Ben Rembrandt

Transkript

Ben Rembrandt
Işığın resmini yapabilir misin?
Peki, ya karanlığın? Benim adım,
Rembrandt Harmensz
van Rijn!
Paletime ışık koyar,
fırçamı karanlığa batırırım.
Benim resimlerimde
ışık ve karanlık
birbirinden ayrılamayan
iki sevgili gibidir.
Yan yana durdukları için,
tablolarım güzelleşir.
1606
15 Temmuz
’da, Hollanda’nın Leiden
şehrinde doğdum. Ailemin yedinci çocuğuydum.
Biliyorsun, “Hollanda”
denilince
akla ilk değirmenler gelir.
Benim babam da bir değirmenciydi.
On yaşına geldiğimde, ailem beni
erkek öğrencileri üniversiteye
hazırlayan, bir Latin okuluna
gönderdi.
Bu okulda öğrendiğim mitolojik ve dini
hikâyelerin, yıllar sonra resimlerimin
konularını etkileyeceğini bilmiyordum.
Ailem, üniversiteye gitmemi istiyordu, fakat
benim arzum resim yapmaktı.
Bu konuda ne kadar istekli olduğumu gördüklerinde,
usta ressam Jacob van Swanenburgh’dan ders
almama izin verdiler. Ressam olmak için öğreneceğim
çok şey vardı.
İkinci öğretmenim Pieter Lastman oldu. Bildiği
her şeyi bana da öğreten bu ressam; en çok
kutsal kitaptan sahneler ve mitolojik
öyküler resmediyordu. Ben de, insan topluluklarını
ve tarihi kıyafetleri çizerken, onu izliyordum.
Öğrenmeyi; yeni
teknik ve malzemeler
denemeyi, her zaman
sevdim.
Yaşadığım dönemde, ressamlar
belirli konularda uzmanlaşırlardı.
Bazıları insan resimlerini, bazıları
manzarayı, bazıları da ay ışığında
gökyüzünü çizmekte ustalaşmıştı.
Ben, her tekniği ve konuyu denedim.
Portreler, manzaralar,
günlük yaşamdan
görüntüler, tarihi öyküler,
kutsal kitaptan sahneler ve
cansız doğa resimleri yaptım.
Kendi atölyemi açtığımda on sekiz
yaşındaydım.
1631
’de Amsterdam’a taşındığımda;
artık ünlü bir portre ressamıydım.
Ünümü duyan varlıklı tüccarlar,
askerler, yöneticiler benden
kendilerinin ya da ailelerinin
portrelerini yapmamı istediler.
1632
yılında, ilk grup portrem olan “Dr. Nicolaes Tulp’un Anatomi Dersi”ni
yaptığımda yirmi altı yaşındaydım. Şanslıydım; çünkü Hollanda için kültürün, bilimin ve
ticaretin en parlak dönemi olan Altın Çağ’da yaşıyordum.
1634
’de,
Saskia ile
tanıştım. Pek çok
resmimde bana model olan
Saskia ile
evlendim.
Çiçek Tanrıçası
Flora isimli tablomu
da ona bakarak
gerçekleştirdim.
1636
’da daha sıcak renkler, daha sakin görüntüler ilgimi çekiyordu.
Ama sonraları tablolarımda farklı manzara
resimleri belirmeye başladı.
Kara bulutlarla kaplı, fırtınalı bir gökyüzü ve dalları kırılmış ağaçların
konu olduğu, doğanın gücünü görebileceğin manzaralar…
Gördüğümü gerçekçi bir biçimde tuvale aktarmak çok önemli olsa da,
manzaraları hayal gücümle zenginleştirmekten ve sadece benim
görebildiğimi başkalarına da göstermekten hoşlanıyordum.
Herkesin bildiği o ünlü
“Gece Nöbeti” resmimi
yaptığımda, yıl 1642 idi. Daha
önce yapılan portrelerdekinden
farklı olan ışığı, hareketliliği ve
renk tonları ile bakan herkesi
şaşırtan bu resimde, sen neler
görüyorsun? İnsanlar neler yapıyor?
Işık nereden geliyor?
Kaç kişi var? Resimde
gördüğün insanların ne
iş yaptıklarını, ellerinde
tuttukları nesnelerden tahmin
edebiliyor musun?
Her rengin
farklı tonları vardır.
Pek çok sarı görebilirsin örneğin…
Açık sarı, koyu sarı, limon sarısı, güneş sarısı…
Benim için, ışığın da tonları var…
Koyu ışık, soluk ışık, yakıcı ışık, yumuşak ışık…
Tablolarımda ışık ve gölge birbirine
hiç benzemeyen, fakat yine de ayrı
duramayan kardeşler gibiydi.
Birbirlerine ne kadar
ters olsalar da, biri olduğu
için diğeri daha çok değerlenirdi.
Resimde yapmak istediğim,
ışığın tonları ile oynayarak mükemmel
bir göz yanılsaması oluşturmaktı.
Bu tekniğe chiaroscuro denildi.
Tek ya da birden fazla insanın, bazen sadece yüz bazen tüm
gövdeleri ile birlikte anlatıldığı resimlere portre denir. Bir ressamın
kendi resmini yapması da oto portredir. İnsanların duygularını anlayabilmek ve
anlatabilmek için, kendi yüzümü kullanmak çok iyi bir fikirdi. Kendimi,
yapacağım insanların yerine koyup öyle çizdim.
resmini
Yaşamım boyunca altmıştan fazla otoportrem oldu.
Otoportrelerim, hayat öykümü de anlatırlar. Hepsine
sırayla bakabilsen, yılların bana hediye ettiği yeni çizgileri
yüzümde, hayatımda olan her şeyi gözlerimde görebilirsin.
Yağlıboya, ışık ve gölgeyi
gösterebilmem için çok elverişli
bir malzemeydi. Yağlıboyayı
kat kat kullanarak, içine
başka malzemeler katarak,
tuvalin üzerindeki boyayı
henüz kurumadan
kazıyarak deneyler yaptım.
Boyayı kat kat ve bolca
kullandığım için,
bazı tablolarımda
yağlıboya, tıpkı çamur
topakları gibidir.
Resim
yapmaya
başladığım ilk
yıllarda parlak
renkleri seçtim.
Zaman geçtikçe
yumuşak yeşiller,
morlar ve sarılar
girdi resimlerime.
Son dönemlerde koyu
kahverengi, kırmızı ve
altın sarısı ekledim paletime.
Yağlıboya kadar ilgimi çeken bir başka teknik de gravür, yani baskı resimdi.
Metal plakaların üzerlerini iğne ile kazıyarak resimler yapıyor ve mürekkep döküyordum.
Böylece mürekkep çizgilerin arasına giriyordu.
Resmin üstüne koyduğum kâğıda bir ağırlıkla baskı yapınca, resim kâğıda geçiyordu.
İğne ile kazıma işim bazen hiç bitmiyordu.
Her seferinde yeni çizgiler eklediğim için, kusursuz ışığı ve
gölgeyi baskı resimlerimde bile gösterebildim.
Aynı resmi tekrar tekrar basabilme şansı veren gravürleri yapmak büyük bir sabır
gerektirse de, neredeyse üç yüz adet gravür bırakabildim geriye…
Taslak çizim gibi
görünen desenler,
bir tuvali boyamak kadar
heyecanlandırıyordu
beni.
Küçük boy kâğıtlara kırmızı ya da
beyaz tebeşirlerle, kömür kalem ve
mürekkeple yaptığım desenlerde,
az çizgiyle çok şey anlatabilmeyi
önemsiyordum.
Az çizgi kullandığım
desenlerimde bile,
insanların yüzündeki
ifade, onların nasıl bir
ruh hali içinde oldukları
ya da o an ne yaptıkları
görülebilir.
Hiç saymadım ama yaşamım boyunca
bin dört yüzden fazla desen yaptığım
söylenir.
İlgilendiğim tek konu resim değildi.
Koleksiyon yapmak,
en büyük tutkumdu.
Özellikle, uzak ülkelerden gemilerin
getirdiği farklı kostümleri, paraları, savaş
başlıklarını, enstrümanları, porselenleri
toplamayı çok seviyordum. Başka sanatçıların
eserlerini de satın alıyordum.
Portrelerini yaptığım kişilere
giydirdiğim bir şapka,
elbise ya da aksesuar,
koleksiyonumdaki özel
bir parça olabiliyordu.
Zırhları, kılıçları ve pek
çok eşyayı gözleyerek ışığın
onlar üzerindeki etkisini
resimleyebiliyordum.
Ne yazık ki, sıkıntılı zamanlarımda
koleksiyonumun büyük bir
bölümünü satmak zorunda kaldım.
Dört yüz yıl geçtiği halde resimlerimin
sergilenmesi, bu sergilerin ilgiyle izlenmesi ve
hakkımda kitaplar yazılmasının sebebi nedir sence?
Bana sorarsan eğer,
“Yüzyıllardır sessiz bir bekleyişle
tablolarımda duran insanların,
onları izleyenlerin kulaklarına
fısıldadığı duygulardır.” derim.
Öğrenmeye ve yeni
teknikler denemeye
olan merakımı
yitirmeden altmış
üç yıl yaşadım.
Fakat resimlerim,
gravürlerim ve
desenlerim dört
yüz yıldır yaşamaya
devam ediyor.
Farklı ülkelerde,
farklı çocukların
eserlerimi görmeleri
bana mutluluk
veriyor. Onları
seven, koruyan ve
sergileyen insanlar
olduğu sürece
yaşayacaklarını
bilmek de öyle…