilk gençlik yılları Kûfe ve Basra'da geçen Kindî, geleneksel temel eğitimden sonra dil ve edebiyat alanında eğitim gördü. Halife Me'mun'un 830'da kurduğu Beytü'l-hikme'deki bilginler topluluğu arasında yer aldı. Mutezili devlet yöneticilerinden destek gören Kindi,Ehl-i Sünnet yanlısı Mütevekkil-Alellah'ın iktidarında saraydan uzak kaldı. Kindi, Felsefe’den - Tıb’a, Matematik’ten - Astronomi’ye, İlâhiyat’tan - Siyaset’e, Psikoloji’den - Diyalektik’e, Astroloji’den Kehanete, Optik’ten - Kimya’ya kadar yirmi ayrı dalda eser vererek, sayıları 277'yi bulan bir külliyat oluşturmuştur. Akla büyük bir yer veren, Meşşai felsefe akımını ilk başlatan kişi de olan Kindi'nin 17 eseri Latince'ye, 4'ü İbranice'ye tercüme edilmiştir. Ortaçağ Avrupa’sında "Alchindus" adıyla tanınan, ilk İslam filozofudur. Felsefesinde, Platon, Aristoteles ve Plotinus'un görüşlerinin bir sentezini yapmıştır. “Felsefenin yönteminin kanıtlama, kanıtlamanın hedefinin maddeye biçim kazandıran özleri bilmek, felsefenin amacının ise Tanrı'ya erişmek olduğunu öne süren” El-Kindi'ye göre; “Felsefî bilginin ilk basamağı akıl yürütmedir. İnsanın akıl yürütme yoluyla, adım, adım basitten bileşiğe ve en yetkin olana doğru yükselir.” Varlığa akılcı bir açıdan yaklaştığı için, Tanrı'nın özüne ait sıfatları inkâr etmiştir. “Tanrı'nın sıfatlarının ancak, olumsuz bir biçimde bilinebileceğini savunan”El-Kindi'ye göre; ”Tanrı mutlak Bir'dir. Mutlak varlık olması nedeniyle, Mutlak Bir'in şekli, niteliği, niceliği, maddesi yoktur ve O göreli bir varlık değildir.” 197 Farabi (870 – 950) Asıl adı,Ebu Nasr Muhammed bin Muhammed bin Tahran bin Uzlug olan ve Batı kaynaklarında Alpharabius adıyla anılan Farabi, (Türkistan’ın Farab [Otrar] kentinde doğduğu için Farabi [Farablı] diye anılır). İlk öğrenimini Farab’da, medrese öğrenimini Rey ve Bağdat’ta gördükten sonra, Harran’da felsefe araştırmaları yaptığı yıllarda tanıştığı “Yuhanna bin Haylan” ile birlikte Aristoteles’in yapıtlarını okuyarak, Gezimciler Okulu’nun ilkelerini öğrendi. Halep’te, Hemedani hükümdarı Seyfüddevle’nin konuğu oldu. Arap ülkelerinde yaşamış, Türk kimliğini ve Türk törelerini ölünceye kadar bırakmamış olan Farabi’yi anlatan kitaplar, İslam âlemindeEbul Hasan el-Beyhaki, İbn-el-Kıfti, İbn Ebu Useybiye, İbn el-Hallikan adlı yazarlar tarafından,Farabi’nin ölümünden birkaç yüzyıl sonra gerçekleştirildi. 198 Ama bu yapıtlar birer araştırma olmaktan çok, Farabi ile ilgili söylenceleri derliyor, bir felsefeciyi değil, bir ermişi anlatıyordu. Aristoteles’in ortaya attığı “Madde ve Suret” kavramını, hiçbir değişiklik yapmadan benimseyen, eşyanın oluşumunda, yani yaradılışta “Madde ve Sureti” iki temel ilke olarak gören Farabi’nin fiziği de, metafiziğe bağlıdır. O’na göre; “Evrenin ve eşyanın özünü oluşturan dört öğe (toprak, hava, ateş, su) ilk madde olan el-aklül-faalden çıkmıştır. Söz konusu dört öğe, birbirleriyle belli ölçülerde kaynaşır, ayrışır ve içinde bulunduğumuz evreni (el-âlem) oluştururlar!..” Farabi, ilimleri sınıflandırdı!.. Ona gelinceye kadar, ilimler, Üçüzlü (trivium) ve dördüzlü (quadrivium) diye iki kısımda toplanıyordu. “Nahiv, Mantık, Beyan” üçüzlü ilimlere; “Matematik, Geometri, Musikî ve Astronomi ise, dördüzlü ilimler kısmına dâhildi!.. Farabi, ilimleri; “Fizik, Matematik, Metafiz ikilimler” diye üçe ayırdı. Onun bu metodu, Avrupalı bilginler tarafından kabul edildi. Hava titreşimlerinden ibaret olan ses olayının ilk mantıklı izahını Farabi yaptı. O, titreşimlerin, dalga uzunluğuna göre azalıp çoğaldığını, deneyler yaparak tespit etti. Bu keşfiyle müzik aletlerinin yapımında gerekli olan kaideleri buldu. Aynı zamanda, tıp alanında çalışmalar yapan Farabi, bu konuda çeşitli ilaçlarla ilgili bir eser yazdı. 199 Farabi, insanı tanımlarken; “Âlem büyük insandır; insan küçük alemdir” diyerek, bu iki kavramı birleştirmiştir. O’na göre; “İnsan ahlâkının temeli, bilgidir. Akıl, iyiyi kötüden ancak bilgiyle ayırır. İnsan için en yüksek erdem olan bilgi, insan beyninin çalışması sonucu elde edilemez; çünkü Tanrısaldır, doğuştandır ve bilginin ise üç kaynağı vardır;“Duyu, Akıl,Nazar.” Bilimler de ikiye ayrılırlar;“Kurumsal (Nazarî)Bilimler; uygulamalı (Amelî) Bilimler! Ahlâk, siyaset, müzik, matematik uygulamalı bilimlere girer. Öz bakımından toplumlarda ikiye ayrılırlar; “Erdemli Toplumlar ve Erdemsiz Toplumlar”. Bu toplumları yöneltecek en kusursuz devletse, bütün insanlığı kapsayan dünya devletidir!..” 200 İbn-i Sina (980 – 1037) İbn-i Sina (Ebu Ali el-Hüseyin ibn Abdullah ibn Hasan ibn Ali İbn Sina) (Batı dillerinde Avicenna)!.. 980 yılının Ağustos ayında, Horasan’da doğan İbn-i Sina, 21 Haziran1037 yılında Hamedan’da ölmüştür!.. İbn-i Sina, felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik alanlarında çalışmalar yapan bir dünya bilginidir!... Gençliğinde geometri, mantık, fıkıh, fizik, kelam ve tıp alanlarında çalışmış, daha 16 yaşında uzman hekim düzeyine yükselmiştir!.. 201 Çok sayıda eser yazmış olan İbn-i Sina'nın en önemli eserleri arasında, Tıp konusunda “Kanun fi't-tıb”; Felsefe alanında “Kitabu'şŞifa”dır!.. Felsefe sistemi üzerinde sonradan yaptığı değişikliklerden söz eden “Kitab'ul-İşarat ve Tenbihat”;Psikolojiyle ilgili olan “Kitabu'nNefs” bulunur!.. Eserleri birçok kez Latinceye çevrilmiş olan İbn-i Sina'nın felsefesi, Yunan filozofları Aristoteles ve Plotinus'un etkileri yanı sıra, kendi özgün ve önemli katkılarını gözler önüne serer. İbn-i Sina, özellikle Aristoteles felsefesinin Arap dünyasında yer almasında önemli rol oynamıştır. Tümeller sorunu üzerinde önemle durmuş düşünürlerden birisidir!.. Bu düşünceleri, yükseliş dönemi Skolâstiğinde etkili olacaktır. 202 İbn - i Rüşt (1126 - 1198) İbn - i Rüşt (1126 - 10 Aralık1198) Endülüslü-Arapfelsefeci ve hekim!..Felsefe, fıkıh, matematik ve tıp âlimi! Endülüs’te, Kurtuba'da doğdu ve Fas’ta, Marakeş’te öldü. Batı dillerinde adı Averroes olarak geçer!.. İbn - i Rüşt,Aristotales’ci bir İslam filozofudur!.. Aristotales'in yapıtlarını yorumlamış ve açıklamalar getirmiştir. “İnanç ve Akıl” arasında ilişki kurmaya çalışmış, “İnancı, Akıl bilgisinin başka bir formu olarak” değerlendirmiştir! İbn - i Rüşt, Maliki mezhebinden fakihler yetiştirmiş bir aileden gelir!.. Dedesi, Ebu El-Velid Muhammed (ö. 1126) Murabıtlar hanedanının, Kurtuba'daki en yüksek dereceli hâkimiydi! Babası Ebu El-Kasım Ahmet, Muvahhidler'in 1146'daki hâkimiyetine kadar aynı görevi yaptı! 203 Yusuf el-Mansur'un veziri İbn Tufeyl (Batı'da bilinen adıyla Abubacer) tarafından sarayla ve büyük İslam hekimlerinden, sonradan arkadaşı olacak İbn Zuhr (Avenzoar) ile tanıştırıldı!..1160'ta Sevillakadısı oldu ve hizmeti boyunca Sevilla, Kurtuba ve Fas'ta birçok davaya baktı!.. Aristo'nun eserlerine üzerine yorumlar yazdı!.. Eserleri arasında bir tıp ansiklopedisi de vardır!.. Eserlerini 1200’lerde, Yakob Anatoli Arapça'dan İbranice'ye tercüme etti!.. En önemli orijinal felsefî eseri “Tehâfüt-ül Tehâfüt (Çelişkilerin Çelişkileri/İnsicamsızlığın İnsicamsızlığı)” ismini taşır! Bu eserde;Gazali'nin “Tehâfüt-ül Felâsife (Felsefelerin Çelişkileri /Felsefelerin İnsicamsızlığı)” isimli kitabında ki “Kendiyle çelişme ve İslam’a mugayir olma” iddialarına karşı, Aristo felsefesini savunduğunu görürüz!.. “Faslu'l-makâl ve el-Keşf an minhâci'l-edille” isimli iki risalesi de felsefe-din ilişkilerini konu alır. 12. yüzyılın sonralarında, kendisini siyasî polemiklerden uzak tutamamış ve Kurtuba yakınlarında bir yerde tecrit edilmiştir!.. Ölümünden kısa süre önce, Fas'a gidinceye dek gözetim altında tutulmuştur!.. Mantık ve Metafizik alanında verdiği eserlerin çoğu sansür döneminde kaybolmuştur. İbn-i Rüşt, Aristo'nun düşünce sistemini İslam ile kaynaştırmaya çalışmıştır. O’na göre; İslam'la felsefe arasında bir çatışma yoktur. Kişinin hem felsefe, hem din yoluyla hakikate erişebileceğini savunmuştur!... . Felsefenin temel konusunun varlık olduğunu, felsefenin var olanı, genel bir bütünlük içinde insana verileni incelemeye, açıklamaya çalıştığını savunan İbn-i Rüşt, “Bütün varlık türlerinin en tepesinde bulunan yüce bir varlık olan Tanrı'ya, yalnızca var olandan, beş duyu ile algılanıp akıl ilkeleri ile açıklanan varlıklardan yola çıkarak gidebileceğimizi” belirtmiştir. 204 Felsefenin, varlık kavramı altında toplanan bütün nesneleri konu edinen disiplin olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle düşünce sisteminde felsefe, teolojiden önce gelir. Bununla birlikte, felsefe ve teolojiden her birinin kendisine özgü bir fonksiyonu olduğunu söylemiştir! İbn-i Rüşt, en çok Aristo'nun eserlerinden yaptığı tercüme ve şerhleriyle ünlüdür! 1150'den önce Avrupa’da, Aristo’nun eserlerinin birkaç tercümesinden başkası yoktu ve bunlar da din adamlarınca rağbet görüp, incelenmiyorlardı. Batı'da, Aristo'nun mirasının yeniden keşfedilmesi, İbn-i Rüşt'ün eserlerinin 12. yüzyıl başlarında Latince'ye tercümesiyle başlamıştır!.. İbn-i Rüşt'ün,Aristo üzerine çalışmaları otuz yıllık bir dönemi kapsar ve bu dönem içinde, erişemediği "Politika" dışında, bütün eserlerine şerhler yazmıştır. Eserlerinin İbranice tercümeleri de İbrani Felsefesi üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır. İbn-i Rüşt'ün düşünceleri, Hıristiyan skolâstik gelenekten, Aristo'nun mantık çalışmalarına değer veren [Brabant'lı Siger], [Thomas Aquinas] ve (bilhassa Paris Üniversitesi'ndeki) diğerleri tarafından özümsenmiştir. Thomas Aquinas gibi meşhur skolâstik filozoflar, ona ismi yerine "Şârih" (Yorumcu) demişlerdir. 205 İmam Gazali (1058-1111) Ebū Hāmid Muhammed ibn Muhammed el-Gazali İslamâlimi, mutasavvıfı ve müderrisi. Lâkabı, Hüccet-ül-İslam ve Zeyüddin’dir. Genel olarak El Gazali ve İmam Gazali isimleriyle anılır! Gazali, “Hakikati bulmak isteyenlerin 4 kısma ayrıldığını ve her birinin hakikati kendi yolunda aradığını söyler. O’na göre bunlar; Felsefeciler, Kelamcılar, Sufiler, Bâtıniler” dir. Hepsinin görüşlerini inceleyerek, bunlardan üçü olan “Kelam, Felsefe ve Bâtıniliği” kitaplarında ayrıntılarıyla anlatarak, eleştirir! Yalnızca, Sufiler’in yolu olan tasavvufa yönelerek, hakikati bu yolda arar! Gazali’nin doğduğu yer olan Tus şehri, o yüzyılda büyük bir tasavvuf merkezi olarak anılıyordu. Gazali’nin küçüklüğünden itibaren yaşadığı bu yer tasavvuf bölgesiydi. Ne var ki; Gazali’nin öğrencilik hayatında tasavvuf ikinci planda kaldı. 206 Gazali bir ruhsal bunalım geçirir. Geçirmiş olduğu ruhsal bunalımdan sonra tasavvufa daha fazla yönelir. Tasavvuf ilminde, Silsile-i Saadet’ten olan hocası Ebu Ali Farmedi’den dersler alarak, onun yanında gelişme kaydetti. Böylelikle, zahiri ilimlerde göstermiş olduğu başarısını, tasavvuf ilminde de tekrar ettirerek hocasından icazet alır. Gazali’ye göre tasavvuf ilmi, insanı manevî hastalıklarından kurtulması için en önemli etkendir. Gazali, bunu “Kimya-i Saadet” adlı eserinde kendi üslubu ile anlatmaktadır. Ortaçağ felsefesinde önemli isimlerden biri olan din düşünürü İmam Gazali de, 19. yüzyıl felsefesinde önümüze çıkacak olan “Sezgicilik” akımının anlayışını görebiliriz. Aynen, Henri Bergson gibi, İmam Gazali de, “Akla dayanan bilgi ise asla tam ve kesin olamaz, gerçeklik sezgi ile bir kerede ve tam olarak kavranır” düşüncesini, hayatının ve eserlerinin temeli yapar. Bu düşünüş, Ortaçağ’ın “Dinin mahiyetini açıklama” çabaları içinde doğal da, 19 yüzyılda yaşayan Bergson için? Gazali’nin yaşadığı dönemde İslam âleminde siyasi ve fikir bakımından büyük bir kargaşa hâkimdi. Bağdat’ta Abbasi halifelerinin gücü zayıflamaya başlamıştı. Mısır tahtında Şii-Fatımi hanedanı vardı. Avrupa’da ise Endülüs Emevi Devleti gerilemekte idi. İlk Haçlı Seferi de Gazali döneminde yapılmış ve 40 yaşında iken Antakya kuşatılmıştı, Bir yıl sonra da Kudüs ele geçirilmiş v orada yaklaşık 200 yıl yaşayacak olan Şövalye Krallığı kurulmuştur. Siyasi bakımdan İslam âlemindeki bu karışıklığı, fikri bir çöküntü tamamlıyordu. 207 Gazali'ye göre; “Bir taraftan Yunan felsefesi ile İslam inancını yeniden yazmaya çalışan filozoflar, diğer yandan Kuran'ın apaçık ayetlerini karanlık ve gizemli tefsirlere konu yapan Bâtınîler, İslam dinine ve Ehl-i Sünnet itikadının bütünlüğüne büyük zarar veriyordu!..” Bu değerlendirmesine dayalı olarak “Tehatüful Felasife” yani "Felsefenin Tutarsızlığı” bir kitap yazar ve kitabında Felsefeyi ve felsefî düşünüşü reddeder! İslam'da “Aklın” değil "Naklin" esas olduğunu söyler! O’na göre; Ümmet yani Müslüman “Soru soran, eleştiren, itiraz eden değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk insanı olmalıdır.” Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam da Gazali ile aynı çağda yaşayan tanınmış kişilerdir. 208 “İslam’ın Nasıl Anlaşılması” Üzerine Kalem Kavgası Sevgili Gençler, Yukarıda okuduğunuz İslam Skolâstik düşünürlerinden İbni Rüşt ve Farabi ile İmam Gazali arasında, “İslam’ın nasıl anlaşılması” büyük bir kalem kavgasına sebep olmuş ve tartışmalar yaşanmıştır!.. Önemine dayanarak, bu tartışmaları önünüze getirmek görevim! Çünkü İslam’da bu anlayış farklılığı, bu gün dahi geçerliliğini korumakta ve İslam dünyasının Batı’dan geri kalmasının sebebi olarak gösterilmektedir! Ha, buna katılırsınız veya katılmazsınız!.. İbn-i Rüşt’ü bitirirken şöyle demiştim; “İbn-i Rüşt, Aristo'nun düşünce sistemini İslam ile kaynaştırmaya çalışmıştır. O’na göre; İslam'la felsefe arasında bir çatışma yoktur. Kişinin hem felsefe, hem din yoluyla hakikate erişebileceğini savunmuştur!... Felsefenin temel konusunun varlık olduğunu, felsefenin var olanı, genel bir bütünlük içinde insana verileni incelemeye, açıklamaya çalıştığını savunan İbn-i Rüşt, “Bütün varlık türlerinin en tepesinde bulunan yüce bir varlık olan Tanrı'ya, yalnızca var olandan, beş duyu ile algılanıp akıl ilkeleri ile açıklanan varlıklardan yola çıkarak gidebileceğimizi” belirtmiştir. 209 Felsefenin, varlık kavramı altında toplanan bütün nesneleri konu edinen disiplin olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle düşünce sisteminde felsefe, teolojiden önce gelir. Bununla birlikte, felsefe ve teolojiden her birinin kendisine özgü bir fonksiyonu olduğunu söylemiştir!.. İbn-i Rüşt, en çok Aristo'nun eserlerinden yaptığı tercüme ve şerhleriyle ünlüdür!.. 1150' den önce Avrupa'da, Aristo'nun eserlerinin birkaç tercümesinden başkası yoktu ve bunlar da din adamlarınca rağbet görüp, incelenmiyorlardı. Batı'da, Aristo'nun mirasının yeniden keşfedilmesi, İbn-i Rüşt'ün eserlerinin 12. yüzyıl başlarında Latinceye tercümesiyle başlamıştır!.. İbn-i Rüşt'ün Aristo üzerine çalışmaları otuz yıllık bir dönemi kapsar ve bu dönem içinde, erişemediği "Politika" kitabı dışında, bütün eserlerine şerhler yazmıştır. Eserlerinin İbranice tercümeleri de, İbrani Felsefesi üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır. İbn-i Rüşt'ün düşünceleri, Hıristiyan skolâstik gelenekten, Aristo'nun mantık çalışmalarına değer veren [Brabant'lı Siger], [Thomas Aquinas] ve (bilhassa Paris Üniversitesi'ndeki) diğerleri tarafından özümsenmiştir. Thomas Aquinas gibi meşhur skolâstikfilozoflar ona ismi yerine "Şârih" (Yorumcu) derlerdi.” İmam Gazali’yi de şöyle bitirmiştim; “Gazali'ye göre; Bir taraftan Yunan felsefesi ile İslam inancını yeniden yazmaya çalışan filozoflar, diğer yandan Kuran'ın apaçık ayetlerini karanlık ve gizemli tefsirlere konu yapan Bâtınîler, İslam dinine ve Ehl-i Sünnet itikadının bütünlüğüne büyük zarar veriyordu!..” 210 Gene, “Tehatüful Felasife” yani "Felsefenin Tutarsızlığı” kitabında Gazali; Felsefeyi ve felşefî düşünüşü reddeder! İslam'da “Aklın” değil "Naklin" esas olduğunu söyler! Ümmetin yani Müslümanların; “Soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk insanı olması gerektiğini söyler ve öyle tanımlar!..” İşte, İmam Gazali’nin bu görüşlerine karşı, o yıllarda İspanya’da yaşayan ve Kordoba Kadısı olan, Gazali gibi Hanefi-Sünni öğretisinin içinden gelen İbn-i Rüşt; Gazali’nin yazdığı 'Tehatüful Felasife' yani "Felsefenin Tutarsızlığı” kitabındaki; Felsefeyi ve felsefî düşünüşü reddetmesi, İslam'da “Aklın” değil "Naklin" esas olduğunu kabul etmesi, Ümmetin soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlaması, Görüşlerine karşı çıkar ve adı “Tehatüfül-ü Tehafül” yani “Tutarsızlığın Tutarsızlığı” olan bir reddiye (kitap) yazar!.. İbn-i Rüşt bu reddiyesinde; - Bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, İnsan aklının da Allah vergisi bir yetenek olduğunu, bu sebeple insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, Din kurallarının akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağını, Akla uygun olanın, nakle (kutsal söz, vahiy) aykırı olamayacağını, 211 - Felsefenin ve felsefecilerin, gerçeğin bilgisine ulaşmanın yolunu açtığını, tutarsızlığın buna karşı çıkmak olduğunu” söyler. Bölümünde okudunuz, İbn-i Rüşt Aristo'dan Platon'a kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yapan ve onlara şerhler düşen bir İslam filozofudur. Antik Çağın filozoflarının kitaplarını aklı esas alarak yorumlayan İbn-i Rüşt, Hıristiyan dünyasında etkili olmuş ve onları aklına vardırmış, Batı dünyasına düşünebilmeyi tekrar öğretmiştir. Hele, matbaanın keşfiyle! Doğal olarak Kilise İbn-i Rüşt’ün bu yorum kitaplarını “Sapkınlık” diyerek okunmasını engellemeye çalışmışsa da Rönesans durdurulamamıştır. Ancak İslam dünyasına gelince, burada İbn-i Rüşt’ün görüşleri benimsenmemiş ve Gazali’nin İslam tanımı, Müslümanlığa egemen olmuştur!.. Kimileri, İmam Gazali için şöyle der; “İmam Gazali, ünlü risalesi 'Tehatüful Felasife' yani "Felsefenin Tutarsızlığı" kitabını yazarak, İslam'da “Aklın” değil "Naklin" esas alındığı yılları başlatan ve İslam’da içtihat kapısını kapatan kişidir!.. Gazali; “Ümmeti yani Müslümanları soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştır!..” Kutsal kitaplar dışında hiçbir eser İslam tarihinde bu kadar etkili olmamış ve trajik sonuçlar yaratmamıştır.İslam dünyasının yükselişini sonlandıran, bilimin ve felsefenin kâfirlik sayıldığı, insan aklının teslim alındığı büyük gericilik dönemi Gazali ile başlamıştır!.. 212 Gazali sadece günümüze kadar gelen egemen Sünni teolojisini kurmamış, Şia öğretisi üzerinde de etkili olmuştur!...Artık, İçtihat (yorum, yeni kural koyma) kapısını kapatarak, dinin akla ve bilime göre yorumlanmasının ve çağa uydurulmasının önünü kesmiş, onu dondurmuş ve böylece İslam dinini, insanlığın tarihsel yürüyüşünün önünde gerici bir engele dönüştürmüştür!.. Gazali, bu anlayış içinde, İbn-i Sina'yı, Farabi’yi kâfirlikle suçlamıştır!.. İmam Gazali'nin öğretisi, bugünün geri ve Batı'nın kölesi olan İslam dünyasını yaratan anlayıştır!..” Hep “Sorgulayıcı olun” diye öğütledim ya!.. Hemen bir soru; “ Acaba, o tarihte siyasi oluşumlar bakımından olsun, fikir bakımından olsun İslam’ın Arap dünyasında yaşanan büyük kargaşa nedeniyle;“O tarihte, var olan siyasal nitelikli İslam oluşumlarının, varlıklarını sürdürebilmek için, düşünmeden itaat eden tutucu Müslümanlara mı gereksinimi vardı? ” Nasıl yorumlarsanız, yorumlayın sonuçta Gazali’nin İslam anlayışı hala Müslüman dünyasını etkiliyor!.. Taliban ve Suudi rejimleri buna örnektir!.. İbn-i Rüşt’ün aklı esas alan İslam anlayışını bu gün bile İslam dünyasında yalnızca 29 Ekim 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde görebilmekteyiz!.. Ne yazık ki, İslam dünyasında, hala eski çağların değerleriyle yaşamak alışkanlığını sürdürmek isteyen siyasî oluşumlar var! İşte, İran, Pakistan ve Mısır!.. Elbet, tarihin akışına, insan doğasına, akla ve bilime karşı savaşanların uzun vadede kazanması mümkün değildir!.. 213 Akıl mı, Nakil mi? Kul mu, Tanrının Görüntüsü mü? Karar sizin!. Tanrı ben olsaydım, Nice olurdu haliniz benim adıma kul yaratanlar? Bak bir geçinen bana dinsiz demede, dürzü halt yemede! Benim örneğim sen oldun Tanrı, sen kendi çapında, ben gücüm kadar Tanrı. Geçinmiyorum artık, kul değilim, Yarattığım dünyamda, bak kendi güneşim doğuyor…… Ve biri eğilip kulağıma soruyor; Cehennemlik, Tanrı oldum diyorsun hani senin kulların? O senin gönlündeki Tanrıya vergi. Eğer, olsaydım ben Tanrı, Yaratır mıydım insan dururken kul? Desene Tanrı!.. Önder Limoncuoğlu1962 214 Orta Doğu “TEK”liği Şimdi, sizleri Orta Doğu’ya götüreceğim! Bu “TEK” lik anlayışının daha etkin olduğu Ortaçağ’daki İslam’a!.. Evet, “İnsanoğlu daha mükemmel insana ulaşmak için, kendisiyle verdiği kavga içinde Ezoterik doktrinlerden çok yararlanmıştır!.. Bu doktrinlerin de kaynağı ağırlıklı Orta Doğu olmuştur. Diğer Ortaçağ filozofları gibi, İslam düşünürleri de Tanrı'dan hareket ederek, varlığı ve varoluşu açıklamaya çalışmışlar. Kutsal Kitapları,antikçağ felsefesinden alınan kavramlarla temellendirmişler! Akıl ve mantık yoluyla yorumlamaya çalışmışlar ve mantık ya da dil analizleri yapmışlardır! Zaten, Kutsal Kitapları yorumlama Ortaçağ felsefesinin genel karakteristiğidir” demiştim!.. İşte, İslamiyet sonrası Orta Doğu’da “Tek”lik anlayışını temel almış mezhepler görüyoruz!.. Bu mezhepler içinde “İsmaillilik Mezhebi” etkin olmuş ve gelişmiştir! Bu mezhebe, İsmaillik ya da İsmailîyye, mensuplarının Yedi imama inanmalarından dolayı da, (Yedicilik/Yedi İmamcılık) da denir!.. İlk İsmailî topluluk, 765 yılında İmam Cafer-i Sadık'ın vefatından sonra ortaya çıkmıştır! Bu dönemde Abbasiler, Emevi hanedanını yıkıp kendi halifelerini tahta geçirmiştir!.. İsmail’iler, kurdukları gizli topluluklarla, Hazreti Ali ve soyuna ait olması gereken halifelik hakkını Abbasi’lerin gasp ettiklerine inandıkları için, Abbasi’lere karşı mücadele vermeye başlamışlardır!.. 215 Bu mücadele, “El-Dava” adıyla 9. yüzyılda başlamış ve “ElDava'nın” propaganda veya misyonunu sürdüren Dâîler, eylemlerini Irak, Pers, doğu Arabistan ve Yemen topraklarına yaymışlardır!.. İşte, İsmailliler bu kavgada her Müslüman’ı, “Bu adaletsizliği ortadan kaldıracak ve Ehl-i Beyte yeniden hilafeti kazandıracağını söyledikleri, İsmailî İmam Mehdi ile dayanışma yapmaya” davet etmişlerdir! Bu davet başarıya ulaşmış ve ilk Şiî devleti olan Fatımî Devleti kurulmuştur!.. İsmaililer’e göre; “Kutsal metin ve dini emirler zahir (dışrak/exoteric) ve bâtın (içrek/ezoterik) denilen iki temel esası içerir!..Kuran’da bulunan dinî yasalar, dönem, dönem değişiklik geçirmesine karşın, hakikat sonsuza kadar baki kalır ve Peygamberlerin halifeleri olan Evliya veya İmamlar da, her devirde tevil veya ezoterik yorum yoluyla vahiylerdeki gizli anlamları açıklamakta idiler!..” Aşağıda, İsmaillik anlayışı içinde ortaya çıkmış ve iz bırakmış iki oluşumdan; 1- Sosyalist niteliği sebebiyle Karmati’ler denilen oluşumdan ve onun içinde yer alan Hallac-ı Mansur’dan, 2- Haçlı seferleri sırasında Hıristiyanlığı etkilemiş olan, Lübnan dağlarında yaşayan Dürzî’lerin din anlayışından söz edeceğim!.. 216 Karmati’ler Abbasi döneminde,“Karmati İmamları” adı verilen bir tarikat ortaya çıkmış, hatta bu felsefe bir dönem toplumu yönetmiştir! Önemli olduğu için, Abbasi Halifeleri’ni, Arap gericilerini ve Sünnî İslam ulamasını korkutan ve bunların o günkü iktidarını rahatsız eden, bu anlayışı ve sosyal uygulamasını biraz uzun anlatacağım. Karmati Kuran’ı Karmatîlik;İsmailîlik mezhebinin Fatımiler'in imamlığını kabul etmeyen kolu olup, ilk örgütlenmesi, M.S. 890'da Kufa'da, Güney Irak bölgesi temsilcisi “Hamdan Karmat” tarafından sağlanmıştır!.. Bu sebeple Karmatîlik olarak anılmaktadır!.. Karmatîlik, 10. yüzyılın başlarına kadar Güney Irak bölgesi ve Suriye'ye yayılmış ve 903'te Şam'ı kuşatmıştır. Ancak, bu yayılış 907'de Abbasiler tarafından bastırılmıştır! 217 Bahreyn'de ise, Karmatiler "Müminiyye" kentini inşa ederek oraya yerleşirler. 930'da Mekke'ye saldırarak, Kâbe'den Hacerü'l Esved'i (Cennetten gelen taş) alıp Müminiyye kentine getirmişler ve 11. yüzyıla kadar orada bağımsızlıklarını korumuşlardır. Karmatiler, “İnsanlar arasında her hangi bir fark yoktur. Tüm insanlar eşittir. Tüm insanlar eşit oldukları için malları da eşittir” anlayışıyla düzene karşı örgütlendikleri gibi, “Bizim Kâbemiz ve Kıblemiz Kudüs olduğundan, bütün ibadetlerde oraya dönülür. Dinlenme günü Cuma değil, Pazar günleridir. Yılda iki gün oruç tutulur. Bu da Nevruz ve Mihrican günleri uygulanır” diyerek, Sünnî İslam’ın savunduğu kelama ve ibadet türüne karşı çıkmışlardır!.. Karmati Felsefede, Kemal’e ermekikinci doğumla gerçekleşir. (inisiyasyon) Âlem, bir tecelliler bütünüdür ki türlü şekillerde görülür ve görünür. Madde bir hicap = perdedir. Bu perde kaldırıldığında, kişiyi aşan kozmik bir zihin şuuruna erişilir ki işte, ikinci doğum budur. Bu doğum, bir “Kozmik Ben” e ulaşma halidir. İnsanın “Kozmik Ben”e ulaşmasını engelleyen beş negativite şunlardır: Gök, tabiat, kanunlar, devlet, ihtiyaç ve zaruret. Bu beş musibetten kurtulmak ibadetin hem amacı, hem de kendisidir. 218 Bu sebeple, ikinci doğumun elde edilmesini sağlamak için mistik eğitim (seyrusüluk), beş Musibetten kurtulmak için gereklidir Karmati düşünce, Kuran’ a bağlı bir sistem geliştirmiştir. Ancak, geliştirdikleri bu düşüncelerinde Kuran, alabildiğine sübjektif bir yoruma tabi tutulmuştur. “Karmati Tevil” diyebileceğimiz bu yorum, yer, yer Kuran’ı tanınmaz hale getirmiştir! Çünkü onlara göre; “Kuran’ın gerçek manasını ancak bâtinî imamlar bilir”! Muhammed Ali es- Suri, Karmatiler için şöyle der; “Karmati eserlerin bilim ve düşünce üstünlüğü tartışılmaz. Bunu inkâr edemeyen iftiracı çevreler, Karmatileri ahlâk ve inanç yönünden çamurlama yolunu tutmuşlardır.” İbn-i Sina ise; Karmatilerin sosyal hayatlarına ve yetişme usullerine yönelik olarak; “Karmatiler, fevkalade iyi yetişen, bunu sağlamak için de çok okuyan insanlardı. Darülhikmet denen medreselerde eğitim görürlerdi. Kitap okuma işini meclis denen yerlerde yaparlardı. Meclislerde her türlü bilim ve felsefe konuşulurdu. Tartışmalar ciddi biçimde yazıya geçirilir, sonra da bu yazılanlar temize çekilerek eser haline getirilirdi. Eser haline getirilmiş bu yazılar ilgili yerlere gönderilirdi. Meclisler; muhtelif gruplar için ayrı, ayrı beş grup idi; 1- Büyük ve seçkin dostlar için, 2- Devlet büyükleri ve ileri memurlar için, 3- Sıradan insanlar ve yolcular için, 219 4- Kadınlar için, 5- Saraylı kadınlar için” demektedir. Kısacası; “Karmati toplulukları tam sosyalist bir hayat yaşarlardı. Herkes çalışmak zorunda idi. Küçük çocuklar bile en azından ekinlere musallat olan kuşları kaçırmak için çalışırlardı. Karmati’lerde mülkiyet sadece teçhizat ve kılıca hastı”. 220 Hallac-ı Mansur (858 – 922) İran kökenli, İslam düşünürü olup, Hicrî 244, Miladî 858 yılında, Beyza yakınlarında bir kasaba olan Tur’da doğdu. 922’de Muktedir’in buyruğu üzerine Bağdat’ta asılarak, uzuvları kesilerek işkence ile öldürüldü. Hallac-ı Mansur’un düşüncelerine göre; Yeni–Plâtonculuktan esinlenen “Evren yaratılmamış, bir ışık kaynağı olan Tanrı özünün yansıması sonucu oluşmuştur. İslam dininin ileri sürdüğü yaratılma olayı yanlış anlaşılmıştır. Tanrı’dan başka bir varlık olmadığı için yaratılmış nesneden söz edilemez. Yaratılmış nesne, tek varlık olan Tanrı’dır. Yaratan ve yaratılanın iki ayrı varlık olduğunu söylerseniz, bu Tanrısal öze aykırı düşer.” Hallac-ı Mansur; böylece insanın Tanrı’dan bir görüntü olduğunu söyleyerek, insanın değerli ve kutsal bir varlık olduğunu anlatmaya çalışmıştır. 221 Hallac-ı Mansur’un benimsediği Tasavvuf anlayışına göre, ahlâkın temeli sevgi ve saygıdır. İnsanın gönlü “Tanrı Evi” olduğuna göre, ona saygı duymak, sevgiyle yaklaşmak gerekir. Birbirini incitmek, birbirine karşı kötü davranmak, yalan söylemek, haksızlık yapmak, suç işlemek, hırsızlık yapmak, saygısızlık yapmak Allah sevgisinden yoksun kalmaktır. Miladî 908 yılında meydana gelen bir kaç ayaklanmada Hallac-ı Mansur’ un düşüncelerinin kitleyi etkilemeye başladığı açıkça görülüyordu. Keyfî idareden rahatsız olan toplum patlamaya hazır bir çıban gibiydi. Abbasi sarayı bundan çok rahatsızdı. Çünkü ardı arkası kesilmeyen isyanlar başlamıştı. Saraya yakınlığı ile bilinen ve Hallacı Mansur’a içten içe hınç duyan Hamid; Hallacı Mansur’ un daha fazla yaşatılmasının, sarayın geleceği için bir intihar anlamına geleceği fikrinde ısrar ediyordu. Kısaca, başını Hambeli gruplarının çektiği bu isyanlar, Hallac-ı Mansur’un aleyhine olarak, onu tehlikeli gösteren deliller halinde kullanıldı. Onu idam ettiren “En-el Hak” (Ben Tanrıyım) sözü olmayıp, Abbasi halifelerinin olumsuz ve keyfi yönetimlerine karşı gelen halkın ayaklanacağı korkusu ve Arap gericiliği ile yobaz Sünnî İslam ulemasının bilgisizlikleridir. Bunlar, iktidarı kaybetme korkusu içinde düzmece bir yargılamayla Hallac-ı Mansur’u ölüme mahkûm edip, bir deveye bindirerek Bağdat sokaklarında “İşte Karmatilerden biri.” veya “Karmati Papazını görmek isteyenler gelsinler” diyerek gezdirmişler ve sonra uzuvlarını parçalara ayırıp, yakmışlardır. 222 Dürzî’ler Beş renkli Dürzî Yıldızı Dürzîlik, 10. yüzyılda ortaya çıkmış, İslam dininin bir mezhebi olduğu varsayılan Şiiliğin, İsmailliye grubundan köken almıştır. Dürzî inancının ana esaslarının çok az bir kısmı kamuya açıktır!.. İnanç esaslarının çoğu, herkesten saklanır! Bu biraz da, uzun süre inançlarını saklamaları yüzündendir. O tarihlerde Lübnan dağlarında yaşarlar ve işleri marangozluktur. Özellikle gemi yapımı!.. Dürzîler, “TEK=BİR”lik anlayışına inanırlar, bu nedenle kendilerini (Tevhid ehli = Birleştiriciler) olarak nitelerler. Dürzî inancı, Musevîlik, Hıristiyanlık ve İslam inançlarına benzer bir şekilde monoteistliktir. Dürzî teolojisi, Yeni-Plâtonculuk düşünceden ve bazı gnostik ve ezoterik gruplardan etkilenmiştir. Dürzî inancının ilkeleri; 223 Diline sahip olma (dürüstlük), Kardeşini koruma (kardeşlik), Yaşlıya saygı, diğerlerine yardım, vatanı koruma ve Bir Tanrı'ya inanmaktır. Dürzî inancın bir diğer büyük esası da sadece insanlar arasında olan bir tür reenkarnasyondur. Dürzîler çok eşli evliliği, tütün ve alkol kullanımını, domuz eti tüketimini yasak sayarlar. Ayrıca Dürzîlik Müslümanlar, Yahudiler veya diğer dinlere mensup olanlarla evlenmeyi yasaklar. Dürzî inancı beş kozmik ilke içerir ve bu ilkeler Dürzî yıldızı ile sembolize edilir: Zekâ (yeşil), Ruh (kırmızı), Kelime (sarı), Gelenek (mavi) ve İçkinlik (beyaz). Bu erdemlerin beş farklı ruh olarak sürekli dünya üzerinde, peygamber ve filozoflar olarak reenkarnasyona = ruh göçüne uğradığına inanılır. Bu peygamber ve filozoflara, Âdem, Pisagor, Akhenaton da dâhildir. İslam dininin inandığı İsa ve Muhammed gibi peygamberlere Dürzîlerin inanıp inanmadığı kesin değildir. Oruç, namaz veya hac gibi İslamî ibadetleri yapmak zorunda değildirler. Dürzî’ler, 7 imama inanmakla beraber, bütün evrenin “Allah’ın Evi” olduğuna inandıkları için, bir mabede gidip dua etmeğe gerek görmezler. Onlara göre; “Bir mabet ne kadar güzel olursa olsun, yine de kul yapısıdır ve Allah’ın yarattığı tabiatın ihtişamı yanında çok sönük kalır ve Allah’ı böyle sönük bir yapının içinde aramanın anlamı yoktur!” Keza, “Allah’a olan bağlılığı göstermek için önceden sözler söylemeğe, önceden belirlenmiş bir takım hareketleri, belirli yer ve zamanlarda yapmağa ihtiyaç olmadığına, yaptıkları her hareketin ve özellikle çalışmanın ibadet olduğuna inandıkları için, başka bir ibadet şeklinin lüzumsuz olduğunu” savunurlar!.. 224 Dürzî’ler bütün dinleri birbirinin benzeri, eşiti olarak kabul ettiklerinden, komşu ulusların sembollerini, öykülerini, yeni bir anlam vererek kendilerine mal etmişlerdir. Ebcet ve Cifir!.. Yahudi Kabalası’nın benzeri Bu anlayışın egemen olduğu M.S. 1000 Yıllarında Haçlı Seferleri başlamış ve bir kısım şövalye tarafından Kudüs ve civarında M.S. 1025’te Şövalye Krallığı kurulmuştur ve Dürzîler onların yanında olmuşlardır! Ağırlıklı bu sebeple olsa gerek, Dürzî kelimesi İslam’da hala küfre eşdeğerde kullanılmaktadır. İslam’ın etkisi altında oluşan Dürzî’lerin bu anlayışı, Hıristiyan kateşizmine zıttır! Çünkü İsa’nın şahadetinin (martyrepassion) sebep ve hikmetini tartışır. İşte, Orta Doğu’ya gelen Temple Şövalyeleri, özellikle Lübnan dağlarında yaşayan, İsmaili’lerin bir kolu olan Dürzî’lerin bu din anlayışından etkilenir!.. Avrupa’ya dönüşte, bu “TEK”lik esaslı din anlayışının etkisinde, İsa’nın şahadetinin (martyre-passion) sebep ve hikmetini tartışınca, Temple Şövalyeleri dinlerinden çıkmakla suçlanırlar ve Marsilya’dan İskoçya’ya göçerler!.. Orada, 225 “Belli bir dinin esas ve akidelerine değil, bütün dinlerin ortak noktalarının bulunmasının gerektiği, ortak noktaların anlaşılması ve açıklanması ile de, insanlar arasındaki din kavgaları bitecek ve bütün insanlar aynı babanın oğlu ve birbirinin kardeşi olduğu inancıyla, her yerde barış ve huzur olacaktır” esaslarına dayanan ezoterik bir beraberliği oluştururlar!.. O tarihte önemli olduğu için Dürzî’lerin “Kadın” anlayışına değinmek isterim. Şöyle ki; Kutsal Kitapları olan “Birlik Sırlarının Kanıtlar Kitabı’na” bakınca, “Âdem ile Havva’nın cennetten kovulması“ öyküsü orada da yer alır, ama orada kadın “Şeytanı içinde barındıran” olarak nitelenmez!.. “Birlik Sırlarının Kanıtlar Kitabı’nda”, Dürzî kadınlar ile Dürzî erkekler kardeş kabul edilmekte olduğundan, Dürzîlik, kadın ve erkeğin eşit olduğunu, hukuk açısından aralarında bir fark bulunmadığı kabul eder! Keza, birden fazla kadınla evlenmek yasaktır! Bir Dürzî erkeğin, Dürzî bir kadınla evlenmesi halinde, erkeğin kadını kendisine eşit kabul etmesi, bütün mallarını onunla paylaşması emredilmektedir!.. Dürzî kadın 226 ANADOLU TASAVVUFCULARI Batı’nın Skolâstik düşüncesinden söz ederken, Platon’dan gelen “Tüm Evreni, sadece Düaliteler yolu ile algılamaya ve kavramaya çalışmak” anlayışının, Avrupa’da yaşayan insanların ruhuna sindiğinden söz etmiştik!.. Gene, bu “Düalist” anlayışa karşı, Ortadoğu ve İslam dünyasını etkilemiş olan Ezoterik görüşün ve Yeni Plâtonculuk felsefesinin “Tek’lik veya Bir” lik anlayışını görmüştük. İşte, Anadolu tasavvufçularının felsefesinde de “Tek varlık” anlayışı temeldir. Onlar bunu, “Vahdet-i Vücut” sözcüğü ile ifade ederler. Tekrar olacak ama bu anlayışın önemi; “İnsanı Tanrı’nın görüntüsü yaparak yüceltmek, kutsallaştırmak ve böylelikle insana karşı yapılacak her kötü davranışı Tanrı’ya yapılan bir davranış olarak nitelendirerek, engellenmesini sağlamak ve insan ve doğa sevgisini dünyaya hâkim kılmak” oluşundandır. Anadolu tasavvufçuları olarak; “Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus Emre, Ahî Evrân-ı Velî, Ahmed Fakih” adlı düşünürleri sayabiliriz. 227 Bu felsefe için Atatürk; “Müslümanlığı Türk ruhuna uygun hale getiren reformcu bir anlayıştır. Sıcak iklimde yaşayan, suyu nadiren bulan ve kullanan, iklim şartları sebebiyle genelde uyuşukluk içinde olan Araplara, günde 5 defa abdest aldırarak, beş defa namaz kıldırmak büyük olaydır!... Ancak, Şamanî dinindeyken dans eden, türküler söyleyen, kopuzlar çalan, sarp dağlarda at oynatan ve kar suyunda yıkanan Türkler için, “Beş defa namaz kılmak” hareket olamazdı!.. İşte, Türk – İslam birliğini hedefleyen bu filozoflar;İslam Dini’ne Türk hayat tarzında yer alan dansı, müziği, raksı ve şarkıyı sokarak, Türk–İslam birliğini sağlamışlardır. Bir yönüyle bu, İslam dininde bir Reform’dur” demiştir!.. 228 Mevlana (1207–1273) İslâm ve tasavvuf dünyasında tanınmış bir şair, düşünce adamı ve Mevlevi tarikatının öncüsüdür. Mevlânâ Celaleddin-i Rumi (Rumi adı, Anadolu'ya yerleşip orada yaşadığı için o dönemde Anadolu'ya Diyarı-ı Rum deniliyordu), "Efendimiz" manasına gelen Mevlana ise, kendisine karşı duyulan büyük saygının belirtisi olarak verilmiştir. Dönemin İslam kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan ve “Sultan-ül Ulema (Bilginler Sultanı”) lakabıyla anılan Bahaeddin Veled'in oğludur. Mevlana, babası Bahaeddin Veled'in ölümünden bir yıl sonra, 1232 yılında Konya'ya gelen Seyyid Burhaneddin'in manevî terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl O'na hizmet etmiştir. 229 Mevlana, İslam dinini, şiir, sanat, raks, müzik yoluyla en ince yorumlayan kişidir. Bu yorum, İslam ve İslam dışı bütün insanlık tarafından benimsenmiş, esin kaynağı olmuştur. İngiliz doğubilimcisi A.J. Arberry, Mevlana'yı "Dünyanın en büyük ozanı" olarak nitelerken, Goethe onun etkisinde kalmış, Rembrandt tablosunu yapmıştır. Muhammed İkbal, felsefesini onun düşünceleri üstüne kurmuş, İngiliz doğubilimcisi Nicholson 30 yıl çalışarak Mesnevi’yi İngilizceye çevirmiş ve yapıtın Batı Dünyasında tanınmasını sağlamıştır. Mevlana savunucusudur. tam bir “Vahdet-i vücut (varlık birliği) O’na göre; “Her varlık Hak'ın bir ayrı tecellisidir ve yaratılmışlara uygulanan her eylem aslında Yaradan'a uygulanıyor demektir. Onun için, soyut bir Allah sevgisi yerine, somut bir sevgi, yani “Hak’ı halkta ve halkı Hak'ta” sevmek gerekir!..” Yunus’un söylediği gibi “Yaratılmışı severim, yaratandan ötürü” esası içinde, Mevlana kişiye, inanca ve düşünce özgürlüğüne olağanüstü bir değer verir ve bütün insanları (suçlu-suçsuz, mecusiputperest, kara-sarı, efendi-köle) birbirlerini saygıya ve sevgiye çağırır!.. Edep, vefa, sabır, eğitim gibi ahlâk kavramlarının gerçek anlamını aramayı ve insanlara bunu öğretmeyi iş edinmiştir!.. O’na göre; “Asıl konu "İnsan" dır. Din, felsefe, ahlâk, insanı daha mutlu etme yolunda gelişen araçlardır. Bu araçlara takılıp kalmak, gelişmeyi ve gelişme hızını kesecek yanlış davranışlardır. Doğru olan, gerçeğe giden yolu bulmaktır ve bu yol, "Aşk" tan geçer, yani sonsuz bir sevgi! Ve bu sevgi, hoşgörü ve vefa kavramlarıyla desteklenmeli ve beslenmelidir!” 230 Mevlana için, sözünü ettiği bu aşk anlatılmaz, yaşanır; yaşayarak öğrenilirdi. Bu nedenle, bir gün kendisine "Aşk nedir efendim" diye soran bir öğrencisine "Ben ol da, bil" yanıtını verdi. Mevlana karşısındadır!.. biçimci değildir ve her türlü kısıtlamanın Mevlana’nın ilkelerinden ve İslam inancına getirdiği yorumdan Mevlevi tarikatı doğdu, ama Mevlana bir tarikat kurucusu değildir. Mevlevilik, Mevlana’nın ölümünden sonra oğlu Sultan Veled ile halifesi Hüsamettin Çelebi'nin birlikte hazırladıkları bir örgütlenmeye göre kurulmuştur. 231 Hacı Bektaş-ı Veli (1209 – 1271) Osmanlı İmparatorluğunda XIV. yüzyıldan itibaren, sosyal ve siyasi bakımdan büyük etkinliği olan, Bektaşi tarikatının piridir!.. Hacı Bektaş-ı Veli, Horasan/Nişabur doğumlu. Gerçek ismi Seyid Muhammed bin İbrahim Ata'dır. Lokman Parende'den ilk eğitimi almış ve Ahmet Yesevi’nin öğretilerini takip etmiştir. Ondan dolayı “Yesevi'nin Halifesi” olarak kabul edilmektedir!.. Anadolu'ya geldikten sonra, kısa zamanda tanınarak kıymetli talebeler yetiştirdi! Hacı Bektaş-ı Veli, kendisinin de bağlı olduğu "Ahilik Teşkilatı" ile Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrinde Anadolu'da sosyal yapının gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuştur!.. “Velâyetname” adlı eserinde; Hacı Bektaş-ı Veli'nin, sık, sık Kırşehir’i ve Ahi Evranı ziyareti ve onunla sohbetlerini anlatır!.. 232 Hacı Bektaş-ı Veli, Osmanlı sultanları ve halk tarafından çok sevildi ve hürmet gördü!.. Hatta Yeniçeriler Bektaşilik kurallarına göre yetiştirilirdi!.. Bu nedenle, Yeniçerilere“Hacı Bektaş-ı Veli’nin çocukları” da denirdi! Ocağın banisi Hacı Bektaş-ı Veli olarak kabul edilirdi!.. Seferlere giderken Bektaşi dede ve babalar, daima Yeniçerilerin yanında olurdu! Balkanların her köşesine Bektaşiliği, Yeniçeriler taşımıştır!.. Hacı Bektaş-ı Veli'nin sohbetlerini takip ederek onun tarikatına bağlananlara “Bektaşi" denirdi! Hacı Bektaş-ı Veli'nin harcını kardığı Alevi-Bektaşi anlayışı, Anadolu’nun yanı sıra Balkanlar, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Bosna, Kosova, Makedonya, Gül Baba türbesinin bulunduğu Macaristan'ın Budapeşte şehrinden Azerbaycan'a kadar, birçok yerde kabul görmüş ve benimsenmiştir. 233 Hacı Bektaş-ı Veli'nin felsefesi, o dönem Anadolu’dayaşamış her düşünür gibi, “İnsan sevgisi, hoşgörü, Tanrı, din, paylaşım ve toplumsal eşitlik” ilkeleri üzerine kuruludur. Hacı Bektaş-ı Veli 12. ve 13. yüzyılın savaş ve kargaşa ortamında, Anadolu’ya gelir!.. Mazlum ve yoksul Anadolu halkının safında yerini alan Hacı Bektaş-ıVeli, Sulucakarahöyük’e, bugünkü Hacıbektaş ilçesine yerleşerek, Anadolu insanının yaşam biçimleri, inançları ve kültürel değerlerinin sentezinden oluşturduğu, Anadolu Alevi ve Bektaşi inancını ve yaşam felsefesini burada yeşertir!.. Hacı Bektaş-ı Veli, ömrünü burada tamamlamış olup, mezarı Nevşehir İli’ne bağlı, Hacıbektaş İlçesi’nde bulunmaktadır. 234 Yunus Emre (1240 – 1321) Yunus Emre, Anadolu Selçuklu Devleti'nin dağılmaya ve Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde küçük-büyük Türk Beylikleri'nin kurulmaya başladığı, XIII. yüzyılın ortalarından XIV. yüzyılın ilk çeyreğinde Orta Anadolu da yaşamış bir Türkmen erenidir. Yaşadığı dönem Osmanlılarında kuruluş yıllarıdır. Türkçe şiirin öncülerinden olup, mutasavvıf düşünürüdür. bir Türk Yunus Emre’nin meselesi, “Dünyada yaşayan tüm insanların sevgi yoluyla, hem kendileriyle, hem evrenle kaynaşmasını sağlamaktır!..” 235 Yunus'un yaşadığı yıllar, Anadolu’da yaşayan Türk’lerin, Moğol akın ve yağmalarıyla, iç kavga ve çekişmelerle, siyasî otorite zayıflığıyla, dahası kıtlık ve kuraklıklarla perişan olduğu yıllardır. Öyle yıllar ki, bir yandan siyasî çekişmeler, diğer yandan mutsuz ve aç insanlara çözüm üretmek düşüncesiyle oluşan mezhep ve inançlarınyoğun bir şekilde yayılmaya başladığı yıllar!.. Bu olumsuz koşullarda yaşayan insanları sorun edinen yalnız Yunus Emre değildir! Bu yıllarda Mevlana Celaleddin-i Rumi, Hacı Bektaş-ı Veli, Ahî Evrân-ı Velî,Ahmet Fakih gibi düşünürler de ortaya çıkar! Bunlar, Allah sevgisini, aşk ve güzel ahlâkı işleyerek, her türlü bâtıl inanca karşı gerçek İslamtasavvufunu ortaya koyup, Türk-İslam birliğini oluşturmuşlardır!.. Yunus Emre düşüncelerini açıklarken Türkçeyi canlı ve halk zevkine uygun bir şekilde kullanmıştır. Deyişleri kısa ve özdür!.. Örnek olarak; “Dünyada her var olanın Tanrı’nın bir görüntüsü olduğunu” açıklamak için söylediği; “Ete kemiğe büründün, Yunus diye göründün” “Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi, Mal da yalan, mülk de yalan var birazda sen oyalan” deyişlerini gösterebiliriz. Hatta, Mevlana’nın onu okuyunca; “Yunus’u daha önce tanısaydım, ciltler tutan Mesnevî’yi başka türlü yazardım” dediği söylenir. Yunus Emre, Risaletü'n-Nushiyye adlı bir mesnevî yazmıştır. Hece ve aruzla yazdığı şiirlerinde sevgiyi temel aldı. Tasavvufla, İslam düşüncesiyle beslenen dizelerinde insanın kendisiyle, nesnelerle, Tanrı’yla ilişkilerini işledi. Ölüm, doğum, yaşama bağlılık, Tanrısal adalet, insan sevgisi gibi konuları ele aldı. 236 Neden, Nasıl, Niçin, Acaba’ların Yeni Savaşçıları Sevgili Gençler, Artık, insanlık Yeniçağ’a ulaşmıştır! Artık, Semavî dinlerin getirdiği düzen insanları mutlu etmemektedir! Matbaanın keşfi, yukarıda okuduğunuz Filozofların görüşlerini yığınlara ulaştırmıştır!.. Artık, “Sorgulayıcı Akıl” tekrar insana egemen olmuştur!.. Gelin, şimdi Yeniçağ’a gidelim ve tekrar aklın hapisten kurtarılmasının nasıl olduğunu ve bunun arkasında kimlerin bulunduğunu kısaca görelim. Kısaca görelim dedim ama bu pek mümkün olamayacak! Neden? Nasıl? Niçin? Acaba? ların yeni savaşçılarını özetlesem dahi, çok görüş ve değişik akıl yürütme örnekleri okumak zorunda kalacaksınız. Temel olarak, bunların yaptıkları da; aynen İlkçağ düşünürleri gibi bu sefer Ortaçağ’da hapsedilen “Aklı” tekrar ortaya çıkarmaktır!.. Ancak, Yeniçağ ve Yakınçağ’ın filozofları diye nitelediğimiz bu düşünürler, ekonomik ve sosyal gelişmelere bağlı olarak, görüşlerine “Yaratıcı insanı” eklemeye çalışmışlardır. Ayrıca, “İnsan Hakları” gelişimine yani “Bireyin otoriteye karşı verdiği özgürlük ve bağımsızlık savaşına” büyük katkı koymuşlardır!.. 237 Ampirizm Sir Francis Bacon (1561 - 1622) İngiliz Sir Francis Bacon (1561 - 1622) bir bilim adamıdır. Skolâstik düşünüşün metodu olan Kıyas ve Dedüksiyonu şiddetle eleştirecek, deneye ve olaylara dayanan bir görüş ortaya koyacaktır. Biz bu görüşe,“Ampirizm” diyoruz. 22 Ocak 1561'de doğan Francis Bacon, Kraliçe 1. Elizabeth'in adalet bakanı Sir Nicholas Bacon'ın oğludur. Her ne kadar Francis Bacon'ın ünü babasınınkini gölgede bıraksa da, babası Sir Nicholas Bacon da sıradan birisi olmaktan çok öte, döneminin ünlü isimlerindendi. Felsefeyle tanıştı ve skolâstik felsefeye karşıt görüşlerinin tohumları burada atıldı. 1576'da Hukuk okumaya başladıktan sonra, Fransa'daki İngiliz elçisinin yanında çalışması için bir teklif aldı. Teklifi kabul ederek, öğrenimine ara verdi ve Fransa'ya gitti. 238 Bacon'ın felsefeye olan aşkının iyice filizlenmeye başladığı bu yıllarda,1579'da babasının vefat haberini aldı. Cepleri boş bir şekilde İngiltere'ye döndüğünde yapabileceği tek şey hukuk öğrenimine devam etmek oldu. Öğrenimini tamamladıktan sonra avukatlık yapmaya başladı. Çocukluğundan beri alıştığı lüks yaşama özlem çekiyordu, bu yüzden avukatlık yaparken bir taraftan da siyasî bir kariyer için çalıştı. Nitekim 1584'de Parlamentoya seçildi. 1603'de Kraliçenin veliahdı olarakJames I tahta geçince, hızlı bir şekilde önemli mevkilere geldi. Önce "Sir" unvanı aldı,1606'da başsavcı, 1618'de ise İngiltere başyargıcı oldu. Kariyerinin zirvesindeyken, çöküşü kapıyı çaldı. 1621'de rüşvet suçuyla tutuklanıp yargılandı. Suçlu bulundu ve hapis cezasına çarptırıldı. Hapishanede fazla kalmadı ve salıverildi, fakat ne Parlamentoda, ne de herhangi bir politik konumda bulunması bundan sonra imkânsızdı. Siyasetten kopan Bacon, hayatının geri kalan yıllarını felsefî düşüncelerine adadı. 1626'dazatürree olduğu varsayılan bir hastalık yüzünden vefat etti. Bacon'ın felsefesinin merkezinde bilim vardır. Bilimin insanları aydınlatma ve geliştirme işlevini öne çıkarmıştır. O'na göre bilim, doğanın özüne yönelmelidir. Doğayı deneyle kavramaya çalışmıştır. Pragmatizm ile sonuçlanacak olan deney temeline dayanan İngiliz felsefesinin ilk tohumlarını atmıştır. Bacon'a göre bilimin başlıca yöntemi tümevarım yöntemidir. Bacon'ı felsefe ve siyaset alanları dışında edebiyat alanında da büyük bir üne ve öneme kavuşturan eseri, hiç kuşkusuz ünlü "Denemeler (Essays)"dir. 1597'de ilk kez basılan bu eseri, daha sonra genişletilmiş bir şekilde 1612 ve 1625'te tekrar basıldı. 239 Bacon, Denemeler'de, gençlikten dostluğa, dostluktan siyasete, siyasetten psikolojiye kadar çok geniş bir yelpaze içerisinde birçok farklı görüş sunmuştur. Bacon'ın ilk felsefî çalışması"Bilimin İlerlemesi" (The Advancement of Learning)”adlı eseridir. Eser incelendiğinde, belki de göze çarpan en önemli unsur Bacon'ın insanlığa, insana olan güvenidir! Bacon, insanı kesinlikle doğadan üstün tutuyor ve “Felsefenin kılavuzluğundaki bilimle yapılacak keşiflerin, insanı doğadan üstün kılacağından emin olduğunu” vurguluyordu! Yaşadığa çağa göre çok devrimsel ve hatta hayalperest nitelikte bir söylemdir bu!.. Bacon’ın bir diğer eseri “Novum Organum (Yeni Organum)” adını taşır. Burada; "İnsan, doğanın yöneticisi ve yorumcusu olarak, doğa düzeni üzerindeki gözlemlerinin izin verdiği kadar eylemde bulunabilir ve nedenleri anlayabilir. Daha ötesini ne bilir, ne de bilebilir" savunulur. Hiç kuşkusuz, “Novum Organum'un” bu cümleleri Bacon'un görüşlerini, deneyselciliğini, gözlemciliğini ve insan ile doğaya bakış açısını güzel bir şekilde özetlemektedir. Eserin adından da fark edilebileceği gibi, karşımızda yeni bir Organon vardır! Aristo'ya ve eski yöntemlere karşı, yeni bir yöntem, yeni bir bilim ve mantık sistemi!.. Bilimin, kılavuzu felsefenin gerektiği konuma gelebilmesi ve insanın bilim ışığı altında yükselebilmesi için, Bacon'a göre; “Zihnin Putları" yıkılmalıydı!.. "Put" sözcüğüile Bacon'ın kastı, gerçeklerin yerine konulmuş, yanlış ve hatalı, akıl-dışı yöntemler ve düşüncelerdir. Bu yanlış yöntem ve düşünceler, sadece yeni yanlışlıkların doğmasına yol açar ve böylece bilimin gerçek yolunun ve gerçeklerinin üstü örter!.. Eserde dört çeşit put ile karşılaşırız: Kabile (Oymak) putları, Mağara putları, Çarşı putları ve Sahne (Tiyatro) putları. 240 Kabile (Oymak) putları, tüm putların en önemlisi ve en zararlısıdır. Gelenekten veya doğal yapımızdan gelen görüşleri araştırma yapmaksızın kabul etmeyi içerir. Oysa, Bacon'a göre düşüncelerimiz nesnelerden çok kendimizi, bakış açımızı yansıtır. İnsan olmasını istediği şeye kolaylıkla inandığı için, birçok geri dönüşü olmayan yanlış kanılara sapar. Mağara putları, Yaratılışından ve doğadaki gelişim süreci yüzünden biçimlenen ve daraltılan (limitleşen) bakış açısını ve zihni tanımlar. Oysa gerçek ne dar bir alana sıkıştırılmıştır, ne de tarafgirdir. Mağara putları kişinin gelişmesini, daha geniş bir pencereden bakmasını engelleyen yanlışlıklardır! Biz, buna dar bakış açısı deriz!.. Çarşı putları ise; "İnsanların birbiriyle ilişkilerinden ve alışverişlerinden meydana gelir". Anlaşılacağı üzere, dil ve insan ilişkileri ile ilgilidir. Dilin, kelimelerin ve insan ilişkilerinin zihni daralttığı noktaları ve doğurduğu yanlışları simgeler. Sahne putları, filozofların eski çağlarda ürettiği temelsiz, dramatik dogmalardır. Bacon'a göre insan zihnini körelten bu putlar yıkılmadıkça felsefe ve bilim karanlıktan kurtulamazdı. İnsanlığa tanıttığı yeni yöntem ise,tümevarım idi. Eserde tümevarım yönteminin bilgilerin biçimlenmesinde nasıl bir teknik üzerine oturtulacağına yer vermiştir... Bacon’ın sonraki eseri “Yeni Atlantis (The New Atlantis)” dir. 241 Bilimin Nova Organum'da belirtilen yollarla mükemmelleştirilmesi, kemale erdirilmesi ve böylece bunun toplumsal düzeni mükemmelleştirmek için kullanılması!.. İşte, bu Yeni Atlantis'e uzanan yoldur. Yeni Atlantis (The New Atlantis) Bacon'ın düşüncelerindeki (ve düşüncelerinin sonucu olduğunu varsaydığı) ideal toplum düzenini yansıttığı eseridir. Felsefî, ütopyacı roman geleneğinin en güzel örneklerinden biridir. Bacon'ın son eseri "Magna Instauratio" yani "Büyük Yeni Düzen" adlı, teoriden çok pratik bir yaklaşımla ele alacağı konuları işleyen bir eser olacaktı. Ne yazık ki, "Büyük Yeni Düzen’i” yetmedi. 242 tamamlamaya ömrü Realist Düşünce René Descartes 1596 - 1650 René Descartes (Röne Dekart okunur) (31 Mart1596-11 Şubat1650) Fransız matematikçi, bilimadamı ve filozof. Batı düşüncesinin en önemli düşünürlerinden biri. 1596 yılında La Haye (şimdi Descartes) doğar. Cizvit Rahiplerin okulunda dinî eğitim görür. 1616 yılında Poitiers Üniversitesinden hukuk diplomasını alır. Avrupa'nın birçok ülkesine yolculuklar yapıp, çeşitli şehirlerde yaşadıktan sonra 1628 yılında Fransa'ya geri döner ve felsefe ve optik üzerine değişik deneyler yapar. Aynı yıl Hollanda'ya yerleşir. 1649 yılında, zamanın İsveç Kraliçesi Christina'nın davetiyle Stockholm'a gelir ve burada kraliçeye dersler vermeye başlar. Ancak, İsveç'e gelişinden bir kaç ay sonra 11 Şubat 1650'de zatürreden dolayı yaşamını yitirir. 243 Descart, Cizvit Rahiplerin okulunda öğretilen bilgilerin düşündürmeyen, yalnızca kitaplardan ezberletilen bilgiler olduklarını fark eder ve Ortaçağ’da etkin olmuş Saint Thomas’ın kuru kıyaslama üzerine kurulmuş olan rasyonalist anlayışına karşı, “Hiçbir gelenek ve otoriteye dayanmaksızın ancak bağımsız akılla düşünerek hakikate varılabileceğini” ileri sürer. Böylelikle, aklı, skolâstik düşüncenin hapsinden kurtarıp özgür kılar. Ünlü “Düşünüyorum, öyleyse varım” deyişi Decart’ındır. Dekart’a göre; “Her insanda doğuştan gelen tabii akıl diyebileceğimiz bir anlayış yeteneği vardır. Bu doğa’dan aldığımız ışıktır. Artık, akıl gözünü açmalı, doğayı tanımaya çalışmalıdır. Artık, insan kitaplardaki ezberletilen fikirler üzerine değil, doğadaki oluşumlar üzerine düşünmelidir”. Bu görüşü ile ilgili bir hikâyeyi de anlatır; “Bir gün bir arkadaşı ziyarete gelir, görür ki Decart bir danayı masaya yatırıp kesmiş. Sorar; - Ne yapıyorsun? Doğa kitabını okumaya çalışıyorum!.. Descart; “Benden evvel kimse yaşamış mıdır, Düşünmek bile istemem.” deyişiyle tarihi de şüpheyle karşılar. Çünkü der; “Bana tarih diye, birçokdin hikâyeleri okutulmakta ve sonucu daima kendi inançlarına getirmektedirler. Oysaki tarihi yapan insanlar olduğuna göre, aklın hudutları içinde tarih yazılmalı ve okutulmalıdır.” Descartes bilime ve matematiğe de önemli katkılarda bulunmuştur. Optikte, “Geliş açısı, gidiş açısına eşittir” diye ifade edilen yansımanın temel kanununu, cebirin geometriye uygulanmasını ve analitik geometriyi o bulmuştur. “Metot Üzerine Konuşma” adlı eserinde, “İnsan varlığının temelinin metotlu düşünmek olduğunu” ileri sürer. Ona göre, ilim kafasına ulaşmanın 4 kuralı vardır; 244 1- Apaçıklık Kuralı: Doğruluğu akıl tarafından hiç bir kuşkuya yer vermeyecek kadar tasdik edilir olmadıkça, hiç bir fikri doğru diye almamak, 2- Analiz Kuralı: Eğer bir fikir tasdik edilecek kadar apaçık değilse, onu böleceğiz taki apaçık noktalarını buluncaya kadar ve o noktaları bulduğumuz an yani aklımızdan kuşkuyu kaldırdığımız zaman, o noktaları doğru olarak alacağız, 3- Sentez Kuralı: Analiz kuralı ile elde ettiğimiz apaçık birleştirerek bir bütün apaçık fikir elde edeceğiz, 4- noktaları Kontrol Kuralı: Doğrularımızı tekrar, tekrar kontrol edeceğiz. Kontrolü yapmadığımız an, yaptıklarımızda doğru olmayan şeylerin olduğuna emin olabiliriz. Bu 4 kural, rasyonalist Descart’ın insanlığa en büyük hediyesidir. Böylelikle de, toplumu, kilise odaklı Ortaçağ felsefesini içinde bulunduğu dar boğazdan çıkarıp, Yeniçağ’a taşımıştır. Ancak, Descart’ın metafizik tarafı da vardır! Şöyle ki; Descart “Metot Üzerine Konuşma” adlı eserini, ilmi bir kitap olarak hazırlar. Burada, “Dünyanın oluşumunun İncil’de ifade edilen hikâyelerdeki gibi olmadığını” ifade etmeye kalkar. Ancak, “Kilisenin tepkisini ve Galile’nin başına gelenleri” düşünür ve eserini parçalara ayırıp, sonunu Tanrı’ya bağlar. Descart’ın felsefesini çeşitli yönlerden işleyen bir grup felsefeci vardır ki, biz bunlara Kartezyen deriz. Bunlara Kartezyen denmesinin sebebi Descart’a, kısaca Cartes=Kart denmesinden gelir. Bunlar içinde 3 tanesi çok ünlüdür. Fransa’da Malbranche, Hollanda’da Yahudi Spinoza, Almanya’da Leibniz (Newton’la beraber Küçük Hesabı keşfetmiş kişi). 245 Malbranche, Descart’ın görüşlerini Fransa’da yaymağa çalışmış bir rahiptir. Malbranche‘ın rahip olması mı, yoksa Fransızların eğilimi mi bilinmez, Fransa’da, Descart’ın Metafizik yönü önplanda olmuştur. Gerçekten de; “Fransa kilisenin şımarık çocuğu muydu?” Oysaki diğer ülkelerde Descart’ın realist ve deneye dayalı tarafı ele alınmış, metafizik düşünceleri ise eleştirilmiştir! Bunların başında; “İngiliz John Locke, Yahudi Spinoza ve Alman Leibniz” gelir!.. Bilmem yerimi, ama şu anda aklıma aşağıdaki dörtlük geldi; Niçin, sol elimle sağ elim pençeleşir, Yollarda, neden ayaklarım çelmeleşir? Bölmüş beni böyle hangi şeytan ikiye, Kalbimle, kafam neden uyuşmaz, çelişir? Tahsin Yaşamak 246 Baruch Spinoza (1632 - 1677) Baruch Spinoza24 Kasım1632 (Amsterdam) – 21 Şubat1677 {Lahey), Benedictus de Spinoza veya Bento d'Espiñoza olarak da bilinmektedir. Spinoza, Hollanda'da ticaretle uğraşan bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Ailesi Yahudi’ydi ve Portekiz'den engizisyonun baskıları dolayısıyla kaçıp önce Nantes'a, sonra da Amsterdam'a (1622 yılı olarak tahmin ediliyor) gelmişlerdi. O yıllar, Avrupa’da bilimsel buluşların, dinsel bölünme ve çatışmaların, siyasal değişikliklerin ve felsefî gelişmelerin yoğun olduğu yıllardı. Spinoza'nın babası Amsterdam'daki Sinagog'un ve Yahudi okulunun müdürüydü. 247 Oğlunun Yahudi hahamı olarak yetişmesini istemiş ve onu erken yaşta Yahudi okullarına ve Sinagoglara göndermiş ve Spinoza buralarda İbraniceyi, Yahudi ve Arap teologların çalışmalarını öğrenme imkânı bulmuştur. Spinoza, lâik ve sorgulayıcı düşünmeyi, öğretmeni liberal haham olarak bilinen Manasseh ben Israel’den (AmsterdamYeshiva'sına 1638'de atandı) aldığı söylenebilir. 1656'da, 24 yaşındaki genç Spinoza; “Tanrı’nın evren ve doğanın işleyişi olduğu, bir kişiliği olmadığı ve İncil’in Tanrı’nın doğasını öğretmek için mecazî ve simgesel bir kitap olduğu” İddialarını savunduğu için, Amsterdam Sinagog'u tarafından Yahudi cemaatinden kovulur! (Cherem veya herem; Yahudilikte, Katoliklikteki aforoz benzeri bir ceza). Sinagog bununla da yetinmez, Spinoza’yı "Her türlü din ve ahlâk için bir tehdit" diyerek, idari yönetime şikâyet eder. 1664 yılında Lahey'de “Descartes Felsefesi'nin İlkeleri” isimli kitabını yayınlar. Bu kitabın ekinde “Metafizik Düşünceler” adlı çalışması yer almaktadır. 1670 yılında isimsiz olarak yayınlanan “Teolojik Politik İncelemeler” kitabı, Amsterdam Kilise Konseyi (Kalvinist) tarafından "Dininden dönen bir Yahudi ve Şeytan tarafından yazılan Cehennemlik yayın” olarak nitelenir. 1673'te kendisine teklif edilen Heidelberg Üniversitesi'ndeki felsefe kürsüsünü de reddeder, çünkü teklifte “Din adamlarını rahatsız etmeme koşulu” vardır. “Etika” isimli eserini 1675'te tamamlar, ancak Spinoza izin vermediğinden yaşadığı sırada basılmaz. Spinoza, düşünme özgürlüğü yüzünden trajik bir hayat sürmüş ve geçinebilmek için cam parlatıcılığı yapmak zorunda kalmış ve cam tozunun ciğerlerinde oluşturduğu tahribat sebebiyle, 21 Şubat 1677'de ölmüştür. 248 Beden ve ruhun birbirlerine olan üstünlükleri yerine, paralelliklerini savunan Spinoza "Tanrı ya da Doğa" (Deus sive Natura) deyişiyle ünlüdür. Talihsiz Spinoza, bir yandan “Din ve Tanrı düşmanı” olarak, öte yandan “Tanrı sarhoşu” olarak değerlendirilir. Spinoza, özgür insanı; “Daha yüksek bir algı düzeyine çıkmış, duygularını denetim altına alabilen, kendisinin ve dünyanın kavrayışına sahip olan insan olarak” Tanımlar. Kısaca, “Lâik ve sorgulayıcı düşüncenin egemenliğini savunan Spinoza, tutucu kurum ve insanlara karşı duruşuyla insanlık için bir abidedir.” Gençler, Yukarıda "Tanrı ya da Doğa" sözcüğü geçti ya!.. Osmanlı’dan bir öykü!.. 1840’lı yıllar! “Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne” yeni açılmış!.. Padişah II. Mahmut’un genel sekreteri olan Kethüdazade Efendi’ye, Mollalar şikâyete gelir; - - Tıbbiye mektebinde Allah’ı inkâr ediyorlar, bu olan şeyleri hep tabiat yapar, her şey tabiatın eseridir diyorlarmış!.. Demek ki onlar, Allah’ın adını tabiat koymuşlar!.. Erdem, bu olsa gerek!.. 249 Akılcılık John Locke (1632 – 1704) John Locke,(29 Ağustos 1632 – 28 Ekim 1704) ünlü İngiliz filozofu. Düşünce özgürlüğünü, eylemlerimizi akla göre düzenlemek anlayışını en geniş ölçüde yayan ilk düşünür olduğu için, Avrupa'daki aydınlanma ve Akıl Çağı'nın gerçek kurucusu olarak kabul edilir. John Locke, Bristol yakınlarında, Wrington’da doğdu. Kumaş ticareti ile uğraşan bir aileden gelmektedir. Babası ticaretle uğraşmak yerine noterliği tercih etmiş, ibadette sadelik isteyen Püriten mezhebinin koyu bir tarafçısıydı. Locke'un daha sonra öne sürdüğü öğrenim kuramlarında babasının büyük etkisi sezilir. Locke yüksek öğrenimini Oxford Üniversitesi'nde yaptı, en çok tabiat bilimleriyle tıp okudu. Hayata atıldıktan sonra hem yazar, hem de siyaset adamı olarak çalıştı. 250 Locke, bütün eserlerinde “Gelenek ve otoritenin her çeşidinden kurtulmak gerektiğini, insan hayatına ancak aklın kılavuzluk edebileceğini” ileri sürer. Bu düşünceleriyle Liberalizm'in, doğal bir din anlayışının, Rasyonel Pedagoji'nin öncüsü olmuştur. En önemli eserleri; “An Essay Concerning Human Understanding' (İnsan Anlayış Gücü Üzerine Bir Deneme)”,“Some Thoughts Concerning Education' (Eğitimle İlgili Bazı Düşünceler)” “ Hükümet üzerine iki deneme” dir!.. Mutlakıyet yönetimlerini ilk sarsan kişi olarak tarihe geçmiştir!.. İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinin temelini oluşturan filozof olarak akıllarda yer etmiştir!.. Doğal hukuk doktrinini savunanları başında gelir!.. Diğerleri; “Jean Jacques Rousseau ve Thomes Hobbes” dur!.. John Locke, 1690 tarihinde yayınlanan “İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma” adlı eserinde ilk defa “Ampirist” görüşü ortaya atar!.. Bir yönüyle, bu Descartes‘ın metafizik tarafına karşı bir tavırdır!.. John Locke’a göre; “İnsan yetenekleriyle doğar. Onları kullanarak da kaderini yapar. O halde kişi üzerinde eğitim ve öğrenimin çok önemi vardır. Örneğin, uşak çocuğunu lord çocuğu yerine koyup yetiştirin o lord olur, lordun çocuğunu uşak çocuğu yerine koyun o da uşak olur. O halde eğitimde liberal okullar çok önemlidir” der! Bu, Dini=Kilise eğitimine karşı çıkmaktır!.. John Loks’un “Hükümet” adlı bir eseri de vardır. Burada; “Kişileri iyi yetiştirin, onlar en iyi hükümeti bulur” der. “ Locke; 1- Doğrudan bilincinde olduğumuz şeylerin, nesnelerin bizatihi kendileri değil de, zihinlerimizdeki ideler olduğunu, 2- İdelerimizin tecrübeden türetilmek durumunda olduğunu, aksi takdirde anlamlı bir içerikten yoksun olacağını, 251 3- Genel bir önermenin sezgisel bakımdan ya da kanıtlama yoluyla kesin olmadıkça, gerçek anlamda bir bilgi olamayacağını” söyleyerek, bilgimizin kapsamını oldukça daraltır. O, bir “Ampirist=deneyci” dir ve dolayısıyla bilgide deneyime önem verip ”Ampirik olmayan ilkelerden türetilmiş mantıksal bir sistemin, insanları gerçeğe götüremeyeceğini” savunur!.. Locke, din bağlamında, akılla inanç arasındaki ilişkileri irdelerken; “Hem akıl ve hem de vahiy yoluyla keşfedilen hakikatler bulunduğunu, ancak akılla çelişen hakikatler söz konusu olduğunda, onların kaynağında vahiy bulunduğu söylense bile, hiçbir şekilde kabul edilmemesi gerektiğini,akılla ne örtüşen, ne de çakışan hakikatlere gelince, bunların gerçek dinin özünü meydana getirdiğini” savunur!.. Ona göre; “Akıl her konuda nihaî yargıç ve yol gösterici olmalıdır!.. Hıristiyanlığın özünde, pek az temel ve onsuz olunamaz inanç parçası bulunmaktadır. Bu sebeple, dinî hoşgörüyü engelleyecek hiçbir gerekçe kabul edilemez!.. Keza, mezhepler arasındaki çatışmalar da kabul edilemez! Dinin görevi; insan ruhunu günahtan, kötülüklerden; Hükümetin görevi ise, bireyin yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumaktır.” 252 Temel Hakların Gelişmesi Locke’un görüşleri “İnsan Haklarının” gelişmesinde etkin olmuştur! Şöyle ki; “Bireyin doğuştan gelen doğal hakları vardır! Ancak, doğa halinin dezavantajları sebebiyle, insanlar hukukun ve devletin yönetimi altına girmekte yarar görüp, bilerek ve isteyerek devlet=otorite ile bir sözleşme yapmışlar ve bazı haklarının korunması kaydıyla, bazı haklarını otoriteye bırakmışlardır! Bu nedenle, otoritenin görevi, doğa halinin belirsizliklerini ortadan kaldırmak ve bireyin haklarını koruyacak kurumları yaratmaktır!.. İşte, John Locke; “Yönetim Üzerine İki Deneme” adlı kitabında; “İnsanoğlunun doğuştan bir takım hakları olduğunu, toplumsal yaşama geçerken, bir sözleşme ile bu hakların sadece bir bölümünü Otoriteye bıraktığını” savunuyordu!.. O tarihlerde, Fransa’da Jean Jacques Rousseau da; “Kişilerin doğuştan hakları bulunduğunu ve toplumla yaptıkları sözleşme ile bunların tümünü birden topluma aktarmış gibi görünse de, siyasi toplumun amacının üyelerinin refahı ve korunması olması sebebiyle aslında haklarının hiç birini vermeyip, elinde tuttuğunu” savunmaktaydı!.. 253 Gençler, Peki, soruyorum; “Bireyin doğuştan bir takım hakları var mıdır, yok mudur?” İster olsun, ister olmasın!.. Burada önemli olan, “Bireyin doğuştan bir takım hakları olduğunun kabul edilmesinin, devlet otoritesinin yalnızca bunları korumakla görevli bir iktidar olması lazım geldiği sonucuna” bizi götürmesidir!.. Rönesans, Reform hareketleri sonucu, artık Semavî Dinlerin getirdiği düzen Toplum gereksinimlerini karşılayamaz olmuştu! Yığınlar mutlu değildi!.. O tarihlerde, keşifler sonucu zenginleşen bir Burjuva sınıfı da ortaya çıkmıştı! Bunlar, mal, mülk sahibi olmuşlardı ama otorite Aristokrat’lardaydı!.. İşte, canlarını ve malvarlıklarını korumak endişesiyle Burjuva sınıfı, John Locke ve Jean Jacques Rousseau’nun yukarıda sözünü ettiğimiz ve kısaca “Sosyal Mukavele” olarak adlandırdığımız bu görüşe sarılmışlardır!.. Bunun sonucu; 4 Temmuz 1776 tarihinde kaleme alınan “Amerikan Bağımsızlık Bildirisi” ile Amerika Birleşik Devletleri kurulmuştur!.. 254 Bu bildiride şöyle denilmektedir; “Şu gerçekleri kendiliklerinden doğru sayıyoruz; bütün insanlar eşit yaratılmıştır. Yaratan, her insana kimsenin elinden alamayacağı bir takım haklar bağışlamıştır. Yaşamak, Özgürlük, Mutluluğu Arama bu haklardandır. Yönetimler, bu hakların korunması için insanlarca kurulmuştur. Eğer, bir iktidar bu hakları korumuyorsa ona başkaldırmak yurttaşlara tanınmış bir doğal haktır.” Fransız Devrimi’nden sonra, 26 Ağustos 1789 tarihinde Kurucu Meclis tarafından açıklanan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” ile Fransa Cumhuriyeti kurulmuştur!.. Bu bildiride de şöyle denmektedir; “Her siyasî birleşmenin amacı, Temel İnsan Hakları’nın korunmasıdır. Sadece insanın Temel Hakları vardır. Toplumun kendisine özel bir amacı olamaz. Devlet yurttaşlarının mutluluğunu sağlayacak bir oluşumdur. Yönetenler için tek amaç Birey ve onun Mutluluğudur. Özgürlük… Mülkiyet…. KişiGüvenliği…. Ve Baskıya karşı Direnme insanın Temel Haklarıdır……….. v.s…..” Artık, egemenlik Burjuva sınıfının etkin olduğu halktadır!.. 255 Hatırlayalım; “Peygamber, Evliya, Filozof, Düşünür, adını ne korsanız koyun, bunlar o tarihte birlikte yaşadığı ve otorite tarafından ezilen, mutsuz ve sıkıntıdaki insan için üzülen duygulu insanlardır!.. Bu insanlar, üzüle, düşüne sonunda çözüm olarak, kurtuluş teorilerini ortaya koyarlar!.. Eğer bir teori, yığınların ve bunların içinde gelişen kesimlerin menfaatine geliyorsa, otoritedeki zayıflamaya bağlı olarak, toplumca benimsenir ve iktidara gelir!.. Ne zamana kadar? Yetemeyeceği zamana kadar!..” İşte, insanoğlu var olduğundan bugüne, bu böyle olmuş ve olmaktadır!..” demiştim!.. Soruyorum; Zenginleşen ve mal sahibi olmağa başlayan burjuva sınıfı, canını ve malını güvenlik altına almak mecburiyeti içinde, bireyin doğuştan temel hakları olduğunu söyleyen görüşlere sarılmamış mıdır? Başka deyişle, zenginleşen bir kesimin menfaatine geldiği için mi, o tarihte Temel Hak ve Özgürlükler ön plana çıkarılmıştır? 256 Septisizm ve Ampirizm David Hume (1711 – 1776) David Hume, (d. 26 Nisan1711 – ö. 25 Ağustos1776). İskoçfilozof, ekonomist ve tarihçi. İnsan zihninde olup bitenleri Newton'un deneysel yöntemini uygulayarak, yeni bir bilim anlayışını ortaya koydu. David Hume; “İnsanın, deneylerle elde edeceği duyum ve izlenimleri bilebileceğini, bilgide kendi zihnimizin ötesine geçemediğimizi ve bundan dolayı herhangi bir şeyin insan zihninden bağımsız olarak var olduğunu söyleyemeyeceğimizi” savunur!. David Hume, “İnsan zihnini bilgi bakımından analiz ettiği zaman, insan zihninin tüm içeriklerinin bize duyular ve deney tarafından sağlanan malzemeye indirgenebileceğini” görmüştür!.. Bu malzeme ise algılardan başka hiçbir şey değildir!.. 257 David Hume, “En ufak bir metafizik düşünceye yer vermeyen, duyumlarımızın dahi gerçeği veremeyeceğini düşünebilen” şüpheci bir düşünürdür!.. O’nun da amacı, ”Özgür ve ön yargılardan kurtulmuş insana erişmektir!..” 23 yaşında yazdığı “İnsan Tabiatı Hakkında” adlı eserinde insanlara sesleniyor; “Siz nesiniz? Nasıl düşünürsünüz?” Bu soruları sormakla “Kendinizi tanıyınız” demektedir. Aynen Sokrat gibi!.. O’na göre, “Bütün bilgilerimiz, duyumlarımız yoluyla edindiğimiz etkilerin meydana getirdiği fikirlerdir. Bu etkiler ise, mutlak ve değişmez değildirler. Öyleyse, mutlak ve değişmez esaslara dayandığını söyleyen dogmatik ilim ve düşünüş yanlıştır. İlmi özgür insan aklı yapacak, ama sonuca iman etmeyecek. Belki değişebilir diye yeniden deneyecektir!” “Ben bir deneyi bin kere yapsam ve aynı sonucu alsam, bin birinci kere yaparsam ayni sonucu almayabileceğimi düşünür, tekrar denerim” deyişi, onundur. Sonuç olarak, David Hume; “İnsanoğlu’nun asırlardır oyalandığı Felsefe’sini, İlmi’ni, İnancı’nı elinden alıyor, ama yerine bir şey koymuyordu. Tabir yerindeyse, insanı ayazda bırakıyordu.” 258 KRİTİSİZM Immanuel Kant (1724 – 1804) Immanuel Kant, 22 Nisan1724Königsberg – 12 Şubat1804Königsberg arasında yaşamış olan ünlü Alman filozofu. Alman felsefesinin kurucu isimlerinden biri olmuş ve felsefe tarihinin kendisinden sonraki dönemini belirleyici olarak etkilemiştir. Kant, eleştirel felsefenin babası olarak kabul edilir. Doğu Prusya'nın Königsberg (Kaliningrad) kasabasında doğdu. Hep burada yaşadı. Üniversite eğitimi sırasında birkaç yıl öğrencilere özel dersler verdi. Eğitimi sırasında Leibniz ve Woolf'dan etkilendi. 1755 tarihinde doçent derecesi aldıktan sonra, üniversitede çeşitli sosyal bilimler alanlarında dersler vermeye başladı. 259 Kant başlangıçta fizik ve astronomi alanında yazılar yazdı. 1755 yılında, "Evrensel Doğal Tarih ve Cennetlerin Teorisi" adlı eserini yazdı. Sanırım, İlkokul beşinci sınıf!.. Kant’ın adını Coğrafya Dersi’nde duymuştum!.. Öğretmenimiz, dünyanın oluşumu ile ilgili olarak bize “Kant/La Place” adında bir teoriden söz ederek; “Kant Alman ve La Place Fransız’mış. Her ikisi de, aynı tarihlerde birbirinden habersiz “Dünyanın güneşten koptuğunu ve ateş halindeyken zamanla soğuyarak, bugünkü dünyanın meydana geldiğini” ileri sürmüşler ve bu sebeple bu teoriye Kant/La Place Teorisi denmektedir” demişti. Lise’de ise, felsefe hocamız Kant’ın felsefesini anlatırken bir ekleme yaptı. Aynen; “Kant 55 yaşlarına kadar “Dünyanın nasıl meydana geldiğini” mesele yapmış olup, “Dünyanın Güneşten oluşması teorisini” ortaya koyan ve bu görüş üzerine cilt, cilt kitaplar yazan bir kişidir. Gel gelelim, 55 yaşlarında tüm yazdıklarını yakar. Gerekçesini, “Varsayımlarla Teori üretmek aklın dışına çıkmaktır. Bu ise boşa uğraşmaktır, metafiziktir” diye açıklar!.. Peki, yıllarca uğraşarak yazdığı kitapları Kant’a kim ve ne yaktırmıştır? Bunun yanıtını gene Kant verir; Uykumdan beni uyandıran İngiliz düşünürü David Hume’un; “Ben bir deneyi bin defa yapsam ve bin defa ayni sonucu alsam, bir kere daha yaparsam ayni sonucu almayabilirim diye düşünür, gene denerim, deyişidir” der!..” 260 Sevgili Gençler, David Hume’un Kant’ı uyandıran savı, başkalarınca da okunmuş ve fakat onları etkilememiş de, neden Kant’ı etkilemiştir? Çünkü Kant’ın kafası bu anlayışa hazırdı. Hazır kafanın öneminden girişte de söz etmiştim! Ne demiştim, hatırlayalım; “Hazır kafa çok önemli!.. Öğrenimin, okumanın hedefi de bu değil mi? İşte, ben de bunu sağlamak istiyorum!.. Bunun içindir, aynı teraneleri tekrarlamalarım!.. Amacım filozofların, peygamberlerin yaşamını, felsefelerini öğretmekten öte “Düşünebilmenin enginliğinin ve evrimin sonsuzluğunun farkına varan, kendine bile objektif bakabilen, şartlanmalardan arınmış, kendini ve her türlü inancı sorgulayabilecek kadar özgür ve bağımsız düşünebilen kafalara ulaşmak.” Keşke, bu amaca çok şey okutmadan vardırmayı bilebilsem. Bulunacak bir hap, belki bu işi çözebilir! O zaman da, insanlar tek düzemi olur acaba? Güzellik çeşitlilikte mi? Varın siz de düşünün!..” Dönelim Kant’a!.. İşte, David Hume’un görüşleri ile dünyası nurlanan Kant, kitaplarını yakar ve yeni felsefesini yani “Kritisizm” dediğimiz felsefesini ortaya kor. Şöyle diyerek; “Eski insanın dini doğmaları ve mevcut bir ilmi vardı. David Hume’un şüpheciliği bunların tartışılmasını sağladı ve bunun sonunda, tartışılmadan doğru kabul edilen değerler yıkıldı. İyi de, insanoğlu boşlukta kalamazdı. O halde yerine bir şey koymalıydı. 261 Başlangıç olarak Ampirist görüş doğruydu. Ancak, böyle deneye dayanan ilim yalnızca olanı açıklar. Oysaki sebebe gitmek gerekir. Bunu yapacak olan akıldır. Çünkü Akıl, ilmi yapacak prensipleri içinde barındırır. Bu prensipler bizi sonuca götürür.” İşte, Kant sonuçta Rasyonalist bir düşünce sergiliyor ve böylece Ampirist görüş ile Rasyonalist görüş bir bütün oluyordu. David Hume’u sonlandırırken; “İnsanoğlu’nun asırlardır oyalandığı Felsefe’sini, İlmi’ni, İnançı’nı elinden alıyor, ama yerine bir şey koymuyordu. Tabir yerindeyse, insanı ayazda bırakıyordu” demiştik!.. İşte, David Hume’un uyandırdığı Kant, doldurmaya çalışır!.. bu boşluğu Modern felsefenin gelişim seyrine uygun olarak, “Bilgi kuramını” ön plana çıkarır!.. Kant'ın gözünde bilim; “Öncülleri kesin olan ve yöntemleri, ancak Hume'unki gibi, felsefî bir kuşkuculuk benimsendiği zaman sorgulanabilen evrensel bir disiplindir ve bilim yansızdır ve nesneldir!” O, felsefedeki ilk ve temel misyonun, “Bilimi temellendirmek, daha sonra da ahlâkın ve dinin rasyonelliğini savunmak” olduğuna inanmıştır. Bu amacı gerçekleştirmek için, hem Descartes'ın rasyonalizminden ve hem de Hume'un ampirizminden önemli gördüğü öğeleri alarak, “Transsendental Epistemolojik İdealizm” diye bilinen kendi bilgi kuramını geliştirmiş, yükselen bilimin felsefî temellerini gösterdikten sonra, “Özgürlük ve Ödev” düşüncesine dayanarak Hıristiyan ahlâkını savunma çabası vermiştir!.. Ancak, Kant için bu da yeterli değildi. 262 Nitekim 1780 yılında yayınladığı “Salt Aklın Eleştirisi”adlı eserinde Kant; “Sürekli kendi davranışlarını da kritik ederek, eksikliklerini gören ve düzeltmeye çalışan, özgür ve kendisi ile barışık, içten ve ahlâklı insana” ulaşmak istiyordu. Kant, bir kitabının ön sözünde; “Felsefe uzun zaman kendi sarayına kapanmış, Metafizik adındaki bir kraliçenin hizmetkârlığını yapmaktaydı. Biz, Tenkitçi Düşünüşle bu yapmacık sarayı ortadan kaldırdık ve insanı uydurma bir kraliçenin hizmetinden kurtararak, kendi kendisini yargılayabilecek bir sultan olmasını istedik ve gençliğe bu yolda özgür iradeli yaşamanın yolunu göstermeye çalıştık.” demektedir. O’na göre; “Özgür ve bağımsız olan ve böyle yaşayabilen insan, yaratıklıktan kurtulabilen insandı!.. Ancak, böyle insanlar yaratıcı olabilirdi. Bütün değerlerin ölçüsü insandı, ama ahlâklı insan!..” Kant mezar taşına şöyle yazılmasını ister; “Üzerimde gök, içimde vicdan var”. 263 Vicdan Meselesi Sevgili Gençler, Şu “Vicdan”sözcüğü üzerinde durmak isterim!.. Buna,“İnsanın insan tarafı”diyebilir miyiz? İsteyen “Tanrı’nın ışığı”, isteyen “Sevginin ruhu”diyebilir!.. Buna ulaşmak için ne cami, ne kilise, ne sinagog, ne tapınaklar; Sıcaklık ateştedir, üstündeki sacda değil. Akıl baştadır, Taç’da değil. Her ne ararsan kendinde ara, Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değil. Kimi zaman, sıradan dediğimiz kişilerden öyle deyişler duyarız ki, sanki bir felsefeyi özetler!.. Örnek, rahmetli annem; “Benim Mekke’m aklım, Kâbe’m vicdanım” derdi! “Akıl ve Vicdan”insan oluşumuzun en yüce değeridir!.. Nasıl özgür akla, özgür vicdana varırız? Bunu hep sorun kendinize!.. Dönelim Kant’a!..Ne var ki, bir noktada Kant görüşlerinde bir metafizik düşünüşe yer veriyordu. Buna biz “Evrensel Ahlâk Metafiziği” anlayışı diyoruz. Kant’ın felsefesi ve yaşamı, özellikle dakikliği ve görev bilinci Almanları çok etkilemiştir. 264 Kant yürürken insanlar saatlerini kontrol eder düzeltirlermiş, çünkü her gün aynı saatte ayni noktadan geçermiş. ve Hatta bazı tarihçiler bunu öyle abartırlar ki; “Kant’ın kişiliği ve görev sorumluluğu öyle etkilemiş ki Alman Ulusunu, Hitler Almanyası’nı yaratan Alman’ların meydana gelmesinde ve böylece 2. Dünya savaşında onun etkileri vardır” derler!.. Lisede, bana felsefeyi sevdiren Hocam Ziya Somar, Kant’a hayrandı. Bunu fırsat bilerek Hocam Ziya Somar’ı saygıyla anıyorum, mekânı cennet olsun!.. 265 Pozitivizm Auguste Comte (1798 – 1857) Isidore Marie Auguste François Xavier Comte, kısaca Auguste Comte (17 Şubat1798 - 5 Eylül1857), Fransızsosyolog, matematikçi ve filozoftur. Sosyolojinin babası olarak tanımlanabilir. Fransa'nın Montpellier kentinde doğdu. Katolik bir aileden gelen Comte, ailenin üç çocuğundan biriydi. Babası vergi dairesinde memur, annesi ise ev hanımıydı. Auguste Comte, Sosyoloji ismini öne süren ilk sosyolog’tur. "Sosyoloji neden diğer bilim dalları gibi bir dal olmasın" tezini savunarak, sosyolojinin temelini o zamanlarda attı. Ayrıca, felsefede pozitif düşünce üzerine de çalışıyordu. Daha sonraları fizik, gökbilim ve kimya ile de uğraştı. Fransız Devriminden hemen sonra doğduğu için, “Sosyoloji alanındaki çalışmaları, Fransız Devrimine ve Aydınlanma Düşüncesinebir tepki” niteliğindedir!.. 266 Sosyolojiyi, “Sosyal Statik ve Sosyal Dinamik” olmak üzere ikiye ayırır. Sosyal Statik; “Her toplumdaki göreli istikrarlı ilişkiler ile sosyal yapı üzerinde” odaklanır, Sosyal Dinamik ise, “İnsanlığın bir aşamadan, diğerine geçmesini, yani toplumdaki değişimi” ifade eder. Comte, “Evrimci” dir. Tarihi, bir ilerleme süreci olarak görür, yani iyimserdir. Auguste Compte’un “Pozitiv Felsefenin Kuralları”, Bühler’in “Madde ve Kuvvet” adlı eserlerine dayalı olarak Pozitivizm’i şöyle özetleyebilirim. “İnsanlık tarih boyunca 3 grupta toplayacağımız farklı düşünüş düzeninden geçmiştir; 1Teolojik Düşünce Düzeni. Bu insanların her şeyi Tanrı İnancına dayanarak açıkladıkları devirlerdir. 2Metafizik Düşünce Düzeni. Bu insanların her şeyi akıl dışına çıkarak varsayımlarla açıkladıkları devirlerdir. 3Müspet Düşünüş Düzeni. Bu insanların her şeyi duyu organları ile deneye dayanarak açıkladıkları devirlerdir. İşte, bu yeni devir insanlığın en parlak zaferidir. Toplum düzeni bu ilim kafası üzerine kurulmalıdır”!.. Pozitivizm, felsefeyi bütünüyle reddetmiştir. O’na göre, deneye dayanmayan her sonuç yanlıştır. Bu anlayışın yaygın olduğu 19. yüzyılda felsefe, metafizik ile müspet ilim arasında bocalamıştır!.. 267 İspirtualizm=Sezgicilik Henry-Louis Bergson (1859 – 1941) Henry-Louis Bergson,18 Ekim1859’da doğar ve 4 Ocak1941’de ölür. Fransız olup, Sezgicilikakımının kurucusudur, bu nedenle kimi zaman bu felsefe Bergsonculuk’da olarak adlandırılır. 1889 yılında, bir Matematikçi olan Henry Bergson “Bilincin Doğrudan Verileri” adlı eserinde pozitivizmi eleştirerek,“Yeni İspirtualizm” felsefesini ortaya atar. Sezgicilik, felsefî bir kavram olarak “Sezgiye, akıl, zihin ve soyut düşünme karşısında hem öncelik, hem de üstünlük tanıyan” felsefe akımıdır Sezgiciliğe göre, “Bilginin, özellikle de felsefe bilgisinin kaynağı ve temeli sezgi”dir. Burada, önemli olan sezgi kavramının içeriğidir. Felsefî anlamda sezgi, bir tür açılma, doğrudan doğruya keşfedilme ve dolaysız, aracısız birden bire kavranılma anlamında kullanılmaktadır. 268 Buna göre;“Varlıkları bize oldukları gibi veren bilgi, sezgidir.” Bergson'da bu kavram daha da özel bir anlamda “Gerçeği dolaysızca kavrama yetisi” olarak belirtilmiş, algıların ve zihnin bir tür bileşiminden müteşekkil sayılmıştır. Bergson'da, insan kendi bilincine varmış içgüdüler sezgi olarak değerlendirilir ve bu kavram felsefenin merkezine oturtulur. Ortaçağ felsefesinde İslam Skolâstiğinde ismi geçen biri olan İmam Gazali'de görülen sezgicilik, sistemli halde Henry Bergson'un felsefesinde işlenir. “Gerçek, sezgi ile bir kerede ve tam olarak kavranır, akla dayanan bilgi ise asla tam ve kesin olamaz” düşüncesi bu felsefelerin ana tezidir. Sezgicilik, aşırı sistematik ve soyut felsefelere karşı bir tepki olarak çıkar ve hem rasyonalizme, hem de materyalizme karşıdır. Ancak, Sezgiciliğin hemen ardından İspirtualist felsefeyi eleştiren Yeni Pozitivizm ortaya çıkar. 269 Nietzsche (1844 – 1900) Friedrich Wilhelm Nietzsche (15 Ekim1844 - 25 Ağustos1900) Almanfilozof. 15 Ekim1844’te doğmuştur. Babası Karl Ludwig Protestan Kilisesinde papazdı. Doğumu Prusya Kralı 4. Friedrich Wilhelm’in doğum gününe rastladığı için adı Friedrich Wilhelm olmuştur. Soyadının kaynağı kesin olarak belirlenememiştir. Çocukluk yıllarının en büyük üzüntüsü, babasının sağlık durumunun genelde kötü oluşudur. Baba Karl Ludwig 1849’da hemen, hemen körleşmiş olarak ölür. 270 1888-1889 kışı süresince görenlerin şaşırdıkları olaylar meydana geldi; öyle ki Nietzsche’nin, sahibinin dövdüğü bir atı korumak için önüne geçip, daha sonra ağlayarak, atın boynuna sarılıp öptüğü görülmüştür. Nietzsche, 1889’un ilk günlerinde zihinsel yetilerini tümüyle kaybetti. Çıldırmasının nedeni, öğrencilik yıllarında yakalandığı frenginin ilerleyerek üçüncü evreye girmesine bağlandı. On bir yıl boyunca bitkisel denebilecek bir hayat sürdü. 25 Ağustos1900 tarihinde hayata gözlerini yumdu. Nietzsche, aslında halen anlaşılamayan düşünceleriyle bir M. Arabî’yi, bir H. Mansur'u anımsatmaktadır. "Tanrı öldü" diyerek, insanların yaşamlarının gayesi ve sonları hakkında bir sorgulama yapması gerektiğini ve onu körelten, pasifleştiren, zavallı, acınası bir hayvan yapan bütün yapılardan yani devletten arınması gerektiğini söylemektedir. Kimileri “Nirvana” kimileri “Tanrı” der, ama Nietzsche “Sonsuz Döngü” demiştir. Nietzsche, “Hiçbir adalete sığmayan, sayısız çatışma ve acılar iyi bir Tanrı’ya nasıl mal edilebilir” düşüncesinden yola çıkarak, “Tanrı’nın ölümünün, insanın anlaşılmaz olan doğasını yenmesi için ve üst insana ulaşılabilmesi için bir mecburiyet olduğunu” savunmuştur. Tanrı’nın, insanı yeryüzüne acı çekmesi için yolladığına inanır. Nietzsche bunu Empedokles adlı eserinde de vurgulamıştır. Nietzsche’ye göre; - Sanatçı Tanrı; “Önce kendisini Yunanlıya bir model olarak sunar. Onun kendisine bir şekil vermesini, mermerin ya da taşın içinde gizli kalan heykeli çıkarıp, sonra da gerçekleştirilen bu sanat yapıtının tadına varmasını” önerir. 271 - Hıristiyan Tanrı; “Emredicidir ve insanın dünya nimetlerinden faydalanması yerine, çile çekmesini” ister. Nietzsche, olaylar sonrası, “İnsanların Tanrı’yı suçlamayarak, bulmalarının” yanlış olduğunu söyler. suçu dünyaya Nietzsche’ye göre; “Geliştirmiş olduğumuz tüm değerler, dünyanın gerçek doğasını görmemizi engellemek amacıyla geliştirilmiş araçlardan başka hiçbir şey değildirler. Bununla beraber, bu araçlar bizim için dayanılması zor bir dünyayı, dayanılabilir hale getirir. Bu hizmet, yıllardır var olan dinlerin varoluşu ile de desteklenmektedir. Dinler bize öbür dünya gibi güzel vaatler sunarak, bize bu dünyada yapmamız gerekenleri buyururlar. Bu buyruklar, insanların özgür ve başkaldıran doğasını yok etmeye, onları birer sürü parçası haline getirmeye yöneliktir.” Nietzsche; “Tanrı anlayışına ve hayatı katlanılabilir kılan araçlara” karşı çıkar!.. Öte yandan da, “Bunlar var olmadan yaşamanın ne kadar zor olduğunu ve ne kadar yüksek düzeyde hayat ve birey bilinci gerektirdiğini” söyler!.. O’na göre; “Bilime ve dine hizmet edenler bir noktada birbirinden farklı değillerdir. İkisi de bu araçların ve vaatlerin, tekrar, tekrar insan hayatına girmesine ve insanların bunlara körü körüne bağlanmasına neden olurlar. İnsanlar bu araçlardan kurtulup, zorla bir gereklilik kazandırılmış dünyadan sıyrılmalıdırlar. Tanrı ölmüştür, insan kendi hareketlerini yönlendirebilecek düzeydedir.” Fakat Nietzsche bu durumdan nasıl çıkılacağını göstermez ve bu çıkışı insanların başarabileceğini söyler. 272 Nietzsche’nin,ebedî dönüş (Bengi Dönüş) ve üst insan görüşleri birbirinin tamamlayıcısı durumundadır. Nietzsche, ebedi dönüş görüşü ile insanın dünyaya tekrar, tekrar geleceğini savunur. Fakat Nietzsche'yi yorumlayanlar bu konuda ikiye ayrılırlar: Bir kısmı, tekrar gelişin bir aynılık içinde olacağını, diğer kısmı ise; her dünyaya gelişimizde eski halimizden biraz daha farklı geleceğimizi savunur. Nietzsche’ye göre; “İnsanın tüm yaşamı, durmadan döndürülen bir kum saatidir. Sonsuz dönüşteki tehlike, insanın üst insan olmak için üstesinden geldiği bütün sorunların yeniden ortaya çıkmaları ve yeniden üstesinden gelme zorunluluğudur. Üst insana ulaşmada insanın önündeki en büyük engeli Tanrı’dır” Nietzsche; “Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün giriş kısmında” insanın düştüğü en büyük yanılgılarından birine değinmiştir. Bu yanılgı da ”İnsanın, kendi dışındaki dünyadan anlam çıkarma ve onu kendine benzetme alışkanlığıdır” der. 273 İdealizm Hegel (1770 – 1831) George Wilhelm Friedrich Hegel (27 Ağustos 1770, Stuttgart - 14 Kasım1831), Alman filozof. Bir memurun oğluydu. Tübingen'de ilâhiyat okuduktan sonra,Bern ve Frankfurt'ta felsefe öğretmenliğine başladı. 1805'te Jena üniversitesine profesör oldu. Başlangıçta Schelling'in “Öznel idealizm” felsefesine inanmış görünüyordu. Sonradan, kendine ayrı bir sistem kurup, onun savunmasını yapmaya başladı. Kurduğu bu felsefe sistemini “Phanomenologie des Geistes” adındaki eserinde anlatmıştır. Bir süre Nürnberg'te kaldıktan sonra Berlin ve Heidelberg Üniversitesinde profesörlük yaptı. Bu devrede yazdığı eserler arasında “Mantık Bilimi” ve “Felsefe Ansiklopedisi” dikkati çekti. 274 Hegel'in kurduğu sisteme “Diyalektik mantık” denilir. Buna göre ;“Bir fikir (yani tez), karşısındaki başka bir fikirle (anti-tezle) karışır, bundan yeni bir anlayış doğar ki, buna “Sentez” denilir. Hegel, Kant'ın felsefesine inanmakla beraber onun fikirlerini yetersiz buluyordu. Kant'ın aksine, “İnsanların her şeyi öğrenebileceklerine” inanmıştı. Hegel'e göre; “Dünya demek, mantık demekti. İnsanlar mantığın sınırlarını çözdükleri anda, beşerin sınırlarını da çözmüş olacaklardı!” Hegel'e göre; “Gerçek ve canlı felsefe, çelişmelerin, daha doğrusu karşıtların felsefesi” dir!.. Şöyle ki; “Çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de, çiçeğin ortadan kalkması gereklidir. Demek ki üremenin gerçeği, hem çiçek, hem meyve olmaktır. Ölüm hem ortadan kaldırmadır, hem yeniden doğuşu sağlayan koşuldur!” Hegel’in, “Efendi ile köle arasındaki diyalektik” olarak adlandırdığı bir yolu vardır. Bu, her biri kendisini olduğu gibi tanıtmak isteyen iki bilinç biçimi arasındaki kölelik ve egemenlik ilişkileridir. O‘na göre; “İnsan, hayvanlardan kesinlikle farklı olarak, yaşamı aşma yeteneğine sahiptir. Her insan bu yeteneğini doğumdan ölüme, hem kendisi, hem öteki insan için yapacaktır. Köle kaybedecek, yaşam önünde diz çökecek ve efendi için çalışarak ona hizmet edecektir. Ancak, köle (Marx'ta proleter) esaretinden de, bu çalışma içinde ve bunun sayesinde kurtulacaktır, çünkü dünyayı dönüştürerek, kendi kendisine, bağımsızlığa ulaşmanın somut araçlarını verecektir.” Hegel ömrünün son yıllarını Berlin'de geçirdi. 1831 yazı ve sonbaharı boyunca süren kolera salgınının son kurbanlarında biri oldu. 275 Anarşizm Gençler, Anarşizm’i, bireyciliğin son noktası diyerek özetleyebilirim!.. Öyle bir dünya ki; otorite yok, kurallar yok! Özgür ve bağımsız birey!.. Biz bu isteği Stoacılarda sezmiş miydik? İnsanın, ”Sosyal bir yaratık olduğu veya sosyal olmak zorunda kaldığı” gerçeği ve O’na egemen olan “Üreme ve Yaşama İçgüdüleri” karşısında bu mümkün olabilir mi? Bunu düşünün, kitabımın sonunda, böyle bir soruyla karşı, karşıya kalacaksınız!.. Proudhon (15 Ocak 1809 - 19 Ocak 1865) Fransız ekonomist ve düşünür. 276 1809 yılında Fransa’da doğan Pierre Joseph Proudhon yoksul bir köyle ailenin oğludur ve yaşamı boyunca geçim sıkıntısı çekmiş, doymak bilmez bir öğrenme isteği içinde yaşamıştır. Anarşizm kuramcılarının arasında ayrı bir yeri vardır. Bu öğretinin pratik yanına önem veren en önemli anarşist kuramcı Proudhon'dur. O’na ilk kendini "Anarşist" olarak adlandıran ilk düşünür diyebiliriz!... Yaşamdan, yaşama deneylerinden, pratikten çok şey öğrenmiş, “Anarşizm” kendini bir eylem öğretisi olarak kabul ettirmek isteyince, Proudhon'un yolundan gitmiştir. Başkaldırma, O’nu hiçbir zaman nihilizme itmemiştir. Tersine, halkın eski törelerini, çağdaş toplumun bozmaya çalıştığı değerlerini savunmak için başkaldırmıştır!.. Böylece, öğretisinin hem devrimci, hem de gelenekçi olan iki özelliği anlaşılmış olur. Hegel gibi, Proudhon da iki akımın doğmasına yol açmıştır; Sağcı Proudhon'culuk, Solcu Proudhon'culuk!.. Kendisine inananlar arasında Tanrıtanımazlar olduğu gibi, Hıristiyanlar da vardır; faşistler olduğu gibi, sendikacılar da vardır!.. Hepsi de, Proudhon'u kendilerine göre yorumlamaktadır. Ama onun en belirgin özelliği Fransız halkının kahramanı olmasıdır!.. Proudhon, 1840'ta kendisine büyük bir okur kitlesi kazandıran, "Mülkiyet Nedir?" adlı broşürünü yazmış ve bu sorusunun yanıtını şöyle vermiştir: "Mülkiyet Hırsızlıktır!" 1844'te Paris'te Alman göçmenleriyle ilişki kuran Proudhon, Karl Marx'la da tanışmıştır. 277 1846'da "Sefaletin Felsefesi"ni yayınlamıştır. Karl Marx, bu kitaba karşı alaylı bir tonda "Felsefenin Sefaleti" adlı eleştirisini yazacaktır. 1846'da, Proudhon yeniden Paris'e yerleşti. 1848 Devrimi'nde oradaydı! Ancak, devrimin düşüncelerinin kendi düşünceleriyle uyuşmadığını kavradı!.. temel 4 Temmuz 1848'de milletvekili seçildi. Millet Meclisi'nde verdiği bir söylevde, halktan "Burjuvazinin kurbanı" diye söz edince şimşekleri üstüne çekti!.. Prens Başkan'a yönelttiği saldırıdan ötürü de, 1849'da üç yıl hapis ve 3.000 Frank para cezasına çarptırıldı. Cezaevinde yattığı sırada "Bir Devrimcinin İtirafları" adlı kitabını yazdı. 1858'de "Devrimde ve Kilisede Adalet" adlı yapıtında kiliseye suçladığı için, bir üç yıllık hapis cezasına daha çarptırıldı; bu yapıtı "Dine ve ahlâka hakaret" sayılmıştı!.. Proudhon, hapis yatmamak için Belçika'ya sığındı. Genel Aftan sonra Paris'e döndü ve 1864'te öldü. 278 Komünizm Karl Marx (1818 – 1883) Karl Heinrich Marx (okunuşu: Karl Haynrih Marks) (5 Mayıs1818Trier - 14 Mart1883Londra), Alman filozof, devrimci, ekonomist ve siyasetçidir. Prusya Krallığı'na bağlı Trier kentinde, yedi çocuklu Yahudi bir ailenin üçüncü çocuğu olarak, Karl Heinrich Marx adıyla dünyaya geldi. Babası Heinrich (1777–1838) Aydınlanma düşünürleri Voltaire ve Rousseau'ya hayrandı. Annesinin ismi Henrietta (1788– 1863), kardeşlerinin isimleri Sophie, Hermann, Henriette, Louis, Emilie ve Caroline'dir. 279 Marx, on üç yaşına kadar evde eğitildi. Gymnasium'dan mezun olduktan sonra, 17 yaşında hukuk okumak için Bonn Üniversitesi'ne kaydoldu. Prusya makamları, bir Yahudi'ye hukuk diploması vermeyeceği için, Prusya'nın resmi inancı olan Lüterciliği seçti, Hıristiyan oldu!.. Marx'ın edebiyat ve felsefe okuma isteği, babasının, “Gelecekte, kendisine ekonomik anlamda bakamayacağı” gerekçesiyle reddedildi. Sonraki sene, babası O’nu daha saygın bir üniversite olan, Berlin'deki “Friedrich-Wilhelm Üniversitesi” ne yolladı. Bu dönemde Marx, birçok şiir ve hayat hakkında deneme yazmıştır. Bu yazılarda, Üniversitedeki Genç Hegelciler'in “Ateist” düşüncesinin de etkisi görülür. Genç Hegelciler,Ludwig Feuerbach ve Bruno Bauer etrafında toplanmış hocaları Hegel'i eleştiren bir grup felsefeci ve gazeteciden oluşuyordu. Hegel'in, metafizik çıkarımlarını eleştirmelerine karşın, teolojik boyutundan koparttıkları diyalektik metodu dini ve politikayı analiz etmekte kullanıyorlardı. Bu grubun bazı üyeleri Post-Aristo felsefesi ve Post-Hegelci felsefe arasında bir analoji çizer. Bunlardan biri Max Stirner, Feuerbach ve Bauer'i Biricik ve Mülkiyeti (1845, "Der Einzige und sein Eigenthum") isimli kitabıyla eleştirir, bu ateistlerin soyut kavramları somutlaştırarak dindar bir görünüm kazandığını söyler. Bir Feuerbach takipçisi olan Marx, bu kitaptan etkilenerek Feuerbach materyalizmini terk edip, daha sonra epistemolojik kopuş denilecek kırılmaya yaklaşmıştır. 1841'de "Demokritoscu ve Epikürcü Doğa Felsefesi Arasındaki Farklar" isimli teziyle doktorasını verdi.Bundan sonra Stirner ve Feuerbach'ı eleştirdiği ve tarihsel materyalizm kavramının temellerini attığı Alman İdeolojisini (1846 Die Deutsche Ideologie) yazar, ancak bu kitabı yayımlayamaz. 280 1843 Ekim ayının son günlerinde Marx Paris'e gider. 28 Ağustos 1844 tarihinde Paris'in ünlü bir kafesinde (Café de la Régence)Friedrich Engels ile tanışır ve hayatının en önemli dostluklarından biri böylece başlamış olur. Engels'in Paris'e gelmesinin en önemli sebebi Marx'la tanışmaktır, daha önce bir sefer 1842 yılında Marx'ın çıkardığı “Rheinische Zeitung” gazetesinin ofisinde karşılaşmışlardır. Engels, Marx'a en önemli eserlerinden birini gösterir; “1844 Yılında İngiltere'de İşçi Sınıfının Koşulları!.." Paris o dönemde İngiliz, Alman ve İtalyan devrimcilere ev sahipliği yapıyordu, aynı şekilde Marx da Arnold Ruge ile çalışmak için Paris'e gelmişti! İkili Şubat 1844'te, bir defalığına “Deutsch– Französische Jahrbücher” gazetesini çıkarabildiler. Bu gazetenin başarısızlığından sonra Marx, Paris'teki en radikal Alman gazetesi Vorwärts'ta yazar! Bu gazete, o tarihte Avrupa'daki en önemli radikal gazetelerdendir. Genelde yazıları Hegel üzerinedir. Bauer'e bir cevap niteliği taşıyan ve Genç Hegelciler’e olan mesafesini belirlediği “Yahudi Sorunu Üzerine” isimli makalesi yayınlanır! Bu makale, “Sivil haklar ve insan hakları ve politik özgürleşme” kavramlarının eleştirisini içermekle birlikte, “Yahudilik ve Hıristiyanlığa” da sosyal özgürleşme hususunda, önemli eleştiriler getirir. Orada, Fransız Devrimi ve Proudhon'u inceler! İşçi sınıfı üzerinde düşünmeye başlar! İşte, Engels, Marx'ın “İşçi sınıfının durumu ve iktisat konularına yoğunlaştırmasında” yönlendirici olur!.. 1844 yılında, “El Yazmaları” adıyla bunun ilk örneklerini görürüz! Ancak, bu yazılar 1930'lara kadar yayımlanamaz!.. 281 Bu, “El Yazmaları” temel olarak “Kapitalizmde, insan emeğinin yabancılaşmasının olgusal analizini” içerir. Ocak1845'te Vorwärts gazetesi, Prusya Kralı Frederick William IV'e gerçekleştirilen suikast girişimine olan desteğini açıkça belirtince, Marx ve arkadaşlarına Paris'i terk etmeleri emredilir. Engels'le birlikte Brüksel'e geçerler. Marx, bundan sonra kendini “Alman İdeolojisi” adlı kitabında temellerini attığı tarih çalışmasına ve tarihsel materyalizm görüşüne adar. Bu görüşün temel savını; "İnsanların varlığını belirleyen onların bilinci değil, tersine onların bilincini belirleyen onların toplumsal varlığıdır" olarak özetleyebiliriz. Marx, artık tarihi "Üretim ilişkilerine bağlı olarak" ele almaya başlar ve mevcut endüstriyel kapitalizmin kaçınılmaz çöküşü üstünde çalışır!.. Bu dönem, daha sonra akademisyenlerin ayırdığı, Feuerbach etkisi görülen genç Marx'tan kopuş dönemidir. 1847 yılında yazdığı “Felsefenin Sefaleti” adlı kitabı, PierreJoseph Proudhon ve Fransız sosyalist düşüncesine bir eleştiri ve cevap niteliği taşır. 21 Şubat1848 tarihinde, Komünist Birlik ve Avrupa'daki bazı komünist grupların manifestosu olarak Marx ve Engels'in en ünlü çalışması “Komünist Manifestosu” yayımlanır. 1848 yılı, Avrupa'da köklü devrimlerin baş gösterdiği bir yıldır. Marx yakalanır ve Belçika'dan sınır dışı edilir. Radikal hareketlerin Fransa'da güçlenmesiyle Marx tekrar Paris'e davet edilir, geri dönerek devrimci hareketlere tanıklık eder. 282 El yazması Komünist Manifesto 283 1849 yılında tekrar Almanya'ya (Köln'e) geri döner ve “Neue Rheinische Zeitung” gazetesini çıkarmaya başlar. Bulunduğu sürede iki defa mahkemeye verilir, ikisinden de beraat eder!.. Gazeteye baskının artması sonucu, Paris'e döner!.. Fakat buradan da yollanır ve en sonunda Londra'ya iltica eder. Mayıs 1849’da, ömrünün sonuna kadar kalacağı Londra'ya yerleşir. 1851'de, “New York Herald Tribune” gazetesinde muhabir olarak çalışır. 1855'te, oğlu Edgar veremden ölür. Parasızlıktan ve kötü yaşam koşullarından dolayı, politik ekonomi üstündeki çalışması çok ağır ilerler!.. 1857'de,“Sermaye, Özel Mülkiyet, Ücretli Emek ve Devlet” üstüne yazdığı, 800 sayfalık çalışması vardır. 1858'de, çalışmalarını topladığı “Grundrisse” adlı kitabı ancak 1939 yılında yayımlanır. Politik iktisat alanındaki ilk kapsamlı çalışması, 1859 yılında yayımlanan “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” kitabıdır. Adam Smith ve David Ricardo'nun teorilerini tartıştığı “ArtıDeğer Teorileri“, 1862-63 arasında yazdığı el yazmalarından oluşmaktadır. Bu kitap, ölümünden sonra yayımlanmıştır. Her iki çalışma da Kapital'in taslaklarını ve çeşitli bölümlerini içerir. 284 1867'de dev çalışması, kapitalist üretim sürecini analiz ettiği “Kapital” adlı kitabının ilk cildi yayımlanır. İkinci ve üçüncü cildi üstünde çalışmalarını sürdürür ancak, bu ciltler ölümünden sonra Engels tarafından yayımlanabilecektir. “Kapital” adlı kitabın dev bir araştırma ve analiz olması ve o yıllarda Marx'ın sürdüğü sefalet, bu eserin tamamının yayımlanmasını geciktirmiştir. Bunların dışında, zamanının ve enerjisinin önemli bir kısmını Birinci Enternasyonal'e ayırması da, yazma sürecinin ağır işlemesine sebep olmuştur. Kongrenin düzenlenmesinde aktif olarak görev alan Marx, kongrede “Mikhail Bakunin” önderliğindeki anarşist sol akım ile ciddi fikir ayrılıkları ve çatışmalar yaşamıştır. 1872'de gerçekleşenLahey Kongresi'nde Bakunin'in, Marx'ın fikirlerini "Otoriter" olarak değerlendirmesiyle, iki grup arasında büyük çekişmeler yaşanmış, sonunda Bakunin ve anti-otoriter çevreler kongreden ihraç edilmiştir. Paris Komünü sırasında yaşananlar, Lahey Kongresi'ndeki fikir ayrılıklarının da önemli bir bölümünün kaynağıdır. Bu bölünme Marx'ı da derinden etkilemiş ve “Fransa'da İç Savaş” makalesiyle Paris Komünü'nü savunmuştur. 1875'te yayımlanan “Gotha Programı'nın Eleştirisi” devrim stratejisi, proletarya diktatörlüğü, kapitalizmden komünizme geçiş ve işçi sınıfı partisi konularını ele alır. Bu kitapta, "Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre" prensibinin, komünist toplumun sloganı olması gerektiğini beyan eder. Karl Marx, bir Prusya baronunun eğitimli kızı Jenny von Westphalen ile19 Haziran1843 tarihinde evlendi. Marx ve Westphalen ailelerinin istememesi yüzünden bu beraberlik, önceleri saklı kaldı!.. 285 Aile, 1850'li yıllarını yokluk içerisinde,Londra'nın Soho semtinde bulunan üç odalı bir evde geçirdi. Marx ve Jenny'nin bu yıllarda dört tane çocuğu oldu. Daha sonra Jenny üç çocuk daha doğurmuştur, fakat yedi çocuktan sadece üç tanesi hayatta kalarak, ergenliğe erişebildi. Kızı Eleanor da, babası gibi komünist oldu ve onun çalışmalarının düzenlemesini yaptı. Manchester'da aile işini yürütmekte olan Engels, bu yıllarda Marx'ın en büyük maddi destekçisi oldu. “New York Daily Tribune” gazetesinde muhabir olarak çalışan Marx, buradan bir miktar para alıyordu. Aile, 1856 yılında Jenny'e kalan miras sayesinde, gene Londra civarında sağlıklı bir yere taşındı. Marx, hemen, hemen bütün hayatını kıt kanaat geçirdi ve yokluk peşini hiçbir zaman tam olarak bırakmadı. Marx, yaşadığı dönemde dünya çapında ünlü bir isim sayılmasa da, ölümünden kısa bir süre sonra, düşünceleri dünya işçi hareketine yön vermiştir. Marksist Bolşeviklerin Rusya'da gerçekleştirmesi bunun en büyük örneğidir. Ekim Devrimi'ni 20. yüzyılda, dünyada Marksist düşünce, hemen, hemen bütün ülkelerde taraftar bulmuştur. Marksizm, akademik ve politik çevrelerde en çok tartışılmış konulardandır. Marx, Komünizmin kuramsal kurucusudur. Bir çok politik ve sosyal konuda fikri olmakla beraber, en çok Komünist Manifestosu'nun (1848) giriş cümlesinde özetlediği tarih analiziyle tanınır; "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir!.." 286 Marx, bütün sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmin de kendini yok etmeye yol açacak içsel dinamikler barındırdığına inanırdı. O’nun düşüncesine göre; “Nasıl ki kapitalizm, eskimiş feodalizmin yerini aldıysa, sınıfsız bir toplum olan komünizm de, "Devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı" esası içinde siyasal geçiş sürecinden sonra, onun yerini alacaktır!..” Marx, sosyo-ekonomik değişimlere, belirli bir tarihsel zorunluluk perspektifinden bakardı!.. O’na göre; “Kapitalizm, yapısal durumunun dinamiği ve çatışması sonucu, yerini komünizme kesinolarak bırakacaktı!.. Çünkü, modern sanayinin gelişmesi, burjuvazinin ayaklarının altından bizzat ürünleri, ona dayanarak ürettiği ve mülk edindiği temeli çeker alır. Şu halde, burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarıdır. Kendisinin devrilmesi ve proletaryanın zaferi aynı ölçüde kaçınılmazdır!..” Marx, bu değişimin organize bir devrimci hareketle geleceğini düşünürve “Bu değişim, ancak uluslararası işçi sınıfının birleşik hareketiyle meydana gelecektir, komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda var olan öncüllerden doğarlar.” der!.. 287 (Karl Marx 1839. Karakalem) Aralık1881'de, karısı Jenny'nin ölümünden hemen sonra, Marx'ın da sağlığı bozuldu!.. Son on beş ayını “Katar” hastalığıyla geçirdi. Bu hastalık,bronşit ve plöreziye yol açmış, Karl Marx 14 Mart1883 tarihinde hayatını kaybetmiştir. Öldüğünde uyruksuzdu!.. Londra'daki mezar taşının üst bölümünde; "Komünist Manifestosu’nun” son cümlesi büyük harflerle yazılıdır; “BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ, BİRLEŞİN!..” Alt bölümünde ise; “Feuerbach Üzerine Tezler” kitabının 11. Bölümünün sonu yer alır; “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli şekillerde yorumlamışlardır, oysa sorun onu değiştirmektir!..” Engels ve Liebknecht dışında Charles Longuet ve Paul Lafargue de cenazeye katılmıştı. Liebknecht Almanca, Longuet Fransızca birer konuşma yaptı, Fransa ve İspanya'daki işçi partilerinden gelen iki telgraf okundu. Engels'in konuşmasıyla; 288 “14 Mart günü, öğleden sonra üçe çeyrek kala, yaşayan düşünürlerin en büyüğü artık düşünmez oldu. Sadece iki dakika yalnız bıraktıktan sonra, odaya girince, onu koltuğunda rahat, rahat ama sonsuzluğa dek, uyumuş bulduk,” Toplam onbir kişinin katıldığı cenaze töreni tamamlandı. Marx’ınfelsefesinde, “Düşünce ve Eylem” birleştirilmiştir!.. O’na göre; Toplumsal ilişkiler, üretici güçlere sıkı sıkıya bağlıdırlar. Yeni üretici güçler sağlamak için, insanlar kendi üretim biçimlerini değiştirirler; kendi üretim biçimlerini değiştirmek, yaşamlarını kazanma yollarını değiştirmek için de bütün toplumsal ilişkilerini değiştirirler. Yel değirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise sınaî kapitalistli toplumu. Marx, “Toplumdaki sınıfların üretim biçimlerine bağlı olarak, oluştuğunu, bir sınıfı oluşturan insanlar kendi istekleri yahut bilinçleriyle bir araya gelmiş değildirler, her sınıfın da kendi çıkarına farklı bir isteği vardır, bu da toplumda çatışmaya yol açar. İnsanlık tarihinin en kalıtımsal özelliği sosyal sınıfların çatışmasıdır” der!.. Marx,Tarihsel materyalizm kuramıyla; “Üretim ilişkilerinin ve ekonominin mevcut sistemin dinamiği olduğu ve maddî koşullara göre toplumun yapısının belirlendiğini, insanların öncelikle, "yaşamlarını sürdürmek gayesiyle içmek, yemek, barınmak ve giyinmek" gibi gereksinmeleri karşılamak için ilişkiye girdiklerini” öne sürer!.. Marx’a göre; “Yanlış bilinç de, toplumda önemli bir yere sahiptir. Üretim araçlarına sahip sınıf, aynı zamanda kendi dünya görüşünü de alt sınıflara pompalar. Böylece, proletarya kendi çıkarının nerede olduğunu göremez, düzeni değiştirme şansının olmadığını düşünür. Olayları, devrimci bir düşünceden uzak olan, din veya insan çerçevesinden görür.” 289 Marx, “Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı” adlı kitabında şöyle der; “Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışa vurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din, ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, manevî olanın dışlandığı toplumsal koşulların maneviyatını oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor!..” Marx ve Engels, Batı toplumlarının gelişmesini ve geleceğini, birbirini takip eden ilk dört döneme ayırır ve beşinci olarak gelecekte yaşanacağını varsaydıkları komünizm dönemini öngörür. Şöyle ki; İlkel komünizm: Avcı ve toplayıcı dönemde, paylaşılan mülkiyete ve ilkel demokrasiye dayanan kooperatif aşiretler, kabileler. Kölelik: Toplumun kabileden şehir devlete geçtiği, köleliğin, özel mülkiyetin ve aristokrasinin doğduğu, tarımın yaygın olduğu dönem. Feodalizm: Kralın da dâhil olduğu aristokrasinin yönetici sınıf haline geldiği, dinin önemli bir yer tuttuğu üçüncü dönem. Kapitalizm: Burjuva sınıfının yönetici, proletaryanın da ezilen sınıf olduğu, parlamenter demokrasinin yaygın olarak politik sistem olduğu, piyasa ekonomisinin işlediği ve üretim araçlarına ağırlıkla özel mülkiyetin sahip olduğu dönem. Komünizm: İşçilerin devrim yaparak kapitalistleri kovduğu ve devletsiz, sınıfsız, mülkiyetsiz bir toplumun yarattıkları beşinci dönem. 290 Marx'a göre; “İnsanın kendi emeğine yabancılaşması (meta fetişizmine dönüşen süreç), kapitalizmin en belirgin niteliğinden biridir. Kapitalizmden önce, Avrupa'da üreticiler ve tüccarlar mal alıp satardı. var olan piyasalarda Kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle birlikte emeğin kendisi bir mal (meta) halini almıştır.İnsan, artık yaptığı ürünü değil, kendi emek gücünü belirli bir ücret karşılığında anlaşarak satmaktadır. Emek gücü, insanın zanaatçılığından farklılaşarak sistemin devamlılığını sağlayan, tamamıyla alınıp satılabilen bir araç haline gelmiştir. Emek gücünü satmak zorunda olanlara proletarya, bu emek gücünü satın alan, genellikle mülk ve üretim teknolojisine sahip gruba da burjuva denir. Proleterler, kapitalistlerden sayıca ve kaçınılmaz olarak fazladır. Endüstriyel kapitalistler, tüccar kapitalistlerden ayrılır. Tüccar bir piyasadan bir malı alır ve diğer bir piyasada, piyasadaki arz ve talep kanunlarına bağlı olarak, daha yüksek bir fiyattan satar ve böylece bir arbitraj oluşturur. Öte yandan Endüstriyel kapitalistler, üretilen maldan bağımsız olarak,emek piyasası ile piyasa arasındaki farklılıktan yararlanır. Her başarılı endüstrinin birim maliyetinde, girdisi ile birim fiyatı çıkışı arasında bir fark bulunur. İşte, bu farkartı değerdir ve bu artı değer kaynağını işçinin ürettiği artı emekten alır, bu el konulan artı değer ise kapitalist kazancın esas bölümünü oluşturur!..” 291 Marx ve Engels, “Komünist Manifesto”da; “Burjuva sınıfı, tarihte daha önceden görülmemiş devrimci bir rol oynamıştır!.. Amabukapitalizmin yaşayacağı krizleri bütünüyle engelleyemeyecektir!.. Çünkü teknolojinin sürekli gelişmesi, ekonominin büyümeye endeksli olması ve kârın arttırılması gerekliliği, kapitalizmi periyodik krizlere mahkûm edecektir!... Bu büyüme, kriz ve tekrar büyüme süreci sonunda her defasında bir öncekinden daha ciddi bir kriz yaşanacaktır, çünküartıdeğeri oluşturan artı emektir!.. Sonunda proletarya üretim araçlarına el koyacak ve herkese eşit biçimde dağıtacaktır!.. Uzlaşmak ihtimali mümkün değildir, çünkü kapitalist sistemde bu uzlaşmanın sınıf farklılığını ortadan kaldırma şansı yoktur!.. Aksine, kapitalistler önceki avantajlı durumunu devam ettirmek için şiddete başvuracaktır!.. İşte, bu geçiş sürecinde iyi organize olmuş devrimci bir gücün ortaya çıkıp, idareyi ele alması gerekir” der!.. Marx, Gotha Programı'nın Eleştirisi'nde şöyle yazar; “Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz!..” 292 FriedrichEngels (1820-1895) 19. yüzyıl Alman Politik Filozofu Friedrich Engels, doğumu 28 Kasım 1820 Barmen (şimdiki Wuppertal) , ölümü 5 Ağustos 1895 Londra. Yüzyılın Alman uyruklu politika filozofudur. Karl Marx’la beraber, Komünist Manifesto’yu (1848) yazarak komünist kuramın geliştirilmesinde önemli bir rol aldı. Karl Marx hayatını kaybettikten sonra Karl Marx'ın en önemli eseri Das Kapital'in son iki cildini tamamladı. Engels, şimdiki Wuppertal'da doğdu. Bir Alman tekstilcinin en büyük oğluydu. 17 yaşında iken, babası onu Manchester’daki pamuk fabrikasının yönetimine yardımcı olması için İngiltere’ye gönderdi. 293 1833 yılında, tanık olduğu yaygın yoksullukla sarsıldı. Fabrikada 3,5 yıl çalışıp ayrıldı ve maden ocaklarında işçi olarak çalışmaya başladı. Aynı zamanda, bazı gazetelere haftalık makale gönderiyordu. Gençlik yılları sefalet içinde geçip, gidiyordu. Günde 18 saat mesai yapıyor, geri kalan zamanında da komünist kuram üzerine makaleler yazıyordu. Babası'nın ölümünden 2,5 ay sonra annesini de kaybetti. Kendisi gibi maden ocaklarında çalışan kardeşleri 1842'de tünel çökmesi sonucu hayatlarını kaybettiler. Engels artık yalnızdı. Ailesi yoktu. Zaten anne ve babasıyla iyi geçinemediği için evden ayrılmıştı. 1845 yılında İngiltere'de “Emekçi Sınıfların Durumu” konulu bir makale yayınladı. Aynı yıl, editörlüğünüParis’teki Karl Marx’ın yaptığı “Franco-German Annals” adlı dergiye yardım etmeye başladı. Marx, Engels ile kişisel olarak tanışmasının ardından, onunla kapitalizm üzerine aynı bakış açısına sahip olduklarını fark etti. Marx, Engels'e ve fikirlerine büyük hayranlık duyarak Engels ile birlikte çalışmaya karar verdi. Marx'ın 1845 Ocağında Fransa’dan sürülmesinden sonra, diğer Avrupa ülkelerine nazaran daha fazla ifade özgürlüğü vaat eden Belçika’ya gitmeye karar verdiler. 1845 Temmuz'unda Engels, Marx’ı İngiltere’ye götürdü. Burada Engels, İrlandalı emekçi bir kadın olan Mary Burns’le tanıştı. Mary Burns Engels'e âşıktı. Engels 1848 devrimine hazırlanırken Mary Burns'a bir mektup yazdı. 294 “ Sevgili Mary, Biliyorum ki bana karşı derin hisler besliyorsun. Bu hiç gözümden kaçmadı. Ama şunu bilmeni isterim. Hayat şartları çok zor. Ve bunu en iyi işçi sınıfı anlar. Beni yanlış anlamayacağını biliyorum. Ama şu güne kadar hiçbir kadınla evlenmedim. Evlenmeyi de, asla ama asla düşünmüyorum. Babanın seni evlendirmek istediği Sir Dawson ile evlen. Mutlu olmasan bile olmaya çalış. Ben işçilerle beraber kurtuluşa giden kutlu yolda, devrim kervanını hazırlıyorum. Mutluluklar. ” Seni kendinden çok seven Friedrich Engels” Mary Burns mektubu okuduğu gece kendini zehirleyerek intihar etti. Engels, bu olaydan çok etkilendi. Engels, yaşadığı bir başka olayı da esas alarak, kendine göre, “Burjuvazi de Kadının yeri” konusunu şöyle yorumlar; “Kaldığım otel'in resepsiyonunda bir kadın ve yanında da kısaşişman bir adam gördüm. Uzaktan izlemeye başladım. Adam kadını bir köşeye çekti ve yüzüne iki yumruk attı. Ve yüksek sesle bağırdı; "Bana bak lanet fahişe! Şimdi odaya çık ve o adamı memnun et." Ben bunu duyunca kadının odaya çıkmasını engelledim. Polis çağırarak adamı tutuklattım. Kadına bir bilet parası verdim. O’na, Manchester'daki fabrikama gidip çalışmasını ve fabrikaya gittiğinde benim adımı vermesini söyledim, bir de kartımı verdim. İnanmadıkları takdirde kartımı göstermesini ve kendisini işe mutlaka alacaklarını söyledim. Ama kadın hızlı adımlarla yukarıya odaya çıktı. Ben biraz bekledim. Kadın odadan inince ona şunları söyledim;“Para her kapıyı açar, ama kilitleyemez!..” ” 295 O’na göre, onun gibi olanlar;“Ben vaktimi, kadınlarla geçirip cinsel arzularımı tatmin edeceğime, ezilen işçi sınıfını bulunduğu bataklıktan çıkarmayı yeğlerim. Üstelik kadın cinsel eğlence aracı değildir. Asla,böyle aşağılık bir yerde olmamalıdır. Kadını, bir köpek gibi eğlenme amaçlı görenler ise, Burjuvalardan başkası değildir.” Friedrich Engels bu ve bu durumda olan kadınları, Burjuvazi'nin ve Kapitalizm’in ağına yakalanmış “Zavallı akılsızlar” olarak tanımlıyordu!.. Bunun yanında, tek eşli evliliğin, erkeklerin kadınlar üzerinde baskı kurmak için ortaya attığı tek taraflı bir yalan olduğunu söyleyerek “Feminist kuramın” kurucularından oldu!.. Bu bağlamda, komünist kuramı aileyle ilişkilendirerek, erkeklerin kadınlar üzerindeki hâkimiyetinin, tıpkı kapitalist toplumlarda burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki hâkimiyetine benzediğini iddia etti!.. Engels,bu arada içlerinde George Harney’in de olduğu Çartist hareketin liderleriyle tanıştı. 1846 Ocağında, Engels Marx'ı da yanına alarak Brüksel’e döndü. Burada “Komünist Yazışma Komitesini” kurdu. Amacı, Avrupa’nın çeşitli bölgelerindeki sosyalist liderleri birleştirmekti. İngiltere’deki sosyalistler, Engels'in fikirlerinden etkilenerek Londra’da bir toplantı düzenlediler ve “Komünist Birlik” adı verilen yeni bir organizasyon oluşturdular. Engels, buraya bir delege olarak katıldı ve eylem stratejisinin geliştirilmesine öncülük etti. 1847 yılında Engels ve Marx birlikte bir broşür yazmaya başladılar. Engels'in amacı, “Komünizmi, kitleler için anlaşılabilir kılmaktı!.” 296 Temelini Engels’in “Komünizmin İlkeleri” adlı kitabının oluşturduğu, bu 12.000 kelimelik broşür altı haftada bitirildi. “Komünist Manifesto” adı verilen bu broşür,1848 Şubatında yayımlandı. Ama yayımlandıktan henüz 1 ay sonra, Engels ve Marx Belçika’dan kovuldular. Köln’e taşındılar ve Marx, radikal bir gazete olan “Yeni Ren” gazetesini, Engels'in desteğini alarak, çıkarmaya başladı. Engels, 1848 devriminin önderiydi. Ve bu ayaklanma ilk ciddi Sosyalist ayaklanma idi. Bu ayaklanma, sonra ki komünist ayaklanmaların en büyük ilham kaynağı olmuştur!.. Engels, Elberfeld’deki ayaklanmada aktif olarak bulundu, Prusyalılara karşı düzenlenen Baden Seferi’nde Baden-Palatinate ayaklanmasındaki serbest güçlerin komutanı olan August Willich’in yaveri olarak savaştı. Aslında, bu yaverlik bir aldatmacaydı, çünkü August Willich tüm emirleri Engels'den alıyordu. Engels, bir yandan Marx ailesini geçindiriyor, hem fikri mücadele veriyor, hem de serbest güçlerin fikri ve askeri sahada stratejik önderliğini yapıyordu. 1849 yılında İngiliz hükümetine diğer ülkelerden baskı başladı! Başta Engels olmak üzere, birçok sosyalist liderin sürülmeleri isteniyordu! Başbakan Lord John Russell bunu reddetti. 1870’te Londra’ya taşınmadan evvel, Engels, Marx’a yeterli geliri sağlayabilmek için Manchester’daki fabrikasında çalışmaya gitti. Marx'ın, 1883'te ki ölümünden sonra Komünist kitle Engels’i, O ölene dek fikri ve askeri alanda önder kabul ettiler. 297 Engels, 1895 yılında Londra’da, bir otel odasında tek başınayken çalışma masasında makalesini yarım bırakmış bir halde ölü bulundu. Ölüm sebebi boğaz kanseriydi. Engels, “Para'nın olmadığı bir dünya” istiyordu. Engels'in tüm fikirleri Marx'ı çok büyük bir etki altında bıraktığı gibi, bu fikride Marx'ta derin bir etki bırakmıştır!.. 298 Sosyal Haklara Geçiş Sevgili Gençler, Artık, insanlık 19. yüzyıla gelmiştir!.. Burjuvazinin geliştirdiği sanayileşme sonucu insanlar yeni bir kültürün ilkelerini yaşamağa başlamıştır!.. Temel ilkeleri “Durgunluk ve Tutuculuk” olan Tarım Kültürü’nün yerini, Temel ilkeleri “Sürekli yenilenme ve Sürekli Hareket” olan Sanayi Kültürü almıştır! Sürekli büyüyen fabrikalarda, biriken ve çoğalan bir sınıf oluşmuştur, İşçiler!.. Bir süre sonra, bunlar mevcut düzenden mutsuz olarak çalışma şartlarının iyileştirilmesi için isteklerde bulunurlar! Bireye karşı, toplumu savunan” görüşler ortaya çıkar! Marx gibi, Bonalt gibi, Durkheim v.b. gibi düşünürler!.. Bonalt; “İnsan ancak toplum içinde var olabilir. İnsanı insan yapan toplumdur” derken, Durkheim; “Toplumun kendisini meydana getiren insanlardan ayrı bir gerçek olduğunu” savunuyordu. Marx; “Liberalizm de var olan özgürlükler bütün insanlar için değil, bundan yararlanabilmek gücünü bulanlar içindir. Bireyin gerçek özgürlüğü, insanın insan tarafından sömürülmesinin engellenmesiyle sağlanabilir ve ancak böylelikle sınıfsız bir topluma varılabilir. O halde, herkesin özgürlüğe kavuşması için, olanaklı olan insanların kullanabildiği özgürlükler sınırlandırılmalıdır” görüşündeydi. 299 Sürekli yenilenen ve büyüyen fabrikalarda bir araya gelen işçiler bu görüşlere de dayanarak, 1830, 1848 yıllarında ayaklanmışlar ve çalışanlara bazı hakların tanınması talebinde bulunmuşlardır. Örnek olarak; Angarya Yasağı.... Çalışma saatlerin sınırlandırılması.... Ücretli hafta tatili.... Yıllık ücretli izin…. gibi!.. Bugün, bu haklara “Sosyal Haklar” diyor ve Anayasalaraayrı bir bölüm halinde, tek, tek yazıyoruz. Tekrar oluyor ama yinelemek zorundayım; “Peygamber, Evliya, Filozof, Düşünür, adını ne korsanız koyun, bunlar o tarihte birlikte yaşadığı ve otorite tarafından ezilen, mutsuz ve sıkıntıdaki insan için üzülen duygulu insanlardır!.. Bu insanlar, üzüle, düşüne sonunda çözüm olarak, kurtuluş teorilerini ortaya koyarlar!.. Eğer bir teori, yığınların ve bunların içinde gelişen kesimlerin menfaatine geliyorsa, otoritedeki zayıflamaya bağlı olarak, toplumca benimsenir ve iktidara gelir!.. Ne zamana kadar? Yetemeyeceği zamana kadar!..” İşte, insanoğlu var olduğundan bugüne, bu böyle olmuş ve olmaktadır” demiştim!.. Soruyorum; Acaba, sanayileşme sonucu fabrikalarda bir araya gelen işçilerin, “Toplum içinde yaşamak zorunda olan insanın, sosyal hak ve özgürlükleri de vardır”diyen, toplumcu görüşleri benimsemesinde de menfaat beklentisi yok mudur? Bu taleplere dayalı olarak, artık otoritede; “Mevcut düzenin devamının sağlanmasının ancak Sosyal Hakların tanınmasından geçeceğini” fark etmiştir!.. Ve Anayasalara bir kısım Sosyal Haklar yazılmıştır. 300 Böylece, Grev Hakkı, Toplu İş Sözleşmesi Yapma Hakkı gibi toplumda patlamayı önleyecek hakların gelişmesine olanak tanınması, düzenin sosyalleşerek devamını sağlamıştır. Buna rağmen, 20. yüzyıl başlarında, bu toplumcu görüşleri dayanak yapan devletlerin varlığını görüyoruz; Örneğin; Marx, Engels ve Lenin gibi düşünürlerin savunduğu toplumcu bir anlayışa dayalı, 1917 yılında Rus İhtilal ini takiben Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinin kurulması gibi!.. Bonalt, Durkheim ve benzeri toplumcu düşünürlerin etkisi ile “Ulusu ön plana çıkarmak için, bireyin hakları kısıtlanabilir” fikrine dayalı olarak faşist Mussolini İtalyası ve Hitler Almanyasının kurulması gibi!.. Bu sistemlerde amaç devlet oluyor, birey ise devlet için çalışan araç kabul ediliyordu. Toplumun esenliği ve mutluluğu karşısında, bireyin esenliği ve mutluluğu önemsiz sayılıyordu!.. 301 Pragmatizm Bu arada, bir güç olarak Amerika Birleşik Devletleri de ortaya çıkar!.. Bir dünya düşünün, orada yaşayan insanlar, “Dünyasını, fikir kuruntuları ile değil, maddî gücüyle, iradesiyle, ilmiyle ve doğayı değiştire, değiştire, gerçekleri göre, göre yaratıyor!..” Buna “Amerikan kafası” diyebilirsiniz!.. Bu Amerikan kafası, “Sürekli yaşamak, daha güçlü yaşamak mücadelesi veren insanların” anlayışıdır. Elbette ki, kısa zamanda böyle bir uygarlığı yaratan insanlardan “Hakikat yapabildiğimiz şeylerdir” anlayışından başka bir düşünüş bekleyemezsiniz! Fikir kuruntuları onu doyurmaz, çünkü dünyasında yok!.. Ama bu anlayış, insanı makine olarak da görmemelidir!.. İşte, Williams James adlı bir filozof bu “Amerikan Kafası” anlayışına hümanizmi katmağa çalışır!.. Williams James, şöyle demektedir; “Rasyonalist felsefe; insanın hakikati kendinde bulundurduğu esasını kabul etmekte, Ampirist felsefe ise; insan değil, doğa vardır esasına dayanmaktadır. Ancak, ortadaki gerçek, insanın yapabildiği somut eserlerdir. O halde insanı, ortaya koyduğu somut eserlerle tanımlayabiliriz. İnsan her şeyin değer ölçüsüdür. Çünkü yaratıcı bir iradedir. Onu, yaptığı işlerle, meydana getirdiği eserlerle tanımlayabiliriz!..” 302 Gördüğünüz gibi, W. James veonunla ayni felsefeyi savunan John Duvey “Yaratıcı insanı” ölçü almaktadır. John Duvey “Amerikan Terbiyesi” adlı eserinde; “Teknikte ne kadar ileri giderse gitsin, o topluluk bireyi sayı olarak görürse tam bir ulus olamaz!.. Her insan bir iş yapmak durumundadır ve bunun sonucu olarak her insan bir tecrübedir” diyerek, insanın yaptığı işle insan olmanın farklı kıymeti içine girebileceğini savunur. Görüyorsunuz, bu yönüyle “Pragmatizm” insanı makine gibi gören katı ve acımasız Amerikan anlayışına “Hümanist bir değer” katmaktadır!.. 303 William James (1842 – 1910) William James, Pragmatizm’ in kurucusu olan ABD’lifilozof. 304 İrlanda asıllı zengin bir göçmen ailenin çocuğudur. Önceleri düzenli bir öğrenim göremedi. Sonradan Harvard Üniversitesi'nde tıp ve tabiat bilimleri tahsili yaptı. 1869'da tıp doktoru, 1885'de Harvard Üniversitesi'nde profesör oldu. Burada fizyoloji, biyoloji, felsefe ve psikoloji dersleri verdi. İlk önemli eseri “Psikolojinin Prensipleri” dir (1890). Felsefî sistemin kitabında ortaya koydu. esaslarını Felsefî görüşü kavramlarına dayanır!.. “Pratiklik, “Pragmatizm” faydalılık ve (1907) adlı verimlilik” James'e göre; “Bilgi, kişilik, bilinç, gerçek düşünce gibi şeyler faydalılık, verimlilik, pratiklik ölçüsüyle değerlendirilmelidir!Mühim olan teori değil, iş ve uygulamadır! Hayatta var olan, uygulanabilen ve bir etki meydana getiren şey, gerçektir!.. Zihnen ve soyut olarak ne kadar doğru olur veya görünürse görünsün, pratiği olmayan ve hayatta bir etki meydana getirmeyen şey bir değer ifade etmez ve gerçek de sayılmaz.” Bu anlamda din, James'e göre, tümüyle doğrudur. Din konusunda, dinin sonuçlarına bakarak yargıda bulunmak gerekir. O, dinin metafizik bir değere sahip olup, olmadığını bilmediğini söyler. Fakat din, James'e göre her durumda toplum için yararlı bir varsayımdır. 305 Felsefede, Ahlâk Meselesi Gençler, Artık, 1900‘lu yıllara “Ahlâka” sarılmaya başlar!.. gelinmiştir. Bocalayan felsefe Nitekim, 20. yüzyıl filozoflarının ağırlıklı olarak “Ahlâkı” ele aldıklarını görüyoruz. Fenomenoloji Mektebi, Existansialist Felsefe, Pragmatizm bu ağırlıktadır.(İşlediğimiz Niechte, Sartre, Williames James v.b. düşünürlere bkz.) Şunu bilmeliyiz ki; Felsefede Ahlâk meselesi temel meseledir. Her devirde, her filozofun felsefesi içinde Ahlâk irdelenir. Ancak, 20. yüzyıl felsefelerinde bu “Temel mesele” olmuştur. Bunun nedeni olarak, “İlerleyen tekniğin insanı maddeye hapis etmesini ve yaşanan Dünya Savaşlarının korkunç bir ahlâk buhranına sebep olmasını” gösterebiliriz. Şimdi, ben size “Sartre”ın, Existansialist Felsefesini özetleyeceğim!.. 306 Jean-Paul Sartre (1905 – 1980) Jean-Paul Sartre (tam adı Jean-Paul Charles Aymard Sartre), 1905’te Paris'te doğan; 1980'de Paris'te ölen Fransız yazar ve filozof. Felsefî içerikli romanlarının yanı sıra, her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği “Varoluşçu Felsefesi” ile de yer etmiş; bunların yanında “Varoluşçu Marksizmi” şekillendirmesi ve siyasal alandaki aktifliğiyle 20. yüzyıla damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur. O, kişiliği ile de gerçek bir entelektüeldir. “Varoluşçulukfelsefesinde” ilk olarak görülen, insanın “Önceden-tanımlanmamış” bir varlık olarak ele alınmasıdır. O’na göre; “İnsan, kendi yaşamını, ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler!.. Bu, "Varoluş özden önce gelir" sözünün anlamıdır! Kahraman ya da alçak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda, varoluşçu felsefede, “İnsan, ahlâklı bir varlıktır!..” 307 Bu felsefe de, “İnsan kendi özgürlüğüne de mahkûm edilmiştir” denilerek, özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur. Öte yandan, “Hümanizm” Sartre'ın felsefesinde önemli bir yöndür. Sartre kendi felsefî konumunu ifade etmek için ısrarla, hümanizmi vurgular ve “Varoluşçuluk Hümanizm’dir” der. “Diyalektik Aklın Eleştirisi” kitabında Sartre, tarihsel bir perspektif olarak “Marksizmi” kesin bir şekilde önerir ve "İnsanlık tarihinin tek geçerli yorumunun Marksizm ya da Diyalektik Materyalizm olduğunu” söyler. Hem savunduğu, hem de uyguladığı “Aydın Tavrı” Sartre'ı entelektüeller arasında özel bir konumda tutar. Nedir bu Aydın tavır? Gelin irdeleyelim. Sartre’ın “Aydın tavrı”; “Hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız bir konumda bulunup, hem de sıkı bağlanımları gerektiren pek çok politik tavrı kuşkuya ya da tutarsızlığa düşmeksizin ve zamanının bütün sorunları konusundaaktif bir tavır sergileyebilmektir” Sartre’dan,"Çağının tanığı ve vicdanı" diye söz edilmektedir. İşte, Sartre'ı Sartre yapan sergilediği bu aktif aydın tavrıdır!.. O, aydın insanı da; “İster eylem alanında, ister yazı masasında olsun, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçeklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyenkişidir” diye tanımlar!.. Özetlediğim Varoluşçuluğu, bu felsefenin edebiyattaki yetkin temsilcisi olarak kabul edilen Dostoyevski'nin özlü sözü ile bitirmek isterim; "Her insan, herkes; karşısında ki her şeyden sorumludur". 308 Yirminci Yüz Yılda İnsan Hakları Sevgili Gençler, Bu arada dünya savaşları yaşandı!.. 1939 ila 1945 arası süren son savaşta 20 milyon birey öldü! Pek çok insan sakat kaldı. İnsanlık böyle bir acıyı bir daha yaşamak istemiyordu! Savaş sonrası peş, peşe bildiriler yayınlandı, kurumlar oluşturuldu, Anayasa’lar yeniden yazdırıldı!.. Şöyle sayabiliriz; Evrensel İnsan Hakları Bildirisi!.. Avrupa İnsan Hakları Bildirisi!.. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu!.. Avrupa İnsan Hakları Divanı!.. Birleşmiş Milletler Teşkilatı!.. Yeni yapılan Anayasalar!.. 309 Belli bölümlerde hep; “Peygamber, Evliya, Filozof, Düşünür, adını ne korsanız koyun, bunlar o tarihte birlikte yaşadığı ve otorite tarafından ezilen mutsuz ve sıkıntıdaki insan için üzülen duygulu insanlardır. Bu insanlar, üzüle, düşüne sonunda çözüm olarak kurtuluş teorilerini ortaya koyarlar. Eğer bir teori, yığınların ve bunların içinde gelişen kesimlerin menfaatine geliyorsa, otoritedeki zayıflamaya bağlı olarak, toplumca benimsenir ve iktidara gelir. Ne zamana kadar? Yetemeyeceği zamana kadar!..” diyerek, sizlere sorular yöneltmiştim. Onu anımsatarak, “Temel hak ve özgürlükler” anlayışının Osmanlı İmparatorluğunda “Neden gelişemediğine” özet olarak değinmek istiyorum. 310 Osmanlı’larda Temel hak ve özgürlükler Ortaçağ düşünürlerini incelerken, Semavî Dinlerin bir özelliğinin “Bütün insanlar Allah’ın kuludur” esası sebebiyle, kişilerin eşitliği ilkesinden söz etmiştik. İslam dininde “Allah indinde bütün yarattığı insanlar arasında ister Musevi, ister Hıristiyan, ister Müslüman olsun bir fark yoktur” anlayışı, samimi ve açık olarak Osmanlı yaşamına geçirilmiştir. O anlayışta, yalnız Padişah, dinden aldığı yetki ile herkese hükmetme, başka değişle şeriatı uygulama hakkını haizdir! Osmanlı Padişahları da, bu hakkı mutlak ve katı bir şekilde uygulamışlardır! Doğal olarak, Müslüman olmayan Osmanlı uyruklarına şeriat hükümleri uygulanamayacağından, onlara “Azınlık hakları” denilen bir hukuk rejimi uygulanmıştır. Bu sebeple, Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan insanlar arasında genel bir eşitlik uygulaması açık olarak görülmüştür. Gene, her imparatorlukta görülen bir politika olarak, Padişah da, hükmettiği hudutlar içinde Osmanlının devamını korumak için yerelliği korumuş ve o yerde yaşayan insanları inanışıyla ve yerel idaresiyle özgür ve bağımsız bırakmıştır. Hatta, yabancılara ve Müslüman olmayanlara bazı ayrıcalıklar da (kapitüler) tanınmıştır. İslam din yapısının bir ruhban sınıfı oluşmasına olanak tanımaması sebebiyle, Osmanlı’da bir otorite olarak ruhban sınıfı oluşmamıştır. 311 Keza, bir aristokrat sınıfı da oluşmamıştır. Zaten, bir vezir biraz para sahibi oldumu Padişah ona cami ve sair hayır yapması mecburiyetini yüklermiş!.. Kısaca, yalnız ve mutlak otoritenin hem dinî yönden ve hem de siyasî yönden tek kişi olan Padişah’ta toplanmış olması, Hıristiyan dünyasında görülen otoriteler arası çekişmeleri Osmanlı’da yaşatmamış ve bu sebeple iktidarın sınırını belirlemek için, otoriteler arası anlaşmalar yapılamamıştır. İşte, bu yapı sebebiyle, Osmanlı’da Padişah’ın otoritesini sınırlayan ve Batıda görülen anlamda “Kişi haklarını içeren bir belge” göremiyoruz. Çünkü bu uğurda kavga veren insanlar olamamıştır. Ancak, tepeden inme olarak yürürlüğe konulan; - 1839 yılında “Gülhane Hattı Hümayunu”, 1856 yılında açıklanan “Islahat Fermanı”, 1876 yılında yapılan “Anayasa” sı, kamu haklarından söz eden yazılı belgelerdir. Ne var ki, bunların hepsi İmparatorluğu mutlak yöneten Padişahın iradesiyle yapılmış belgelerdir. Elbet, yapılması için Padişahı harekete geçiren bazı nedenler vardı. Ama bu nedenlerin içinde, toplumun talebini ve direnmesini bulamayız. Biz de, “Temel Haklar ve Ödevler” ile “Sosyal Haklar ve Ödevler” bölümlerini içerir uygar Anayasalar, Kurtuluş Savaşı sonrası çizilen sınırlar içinde oluşan, genç Türkiye Cumhuriyeti’nde yapılan 1924 Anayasası, 1961 Anayasası, 1982 Anayasası’dır. Ayrıca, Genç Cumhuriyet, “İnsan Hakları” ile ilgili olan her evrensel nitelik taşıyan bildirileri ve onun kurumlarını kabul etmiş ve kanunlaştırmıştır. 312 Semavî Dinlerde Saçları Örtme Meselesi Sevgili Gençler, İnsan hakları konusunu sonlandırırken, güncel konu olan ve herkesin üzerinde bir şeyler söylediği,“Başörtüsü veya türban olayının insan hakları içindeki yeri” konusuna değinmek kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü bu olayı “İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ, KİŞİ HAKLARI” kavramları içinde görenler var. Acaba bu böyle mi? “Kadının örtünmesi, özellikle saçlarının görülmemesi” anlayışı, Semavî Dinler’de müşterek bir kural olarak yer almaktadır. Belki de, Semavî Dinlerin kurallarının konulduğu zamanlarda, böyle bir anlayış toplumun gereksinimi idi! Çünkü, o günler güçlü olanın her istediğini yapmağa kalkıştığı günlerdi! Örneklersek; kuvvetli olan canı istediğinde önüne gelen kadınla yatmağa kalkışıyor, erkekler arası kavgalar süre gidiyor ve aile kavramı zedeleniyordu!.. Dikkat ederseniz, Semavi Dinlerin de ortaya çıktığı yıllarda da hep, - Merkezi otoritenin zayıflamağa başlamış olduğunu, Keyfiliğin ve kaba kuvvetin yığınları ezmekte olduğunu, Kargaşanın topluma egemen olduğunugörürsünüz!.. Toplumdaki, bu kargaşa düzeni ve kaba kuvvetin ezdiği mutsuz ve sıkıntıdaki yığınlar için üzülen ve yeni bir düzen getirmek isteyen peygamberlerin vazettikleri kurallarla, bu tasallutta da son vermek istemeleri,o tarihlerde bir toplum gereksinimi olabilir!.. 313 Ayrıca, Tarım Kültürü’nün egemen olduğu o günlerde zaten, kadın erkekle eşit görülmezdi. Kadının, “Erkeğin çocuğunu doğurmak, erkeğine hizmet etmek için yaratıldığına” inanılıyordu!.. Daha da ileri olarak, tek tanrılı dinler,“Kadın ve vücudunu, günahı taşıyan bir obje” olarak niteliyordu. Zaten, tek tanrılı dinlerin temeli “Havva’nın, Âdem’e günah işletmesi ve insan soyunun bu günah sebebiyle cennetten kovulduğu” inancına dayanmaktaydı. “Kadın ve vücudunun günahı taşıdığına” inandınız mı, “Kadın vücudunun görülmemesi için, örtülmesi gerekir” anlayışı kaçınılmazdır. Örneklersek; “Musevilik, kadının başını örtmesini, örtmüyorsa erkek gibi tıraş olmasını” şart koşuyordu. Bugün, hâlâ tutucu Musevi kadınlarının bu inanca uygun davrandıklarını görürüz. “Hıristiyanlık, örtünmenin yanında, seksin günah olduğu” esasını vaaz ediyordu, Hatta kadının çocuk yapmak dışında, kocasıyla sevişmesi günahtı. Engizisyon döneminde cadı diye yakılan insanların % 80’i de kadınlardır. “Müslümanlıkta da, kadının örtünmesi” şart koşulmuştu. Bugün dahi, tutucu çevrelerde saçlar ve yüz dâhil vücudun tamamen örtüldüğünü görüyoruz. Sonuç olarak, “Kadını örtme olayı bir cinsiyet ayırımcılığı yapmaktır!..” Zaten, tarihteki işlevi de budur!.. Toplum, “Kadın vücudunun günah olduğuna” inandırılmış ve kadın erkeğin kölesi yapılmıştır. Özellikle bu anlayış, din kurallarıyla devletlerin yönetildiği dönem olan, Ortaçağ boyunca insanlığa egemen olmuştur!.. Bugün dahi, ülkesini din kurallarıyla yönetme iddiası içinde olan ülkelerde, kadın erkekle eşit sayılmaz!.. 314 O ülkelerin hukuk düzeni içinde; miras hakkı eşit değildir, kadının tanıklığı bile tartışılır. O ülkelerde, genelde öğrenim hakkı yoktur. Kız çocuklar eve kapatılır. Eşini seçemez. Bugün, “Öğrenim hakkı engelleniyor” diye bağıranlar, öyle bir düzende kız çocukların okula bile gönderilmediğini göreceklerdir. Çünkü, Cumhuriyet öncesi bu böyleydi. Bugün bile, tutucu yörelerde bu farkı görmekteyiz! Hâlâ, kadının dövülmesi sosyal bir yaradır! Keza, haremlik/selamlık ayırımı yapmak da öyle!.. Artık, 21. yüzyıldayız, “Kadın/Erkek ayırımcılığına dayanan tesettürü İnanç Özgürlüğü ile savunamazsınız!.. Bu ayırımcılığı benimseyenler var diye “Kadın/Erkek ayırımcılığını” bu kişilerin haklarıdır diye de kabul edemezsiniz!.. Bir zamanlar insanlar göze göz, cana can gibi kısaca kısas veya kan davası dediğimiz hakları olduğuna da inanırlardı. Ama bugün, öyle inançlar açıkça “İnsan Haklarına“ saldırıdır! Örtünme anlayışı içinde, aynı durum söz konusudur! Bugün, “İnsan Hakları içinde yer alan Kadın/Erkek Eşitliği hakkının da, diğer insan hakları gibi siyasî iktidar tarafından kabul edilmesi ve bireyin bu hakları kullanabilme özgürlüğünün temini ve korunması ve olanaklarının bireye sağlanması” öyle kolay olmamıştır. Çağdaş Bildirilerde ve Çağdaş Anayasa’larda yer alan “Kadın/Erkek Eşitliği Hakkı” da, o metinlere bireyin canı, kanı pahasına, işkence görerek ve gözyaşı dökerek yazdırılmıştır!.. 315 Uygar toplum anayasalarında “Kadın – Erkek eşitliği” temel ilkedir! Genç Türkiye Cumhuriyeti bu devrimi de gerçekleştirmiştir!.. Toplumun yarısı olan kızları köleleştirirseniz, bugün İslam ülkelerinde görünen geri ve insan onuru ile bağdaşmayan yaşam biçimi yazgınız olur!.. Ha, uygar toplumlarda gerici ve tutucu ideolojiler olmayacak mı? Bunlar fırsat buldukça ideolojik kavga vermeyecek mi? Bunlar, kavgalarında; “Böyle yaşamak isteyenlerin inanç özgürlüğünden, insanın dilediği gibi yaşaması hakkından” dem vuracaklardır. Hatta bir grup kadın ortaya çıkıp, “Bizler kadın vücudunun günahın esası olduğunu kabul ediyoruz, erkeğin köleliği dediğiniz biçimde yaşamak istiyoruz” deseler bile, bu onlara bir hak kazandırmaz! Çünkü bu anlayış insan hakları içinde yer alan “Kadın ve erkek eşittir” ilkesine saldırıdır!.. İyi bilmeliyiz ki, çocuklarımız okul sıralarında kız ve erkek yan yana oturamazlarsa, erkekler önde, kızlar arkada gibi saflar ayrılırsa, kadının yaşamında dönemini tamamlamış eski anlayış egemen olursa, Türkiye Cumhuriyeti varoluş sebebini yitirir!.. Yeri gelmişken, “Tesettürün kamusal alanda olmaması” konusuna da değinmek isterim. Böyle bir tartışmayı bile yapmamamız gerekir. Tesettür, insan hakkı olan “Kadın ve erkek eşittir” ilkesine aykırıdır. İnsan haklarına saldırıdır. Bu sebeplerle de, tesettürü, kamusal veya değil, hiç bir alanda “Kişi özgürlüğü veya inanç özgürlüğü” maskesi altında savunmak mümkün değildir. 316 Bitiriş Genç Kardeşlerim, Tahammülünüzü çok zorladım, farkındayım. Yukarıda saydığım evrensel ve uluslararası nitelikteki çağdaş bildirilerin, kurduğu kurumlarının ve Anayasa kitapçıklarının bireye sağladığı kazanımlarının detayına girmeyeceğim. Ancak, çağdaş bildirilerin ve kurduğu kurumların birey için önemini anlamazsak, bunları savunamaz, koruyamayız!.. Bu sebeple, yukarıda adını verdiğim çağdaş bildirilerinin ve kurumların temelinde; “Devlet’in, birey için var olduğunu, Bireyin hak ve özgürlüklerinden söz etmenin yetmediği, siyasal iktidarın; bireyin hak ve özgürlükleri kullanılabilmesi için gereken olanakları bireye sağlamakla görevli olduğunun, Hak ve Özgürlüklerin siyasi iktidara karşı korunmağa ihtiyacı olduğu ve bu sebeple insan haklarına tecavüzü yargılayacak ve cezalandıracak kurumların kurulması mecburiyetinin” yattığını, vurgulamak isterim!.. İşte, bireyin bu bilinçlenmesinin etkisi içinde hazırlanan bugünkü Anayasaların; Bir bölümü; İnsanın Temel Hak ve Özgürlüklerini, Başka bir bölümü 317 İnsanın Sosyal Hak Ve Özgürlüklerini tek, tek saymakla kalmayıp, Bu hakların kullanılabilmesi olanaklarının, her insana sağlanmasının da kişinin bir hakkı olarak, devletin görevi olduğunu” yazmaktadır! Şimdi soruyorum; Peki, insanın iktidar gücünü elinde tutan insanla olan kavgası sona ermiş midir? Hayır!.. Bu kavga, insanoğlu var oldukça devam edecek ve insan her geçen gün bu yolda yeni kazanımlar elde edecektir!.. İşte örnekleri; Son yapılan Anayasalarda yer alan Aldanmadan Mal Satın Alma Hakkı.. Temiz Çevrede Yaşama Hakkı… İletişim ve Bilişim Hakkı… Anayasalarda yer alan hakların kullanılabilmesi için, olanaklarının da sosyal devlet tarafından bireye sağlanması Hakkı…” Stoiklerden, Sosyalizme oradan Anarşizme kadar gelin gidelim!.. Ne isteniyor? 318 Bireyin otoritesiz bir dünyada yaşama özgürlüğüne kavuşması!.. Otorite yok, kural yok!.. Özgür ve bağımsız birey!..” Varsayalım birey otoritesiz, kuralsız bir dünyada yaşama özgürlüğüne kavuştu!... Acaba, böyle bir dünyada yaşamak bireyin menfaatine midir? İster mi? Siz, ister misiniz? Özetle, Felsefe Nedir Sevgili Gençler, Özetlersek, felsefe üç konuyu irdelemiştir diyebiliriz. Şöyle ki; - Varlık nedir? (Ontoloji), Bilgi nedir? (Epistemoloji), Ahlâk nedir? (Etoloji) Ancak, irdelenen bu üç konu, filozoflar tarafından birbirinden ayrı ve bağımsız olarak ele alınmamıştır. Bu meseleler, felsefî düşünüşün bütünlüğü içinde hep birlikte vardır. Çünkü, filozofun meselesi “İnsandır” ve her felsefî sistem “İnsan için” kurulur!.. Birey, asırlardır bir kundak içindedir! Otorite konuşturmak istemez, mümkün olsa düşündürmez bile!.. Bu anlayışı ancak “Felsefe” yenebilir! Çünkü, Felsefenin hedefi “Özgür insana” ve “Bağımsız insana” ulaşmaktır!.. 319 Böyle, “Yaratıcı insan” olunabilir ve “Kendi dünyanızı” yaratabilirsiniz!.. Felsefe okumak sizi yalnız aklınıza vardırmaz, iyi okursanız “Sevginin ve hoşgörünün ışıl, ışıl dışa vurduğu, ölüm korkusunu yenebilen güçlü bir kişilik” kazanırsınız!.. Biliniz ki, “Dünyasını olduğu gibi giyinen, felsefî kişiliğini yaşayamaz. O köle insandır!..” Evet Gençler, Felsefe sizi kendinize döndürür, kişiliğinizi kavramanızı sağlar, böylelikle kendi kendinizi denetler ve yücelirsiniz. Nereye kadar mı? Tanrı’ya = Enerji + Karaboşluğa kadar!.. Kitabımın “Giriş ve amacım” bölümünde; “Amacım, filozofların, peygamberlerin yaşamını, felsefelerini öğretmekten öte ,“Düşünebilmenin enginliğinin” ve “Evrimin sonsuzluğunun” farkına varan, kendine bile objektif bakabilen, şartlanmalardan arınmış, kendini ve her türlü inancı sorgulayabilecek kadar özgür ve bağımsız düşünebilen kafalara ulaşmak” demiştim!.. Bu ışığınız olsun!.. Güzel yurdumun güzel insanları, hazır kafa çok önemli ancak böyle gençler yetişebilirse ülkemden bilim insanı çıkabilir!.. Sevgi ve saygılarımla, Önder Limoncuoğlu 320