Ben, İnsana İnanıyorum

Transkript

Ben, İnsana İnanıyorum
Ben, İnsana İnanıyorum
1
Bu, bir yolculuk!..
Önder Limoncuoğlu
Yazan
Önder Limoncuoğlu
Hazırlık ve baskı
Hürriyet Matbaası
5501 Sk. No. 6, Kat 1, Tuna Mahallesi
Çamdibi / İZMİR
Tel: (232) 435 69 69 (pbx)
Fax: (232) 462 31 62
www.hurriyetmatbaa.com
Yayınlayan ve Dağıtan
ÖNDER LİMONCUOĞLU
1378 sokak, No. 4/1, Kordon İş Hanı Kat: 3/308-309
Alsancak/İZMİR
E-mail: [email protected]
Gsm: 0 533 364 42 26
ISBN 978-9944-0471-6-6
Kasım 2012
1000 ADET
Birinci Basım
2
Ben manevî miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir
donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım
ilim ve akıldır.
Mustafa Kemal Atatürk
3
Güzel Yurdumun, Güzel İnsanlarına….
4
İçindekiler
Konu
Sayfa No’ su
Giriş ve Amacım
11-12-13-14
Yaratılış
Anaerkil/Ataerkil Topluluklar
15-16-17-18-19-20
Büyük Mitolojilerin ve Dinlerin
Yaradılış Efsaneleri:
Eski Mısır’daki Yaradılış
21
Hindu Dinindeki Yaratılış
22
İlk Semavi Dinin Kutsal Kitabı Tevrat’ tan
23-24
Semavi Dinlerin İkinci Kutsal Kitabı İncil’den 25-26-27-28
Son Semavi Dinin Kutsal Kitabı Kuran’dan
29-30-31-32-33-34
Âdem ile Havva Öyküsü
35-36-37-38
Antik Çağ’ da Tanrılar
39-40-41-42
Bilim’de Yaratılış
43-44
Charles Darwin/Evrim Teorisi
45 ila 55
Albert Einstein
56 ila 64
Stephen William Hawking
65-66-67-68
Neden, Niçin, Nasıl, Acaba’ların İlk Savaşçıları
Doğa Filozofları
69
Thales
70-71
Ksenofanes
72-73-74
Heraklit
75-76-77-78-79
Pisagor
80-81-82
Empedokles
83-84
Anaksagoras
85-86-87
Demokrit
88-89
Kıbrıs’lı Zenon
90-91
5
Sisam’lı Aristarkus
Diyojen
Kinizm
Sofistler:
Protagoras
Gorgias
92-93-94-95-96
97-98
99-100-101-102
103
104-105
106-107
Prodikos
108-109-110
Sokrat
111-112-113
Platon
114-115-116-117
Aristo
118-119
Epikür
120-121-122
Dogmatik Olmak
123-124
Şüphecilik
Pyrrhon
Eski Yunan ve Roma’da Temel Haklar
Romalı Stoacılar
125
126-127-128
129-130
131
Seneca
131-132-133-134-135
Marcus Aurelius
136-137-138-139-140
Semavî Dinlerde Temel Haklar
141-142-143-144-145
Ezoterik Öğreti
Evren Tanrı’nın görüntüsüdür
146
146-147
Hermes = İdris Peygamber
148-149-150
Kabalist Anlayış
151-152-153-154
Simya İlmi Veya Simyacılık
Gnostisizm
İskenderiye Mektebi
155-156-157
158-159-160
161-162-163
Yeni Platonculuk
164-165
6
Düalist ve Tek’lik Anlayışı
Plotinus
Skolâstik Düşünce
Hıristiyan Skolâstik Düşünürleri
Birinci Dönem Skolâstik Düşünürleri
166-167-168
169-170-171
172-173-174
175
175
Aziz Augustinus
175-176-177
Johannes Scotus
Anselmus
İkinci Dönem Skolâstik Düşünürleri
Petrus Abaelardus
178
179-180
181
181-182
Albertus Magnus
183
Aquinalı Thomas
Üçüncü Dönem Skolâstik Düşünürleri
Johannes Duns Scottus
Ockham'lı William
Roger Bacon
Yahudi Skolâstik Düşünürleri
184-185
186-187
188-189
190-191
192
193
Moses Maimenides
193-194-195
İslam Skolâstik Düşünürleri
196
Kindi
Farabi
İbn-i Sina
196-197
198-199-200
201-202
İbn - i Rüşt
İmam Gazali
İslam Anlayışı üstüne bir yorum
Ortadoğu “TEK” liği
Karmati’ler
203-204-205
206-207-208
209-210-212-213-214
215-216
217-218-219-220
Hallacı Mansur
221-222
7
Dürzî’ler
223-224-225-226
Anadolu Tasavvuf’çuları
227-228
Mevlânâ
Hacı Bektaş-ı Veli
Yunus Emre
Neden, Nasıl, Niçin, Acaba’ların
Yeni Savaşçıları:
Ampirizm
Sir Francis Bacon
Realist Düşünce
René Descartes
Baruch Spinoza
Erdem Üzerine Bir Öykü
Akılcılık
John Locke
Temel Hakların gelişmesi Burjuvazi dönemi
Septisizm ve Ampirizm
David Hume
KRİTİSİZM
Immanuel Kant
Vicdan üzerine bir yorum, bir dört’lük
Pozitivizm
Auguste Comte
İspirtualizm = Sezgicilik
Henri-Louis Bergson
Nietzsche
İdealizm
Hegel
Anarşizm
229-230-231
232-233-234
235-236
8
237
238
238-239-240-241-242
243
243-244-245-246
247-248-249
249
250
250-251-252
253-254-255-256
257
257-258
259
259-260-261-262-263
264-265
266
266-267
268
268-269
270-271-272-273
274
274-275
276
Proudhon
Komünizm
276-277-278
279
Karl Marx
279 ila292
Friedrich Engels
293 ila 298
Sosyal Haklara bir yorum
Pragmatizm
William James
Felsefe Ahlâk Meselesi
Existansialism
Jean-Paul Sartre
20. yüzyılda İnsan Hakları üzerine bir yorum
Osmanlı’larda Temel Hak ve Özgürlükler
Semavî Dinlerde Saçları Örtme meselesi
Bitiriş
Özetle Felsefe Nedir
299-300-301
302-303
304-305
306
307
307-308
309-310
311-312
313-314-315-316
317-318
319-320
9
10
BEN, İNSANA İNANIYORUM.
Sevgili Gençler,
İnsanoğlu var olduğu günden bugüne üç güçle;

DOĞA,

KENDİSİ,

İKTİDAR GÜCÜNÜ ELİNDE TUTAN İNSANLAR
(Otorite) ile
hep kavga halindedir.
“Eh, be adam!.. Temcit pilavı gibi aynı şeyleri, kitaplarında
ısıtıp, ısıtıp önümüze getiriyorsun!.. Nedir senin hedefin?”
Doğrudur, allem edip, kalem edip hep aynı yorumu önünüze
getiriyorum. Aynen, “Dünyada çok kişinin başına elma düşmüştür,
ancak Newton’un başına düşünce “Yer Çekimi Kanunu”
bulunmuştur, çünkü Newton’un kafası hazırdı” dediğim gibi !..
Hazır kafa çok önemli!.. Öğrenimin, okumanın hedefi de bu
değil mi? İşte, ben de bunu sağlamak istiyorum!.. Bunun içindir, aynı
teraneleri tekrarlamalarım!..
Amacım, filozofların, peygamberlerin yaşamını, felsefelerini
öğretmekten öte, “Düşünebilmenin enginliğinin ve evrimin
sonsuzluğunun farkına varan, kendine bile objektif bakabilen,
şartlanmalardan arınmış, kendini ve her türlü inancı
sorgulayabilecek kadar özgür ve bağımsız düşünebilen kafalara
ulaşmak!..”
11
Keşke, bu amaca çok şey okutmadan vardırmayı bilebilsem!..
Bulunacak bir hap, belki bu işi çözebilir!.. O zaman da, insanlar tek
düzemi olur acaba? Güzellik çeşitlilikte mi? Varın siz de düşünün!..
Sevgili Gençler,
Amacım olan, “Düşünebilmenin enginliğinin ve evrimin
sonsuzluğununfarkına varan, kendine bile objektif bakabilen,
şartlanmalardan arınmış, kendini ve her türlü inancı
sorgulayabilecek kadar özgür ve bağımsız düşünebilen kafaları
hazırlamak” için, izin verin sizi geçmişe götüreyim!..
Ne demiştim?..
İnsan, var oluşundan bugüne gelene kadar üç güçle
sürekli kavga halindedir. Bu güçlerden birincisi “Doğa”, ikincisi
“İnsanın Kendisi”, üçüncüsü de “İktidar Gücünü Elinde
Tutan İnsanlardır.”
1- Doğa ile verilen kavga bilim tarihini oluşturur.
Bu kavga sonucu, insanoğlu çok kazanımlar elde etmiş ve
etmektedir. Örneklersek; Ateşin bulunuşundan tutun, tekerleğin
yapımı, yazının bulunuşu, buhar gücü, aşılar, ilaçlar, aydınlanmak,
uçmak, uzaya gitmek gibi!..
2- İnsanın kendisi ile olan kavgası da insanın mükemmellik
tarihini oluşturur.
“İnsanoğlunun kendisiyle verdiği kavgada hedefinin;
daha mükemmel, daha bilgili, daha sevgi dolu, daha hoş
görülü, daha yücelmiş insan olabilmektir” demiştim!..
12
İşte, insanoğlu yüzyıllardır süren yaşamı içinde, bu tanıma
uyan insana varabilmek için çaba harcamış ve bu yolda da büyük
kazanımlar elde etmiş ve etmektedir. Örneklersek;
Bugünün insanı İlkçağ insanı değildir, psikolojik olarak daha
sağlam, daha zeki olmak gibi!..
3- İktidar gücünü elinde tutan insana karşı verilen kavga ise
İnsan Hakları Tarihi’ni oluşturur.
Bu kavganın sonucu olarak da, insanoğlu çok kazanımlar elde
etmiş ve etmektedir. Örneklersek;
“Yaşama hakkı, eşitlik ilkesi, mülkiyet hakkı, bireyin
güvenliği yani yargı kararı olmadan tutuklanamaması, savunma
hakkı, mutluluğu arama hakkı, düşünme ve düşündüğünü
söyleyebilme hakkı, örgütlenme hakkı, ücretsiz eğitim ve öğrenim
hakkı, yıllık izin hakkı, çalışma saatlerinin sınırlandırılması, asgari
ücret, sosyal güvence, ücretsiz sağlık hizmetlerinden faydalanma
hakkı, temiz çevrede yaşama hakkı, aldanmadan mal satın alma
hakkı” gibi!..
Yukarıda örnek olarak saydığım; “İnsan haklarının siyasî
iktidar tarafından kabul edilmesi ve bireyin bu hakları kullanabilme
özgürlüğünün kazanımı ve korunması ve olanaklarının bireye
sağlanması” öyle kolay olmamıştır.
Bugün, Çağdaş Bildirilerde ve Çağdaş Anayasa’larda yer alan
“Temel Hak ve Özgürlükler” ile “Sosyal Hak ve Özgürlükler”, o
metinlere gözyaşı dökülerek, işkence çekilerek, bireyin canı ve kanı
pahasına yazdırılmıştır.
Yazdıklarımı okursanız sevinirim,amaamacım yazacaklarımı
uzun, uzun okumanız değil, iki temel esası fark etmeniz ve düşünce
dünyanızın iki ışığı olarak kabul etmenizdir.
13
1- İlk değeriniz sürekli “Neden, Nasıl, Niçin, Acaba” diye
soran bir kafa yapısına sahip olmanızdır.
Eğer, böyle sorgulayıcı bir kafa yapısına ulaşmışsanız, aşağıda
okuyacağınız, ilk çağdan günümüze kadar yaşamış düşünürlerin
yaşamlarını ve felsefelerini bilseniz de olur, bilmeseniz de!..
İnsanlığın bu kafaya nasıl geldiğinin tarihini okusanız da olur,
okumasanız da!.. Çünkü o filozofların felsefelerini ben, okuyanın da
“SORGULAYICI BİR KAFAYA” varabilmesi için buraya yazdım!..
2- İkinci değeriniz ise, “Her oluşum birey içindir…
Otorite, birey için vardır.” ı ilke edinmenizdir.
Bu nedir?


Devletin varlık sebebinin “İnsan” olduğunu,
İnsan Haklarının, Anayasa’larda tek, tek yazılı olması
yanında, bu hakların kullanılabilmesi için, bunların
olanaklarının da insana bedelsiz sağlanmasının bir “İnsan
Hakkı ve devletin görevi” olduğunu fark etmenizdir!..
Eğer, böyle bir kafa yapısına ulaşmışsanız, bireyin bu
kazanımları nasıl elde ettiğini yani “İnsan Haklarının Tarihini”
bilseniz de, bilmeseniz de, okusanız da, okumasanız da olur. Çünkü
ben “İnsan Haklarının Tarihini” yukarıdaki esasları fark etmeniz
için buraya yazdım!..
Şimdi, “Ben bu iki esası insan oluşumun değerleri içine
kattım. Artık, insan oluşumun temel değerleridir, insan haklarının
tarihi gelişimlerini bilmek istemiyorum” diyorsanız, bu bana yeter,
devamını okumayabilirsiniz!..
Ola ki, içinizden biri “İnsan düşüncesindeki ve insan
haklarındaki gelişmelerin tarihini de bilmek isterim” diyorsa,
okumaya devam edebilir.”
14
YARATILIŞ
Anaerkil/AtaerkilTopluluklar
Yaratılmamız konusunda ister “Dinlerin öykülerine” inanın,
ister“Evrime”!.. Çok eskiyi, M.Ö. 30.000’li yılları düşleyin!.. İki
ayağı üzerinde dikilen yüksek omurgalı memelileri!.. Biz, bunlara
“İnsan” diyoruz!.. Her canlı gibi insana da “Yaşama İçgüdüsü” ve
“Üreme İçgüdüsü” egemen!.. Hele, doğanın acımasız koşullarında!..
İşte, varlığını koruyabilmek ve üremek için, bu ilkel insanlar
bir arada yaşamaya başlarlar!.. O tarihlerde bu memeliler de, diğer
memeliler gibi yılda bir kızışma dönemi yaşamaktalar!.. Böyle
olunca, hem kadının ve hem erkeğin tekrar üretken olması için bir yıl
geçmesi gerekiyordu!..
Gelin görün ki; biyolojik gelişmeler erkeğe yılın her günü
milyonlarca tohum üretme imkânı verirken, kadın doğurucu olduğu
için yılda bir kere doğurabilme olanağına sahip kalır!..
Peki, erkek böyle bir gelişmeye nasıl vardı? Acaba, daha çok
ve çabuk üreme için yani yok olmamak için insan soyunun buna
gereksinimi var mıydı? Dileyen “Tanrı istedi” desin, dileyen “Evrim”
desin!.. Ama artık erkek çok kadını dölleyebiliyordu!..
15
Bu arada, dişiler özelikle hamilelik döneminde korunmak ve
bakılmak için ve doğacak çocuğun güvenliğini dedüşünerek, onları
koruyacak ve bakımlarını üstlenecek güçlü erkekler etrafında
toplandılar ve tek erkekli, çok dişili haremler oluştu!..
Harem içinde doğan yavrulardan dişiler tutulurken, oğullar
babanın egemenliğini yıkabileceğinden, kimisi toprağa bereket
getirsin diye, o tarihte inandıkları Tanrıya kurban edilmişler, paçayı
kurtaranlar ise toplumdan dışlanmış ve harem dışına atılmışlardır!..
Daha da ötesi, rahip unvanıyla o haremde çalıştırılacak
erkeklerin, erkeklikleri törenle kesilip, aynen kurban edilen oğul gibi,
kanı toprağa akıtılırmış!.. Tabii; bu akan kanlar hep Tanrı adına ve
toprağın bereketi için!..
Bu akıtılan kanlar, babanın kendini ve iktidarını garantiye
almak isteğinden doğmuş olsa da, topluma kutsal görev diye
yutturulmuştur!.. İnancın ve din adamlarının gücünü anlayın!.. Öyle
inandırılıyorsunuz ki, kanı toprağa bereket getirecek diye oğlunuzu
kesebiliyorsunuz!.. Bunu Allah adına törenle, şölenlerle
yapabiliyorsunuz!..
Bu kadar keskin konuşmamın dayanağı, din kitaplarındaki;
“Hazreti İbrahim oğlunu kurban etmek üzere iken, gökten inen ve
Allah’ın; “Ey İbrahim, oğlunun yerine sana gönderdiğim koçu kes
ve insanlara söyle artık bereket için oğul kanı değil, koçun kanı
toprağa aksın”
öyküsüdür!..
Doğrusu, bana da adını veren (göbek adım İbrahim) Hz.
İbrahim, gerçekten o tarih için “Devrim” yapmış!.. Kim bilir, gökten
koç indirilme olayına kadar, kaç erkek çocuk berekete kurban edildi
ve herkes bunu huşu içinde seyretti?..
16
Görüyorsunuz, insanların bir arada yaşamak gereksinimi bazı
kurallar da getirmektedir!.. Doğal olarak, bu kurallarıda güçlü olan
koymaktadır!.. Gene, doğal olarak bu kurallar güçlünün iktidarını
korumak amaçlıdır!..
Bir de, bu toplulukta ortaya toplum içinde güçlünün arkasında
yer almak isteyen ve bunun için inancı kullanan “Din Adamları”
çıkar!.. Bir süre sonra,kurallar kutsallaştırılır ve artık gelen her kuşak
bu kuralları tartışamadan kabul eder, inanır!.. Ve “Mahalle Baskısı”
insanın üstüne çöker!.. Hele, bir kuralı tartış da gör!. Dışlanmak ne
kelime, yok edilirsin!..
Dönelim geriye; kurban olmaktan kurtulabilen ve haremden
dışlanan oğullar çiftleşme içgüdüsü uğruna, kadın bulmak için bekâr
çeteleri kurarlar ve harem sahibi babalar ile aralarında bir savaş
yaşanır!... Eş kapma savaşı!..
Harem sahibi ile çeteler arasındaki eş kapma savaşı, ya
dişilerin eş değiştirebilmesi ya da harem liderinin öldürülmesi ile
sonuçlanır!..
Yaşlı kuşağın, genç kuşak erkeklerle çatışması Yunan
mitolojisinde Uranüs-Kronus, Kronus-Zeus savaşımına yansımıştır.
Ayrıca Freud, totem ve tabu’da öldürülen babanın klanlarca
tabulaştırılmasına işaret eder!..
Yıllarca süren bu kavgalar büyük bir gerilim yaratır!.. Günler
geçer, yüzyıllar geçer ve bu gerginliği artık aşmak zorunda olan
topluluk bir uzlaşmaya gider, artık oğullar haremden kovulmaz!..
Soysal birlik kurulur, ama tek şartla; babanın eşlerine dokunmamak!..
Oğullar için, kız kardeşlerle çiftleşme yasağı konur!..
Böyle olunca da, başka haremden kız kaçırma dönemi başlar!..
Artık, eş kapma yarışı biçim değiştirmiştir!.. Yeni kavgalar ve
topluluktan kopuşlar yaşanır! Artık, insan, insanın kurdu olmuştur!..
Elbet, bu da toplulukta yeni bir gerilim yaratır!..
17
Aşiret yapısı belirmiş ve çağlar boyu sürekli yenilenen
“Toplumsal Uyuşmaları Arama Dönemine” girilmiştir. Aile
açısından, babalar da kız eşlerinden vazgeçer ve soylar arası eş
değişimi törensel-büyüsel bir eğlenceyle başlar!.. Düğün örfü
yerleşir!..
Bu arada, gelişen avlanma tekniği yanında, insanoğlu tarım
yapmağa başlamıştır!.. Tarım, insanoğlunun daha kolayına gelir ve
hızla yeryüzüne yayılır!.. İhtiyaç fazlası ürün, ticareti
doğurur!..Dolayısıyla, artık insan, belli bir toprakta yerleşik yaşamaya
başlar!..
Doğal olarak da, yerleşik yaşamın getirdiği çelişkiler kendini
hissettirir, sınıflar ortaya çıkar, köleliğin tohumu atılır!.. Kuşaktan
kuşağa aktarılacak, buna uygun ahlâk kavramı ve inanç sistemi de
gündelik yaşama yerleşir!..
Peki, “Kadın egemenliğinin ve anaerkil aile biçiminin
göstergesi sayılan 25 bin ila 30 bin yıl önce yapılmış ve üst örneğine
M.Ö altı bin yılın yarısında rastlanan, doğurganlığı, bereketi ve
bunun etrafındaki dinsel alanı simgelediği düşünülen Ana Tanrıça
figürleri nasıl yorumlanmalıdır?“
Bu yontular mobildir, taşınabilir, büyük göbekli, iri göğüslü,
geniş kalçalıdırlar!.. Basit birer cinsel meta olabilecekleri gibi,
gerçekten analığı ve anaçlığı da simgeleyebilirler!.. Söze ve büyüye
açık eski toplum içinde, doğurganlık muskası işlevini de görebilirler!..
Kutsanıp, yüceltilebilirler, ama sihirsel din anlayışında tek ve üstün
öğe değillerdir!..
Ayni figürlerin yanında, erkekliğin simgesi olan sabit boğa
başları da bulunmuştur!.. Keza, erkek mezarların da onlarla gömülmüş
mızrak uçları gibi malzemeler, kadın mezarlarında ise ayna, tarak gibi
malzemeler bulunmuştur!.. Bunlara da bakınca, “Toplum düzeninde
temel erkin kimin elinden olduğu” konusunda kesin bir hükme
varmak mümkün gözükmemektedir!..
18
Bir an Avrupa’da, özellikle de Anadolu toprakları ve
çevresinde “Kadınlar egemenliğinin olduğunu” kabul edelim. Bu
egemenliği yıkacak -ki yıkıldığı kesindir- büyük bir toplumsal
dönüşümü görürüz!.. Site-Devletlerinin kurulması, arkadan
imparatorlukların ortaya çıkışı!.. Devlet’in ticarette ve tarım
üretiminde etkinliği kadını gözden düşürmüş, doğurganlığı bile işgücü
kaybı sayılmıştır!.. Tek Tanrılı dinlerde de, kadın ilk günahın nedeni
olarak horlanmış ve Ortaçağ’da “cadı” kisvesine büründürülerek
yok edilmeye lâyık bulunmuştur!..
Bilir misiniz, Enkizisyon’ca “Cadı” diye nitelenerek yakılanların % 80’ni kadındır!.. Semavî
dinlerce “Kadın, içinde şeytanı barındırandır da, ondan!..”
Kısaca, insan topluluklarının geçmişinde, Erk’in tam olarak
kadında olduğu bir dönem var mıdır? Siz değerlendirin!.. Çünkü tarih
çağlarında ne Mezopotamya’da, ne Mısır’da, ne de Anadolu’da
kadının yönetimsel gücünü görmemekteyiz!..
Keza, kadın İlkçağın özgün sistemi olan Atina demokrasisinde
de kararlar için oy veremezdi!.. Ama o dönemlerde bile kutsal sayılan
kadın yontuları mevcuttu. Sümerlerde İnana, Akkadlarda Aştar,
Kenanlarda Astrte, Mısırlılarda İsis, Yunanlılarda Artemis ve
Athena, Anadolu’da Kybele gibi!..
Zaten, dişilik, bütün çağlarda göz önünde tutulmuştur!..
Günümüzde de bir satış meta’ıdır!.. Modern sanatta, erkek ustalarının
hâlâ ana öznesidir!..,
19
Ama bütün bunlar kadının egemen olmasına yetmez ve
yetmemiştir!.. Karar mercilerinde hep erkekler vardır!.. Gerçi,
günümüzde aile holdinglerinde, babadan gelen istek üzerine veya
miras yoluyla kadınlar, karar organlarında yer alabilmektedirler!..
Dileriz, geleceğin güzelliklerinde “Erkekle eşit kabul edilen,
dövülemeyen kadına” varırız!..
20
BÜYÜK MİTOLOJİLERİN VE DE
DİNLERİN YARADILIŞ
EFSANELERİ
Gelelim, Eski Mısır’daki
Yaradılışa
İsa’dan önce, dört bin yılları!..
Eski Mısırlılar, kadını Ana Tanrıça sayarlar ve kaz kılığında
sembolize ederler!.. Bu efsaneye göre, kaz kılığında sembolize edilen
Ana Tanrıça, ilk kozmik yumurtayı zaman folluğuna yumurtlar; bu
yumurtadan da “Evren doğar!..”
Daha sonra, Memphisli rahipler yumurtlama görevini, metal
ve taş işçiliği ve tüm el zanaatlarının tanrısı olan “Ptah’a” yüklerler!..
Tanrı Ptah çömlek tezgâhında ilk yumurtayı yaratır ve şekillendirir!..
Güneş ve Ay yumurtasını da şekillendirir!..
Gene, Eski Mısır’da Ana Tanrıça inek olarak da sembolize
edilirdi. Antik Mısır’da toprak çanak “Ana Tanrıçayı” sembolize
ediyordu. Biralar, şaraplar, yağlar, hububat ve benzeri yiyeceklerle
dolu olan çanaklar, canlıları cömertçe besleyen Ana Tanrıça’nın
ürünleri olarak sunuluyordu. Zaten çanakları da, o dönemde kadınlar
yapıyorlardı. Ve böylece Anaerkil döneme ait efsanenin yerini
Ataerkil efsane almış oldu.
21
Hindu Dinindeki Yaradılış
Hindu Mitolojisi'nde insan iki cinsli olarak yaratılıyor. Sonra
erkek cins, karşı cinsi arzuluyor ve büyük gövdesini diğeriyle
çiftleşmek için ikiye ayırıyor. Erkekle kadın iki ayrı gövde şeklinde
biçimlenmiş oluyor. Bunu izleyen zincirleme üremeyi mitolojiden
izleyelim;
"Kadın düşündü: beni kendisinden yarattıktan sonra
benimle nasıl birleşebilir? Utanılacak iş! Kendimi gizleyeceğim!
Kadın inek oldu; erkek boğa olup onunla birleşti, böylece sığırlar
doğdu. Kadın kısrak oldu; erkek aygır oldu. Kadın kancık oldu;
erkek eşek olup onunla birleşti!.. Böylece bütün tek tırnaklı
hayvanlar doğdu. Kadın dişi keçi, erkek de teke oldu. Kadın koyun,
erkek koç oldu ve onunla birleşti; böylece keçiler ve koyunlar
doğdu. Böylece, karıncalara kadar bütün çiftleri yarattı."
Ne diyelim, iyi ki kadın kendini gizlemiş!.. Onun inekleşmesi
ve sığır doğurması sayesinde dünya bugün sığırlarla doluuu!..
Hindu mitolojisinin önemli bir parçası olan ve yüz bin dizeyi
aşan “Mahabbaharata” da kadın, ilahî güçlerin insanları sınamak, ya
da yoldan çıkarmak için kullandıkları en büyük alettir!.. Kötülüklerin
kaynağı ve iğfal edicidir O!..
Destan şöyle der;
"Sana söyleyeyim oğlum, Brahma havaî kadınları nasıl ve
hangi amaçla yarattı. Çünkü kadınlardan daha büyük kötülük
yoktur.
Havaî bir kadın, yanan bir ateştir; o Mayadan doğmuş
hayaldir. Bıçağın keskin ağzıdır; zehirdir, yılandır, başlı başına
ölümdür."
22
İşte size, ilk semavî dinin kutsal kitabı
Tevrat’tan
Tevrat
“Tanrı ilk önce göğü ve yeri yarattı. Sonra ilk gün ışığı
yaratıp beğendi ve karanlıktan ayırdı. İkinci gün, suların ortasında
bir kubbe yaratıp, altta kalan suları yukarda kalan sulardan ayırdı;
kubbeye de “Gök" dedi. Üçüncü gün bitkileri yarattı. Dördüncü
gün, geceyi gündüzden ayırmak için iki yıldız yarattı. Büyük yıldızı
(güneş) gündüzü ve küçük yıldızı (ay) da geceyi yönetmesi için
görevlendirdi. Beşinci gün denizde yaşayan ve havada uçan
hayvanları yarattı. Altıncı gün diğer canlı mahlûkları, sonra erkek
ve dişi olarak (Âdem ve Havva) insanı yarattı. Böylece Tanrı işini
bitirdi ve 7'ci gün istirahat etti.”
23
"Ve Rab Allah, Âdem’in üzerine derin uyku getirdi ve o
uyudu ve O'nun kaburga kemiklerinden birini aldı ve yerini etle
kapadı ve Rab Allah, Âdem’den aldığı kaburga kemiğinden bir
kadın yaptı ve onu Âdem’e getirdi ve "Âdem" dedi: "Şimdi, bu
benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir; buna “Nisa”
denilecek, çünkü o insandan alındı. Bunun için insan, anasını
babasını bırakacak ve karısana yapışacaktır..." (Tekvin, BAP-4)
Kaburga kemiği sert ve eğridir, doğrultmak istersen
kırılır. Erkeğin kaburga kemiğinden yaratılan kadın, daha sonra
cennette şeytanın sözüne uyarak Âdem’e yasak meyveyi yedirir.
Tanrı kızar ve kadına şöyle bir yaşam çerçevesi çizer:
"Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım; ağrı ile evlat
doğuracaksın ve arzun kocana olacak, o da sana hâkim olacaktır."
(Tekvin, BAP-3)
24
İşte size, semavî dinlerin ikinci kutsal
kitabı
İncil’den
İncil
“Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü
şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların
üzerinde hareket ediyordu.
Tanrı, “Işık olsun” diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi
olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa “Gündüz”, karanlığa
“Gece” adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu.
Tanrı, “Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden
ayırsın” diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı gök kubbeyi yarattı.
Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Kubbeye “Gök”
adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu.
Tanrı, “Göğün altındaki sular bir yere toplansın, kuru
toprak görünsün” diye buyurdu ve öyle oldu.Kuru alana “Kara”,
toplanan sulara “Deniz” adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
25
Tanrı, “Yeryüzü bitkiler, tohum veren otlar, türüne göre
tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin” diye buyurdu
ve öyle oldu. Yeryüzü bitkiler, türüne göre tohum veren otlar, tohumu
meyvesinde bulunan meyve ağaçları yetiştirdi. Tanrı bunun iyi
olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve üçüncü gün oluştu.
Tanrı şöyle buyurdu: “Gökkubbede gündüzü geceden
ayıracak, yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri,
mevsimleri, günleri, yılları göstersin.” Ve öyle oldu. Tanrı büyüğü
gündüze, küçüğü geceye egemen olacak iki büyük ışığı ve yıldızları
yarattı. Yeryüzünü aydınlatmak, gündüze ve geceye egemen olmak,
ışığı karanlıktan ayırmak için onları gök kubbeye yerleştirdi. Tanrı
bunun iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve dördüncü gün
oluştu.
Tanrı, “Sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, yeryüzünün
üzerinde, gökte kuşlar uçuşsun” diye buyurdu. Tanrı büyük deniz
canavarlarını, sularda kaynaşan canlıları ve uçan çeşitli varlıkları
yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, “Verimli olun, çoğalın,
denizleri doldurun, yeryüzünde kuşlar çoğalsın” diyerek onları
kutsadı. Akşam oldu, sabah oldu ve beşinci gün oluştu.
Tanrı, “Yeryüzü çeşit, çeşit canlı yaratık, evcil ve yabanıl
hayvan, sürüngen türetsin” diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı çeşit,
çeşit yabanıl hayvan, evcil hayvan, sürüngen yarattı. Bunun iyi
olduğunu gördü.
Tanrı, “Kendi suretimizde, kendimize benzer insan
yaratalım” dedi, “Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil
hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.”
Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı’nın suretinde
yarattı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsayarak, “Verimli
olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın;
denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün
canlılara egemen olun.”
26
İşte yeryüzünde tohum veren her otu, tohumu meyvesinde
bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek
olacak. Yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara, sürüngenlere –soluk
alıp veren bütün hayvanlara yiyecek olarak yeşil otları veriyorum.”
Ve öyle oldu. Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu
gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu. (İncil, Çeviri
2009)
Hıristiyan din adamlarına göre; ”İsa Mesih, güneşe sabit
durması için emir vermişti ve güneş de sabit durmaktaydı. Yine,
genel inanca göre dünya düz tepsi gibiydi. Bunu tartışamazdınız,
yaşamak istiyorsanız, buna iman etmekten başka yol yoktu!..”
M.Ö. 25.000-30.000 yıllarında ilkel insanların bir arada
yaşamak mecburiyetinden söz ederken, ne demiştik;
“Birlikte yaşamak ihtiyacı bazı kurallar da getirmektedir!..
Doğal olarak, bu kuralları da güçlü olan koymaktadır!.. Gene, doğal
olarak bu kurallar güçlünün iktidarını korumak amaçlıdır!.. Bir de,
bu birliktelikte ortaya, toplum içinde güçlünün arkasında yer almak
isteyen ve bunun için inancı kullanan Din Adamları çıkar!.. Bir
süre sonra, kurallar kutsallaştırılır ve artık gelen her kuşak bu
kuralları tartışamadan kabul eder, inanır!.. Ve Mahalle Baskısı
insanın üstüne çöker!.. Hele, bir kuralı tartış da gör!. Dışlanmak ne
kelime, yok edilirsin!..”
Tarihin sayfaları, “Bilimi savunmanın bedelini yaşamını
yitirerek ödeyenlerle ve bunların karşısında dogmayı savunup,
onların ölümüne karar verenlerle” doludur.
Bu fasıldan sizlere birkaç örnek;

Nicolaus
Gökbilimci.
Copernicus
27
(Kopernik,1473-1543)
”Dünyanın ve diğer gezegenlerin güneş etrafında
döndükleri” kuralını açıklayarak, Kiliseyi karşısına
almıştır.

Giordano Bruno (1548- 1600)
Önceleri bir tarikat (Dominikken) mensubu olan
Giordano Bruno, Kopernik sistemi ile tanışınca tarikatı
bırakmış, “Evrenin sonsuz ve eş dağılımlı olduğunu ve
Evrende,
dünyadan
başka
birçok
gezegenin
bulunduğunu” söyleyerek, Kilise ile aykırı düştü ve
Engizisyonda yargılanarak din sapkını ilan edildi ve
ölümle cezalandırıldı. Diri, diri yakılarak cezası infaz
edildi.
Giordano Bruno’nun tarihe geçen şu sözü meşhurdur;
"Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi
insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi
iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar."

Galileo Galilei ( 1564–1642)
Modern
fiziğin
ve
teleskopik
astronominin
kurucularından sayılan İtalyan bilim adamı. "İki Kâinat
Sistemi Üzerine Konuşmalar" adlı eserini 1632'de
yayınladı ve dünyanın döndüğünü savundu.
Bu nedenle Kiliseye ters düştü. Yargılanarak ölünceye
kadar ev hapsine mahkûm edildi.
28
İşte size, son semavî dinin kutsal kitabı
Kuranı Kerim’den;
Kuran
Hz. Muhammed’e vahiy yolu ile gelen Kuranı Kerim’in;

(Secde/4) suresinde;
"Allah'tır ki gökleri, yeri, ikisi arasındakileri altı günde
yaratmış, sonra arz (gök tabakaları) üzerinde egemenlik
kurmuştur.”

Enam-2, Hicri-26, Mümin un-12 ve Saffat-11 Ayet ve
surelerde de;
“Âdem’in balçıktan,”

Nisa-1’de;
“Havva’nın, Âdem’in vücudundan yaratıldığı” yazılıdır.
29
Sevgili Gençler,
İslam’da “Yaratılışa” az mı yer verdim?
Ancak, Semavi Dinlerin hepsinde aynı öykü!.. Bu da doğal!
İnsanlık tarihinde orijinallik pek görülmüyor!.. Her felsefî teori, her
buluş birbirinin devamı gibi!.. O nedenle, kısa tutmuştum!..
Ayrıca, dinlerin tarihine girmekte istemedim, çünkü o şarkıda
söylenen gibi “Ciltlere sığmayan bir kitap olurdu!..”
Birde korktum, okumaya başlamadan kitabımın kapağı
kapanır mı, diye!.. İnsanlar haklı, ne okumaya zamanları var, ne
sabırları!.. Hele, görsel yayıncılık geliştikçe!..
Ama beni dindaşlarım
Yaratılışa” ek yapıyorum!..
eleştirmesin
diye,
“İslam’da
Ne demiştim?
İnsana doğuştan egemen olan iki içgüdü var, “Yaşama
İçgüdüsü” ve “Üreme İçgüdüsü”!.. “Yaşama İçgüdüsüne = Ölüm
Korkusu” da diyebiliriz.
Bunun bir kanıtını İslam’da mevtayı yıkamada bulursunuz.
Mevta yıkanır, çünkü ölürken refleks olarak bir boşalma olur!

Eski Yunan ahlâkçılarından tarihçi Plutarque;
“Dünyayı dolaşsanız; duvarsız, edebiyatsız, kanunsuz ve
servetsiz şehirler bulacaksınız. Fakat mabetsiz ve
mabutsuz bir şehir bulamayacaksınız”,

Alman Filozofu ve din tarihi araştırmacısı Max Müller
ise;
30
“Tapınma ihtiyacı insanla kardeştir. Vahşi ve medeni
kavimlerde, hatta mağaralarda hayvanî bir hayat
yaşayan insanlarda bile bu ihtiyaç vardır. Geriye doğru
ne kadar gidersek gidelim dinsiz bir milletin yaşadığını
görmüyoruz. Gezdiğimiz yerlerde bir mabede veya bir
mabet kalıntısına rastlanılmamasına imkân yoktur”,

Din tarihi araştırmacılarından Bünyamin Kostand’da;
“Din duygusu insan tabiatına öyle yerleştirilmiştir ki,
insan deyince akla bir de din gelmemesine imkân yoktur.
Bu fikrin çeşitli şekillerde tezahürü, farklı dinlerin
ortaya çıkmasına sebep olmuştur” demişlerdir.
Öncelikle, ilkel dinlere bir göz attığımızda başta psikanalizci
Freud, Lükres ve asrımızın fizik bilginlerinden Albert Einstein
olmak üzere, bazı ilim adamlarının görüşüne göre, insanlardaki din
duygusunun temeli “Korku ve Ümittir.“
Burada, aşağıdaki dörtlüğü anımsadım!..
İlkin söz müydü var olan, yoksa su mu?
Yaşamak tutkusu mu, yoksa ölüm korkusu mu?
Çağlar boyu bunca tanrı gelmiş, geçmiş,
Bilmem, inanış düştüğümüz bir pusu mu?
Tahsin Yaşamak
Kimileri ve bazı din adamları da dinler için, “Bu duygu
insanda doğuştan yoktur, insan bunu daha sonraki yaşadığı olaylar
neticesinde elde etmiştir” demektedir.
İşte korkularımız; anlayamadıklarımızı
nitelemeğe ve “İnanca” bizi götürmüştür.
31
kutsallık
olarak
Uzatmayayım, İslam’a ek yapacaktım!.. O’nun kutsal kitabı
olan “Kuran’a” gidelim;




Araf Suresi 126’ncı ayetinde, firavunun gazabına uğrayan
İsrail oğullarının yakarışında “Sen sırf rabbimizin ayetlerine
inandık diye bizden öç alıyorsun.Rabbimiz bize dayanma
gücü ver ve canımızı Müslümanlar olarak al, diyeAllah’a
yakardılar” derken, Hz. Musa’nın dininin de Müslümanlık
olduğunu,
Yunus Suresi 72’nci ayette, Nuh Peygamberin kavmine
seslenişinde “Size bildirdiklerimi kabul etmezseniz etmeyin.
Zaten ben bunlar için sizden her hangi bir ücrette
istemiyorum. Benim ücretimi ancak Allah verir. Ben
Müslüman olarak Allah’a teslim olmakla emrolundum”
derken Hz. Nuh’unda inancının Müslümanlık olduğunu,
Bakara Suresi 132 ve 133’ncü ayetlerde “İbrahim kendisinin
Allah’a olan davranışının aynısını çocuklarına da önerdi.
Daha sonra Yakup da çocuklarına şunu öğütledi:
^Evlatlarım, Allah sizin için bu dini, İslam’ı seçti,
Müslüman olarak hayatınızın sonuna kadar yaşamaya
çalışın. Yakup ölürken tanık olsaydınız. O çocuklarına
benden sonra kime kulluk edeceksiniz? Diye sormuştu.
Çocukları da senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın
Tanrısı olan tek Tanrıya kulluk edeceğiz, Biz Allah’a teslim
olanlarız./Müslümanlarız“ diyerek, Yakup, İsmail, İshak
Peygamberlerin ve onların evlatlarının da Allah’a teslim olan
(Tek’in varlığına inanan) anlamında Müslümanlar olduğuna
işaret ediyordu.
Kur’anın Hac suresi 78 inci ayetinde; “Ve Allah uğrunda
gereken çaba ve gayreti gösteriniz. O’dur sizi seçen. O, din
konusunda size hiç bir zorluk yüklememiştir. Babanız
İbrahim’in dininde de böyleydi. Peygamberin size tanık
olması, sizinde insanlara tanık olmanız için, Allah, gerek
daha önceki Tevrat, İncil ve diğer kitapları da, gerekse
Kur’an’da size “Müslümanlar“ adını verdi.
32
Öyle ise, salat’ı (Namazı) ikame edin/vahiy ile bağlantıyı
kesmeyin ve onunla temizlenin, Allah’a sımsıkı sarılın. Sizin
Mevla’nız O’dur. Allah ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır.”
ayetinde Semavi Dinlerin bir tek din olduğunu bize
bildirmektedir.










Müslim sözcüğü “Tek olan Allah’a inanan “ demektir. “İsl“
kelimesinden gelmektedir.“Tek olana inanan“ anlamındadır.
Kuran’da Tevrat’ın 10 emri de yer alır. “Onlar, Tevrat’tan
önceki ve sonraki bütün peygamberce insanlara tebliğ
edilmiştir. İnsanlığın temel kurallarıdır.”Bununla İslam dini
“Bütün insanlığı kucakladığını” bildirmektedir.
Kur’anın Al-i İmran-3, Nisa-47, Maide 48, En’am-92, Yunus37, Yusuf-111, Fatır-31, Ahkaf-12, ayetlerinde “Kur’anın
kendisinden önceki kitapları tasdik ettiği”,
Bakara-52, 53, 87, En’am-154, Hud-110 ve 10 ayrı ayette de
“Tevrat’ın Hz Musa ve Hz. Harun’a verildiği”,
Al-i İmran-48-50, Maide-110 da “Tevrat’ın Hz. İsa’ya
öğretildiği”,
Al-i İmran 48, Maide-46 ve Hadid-27 de “İncil’in Hz. İsa’ya
verildiğinin bildirildiği”,
Kasas-43-46, Ahkaf-12 ayetlerde “Tevrat’ın, Kur’andan
önce insanlara bir rahmet olduğu,
Al-i İmran3-4 ve Maide 46 ayetlerde de “İncil’in, Kur’andan
önce insanlara bir rahmet olduğu”,
Yine Bakara-135-137, 285, Al-i İmran 84 ve Nisa-150-152
ayetlerde de “Müminlerin peygamberler arasında bir ayırım
yapmaması”,
Şuara 193-197 ayetlerde “Şüphesiz Kuran, Âlemlerin
Rab’inin indirmesidir. Ey Muhammed, apaçık Arap dili ile
uyaranlardan olman için O’nu Cebrail senin kalbine
indirmiştir. O daha öncekilerin kitabında da zikredilmiştir.
İsrailoğulları bilginlerinin bunu bilmeye bir delilleri yok
muydu?” hükmüyle, daha sonra Kuran’nın indirileceğinin ve
dinleri tamamlayacağının bildirildiğini vurgulamaktadır.
33
Ya açar bakarız nazım-ı celil’in yaprağını,
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağını.
İnmemiştir hele Kuran, bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okumak, ne de fal bakmak için.
Mehmet Akif Ersoy

Nazım-ı celil = Büyük düzen, Tanrı düzeni
34
Âdem ile Havva Öyküsü
“Semavî Dinler” dediğimiz tek Tanrılı dinlerin hepsinde bir
de Âdem/Havva öyküsünü buluruz!.. Şimdi bu öyküyü anımsayalım;
“Babamız Âdem ve anamız Havva cennette, ölümsüz ve
sorunsuz,
yedikleri
önlerinde,
yemedikleri
arkalarında,
yaşamaktalar!.. Gel gör ki; Havva anamız dayanamaz ve Tanrının
yasakladığı ağacın meyvesinden Âdem babamıza yedirir!..
Tanrı,insan soyunu lânetler!.. “Ey insan, sen artık ölümlüsün ve
yaşadığın sürece didinip, boğuşacaksın!..”
İşte, Havva Anamız ve Âdem Babamız şeytan ve yılanla
birlikte cennetten böyle kovulur!.. Ve o gün, bugün yaşayabilmek için
çırpınıp, didinir, acımasız doğa ile kavga veririz!.. Yalnız doğa ile mi?
İktidar gücünü elinde tutan insanlarla da!..
Yukarıda söylemiştim ya, “İnsan, insanın kurdu olmuştur”
diye!..
35
Hatta, Tevrat’ın tekvin bölümünde ve Hıristiyan
kateşizminde, insan neslini yok edecek “Tufan” da bir cezadır!..
Şöyle ki;
“Nuh, peygamber niteliklerini taşıdığı için, ona önceden
tufandan haber verilmiş, Tanrının sevgili kulu olan Nuh da, sedir
ağaçlarından büyük bir gemi yapmış ve her canlıdan bir çifti
ölümden kurtarmıştır.
Nuh, tanrıya ibadeti gemi içinde de yaptığı için, tanrı ona
gökkuşağını göstererek tufanın bittiğini müjdeler. Ancak, insan
soyunun üzerindeki bu lânet, Nuh’un oğlunun babasına ihanet
etmesi gibi benzeri olaylarla devam eder. Buna rağmen, Allah
kendisi için oğullarını dahi kurban etmekten çekinmeyen İbrahim’e
koç göndererek gene merhametli davranır.
Nihayet, insanları çok seven Allah, insanın üstünden lâneti
kaldırmak için, kendi kutsal ruhunun insan şeklinde doğmasını, bu
çilenin bu ruh tarafından çekilmesini ve onun en ıstıraplı şekilde
ölmesini sağlar.
İşte, İsa Peygamberin doğuşu, hayatı ve çarmıhta can
vermesinin sebebi budur. Bu şekilde İsa, insanı ilk günahın
lanetinden kurtarmış olmaktadır.”
Bu sebeple, İsa’ya Kurtarıcı = Halaskâr = Redempteur
denir!..
36
İslamiyet’e gelince;
Aynı öykü, İslamiyet’te de var!..
İslam’a göre;
“Âdem ile Havva cennetten kovulmayı gerektiren bir günah
işlemişlerse de, bütün insan soyu lanetlenmemiştir. Bu sebeple, ilk
günahın kefaretinin ödenmesi için İsa’nın Allah’ın oğlu gibi doğup,
çile çekmesi ve çarmıha gerilerek ölmesine gerek yoktur. Musa ve
İsa Allah’ın kelâmını duyurmak için gönderilmiş elçilerdir ve
bunların sonuncusu da Muhammet’dir.”
Tek Tanrılı dinlerin değişik yorumları ile dinlediğiniz bu öykü
doğru mu, değil mi?
Hiç önemli değil!..
Gelin, bu Âdem ile Havva’nın dünyaya sürülüş öyküsüne,
bir de başka bir pencereden bakalım!..
Düşünüyorum;
“Âdem ile Havva’nın dünyaya sürülüş öyküsü altında,
insanın kulluktan kurtuluşu ve insanın özgürlüğe kavuşması yok
mudur? Cennetin rahatlığından ve ölümsüzlüğünden, dünyanın
zorluklarına gidiş!.. Bunu, insan için bir bağımsızlık olarak
niteleyemez miyiz?.. Evet, ölümlü olarak cennetten kovulmuştur!..
Atıldığı dünyada yalnızdır,fakat özgürdür!.. Artık, her şey insanın
iradesine kalmıştır!.. Bilinçlenme ve çalışma da bu özgürlüğün
ürünüdür!..
Zaten, insanın, var sayılırsa meleklerden üstünlüğü de
burada değil mi? Evet, melekler cennetteler, ekmek elden su gölden
yaşıyorlar, çalışmada yok, ölüm de yok, fakat onlar için bilinçlenme
de yok! Tanrı onları nasıl yarattı ise, orada öyle kalacaklardır.
Örneklersek, iyilik melekleri istese de kötülük yapamayacaklardır!..
37
Oysa, biz insanlar özgürüz, iyi olmak da, kötü olmak da
irademizde!..Bu yüzden insan; melekler dâhil her yaratılmıştan
üstündür, yücedir!..
Melek, elinde mi kötü olmak senin?
Bak iyilik, işte kötülük. Bunlar benim için!..
Yüceyim, üstünüm, özgürüm
Ben insanım!..
Önder Limoncuoğlu
(30 Nisan 1962, Site Talebe Yurdu)
38
Antik Çağ’da Tanrılar
Eski Yunan'da, kaynağı Anadolu, Girit ve Mezopotamya
olan, “Çok Tanrılı” bir din anlayışı vardır!.. Her Tanrı için bir destan
yazılmıştır!.. Bu inanışı, destanları yazan şairler şekillendirmişlerdir!..
Bu inanışta Tanrı’lar insan şeklindedir!.. Her Tanrı’nın adı, görevi ve
etki alanı bellidir!..
Bu inanışa göre; “Bir kısmı erkek ve bir kısmı dişi olan bu
Tanrı’lar, insanlar gibi evlenen, yiyip-içen,çoluk-çocuk sahibi ve iyikötü olan; ama insanlardan daha güçlü, güzel ve ölümsüz
varlıklardı. Ölümsüzlükleri ise, nektar adlı hayat suyunu içiyor
olmalarından geliyordu!..”
Eski Yunanistan’daki devlet örgütlenmesi anlayışı dine de
yansımıştır!.. Yunan asillerin kralın etrafında toplanması gibi,
“Tanrı’larında, baş Tanrı Zeus’in etrafında toplanarak,
Yunanistan'ın en yüksek dağı Olimpos'ta oturduklarına”
inanılıyordu!..
39
Başta gelen üç büyük Tanrı olan Tanrılar kıralı Zeus, denizler
tanrısı Poseidon ve yer altı ve ölüm tanrısı Hades kardeştiler!..
Baş Tanrı Zeus; Tanrıların ve insanların babası olan gök
tanrısı idi!.. Karısı Hera; kadınların koruyucusu olan, kadınlara
evlenme ve doğum gibi konularda yardım eden bir Tanrıça idi.
Güneş Tanrısı Apollon, kasırga, ateş ve savaş Tanrısı Ares,
rüzgâr Tanrısı Artemis, aynı zamanda bu ikili baş Tanrı Zeus’un
çocukları idi!..
Bu tanrıların dışında zekâ ve savaş Tanrıçası Demetir, şarap
ve eğlence Tanrısı Diyonisos da önemli tanrılardı!..
Denizköpüğünden olduğuna inanılan güzellik ve aşk Tanrıçası
Afroditdoğu dünyasından gelme bir Tanrıça idi!..
Büyük Tanrıların dışında bir de “Yarı – Tanrılar” vardı.
Şehrin kurucusu ve eski kahramanlara yarı-tanrı gözüyle bakılırdı!..
Eski Yunan inanışlarına göre bunlar; genellikle bir tanrı ile bir insanın
çocuğu olarak dünyaya gelmiş kimselerdi (Herkül, Aşil vb.). Yunan
Kralları soylarını bu yarı tanrılardan birine bağlamaya önem
verirlerdi!..
Eski Yunanlılar tanrılarına kendi anlayışlarına göre ve
istedikleri gibi ibadet ederlerdi!.. Yunanlılar tanrılarını memnun etmek
ve kötülüklerden korunmak için onlara ibadet ederler, kurban keserler,
bunu da istedikleri yerde ve biçimde yapabilirlerdi!..
Sadece büyük Tanrı’lar şerefine belli zamanlarda toplu
oyunlar ve şenlikler düzenlenirdi!.. Araba yarışı ve spor karşılaşmaları
gibi!..Olimpos dağı eteklerinde dört yılda bir düzenlenen ve ilki M.Ö.
776’ da yapılan Olimpiyat Oyunları gibi!.. Altı gün boyunca süren bu
dinî nitelikli spor yarışlarına çıplak olarak katılan gençler, çeşitli
dallarda yarışırlar, birinci gelenlerin başına bir çelenk konur ve
heykelinin yapılmasına izin verilir ve ülkesinde törenlerle karşılanır ve
saygınlık kazanırdı!..
40
Bunun dışındaki en belirgin ibadet şekli, saçı saçmak ve
kurbandı!..
Tapınaklar ibadet yeri değildi; buralarda sadece Tanrı
heykelleri ve Tanrılarla ilgili kutsal eşyalar saklanır, önünde de dini
törenler yapılırdı!..
Bu esaslar üzerinde gelişen Eski Yunan Dini'nin özelliklerini
şöyle sıralamak mümkündür;
1) Bu dinde, din adamları sınıfı yoktur. Tanrıların eşyalarına ve
heykellerine bakan rahipler birer devlet memuru olup, doğu
toplumlarındaki gibi ayrıcalıklı bir sınıf oluşturmuyorlardı!..
2) Bu dinde, bireyin giderek kişiler karşısında da alçalma duygusunu
geliştiren (etek öpme, el bağlama gibi) Tanrılar karşısında alçalma
anlayışı yoktu!..
3) Bu dinde soru sormaksızın, tartışmaksızın, akıl yoluyla değil iman
yoluyla inanılan dogmalar yoktu!.. Dolayısıyla, bilim ve felsefe
çatışması genelde yaşanmadı!.. İşte, İman isteyen dogmatik din
anlayışının olmaması, Eski Yunan’ da bilim ve felsefenin daha kolay
gelişmesine yardımcı oldu!..
4) Dini yayma çabası, dinî propaganda ve din uğruna fedakârlık
yoktu!..
5) Eski Yunan dininin kutsal kitabı yoktu!... Bu da temel bir
çerçevenin olmamasına, dolayısıyla da dinsel yapıya ilişkin tüm
düşüncelere açık olmasına ve onlardan etkilenmesine yol açmıştır.
6) Bu dinde bugünkü anlamda günah kavramı yoktur. Sadece kusur
işlemek söz konusudur!..
Eski Yunanistan’da “Tek Tanrı/Vahdet İnancı” bazı
aydınların kafasında yer edinip kabul görmekle birlikte, halk arasında
bu görüş yayılmadı.
41
Zaman, zaman bazı din devrimcileri, yeni inanç biçimleri
(örneğin Hint inancından esinlenen Orfeus gibi) ortaya attılarsa da
fazla itibar görmedi.
Ne var ki, iktidar gücünü elinde tutanlar, bu Antik dini de
iktidarlarını korumak için kullandılar!.. Örnek olarak; Sokrat’ın
“Gençlere dini kötülüyor” gerekçesiyle, baldıran otu ile
zehirlenmesini gösterebiliriz!..
Yukarıda, Eski Yunan dininin özelliklerini sayarken, “Bu
dinin kutsal kitabı olmadığından,iman isteyen dogmatik din
anlayışının bu dinde görülmediği ve bunun da, Eski Yunan’da bilim
ve felsefenin daha kolay gelişmesine yardımcı olduğundan” söz
ettim!..
Evet, dinin bu yapısı, o çağda oralarda yetişen filozofların,
dogmaları tartışmasına olanak tanımıştır!.. Bu da, bizi sorgulayıcı akla
götürmüş ve insanlık “Aydınlık Devir” dediğimiz “Bilim Çağına”
sorgulayıcı akıl ile ulaşmıştır!.. Girişte söylemiştim, size vermek
istediğim ilk değer de bu, Sorgulayıcı akıl!..
Yukarıda sözünü ettiğim Kutsal kitapların ve hatta bütün
kitapların varlık sebebi de; “Topluluk içinde yaşayan insanları, nasıl
kurallar vaaz ederiz de, daha olanaklı ve mutlu yaşatırız” dır.
Bu kitapları getiren veya yazanların hepsi, içi insan sevgisiyle
dolu güzel insanlardır. Bizler için üzülmüşler, düşünmüşlerdir.
Demek, düşünebilmek, sorgulayabilmek en güzel bir değer! İşte,
benim de meselem bu!..
onların yolundan gidelim; “Neden?
Acaba?“ diyerek sorgulayıcı akla varalım.
Hadi,
Niçin?
Nasıl?
O bizi, “Bilimin ve buluşların sonsuzluğuna götürecektir!..”
42
Bilim’de Yaratılış
Sevgili Gençler,
Artık 21. yüzyıldayız, din yorumlarıyla evrenin oluşumunu
açıklamağa çalışmak insanları doyurmuyor!..
Siz ister “Tanrısal fışkırma” deyin, ister “Büyük patlama
veya kısaca Bing, Bang” deyin bilim evrenin oluşumunu “Büyük
boşluk içinde enerjiye bağlı olarak meydana gelendir. Zamanda, o
andan başlamıştır” yorumuna bizi götürmektedir.
Bu konuda üç bilgine kitabımda yer vereceğim. Bunlardan
Darwin biyolog, Einstien fizikçi, Stephen Hawking matematikçi
olmasına rağmen hepsi birer Doğa Tarihçisi olup, “Evren neden
meydana gelmiştir” sorusunu sormakla, birer filozofturlar.
İster Tanrısal fışkırma, ister büyük patlama deyin? İster
“Bing, Bang” deyin!.. Yaşamın nasıl meydana geldiğini açıklayan
Darwin’in Evrim Teorisi olan;
“Önce cansızlar alemi meydana gelmiş, sonra güneş
sistemleri oluşmuş, en azından dünyamızda yaşam ortaya çıkmıştır.
Cansız diye nitelenen kimyasal elemanların, uygun ortam
bulduklarında hayatın yapı taşları olan “RNA” ve “DNA”
moleküllerine dönüştüklerini, buradan da; önce tek hücreli canlıya,
sonra çok hücreli canlıya ve daha sonra memelilere, maymunlara,
nihayet insana ulaşılmıştır” savı bile bugün tartışılıyor!..
Elbet tartışılacaktır!.. Evrim sonsuzdur!..
43
Gelin bakalım, “Bing, Bang” tan yola çıkarak başkaları ne
diyorlar? Diyorlar ki;
“Evren; nasıl ki, düz bir yerde bir tepe yaparken toprağı
aldığınız yer o oranda çukur kalırsa, işte evrende açığa çıkan
enerjinin karaboşlukta bıraktığı çukurdur. Zamanda o andan
başlamıştır.”
Acaba bu teoriler doğru mu? İster doğru olsun, ister olmasın,
ben bunları niçin yazıyorum? “Giriş” te de söyledim, benim amacım
soran ve düşünen insana varmak!..
Çünkü, Evrimi “Neden? Niçin? Nasıl? Acaba?” diyen
sorgulayıcı kafa fark edebilir. Bu kafa yapısına, özgür ve ön
yargılardan kurtulmuş düşünen insanla erişilebilir. Bu insan o kadar
özgür bir insan ki, kendinden bile kurtulmuş!.. Buna “Kendini
Bilmek” de diyebilirsiniz!..
Felsefe insanı işlerken hedefinin; “Evrende hiçbir şeyin ve
varılan sonuçların mutlak ve değişmez olmadığını bilecek, hiçbir
sonuca asla iman etmeyecek, her sonuç belki değişebilir diye
düşünüp, tekrar deneyecek kadar özgür ve bağımsız düşünebilen
insana” ulaşmak olduğunu, görebiliyorum!..
Tek cümleyle bu kitabın yazılma hedefi bu!.. Öğrenimin,
okumanın hedefi de bu olmalı!..
Eğer,
böyle
düşünebilen
insana
ulaşamazsak,
dogmatikleşiriz!.. Artık, orada özgür ve bağımsız insanlar değil,
rahipler oluşur.
İşte, bu sebeple ben Felsefede, “Düşünebilmeği enginlik”,
“Hakikati sonsuzluk” diye anlıyor, tanımlıyorum. Burada, “Hakikat”
sözcüğü yerine, “Evrim” sözcüğünü yerleştirebilirsiniz.
44
Charles Darwin ve Evrim Teorisi
Charles Robert Darwin (12 Şubat 1809 – 19 Nisan 1882),
İngiliz biyolog ve doğa tarihçisi.
İmzası
45
Darwin'in fikirleri üzerine inşa edilen modern evrim teorisi,
bugün biyoloji biliminin temeli ve birleştirici öğesidir.
“Evrimin gerçekleştiği gerçeği” Charles Darwin'in yaşadığı
dönemde,
“Doğal seçilim teorisinin evrimin ana açıklaması olduğu”
ise 1930'lu yıllarda bilim dünyası tarafından kabul görmüştür.
Bunun anlaşılabilir özeti şudur;
“Önce cansızlar alemi meydana gelmiş, sonra güneş
sistemleri oluşmuş, en azından dünyamızda yaşam ortaya çıkmıştır.
Cansız diye nitelenen kimyasal elemanların, uygun ortam
bulduklarında hayatın yapı taşları olan “RNA” ve “DNA”
moleküllerine dönüştüklerini, buradan da; önce tek hücreli canlıya,
sonra çok hücreli canlıya ve daha sonra memelilere, maymunlara,
nihayet insana ulaşılmıştır!..
Darwin'in orijinal teorisi modern evrimsel biyolojinin temelini
oluşturmakta, hayatın çeşitliliği üzerine birleştirici bir mantıksal
açıklama sunmaktadır.
Darwin'in doğa tarihine duyduğu ilgi, önce Edinburgh
Üniversitesi'nde tıp, sonra Cambridge Üniversitesi'nde Teoloji = Din
okurken gelişti.
Beagle gemisinde yaptığı beş senelik yolculuk sırasında,
zamanın meşhur jeologu Charles Lyell'ın ortaya attığı, geçmişteki
jeolojik süreçlerin bugünkülerle aynı olduğunu savunan teoriyi
destekleyecek pek çok gözlem yaptı ve iyi bir jeolog olarak ünlendi.
Aynı yolculukta, canlıların coğrafi dağılımı ve fosiller üzerine
yaptığı dikkatli gözlemler sonucunda, türlerin birbirine dönüşümüyle
ilgilenmeye başladı ve 1838'de “Doğal seçilim” fikrini geliştirdi.
46
Daha önce benzer fikirlerin Kilise tarafından “Sapkınlık"
olarak nitelendirildiğini ve bastırıldığını görmüş olduğundan, uzun
süre fikirlerini en yakın arkadaşları dışında kimseye açmadı. Olası
itirazlara en iyi şekilde cevap verebilmek için araştırma yapmaya ve
kanıt toplamaya başladı.
1858'de Alfred Russell Wallace'dan aldığı bir mektubu
okuyunca, Wallace'ın da kendisininkine benzer bir teori geliştirdiğini
anladı ve nihayet teorisini yayımlamaya karar verdi.
1859'da yayımladığı On the Origin of Species (Türlerin
Kökeni Üzerine) adlı kitabı, “Canlıların ortak atalardan evrilerek
çeşitlendiği” fikrinin geniş kabul görmesini sağladı.
Daha sonra yayımladığı The Descent of Man, and Selection
in Relation to Sex (İnsanın Türeyişi, ve Cinsiyete Mahsus Seçilim)
kitabında insan evrimini ve cinsel seçilim fikrini inceledi.
The Expression of the Emotions in Man and Animals (İnsan
ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi) adlı kitabında ise insanların ve
hayvanların duygularını ifade ediş şekilleri arasındaki benzerlikleri
ortaya koydu.
Darwin, 12 Şubat 1809'da İngiltere'nin Shropshire
bölgesindeki Shrewsbury kasabasında, Robert ve Susannah Darwin'in
beşinci çocuğu olarak The Mount'ta dünyaya geldi. Babası Robert
Darwin ve baba tarafından dedesi Erasmus Darwin ünlü doktorlardı.
Annesi ise zengin bir çömlek imalatçısı olan Josiah Wedgwood'un
kızıydı. Darwin Temmuz 1817'de, henüz sekiz yaşındayken, annesini
kaybetti. Eylül 1818'de ise Shrewsbury Okulu'nda yatılı öğrenci olarak
eğitime başladı.
1825'te mezun olan Darwin, bir süre babasının yanında stajyer
doktor
olarak
çalıştıktan
sonra
İskoçya'daki
Edinburgh
Üniversitesi'nin tıp fakültesine yazıldı. Fakat cerrahlığa bir türlü
ısınamadı ve tıp derslerini boşlamaya başladı.
47
Okulda çalışan Guyana kökenli azledilmiş bir köleden
taksidermi (hayvan doldurma) sanatını öğrendi. Doğa tarihiyle
ilgilenen öğrencilerin kurduğu Plinius Topluluğu'na (Plinian
Society) katıldı.
Öğretmeni Robert Edmund Grant'ten Jean-Baptiste
Lamarck'ın evrim teorisini öğrendi ve Grant ile beraber deniz
canlılarını inceleyip, ortak atalardan evrilme teorisini destekleyen
homoloji (Farklı canlı türlerinde aynı temel yapıya sahip organların
bulunması) örnekleri buldu.
Darwin'in tıp eğitimini iyice boşladığını farkeden babası,
1827'de onu Edinburgh'dan alarak Cambridge Üniversitesi'ne bağlı
Christ's College'a yazdırdı. Darwin'in teoloji okuyup bir din adamı
olmasını umuyordu. Ama, onun ilgi alanı “Doğa Tarihi” idi.
1831 sonbaharında HMS Beagle gemisiyle iki yıl sürecek
Güney Amerika yolculuğuna çıktı!..
Darwin'i taşıyan HMS Beagle'ın 1831-1836 yılları arasında izlediği rota
HMS Beagle'ın yolculuğu iki yerine beş yıl sürdü. Darwin,
yolculuk boyunca çok çeşitli jeolojik oluşumlar, fosiller ve canlılar
keşfetti ve bunlardan örnekler topladı. Fırsat buldukça Cambridge'e
keşiflerini anlatan ayrıntılı mektuplar yazıyor, topladığı ilginç
örnekleri postalıyordu.
48
Bu sayede, kendisi uzakta olmasına rağmen, İngiliz
doğabilimcileri arasında ünü epey yayıldı. Yolculuk boyunca tuttuğu
günlüğüne, doğa bilimsel keşiflerinin yanı sıra, karşılaştığı değişik
insan topluluklarıyla ilgili kültürel ve antropolojik gözlemlerini de
yazıyordu.
Darwin, Batı Afrika açıklarındaki Santiago adasında, yüksek
volkanik kaya yamaçlarında mercan ve deniz kabuğu kalıntıları
bulunca, bu yamaçların bir zamanlar deniz altında bulunduğunu ve
Lyell'ın söylediği gibi çağlar boyunca yavaş, yavaş yükseldiğini
anladı.
Darwin yolculuk boyunca pek çok önemli jeolojik keşif
yapacaktı. Patagonya'da gördüğü, deniz kabukluları ve çakıldan
oluşan geniş düzlüklerin yükselmiş sahiller olduğunu tahmin etti ve
Şili'de bir deprem sonrasında deniz seviyesi üstünde kalmış midye
yatakları gözlemleyince, kıyının deprem sonucu yükseldiğini anladı.
Darwin Güney Amerika'da, soyu tükenmiş devasa memelilere
ait fosiller buldu. Bu fosillerin bulunduğu katmanlarda modern deniz
kabuklularına ait kalıntılar da vardı, yani bu memelilerin soyu yakın
zamanlarda, herhangi bir iklim değişikliği ya da felâket olmadan
tükenmişti. (Darwin'in zamanında yaygın görüş, fosillerin Nuh tufanı
benzeri büyük felâketlerde ölen hayvanlar olduğuydu.)
Galápagos Adaları'ndan pek çok "alaycıkuş" (mockingbird)
örneği topladı ve bu kuşların yaşadıkları adalara göre ufak fizyolojik
farklar gösterdiklerini fark etti.
Yerel İspanyolların, bir kaplumbağanın görünüşüne bakarak
hangi adadan geldiğini anlayabildiklerini öğrendi. (İngiltere'ye dönüş
yolculuğunda
notlarını
düzenlerken,
"Alaycıkuşlar
ve
kaplumbağalar hakkındaki şüphelerim doğruysa, türlerin
değişmezliği fikri sarsılacaktır" diye yazacaktı.)
49
Avustralya'da
gördüğü
keseli
sıçan-kangurular
ve
ornitorenkler Darwin'i o kadar şaşırttı ki, dünya canlılarının iki ayrı
yaratıcı tarafından yaratılmış gibi olduklarını düşündü.
Darwin, insan toplulukları arasındaki yaşayış farklılıklarını,
ırksal gelişmişlikle değil, kültürel gelişmişlikle açıklıyordu. Güney
Amerika'da şahit olduğu kölelik kurumundan hoşlanmıyor, Avrupalı
kolonilerin Avustralya ve Yeni Zelanda'daki yerli halklara verdiği
zarardan üzüntü duyuyordu.
Bu arada, İngiltere’de Matematikçi ve filozof Charles
Babbage'ın başını çektiği bir grup “Tanrı'nın Dünya'daki hayatı özel
bir mucize aracılığıyla değil, doğa kanunları aracılığıyla yarattığını”
savunduğu için, Darwin'in Edinburgh Üniversitesi'nden hocası Robert
Edmund Grant ve Dr. James Gully gibi bir grup bilim adamı ise
“Türlerin birbirine dönüşebildiğini” savunduğu için, çoğunluk
tarafından sapkınlıkla ve toplumsal düzeni bozmaya çalışmakla
suçlanıyordu.
Nisan 1837'ye gelindiğinde Darwin, anakaradan göç edip
farklı adalara yerleşen kuşların, zaman içinde bir şekilde değişiklik
geçirip farklı türlere dönüştüklerini anlamıştı. Temmuz ayında, her
zamanki günlüğünün yanı sıra, türlerin birbirine dönüşümüyle ilgili
fikirlerini yazdığı gizli bir "B" günlüğü tutmaya başladı ve bu
günlüğün 36. sayfasına ilk kez bir evrim ağacı çizdi.
Darwin’in defterine çizdiği Evrim Ağacı
50
Thomas Malthus'un An Essay on the Principle of the
Population (Nüfus Prensibi Üzerine Deneme) adlı yazısı Darwin için
önemli bir esin kaynağı oldu. Malthus bu yazısında; “İnsan
nüfusunun aslında çok büyük bir hızla (her 25 yılda ikiye
katlanarak) çoğalma potansiyeli olduğunu, ama hastalık, savaşlar
ve açlık sayesinde nüfusun kontrol altında tutulduğunu”
anlatıyordu. (Yerimi bilmem, bir avcı gözlemi, “Bıldırcın kurak yıl olacağını hissetti mi,
besleyemeyeceği için üzerinde yattığı yumurtalarda birini yuva dışına itermiş!.)
Darwin, aynı prensibin tüm organizmalara uygulanabileceğini
fark etti. Tüm canlı türleri, mevcut kaynakların izin verdiğinden çok
daha fazla yavru üretiyor, yavrular arasında zayıf olanlar çok
geçmeden ölüyor, güçlü olanlar ise hayatta kalarak yeni yavrular
meydana getiriyor ve kendilerini güçlü yapan özellikleri yavrularına
aktarıyorlardı. Böylece türler kuşaktan, kuşağa değişerek çevrelerine
daha iyi uyum sağlıyorlardı. Bu teorisini ilk defa 28 Eylül 1838'de
günlüğüne yazdı.
Darwin, doğal seçilim fikrinin temelini atmıştı ama şüpheci
meslektaşlarını ikna etmek için çok çalışması gerektiğinin farkındaydı.
Jeoloji Cemiyeti'nin Aralık 1838'deki toplantısında, evrim fikrini
savunan eski hocası Robert Edmund Grant'e nasıl şiddetle karşı
çıkıldığına bizzat şahit olmuştu. Teorisini destekleyecek kanıtlar
bulabilmek için hayvan yetiştiricileri ile görüşmeye ve bitkiler
üzerinde deneyler yapmaya devam etti.
1842 başlarında Darwin, Lyell'a fikirlerini açıklayan bir
mektup yazdı. Her canlı türünün kendi başlangıcı olduğunda ısrar
eden Lyell, jeoloji alanında müttefiki olan Darwin'in bunu inkâr
etmesine çok üzüldü.
Mayıs 1842'de Darwin'in mercan kayalıkları üzerine yazdığı
eser yayımlandı, aynı sıralarda Darwin, doğal seçilim teorisinin bir
kabataslağını kâğıda döktü.
51
Ocak 1844'te fikirlerini botanist arkadaşı Joseph Dalton
Hooker'a açan Darwin kendisini "bir cinayeti itiraf ediyormuş gibi"
hissediyordu!.. Ama Hooker, Darwin'in teorisini beğendi.
Ekim 1844'te anonim olarak yayımlanan ve “İnsan dahil tüm
canlıların ilkel formlardan dönüşerek ortaya çıktığını” savunan
Vestiges of the Natural History ofCreation (Yaradılışın Doğal
Tarihinden İzler) adlı kitap, doğabilimciler tarafından yerden yere
vurulunca, Darwin teorisi konusunda ne kadar dikkatli olması
gerektiğini bir kez daha anladı.
1850 Haziran'ında çok sevdiği kızı Annie ciddi şekilde
hastalanınca, kendi kronik kötü sağlığının kalıtsal olduğunu tekrar
düşünmeye başlayan Darwin, Nisan 1851'de Annie'nin ölümüyle iyilik
sever bir Tanrı'ya olan tüm inancını yitirdi.
1856 başlarında “Doğal Seçilim” başlıklı bir kitap yazdı..
Kitap için Wallace dahil pek çok meslektaşıyla yazışıyordu.
Bunlardan Wallace ona, insanın kökenine değinip, değinmeyeceğini
sorduğunda, "Önyargılarla çevrili bu konudan" uzak duracağını
söyledi.
On the Origin of Species by Means of Natural Selection, or
The Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life (Doğal
Seçilim ile Türlerin Kökeni, veya Hayat Mücadelesinde Ayrıcalıklı
Irkların Korunumu Üzerine) adındaki kitabı, 22 Kasım 1859'da ilk
defa kitapçılara dağıtıldı.
Kısa sürede büyük popülerlik kazanan ve ilk baskısı tükenen
kitap, doğal seçilim fikrini ayrıntılı gözlemlere ve dikkatli mantıksal
çıkarımlara dayanarak savunuyor, bazı olası itirazlara da önceden
cevap veriyordu. Kitapta insan evrimine doğrudan değinilmiyor,
sadece teorinin "İnsanın kökeni ve tarihine de ışık tutabileceği"
söyleniyordu. Giriş kısmında yazdığı bir cümle, Darwin'in teorisini
basitçe özetliyordu. Şöyle ki;
52
“Her canlı türü, yaşaması mümkün olandan daha fazla
birey doğurduğundan ve bunun sonucu olarak sık, sık tekerrür eden
bir hayatta kalma savaşı mevcut olduğundan, yaşamın karmaşık ve
zaman, zaman değişen koşullarında kendisine fayda sağlayacak
herhangi bir değişikliğe sahip olan her canlı, hayatta kalmada daha
yüksek şansa sahip olacak ve doğal olarak seçilecektir. Kuvvetli
kalıtım prensibi sayesinde, seçilen her cins kendi yeni ve değişik
formunu yayma eğiliminde olacaktır.”
Darwin'in kitabı çok büyük bir ilgiyle karşılandı ve geniş çaplı
bir tartışma başlattı. Darwin, kitabının yarattığı tartışmaları yakından
takip ediyor, kitap hakkında yayımlanan eleştirileri, yorumları ve
karikatürleri özenle kesip saklıyordu. Kitapta doğrudan yer almayan
"İnsanın hayvandan geldiği" iddiası, eleştirilerin ana hedefiydi.
İngiltere Kilisesi'ne bağlı nüfuzlu bilimadamları ki, bunlara
Darwin'in eski öğretmenleri Adam Sedgwick ve John Henslow da
dahildi, açıkça kitaba karşı tavır aldılar!.. Ancak, pek çok genç doğa
bilimci kitaba olumlu tepki verdi.
1860'da yedi Anglikan teolog tarafından yayımlanan Essays
and Reviews (Deneme ve Eleştiriler) adlı kitap, Darwin'in teorisini
desteklediği için Kilise’den büyük tepki aldı.
“Türlerin Kökeni” üzerine en meşhur tartışma, Haziran
1860'da “British Association for the Advancement of Science'ın”
Oxford'daki toplantısında yaşandı.
Oxford piskoposu Samuel Wilberforce “Darwin'in kitabını
küçümseyen” bir konuşma yapınca, karşısında Darwin'in arkadaşları
Joseph Hooker ve Thomas Huxley'i buldu. Huxley Darwin'i o kadar
katı bir biçimde savunuyordu ki, o günden sonra kendisine "Darwin'in
buldogu" lakabı takıldı.
53
Bu tartışmayla ilgili sıkça anlatılan bir hikâyeye göre,
piskopos Wilberforce Huxley; "Maymunluğunuz büyükanne
tarafından mı geliyor, büyükbaba tarafından mı?" diye sorunca,
Huxley, "Birikimini önyargı ve yalanlara hizmet etmek için kullanan
kültürlü bir insan olmaktansa maymundan gelmeyi tercih ederimi"
yanıtlamasıdır!..
Kısa zamanda pek çok baskı yapan ve pek çok dile çevrilen
“Türlerin Kökeni” bilimsel konulara yeni, yeni merak duymaya
başlayan Avrupa orta sınıfının en çok okuduğu bilimsel kitaplardan
biri oldu,
Hıristiyan inanışına olan bağlılığını yitiren ve bir agnostik
(bilinemezci) olduğunu bildiğimiz Charles Darwin 19 Nisan 1882'de
öldüğünde, ailesi onu bölgedeki bir kilise avlusuna, çocuklarının
mezarlarının yanına gömmeyi düşünüyordu. Ancak, önde gelen bilim
insanları ve hükümet üyelerinin desteği ile İngiltere'nin ünlü
Westminster Abbey kilisesinin baş rahibi Grandville Bradley’in “Canı
gönülden kabullerini” bildirmesi üzerine o kiliseye gömüldü!..
54
Tabutunu taşıyanlar arasında eski dostu botanikçi Joseph
Hooker, yazılarıyla Darwin'i kendi kuramını yayımlamaya yönelten
genç doğabilimci Alfred Russel Wallace ve ABD'nin İngiltere
büyükelçisi James Russell Lowell da vardı.
Darwin bu kilisenin “Bilginler Köşesi” olarak bilinen
bölümünde, Sir Isaac Newton'un gömülü olduğu yerin birkaç metre
ötesinde ve astronom Sir John Herschel'in yanı başında yatıyor.
Teorisi, Kutsal Kitaplarda anlatılan “Varlığın yaratılışı
öyküsüne” uymadığı için, tutucu çevreler Darwin’e ve teorisine karşı
tavır almışlardır!..
Öyle ki, yeni ülke A.B.D. (USA) da, bir öğretmen,
öğrencilerine “Evrim teorisinden söz etti” diye yargılanmıştır!.. Bu
yargılama, hukuk literatürüne de girmiştir!..
Eylül 2008'de İngiltere Kilisesi, Darwin'in 200. doğum yılının
bir fırsat olduğunu söyleyerek, "Seni yanlış anladığımız, sana karşı
gösterdiğimiz ilk tepkide hatalı oluşumuz ve bu sebeple başkalarının
da seni yanlış anlamasına yol açtığımız için..." sözleriyle Darwin'den
özür diledi.
Türkiye'de ise, TÜBİTAK'ın aylık yayınladığı “Bilim ve
Teknik” dergisinin 2009 Darwin Yılı sebebiyle hazırladığı, Mart 2009
kapağı ve Darwin ile ilgili 15 sayfa sansüre uğrayıp içeriği değiştirildi
ve Bilim ve Teknik dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Dr. Çiğdem
Atakuman görevinden alındı.
2009’da Darwin'in anısına, Jon Amiel yönetmenliğinde
“Yaradılış” adında bir film çevrildi. Gelin görünki, filmin gösterimini
ABD'de üstlenen firma çıkamadı!..
55
Albert Einstein
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivinden 17 Eylül 1933 tarihli Albert Einstein’ın
Türkiye’ye mektubu
Yahudi asıllı Alman teorik fizikçi.
Albert Einstein, “Enerjinin; ışık hızının karesiyle, maddenin
kütlesinin çarpımına eşit olduğunu” bularak kendisine kadar
süregelen bir yargıyı yıkmış ve bilim dünyasında yeni bir çığır
açmıştır.
Ondan öncesinde kütle ile enerji arasında bir bağlantı
kurulmamış ve bunların ayrı olgular oldukları varsayılmıştır. 19.
yüzyılda kimyagerlerin hassas aygıtları olmadığı için kimsenin
dönüşüm sonrası kütle kaybından haberleri yoktu. Basit tepkimeler
sonrası oluşan kütle kaybı fark edilememişti. Einstein ise bütün
bilinenleri yıkarak çağdaş bilimin temel taşlarını atmıştır.
56
Ona göre her şey enerjidir, yani maddeler de çok yoğun
enerjilerdir. Kimyasal reaksiyonlar sonrası küçük de olsa kütlenin bir
kısmı enerjiye dönüşmektedir. Bu durumu açıklamak için eşitliğin az
farklı formülasyonu E=mc² ilk defa Albert Einstein tarafından 1905'de
ünlü makalelerinde yayımlanmıştır. Aynı yıl önermiş olduğu “Özel
görelilik” kuramının bir sonucu olarak bunu türetmiştir.
Einstein hareket ile molekül büyüklüğü arasındaki matematik
ilişkiyi saptamış ve böylece molekül ve atomların büyüklüğünü
hesaplamak mümkün olmuştu. Bu açıklamadan üç yıl sonra Perrin,
Brow hareketi üzerinde deneyler yaparak Einstein’ın hesaplarını
doğruladı.
Einstein ve Hintli fizikçi Nath Bose 1925'te “Yoğun bir gaz
kütlesinin mutlak sıfır sıcaklığına düşürüldüğünde, atomlar kendi
özelliklerini kaybedecek, bir bütün halinde dev bir tek atoma
dönüşecekleri” sonucuna vardılar. Bose’un fotonlar için kullandığı
metotları ayırt edilemez parçacıklar için genelleştiren Einstein, yaptığı
çalışmalarda etkileşmeyen parçacıklardan oluşan bozon gazının tek
bir kuantum durumuna yoğunlaşabileceğini göstermiştir.
Almanya'nın Ulm kentinde dünyaya gelen Einstein, yaşamının
ilk yıllarını Münih'te geçirdi. Okula başlamadan önce konuşma
zorlukları yaşıyordu, annesi ve babası kaygılanarak onu doktora
götürmüşlerdi.
Dört beş yaşlarında hasta bir şekilde yataktayken babası
neşelendirmek için manyetik bir pusula vermişti. Pusula ibresinin
hareketini o yaşta oldukça gizemli bulmuştu ve kendisinde büyük bir
merak uyandırmıştı.
Einstein beş yaşına geldiğinde onu evlerinin yakınlarında daha
iyi eğitim verdiğini düşündükleri bir Katolik/Hıristiyan ilkokuluna
yazdırdılar. Einstein okula başladıktan sonra okuldaki sıkı disiplinden
ve ezberci anlayıştan rahatsız olmaya başlamıştı.
57
Albert dokuz buçuk yaşındayken Katolik ilkokulundan ayrıldı
ve Luitpold Gymnasium’da eğitim görmeye başladı. Gymnasium
Antik Yunanca ve Latince’ye büyük önem veriyordu. Müfredatta
ayrıca modern diller, coğrafya, edebiyat ve matematik de
bulunuyordu. Einstein Latince ve matematikteki keskin mantığı
seviyor ve bu derslerde en yüksek notları alıyordu. Gymnasium
ilkokuldan çok daha sıkı bir disipline sahipti. Einstein burada otoriter
öğretmenler ile sürekli çatışıyordu ve öğretmenleri Einstein’ın
bağımsız, isyankar kişiliğinden hiç hoşlanmıyordu.
Yahudi geleneğine dayalı olarak, Max Talmud isminde yoksul
bir Yahudi üniversite öğrencisi haftada bir akşam yemeğine
katılıyordu. Talmud kısa sürede Einstein’ın sıradan bir çocuk
olmadığını fark etmişti. Birlikte bilim, matematik ve felsefe
konuşuyorlardı. Einstein on üç yaşındayken, Talmud Immanuel
Kant’ın “Saf Aklın Eleştirisi” kitabını getirdi. Einsten o yaşta kitabı
anlamakta hiç zorlanmamış ve okulunda sürekli Kant hakkında
konuşmaya başlamıştı.
Bir keresinde Talmud, Öklid’in “Elemanlar kitabını” getirdi.
Einstein kitaptaki problemler üzerinde çalışmaya başladı. Yaz
bitmeden önce Einstein sadece bütün problemleri çözmek ile
kalmamış, ayrıca teoremlere alternatif ispatlar da bulmuştu.
Einstein on bir yaşındayken Yahudi geleneği olarak evde din
dersleri almaya başlamıştı. Bütün dini vecibeleri yerine getirerek
dindar olmayan ailesine örnek olmak istiyordu. “Şabat günü”
dinleniyor, sadece Yahudiler için helal olan gıdaları yiyordu ve kendi
başına dini şarkılar yazmıştı.
Ama Einstein’ın din tutkusu uzun sürmedi. Bir yıl içerisinde
okuduğu bilim kitaplarının kutsal kitaplar ile çeliştiğini gördü.
Sonrasında her çeşit otoriteden kuşku duymaya başladı ve şüpheci bir
tavır geliştirdi.
58
1891 yazında Mühendis amcası Jakob kendisine bir cebir
kitabı getirmişti. Einstein o yaz cebir kitabını çalışmaya karar verdi ve
amcasından çözmek için problemler istedi. Einstein en zor ve
karmaşık problemleri bile çözebiliyordu. O yaz, Einstein Pisagor
teoreminin tekrar bir ispatını yaptı. Cebir ve geometriden sonra
Einstein kalkülüse yöneldi. On altı yaşına geldiğinde kendi başına
diferansiyel ve entegral hesaplamaları ile analitik geometriyi
öğrenmişti.
1894’te Einstein’ın babası ve amcasının şirketi 14 yılın
ardından iflas etti. İki aile birlikte İtalya’ya gitmek ve şanslarını orada
denemek istediler. Ailesi Albert’ın Münih’te kalıp okulunu
Gymnasium’da bitirmesine karar verdi. Bu sırada Einstein on beş
yaşındaydı ve liseyi bitirmesine daha üç yıl vardı. Münih’te tek başına
altı ay geçirdikten sonra Einstein bunalıma girdi ve gerginleşmeye
başladı. Aile doktorunu ikna ederek “Sinir sorunları nedeniyle
kendisinin ailesinin yanında bulunması gerektiğini” belirten bir
rapor aldı. Einstein ailesine haber vermeden Gymnasium’dan ayrıldı
ve İtalya’daki ailesinin yanına geldi.
Ancak,eğitimini yarıda bırakma niyeti yoktu. Einstein’ı
İsviçre’nin Aarau bölgesinde bir liseye gönderdiler.Bu yıllar belki de
Einstein’ın gençliğinin en güzel yıllarıydı. Zürih’ten 30 km
uzaklıktaki bir köyde bulunan lise Einstein için idealdi. Saygı
duyulan, açık fikirli bir öğretmen olan Jost Winteler tarafından
yönetiliyordu. Okulda rahat bir ortam vardı ve öğrencilerin bağımsız
düşünmesi teşvik ediliyordu. Bu yaklaşım Einstein’ın kişiliğine
uyuyordu.
1896’da Aarau okulundan yüksek notlar alarak mezun oldu!
Yaşı, gerekli yaştan altı ay küçük olmasına rağmen Politeknik’e kabul
edildi. Einstein fiziği tercih etti. Fizik bölümü büyük ve modern bir
binadaydı ve çok iyi ekipmana sahipti. Fakülte dünya
standartlarındaydı. Adolf Hurwitz ve Hermann Minkowski gibi ünlü
matematikçiler, Einstein’ın profesörleri arasındaydı.
59
Einstein’ın o dönemdeki yaşamı tipik bir Avrupalı üniversite
öğrencisi hayatıydı. Kahveler ve barlarda uzun saatler harcıyordu.
Kahve içerek arkadaşları ile bilim ve felsefe tartışıyordu. Hangi
derslere odaklanması gerektiği konusunda seçiciydi. Eğer konuyu ya
da profesörü beğenmiyorsa o derslere girmiyordu.Politeknik’te
öğrenciler dört sene boyunca sadece iki dönem sonunda sınavlara
giriyordu. Bunlar dışında not kaygısı ya da yoklama kaygıları yoktu.
Einstein aldığı dersler ile hiçbir alakası olmayan, sadece ilgi duyduğu
kitapları çalışıyordu. Politeknik’te profesörlerin her biri araştırmacıydı
ve ders kitapları yerine kendi araştırmalarını izliyorlardı. Ders notu hiç
tutmayan Einstein, hayat boyu arkadaşı kalacak olan Marcel
Grossman’ın titizlik ile tuttuğu ders notları ile sınavları başarılı
geçebilmişti.
Üçüncü senesinde Einstein profesör Heinrich Weber’in
elektroteknik laboratuarı dersini aldı. Derste sadece zorunlu deneyleri
değil, kendi tasarladığı deneyleri de yapıyordu. Sadece laboratuarda
kendi çalışmalarını yapmak için başka bazı derslere girmediği
oluyordu. Einstein Weber’in fiziğe giriş derslerini beğeniyordu ama
daha ileri fizik konularındaki derslerini yetersiz bulmuştu. Weber
Maxwell’in elektromanyetik kuramı hakkında hiç konuşmuyordu.
Einstein bu dönemde saygısız ve ukala olmaya başlamıştı.
Einstein bu tavrının cezasını mezuniyet sonrası çekecekti. Weber
Einstein’ın üniversitede akademik bir pozisyona yerleşmesine engel
olmuştu.
1900 yılında Einstein üniversiteden fizik diploması ile mezun
oldu. Üniversitede bir asistanlık pozisyonu bulmak istiyordu, böylece
doktorası için araştırma yapabilecekti. Fakat üniversite yıllarında pek
çok profesörünü isyankar tavırları ile kızdırmıştı. Ayrıca, profesörleri
Einstein’ın derslere girmemiş olmasından, kendi istediği konuları
çalışmasından hoşlanmamıştı.
60
Başka üniversitelerde, kendi araştırma makalelerini
göndererek pozisyonlar aradı ama hiç olumlu cevap alamadı. 18 ay
boyunca bir sürü denemeden sonra üniversite pozisyonları aramayı
bıraktı ve Marcel Grossman'ın yardımı ile İsviçre’de Bern kentinde,
bir patent ofisinde iş buldu.
1905 yılı Einstein için bir mucize yıl oldu ve o dönemde
kuramları hemen benimsenmemiş olsa da, ileride fizikte devrim
yaratacak olan dört makale yayınladı.
1914 yılında Max Planck'ın kişisel ricası ile Almanya'ya geri
döndü.
1921 yılında fotoelektrik etki üzerine çalışmaları nedeniyle
Nobel Fizik Ödülü'ne layık görüldü.
Nazi Partisi'nin iktidara yükselişi nedeniyle 1933'te
Almanya'yı terk etti ve Amerika Birleşik Devletleri'ne yerleşti.
Ömrünün geri kalanını geçirdiği Princeton'da hayatını kaybetmiştir.
Albert Einstein, özel görelilik ve genel görelilik kuramları ile
iki yüzyıldır Newton mekaniğinin hakim olduğu uzay anlayışında bir
devrim yaratmıştır.
E=mc2 denklemi ile formüle ettiği kütle-enerji eş değerliği,
yıldızların nasıl enerji oluşturduğuna açıklama getirmiş ve nükleer
teknolojinin önünü açmıştır.
“Fotoelektrik etki” ve “Brown hareketine” getirdiği
matematiksel açıklamalar, modern fiziğe diğer katkıları arasındadır.
Ömrünün büyük bir kısmını “Bütün kuramları birleştiren bir
birleşik alan kuramı yaratmaya” çalışarak geçirmiş ama bu çabaları
sonuçsuz kalmıştır.
61
Einstein Nazilerin nükleer bomba geliştirmesi endişesiyle
ABD başkanı Roosevelt'e bir mektup göndermiş, ABD'nin nükleer
çalışmalara başlamasını tavsiye etmiştir.
Holokost sonrası Yahudilerin kendi ülkelerine sahip olması
gerektiği fikrini savunmuş, İsrail'in kuruluşuna destek vermiştir.
Din konusunda yaptığı söyleşilerinde, “Yahudilik dinine ve
diğer kutsal kitaplara inanmadığını” belirtmiştir. Çeşitli
röportajlarında ve mektuplarında ise, “Museviliğe inanmadığını ve
bütün dinleri çocukça batıl inançlar olarak gördüğünü” söylemiştir.
Kendisinin ise, değişik zaman dilimlerinde agnostik veya deist
görüşler taşıdığını belirtmiştir. Katı bir determinizme inanan Einstein,
evrenin yasalarını anlamayı bir tür dini duyguya benzetmiştir.
Sosyalizme sempati duyan bir makale yayınlamıştır ve bütün
dünyanın tek bir hükümet altında toplanması fikrini ifade etmiştir.
Soğuk Savaş'ın başlaması ile ABD'de görülen anti-komünist
politikaları, ifade özgürlüğünü kısıtlayacak derecede olmaları
nedeniyle eleştirmiştir.
Bertrand Russell ile birlikte nükleer silahlara karşı bir
manifesto da yayınlamıştır.
Einstein'ın 72. yaş gününde, UPI fotoğrafçısı Arthurr Sasse
kendisini kameraya karşı gülümsetmeye çalışıyordu. Einstein o gün
defalarca kameralara gülümsedikten sonra bu sefer dilini çıkardı. Bu
fotoğraf Einstein'ın en ünlü fotoğraflarından biri olmuştur.
19 Haziran 2009'da orijinal fotoğraf bir açık arttırmada
74.324 U.S. dolara satılmıştır. Herhalde Einstein'ın en iyi iş yapan
fotoğrafıdır.
62
Einstein, hayatı boyunca 300’den fazla bilimsel makale
yayınlamıştır! Ayrıca, 150’den fazla bilim dışı çalışmaları da
olmuştur. Başarıları ve eserleri nedeniyle Einstein sözcüğü, “Dâhi” ile
eşanlamlı kullanılmaya başlanmıştır.
18 Nisan 1955’te, Albert Einstein iç kanama geçirdi. Einstein,
ameliyat olmayı şu sözlerle reddetti, “Şimdi istediğim zaman, artık
gitmek istiyorum.Hayatı yapay bir şekilde uzatmak tatsız. Ben
payımı kullandım, şimdi gitme zamanı ve bunu zarif bir şekilde
yapmak istiyorum”.
76 yaşında, Princeton Hastanesi’nde yaşamını yitirdi.
Otopsisi sırasında Princeton Hastanesi patoloji uzmanı
Thomas Stoltz Harvey, Einstein’ın beynini korumak için ailesinden
izin alarak çıkardı. İleride nörolojinin, Einstein’ın neden bu kadar zeki
olduğunu bulacağına inanıyordu.
Einstein’ın cesedi yakıldı ve külleri bilinmeyen bir yere
serpildi.
63
Stephen William Hawking
(8 Ocak1942, Oxford doğumlu), İngiliz fizikçi ve evrenbilimci.
Stephen William Hawking bir bilim adamı. Asıl mesleği fizik.
Fakather sorgulayan kafa gibi “Evren nasıl yaratılmıştır” sorusunu
sormakla benim için bir Filozof.
Ben burada yaşamını ve görüşlerini yazmağa çalışacağım,
ama onu görmek istiyor, görüşlerini öğrenmek istiyorsanız, en güzeli
ve
en
kolayı
onu
Youtube’de
izlemeniz
olacaktır.
Adresi:http://www.youtube.com/watch_popup?v=JvEb3
b-w17g&vq=medium dır.
İzlediğinizde, bir dâhi ile tanışacaksınız!.. Düşünebilmenin
enginliğinin ve evrimin sonsuzluğunun farkına varacaksınız!..
Kurtuluş herhalde bu’dur!. Öğrenim de!..
64
1942 yılında İngiltere’de dünyaya gelen Hawking’in yaşamı,
çocukluk ve gençlik yıllarında neşeli ve zeki özellikleriyle normal
olarak devam ediyordu.
Hawking sekiz yaşındayken, Kuzey Londra'dan 20 mil
uzaktaki St Albans'a gitti. 11 yaşında St Albans okuluna kayıt oldu.
Buradan mezun olduktan sonra babasının eski okulu Oxford
Üniversitesi kolejine devam etti.
Babasının tıpla ilgilenmesini istemesine karşın, o matematiği
seviyordu. Fakat okulun matematik bölümü mevcut değildi. Bu
yüzden onun yerine fizik öğrenimi görmeye başladı. Üç yıl sonra doğa
bilimlerinde birinci sınıf onur madalyasıyla ödüllendirildi.
Hawking daha sonra Kozmoloji (Evrenbilim) üzerine
çalışmak üzere Cambridge'e gitti. O zamanlar Oxford'da evren bilimi
üzerine çalışma yoktu. Cambridge'de danışman olarak Fred Hoyle'u
istemesine karşın Dennis Sciama atanmıştı. Doktorasını aldıktan sonra
ilk önce araştırma asistanı, daha sonra Gonville and Caius College'de
profesör asistanı oldu.
1965 yılında evlendiği kız arkadaşı, dilbilim öğrencisi Jane
Wilde ile mutlu bir aile yaşantısında iki oğlu ve bir kızı dünyaya geldi.
Ancak o yıllarda ALS (Amnyotrophic Lateral Sclerosis) yani “Motor
nöron” hastalığına yakalandı.
Bu hastalık hayatının sıkıntılı, tekerlekli sandalyeye mahkum
sürecinin de başlangıcıydı. Bu hastalığa rağmen, mutlu bir aile yaşamı
devam etmektedir.
65
Bir çalışmasını, tez danışmanı ile birlikte 1970 yılında
yayımladı. Bugün evrenin başlangıcının bu big-bang olayı olduğuna
inananlar çoğunlukla olmakla birlikte, başta Hawking olmak üzere
ortaya şu soruyu atanlar vardır: “Genel Rölativite ve Newton çeki
kanunları genişleyen evren için geçerli olmakla birlikte, başlangıç
anına, o tekil an ve tekil noktaya varıldığında, genel rölativite ve
Newton kanunları uygulanamamaktadır.”
1973'de Gökbilim Enstitüsünden ayrıldıktan sonra Hawking
Uygulamalı matematik ve Kuramsal fizik bölümüne geçti.
1979'dan sonra matematik bölümünde Lucasian matematik
profesörü oldu. Bu profesörlük 1663 yılında üniversite parlemento
üyesi olan Henry Lucas tarafından kurulmuştu. İlk olarak Isaac
Barrow sonra 1669'da Isaac Newton'a verilmişti.
Hawking, kozmoloji ve evrenle ilgili bilgilerin hemen, hemen
herkesin anlayabileceği bir dille, “Zamanın Kısa Tarihi (A Brief
History of Time)” adlı kitapta yazdı. 1987 yılında yayımlanan bu
kitap, günümüzde Türkçeye çevrilmiş ve basılmıştır.
O ilk anda, yani enerji (kütle) çok küçük bir boyutta (bir
noktada) toplandığına göre ve küçük boyutlarda da kuantum mekanik
teorisi geçerli olduğuna göre, o halde Kuantum Mekanik ve
Rölativistik Mekanik yasaları birleştiren bir “En Büyük Birleşim
Teorisi yapılmalı ve bu yeni yasa, evrenin oluşumunu da
başlangıcından itibaren an be an açıklayabilmeli” demektedir.
Bugün bilim dünyası; “Doğa da mevcut ağırlık, Zayıf
çekirdek, Elektromanyetik kuvvetler ve şiddetli çekirdek kuvvetleri”
olmak üzere bu dört çeşit kuvveti birleştiren bir teori oluşturmanın
peşindedir.
66
Hawking, teorik fizikte çok güncel olan, fizikteki dört-çeşit
kuvveti birlikte açıklamaya çalışan “Büyük Birleşim Teorisi’nin”
kurucusu olup, aynı zamanda Einstein’e ait “Rölativite teorisi” ile
modern fiziğin en sofistike teorisi olan “Kuantum mekanik teoriyi”
birleştirmeye çalışmaktadır. Bu birleştirmeler gerçekleşirse, evrenin
oluşumu hakkında daha sağlam ve net bilgilere erişilecektir.
Hawking, evrenin temel prensipleri üzerine çalıştı. Roger
Penrose ile birlikte “Einstein'ın Uzay ve Zamanı kapsayan Genel
Görelilik Kuramının Big, Bang ile başlayıp karadeliklerle
sonlandığını” gösterdi.
Bu sonuç, Kuantum mekaniği ile Genel Görelilik Kuramı'nın
birleştirilmesi gerektiğini ortaya koyuyordu. Bu yirminci yüzyılın
ikinci yarısının en büyük buluşlarından biriydi.
Bu birleşmenin bir sonucu;


“Karadeliklerin (Evrendeki yıldız boşlukları) aslında
tamamen kara olmadığını, fakat radyasyon yayıp
buharlaştıklarını ve o an görünmez olduklarını” ortaya
koyuyordu.
Diğer bir sonucu da “Evrenin bir sonu ve sınırı olmadığı”
idi. Bu da evrenin başlangıcının tamamen bilimsel kurallar
çerçevesinde meydana geldiği anlamına geliyordu.
Stephen Hawking, Kuantum fiziği ve karadeliklerle ilgili
iddialarıyla, bugün yaşayan bilim adamları arasında dünyada en çok
tanınan ismidir. Kitapları, 40 dile çevrildi; evrenle ilgili çılgın teorik
bilgilerini popüler hale getirmek için gereken maddi bağımsızlığı
sağlayacak ve Cambridge Üniversitesindeki uygulamalı matematik ve
teorik fizik laboratuarını geliştirecek kadar da sattı. .
67
Son kitabı “Ceviz Kabuğundaki Evren”de, dünyanın büyük
bir felaket ile karşı karşıya kalabileceğini belirterek, uzayda insan
kolonileri kurulmasını gündeme getirmiştir. Yeni kitabıyla yazar,
bizleri çoğu kez gerçeklerin kurmaca dan daha şaşırtıcı olduğu teorik
fiziğin en üst noktalarına çıkarıyor ve evrenin temel ilkelerine dair
anlaşılır yorumlarda bulunuyor. Okur, kitabı bir bilimsel eser olarak
algılayabileceği gibi, rahatlıkla bir bilim–kurgu romanı gibi de
değerlendirebilir. Hawking'in “Karmaşık önermeleri günlük
yaşamdan çekip aldığı analojilerle resmetme becerisi” buna imkân
tanımaktadır.
Bir fenomen haline gelen ve milyonlarca satan “Zamanın
Kısa Tarihi: Büyük Patlamadan Karadeliklere” kitabı, Hawking'e
asıl şöhreti getirmiştir. İlk kitabının yayımlanmasından bu yana
gerçekleşen önemli buluşların ardındaki sırrı açığa çıkaran “Ceviz
Kabuğundaki Evren”, “Zamanın Kısa Tarihi”nin bir devamı
sayılabilir.
Zaman....
Her çağın tek hükümranı,
İnsanları korkutan,
Sevdiklerinden ayıran,
Koruğu helva yapan,
Peygamberleri sahtekâr kılan
Tek ümit, zaman....
Tepe takla gelmen uzayda tez zaman.
Önder Limoncuoğlu (1961)
Stephen Hawking, Einstein’dan bu yana dünyaya gelen en
parlak teorik fizikçi olarak kabul edilmektedir.
Stephen Hawking yazdığı çocuk kitaplarıyla onları etkileyip
evrenbilimi sevdirmeğe çalışmış ve hayal dünyalarını genişletmiştir.
68
Neden, Niçin, Nasıl, Acaba’ların
İlk Savaşçıları
Sevgili Gençler,
Bu kitabı yazanın ereği tek “Sorgulayıcı Akla” varmanız!..
Bu sebeple, “Enerjiyi ve Karaboşlukları kısaca Evreni”
burada bırakıp, gelin bu bölümdebizleri sorgulayıcı akla götüren
Eski Yunanda ve İyonya denilen Ege Bölgesinde yaşamış Eski Yunan
Filozoflarını ve felsefelerini kısaca görelim!..
Şiirlerinden iki adet dörtlüğünü bu kitaba aldığım genç
Cumhuriyet’in lise öğretmeni rahmetli Tahsin Yaşamak şiir kitabını
imzalarken, “Neden, Niçin, Nasıl, Acaba’ların yiğit savaşçısı Önder
Limoncuoğlu kardeşime” yazmıştı!..
O’nu da anarak, bu filozofları “Neden, Niçin, Nasıl,
Acaba’ların İlk Savaşçıları” olarak niteliyorum!..
Doğa Filozofları
Üzerinde yaşadığımız Ege Bölgesi ile Atina’da, M.Ö. 6. ve 5.
yüzyıllarda, ilk filozoflar adını verdiğimiz bazı kişiler yaşamıştır. Bu
kişiler esasta filozof olmayıp, matematikçi, fizikçi, ahlâkçıdırlar.
Adını herkesin bildiği Thales’in matematikçi, Ksenefon’un ahlâkçı,
Heraklit’in fizikçi, Demokrit’in fizikçi olması gibi!..
Bunların felsefeyle ve birbirleriyle ilişkisi olmamasına
rağmen, neden bunlara filozof diyoruz? Çünkü hepsinin bir ortak
noktaları vardı. Bunlar, dünyanın nasıl oluştuğunu mesele edinmişler
ve sorgulamışlardı. Örnek olarak;
69
Thales
(M.Ö. 624-546)
Thales, M.Ö. 624 yılında Milet’te doğmuş ve M.Ö. 546 yılında
Karya’da ölmüş bir bilim adamıdır.
Thales, “Küçük Ayı” takım yıldızını keşfeden, gemilerin
kıyıdan uzaklığını ve Mısır’da iken, Piramitlerin yüksekliğini,
gölgelerini dikkate alarak ölçebilmek için geometrik yöntemler ortaya
koyan bir mühendis, geometrici ve şehir planlamacısıdır.
Mıknatısın ve amberin (elektron) çekici gücünü açıklamaya
çalışmıştır.
Mısır’da bulunmuş ve suyun her şeyin kaynağı olduğunu
onlardan öğrenmiştir.
Ona göre;
“Karalar,
yüzmektedir”.
her
şeyin
kaynağı
olan
suyun
üstünde
“Depremin oluşumu da, geminin dalgalar üzerinde hareket
edişi gibi, karaların su üstünde yüzerken meydana gelen
dalgalanmadır.”
70
Aristoteles, Thales için şöyle demektedir;
“Onu yoksul biri olduğu için küçümsemişlerdi. Bu da,
felsefenin, ilmin, hiçbir yararı olmadığını gösteren bir özellikti!..
Oysa O, gök cisimlerinin hareketlerini inceleyip, onları
önceden tahmin edebildiği için, ne zaman büyük bir zeytin hasadı
elde edilebileceğini bilebilirdi. Bundan dolayı da; epeyce para
kazanabilir, kışın parasını Milet ve Khios'taki bütün zeytinyağı elde
etmeye yarayan mengenelere yatırıp, tümünü ucuza kiralayabilirdi.
Zamanı gelip de, bu zeytinyağı mengenelerine gereksinme
duyulunca, dilediği fiyata onları kiraya vererek çok büyük kazançlar
sağlayabilirdi.
Böylece bir filozofun, bir bilginin, isterse nasıl zengin
olabileceğini herkese göstermiş olurdu. Oysa felsefecinin işi bu
değildi. O, bilgiyi bir çıkar amacıyla değil, yalnızca bilmek için
istiyordu.” (Kaynak: Aristoteles, Politikon, A 11 1259a 9)
Özetlersek Thales; “Dünya neden meydana gelmiştir” diye
soruyor ve yanıt olarak “İnsan vücudunun büyük kısmı su, dünyanın
da büyük kısmı su, hiç bir varlık susuz yaşayamıyor, öyleyse dünya
sudan meydana gelmiş olmalı“ diyordu.
71
Ksenofanes
(M.Ö. 570-480)
Ksenofanes, M.Ö. 570 yılında Kolophon'da (şimdikiİzmir,
Değirmendere) doğar ve M.Ö. 480 yılında ölür.
Eskiçağ’da yaşamış bir İzmirli doğa düşünürü!.. “Evrenin
nasıl ortaya çıktığı, ana maddesinin ne olduğu” gibi sorunlar asıl ilgi
alanını oluşturmamakla birlikte, bu konularda birtakım görüşler ortaya
koymuştur!..
Şöyle ki;
“Dünya düzdür; üst tarafından hava küresi, daha doğrusu
yarım hava küresi, alt tarafından ise toprakla çevrelenmiştir!.. Güneş
havada bir doğru çizer ve her akşam batıda bir çukura düşer, ertesi
gün ise doğudan yeni bir güneş doğar!..
72
Yıldızlar ise, gündüzleri sönen, geceleri tekrar yanan kömür
parçaları gibidirler. Dünya belki başlangıçta bir çamurdu. Zamanla
güneşin etkisiyle suların bir kısmı buharlaştı, toprak kurudu ve
böylece o bugünkü şeklini aldı. Bu sebeple, karada deniz
hayvanlarının, deniz yosunlarının fosilleri bulunmuştur!..
-
-
Tanrılar insanlara her şeyi başlangıçtan itibaren
vermemişlerdir. İnsanlar araştırma yaparak zamanla en
iyiyi bulmuşlardır.
İnsan doğruya değil, sadece doğruyu andırana ulaşabilir.
Tanrılardan hakikati ve de yeryüzündeki her şeyi öğrenen
olmadı ve asla olmayacaktır da. Çünküinsan bir kez
doğruyu tam tuttursa bile, yine de öyle olduğunu
bilmeyecektir.”
Ksenofones’in asıl meselesi ve yaptığı, “İçinde yaşadığı Eski
Yunan toplumunun ve kültürünün temel kurum, kavram ve
değerlerini sorgulaması” dır!..
Geleneklere,
dolayısıyla
da
Yunan
sporcularının
yüceltilmesine, kehanetlere ve özellikle de halkının insan biçimli
çoktanrıcılık inancına ve orfik kültürünün bir öğretisi olan ruh göçüne
karşı çıkmıştır.
Şehir, şehir dolaşıp, halkın tanrılar hakkındaki inançlarını;
"Eğer öküzlerin, atların ve aslanların elleri olsaydı ve onlar
elleriyle insanlar gibi resim yapmasını ve sanat eserleri meydana
getirmesini bilselerdi, atlar tanrıların biçimlerini atlarınkine,
öküzler öküzlerinkine benzer çizerlerdi ve onların herbirine de,
kendi türlerine uygun bedenler verirlerdi"
diyerek, alaycı bir üslupla Yunanlıların “Mitolojik Tanrı”
düşüncesini alaya almıştır!..
Ksenofones bu eleştirileri yaparken amacıTanrı kavramına
ahlâki bir temel kazandırmaktır!..
73
Ona göre;
“Bir yandan tanrılara saygı duymak, öte yandan onlar için
bu tür çirkin masallar uydurmak birbiriyle uyuşmaz!..
Ne biçim, ne düşünce bakımından insanlara benzer
olamayan tek bir Tanrı!..
O tümüyle göz, tümüyle düşünce, tümüyle kulaktır!..
Hiçbir zorluk çekmeksizin her şeyi zihninin gücüyle
yönetir!..
Hiç kımıldamadan hep aynı yerde durur ve bir o yana, bir bu
yana gitmek yakışmaz ona!..”
Ksenophanes’in bu tanrı tasavvuru,onu tek Tanrı anlayışına
götürmüştür!..
Ancak, bu düşünce halk üzerinde etkili olmamış ve fakat
“Tanrının yerinde durarak, dünyayı düşünmekle kımıldattığı”
şeklindeki öğretisi, Aristoteles tarafından ele alınmak ve
tamamlanmak suretiyle yüzyıllar boyunca hüküm sürmüştür.
Ksenofanes, sonradan Elea okulunun kurucusu olan
Parmenides'in hocalığını yapmıştır.
74
Heraklitos veya Heraklit
(M.Ö.535 – 475)
Herakleitos, M.Ö. 535 yılında Efes'te doğmuştur.Efes’in
yerlisi olduğu ve babasının adının Bloson olduğu gibi detaylar dışında
hayatı hakkında pek az şey bilinmektedir.
Efes'te, krala rahipler veren bir aileden geldiği
anlaşılmaktadır. İyonya'nın sonuncu ve en büyük filozofu olan
Antisthenes, bu görevi kullanma sırası Herakleitos'a geldiğinde, bu
hakkını kardeşine bıraktığını söyler. Apollodoros'a göre; Herakleitos
Olimpiyat oyunlarında sivrilmiştir.
Felsefe tarihinde dinamik bir felsefî sistem ortaya koyan ilk
kişidir. Herakleitos, Milet'li filozoflardan etkilenmiştir. “Zıtlıkların
çatışması ve birliğinin ana öğretisi” adlı kitabını yazarken
Anaksimandros ve Pythagoras'dan etkilendiği görülmektedir. Ruh
öğretisinde de Anaksimenes'ten etkilenmiştir.
Gençliğinde hiçbir şey bilmediğini ve kendini incelediğini
vurgulayan "Kendimi keşfettim" "Ruhun ucu bucağı yok" sözleriyle
ün yaptı!..
75
Eseri,
"Doğa
üzerine"
adındadır!..
öğrendiğimize göre bu kitabı üç bölümdür;



Diogenes'den
Evren üzerine,
Politika üzerine,
Tanrı bilimi üzerine.
Bu eser atasözlerini andırır ifadelerden oluşan şiirsel bir düz
yazıdır. Ancak, üslubu halkın anlayamayacağı şekildedir!..
Herakleitos'un sözlerini anlamak için çaba harcamak gerekir.
Bilmeceyi çözmek gerekir. Çünkü ona göre hakikat gizlenmeyi
sever!..
Kitabını adak olarak Artemis tapınağına koydu. Diogenes'ten
öğrendiğimize göre, eseri o kadar ünlü oldu ki Herakleitosçular denen
ardılları ondan kaynaklandı.
Herakleitos, kitabında nesnelerin kendisinden gelip, kendisine
gittikleri ve ilk maddenin ateş olduğunu söylemiştir. O’na göre;
“Dünyamız sonsuz canlı ateşten, değişmeyle meydana
gelmiştir ve bir vakit gelecek sonunda tüm-ateşe girecektir, böylece
akış yeniden başlayacaktır!..
Bütünün kendisi olan bu kozmosu ne bir tanrı, ne de bir
insan meydana getirmiştir. O, daima belli ölçülere göre yanan, belli
ölçülere göre sönen ezelî ve ebedî ateştir.Ve bu ateş ihtiyaç ve
tokluktur!.. Çünkü ihtiyaç veya açlık, ateşin kozmik düzenine işaret
eder; tokluk ise bir nesnenin ölümü, ateşe dönüşmesi anlamına
gelir!..
Her şey ateşten geldi ve yok olup tekrar ateşe dönecek. ateş
gelip, her şeyi yargılayıp mahkûm edecektir!.. Ateşin kendisinden
meydana gelen şey değiştiği halde, ateşin kendisi değişmez. O, hep
var olan ateştir!..
76
Belli bir ölçü içerisinde ateş ile maddeler karşılıklı olarak
birbirlerine dönüşürler. Bu dönüşümler kozmik düzeni meydana
getirir!..
Varlıkların meydana gelişi ancak birbirlerine zıt olan ve
bundan ötürü birbirlerini devam ettiren zıtların çatışmasına
bağlıdır. Çünküpes ve tiz sesler olmazsa uyum olmaz, birbirine
karşıt erkek ve dişi olmazsa canlı varlıklar olmaz!..”
Felsefesini; “Her şeyden Bir, Bir'den her şey” sözüyle
özetler!..
"Ölümsüzler ölümlü, ölümlüler ölümsüz. Biri diğerinin
ölümünü yaşar, diğeri de ötekinin yaşamını ölür" sözleri de
onundur!..
Özetlersek Heraklit
“Dış dünyada duyularımızla algıladıklarımız asılsız bir
görünüş olup, evrende her şey her an değişmektedir, varlık
diye bir oluşum yoktur, hareket vardır. İşte varlık dediğimiz bir
hareketten ibarettir” diyordu.
“Aynı nehirde 2 kere yıkanamazsınız“ onun görüşünün
bir özetidir!..
Dünyanın oluşumunu “Ateş” ve “Hareket’e” dayandırdığı
için, biz Herakleitos’u Doğa Filozofları içine alıyoruz!..
Herakleitos'un, din anlayışına gelince, Ksenophanes'in
etkilerini görürüz!.. Yığınlar olarak nitelediği ve “Sığır gibi
tıkınmakla geçiriyor gününü” dediği halkın, yerleşik din anlayışına
karşı çıkar!..
77
Rahipler için;
“Gece dolaşanlar,
Magos'lar, Bakkhos
rahipleri,
Dionysos'un rahipleri, gizemlere erenler, insanların ölümden sonra
ateşte yanacaklarını kehanet buyurarak, ceza çekmekle tehdit
ediyorlar ve halkın arasında kabul gören gizli ayinlerle ve
kurbanlarla, kana bulanarak kendilerini arındırmaya çalışıyorlar!..
Çamura batmış birinin kendini çamurlu suyla yıkaması gibi!..
Çamurla temizlenen birine herkes deli der!.. Deliler gibi,
karşılarındaki tanrı heykellerine yakarıyorlar, evlerinin duvarlarına
konuşur gibi!.. İnsanlar bu töreni Dionysos'a saygıda bulunmak
için düzenlemeyip, sadece Phallus'a övgüler düzenleseydiler, o
zaman buna utanmazlık derlerdi!.. Oysa kendilerinden geçerek
saygıda bulundukları Dionysos ile Hades tek ve aynı şeydir!..”
Yaşamında, kendisinin çağdaşları ile karşıtlık içinde
bulunduğunu görmüş ve topluluk içinde yaşamaktan uzaklaşmıştır.
Bu büyük filozofun söylediklerinden, döneminin siyasal
durumundan hoşlanmadığı ve sert bir dille bu durumu eleştirdiği
anlaşılıyor. Yalnızca siyasal durumu değil, kendi yurttaşlarını da
eleştiriyor. Arkadaşı Hermodoros'u sürgüne yolladıkları için,
Ephesos'lulara şöyle diyor;
“Bütün yetişkin Ephesos’lular kendilerini asıp, kenti
çocuklara bıraksalar iyi olur; çünkü onlar “Hiç kimse bizden çok
değerli olmamalı; böyle biri varsa, gitsin, başka yerde
başkalarının arasında yaşasın!”diyerek, aralarındaki en değerli
adamı, Hermodoros'u sürgüne yollamazlar!..Hiç eksik olmasın
zenginliğiniz Ephesos'lular, olmasın ki alçaklığınız belli olsun!.."
Bu büyük filozof, daha önceki büyük Yunan bilginlerini,
filozoflarını ve şairlerini de küçümser!..
78
Herakleitos, fragmanlarından anlaşıldığı üzere, Eski Yunan
dünyasının kabul görmüş isimlerini, "Çok bilgi insanı akıllı yapmaz;
öyle olsa Hesiodos'u, Pythagoras'ı, Ksenophanes'i ve Hekataios'u
akıllı yapardı" sözleriyle onları küçümser!..
Herakleitos'un, kendisinden sonra gelenler üzerinde çok
büyük etkisi olmuştur!.. Şöyle ki;





Her şeyin aktığı öğretisi ve göreceliği sofistlerin
şüpheciliğinin en büyük dayanaklarından olmuştur.
Sokrates gençliğinde Herakleitos’un öğrencisi olduğunu
ve ondan “Dünyanın sürekli akış içinde olduğu
görüşlerini aldığını” belirtmektedir.
Platon, "Herakleitos’a göre hiçbir şeyin sağlıklı
olmadığını ve her şeyin bir gidiş ve akış olduğunu belirtir.
Stoacılar Herakleitos'un felsefesini izlerler.
Özellikle, Yeniçağ’da Goethe, Hölderlin, Hegel ve
Nietzsche’e Herakleitos'u örnek almıştır.
Hegel, “Herakleitos'un
düşüncesinin olmadığını”,
eserinin
yer
almadığı
hiçbir
Nietzsche, “Dünyanın herzaman doğruya yani Herakleitos'a
muhtaç olduğunu”
söyler.
79
Pisagor veya Pythagoras
(M.Ö. 570 - 495)
M.Ö. 570 yılında, Ege Denizi’nde bulunan, Kuşadası
karşısındaki Sisam adasında doğmuştur. Babası, yüzük taşı yapımcısı
Mnesarkhos’dur. Ünlü bir matematikçi ve geometrici olan Pisagor
“Sayıların babası” olarak anılır.
Çarpım Tablosu’nu ilk kullanan Pisagor’dur!.. Pisagor
Teoremi onun önermesidir!.. “Bir dik açılı üçgende, dik kenarların
her birinin uzunluklarının karelerinin toplamaları, dik açılı köşe
karşısındaki kenarın uzunluğunun karesine eşittir. Bu teoremin
matematik formülle ifadesi şöyledir: a² + b² = c²”
80
Pisagor ve öğrencileri, “Her şeyin matematikle ilgili
olduğuna, sayıların nihaî gerçek olduğuna, matematik aracılığıyla
her şeyin tahmin edilebileceğine ve ölçülebileceğine” inanmışlardır!..
Pisagor'un bir başarısı da, “Müziğin 1, 2, 3, 4 sayılarının
orantılı aralıklarına dayandığını” keşfetmesidir!.. Gene, Pisagor,
“Evrenin, sayıların toplamı olan 10 sayısına (1+2+3+4=10)
dayandığını” savunur!..
“Dünyanın yuvarlak olduğunu, her gezegenin bir ekseni
olduğunu ve gezegenlerin bir merkezî noktada döndüklerini”
söyleyen ilk kişilerden biridir, Pisagor!..
Önce, o noktayı “Dünyanın Merkez Noktası” olarak nitelese
de, sonradan bu düşünceden vazgeçip, “Gezegenlerin, merkezî bir
ateş etrafında döndüğünü” söylemiştir. Ama bu ateşi asla Güneş
olarak tanımlamamıştır. Ayrıca, Ay'ın başka bir gezegen olduğuna
inanmış ve ona “Karşı-Dünya” demiştir.
81
“Güneş tutulması; Ay, Yer ile Güneş’in arasına girince; Ay
tutulması da; Yer’in gölgesi ay üzerine düşünce olur!.. Bütün hızla
giden şeyler bir ses çıkarırlar, dolayısıyla yıldızlar da bir ses
çıkarırlar; bu sesin yüksekliği yıldızın, merkezî ateşe olan
uzaklığıyla orantılıdır. Böylece, göklerin de bir musikisi vardır, ama
bunu sıradan ölümlüler işitemezler” savları Pisagorcularındır!..
Pisagor’un gelişinden önce, Croton aristokratlardan (zengin
yurttaşlardan)
oluşan
1000’ler
meclisince
(senatosunca)
yönetiliyordu!.. Enstitü’nün gitgide güç kazanması ile Pisagorcular
Croton site-devlet’in yönetiminde söz sahibi oldular!.. “Seçimin,
doğru insanı yönetime getirmediğini” savunan Pisagor, bunu
değiştirerek “Liyakate göre atama” dediği ve inisiyatik eğitim almış
bilgelerden (insiyelerden) oluşan ve atama ile gelen 300 kişilik bir
konsey tarafından yönetilmesi esasını getirdi!.. (Platon’un sonradan “Devlet”
adlı eserinde söz edeceği bu yönetim rejimini, kimilerine göre, dünyada (ya da 6.000 yıl içinde)
pratiğe geçirebilmiş tek kişi Pisagor olmuştur.)
Pisagorcu yapılaşma, giderek Güney İtalya’nın diğer
kentlerine ve Akdeniz’deki bazı adalara da sıçramaya başladı!.. Fakat
çıkarları zedelenenler ve inisiyasyona alınmayanlar bir süre sonra
karşılık vermekte gecikmediler!.. Bundan sonra gelişen olaylar
hakkında kaynaklar farklı bilgiler vermektedir. Kimilerine göre
Pisagor dâhil, en üst düzeyli inisiyelerin hemen, hemen hepsi
öldürülmüş, kimilerine göre de, Pisagor kaçmayı başarmış ve
Metapontium kentinde yüz yaşına yaklaşırken eceliyle ölmüştür.
Pisagor, kadınların bir eşya gibi görüldüğü ve işlerinin sadece
evi yönetmek olduğu bir zamanda onların toplulukta eşit şekilde
çalışmalarına izin verdi.
Orfeuscu tapınağının üyesi olan Brontinus'un kızı ve
Pisagor'un eşi olan Theano’da bir matematikçiydi.
82
Empedokles
(M.Ö. 494 - 434)
Empedokles, Sicilya adasının güney kıyısında yer alan
Akragas (ya da Agrigentum) şehrinde doğmuştur!.. Bu şehirde etkin
olan bir aileye mensuptur!..
Doğa filozoflarından biri olan Empedokles, kendinden önceki
doğa filozoflarının temel töz olarak belirlediği, su, ateş ve havaya,
toprağı da ekleyerek hepsini bir arada kullanan ilk düşünürdür!..
Empedokles'e göre; bu dört temel eleman, sevgi ve
uyuşmazlık (iticilik) gücü ile birleşip, ayrılırlar!.. Bir başka deyişle
sevgi ve uyuşmazlık da, maddeyi meydana getiren asal tözlerdendir ve
değişimleri açıklamak için kullanılmışlardır!..
83
Empedokles,









Havanın ayrı bir töz olduğunu deneysel olarak
kanıtlamış,
Merkez kaç kuvvetini kısmî olarak izah etmiştir.
Nefes almanın mekaniği ile güneş tutulmasının
mekaniği hakkındaki savları,
Ayın yansıyan ışıkla parıldadığını,
Bitkilerde cinsiyetin olduğunu,
Dünya'nın küre biçiminde olduğunu ileri sürmüş,
Işığın bir yerden bir yere gitmesi için zaman geçmesi
gerektiğini,
Kanın, insan hayatının ana taşıyıcısı ve düşünmenin
merkezi olduğunu,
Temel öğelerin kanda, en olgun biçimde bir araya
geldiğini ve insanın tüm yeteneklerinin ise bu
karışımın olgunluğuna bağlı olduğunu savunmuştur.
Dinî açıdan Pisagorcudur. Yani, Ezoterik = Teklik öğretiyi
benimser. "Orpheic" öğretiden de etkilenen Empedokles, Tanrı
olduğunu iddia edip, bunu kanıtlamak amacıyla Etna dağı kraterine
atlayarak ölmüştür.
84
Anaksagoras
(MÖ 500-428)
Anaksagoras, bugün Urla/İzmir yakınında bulunan eski
adıyla Klazomenai şehrinde M.Ö. 500 yılında doğar. Bu şehrin soylu
ailelerinden birine mensuptur.
Bütün servetini, hayatını adadığı bilimsel araştırmalar uğruna
tüketmiş olduğu rivayet edilir.
Anaksagoras Atina'ya yerleşmek için gelen ilk düşünürdür.
Böylece Atina felsefe dünyasına girmiştir. Burada iyi karşılanmış,
dönemin en güçlü kişisi olan Perikles'in dostu olmuştur.
Devrin başka bir önemli siması olan tragedya yazarı
Evripides'le de dostluk kurmuştur.
MÖ 468 yılında düşen bir gök taşını incelemiş ve onun kızgın
bir taş kitlesi olduğu kanaatine varmıştır.
85
Gök cisimlerini incelemesi ve gök taşının düşmesi onu
evrensel düzenle ilgili yeni kuramlar geliştirmeye itmiştir. Nitekim, ay
ve güneş tutulmaları, gök taşları, gök kuşağı ve çok büyük ve ışık
saçan bir kütle olarak tanımladığı güneş ile ilgili bilgiler vermeye
çalışmıştır.
Gök cisimlerinin dünyayla aynı yapıda olduğunu ileri
sürmüştür. Varlığın temel köklerini tohum olarak adlandırmıştır. Ona
göre doğada nitelik bakımından ne kadar çeşit varsa, o kadar da tohum
vardır. Duyularımızla algıladığımız nesnelerde tüm tohumların
bulunduğunu ve bu nesnelerin kendilerinde ağır basan tohumun
karakterini aldığını, onun adıyla anıldığını söyler. Kendi kendine
hareket eden tohumlardan ayrı bir hareket ettirici neden bulunması
gerektiğini düşünmüştür. Bu nedenin de Nous (ruh, akıl) olduğunu
ileri sürmüştür. Nous’u; “Tohumların birbirleriyle karışması ve
birbirlerinden ayrılmasına neden olan hareket ettirici kuvvet” olarak
tanımlamıştır.
O’na göre;
“Evren, her şeyin her şeyle tam bir karışım durumunda
olduğu bir başlangıç noktasından hareketle meydana gelmiştir.
Anaksagoras evrenin bu başlangıç durumuna İlk Karışım adını
verir. Bu “İlk Karışıma” evreni meydana getirecek olan hareketi
verdiren Nous’tur. Nous akıllı, düzenleyici, düzen verici bir ilkedir.
Bundan dolayı o, her şeyin her şeyle bir arada bulunduğu bu
karışıklık durumunu bir düzene sokmuştur:
Nous şeyleri hareket ettirmeye başladığında harekete geçen
her şeyde bir ayrılma ortaya çıkmış ve Nous’un kendilerini harekete
geçirmesinden ötürü her şey ayrılmıştır. Ayrılan bu şeylerden toprak
katılaşmıştır; çünkü buluttan su, sudan toprak ayrılmıştır.
Topraktan ayrılan taşlar ise soğuğun etkisiyle katılaşmışlar ve sudan
daha öteye atılmışlardır!..”
86
Anaksagoras, “Hiçten hiçbir şeyin meydana gelmeyeceğini
ve hiçbir şeyin hiçliğe gitmeyeceğini,dolayısıyla mutlak anlamda bir
oluş ve yok oluş yoktur”u savunur. Kısaca maddecidir ve
atomcudur!..
O tarihlerde güneş Yunanlılar için bir tanrıdır ve onu bir taş
olarak nitelendirmek büyük saygısızlıktır!..
İşte, burada da bilim/inanç çatışması karşımıza çıkar!.. Bilim
adamının yazgısı değişmez!.. Anaksagoras’ın kuramları halkın
inançlarına ters düşmüştür.
M.Ö. 450'de Anaksagoras, Perikles'in siyasi karşıtları
tarafından “Yerleşik inanca karşı geldiği” gerekçesiyle mahkemeye
verilir. Perikles sayesinde serbest bırakılmışsa da yine de Atina'dan
ayrılıp İyonya'da bulunan Lampsakos'a (şimdiki ÇanakkaleLampsakos) gitmeye zorlanmıştır.
Anaksagoras MÖ 428'de Lampsakos'a (şimdiki ÇanakkaleLampsakos) ölür.
Ölümünden sonra Lampsakos agorasına heykelinin dikildiği
ve de öğrencilerin onun ölüm yıldönümlerinde anma törenleri
düzenledikleri söylenir.
87
Demokritos veya Demokrit
(M.Ö. 460 - 370)
“Dünya atom denilen küçük zerreciklerden meydana gelmiştir” diyen bilim adamı.
Sokrates'den sonra ölmüş olmasına rağmen, Demokrit de, bir
bilim adamıdır. O da çalışmaları içinde “Dünya neden yaratılmıştır”
sorusuna yanıt aramıştır. Bu sebeple, O’da Thales, Heraklit, Zenon
gibi Tabiatçı Filozoflar içinde yer alır. Sokrates öncesi doğa
filozoflarından sayılır.
88
Varoluş ile ilgili çok kesin bir görüş ortaya koymuştur.
Şöyleki;
“Evren'deki oluşuma, kesin bir zorunluluk egemendir.
Bütün olup bitenleri bir rastlantı ile açıklamak saçmalıktır.
Yaratılmamış, yok olmayan, değişmeyen varlık, özdeksel atomdur.
Öz, maddeyi temsil eder ve onunla her nesne yapılabilir."
şeklinde özetlenebilecek bir görüşle,
biliminin ilk temellerini atmıştır.
materyalist
doğa
Demokritos, bu materyalist görüşlere rağmen, ruhun
açıklanması aşamasında olsun, ahlâk açıklamasında olsun tutarlı bir
şekilde "Tek gerçek, atomlar ve atomların hareketidir" prensibini,
kullanmıştır.
Kısaca Demokrit “Dünya atom denilen küçük zerreciklerden
meydana gelmiştir” diyordu!..
89
KıbrıslıZenon
(M.Ö. 335-263)
Kıbrıslı Zenon. M.Ö. 335-263 yılları arasında yaşamış olan,
Stoa Okulunun kurucusudur.
Okulunu Atina'da Stoa Poikile (Direkleri olan galeria) denilen
yerde kurmuştur. Kelime anlamı olarak Stoa Poikile resimlerle
süslenmiş direklerden meydana gelen bir galeri görünümündedir.
Okulun bu adla anılmasının sebebi budur.
90
Zenon, evrende hareketin
olduğunu anlatmak için;
olmadığını,
maddenin pasif
“Aşil ne kadar hızlı olursa olsun kaplumbağayı
geçemeyecektir!.. Şöyleki, Aşil koşmakla her adımda bir noktadan
bir noktaya gitmektedir. Acaba mesafe almış mıdır? Her alınan
mesafeye (X) diyelim, 2 saniyede (2X) ve sonsuz saniyede (sonsuz X)
yol alacaktır. Dönelim kaplumbağaya, aldığı mesafeye (Y) diyelim,
kaplumbağa da 2 saniyede (2Y), sonsuz saniyede (sonsuz Y) yol
alacaktır. Görüldüğü gibi; (X = sonsuz) ve (Y = sonsuz) yani her
ikisinde de alınan mesafe sonsuz kıymettedir. O halde hareket
yoktur” savını ileri sürüyordu.
Zenon’a göre;
“Gerçek olan her şey maddîdir. Ancak, evrendeki pasif
maddeden başka, doğadaki düzenleyici, aktif öğeyi temsil eden bir
güç daha vardır. Bu aktif güç, maddeden farklı değildir, ancak
maddenin değişik bir görünümüdür. Buna ateş diyebiliriz.
Bu ateş, evrendeki en yüksek varlık türüdür. Yani
Tanrısaldır. Zaten,Tanrı bireyleri birbirleriyle birleştiren ateş ya da
sıcak nefestir. O, doğanın içindeki akıl ya da rasyonel güçtür.
Tanrı'nın ateş ya da rasyonel bir güç olduğunu söylemek, doğaya
aklın ve akıl ilkesinin egemen olduğunu söylemekten başka bir şey
değildir. Madde kendisinde bulunan bu akıl ilkesine göre davranır.
İnsan bir yandan akla ve bilgiye, bir yandan da doğal düzene boyun
eğmelidir.”
İşte, Kıbrıslı Zenon, “İnsan doğal düzene boyun eğmelidir”
derken, bu ifadesinde Kinik Felsefenin etkisini görürüz.
Ancak, daha sonra bu düşüncelerinde farklılaşma olur,
özellikle Kinik’lerin ahlâk öğretilerinden farklı olarak,
“Gerçek ahlâk, her tür uygarlık değerinin reddedilmesiyle
değil de, yüksek ve tam bir doğallığa ulaşarak gerçekleştirilebilir”
görüşünü savunur!..
91
Sisamlı Aristarkus
(M.Ö. 310-230)
Eski Yunan Gökbilimcisi
Aristarkus, Ege’den, Sisam Adası’ndan bir bilim adamı!..
Bilim adamı da, Felsefeciler arasında ne işi var? Doğru!..
Aristarkus, diğer Doğa=Tabiatçı filozoflar gibi “Dünyanın
Nasıl Yaratıldığını” değil, İlkçağ’da insanları, “Bir daha
görünmeyecek” diye çok korkutan “Güneş/Ay Tutulması” olayını
mesele edinmiştir!..
92
Böyle olunca da, bir taraftan Aristo ve Batlamyus’un
“Yermerkezli” teorileri karşısında, “Güneş Merkezli” teorisi kabul
görmemiş, diğer yandan “Güneş Merkezli” teori, insanları “Dünya
dönüyor” sonucuna vardırdığı için, toplumu tedirgin etmiş ve
Aristarkus dinsizlikle suçlanmıştır!..
Maalesef, “İnsanlık Tarihi’nde” bu hep böyle olmuştur!..
“Bilim”ile “İnanç” zaman, zaman karşı, karşıya kalmıştır!..
Semavî dinlerin “Yaratılış” öykülerini irdelerken, “İncil’den
bölümünde” bu kaçınılmaz çelişkiden ve bazı bilim adamlarından
örnek vermiştim!.. Aşağıda tekrar size okutacağım!..
Demek, her din anlayışında tutuculuk kaçınılmaz!.. Çünkü din
iman istiyor!.. Sonucunda da, onun doğmalarını tartıştınız mı, sizi
dinsiz sayarlar!..
İnsan yapısı da biraz tembel, düşünmemeye yatkın galiba!..
Buna, bir de mahalle baskısını ve bundan geçinenleri
eklerseniz!..
Yineliyorum;
Tarihin sayfaları,
“Bilimi savunmanın bedelini yaşamını yitirerek ödeyenlerle
ve bunların karşısında dogmayı savunup, onların ölümüne karar
verenlerle” doludur. Bu fasıldan sizlere birkaç örnek;

Nicolaus Copernicus (Kopernik1473-1543), Gökbilimci.
”Dünyanın ve diğer gezegenlerin güneş etrafında
döndükleri” kuralını açıklayarak, Kiliseyi karşısına
almıştır.
93

Giordano Bruno (1548- 1600)
Önceleri bir tarikat (Dominikken) mensubu olan
Giordano Bruno, Kopernik sistemi ile tanışınca tarikatı
bırakmış, “Evrenin sonsuz ve eş dağılımlı olduğunu ve
Evrende,
dünyadan
başka
birçok
gezegenin
bulunduğunu” söyleyerek, Kilise ile aykırı düşmüş ve
engizisyonda yargılanarak din sapkını ilan edilmiş ve
ölümle cezalandırılmıştır. Diri, diri yakılarak cezası infaz
edilmiştir.
Giordano Bruno’nun tarihe geçen şu sözü meşhurdur;
"Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi
insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi
iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar."

Galileo Galilei (1564–1642) Modern fiziğin ve teleskopik
astronominin kurucularından sayılan İtalyan bilim adamı.
"İki Kâinat Sistemi Üzerine Konuşmalar" adlı eserini
1632'de yayınladı ve dünyanın döndüğünü savundu. Bu
nedenle Kiliseye ters düştü. Yargılanarak ölünceye kadar
ev hapsine mahkûm edildi.
İşte, Aristarkus yukarıdakilerden daha önce yaşamışlardan
biri!.. Ama yazgısı onlar gibi “Dine karşı olmakla suçlanmak!..”
Aristarkus, yakın zamana kadar Eski Yunan Filozofları
içinde silik bırakılmıştır!.. Sebebi mi? Bunu, kendiniz yanıtlayın!..
O’nun astronomik fikirleri, ancak 1800 yıl sonra yaşamış
Kopernik, Kepler ve Newton’un buluşlarında etkin olarak ortaya
çıkmıştır!..
94
Bugün. Ay’daki bir kratere onun adı verilmiştir, Aristarkus
Krateri!..
Aristarkus’un günümüze ulaşan kitabının adı “Ay ve
Güneş’in Büyüklükleri ve Uzaklıkları”!.. Burada, “Evren’in Güneş
Merkezli olduğunu” anlatmaya çalışır!..
Eski Roma döneminde, Arşimet’in “Kum Hesaplamaları”
adlı kitabında Aristarkus’tan söz ettiğini görüyoruz!.. Arşimet şöyle
diyor;
“Aristarkus’un hipotezler içeren varsayımlarının bir sonucu
olarak, aslında Evren’in sanılandan çok büyük olduğu iddia
ediliyordu!..
Gene, hipoteze göre, sabit yıldızlar ve güneş hareket
etmezken, Dünya belirli yörüngede Güneş’in etrafında dönüyor,
Güneş merkezde yer alıyor ve sabit yıldızlar Güneş ile aynı merkezin
etrafında duruyordu!..
Aristarkus’a göre; yıldızlar çok uzakta olmalıydı, çünkü
“Iraklık Acısı” adı verilen sistemle “Yıldızların, Yerküreye olan
uzaklığının ölçülmesi yapıldığında, bir uzaklık görülmüyordu. Yani,
görülen bir ıraklık yoktu!.” Oysaki Aristo ve Batlamyus’un
savunduğu “Yer merkezli” teoriye gelince, o teori yıldızların neden
gözlenemez olduğunu açıklıyordu!.. “Yer merkezli” teoriye göre,
eğer dünya dönseydi çok hızlı hareket etmeliydi, o zaman üzerinde
yaşayan canlılar bunu hissederdi!..”
Yukarıda söyledim, Aristo ve Batlamyus yalnız yaşadıkları
toplumu değil, görüşleriyle bütün Ortaçağ’ı da etkilemişlerdir!..
Bunun sonucu, Aristarkus’un “Evren’in Güneş Merkezli olduğu
teorisi” gölgede kalmış, hatta okuduğumuza göre aynı yıllarda
yaşamış bir Stoacı lider olan Klaentes, Aristarkus’un “Güneş’in
Merkezde olduğu fikrini savunmakla, dinsizlik suçunu işlediğini”
topluma inandırmaya çalışmıştır!..
95
“Ay ve Güneş’in Büyüklükleri ve Uzaklıkları” kitabından!..
96
Kinizm ve Diyojen
(M.Ö. 412 – 320)
Sinop’taki Heykeli
Diyojen (Diogenes), M.Ö. 412-320 yılları arasında yaşamış, “Kendine
yetme ve sadelik” ilkelerine dayanan,Kinik yaşam biçiminin öncülerinden Sinoplu
çileci düşünürdür.
97
Atina'da gelenekçiliğe karşı tavır almış, toplumdaki
yapaylıklara ve uzlaşımsal değerlere meydan okumuş ve her tür
yerleşik kuralın insanın doğallığına aykırı düştüğüne inandığı için
toplumun tüm yerleşik kurallarına karşı çıkmayı, uzlaşımsal ölçü ve
inanışların çoğunun boş olduğunu göstermeyi ve insanları yalın ve
doğal bir yaşam biçimine çağırmayı amaçlamıştır.
Fenerle ne yaptığını soranlara,"Dürüst bir adam aradığını"
söyleyen Diyojen, “Doğaya aykırı bir kurum olan ailenin yerini,
kadınların ve erkeklerin tek bir eşe bağlı olmadığı, çocukların ise
bütün toplumun sorumluluğunda bulunduğu doğal bir durumun
olması gerektiğini” savunmuştur!..
Çeşmeden avucu ile su içen bir çocuk görünce "Bu çocuk
bana fazladan eşyam olduğunu öğretti" diye haykırıp, su çanağını
kırmakla da ünlüdür.
Büyük İskender, Korinthos'ta "Bir dileğin var mı?" diye
sorunca, "Var, gölge etme başka ihsan istemem" deyişi de ünlüdür.
Diyojen’in tek amacı, “Kişinin en kısıtlı yaşam koşullarında
bile, mutlu ve bağımsız olabileceğini göstermek” olmuştur.
Bunun kaynağının“Bilgelik” olduğunu söyler!.. İnsanı erdemli
yapmaya yaradığı için yalnızca “Bilgeliğe” değer verir, öteki uygarlık
değerlerini ise saçma, gereksiz ve anlamsız bularak, reddeder!..
98
Kinizm
Sevgili Gençler,
Kinizm’i, şöyle tanımlayabiliriz;
“Kinizm,insanın doğaya karşı geliştirdiği toplumsallığın,
büyük ölçüde gereksiz ve yozlaştırıcı nitelikler arz ettiğini,
mutluluğa ancak erdemle ulaşılacağını ve bu erdemin de dünyevî
hazları reddederek mümkün olabileceğini” savunan bir anlayıştır!..
Bu sebeple, mülkiyet, aile, din v.b. değer ve yargıları
reddeder!... Kinizme göre, insan kendi kendisine dayanmalıdır ki
erdemli, yani kendine yetebilen bir kişi olabilsin.
Neden, bu anlayışa bir paragraf açma gereksinimi
duydum?Bu anlayış, “İnsan Hakları’nın” temeli olmuştur da,
ondan!.. Şöyleki;
Eski Yunan’da Stoacılardiye isimlendirdiğimiz Diyojen,
Zenon gibi filozoflar insanın amacının, “Doğaya uygun ama özgür ve
bağımsız olarak yaşamak” olduğunu savunuyordu!.. İşte, ilk defa
birileri “İnsanın doğuştan bir takım hakları olduğunu” söylemeye
çalışmaktaydı!.
Ne var ki, bu görüş Eski Yunan toplumunu etkilemedi ve
bunun sonucu yasalarında da yer alamadı!.. Eski Yunan’ı etkileyen
Sokrat, Platon, Aristo gibi felsefeciler ise “Devletçiydi, Kuralcıydı!..”
Ancak, yıllar sonra, Eski Roma döneminde Stoik felsefenin
tekrar işlendiğini görüyoruz! Biz, bu insanlara “Stoik Okul
Felsefecileri” diyoruz!.. .
Stoiklere göre; “İnsanın, toplumun örf ve adetlerinden ve
yazılı kanunlarından önce gelen doğal hakları vardır. Örneğin;
Yaşama Hakkı…., Barınma Hakkı……”
99
İşte, bu felsefe halk iktidarına yani çoğunluk baskısına karşı
ilk defa “Bireyin vazgeçilmez hakları olduğunu” iddia ve müdafaa
etmiş ve otoriteye karşı bireyi savunmuştur!..
Hemen belirtelim, Eski Yunan toplumunun tersine, bu anlayış
Eski Roma toplumunca kabul görmüş ve Eski Roma yasalarını da
etkilemiştir!..
Stoik felsefeciler içinde önemli ve topluma etkin olmuş ünlü
iki kişi vardır!.. Seneca ve Roma İmparatoru Marcus Aurelius
(M.S.121–180)!..
Marcus Aurelius M.S. 170 yılında bir savaştayken yazdığı
(Meditasyon=Kendimi Gözleyişim) adlı eserinde bu anlayışı
savunduğunu görürüz. Bu sebeple bu eser bir başyapıttır.
(Marcus Aurelius’un “Düşüncelerim” adlı kitabı 2006 yılında Türkçeye çevrilmiş ve Yapı
Kredi yayınları içindedir.)
Ayrıca, bu anlayış Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın
temelinde yer almış ve bu dinlerin yığınlar tarafından
benimsenmesinde etkin olmuştur!..
Nasıl mı?
Bu savımı, Ortaçağı işlerken yazacaktım!.. Ama insan
haklarının gelişmesiyle doğrudan ilgili olduğu için, kısaca arz
edeyim!.. Her iki dinin dayandığı temel esasların üç tanesini şöyle
sıralayabiliriz;
1- İnsana can veren Allah’tır!.. Bu borç’tur ve ancak o
alabilir!.. İnsanın kendisi bile yaşamına son veremez!..
Verirse cehennemlik olur!.. İşte, size kutsallaştırılmış ve
dokunulmazlık verilmiş Yaşama hakkı!..
2- Herkesi Allah yaratmıştır ve Allah indinde herkes eşittir!..
İşte, size kralı ve köleyi eşitleyen, bir yapan Eşitlik
ilkesi!..
100
3- Bütün topraklar Allah’a aittir!.. Bir anda, o gün otorite
olan cismani iktidarı topraksız bırakıyorsunuz ve
insanlarda; “İşlediğim toprak Tanrı’nın, ben ona ibadetimi
yapıyorum, neden ürünümün büyük bir bölümünü
derebeyine vereyim” bilincini ortaya çıkarıyorsunuz!..
İşte size bağımsızlık!..
Sevgili Gençler,
Doğa Filozoflarını sonlandırırken, girişte söylediğim gibi,bu
kişiler esasta filozof olmayıp, matematikçi, fizikçi, ahlâkçıdırlar!..
Peki, neden bunlara filozof diyoruz?
Çünkü, hepsinin bir ortak noktaları var!..
Bunlar,“Dünyanın nasıl oluştuğunu” mesele etmişler ve
bunu sorgulamışlardır!..
Peki, verdikleri cevaplar doğrumudur?..
Doğru veya yanlış, bunun hiç önemi yoktur!..
Burada önemli olan, ilk defa birilerinin “Dünya neden
meydana getirilmiştir”sorusunu sormakla, düşünmeye başlaması,
böylece aklı kullanmayı ön plana çıkarmasıdır!..
O devirlerde, insanlar cevaplayamadıkları olayları mitolojik
tanrılara atfederlerdi!..Ama“Doğa filozoflar ilk defa şartlanmayı
sorguluyordu!.. İlk defa akıl ön plana çıkıyor ve kullanılıyordu!..“
İşte, bu düşünce ve aklı kullanma hareketini başlatan kişileri,
bunlar ağırlıklı olarak bilim adamı niteliğinde olmalarına rağmen, bu
sebeple ilk filozoflar olarak niteliyor ve bunlara “Doğa Filozofları =
Tabiatçı Filozoflar” diyoruz.
101
Elbet, düşünebilmeyi bize gösteren ve bizi “Sorgulayıcı
Akla” vardıran diğer filozofları da işleyeceğim!..
Hep söylediğim gibi ne yazarsam yazayım, size vermek
istediğim ilk değer bu“Sorgulayıcı akla” varmanızdır, çünkü o
bizi“Bilim Çağına” vardırmıştır!..
102
Sofistler
Ancak, “Sorgulayıcı kafayı” ortaya çıkarmakla değerli olan
bu Tabiatçı Filozofların vardıkları sonuçlar, soyut varsayımlardı!.
Onlar, “Akıl yoluyla varlığın ne olduğunu bulabileceklerini”
sanıyorlardı!.. Oysaki, akıl bu oluşumu kanıtlayamazdı!.. Ürettiği,
yalnızca varsayımlardı!.. Bu ise, aklın dışına çıkmaktı!..
İşte, bu durumu fark eden bazı düşünürler “Önemli olan, aklı
doğru kullanmayı öğrenip, devlet yönetiminde faydalı sonuçların
sağlanmasıdır” diyerek, felsefeyi gökten yere indirdiler. Biz
bunlara“Sofist’ler” dedik.
Sofistler, M.Ö. 5. yüzyılda ortaya çıkmış, sürekli gezen ve her
gittikleri yerde para karşılığı gençlere ders veren, varsayımlarla gerçek
arayan Tabiatçı Filozoflara karşı olan, “İnsan Felsefesi” olarak
adlandırdığımız felsefenin kurucusu olan kişilerdir. Bunlar için
“Felsefeyi gökyüzünden, yeryüzüne indirenler” de denir!..
Bunlar öğrencilerine, aklını doğru kullanmayı öğretiyorlar ve
onları devlet yönetimine hazırlıyorlardı. Sofistlerin ayrı, ayrı teorileri
de olsa, ortak yanları öğrencilerine “Her şeyin akla vurularak
açıklanması alışkanlığı ile özgür araştırma ve eleştirme bilincini”
vermeleriydi!..
Sofist’ler sistemlerini başlatabilmek için şüpheden istifade
etmişlerdir!..
103
Protagoras
(M.Ö. 481 – 420)
Sofistlerin en önemli ve kurucu filozoflarından biri
Protagoras’tır! M.Ö. 481’de doğup, M.Ö. 420’de ölen ve
Leukippos'un öğrencisi olan Protagoras, Atina’da uzun süre yaşamış
ve etkinliklerde bulunmuştur! Ancak, bir süre sonra dinsizlikle
suçlandığından dolayı Atina’dan kaçmak zorunda kalmış ve kaçarken
boğulmuştur!..
Protagoras, her sofist gibi Tabiatçı Filozoflara karşıdır!..
Objektif bir doğrunun olamayacağını savunurken, Heraklitos'un “Her
şey değişir” sözünden hareket eder.
104
Ona göre;
“Belirli bir bilginin herkes için aynı anlamda bir kesinlik
taşıması ve doğru olması söz konusu olamaz. Bilgilerimiz,
nesnelerin değişimlerine ve o andaki duyumlarımıza bağlı olarak
meydana gelir. . Her sanı, belirli duyumlarla onu ortaya koyan kişi
için doğrudur.”
Bunun anlamı bilginin göreceli olduğu ve merkeze insanın
konulmasıdır.
Nitekim, Protagoras'ın ünlü sözü; “Her şeyin ölçüsü insandır.
Her şey bana nasıl görünürse benim için öyledir. Üşüyen için rüzgâr
soğuk, üşümeyen için soğuk değildir. Her şey için birbirine tümüyle
karşıt iki söz söylenebilir” diyerek, tümel (külli) bir hakikatin var
olmadığını, her insanın kendine ait kanaat ve düşünceleri olabileceğini
belirtmiştir.
Bu yönüyle, Protagoras’a ilk şüpheci de diyebiliriz. Ancak,
onun şüpheciliği göreli bir şüpheciliktir.Protagoras, insan aklını
sorguya çekmiş, bir yandan soyut spekülasyonun önüne geçerken, bir
yandan da insan aklının kendi üzerine düşünme gücünü gözler önüne
sermiştir.
Pratik bir bilgeliğe sahip bir kişi olarak da;“İnsana, boş,
sonuçsuz araştırmalardan, kendisine dönme çağrısı yapmış ve insanı
dünyasının merkezine yerleştirmiştir.”
Felsefe tarihi içinde “İnsan Felsefesi” olarak adlandırılan
eğilimin öncüsü, bir anlamda Protagoras'tır.
“Bilgi, doğruluk ve değeri” tümüyle göreli kılan, şeylerin
insanlara göründüğü gibi olduğunu savunan Protagoras, Tanrı
konusunda agnostik bir tavır almıştır.
(Agnostisizm, bilinmezcilik olarak tanımlanan Tanrı'nın varlığının ya da
yokluğunun şu an için bilinemeyeceğini öngören felsefe akımı.)
105
Gorgias
(M.Ö. 483- 375)
M.Ö. 5. yüzyılda (483- 375) yaşamış olan önemli sofist düşünür.
“Yokluk Üstüne” ve “Helen`e Övgü”adlı eserlerin sahibi
olanGorgias, Leontioni'de Sicilya'da doğmuştur.
Empedokles'in öğrencisi olmuş ve ondan hem “Doğa
felsefesini”, hem de “Hitabet sanatını” öğrenmiştir.
“Yokluk Üstüne” ve“Helen`e Övgü” adlı eserlerinde,
kendisini bir görecelikle sınırlamayarak, gerçek bir “Hiççilik’ in” ve
“Kuşkuculuk’ un savunucusu olmuştur.
106
Doğa felsefesinin temel problemi olan “Varlığı bilme
çalışmasının” boşa olduğunu, ünlü üçlü kanıtı olan;
1- Hiç bir şey yoktur,
2- Bir şey varsa bile bilinemez,
3- Bilinse bile başkalarına bildirilemez
deyişiyle ifade etmiştir.
Kinizm felsefesini de etkileyen Gorgias, Rölativizmin ve daha
da çok şüpheci düşüncenin gelişmesinde önemli bir filozof olarak yer
almaktadır.
107
Prodikos
(M.Ö. 465-399)
Prodikos, M.Ö. 465’de, Keos Adası'nda doğar.
Pythagoras’ın öğrencisi olan Prodikos, Protagoras’ın
başlattığı Yunan sofistliğinde en önemli kişilerden biridir.
Ayrıca, Demokritos’un ekolündendir. Eğitiminin sonunda
Atina'ya büyükelçi olarak yollanır. Burada iyi karşılanan Prodikos,
şehirde bir retorik okulu açmaya karar verir.
108
Platon, onun dilin hoşluklarıyla ilgilenen, bilgiç bir öğretmen
olduğunu ve bu okul sayesinde zenginleştiğini söyleyerek eleştirir. Bu
eleştirisinin temeli, Prodikos’un derslerini para karşılığı zengin
çocuklarına vermesidir.
Prodikos'un önemli eserleri içinde, “Doğa Hakkında” ve
“İnsan Doğasına Dair” adlı eserleri vardır. Ancak, bu 2 eser de
günümüze ulaşmamıştır. Onun, diğer önemli bir eseri “Mevsimler”
dir. Bu eserde yer alan, “Rezillikle, Erdem Arasındaki Herakles”
adlı öykü, Prodikos’dan sonraki birçok yazara ve hatta Ortaçağ
Hıristiyan edebiyatına esin kaynağı olmuştur.
Cicero, onun bazı öğretilerinin tüm dinleri yıkıcı nitelikte olduğunu;
Sextus Empiricus ise, onun ateist olduğunu söylemiştir. Prodikos’a
göre;
“Tanrılar, düşünceden yoksundur. O halde, zaten var olmadıkları
açıktır. İnsanlar, yararlı gördükleri her şeyi, Tanrı zannetmiştir. Daha
doğrusu, kendilerine yararlı bir etki yapmış olan doğa nesneleri,
Tanrı düşüncesinin doğmasına ve onların yaptıkları iyiliklere karşılık
olarak, onlara tapınmalarına neden olmuştur. Böylelikle; ekmek
Demeter, şarap Dionysos, su da Poseidon gibi adlar almıştır.”
Prodikos, Epikür’den çok daha önce, “Ölümün korkunç bir
şey olmadığını, onun biz yaşarken ya da biz var olmadığımız zaman,
bizi ilgilendirmeyeceğini” söyler. Çünkü der; “Yaşadığımız sürece,
bize ölüm yoktur; ölümün geldiği andan itibaren de, ölüm için biz
yoğuz”
Prodikos’un
olduğunu gösterir.
dünya
görüşü,
109
onun
ilk
pesimistlerden
Ona göre; varlığın kötülükleri iyiliklerini aşar. Ancak, onun
hayata bakışındaki kötümserlik, insan iradesini ve enerjisini yıkma
amacı taşımaz.
Prodikos, Kiniklerin ve Stoacıların ahlak doktrinleri üzerinde
etki yapmış olan, “Kendinden ilgisiz şeyler” kavramını ortaya
atmıştır. Ona göre, “Bu kavram; aklın gösterdiği yolda ve aşırıya
kaçmadan kullanıldığı zaman, bir anlam taşıyabilir!..”
Prodikos, erdemin öğretilebileceğine inanır.
Ona göre;
“Malvarlığını ne yapmak gerektiğini bilen erdemli insanlar
için zenginlik bir iyiliktir.
Bunu bilmeyen insanlar için ise, kötülüktür.
Her şey,
değerlenir!..”
kullanmak
isteyenin,
kullanış
tarzına
göre
Protagoras'ın eğitimde hitabet sanatına ve töre bilimine önem
verdi. Düşünüşünün şüpheci bir boyutu vardı ve genel olarak yaşamın
acılarını vurguluyordu.
Platon'un diyaloglarında Prodikos alaysı bir şekilde gösterilir
ve Aristophanes oyunlarında onunla dalga geçer.
Prodikos, Sofist’lerin öncülerinden olup,Atina'ya temsilci
göreviyle Keos adasından geldi!.. Atina’da yaşamaya başladı!..
Öğretmen ve hatip olarak görevler yaptı!..
110
SOKRATES
(M.Ö. 470 – 399)
Heykelci Sofroniskos ile ebe Fenarete'nin oğlu olan Sokrates
Atina’da doğmuş olup, Atina dışına çok az çıkmıştır. Bir kez askerî
yükümlülük gereği, bir kez de Delfi'ye gidip biliciye (kâin) danışmak
ve orada üzerinde "Kendini tanı" sözünün yazılı olduğu Apollon
tapınağını görmek için!..
Sokrat, “Akla vurulmayan hayat yaşamaya değmez”
diyordu!.. Yaptığı şey, soru cevap şeklindeki metoduyla herkesi önce
kuşkuya düşürmek, sonra sonuca götürmekti!.. Öncelikle soruyordu;
“Doğru nedir?Bunun doğrusunu nasıl bulabilirsin?”
Böyle sorularla, Sokrat karşısındakini düşündürüyor ve bunun
sonucu o kişi bir takım cevaplar ortaya döküyordu. Buna Sokrat
“Doğurtmak” diyor ve alaycı “Bu marifeti annemden aldım, o bir
ebeydi” derdi. Şimdi, size Sokrat’ın bir diyalektiğini örnek olarak
vereceğim;
111
Sokrat bir gün, tanıdığı bir gencin hızla koştuğunu görür ve onu
durdurur;
-
-
Nereye koşuyorsun?
Yarışmaya.
İyi koşuyorsun, herhalde birinci olacaksın, başına defne
dalı konacak, alkışlanacak, elbet övgü dolu nutuklar
dinleyeceksin. Ama bir şey anlayamıyorum. Bunlarla ne
kazanmış olacaksın?
Şeref kazanacağım.
Ey, şerefli genç! O halde sen şerefin ne olduğunu
biliyorsun, şeref nedir öğret bana?
Şeref fazilettir.
Fazilet nedir?
Fazilet başka insanlar için yapabileceğimiz fazla şeydir.
Bu, “Soru/cevap metodu” ile insanları düşündüren ve aklını
kullandırarak sonuca götüren Sokrates, “Her insanın kendi
gerçeklerini aklında taşıdığı esasını” metoduna temel yapmış olup,
yapılacak şeyin “Kişiye hakikatleri öğretmek değil, kendisine
buldurmak olduğunu” göstermiştir!.. Bu yönüyle “İlk rasyonalist
Sokrat’tır” diyebiliriz.
Eski Yunan Sitelerinde, özellikle Atina’ da, iktidarı elinde
tutan politikacıların çoğu sofistlerce eğitilmiş aydın kişilerdi. İçlerinde
dine inanmayanlar çoktu, fakat bunlar düzenin ve iktidarlarının
bozulmaması için, her şeyin akla vurulmaması ve eleştiri
alışkanlığının sokağa inmemesinin gerekliliğine ve dinin alt tabakalar
için faydalı ve gerekli olduğuna inanıyorlardı.
Sokrat’ın önüne gelenle “Soru/Cevap” şeklinde onların
inanışlarını ve mitolojik tanrılarını akla vurması, herkesi ve iktidarları
elinde tutanları tedirgin etmeye başlar!.. Ve bu durumu iktidarları için
tehlikeli görürler!., Bu kişiler,hemen“Mukaddes Şeylere Dil Uzatma
Kanunu” diye bir kanun çıkarırlar ve Sokrat’ı bu kanuna aykırı
davranmakla suçlarlar!..
112
Sokrat’ın dava sonunda yaptığı savunma okunmaya değerdir.
Bakınız Sokrat ne diyor;
“Hakikati aramaktan vazgeçmem şartıyla beraatıma
hükmetmek teklifinde bulunursanız, size şöyle derim; Teşekkür
ederim Atinalılar, fakat ben sizlere değil, beni o vazife ile mükellef
kılmış olduğuna inandığım tanrıya itaat edeceğim. Soluk almam
devam ettiği sürece felsefeyle uğraşacağım. Önüme çıkan her insana
“Kalbini yalnız servet ve şana kaptırıp, hikmet ve hakikatten
uzak yaşamaktan utanmaz mısın?” demeğe devam edeceğim.
Ölümün nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum, belki iyi bir
şeydir. Fakat görevden kaçmanın kötü bir şey olduğunu biliyorum.
İyi olması ihtimali bulunan şeyi, kötü olduğunu bildiğim şeye tercih
ederim.”
Bu sözleriyle Sokrat, ilk defa “İnsan vicdanının
kanunlardan üstünlüğü ilkesini” ortaya koyuyordu! Bu, aynı
zamanda bir ahlâk anlayışıydı!..
“Ben sizin için uyarıcı bir eleştirmenim, fikirlerinizi devamlı
akla vurmakla, bildiğinizi sandığınız şeylerin çok yetersiz olduğunu
göstermekle sizi harekete sevk ediyorum. Bu insanlık için en büyük
iyiliktir. Böyle tartışmalarla akla vurulmayan hayat yaşanmaya
değmez!.
Bu sözleriyle de Sokrat “Özgürce tartışmanın insan ve
toplum için en faydalı davranış biçimi olduğunu” o çağda topluma
öğretmeye çalışıyordu!..
“Benim tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir”, “Kendini
tanı” deyişleri de Sokrat’ındır!..
Gerçekten
savaşçısıydı!..
Sokrat,
özgür
113
ve
tartışabilen
aklın
yiğit
Eflatun veya Platon
(M.Ö 427 – 347)
Çok önemli bir Antik Yunan filozofudur. Hayatını geçirdiği
Atina’daki ünlü akademiyi kurdu. Asıl adı Aristokles idi. Geniş
omuzları ve atletik yapısı yüzünden, Yunanca "Platon" (Geniş
göğüslü) lakabı ile anıldı ve tanındı.
Eflatun yirmi yaşından itibaren ölümüne kadar yanından
ayrılmadığı Sokrates’in öğrencisi ve Aristoteles’in hocası olmuştur.
Atina’da Akademi’nin kurucusudur. Görüşleri, İslam ve Hıristiyan
felsefesine derinden etkilemiştir.
Modern filozoflardan Alfred North Whitehead’e göre;
“Eflatun’dan sonraki bütün batı felsefesi onun eserine
düşülmüş dipnotlardan başka bir şey değildir!..”
114
Eflatun,
eserlerini
diyaloglar
biçiminde
yazmıştır.
Diyaloglardaki baş aktör çoğunlukla Sokrates’tir. Sokrates insanlarla
görüşlerini tartışır ve onların görüşlerindeki tutarsızlıkları ortaya
koyar. Eflatun çoğunlukla görüşlerini Sokrates’in ağzından
açıklamıştır.
Eflatun, algıladığımız dış dünyanın esas gerçek olan idealar ya
da formlar dünyasının kusurlu kopyaları olduğunu, gerçeğe ancak
düşünce ve tahayyül yoluyla ulaşılabileceğini savunmuş, insan
ruhunun ölümden sonra beden dışında kalıcı olan idealar dünyasına
ulaşacağını söylemiştir.
Görüşleri,Ortaçağ’da İslam filozofları tarafından korunmuş ve
İslam düşünce dünyasındaki “Yeni Eflatunculuk” akımına neden
olmuştur.
Eflatun'un felsefesini, beş önemli kuram içersinde toplamak
mümkündür. Bunlar, “Bilgi”,“İdealar”, “Ruhun ölümsüzlüğü”,
“Evrendoğum”ve “Devlet” ile ilgili kuramlarıdır.
Eflatun, bütün yaşamı boyunca hocası Sokrates'ten edindiği
ilham ile gerçek bir ahlâkçı olarak kalmış, tüm bu kuramları, etik
ağırlıklı görüşlerle irdeleyerek geliştirmiştir.
Sokrates ve Eflatun'a göre;
“Felsefenin ana ereği; insanın mutluluğu ve yetkin
yaşamının sağlanmasıdır. Yetkin bir yaşam, ancak erdemli bir hayat
sürmekle elde edilebilir. Erdemin temeli “Bilgi”, özü “İdealar
kavramı”, gerekçesi “Evrendoğum”, güvencesi “Ölümsüzlük”,
yaşamsal sığınağı “Devlet” tir!..
Eflatun, elli yıllık uzun bir süre boyunca bu kuramsal yapıyı
düşünmüş, ilintili felsefî meselelerle didişmiş ve bu arada görüşlerini
düzeltip, olgunlaştırmıştır. Bu yüzden, Eflatun felsefesinin
incelenmesi açısından en akılcı yol, bu değişim ve gelişmeyi takip
ederek öğretinin geçirdiği evreleri anlamaya çalışmaktır!..
Platon, Sokrat’ın fikirlerini bir sistem haline getirerek kendi
İdealizmini kuracaktır!..
115
Ona göre;
“Akılla varılan bilgiler ile duyumlarımızla algılanan bilgiler
tamamen ayrıdır. Duyumlarımızla kavradığımız bilgilerin bir değeri
olmayıp, bunlar yüzeysel bilgilerdir. Nitekim, sıradan insanlar
duyumlarıyla yaşar” der ve ünlü mağara söylencesine başlar;
“Bir mağara düşün dostum, girişi boydan boya gün ışığına
açık bir yeraltı mağarası!.. İnsanlar düşün bu mağarada!..
Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden
kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını
görüyorlar!.. Arkalarından bir ışık geliyor, uzaktan tepede yakılan bir
ateşten!.. Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar!..
Gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde
kuklaları sergilerler, öyle bir duvar işte!... Ve insanlar düşün,
ellerinde eşyalar; tahtadan, taştan insan veya hayvan heykelcikleri,
boy, boy, biçim, biçim!.. Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler,
kimi konuşarak, kimi susarak!..
Garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip!..
Doğru, o esirler ki ömür boyu başlarını çeviremeyecek, kendilerini de,
arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran
gölgelerinden izleyebilecekler!..
Şimdi de, mağarada seslerin yankılandığını düşün, dışarıdan
biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi?
Kısaca onlar için tek gerçek var,Gölgeler!..
Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimlerinden
kurtardık!.. Ne olurdu dersin, anlatayım!..
Ayağa kalkmağa, başını çevirmeğe, yürümeğe ve ışığa
bakmağa zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı. Gözleri
kamaşır, gölgelerini görmeğe alıştığı cisimleri tanıyamazdı.
116
Biri ona;“Ömür boyu gördüklerin hayaldi. Şimdi gerçekle
karşı karşıyasın" diyecek olsa, sonrada eşyaları birbir
gösterse,"Bunlar nedir" diyecek olsa, şaşırıp kalır, mağarada
gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı!.. Bir de
düşün ki; tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikada, güneşin
aydınlattığı bölgelere sürükledik. Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi!..
Kulak asmadık!.. Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı.
Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin!..
Sonra, yavaş, yavaş alıştı aydınlığa. Önce gölgeleri fark etti,
arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini. Akşam
olunca göğe çevirdi bakışlarını, ayı gördü, yıldızları gördü. Zamanla
güneşin suya vuran akislerine bakabildi. Nihayet gökteki güneşe
çevirdi gözlerini. Ve düşünmeğe başladı. Ona öyle geldi ki mevsimleri
de, yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi O!..
Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa O. Esirlerin mağarada
gördükleri ne varsa onun eseri. Ve eski günlerini hatırladı. Ne kadar
yanlış anlamışlardı bilgeliği!.. Mutluydu şimdi, mağarada kalan
arkadaşlarına acıyordu. Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek
için her çileye katlanabilirdi!.. Adamın mağaraya döndüğünü
tasavvur et!.. Karanlığa kolay, kolay alışabilir mi? Dostlarına
hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler
şöyle diyerek; Sen dışarıda gözlerini kaybetmişsin arkadaş,
saçmalıyorsun. Biz yerimizden çok memnunuz. Bizi dışarı çıkmağa
zorlayacakların vay haline!..
İşte, böyle aziz dostum, sana anlattığım hikâye kendi halimizin
tasviridir!.. Yer altındaki mağara “Görünürler dünyası”!.. Yücelere
çıkan tutsak “Meseller (idea'lar) âlemine yükselen ruh!..”
Aristo ise, daha realist bir anlayışla bu fikirleri ilim halinde
işleyecektir!.. Aristo akıl ile duyumu derece farkıyla ayırır. Ona göre,
“Duyumlarımızla elde ettiğimiz bilgiler de bilgidir, ancak ham
bilgilerdir. İşte, akıl bunları işler ve sonuç çıkarır”!..
Buradan,“Realist Rasyonalizm” anlayışına varılmıştır!..
117
Aristoteles
(M.Ö 384 – 322)
Aristoteles, Platon ile birlikte Eski Yunan düşüncesinin en
önemli iki filozofundan biri sayılır. Fizik, şiir, zooloji, mantık, politika
ve biyoloji gibi konularda pek çok eser vermiştir.
Aristo,Makedonya kenti olan Stageira'da, Makedonya kralı II.
Amyntas'ın (Philippos'un babası) hekimi olan Nikomakhos'un oğlu
olarak dünyaya gelir.
M.Ö. 367 veya 366'da 17 yaşında Platon'un Atina'daki
akademisine (Akademeia) girmesiyle Platon'un en parlak
çömezlerinden biri olur.
Yardımcı hoca olarak çalıştığı dönemde, okuma tutkusuyla
tanınır; bu tutkusu sebebiyle ona “Okuyucu” adı takılır ve öyle
seslenilir. Daha sonraları Akademeia'daki öğretime kendisi de katkıda
bulunur.
118
PlatonM.Ö. 347'de öldüğünde, vasiyeti üzerine Akademeia'nın
başına Spevsippos getirilir. Aristo Akademeia’dan ayrılır ve bugün
Biga Yarımadası olarak anılan Troas bölgesindeki Assos kentine
gider. Oranın tiranı (Yöneten) Atarnevs'li Hermias'ın siyasî danışmanı
olur ve bir okul kurar. Yaşambilim üzerine çalışmaları önemlidir.
345-344 yıllarında, Theophrastos'un daveti üzerine, komşu
Lesbos (Midilli) adasının Doğu kıyısındaki Mytilene (Midilli) kentine
varır.
343'te Pella'daki (Bugün Ayii Apostili) Kral Makedonyalı
Philippos'un sarayına, oğlu İskender'in eğitimini üstlenmek üzere
çağırılır. Philippos'un ölümüyle M.Ö. 335 İskender tahta oturur.
Aristoteles Atina'ya dönüp, Akademeia'ya rakip olarak Lykeion'u yada
diğer adıyla Peripatos'u (öğrencileriyle içinde dolaşarak tartıştıkları bir tür
çevresi sütunlarla çevrili avlu ya da galeri) kurar. Lykeionlulara verilen
Peripatetikoi adı buradan geliyor. Burada on iki sene ders verir.
M.Ö. 323'te Büyük İskender'in bir Asya seferi esnasında
ölmesi üzerine, Atina'da Makedon karşıtı bir tepki olduğu vakit,
aslında Makedonculuk zannı taşıyan Aristoteles'e karşı, dine
saygısızlık davası açılması söz konusu olur!.. Suçlama, “Bir ölümlü
olan Hermias'ın anısına bir ilâhi yazarak ölümsüzleştirmeğe”
çalışmasıdır.
Bunun üzerine Aristoteles, Sokrates'in yazgısını paylaşmak
yerine Atina'yı terk etmeyi seçer ve kendi deyişiyle Atinalılara
"felsefeye karşı ikinci bir suç işlemeleri" fırsatını tanımak istemez.
Annesinin memleketi olan Eğriboz (Evboia) adasındaki
Helke'ye (Khalkis) sığınır.
Ertesi yıl,M.Ö. 322'de altmış üç yaşında ölür.
119
Epikür veya Epikuros
M.Ö. 341-270
Epikuros (ya da Epikür), Helenistik felsefenin en önemli
düşünürlerinden birisidir. Sisam adası olarak bilinen Samos'da doğdu.
Epikür bir ahlâk felsefesi geliştirmiştir ve bu felsefenin ana
düşüncesi insanın mutluluğuna giden yolu araştırmaktır.
Epikür, bir yandan Demokrit’in atomcu teorisinden, öte
yandan Pyrrhon'un şüpheciliğinden etkilenmiştir. Hem ahlâk
felsefesinde, hem de bilgiye yaklaşımında kuşkuculuğun izleri açıktır.
Aristo’nun ölümünden sonra Atina'da bir bahçe satın alan
Epikuros burada okulunu kurmuştur. Epikuros 4. yüzyıla kadar etkili
olmuş bir filozoftur. Ondan geriye kalan felsefesinin anlaşılmasında
önem taşıyan bir kaç mektuptur.
120
Epikuros'a göre; “İnsan, tanrı ve ölüm korkusundan
kurtulmalıdır. Buna ise kuruntulardan ve önyargılardan arınarak
ulaşılabilir!..”
Epikür,“Dinin temelinin korkuya dayandığını, evrenin
tanrıların idaresi altında olmadığını, evrenin atom zerreciklerinden
oluştuğunu”ileri sürüyordu.
Dine karşıydı ama tanrıların varlığını inkâr etmiyordu. Ona
göre tanrıların insanlarla bir ilişkisi yoktu. Bu konuda şöyle akıl
yürütüyordu;
“Tanrı,
-
Ya kötülüğü ortadan kaldırmak ister de kaldıramaz,
Yahut kaldırabilir de kaldırmak istemez,
Yahut ne kaldırmak ister, ne de kaldırabilir,
Yahut hem kaldırabilir, hem de kaldırmak ister.
İlk üç seçenek gerçekten Tanrı olan için düşünülemez. O
halde, son seçeneğin doğru olması gerekir.
Peki, öyleyse neden kötülük vardır?
Bundan şu sonuca varılır ki, ortada evreni yönetmek isteyen
ve yöneten bir Tanrı yoktur. Tanrı bir yaratan olup, onun insan
yaşamı ve evrenle ilgilenmesi söz konusu değildir!..”
Ayrıca, ona göre,“İnsan ruhu, maddî bir niteliğe sahiptir ve
dört öğeden meydana gelir. Ateş, soluk, hava ve adlandırılamayan
dördüncü bir öğe. İlk üçü bedensel kısmı meydana getirir, dördüncü
öğe ise ruhsal kısmı oluşturur. İnsan ölünce bu öğeler dağılır yani
birlikteliklerini kaybederler. Dolayısıyla ölümsüzlük ya da ruh-göçü
diye bir şey olamaz!..”
"Ölümden korkmak anlamsızdır, çünkü yaşadığımız sürece
ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yoyuz" deyişi
Epikür’ündür.
121
Ahlâk, temeldir Epikuros'ta, çünkü“İnsana neyin doğru neyin
yanlış, yani mutluluğa ulaşmak için neyin yapılması, neyin
yapılmaması gerektiğini gösteren, ahlâktır!..İnsan mutlak ve
kaçınılmaz bir zorunluluğun kölesi olamaz, o kendi kaderini
belirleyebilir!..
Elbette, insan iradesi birçok içsel ve dışsal koşul tarafından
belirlenmektedir; ancak insan bunlara rağmen kendi kararını
verebilmekte, hatta içinde bulunduğu koşullar hakkında da kararlar
alabilmektedir ve bu anlamda koşullarına mutlak anlamda bağlı
değildir!..”
Epikür’ün erdem teorisi de bu yaklaşımlara bağlı olarak ortaya
çıkar;
“Erdem, doğru yaşamak düşüncesiyle bağlantılıdır; doğru
yaşamaksa mutluluğu aramak ve ona ulaşmakla bağlantılıdır!..”
Onun, toplum ve
felsefesinden ayrılamaz!..
devlet
üzerine
düşünceleri,
ahlâk
Epikuros toplum ve devleti; “Bireyin korunması ve
mutluluğa ulaşması bakımından” önemser!..
Epikurosçu felsefede asıl önemli olan kavram“Dostluk”
kavramıdır!..
Ona göre,
dostluktur!..”
“Bilgeliğe
yaraşan
122
insanî
ilişki
biçimi,
Dogmatik Olmak
Sevgili Gençler,
Biliniz ki, Sofist’ler sistemlerini başlatabilmek için şüpheden
istifade etmiş olmalarına ve bütün bu gelişmelere rağmen “Aklın,
varlığın esasına varabileceğini” peşin hüküm olarak kabul eden
kişiler olmakla, dogmatiktiler!..
Gelin, yeri gelmişken “Ne demek, dogmatik olmak”
irdeleyelim!..
123
Dogmatik olmak;
“Din, terbiye v.s yoluyla gelen
toplumdaki bir takım görüşlerden asla kuşkulanmadan, onları temel
hakikat kabul ederek her şeyin doğrusunun bilineceğine
inanmaktır!..”
İlginç olan, insanın doğuştan dogmatik düşünüşe yatkın
olduğudur!.. Bu neden böyledir? Öncelikle insan zihni tembeldir!..
Hazırı kabul etmek kolayına gelir!.. Ayrıca, inşa edeceği görüşlerinin
bir temele oturması da bir zorunluluktur!..
Kısaca, dogmatik düşünüş; “Her felsefenin içinde gelişen ve
o felsefeyi donmaya ve katılaşmaya götüren” bir olgudur. Bu
sebeple, “Her felsefî düşünüşün kendi taassubunu içinde
geliştirdiğini ve dogmatik düşünüşe döndüğünü” söyleyebiliriz. Bu
da doğaldır, çünkü insanı şüpheciliğe götüren şey, “Dogmalara
saplanmış olan mevcut düzenin donması ve gelişen insan yaşamına
artık yetmemesidir.”
İnsanları yeniden mutlu edecek yeni bir düzen arayışı, şüpheyi
gerektirir. Böylece akıl yine öne çıkar. Biliniz ki;“Her yeni düşünce
dogmatikliğe, her dogmatikleşen görüş de şüpheciliğe gebedir.” En
çarpıcı örnek olduğu için, dinî düşünüşü buna örnek gösterebiliriz.
Her din, varlığı kendince açıklar!.. Sen o açıklamayı
tartışamazsın, öyle kabul etmek, inanmak durumundasındır!..
İşte,“İman” budur!..Ve biz, bu peşinen kabul etmek durumunda
olduğumuz açıklamalara “Dogma” diyoruz!..
Nitekim tartışılması kabul edilmeyen, “Doğrudur” diyerek
sadece inanılan bu dogmaların zaman içinde “Düşünme ve
düşündüğünü söyleyebilme özgürlüğünü” yok etmesi kaçınılmazdı,
hele “Ruhanî otoritenin” güç kazanmasıyla!..
Hıristiyan dininin dogmaları Ortaçağ boyunca insan
düşüncesini esir almıştır!.. Bin yıl süren bu çağı, insanlık “Karanlık
Dönem” diye anmaktadır!..
124
Şüphecilik
“Her yeni düşünce dogmatikliğe, her dogmatikleşen görüş
de şüpheciliğe gebedir.” dedik ya!,.
İşte,“Sofistler” dediğimiz filozofları,“Şüpheciler” dediğimiz,
başını fanatik bir kişi olan Pyrron’un çektiği felsefeciler izler!..
Şüphecilik veya Kuşkuculuk olarak da adlandırılan bu görüş;
“Her tür bilgi savını kuşkuyla karşılayan, bunların
temellerini, etkilerini ve kesinliklerini irdeleyen, ayrıca aklın kesin
bir bilgi elde edemeyeceğini, hakikate erişilse dahi sürekli ve tam bir
şüphe içinde kalınacağını, gerçeğe ulaşmanın mümkün olmadığını”
savunan felsefî görüştür!..
Şüphecilik felsefe tarihi açısından çok önemli bir yere sahiptir,
zira felsefe tarihi boyunca yerleşik kanılar ve inançları o sarsmış,
felsefe, bilim ve özellikle din konusunda birçok anlayışın değişmesine
ortam hazırlamıştır.
Şüphecilik dogmatizmin karşıtıdır!..
İnsan hayatındaki önemine dayanarak, kısaca şüpheciliğin kısa
bir tarihçesine değineceğim.
125
Pyrrhon
(M.Ö. 360 – 272)
Bilgi sorununu sistematik olarak inceleyen ilk şüpheci filozof
Pyrrhon'dur. Pyrrhon ile birlikte şüphecilik görüşü okullaşmıştır.
. Pyrrhon, İskender devrinde yaşamış, zengin bir kişi iken iflas
etmiş, İskender’le Hindistan’a kadar gitmiş biridir. Zenginken yoksul
hale düşmesi onu çok üzmüş ve etkilemiştir. Hele, Hindistan’da ateş
üzerinde yürüyen, çiviler üzerinde yatan Hint fakirlerini görünce şöyle
der;
“Zenginken yoksul oldum, yakan ateş insanı yakmadı, çivi
batıp kanatırken kanatmadı, o halde yeryüzünde hiç bir şey kesin
değildir. Hiç bir şeye inanmamalıyız!..”
126
Böyle bir akıl yürütme tamamen yanlış da olabilir!.. Burada,
doğru veya yanlış önemli değildir!.. Önemli olan bu felsefe ile“İnsan
zihnini bir noktada durduran dogmatik düşüncenin bir kere daha
yıkılmış olmasıdır!..
Şüpheciler şöyle derler;
-
Hakikat ölçüsünü nereden alıyorsunuz?
Akıldan.
Peki, akıl bu ölçüyü nerede kullanacak?
Hakikat için.
Demek hakikati akıl yapıyor.
Hâlbuki hakikatin mutlak ve değişmez olması gerekir.
Eğer,akıl hakikatin kendisi ise,neden kendi hakikatlerini
kendisiyle ispatlamaya muhtaçtır?
Sonuç olarak;İnsan için hakikat yoktur. Bir takım gelip geçen haller
vardır ki bunlardan her zaman şüphe edilmelidir!..
İşte, şüpheciler gerçeği eleştirerek tam bir şüpheciliğe
varmışlardır!..
Şüpheciliğin etkisi Hıristiyanlığa kadar devam eder!..
Hatta,
Hıristiyanlığın
başlangıç
yıllarında
bile
etkilidir!..Nitekim, o devirde Yunanlı bir esir olan Següstüs Ampriyos
“Pyrron’un Şüpheleri” adlı bir kitap yazar.
Gene, bu akımlardan çok etkilenmiş bir Romalı şair vardır,
Lükretius. “De Rerum Natura (Varlıkların Mahiyeti Hakkında)”
adlı şiirinde;
“Tutuculuğa, bir tutucunun hıncıyla saldırır, tutuculuğun
insanlara yaptırdığı cinayetleri anlatır, ilme dayanan delilleri, yeni
bir dünyanın müjdecisi olarak gösterir!..”
Kısaca, “Aklın zaferini haykırır!.”.
127
İzin verirseniz, burada Tevfik Fikret’i de anmak istiyorum!..
Tevfik Fikret’i edebiyat dersinde okuduk ama o ayni zamanda
bir düşünür yani filozof’tur!..
Şüphe, şüphe!.. İşte suçum!..
Ne zarar!..
Şüphe bir nura doğru koşmaktır.
Hakkı aydınlatma, Akıl için haktır.
Belki öteki dünya var,
Belki cennet, cehennem de var!..
Yaradan’ın eseri olan insan,
Aklını kullanarak doğruyu aramak varken,
Neden esiri olsun dogmaların?
Tevfik Fikret
128
Eski Yunan ve Eski Roma’da
Temel Haklar
Sevgili Gençler,
Sonuç olarak, bilmenizi istediğim;“Eski Yunan felsefeleri
değerini, insanlığa aklını kullanabilmesini öğretmesinden”
almaktadır.
“Neden? Nasıl? Niçin? Acaba?” diyerek, bizleri sorgulayan
bir kafaya ulaştıran, M.Ö. İyonya’da ve Atina’da yaşamış olan,
yukarıda işlediğimiz İlkçağ filozoflarıdır!..
Yukarıda, Kinizm’den ve Stoacı olarak nitelenen Diyojen ve
Zenon’dan şöyle söz ettim;
“Bunlar, insanın amacının doğaya uygun ama özgür ve
bağımsız olarak yaşamak olduğunu savunuyordu.
İşte, ilk defa birileri “İnsanın doğuştan bir takım hakları
olduğunu” söylemeye çalışmaktaydı!..
Ne var ki, bu görüş Eski Yunan toplumunu etkilemedi ve
bunun sonucu yasalarında da yer alamadı!..
Eski Yunan’ı etkileyen Sokrat, Platon, Aristo gibi felsefeciler
ise“Devletçiydi,Kuralcıydı!..”
Nitekim, anılan filozofların eserlerini incelersek, onlarda
“Siyasal iktidarın kişi üzerindeki egemenliğinin, mutlak olduğu
anlayışını” görürüz!..
129
Gerçekten de, Eski Yunan Filozofları bizi,“Sorgulayıcı akla”
vardırdı,ama Stoacılar hariç hepsi “Bireyi değil, toplumu asıl” kabul
ediyorlardı!..
Eski Yunan’da, ister tek kişi iktidarı, ister azınlık iktidarı, ister
çoğunluk iktidarı olsun,“Otoritenin, birey üzerinde mutlak tasarruf
hakkı olduğu anlayışı” kesindi!.. Örneklersek;
-
Isparta’da, evlenmeyen veya geç evlenen erkek
hapsedilirdi.
Atina’da, devlet her istediğini zorla çalıştırabilirdi.
Milet’te, kadınların şarap içmesi yasaktı.
Isparta’da, kadınların saç biçimini yasalar belirlemişti.
Rodos’ta, sakal tıraşı yasaktı.
Isparta’da, erkekler bıyık bırakamazlardı.
Nitekim,Eski Yunan Stoacıları Romalı stoik felsefeciler gibi;
“İnsanın, toplumun örf ve adetlerinden ve yazılı kanunlarından
önce gelen doğal hakları vardır. Yaşama Hakkı.., Barınma
Hakkı…gibi” diyerek, bireyi çoğunluğun baskısına karşı
koruyamamışlardır!..
Ancak, yıllar sonra, Eski Roma döneminde “Stoik Okul
Felsefecileri” halk iktidarına, yani çoğunluk baskısına karşı ilk defa
“Bireyin vazgeçilmez hakları olduğunu” söyleyerek otoriteye karşı
bireyi savunmuştur!.. Bu anlayış Eski Roma toplumunca kabul
görmüş ve Eski Roma yasalarını da etkilemiştir!..
Bunun kanıtı olarak, otoriteyi temsil eden Roma İmparatoru
Marcus Aurelius’un M.S.170 yılında, bir savaştayken yazdığı
(Meditasyon=Kendimi Gözleyişim) adlı eserini gösterebiliriz!..
Bu kitabında Marcus Aurelius; “İnsanın, toplumun örf ve
adetlerinden ve yazılı kanunlarından önce gelen doğal hakları
vardır, Yaşama Hakkı…., Barınma Hakkı…… gibi” diyerek,
“Bireyi, Otoriteye karşı” savunmuştur!.. Bu sebeple, bu eser bir
başyapıttır.
130
Romalı Stoacılar
Eski Romalı Stoik felsefeciler içinde, önemli ve topluma etkin
olmuş bir başka ünlü kişi de Seneca’dır!..
Seneca
(M.Ö. 04 - M.S. 65)
Lucius Annaeus Senecaİspanya, Cordoba’da M.Ö. 4 yılında
doğan ve M.S. 65 yılında Roma’da ölen düşünür, devlet adamı, oyun
yazarıdır!..
Roma’ya küçük yaşta teyzesi tarafından getirilmiş ve Mısır
valisinin eşi olan, bu kudretli kadının gözetiminde büyümüştür!..
Seneca, ailesinin varlıklı olması sayesinde ünlü felsefeciler ve
söylev ustalarından (rhetor) eğitim almıştır! Daha sonra bilgelik
sevdasına tutulmuş ve felsefe eğitimine ağırlık vermiştir.
Önce, Pythagorasçı Sotion’dan dersler almış ve etkilenmiş,
onun gibi etyemez olmuş ve ruhun ölümsüzlüğüne inanmıştır!.. Daha
sonra Attalus’a bağlanıp, güzel kokulardan, şaraptan, istiridye ve
mantar yemekten ve yumuşak bir yatakta uyumaktan vazgeçmiştir!..
131
Kynik Demetrius’u ve Papirius Fabianus’u da hararetle
dinleyen Seneca’nın, felsefeye olan aşırı düşkünlüğü babasını
telaşlandırmıştır!.. Çünkü İmparator Tiberius, gençliği saran bu felsefe
akımlarına hiç sıcak bakmıyor, garip kılıklı ve tavırlı bu kişileri
Roma’dan uzaklaştırıyordu!.. Ayrıca, Seneca’nın, yaptığı perhizlerden
dolayı zaten narin olan bünyesi daha da bozulmuştu, sağlığı iyice
kötüye gidiyordu!..
Babası, oğlunun sağlığını düzeltmek ve felsefeden
uzaklaştırmak için onu, ilk önce Pompei’ye, sonra Mısır’a gönderdi!
Roma’ya M.S. 31 yılında dönen Seneca, kendini siyasete verdi ve
quaestorluk (idam cezası vermeye yetkili hâkim unvanını) elde ederek,
mahkemede avukatlık yapmaya başladı! Quaestor oldu, senato
üyeliğine seçildi!..
Fabianus’tan öğrendiği keskin çelişkiler içeren, imalarla dolu
kısa cümleli ifadeler kullanmada oldukça başarılıydı. Kıskanç
İmparator Caligula’nın deyimiyle “Kum taneleri” gibi akıp giden
üslubu ölüm nedeniydi!.. Böyle başarılı bir konuşmacının kendi
Roma’sında yeri yoktu!.. Ancak, saraydaki bazı kişiler Seneca’nın
hasta bir insan olduğunu ve çok az bir ömrü kaldığını söyleyerek
İmparatoru zor ikna etti ve ünlü bir düşünürün yaşamını bağışlattı!..
İmparatoriçe Messalina, Livilla ile Seneca arasında bir ilişki olduğuna
dedikodular çıkarınca, Seneca M.S. 41’de Korsika’ya sürgüne
yollandı!.. Livilla ise öldürüldü!..
Seneca sürgündeki yaşamını felsefe yapıtları yazarak, bilim ve
şiirle uğraşarak geçirdi!.. İlk yıllar kolay geçti, ama sonraki yıllarda
Roma’ya dönme arzusu yüreğini iyice kaplayınca, Cladius’un azatlısı
Polybius’a kardeşinin ölümünden dolayı yazdığı “Ad Polybium De
Consolatione (Polybius’a Teselli Üzerine)” başlıklı yazısında, hem
ona hem de imparatora adeta yalvarmıştır!..
Ayrıca, yine aynı ruh durumuyla annesine yazdığı “Ad
Helviam Matrem De Consolatione (Annem Helvia’ya Teselli
Üzerine)” yazısında da annesinden çok kendini teselli eder gibidir!..
132
Bütün bu yakarılarına karşın, Seneca Roma’ya ancak
Livilla’nın kardeşi Agrippina zamanında dönebilmiştir!.. Genç Prens
Neron’un annesi olan Agrippina, Seneca’nın, oğlu Neron’nun
eğitiminde önemli bir rol oynayacağını düşündüğü için, Seneca’yı
sürgünden çağırtır!..
Neron’nun tüm eğitimini üstlenen Seneca, ona çağının önemli
kültür konularıyla ilgili dersler vermiş, ancak Agrippina’nın felsefeye
pek sıcak bakmaması nedeniyle, bu konulardaki derslerine bazı
kısıtlamalar getirmek zorunda kalmıştır!..
M.S. 54 yılında Claudius öldüğünde, Neron on altı yaşında
İmparator ilan edilince, Seneca muhafız kıtası komutanı Afranius
Burrus ile birlikte idarede söz sahibi olmuştur! Ama, filozoflara
yakışmayacak yaşam tarzı ile savunduğu düşünceler uyuşmadığı için,
hakkında dedikodular çıkmasına engel olamamıştır!..
Bu arada, Neron tümüyle anormal davranışlar içine girmiş ve
annesi Agrippina’yı öldürtmüştür!.. Bunun ardından Burrus’un
zehirlenerek öldürülmesi Seneca’yı saray yönetiminde tek başına
bırakmıştır!.. Bunun üzerine, tüm servetini imparatora bırakarak özel
yaşamına çekilmeye karar veren Seneca, bu düşüncesini Neron’a
açmış, ancak reddedilmiştir!..
M.S. 64’te meydana gelen büyük Roma yangınından sonra bu
önerisini yinelediği halde, imparator tarafından ikinci kez
reddedilmiştir!.. Ancak, Seneca bu kez kararlı davranmış, Neron’dan
aldıklarının bir kısmını geri vererek siyasetten ayrılmıştır!..
M.S. 61-65 yılları Seneca’nın kendini tümüyle felsefeye
verdiği en verimli dönemi oldu!..
Ancak, M.S. 65’te C. Calpurnius Piso’nun başı çektiği,
Faenius Rufus, Plautus Lateranus ve şair Lucanus'un adının karıştığı
Neron’a karşı düzenlenen bir suikast girişimine, onun da adı karıştığı
için, İmparator tarafından kendini öldürmesi emri verildi!..
133
Bütün yaşamı boyunca “Ölümün hiçe sayılması gerektiğini”
savunmuş olan Seneca, bu emri metanetle karşıladı ve M.S. 65’te
damarlarını keserek intihar etti!..
Seneca, felsefe tarihinde, “Roma Stoası ya da Yeni Stoa”
denen öğretinin üç kurucusundan ilki olarak nitelendirilir!..
Epiktetos ve Marcus Aurelius'un geliştirdikleri bu öğreti
“İnsanın bir istenç varlığı olduğu” görüşüne dayanır!..
Felsefenin “Mantık, ahlâk ve fizik” olmak üzere üçe
ayrılması gereğini savunan Seneca, Mantığı da akla dayalı bir felsefe
olarak niteler! Ona göre;
“Filozofun görevi insanları yetiştirmek, eğitmektir!..
İnsanda tanrısal bir töz vardır, ölen onun görüntüsüdür!.. Bu
nedenle insan, yaşama ara veren ve başka bir varlık ortamına geçiş
olan ölüm karşısında, sarsılmamalıdır!.. Gövdenin dağılması,
bireyin ölümsüz kaynağına dönerek yaşamını sürdürmesini
sağlamaktadır!..”
Doğa olaylarının açıklanışında Aristoteles' in geliştirdiği ve az
çok gözleme dayanan yöntemi benimseyen Seneca, bir takım gizli
güçlerin varlığına da inanmıştır.
Ona göre; “Doğa olaylarının nedenleri doğaldır, ancak
bunların birer belirti olabileceği de gözden uzak tutulmamalıdır!..
Bu da, bütün doğal nedenlerin Tanrı'dan kaynaklanması sonucuna
bizi götürür!.. Ancak, burada Tanrı'ya bağlanan nedenler tikel değil
tümeldir!.. Tanrı bütün evreni, bütün varlık türlerini kapsayan
evrensel bir “Doğa yasası” dır ve her nesne, her oluş bu yasaya
dayanır!..”
Din’i ise; “Din sıradan insanlar için gerçek, aydınlar için
yalan, iktidarlar içinse kullanışlıdır” cümlesiyle özetler.
134
Seneca'ya göre; “Ahlâk, soyut bir bilgi dalı olmayıp, yaşamın
içindedir ve insan davranışlarının, eylemlerinin kaynağıdır!.. Kişiye
nasıl davranacağını, ne gibi bir yöntem benimseyeceğini gösteren
Doğa’dır, bu nedenle ahlâklı yaşamak Doğayı izlemektir!.. Bunu da,
ancak erdemle donatılmış bilge kişi başarabilir!.. Bilgenin erdemi,
özgür ve doğal yaşamasıdır!..”
Derlediği söylevlerde, Stoacı ahlâk görüşleriyle tanınan
Seneca;
“Zamanın toplumunu bir vahşi hayvanlar topluluğu” olarak
nitelemiş ve bilge kişiliğini de,
“Kendi kendine yeten, hazza olduğu kadar, eleme karşı da
duygusuz, korku bilmez, evrenin gerçek efendisi, erdeme özgür
iradesiyle varan ve ölümden korkmayan kişi” olarak tanımlamıştır.
Her ne kadar, Stoacı maddeciliği benimsemiş olsa da,
Tanrı'nın aşkın olduğunu öne süren Seneca, pratik felsefeyi öne
çıkarmış ve “Gerçek erdem ile değerin, dışarıda değil de, insanın
içinde olduğunu” belirtmiştir.
Ayrıca,“Yaşamdaki harici iyilikler ve zenginliklerin, insana
mutluluk sağlamayacağını” da söylemiştir!..
135
Marcus Aurelius
(M.S. 121 – 180)
Marcus Aurelius, 161 yılından ölümüne kadar Roma
İmparatorluğu yaptı. 96-180 yılları arasında görev yapan Beş İyi
İmparator'dan sonuncusudur ve aynı zamanda en önemli Stoacı
filozoflardan biri olarak kabul edilir!..
Marcus Aurelius'a ait “Kendimi Gözleyişim (Meditations)”
adlı felsefi eser, 170–180 yılları arasında savaştayken yazıldı. Eser,
edebî bir başyapıt olarak günümüzde bile hâlâ saygı görür ve
"Mükemmel vurgusu ve sonsuz narinliği" ile övgüyü hak eder!
Asıl adı Marcus Annius Catilius Severus olup, evlenince
Marcus Annius Verus adını aldı. İmparator olunca kendisine
Marcus Aurelius Antoninus adı verildi.
136
Marcus Aurelius, Domitia Lucilla ve Marcus Annius Verus’
un tek oğluydu!.. Doğal tek kardeşi, kendisinden 2 yaş küçük kız
kardeşi Annia Cornificia Faustina'dır! Annesi Domitia Lucilla varlıklı
bir aileden gelir! İspanyol kökenli olan ve praetor olarak görev yapan
babası Marcus Annius Verus, Marcus Aurelius henüz üç yaşında iken
ölmüştür!.. Marcus Aurelius onu "Gösterişsiz Yiğitlik" diye
niteleyerek onurlandırır!.. Babasının ölümünün ardından Aurelius,
dedesi Marcus Annius Verus tarafından evlat edinildi ve annesiyle
birlikte büyütüldü! 138 yılında dedesi 90 yaşında öldü!
Babasının halası Vibia Sabina, İmparatoriçe ve Roma
İmparatoru Hadrian'nın karısıdır. Rupilia Faustina (Marcus
Aurelius'un babaannesi), Vibia Sabina ve Salonina Matidia (Roma
İmparatoru Trajan'ın yeğeni) üvey kardeştiler. Babasının kız kardeşi
Yaşlı Faustina, Roma İmparatoru Antoninus Pius'la evli bir
İmparatoriçedir.
136 yılında Hadrian, halefinin kesin olarak Lucius Ceionius
Commodus, yeni adıyla L. Aelius Caesar olduğunu ilan etti! Marcus,
çoktan Hadrian'ın dikkatini çekmişti ve Hadrian onu Marcus’u
verissimus (En dürüst) olarak adlandırdı!.. Sonradan, Commodus'un
kızı Ceionia Fabia ile nişanlandı! Nişan, her nedense, Commodus'un
ölümünün ardından Marcus'un Antoninus'un kızına verdiği evlilik
sözü ile bozuldu!
Bu sebeple, Hadrian'ın ilk evlatlığı L. Aelius Verus'un ölümü
üzerine, Hadrian imparatorluk sıralaması için Antoninus’u halefi ilan
etti!..
Antoninus da Marcus Aurelius’u ve Lucius Aelius'un
Marcus'dan 10 yaş küçük oğlu ((Lucius Aurelius Verus) olarak
isimlendirildi) evlat edindi!.. Evlat edinmenin ardından da, her ikisini
25 Şubat138'de, Marcus henüz 17 yaşındayken halef İmparator olarak
gösterdi!
Antoninus’un yönetimi sırasında Marcus'un hayatı, öğretmeni
Fronto ile olan yazışmalarından dolayı kesintisiz olarak
bilinmektedir!.. Bu mektuplara göre;
137
“Marcus zeki, ciddi fikirli ve çalışkan bir gençtir!..Aynı
zamanda felsefeyi çok sever!.. Yunan ve Latin retorikleri üzerine
bitmek bilmeyen çalışmalar yapar! Sonra, Epictetus'un “Diatribai=
Söylemler” kitabının aşığı ve Stoa Okulu'nun önemli bir ahlâkçı
filozofu olacaktır. Marcus, aynı zamanda Antoninus'un yanında
140, 145 ve 161 yıllarındaki konsüllüğünde, kararlarda iş birliği
yaparak artan toplumsal rollerde yer almaya başlar!.. 147'de Roma
dışında proconsular İmperium ve ardındanda imparatorluktaki ana
resmî güç olan Tribunicia Potestas olur!.. 145 yılında Antoninus'un
kızı ve aynı zamanda yeğeni olan (Annia Galeria Faustina) Genç
Faustina ile evlenir!..”
Antoninus Pius'un (7 Mart161) ölümü üzerine, Lucius Verus
ile birlikte müşterek imparatorluk koşullarını kabul ettiler ve
İmparator olarak Roma İmparatorluğunun başına geçtiler!.. Teoride
yasal olarak eşit olmalarına rağmen, Verus hem daha genç, hem de
daha az tanınmış olması sebebiyle pratikte ikinci sırada kaldı!..
Marcus, öncelikle seleflerince çıkarılan birçok kanunda
özelliklede sivil hukuktaki yolsuzluk ve kural dışılığa karşı reform
yaptı!.. Bizzat, uygun ölçülerle, köleler, dullar ve azınlıkları
kategorize etti; kan ilişkisini yeniden tanımladı. Ceza Hukukundaki
farklı cezalandırmalardan kaynaklanan sınıf farkını honestiores ve
humiliores (daha dürüstler ve daha alçak gönüllüler) olarak
düzenledi!..
Marcus'un yönetiminde, Hıristiyanların durumu Trajan
zamanında olduğu gibi değişmedi, yasal olarak ceza verilmesi
olanağına rağmen (gerçekte) nadiren eziyet edilirdi!
Asya'da tekrar güçlenen Pers İmparatorluğu, 161'de iki Roma
ordusunu bozguna uğrattıktan sonra,Ermenistan ve Suriye'yi işgal
etmişti!.. Marcus Aurelius, Müşterek İmparator Verus'u Lejyonlara
kumanda etmesi ve tehlikeyi önlemesi için doğuya gönderdi!.. Savaş
166 yılında, her ne kadar Gaius Avidius Cassius gibi, alt kademedeki
generallerin liyakati ile kazanılmış olsa da, başarıyla sona erdi!..
138
Savaştan dönüşte, “Verus triumph'la (bir tür onursal
karşılama töreni)” ile ödüllendirildi!.. Geçit töreni oldukça sıra
dışıydı, çünkü törende iki İmparator vardı ve İmparatorların oğulları
ve evlenmemiş kızlarıyla birlikte oldukça büyük bir aile
kutlamasıydı!.. Bu arada, fırsattan istifade, Marcus Aurelius'un beş
yaşındaki oğlu Commodus ve üç yaşındaki Annius Verus'a “Sezar
statüsü” verildi!..
Gene, 160'ların başında, Germen kabileler ve diğer kuzeyli
halklar kuzeydeki sınır boyunca (Limes Germanicus) yağmalarla,Tuna
nehrini geçerek Galya içlerine ulaşmıştı! Batı yönündeki bu yeni
şiddet dalgası, belki de uzak doğudaki kabileler yüzündendi!
Germania Superior (yukarı Germanya eyaleti) idari bölgesi Catti'deki
ilk işgal,162'de püskürtüldü!..
Asıl büyük işgal, M.S. 19'dan beri Roma vatandaşı olan
BohemyalıMarcomanni kabilesinin 166da Lombard'lar ve diğer
Germen kabilelerle Tuna nehrini geçtiği zaman ortaya çıktı! Yine, bu
sıralarda Sarmatian'lar, Tuna ve Tisza nehirleri arasından saldırdı!
Doğudaki durum yüzünden, buralara cezalandırıcı bir sefer ancak 167
yılında mümkün oldu! Marcus ve Verus'un her ikisi de birliklere eşlik
ettiler!..
Verus'un 169'da ölümünden sonra Marcus, Germenlere karşı
hayatının geri kalan büyük bir kısmında kişisel olarak mücadele etti!..
Romalılar en az iki kez ciddi olarak, Alpleri geçen Quadi ve
Marcomanni'lerin Oderzo'daki Opitergiumu yağmalaması ve kuzey
doğu İtalya'daki ana şehir Aquileia'yı kuşatmasıyla çok zor durumda
kaldılar!..
Aynı anda, Karpat Dağları'ndan gelen Costoboci'ler,Moesia,
Makedonya ve Yunanistan'ı işgal ettiler!.. Uzun bir mücadeleden
sonra, Marcus Aurelius işgalcileri bu topraklardan çıkarmayı
başardı!..Tabii, birçok Germen kendiliklerinden cephedeki Dacia ve
Pannonia ile Germanya ve İtalya'ya yerleştiler!..
139
Bu yeni bir şey değildi. Ancak, bu defa yerleşimciler Tuna
nehrinin sol kıyısında Sarmatia ve Marcomannia'da (bugünkü
Bohemya ve Macaristan dâhil) iki yeni sınır şehri kurulmasını
istediler!.
Karısı Faustina ile Marcus Aurelius 173'e kadar doğu
eyaletlerini hep ziyaret ettiler!.. Marcus AureliusAtina'yı ziyaretinde
kendisini “Filozofî’nin Hamisi”olarak ilan etti!.. Roma'daki bir
triumph'in ardından, takip eden yıl tekrar Tuna hududuna hareket
etti!..178'deki kesin zaferin ardından, Bohemya'nın ilhak planı
başarıyla hazırlansa da, Marcus Aurelius'un 180'de hastalanmasıyla
yarım kaldı!..
Marcus Aurelius 17 Mart180 tarihinde halefi Commodus
kendisine eşlik ederken, Vindobona'da (günümüzde Viyana)'da öldü!
Hemen tanrılaştırıldı ve külleri Roma'ya gönderilerek Visigotların
şehri yağmaladığı 410 yılına kadar da Hadrian Mausoleum'una
(günümüzde Sant'Angelo Şatosu) yerleştirildi! Germen ve
Sarmatian'lara karşı mücadelesi anısına Roma'da Marcus Aurelius
Sütunu dikildi!..
Roma'da Marcus Aurelius Sütunu
140
Semavi Dinlerde
Temel Haklar
Gençler,
Gördüğünüz gibi, İsa’nın ortaya çıktığı ve Hıristiyan dininin
ilk yıllarında etkin olan felsefî görüş; “İnsanın doğuştan gelen bazı
hakları vardır, yaşama hakkı…, barınma hakkı gibi” diyerek,
“Çoğunluk iktidarına karşı kişiyi savunan” bireyci bir yapıya
ulaşmıştır!..
Tek Tanrı’lı dinlerde de görülecek bu anlayış, Yeniçağ’da ve
Yakınçağ’da yaşanan ve yaşadığımız “İnsan Haklarının” temelini
oluşturacaktır!..
Ayrıca, bu anlayış Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın temelinde
yer almış ve bu dinlerin yığınlar tarafından benimsenmesinde etkin
olmuştur! Nasıl mı?
Tekrar olacak ama bu savımı, insan haklarının gelişmesiyle
doğrudan ilgili olduğu için, yineliyorum!..
Her iki dinin dayandığı temel esasların üç tanesini şöyle
sıralayabiliriz;
1- İnsana can veren Allah’tır! Bu borç’tur ve ancak o alabilir!
İnsanın kendisi bile yaşamına son veremez! Verirse
cehennemlik olur! İşte, size kutsallaştırılmış ve
dokunulmazlık verilmiş Yaşama hakkı!..
2- Herkesi Allah yaratmıştır ve Allah indinde herkes eşittir!
İşte, size kralı ve köleyi eşitleyen, bir yapan Eşitlik
ilkesi!..
141
3- Bütün topraklar Allah’a aittir! Bir anda, o gün otorite
olan cismani iktidarı topraksız bırakıyorsunuz ve
insanlarda “İşlediğim toprak Tanrı’nın, ben ona
ibadetimi yapıyorum, neden ürünümün büyük bir
bölümünü derebeyine vereyim” bilincini ortaya
çıkarıyorsunuz! İşte, size Bağımsızlık!..
Burada aklıma gelen şu soruyu düşünmenizi isterim;
“Acaba yukarıda saydığım özellikler, tek Tanrılı dinlerin
insanlarca hızla benimsenmesinde rol oynamış mıdır? Başka
deyişle, bu ilkeler bireyin menfaatine geldiği için, insan
topluluklarının azı bilinçli, çoğu bilinçsiz olarak, tek tanrılı dinlere
akmamışlar mıdır?”
Yeri gelmişken, size bir tespitimi arz edeceğim;
“Peygamber, Evliya, Filozof, Düşünür, adını ne korsanız
koyun, bunlar o tarihte birlikte yaşadığı ve otorite tarafından ezilen,
mutsuz ve sıkıntıdaki insan için üzülen duygulu insanlardır!..
Bu insanlar, üzüle, düşüne sonunda çözüm olarak, kurtuluş
teorilerini ortaya koyarlar!.. Eğer bir teori, yığınların ve bunların
içinde gelişen kesimlerin menfaatine geliyorsa, otoritedeki
zayıflamaya bağlı olarak, toplumca benimsenir ve iktidara gelir!..
Ne zamana kadar? Yetemeyeceği zamana kadar!..”
İşte, insanoğlu var olduğundan bugüne, bu böyle olmuş ve
olmaktadır!..
Eğer, mevcut düzen donmuşsa, otorite zayıflamış veya başka
deyişle, topluma keyfilik ve kaba kuvvet egemen olmuşsa ve artık
yığınlar mutlu değilse, “İnsanı mesele yapan ve yığınların sıkıntısını
ve mutsuzluğunu nasıl bir düzenle sonlandırabilirime” odaklanmış
hep bir güzel insan ortaya çıkmıştır!..
142
İşte, Semavî dinlerin ortaya çıkışında da “O güne kadar ki,
insanlık tarihi ve birikimlerinden de yararlanılarak, Peygamberlerin
vaaz ettikleri ve o tarihte gereksinim duyulan kuralları”
bulmaktayız!..
Burada, “Semavî dinler, kadını ikinci plana neden attı”
sorusunu da düşünmenizi isterim! Acaba, o günkü toplumun buna
gereksinimi mi vardı?
Ancak, Semavî dinlerin hareket noktası; “İnsan ve insanların
hepsini bir tesviyede, Bir kılmaksa da”, temeli“Şüphe etmeden
İman” olduğu için, tartışılmasına izin verilmeyen, “Doğrudur”
diyerek, sadece inanılan din dogmalarının zaman içinde “Düşünme ve
düşündüğünü söyleyebilme özgürlüğünü” yok etmesi kaçınılmazdı!..
Hele,“Ruhanî otoritenin” güç kazanmasıyla!
Nitekim, Hıristiyanlığın gelişmesi sonucu, Tanrı adına bir
otorite olarak ruhban sınıfı da ortaya çıkmış ve insana tasarrufa
başlamıştır. Böylelikle, Ortaçağ’da Batı’da insana tasarruf eden “Üç
Otorite” meydana gelmiştir.
İnsanın ve dünyanın yaratıcısı Tanrı’nın uzantısı olan “Din
adamlarının otoritesi”, kendi toprakları üzerinde mutlak egemen olan
“Derebeylerin otoritesi” ve “Kralların otoritesi”.
Bir süre sonra, bu üç otorite arasında çekişmeler başlar. Bu
çekişmeler sonunda varılan mutabakatlarda, bu otoriteler birbirlerinin
otoritelerinin sınırlarını belirtirken, “Bireyin doğuştan bazı hakları”
olduğunu da kabul etmiş ve belgelemişlerdir.
Bunun ilk örneği, 1215 yılında Magna Carta Libertatum
(Büyük Şart) adlı belgedir.
63 maddeden oluşan bu belge ile;
1-
Hükümdarla baronlar arasındaki karşılıklı hak ve görevler
tanımlanır.
143
2-
İngiliz yurttaşının can ve mal güvenliği, Siyasî Otorite
tarafından kabul edilir.
Siyasî iktidarın vergi salmada keyfiliğine son verilir.
Üyelerini Magnum Konsilyum denilen bir kurulun
seçeceği 25 kişilik bir bağımsız denetleme kurulunun
“Gerek kralın ve gerekse krallık memurlarının
işlemlerini denetlemesi hakkı” sağlanır.
34-
Gördüğünüz gibi, ilk defa iktidar gücünü elinde tutan insanlar,
“Otoritelerinin, bireyin bazı hakları ile sınırlandırılmasını” yazılı
olarak kabul mecburiyetinde kalmaktadırlar. O nedenle, Magna Carta
Libertatum (Büyük Şart)’a, biz hukukçular ilk “Anayasaçalışması”
deriz.
Derken, 16. Yüz yıla girilmiş, Rönesans ve Reform hareketleri
bireyin düşünce ufkunu genişletmiştir. Özellikle, gelişen mezhepler
içinde İngiltere de Prütencilik mezhebi çiftçiler arasında yayılmıştır.
Bu mezhep,“Tanrı’nın özgürlüğü insanlara doğuştan
bağışladığı, işlenen toprakların Lortlara ait olmadığı, insanlara ve
çocuklarına Tanrı tarafından verildiği fikrini” savunuyordu.
Nitekim, 1540’ta İngiltere’de çiftçiler, “İşlenen toprakların
Lortlara ait olmadığı, insanlara ve çocuklarına Tanrı tarafından
verildiğini” ileri sürerek ayaklanırlar.
Bu gelişmeler sonucu siyasal iktidara;


1688’de, “Yasaların üstünlüğünü kabul ettiren ve
siyasal iktidarın özel yetkili yargı organları kurma
hakkını ortadan kaldıran “Bill Of Rights” adlı
yazılı belge,
1701’de, “Kralın Parlemento önünde yetkisini
sınırlayan “Act Of Settlement” adlı yazılı belge,
144

Ayni tarihlerde,“İngiliz yurttaşının kişi güvenliğini
garanti altına alan ve onu keyfî tutuklamalardan
koruyan “Habeas Corpus Act” adlı yazılı belge
İmza ettirilir.
Sonuç olarak; “Ruhanî otoritenin güç kazanması ve Cismani
güç ile kavgası ”İnsan Hakları’nın gelişmesinde önemli rol
oynamıştır!..
Ancak, Hıristiyan dininin dogmaları da, Ortaçağ boyunca
insan düşüncesini esir almıştır!..Biz, buna “Skolâstik Düşünce”
diyoruz!..
Nitekim Ortaçağ’da, “Skolâstik Düşünce” insanlığa egemen
olur ve Ortaçağ boyunca şüphe etmek günahkârlık sayılıp, şüphe
edenler yakılır!..
Bin yıl süren bu çağı, insanlık “Karanlık Dönem” diye
anmaktadır!..
145
Ezoterik Öğreti
EVREN TANRI’NIN GÖRÜNTÜSÜDÜR
“İnsanoğlunun kendisiyle verdiği kavgada hedefinin; daha
mükemmel, daha bilgili, daha sevgi dolu, daha hoş görülü, daha
yücelmiş insan olabilmektir” demiştim!..
İşte, insanoğlu yüzyıllardır süren yaşamı içinde, bu tanıma
uyan insana varabilmek için, onlarca dernek ve mezhep kurmuştur!..
Bunların içinde “TEK’lik” dediğimiz, yani, “Evrenin,
Tanrı’nın bir görüntüsü olduğu, canlı/cansız her şeyin O’ndan bir
parça olduğu” görüşü özellik taşır.
Çünkü bu görüşü savunanlar, Ortaçağ karanlığındaki din
kurallarını da kullanarak, “İnsanların yaşamına korku yerine sevgiyi,
katılık yerine hoşgörüyü getirmeğe çalışmışlar, müziğiyle, balesiyle,
felsefesiyle insanı yüceltmek istemişlerdir!..”
Bu felsefeye günümüzde “Ezoterizm” diyorlar!.. Gelin, bu
görüşün içini açalım!..
Nedir, bu Ezoterik öğreti?
Ezoterik
öğretiler;
“Varoluşun
ancak
sevgi
ile
algılanabileceğini, insanın düşünce gücüyle yani özgür akıl ile
mükemmel insana ulaşabileceğini ve Tanrı ile bütünleşebileceğini”
savunan görüşlerdir.
M.Ö. 3000 yıllarında Eski Mısır döneminde bir başrahip
vardır!.. Adı Hermes!.. Eski Yunanlılar kitaplarında, bu kişiden “Üç
Kere Büyük Hermes” anlamında “Hermes Trismegistus” olarak söz
ederler.
146
İşte, bu rahip “Tüm evrenin Tanrının görüntüsü ve her şeyin
ondan bir parça olduğunu” söyler! Bu sebeple, bugün, bu görüşe
“Hermetik görüş” de denir!..
Eski Yunan yazarlarına göre, Ezoterik öğreti Mısır’ın özellikle
Teb ve Memphis tapınaklarındaki inisiyasyonlarda öğretiliyordu.
(İnisiyasyon, adayın geçmiş yaşamını terk edip, ezoterik toplulukta yeniden
yaşama başlamasıdır.)
Hermes’ten, Tevrat‘ta da ve Kuran’da da söz edildiğini
görüyoruz,
Tevrat’ta Enoch adında gizemli bir peygamber olarak
zikredilen, Kur’an-ı Kerim’de İdris Peygamber olarak anılan,
Bahaî metinlerinde Hermesi Elvah olarak belirtilen, kadim Mısır
bilgilerinde Toth diye bahsedilen, Eski Yunanda Hermes
Trismegistus olarak belirtilen kişinin, ayni kişi olduğu yaygın
olarak kabul edilir.
147
Hermes = İdris Peygamber
İnsanlar Ölümlü Tanrılar, Tanrılar Ölümsüz İnsanlardır
M.Ö. 3000 yıllarında Eski Mısır’da, Firavunlar döneminde bir
başrahip vardır!.. Adı Hermes!..
Eski Yunanlılar kitaplarında, bu kişiden “Üç Kere Büyük
Hermes” anlamında “Hermes Trismegistus” olarak söz ederler.
Yineliyorum, hoşgörün; Hermes’ten, Tevrat‘ta da ve Kuran’da
da söz edildiğini görüyoruz. Tevrat’ta Enoch adında gizemli bir
peygamber olarak zikredilen, Kuran-ı Kerim’de İdris Peygamber
olarak anılan, Bahaî metinlerinde Hermesi Elvah olarak belirtilen,
kadim Mısır bilgilerinde Toth diye bahsedilen, Eski Yunanda Hermes
Trismegistus olarak belirtilen kişinin aynı kişi olduğu yaygın olarak
kabul edilir.
148
İşte, bu rahip Hermetika adlı kitabında ilk defa “Tek
Tanrı’dan” söz eder ve “Tüm evrenin Tanrı’nın görüntüsü ve her
şeyin ondan bir parça olduğunu” söyler!..
İslam anlatılarında, ilk göğe çekilen peygamber olarak İdris
Peygamber kabul edilir. ”Göğe çekilme;Tanrıyla bütünleşmek ve fiziki
olarak da, orada ve yerde var olmak” anlamındadır.
İdris Peygamber; “İnsanlar ölümlü Tanrılardır, Tanrılar
ölümsüz insanlardır” deyişiyle de ünlüdür! İdris Peygamberin kitabı
olan Hermetika’daki dizelerden birkaçı şunlardır;
"Haydi dinleyin çamurdan insanlar!
Bir an düşün, nasıl oluştuğunu ana rahminde.
Aklına getir o usta işçiliği ve ara o sanatçıyı, böyle güzel bir
görüntüye şekil veren.
Kim çizdi göz yuvalarını?
Kim açtı burun deliklerini, kulaklarını ve ağzını?
Kim uzattı sinirlerini ve sıkıca bağladı?
Kim yaptı kemiklerini ve etini deriyle örttü?
Kim ayırdı parmaklarını ve düzleştirdi tabanlarını?
Kim hazırladı kalbini ve boşluklar bıraktı ciğerlerinde?
Kim görünür kıldı güzelliğini ve sakladı bağırsaklarını içeride?
Kaç çeşit beceri kullanıldı ve kaç tane sanat eseri yaratıldı
oluşturmak için bir insanı?
“(…) Gözlerinle görmek için O’nu, mükemmel düzenine bak evrenin;
Algıladığın her şeyi yöneten zorunlu yasalara ve olan ve olacak olan
her şeyin mükemmelliğine bak!
Uzayda kendine verilen yerde dolaşır her yıldız.
Niçin bütün yıldızlar aynı yolu izlemezler?
Her birinin yerini tayin eden kimdir?
Bunların yapımcısı ve sahibi olmalıdır birisi.
Mümkün değildir tesadüfen ortaya çıkmaları.
Düzen tümüyle yaratılmış olmalıdır mutlaka.
Ölçüye sığmayan sadece ortaya çıkandır‘tesadüfen’
149
Eski Yunan yazarlarına göre, Hermes’in bu görüşü, Eski
Mısır’ın Teb ve Memphis şehirlerindeki tapınaklarında öğretiliyordu.
Bu tapınaklara kabul edilenler, “İnisiyasyon” denilen ayinlerde, geçmiş
yaşamda edindikleri şartlandırılmalardan arındırılıp, bu yeni anlayışın
içinde yeni bir yaşama başlıyorlardı. (İnisiyasyon, adayın geçmiş yaşamını
terk edip, ezoterik anlayış içinde, toplulukta yeniden yaşama başlamasıdır.)
Hermetik düşünce, sadece Mısır ve Mısır dinini değil, bütün
insanlığı etkilemiştir! Kabalist anlayış, Simya geleneği, Yeni
Plâtonculuk, Rönesans, Hıristiyan Gnostizm’i, Reform hareketleri
ve İslam’daki mistisizm, Tasavvufi anlayış, Rafizilik, Mutezile,
İsmaililik gibi tasavvuf düşüncesinin temelleri ve Pagan rahiplerin
mistisizmi Hermetik metinlere dayanır.
İlmi Nücün (astroloji), İlmi Simya ve İhvan-ı Safa
risalelerinin çoğunluğu Hermetik metinlerle doludur.
İhvan-ı safa için, 12. yüzyılda yazılmış Arapça el yazması risaleler kitabı
150
Kabalist Anlayış
Kabala, Tevrat'ın ortaya çıkışından çok daha eski bir tarihte
oluşturulmuş bir anlayıştır!.. Kabala için, “Eski Mısır’dan Yahudiliğe
devrolan öğreti” de derler.
Bir başkaları ise Kabala’yı, “Kötülüklerle ilgilenmenin yolu
ve semboller yoluyla psikolojik dünya üzerinde güç kazanmanın
tehlikeli bir sanatı ve büyüye dayalı bir formudur" diye de tanımlar.
Kabala'nın en önemli bölümü, “Evren’in Oluşumuna” ilişkin
kuramıdır. Bu kuram, tek tanrılı dinlerde benimsenen yaratılıştan pek
farklıdır.
Kabala'ya göre, yaratılışın başlangıcında, "Daireler" ya da
"Yörüngeler" anlamına gelen ve “SEFİROT” olarak anılan, hem
özdeksel (maddî) hem de tinsel (manevî) nitelikli oluşumlar meydana
gelmiştir. Bunların toplam sayısı 32'dir; ilk onu Güneş Sistemi'ni,
diğerleri ise uzaydaki öteki yıldız kümelerini temsil ederler.
İşte, Kabala’nın bu savı, eski astrolojik inanç sistemleriyle
yakın bir bağlantısının bulunduğunu ortaya koyar... Böylece Kabala,
Yahudi dininden bir haylice uzaklaşır; Doğu'nun eski gizemci inanç
sistemleriyle çok daha bağdaşır.
Bu etkilenmeyi de doğal karşılamak gerekir. Çünkü Yahudiler
çok uzun bir süre Eski Mısır’da, hem de Firavunların baskısı altında,
köle gibi yaşamışlardır. Yahudilerin o dönem yaşantılarını ve
İsrailoğulları'nın Hz. Musa önderliğinde Eski Mısır'dan çıkarak,
Firavun zulmünden kurtulmaları Kuran’da ayrıntılı anlatılır. Hatta,
Kuran’ın bir önemli bölümünü Yahudi tarihi oluşturur.
151
“İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Putları önünde bel
büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki:
"Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah yap." O: "Siz
gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi. Onların içinde
bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler
de geçersizdir. (Araf Suresi, 138-139)”
“Bunun üzerine Musa, kavmine oldukça kızgın, üzgün
olarak döndü. Dedi ki: "Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaadde
bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu geldi?
Yoksa Rabbinizden üzerinize kaçınılmaz bir gazabın inmesini mi
istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?"
Dediler ki: "Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden
dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından bir
takım yükler yüklenmiştik, onları (ateşe) attık, böylece Samiri de
attı. Ve ateşten onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkardı,
"İşte, sizin ilahınız ve Musa'nın ilahı budur; fakat (Musa) unuttu"
dedi. (Taha Suresi, 86-88)”
"Ey Musa, biz Allah'ı apaçık görünceye kadar sana
inanmayız" dediler.(Bakara Suresi, 55)
Öyküyü özetlersek;
“Firavun, köle olarak çalıştırdığı İsrailoğulları'nı serbest
bırakmaya yanaşmamış, ancak Allah'ın Hz. Musa'ya verdiği
mucizeler ve Firavun kavmine gönderdiği felaketler karşısında zayıf
düşmüş, İsrailoğulları da bu sayede toplanıp Mısır'dan bir gecede
topluca göçe başlamışlardır. Ardından Firavun'un saldırısı gelmiş
ve Allah Hz. Musa'ya verdiği mucizelerle İsrailoğulları'nı
kurtarmıştır!..
152
İsrailoğulları henüz Hz. Musa hayatta iken dahi, Eski
Mısır'da gördükleri putların benzerlerini yapıp onlara tapınmaya
başlamışken, Hz. Musa'nın vefatının ardından daha ileri sapmalara
kaymaları zor olmamıştır.
Kuşkusuz tüm Yahudiler için aynı şey söylenemez, ama
aralarından bazıları Mısır'ın putperest kültürünü yaşatmış, dahası
bu kültürün temelini oluşturan Mısır rahiplerinin (Firavun
büyücülerinin) öğretilerini sürdürmüş, bu öğretileri Yahudiliğin
içine sokarak onu tahrif etmişlerdir. Eski Mısır'ın materyalist,
büyüye dayalı ezoterik öğretilerini devralan Yahudiler, Tevrat'ın bu
konudaki yasaklamalarını tamamen göz ardı ederek, diğer putperest
kavimlerin büyü ritüellerini de benimsemişler ve böylece Kabala,
Yahudiliğin içinde ama Tevrat'a göre farklı bir mistik öğreti olarak
gelişmiştir.”(İnternet/Seçme kitaplar Dergisi’nden indirilmiştir.)
İngiliz yazar Nesta H. Webster "Ancient Secret Tradition"
(Antik Gizli Gelenek) adlı makalesinde, bu konuyu şöyle açıklar:
"Büyücülük, bildiğimiz kadarıyla, Filistin'in
İsrailoğulları tarafından işgal edilmesinden önce,
Kenanlılar tarafından uygulanıyordu. Mısır,
Hindistan ve Yunanistan da kendi kâhinlerine ve
büyücülerine
sahipti.
Musa
Yasası'nda
(Tevrat'ta) büyücülük aleyhinde yapılmış
lanetlemelere karşı, Yahudiler,bu uyarıları göz
ardı ederek, bu öğretiye kendilerini
bulaştırdılar ve sahip oldukları kutsal geleneği,
diğer ırklardan aldıkları büyüsel düşüncelerle
karıştırdılar. Aynı zamanda Yahudi Kabalası'nın
spekülatif yönü, Perslerin büyücülüğünden, NeoPlâtonizm’den ve yeni Pisagorculuktan etkilendi. Dolayısıyla,
Kabala karşıtlarının, Kabala'nın saf bir Yahudi kökenden gelmediği
şeklindeki itirazlarının haklı temeli vardır." (Ancient Secret Tradition,
Secret Societies And Subversive Movements, Nesta Webster, Boswell Publishing Co.
Ltd. London, 1924)
153
Kuran'da bu konuya işaret eden bir ayet bulunmaktadır.
“Ve onlar, Süleyman'ın mülkü (nübüvveti) hakkında
şeytanların anlattıklarına uydular. Süleyman inkâr etmedi, ancak
şeytanlar inkâr etti. Onlar, insanlara sihri ve Babil'deki iki meleğe
Harut'a ve Marut'a indirileni öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: "Biz,
yalnızca bir fitneyiz, sakın inkâr etme" demedikçe hiç kimseye
öğretmezlerdi. Fakat onlardan erkekle karısının arasını açan şeyi
öğreniyorlardı. Oysa onunla Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye
zarar veremezlerdi. Buna rağmen kendilerine zarar verecek ve yarar
sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı. Ant olsun onlar, bunu satın
alanın, ahretten hiçbir payı olmadığını bildiler; kendi nefislerini
karşılığında sattıkları şey ne kötü; bir bilselerdi. (Bakara Suresi,
102)”
Kabalizmde her şey gizli semboller ve işaretlerle anlatılır.
Aşağıdaki tablolar gizemli anlatımın birer örneğidir.
154
Simya İlmi veya Simyacılık
Değersiz maddeleri altına çevirme, bütün hastalıkları
iyileştirme ve hayatı sonsuz biçimde uzatacak ölümsüzlük iksirini
bulma uğraşlarına Simya, bu işle uğraşanlara Simyager ya da Simyacı
denirdi.
Bilinen geçmişi M.Ö. 2500 yıllarına gider.Mezopotamya’da,
Eski Mısır’da,İran’da, Hindistan ve Çin'de ve Klasik Yunan
döneminde Yunanistan'da, Roma İmparatorluğu'nun hüküm sürdüğü
coğrafyada, önemli İslam başkentlerinde Simya mesleği ağırlık
kazanır!..
Bu mesleğin özüne baktığımızda, ünlü bir Simyacı da olan
Hermes Trismegistus’un bir felsefi-Spiritüel sistemi olan Hermetizm
ile Simya’ nın yakından bağlantılı olduğunu da görürüz!..
Hatta 17. yüzyılda bile Simya ve Hermetizm, o yüzyılın
önemli bir Ezoterik ekolü olan “Gül-haçlıların” doğuşunda etkili
olmuştur.
Bazı yazarlar Simya’ya, doğanın araştırılması da derler!..
Sir William Fettes Douglas'ın Simyacı isimli tablosu
155
Halk, Simyacıları kimi zaman kaçık, ya da şarlatan olarak,
zaman zaman da büyücü olarak nitelemiştir.
Elbette, “Kurşunu altına çevirmeye çalışmaları, evrenin dört
elementten (toprak, hava, su ve ateş) oluştuğuna inanmaları ve
zamanlarının büyük çoğunluğunu mucize ilaçlar, zehirler ve sihirli
iksirler hazırlamaya çalışmaları” insanları bu yargıya vardırmıştır.
Ancak, Simyacı olarak, pek çok entelektüel akademisyenleri
ve önemli bilim adamlarını da görürüz. Örneğin, Newton ve Robert
Boyle'nin Simyacı olduğu bilinmektedir.
Bu gibi yenilikçi kişiler, kimyasal maddelerin doğasını ve
işleyişini araştırmayı denemişlerdir. Bu gibi Simyagerler, fizikî
evrenin sırlarını açıklama girişimleri sırasında deneye dayanmışlar ve
geleneksel bilgi ve bilgi kalıplarına kuşkuyla yaklaşmışlardır.
Sonuç olarak, Simyacılar, madenleri altına çevirecek olan,
hem de ölümsüzlük iksiri yaratılmasında kullanılacak efsanevî bir
madde olan “Felsefe Taşını (philosopher's stone)” bulamadılar ama
onu ararken “Barutu keşfettiler, madenleri test ve rafine ettiler,
metaller üzerinde çalışmalar yaptılar ve mürekkep, kozmetik, boya
üretimi, deri boyanması, seramik ve cam üretimi, likör ve esans
üretimi ve benzerlerini keşfettiler!..”
Joseph Wright of Derby'nin 1771 tarihli Felsefe Taşını Arayan Simyacı tablosu
156
Burada, genelde Simya Geleneğinin içinde görülen ve
Simyacıların içine düştükleri çelişik bir durumu belirtmek isterim.
Simyacıların işleri ve hedefleri “Maddenin fiziksel (kimyasal)
boyutları” iken, bu kişiler elde ettikleri sonuçları metafizik yorumlarla
ortaya koymuşlardır!..
Belki de, yaşadıkları çağlardaki, kimyevî konseptler ve
süreçler içinde ortak terminoloji eksikliği ve de gizliliğe duyulan
gereksinim, Simyacıları Hıristiyan ve pagan mitolojisi, astroloji,
Kabala ile diğer Mistik ve Ezoterik alanlarda kullanılan terim ve
sembolleri kullanmaya itmiştir. Bu nedenle, en basit kimyasal tarif
bile çapraşık büyülü sözler gibi gözükmüştür.
Ayrıca, Simyacılar elde ettikleri düzensiz deneysel verileri,
Mistik ve Ezoterik alanları kullanarak teorik bir çerçeveye oturtmaya
da çalışmışlardır.
Kısaca, “Hermes Trismegistus’a dayanan ezoterik sembolleri
anlayabilmek için, o sembolleri anlayabilecek inisiyatik eğitimden
geçmiş olmak gerekir” savı, burada da ön plana çıkmıştır!..
157
Gnostisizm
Bir Gnostik taşındaki aslan yüzlü ilah
Gnostisizm; “Antik Mısır Ezoterizmini, Eski Yunan
Ezoterizmini
(Platon,
Pisagor),
İbrani
Tradisyonlarını,
Zerdüştçülüğü, bazı Doğu Geleneklerini ve Dinlerini, Hıristiyanlığı
eklektik bir tutumla sentezleyen, birçok tarikatın benimsediği
MistikFelsefeye verilen” genel addır.
Terim, Eski Yunancadaki“Sezgi veya tefekkür yoluyla
edinilebilen bilgi” anlamındaki “Gnosis” sözcüğünden türetilmiştir.
Gnosis üç bilgi türünden biridir. Diğerleri, “Öğrenimle öğrenilebilir
bilgi Mathesis,” “Eziyet çekerek öğrenilebilen bilgi Pathesis,”
“Sezgi yoluyla öğrenilebilecek bilgiye (Gnosis)”denir.
Eski Yunan Ezoterizmine göre; nasıl “Eziyet çekilerek
ulaşılabilecek bilgiye” öğrenim ve sezgi yoluyla ulaşılamazsa,
“Sezgi” yoluyla öğrenilebilecek bilgiye” de ne eziyet çekilerek, ne
öğrenim yoluyla ulaşılabilir.
Bu yüzden, Gnostisizm "'Sezgi' yoluyla alınan bilgiyle
kazanılan kurtuluş öğretisi” olarak tanımlanır.
158
Gnostisizm’in bilgi kaynağı, bu felsefenin oluşumunda
muhtemelen büyük rol oynamış değerli el yazmalarının bulunduğu,
antik çağın en büyük kütüphanesine sahip olan İskenderiye kentidir.
Buradaki okullarda M.S. 1 ve 2. yüzyıllarda okutulan
Gnostisizm felsefesini, Kilise hep sapkın bir yol olarak görmüş ve
göstermiştir.
Gnostisizm ise, Hıristiyan dogmatizmini akla vurmaktır!..
Örneğin, Gnostikler İsa Peygamber’in Tanrı’nın oğlu olmadığını
savunmuşlardır. Ayrıca İsa Peygamber’in çarmıha çakılmadığını ileri
sürmüşlerdir.
Gnostiklere ait el yazmaların Kilise tarafından yönlendirilen
yıkımlarla (İskenderiye kütüphanesinin yıkımı vs.) yok edilmesinden
dolayı, Gnostikler hakkında 20. yüzyıla dek pek fazla bilgi
edinilememişse de, 1902 ile 1948 yılları arasında Gnostiklere ait çok
sayıda el yazması keşfedilmiş ve bunlar sayesinde Gnostisizmin
ilkeleri daha iyi anlaşılmış bulunmaktadır.
Gnostisizmin ilkeleri;
1- Hakikatlere ulaşabilmede dinler yetersizdir.
2- Hakiki bilgiler, yani hakikate ait ya da hakikate yakın
bilgiler ancak ruhsal ve psişik gelişim yoluyla edinilebilir.
3- Ruh ölümsüzdür. Ruh dünya yaşamında bir tür hapishane
yaşamı geçirmektedir.
4- Gerçek olan, fiziksel dünya yaşamı değil, ruhsal yaşamdır.
5- Dünya düalite ilkesinin geçerli olduğu bir gelişim ortamıdır.
6- Ruhsal gelişim yolunda en önemli bilgi kaynaklarından biri
ruhsal âlemden ruhsal irtibatlarla alınabilecek yüksek
bilgiler içeren tebliğlerdir ki, bunlar ruhsal bakımdan seçkin
insanlara verilir.
Gnostik bilgelerin hemen, hemen hepsi, reenkarnasyonu=ruh
göçünü kabul eder.
159
1945 yılından önce, Gnostisizm hakkında bilinenler, hacimli
bir Gnostik metni olan Pistis Sophia ve ilk yüzyılda Kilise babalarının
Gnostisizme karşı söylediklerinden ibaretti,
1945 yılında Nag Hammadi mağarasında pek çok antik
Gnostik metin bulundu ve Gnostisizme bakış açısı önemli oranda
değişti,
Elaine Pagels gibi bazı bilim adamları ve Peter Gandy gibi
gizem tarihi araştırmacıları, “Literalist Roma Kilisesi Kristolojisinin,
Gnostisizm'den türediğini” söylemiştir.
En önemli Gnostik metinleri; Tomas İncili, Yuhanna'nın Gizli
Kitabı, Filip İncili ve Pistis Sofya'dır.
160
İskenderiye Mektebi
Ve
Yeni Plâtonculuk
İskenderiye Kitaplığı
(M.S. 300) yıllarına geldiğimizde, İskenderiye Mektebi
dediğimiz Plotinus önderliğindeki felsefeciler “Hermetik veya
Ezoterik” görüşü işler!.. O, felsefecilere göre “Tanrı yaradan değil,
var olandır, evren onun görüntüsüdür, doğal olarak insan da
tanrının görüntüsüdür”!..
Bu varsayımı kabul ettiniz mi, artık insan Tanrı ile
bütünleşmekte, yüce ve kutsal varlık haline gelmektedir!.. Böylece,
insanı sevmek Tanrıyı sevmekle bir olmaktadır!.. Birine kötü
davranmak ise, Tanrıya kötü davranmaktır!..
161
Bu bizi, İlkçağ’da Hermetik felsefeye, Musevilikte Kabala’ya,
Hıristiyanlıkta Gnosistizizme ve İslam da Tasavvuf dediğimiz anlayışa
götürür!..
Bu görüş, mistik bir anlayış içinde din kurallarını
yorumlayarak, hoş görüsüz ve korkuya dayalı Ortaçağdaki, bağnaz
din anlayışını yumuşatma çabalarıdır! Bu görüş sayesinde insan
“Kulluk” tan kurtulmakta, “Yaratandan parça” olmaktadır! Bu insan
için “Özgürlük” ve “Bağımsızlık” demektir!.. Buna, uyanış da
diyebilirsiniz!.. Düşünmeye başlamak ta!..
Ne var ki; bu görüş yüzyıllardır iktidar gücünü elinde tutan,
hem bağnaz din otoritesinin, hem de bağnaz siyasi otoritenin işine
gelmez!.. Onların işine, kendisinin “Tanrının kulu” olduğuna,
otoritenin ise “Tanrı adına yöneten” olduğuna iman etmiş insan
gelmektedir.
Bu anlayışa biz “düalist” anlayış diyoruz! Açarsak, bu anlayış
“Yaratan ve yaratılan”, “Ruh ve beden”,“Ölüm ve yaşam”,“Varlık
ve yokluk” gibi ikili bir ayırımdır! Bu anlayışı, insanlık tarihinde, çok
Tanrılı ve tek Tanrılı dinlerin yanı sıra, Platon gibi, Aristo gibi ünlü
felsefeciler de bile görürüz!
İşte, bu ikilemi kullanan otoriteye karşı biri çıkar da “İnsan
Tanrının görüntüsüdür” derse,
bu “Otoritenin Tanrı adına
insanlara hükmetmesinin sorgulanması” demektir!..
Elbette,Tanrı adına insanlara hükmetmesi gücünü kaybetmek
istemeyen otoritenin, bu “Tek”lik görüşünü “Tanrıya eş koşmak”
olduğu iddiasıyla mahkûm etmesi doğaldır! (Bk. Felsefe Bahçesinde
Gezintiler. Önder Limoncuoğlu 2007.) ‘
İşte, otoritenin sevgisiz ve katı anlayışına karşı, varlıklarını
korumak isteyen Ezoterik oluşumlar, yığınların yetersiz bilgileriyle
Ezoterik doktrini anlayamayacaklarını düşünerek, doktrinlerini
semboller ve sırlar esası içinde gizlemişler ve kuşaktan kuşağa
aktarmışlardır!..
162
Sonuç olarak, Ezoterik felsefeyi,
“Tanrı evrenin toplamı olup, makrokosmos da da,
mikrokosmos da da vardır. Tanrıya dönmek için tek yol evrimdir.
Bunun için seçilmiş insanların eğitilerek, kâmil insanlara ulaşmak
gerekir” anlayışı olarak özetleyebiliriz.
Evet, insanoğlu daha mükemmel insana ulaşmak için
kendisiyle verdiği kavga içinde Ezoterik doktrinlerden çok
yararlanmıştır. Bu doktrinlerin de kaynağı, ağırlıklı Orta Doğu
olmuştur!..
163
Yeni Eflatun’culuk
Geldik, M.S. 300 yıllarına, İskenderiye’deyiz!.. Şimdi sizleri,
hem Avrupa, hem de İslam -Türk felsefesini etkileyen “TEK” lik
anlayışını savunan, “Yeni Eflatun’culuk” felsefesine götüreceğim!..
Neo-Plâtonizm veya Yeni Eflatunculuk, Platon’dan aşağı
yukarı 500 yıl sonra, M.S. Üçüncü yüzyılda İskenderiye'de, Plotinus
önderliğinde başlamış bir felsefî akımdır.
Platon gibi mistik ve metafizik noktalardan yola çıkıyor olsa
da, Platon gibi, düşünme yöntemi olarak idealizmini kullanıyor olsa
da, yolun sonunda, Plâtoncu düşünceye kıyasla, çok farklı bir idrak
noktasına varmıştır.
Bunun esas sebebi Yeni Plâtonculuğun, Platon felsefesinin en
önemli yanlışı olan “Diyalektiğe gereğinden fazla önem vermek ve
tüm Evreni sadece Düaliteler yolu ile algılamaya ve kavramaya
çalışmak hatasına” düşmemiş olmasıdır.
Bu düşünsel hatayı en güzel şekilde şu benzetme ortaya
koymaktadır;
“Bir mıknatısın kuzey ve güney uçlarını mıknatıstan veya
birbirlerinden ayrı düşünemeyiz. Bir mıknatıs varsa, onun kuzey ve
güney uçları da vardır ve bu mıknatıs ortasından ikiye bölündüğü
zaman, ayrı, ayrı birer güney uç ve kuzey uç değil, yepyeni ve farklı
iki mıknatıs meydana gelir.”
İşte, Evrende var olan Düaliteler bir mıknatısın iki kutbu gibi
algılanmalıdır. Bunun dışında bir yaklaşımla hiç bir şey algılanamaz
ve kavranamaz.
Neo-Plâtonculuğun, Plâtoncu yaklaşımdan ayrılan yönü işte
bu Bir’liğin=Tek’liğin farkına varmış olmasıdır.
Yeni Plâtonculuk, öncelikle Plâtonculuğu takip eden Aristo
materyalizmine tümüyle karşı bir akım olarak ortaya çıkmıştır.
164
Burada ruh ne bir cisim, ne de bir güç olup, kendine özgü bir
yapı, bir tözdür. Maddeye biçim kazandırma gücü vardır. Beden geçici
bir zaman için vardır, fakat ruh ölümsüzdür. Sürekli kendi kendisinin
aynı olarak kalır. Ruhun ölmezliği ruh göçü şeklinde düşünülür. Ruh
bir bedeni terk edince bir başka beden arar, ancak bu arayışların esas
amacı bedenden tam ve mutlak olarak soyutlanmış bir varlığa
ulaşmaktır.
Plotinus’a göre; bireysel ruhlardan başka bir de genel bir ruh,
bir evren ruhu vardır. Bu basamağın da üzerinde, en yukarda “Bir
olan, Var olan Ulu Yaradan’ın” olduğunu düşünür.
Ancak, bu kavram, Semavî dinlerdeki;
-
“Evreni iradesi ile yoktan var eden Allah” kavramı
değildir.
-
Eflatun’un anladığı anlamda, “Var olan malzemeye
yalnızca şekil veren bir varlık da”değildir.
-
Plotinus için, “Allah, kendinden her şeyin çıktığı
kaynaktır.”
Plotinus’a göre;
“Allah vardır” diyemeyiz, çünkü o varlığın kendisidir, kendi
kendine var olandır.
“Allah birdir” de diyemeyiz çünkü Allah, birliğin kendisidir.
Allah için “Etkendir ve nedendir” de diyemeyiz, çünkü Allah
etken ve neden olmanın kavramının ta kendisidir.
165
Düalist ve Tek’lik Anlayışı
Sevgili Gençler,
Yeri geldiği ve bu ayırım çok önemli olduğu için, “Düalist
Anlayış ile Tek’lik Anlayışını” ayrı, ayrı işliyorum!..
Düalist Anlayış
Platon’un, “Yaratıcının dünyanın üstünde ve ötesinde ama
kesinlikle dünyadan ayrı olduğu düşüncesi” içinde, “Akılcılığın ilkel
bir uygulaması olan İdealar Kuramı” yüzyıllarca batı düşüncesini
etkilemiş ve temeli de olmuştur!..
O günden beri batı düşüncesi, “Gören ve Görülen”, “Varlık
ve Yokluk”, “Ruh ve Beden”, “Ölüm ve Yaşam”, “Yaratan ve
Yaratılan” gibi “Gerçeği önce ikiye bölüp sonra bu gerçeğin bir
yarısının farkına varabilmek için, öbür yarısını anlamaya çalışmak
alışkanlığından” kendini kurtaramamıştır! İşte, bu anlayış
Anlayıştır!”
“Düalist
Kutsal Kitaplarda, her ne kadar “Allah size şah damarınızdan
da daha yakındır” gibi cümleler yer alsa da, “Yaratan” ve
“Yaratılanın” farklı birer kavram olduğu kabul edildiği andan
itibaren, o şah damarı ile insan arasına, koskoca bir Ortaçağ
Skolastisizmi veya muazzam bir dogmalar düzeni sığmıştır!.. Bunu da
pek çok insan menfaati için kullanmıştır!.. Kullanmaktadır!..
Keza, bu ikilemin yaratığı boşluğu doldurmaya, Aristo’nun
aklı kullanarak bir ulu yaratanın varlığını ispat çabalarını içeren
“Cansızdan Tanrı’ya varan sıradüzenli evren anlayışı” bile, yeterli
olamamıştır.
Platon dönemlerinde zihinlerde yaratılmış olan bu felsefî
boşluğun, Tevrat’an beri kimlerin ne işine yaradığı ve nasıl
doldurulduğu herkesçe malumdur!
166
Görüldüğü gibi, felsefe tarihinde, aynı malzemelerle farklı
hamurlar yoğrulabiliyor ve bu farklı hamurlar ilerideki yüzyıllarda
farklı insanlar tarafından, farklı amaçlar uğruna kullanılabiliyor!..
Tek’lik veya Bir’lik Anlayışı
“Tek’lik//Bir’likAnlayışı’nın” kökleri, M.Ö. 3500 yıllarına
gider! Hermes=İdris Peygamber’e kadar uzanır!
İdris Peygamber, “Evren, Tanrı’nın görüntüsüdür”
temelinden hareketle, bizleri “İnsan Tanrı’dan bir parçadır, özetle
insan Tanrı’dır” anlayışına götürür! Keza, bu felsefede “Akıl ve
Sezgi” bir bütün olarak ele alınır! (Bkz: “Hermetik ve Pisagorcu felsefelerin
Ezoterik Boyutları”).
İşte, Platon’dan aşağı yukarı beş yüz yıl sonra, M.S. Üçüncü
yüzyılda, İskenderiye'de Plotinus önderliğinde başlamış bir felsefî
akım olan, “Neo-Plâtonizm=Yeni Eflatunculuk anlayışında da
karşımıza “Akıl ve Sezgiyi” bir bütün olarak ele alan “Tek’lik/Bir’lik
Anlayışı” çıkar!..
Nedir, Tek’lik/Bir’lik anlayışı?
Bu felsefede; “Ruh, ne bir cisim, ne de bir güç olup, kendine
özgü bir yapı, bir tözdür. Maddeye biçim kazandırma gücü vardır!..
Beden geçici bir zaman için vardır, fakat ruh ölümsüzdür! Sürekli
kendi kendisinin aynı olarak kalır! Ruhun ölmezliği ruh göçü
şeklinde olur!.. Ruh bir bedeni terk edince bir başka beden arar,
ancak bu arayışların esas amacı bedenden tam ve mutlak olarak
soyutlanmış bir varlığa ulaşmaktır.”
Plotinus’a göre, bireysel ruhlardan başka bir de genel bir ruh,
bir evren ruhu vardır. Bu her şeyin üstünde ve en yukarda olan “Bir
olan, Var olan Ulu Yaratan’dır!..”
Ancak, bu kavram, Semavî dinlerdeki;“Evreni iradesi ile
yoktan var eden Allah” kavramı değildir! Eflatun’un anladığı
anlamda “Var olan malzemeye yalnızca şekil veren bir varlık da”
değildir!..
167
Plotinus için,
“Allah, kendinden her şeyin çıktığı
kaynak’tır!..”
Plotinus’a bunu şu sözlerle ifade eder;
“Allah vardır”
diyemeyiz, çünkü o varlığın kendisidir,
kendi kendine var olandır!..
“Allah birdir”
de diyemeyiz çünkü Allah, birliğin
kendisidir!..
“Allah etkendir ve nedendir” de diyemeyiz, çünkü
Allah etken ve neden olmanın kavramının ta kendisidir.
Yeni Platon’cular bunu bir örnekle savunurlar;
“Bir mıknatısın kuzey ve güney uçlarını mıknatıstan veya
birbirlerinden ayrı düşünemeyiz. Bir mıknatıs varsa, onun kuzey ve
güney uçları da vardır ve bu mıknatıs ortasından ikiye bölündüğü
zaman, ayrı ayrı birer güney uç ve kuzey uç değil, yepyeni ve farklı
iki mıknatıs meydana gelir!.."
Aşağıda, Hallacı Mansur’dan başlayarak size tanıtmaya
çalışacağım İslam düşünürleri, özellikle Anadolu Tasavvufçuları ki,
bunlar Türk’leri İslamiyet’le bütünleştiren düşünürler olup, felsefeleri
“Vahdet-i Vücut yani her şey, herkes Tanrı’nın görüntüsüdür”
temeline dayanır.
Bu Tek Varlık anlayışı ile Tasavvuf düşünürleri, “İnsan
Tanrı’nın görüntüsüdür” demekle, insanı yüceltmekte ve kutsal
kılmakta olup, böylece de “Sevgiyi, kardeşliği, birbirlerine iyi
davranmayı” insan hayatına egemen kılmak istemişlerdir.
İnsan Tanrının bir görüntüsüyse, o halde herhangi bir insana
karşı yapılacak kötü davranış, Tanrı’ya karşı yapılmış olmaktadır.
Yani, tek varlık görüşü dediğimiz de, fark etmenizi istediğim
öz “İnsanın en yüce, en kutsal varlık” haline getirilmesidir.
168
Plotinus
(205 – 270)
Plotinus (Yunanca: Πλωτίνος, Arapça: Şeyh-i Yunanî) (M.S. 205–270).
Neoplatonizmin kurucusu antik filozof.
Plotinus hakkındaki bilgilerimizin çoğu, kendisi de filozof
olan Porphyry'nin, Plotinus'un baş eseri Enneadlar'a yazdığı
önsözden gelmektedir!..
Plotinus'un mistik felsefesi, Yahudi, Hıristiyan, Gnostik ve
Müslüman filozoflara ve mistiklere yüzyıllar boyunca esin kaynağı
olmaya devam etmiştir!..
Plotinus, maddî varlığı daha yüksek seviyesindeki bir şeyin,
zayıf bir imajı veya parçası olarak gördüğünden, maddî varlığı
önemsemez ve kendi bedenini de, bu varlığa dâhil olduğu için
önemsememiştir!.. Muhtemelen bu sebeple, Porphyry'in aktardığına
göre, kendi portresinin yapılmasını reddetmiş, çocukluğu, ailesi veya
doğum yeri ve tarihi hakkında bilgi vermekten kaçınmıştır!..
169
Yine de, Eunapius onun Mısır'da Deltaya bağlı Lycopolis'de
doğduğunu haber vermektedir. Geçmişi hakkındaki bu belirsizliğe
karşın, öğrencilerinin aktardığı tüm detaylar, felsefesini en yüksek
düzeyde yaşamına aktardığını göstermektedir.
Plotinus yirmi yedi yaşında, yaklaşık 232 yıllarında, felsefe
tahsili yapmak arzusuyla İskenderiye'ye gitmiştir! Orada, daha sonra
hocası olacak Ammonius Saccas (Amon-ius Saccas- Güneş Kalkanı
Hamal diye çevrilebilir) ile karşılaşıncaya kadar, hiçbir öğretmenden
hoşnut olmamıştır!..
Amonius Saccas, hamallık yaparak yaşayacak kadar
alçakgönüllüğüyle,Plotinus’u çok etkilemiştir! Öyle ki; Plotinus'un,
Ammonius Saccas’ın konuşmasını dinleyince, arkadaşına “Aradığım
adam buydu" dediği söylenir! Ammonius'un dışında, Plotinus,
Afrodisyaslı İskender ve Numenius'in eserlerinden de etkilenmiştir!..
Plotinus İskenderiye’de on bir yıl geçirmiş ve 38 yaşında
Perslilerin ve Hintlilerin felsefî öğretilerini araştırmaya karar veren ve
Persler üzerine yürüyen III. Gordian'ın ordusuna katılmıştır!.. Sefer
Gordian'ın ölümüyle, başarısızlıkla son bulunca, Plotinus Antakya'ya
dönmek zorunda kalmıştır!..
Kırk yaşında, Arap Philip'in hâkimiyeti altındaki Roma'ya
dönmüş ve hayatının geri kalanını, çok sayıda öğrenci edindiği
Roma'da geçirmişti!... Öğrencileri arasında filozoflar, Roma Senatosu
üyeleri, doktorlar, Roma'da evinde kaldığı Gemina ve Iamblichus'un
oğlu Ariston'un karısı Amphiclea gibi kadınlar da vardı.
Plotinus, 253 yılından başlayarak ölümüne kadar geçecek on
yedi yıl içinde, daha sonra adı “Enneadlar” olacak, Denemelerini
kaleme almıştır!.. Porphyry, ”Enneadlar’ı” kendisi derlemeden önce,
Plotinus'un konuşmalarında kullandığı deneme ve notlar külliyatı
olduğunu ifade etmiştir.
170
Plotinus, gözlerindeki zayıflık nedeniyle eserini yeniden
gözden geçirememiştir, ayrıca Porphyry'nin ifadesine göre
de;düzeltme işleminden hoşnut olmayan Plotinus'un el yazması da
özensizdi.
Plotinus'da, “Tek bir varlık anlayışı” bulunur.Onun
felsefesinin ontolojik hiyerarşisinin ilkesi, hem Varlık, hem İyilikve
de Ululukolan, Bir'dir!.. O’na göre;
“Her şey, “Bir'den” oluşur (emanation). İlk olarak Ruh
(spirit), idealar dünyasında sudur eder!.. Sonra, tin, nefis ortaya
çıkar!.Ancak, bu nefis tek, tek fertlerin değil, dünyanın nefsidir ve
bireysel nefisleri olduğu gibi, tüm dünyayı da canlandırır! Ortaya
çıkan nefisler, biçim aldıkları bedenin arasındaki bir konumda
bulunurlar! Bir'den en son sudur eden şey maddedir ve madde
Varlığın en düşük düzeyidir!..”
Plotinus'un
felsefesinde;
“Yüce,
tamamen
aşkın
(transcenden) olan "Bir"de, ne ayırım, ne çokluk, ne farklılaşma
vardır! O, varlık ve var olmama şeklindeki tüm kategorilerin
ötesindedir!..
Bizler,"Varlık" kavramını kendi tecrübemizin objelerinden
çıkarmaktayız ve “Varlık” bu nesnelerin kendisine izafe edildiği
şeydir! Fakat sonsuz ve aşkın olan “Bir”, tüm bu nesnelerin
ötesindedir ve bu yüzden tüm kavramların ötesindedir!..“Bir,
herhangi bir şey olamaz" ve ayrıca tüm şeylerin toplamı da olamaz,
çünkü O, tüm mevcudattan öncedir! Bu sebeple Bir'e hiçbir sıfat
yüklenemez!..
Düşünce de, “Bir’e” izafe edilemez, çünkü düşünce, düşünen
ve düşünce nesnesi şeklindeki bir ayırımın varlığını zımnen içinde
barındırmaktadır. Aynı şekilde, her ne kadar O’ndan ileri gelse de,
irade de Bir'e yüklenemez çünkü irade de irade edilen bir şeyin
mevcudiyetini gerektirir ve bu anlamda Bir'e değil, ama ondan sudur
eden İlk’e izafe edilebilir!..
171
Skolâstik Düşünce
Skolâstik felsefe, Latince kökenli schola (okul) kelimesinden
türetilen “Okul felsefesi” demektir!.. Bu felsefenin temeli
“Teoloji=Din bilgisi” dir, ona dayanır ve onu desteklemeye çalışır!..
Bir okul felsefesi olarak skolâstik düşünce, ilk olarak teoloji
öğretmenleri tarafından, hem sistemleştirilmiş teolojinin öğretilmesini,
hem de antikçağ okullarında öğretilen “Yedi özgür sanat” denilen
Gramer, Diyalektik, Retorik (hitabet), Aritmetik, Geometri, Müzik,
Astronomi bilgilerinin öğretilmesini içerir!..
Ortaçağın belirli bir döneminden itibaren, tüm felsefe etkinliği
skolâstik zeminde gerçekleştiği için, “Ortaçağ felsefesi” denildiğinde,
akla gelen genellikle “Skolâstik felsefe” dir!.. Oldukça geniş bir
tarihsel dönemi kapsar!.. Bu dönemde, yalnız “Hıristiyan Skolâstiği”
değil, ”Yahudi Skolâstiği” ve ”İslam Skolâstiği” de söz konusudur!..
Skolâstik görüş için; “Dinle felsefeyi, akılla inancı
bütünleştirmeye uğraşmaktır” diyebiliriz!.. Özelikle, inanca ve
vahiye akıl yoluyla getirilen itirazlar, bu şekilde aşılmaya
çalışılmıştır!.. Bu anlamda da Skolâstik felsefe, yeni bir şeyler bulmak
ya da düşünceler üretmek arayışında olmayıp, aksine zaten mevcut
olanlar içerisinde Skolâstik felsefeye uygun olanları temellendirmek
ve uygun olmayanları çürütmek çabasında olmuştur! Bu çaba için
gerekli mantığı Aristoteles’te ve Euklid geometrisinde bulmuştur!..
Bu dönemde, Rasyonalizm’in devam ettiği görülür!.. Ancak,
bu ne Sokrat’ın, ne Platon’un, ne Aristo’nun Rasyonalizmi’dir!.. Bu
dogmatik bir rasyonalizm’dir!.. Bu dine dayalı rasyonalist anlayışa
göre; “Akıl herkeste aynı değildir, Tanrı aklı herkese eşit
vermemiştir!.. Papalara, kardinallere, başpiskoposlara özetlersek,
dinin istediği insanlara rütbe sırasına göre vermiştir!..”
Tabii ki, bu anlayış gerçek bir rasyonalist anlayış olarak kabul
edilemez!.. Ama, Ortaçağdaki Rasyonalizm anlayışı budur!..
172
Skolâstik anlayış bilgiyi de; “Tanrısal gerçeğin ortaya
konulmasından ve yansıtılmasından, kanıtlanmasından başka bir
şey değildir” diye tanımlar ve bu sebeple görelikçiliğe, öznelliğe ve
kuşkuculuğa karşı savaşır!..
Skolâstik düşünce, “Yalnızca tek bir doğrunun ve ona bağlı
tek bir doğruluk sisteminin varlığını” kabul eder. Din düşünürü olan
Augustinus bunu "Anlamak için inanıyorum" cümlesiyle özetler!..
O dönemde, herkes dinin istediği şekilde düşünmeye mecbur
bırakılmıştır!.. Hele, dinin dogmalarından şüpheye kalkış!.. Dini
otorite seni aforoz eder, cismani otorite seni mahkûm eder ve yakar,
kalabalıklar da ruhunu şeytana sattığına inandıkları senin yanışını
seyretmekle, feryatlarına gülmekle sevaba girdiklerine inanarak,
huzur bulurlar!..
Sorarım size, böyle bir baskı altında insan zekâsı yaratıcı
olabilir mi? Zaten, bu sebepledir ki Ortaçağ zekâsı yaratıcı
olamamıştır!..
Bu çağ’da yapılan ilim; dinin prensiplerine Aristo’nun kıyas
mantığının uygulanması ile yapılan bir ilimdir.
Hıristiyan Ortaçağ filozofları gibi, İslam düşünürleri de,
“Tanrı'dan hareket ederek, varlığa ve varoluşa, insan varlığına ve
düşüncesine açıklık getirmeye” çalışmışlardır!..
İslam filozofları da, benzer şekildeki bir inancı, Antikçağ
felsefesinden alınan kavramlarla temellendirmeye, akıl ve mantık
yoluyla açıklık sağlamaya yönelirler!..
Bu anlayışla kutsal metinleri yorumlarlar, tefsir ederler ve
mantık ya da dil analizleri yaparlar! Zaten, Kutsal Kitapları
yorumlama Ortaçağ felsefesinin genel karakteristiğidir!..
12. yüzyıldan itibaren, İslam felsefesinin önemli yapıtları Batı
dillerine çevrilmeye ve Batı'da okunmaya başlandı!..
173
Özellikle,Aristoteles düşüncesine bu kaynaklardan, bir tür
yorum içinden ulaşıldı!.. Böylece, meydana gelen Aristotelizm,
Skolâstiğin yükseliş döneminin dinamiği olmuştur!..
İslam Felsefesi, Batı kültürel düşüş içinde olduğu sıralarda,
gücünü geliştirmiş, antikçağ felsefesinin başlıca filozoflarının
metinlerine sahip olabilmiştir!..
Antikçağ düşüncesinin Batı’ya taşınması ve geliştirilmesi
bakımından Farabi, İbn-i Rüşt, İbn-i Sina, İbn-i Arabî gibi filozofların
büyük etkisi olmuştur!..
Ancak, İslam Skolâstiğinin Hıristiyan Skolâstiğinden önemli
bir farkı vardır. Bu fark, “Düalist ve Tek’lik Anlayışlarından”
doğar!.. Bu iki anlayışı yukarıda işlemiştim!.. Tekrar özetliyorum;
İslam düşünürleri, özellikle Anadolu Tasavvufçuları ki, bunlar
Türk’leri İslamiyet’le bütünleştiren düşünürler olup, felsefeleri
“Vahdet-i Vücut yani her şey, herkes Tanrı’nın görüntüsüdür”
temeline dayanır!..
Hıristiyan düşünürleri ise, düaliteleri esas almıştır. Yani,
“Gören ve Görülen”, “Varlık ve Yokluk”,“Ruh ve Beden”, “Ölüm
ve Yaşam”ve nihayet “Yaratan ve Yaratılan” anlayışına dayanmak
gibi!..
Antikçağ felsefesi kaynakları İslam filozoflarının aracılığıyla,
Batı düşünürlerine ışık olmuş, Batı'daki din-felsefe ayrımlaşmasının
hızlanmasında etkin bir rol oynamıştır!.. Nitekim, Batı düşüncesinde
iç tartışmaları sebebiyle “Bilgi ile İnanç ayrışması” kesinlik
kazanmıştır!..
İşte, bu noktada Batı’da bir Ortaçağ felsefesi tartışması başlar!
"Tümeller (Universaliae) nedir?", "Nerede bulunurlar?" ve
"Dışarıdaki nesnelerden bağımsız olarak mevcut mudurlar, yoksa
değil midirler?" gibi sorular çerçevesinde cereyan eden tümeller
çatışması sonucunda, Hıristiyan Skolâstik düşünürleri 3 grup içinde
karşımıza çıkarlar!
174
Hıristiyan Skolâstik
Düşünürleri
Birinci Dönem Skolâstik Düşünürleri
Bunlar, tümellerin, nesnelerden bağımsız olarak var olduğunu
ve onların dışında veya üstünde bulunduğunu savunur.
Bu görüşe mensup olanlar, Platon'un yolundan giden
Augustinus ve Anselmus gibi düşünürlerdir.
Aziz Augustinus
(354 - 430)
Augustinus,354’te Roma’nın Numidia eyaletinde doğdu.
Putperest bir baba olan Patricius ve Hıristiyan bir anne olan
Monica’nın çocuğudur. Yaşadığı zamanlar Roma'nın çöküşüne ve
Hıristiyanlığın kabulünün hemen ertesine denk gelir. Ataları
muhtemelen Kartacalı Berberiler olan Augustinus, Roma kültürü
içinde eğitilir ve Latince dışında hiç bir dil öğrenmez.
175
17 yaşında Kartaca’ya gider. Bir yandan Roma Afrika’sının
başkentinde yaşayan öğrencilerin çalkantılı yaşamına katılırken, bir
yandan da Latin tarihçileri ve şairleri inceleyerek retorik (hitabet)
konusunda kendisini yetiştirir.
372’de Mani felsefesini keşfeden Augustinus, dokuz yıl Mani
felsefesine bağlı kalır. Bu felsefeye göre dünya “İyi ile kötü arasında
paylaşılmıştır ve maddenin koyu karanlığı ruhun ışığını
karartmaktadır!..” Böylece, bu felsefeye bağlılık onda, ruhunu tenin
esaretinden kurtarma umudunu doğurur!..
Okuduğu Aziz Pavlos’un mektupları, Augustinus’u
Hıristiyanlığa yaklaştırır. 386 yılında Hıristiyan olmaya karar verir ve
“Akademisyenlere Karşı”, “Mutlu yaşam”, “Düzen” adlı üç eserini
kaleme alır!..
Bu tarihlerde Afrika Kilisesinde bölünmeler yaşanmaktadır!..
Berberi çiftçilerin Romalılara karşı yürüttükleri mücadeleye katılan
piskopos Donatus’un mirasçıları “Bir arınmışlar kilisesini”
savunmaktadırlar!..Augustinus, Afrika’daki Donatuscu Kilisesi’nin
dağıtılmasına etkin olarak katkıda bulunur!.. İnsan iradesine büyük bir
önem atfeden ve ilk günahı reddetmekte olan, vaazları ile Afrika’dan
Britanya’ya kadar etkisi olan piskopos Pelagius karşısında, kendi
“Tanrısal bağışlayıcılık” anlayışını geliştirir.
Roma piskoposluk makamı ve Ravenna mahkemesinde ki
birçok girişimden sonra, 418 yılında hasımlarını aforoz ettirmeyi
başarır!..429-430’da,Vandallar Kuzey Afrika’yı istila eder ve Hippo
Regius’u kuşatırlar!.. Telaşa kapılan Augustinus, son günlerini ibadet
etmekle geçirir ve 28 Ağustos430’da ölür!.. Augustinus 1303 yılında
Katolik kilisesi tarafından aziz ilan edilmiştir.
Akıl dışı masallardan ibaret gördüğü Kitab-ı Mukaddes’in
karşısına koyduğu felsefesi için;
“Hakikat insanın içindedir. Hakikat ise, bizzat Tanrının
kendisidir. Yani, Tanrı insandadır. Öte yandan insanın kendisi de
Tanrı’dadır! Bunu anlamaya çalışmak felsefedir! Felsefe insanın
kendisiyle uğraşmasıdır” der!
176
“Anlayabilmek için, inanıyorum” anlayışıyla da, felsefeyi
dine tabi kılmış olan Augustinus, Hıristiyan dininin temel öğretilerini
temellendirebilmek için, Yeni Plâtoncu felsefeden ve Plâtoncu
kavramlardan yararlanmıştır!..
Augustinus, işte bu çerçeve içinde, “Tanrı’ya yönelmek
yerine maddeye yönelen, Tanrı’dan çok yeryüzünü ve kendisini
sevenlerin, ruhları ve tenleri duyusal isteklerinin hizmetine girmiş
olanların bir araya gelerek Yeryüzü Devletinde”,buna karşın “İyi ve
gerçek aşk içinde olup, ruhsal yönlerini temele alarak yaşayan ve
Tanrı’yı sevenlerin de Gökyüzü Devletinde” birleştiklerini
söylemiştir!..
Devamla, “İnsanlık tarihinde bunun kanıtlarını görebiliriz.
İşte, yeryüzü devleti, iblisin ayaklanmasıyla başlayıp, Asur ve Roma
imparatorluklarıyla gelişen şeytanın krallığıdır.
Buna karşın, gökyüzü devleti, Yahudi halkında ortaya çıkan,
kendisini Hıristiyanlık inancı ve kilisenin dogmalarıyla sürdüren
İsa’nın krallığıdır.
Nitekim Yeryüzü devletlerinin örneklerini oluşturan Asur ve
Roma İmparatorlukları yıkılıp gitmiş, gökyüzü devletini oluşturan
Hıristiyanlık ve Kilise etkisini duyurmaya başlamıştır. Zaferi
sonunda gökyüzü devleti kazanacaktır” der!..
Önemli olduğu için Augustinos’un “Zaman” ile ilgili
düşüncesinden de söz ediyorum!.. O’na göre;
“Zaman, bizim için öncesiz ve sonrasız bir akıştır ve bu
nedenle biz bu akışın niteliğini, yönelimini, yayılımını, boyutlarını
bilmeyiz; gerçek zaman her zaman dışımızda kalır. İnsan kavrayışı
Zamanın gerçekliğine ulaşamaz ve İnsan yalnızca zamanın geçişini
algılayabilir!..”
177
Johannes Scotus
(815-887)
Johannes Scotus çevirileriyle ve dersleriyle Ortaçağ
düşüncesine mistisizmi getirmiştir!.. Platon'un idea kuramına
benzeyen bir kavram realizmini kullanmıştır, bir tür YeniPlâtonculuğun
geliştiricisi
olmuştur!..Yeni-Plâtonculuğu
Hıristiyanlıkla bağdaştırmaya çalışmıştır!..
Gerçekte, “Tanrı'nın varlığının bilinemez olduğunu” öne
sürmüştür!..
O’na göre;
“Tanrı ancak kısmen simgeler aracılığıyla bilinebilir.
Simgeler ise Tanrı'nın kendisi değildir!..”
178
Filozof ve teolog Anselmus
(1033-1108)
Anselmus 1033-1108 yılları arasında yaşamış olan ve
Tanrı'nın varlığına ilişkin ontolojik kanıtıyla tanınan Hıristiyan
filozoftur.
Anselmus, 1093’den sonra, İngiltere’de
başpiskoposluğu yapmış ve orada ölmüştür!..
Canterbury
"İnanmak için, anlamaya çalışıyorum" değil de,"Anlamak
için inanıyorum" tavrının başlatıcısı olan ve “İnanç/Akıl ilişkisisöz
konusu olduğunda, akıl karşısında inanç ya da imana, bilgi
karşısında da otoriteye öncelik veren” Hıristiyan düşünürdür.
Anselmus Augustinus'un "Anlamak için inanıyorum" sözüne
açık ve kesin bir içerik kazandırmış, inancın en yüksek mistik
varsayımlarını akıl ile temellendirmeye çalışmıştır.
179
O’na göre;
“Bütün var olan şeyler, mutlak bir var olan tarafından
temellendirilir; aynı şekilde bütün iyi'ler de mutlak iyi ile
temellendirilir. Tanrı, tanımı gereği en yetkin iyi ise, bu en yetkin iyi
olanın var olmaması mantıksal bir çelişkidir, dolayısıyla Tanrı'nın
varolması çelişmezlik ilkesi gereği zorunludur.”
Anselmus, “Yargıların mutlağı olmalıdır” der!.. Örneğin; “İyi
varsa, mutlak iyi de olmalıdır”!..“Varlık varsa, mutlak varlık da
olmalıdır.” Bu düşünce yoluyla da Tanrı’nın varlığını ispatladığını
savunur!...
Anselmus’un, bir başka Tanrı kanıtlaması da şöyledir;“Tanrı
en yetkin varlıktır. Tanrı’nın var olmadığını düşünürsek, bir yanıyla
Tanrı eksik kalmış olur. Oysa, Tanrı’nın tanımı en yetkin varlık
olduğudur. Demek ki Tanrı vardır”!.. (Bu kanıtlama çok meşhurdur)
Anselmus, Augustinus, “İlk günahın bütün nesiller boyu
sürdüğü” düşüncesini kabul eder!..
Ona göre;
“Tanrı, insanları bu ilk günahtan kurtarmak için insan
biçimine girmiş oğlu İsa’yı göndermiş ve İsa bütün insanları ilk
günahtan kurtarmak için çarmıha gerilmiştir”!..
Skolastizmin bu ilk döneminde, din ve felsefe uzlaştırılmaya
çalışılmıştır!..
Dinsel kavramlar, akılla açıklanmaya çalışılmış ve bunun için
Platon’nun kavram realizmi kullanılmıştır!..
180
İkinci Dönem Skolâstik Düşünürleri
Bu dönem düşünürleri, “Tümellerin varolduğunu, ama
nesnelerin dışında veya üstünde değil, içinde bulunduğunu ve
onlara bağımlı olduğunu” savunurlar! Yani, nesnelerle ilişkileri
bakımından, tümeller aşkın (transcendent) olmayıp, içkindirler!..
Bu görüşe mensup olanlar, Aristoteles'in yolundan giden
Abaelardus, Albertus Magnus ve Thomas Aquinas gibi
düşünürlerdir.
Petrus Abaelardus = Pierre Abélard
“
(1079 – 1142)
181
Petrus Abaelardus, Skolâstik felsefenin önemli isimlerinden
bir başkası olarak, Roscelinus'un öğrencisidir!.. Ancak,tümeller
tartışmasında daha ortalamacı bir yol izlemiştir!.. Bu yönde ortaya
koyduğu zengin tartışmalarla, zamanının en etkili filozoflarından biri
olmuştur.
Abaelardus, Loire'ın güneyinde, Bretanya'da, bir şövalyenin
oğlu olarak dünyaya geldi. Kendisine kalacak mirası ve askerlik
mesleğini seçmesini isteyen ailesinin beklentisini bir yana iterek,
Fransa'da felsefe, özellikle de mantık eğitimine yöneldi.
Felsefede karşıt uçları temsil eden öğretmenleri Compiégne'li
Roscelin ve Champeaux'lu Guillamue ile sert tartışmalara girişti.
Roscelin, tümellerin birtakım sözcüklerden ibaret olduğunu
öne süren adcı (nominalist) düşünürlerdendir.
Guillaume ise, “Tümellerin gerçekten var olduğuna inanan”
bir tür Plâtoncu gerçekçiliği savunuyordu.
Abaelardus;
“Kendi mantık yazılarında, bağımsız bir dil felsefesini
başarıyla geliştirdi. Sözcüklerin anlamlı bir biçimde nasıl
kullanılabileceğini gösterirken, bir yandan da, fiziğin alanına giren
şey'lerin (res) doğruluğunu kanıtlamakta, dilin tek başına yeterli
olmayacağını” vurguladı.
182
Albertus Magnus
(1193 – 1280)
Albertus Magnus, derin ve çok geniş kapsamlı bilgisiyle,
Ortaçağ’da kendisine doktor üniversalis unvanı verilmiş olan 13.
yüzyıl Alman düşünürüdür.
Aristotales felsefesini, Arap ve Yahudi yorumlarını derleyip
toparlamış, bunların tanınıp, anlaşılmasında önemli rol oynamıştır.
Zamanının hemen her alandaki tüm bilgilerini toplayıp,
yorumlayışıyla ün kazanmış olan Büyük Albertus, inanç ve vahiy
yoluyla kazanılan bilgiyi birbirinden ayırmış ve bu ikisinin birbirine
karşıt olmadığını söyleyerek, “İnanç için bir hakikat, akıl için de ona
çelişik bir hakikat bulunmadığını” iddia etmiştir.
Simya ve astroloji ile de ilgilenmiştir.
183
Aquinalı Thomas
(1225-1274)
Thomas Aquinas. 1225 yılında İtalya’nın güneyinde
Aquinum adıyla tanınan yerleşim biriminin hemen yakınlarında yer
alan, Roccasecca kalesinde dünyaya geldi. Aquinum kontu olan babası
Landulf’un son çocuğuydu. O tarihte, Papalık hem devlet, hem de
ruhanî otorite olarak bir dünya gücüydü ve başında Papa III. Honorius
(1216-1227) bulunmaktaydı.
Aquinolu Thomas, Albertus Magnus'un öğrencisidir. Doğa
bilimleriyle yakından ilgilenmiş bir skolâstik düşünürdür. Aristoteles
felsefesinden esinlenerek sistemli bir yapı ortaya koymuştur. Öğretisi,
Katolik Kilisesinin resmî felsefesi olarak kabul edilmiştir.
Thomas'a göre; “İnanç doğruları ile akıl doğrular ıiki ayrı
bilgi türünün doğrularıdır!” Böylece, Thomas,"Anlamak için
inanmak" önermesinin yerine, "İnanmak için bilmek” önermesini
ortaya koymuştur.
184
Bunun anlamı, en yüksek aydınlanma ve açıklanmanın bilgi
sayesinde olabilmesidir. İnanç tapınağına girişin yolu bilgidir ve
felsefe bu yolu aydınlatacak olan etkinliktir.
Thomas için Tanrı'yı bilmek, bilginin en yüksek idealidir ve
akıl bu yüksek noktaya erişmeye yönelirken bazı sırları olduğu gibi
kabul etmek zorundadır.
Realizm konusunda daha esnek bir tavır geliştiren Thomas,
ontolojik kanıttan farklı olarak kozmolojik kanıt denilen yaklaşımı
geliştirir.
Görüldüğü üzere, bu ilk iki grup tümellerin şu veya bu
biçimde gerçekten var olduğuna inanır.
Ancak birinci grup aşırı gerçekçi, ikinci grup ise ılımlı
gerçekçi olarak nitelendirilir.
185
Üçüncü Dönem Skolâstik Düşünürleri
Bunlar ise;sadece nesnelerin var olduğunu, tümellerin ise
benzer nesnelere vermiş olduğumuz adlardan ibaret bulunduğunu
savunur. Bu görüşe mensup olanlar Roscelinus, Johannes Scotusve
Ockhamlı William gibi düşünürlerdir.
Bunlar, bilgi arayışında yöntem olarak,“Gözlem ve
Deneyi”güçlü bir biçimde gündeme getirdiler!... Böylece, doğa
bilimlerinin doğuşunu hızlandırdılar!..
Bu felsefî yaklaşım yani adcılık, doğa bilimlerinin önündeki
en büyük engellerden birini ortadan kaldırmış ve böylece güvenilir
bilgi edinme sürecinin yolunu açmıştır.
Bu gelişme, bilim tarihinde ve genel olarak bakıldığında
düşünce tarihinde gerçekten de çok önemli bir dönüm noktasına
gelindiğini gösterir.
Adcılığın, din alanındaki etkisi de olağanüstü olmuştur!..
Çünkü bu etki, din-bilim ayrışmasını gerçekleştirmiştir!..
Ockhamlı William'a göre;
“Sadece tek, tek bireyler var olduğu için, her türlü bilginin
kaynağı deney, yani iç ve dış deney olmalıdır. Bu yüzden, önermeleri
denetlenemeyen bir rasyonel teolojiyi veya ruhun ölümsüzlüğünü
kanıtlamak mümkün değildir. Dolayısıyla, Tanrı'nın birliği,
sonsuzluğu ve hatta varlığı bile akıl yoluyla kesin olarak
kanıtlanamaz!..
Tanrı ile gerçeği aşan şeylerle ilgili bilgimi, inanca dayanır
veya inanç önermelerinden oluşur! Kutsal Kitap'ın otoritesi ile
Kilise geleneği, bu önermeleri belirlemiştir; ancak bunlar
kanıtlanamaz ve kanıtlamalarda kullanılamaz; bunlara sadece
inanılır; yani kanıtlanarak değil, inanılarak benimsenir.”
186
İşte, bu felsefe;
“Akıl-İnanç çatışmasının veya başka bir biçimde ifade
edersek bilim-din ve felsefe-din çatışmalarının giderilmesi için en
uygun çözümün, bunların yollarının birbirlerinden ayrılması olduğu
sonucuna varmış ve böylece düşünce tarihinin en büyük
açmazlarından birini gidermek suretiyle, özgür inancın ve özgür
aklın yollarını açarak, bütün Ortaçağ boyunca nafile yere
gerçekleştirilmeye çalışılan Akıl-İnanç uzlaşmasının, bilgi edinme
açısından olanaksız olduğunu”
göstermiştir.
Artık, Skolâstik Düşünüş çözülmektedir!..
Artık, bilginin temeline deney konulmuş olup,
bilgi arasında kesin bir ayırım yapılmaktadır!..
Bu gelişim, Rönesans’ın müjdecisi olmuştur!..
187
inanç ve
Johannes Duns Scottus
(1265-1308)
Ortaçağın sonu yaklaşmaktadır. Skolâstiğin son dönemine de
gelinmiştir. Artık, felsefe daha da özerkleşmiş ve dinden
ayrılmaktadır. Akıl ile inancın birleştirilmesi çabası artık insanlara
yetmemektedir.
Bu dönemin ilk ismi Johannes Duns Scottus'dur. John Duns
Scotus, 1265-1308 yılları arasında yaşamış olan bir İskoç
düşünürüdür.
Aristoteles'in mantık ve metafiziğini benimsemekle birlikte,
daha çok Augustinus’cu gelenek içinde yer alan filozof, İbn-i Rüşt'e
de, Thomasçılığa da karşı çıkmıştır.
188
O, metafizik ile teoloji arasında bir ayırım yapmış ve bütün
varolanlar için ortak olan ilkeleri araştıran metafiziğin Tanrı'yı
kavrayamayacağını öne sürmüştür. Ona göre, Tanrı, teolojinin
konusuna girer.
Scottus'a göre;
“Evrendeki hareket ve değişmenin bir başlatıcısı, evrendeki
varlıkların bir ilk hareket ettiricisi olmalıdır ki, bu da Tanrı'dır!..
Tanrı zorunlu varlıktır, bir’dir, özü itibariyle basittir, özgür bir
iradeye sahiptir!..
Tümeller, öncelikle Tanrı'nın zihnindeki formlar olarak var
olmuşlardır ve onlar nesnelerin özleri ya da genel doğaları olarak
ortaya çıkmışlardır!..”
İradeciliği benimseyen Scottus'a göre, “Tanrı'yla birleşme
hedefine ulaşmada en önemli rolü akıl veya zekâ değil, irade
oynamaktadır!..”
Onun düşüncesinde tümel kavramlar nesnel dünyanın
yansımalarıdır.
O’na göre;
“Tasarımlarımız ve görüşlerimiz üzerinde bilinçli bir seçme
ve karar verme yeteneğimiz söz konusudur. Bir başka anlamda ise,
duygularımızdan bağımsız olarak, salt akla dayalı bir isteme
durumu mümkündür. Yani, her tür isteme ve eylemlerimizi rasyonel
olarak belirleyebiliriz!..”
189
Ockham'lı William
(1285–1349)
Ockhamlı William1285-1349 yılları arasında İngiltere’de
yaşamıştır.
Küçük yaşta Fransiskan mezhebine katılmış ve Oxford’da
teoloji eğitimi gördüğü söylenenünlü bir filozoftur.
Ockham “Usturası” ile ünlüdür.
Nedir bu ustura öyküsü?
190
Bu, herhangi bir şeyi açıklamak üzere öne sürülen birden fazla
açıklama söz konusu olduğunda, olabildiğince çok şeyi açıklamayı
başaranın seçilmesi, diğerlerinin tıraşlanmasıdır!..
Bu ilke sayesinde “Zihnimizde ve dilimizde var olanlar”
ile“Gerçekte var olanları” ayırt etmeyi öğrenir, gereksiz ve yararsız
izahlarla uğraşmaktan korunuruz.
Ockhamlı’nın usturasının hışmına uğramalarını gerektiren ortak
nedenler şunlardır;
1- Hiç bir delile dayanmayan iddialar.
2- Evrendeki hiçbir olguyu açıklayamayan ve bilgimize katkıda
bulunmayan iddialar.
3- Sadece kurgulardan oluşan ve tartışarak vakit kaybına sebep
olan iddialar.
Ockham'lı William son dönem skolâstiğin önemli filozofu
olmakla kalmaz, nominalizmin sistemleştirilmesi ve geliştirilmesinde
kesin bir rol oynar.
Ona göre;
“Bütün gerçek, tikel nesnelerden meydana gelmektedir,
tümeller ise uydurma şeylerdir!..”
İyi bir Katolik olan bu din düşünürü bile, Vatikan’a ters gelen
yorumları sebebiyle, 1324 yılında Avignon'da Papa'nın makamında
sapkın düşünmekle suçlanmıştır.
Varın, insanlık üzerinde yaratılan baskıyı bir düşünün!..
Ockham'lı William, 1348 yılında tüm Avrupa'yı saran Büyük
Veba Salgını sırasında vebaya yakalanarak 1349 yılında öldü.
191
Roger Bacon
(1220 – 1292)
İngiliz bilim adamı ve filozof olan Roger Bacon, son Dönem
Skolâstiğinde anılması gereken bir başka isimdir.
İnsanın
bilgisizliğinin
nedenleri
üzerinde
duran
Bacon;“Otoriteye dayanmanın, geleneğin etkisinin, önyargıların ve
kişinin cehaletini saklayan sözde bilgeliğin, insanı hakikate
ulaşmaktan alıkoyduğunu” söylemiştir.
Deney ve deneyim kavramları, O’nun yaklaşımında daha da
kesin bir görünüm kazanır. Doğa araştırmalarında ortaya koyduğu
bulgular ve matematik dehası, O’nun ünlü bir bilgin olmasını
sağlamıştır.
Mistisizm ile ampirizm (deneycilik) karışımı olan düşünceleri
Bacon'ı Ortaçağ’dan Rönesans’a geçişin hazırlayıcılarından biri
yapmıştır.
192
Yahudi Skolâstik
Düşünürleri
Museviliği, Aristo felsefesiyle uyumlu hale getirmeye çalışmış
olan, Ortaçağ’da yaşamış bir de Musevî düşünür vardır, Moses
Maimenides!..
Bu düşünürü, MusevilerMoses Maimuni, Arap’larİbn-i
Meymun, Latin’ler Moses Maimenides olarak anarlar. Şimdi,Moses
Maimenides’i işleyelim!..
Moses Maimenides
(1135-1204)
Moses Maimuni (Arapça İbn-i Meymun, Latinceleştirilmiş
hali Moses Maimenides) 30 Mart 1135 tarihinde Endülüs Kurtaba’da
doğmuş ve 13 Aralık 1204yılında Mısır Fustat’da ölmüştür.
193
Musevî düşünür, hahambaşı, Talmud bilgini, Vezaret Tabibi
ve İkinci Musa lakabı ile anılır!.. Orta Çağ'ın tartışmasız en önemli
Yahudi düşünürüdür!..
“Mişna Tora” adında, Musevî hukuku hakkında 14 kitaptan
oluşan yazılı belgeleri, 1170 ila 1180 yılları arasında Mısır’da iken
toplamıştır! Bu kitap, Tevrat’tan sonra yazılan ve Musevilerin hayatını
düzenleyen kutsal sayılan bir kitaptır! Ortaçağ felsefe metni olan
“Şaşkınlar Rehberi” adlı bir kitabı da vardır!..
Museviliğin gelişmesinde kimse onun kadar belirleyici
olmamıştır. Felsefe tarihine etkisi de eş derecede önemlidir!
Spinoza’ya, birçok Musevî düşünüre ve Akinolu Thomas gibi
Hıristiyan düşünürlere de kaynak olmuştur!
İlk eğitimini, babası Haham Meymun İbn-Yusuf'tan aldı.
Hahamlık eğitimi yanında, zamanında Endülüs ve Magrib'inde rahatça
erişilen Yunan ve Arap bilimlerinin zenginliğinden de istifade etti.
Kurtuba'nın, 1148'de Fas'tan gelen ateşli Muvahhidûn'un eline
düşmesinin neticesinde Musevilik ve Hıristiyanlık yasaklanınca, İber
yarımadasında 12 sene kadar dolaştıktan sonra, Meymun ailesi Fas
şehrine yerleşti.
18 Nisan 1165'te,Filistin'e gitmek üzere Fas’tan ayrıldılar.
Akkâ’ya varıp,Kudüs ve El-Halil'e hacca gittiler!.. Museviliğin Kutsal
Topraklarda aldığı şekilden düş kırıklığına uğrayıp Mısır'da, Fustat
kentine yerleştiler.
Baba Meymun İbn-i Yusuf, 1166 yılında bu kentte öldü.
Musa'nın sarraflık yaparak aileyi destekleyen erkek kardeşi Davud
ise,Doğu Hint Adaları'na yaptığı bir seyahat esnasında boğularak öldü.
Ailenin, Davud'a teslim edilmiş olan ticari mal varlığı, onunla beraber
yitirildi.
194
Bir süre bu facianın tesirinden kurtulamayan Moses
Maimenides, ardından tıp alanındaki çalışmalarına geri dönerek,
Salahaddin Eyyubî'nin veziri olan El-Ḳaḍī el-Fāẓıl'ın şahsî tabipliğine
kadar yükseldi.
Ayrıca, Mısır'daki bütün Musevî cemaatlerinin önderliği
anlamına gelen Nāgîd makamına getirildi ve İbn-i Meymun son
rahatsızlanmasına kadar hem tabip, hem de Nāgîd sıfatıyla
çalışmalarına devam etti.
Ölümü üzerine, Fustat'ta gerek Musevî, gerek Müslümanların
katılımıyla üç gün umumî yas tutuldu!.. Kudüs'te cenaze merasimi
yapıldı ve umumî oruç tutuldu ve Celile'nin Taberiyye kazasına
defnedildi.
Museviliği, Aristoteles felsefesiyle uyumlu hale getirmeye
çalışmış olan İbn-i Meymun, metafiziğin en yüksek insanî faaliyet
türü olduğunu, fakat bunun herkese açık olmadığını söylemiştir.
Tanrı'nın ve dünyanın doğasına ilişkin sağlam ve gerçek bir
kavrayışa yalnızca felsefenin erişebileceğini öne süren İbn-i Meymun,
Tanrı'nın varoluşunu tümüyle Aristoteles'in koyduğu ilkelere
dayanarak kanıtlamağa çalışmıştır.
Gençler,
Skolâstiğin bu dönem felsefe çalışması, bütün bilgi alanlarını
kapsayacak şekilde bir bilgi sistemi kurmaya yöneliktir.
Bona Ventura adlı İtalyan mistik düşünür, bu girişimi
Augutinus ve Aristotales'i uzlaştırmaya yönelik çabalarıyla ortaya
koyar. Onun da, bir tür ontolojik kanıt kullandığı söylenebilir.
Bilgi, bilinecek olanda birleşip bir olma durumudur ki, bu her
tür mistisizmin ana doğrultusudur.
195
İslam Skolâstik
Düşünürleri
Kindi
Veya
Ebū-Yūsuf Ya’kūb ibn Ishāk el-Kindī.
(801-866)
Soylu bir ailenin çocuğu olarak Kûfe'de doğdu. Dedesi Eş'as,
Güney Arabistan'ın en büyük kabilelerinden biri olan Kinde'nin
hükümdarıydı. Müslüman olduktan sonra,
kabilesinin ileri
gelenleriyle Kûfe'ye yerleşmişti.
196
Babası İshak es-Sabbah yıllarca Kûfe valiliği yaptı. Küçük
yaşta babasını yitirdi.
Çocukluk ve ilk gençlik yılları Kûfe ve Basra'da geçen Kindî,
geleneksel temel eğitimden sonra dil ve edebiyat alanında eğitim
gördü.
Halife Me'mun'un 830'da kurduğu Beytü'l-hikme'deki
bilginler topluluğu arasında yer aldı. Mutezili devlet yöneticilerinden
destek gören Kindi,Ehl-i Sünnet yanlısı Mütevekkil-Alellah'ın
iktidarında saraydan uzak kaldı.
Kindi, Felsefe’den - Tıb’a, Matematik’ten - Astronomi’ye,
İlâhiyat’tan - Siyaset’e, Psikoloji’den - Diyalektik’e, Astroloji’den Kehanete, Optik’ten - Kimya’ya kadar yirmi ayrı dalda eser vererek,
sayıları 277'yi bulan bir külliyat oluşturmuştur.
Akla büyük bir yer veren, Meşşai felsefe akımını ilk başlatan
kişi de olan Kindi'nin 17 eseri Latince'ye, 4'ü İbranice'ye tercüme
edilmiştir.
Ortaçağ Avrupa’sında "Alchindus" adıyla tanınan, ilk İslam
filozofudur.
Felsefesinde, Platon, Aristoteles ve Plotinus'un görüşlerinin
bir sentezini yapmıştır.
“Felsefenin yönteminin kanıtlama, kanıtlamanın hedefinin
maddeye biçim kazandıran özleri bilmek, felsefenin amacının ise
Tanrı'ya erişmek olduğunu öne süren” El-Kindi'ye göre;
“Felsefî bilginin ilk basamağı akıl yürütmedir. İnsanın akıl
yürütme yoluyla, adım, adım basitten bileşiğe ve en yetkin olana
doğru yükselir.”
Varlığa akılcı bir açıdan yaklaştığı için, Tanrı'nın özüne ait
sıfatları inkâr etmiştir. “Tanrı'nın sıfatlarının ancak, olumsuz bir
biçimde bilinebileceğini savunan”El-Kindi'ye göre; ”Tanrı mutlak
Bir'dir. Mutlak varlık olması nedeniyle, Mutlak Bir'in şekli, niteliği,
niceliği, maddesi yoktur ve O göreli bir varlık değildir.”
197
Farabi
(870 – 950)
Asıl adı,Ebu Nasr Muhammed bin Muhammed bin
Tahran bin Uzlug olan ve Batı kaynaklarında Alpharabius adıyla
anılan Farabi, (Türkistan’ın Farab [Otrar] kentinde doğduğu için
Farabi [Farablı] diye anılır).
İlk öğrenimini Farab’da, medrese öğrenimini Rey ve
Bağdat’ta gördükten sonra, Harran’da felsefe araştırmaları yaptığı
yıllarda tanıştığı “Yuhanna bin Haylan” ile birlikte Aristoteles’in
yapıtlarını okuyarak, Gezimciler Okulu’nun ilkelerini öğrendi.
Halep’te, Hemedani hükümdarı
Seyfüddevle’nin konuğu
oldu.
Arap ülkelerinde yaşamış, Türk kimliğini ve Türk törelerini
ölünceye kadar bırakmamış olan Farabi’yi anlatan kitaplar, İslam
âlemindeEbul Hasan el-Beyhaki, İbn-el-Kıfti, İbn Ebu Useybiye, İbn
el-Hallikan adlı yazarlar tarafından,Farabi’nin ölümünden birkaç
yüzyıl sonra gerçekleştirildi.
198
Ama bu yapıtlar birer araştırma olmaktan çok, Farabi ile ilgili
söylenceleri derliyor, bir felsefeciyi değil, bir ermişi anlatıyordu.
Aristoteles’in ortaya attığı “Madde ve Suret” kavramını,
hiçbir değişiklik yapmadan benimseyen, eşyanın oluşumunda, yani
yaradılışta “Madde ve Sureti” iki temel ilke olarak gören Farabi’nin
fiziği de, metafiziğe bağlıdır.
O’na göre;
“Evrenin ve eşyanın özünü oluşturan dört öğe (toprak, hava,
ateş, su) ilk madde olan el-aklül-faalden çıkmıştır. Söz konusu dört
öğe, birbirleriyle belli ölçülerde kaynaşır, ayrışır ve içinde
bulunduğumuz evreni (el-âlem) oluştururlar!..”
Farabi, ilimleri sınıflandırdı!..
Ona gelinceye kadar, ilimler, Üçüzlü (trivium) ve dördüzlü
(quadrivium) diye iki kısımda toplanıyordu.
“Nahiv, Mantık, Beyan” üçüzlü ilimlere; “Matematik,
Geometri, Musikî ve Astronomi ise, dördüzlü ilimler kısmına
dâhildi!..
Farabi, ilimleri; “Fizik, Matematik, Metafiz ikilimler” diye
üçe ayırdı. Onun bu metodu, Avrupalı bilginler tarafından kabul
edildi.
Hava titreşimlerinden ibaret olan ses olayının ilk mantıklı
izahını Farabi yaptı.
O, titreşimlerin, dalga uzunluğuna göre azalıp çoğaldığını,
deneyler yaparak tespit etti.
Bu keşfiyle müzik aletlerinin yapımında gerekli olan kaideleri
buldu.
Aynı zamanda, tıp alanında çalışmalar yapan Farabi, bu
konuda çeşitli ilaçlarla ilgili bir eser yazdı.
199
Farabi, insanı tanımlarken;
“Âlem büyük insandır; insan küçük alemdir” diyerek, bu iki
kavramı birleştirmiştir. O’na göre;
“İnsan ahlâkının temeli, bilgidir. Akıl, iyiyi kötüden ancak
bilgiyle ayırır. İnsan için en yüksek erdem olan bilgi, insan beyninin
çalışması sonucu elde edilemez; çünkü Tanrısaldır, doğuştandır ve
bilginin ise üç kaynağı vardır;“Duyu, Akıl,Nazar.”
Bilimler de ikiye ayrılırlar;“Kurumsal (Nazarî)Bilimler;
uygulamalı (Amelî) Bilimler! Ahlâk, siyaset, müzik, matematik
uygulamalı bilimlere girer.
Öz bakımından toplumlarda ikiye ayrılırlar; “Erdemli
Toplumlar ve Erdemsiz Toplumlar”.
Bu toplumları yöneltecek en kusursuz devletse, bütün
insanlığı kapsayan dünya devletidir!..”
200
İbn-i Sina
(980 – 1037)
İbn-i Sina (Ebu Ali el-Hüseyin ibn Abdullah ibn Hasan ibn
Ali İbn Sina) (Batı dillerinde Avicenna)!..
980 yılının Ağustos ayında, Horasan’da doğan İbn-i Sina, 21
Haziran1037 yılında Hamedan’da ölmüştür!..
İbn-i Sina, felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve
müzik alanlarında çalışmalar yapan bir dünya bilginidir!...
Gençliğinde geometri, mantık, fıkıh, fizik, kelam ve tıp
alanlarında çalışmış, daha 16 yaşında uzman hekim düzeyine
yükselmiştir!..
201
Çok sayıda eser yazmış olan İbn-i Sina'nın en önemli eserleri
arasında, Tıp konusunda “Kanun fi't-tıb”; Felsefe alanında “Kitabu'şŞifa”dır!..
Felsefe sistemi üzerinde sonradan yaptığı değişikliklerden söz
eden “Kitab'ul-İşarat ve Tenbihat”;Psikolojiyle ilgili olan “Kitabu'nNefs” bulunur!..
Eserleri birçok kez Latinceye çevrilmiş olan İbn-i Sina'nın
felsefesi, Yunan filozofları Aristoteles ve Plotinus'un etkileri yanı sıra,
kendi özgün ve önemli katkılarını gözler önüne serer.
İbn-i Sina, özellikle Aristoteles felsefesinin Arap dünyasında
yer almasında önemli rol oynamıştır.
Tümeller sorunu üzerinde önemle durmuş düşünürlerden
birisidir!.. Bu düşünceleri, yükseliş dönemi Skolâstiğinde etkili
olacaktır.
202
İbn - i Rüşt
(1126 - 1198)
İbn - i Rüşt (1126 - 10 Aralık1198) Endülüslü-Arapfelsefeci
ve hekim!..Felsefe, fıkıh, matematik ve tıp âlimi! Endülüs’te,
Kurtuba'da doğdu ve Fas’ta, Marakeş’te öldü. Batı dillerinde adı
Averroes olarak geçer!..
İbn - i Rüşt,Aristotales’ci bir İslam filozofudur!..
Aristotales'in yapıtlarını yorumlamış ve açıklamalar
getirmiştir. “İnanç ve Akıl” arasında ilişki kurmaya çalışmış, “İnancı,
Akıl bilgisinin başka bir formu olarak” değerlendirmiştir!
İbn - i Rüşt, Maliki mezhebinden fakihler yetiştirmiş bir
aileden gelir!.. Dedesi, Ebu El-Velid Muhammed (ö. 1126) Murabıtlar
hanedanının, Kurtuba'daki en yüksek dereceli hâkimiydi! Babası Ebu
El-Kasım Ahmet, Muvahhidler'in 1146'daki hâkimiyetine kadar aynı
görevi yaptı!
203
Yusuf el-Mansur'un veziri İbn Tufeyl (Batı'da bilinen adıyla
Abubacer) tarafından sarayla ve büyük İslam hekimlerinden, sonradan
arkadaşı olacak İbn Zuhr (Avenzoar) ile tanıştırıldı!..1160'ta
Sevillakadısı oldu ve hizmeti boyunca Sevilla, Kurtuba ve Fas'ta
birçok davaya baktı!..
Aristo'nun eserlerine üzerine yorumlar yazdı!.. Eserleri
arasında bir tıp ansiklopedisi de vardır!.. Eserlerini 1200’lerde, Yakob
Anatoli Arapça'dan İbranice'ye tercüme etti!..
En önemli orijinal felsefî eseri “Tehâfüt-ül Tehâfüt
(Çelişkilerin Çelişkileri/İnsicamsızlığın İnsicamsızlığı)” ismini taşır!
Bu eserde;Gazali'nin “Tehâfüt-ül Felâsife (Felsefelerin Çelişkileri
/Felsefelerin İnsicamsızlığı)” isimli kitabında ki “Kendiyle çelişme
ve İslam’a mugayir olma” iddialarına karşı, Aristo felsefesini
savunduğunu görürüz!..
“Faslu'l-makâl ve el-Keşf an minhâci'l-edille” isimli iki
risalesi de felsefe-din ilişkilerini konu alır.
12. yüzyılın sonralarında, kendisini siyasî polemiklerden uzak
tutamamış ve Kurtuba yakınlarında bir yerde tecrit edilmiştir!..
Ölümünden kısa süre önce, Fas'a gidinceye dek gözetim
altında tutulmuştur!..
Mantık ve Metafizik alanında verdiği eserlerin çoğu sansür
döneminde kaybolmuştur.
İbn-i Rüşt, Aristo'nun düşünce sistemini İslam ile
kaynaştırmaya çalışmıştır. O’na göre; İslam'la felsefe arasında bir
çatışma yoktur. Kişinin hem felsefe, hem din yoluyla hakikate
erişebileceğini savunmuştur!... .
Felsefenin temel konusunun varlık olduğunu, felsefenin var
olanı, genel bir bütünlük içinde insana verileni incelemeye,
açıklamaya çalıştığını savunan İbn-i Rüşt, “Bütün varlık türlerinin en
tepesinde bulunan yüce bir varlık olan Tanrı'ya, yalnızca var
olandan, beş duyu ile algılanıp akıl ilkeleri ile açıklanan
varlıklardan yola çıkarak gidebileceğimizi” belirtmiştir.
204
Felsefenin, varlık kavramı altında toplanan bütün nesneleri
konu edinen disiplin olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle düşünce
sisteminde felsefe, teolojiden önce gelir. Bununla birlikte, felsefe ve
teolojiden her birinin kendisine özgü bir fonksiyonu olduğunu
söylemiştir!
İbn-i Rüşt, en çok Aristo'nun eserlerinden yaptığı tercüme ve
şerhleriyle ünlüdür!
1150'den önce Avrupa’da, Aristo’nun eserlerinin birkaç
tercümesinden başkası yoktu ve bunlar da din adamlarınca rağbet
görüp, incelenmiyorlardı. Batı'da, Aristo'nun mirasının yeniden
keşfedilmesi, İbn-i Rüşt'ün eserlerinin 12. yüzyıl başlarında Latince'ye
tercümesiyle başlamıştır!..
İbn-i Rüşt'ün,Aristo üzerine çalışmaları otuz yıllık bir dönemi
kapsar ve bu dönem içinde, erişemediği "Politika" dışında, bütün
eserlerine şerhler yazmıştır. Eserlerinin İbranice tercümeleri de İbrani
Felsefesi üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır.
İbn-i Rüşt'ün düşünceleri, Hıristiyan skolâstik gelenekten,
Aristo'nun mantık çalışmalarına değer veren [Brabant'lı Siger],
[Thomas Aquinas] ve (bilhassa Paris Üniversitesi'ndeki) diğerleri
tarafından özümsenmiştir. Thomas Aquinas gibi meşhur skolâstik
filozoflar, ona ismi yerine "Şârih" (Yorumcu) demişlerdir.
205
İmam Gazali
(1058-1111)
Ebū Hāmid Muhammed ibn Muhammed el-Gazali
İslamâlimi, mutasavvıfı ve müderrisi. Lâkabı, Hüccet-ül-İslam ve
Zeyüddin’dir. Genel olarak El Gazali ve İmam Gazali isimleriyle
anılır!
Gazali, “Hakikati bulmak isteyenlerin 4 kısma ayrıldığını ve
her birinin hakikati kendi yolunda aradığını söyler. O’na göre
bunlar; Felsefeciler, Kelamcılar, Sufiler, Bâtıniler” dir.
Hepsinin görüşlerini inceleyerek, bunlardan üçü olan
“Kelam, Felsefe ve Bâtıniliği” kitaplarında ayrıntılarıyla anlatarak,
eleştirir! Yalnızca, Sufiler’in yolu olan tasavvufa yönelerek, hakikati
bu yolda arar!
Gazali’nin doğduğu yer olan Tus şehri, o yüzyılda büyük bir
tasavvuf merkezi olarak anılıyordu. Gazali’nin küçüklüğünden
itibaren yaşadığı bu yer tasavvuf bölgesiydi. Ne var ki; Gazali’nin
öğrencilik hayatında tasavvuf ikinci planda kaldı.
206
Gazali bir ruhsal bunalım geçirir. Geçirmiş olduğu ruhsal
bunalımdan sonra tasavvufa daha fazla yönelir. Tasavvuf ilminde,
Silsile-i Saadet’ten olan hocası Ebu Ali Farmedi’den dersler alarak,
onun yanında gelişme kaydetti. Böylelikle, zahiri ilimlerde göstermiş
olduğu başarısını, tasavvuf ilminde de tekrar ettirerek hocasından
icazet alır.
Gazali’ye
göre
tasavvuf
ilmi,
insanı
manevî
hastalıklarından kurtulması için en önemli etkendir. Gazali, bunu
“Kimya-i Saadet” adlı eserinde kendi üslubu ile anlatmaktadır.
Ortaçağ felsefesinde önemli isimlerden biri olan din
düşünürü İmam Gazali de, 19. yüzyıl felsefesinde önümüze çıkacak
olan “Sezgicilik” akımının anlayışını görebiliriz.
Aynen, Henri Bergson gibi, İmam Gazali de, “Akla
dayanan bilgi ise asla tam ve kesin olamaz, gerçeklik sezgi ile bir
kerede ve tam olarak kavranır” düşüncesini, hayatının ve eserlerinin
temeli yapar.
Bu düşünüş, Ortaçağ’ın “Dinin mahiyetini açıklama”
çabaları içinde doğal da, 19 yüzyılda yaşayan Bergson için?
Gazali’nin yaşadığı dönemde İslam âleminde siyasi ve
fikir bakımından büyük bir kargaşa hâkimdi.






Bağdat’ta Abbasi halifelerinin gücü zayıflamaya
başlamıştı.
Mısır tahtında Şii-Fatımi hanedanı vardı.
Avrupa’da ise Endülüs Emevi Devleti gerilemekte idi.
İlk Haçlı Seferi de Gazali döneminde yapılmış ve 40
yaşında iken Antakya kuşatılmıştı,
Bir yıl sonra da Kudüs ele geçirilmiş v orada yaklaşık 200
yıl yaşayacak olan Şövalye Krallığı kurulmuştur.
Siyasi bakımdan İslam âlemindeki bu karışıklığı, fikri bir
çöküntü tamamlıyordu.
207
Gazali'ye göre;
“Bir taraftan Yunan felsefesi ile İslam inancını yeniden
yazmaya çalışan filozoflar, diğer yandan Kuran'ın apaçık ayetlerini
karanlık ve gizemli tefsirlere konu yapan Bâtınîler, İslam dinine ve
Ehl-i Sünnet itikadının bütünlüğüne büyük zarar veriyordu!..”
Bu değerlendirmesine dayalı olarak “Tehatüful Felasife”
yani "Felsefenin Tutarsızlığı” bir kitap yazar ve kitabında Felsefeyi
ve felsefî düşünüşü reddeder! İslam'da “Aklın” değil "Naklin" esas
olduğunu söyler!
O’na göre; Ümmet yani Müslüman “Soru soran, eleştiren,
itiraz eden değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk insanı
olmalıdır.”
Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam da Gazali ile aynı çağda
yaşayan tanınmış kişilerdir.
208
“İslam’ın Nasıl Anlaşılması”
Üzerine
Kalem Kavgası
Sevgili Gençler,
Yukarıda okuduğunuz İslam Skolâstik düşünürlerinden İbni Rüşt ve Farabi ile İmam Gazali arasında, “İslam’ın nasıl
anlaşılması” büyük bir kalem kavgasına sebep olmuş ve tartışmalar
yaşanmıştır!..
Önemine dayanarak, bu tartışmaları önünüze getirmek
görevim! Çünkü İslam’da bu anlayış farklılığı, bu gün dahi
geçerliliğini korumakta ve İslam dünyasının Batı’dan geri kalmasının
sebebi olarak gösterilmektedir!
Ha, buna katılırsınız veya katılmazsınız!..
İbn-i Rüşt’ü bitirirken şöyle demiştim;
“İbn-i Rüşt, Aristo'nun düşünce sistemini İslam ile
kaynaştırmaya çalışmıştır. O’na göre; İslam'la felsefe arasında bir
çatışma yoktur. Kişinin hem felsefe, hem din yoluyla hakikate
erişebileceğini savunmuştur!...
Felsefenin temel konusunun varlık olduğunu, felsefenin var
olanı, genel bir bütünlük içinde insana verileni incelemeye,
açıklamaya çalıştığını savunan İbn-i Rüşt, “Bütün varlık türlerinin
en tepesinde bulunan yüce bir varlık olan Tanrı'ya, yalnızca var
olandan, beş duyu ile algılanıp akıl ilkeleri ile açıklanan
varlıklardan yola çıkarak gidebileceğimizi” belirtmiştir.
209
Felsefenin, varlık kavramı altında toplanan bütün nesneleri
konu edinen disiplin olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle düşünce
sisteminde felsefe, teolojiden önce gelir. Bununla birlikte, felsefe ve
teolojiden her birinin kendisine özgü bir fonksiyonu olduğunu
söylemiştir!..
İbn-i Rüşt, en çok Aristo'nun eserlerinden yaptığı tercüme ve
şerhleriyle ünlüdür!..
1150' den önce Avrupa'da, Aristo'nun eserlerinin birkaç
tercümesinden başkası yoktu ve bunlar da din adamlarınca rağbet
görüp, incelenmiyorlardı. Batı'da, Aristo'nun mirasının yeniden
keşfedilmesi, İbn-i Rüşt'ün eserlerinin 12. yüzyıl başlarında Latinceye
tercümesiyle başlamıştır!..
İbn-i Rüşt'ün Aristo üzerine çalışmaları otuz yıllık bir dönemi
kapsar ve bu dönem içinde, erişemediği "Politika" kitabı dışında,
bütün eserlerine şerhler yazmıştır. Eserlerinin İbranice tercümeleri
de, İbrani Felsefesi üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır.
İbn-i Rüşt'ün düşünceleri, Hıristiyan skolâstik gelenekten,
Aristo'nun mantık çalışmalarına değer veren [Brabant'lı Siger],
[Thomas Aquinas] ve (bilhassa Paris Üniversitesi'ndeki) diğerleri
tarafından özümsenmiştir. Thomas Aquinas gibi meşhur
skolâstikfilozoflar ona ismi yerine "Şârih" (Yorumcu) derlerdi.”
İmam Gazali’yi de şöyle bitirmiştim;
“Gazali'ye göre; Bir taraftan Yunan felsefesi ile İslam
inancını yeniden yazmaya çalışan filozoflar, diğer yandan Kuran'ın
apaçık ayetlerini karanlık ve gizemli tefsirlere konu yapan Bâtınîler,
İslam dinine ve Ehl-i Sünnet itikadının bütünlüğüne büyük zarar
veriyordu!..”
210
Gene, “Tehatüful Felasife” yani "Felsefenin Tutarsızlığı”
kitabında Gazali; Felsefeyi ve felşefî düşünüşü reddeder!
İslam'da “Aklın” değil "Naklin" esas olduğunu söyler!
Ümmetin yani Müslümanların; “Soru soran, eleştiren, itiraz
eden bir kütle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk insanı
olması gerektiğini söyler ve öyle tanımlar!..”
İşte, İmam Gazali’nin bu görüşlerine karşı, o yıllarda
İspanya’da yaşayan ve Kordoba Kadısı olan, Gazali gibi Hanefi-Sünni
öğretisinin içinden gelen İbn-i Rüşt;
Gazali’nin yazdığı 'Tehatüful Felasife' yani "Felsefenin
Tutarsızlığı” kitabındaki;



Felsefeyi ve felsefî düşünüşü reddetmesi,
İslam'da “Aklın” değil "Naklin" esas olduğunu kabul
etmesi,
Ümmetin soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle
değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak
tanımlaması,
Görüşlerine karşı çıkar ve adı “Tehatüfül-ü Tehafül” yani
“Tutarsızlığın Tutarsızlığı” olan bir reddiye (kitap) yazar!..
İbn-i Rüşt bu reddiyesinde;
-
Bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını,
İnsan aklının da Allah vergisi bir yetenek olduğunu, bu
sebeple insan aklının özgür bırakılması gerektiğini,
Din kurallarının akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla
göre yorumlanmasının doğru olacağını,
Akla uygun olanın, nakle (kutsal söz, vahiy) aykırı
olamayacağını,
211
-
Felsefenin ve felsefecilerin, gerçeğin bilgisine
ulaşmanın yolunu açtığını, tutarsızlığın buna karşı
çıkmak olduğunu” söyler.
Bölümünde okudunuz, İbn-i Rüşt Aristo'dan Platon'a kadar
çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yapan ve
onlara şerhler düşen bir İslam filozofudur.
Antik Çağın filozoflarının kitaplarını aklı esas alarak
yorumlayan İbn-i Rüşt, Hıristiyan dünyasında etkili olmuş ve onları
aklına vardırmış, Batı dünyasına düşünebilmeyi tekrar öğretmiştir.
Hele, matbaanın keşfiyle!
Doğal olarak Kilise İbn-i Rüşt’ün bu yorum kitaplarını
“Sapkınlık” diyerek okunmasını engellemeye çalışmışsa da Rönesans
durdurulamamıştır.
Ancak İslam dünyasına gelince, burada İbn-i Rüşt’ün
görüşleri benimsenmemiş ve Gazali’nin İslam tanımı, Müslümanlığa
egemen olmuştur!..
Kimileri, İmam Gazali için şöyle der;
“İmam Gazali, ünlü risalesi 'Tehatüful Felasife' yani
"Felsefenin Tutarsızlığı" kitabını yazarak, İslam'da “Aklın” değil
"Naklin" esas alındığı yılları başlatan ve İslam’da içtihat kapısını
kapatan kişidir!..
Gazali; “Ümmeti yani Müslümanları soru soran, eleştiren,
itiraz eden bir kütle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk
olarak tanımlamıştır!..”
Kutsal kitaplar dışında hiçbir eser İslam tarihinde bu kadar
etkili olmamış ve trajik sonuçlar yaratmamıştır.İslam dünyasının
yükselişini sonlandıran, bilimin ve felsefenin kâfirlik sayıldığı, insan
aklının teslim alındığı büyük gericilik dönemi Gazali ile başlamıştır!..
212
Gazali sadece günümüze kadar gelen egemen Sünni
teolojisini kurmamış, Şia öğretisi üzerinde de etkili olmuştur!...Artık,
İçtihat (yorum, yeni kural koyma) kapısını kapatarak, dinin akla ve
bilime göre yorumlanmasının ve çağa uydurulmasının önünü kesmiş,
onu dondurmuş ve böylece İslam dinini, insanlığın tarihsel
yürüyüşünün önünde gerici bir engele dönüştürmüştür!..
Gazali, bu anlayış içinde, İbn-i Sina'yı, Farabi’yi kâfirlikle
suçlamıştır!..
İmam Gazali'nin öğretisi, bugünün geri ve Batı'nın kölesi olan
İslam dünyasını yaratan anlayıştır!..”
Hep “Sorgulayıcı olun” diye öğütledim ya!.. Hemen bir soru;
“ Acaba, o tarihte siyasi oluşumlar bakımından olsun, fikir
bakımından olsun İslam’ın Arap dünyasında yaşanan büyük kargaşa
nedeniyle;“O tarihte, var olan siyasal nitelikli İslam oluşumlarının,
varlıklarını sürdürebilmek için, düşünmeden itaat eden tutucu
Müslümanlara mı gereksinimi vardı? ”
Nasıl yorumlarsanız, yorumlayın sonuçta Gazali’nin İslam
anlayışı hala Müslüman dünyasını etkiliyor!.. Taliban ve Suudi
rejimleri buna örnektir!..
İbn-i Rüşt’ün aklı esas alan İslam anlayışını bu gün bile İslam
dünyasında yalnızca 29 Ekim 1923’te kurulan Türkiye
Cumhuriyeti’nde görebilmekteyiz!..
Ne yazık ki, İslam dünyasında, hala eski çağların değerleriyle
yaşamak alışkanlığını sürdürmek isteyen siyasî oluşumlar var! İşte,
İran, Pakistan ve Mısır!..
Elbet, tarihin akışına, insan doğasına, akla ve bilime karşı
savaşanların uzun vadede kazanması mümkün değildir!..
213
Akıl mı, Nakil mi?
Kul mu, Tanrının Görüntüsü mü?
Karar sizin!.
Tanrı ben olsaydım,
Nice olurdu haliniz benim adıma kul yaratanlar?
Bak bir geçinen bana dinsiz demede, dürzü halt yemede!
Benim örneğim sen oldun Tanrı, sen kendi çapında, ben gücüm kadar
Tanrı.
Geçinmiyorum artık, kul değilim,
Yarattığım dünyamda, bak kendi güneşim doğuyor……
Ve biri eğilip kulağıma soruyor;
Cehennemlik, Tanrı oldum diyorsun hani senin kulların?
O senin gönlündeki Tanrıya vergi.
Eğer, olsaydım ben Tanrı,
Yaratır mıydım insan dururken kul?
Desene Tanrı!..
Önder Limoncuoğlu1962
214
Orta Doğu “TEK”liği
Şimdi, sizleri Orta Doğu’ya götüreceğim! Bu “TEK” lik anlayışının
daha etkin olduğu Ortaçağ’daki İslam’a!..
Evet, “İnsanoğlu daha mükemmel insana ulaşmak için,
kendisiyle verdiği kavga içinde Ezoterik doktrinlerden çok
yararlanmıştır!.. Bu doktrinlerin de kaynağı ağırlıklı Orta Doğu
olmuştur. Diğer Ortaçağ filozofları gibi, İslam düşünürleri de
Tanrı'dan hareket ederek, varlığı ve varoluşu açıklamaya
çalışmışlar.
Kutsal Kitapları,antikçağ felsefesinden alınan kavramlarla
temellendirmişler! Akıl ve mantık yoluyla yorumlamaya çalışmışlar
ve mantık ya da dil analizleri yapmışlardır! Zaten, Kutsal Kitapları
yorumlama Ortaçağ felsefesinin genel karakteristiğidir” demiştim!..
İşte, İslamiyet sonrası Orta Doğu’da “Tek”lik anlayışını temel
almış mezhepler görüyoruz!..
Bu mezhepler içinde “İsmaillilik Mezhebi” etkin olmuş ve
gelişmiştir! Bu mezhebe, İsmaillik ya da İsmailîyye, mensuplarının
Yedi imama inanmalarından dolayı da, (Yedicilik/Yedi İmamcılık) da
denir!..
İlk İsmailî topluluk, 765 yılında İmam Cafer-i Sadık'ın
vefatından sonra ortaya çıkmıştır! Bu dönemde Abbasiler, Emevi
hanedanını yıkıp kendi halifelerini tahta geçirmiştir!..
İsmail’iler, kurdukları gizli topluluklarla, Hazreti Ali ve
soyuna ait olması gereken halifelik hakkını Abbasi’lerin gasp
ettiklerine inandıkları için, Abbasi’lere karşı mücadele vermeye
başlamışlardır!..
215
Bu mücadele, “El-Dava” adıyla 9. yüzyılda başlamış ve “ElDava'nın” propaganda veya misyonunu sürdüren Dâîler, eylemlerini
Irak, Pers, doğu Arabistan ve Yemen topraklarına yaymışlardır!..
İşte, İsmailliler bu kavgada her Müslüman’ı, “Bu adaletsizliği
ortadan kaldıracak ve Ehl-i Beyte yeniden hilafeti kazandıracağını
söyledikleri, İsmailî İmam Mehdi ile dayanışma yapmaya” davet
etmişlerdir! Bu davet başarıya ulaşmış ve ilk Şiî devleti olan Fatımî
Devleti kurulmuştur!..
İsmaililer’e göre;
“Kutsal metin ve dini emirler zahir (dışrak/exoteric) ve bâtın
(içrek/ezoterik) denilen iki temel esası içerir!..Kuran’da bulunan
dinî yasalar, dönem, dönem değişiklik geçirmesine karşın, hakikat
sonsuza kadar baki kalır ve Peygamberlerin halifeleri olan Evliya
veya İmamlar da, her devirde tevil veya ezoterik yorum yoluyla
vahiylerdeki gizli anlamları açıklamakta idiler!..”
Aşağıda, İsmaillik anlayışı içinde ortaya çıkmış ve iz bırakmış
iki oluşumdan;
1- Sosyalist niteliği sebebiyle Karmati’ler denilen oluşumdan
ve onun içinde yer alan Hallac-ı Mansur’dan,
2- Haçlı seferleri sırasında Hıristiyanlığı etkilemiş olan,
Lübnan dağlarında yaşayan Dürzî’lerin din anlayışından
söz edeceğim!..
216
Karmati’ler
Abbasi döneminde,“Karmati İmamları” adı verilen bir tarikat
ortaya çıkmış, hatta bu felsefe bir dönem toplumu yönetmiştir!
Önemli olduğu için, Abbasi Halifeleri’ni, Arap gericilerini ve
Sünnî İslam ulamasını korkutan ve bunların o günkü iktidarını rahatsız
eden, bu anlayışı ve sosyal uygulamasını biraz uzun anlatacağım.
Karmati Kuran’ı
Karmatîlik;İsmailîlik mezhebinin Fatımiler'in imamlığını
kabul etmeyen kolu olup, ilk örgütlenmesi, M.S. 890'da Kufa'da,
Güney Irak bölgesi temsilcisi “Hamdan Karmat” tarafından
sağlanmıştır!.. Bu sebeple Karmatîlik olarak anılmaktadır!..
Karmatîlik, 10. yüzyılın başlarına kadar Güney Irak bölgesi ve
Suriye'ye yayılmış ve 903'te Şam'ı kuşatmıştır. Ancak, bu yayılış
907'de Abbasiler tarafından bastırılmıştır!
217
Bahreyn'de ise, Karmatiler "Müminiyye" kentini inşa ederek
oraya yerleşirler.
930'da Mekke'ye saldırarak, Kâbe'den Hacerü'l Esved'i
(Cennetten gelen taş) alıp Müminiyye kentine getirmişler ve 11.
yüzyıla kadar orada bağımsızlıklarını korumuşlardır.
Karmatiler,
“İnsanlar arasında her hangi bir fark yoktur. Tüm insanlar
eşittir. Tüm insanlar eşit oldukları için malları da eşittir” anlayışıyla
düzene karşı örgütlendikleri gibi,
“Bizim Kâbemiz ve Kıblemiz Kudüs olduğundan, bütün
ibadetlerde oraya dönülür. Dinlenme günü Cuma değil, Pazar
günleridir. Yılda iki gün oruç tutulur. Bu da Nevruz ve Mihrican
günleri uygulanır” diyerek,
Sünnî İslam’ın savunduğu kelama ve ibadet türüne karşı
çıkmışlardır!..
Karmati Felsefede,





Kemal’e ermekikinci doğumla gerçekleşir. (inisiyasyon)
Âlem, bir tecelliler bütünüdür ki türlü şekillerde görülür ve
görünür.
Madde bir hicap = perdedir. Bu perde kaldırıldığında, kişiyi
aşan kozmik bir zihin şuuruna erişilir ki işte, ikinci doğum
budur. Bu doğum, bir “Kozmik Ben” e ulaşma halidir.
İnsanın “Kozmik Ben”e ulaşmasını engelleyen beş negativite
şunlardır: Gök, tabiat, kanunlar, devlet, ihtiyaç ve zaruret.
Bu beş musibetten kurtulmak ibadetin hem amacı, hem de
kendisidir.
218

Bu sebeple, ikinci doğumun elde edilmesini sağlamak için
mistik eğitim (seyrusüluk), beş Musibetten kurtulmak için
gereklidir
Karmati düşünce, Kuran’ a bağlı bir sistem geliştirmiştir. Ancak,
geliştirdikleri bu düşüncelerinde Kuran, alabildiğine sübjektif bir
yoruma tabi tutulmuştur.
“Karmati Tevil” diyebileceğimiz bu yorum, yer, yer Kuran’ı
tanınmaz hale getirmiştir! Çünkü onlara göre; “Kuran’ın gerçek
manasını ancak bâtinî imamlar bilir”!
Muhammed Ali es- Suri, Karmatiler için şöyle der;
“Karmati eserlerin bilim ve düşünce üstünlüğü tartışılmaz.
Bunu inkâr edemeyen iftiracı çevreler, Karmatileri ahlâk ve inanç
yönünden çamurlama yolunu tutmuşlardır.”
İbn-i Sina ise; Karmatilerin sosyal hayatlarına ve yetişme
usullerine yönelik olarak;
“Karmatiler, fevkalade iyi yetişen, bunu sağlamak için de çok
okuyan insanlardı. Darülhikmet denen medreselerde eğitim
görürlerdi. Kitap okuma işini meclis denen yerlerde yaparlardı.
Meclislerde her türlü bilim ve felsefe konuşulurdu. Tartışmalar
ciddi biçimde yazıya geçirilir, sonra da bu yazılanlar temize
çekilerek eser haline getirilirdi. Eser haline getirilmiş bu yazılar
ilgili yerlere gönderilirdi.
Meclisler; muhtelif gruplar için ayrı, ayrı beş grup idi;
1- Büyük ve seçkin dostlar için,
2- Devlet büyükleri ve ileri memurlar için,
3- Sıradan insanlar ve yolcular için,
219
4- Kadınlar için,
5- Saraylı kadınlar için”
demektedir.
Kısacası;
“Karmati toplulukları tam sosyalist bir hayat yaşarlardı.
Herkes çalışmak zorunda idi. Küçük çocuklar bile en azından
ekinlere musallat olan kuşları kaçırmak için çalışırlardı.
Karmati’lerde mülkiyet sadece teçhizat ve kılıca hastı”.
220
Hallac-ı Mansur
(858 – 922)
İran kökenli, İslam düşünürü olup, Hicrî 244, Miladî 858 yılında, Beyza
yakınlarında bir kasaba olan Tur’da doğdu. 922’de Muktedir’in buyruğu üzerine
Bağdat’ta asılarak, uzuvları kesilerek işkence ile öldürüldü.
Hallac-ı
Mansur’un
düşüncelerine göre;
Yeni–Plâtonculuktan
esinlenen
“Evren yaratılmamış, bir ışık kaynağı olan Tanrı özünün
yansıması sonucu oluşmuştur. İslam dininin ileri sürdüğü yaratılma
olayı yanlış anlaşılmıştır. Tanrı’dan başka bir varlık olmadığı için
yaratılmış nesneden söz edilemez. Yaratılmış nesne, tek varlık olan
Tanrı’dır. Yaratan ve yaratılanın iki ayrı varlık olduğunu
söylerseniz, bu Tanrısal öze aykırı düşer.”
Hallac-ı Mansur; böylece insanın Tanrı’dan bir görüntü
olduğunu söyleyerek, insanın değerli ve kutsal bir varlık olduğunu
anlatmaya çalışmıştır.
221
Hallac-ı Mansur’un benimsediği Tasavvuf anlayışına göre,
ahlâkın temeli sevgi ve saygıdır. İnsanın gönlü “Tanrı Evi” olduğuna
göre, ona saygı duymak, sevgiyle yaklaşmak gerekir. Birbirini
incitmek, birbirine karşı kötü davranmak, yalan söylemek, haksızlık
yapmak, suç işlemek, hırsızlık yapmak, saygısızlık yapmak Allah
sevgisinden yoksun kalmaktır.
Miladî 908 yılında meydana gelen bir kaç ayaklanmada
Hallac-ı Mansur’ un düşüncelerinin kitleyi etkilemeye başladığı açıkça
görülüyordu. Keyfî idareden rahatsız olan toplum patlamaya hazır bir
çıban gibiydi.
Abbasi sarayı bundan çok rahatsızdı. Çünkü ardı arkası
kesilmeyen isyanlar başlamıştı. Saraya yakınlığı ile bilinen ve Hallacı Mansur’a içten içe hınç duyan Hamid; Hallacı Mansur’ un daha fazla
yaşatılmasının, sarayın geleceği için bir intihar anlamına geleceği
fikrinde ısrar ediyordu. Kısaca, başını Hambeli gruplarının çektiği bu
isyanlar, Hallac-ı Mansur’un aleyhine olarak, onu tehlikeli gösteren
deliller halinde kullanıldı.
Onu idam ettiren “En-el Hak” (Ben Tanrıyım) sözü olmayıp,
Abbasi halifelerinin olumsuz ve keyfi yönetimlerine karşı gelen halkın
ayaklanacağı korkusu ve Arap gericiliği ile yobaz Sünnî İslam
ulemasının bilgisizlikleridir.
Bunlar, iktidarı kaybetme korkusu içinde düzmece bir
yargılamayla Hallac-ı Mansur’u ölüme mahkûm edip, bir deveye
bindirerek Bağdat sokaklarında “İşte Karmatilerden biri.” veya
“Karmati Papazını görmek isteyenler gelsinler” diyerek gezdirmişler
ve sonra uzuvlarını parçalara ayırıp, yakmışlardır.
222
Dürzî’ler
Beş renkli Dürzî Yıldızı
Dürzîlik, 10. yüzyılda ortaya çıkmış, İslam dininin bir
mezhebi olduğu varsayılan Şiiliğin, İsmailliye grubundan köken
almıştır.
Dürzî inancının ana esaslarının çok az bir kısmı kamuya
açıktır!.. İnanç esaslarının çoğu, herkesten saklanır! Bu biraz da, uzun
süre inançlarını saklamaları yüzündendir. O tarihlerde Lübnan
dağlarında yaşarlar ve işleri marangozluktur. Özellikle gemi yapımı!..
Dürzîler, “TEK=BİR”lik anlayışına inanırlar, bu nedenle
kendilerini (Tevhid ehli = Birleştiriciler) olarak nitelerler.
Dürzî inancı, Musevîlik, Hıristiyanlık ve İslam inançlarına
benzer bir şekilde monoteistliktir. Dürzî teolojisi, Yeni-Plâtonculuk
düşünceden ve bazı gnostik ve ezoterik gruplardan etkilenmiştir.
Dürzî inancının ilkeleri;
223












Diline sahip olma (dürüstlük),
Kardeşini koruma (kardeşlik),
Yaşlıya saygı, diğerlerine yardım, vatanı koruma ve
Bir Tanrı'ya inanmaktır.
Dürzî inancın bir diğer büyük esası da sadece insanlar
arasında olan bir tür reenkarnasyondur.
Dürzîler çok eşli evliliği, tütün ve alkol kullanımını, domuz eti
tüketimini yasak sayarlar.
Ayrıca Dürzîlik Müslümanlar, Yahudiler veya diğer dinlere
mensup olanlarla evlenmeyi yasaklar.
Dürzî inancı beş kozmik ilke içerir ve bu ilkeler Dürzî yıldızı
ile sembolize edilir: Zekâ (yeşil), Ruh (kırmızı), Kelime (sarı),
Gelenek (mavi) ve İçkinlik (beyaz).
Bu erdemlerin beş farklı ruh olarak sürekli dünya üzerinde,
peygamber ve filozoflar olarak reenkarnasyona = ruh göçüne
uğradığına inanılır.
Bu peygamber ve filozoflara, Âdem, Pisagor, Akhenaton da
dâhildir.
İslam dininin inandığı İsa ve Muhammed gibi peygamberlere
Dürzîlerin inanıp inanmadığı kesin değildir.
Oruç, namaz veya hac gibi İslamî ibadetleri yapmak zorunda
değildirler.
Dürzî’ler, 7 imama inanmakla beraber, bütün evrenin
“Allah’ın Evi” olduğuna inandıkları için, bir mabede gidip dua
etmeğe gerek görmezler. Onlara göre;
“Bir mabet ne kadar güzel olursa olsun, yine de kul yapısıdır
ve Allah’ın yarattığı tabiatın ihtişamı yanında çok sönük kalır ve
Allah’ı böyle sönük bir yapının içinde aramanın anlamı yoktur!”
Keza, “Allah’a olan bağlılığı göstermek için önceden sözler
söylemeğe, önceden belirlenmiş bir takım hareketleri, belirli yer ve
zamanlarda yapmağa ihtiyaç olmadığına, yaptıkları her hareketin ve
özellikle çalışmanın ibadet olduğuna inandıkları için, başka bir
ibadet şeklinin lüzumsuz olduğunu” savunurlar!..
224
Dürzî’ler bütün dinleri birbirinin benzeri, eşiti olarak kabul
ettiklerinden, komşu ulusların sembollerini, öykülerini, yeni bir anlam
vererek kendilerine mal etmişlerdir.
Ebcet ve Cifir!.. Yahudi Kabalası’nın benzeri
Bu anlayışın egemen olduğu M.S. 1000 Yıllarında Haçlı
Seferleri başlamış ve bir kısım şövalye tarafından Kudüs ve civarında
M.S. 1025’te Şövalye Krallığı kurulmuştur ve Dürzîler onların
yanında olmuşlardır! Ağırlıklı bu sebeple olsa gerek, Dürzî kelimesi
İslam’da hala küfre eşdeğerde kullanılmaktadır.
İslam’ın etkisi altında oluşan Dürzî’lerin bu anlayışı,
Hıristiyan kateşizmine zıttır! Çünkü İsa’nın şahadetinin (martyrepassion) sebep ve hikmetini tartışır.
İşte, Orta Doğu’ya gelen Temple Şövalyeleri, özellikle
Lübnan dağlarında yaşayan, İsmaili’lerin bir kolu olan Dürzî’lerin bu
din anlayışından etkilenir!..
Avrupa’ya dönüşte, bu “TEK”lik esaslı din anlayışının
etkisinde, İsa’nın şahadetinin (martyre-passion) sebep ve hikmetini
tartışınca, Temple Şövalyeleri dinlerinden çıkmakla suçlanırlar ve
Marsilya’dan İskoçya’ya göçerler!..
Orada,
225
“Belli bir dinin esas ve akidelerine değil, bütün dinlerin
ortak noktalarının bulunmasının gerektiği, ortak noktaların
anlaşılması ve açıklanması ile de, insanlar arasındaki din kavgaları
bitecek ve bütün insanlar aynı babanın oğlu ve birbirinin kardeşi
olduğu inancıyla, her yerde barış ve huzur olacaktır” esaslarına
dayanan ezoterik bir beraberliği oluştururlar!..
O tarihte önemli olduğu için Dürzî’lerin “Kadın” anlayışına
değinmek isterim. Şöyle ki;
Kutsal Kitapları olan “Birlik Sırlarının Kanıtlar Kitabı’na”
bakınca, “Âdem ile Havva’nın cennetten kovulması“ öyküsü orada
da yer alır, ama orada kadın “Şeytanı içinde barındıran” olarak
nitelenmez!..
“Birlik Sırlarının Kanıtlar Kitabı’nda”, Dürzî kadınlar ile
Dürzî erkekler kardeş kabul edilmekte olduğundan, Dürzîlik, kadın ve
erkeğin eşit olduğunu, hukuk açısından aralarında bir fark
bulunmadığı kabul eder! Keza, birden fazla kadınla evlenmek
yasaktır! Bir Dürzî erkeğin, Dürzî bir kadınla evlenmesi halinde,
erkeğin kadını kendisine eşit kabul etmesi, bütün mallarını onunla
paylaşması emredilmektedir!..
Dürzî kadın
226
ANADOLU
TASAVVUFCULARI
Batı’nın Skolâstik düşüncesinden söz ederken, Platon’dan
gelen “Tüm Evreni, sadece Düaliteler yolu ile algılamaya ve
kavramaya çalışmak” anlayışının, Avrupa’da yaşayan insanların
ruhuna sindiğinden söz etmiştik!..
Gene, bu “Düalist” anlayışa karşı, Ortadoğu ve İslam
dünyasını etkilemiş olan Ezoterik görüşün ve Yeni Plâtonculuk
felsefesinin “Tek’lik veya Bir” lik anlayışını görmüştük.
İşte, Anadolu tasavvufçularının felsefesinde de “Tek varlık”
anlayışı temeldir.
Onlar bunu, “Vahdet-i Vücut” sözcüğü ile ifade ederler.
Tekrar olacak ama bu anlayışın önemi;
“İnsanı Tanrı’nın görüntüsü yaparak yüceltmek,
kutsallaştırmak ve böylelikle insana karşı yapılacak her kötü
davranışı Tanrı’ya yapılan bir davranış olarak nitelendirerek,
engellenmesini sağlamak ve insan ve doğa sevgisini dünyaya hâkim
kılmak”
oluşundandır.
Anadolu tasavvufçuları olarak;
“Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus
Emre, Ahî Evrân-ı Velî, Ahmed Fakih” adlı düşünürleri sayabiliriz.
227
Bu felsefe için Atatürk;
“Müslümanlığı Türk ruhuna uygun hale getiren reformcu
bir anlayıştır.
Sıcak iklimde yaşayan, suyu nadiren bulan ve kullanan,
iklim şartları sebebiyle genelde uyuşukluk içinde olan Araplara,
günde 5 defa abdest aldırarak, beş defa namaz kıldırmak büyük
olaydır!...
Ancak, Şamanî dinindeyken dans eden, türküler söyleyen,
kopuzlar çalan, sarp dağlarda at oynatan ve kar suyunda yıkanan
Türkler için, “Beş defa namaz kılmak” hareket olamazdı!..
İşte, Türk – İslam birliğini hedefleyen bu filozoflar;İslam
Dini’ne Türk hayat tarzında yer alan dansı, müziği, raksı ve şarkıyı
sokarak, Türk–İslam birliğini sağlamışlardır.
Bir yönüyle bu, İslam dininde bir Reform’dur”
demiştir!..
228
Mevlana
(1207–1273)
İslâm ve tasavvuf dünyasında tanınmış bir şair, düşünce adamı ve
Mevlevi tarikatının öncüsüdür.
Mevlânâ Celaleddin-i Rumi (Rumi adı, Anadolu'ya yerleşip
orada yaşadığı için o dönemde Anadolu'ya Diyarı-ı Rum deniliyordu),
"Efendimiz" manasına gelen Mevlana ise, kendisine karşı duyulan
büyük saygının belirtisi olarak verilmiştir.
Dönemin İslam kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık
yapan ve “Sultan-ül Ulema (Bilginler Sultanı”) lakabıyla anılan
Bahaeddin Veled'in oğludur.
Mevlana, babası Bahaeddin Veled'in ölümünden bir yıl sonra,
1232 yılında Konya'ya gelen Seyyid Burhaneddin'in manevî terbiyesi
altına girmiş ve dokuz yıl O'na hizmet etmiştir.
229
Mevlana, İslam dinini, şiir, sanat, raks, müzik yoluyla en ince
yorumlayan kişidir. Bu yorum, İslam ve İslam dışı bütün insanlık
tarafından benimsenmiş, esin kaynağı olmuştur.
İngiliz doğubilimcisi A.J. Arberry, Mevlana'yı "Dünyanın en
büyük ozanı" olarak nitelerken, Goethe onun etkisinde kalmış,
Rembrandt tablosunu yapmıştır.
Muhammed İkbal, felsefesini onun düşünceleri üstüne
kurmuş, İngiliz doğubilimcisi Nicholson 30 yıl çalışarak Mesnevi’yi
İngilizceye çevirmiş ve yapıtın Batı Dünyasında tanınmasını
sağlamıştır.
Mevlana
savunucusudur.
tam
bir
“Vahdet-i
vücut
(varlık
birliği)
O’na göre;
“Her varlık Hak'ın bir ayrı tecellisidir ve yaratılmışlara
uygulanan her eylem aslında Yaradan'a uygulanıyor demektir.
Onun için, soyut bir Allah sevgisi yerine, somut bir sevgi, yani
“Hak’ı halkta ve halkı Hak'ta” sevmek gerekir!..”
Yunus’un söylediği gibi “Yaratılmışı severim, yaratandan
ötürü” esası içinde, Mevlana kişiye, inanca ve düşünce özgürlüğüne
olağanüstü bir değer verir ve bütün insanları (suçlu-suçsuz, mecusiputperest, kara-sarı, efendi-köle) birbirlerini saygıya ve sevgiye
çağırır!..
Edep, vefa, sabır, eğitim gibi ahlâk kavramlarının gerçek
anlamını aramayı ve insanlara bunu öğretmeyi iş edinmiştir!..
O’na göre;
“Asıl konu "İnsan" dır. Din, felsefe, ahlâk, insanı daha
mutlu etme yolunda gelişen araçlardır. Bu araçlara takılıp kalmak,
gelişmeyi ve gelişme hızını kesecek yanlış davranışlardır. Doğru
olan, gerçeğe giden yolu bulmaktır ve bu yol, "Aşk" tan geçer, yani
sonsuz bir sevgi! Ve bu sevgi, hoşgörü ve vefa kavramlarıyla
desteklenmeli ve beslenmelidir!”
230
Mevlana için, sözünü ettiği bu aşk anlatılmaz, yaşanır;
yaşayarak öğrenilirdi. Bu nedenle, bir gün kendisine "Aşk nedir
efendim" diye soran bir öğrencisine "Ben ol da, bil" yanıtını verdi.
Mevlana
karşısındadır!..
biçimci
değildir
ve
her
türlü
kısıtlamanın
Mevlana’nın ilkelerinden ve İslam inancına getirdiği
yorumdan Mevlevi tarikatı doğdu, ama Mevlana bir tarikat kurucusu
değildir.
Mevlevilik, Mevlana’nın ölümünden sonra oğlu Sultan Veled
ile halifesi Hüsamettin Çelebi'nin birlikte hazırladıkları bir
örgütlenmeye göre kurulmuştur.
231
Hacı Bektaş-ı Veli
(1209 – 1271)
Osmanlı İmparatorluğunda XIV. yüzyıldan itibaren, sosyal ve siyasi bakımdan büyük
etkinliği olan, Bektaşi tarikatının piridir!..
Hacı Bektaş-ı Veli, Horasan/Nişabur doğumlu. Gerçek ismi
Seyid Muhammed bin İbrahim Ata'dır.
Lokman Parende'den ilk eğitimi almış ve Ahmet Yesevi’nin
öğretilerini takip etmiştir. Ondan dolayı “Yesevi'nin Halifesi” olarak
kabul edilmektedir!..
Anadolu'ya geldikten sonra, kısa zamanda tanınarak kıymetli
talebeler yetiştirdi!
Hacı Bektaş-ı Veli, kendisinin de bağlı olduğu "Ahilik
Teşkilatı" ile Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrinde Anadolu'da sosyal
yapının gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuştur!..
“Velâyetname” adlı eserinde; Hacı Bektaş-ı Veli'nin, sık, sık
Kırşehir’i ve Ahi Evranı ziyareti ve onunla sohbetlerini anlatır!..
232
Hacı Bektaş-ı Veli, Osmanlı sultanları ve halk tarafından çok
sevildi ve hürmet gördü!.. Hatta Yeniçeriler Bektaşilik kurallarına
göre yetiştirilirdi!..
Bu nedenle, Yeniçerilere“Hacı Bektaş-ı Veli’nin çocukları”
da denirdi! Ocağın banisi Hacı Bektaş-ı Veli olarak kabul edilirdi!..
Seferlere giderken Bektaşi dede ve babalar, daima
Yeniçerilerin yanında olurdu! Balkanların her köşesine Bektaşiliği,
Yeniçeriler taşımıştır!..
Hacı Bektaş-ı Veli'nin sohbetlerini takip ederek onun
tarikatına bağlananlara “Bektaşi" denirdi!
Hacı Bektaş-ı Veli'nin harcını kardığı Alevi-Bektaşi anlayışı,
Anadolu’nun yanı sıra Balkanlar, Arnavutluk, Yunanistan,
Bulgaristan, Bosna, Kosova, Makedonya, Gül Baba türbesinin
bulunduğu Macaristan'ın Budapeşte şehrinden Azerbaycan'a kadar,
birçok yerde kabul görmüş ve benimsenmiştir.
233
Hacı Bektaş-ı Veli'nin felsefesi, o dönem Anadolu’dayaşamış
her düşünür gibi, “İnsan sevgisi, hoşgörü, Tanrı, din, paylaşım ve
toplumsal eşitlik” ilkeleri üzerine kuruludur.
Hacı Bektaş-ı Veli 12. ve 13. yüzyılın savaş ve kargaşa
ortamında, Anadolu’ya gelir!..
Mazlum ve yoksul Anadolu halkının safında yerini alan Hacı
Bektaş-ıVeli, Sulucakarahöyük’e, bugünkü Hacıbektaş ilçesine
yerleşerek, Anadolu insanının yaşam biçimleri, inançları ve kültürel
değerlerinin sentezinden oluşturduğu, Anadolu Alevi ve Bektaşi
inancını ve yaşam felsefesini burada yeşertir!..
Hacı Bektaş-ı Veli, ömrünü burada tamamlamış olup, mezarı
Nevşehir İli’ne bağlı, Hacıbektaş İlçesi’nde bulunmaktadır.
234
Yunus Emre
(1240 – 1321)
Yunus Emre, Anadolu Selçuklu Devleti'nin dağılmaya ve
Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde küçük-büyük Türk Beylikleri'nin
kurulmaya başladığı, XIII. yüzyılın ortalarından XIV. yüzyılın ilk
çeyreğinde Orta Anadolu da yaşamış bir Türkmen erenidir.
Yaşadığı dönem Osmanlılarında kuruluş yıllarıdır.
Türkçe şiirin öncülerinden olup, mutasavvıf
düşünürüdür.
bir Türk
Yunus Emre’nin meselesi, “Dünyada yaşayan tüm insanların
sevgi yoluyla, hem kendileriyle, hem evrenle kaynaşmasını
sağlamaktır!..”
235
Yunus'un yaşadığı yıllar, Anadolu’da yaşayan Türk’lerin,
Moğol akın ve yağmalarıyla, iç kavga ve çekişmelerle, siyasî otorite
zayıflığıyla, dahası kıtlık ve kuraklıklarla perişan olduğu yıllardır.
Öyle yıllar ki, bir yandan siyasî çekişmeler, diğer yandan
mutsuz ve aç insanlara çözüm üretmek düşüncesiyle oluşan mezhep ve
inançlarınyoğun bir şekilde yayılmaya başladığı yıllar!..
Bu olumsuz koşullarda yaşayan insanları sorun edinen yalnız
Yunus Emre değildir! Bu yıllarda Mevlana Celaleddin-i Rumi, Hacı
Bektaş-ı Veli, Ahî Evrân-ı Velî,Ahmet Fakih gibi düşünürler de ortaya
çıkar! Bunlar, Allah sevgisini, aşk ve güzel ahlâkı işleyerek, her türlü
bâtıl inanca karşı gerçek İslamtasavvufunu ortaya koyup, Türk-İslam
birliğini oluşturmuşlardır!..
Yunus Emre düşüncelerini açıklarken Türkçeyi canlı ve halk
zevkine uygun bir şekilde kullanmıştır. Deyişleri kısa ve özdür!..
Örnek olarak; “Dünyada her var olanın Tanrı’nın bir
görüntüsü olduğunu” açıklamak için söylediği;


“Ete kemiğe büründün, Yunus diye göründün”
“Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi, Mal da yalan,
mülk de yalan var birazda sen oyalan”
deyişlerini gösterebiliriz.
Hatta, Mevlana’nın onu okuyunca; “Yunus’u daha önce
tanısaydım, ciltler tutan Mesnevî’yi başka türlü yazardım” dediği
söylenir.
Yunus Emre, Risaletü'n-Nushiyye adlı bir mesnevî yazmıştır.
Hece ve aruzla yazdığı şiirlerinde sevgiyi temel aldı.
Tasavvufla, İslam düşüncesiyle beslenen dizelerinde insanın
kendisiyle, nesnelerle, Tanrı’yla ilişkilerini işledi. Ölüm, doğum,
yaşama bağlılık, Tanrısal adalet, insan sevgisi gibi konuları ele aldı.
236
Neden, Nasıl, Niçin, Acaba’ların
Yeni Savaşçıları
Sevgili Gençler,
Artık, insanlık Yeniçağ’a ulaşmıştır! Artık, Semavî dinlerin
getirdiği düzen insanları mutlu etmemektedir! Matbaanın keşfi,
yukarıda okuduğunuz Filozofların görüşlerini yığınlara ulaştırmıştır!..
Artık, “Sorgulayıcı Akıl” tekrar insana egemen olmuştur!..
Gelin, şimdi Yeniçağ’a gidelim ve tekrar aklın hapisten
kurtarılmasının nasıl olduğunu ve bunun arkasında kimlerin
bulunduğunu kısaca görelim.
Kısaca görelim dedim ama bu pek mümkün olamayacak!
Neden? Nasıl? Niçin? Acaba? ların yeni savaşçılarını
özetlesem dahi, çok görüş ve değişik akıl yürütme örnekleri okumak
zorunda kalacaksınız.
Temel olarak, bunların yaptıkları da; aynen İlkçağ düşünürleri
gibi bu sefer Ortaçağ’da hapsedilen “Aklı” tekrar ortaya çıkarmaktır!..
Ancak,
Yeniçağ ve Yakınçağ’ın filozofları diye nitelediğimiz bu
düşünürler, ekonomik ve sosyal gelişmelere bağlı olarak, görüşlerine
“Yaratıcı insanı” eklemeye çalışmışlardır.
Ayrıca, “İnsan Hakları” gelişimine yani “Bireyin otoriteye
karşı verdiği özgürlük ve bağımsızlık savaşına” büyük katkı
koymuşlardır!..
237
Ampirizm
Sir Francis Bacon
(1561 - 1622)
İngiliz Sir Francis Bacon (1561 - 1622) bir bilim adamıdır. Skolâstik düşünüşün
metodu olan Kıyas ve Dedüksiyonu şiddetle eleştirecek, deneye ve olaylara dayanan
bir görüş ortaya koyacaktır. Biz bu görüşe,“Ampirizm” diyoruz.
22 Ocak 1561'de doğan Francis Bacon, Kraliçe 1. Elizabeth'in
adalet bakanı Sir Nicholas Bacon'ın oğludur. Her ne kadar Francis
Bacon'ın ünü babasınınkini gölgede bıraksa da, babası Sir Nicholas
Bacon da sıradan birisi olmaktan çok öte, döneminin ünlü
isimlerindendi.
Felsefeyle tanıştı ve skolâstik felsefeye karşıt görüşlerinin
tohumları burada atıldı.
1576'da Hukuk okumaya başladıktan sonra, Fransa'daki
İngiliz elçisinin yanında çalışması için bir teklif aldı. Teklifi kabul
ederek, öğrenimine ara verdi ve Fransa'ya gitti.
238
Bacon'ın felsefeye olan aşkının iyice filizlenmeye başladığı bu
yıllarda,1579'da babasının vefat haberini aldı.
Cepleri boş bir şekilde İngiltere'ye döndüğünde yapabileceği
tek şey hukuk öğrenimine devam etmek oldu. Öğrenimini
tamamladıktan sonra avukatlık yapmaya başladı.
Çocukluğundan beri alıştığı lüks yaşama özlem çekiyordu, bu
yüzden avukatlık yaparken bir taraftan da siyasî bir kariyer için çalıştı.
Nitekim 1584'de Parlamentoya seçildi.
1603'de Kraliçenin veliahdı olarakJames I tahta geçince, hızlı
bir şekilde önemli mevkilere geldi. Önce "Sir" unvanı aldı,1606'da
başsavcı, 1618'de ise İngiltere başyargıcı oldu.
Kariyerinin zirvesindeyken, çöküşü kapıyı çaldı. 1621'de
rüşvet suçuyla tutuklanıp yargılandı. Suçlu bulundu ve hapis cezasına
çarptırıldı. Hapishanede fazla kalmadı ve salıverildi, fakat ne
Parlamentoda, ne de herhangi bir politik konumda bulunması bundan
sonra imkânsızdı.
Siyasetten kopan Bacon, hayatının geri kalan yıllarını felsefî
düşüncelerine adadı. 1626'dazatürree olduğu varsayılan bir hastalık
yüzünden vefat etti.
Bacon'ın felsefesinin merkezinde bilim vardır. Bilimin
insanları aydınlatma ve geliştirme işlevini öne çıkarmıştır.
O'na göre bilim, doğanın özüne yönelmelidir. Doğayı deneyle
kavramaya çalışmıştır.
Pragmatizm ile sonuçlanacak olan deney temeline dayanan
İngiliz felsefesinin ilk tohumlarını atmıştır. Bacon'a göre bilimin
başlıca yöntemi tümevarım yöntemidir.
Bacon'ı felsefe ve siyaset alanları dışında edebiyat alanında da
büyük bir üne ve öneme kavuşturan eseri, hiç kuşkusuz ünlü
"Denemeler (Essays)"dir.
1597'de ilk kez basılan bu eseri, daha sonra genişletilmiş bir
şekilde 1612 ve 1625'te tekrar basıldı.
239
Bacon, Denemeler'de, gençlikten dostluğa, dostluktan
siyasete, siyasetten psikolojiye kadar çok geniş bir yelpaze içerisinde
birçok farklı görüş sunmuştur.
Bacon'ın ilk felsefî çalışması"Bilimin İlerlemesi" (The
Advancement of Learning)”adlı eseridir.
Eser incelendiğinde, belki de göze çarpan en önemli unsur
Bacon'ın insanlığa, insana olan güvenidir! Bacon, insanı kesinlikle
doğadan üstün tutuyor ve “Felsefenin kılavuzluğundaki bilimle
yapılacak keşiflerin, insanı doğadan üstün kılacağından emin
olduğunu” vurguluyordu! Yaşadığa çağa göre çok devrimsel ve hatta
hayalperest nitelikte bir söylemdir bu!..
Bacon’ın bir diğer eseri “Novum Organum (Yeni Organum)”
adını taşır. Burada;
"İnsan, doğanın yöneticisi ve yorumcusu olarak, doğa
düzeni üzerindeki gözlemlerinin izin verdiği kadar eylemde
bulunabilir ve nedenleri anlayabilir. Daha ötesini ne bilir, ne de
bilebilir" savunulur.
Hiç kuşkusuz, “Novum Organum'un” bu cümleleri Bacon'un
görüşlerini, deneyselciliğini, gözlemciliğini ve insan ile doğaya bakış
açısını güzel bir şekilde özetlemektedir. Eserin adından da fark
edilebileceği gibi, karşımızda yeni bir Organon vardır! Aristo'ya ve
eski yöntemlere karşı, yeni bir yöntem, yeni bir bilim ve mantık
sistemi!..
Bilimin, kılavuzu felsefenin gerektiği konuma gelebilmesi ve
insanın bilim ışığı altında yükselebilmesi için, Bacon'a göre; “Zihnin
Putları" yıkılmalıydı!..
"Put" sözcüğüile Bacon'ın kastı, gerçeklerin yerine
konulmuş, yanlış ve hatalı, akıl-dışı yöntemler ve düşüncelerdir. Bu
yanlış yöntem ve düşünceler, sadece yeni yanlışlıkların doğmasına yol
açar ve böylece bilimin gerçek yolunun ve gerçeklerinin üstü örter!..
Eserde dört çeşit put ile karşılaşırız: Kabile (Oymak) putları,
Mağara putları, Çarşı putları ve Sahne (Tiyatro) putları.
240

Kabile (Oymak) putları, tüm putların en önemlisi ve en
zararlısıdır.
Gelenekten veya doğal yapımızdan gelen görüşleri araştırma
yapmaksızın kabul etmeyi içerir. Oysa, Bacon'a göre
düşüncelerimiz nesnelerden çok kendimizi, bakış açımızı
yansıtır. İnsan olmasını istediği şeye kolaylıkla inandığı için,
birçok geri dönüşü olmayan yanlış kanılara sapar.

Mağara putları,
Yaratılışından ve doğadaki gelişim süreci yüzünden
biçimlenen ve daraltılan (limitleşen) bakış açısını ve zihni
tanımlar. Oysa gerçek ne dar bir alana sıkıştırılmıştır, ne de
tarafgirdir. Mağara putları kişinin gelişmesini, daha geniş bir
pencereden bakmasını engelleyen yanlışlıklardır! Biz, buna
dar bakış açısı deriz!..

Çarşı putları ise; "İnsanların birbiriyle ilişkilerinden ve
alışverişlerinden meydana gelir".
Anlaşılacağı üzere, dil ve insan ilişkileri ile ilgilidir. Dilin,
kelimelerin ve insan ilişkilerinin zihni daralttığı noktaları ve
doğurduğu yanlışları simgeler.

Sahne putları, filozofların eski çağlarda ürettiği temelsiz,
dramatik dogmalardır.
Bacon'a göre insan zihnini körelten bu putlar yıkılmadıkça
felsefe ve bilim karanlıktan kurtulamazdı. İnsanlığa tanıttığı yeni
yöntem ise,tümevarım idi. Eserde tümevarım yönteminin bilgilerin
biçimlenmesinde nasıl bir teknik üzerine oturtulacağına yer
vermiştir...
Bacon’ın sonraki eseri “Yeni Atlantis (The New Atlantis)”
dir.
241
Bilimin
Nova
Organum'da
belirtilen
yollarla
mükemmelleştirilmesi, kemale erdirilmesi ve böylece bunun
toplumsal düzeni mükemmelleştirmek için kullanılması!.. İşte, bu
Yeni Atlantis'e uzanan yoldur.
Yeni Atlantis (The New Atlantis) Bacon'ın düşüncelerindeki
(ve düşüncelerinin sonucu olduğunu varsaydığı) ideal toplum düzenini
yansıttığı eseridir. Felsefî, ütopyacı roman geleneğinin en güzel
örneklerinden biridir.
Bacon'ın son eseri "Magna Instauratio" yani "Büyük Yeni
Düzen" adlı, teoriden çok pratik bir yaklaşımla ele alacağı konuları
işleyen bir eser olacaktı.
Ne yazık ki, "Büyük Yeni Düzen’i”
yetmedi.
242
tamamlamaya ömrü
Realist Düşünce
René Descartes
1596 - 1650
René Descartes (Röne Dekart okunur) (31 Mart1596-11
Şubat1650) Fransız matematikçi, bilimadamı ve filozof. Batı
düşüncesinin en önemli düşünürlerinden biri.
1596 yılında La Haye (şimdi Descartes) doğar. Cizvit
Rahiplerin okulunda dinî eğitim görür.
1616 yılında Poitiers Üniversitesinden hukuk diplomasını alır.
Avrupa'nın birçok ülkesine yolculuklar yapıp, çeşitli şehirlerde
yaşadıktan sonra 1628 yılında Fransa'ya geri döner ve felsefe ve optik
üzerine değişik deneyler yapar.
Aynı yıl Hollanda'ya yerleşir.
1649 yılında, zamanın İsveç Kraliçesi Christina'nın davetiyle
Stockholm'a gelir ve burada kraliçeye dersler vermeye başlar. Ancak,
İsveç'e gelişinden bir kaç ay sonra 11 Şubat 1650'de zatürreden dolayı
yaşamını yitirir.
243
Descart, Cizvit Rahiplerin okulunda öğretilen bilgilerin
düşündürmeyen, yalnızca kitaplardan ezberletilen bilgiler olduklarını
fark eder ve Ortaçağ’da etkin olmuş Saint Thomas’ın kuru kıyaslama
üzerine kurulmuş olan rasyonalist anlayışına karşı, “Hiçbir gelenek ve
otoriteye dayanmaksızın ancak bağımsız akılla düşünerek hakikate
varılabileceğini” ileri sürer. Böylelikle, aklı, skolâstik düşüncenin
hapsinden kurtarıp özgür kılar. Ünlü “Düşünüyorum, öyleyse varım”
deyişi Decart’ındır.
Dekart’a göre;
“Her insanda doğuştan gelen tabii akıl diyebileceğimiz bir
anlayış yeteneği vardır. Bu doğa’dan aldığımız ışıktır. Artık, akıl
gözünü açmalı, doğayı tanımaya çalışmalıdır. Artık, insan
kitaplardaki ezberletilen fikirler üzerine değil, doğadaki oluşumlar
üzerine düşünmelidir”.
Bu görüşü ile ilgili bir hikâyeyi de anlatır; “Bir gün bir
arkadaşı ziyarete gelir, görür ki Decart bir danayı masaya yatırıp
kesmiş. Sorar;
-
Ne yapıyorsun?
Doğa kitabını okumaya çalışıyorum!..
Descart; “Benden evvel kimse yaşamış mıdır, Düşünmek bile
istemem.” deyişiyle tarihi de şüpheyle karşılar. Çünkü der; “Bana
tarih diye, birçokdin hikâyeleri okutulmakta ve sonucu daima kendi
inançlarına getirmektedirler. Oysaki tarihi yapan insanlar olduğuna
göre, aklın hudutları içinde tarih yazılmalı ve okutulmalıdır.”
Descartes bilime ve matematiğe de önemli katkılarda
bulunmuştur. Optikte, “Geliş açısı, gidiş açısına eşittir” diye ifade
edilen yansımanın temel kanununu, cebirin geometriye uygulanmasını
ve analitik geometriyi o bulmuştur.
“Metot Üzerine Konuşma” adlı eserinde, “İnsan varlığının
temelinin metotlu düşünmek olduğunu” ileri sürer. Ona göre, ilim
kafasına ulaşmanın 4 kuralı vardır;
244
1-
Apaçıklık Kuralı:
Doğruluğu akıl tarafından hiç bir kuşkuya yer vermeyecek
kadar tasdik edilir olmadıkça, hiç bir fikri doğru diye almamak,
2-
Analiz Kuralı:
Eğer bir fikir tasdik edilecek kadar apaçık değilse, onu
böleceğiz taki apaçık noktalarını buluncaya kadar ve o noktaları
bulduğumuz an yani aklımızdan kuşkuyu kaldırdığımız zaman, o
noktaları doğru olarak alacağız,
3-
Sentez Kuralı:
Analiz kuralı ile elde ettiğimiz apaçık
birleştirerek bir bütün apaçık fikir elde edeceğiz,
4-
noktaları
Kontrol Kuralı:
Doğrularımızı tekrar, tekrar kontrol edeceğiz. Kontrolü
yapmadığımız an, yaptıklarımızda doğru olmayan şeylerin
olduğuna emin olabiliriz.
Bu 4 kural, rasyonalist Descart’ın insanlığa en büyük
hediyesidir. Böylelikle de, toplumu, kilise odaklı Ortaçağ felsefesini
içinde bulunduğu dar boğazdan çıkarıp, Yeniçağ’a taşımıştır. Ancak,
Descart’ın metafizik tarafı da vardır! Şöyle ki; Descart “Metot
Üzerine Konuşma” adlı eserini, ilmi bir kitap olarak hazırlar.
Burada, “Dünyanın oluşumunun İncil’de ifade edilen
hikâyelerdeki gibi olmadığını” ifade etmeye kalkar. Ancak,
“Kilisenin tepkisini ve Galile’nin başına gelenleri” düşünür ve
eserini parçalara ayırıp, sonunu Tanrı’ya bağlar.
Descart’ın felsefesini çeşitli yönlerden işleyen bir grup
felsefeci vardır ki, biz bunlara Kartezyen deriz. Bunlara Kartezyen
denmesinin sebebi Descart’a, kısaca Cartes=Kart denmesinden gelir.
Bunlar içinde 3 tanesi çok ünlüdür. Fransa’da Malbranche,
Hollanda’da Yahudi Spinoza, Almanya’da Leibniz (Newton’la
beraber Küçük Hesabı keşfetmiş kişi).
245
Malbranche, Descart’ın görüşlerini Fransa’da yaymağa
çalışmış bir rahiptir. Malbranche‘ın rahip olması mı, yoksa
Fransızların eğilimi mi bilinmez, Fransa’da, Descart’ın Metafizik
yönü önplanda olmuştur. Gerçekten de; “Fransa kilisenin şımarık
çocuğu muydu?”
Oysaki diğer ülkelerde Descart’ın realist ve deneye dayalı
tarafı ele alınmış, metafizik düşünceleri ise eleştirilmiştir! Bunların
başında; “İngiliz John Locke, Yahudi Spinoza ve Alman Leibniz”
gelir!..
Bilmem yerimi, ama şu anda aklıma aşağıdaki dörtlük geldi;
Niçin, sol elimle sağ elim pençeleşir,
Yollarda, neden ayaklarım çelmeleşir?
Bölmüş beni böyle hangi şeytan ikiye,
Kalbimle, kafam neden uyuşmaz, çelişir?
Tahsin Yaşamak
246
Baruch Spinoza
(1632 - 1677)
Baruch Spinoza24 Kasım1632 (Amsterdam) – 21 Şubat1677
{Lahey), Benedictus de Spinoza veya Bento d'Espiñoza olarak da
bilinmektedir.
Spinoza, Hollanda'da ticaretle uğraşan bir ailenin çocuğu
olarak doğdu. Ailesi Yahudi’ydi ve Portekiz'den engizisyonun
baskıları dolayısıyla kaçıp önce Nantes'a, sonra da Amsterdam'a (1622
yılı olarak tahmin ediliyor) gelmişlerdi.
O yıllar, Avrupa’da bilimsel buluşların, dinsel bölünme ve
çatışmaların, siyasal değişikliklerin ve felsefî gelişmelerin yoğun
olduğu yıllardı.
Spinoza'nın babası Amsterdam'daki Sinagog'un ve Yahudi
okulunun müdürüydü.
247
Oğlunun Yahudi hahamı olarak yetişmesini istemiş ve onu
erken yaşta Yahudi okullarına ve Sinagoglara göndermiş ve Spinoza
buralarda İbraniceyi, Yahudi ve Arap teologların çalışmalarını
öğrenme imkânı bulmuştur.
Spinoza, lâik ve sorgulayıcı düşünmeyi, öğretmeni liberal
haham
olarak
bilinen
Manasseh
ben
Israel’den
(AmsterdamYeshiva'sına 1638'de atandı) aldığı söylenebilir.
1656'da, 24 yaşındaki genç Spinoza;
“Tanrı’nın evren ve doğanın işleyişi olduğu, bir kişiliği
olmadığı ve İncil’in Tanrı’nın doğasını öğretmek için mecazî ve
simgesel bir kitap olduğu”
İddialarını savunduğu için, Amsterdam Sinagog'u tarafından
Yahudi cemaatinden kovulur! (Cherem veya herem; Yahudilikte,
Katoliklikteki aforoz benzeri bir ceza).
Sinagog bununla da yetinmez, Spinoza’yı "Her türlü din ve
ahlâk için bir tehdit" diyerek, idari yönetime şikâyet eder.
1664 yılında Lahey'de “Descartes Felsefesi'nin İlkeleri”
isimli kitabını yayınlar. Bu kitabın ekinde “Metafizik Düşünceler”
adlı çalışması yer almaktadır.
1670 yılında isimsiz olarak yayınlanan “Teolojik Politik
İncelemeler” kitabı, Amsterdam Kilise Konseyi (Kalvinist) tarafından
"Dininden dönen bir Yahudi ve Şeytan tarafından yazılan
Cehennemlik yayın” olarak nitelenir.
1673'te kendisine teklif edilen Heidelberg Üniversitesi'ndeki
felsefe kürsüsünü de reddeder, çünkü teklifte “Din adamlarını
rahatsız etmeme koşulu” vardır.
“Etika” isimli eserini 1675'te tamamlar, ancak Spinoza izin
vermediğinden yaşadığı sırada basılmaz.
Spinoza, düşünme özgürlüğü yüzünden trajik bir hayat
sürmüş ve geçinebilmek için cam parlatıcılığı yapmak zorunda kalmış
ve cam tozunun ciğerlerinde oluşturduğu tahribat sebebiyle, 21 Şubat
1677'de ölmüştür.
248
Beden ve ruhun birbirlerine olan üstünlükleri yerine,
paralelliklerini savunan Spinoza "Tanrı ya da Doğa" (Deus sive
Natura) deyişiyle ünlüdür.
Talihsiz Spinoza, bir yandan “Din ve Tanrı düşmanı” olarak,
öte yandan “Tanrı sarhoşu” olarak değerlendirilir.
Spinoza, özgür insanı;
“Daha yüksek bir algı düzeyine çıkmış, duygularını denetim
altına alabilen, kendisinin ve dünyanın kavrayışına sahip olan insan
olarak”
Tanımlar.
Kısaca,
“Lâik ve sorgulayıcı düşüncenin egemenliğini savunan
Spinoza, tutucu kurum ve insanlara karşı duruşuyla insanlık için bir
abidedir.”
Gençler,
Yukarıda "Tanrı ya da Doğa" sözcüğü geçti ya!..
Osmanlı’dan bir öykü!..
1840’lı yıllar! “Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne” yeni açılmış!..
Padişah II. Mahmut’un genel sekreteri olan Kethüdazade Efendi’ye,
Mollalar şikâyete gelir;
-
-
Tıbbiye mektebinde Allah’ı inkâr ediyorlar, bu olan
şeyleri hep tabiat yapar, her şey tabiatın eseridir
diyorlarmış!..
Demek ki onlar, Allah’ın adını tabiat koymuşlar!..
Erdem, bu olsa gerek!..
249
Akılcılık
John Locke
(1632 – 1704)
John Locke,(29 Ağustos 1632 – 28 Ekim 1704) ünlü İngiliz filozofu.
Düşünce özgürlüğünü, eylemlerimizi akla göre düzenlemek
anlayışını en geniş ölçüde yayan ilk düşünür olduğu için, Avrupa'daki
aydınlanma ve Akıl Çağı'nın gerçek kurucusu olarak kabul edilir.
John Locke, Bristol yakınlarında, Wrington’da doğdu. Kumaş
ticareti ile uğraşan bir aileden gelmektedir. Babası ticaretle uğraşmak
yerine noterliği tercih etmiş, ibadette sadelik isteyen Püriten
mezhebinin koyu bir tarafçısıydı. Locke'un daha sonra öne sürdüğü
öğrenim kuramlarında babasının büyük etkisi sezilir.
Locke yüksek öğrenimini Oxford Üniversitesi'nde yaptı, en
çok tabiat bilimleriyle tıp okudu. Hayata atıldıktan sonra hem yazar,
hem de siyaset adamı olarak çalıştı.
250
Locke, bütün eserlerinde “Gelenek ve otoritenin her
çeşidinden kurtulmak gerektiğini, insan hayatına ancak aklın
kılavuzluk edebileceğini” ileri sürer. Bu düşünceleriyle Liberalizm'in,
doğal bir din anlayışının, Rasyonel Pedagoji'nin öncüsü olmuştur.
En önemli eserleri; “An Essay Concerning Human
Understanding' (İnsan Anlayış Gücü Üzerine Bir Deneme)”,“Some
Thoughts Concerning Education' (Eğitimle İlgili Bazı Düşünceler)”
“ Hükümet üzerine iki deneme” dir!..
Mutlakıyet yönetimlerini ilk sarsan kişi olarak tarihe
geçmiştir!.. İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinin temelini
oluşturan filozof olarak akıllarda yer etmiştir!.. Doğal hukuk
doktrinini savunanları başında gelir!.. Diğerleri; “Jean Jacques
Rousseau ve Thomes Hobbes” dur!..
John Locke, 1690 tarihinde yayınlanan “İnsan Zihni Üzerine
Bir Araştırma” adlı eserinde ilk defa “Ampirist” görüşü ortaya atar!..
Bir yönüyle, bu Descartes‘ın metafizik tarafına karşı bir tavırdır!..
John Locke’a göre; “İnsan yetenekleriyle doğar. Onları
kullanarak da kaderini yapar. O halde kişi üzerinde eğitim ve
öğrenimin çok önemi vardır. Örneğin, uşak çocuğunu lord çocuğu
yerine koyup yetiştirin o lord olur, lordun çocuğunu uşak çocuğu
yerine koyun o da uşak olur. O halde eğitimde liberal okullar çok
önemlidir” der! Bu, Dini=Kilise eğitimine karşı çıkmaktır!..
John Loks’un “Hükümet” adlı bir eseri de vardır. Burada;
“Kişileri iyi yetiştirin, onlar en iyi hükümeti bulur” der.
“ Locke;
1-
Doğrudan bilincinde olduğumuz şeylerin, nesnelerin
bizatihi kendileri değil de, zihinlerimizdeki ideler
olduğunu,
2-
İdelerimizin tecrübeden türetilmek durumunda olduğunu,
aksi takdirde anlamlı bir içerikten yoksun olacağını,
251
3-
Genel bir önermenin sezgisel bakımdan ya da kanıtlama
yoluyla kesin olmadıkça, gerçek anlamda bir bilgi
olamayacağını” söyleyerek, bilgimizin kapsamını
oldukça daraltır.
O, bir “Ampirist=deneyci” dir ve dolayısıyla bilgide
deneyime önem verip ”Ampirik olmayan ilkelerden türetilmiş
mantıksal bir sistemin, insanları gerçeğe götüremeyeceğini”
savunur!..
Locke, din bağlamında, akılla inanç arasındaki ilişkileri
irdelerken;
“Hem akıl ve hem de vahiy yoluyla keşfedilen hakikatler
bulunduğunu, ancak akılla çelişen hakikatler söz konusu
olduğunda, onların kaynağında vahiy bulunduğu söylense bile,
hiçbir şekilde kabul edilmemesi gerektiğini,akılla ne örtüşen, ne de
çakışan hakikatlere gelince, bunların gerçek dinin özünü meydana
getirdiğini” savunur!..
Ona göre;
“Akıl her konuda nihaî yargıç ve yol gösterici olmalıdır!..
Hıristiyanlığın özünde, pek az temel ve onsuz olunamaz inanç
parçası bulunmaktadır.
Bu sebeple, dinî hoşgörüyü engelleyecek hiçbir gerekçe
kabul edilemez!.. Keza, mezhepler arasındaki çatışmalar da kabul
edilemez!
Dinin görevi; insan ruhunu günahtan, kötülüklerden;
Hükümetin görevi ise, bireyin yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarını
korumaktır.”
252
Temel Hakların
Gelişmesi
Locke’un görüşleri “İnsan Haklarının” gelişmesinde etkin
olmuştur! Şöyle ki;
“Bireyin doğuştan gelen doğal hakları vardır! Ancak, doğa
halinin dezavantajları sebebiyle, insanlar hukukun ve devletin
yönetimi altına girmekte yarar görüp, bilerek ve isteyerek
devlet=otorite ile bir sözleşme yapmışlar ve bazı haklarının
korunması kaydıyla, bazı haklarını otoriteye bırakmışlardır!
Bu nedenle, otoritenin görevi, doğa halinin belirsizliklerini
ortadan kaldırmak ve bireyin haklarını koruyacak kurumları
yaratmaktır!..
İşte, John Locke; “Yönetim Üzerine İki Deneme” adlı
kitabında;
“İnsanoğlunun doğuştan bir takım hakları olduğunu,
toplumsal yaşama geçerken, bir sözleşme ile bu hakların sadece bir
bölümünü Otoriteye bıraktığını”
savunuyordu!..
O tarihlerde, Fransa’da Jean Jacques Rousseau da;
“Kişilerin doğuştan hakları bulunduğunu ve toplumla
yaptıkları sözleşme ile bunların tümünü birden topluma aktarmış
gibi görünse de, siyasi toplumun amacının üyelerinin refahı ve
korunması olması sebebiyle aslında haklarının hiç birini vermeyip,
elinde tuttuğunu”
savunmaktaydı!..
253
Gençler,
Peki, soruyorum; “Bireyin doğuştan bir takım hakları var
mıdır, yok mudur?”
İster olsun, ister olmasın!..
Burada önemli olan,
“Bireyin doğuştan bir takım hakları olduğunun kabul
edilmesinin, devlet otoritesinin yalnızca bunları korumakla görevli
bir iktidar olması lazım geldiği sonucuna”
bizi götürmesidir!..
Rönesans, Reform hareketleri sonucu, artık Semavî Dinlerin
getirdiği düzen Toplum gereksinimlerini karşılayamaz olmuştu!
Yığınlar mutlu değildi!..
O tarihlerde, keşifler sonucu zenginleşen bir Burjuva sınıfı da
ortaya çıkmıştı! Bunlar, mal, mülk sahibi olmuşlardı ama otorite
Aristokrat’lardaydı!..
İşte, canlarını ve malvarlıklarını korumak endişesiyle Burjuva
sınıfı, John Locke ve Jean Jacques Rousseau’nun yukarıda sözünü
ettiğimiz ve kısaca “Sosyal Mukavele” olarak adlandırdığımız bu
görüşe sarılmışlardır!..
Bunun sonucu;

4 Temmuz 1776 tarihinde kaleme alınan “Amerikan
Bağımsızlık Bildirisi” ile Amerika Birleşik Devletleri
kurulmuştur!..
254
Bu bildiride şöyle denilmektedir;
“Şu gerçekleri kendiliklerinden doğru sayıyoruz; bütün
insanlar eşit yaratılmıştır. Yaratan, her insana
kimsenin elinden alamayacağı bir takım haklar
bağışlamıştır. Yaşamak, Özgürlük, Mutluluğu Arama
bu haklardandır.
Yönetimler, bu hakların korunması için insanlarca
kurulmuştur. Eğer, bir iktidar bu hakları korumuyorsa
ona başkaldırmak yurttaşlara tanınmış bir doğal
haktır.”

Fransız Devrimi’nden sonra, 26 Ağustos 1789 tarihinde
Kurucu Meclis tarafından açıklanan “İnsan ve Yurttaş
Hakları Bildirisi” ile Fransa Cumhuriyeti kurulmuştur!..
Bu bildiride de şöyle denmektedir;
“Her siyasî birleşmenin amacı, Temel İnsan Hakları’nın
korunmasıdır. Sadece insanın Temel Hakları vardır.
Toplumun kendisine özel bir amacı olamaz. Devlet
yurttaşlarının mutluluğunu sağlayacak bir oluşumdur.
Yönetenler için tek amaç Birey ve onun Mutluluğudur.
Özgürlük… Mülkiyet…. KişiGüvenliği…. Ve Baskıya karşı
Direnme insanın Temel Haklarıdır……….. v.s…..”

Artık, egemenlik Burjuva sınıfının etkin olduğu
halktadır!..
255
Hatırlayalım;
“Peygamber, Evliya, Filozof, Düşünür, adını ne korsanız
koyun, bunlar o tarihte birlikte yaşadığı ve otorite tarafından ezilen,
mutsuz ve sıkıntıdaki insan için üzülen duygulu insanlardır!..
Bu insanlar, üzüle, düşüne sonunda çözüm olarak, kurtuluş
teorilerini ortaya koyarlar!.. Eğer bir teori, yığınların ve bunların
içinde gelişen kesimlerin menfaatine geliyorsa, otoritedeki
zayıflamaya bağlı olarak, toplumca benimsenir ve iktidara gelir!..
Ne zamana kadar? Yetemeyeceği zamana kadar!..”
İşte, insanoğlu var olduğundan bugüne, bu böyle olmuş ve
olmaktadır!..”
demiştim!..
Soruyorum;
Zenginleşen ve mal sahibi olmağa başlayan burjuva sınıfı,
canını ve malını güvenlik altına almak mecburiyeti içinde, bireyin
doğuştan temel hakları olduğunu söyleyen görüşlere sarılmamış
mıdır?
Başka deyişle, zenginleşen bir kesimin menfaatine geldiği
için mi, o tarihte Temel Hak ve Özgürlükler ön plana çıkarılmıştır?
256
Septisizm ve Ampirizm
David Hume
(1711 – 1776)
David Hume, (d. 26 Nisan1711 – ö. 25 Ağustos1776).
İskoçfilozof, ekonomist ve tarihçi.
İnsan zihninde olup bitenleri Newton'un deneysel yöntemini
uygulayarak, yeni bir bilim anlayışını ortaya koydu.
David Hume;
“İnsanın, deneylerle elde edeceği duyum ve izlenimleri
bilebileceğini, bilgide kendi zihnimizin ötesine geçemediğimizi ve
bundan dolayı herhangi bir şeyin insan zihninden bağımsız olarak
var olduğunu söyleyemeyeceğimizi” savunur!.
David Hume, “İnsan zihnini bilgi bakımından analiz ettiği
zaman, insan zihninin tüm içeriklerinin bize duyular ve deney
tarafından sağlanan malzemeye indirgenebileceğini” görmüştür!..
Bu malzeme ise algılardan başka hiçbir şey değildir!..
257
David Hume, “En ufak bir metafizik düşünceye yer
vermeyen,
duyumlarımızın
dahi
gerçeği
veremeyeceğini
düşünebilen” şüpheci bir düşünürdür!..
O’nun da amacı, ”Özgür ve ön yargılardan kurtulmuş
insana erişmektir!..”
23 yaşında yazdığı “İnsan Tabiatı Hakkında” adlı eserinde
insanlara sesleniyor; “Siz nesiniz? Nasıl düşünürsünüz?”
Bu soruları sormakla “Kendinizi tanıyınız” demektedir.
Aynen Sokrat gibi!..
O’na göre,
“Bütün bilgilerimiz, duyumlarımız yoluyla edindiğimiz
etkilerin meydana getirdiği fikirlerdir. Bu etkiler ise, mutlak ve
değişmez değildirler.
Öyleyse, mutlak ve değişmez esaslara dayandığını söyleyen
dogmatik ilim ve düşünüş yanlıştır. İlmi özgür insan aklı yapacak,
ama sonuca iman etmeyecek. Belki değişebilir diye yeniden
deneyecektir!”
“Ben bir deneyi bin kere yapsam ve aynı sonucu alsam, bin
birinci kere yaparsam ayni sonucu almayabileceğimi düşünür,
tekrar denerim” deyişi, onundur.
Sonuç olarak,
David Hume;
“İnsanoğlu’nun asırlardır oyalandığı Felsefe’sini, İlmi’ni,
İnancı’nı elinden alıyor, ama yerine bir şey koymuyordu. Tabir
yerindeyse, insanı ayazda bırakıyordu.”
258
KRİTİSİZM
Immanuel Kant
(1724 – 1804)
Immanuel Kant, 22 Nisan1724Königsberg – 12
Şubat1804Königsberg arasında yaşamış olan ünlü Alman filozofu.
Alman felsefesinin kurucu isimlerinden biri olmuş ve felsefe
tarihinin kendisinden sonraki dönemini belirleyici olarak etkilemiştir.
Kant, eleştirel felsefenin babası olarak kabul edilir.
Doğu Prusya'nın Königsberg (Kaliningrad) kasabasında
doğdu. Hep burada yaşadı. Üniversite eğitimi sırasında birkaç yıl
öğrencilere özel dersler verdi. Eğitimi sırasında Leibniz ve Woolf'dan
etkilendi. 1755 tarihinde doçent derecesi aldıktan sonra, üniversitede
çeşitli sosyal bilimler alanlarında dersler vermeye başladı.
259
Kant başlangıçta fizik ve astronomi alanında yazılar yazdı.
1755 yılında, "Evrensel Doğal Tarih ve Cennetlerin Teorisi"
adlı eserini yazdı.
Sanırım, İlkokul beşinci sınıf!.. Kant’ın adını Coğrafya
Dersi’nde duymuştum!.. Öğretmenimiz, dünyanın oluşumu ile ilgili
olarak bize “Kant/La Place” adında bir teoriden söz ederek; “Kant
Alman ve La Place Fransız’mış. Her ikisi de, aynı tarihlerde
birbirinden habersiz “Dünyanın güneşten koptuğunu ve ateş
halindeyken zamanla soğuyarak, bugünkü dünyanın meydana
geldiğini” ileri sürmüşler ve bu sebeple bu teoriye Kant/La Place
Teorisi denmektedir” demişti.
Lise’de ise, felsefe hocamız Kant’ın felsefesini anlatırken bir
ekleme yaptı. Aynen;
“Kant 55 yaşlarına kadar “Dünyanın nasıl meydana
geldiğini” mesele yapmış olup,
“Dünyanın Güneşten oluşması
teorisini” ortaya koyan ve bu görüş üzerine cilt, cilt kitaplar yazan bir
kişidir.
Gel gelelim, 55 yaşlarında tüm yazdıklarını yakar.
Gerekçesini, “Varsayımlarla Teori üretmek aklın dışına çıkmaktır.
Bu ise boşa uğraşmaktır, metafiziktir” diye açıklar!..
Peki, yıllarca uğraşarak yazdığı kitapları Kant’a kim ve ne
yaktırmıştır?
Bunun yanıtını gene Kant verir;
Uykumdan beni uyandıran İngiliz düşünürü David Hume’un;
“Ben bir deneyi bin defa yapsam ve bin defa ayni sonucu
alsam, bir kere daha yaparsam ayni sonucu almayabilirim diye
düşünür, gene denerim, deyişidir” der!..”
260
Sevgili Gençler,
David Hume’un Kant’ı uyandıran savı, başkalarınca da
okunmuş ve fakat onları etkilememiş de, neden Kant’ı etkilemiştir?
Çünkü Kant’ın kafası bu anlayışa hazırdı.
Hazır kafanın öneminden girişte de söz etmiştim! Ne
demiştim, hatırlayalım;
“Hazır kafa çok önemli!.. Öğrenimin, okumanın hedefi de
bu değil mi? İşte, ben de bunu sağlamak istiyorum!.. Bunun içindir,
aynı teraneleri tekrarlamalarım!..
Amacım filozofların, peygamberlerin yaşamını, felsefelerini
öğretmekten öte “Düşünebilmenin enginliğinin ve evrimin
sonsuzluğunun farkına varan, kendine bile objektif bakabilen,
şartlanmalardan arınmış, kendini ve her türlü inancı
sorgulayabilecek kadar özgür ve bağımsız düşünebilen kafalara
ulaşmak.”
Keşke, bu amaca çok şey okutmadan vardırmayı bilebilsem.
Bulunacak bir hap, belki bu işi çözebilir! O zaman da, insanlar tek
düzemi olur acaba? Güzellik çeşitlilikte mi? Varın siz de
düşünün!..”
Dönelim Kant’a!..
İşte, David Hume’un görüşleri ile dünyası nurlanan Kant,
kitaplarını yakar ve yeni felsefesini yani “Kritisizm” dediğimiz
felsefesini ortaya kor. Şöyle diyerek;
“Eski insanın dini doğmaları ve mevcut bir ilmi vardı. David
Hume’un şüpheciliği bunların tartışılmasını sağladı ve bunun
sonunda, tartışılmadan doğru kabul edilen değerler yıkıldı.
İyi de, insanoğlu boşlukta kalamazdı. O halde yerine bir şey
koymalıydı.
261
Başlangıç olarak Ampirist görüş doğruydu. Ancak, böyle
deneye dayanan ilim yalnızca olanı açıklar. Oysaki sebebe gitmek
gerekir. Bunu yapacak olan akıldır. Çünkü Akıl, ilmi yapacak
prensipleri içinde barındırır. Bu prensipler bizi sonuca götürür.”
İşte, Kant sonuçta Rasyonalist bir düşünce sergiliyor ve
böylece Ampirist görüş ile Rasyonalist görüş bir bütün oluyordu.
David Hume’u sonlandırırken;
“İnsanoğlu’nun asırlardır oyalandığı Felsefe’sini, İlmi’ni,
İnançı’nı elinden alıyor, ama yerine bir şey koymuyordu. Tabir
yerindeyse, insanı ayazda bırakıyordu” demiştik!..
İşte, David Hume’un uyandırdığı Kant,
doldurmaya çalışır!..
bu boşluğu
Modern felsefenin gelişim seyrine uygun olarak, “Bilgi
kuramını” ön plana çıkarır!..
Kant'ın gözünde bilim;
“Öncülleri kesin olan ve yöntemleri, ancak Hume'unki gibi,
felsefî bir kuşkuculuk benimsendiği zaman sorgulanabilen evrensel
bir disiplindir ve bilim yansızdır ve nesneldir!”
O, felsefedeki ilk ve temel misyonun,
“Bilimi temellendirmek, daha sonra da ahlâkın ve dinin
rasyonelliğini savunmak” olduğuna inanmıştır.
Bu amacı gerçekleştirmek için, hem Descartes'ın
rasyonalizminden ve hem de Hume'un ampirizminden önemli gördüğü
öğeleri alarak, “Transsendental Epistemolojik İdealizm” diye bilinen
kendi bilgi kuramını geliştirmiş, yükselen bilimin felsefî temellerini
gösterdikten sonra, “Özgürlük ve Ödev” düşüncesine dayanarak
Hıristiyan ahlâkını savunma çabası vermiştir!..
Ancak, Kant için bu da yeterli değildi.
262
Nitekim 1780 yılında yayınladığı “Salt Aklın Eleştirisi”adlı
eserinde Kant;
“Sürekli kendi davranışlarını da kritik ederek, eksikliklerini
gören ve düzeltmeye çalışan, özgür ve kendisi ile barışık, içten ve
ahlâklı insana”
ulaşmak istiyordu.
Kant, bir kitabının ön sözünde;
“Felsefe uzun zaman kendi sarayına kapanmış, Metafizik
adındaki bir kraliçenin hizmetkârlığını yapmaktaydı.
Biz, Tenkitçi Düşünüşle bu yapmacık sarayı ortadan
kaldırdık ve insanı uydurma bir kraliçenin hizmetinden kurtararak,
kendi kendisini yargılayabilecek bir sultan olmasını istedik ve
gençliğe bu yolda özgür iradeli yaşamanın yolunu göstermeye
çalıştık.”
demektedir.
O’na göre;
“Özgür ve bağımsız olan ve böyle yaşayabilen insan,
yaratıklıktan kurtulabilen insandı!.. Ancak, böyle insanlar yaratıcı
olabilirdi. Bütün değerlerin ölçüsü insandı, ama ahlâklı insan!..”
Kant mezar taşına şöyle yazılmasını ister;
“Üzerimde gök, içimde vicdan var”.
263
Vicdan Meselesi
Sevgili Gençler,
Şu
“Vicdan”sözcüğü
üzerinde
durmak
isterim!..
Buna,“İnsanın insan tarafı”diyebilir miyiz? İsteyen “Tanrı’nın
ışığı”, isteyen “Sevginin ruhu”diyebilir!..
Buna ulaşmak için ne cami, ne kilise, ne sinagog, ne
tapınaklar;
Sıcaklık ateştedir, üstündeki sacda değil.
Akıl baştadır, Taç’da değil.
Her ne ararsan kendinde ara,
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değil.
Kimi zaman, sıradan dediğimiz kişilerden öyle deyişler
duyarız ki, sanki bir felsefeyi özetler!..
Örnek, rahmetli annem; “Benim Mekke’m aklım, Kâbe’m
vicdanım” derdi!
“Akıl ve Vicdan”insan oluşumuzun en yüce değeridir!.. Nasıl
özgür akla, özgür vicdana varırız? Bunu hep sorun kendinize!..
Dönelim Kant’a!..Ne var ki, bir noktada Kant görüşlerinde bir
metafizik düşünüşe yer veriyordu. Buna biz “Evrensel Ahlâk
Metafiziği” anlayışı diyoruz.
Kant’ın felsefesi ve yaşamı, özellikle dakikliği ve görev
bilinci Almanları çok etkilemiştir.
264
Kant yürürken insanlar saatlerini kontrol eder
düzeltirlermiş, çünkü her gün aynı saatte ayni noktadan geçermiş.
ve
Hatta bazı tarihçiler bunu öyle abartırlar ki;
“Kant’ın kişiliği ve görev sorumluluğu öyle etkilemiş ki
Alman Ulusunu, Hitler Almanyası’nı yaratan Alman’ların meydana
gelmesinde ve böylece 2. Dünya savaşında onun etkileri vardır”
derler!..
Lisede, bana felsefeyi sevdiren Hocam Ziya Somar, Kant’a
hayrandı.
Bunu fırsat bilerek Hocam Ziya Somar’ı saygıyla anıyorum,
mekânı cennet olsun!..
265
Pozitivizm
Auguste Comte
(1798 – 1857)
Isidore Marie Auguste François Xavier Comte, kısaca Auguste
Comte (17 Şubat1798 - 5 Eylül1857), Fransızsosyolog, matematikçi
ve filozoftur. Sosyolojinin babası olarak tanımlanabilir.
Fransa'nın Montpellier kentinde doğdu. Katolik bir aileden
gelen Comte, ailenin üç çocuğundan biriydi. Babası vergi dairesinde
memur, annesi ise ev hanımıydı.
Auguste Comte, Sosyoloji ismini öne süren ilk sosyolog’tur.
"Sosyoloji neden diğer bilim dalları gibi bir dal olmasın"
tezini savunarak, sosyolojinin temelini o zamanlarda attı. Ayrıca,
felsefede pozitif düşünce üzerine de çalışıyordu. Daha sonraları fizik,
gökbilim ve kimya ile de uğraştı.
Fransız Devriminden hemen sonra doğduğu için, “Sosyoloji
alanındaki çalışmaları, Fransız Devrimine ve Aydınlanma
Düşüncesinebir tepki” niteliğindedir!..
266
Sosyolojiyi, “Sosyal Statik ve Sosyal Dinamik” olmak üzere
ikiye ayırır.


Sosyal Statik; “Her toplumdaki göreli istikrarlı ilişkiler ile
sosyal yapı üzerinde” odaklanır,
Sosyal Dinamik ise, “İnsanlığın bir aşamadan, diğerine
geçmesini, yani toplumdaki değişimi” ifade eder.
Comte, “Evrimci” dir. Tarihi, bir ilerleme süreci olarak görür,
yani iyimserdir.
Auguste Compte’un “Pozitiv Felsefenin Kuralları”,
Bühler’in “Madde ve Kuvvet” adlı eserlerine dayalı olarak
Pozitivizm’i şöyle özetleyebilirim.
“İnsanlık tarih boyunca 3 grupta toplayacağımız farklı
düşünüş düzeninden geçmiştir;
1Teolojik Düşünce Düzeni. Bu insanların her şeyi Tanrı
İnancına dayanarak açıkladıkları devirlerdir.
2Metafizik Düşünce Düzeni. Bu insanların her şeyi akıl dışına
çıkarak varsayımlarla açıkladıkları devirlerdir.
3Müspet Düşünüş Düzeni. Bu insanların her şeyi duyu
organları ile deneye dayanarak açıkladıkları devirlerdir.
İşte, bu yeni devir insanlığın en parlak zaferidir. Toplum
düzeni bu ilim kafası üzerine kurulmalıdır”!..
Pozitivizm, felsefeyi bütünüyle reddetmiştir. O’na göre,
deneye dayanmayan her sonuç yanlıştır.
Bu anlayışın yaygın olduğu 19. yüzyılda felsefe, metafizik ile
müspet ilim arasında bocalamıştır!..
267
İspirtualizm=Sezgicilik
Henry-Louis Bergson
(1859 – 1941)
Henry-Louis Bergson,18 Ekim1859’da doğar ve 4 Ocak1941’de ölür.
Fransız olup, Sezgicilikakımının kurucusudur, bu nedenle kimi zaman
bu felsefe Bergsonculuk’da olarak adlandırılır.
1889 yılında, bir Matematikçi olan Henry Bergson “Bilincin
Doğrudan Verileri” adlı eserinde pozitivizmi eleştirerek,“Yeni
İspirtualizm” felsefesini ortaya atar.
Sezgicilik, felsefî bir kavram olarak “Sezgiye, akıl, zihin ve
soyut düşünme karşısında hem öncelik, hem de üstünlük tanıyan”
felsefe akımıdır
Sezgiciliğe göre, “Bilginin, özellikle de felsefe bilgisinin
kaynağı ve temeli sezgi”dir.
Burada, önemli olan sezgi kavramının içeriğidir. Felsefî
anlamda sezgi, bir tür açılma, doğrudan doğruya keşfedilme ve
dolaysız, aracısız birden bire kavranılma anlamında kullanılmaktadır.
268
Buna göre;“Varlıkları bize oldukları gibi veren bilgi,
sezgidir.”
Bergson'da bu kavram daha da özel bir anlamda “Gerçeği
dolaysızca kavrama yetisi” olarak belirtilmiş, algıların ve zihnin bir
tür bileşiminden müteşekkil sayılmıştır.
Bergson'da, insan kendi bilincine varmış içgüdüler sezgi
olarak değerlendirilir ve bu kavram felsefenin merkezine oturtulur.
Ortaçağ felsefesinde İslam Skolâstiğinde ismi geçen biri olan
İmam Gazali'de görülen sezgicilik, sistemli halde Henry Bergson'un
felsefesinde işlenir.
“Gerçek, sezgi ile bir kerede ve tam olarak kavranır, akla
dayanan bilgi ise asla tam ve kesin olamaz” düşüncesi bu felsefelerin
ana tezidir.
Sezgicilik, aşırı sistematik ve soyut felsefelere karşı bir tepki
olarak çıkar ve hem rasyonalizme, hem de materyalizme karşıdır.
Ancak, Sezgiciliğin hemen ardından İspirtualist felsefeyi
eleştiren Yeni Pozitivizm ortaya çıkar.
269
Nietzsche
(1844 – 1900)
Friedrich Wilhelm Nietzsche (15 Ekim1844 - 25 Ağustos1900)
Almanfilozof.
15 Ekim1844’te doğmuştur. Babası Karl Ludwig Protestan
Kilisesinde papazdı. Doğumu Prusya Kralı 4. Friedrich Wilhelm’in
doğum gününe rastladığı için adı Friedrich Wilhelm olmuştur.
Soyadının kaynağı kesin olarak belirlenememiştir. Çocukluk yıllarının
en büyük üzüntüsü, babasının sağlık durumunun genelde kötü
oluşudur. Baba Karl Ludwig 1849’da hemen, hemen körleşmiş olarak
ölür.
270
1888-1889 kışı süresince görenlerin şaşırdıkları olaylar
meydana geldi; öyle ki Nietzsche’nin, sahibinin dövdüğü bir atı
korumak için önüne geçip, daha sonra ağlayarak, atın boynuna sarılıp
öptüğü görülmüştür.
Nietzsche, 1889’un ilk günlerinde zihinsel yetilerini tümüyle
kaybetti. Çıldırmasının nedeni, öğrencilik yıllarında yakalandığı
frenginin ilerleyerek üçüncü evreye girmesine bağlandı.
On bir yıl boyunca bitkisel denebilecek bir hayat sürdü. 25
Ağustos1900 tarihinde hayata gözlerini yumdu.
Nietzsche, aslında halen anlaşılamayan düşünceleriyle bir M.
Arabî’yi, bir H. Mansur'u anımsatmaktadır.
"Tanrı öldü" diyerek, insanların yaşamlarının gayesi ve
sonları hakkında bir sorgulama yapması gerektiğini ve onu körelten,
pasifleştiren, zavallı, acınası bir hayvan yapan bütün yapılardan yani
devletten arınması gerektiğini söylemektedir.
Kimileri “Nirvana” kimileri “Tanrı” der, ama Nietzsche
“Sonsuz Döngü” demiştir.
Nietzsche, “Hiçbir adalete sığmayan, sayısız çatışma ve
acılar iyi bir Tanrı’ya nasıl mal edilebilir” düşüncesinden yola
çıkarak, “Tanrı’nın ölümünün, insanın anlaşılmaz olan doğasını
yenmesi için ve üst insana ulaşılabilmesi için bir mecburiyet
olduğunu” savunmuştur.
Tanrı’nın, insanı yeryüzüne acı çekmesi için yolladığına
inanır. Nietzsche bunu Empedokles adlı eserinde de vurgulamıştır.
Nietzsche’ye göre;
-
Sanatçı Tanrı;
“Önce kendisini Yunanlıya bir model olarak sunar. Onun
kendisine bir şekil vermesini, mermerin ya da taşın içinde gizli kalan
heykeli çıkarıp, sonra da gerçekleştirilen bu sanat yapıtının tadına
varmasını” önerir.
271
-
Hıristiyan Tanrı;
“Emredicidir ve insanın dünya nimetlerinden faydalanması
yerine, çile çekmesini” ister.
Nietzsche, olaylar sonrası,
“İnsanların Tanrı’yı suçlamayarak,
bulmalarının” yanlış olduğunu söyler.
suçu
dünyaya
Nietzsche’ye göre;
“Geliştirmiş olduğumuz tüm değerler, dünyanın gerçek
doğasını görmemizi engellemek amacıyla geliştirilmiş araçlardan
başka hiçbir şey değildirler. Bununla beraber, bu araçlar bizim için
dayanılması zor bir dünyayı, dayanılabilir hale getirir.
Bu hizmet, yıllardır var olan dinlerin varoluşu ile de
desteklenmektedir. Dinler bize öbür dünya gibi güzel vaatler
sunarak, bize bu dünyada yapmamız gerekenleri buyururlar. Bu
buyruklar, insanların özgür ve başkaldıran doğasını yok etmeye,
onları birer sürü parçası haline getirmeye yöneliktir.”
Nietzsche;
“Tanrı anlayışına ve hayatı katlanılabilir kılan araçlara”
karşı çıkar!.. Öte yandan da, “Bunlar var olmadan yaşamanın ne
kadar zor olduğunu ve ne kadar yüksek düzeyde hayat ve birey
bilinci gerektirdiğini” söyler!..
O’na göre;
“Bilime ve dine hizmet edenler bir noktada birbirinden farklı
değillerdir. İkisi de bu araçların ve vaatlerin, tekrar, tekrar insan
hayatına girmesine ve insanların bunlara körü körüne
bağlanmasına neden olurlar. İnsanlar bu araçlardan kurtulup, zorla
bir gereklilik kazandırılmış dünyadan sıyrılmalıdırlar. Tanrı
ölmüştür, insan kendi hareketlerini yönlendirebilecek düzeydedir.”
Fakat Nietzsche bu durumdan nasıl çıkılacağını göstermez ve
bu çıkışı insanların başarabileceğini söyler.
272
Nietzsche’nin,ebedî dönüş (Bengi Dönüş) ve üst insan
görüşleri birbirinin tamamlayıcısı durumundadır. Nietzsche, ebedi
dönüş görüşü ile insanın dünyaya tekrar, tekrar geleceğini savunur.
Fakat Nietzsche'yi yorumlayanlar bu konuda ikiye ayrılırlar: Bir
kısmı, tekrar gelişin bir aynılık içinde olacağını, diğer kısmı ise; her
dünyaya gelişimizde eski halimizden biraz daha farklı geleceğimizi
savunur.
Nietzsche’ye göre;
“İnsanın tüm yaşamı, durmadan döndürülen bir kum
saatidir. Sonsuz dönüşteki tehlike, insanın üst insan olmak için
üstesinden geldiği bütün sorunların yeniden ortaya çıkmaları ve
yeniden üstesinden gelme zorunluluğudur. Üst insana ulaşmada
insanın önündeki en büyük engeli Tanrı’dır”
Nietzsche; “Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün giriş kısmında”
insanın düştüğü en büyük yanılgılarından birine değinmiştir. Bu
yanılgı da ”İnsanın, kendi dışındaki dünyadan anlam çıkarma ve
onu kendine benzetme alışkanlığıdır” der.
273
İdealizm
Hegel
(1770 – 1831)
George Wilhelm Friedrich Hegel (27 Ağustos 1770, Stuttgart - 14 Kasım1831),
Alman filozof.
Bir memurun oğluydu. Tübingen'de ilâhiyat okuduktan
sonra,Bern ve Frankfurt'ta felsefe öğretmenliğine başladı. 1805'te Jena
üniversitesine profesör oldu.
Başlangıçta Schelling'in “Öznel idealizm” felsefesine inanmış
görünüyordu. Sonradan, kendine ayrı bir sistem kurup, onun
savunmasını yapmaya başladı. Kurduğu bu felsefe sistemini
“Phanomenologie des Geistes” adındaki eserinde anlatmıştır.
Bir süre Nürnberg'te kaldıktan sonra Berlin ve Heidelberg
Üniversitesinde profesörlük yaptı. Bu devrede yazdığı eserler arasında
“Mantık Bilimi” ve “Felsefe Ansiklopedisi” dikkati çekti.
274
Hegel'in kurduğu sisteme “Diyalektik mantık” denilir. Buna
göre ;“Bir fikir (yani tez), karşısındaki başka bir fikirle (anti-tezle)
karışır, bundan yeni bir anlayış doğar ki, buna “Sentez” denilir.
Hegel, Kant'ın felsefesine inanmakla beraber onun fikirlerini
yetersiz buluyordu. Kant'ın aksine, “İnsanların her şeyi
öğrenebileceklerine” inanmıştı.
Hegel'e göre; “Dünya demek, mantık demekti. İnsanlar
mantığın sınırlarını çözdükleri anda, beşerin sınırlarını da çözmüş
olacaklardı!”
Hegel'e göre; “Gerçek ve canlı felsefe, çelişmelerin, daha
doğrusu karşıtların felsefesi” dir!.. Şöyle ki;
“Çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin
ortaya çıkması için de, çiçeğin ortadan kalkması gereklidir. Demek
ki üremenin gerçeği, hem çiçek, hem meyve olmaktır. Ölüm hem
ortadan kaldırmadır, hem yeniden doğuşu sağlayan koşuldur!”
Hegel’in, “Efendi ile köle arasındaki diyalektik” olarak
adlandırdığı bir yolu vardır.
Bu, her biri kendisini olduğu gibi
tanıtmak isteyen iki bilinç biçimi arasındaki kölelik ve egemenlik
ilişkileridir.
O‘na göre;
“İnsan, hayvanlardan kesinlikle farklı olarak, yaşamı aşma
yeteneğine sahiptir. Her insan bu yeteneğini doğumdan ölüme, hem
kendisi, hem öteki insan için yapacaktır. Köle kaybedecek, yaşam
önünde diz çökecek ve efendi için çalışarak ona hizmet edecektir.
Ancak, köle (Marx'ta proleter) esaretinden de, bu çalışma içinde ve
bunun sayesinde kurtulacaktır, çünkü dünyayı dönüştürerek, kendi
kendisine, bağımsızlığa ulaşmanın somut araçlarını verecektir.”
Hegel ömrünün son yıllarını Berlin'de geçirdi. 1831 yazı ve
sonbaharı boyunca süren kolera salgınının son kurbanlarında biri oldu.
275
Anarşizm
Gençler,
Anarşizm’i, bireyciliğin son noktası diyerek özetleyebilirim!..
Öyle bir dünya ki; otorite yok, kurallar yok! Özgür ve bağımsız
birey!.. Biz bu isteği Stoacılarda sezmiş miydik?
İnsanın, ”Sosyal bir yaratık olduğu veya sosyal olmak
zorunda kaldığı” gerçeği ve O’na egemen olan “Üreme ve Yaşama
İçgüdüleri” karşısında bu mümkün olabilir mi?
Bunu düşünün, kitabımın sonunda, böyle bir soruyla karşı,
karşıya kalacaksınız!..
Proudhon
(15 Ocak 1809 - 19 Ocak 1865)
Fransız ekonomist ve düşünür.
276
1809 yılında Fransa’da doğan Pierre Joseph Proudhon yoksul
bir köyle ailenin oğludur ve yaşamı boyunca geçim sıkıntısı çekmiş,
doymak bilmez bir öğrenme isteği içinde yaşamıştır.
Anarşizm kuramcılarının arasında ayrı bir yeri vardır. Bu
öğretinin pratik yanına önem veren en önemli anarşist kuramcı
Proudhon'dur.
O’na ilk kendini "Anarşist" olarak adlandıran ilk düşünür
diyebiliriz!...
Yaşamdan, yaşama deneylerinden, pratikten çok şey
öğrenmiş, “Anarşizm” kendini bir eylem öğretisi olarak kabul
ettirmek isteyince, Proudhon'un yolundan gitmiştir.
Başkaldırma, O’nu hiçbir zaman nihilizme itmemiştir.
Tersine, halkın eski törelerini, çağdaş toplumun bozmaya
çalıştığı değerlerini savunmak için başkaldırmıştır!.. Böylece,
öğretisinin hem devrimci, hem de gelenekçi olan iki özelliği
anlaşılmış olur.
Hegel gibi, Proudhon da iki akımın doğmasına yol açmıştır;


Sağcı Proudhon'culuk,
Solcu Proudhon'culuk!..
Kendisine inananlar arasında Tanrıtanımazlar olduğu gibi,
Hıristiyanlar da vardır; faşistler olduğu gibi, sendikacılar da vardır!..
Hepsi de, Proudhon'u kendilerine göre yorumlamaktadır. Ama onun
en belirgin özelliği Fransız halkının kahramanı olmasıdır!..
Proudhon, 1840'ta kendisine büyük bir okur kitlesi
kazandıran, "Mülkiyet Nedir?" adlı broşürünü yazmış ve bu
sorusunun yanıtını şöyle vermiştir: "Mülkiyet Hırsızlıktır!"
1844'te Paris'te Alman göçmenleriyle ilişki kuran Proudhon,
Karl Marx'la da tanışmıştır.
277
1846'da "Sefaletin Felsefesi"ni yayınlamıştır. Karl Marx, bu
kitaba karşı alaylı bir tonda "Felsefenin Sefaleti" adlı eleştirisini
yazacaktır.
1846'da, Proudhon yeniden Paris'e yerleşti.
1848 Devrimi'nde oradaydı! Ancak, devrimin
düşüncelerinin kendi düşünceleriyle uyuşmadığını kavradı!..
temel
4 Temmuz 1848'de milletvekili seçildi. Millet Meclisi'nde
verdiği bir söylevde, halktan "Burjuvazinin kurbanı" diye söz
edince şimşekleri üstüne çekti!..
Prens Başkan'a yönelttiği saldırıdan ötürü de, 1849'da üç yıl
hapis ve 3.000 Frank para cezasına çarptırıldı.
Cezaevinde yattığı sırada "Bir Devrimcinin İtirafları" adlı
kitabını yazdı.
1858'de "Devrimde ve Kilisede Adalet" adlı yapıtında
kiliseye suçladığı için, bir üç yıllık hapis cezasına daha çarptırıldı; bu
yapıtı "Dine ve ahlâka hakaret" sayılmıştı!..
Proudhon, hapis yatmamak için Belçika'ya sığındı. Genel
Aftan sonra Paris'e döndü ve 1864'te öldü.
278
Komünizm
Karl Marx
(1818 – 1883)
Karl Heinrich Marx (okunuşu: Karl Haynrih Marks) (5 Mayıs1818Trier - 14
Mart1883Londra), Alman filozof, devrimci, ekonomist ve siyasetçidir.
Prusya Krallığı'na bağlı Trier kentinde, yedi çocuklu Yahudi
bir ailenin üçüncü çocuğu olarak, Karl Heinrich Marx adıyla dünyaya
geldi.
Babası Heinrich (1777–1838) Aydınlanma düşünürleri
Voltaire ve Rousseau'ya hayrandı. Annesinin ismi Henrietta (1788–
1863), kardeşlerinin isimleri Sophie, Hermann, Henriette, Louis,
Emilie ve Caroline'dir.
279
Marx, on üç yaşına kadar evde eğitildi. Gymnasium'dan
mezun olduktan sonra, 17 yaşında hukuk okumak için Bonn
Üniversitesi'ne kaydoldu. Prusya makamları, bir Yahudi'ye hukuk
diploması vermeyeceği için, Prusya'nın resmi inancı olan Lüterciliği
seçti, Hıristiyan oldu!..
Marx'ın edebiyat ve felsefe okuma isteği, babasının,
“Gelecekte, kendisine ekonomik anlamda bakamayacağı”
gerekçesiyle reddedildi. Sonraki sene, babası O’nu daha saygın bir
üniversite olan, Berlin'deki “Friedrich-Wilhelm Üniversitesi” ne
yolladı.
Bu dönemde Marx, birçok şiir ve hayat hakkında deneme
yazmıştır. Bu yazılarda, Üniversitedeki Genç Hegelciler'in “Ateist”
düşüncesinin de etkisi görülür.
Genç Hegelciler,Ludwig Feuerbach ve Bruno Bauer etrafında
toplanmış hocaları Hegel'i eleştiren bir grup felsefeci ve gazeteciden
oluşuyordu. Hegel'in, metafizik çıkarımlarını eleştirmelerine karşın,
teolojik boyutundan koparttıkları diyalektik metodu dini ve politikayı
analiz etmekte kullanıyorlardı.
Bu grubun bazı üyeleri Post-Aristo felsefesi ve Post-Hegelci
felsefe arasında bir analoji çizer. Bunlardan biri Max Stirner,
Feuerbach ve Bauer'i Biricik ve Mülkiyeti (1845, "Der Einzige und
sein Eigenthum") isimli kitabıyla eleştirir, bu ateistlerin soyut
kavramları somutlaştırarak dindar bir görünüm kazandığını söyler. Bir
Feuerbach takipçisi olan Marx, bu kitaptan etkilenerek Feuerbach
materyalizmini terk edip, daha sonra epistemolojik kopuş denilecek
kırılmaya yaklaşmıştır.
1841'de "Demokritoscu ve Epikürcü Doğa Felsefesi
Arasındaki Farklar" isimli teziyle doktorasını verdi.Bundan sonra
Stirner ve Feuerbach'ı eleştirdiği ve tarihsel materyalizm kavramının
temellerini attığı Alman İdeolojisini (1846 Die Deutsche Ideologie)
yazar, ancak bu kitabı yayımlayamaz.
280
1843 Ekim ayının son günlerinde Marx Paris'e gider. 28
Ağustos 1844 tarihinde Paris'in ünlü bir kafesinde (Café de la
Régence)Friedrich Engels ile tanışır ve hayatının en önemli
dostluklarından biri böylece başlamış olur.
Engels'in Paris'e gelmesinin en önemli sebebi Marx'la
tanışmaktır, daha önce bir sefer 1842 yılında Marx'ın çıkardığı
“Rheinische Zeitung” gazetesinin ofisinde karşılaşmışlardır. Engels,
Marx'a en önemli eserlerinden birini gösterir; “1844 Yılında
İngiltere'de İşçi Sınıfının Koşulları!.."
Paris o dönemde İngiliz, Alman ve İtalyan devrimcilere ev
sahipliği yapıyordu, aynı şekilde Marx da Arnold Ruge ile çalışmak
için Paris'e gelmişti! İkili Şubat 1844'te, bir defalığına “Deutsch–
Französische Jahrbücher” gazetesini çıkarabildiler.
Bu gazetenin başarısızlığından sonra Marx, Paris'teki en
radikal Alman gazetesi Vorwärts'ta yazar! Bu gazete, o tarihte
Avrupa'daki en önemli radikal gazetelerdendir. Genelde yazıları Hegel
üzerinedir.
Bauer'e bir cevap niteliği taşıyan ve Genç Hegelciler’e olan
mesafesini belirlediği “Yahudi Sorunu Üzerine” isimli makalesi
yayınlanır! Bu makale, “Sivil haklar ve insan hakları ve politik
özgürleşme” kavramlarının eleştirisini içermekle birlikte, “Yahudilik
ve Hıristiyanlığa” da sosyal özgürleşme hususunda, önemli eleştiriler
getirir.
Orada, Fransız Devrimi ve Proudhon'u inceler! İşçi sınıfı
üzerinde düşünmeye başlar! İşte, Engels, Marx'ın “İşçi sınıfının
durumu ve iktisat konularına yoğunlaştırmasında” yönlendirici
olur!..
1844 yılında, “El Yazmaları” adıyla bunun ilk örneklerini
görürüz! Ancak, bu yazılar 1930'lara kadar yayımlanamaz!..
281
Bu, “El Yazmaları” temel olarak “Kapitalizmde, insan
emeğinin yabancılaşmasının olgusal analizini” içerir.
Ocak1845'te Vorwärts gazetesi, Prusya Kralı Frederick
William IV'e gerçekleştirilen suikast girişimine olan desteğini açıkça
belirtince, Marx ve arkadaşlarına Paris'i terk etmeleri emredilir.
Engels'le birlikte Brüksel'e geçerler.
Marx, bundan sonra kendini “Alman İdeolojisi” adlı
kitabında temellerini attığı tarih çalışmasına ve tarihsel materyalizm
görüşüne adar. Bu görüşün temel savını; "İnsanların varlığını
belirleyen onların bilinci değil, tersine onların bilincini belirleyen
onların toplumsal varlığıdır" olarak özetleyebiliriz.
Marx, artık tarihi "Üretim ilişkilerine bağlı olarak" ele
almaya başlar ve mevcut endüstriyel kapitalizmin kaçınılmaz çöküşü
üstünde çalışır!.. Bu dönem, daha sonra akademisyenlerin ayırdığı,
Feuerbach etkisi görülen genç Marx'tan kopuş dönemidir.
1847 yılında yazdığı “Felsefenin Sefaleti” adlı kitabı, PierreJoseph Proudhon ve Fransız sosyalist düşüncesine bir eleştiri ve cevap
niteliği taşır.
21 Şubat1848 tarihinde, Komünist Birlik ve Avrupa'daki bazı
komünist grupların manifestosu olarak Marx ve Engels'in en ünlü
çalışması “Komünist Manifestosu” yayımlanır.
1848 yılı, Avrupa'da köklü devrimlerin baş gösterdiği bir
yıldır. Marx yakalanır ve Belçika'dan sınır dışı edilir.
Radikal hareketlerin Fransa'da güçlenmesiyle Marx tekrar
Paris'e davet edilir, geri dönerek devrimci hareketlere tanıklık eder.
282
El yazması Komünist Manifesto
283
1849 yılında tekrar Almanya'ya (Köln'e) geri döner ve “Neue
Rheinische Zeitung” gazetesini çıkarmaya başlar. Bulunduğu sürede
iki defa mahkemeye verilir, ikisinden de beraat eder!..
Gazeteye baskının artması sonucu, Paris'e döner!.. Fakat
buradan da yollanır ve en sonunda Londra'ya iltica eder.
Mayıs 1849’da, ömrünün sonuna kadar kalacağı Londra'ya
yerleşir.
1851'de, “New York Herald Tribune” gazetesinde muhabir
olarak çalışır.
1855'te, oğlu Edgar veremden ölür.
Parasızlıktan ve kötü yaşam koşullarından dolayı, politik
ekonomi üstündeki çalışması çok ağır ilerler!..
1857'de,“Sermaye, Özel Mülkiyet, Ücretli Emek ve Devlet”
üstüne yazdığı, 800 sayfalık çalışması vardır.
1858'de, çalışmalarını topladığı “Grundrisse” adlı kitabı
ancak 1939 yılında yayımlanır.
Politik iktisat alanındaki ilk kapsamlı çalışması, 1859 yılında
yayımlanan “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” kitabıdır.
Adam Smith ve David Ricardo'nun teorilerini tartıştığı “ArtıDeğer Teorileri“, 1862-63 arasında yazdığı el yazmalarından
oluşmaktadır. Bu kitap, ölümünden sonra yayımlanmıştır.
Her iki çalışma da Kapital'in taslaklarını ve çeşitli bölümlerini
içerir.
284
1867'de dev çalışması, kapitalist üretim sürecini analiz ettiği
“Kapital” adlı kitabının ilk cildi yayımlanır. İkinci ve üçüncü cildi
üstünde çalışmalarını sürdürür ancak, bu ciltler ölümünden sonra
Engels tarafından yayımlanabilecektir.
“Kapital” adlı kitabın dev bir araştırma ve analiz olması ve o
yıllarda Marx'ın sürdüğü sefalet, bu eserin tamamının yayımlanmasını
geciktirmiştir. Bunların dışında, zamanının ve enerjisinin önemli bir
kısmını Birinci Enternasyonal'e ayırması da, yazma sürecinin ağır
işlemesine sebep olmuştur.
Kongrenin düzenlenmesinde aktif olarak görev alan Marx,
kongrede “Mikhail Bakunin” önderliğindeki anarşist sol akım ile
ciddi fikir ayrılıkları ve çatışmalar yaşamıştır.
1872'de gerçekleşenLahey Kongresi'nde Bakunin'in, Marx'ın
fikirlerini "Otoriter" olarak değerlendirmesiyle, iki grup arasında
büyük çekişmeler yaşanmış, sonunda Bakunin ve anti-otoriter çevreler
kongreden ihraç edilmiştir.
Paris Komünü sırasında yaşananlar, Lahey Kongresi'ndeki
fikir ayrılıklarının da önemli bir bölümünün kaynağıdır. Bu bölünme
Marx'ı da derinden etkilemiş ve “Fransa'da İç Savaş” makalesiyle
Paris Komünü'nü savunmuştur.
1875'te yayımlanan “Gotha Programı'nın Eleştirisi” devrim
stratejisi, proletarya diktatörlüğü, kapitalizmden komünizme geçiş ve
işçi sınıfı partisi konularını ele alır.
Bu kitapta, "Herkesten yeteneğine göre, herkese
gereksinmesine göre" prensibinin, komünist toplumun sloganı olması
gerektiğini beyan eder.
Karl Marx, bir Prusya baronunun eğitimli kızı Jenny von
Westphalen ile19 Haziran1843 tarihinde evlendi. Marx ve Westphalen
ailelerinin istememesi yüzünden bu beraberlik, önceleri saklı kaldı!..
285
Aile, 1850'li yıllarını yokluk içerisinde,Londra'nın Soho
semtinde bulunan üç odalı bir evde geçirdi.
Marx ve Jenny'nin bu yıllarda dört tane çocuğu oldu. Daha
sonra Jenny üç çocuk daha doğurmuştur, fakat yedi çocuktan sadece
üç tanesi hayatta kalarak, ergenliğe erişebildi.
Kızı Eleanor da, babası gibi komünist oldu ve onun
çalışmalarının düzenlemesini yaptı.
Manchester'da aile işini yürütmekte olan Engels, bu yıllarda
Marx'ın en büyük maddi destekçisi oldu. “New York Daily Tribune”
gazetesinde muhabir olarak çalışan Marx, buradan bir miktar para
alıyordu. Aile, 1856 yılında Jenny'e kalan miras sayesinde, gene
Londra civarında sağlıklı bir yere taşındı.
Marx, hemen, hemen bütün hayatını kıt kanaat geçirdi ve
yokluk peşini hiçbir zaman tam olarak bırakmadı.
Marx, yaşadığı dönemde dünya çapında ünlü bir isim
sayılmasa da, ölümünden kısa bir süre sonra, düşünceleri dünya işçi
hareketine yön vermiştir.
Marksist
Bolşeviklerin
Rusya'da
gerçekleştirmesi bunun en büyük örneğidir.
Ekim
Devrimi'ni
20. yüzyılda, dünyada Marksist düşünce, hemen, hemen bütün
ülkelerde taraftar bulmuştur. Marksizm, akademik ve politik
çevrelerde en çok tartışılmış konulardandır.
Marx, Komünizmin kuramsal kurucusudur. Bir çok politik ve
sosyal konuda fikri olmakla beraber, en çok Komünist
Manifestosu'nun (1848) giriş cümlesinde özetlediği tarih analiziyle
tanınır; "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları
tarihidir!.."
286
Marx, bütün sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmin de
kendini yok etmeye yol açacak içsel dinamikler barındırdığına
inanırdı. O’nun düşüncesine göre;
“Nasıl ki kapitalizm, eskimiş feodalizmin yerini aldıysa,
sınıfsız bir toplum olan komünizm de, "Devletin proletaryanın
devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı" esası içinde
siyasal geçiş sürecinden sonra, onun yerini alacaktır!..”
Marx, sosyo-ekonomik değişimlere, belirli bir tarihsel
zorunluluk perspektifinden bakardı!..
O’na göre;
“Kapitalizm, yapısal durumunun dinamiği ve çatışması
sonucu, yerini komünizme kesinolarak bırakacaktı!..
Çünkü,
modern sanayinin gelişmesi, burjuvazinin
ayaklarının altından bizzat ürünleri, ona dayanarak ürettiği ve mülk
edindiği temeli çeker alır.
Şu halde, burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendi
mezar kazıcılarıdır. Kendisinin devrilmesi ve proletaryanın zaferi
aynı ölçüde kaçınılmazdır!..”
Marx, bu değişimin organize bir devrimci hareketle geleceğini
düşünürve
“Bu değişim, ancak uluslararası işçi sınıfının birleşik
hareketiyle meydana gelecektir, komünizm, ne yaratılması gereken
bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir
ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete
komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda var olan
öncüllerden doğarlar.” der!..
287
(Karl Marx 1839. Karakalem)
Aralık1881'de, karısı Jenny'nin ölümünden hemen sonra,
Marx'ın da sağlığı bozuldu!.. Son on beş ayını “Katar” hastalığıyla
geçirdi. Bu hastalık,bronşit ve plöreziye yol açmış, Karl Marx 14
Mart1883 tarihinde hayatını kaybetmiştir. Öldüğünde uyruksuzdu!..
Londra'daki mezar taşının üst bölümünde; "Komünist
Manifestosu’nun” son cümlesi büyük harflerle yazılıdır; “BÜTÜN
ÜLKELERİN İŞÇİLERİ, BİRLEŞİN!..”
Alt bölümünde ise; “Feuerbach Üzerine Tezler” kitabının 11.
Bölümünün sonu yer alır; “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli
şekillerde yorumlamışlardır, oysa sorun onu değiştirmektir!..”
Engels ve Liebknecht dışında Charles Longuet ve Paul
Lafargue de cenazeye katılmıştı. Liebknecht Almanca, Longuet
Fransızca birer konuşma yaptı, Fransa ve İspanya'daki işçi
partilerinden gelen iki telgraf okundu. Engels'in konuşmasıyla;
288
“14 Mart günü, öğleden sonra üçe çeyrek kala, yaşayan
düşünürlerin en büyüğü artık düşünmez oldu. Sadece iki dakika
yalnız bıraktıktan sonra, odaya girince, onu koltuğunda rahat, rahat
ama sonsuzluğa dek, uyumuş bulduk,”
Toplam onbir kişinin katıldığı cenaze töreni tamamlandı.
Marx’ınfelsefesinde, “Düşünce ve Eylem” birleştirilmiştir!..
O’na göre; Toplumsal ilişkiler, üretici güçlere sıkı sıkıya
bağlıdırlar. Yeni üretici güçler sağlamak için, insanlar kendi üretim
biçimlerini değiştirirler; kendi üretim biçimlerini değiştirmek,
yaşamlarını kazanma yollarını değiştirmek için de bütün toplumsal
ilişkilerini değiştirirler. Yel değirmeni size feodal beyli toplumu
verir; buharlı değirmen ise sınaî kapitalistli toplumu.
Marx, “Toplumdaki sınıfların üretim biçimlerine bağlı
olarak, oluştuğunu, bir sınıfı oluşturan insanlar kendi istekleri
yahut bilinçleriyle bir araya gelmiş değildirler, her sınıfın da kendi
çıkarına farklı bir isteği vardır, bu da toplumda çatışmaya yol açar.
İnsanlık tarihinin en kalıtımsal özelliği sosyal sınıfların
çatışmasıdır” der!..
Marx,Tarihsel materyalizm kuramıyla; “Üretim ilişkilerinin
ve ekonominin mevcut sistemin dinamiği olduğu ve maddî koşullara
göre toplumun yapısının belirlendiğini, insanların öncelikle,
"yaşamlarını sürdürmek gayesiyle içmek, yemek, barınmak ve
giyinmek" gibi gereksinmeleri karşılamak için ilişkiye girdiklerini”
öne sürer!..
Marx’a göre; “Yanlış bilinç de, toplumda önemli bir yere
sahiptir. Üretim araçlarına sahip sınıf, aynı zamanda kendi dünya
görüşünü de alt sınıflara pompalar. Böylece, proletarya kendi
çıkarının nerede olduğunu göremez, düzeni değiştirme şansının
olmadığını düşünür. Olayları, devrimci bir düşünceden uzak olan,
din veya insan çerçevesinden görür.”
289
Marx, “Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı” adlı
kitabında şöyle der;
“Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışa vurumu
ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor.
Din, ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın
sıcaklığını, manevî olanın dışlandığı toplumsal koşulların
maneviyatını oluşturuyor.
Din, halkın afyonunu oluşturuyor!..”
Marx ve Engels, Batı toplumlarının gelişmesini ve geleceğini,
birbirini takip eden ilk dört döneme ayırır ve beşinci olarak gelecekte
yaşanacağını varsaydıkları komünizm dönemini öngörür.
Şöyle ki;





İlkel komünizm: Avcı ve toplayıcı dönemde, paylaşılan
mülkiyete ve ilkel demokrasiye dayanan kooperatif aşiretler,
kabileler.
Kölelik: Toplumun kabileden şehir devlete geçtiği, köleliğin,
özel mülkiyetin ve aristokrasinin doğduğu, tarımın yaygın
olduğu dönem.
Feodalizm: Kralın da dâhil olduğu aristokrasinin yönetici
sınıf haline geldiği, dinin önemli bir yer tuttuğu üçüncü
dönem.
Kapitalizm: Burjuva sınıfının yönetici, proletaryanın da
ezilen sınıf olduğu, parlamenter demokrasinin yaygın olarak
politik sistem olduğu, piyasa ekonomisinin işlediği ve üretim
araçlarına ağırlıkla özel mülkiyetin sahip olduğu dönem.
Komünizm: İşçilerin devrim yaparak kapitalistleri kovduğu
ve devletsiz, sınıfsız, mülkiyetsiz bir toplumun yarattıkları
beşinci dönem.
290
Marx'a göre;
“İnsanın kendi emeğine yabancılaşması (meta fetişizmine
dönüşen süreç), kapitalizmin en belirgin niteliğinden biridir.
Kapitalizmden önce, Avrupa'da
üreticiler ve tüccarlar mal alıp satardı.
var
olan
piyasalarda
Kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle birlikte emeğin kendisi
bir mal (meta) halini almıştır.İnsan, artık yaptığı ürünü değil, kendi
emek gücünü belirli bir ücret karşılığında anlaşarak satmaktadır.
Emek gücü, insanın zanaatçılığından farklılaşarak sistemin
devamlılığını sağlayan, tamamıyla alınıp satılabilen bir araç haline
gelmiştir.
Emek gücünü satmak zorunda olanlara proletarya, bu emek
gücünü satın alan, genellikle mülk ve üretim teknolojisine sahip gruba
da burjuva denir. Proleterler, kapitalistlerden sayıca ve kaçınılmaz
olarak fazladır.
Endüstriyel kapitalistler, tüccar kapitalistlerden ayrılır.
Tüccar bir piyasadan bir malı alır ve diğer bir piyasada,
piyasadaki arz ve talep kanunlarına bağlı olarak, daha yüksek bir
fiyattan satar ve böylece bir arbitraj oluşturur.
Öte yandan Endüstriyel kapitalistler, üretilen maldan
bağımsız olarak,emek piyasası ile piyasa arasındaki farklılıktan
yararlanır. Her başarılı endüstrinin birim maliyetinde, girdisi ile
birim fiyatı çıkışı arasında bir fark bulunur.
İşte, bu farkartı değerdir ve bu artı değer kaynağını işçinin
ürettiği artı emekten alır, bu el konulan artı değer ise kapitalist
kazancın esas bölümünü oluşturur!..”
291
Marx ve Engels, “Komünist Manifesto”da;
“Burjuva sınıfı, tarihte daha önceden görülmemiş devrimci
bir rol oynamıştır!.. Amabukapitalizmin yaşayacağı krizleri bütünüyle
engelleyemeyecektir!.. Çünkü teknolojinin sürekli gelişmesi,
ekonominin büyümeye endeksli olması ve kârın arttırılması gerekliliği,
kapitalizmi periyodik krizlere mahkûm edecektir!...
Bu büyüme, kriz ve tekrar büyüme süreci sonunda her
defasında bir öncekinden daha ciddi bir kriz yaşanacaktır,
çünküartıdeğeri oluşturan artı emektir!..
Sonunda proletarya üretim araçlarına el koyacak ve herkese
eşit biçimde dağıtacaktır!.. Uzlaşmak ihtimali mümkün değildir, çünkü
kapitalist sistemde bu uzlaşmanın sınıf farklılığını ortadan kaldırma
şansı yoktur!..
Aksine, kapitalistler önceki avantajlı durumunu devam
ettirmek için şiddete başvuracaktır!..
İşte, bu geçiş sürecinde iyi organize olmuş devrimci bir gücün
ortaya çıkıp, idareyi ele alması gerekir”
der!..
Marx, Gotha Programı'nın Eleştirisi'nde şöyle yazar;
“Kapitalist
toplum ile komünist toplum arasında,
birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da
bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet,
proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey
olamaz!..”
292
FriedrichEngels
(1820-1895)
19. yüzyıl Alman Politik Filozofu
Friedrich Engels, doğumu 28 Kasım 1820 Barmen (şimdiki
Wuppertal) , ölümü 5 Ağustos 1895 Londra. Yüzyılın Alman uyruklu
politika filozofudur.
Karl Marx’la beraber, Komünist Manifesto’yu (1848) yazarak
komünist kuramın geliştirilmesinde önemli bir rol aldı. Karl Marx
hayatını kaybettikten sonra Karl Marx'ın en önemli eseri Das
Kapital'in son iki cildini tamamladı.
Engels, şimdiki Wuppertal'da doğdu. Bir Alman tekstilcinin
en büyük oğluydu. 17 yaşında iken, babası onu Manchester’daki
pamuk fabrikasının yönetimine yardımcı olması için İngiltere’ye
gönderdi.
293
1833 yılında, tanık olduğu yaygın yoksullukla sarsıldı.
Fabrikada 3,5 yıl çalışıp ayrıldı ve maden ocaklarında işçi olarak
çalışmaya başladı. Aynı zamanda, bazı gazetelere haftalık makale
gönderiyordu.
Gençlik yılları sefalet içinde geçip, gidiyordu. Günde 18 saat
mesai yapıyor, geri kalan zamanında da komünist kuram üzerine
makaleler yazıyordu.
Babası'nın ölümünden 2,5 ay sonra annesini de kaybetti.
Kendisi gibi maden ocaklarında çalışan kardeşleri 1842'de tünel
çökmesi sonucu hayatlarını kaybettiler. Engels artık yalnızdı. Ailesi
yoktu. Zaten anne ve babasıyla iyi geçinemediği için evden ayrılmıştı.
1845 yılında İngiltere'de “Emekçi Sınıfların Durumu”
konulu bir makale yayınladı.
Aynı yıl, editörlüğünüParis’teki Karl Marx’ın yaptığı
“Franco-German Annals” adlı dergiye yardım etmeye başladı.
Marx, Engels ile kişisel olarak tanışmasının ardından, onunla
kapitalizm üzerine aynı bakış açısına sahip olduklarını fark etti. Marx,
Engels'e ve fikirlerine büyük hayranlık duyarak Engels ile birlikte
çalışmaya karar verdi.
Marx'ın 1845 Ocağında Fransa’dan sürülmesinden sonra,
diğer Avrupa ülkelerine nazaran daha fazla ifade özgürlüğü vaat eden
Belçika’ya gitmeye karar verdiler.
1845 Temmuz'unda Engels, Marx’ı İngiltere’ye götürdü.
Burada Engels, İrlandalı emekçi bir kadın olan Mary Burns’le tanıştı.
Mary Burns Engels'e âşıktı. Engels 1848 devrimine hazırlanırken
Mary Burns'a bir mektup yazdı.
294
“ Sevgili Mary,
Biliyorum ki bana karşı derin hisler besliyorsun. Bu hiç
gözümden kaçmadı. Ama şunu bilmeni isterim. Hayat şartları
çok zor. Ve bunu en iyi işçi sınıfı anlar. Beni yanlış
anlamayacağını biliyorum. Ama şu güne kadar hiçbir kadınla
evlenmedim. Evlenmeyi de, asla ama asla düşünmüyorum.
Babanın seni evlendirmek istediği Sir Dawson ile evlen. Mutlu
olmasan bile olmaya çalış. Ben işçilerle beraber kurtuluşa
giden kutlu yolda, devrim kervanını hazırlıyorum. Mutluluklar.
”
Seni kendinden çok seven Friedrich Engels”
Mary Burns mektubu okuduğu gece kendini zehirleyerek
intihar etti. Engels, bu olaydan çok etkilendi.
Engels, yaşadığı bir başka olayı da esas alarak, kendine göre,
“Burjuvazi de Kadının yeri” konusunu şöyle yorumlar;
“Kaldığım otel'in resepsiyonunda bir kadın ve yanında da kısaşişman bir adam gördüm. Uzaktan izlemeye başladım. Adam
kadını bir köşeye çekti ve yüzüne iki yumruk attı. Ve yüksek sesle
bağırdı; "Bana bak lanet fahişe! Şimdi odaya çık ve o adamı
memnun et."
Ben bunu duyunca kadının odaya çıkmasını engelledim.
Polis çağırarak adamı tutuklattım. Kadına bir bilet parası verdim.
O’na, Manchester'daki fabrikama gidip çalışmasını ve fabrikaya
gittiğinde benim adımı vermesini söyledim, bir de kartımı verdim.
İnanmadıkları takdirde kartımı göstermesini ve kendisini işe
mutlaka alacaklarını söyledim. Ama kadın hızlı adımlarla yukarıya
odaya çıktı. Ben biraz bekledim. Kadın odadan inince ona şunları
söyledim;“Para her kapıyı açar, ama kilitleyemez!..”
”
295
O’na göre, onun gibi olanlar;“Ben vaktimi, kadınlarla geçirip
cinsel arzularımı tatmin edeceğime, ezilen işçi sınıfını bulunduğu
bataklıktan çıkarmayı yeğlerim. Üstelik kadın cinsel eğlence aracı
değildir. Asla,böyle aşağılık bir yerde olmamalıdır. Kadını, bir köpek
gibi eğlenme amaçlı görenler ise, Burjuvalardan başkası değildir.”
Friedrich Engels bu ve bu durumda olan kadınları,
Burjuvazi'nin ve Kapitalizm’in ağına yakalanmış “Zavallı akılsızlar”
olarak tanımlıyordu!..
Bunun yanında, tek eşli evliliğin, erkeklerin kadınlar üzerinde
baskı kurmak için ortaya attığı tek taraflı bir yalan olduğunu
söyleyerek “Feminist kuramın” kurucularından oldu!..
Bu bağlamda, komünist kuramı aileyle ilişkilendirerek,
erkeklerin kadınlar üzerindeki hâkimiyetinin, tıpkı kapitalist
toplumlarda burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki hâkimiyetine
benzediğini iddia etti!..
Engels,bu arada içlerinde George Harney’in de olduğu Çartist
hareketin liderleriyle tanıştı.
1846 Ocağında, Engels Marx'ı da yanına alarak Brüksel’e
döndü. Burada “Komünist Yazışma Komitesini” kurdu. Amacı,
Avrupa’nın çeşitli bölgelerindeki sosyalist liderleri birleştirmekti.
İngiltere’deki sosyalistler, Engels'in fikirlerinden etkilenerek
Londra’da bir toplantı düzenlediler ve “Komünist Birlik” adı verilen
yeni bir organizasyon oluşturdular. Engels, buraya bir delege olarak
katıldı ve eylem stratejisinin geliştirilmesine öncülük etti.
1847 yılında Engels ve Marx birlikte bir broşür yazmaya
başladılar. Engels'in amacı, “Komünizmi, kitleler için anlaşılabilir
kılmaktı!.”
296
Temelini Engels’in “Komünizmin İlkeleri” adlı kitabının
oluşturduğu, bu 12.000 kelimelik broşür altı haftada bitirildi.
“Komünist Manifesto” adı verilen bu broşür,1848 Şubatında
yayımlandı. Ama yayımlandıktan henüz 1 ay sonra, Engels ve Marx
Belçika’dan kovuldular.
Köln’e taşındılar ve Marx, radikal bir gazete olan “Yeni Ren”
gazetesini, Engels'in desteğini alarak, çıkarmaya başladı.
Engels, 1848 devriminin önderiydi. Ve bu ayaklanma ilk ciddi
Sosyalist ayaklanma idi. Bu ayaklanma, sonra ki komünist
ayaklanmaların en büyük ilham kaynağı olmuştur!..
Engels, Elberfeld’deki ayaklanmada aktif olarak bulundu,
Prusyalılara karşı düzenlenen Baden Seferi’nde Baden-Palatinate
ayaklanmasındaki serbest güçlerin komutanı olan August Willich’in
yaveri olarak savaştı. Aslında, bu yaverlik bir aldatmacaydı, çünkü
August Willich tüm emirleri Engels'den alıyordu.
Engels, bir yandan Marx ailesini geçindiriyor, hem fikri
mücadele veriyor, hem de serbest güçlerin fikri ve askeri sahada
stratejik önderliğini yapıyordu.
1849 yılında İngiliz hükümetine diğer ülkelerden baskı
başladı! Başta Engels olmak üzere, birçok sosyalist liderin sürülmeleri
isteniyordu! Başbakan Lord John Russell bunu reddetti.
1870’te Londra’ya taşınmadan evvel, Engels, Marx’a yeterli
geliri sağlayabilmek için Manchester’daki fabrikasında çalışmaya
gitti.
Marx'ın, 1883'te ki ölümünden sonra Komünist kitle Engels’i,
O ölene dek fikri ve askeri alanda önder kabul ettiler.
297
Engels, 1895 yılında Londra’da, bir otel odasında tek
başınayken çalışma masasında makalesini yarım bırakmış bir halde
ölü bulundu. Ölüm sebebi boğaz kanseriydi.
Engels, “Para'nın olmadığı bir dünya” istiyordu. Engels'in
tüm fikirleri Marx'ı çok büyük bir etki altında bıraktığı gibi, bu fikride
Marx'ta derin bir etki bırakmıştır!..
298
Sosyal Haklara Geçiş
Sevgili Gençler,
Artık, insanlık 19. yüzyıla gelmiştir!..
Burjuvazinin geliştirdiği sanayileşme sonucu insanlar yeni bir
kültürün ilkelerini yaşamağa başlamıştır!..


Temel ilkeleri “Durgunluk ve Tutuculuk” olan Tarım
Kültürü’nün yerini,
Temel ilkeleri “Sürekli yenilenme ve Sürekli Hareket” olan
Sanayi Kültürü almıştır! Sürekli büyüyen fabrikalarda,
biriken ve çoğalan bir sınıf oluşmuştur, İşçiler!..
Bir süre sonra, bunlar mevcut düzenden mutsuz olarak çalışma
şartlarının iyileştirilmesi için isteklerde bulunurlar! Bireye karşı,
toplumu savunan” görüşler ortaya çıkar! Marx gibi, Bonalt gibi,
Durkheim v.b. gibi düşünürler!..



Bonalt; “İnsan ancak toplum içinde var olabilir. İnsanı
insan yapan toplumdur” derken,
Durkheim; “Toplumun kendisini meydana getiren
insanlardan ayrı bir gerçek olduğunu” savunuyordu.
Marx; “Liberalizm de var olan özgürlükler bütün
insanlar için değil, bundan yararlanabilmek gücünü
bulanlar içindir. Bireyin gerçek özgürlüğü, insanın
insan tarafından sömürülmesinin engellenmesiyle
sağlanabilir ve ancak böylelikle sınıfsız bir topluma
varılabilir. O halde, herkesin özgürlüğe kavuşması için,
olanaklı olan insanların kullanabildiği özgürlükler
sınırlandırılmalıdır” görüşündeydi.
299
Sürekli yenilenen ve büyüyen fabrikalarda bir araya gelen
işçiler bu görüşlere de dayanarak, 1830, 1848 yıllarında ayaklanmışlar
ve çalışanlara bazı hakların tanınması talebinde bulunmuşlardır.
Örnek olarak;
Angarya Yasağı.... Çalışma saatlerin sınırlandırılması....
Ücretli hafta tatili.... Yıllık ücretli izin…. gibi!..
Bugün, bu haklara “Sosyal Haklar” diyor ve Anayasalaraayrı
bir bölüm halinde, tek, tek yazıyoruz.
Tekrar oluyor ama yinelemek zorundayım;
“Peygamber, Evliya, Filozof, Düşünür, adını ne korsanız
koyun, bunlar o tarihte birlikte yaşadığı ve otorite tarafından ezilen,
mutsuz ve sıkıntıdaki insan için üzülen duygulu insanlardır!..
Bu insanlar, üzüle, düşüne sonunda çözüm olarak, kurtuluş
teorilerini ortaya koyarlar!.. Eğer bir teori, yığınların ve bunların
içinde gelişen kesimlerin menfaatine geliyorsa, otoritedeki
zayıflamaya bağlı olarak, toplumca benimsenir ve iktidara gelir!..
Ne zamana kadar? Yetemeyeceği zamana kadar!..”
İşte, insanoğlu var olduğundan bugüne, bu böyle olmuş ve
olmaktadır” demiştim!..
Soruyorum;
Acaba, sanayileşme sonucu fabrikalarda bir araya gelen
işçilerin, “Toplum içinde yaşamak zorunda olan insanın, sosyal hak
ve özgürlükleri de vardır”diyen, toplumcu görüşleri benimsemesinde
de menfaat beklentisi yok mudur?
Bu taleplere dayalı olarak, artık otoritede; “Mevcut düzenin
devamının sağlanmasının ancak Sosyal Hakların tanınmasından
geçeceğini” fark etmiştir!.. Ve Anayasalara bir kısım Sosyal Haklar
yazılmıştır.
300
Böylece, Grev Hakkı, Toplu İş Sözleşmesi Yapma Hakkı
gibi toplumda patlamayı önleyecek hakların gelişmesine olanak
tanınması, düzenin sosyalleşerek devamını sağlamıştır.
Buna rağmen, 20. yüzyıl başlarında, bu toplumcu görüşleri
dayanak yapan devletlerin varlığını görüyoruz;
Örneğin;


Marx, Engels ve Lenin gibi düşünürlerin savunduğu toplumcu
bir anlayışa dayalı, 1917 yılında Rus İhtilal ini takiben Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinin kurulması gibi!..
Bonalt, Durkheim ve benzeri toplumcu düşünürlerin etkisi ile
“Ulusu ön plana çıkarmak için, bireyin hakları
kısıtlanabilir” fikrine dayalı olarak faşist Mussolini İtalyası
ve Hitler Almanyasının kurulması gibi!..
Bu sistemlerde amaç devlet oluyor, birey ise devlet için
çalışan araç kabul ediliyordu.
Toplumun esenliği ve mutluluğu karşısında, bireyin esenliği
ve mutluluğu önemsiz sayılıyordu!..
301
Pragmatizm
Bu arada, bir güç olarak Amerika Birleşik Devletleri de ortaya
çıkar!..
Bir dünya düşünün, orada yaşayan insanlar, “Dünyasını, fikir
kuruntuları ile değil, maddî gücüyle, iradesiyle, ilmiyle ve doğayı
değiştire, değiştire, gerçekleri göre, göre yaratıyor!..”
Buna “Amerikan kafası” diyebilirsiniz!..
Bu Amerikan kafası, “Sürekli yaşamak, daha güçlü yaşamak
mücadelesi veren insanların” anlayışıdır.
Elbette ki, kısa zamanda böyle bir uygarlığı yaratan
insanlardan “Hakikat yapabildiğimiz şeylerdir” anlayışından başka
bir düşünüş bekleyemezsiniz! Fikir kuruntuları onu doyurmaz, çünkü
dünyasında yok!..
Ama bu anlayış, insanı makine olarak da
görmemelidir!..
İşte, Williams James adlı bir filozof bu “Amerikan Kafası”
anlayışına hümanizmi katmağa çalışır!..
Williams James, şöyle demektedir;
“Rasyonalist
felsefe;
insanın
hakikati
kendinde
bulundurduğu esasını kabul etmekte, Ampirist felsefe ise; insan
değil, doğa vardır esasına dayanmaktadır. Ancak, ortadaki gerçek,
insanın yapabildiği somut eserlerdir.
O halde insanı, ortaya koyduğu somut eserlerle
tanımlayabiliriz. İnsan her şeyin değer ölçüsüdür. Çünkü yaratıcı
bir iradedir. Onu, yaptığı işlerle, meydana getirdiği eserlerle
tanımlayabiliriz!..”
302
Gördüğünüz gibi, W. James veonunla ayni felsefeyi savunan
John Duvey “Yaratıcı insanı” ölçü almaktadır.
John Duvey “Amerikan Terbiyesi” adlı eserinde;
“Teknikte ne kadar ileri giderse gitsin, o topluluk bireyi sayı
olarak görürse tam bir ulus olamaz!..
Her insan bir iş yapmak durumundadır ve bunun sonucu
olarak her insan bir tecrübedir”
diyerek, insanın yaptığı işle insan olmanın farklı kıymeti içine
girebileceğini savunur.
Görüyorsunuz, bu yönüyle “Pragmatizm” insanı makine gibi
gören katı ve acımasız Amerikan anlayışına “Hümanist bir değer”
katmaktadır!..
303
William James
(1842 – 1910)
William James, Pragmatizm’ in kurucusu olan ABD’lifilozof.
304
İrlanda asıllı zengin bir göçmen ailenin çocuğudur.
Önceleri düzenli bir öğrenim göremedi. Sonradan Harvard
Üniversitesi'nde tıp ve tabiat bilimleri tahsili yaptı.
1869'da tıp doktoru, 1885'de Harvard Üniversitesi'nde
profesör oldu. Burada fizyoloji, biyoloji, felsefe ve psikoloji dersleri
verdi.
İlk önemli eseri “Psikolojinin Prensipleri” dir (1890).
Felsefî sistemin
kitabında ortaya koydu.
esaslarını
Felsefî görüşü
kavramlarına dayanır!..
“Pratiklik,
“Pragmatizm”
faydalılık
ve
(1907)
adlı
verimlilik”
James'e göre;
“Bilgi, kişilik, bilinç, gerçek düşünce gibi şeyler faydalılık,
verimlilik, pratiklik ölçüsüyle değerlendirilmelidir!Mühim olan teori
değil, iş ve uygulamadır! Hayatta var olan, uygulanabilen ve bir etki
meydana getiren şey, gerçektir!..
Zihnen ve soyut olarak ne kadar doğru olur veya görünürse
görünsün, pratiği olmayan ve hayatta bir etki meydana getirmeyen
şey bir değer ifade etmez ve gerçek de sayılmaz.”
Bu anlamda din, James'e göre, tümüyle doğrudur. Din
konusunda, dinin sonuçlarına bakarak yargıda bulunmak gerekir.
O, dinin metafizik bir değere sahip olup, olmadığını
bilmediğini söyler.
Fakat din, James'e göre her durumda toplum için yararlı bir
varsayımdır.
305
Felsefede,
Ahlâk Meselesi
Gençler,
Artık, 1900‘lu yıllara
“Ahlâka” sarılmaya başlar!..
gelinmiştir.
Bocalayan
felsefe
Nitekim, 20. yüzyıl filozoflarının ağırlıklı olarak “Ahlâkı” ele
aldıklarını görüyoruz. Fenomenoloji Mektebi, Existansialist Felsefe,
Pragmatizm bu ağırlıktadır.(İşlediğimiz Niechte, Sartre, Williames
James v.b. düşünürlere bkz.)
Şunu bilmeliyiz ki; Felsefede Ahlâk meselesi temel meseledir.
Her devirde, her filozofun felsefesi içinde Ahlâk irdelenir.
Ancak, 20. yüzyıl felsefelerinde bu “Temel mesele” olmuştur.
Bunun nedeni olarak, “İlerleyen tekniğin insanı maddeye
hapis etmesini ve yaşanan Dünya Savaşlarının korkunç bir ahlâk
buhranına sebep olmasını” gösterebiliriz.
Şimdi, ben size “Sartre”ın, Existansialist Felsefesini
özetleyeceğim!..
306
Jean-Paul Sartre
(1905 – 1980)
Jean-Paul Sartre (tam adı Jean-Paul Charles Aymard Sartre), 1905’te Paris'te
doğan; 1980'de Paris'te ölen Fransız yazar ve filozof.
Felsefî içerikli romanlarının yanı sıra, her yönüyle kendine
özgü olarak geliştirdiği “Varoluşçu Felsefesi” ile de yer etmiş;
bunların yanında “Varoluşçu Marksizmi” şekillendirmesi ve siyasal
alandaki aktifliğiyle 20. yüzyıla damgasını vuran düşünürlerden biri
olmuştur.
O, kişiliği ile de gerçek bir entelektüeldir.
“Varoluşçulukfelsefesinde” ilk olarak görülen, insanın
“Önceden-tanımlanmamış” bir varlık olarak ele alınmasıdır.
O’na göre;
“İnsan, kendi yaşamını, ya da tanımını kendi kararlarıyla
verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı
tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler!.. Bu,
"Varoluş özden önce gelir" sözünün anlamıdır! Kahraman ya da
alçak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur.
Bu anlamda, varoluşçu felsefede, “İnsan, ahlâklı bir
varlıktır!..”
307
Bu felsefe de, “İnsan kendi özgürlüğüne de mahkûm
edilmiştir” denilerek, özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki
kurulur.
Öte yandan, “Hümanizm” Sartre'ın felsefesinde önemli bir
yöndür. Sartre kendi felsefî konumunu ifade etmek için ısrarla,
hümanizmi vurgular ve “Varoluşçuluk Hümanizm’dir” der.
“Diyalektik Aklın Eleştirisi” kitabında Sartre, tarihsel bir
perspektif olarak “Marksizmi” kesin bir şekilde önerir ve "İnsanlık
tarihinin tek geçerli yorumunun Marksizm ya da Diyalektik
Materyalizm olduğunu” söyler.
Hem savunduğu, hem de uyguladığı “Aydın Tavrı” Sartre'ı
entelektüeller arasında özel bir konumda tutar.
Nedir bu Aydın tavır? Gelin irdeleyelim.
Sartre’ın “Aydın tavrı”;
“Hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız bir konumda
bulunup, hem de sıkı bağlanımları gerektiren pek çok politik tavrı
kuşkuya ya da tutarsızlığa düşmeksizin ve zamanının bütün
sorunları konusundaaktif bir tavır sergileyebilmektir”
Sartre’dan,"Çağının tanığı ve vicdanı" diye söz edilmektedir.
İşte, Sartre'ı Sartre yapan sergilediği bu aktif aydın tavrıdır!..
O, aydın insanı da;
“İster eylem alanında, ister yazı masasında olsun, yaşadığı
zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçeklerinden ve
çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu
gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyenkişidir”
diye tanımlar!..
Özetlediğim Varoluşçuluğu, bu felsefenin edebiyattaki yetkin
temsilcisi olarak kabul edilen Dostoyevski'nin özlü sözü ile bitirmek
isterim;
"Her insan, herkes; karşısında ki her şeyden sorumludur".
308
Yirminci Yüz Yılda
İnsan Hakları
Sevgili Gençler,
Bu arada dünya savaşları yaşandı!..
1939 ila 1945 arası süren son savaşta 20 milyon birey öldü!
Pek çok insan sakat kaldı. İnsanlık böyle bir acıyı bir daha yaşamak
istemiyordu!
Savaş sonrası peş, peşe bildiriler yayınlandı, kurumlar
oluşturuldu, Anayasa’lar yeniden yazdırıldı!..
Şöyle sayabiliriz;
Evrensel İnsan Hakları Bildirisi!..
Avrupa İnsan Hakları Bildirisi!..
Avrupa İnsan Hakları Komisyonu!..
Avrupa İnsan Hakları Divanı!..
Birleşmiş Milletler Teşkilatı!..
Yeni yapılan Anayasalar!..
309
Belli bölümlerde hep;
“Peygamber, Evliya, Filozof, Düşünür, adını ne korsanız
koyun, bunlar o tarihte birlikte yaşadığı ve otorite tarafından ezilen
mutsuz ve sıkıntıdaki insan için üzülen duygulu insanlardır. Bu
insanlar, üzüle, düşüne sonunda çözüm olarak kurtuluş teorilerini
ortaya koyarlar.
Eğer bir teori, yığınların ve bunların içinde gelişen
kesimlerin menfaatine geliyorsa, otoritedeki zayıflamaya bağlı
olarak, toplumca benimsenir ve iktidara gelir.
Ne zamana kadar?
Yetemeyeceği zamana kadar!..”
diyerek, sizlere sorular yöneltmiştim.
Onu anımsatarak,
“Temel hak ve özgürlükler” anlayışının Osmanlı
İmparatorluğunda “Neden gelişemediğine” özet olarak değinmek
istiyorum.
310
Osmanlı’larda
Temel hak ve özgürlükler
Ortaçağ düşünürlerini incelerken, Semavî Dinlerin bir
özelliğinin “Bütün insanlar Allah’ın kuludur” esası sebebiyle,
kişilerin eşitliği ilkesinden söz etmiştik.
İslam dininde “Allah indinde bütün yarattığı insanlar
arasında ister Musevi, ister Hıristiyan, ister Müslüman olsun bir
fark yoktur” anlayışı, samimi ve açık olarak Osmanlı yaşamına
geçirilmiştir.
O anlayışta, yalnız Padişah, dinden aldığı yetki ile herkese
hükmetme, başka değişle şeriatı uygulama hakkını haizdir! Osmanlı
Padişahları da, bu hakkı mutlak ve katı bir şekilde uygulamışlardır!
Doğal olarak, Müslüman olmayan Osmanlı uyruklarına şeriat
hükümleri uygulanamayacağından, onlara “Azınlık hakları” denilen
bir hukuk rejimi uygulanmıştır.
Bu sebeple, Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan insanlar
arasında genel bir eşitlik uygulaması açık olarak görülmüştür.
Gene, her imparatorlukta görülen bir politika olarak, Padişah
da, hükmettiği hudutlar içinde Osmanlının devamını korumak için
yerelliği korumuş ve o yerde yaşayan insanları inanışıyla ve yerel
idaresiyle özgür ve bağımsız bırakmıştır. Hatta, yabancılara ve
Müslüman olmayanlara bazı ayrıcalıklar da (kapitüler) tanınmıştır.
İslam din yapısının bir ruhban sınıfı oluşmasına olanak
tanımaması sebebiyle, Osmanlı’da bir otorite olarak ruhban sınıfı
oluşmamıştır.
311
Keza, bir aristokrat sınıfı da oluşmamıştır. Zaten, bir vezir
biraz para sahibi oldumu Padişah ona cami ve sair hayır yapması
mecburiyetini yüklermiş!..
Kısaca, yalnız ve mutlak otoritenin hem dinî yönden ve hem
de siyasî yönden tek kişi olan Padişah’ta toplanmış olması, Hıristiyan
dünyasında görülen otoriteler arası çekişmeleri Osmanlı’da
yaşatmamış ve bu sebeple iktidarın sınırını belirlemek için, otoriteler
arası anlaşmalar yapılamamıştır.
İşte, bu yapı sebebiyle, Osmanlı’da Padişah’ın otoritesini
sınırlayan ve Batıda görülen anlamda “Kişi haklarını içeren bir
belge” göremiyoruz. Çünkü bu uğurda kavga veren insanlar
olamamıştır.
Ancak, tepeden inme olarak yürürlüğe konulan;
-
1839 yılında “Gülhane Hattı Hümayunu”,
1856 yılında açıklanan “Islahat Fermanı”,
1876 yılında yapılan “Anayasa” sı, kamu haklarından söz
eden yazılı belgelerdir.
Ne var ki, bunların hepsi İmparatorluğu mutlak yöneten
Padişahın iradesiyle yapılmış belgelerdir.
Elbet, yapılması için Padişahı harekete geçiren bazı nedenler
vardı. Ama bu nedenlerin içinde, toplumun talebini ve direnmesini
bulamayız.
Biz de, “Temel Haklar ve Ödevler” ile “Sosyal Haklar ve
Ödevler” bölümlerini içerir uygar Anayasalar, Kurtuluş Savaşı sonrası
çizilen sınırlar içinde oluşan, genç Türkiye Cumhuriyeti’nde yapılan
1924 Anayasası, 1961 Anayasası, 1982 Anayasası’dır.
Ayrıca, Genç Cumhuriyet, “İnsan Hakları” ile ilgili olan her
evrensel nitelik taşıyan bildirileri ve onun kurumlarını kabul etmiş ve
kanunlaştırmıştır.
312
Semavî Dinlerde
Saçları Örtme Meselesi
Sevgili Gençler,
İnsan hakları konusunu sonlandırırken, güncel konu olan ve
herkesin üzerinde bir şeyler söylediği,“Başörtüsü veya türban
olayının insan hakları içindeki yeri” konusuna değinmek kaçınılmaz
olmaktadır. Çünkü bu olayı “İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ, KİŞİ
HAKLARI” kavramları içinde görenler var.
Acaba bu böyle mi?
“Kadının örtünmesi, özellikle saçlarının görülmemesi”
anlayışı, Semavî Dinler’de müşterek bir kural olarak yer almaktadır.
Belki de, Semavî Dinlerin kurallarının konulduğu zamanlarda, böyle
bir anlayış toplumun gereksinimi idi!
Çünkü, o günler güçlü olanın her istediğini yapmağa kalkıştığı
günlerdi! Örneklersek; kuvvetli olan canı istediğinde önüne gelen
kadınla yatmağa kalkışıyor, erkekler arası kavgalar süre gidiyor ve
aile kavramı zedeleniyordu!..
Dikkat ederseniz, Semavi Dinlerin de ortaya çıktığı yıllarda da
hep,
-
Merkezi otoritenin zayıflamağa başlamış olduğunu,
Keyfiliğin ve kaba kuvvetin yığınları ezmekte olduğunu,
Kargaşanın topluma egemen olduğunugörürsünüz!..
Toplumdaki, bu kargaşa düzeni ve kaba kuvvetin ezdiği
mutsuz ve sıkıntıdaki yığınlar için üzülen ve yeni bir düzen getirmek
isteyen peygamberlerin vazettikleri kurallarla, bu tasallutta da son
vermek istemeleri,o tarihlerde bir toplum gereksinimi olabilir!..
313
Ayrıca, Tarım Kültürü’nün egemen olduğu o günlerde zaten,
kadın erkekle eşit görülmezdi. Kadının, “Erkeğin çocuğunu
doğurmak, erkeğine hizmet etmek için yaratıldığına” inanılıyordu!..
Daha da ileri olarak, tek tanrılı dinler,“Kadın ve vücudunu,
günahı taşıyan bir obje” olarak niteliyordu. Zaten, tek tanrılı dinlerin
temeli “Havva’nın, Âdem’e günah işletmesi ve insan soyunun bu
günah sebebiyle cennetten kovulduğu” inancına dayanmaktaydı.
“Kadın ve vücudunun günahı taşıdığına” inandınız mı,
“Kadın vücudunun görülmemesi için, örtülmesi gerekir” anlayışı
kaçınılmazdır.
Örneklersek;



“Musevilik, kadının başını örtmesini, örtmüyorsa erkek gibi
tıraş olmasını” şart koşuyordu. Bugün, hâlâ tutucu Musevi
kadınlarının bu inanca uygun davrandıklarını görürüz.
“Hıristiyanlık, örtünmenin yanında, seksin günah olduğu”
esasını vaaz ediyordu, Hatta kadının çocuk yapmak dışında,
kocasıyla sevişmesi günahtı. Engizisyon döneminde cadı diye
yakılan insanların % 80’i de kadınlardır.
“Müslümanlıkta da, kadının örtünmesi” şart koşulmuştu.
Bugün dahi, tutucu çevrelerde saçlar ve yüz dâhil vücudun
tamamen örtüldüğünü görüyoruz.
Sonuç olarak, “Kadını örtme olayı bir cinsiyet ayırımcılığı
yapmaktır!..”
Zaten, tarihteki işlevi de budur!.. Toplum, “Kadın vücudunun
günah olduğuna” inandırılmış ve kadın erkeğin kölesi yapılmıştır.
Özellikle bu anlayış, din kurallarıyla devletlerin yönetildiği
dönem olan, Ortaçağ boyunca insanlığa egemen olmuştur!..
Bugün dahi, ülkesini din kurallarıyla yönetme iddiası içinde
olan ülkelerde, kadın erkekle eşit sayılmaz!..
314
O ülkelerin hukuk düzeni içinde; miras hakkı eşit değildir,
kadının tanıklığı bile tartışılır.
O ülkelerde, genelde öğrenim hakkı yoktur. Kız çocuklar eve
kapatılır. Eşini seçemez.
Bugün, “Öğrenim hakkı engelleniyor” diye bağıranlar, öyle
bir düzende kız çocukların okula bile gönderilmediğini göreceklerdir.
Çünkü, Cumhuriyet öncesi bu böyleydi.
Bugün bile, tutucu yörelerde bu farkı görmekteyiz! Hâlâ,
kadının dövülmesi sosyal bir yaradır! Keza, haremlik/selamlık ayırımı
yapmak da öyle!..
Artık, 21. yüzyıldayız, “Kadın/Erkek ayırımcılığına dayanan
tesettürü İnanç Özgürlüğü ile savunamazsınız!..
Bu ayırımcılığı benimseyenler var diye “Kadın/Erkek
ayırımcılığını” bu kişilerin haklarıdır diye de kabul edemezsiniz!..
Bir zamanlar insanlar göze göz, cana can gibi kısaca kısas
veya kan davası dediğimiz hakları olduğuna da inanırlardı. Ama
bugün, öyle inançlar açıkça “İnsan Haklarına“ saldırıdır! Örtünme
anlayışı içinde, aynı durum söz konusudur!
Bugün,
“İnsan Hakları içinde yer alan Kadın/Erkek Eşitliği
hakkının da, diğer insan hakları gibi siyasî iktidar tarafından kabul
edilmesi ve bireyin bu hakları kullanabilme özgürlüğünün temini ve
korunması ve olanaklarının bireye sağlanması”
öyle kolay olmamıştır.
Çağdaş Bildirilerde ve Çağdaş Anayasa’larda yer alan
“Kadın/Erkek Eşitliği Hakkı” da, o metinlere bireyin canı, kanı
pahasına, işkence görerek ve gözyaşı dökerek yazdırılmıştır!..
315
Uygar toplum anayasalarında “Kadın – Erkek eşitliği” temel
ilkedir! Genç Türkiye Cumhuriyeti bu devrimi de gerçekleştirmiştir!..
Toplumun yarısı olan kızları köleleştirirseniz, bugün İslam
ülkelerinde görünen geri ve insan onuru ile bağdaşmayan yaşam
biçimi yazgınız olur!..
Ha, uygar toplumlarda gerici ve tutucu ideolojiler olmayacak
mı? Bunlar fırsat buldukça ideolojik kavga vermeyecek mi?
Bunlar, kavgalarında; “Böyle yaşamak isteyenlerin inanç
özgürlüğünden, insanın dilediği gibi yaşaması hakkından” dem
vuracaklardır.
Hatta bir grup kadın ortaya çıkıp, “Bizler kadın vücudunun
günahın esası olduğunu kabul ediyoruz, erkeğin köleliği dediğiniz
biçimde yaşamak istiyoruz” deseler bile, bu onlara bir hak
kazandırmaz! Çünkü bu anlayış insan hakları içinde yer alan “Kadın
ve erkek eşittir” ilkesine saldırıdır!..
İyi bilmeliyiz ki, çocuklarımız okul sıralarında kız ve erkek
yan yana oturamazlarsa, erkekler önde, kızlar arkada gibi saflar
ayrılırsa, kadının yaşamında dönemini tamamlamış eski anlayış
egemen olursa, Türkiye Cumhuriyeti varoluş sebebini yitirir!..
Yeri gelmişken, “Tesettürün kamusal alanda olmaması”
konusuna da değinmek isterim. Böyle bir tartışmayı bile yapmamamız
gerekir. Tesettür, insan hakkı olan “Kadın ve erkek eşittir” ilkesine
aykırıdır. İnsan haklarına saldırıdır.
Bu sebeplerle de, tesettürü, kamusal veya değil, hiç bir alanda
“Kişi özgürlüğü veya inanç özgürlüğü” maskesi altında savunmak
mümkün değildir.
316
Bitiriş
Genç Kardeşlerim,
Tahammülünüzü çok zorladım, farkındayım.
Yukarıda saydığım evrensel ve uluslararası nitelikteki çağdaş
bildirilerin, kurduğu kurumlarının ve Anayasa kitapçıklarının bireye
sağladığı kazanımlarının detayına girmeyeceğim.
Ancak, çağdaş bildirilerin ve kurduğu kurumların birey için
önemini anlamazsak, bunları savunamaz, koruyamayız!..
Bu sebeple, yukarıda adını verdiğim çağdaş bildirilerinin ve
kurumların temelinde;



“Devlet’in, birey için var olduğunu,
Bireyin hak ve özgürlüklerinden söz etmenin yetmediği,
siyasal iktidarın; bireyin hak ve özgürlükleri
kullanılabilmesi için gereken olanakları bireye
sağlamakla görevli olduğunun,
Hak ve Özgürlüklerin siyasi iktidara karşı korunmağa
ihtiyacı olduğu ve bu sebeple insan haklarına tecavüzü
yargılayacak ve cezalandıracak kurumların kurulması
mecburiyetinin” yattığını, vurgulamak isterim!..
İşte, bireyin bu bilinçlenmesinin etkisi içinde hazırlanan
bugünkü Anayasaların;

Bir bölümü;
İnsanın Temel Hak ve Özgürlüklerini,

Başka bir bölümü
317
İnsanın Sosyal Hak Ve Özgürlüklerini tek, tek
saymakla kalmayıp,

Bu hakların kullanılabilmesi olanaklarının, her insana
sağlanmasının da kişinin bir hakkı olarak, devletin
görevi olduğunu”
yazmaktadır!
Şimdi soruyorum;
Peki, insanın iktidar gücünü elinde tutan insanla olan
kavgası sona ermiş midir?
Hayır!..
Bu kavga, insanoğlu var oldukça devam edecek ve insan her
geçen gün bu yolda yeni kazanımlar elde edecektir!..
İşte örnekleri;
Son yapılan Anayasalarda yer alan




Aldanmadan Mal Satın Alma Hakkı..
Temiz Çevrede Yaşama Hakkı…
İletişim ve Bilişim Hakkı…
Anayasalarda yer alan hakların kullanılabilmesi için,
olanaklarının da sosyal devlet tarafından bireye
sağlanması Hakkı…”
Stoiklerden, Sosyalizme oradan Anarşizme kadar gelin
gidelim!.. Ne isteniyor?
318
Bireyin otoritesiz bir dünyada yaşama özgürlüğüne
kavuşması!.. Otorite yok, kural yok!.. Özgür ve bağımsız birey!..”
Varsayalım birey otoritesiz, kuralsız bir dünyada yaşama
özgürlüğüne kavuştu!...
Acaba, böyle bir dünyada yaşamak bireyin menfaatine
midir?
İster mi?
Siz, ister misiniz?
Özetle, Felsefe Nedir
Sevgili Gençler,
Özetlersek, felsefe üç konuyu irdelemiştir diyebiliriz. Şöyle ki;
-
Varlık nedir? (Ontoloji),
Bilgi nedir? (Epistemoloji),
Ahlâk nedir? (Etoloji)
Ancak, irdelenen bu üç konu, filozoflar tarafından birbirinden
ayrı ve bağımsız olarak ele alınmamıştır. Bu meseleler, felsefî
düşünüşün bütünlüğü içinde hep birlikte vardır.
Çünkü, filozofun meselesi “İnsandır” ve her felsefî sistem
“İnsan için” kurulur!..
Birey, asırlardır bir kundak içindedir! Otorite konuşturmak
istemez, mümkün olsa düşündürmez bile!..
Bu anlayışı ancak “Felsefe” yenebilir! Çünkü, Felsefenin
hedefi “Özgür insana” ve “Bağımsız insana” ulaşmaktır!..
319
Böyle, “Yaratıcı insan” olunabilir ve “Kendi dünyanızı”
yaratabilirsiniz!..
Felsefe okumak sizi yalnız aklınıza vardırmaz, iyi okursanız
“Sevginin ve hoşgörünün ışıl, ışıl dışa vurduğu, ölüm
korkusunu yenebilen güçlü bir kişilik” kazanırsınız!..
Biliniz ki, “Dünyasını olduğu gibi giyinen, felsefî kişiliğini
yaşayamaz. O köle insandır!..”
Evet Gençler,
Felsefe sizi kendinize döndürür, kişiliğinizi kavramanızı
sağlar, böylelikle kendi kendinizi denetler ve yücelirsiniz.
Nereye kadar mı?
Tanrı’ya = Enerji + Karaboşluğa kadar!..
Kitabımın “Giriş ve amacım” bölümünde;
“Amacım,
filozofların,
peygamberlerin
yaşamını,
felsefelerini öğretmekten öte ,“Düşünebilmenin enginliğinin” ve
“Evrimin sonsuzluğunun” farkına varan, kendine bile objektif
bakabilen, şartlanmalardan arınmış, kendini ve her türlü inancı
sorgulayabilecek kadar özgür ve bağımsız düşünebilen kafalara
ulaşmak” demiştim!..
Bu ışığınız olsun!..
Güzel yurdumun güzel insanları, hazır kafa çok önemli
ancak böyle gençler yetişebilirse ülkemden bilim insanı çıkabilir!..
Sevgi ve saygılarımla,
Önder Limoncuoğlu
320

Benzer belgeler