Yar Yayınları: 110 Hikaye Dizisi: 02 Kapak Resmi: Barış Sever Baskı

Transkript

Yar Yayınları: 110 Hikaye Dizisi: 02 Kapak Resmi: Barış Sever Baskı
1
2
Türkiye Yayını:
YAR YAYINLARI
Ekim 2007-İstanbul
Kapak Resmi:
Barış Sever
Baskı:
Berdan Matbaası
(0 212) 613 12 11
YAR YAYINLARI
Kuruluş: 1972
Yönetim:
Başmusahip Sokağı 10/1 Cağaloğ1u-İstanbul
07. 34. Y. 0159.02
ISBN 978-975-7530-80-0
Yar Yayınları: 110
Hikaye Dizisi: 02
3
Mahir Ulaş Yeşil
SÜT KARDEŞLER
4
yy
zz
5
I
Gömleğinin bir düğmesini daha açtı. Akşam çöküyor. Hava serin, rüzgar tatlı. Şükür: Sabahın, öğlenin
ve öğleden sonranın bütün güneşini tepesinde taşıdıktan sonra, bu serinlik ne hoş.
Caddede trafik sıkışmaya başlıyordu. Esnafın, iki
gündür gelip akşama kadar aynı yerde dikilen, elinden telefonu düşürmeyen delikanlıya diktiği aşina,
kuşkulu gözlere şimdi koyun sürüsü gibi ilerleyen
arabalardan bir saniyeliğine fırlatılan kayıtsız, yorgun
bakışlar eklenmekte. Ne eziyet ama. Koca gün bir bu,
bir karşı köşede dikilerek caddenin diğer ucunu gözetlemek. Bu sıcakta çekilir şey değil. Üstelik gelen
giden de yok.
Telefonu çalıyor: Civan.
“Alo!”
“Söyle Civan. Bir gelişme var mı sizde?”
“Yok kardaş, kimseler yok.”
“Burada da öyle.”
“Daha ne kadar duracağız?”
6
“Daha var. Yerimizi değiştirmeden bekliyoruz.”
“Peki kardaş.”
“Tamam görüşürüz.”
“Ha Adem! Bi beş dakika müsaade bana. Hacetim
geldi, Serdar’a bırakıyorum arabayı.”
“Oğlum çok uzaklaşma oradan. Gelirlerse Serdar
mı çıkacak trafiğe?”
“N’apayım kardaş? Altıma mı edeyim?”
“Yap oraya bir yere. Duvar mı yok?”
“Allah Allaah!” dedi Civan kapatırken. “İyi peki.
Duvara işeriz.”
Civan’ın, evinin önündeki nöbet yerinden ayrılmasına bozulan Adem, aynı lakaytlık burada da olmasın
diye caddenin hayli yukarısında, mavi arabanın içinde
bekleyen diğer bir arkadaşını aradı gözleriyle. Buldu.
Ama arabanın içinde değil, dışında, kapıya yaslanmış
halde. Hemen telefona sarıldı:
“Oğlum girsene içeri!” diye azarladı delikanlıyı,
açar açmaz.
“Yandım, kavruldum. İki dakka hava alayım dedim toprağım.”
“Ulan siviller görecek seni, gir çabuk içeri!”
Ne zor işti şu çoluk çocuğu idare etmek. Birşey
değil, o kadar uğraşmışlar, organize olmuşlar, resmen
ablukaya almışlardı etrafı. Kırk yıllık polisim, hafiyeyim diyenlere taş çıkartırcasına. Hepsi boşa gidebilirdi, hava almak veya işemek uğruna. İki gündür hem
apartmanın, hem de dükkanın önünde sabahtan akşama kadar, yedi kişi (yoksa çocuk mu demeli?), iki
7
araçla pusuya yatmışlar, kadın mı, adam mı; genç mi,
yaşlı mı; uzun mu, kısa mı; ne idüğü belirsiz birinin
üçüncü kez uğramasını bekliyorlardı. Mahallede, biri
evinin penceresinde (mevzubahis apartmanda oturur),
biri apartmanın az ilerisindeki köşede, bir başkası ise
yine apartmanı görecek şekilde sokağın diğer ucuna
yanaşmış su kamyonetinin içindeydi. Buradaysa biri
caddenin yukarısında, sivil polislerin biraz çaprazındaki mavi, hurda Ford-Taunus’un içinde, ikizler pasajda, malum dükkanın tam karşısındaki internet
kafede, kendisi ise caddenin aşağısında cayır cayır
yanan köşede (yalan olmasın, artık akşamüstü olmuştu, yanmıyordu o kadar) bekleşiyorlardı.
Üç... Üçüncü mektup. İlki dairenin kapısına kadar
getirilip oraya iliştirilmiş, lanet olası ikincisi (aslında
bir paketti bu) ise gözetledikleri dükkanın kapısına bırakılmıştı. Aynı meçhul ve melun göndericiden gelecek üçüncüyü bekliyorlardı.
Telefon: Civan. İşini görüp yerine gelmiş.
Adem pasajın karşı kaldırımına geçti: Biraz da
orada beklemeli. Yarın da burada dikilirse kesin hırsız, uğursuz diye enseleyecekler.
Telefon: İkizlerden biri. Telaşlı.
“Abi, abi!” çok çok telaşlı. “Biri geldi. Arif abiyle
tartıştılar, bağıra çağıra.”
“Kim? Nasıl biri?”
“Beyazımsı gömleği, kotu var. Beyaz üzerine dikine çizgili. Şimdi pasajdan çıkacak.”
Adem, caddenin tam ortasındaki pasaja doğru yürümeye başladı. Adamı gördü.
8
“Gördüm, kel kafalı herif mi?”
“Kel mi? Galiba, bilmiyorum!”
“Çık ulan, çık bak arkasından!”
Telefonu kapatıp, az önce azarladığı arkadaşını
aradı:
“Buyur toprağım, n’aptın?”
“Salim oğlum, sana doğru gelen kel kafalı, beyaz
gömlekli herife bak! Beyaz çizgili gömlekli!”
“Nerede?”
“Şimdi tam sivillerin yanından geçiyor.”
Bu sırada Volkan fırladı pasajdan. Kafasıyla aynı
adamı işaret ediyor.
“Salim, tamam oğlum: bu herif! Hazır ol! Kontağı
aç.” Adem adımlarını iyice hızlandırdı. “Hangi arabaya bindiğine iyi bak.”
“Gördüm, gördüm pezevengi.” Salim bağırıyor.
“Çık çık, beni bekleme! Kaçırma adamı, ben diğerlerini arayayım!”
Telefonu kapattı, Civan’ı arıyor:
“Oğlum, herifi gördük!”
“Tamam geliyoruz.”
“Tolga’yı da al, Tolga’yı da al!”
“Tamam kardaş, nereye doğru gittiğinizi söyleyin
bize.”
“Tamam.”
Adem telefonu kapatıp, pasajın önünde dikilen
Volkan’a “kardeşini de al, bu tarafa geç,” diye eliyle
9
işaret edip o tarafa doğru koşmaya devam etti. İkizler
sakince karşıya geçtiler.
Aslında hiç de kel olmayan (biraz seyrek saçlı denebilir) çizgili gömlekli herif tam bu esnada Salim’in
yanından geçiyor. Hayır geçmiyor, durup birşeyler
söylüyor. Neler oluyor?
Salim arabadan indi. Konuşuyorlar, şakalaşıyorlar.
Derken herif yürüyüp gidiyor. Salim’in telefonu kulağında, Adem’i arıyor.
“Yahu o adam, dükkan sahibi be!”
“Ne?” Adem zınk diye durdu. “Sen nerden tanıyorsun? Ne konuştunuz?”
“Bizim pederin de dükkan sahibi çünkü. Buraların
yarısı bu adamın. Kiraları toplamaya çıkmış toprağım, anlattı.”
“Tüh ulan!” Adem ‘Hay Allah cezanızı versin,’
gibisinden bir el hareketi yaptı ikizlere. Sonra Civan’ı
arayıp, herkesi yerlerine gönderdi. Yalnız, ikizler tekrar internet kafede yer bulamadılar, pasajın içinde serseri serseri dolaştılar.
Hep beraber pasaj kapanana kadar beklenildi. Ardından Salim’in babasının döküntü ama geniş arabasına doluşulup mahalleye doğru yola düşüldü.
İkizler arkada uyukladılar yol boyunca. Salim arabayı kullandığından, yanındaki Adem ise tüm bu olan
bitene sebep olmanın vicdan azabından, uyanıktılar.
Ana caddeden hemencecik çıkıp dümdüz Mahalleye
giden daha ufak, tenha bir yola girdiler. Salim gaza
asıldıkça Adem’in suratına açık pencereden rüzgar
vuruyordu. Yarın yine böyle olacak, akşama kadar
10
kavrulup rüzgarı özleyecekti. Ne eziyet ama. Çekilir
gibi değil.
Çekecek, kurtuluş yok! Uçkuruna hakim olsa idi,
elâlemin karısına-kızına kem gözle bakmasa idi, bütün bunlar başına gelmeyecekti.
Elâlem: Arif Abi. Karısı: Tülay.
Tülay, yirmibeş-yirmialtı yaşlarında, uzun boylu
(bilhassa hafif tıknaz Adem’e kıyasla), kumral, saçları
dalgalı, yeşil gözlü, incecik bir “şey”. Bir afet-i devran neredeyse. Neredeyse, çünkü hafif yukarı kalkık
burnu ve kaşları, yüzünde her daim sevimli bir şaşkınlık ifadesi oluşturur. Doğrusu bu şaşkınlık görüntüden ibaret de değildir. Saftır. Arif, “Arif Abisi”,
üniversitede talebe iken, daha birinci sınıfta iken,
çıkmış istemiş ailesinden bu saflığı. ‘Oralarda gözü
açılır,’ diye acele etmiş ağabey.
Arif, memleketleri Samsun’da, aynı sokakta otururlarken bir ağabeyi idi Tülay’ın. Başka birşeyi de
olamadı hiçbir zaman. Evlenir evlenmez okuldan
kaydını sildirdi. Karnından sıpayı (Yonca, şimdi beş
yaşında), sırtından sopayı eksik etmedi. Koca olmak
için gereken benzer ne varsa yaptıysa da, nafile. Tülay hiç benimsemedi Arif’i, koca olarak. Bunun üzerine nedenini kafası almasa da sevilmediğini sezen
Arif, ters giden herşeyin hırsını ondan aldı. Kendi ailesine kızdı, Tülay’dan çıkardı. Açtığı terzi dükkanında işler iyi gitmedi, gırtlağına kadar borçlandı. Alacaklılar onu, o da Tülay’ı perişan etti durdu.
Bir sene kadar oluyor, yasak aşkları başlayalı Adem
ile Tülay’ın. Bir senedir sevişirler. Yan yana otururlar
zaten. Aynı apartmanda. Malum apartmanda.
11
Tülay önceleri korku ile karşı konulamaz başka
birtakım tutkuların arasında gidip geldiyse de, zamanla bu duruma alıştı. Bir alıştı, bir alıştı ki, Arif daha
bir gözüne batmaya başladı. Bir erkekte, insanda aradığı, arayabileceği ne varsa Arif’te yok, daha çocuk
denilecek Adem’de vardı. Öyle görünüyordu: Adem,
o başlamadan yemeye-içmeye başlamıyor; Adem,
onu dinliyor, (önemsiz hususlarda da olsa) fikrini soruyor, onunla konuşuyor; Adem, onun elini tutuyor,
yanağını okşuyor, ayağını öpüyordu. Adem onu seviyordu, ona değer veriyordu. Buna karşılık, Tülay da
kafasına öyle sokmuş ki yanındayken bile Adem’i özlüyor, Adem ile uyuyup Adem ile uyanıyor, ev işlerini Adem ile yapıyor, çocuğunu Adem ile seviyordu.
Varlığında ve yokluğunda onunla yaşıyordu. Giderek
sevinçleri hayallere, hayalleri özleme dönüştü. Dünyada sevdiği iki insan vardı: Beş yaşındaki kızı Yonca, ondokuz yaşındaki sevgilisi Adem. Ne yapıp etmeli üçü bir araya gelmeliydiler.
Salim’in “Geldik, şunları uyandır!” diyen sesiyle
toparlandı Adem. Arka koltuğa uzandı ve birbirlerine
çok benzeyen ikizlerden yakındakinin (o anda hangisi
olduğuna hiç kafa yoramazdı) dizine vurdu:
“Kalkın artık, geldik!”
Dizine yumruğu yiyen Zeki doğrulurken kardeşi
Volkan da uyandı.
“Ben sizi okulun önünde indireyim, sonra da eve
gidip arabayı bırakayım,” dedi Salim. “Pedere de görünelim, merak etmesin.”
“Hiç uğraşma,” dedi Adem. “Köşede bırak, on
adımlık yol zaten.”
12
Köşede indiler.
“Sağol kardeşim,” dedi Adem. “Sana da zahmet
veriyoruz.”
“Yarın görüşürüz toprağım,” diye cevapladı Salim.
Parmağı dudağında, sus işareti yaparak...
Her zamanki toplanma yerleri olan, depremde hasar gördüğü için boşaltılmış, ancak bir türlü de onarılmamış eski, bomboş okula doğru yürüdüler. Yukarı
mahallenin serserileri ile karşılaştılar. Fena. Kahvede
yine canları sıkılmış, gezmeye, bela aramaya çıkmışlardı. İkizler çaktırmadan Adem’in diğer yanına geçtiler, iki serseri “Aman aman şunlara bak, süt kardeşler!” diye laf atarken. Bir tanesi, artık ortalarda görünmeyen, Mehmet Reis dediklerinin sağ kolu.
Adem’in kafası dumanlı, dönüp bakmadı bile. Geçip
gittiler. Merdivenli, siyah, demir bahçe kapısına geldiklerinde Adem ikizleri evlerine gönderdi: Aileleri
merak eder.
Paslı kapıyı aralayıp bahçeye girdi. Civan ve Tolga, duvar dibinde, ağacın altında bekliyordu. “Selamın Aleyküm” deyip oturdu. Ağır topların toplantısı
başlamak üzereydi.
Civan bir sigara çıkarıp yaktı, bir tane de Adem’e
uzattı. ‘Buyur, seni dinliyoruz kardaş,’ demek istiyordu. Adem’in grubun lideri olduğunu kabul edersek (ki
tartışmasız öyle) bu iri yarı, sert mizaçlı, sert görünmeye çalışan ancak aslında güzel kara gözleriyle,
uzun kirpikleriyle sevimlilikten öteye geçemeyen
Kürt delikanlısı, ikinci adamdı. Adem ile yaşıttı, onun
kadar cesur, atak ve otoriterdi de. Ancak daha patavatsızdı, bir laf edeceği gelmişse, hesap kitap yapıp
13
susamaz, uluorta bağıra çağıra ederdi. Bir tokat atacağı gelmişse, dayanamaz atardı.
Hesap kitap işi bir diğer “ikinci adam”a, Tolga’ya
aittir. Beyin odur. Birşey düşünülecekse, bir plan yapılacaksa, pratik, hukuki, ahlaki herhangi bir mesele
varsa, çözümü Tolga’dadır. Ya hemen o anda kafasının içindedir; kurgular, tartar, fikrini söyler; ya da gider araştırır, öğrenir gelir. Sorun ne olursa olsun mutlak, ama mutlak bir çözüm üretir. Gelgeleim bu klasik
mühendis görünümlü (kısa saç, ince çerçeveli gözlükler), onsekizlik delikanlı hareketi pek sevmezdi. İstesinler o düşünür, araştırır, öğrenirdi. Ama ondan kavgaya girmesini, haydi mahalleye dadanan uğursuz kadın tüccarlarının fotoğraflarını çekip şantajla defetmesini, yok efendim yazılı kağıtlarını değiştirmesini
falan istemesinlerdi. Düşünmüş, bulmuştu işte ya.
Korkaklığından değildi, Üşenirdi. Daha ufakken, gece
gündüz maç yapılırken o hep hakem olurdu.
Kimse ağzını açmayınca lafa ilk başlayan Civan
oldu, “Bugün,” dedi, durdu. “Bugün, kimse gelmedi
buraya.”
“Sizde birşeyler olmuş ama!” diye ekledi Tolga,
Adem’e bakarak.
“Yok, kimse yok.” Adem, az önce Civan’ın uzattığı
sigarayı yakmaya çalışıyordu kibritle. “Yanlış alarm!”
Kibritler hep sönüyor rüzgardan.
“Kardaş!” dedi Civan çakmağı uzatarak. “Babam
artık kıllanmaya başladı. Arabayı tamire verdiğimi
söylemiştim. ‘Ne bitmez işmiş, ver arayayım fırça çekeyim’ diyor.”
“Eee?”
14
“E si akşam gidince mevzusu açılacak yine. Adam
da haklı kamyonet arızalı diye evde yatıyorum zannediyor, iki gündür.”
Civan’ın babası Pendik-Kadıköy hattında, birinin
minibüsünde şoförlük yaparak kazandığı parayla elden düşme, kapalı kasası olan bir kamyonet almış,
Civan ehliyet alır almaz da onu su dağıtım işine sokmuştu.
“İnatçıdır, numarayı ister bugün vallahi. Aramak
ister.”
“Nereyi arayacak?” diye lafa karıştı Tolga.
“Tamirciyi işte.”
“Hangisini? Sen söyledin mi ‘şuraya verdim’ diye?”
“Yoo.”
“İyi o zaman, ver Adem’in ev numarasını, tamirci
diye arasın. Adem de birkaç gün daha lazım desin.”
“Yok olmaz!” dedi Adem. “Ben anlamam arabadan, motordan. Arızayı falan sorar şimdi.”
“O zaman Salim’i çağır. O anlar, o konuşsun.”
“Tamam yarın sabah yerimizi almadan ver numarayı babana, arasın bizi.” dedi Adem, Civan’a.
“Olur kardaş,” dedi Civan, endişeli.
Salim o akşam olmadığı için para meselelerini konuşmayı ertesi güne bıraktılar. Hiçbiri, en patavatsızları olan Civan bile kalkıp “Bu durum daha ne kadar
sürecek?”, “Birileri gelince ne olacak?” diye sormadı.
Hava karardı, kalktılar. Civan evine, Adem ile Tolga
da oturdukları apartmana gittiler.
15
“Çok para gidiyor, daha da gidecek!” dedi Tolga
yolda. “Kontör, benzin, internet kafe...”
“Evet, farkındayım,” diye kesti Adem. “Şimdilik
Salim’e yükleniyoruz, ama halledeceğiz.”
Salim, muhasebecileri sayılırdı. Halı saha maçlarında, (kendisi içmese bile arkadaşlarının peşinden
gittiği) meyhanelerde ve başka para yönetimi gereken
durumlarda zevkle devreye girer, alır, verirdi. Bu yeteneği Kayserililiğinden mi geliyordu bilinmez ama,
hiç pinti değildi. Sadece hesabını bilirdi. Pederinin
kuruyemiş dükkanları vardı Kartal’da, Maltepe’de,
Bostancı’da. Ailecek işletiyorlardı. Halleri vakitleri
yerindeydi.
Apartmana geldiler. Tolga bir kat aşağıda emekli
öğretmen olan teyzesiyle oturuyordu. Annesi-babası
ölünce gelmişti buraya.
Karşılıklı “İyi akşamlar” dediler. Adem merdivenleri tırmanmaya devam etti. Her katta iki daire vardı.
Karşılıklı iki kapı: Sağdaki Ademlerin, soldaki...
Soldaki kapıya, paspasına, ziline, önündeki ayakkabılara bakmak için yavaşladı. Tülay’ın açık yeşil,
terliğimsi, hafif topuklu ayakkabılarına takıldı gözleri. Baktı, baktı... Sonra kapıyı açtı, içeri girerken dönüp bir daha baktı. Babası salonda televizyon izliyordu. Ona seslenmedi, iyi akşamlar dilemedi. Mutfakta
alelacele birşeyler yiyip balkona geçti. Oturdu. Rüzgar vardı.
***
16
Rüzgar vardı ve yan dairenin ışığı yanmıyordu.
Arif yatmış olacak. Tavuk gibi yatardı zaten, erkenden. Tülay ile ilk kaçamakları da aşağı yukarı bir sene
önce, aynı böyle rüzgarlı bir yaz akşamı olmuştu.
Balkondan balkona sohbet etmişler, sonra Adem, balkonları ayıran, kağıt kadar ince duvarın öbür tarafına
süzülüvermişti. Yarabbi! Ne kadındı Tülay. Yay gibi
bir vücudu, oyuncak bebek gibi yüzü vardı. Sıradan
bir surata ve bolca kiloya sahip Adem’in böyle bir yaratıkla değil birlikte olması, el ele tutuşması; yan yana
oturması dahi imkansızdı ya, olmuştu işte. Bir sene
boyunca bulabildiği her fırsatta her yerde seviştiler.
Adem için başkaca bir anlamı yoktu bu ilişkinin. Olabilir miydi ki? Lüzum yok öyle hülyalara dalmaya,
aşık olmaya. Haydi olsa bile kadın evli, çocuklu, üstelik de kendisinden büyük. Yapılacak ne var? Esiri oldukları tutkunun tadını çıkarıp bulabildikleri her fırsatta, alt alta, üst üste sevişeceklerdi işte. Başka neye
gerek var?
Epeyce bir süre al gülüm ver gülüm devam ettiler.
Karşılıklı sessiz bir anlaşma yapmışçasına. Sonra aşk
lafları edilmeye, “seni seviyorum”lar, “hayatım”lar
söylenmeye –ve beklenmeye- başlandı. Adem, Tülay’ı hiç karşılıksız bırakmadı. Biraz işleri bozmamak
için, biraz da onu –gerçekten- üzmek istemediğinden.
Günden güne bu durum ilerledi, bir tür rahatsızlık derecesi aldı Tülay’da. Artık olur olmaz zamanlarda
(Arif evde ve uyanık iken) Adem’i görmek istemeler,
“sensiz yapamıyorum”lar türedi. Hemen akabinde de
olmayacak türlü hayaller, rüyalar gelmeye başladı:
Yonca’yı da alıp (Adem onunla çok iyi anlaşır, severdi ufaklığı) buralardan kaçmalar, bu hayattan, bu ka-
17
festen kurtulmalar, vesaire. Cesaretsiz biri değildi
Adem. İstese, sıkıya gelse kaçarlardı. Zerre kadar da
acımazdı, ne Arif’e, ne babasına. Lakin olmaza da bel
bağlanmazdı ki. Bir gün gelip de evlenmek falan gibi
ciddi meseleler düşünülecek olursa Tülay gibi bir kadın isteyebilirdi. Belki. Fakat şu anda, şu yaşında, şu
koşullarda: Yok, mümkün değil. Şimdi mahalleyi,
Civan’la kurdukları rakı sofralarını, yukarı mahalleyle
kavgaları, halı saha maçlarını, sahile inip içilen biraları, Kartal’ı, Bostancı’yı, Kadıköy’ü, arkadaşlarını bırakıp çoluk çocuğa karışmak: Mümkün değil!
Keşke olsaymış!
Bir gün, en son gördüğü gün, öğlen sıcağında,
yorgun ve ter içinde yan yana uzanırken, “Mükemmel
bir dünya var mı sence?” diye sormuştu Tülay. “Bir
yerlerde, dışarıda, yine bu dünyanın içinde bir yerlerde, başka bir dünya var mı?” Adem, bir gözü saatte, birşeyler söyledi, geveledi. Sıvıştı. Az daha dursa,
kadın lafa yine Ege kıyılarında bir yere kaçmaktan,
saadetten, umuttan başlayacak, mutsuzluğa ve içinde
yaşadığı “hapishaneye” getirip ağlayacaktı. Bu kez
hiç dinlemeye isteği yoktu, hemen sıvıştı Adem. Bunun yan yana son uzanışları olduğunu bilseydi, biraz
daha kalır mıydı?
Kim bilir?
Ertesi gün, akşama, apartman toplantısı vardı, daha
doğrusu ev sahipleri (apartmanın tamamı yurtdışında
yaşayan bir herifin idi) kira zammına itirazları görüşmek için tüm apartman sakinlerini caddedeki alışveriş merkezindeki bir kafeteryaya çağırmıştı. Uyanık
adamdı, kimsenin ayağına gitmez, getirtirdi. Babası,
18
ısrarla Adem’i de götürmek isteyince, Tülay da ne
yaptı etti, Arif’in peşine takıldı. Toplantıda sıkıldı elbette. Almancı herifin durup durup meclisteki tek kadın olan Tülay’a ısırılacak olgun bir meyveymiş gibi
bakması Arif’in de canını sıkmış olacak, bir başka sıkılan Adem ile alışveriş merkezinde gezinmelerine
izin verdi.
Bizimkiler şen şakrak ayrıldılar. Tülay’ın açık yeşil, hafif topuklu ayakkabılarının melodisi eşliğinde,
önce aynı kattaki mağazalarda gezindiler tek tek. Arif
yan gözle arkalarından bakıyordu. Sonra bir jeton
karşılığı oyuncak ayıcık veren, vereceğini söyleyen
makinede yarım saat geçirdiler. Adem’in her seferinde poposundan yakaladığı oyuncağı bir türlü alıp onlara getirmeyen ufak vinç, yedinci mi, sekizinci mi jetonda insafa geldi. Çirkin, minik, sarımtırak bir ayıları
oldu. Ardından bir alt kata indiler. Burası daha hareketliydi. Yine bir yarım saat kadar oyalandıktan sonra, dikkatleri ve ilgileri etraftan, vitrinlerden birbirlerine kaydı. Çaktırmadan el ele tutuştular, biraz gezindikten sonra beraber erkekler tuvaletinden içeri zor
attılar kendilerini.
İçeride üç-dört pisuar, bir o kadar da kapalı bölme
vardı. Birinin kapısında “Arızalı” yazıyordu. Adem
Tülay’ı sürükledi arızalı helaya. Tam öpüşüyorlardı
ki, helanın kapısı şiddetle açıldı.
“Geç ulan şuraya köpek!” dedi bir erkek sesi. Ardından en az üç dört kişinin içeri doluşma sesleri.
Adamın biri hızlı hızlı soluyor, ağlamaklı bir sesi var.
“Abi, yanlış anladın beni,” diyor
19
Tokat yada yumruk gibi bir ses. Biri, birisine vuruyor. Vurulandan “Hınk!” diye bir inleme geliyor.
“Şu kapıları kontrol et lan, öküz gibi durma orda.”
Bu ilk bağıran adam. Yalnız çok tuhaf bir şekilde tüm
“k”leri ince söylüyor. “Kâhkül” yada “kâğıt” der gibi.
Buyurduğu herif sırayla tüm helaları açıp bakıyor:
Hepsi boş.
Ancak, arızalıya gelince kapı açılmadı, kilitli.
“Reis,” dedi herif, “bu kapalı.”
O anda Adem’in içine endişe doğdu ve helaya oturup, ayaklarını yukarı, duvara dayadı. Tülay da onun
kucağında ayaklarını yerden kaldırmaya çalışıyordu.
Daha değişik bir sese sahip Reis tarafından aşağıdan bakması buyurulunca hafif eğildi herif ve “Bu da
boş!” diye raporunu verdi.
Bunun üzerine bir yumruk ve bir inleme sesinin
ardından kahkülcü adam tekrar konuşmaya başladı:
“Ulan it, oyun mu oynuyorsun bizimle!”
“Abi, gözünü seveyim bir dinle.”
“Yavşak, ecdadını sikerim ulan senin! Demedik mi
lan parayı bugüne hazır et diye, ibne!” Bu adamın “l”
leri de böyle galiba.
“Ettim abi, parayı hazırladım, dur anlatacağım, bir
dakika müsaade et!”
Bir yumruk, bir tane daha, sert birşey ile başka sert
bir cisme vurulma sesi.
“Hikaye mi anlatıcan götoğlanı?”
20
Birden helanın dış kapısı açıldı ve açılır açılmaz
koro halinde “Dolu!” diye bağırıldı. Kapı “çat” diye
çarpıldı tekrar.
“Abi n’apayım, 200 milyarı cebime koyup mu getireyim?”
İki yüz milyar!
“Bana ne ulan, götünde getir ibine!”
“Tamam abi, nolur abi, para kasada. Gel gidelim
şimdi vereyim abi.”
“Siktir ulan! Başımı belaya mı sokacaksın benim.”
Bir takım itişme sesleri.
“Ne yapayım abi, tamam vurma, söyle n’apayım?”
“Yarın bir arkadaşımı göndereceğim,” dedi
kahkülcü, “Kartal istasyonuna, saat onda! ‘Fakir gönderdi,’ diyecek, vereceksin parayı.” Bir hareket ve
inilti daha. “İbne oğlu ibne. Anladın mı lan! Kırmızı
birşeyler giy, götoğlanı gibi. Kolay bulsun seni.”
Ardından yine bir takım hareketler, didişmeler.
“Yarın da vermezsen, böyle bırakmam ağzına sıkarım! Malları aldın sattın, bizi oyalıyorsun it!”
“Tamam abi. Yarın abi. Onda.” Yarım yamalak
anlaşılıyor sesler, ağzında namlu varken konuşuyor
olmalı adam.
Son bir itiş kakışın ardından kapı açılıyor ve girdikleri gibi gürültüyle çıkıp gidiyorlar. Kalan adam,
elini yüzünü yıkarken “Bok vardı sanki de toz işine
girdik!” diye söyleniyor. Küfrediyor. Sümkürüyor. O
da çıkıp gidiyor sonra.
21
Adem derin bir “Oh!” çektikten sonra ayaklarını
indirdi. Tülay’ı üstünden kaldırdı. Çıktılar: yerde kan
izleri. Tuvaletten de çıktılar.
Üst kata giden merdivenleri tırmanırken Tülay
durdurdu:
“200 milyar!”
“Çok para!” dedi Adem, oralı olmaz bir edayla.
“Çok para, evet.”
Adem tırmanmaya devam etti bir iki basamak.
Ancak Tülay gelmiyordu.
“Biz,” dedi, “biz kurtulabiliriz.”
Kurtulmak mı? Neden kurtulmak?
Adem’in aval aval bakışlarına içerleyen Tülay heyecanlı bir sesle:
“Düşünsene!” dedi, “200 milyarımız olsa, istediğimiz an çeker giderdik.”
“Bizim 200 milyarımız yok ama!” dedi Adem, Tülay’ın aklına gelen fikirden ürkerek.
“Yarın, onda, gidip o parayı alabiliriz.”
“Saçmalama kızım! Oyarlar adamı, oyarlar!”
“Fakir gönderdi, 200 milyar.” Tülay önce gülümsedi, ardından hıçkırır gibi bir kahkaha attı.
“Unut bunu!” dedi Adem. “Bunlar mafya güzelim.
Adama n’aaptıklarını duymadın mı?”
“Alır, hemen yarın gideriz!”
“Unut bunu!” dedi bir kez daha Adem. “Unuuut!”
Sonra da kolundan çeke çeke üst kata çıkardı.
22
Toplantı hemen onların dönmesinin ardından bitti.
Adem mümkün mertebe Tülay’a bakmamaya, onunla
yan yana gelmemeye çalışıyordu dönerlerken. Bu...
Bu çok belalı bir işti. Her açıdan. Hiç bulaşılmamalıydı. Bu adamlar, nereye giderlerse gitsinler kendilerine kazık atanı bulur, öldürür veya öldürmekten beter
ederdi. Tabii şimdi Tülay’ın romantik ve pembe dumanlarla kaplı kafası bu gerçeği anlamak istemiyordu. Sonra idrak ederdi. O gece balkona çıkmadı
Adem. Babasının 70’liğinin dibinde kalanından sulu
iki duble yapıp içti. Bu kesmedi, Civan’ı aradı. Okulun bahçesinde dokuz-on şişe bira içtiler. Tolga da
geldi. Olanları Tülay’ın parayı almak istemesi hariç,
anlattı. Mahalleden Civan, Tolga ve Salim biliyordu
Tülay ile ilişkilerini. Diğer ufaklıklar da anlamış olmalıydılar. İkisi de Adem ile aynı fikirdeydi: Tamam,
cesur, gözüpek delikanlılar olduklarını iddia ediyorlardı amma, bu heriflerin çarkına çomak sokmaya
gelmezdi.
Eve döndüğünde saat ikiye geliyordu. Çakırkeyif
kafasını vurup uyudu. Kütük gibi uyudu. Ertesi gün
öğleden sonra dört suları kalktı. Uyumaktan, yüzü
şişmişti. Kahvaltı için ekmek arası birşeyler tıkınıp,
bir de çay içtikten sonra Tülay’ların kapıyı çaldı. Kapıyı Yonca açtı: Tülay evde değil. Sabah babasından
hemen sonra çıkmış, hâlâ da gelmemiş.
Dünkü meseleyi hayal meyal hatırlayan Adem,
endişelense de çocuğa çaktırmadı. İçeri girip onunla
biraz oyalandıktan, uyuttuktan sonra çıktı. Civan’ı
aradı önce. Civan işteydi, konuşamadılar doğru dürüst. Tolga ise Kadıköy’de kitapçılardaymış, akşama
dönecekmiş.
23
“Hay kitabına edeyim!” dedi telefonu kapatırken.
Salim de babasının dükkanlarının birindedir bu saatte, aramaya gerek bile yok. Ufaklıklarla da hallolacak mevzu değil. Ne yapmalı? Öylece kalakaldı. Ortalıkta iyi kötü bir haber yoktu ama, pis, sıcak bir sessizlik vardı.
Kalkıp istasyona gitti, trene binip Kartal’da indi.
Orada ne bulacaksa: Hiçbir şey. İn-cin top oynuyor
istasyonda. Aptal aptal biraz dolandıktan sonra gerisin geri mahalleye döndü. Okulun demir kapısının
merdivenlerinde oturdu, olmadı gitti alışveriş merkezinde dolandı. Tuvalete girdi: Yerde hâlâ biraz kan izi
var. Sonra tekrar dönüp okulun merdivenlerine oturdu. En son orda da rahat edemeyip evine döndü.
Uyumak için gidip yattı. Bir saat kadar yuvarlandıktan sonra şansı yaver gitti de uyuyabildi. Hep uyusa,
hiç uyanmasa.
Kalktığında hava çoktan kararmıştı, salondan konuşma sesleri geliyordu. Gidip baktı: Arif. Babasıyla
konuşuyor. Tuhaf bir hali var. Yapmacık bir iyi akşamlardan sonra sordu:
“N’oldu Arif Abi? Ne bu hal?”
Adam bir cevap vermeden öyle yüzüne bakıyordu.
“Birşey yok, birşey yok!” dedi. Sonra da apar topar kalkıp gitti.
O gittikten sonra babası Adem’e, sanki Adem için
çok önemli olduğunu biliyormuşçasına meseleyi söyledi:
“Tülay hanım yokmuş, sabahtan beri.”
“Gelir, bir yere gitmiştir.”
24
Babası ‘onunla kırıştırdığını biliyorum, bu kesin
senin yediğin bir halt’ dercesine bakarak ağır ağır kafasını salladı:
“Gelir.”
25
II
Tülay gelmedi. O gün de gelmedi, ertesi gün de.
En son toplantıdan dönerken, kapıda, açık yeşil ayakkabılarını çıkarırken görmüştü onu. Şimdi, o gece bilerek, isteyerek çıkmadığı balkondaydı. Tatlı tatlı
rüzgar esiyordu. Dün de esiyordu, önceki gün de.
Onbir gecedir rüzgar Tülay’sız esiyordu.
Adem mutfağa dönüp, dolapta dizili 35’liklerden
birini kaptı. Bir sürahi su, küllük, sigara gibi rakının
can dostlarını bir tepsiye alelacele doldurarak balkondaki beyaz plastik masanın üzerine bıraktı. İlk dubleyi
iki seferde yuvarladı. İkinci. Ardından üçüncü derken,
mezesiz mezesiz bir ufak rakıyı bir saatte bitiriverdikten sonra yalpalayarak içeri girdi, yatağına devrildi.
Ertesi gün Tolga ile Salim’in güç bela uyandırdığı
Adem ve diğer arkadaşları, saat tam sekizde okulun
merdivenlerinde buluştular. Tolga’nın önerisiyle iki
gündür dikkat çeken ekipler bugün yer değiştirecekti.
Ayrıca Salim’in Civan’ın babasına tamirci diye yutturulması için, telefon gelene kadar Adem’lerde olması
da gerekiyordu. Netice itibarıyla Tolga ve Civan pasajın caddesinde, Adem evde, Salim sokakta arabada
26
görevliydi. Serdar’ın bugün maçı olduğundan zaten
yoktu. Ufak yaşına rağmen Serdar, mahallenin yıllardır ikinci amatör kümeden çıkamayan kulübünün
vazgeçilmeziydi. Bir tek ikizlerin yeri değişmiyordu.
Onlar yine internet kafede olacaklardı.
Tolga herkese, olası bir gelişme karşısında nasıl
davranılacağını anlattı. Üçüncü sabahtı. Biliyorlardı
ya, yine de tekrardan zarar gelmezdi. Konuşuldu, anlaşıldı. Ayrılmadan Salim pasajcılara öğle yemeği
için para dağıttı. Fazladan da, ikizlere internet kafede
akşama kadar oyalanmaları ve Volkan’a cep telefonuna kontör almaları için 30 milyon kadar ilave etti.
Dağıldılar. Pasaj grubu Civan’ın arka sokaklardan
birine parkettiği kamyonete yürürken Volkan, Zeki’yi
dirseğiyle dürttü:
“Sen,” dedi, “kaybedersin o parayı. Bana ver istersen.”
“Hadi ordan!” diye tersledi kardeşini Zeki. “Ne diye kaybedecekmişim. Bugün bende duracak paralar.
Üstelik dün adam seni kazıkladı. 2 milyon fazla verdin.”
“Yok öyle birşey! Ben yaptım hesabımı oğlum!”
Civan’ın sert sesi onları susturdu: “Şşşt! Sabah sabah başlamayın yine lan!”
Seslerini kesip yürüdüler. Volkan hâlâ eliyle koluyla parayı istiyor, Zeki de edepsiz bir işaret yapıyordu.
İkizler hep böyleydi. Gözlerini açar açmaz tuvalet
kavgasıyla güne başlar, gece ışıkların söndürülmesi
kavgasıyla bitirirlerdi. Hafif sakar ve şapşal oluşla-
27
rından mıdır nedir, yaptıkları, üstlendikleri işlerden
aksaklıklar, problemler eksik olmaz, ikizler de bunlar
yüzünden hep birbirlerini suçlarlardı. Ancak, ne olursa olsun, hiç ayrılmazlardı. Bu gözü kara, sevimli,
şapşal, ufak tefek, birbirlerine çok benzer kardeşler
(17 yaşında olmalarına rağmen daha küçük gösterirlerdi) tüm beceriksizliklerine rağmen Adem ve arkadaşları tarafından çok sevilir, bol bol azarlansalar da
onlardan ayrı işlerde yoklukları duyulurdu. Tokat’ın
aynı Alevi köyünden hemşehrileri, yaşıtları Serdar ile
birlikte “çerezler” veya “ufaklıklar” diye anılırlardı.
Bu çerezler, daha doğrusu onlara sataşanlar, paralarını
gasp edenler yüzünden dört-beş kere kavga çıkmıştı
yukarı mahallenin itleriyle. Bir tanesinde Civan ile
Adem hafifçe bıçaklanmıştı bile.
İkizler arkaya, kamyonetin kasasına girdiler, Tolga
ile Civan öne geçerken. Yirmi dakika içinde pasajın
önüne gelmişlerdi. İçeri girdiler. Hâlâ didişiyorlardı.
“Haydaaa!” dedi Volkan internet kafeye yaklaşırken.
Kardeşi onun baktığı yere bakınca, hep oturdukları
(Arif’in dükkanını ve koridoru net bir şekilde gören)
bilgisayarlarda yukarı mahallenin iki veledinin oturduğunu gördü. Başka hangi bilgisayara otursalar, koridora ve dükkana sırtlarını döneceklerdi. Sabahın köründe nereden geldi bunlar?
İçeri girmeden Civan’ı aradılar, arabaya park yeri
arıyormuş, Tolga’yı aramalarını söyledi. Tolga’yı
arayıp çağırdılar.
Beş dakika içinde geldi Tolga, canı sıkkın bir ifade
ile. Veletleri gördü: Oynadıkları bilgisayar oyununa
28
kendilerini kaptırmışlar, gözleri başka şey görmüyor.
İkizlere başka bilgisayarlara geçip oturmalarını, birazdan istedikleri yerleri boşaltacağını söyledi. Volkan ile Zeki girip arkalarda bir yerlere oturdular. Veletler oyunda birbirlerini öldürdükçe, kahkahaları,
çığlıkları ve küfürleri internet kafede çınlıyordu.
Yine bir beş dakika kadar sonra Tolga hışımla içeri
girdi.
“Ulan piç!” diye yakasına yapıştı kendine en yakın
olanın. “Ben de seni arıyordum.”
Çocuk “Ne araması?” gibi birşeyler geveleyecek
oldu ki, Tolga’nın tokadının sesi duyuldu “Şrak” diye. Kafe sahibi dahil tüm başlar onlara çevrildi. Çocuk uzun boylu Tolga’ya diklenmek ile alttan almak
arasında gidip geliyor, “N’oluyor lan?”, “N’oldu
abi?”leri sıralıyordu. Tolga’nın elinden çocuğu kafe
sahibi aldı.
“N’oluyor?” diye bir kez de o sordu.
“Bu piç cep telefonumu çalmıştı geçen ay!” dedi
Tolga.
Çocuk “Allah Allah, çalmış mıyım?” diye düşünürcesine sustu birkaç saniye, Tolga’nın suratına dikkatle baktı, hafızasını yoklarcasına gözlerini kırpıştırdı. Ardından bağıra çağıra inkar etmeye başladı.
“Yürü lan karakola piç kurusu!”
Tolga, çocuğu dükkandan çeke çeke çıkarırken velet “karakol” lafından hayli rahatsız olmuş, yeminler
eşliğinde aksi yöne çekiyordu kaptırdığı kolunu. Kafe
sahibi zaten varlıklarından rahatsız olduğu veletlerin
ikincisini de kendi sürükleyip çıkardı dükkandan.
29
Şimdi iki çocuk da bas bas bağırıyor, pasajı inletiyordu. Arif bile bir ara neler olduğuna bakmak için kafasını uzattı. Kafe sahibi oturdukları zamanın parasını
isteyecek oldu. Sonra kurtulduğuna razı, vazgeçti.
Tolga dışarıda biraz daha sürükledikten sonra hafifçe gevşetti elini, çocuk kurtuldu, fırladı gitti. Diğeri
de arkasından.
İkizlerin telefonu çaldı: Tolga.
“Haydi, geçin yerlerinize. Gözünüzü dört açın.
Oyuna moyuna dalmayın, karışmam!”
Volkan ile Zeki, kafe sahibine dünkü kaldıkları
yerden devam etmek istediklerini söyleyerek hemen
yerlerine geçtiler.
Otururken Zeki döndü:
“Benim açtığım haritada oynayacağız.”
“Yok yaa!” diye hemen itiraz etti Volkan. “Dünkü
iyiydi işte.”
Koca gün başka bir hareket olmadı, kimse gelmedi. İkizler oyun oynadı. Tolga’nın ensesi kavruldu,
köşebaşında beklerken. Salim, Civan’ın babasıyla sıkı
bir tamir ücreti pazarlığı yaptı. Düşük fiyat karşılığı
üç-dört gün zaman kazandı. Adem, balkondan önündeki yola boş boş baktı. Civan ise stresten sigara üstüne sigara içti.
Civan’ın tedirginliği aslında bambaşka bir meseleden ötürüydü. Yavaş yavaş akşam olmaktaydı. Derya
birazdan arar ise (kesin arar) ne diyecekti? İki gündür,
bahane uyduracağım diye dokuz doğurmuştu.
İşte telefonu çalıyor.
30
“Alo?”
“Merhaba.” Soğuk bir kız sesi.
“Merhaba güzelim!”
“Nerdesin?” Asabi biraz.
“Ee... İşim var arkadaşlarla beraberim.”
“Tam olarak nerdesin?”
“Eee.. hmm... Ne yapacaksın nerde olduğumu. Gelemiyorum. Bak anlatacağım, izah edeceğim sana,
söz.”
“Bir kızla mı berabersin?” Daha da asabi.
“Hangi kız?”
“Tabii o kadar çok var ki, hangisini diyorum değil
mi?”
“Güzelim, sinirlenme. Kız mız yok yanımda.
Ademlerle beraberim. İşimiz var ördeğim.”
“Ver Adem’i telefona!”
“Eee... Veremem ki, yanımda değil şimdi.”
“Yalancı!” Kapattı.
Off! Çok zor bir durumdu. Civan bu mesele yüzünden üç gündür Derya ile görüşemiyordu. O bir şey
değil, en son buluşmalarında tartışmışlardı, kız bir
özür bekliyordu. Ekseriye böyle olurdu. Kavga ederler, Civan sonra gider gönlünü alırdı kızın. Derya’nın
kıskançlığı, Civan’ın biraz kızların dikkatini çeken bir
tip olmasıyla birleşince kat kat artar, hırları gürleri
eksik olmazdı.
Bu son mesele de böyle çıkmıştı. Derya’nın Kadıköy Altıyol’da çalıştığı parfümeriye iş çıkışından beş
31
on dakika erken giden Civan, içerde oyalanıyordu.
Derya arka tarafta hazırlanır, eşyalarını toplarken bir
müşteri girdi içeri. Bir kız, uzun boylu, neredeyse Civan kadar (o da oldukça uzundu), siyah kısa saçlı, beyazlar içinde seksi bir mahluk. İçeri girip çıkana dek
en az üç-dört defa süzdü delikanlıyı. En son çıkarken
de çapkın bir gülücük eşliğinde göz kırptı. Civan da
şöyle bir tebessüm ediverdi, nezaketen. Başka bir kötü niyeti yoktu canım. Ayıp olmasın diye. İşte tüm bu
sahneyi izleyen Derya çekmiş gitmiş, peşinden koşup
yalvaran delikanlıya hiç insaf etmemişti.
Sonra ertesi gün bu meseleler çıkınca görüşemediler. Derya aradı, nerde olduğunu sordu. Akşam gelmesini istedi. İkisine de olumlu cevap veremedi Civan. Ertesi gün de aynı şekilde geçince Derya küplere
bindi. İşte bu üçüncü gün, bir çare bulmalı.
Bulmalıydı, çünkü Civan Derya’yı çok severdi.
Oldukça kıskanç olması, onu boğacak derecede kontrol etmesi (haksız sayılmaz ya) bir yana, oldukça sevimli, pek cana yakındı. Omuzuna bile gelmese de,
öyle seksi falan olmasa da Civan için yokluğu ağrı sızı sebebiydi. Civan’ın ördeğiydi o. Şimdi bir fırsatını
bulup yanına gitmeli, özür dilemeli. Ama nasıl? Yerini terkedemez. Ne yaptığını da anlatamaz. Telefon ile
denemeli bir daha. Aman canım, büyütecek de ne var
sanki? Alt tarafı kıza gülümsemişti. Öyle çapkın değildi ki. Derya’yı aldatmak aklının ucundan geçmez.
Ama, işte bazen bakan falan olurdu, kız güzelse, en
fazla Civan da bir bakardı. Kim bakmaz ki? Hadi canım!
Aradı:
32
“Efendim!” Hmm, daha asabiyet var biraz.
“Ördeğim, özür dilerim. Gel kızma bana.”
“Neden? Neden kızmayayım? Üç gündür görüşemedik diye mi? Yoksa aramıyorsun diye mi kızmayayım? Yoksa kim bilir nerelerde ne haltlar karıştırıyor ve söylemiyor olmana mı kızmayayım? Yoksa
yoksa, kızlara gülücükler göndermene mi kızmayayım?”
Hakikaten amma çok neden var. Hapı yutmuştu da
haberi yoktu Civan’ın.
“Peki güzelim, kız. Ama çok kızma. Ben ördeğime
anlatacağım hepsini.”
“Nerdesin, oraya geliyorum.”
“Eee.. Güzelim gelmen... Çok da doğru olmaya...”
Kapattı.
Akşam oldu, pasaj kapandı. Mahalleye dönülüp
okulda buluşuldu. Sigaralar yakıldı.
“Şu ana kadar benzin hariç 170 milyon gitti.” dedi
Salim. “Bu tempoyla daha dört-beş günlük para var
bende. Gerisini bilmem.”
“Kayserili,” diye takıldı Civan. “Nasıl da bilir hesabını.”
“Adem de Kayserili, ama ver parayı toprağıma, bir
gecede yatırsın harama, rakıya tüm parayı,” diye atılan oltayı Adem’e aktardı Salim.
Beriki hemşehrisine yarım ağız sırıtmakla yetindi.
Birer sigara daha içildi. Kalkıldı.
Adem ile Tolga evin yolunu yine beraber tuttular.
Uzun bir sessizlikten sonra Tolga:
33
“Bugün Civan’dan kıllanmış olabilirler,” dedi
“Ne? Kim?” dedi Adem başka yerdeki dikkatini
toplamaya çalışarak.
“Senin siviller, neydi adları? Recep’le Hakan mı?”
“Recep şefleri, komiser olan. O, iyi adam. Arif
Abi’ye gelenleri kastediyorsan. Fatih ile Hakan. Komiser muaviniymişler.”
“Hah, işte onlar.” Apartmana gelirken anahtarları
çıkardı Tolga. “Her ne iseler. Senin bana gösterdiklerin.” Kapıyı açtı. Merdivenleri tırmanmaya başladılar. “Her gün bunlar mı duruyor pasajın önünde?”
“Dün de onlar vardı, önceki gün de,” diye cevapladı Adem. Tolgaların kata gelmişlerdi.
“Bugün,” Tolga kapıyı açacakken durdu. Adem’e
baktı. “Civan’ın plakasını aldılar, yanlarından geçerken. Bana öyle geldi.”
“Var bunlarda bir pislik,” dedi Adem. Sonra sessizce “eyvallah” işareti yaptı elini göğsüne koyup.
Tolga da kafasıyla karşılık verdi, kapıyı kapattı.
Tolga içeri girdiğinde burnuna keskin bir koku
çarptı, alkol kokusu. Hemen salona geçti: Yemek masasının üzerinde bir sofra. Teyzesi sık sık yaptığı üzere romantik, Avrupai bir sofra kurmuş, şamdanlı
mumlarıyla, salataları, peynirleri, balığıyla, zarif şarap kadehleriyle. Kadehlerdeki beyaz şarapların biri
olduğu gibi duruyor. Diğeri içilmiş, boş. İşte şişesi.
Of, şişenin de dibine ulaşılmış. Teyzesi yine yirmi beş
yaşındaki sevgilisiyle eğlenmiş. Yirmi beş sene evvel,
çocuğu olmuyor diye kendisini terkeden ve kadının
hayalinde hep o yirmi beş yaşındaki haliyle kalan ko-
34
casıyla, Tolga’nın hiç görmeyip çok duyduğu eski
eniştesiyle.
Sehpanın üzerine de biraz şarap dökülmüş. Demek
yemeğin bir yerinde kalkılıp sehpaya geçilmiş. Orada
sohbet edilmiş hayali misafir ile. Sonra tekrar masaya
dönülmüş olmalı ki bardaklar orada. İyi ama bu koku
ne?
Tolga mutfağa geçince kokunun kaynağını buldu:
Balık. Koca bir şişeye yakın şarabın içinde yüzmeye
alışkın olmayan balık teyzesinin yaşlı midesinde
durmak istememiş ve mutfak tezgahının üzerine hoplayıvermiş.
Tolga şaşırmadan, iğrenmeden, hiçbir tepki vermeden banyoya gitti. Bir havluyu ıslatıp geldi. Temizlemeye başladı. Sinirlenmemişti bile.
Tolga’ydı bu. Kolay kolay kızmaz, üzülmez. Dişçiler çürük dişlerin sinirlerini alırlar hani. İşte Tolga
da sinirleri alınmış gibiydi. Her şeyi, her olayı her havadisi sakinlikle ve metanetle karşılardı. En kötüleri
bile böyle karşılamamış mıydı?
Ağlamış mıydı, dövünmüş müydü? Hayır! O zaman da ağlamamıştı. Bir çocuğun en korkunç kabusuyla karşılaşmış, bana mısın dememişti.
Onüç yaşındaydı. Artvin’deydi. Babasının memleketinde.
Doktor olan adam, yaz tatillerinde ağabeyi Cengiz’i
ve onu yaylaya, babaannesinin yanına götürüp bırakır,
çocuklar bir ay kadar gezip oynadıktan, temiz hava aldıktan sonra da almaya gelirdi. Bu gezintiler hem ço-
35
cuklar hem de aynı hastanede biri doktor, öteki hemşire olarak çalışan çift için de iyi bir dinlenme olurdu.
O yaz Cengiz bademcik ameliyatı olacağından
Artvin’e gelmedi. Tolga’yı götürüp bıraktılar. Yaylaya çıktığının üçüncü günü, daha çocuk oksijene doyamamış, bolca meyve yemekten ishal olmamışken
yayla evine birileri geldi. Sonra başkaları. Ev bir kalabalıklaştı, bir kalabalıklaştı.
Akşama doğru amcası geldi. Arkaya, mutfak niyetine kullanılan odaya geçtiler. Mutfak is kokuyordu.
Duvarlarda asılı kapkara tencereler, tavalar, sağda
solda koliler, küpler, sandıklar, ötede içeriyi dumana
boğan ocakta çalı çırpı yanıyor, akşam yemeği için
kaynayan çorba hafif hafif taşıyor. Normalde her konuşmasında ona takılan, şakalaşan adam, bu sefer
ciddi:
“Tolga,” dedi. “Sen büyüdün artık değil mi?”
“Büyüdüm!”
“Ohoo, kocaman, eşşek kadar adam oldun, değil
mi?”
“...”
“Oğlum, Eskişehir’e dönmemiz gerekiyor.”
O yaşlarda bile zehir gibiydi, işkillendi.
“Neden? Ne olmuş orada?”
Adam bir cevap veremeden çömeldiği yere yığıldı.
Gözleri doldu, doldu. Tek bir damla düştü aşağı. Hemen toparlandı.
“Tolga,” dedi tekrar. “Bak erkek erkeğe konuşuyoruz tamam mı?”
36
“Tamam.”
“İnsan bazı bazı üzülür. Hani erkekler ağlamaz
derler ya sen pek inanma.”
“Ben ağlamam zaten.”
“Öyle birşey yok evladım, ağla istediğin zaman.”
“Amca! Ne söyleyeceksin?”
Amcası biraz daha oyalandıktan, lafı çevirdikten
sonra:
“Cenneti bilir misin sen? “
“Bilirim.” Öne doğru kayan gözlüğünü yerine
oturttu parmağıyla.
“Annen, baban ve Cengiz cennete gitmişler yavrum.”
Belki Tolga yerinde başka bir çocuk olsaydı, misal
Adem olsaydı, Civan olsaydı, ailesinin oraya otobüse
atlayıp gittiğini ve geri geleceğini zannedebilirdi.
Böylesi ani ve haber vermeden gittiklerine göre, çabuk dönerlerdi ne de olsa.
Lakin Tolga, Tolga’ydı:
“Bu durumda dönsem iyi olur, haklısın amca.”
Ertesi gün döndüler. Kalorifer kazanından çıkan
yangının tüm aparmanı sarması sonucu vefat eden ailesinin cenazelerini kaldırdılar. Tolga’nın İstanbul’da
yalnız yaşayan teyzesi, ısrarla onu yanına almak, orada okutmak isteyince amcası reddetmedi. Çocuğu her
ay belli bir para yardımı yapacaklarını da taahhüt ederek emekli öğretmene verdiler. Tüm bunları sessiz
sedasız izleyen Tolga hiç ağlamadı, hiç itiraz etmedi.
37
O böyleydi çok az şaşırır, duygularını çok az gösterirdi. Çoğu insan bu yüzden kendini beğenmiş olduğunu düşünür. Pek haksız sayılmazlar belki: Tolga
kendisinin farkındadır.
Tolga yine aynı tepkisizliğiyle, soğukkanlılığıyla
mutfağı temizlemiş pırıl pırıl yapmıştı. Şimdi sıra salonu toparlamakta, masayı kaldırmakta.
***
Adem, Tolga’ların katta vedalaşıldıktan sonra hiç
acele etmeden bir kat daha çıktı. Açık yeşil ayakkabılara şöyle bir bakıp içeri girdi: Babası yine televizyon
seyrediyordu. Koltuğa oturmuş, ayaklarını bir sandalyeye uzatmış. Hemen yanındaki sehpada bir duble rakı ve biraz kavun. Eli ile tutup ağzına götürdüğü kavun parçalarından süzülen sular üzerine damlıyordu.
Beleş rakıları görünce dolapta, saldırmıştı tabii. Yine
selam vermeden, bakmadan mutfağa geçti Adem.
Ayaküstü birşeyler yedi. Evlerinde hiç yemek pişmez,
ancak buzdolabı hep kahvaltılık malzeme ile dolu
olurdu. Acıkan gider ekmek arasına birşeyler koyar
yerdi. Adem de babası da içici olduğundan rakı ve
mezelik malzeme de mevcuttu her daim. Biri almazsa
öteki alırdı nasılsa. Annesinden beri sadece bir kez,
Tülay yemek pişirmişti bu evde. Adem’in babası,
kuvvetle muhtemeldir ki, ondan sonra bu kadınla oğlu
arasındaki ilişkiyi sezmişti. Fakat ara sıra laf sokmaya
çalışmaktan öte bir ziyanı yoktu bunun Adem’e. Aynı
evde iki ayrı hayat sürüp gidiyordu, birbirlerine karışmadan.
38
Dünkü gibi tepsisini hazırladı, balkona çıktı. Tülay’sız rüzgar oniki gündür esiyordu. Dubleyi şipşak
hazırlayıp yuvarladı. Bu sivil polisler canını sıkmıştı.
Gerçekten Civan’ın kamyonetinin plakasını aldılarsa
çocuğun başını ağrıtabilirlerdi. Zaten çocuk Kürt, biraz dikkafalı, kabadayı. Biçilmiş kaftan, hamur gibi
yoğururlar, PKK’lı derler, mafya derler, ne kadar
açıkta kalan pis iş varsa sırtına yüklerlerdi.
İlk gördüğünde de gözü tutmamıştı herifleri. Tülay’ın ortadan kayboluşunun üçüncü günüydü. Arif
artık karısının beklemekle gelmeyeceğini anlamış,
başına bir iş geldi diye karakola gitmişti. Evraktır, bürokratik işlemlerdir derken saatlerce karakoldan çıkamamış, yorgun argın gelmişti akşam. Adem’in babasına dert yanıyordu. Tülay’ın tepesinde aslan kesilen adam şimdi çökmüş, yıkılmıştı. Gören, Leyla’sını
kaybeden Mecnun zannederdi. Adem karakol işini o
akşam duydu. Ancak bunlardan bir sonuç çıkmayacağını, Tülay’ın bir şekilde parayı alıp –kendisini de atlatarak- çoktan sırra kadem bastığını düşünüyordu.
Alışveriş merkezindeki gece, gözlerindeki hırsı, görmüştü. Tülay bu hayattan sıkılmış ve “kurtulmuştu”
işte. Karakol falan hikaye. Parayı alamasaydı, kös kös
dönmeyecek miydi?
Bunu kendisine de atılan bir tür kazık olarak düşünen, düşünmek isteyen Adem, terkedilmiş sevgili halet-i ruhiyesine girdi. Efkarlandı.
O gece okulun bahçesinde sağlam bir çilingir sofrası kurdular. Civan, Serdar, Adem iki büyüğü bitirdiler. İkizler çocukluktan, Tolga yeşilaycılıktan, Salim
ise sofuluğundan içmezlerdi. Ancak hepsi oradaydı.
39
Ağır toplar sabah ezanına kadar durdular neredeyse.
Adem tüm olan biteni, nasıl kahpece terkedildiğini
anlattı durdu. Dünyaları içti. Tolga ile Civan yarı
baygın, yol boyunca kusan ve sayıklayan, yürürken
lokurdayan Adem’i güç bela evine taşıyıp yatırdılar.
Ertesi gün hayli geç bir vakitte birtakım gürültülerle uyandı. Dan dan... Cızırtılar... Kuş sesine, saat sesine benzer zırıltılar. Kafasını yastığın altına soktu.
Dan dan dan... 86-71 merkez 86-78... Bu da ne? Dan
dan dan...
Adem yastığın altından kafasını çıkardı. Ortalık
yıkılıyor. İçerilerden gelen “dan dun” seslerine parmak çekilmeden basılan zil eşlik ediyordu. Ve deminkinden daha asabi bir “86-71 merkez 86-78”...
Kalkmak için davrandı. Dan dan dan. Başı halen dönüyordu.
“Geldim, geldim,” diye bağırarak, sallana sallana
kapıya gitti. Midesi de fena ki fena. Kapıyı açtı: İki
herif, biri enine boyuna iri, diğeri kendi ayarında.
İri herif: “Arif Pene siz misiniz?”
Ne penesi yahu?
Karşısındaki, üzerinde boxer model dondan gayrı
birşey olmayan delikanlının aptal bakışlarından canı
sıkılan adam soruyu tekrarlardı, daha vurgulu.
Adem’in kafası yavaş yavaş sabitlenmeye, yerine
oturmaya başladı. “Hayır,” dedi. “O karşı dairede oturur. Ama...” Yükselen bulantıdan gerisini getiremedi.
Herifleri öylece kapıda bırakarak banyoya koştu, kustu. Tam zamanında yetişmişti. 86-71 merkez 86-78.
Döndüğünde adamları evin içinde buldu. İri yarı olanı
40
banyodan gelmesini bekliyor. Elindeki telsizi deminden beri bağırtan ise etrafa bakınıyordu. 86-bilmem
ne buydu da inadına mı cevap vermiyordu? Çok susamıştı, yanıyordu ama mutfağa gitmek yerine yarım
kalan lafını bitirmek için iri yarıya döndü:
“İştedir o. Şimdi evde değildir.”
“Karşı dairenin kapısını çaldık zaten. Ufak bir kız
önce açtı, sonra kapattı kapıyı.”
“Siz böyle narin olduktan sonra, ne yapsın kızcağız?” diyecekti, dememeyi daha uygun buldu. Ardından saatine baktı:
“Bir-iki saate kalmaz gelir Arif Abi. Zaten endişeli, erkenden geliyor eve. Siz meseleyi biliyorsunuzdur, onun için geldiniz herhalde.”
“Evet, evet,” dedi adamlardan iri yarı olanı. “Tahkikattayız, kayıp şahsın eşyalarını inceleyeceğiz. Ancak vaktimiz kısıtlı. Siz şu kapıyı açtırıverin çocuğa.”
Ne eşyası inceleyeceklerdi? Bu ne acele, ne kendine güven: ‘Kapıyı açtırıverin!’ Aslında Adem’in (Tülay’ın verdiği) bir anahtarı vardı, ama durduk yere
şüphe çekmekten başka bir faydası olmazdı şimdi
kendisine. Gidip giyindi. Karşı kapıyı çaldı:
“Yonca, benim, Adem abin. Haydi aç güzelim.”
Bir daha çaldı. Ufaklığa tekrar seslenecekken kısa
boylu polisin elindeki telsiz cazırdadı. Başka birtakım
kodlar döküldü ortalığa.
Sinirlendi, adama dönüp, “Şunu kapatır mısınız?”
dedi.
Yanıt iriden geldi:
41
“Görevdeyiz, kapatamayız!”
Konuşmayacak adamın eline niye telsiz verirler?
“O zaman ben de kapıyı açtıramam. Korkutuyorsunuz çocukcağızı.”
Sustular. İri olanı bir Adem’e bir diğerine bakarken, ufak herif dimdik Adem’in gözlerinin içine bakıyordu. Adem de altta kalmayıp bakıyordu bakmasına da, adam bir başkaydı. Bir dakika boyunca, gözünü ne kırptı, ne başka tarafa çevirdi. Baktı, baktı ve
yine bakmayı bırakmadan çat diye kapattı telsizi. İri
olan eliyle kapıyı göstermese daha da bakışacaklardı.
Adem iki üç kere daha çaldı zili. Yonca’ya diller
döktü. Kız neden sonra, istemeye istemeye kapıyı açtı. Açmasıyla da iki polisin içeri dalması bir oldu.
Adem hemen kucakladı Yonca’yı kendi evine götürdü. Yanaklarını sıktı, gıdıkladı. Güldürmeye, oyalamaya çalışıyordu. Başardı da. Kızın rahatladığını anlayınca onu orada bırakıp Tülay’ların kapıdan içeri
girdi.
Polisler odalara dağılmışlar, her yere bakıyor, banyoyu, dolapları, çekmeceleri, karıştırıyorlardı. Tülay’ın kişisel eşyaları bir yana, güdük olanı, mutfaktaki tencerelerin içlerine bakıyordu şu anda. Tekrar
göz göze geldiler.
Arkasından, “Teşekkür ederiz!” diyen sert sesini
duydu irinin. “Bize çok yardımcı oldunuz. Şimdi müsaade edin de vazifemizi yapalım.” Eliyle de kapıyı
gösteriyordu.
42
Adem çaresiz, çıktı. Mağdur adamın evini niye
arıyorlardı? Bunlar ne biçim polisti? Belki de polis kılığında başkalarıydı.
Adem panikle içeri girip kapıyı kapattı, zincirini
de taktı. Ne işe yarayacaksa. Sonra alt komşusu Tolga’yı arayıp çağırdı. Apar topar gelen Tolga’ya durumu anlattı.
“Çıkalım,” dedi Tolga. “Aşağıya inelim. Eğer
adamlar mafyaysa evde keserler bizi. Dışarıda en
azından kaçarız.”
Yonca’yı Tolga’lara bırakmak istediler. Ancak,
zavallı kızcağız evden eve, evden eve geçirilince huzursuz oldu, ağlamaya başladı. Sonra Adem’in kızla
kalmasını (nasıl olsa o eve girdiklerini bilmiyorlardı)
Tolga’nın aşağı inip adamların bindiği arabanın plakasını almasını kararlaştırdılar.
Bir saat kadar sonra kapı çaldı: Tolga.
“Gittiler,” dedi. “Beyaz bir Toros’a bindiler. Klasik sivil polis arabası.”
“Plakayı aldın mı?”
“Aldım.”
Sonra Yonca’yı evine bırakıp dışarı çıktılar.
Akşam olup Adem döndüğünde, Arif yine
Adem’in babasıyla dertleşiyordu. Tam gündüz gelenleri söylemeye niyetlendiğinde kapı çaldı: Gündüz
gelenler! İlave olarak orta yaşlı biri daha.
“Karşı kapıyı açan olmayınca, sizi rahatsız ettik,”
dedi yaşlı polis. “Arif Bey içeride mi?”
43
Adem birşey demeden, ‘geçin!’ anlamında kenara
çekilmekle yetindi. Geçtiler. Ufak tefek iblis, ters ters
baktı yine.
Arif gelenleri görünce fırladı:
“Hoş geldiniz. Kötü bir haber mi var?”
Sesi endişeli ve ağlamaklıydı. Adem’in ona duyduğu nefretten eser yok artık. Zavallı adamcağız.
“Yok, yok!” diye sakinleştirdi yaşlı polis. Sandalyesine oturttu. “Ben komiser Recep, akşamüzeri bana
uğrayın diye arkadaşları göndermiştim, sizi görememişler.”
Adem ağzını açamadan, iri polis hemen davrandı:
“Biz de gelmişken, Tülay hanımın eşyalarına falan
bakalım istedik. Malum, bir iz, bir ipucu yakalarız diye.” Sonra Adem’e bakarak devam etti: “Delikanlı
bize yardımcı oldu, ancak çıkarken onu görüp de diyemedik uğramanız gerektiğini.”
“Ancak belki böylesi daha iyi oldu,” diye tekrar
aldı sözü komiser. “Bu sayede en yakın komşularla da
konuşmuş olacağız.”
Adem ile babasının gayrı resmi ilk ifadelerini
Adem’lerin evde, salonda aldılar. Komiser babacan
bir adama benziyordu. Tülay’ı ne kadar tanıdığını, arkadaşları olup olmadığını, akrabalarından gelen giden
olup olmadığını, ve benzeri ipucu yakalayabileceği
şeyleri sordu durdu. Adem’in cevapları hep olumsuzdu. Bir ara para meselesini söylemeyi düşündü. Ama
bunu nasıl becereceğini bilemedi. Ah ulan, Tolga olsa
idi yerinde, hem para mevzuunu söyler, hem de kendini bir kilometre uzakta tutardı. Hiçbir şey söyleye-
44
medi. Bu, komiserin omuzunun üstünden dik dik bakan ızbandutlar huzursuz etmişti onu. Yoksa, belki
buzdolabından bir rakı kapmasına izin verse, sofra
kurup, terkedilme hikayesini baştan sona anlatabilirdi
Recep komiserine. Kim bilir?
Bir müddet sonra komiser resmi ifadeler için karakola gidilmesini buyurdu. Endişeler, sızlanmalar, keyifsizlikler ile beraber, apartman tam kadro karakola
taşındı.
Resmi ifadeleri gündüz gelen nemrut polislerden
iri olanı aldı. Sorular tükenip imzalar atılacağında,
Adem kağıdın altında kendi isminin yanında iki isim
daha gördü: Komiser Yardımcısı Hakan Pala / Komiser Yardımcısı Fatih Tir.
45
III
Hangisi Hakan, hangisi Fatih, bugün, onikinci günün akşamında, halen karıştırıyordu Adem. Hep beraber gördü sonraları bu ikisini. Üçüncü duble mi bu?
Dördüncü mü? Kim bilir. Adem ince uzun bardağın
dibinde kalan rakıyı küt diye dikti. Ardından hemen
bardağın yarısına kadar rakı doldurup üzerini suyla
tamamladı. Giderek beyazlaşan rakıyla, ona cilve yapan, sekerek kaçan suyun dansını izlemeye koyuldu.
Ne kadar uyumlu ve mutlular! Ne korkak, ne bencilsin Adem! Ne yaptın Tülay? Kör olasıca rüzgar hâlâ
esiyordu, tekrar dalıp gitti.
Adem’in meselenin vahim, karakolluk bir yanının
olduğuna inanması için bir gün daha gerekmişti. Polislerin Tülay’ın evini aramasının ertesi günü Tolga’yla Kadıköy’e inmişler, çok fazla bir paraları olmadığından bütün gün Bahariyedir, Modadır,
Yeldeğirmenidir demeyip sürtmüşlerdi. Akşamleyin,
ayaklarına karasular inip eve döndüğünde, Arif de,
babası da henüz gelmemişti işten. Büyük hata. Daha
geç gelmeliydi. Böylece işten gelmiş, çoktan yemeğini yiyip salona kurulmuş babasıyla daha az muhatap
46
olurdu. Şimdi gelecek, ekmek almaya gönderecek,
yumurta kırdıracak, hatta hep beraber sofraya oturulacaktı. Puff! En iyisi dışarı çıkmak.
Adem birkaç dakika soluklandıktan sonra yorgunluğuna bakmadan, ayakkabılarını giydi, çıkmak için
kapıyı açtı: Karşı dairenin kapısı da açık. İçeriden birinin kahkaha sesleri geliyordu. Arif’in herhalde. Tülay mı dönmüştü? Biraz kulak kabartınca bunların
kahkaha değil hıçkırık sesleri olduğunu anladı. Çekine çekine kafasını uzattığında Arif’i mutfak kapısıyla
daire kapısının arasındaki boşlukta, sırtını duvara
vermiş, yere çömelmiş bir halde buldu. Elinde bir kağıt, ağlıyordu. Hıçkırıyor, burnunu çekiyor, salya sümük, titreye titreye ağlıyordu. Adem bir süre tereddüt
etti, sonra ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi. Çocuk
gibi tepiniyordu koca adam. Çocuk? O ana kadar
farketmediği Yonca’yı da gördü: Salonun kapısında
dikilmiş babasına faltaşı gibi açılmış gözleriyle bakıyor.
“Ne oldu Abi?” diye sordu ağlayana.
Birkaç hıçkırık ve bir inilti.
Adamı sarstı. “Abi!” dedi.
Arif bir daha inledi. Birşeyler söylemek istedi.
Tekrar hıçkırıklara boğuldu.
Adem adamın elindeki kağıdı aldı. Çizgili bir defterden koparılmış bir kağıt. Üzerinde tamamı büyük
harflerle, imlası bozuk, bir çocuğun elinden çıkmış
gibi, kargacık burgacık bir yazı:
“ARİF PENEYE
BİZE AYİT EMANETİ V... (okunmuyor: “ver” olabilir)
47
BİZDE SANA AYİTİ VERELİM
İPNELİK YAPMA SAN HİÇ PIROPLEM ÇIKMAS
HAZIR OL GELİCEYİZ”
Mektubun zarfını görmese, mektuptaki küfür ve
konunun ciddiyeti olmasa, bunu pekala Yonca’nın
yazdığını düşünebilirdi. Lakin evin içinde de hiç öyle
bir hava yoktu. Adem mutfağa gitti: Sular kesik. Yerini ezbere bildiği içme suyu damacanasından bir bardak su doldurup Arif’e getirdi. Adam henüz kendinde
değildi. Adem elini ıslatıp Arif’in yüzünü gözünü sildi. İşe yaramadı. En son çare olarak suyu olduğu gibi
suratına boşalttı. Neye uğradığını şaşıran Arif içgüdüsel bir öfkeyle kafasını kaldırdı. Kendine gelmişti biraz olsun.
“Kim getirdi bunu?” diye sordu Adem.
Cevap alamayınca gitti bir su daha getirip çarptı
suratına.
“Arif Abi, nerede buldun bunu?”
“Ka... Kapıya bırakmışlar.” dedi adam doğrulmaya
çalışarak. “Eve geldim... Zil çaldı... Kapıyı açınca yere düştü...” Adem’in yardımıyla doğruldu.
Adem hemen pencereye koştu, sokağa baktı: kimsecikler yok.
“Koşan, merdivenlerden inen kimseyi gördün mü
Abi?”
“Yok, kimse yoktu.” Yüzünden, çenesinin ucundan şıpır şıpır damlıyor sular.
Aşağı inip, zili oradan çalmış olmalıydılar. Adem
Yonca’nın yanına gitti. Kızı içeri salona götürürken
48
babasının sesini duydu. O da açık kapı ve perişan
adamı görmüş, hatta kağıdı incelemeye başlamıştı.
Olay apartmanda hemen duyuldu.
Arif uzunca bir tereddütün ardından, mektubu alıp
karakolun yolunu tuttu. Karısının fidye için kaçırıldığını düşünen adamcağız mektuptan hiçbir şey anlamamıştı. Adem ise daha ilk okuyuşta herşeyi kendince idrak etmişti: Adamlar parayı alanın Tülay olduğunu tespit etmişler, getirip kocasına verdiğini düşünüyorlardı. Ne bilsinler kadının aklında kaçıp gitmek
olduğunu? Yoksa ne diye Arif’e tehdit mesajı
göndersinlerdi? Ancak, bir dakika! Tülay’ın ortalarda
olmadığını nereden biliyorlardı ki? Nereden olacak,
82-küsur mudur, 86-bilmemkaç mıdır nedir, şu iki
mendebur polisten. Adları neydi? Fatih ile Hakan.
Hangisi hangisiyse. Kesin onlar vasıtasıyla bunu öğrenmişlerdi. Zaten herifler de kişisel eşyalar deyip
evin altını üstüne getirmemişler miydi? Bazı polislerin mafyayla içiçe olduğu bilinmeyen şey mi?
Bir ihtimal daha vardı ya, Adem onu hiç aklına getirmek istemiyordu. Şimdi üzerinde durmaya değmezdi. Pis, ağır... Çok pis bir ihtimal! Hayır, hayır, o
şekilde olmuş olamazdı. Kafadan çıkarıp atmalı! Kafayı çekmeli!
Ertesi gün haftalık harçlık günüydü. Babası, içten
içe her zaman o kazadan, annesinin ölümünden sorumlu tuttuğu babası, vurdumduymaz, kendinden
başka kimseyi sevmez babası, Telekom şirketinin
Kartal Müdürlüğü’nde makam mevki sahibi babası,
sabah evden çıkmadan mutfak masasına -gönlünden
ne koparsa- bir miktar para bırakacaktı. Adem ilk iş
49
Salim’e ve Civan’a olan borçlarını ödeyecek, kalanını
da daha akşam olmadan yiyip bitirecekti. Geçen hafta, Kadıköy’de bir barda yemişlerdi parayı. Ancak bu
hafta uzun geçeceğe benzer. İyisi mi evde içmek:
Birkaç tane 35’lik alıp buzdolabına dizmeli. Adem’in
parayı harcamadaki bu aceleciliği boşuna değildi. Biliyordu ki babası hemen yarın, başka para mara vermeden, duruma göre ya alışverişe gönderecek ya da
fatura ödetecek, yani verdiği parayı geri alacaktı. Ne
kurnazdı, ne pintiydi o. Kayserili değil mi? Hem yapılması kaçınılmaz harcamalar yapılmış olacak, hem
de evladına harçlık verecekti! Aynı parayla!
Adem uyanır uyanmaz kalkıp baktı mutfağa: 50
milyon. Küfretti. Son bir ayda, hep bu ‘aynı gün harcama’ hamlesini yapmış, bırakılan para da sürekli
azalmıştı bunun karşılığında. Düşündü: Durumu anlatsa Civan para falan istemezdi. Zaten çalışıyor, para
kazanıyor. Salim’in 20 milyonunu verse, üstüne de
beş altı milyon alsa birinden, üç ufak alabilirdi. Sarhoş olmalıydı. Aksi takdirde, kafasının içinde yılanlar, kertenkeleler, birbirinden iğrenç böcekler durmadan dolanıyor, rahat huzur vermiyorlardı. Tülay neredeydi?
Birşeyler atıştırıp Tolga’lara indi. Oyalanmadan
çıktılar. Geze geze Salim’in o günlerde durduğu kuruyemiş dükkanına (Kartal’daki) gidip parayı verdiler. Tolga bir araba laf edip kalan parayı tamamladı,
markete gidip rakıları aldılar. Herşey planladığı gibi
giderken, Adem akşam Civan’dan fırça, sızlanma yerine “Canın sağolsun kardaş, ihtiyacın varsa daha vereyim”i alınca dayanamadı: Okulun bahçesine yine
çilingir sofrası kuruldu, rakılar bir gecede bitti.
50
O gece huzurlu geçti geçmesine, fakat ya diğerleri... Ayık kafayla yatmak, uyumak mümkün değil.
Mektup aklından çıkmıyordu Adem’in. “HAZIR OL”
diyorlardı. Acaba kendileri hazır mıydı? Gerçekten
Tülay ellerinde miydi? İyi de perişan, meselenin aslından bihaber Arif ne hazırlığı yapabilirdi ki? Tülay
ellerindeyse para da ellerinde olmalıydı. Şimdi, kendisi yumuşak yastığa kafasını koyup, sağdan sola,
soldan sağa dönerken, Tülay... Bir yerlerde... Ellerikolları bağlı... Hadi canım! Eliyle sinek kovalar gibi
bir hareket yaptı, bu düşünceleri kovmak için. Tülay’a parayı ya vermişlerdir, ya vermemişlerdir. İkinci
ihtimal olsa, ne diye böyle uğraşsınlar?
“Bize ait emaneti ver!”
Kesin blöf yapıyorlardı. Tülay ellerinde olsa para
da ellerinde olurdu.
Peki Tülay... Tülay gerçekten parayı alınca basıp
gider miydi? Haydi kocasını bıraktı, kendisini, genç
aşığını bıraktı, kızını da bırakır gider miydi? Giderdi!
Yalan! Gitmezdi. Ademin içinde bu his gittikçe büyüyordu: Tülay ne kendisini, ne de kızını bırakıp gitmezdi. Onun için para pul önemli değildi ki... Çil çil
parası, çok çok milyarı olsa ne olacak? Harcamasını
bilmez ki... Saf! Bu işe burnunu soktuysa Adem yüzünden, zırt pırt lafını edip Adem’in ciddiye almadığı
‘Yonca’yı da alıp birlikte Ege’ye yerleşmek’ ütopyaları yüzündendir.
Sabaha kadar uyuyamadı Adem. Gündüz de ne
uyku tuttu, ne iştahı geldi. Midesi yandı durdu. Ertesi
günün de ertesi olduğunda, müezzin cemaati sabah
namazına çağırdığında hâlâ uyanıktı. Kan çanağına
51
dönmüş gözleriyle. Ya... Ya gerçekten... Ya Tülay
gerçekten o gün sesini duydukları adamların elindeyse. Adamın “k” leri hâlâ çınlıyordu kulağında, diğerinin iniltileriyle beraber.
Çok film seyretmişti böyle kaçırma-fidye işleriyle
ilgili. Hemen hepsinde yakışıklı dedektifler, zavallı
rehineyi gangsterlerin, haydutların elinden sağ salim
kurtarırlardı. “Allahım!” diye fısıldadı ezanı dinleyerek, “Allahım, n’olur Tülay parayı alıp gitmiş olsun!
N’olur!”. Yine fısıldadı “N’olur, n’olur, n’olur...”
Sonra tekrar tekrar aynı şeyleri, benzer sözleri fısıldayarak uyuyakaldı.
***
Uyandığında öğleden sonraydı, işlerin sarpa sardığına (hiçbir kanıt, haber olmamasına rağmen) neredeyse emindi, hissediyordu. Hiçbir şey yemeden,
doğruca Tolga’ya gitti. Tolga Adem’i görür görmez
bir haller olduğunu anladı. Fakat birşey sormadı. Civan’ı da çağırıp onbeş dakika sonra okulun merdivenlerinde buluştular. Tolga ile Civan oturdular merdivenlere, Adem ayakta kaldı. Önce uyuyamadığından
falan sözetti. Sarhoşken rahat ettiğini, ancak ayık kafayla çok huzursuz olduğunu söyledi.
“Kardaş, onu bırak, görüyoruz. Sebebini de!” dedi
Civan, sigarasını Adem’inkinin ateşiyle yakarken.
“Tülay gitti diye mi üzülüyorsun?”
Adem o zamana kadar arkadaşlarına “Tülay parayı
alıp beni terketti,” demiş, kendisi de dahil herkesi
52
inandırmıştı ya. Şimdi kalbi sızlıyor, durumun böyle
olmadığını biliyordu. Tükürüğü yalamak vakti.
“Galiba,” dedi Adem, kafası önünde, “o mektup
gerçek.”
“Hangi mektup?” dedi kaşının birini kaldıran Civan. Tolga hemen mektubu ve içeriğini anlattı. Öteki
devam etti:
“Tülay o adamların elinde, hissediyorum. Ben... O
gece bana ‘beraber alalım parayı, sonra da gidelim’
demişti. Ben korktum, konuyu geçiştirdim. O beni
görmesin, bunu bir daha istemesin diye balkona da
çıkmadım.”
Kısa bir sessizlik oldu. Tolga ile Civan, başlarını
önlerine eğmişlerdi. Üçü de yerdeki hayali bir cüce
konuşuyormuş gibi ona bakıyorlardı.
“Herhalde herifler onu yakaladı,” diye bitirdi lafını
Adem.
“Yakalamış olsalardı, sağ komazlardı ki,” dedi Civan. “Ne diye ellerinde tutsunlar da üste para istesinler?”
“Bilmiyorum, bilemiyorum. Zaten ne olursa olsun
sonuç değişmez. Korkaklığım yüzünden yalnız gitti
kız.”
“Hakikaten senin dediğin gibi parayı alıp gitmiş
olamaz mı?”
“Haydi beni bıraktı diyelim, kesseler Yonca’yı bırakmazdı.”
Bir sessizlik daha. Ancak bu seferki yapış yapış,
uzayan bir sessizlik. Herkes birşeyler düşündü ken-
53
dince, söylemek için. Fakat denilebilecek birşey bulamadılar. Sustular.
Sigara içip sustular. Neden sonra Civan konuştu
tekrar:
“Kim peki bunlar, bilgin var mı?” dedi saatine bakarak.
“Kimler?” diye cevapladı Adem, gözleri sabit, aklı
uzaklarda.
“Bu adamlar işte, mektubu yazanlar.”
“Bilmiyorum,” dedi Adem. Hala aynı noktaya bakıyordu. “Fakir diye bir isim duydum sadece. Lakap
mıdır, kod adı mıdır bilmem.”
“Bakarız,” dedi Civan, kalkmak için davranarak.
“Nasıl bakarız? Neye bakacaksın?”
“Kimmiş bakarız, öğrenmeye çalışırız,” diye mırıldandı Civan, poposuna merdivenlerden bulaşan
tozları silkeleyerek. Mimiklerinde ‘orasını karıştırma’
diyen bir hal vardı. “Sen yeter ki sakin ol.”
Sonra da eliyle iyi akşamlar diledi, gitti.
Adem yanındaki Tolga’ya döndü:
“N’olacak şimdi?”
Tolga bilmem anlamında omuzlarını silkti, ayağa
kalktı. Derin düşündüğü zamanlarda olduğu gibi ellerini ceplerine soktu, ayakkabılarına bakarak yürümeye başladı.
İçgüdüsel olarak eve doğru yöneldiler. Tolga, “Bize gidelim,” dedi. “Otururuz.”
54
Apartmana geldiler. Merdivenlerden yukarı çıkarken, en üst kattan, Adem’lerin ve Tülay’ların katından gürültüler geliyordu. Meraklanıp yukarı çıktılar.
Her iki dairenin de kapıları ardına kadar açıktı.
Arif’in hıçkırıklarını duyacağını düşünürken babasının sesini duydu Adem:
“İnsan olamaz bunlar, insan olamaz!” deyip duruyor. Arif’in dairesinden.
Girdiler. İçerisi kalabalık, havasız, sıkıntılı. Çok
kalabalık. Arif’in terzi dükkanının olduğu pasajdaki
matbaanın işçilerinden (üstleri-başları mürekkep içinde) ikisi, Adem’in babası ve tanımadığı iki-üç kişi
daha. Arif nerede? Salona geçtiler. Arif kanepede yatıyor, boylu boyunca. Yaşlı bir kadın, alt katlardan bir
kadın, birilerine beddualar ediyor. Tolga’nın teyzesi
de burada. Elinde koca bir şişe kolonyayla geliyor
mutfaktan. Arif’in yüzüne gözüne, ellerine sürüyorlar.
Adem ürkek ürkek babasına yanaşıyor. Göz göze
geliyorlar. Ne olup bittiğini anlamak isteyen oğluna
cevap veremiyor adam. “İnsan olamaz bu şerefsizler,”
diyor. İstem dışı, nefret dolu bir bakış fırlatıyor yerdeki kutuya.
Adem’in de Tolga’nın da bakışları derhal oraya
yöneliyor. Karmaşadan şimdiye kadar dikkatlerini
çekmemiş olan kutuya yürüyor Adem. Babası arkasından onu yakalamak ister gibi bir hareket yapıyor
koluyla. Ancak adam da şaşkın, gözü görmüyor, yakalayamıyor oğlunu. Tolga anlıyor meseleyi,
Adem’in ardından o koşup yakalıyor.
55
“Dur bir dakika oğlum!” diyor Adem, silkiniyor,
kurtuluyor.
Eğilip kutuyu açıyor. Üstte bir kağıt:
“ARİFE
SANA İPNELİK YAPMA DEMİŞDİK
İNANDINMI ŞİNDİ PEZEVENK
EMANETİ HAZIR ET
DEYİŞTOKUŞ İÇİN HABER ETCEYİZ”
Aynı yazı, aynı tür çizgili kağıt. Kanlı.
Adem, kağıdı kenara koyuyor. Kutunun içinde bir
bez parçası. Daha doğrusu beze sarılı birşey. Ayağa
kalkıyor, yavaş yavaş açıyor.
“Dur,” diye bağırıyor babası. “Yeni sardım onu,
çıkarma.”
Herkesin başları o tarafa çevriliyor. Arif sargıyı
açıyor, açıyor. Derken birdenbire elinden fırlatıp kendisi de birkaç adım geri sıçrıyor. Sargı bir tarafa, içindeki şey bir tarafa düşüyor: Bir et parçası: Bir ayak
parmağı.
Kendine kızıyor Adem, tekrar eğiliyor: Tülay’ın
çok iyi tanıdığı, tam tırnağının ucunda ufak bir beni
olan, yüzlerce kez öptüğü, gıdıkladığı ayak parmağı...
Alıyor yerden. İncitmeden. Daha fazla canını
acıtmamaya çalışırcasına, usulca sarıyor tekrar. Kutuya gitmek için tekrar ayağa kalkmak isterken başı dönüyor, arkaya doğru düşüyor, Tolga’nın kollarına.
Beş dakika, on dakika, yahut bir saat... Bilinmeyen
ve ölçülemeyen bir süre sonra Adem kendine geldi:
56
İçerisi daha da kalabalık. Burnunu yakan keskin bir
koku. Telsiz sesleri. Arif uyanmış, Adem ise bir koltuğa uzatılmış oturuyor. Yanında Tolga, elinde kolonya.
Az önce gördüğü şeyi düşündü. Düşünemedi. Nasıl olur? Bunu nasıl biri yapar? Her yanından güzellik, narinlik akan birine, sevimli, tatlı, alımlı Tülay’ına nasıl kıyılır? Bunun herhangi bir dilde bir
açıklaması var mıdır? Böyle birşeyi yapan, yapabilen,
hatta bırakın, düşünebilen biri kimdir? Nerede yaşar?
Yemek mi yer, şakalaşır mı arkadaşlarıyla, konuşur
mu, ne söyler, nefes mi alır, yatar uyur mu? İnsan mıdır? Sayısız defa öpmüş, sayısız defa gıdıklayıp Tülay’ı kikirdetmişti o... O... Tülay nerede? Kimlerin
elinde? Kimlerin elinde, savunmasız.
Telsiz sesleri ve cızırtılar böldü düşüncelerini.
Doğruldu.
“Neler oluyor?” dercesine bir işaret yaptı Tolga’ya.
“Polisler geldi,” dedi Tolga, Adem’in eline kolonyayı boca ederken.
“Hâlâ polis mi çağırıyor lan bu herif.” Limon kolonyasının burunlara zarar kokusu iyice kendine getirmişti Adem’i.
“Kimse çağırmadı. Adamların bunu istemedikleri
yeterince belli.”
“Eee?”
“Eee’si ne? Çıkıp geldiler işte. Arif Abiye kalsa
çağırmayacaktı,” dedi Tolga yavaşça, dişlerinin arasından.
57
Yaklaşan cızırtılar.
“Kan mı tutar seni?” dedi yanlarına gelen iriyarı
polis. Geçen günkülerden. Yüzünde belli belirsiz bir
alay, küçümseme.
“Hayır,” dedi Adem. “Tutmaz!”
“Belli!” diyerek uzaklaştı öteki, sırıtarak.
Tolga’nın yardımıyla kalktı Adem, odalarda dolaşarak Recep komiseri buldu, boş kaldığı bir anı bekleyip sordu:
“Komserim,” dedi. “Ne zaman geldiniz?”
“Sen kendine geldin mi?” dedi Recep komiser.
Adem’in omuzuna ciddi ama babacan bir şekilde iki
kez vurdu. “Niye karıştırırsın kutuları mutuları? Bunlar size göre şeyler değil.”
“Ne zaman geldiniz?”
“Duyar duymaz geldik işte hemen! Seni yeni taşıyorlardı koltuğa.”
“Arif Abi mi haber verdi?” bu kez soran Tolga’ydı.
“Ne meraklı şeylersiniz?” dedi komiser. “Fatih aldı ihbarı. Arif’tir, kim olacak. Hadi, hadi gidin evlerinize. Merak etmeyin ilgileniyoruz. Arkadaşlar da çok
üzüldüler, ısrarla işi üzerlerine almak istediler, gece
gündüz koşturuyorlar bu olayla ilgili. Gönlünüzü ferah tutun, çözeceğiz.”
Recep komiser elbette meselenin Adem’i (dolayısıyla da arkadaşını) ilgilendiren boyutundan habersizdi. Bütün bu işler hep Adem’in başının altından çıkmıştı. Tülay’ın hayatına girmeseydi, onun aklını ka-
58
rıştırıp kalbini çalmasaydı, hadi bunları yaptı, o gün o
apartman toplantısına gitmeseydi, hadi gitti, orada rahat dursaydı, hadi durmadı, umursamazlık yapmasaydı, kızı ikna etseydi, göndermeseydi, ya da kendi de
gitseydi, bütün bu insanları görmeyecek, Arif zırıl zırıl ağlamayacak, bayılmayacak, Tülay’ın kanlı parmağı evine gönderilmeyecekti. Şimdi onun yüzünden,
onun sefil varlığı yüzünden Tülay, dünyanın en güzel,
en tatlı, en saf Tülay’ı kasapların elindeydi. Acaba
canı acımış mıdır? Acımıştır tabii.
Adem duvara bir yumruk attı. Çıkan ses yüzünden
herkesin kafası o yöne çevrildi. Bir tane daha attı. Bir
tane daha atacakken Tolga yetişip engel oldu. Kafasını kafasına dayayıp birşeyler fısıldadı, galiba çok dikkat çekmemesi gerektiğini söylüyordu.
Adem’i bir yere oturtup iri yarı polisi bulmaya gitti
Tolga. Buldu, adam tutanak tutuyordu.
“... çizgili defter kağıdına yazılı bir adet el yazısı
mektup, bir kadına ait bir adet sol ayak serçe parmağı,
bir adet mukavva kutu zabıt altına...”
***
Adam tepesine birinin dikildiğini sezince kafasını
kaldırdı:
“Evet?”
“İhbarı siz almışsınız,” dedi Tolga. “Arayan kimdi
acaba?”
“Fatih aldı,” diye sakince cevap verdi önce. Sonra
hemen pişman oldu: “Sana ne bundan?”
59
Demek bu Hakan oluyordu. Öteki dut yemiş bülbül ise Fatih.
“Kimin aradığı önemli,” dedi Tolga. “Buradan
kimse aramamış sizi. Arayan kim, nereden biliyor?”
“Meşgul etme beni, hadi.” Tekrar tutanağa döndü
Hakan. “Biliyoruz o kadarını, ilgileniyoruz.”
Ayaktaki gitmeyince tekrar kafasını kaldırdı:
“Yürüsene!”
Tolga yürüdü. Adam arkasından birkaç kelimelik,
uzunca bir küfür savurdu.
Tantana bir süre daha sürdü. İfadeler, tutanaklar
derken mesele anlaşıldı. Biri Arif’in çarşıda, büyük
pasajdaki dükkanının önüne bırakmış paketi. Ne zaman, kimin bıraktığı bilinmiyor. Malum: pasaj kalabalık. Arif akşama kadar dükkandan çıkmamış, neden
sonra bir çay içesi geldiğinde paketi görmüş. Almış,
açmış ve hemen orada bayılmış. Çaycıdır, komşudur
yetişip ayıltmaya çalışmışlar; olmayınca önce eczaneye, oradan da matbaanın burada, hemen arka sokakta oturan iki işçisinin yol göstermesiyle eve getirmişler. Paketi de, içindekiyle birlikte, bu matbaacı
çocuklardan biri akıl edip buraya getirmiş. Ancak o
da polise haber vermemiş. Ne fırsatı olmuş ne de aklına gelmiş. Tolga’nın yaptığı mini soruşturmaya göre
diğerleri (çaycı ve onları getiren arabanın sahibi)
Arif’in neden fenalaştığını bile anlamamışlar. Aynı
şekilde apartmandan da kimse telefon melefon etmemiş.
“Şu durumda,” dedi Tolga, okulun bahçesinde,
duvarın dibinde kendini dinleyenlere. “Bu iki poliste
60
var ne varsa. Recep komser de arayanla onların konuştuğunu, işi kendilerinin istediğini söyledi.”
“N’olmuş?” dedi Civan karanlığı asıldığı sigarasının aleviyle delerek. “Enteresan gelmiştir, ilgilenmişlerdir.”
“Bence var bir iş.”
Adem ile Salim sessizce oturuyorlardı. Salim’in
suskunluğu bilgisizliktendi, meseleleri anlamaya çalışıyordu. Adem ise kendi kabuğuna çekilmişti. Onun
sefil varlığı yüzünden Tülay kasapların elindeydi.
“Abartıyorsun kardaş, kafanda kuruyorsun,” Civan
biten sigarasının ateşiyle diğerini yakıyordu, ucuca.
“Eğer gerçekten şüpheleniyorsan ne diye amirlerine söylemiyorsun?” dedi Salim.
“Ne diyeyim?” diye çıkıştı Tolga. “‘Sizin bu
adamlarınız var ya, hani en güvendikleriniz. İşte onlar
bu işin içinde olabilir, onları değiştiriverin’ mi diyeyim? Haydi tut ki bunu dedim ve başkaları bakmaya
başladı olaya. Bunun karşılığında da artık kafasını kesip gönderirler Tülay Abla’nın.”
Civan yüzünü buruşturdu. Tolga da dediğine pişman olmuş Adem’e bakıyordu. Ancak Adem başka
bir alemdeydi. Hiçbirini duymamıştı. Hepsi birden
susup karanlıkta onun hayal meyal görünen yüzüne
baktılar.
Bir müddet sonra Adem, kendisinden bir laf beklendiğini sezerek ayağa kalktı, “Ne haysiyetsiz, ne
korkak, ne bencilim di mi?” dedi sırıtarak. “Kız orada
kasapların elinde. Belki can çekişiyor, belki çoktan
61
öldü de kesip kesip yollayacaklar. Belki yarın öbür
gün Arif’i de alıp parçalayacaklar, yada Yonca’yı.”
Diğerleri de ayağa kalkıp nereye vardıracak diye
Adem’i dinlerken o devam etti:
“Bense deminden beri ‘Evde rakı bitti. Nereden
para bulsam da alsam?’ diye kara kara düşünüyorum.
Uyuyamıyorum ya sağlam kafayla.”
Salim’e döndü:
“Sen verir misin para?”
“Ya sen, bir borç daha verir misin?” bu laf Civan’aydı.
“Gideriz di mi markete?” diye en son da Tolga’ya
döndü. Sesi incelmiş, çatallaşmış, titriyordu.
“Gideriz di mi markete?” diye tekrarladı. Sonra
çöktü, titredi. Çok sessiz bir şekilde, titreyerek ağlamaya başladı. Ağladı, ağladı.
“Gideriz di mi?..” diye hâlâ tekrarlıyordu.
On dakika kadar Adem’in anlamsız laflarından,
burnunu çekmelerinden başka birşey duyulmadı. Diğer üçü onu çevrelemişler, sarılsınlar mı, teselli mi etsinler, “Yapma, geçer” mi desinler, bilemeden aptal
aptal, üzgün üzgün bakıyorlardı.
Neden sonra Civan toparlandı.
“Kalk!” diye bağırıp, Adem’i omuzlarından tuttu,
zorla kaldırdı. Diğerleri de yardım ettiler.
“Ağlamakla, zırlamakla hiç bir bok çözemezsin,”
dedi. “Kalk!”
Adem burnunu çeke çeke doğruldu biraz. Civan
devam etti:
62
“Kalksana ulan!” Silkeliyordu. “Kızı bırakacak
mısın itlerin elinde? Evvelden ‘İçecez’ dedin geldik.
‘İş var, çalışacaz’ dedin geldik. ‘Kavga var’ dedin yine geldik. Şimdi de bırakmayız evvelallah. ‘Kız
kaçıracaz’ de, kaçırak!”
“Kurtaracağız!” diye düzeltti Salim. Civan döndü
‘her neyse’ anlamında bir kaş göz işareti yaptı.
“İyi de nereden?” dedi tekrar Salim, düşünceli.
“Bulacaz!” dedi Civan. “Hele şunun bir yüzünü
yıkayalım önce.”
Okulun tuvaletine girdiler, Adem’in yüzünü yıkadılar, kafasını musluğun altına tuttular.
Salim endişesini tekrarladı:
“Nasıl bulacağız bu herifleri, Tülay’ı nerede tuttuklarını? Bulsak bile nasıl alacağız ellerinden?”
“Biz yerini bulalım hele,” dedi Civan. “Alma işini
polis yapar.”
Okulun suyu akan tek yeri olan eski kızlar tuvaletinden çıkarlarken Salim tekrarladı, bu kez Tolga’ya
bakarak:
“Koca İstanbul, nasıl bulacağız?”
Civan da döndü Tolga’ya, “Yap bir plan-proje de
bu iş için,” diye ilave etti. “Düşün bakalım.”
“Düşündüm.” Tolga gözlüğünün camlarını silip,
koridora dışarıdan sızan ayışığında kontrol ediyordu.
“Hiç kafanızı yormayın, ta dünden beri düşünüyorum
zaten.”
“Ee?”
63
“Bu adamlar bir kere daha gelecekler,” dedi Tolga.
Tekrar bahçeye çıktıklarında. Duvarın dibine çöktüler. “Bir şekilde irtibata geçecekler Arif Abiyle. Paranın onda olduğunu zannediyorlar.”
“Onda mıdır ki?”
“Hayır, adamın haberi bile yok! Ancak Tülay’ı kaçıranların da paranın Arif’te olmadığından haberi
yok!”
“Peki ne yapacağız?” dedi Adem, kendine gelmişti
biraz.
“Tertibat alıp gelmelerini bekleyeceğiz. Gelince de
peşlerine düşüp nerede yuvalandıklarını öğreneceğiz.”
“Peşlerine düşcez ha!” Salim işin oluruna pek
inanmamışa benziyordu.
“Evet.” Tolga ters bir bakış fırlattı. “Yalnız çok
sağlam teşkilat kuracağız. Araba gerek, hatta arabalar
gerek. Para gerek. Bir de adam gerek. Dört kişi yetmeyiz.”
“Çerezleri de alırız,” diye atıldı Civan, “İşe yarasın
dürzüler!”
“Onlar daha çocuk!” diyecek oldu Adem.
“Çocuk mocuk,” diye kesti Tolga, kendinden emin
bir sesle. “İşe yararlar. Ayrıca topu topu iki yaş ufaklar bizden. Şimdi, araba kullanmayı bilen üç kişi var:
Civan, Salim, Serdar. Serdar ehliyetsiz. İki de araba
var: Civan’ların su kamyoneti ve Salim’lerin külüstür
Taunus’u.”
64
“Kamyoneti nasıl getireyim, babam öldürür beni,”
diyecek oldu Civan, Tolga hemen gürledi:
“Oyun oynamıyoruz. Ya varsınız, ya yoksunuz.
Baştan söyleyin!” dedi ve Adem’e bakıp destek aradı.
“Tolga haklı,” dedi Adem ıslak kafasından yüzüne
akan suları silerek. “İş ciddi, biz de ciddi olmalıyız
yapacaksak. Ancak bu benim meselem, kimseyi zorlayamam, tehlikeye atamam.”
“Tamam, tamam! Getiririz kamyoneti.”
Bir süre sessizlikten sonra Tolga Salim’e bakarak
ekledi:
“Bir miktar da para gerekecek. Daha sonra masrafları bölüşürüz. Ancak başlangıç için para lazım olur.”
“Mesele değil!”
Ve ardından Tolga iki gündür kafasında canlandırdığı tertibatı anlattı. Buna göre pasajın bulunduğu
caddenin yukarısında, arabasının içinde Salim, aşağısında Tolga, pasajdaki internet kafede de ikizler bekleyecekti. Evin sokağının bir ucunda kamyonetiyle
Civan, diğer ucunda Serdar beklerken, Adem de kendi evinde teyakkuzda olacaktı. Gözcüler (ikizler ve
Adem) biri geldiğinde hemen telefonla diğerlerini
uyaracak, en yakındaki araba adamları takibe geçecekti. Evde hareket gerçekleşirse pasajcılar, pasajda
birşey olursa evciler telefonla durumu öğrenip hemen
yola çıkacak ve bir müddet sonra farkedilmemek için
takibi devralacaktı.
“İyi, çok iyi!” dedi Adem, “Yalnız bir değişiklik
olacak.”
“Nedir?”
65
“Ben pasaj caddesinde dururum, sen evinde.”
“Neden?” dedi Tolga.
“Bu benim işim, bu sıcakta hepiniz bir yerlerde
bekleşirken evde oturamam. Hem bilirim, sen zaten
aksiyonu, heyecanı sevmezsin!”
66
Boş
67
IV
Bu şekilde hazırlanan plan çerçevesinde üç gün
boyunca beklediler. Arif ile tartışan dükkan sahibini
mafya sanmaları, internet kafede ikizlerin yerini kapan veletleri kovmaları ve Civan’ın kamyonetinin
plakasının hiç güvenmedikleri sivil polisler tarafından
alınması dışında bir gelişme olmadı. Adem, gündüzlerini beklemekle, kavrulmakla, gecelerini -Civan’ın
sakinliğini korusun diye aldığı 35’liklerle- kafasını
bulandırmakla geçiriyordu.
İşte, tertibat alıp pasajı ve evi gözetlemeye başlamalarının üçüncü, Tülay’ın haydutların eline düşmesinin onikinci akşamı, gecesi, veyahut sabaha karşısı
Adem’in bardağı yine boşalmıştı. Yenisini doldurmak
için davrandı ama, çoktan dibi görünmüştü şişenin.
Binbir sıkıntıyla kalktı. Kendini yatağa attı. Gün boyu
kafasının içinde dönüp duranlar, uyku nedir bilmiyorlar. Tavanda perdeler açılmış, gösteri bilmemkaçıncı
defa yeniden başlamakta: Kumral saçlar, mavi gözler,
açık yeşil ayakkabılar. Ege sahillerine kaçış. Balkona
çıkmaktan kaçış. Bu gece pek o kadar da tesirli değil
alkol. Dozaj sürekli artıyor. Yakında bir oturuşta bir
68
büyük içecek. Ne marifet! Tülay’ı kaçıranlar geldiğinde kafalarına rakı şişelerini atar artık. Yürüyen
duble! Ayyaş herif! Sefil!
Sahi ne olacaktı bu işin sonu? Adamların kuyruğuna takıldılar, inlerini buldular diyelim. Sonra? Sonrası malum. Soluğu Recep komiserin yanında alacaklar, bir bir anlatıp elleriyle götüreceklerdi. Kızmaz mı
komiser? Kızarsa kızsın. Peki ya polis de böyle bir
plan yapmış idiyse? Böyle yaparak onların çarklarına
çomak sokmuş olmazlar mıydı? Sanmıyordu. Üç
gündür ne olduklarını yüz metreden belli eden beyaz
arabalarındaki malum ikiliden gayrı, etrafta polis
molis yoktu. Olsaydı zaten Adem’ler farketmeden
çoktan “Ne yapıyorsunuz lan burada?” deyip tepelerine binerlerdi.
Belki o adamlara da haksızlık ediyorlardı. Tamam,
pek sevecen değiller; ama işi takip ediyorlardı ya işte.
Üç gündür oradaydılar onlar da. Hatta bugün Civan’ı
şüpheli görmüşler, plakasını almışlardı. Bu adamlarla
bir bağlantıları olsa ne diye özellikle bu vakayı üstlenmek istesinler, tam tersine uzak dururlardı.
Böyle kafasında çengelleri birbirine geçmiş soru
işaretleriyle tavana bir süre daha baktıktan sonra alkol
etkisini gösterdi, sızdı Adem. Ertesi sabah Tolga’nın
zile uzun uzun asılmasıyla, güç bela kalktı. Yine okulun merdivenlerinde buluştular. Tolga artık ciddiyetini kaybeden uyarılarını tekrarladı, hatırlatmaları yaptı, Salim para dağıttı. Arif’in önlerinden geçmesinin
akabinde dağıldılar.
Ağlarını gerdiler, beklediler.
Beklediler.
69
Öğleyi geçmiş, her taraf sütliman. Kontör masrafından tasarruf için zırt pırt arayıp, “asayiş berkemal!”
demelerini yasaklamıştı Adem. Bu yüzden telefonlar
da çalışmıyor, herkes sessiz sedasız pinekliyordu.
Tolga evde, tül perdenin arkasından sokağa bakıyor,
bastıran uykuyu kovalamaya çalışıyordu. Az evvelki
on dakikalık bir kendinden geçmenin ardından (aslında en az bir yarım saat uyumuştu.) teyzesinden kendine bir kahve yapmasını istemişti. Civan, apartmanın
az ilerisinde, kamyonetin teybine bir kaset koymuş,
türkü-arabesk-pop salatası bir müzik dinlemekte, sigara üstüne sigara tellendirmekteydi. Derya ile arası
nasıl düzelecek? Şoför kabininde göz gözü görmüyordu dumandan. Serdar, sokağın öbür ucunda ufak
taşları tekmeliyor, on-onbeş metre ötedeki bir logar
kapağının deliklerine sokmaya çalışıyordu. Dünkü
maçta pek bir varlık gösterememiş, antrenörden fırça
yemişti. Kendini toparlamazsa, hocası takımdan keser, Fener, Beşiktaş gibi büyük kulüplerin altyapılarına girme hayalleri de bu taşlar gibi uçar giderdi. Pasajda, internet kafede ikizler ortaçağda geçen bir savaş oyunu oynuyordu. Zeki, Volkan’ın, kalesinin
önüne yığdığı mancınıklarından illallah etmiş, okçularla, süvarilerle saldırmaya, püskürtmeye çalışıyordu. Salim, fırın gibi mavi Taunus’unun içinde, bir sağ
tarafı üzerinde oturuyor, orası yeterince pişip yanınca,
sola dönüyordu. Yarım saat önce Adem’i arayıp izin
almış, çıkıp bir sigara içmişti. Sigara içtiğini bilmeyen babasının korkusundan arabanın içinde içemiyordu. Bir izin daha istese mi?
Adem ise caddenin alt köşesinde, her zamanki yerinde dikilmekte. Durmadan su içerek, esnafın bir gün
70
aradan sonra tekrar ortaya çıkan bu adama hem alışkın, hem de düşmanca bakışları altında, caddenin bir
o tarafına, bir bu tarafına geçip durmakta. Kafasında
Tülay, onun narin elleri, ayakları... Sonra onlar, o
hayvanlar... Bir insan nasıl... Neden bu kasaplar hayatlarına girmişti. Nereden bulaşmışlardı bu işe. Ne
sefil, ne korkak bir herifti. İşe yaramaz ayyaş! Bencil,
sefil, ayyaş, korkak, bencil, sefil, ayyaş, kor...
Telefonu çaldı:
“Adem abi!”
“Efendim Volkan.”
“Abi biri geldi.” Çok heyecanlı.
“Kim?”
“Şimdi çıkıyor pasajdan. Enine çizgili üst, gri
pantalon, ya da açık renk.” O kadar aceleyle konuşuyor ki tam seçilemiyor dedikleri.
“Emin misiniz oğlum, yine uğraştırmayın boş
yere.”
“Abi, herif birşey bıraktı Arif Abi’nin kapıya.”
Bu kez onlar galiba! Adem o anda pasajdan çıkan
bir adam gördü, gözden kaçırmamak için hızlı hızlı
yukarı yürümeye başladı.
“Çizgili tişört, kumaş pantolon. Siyah saç. Salim’e
doğru gidiyor. Çık bak bakalım pasajdan.”
“Tamam abi.”
Volkan, iki gün öncesindeki gibi fırladı pasajın
kapısından. Adama baktı, Adem’e dönüp kafasını salladı: Evet.
71
“Tamam koçum, sen şimdi Civan’ı ara, hazırlansınlar. Sonra da kutuya bak neymiş. Ben Salim’in yanına gidiyorum”
“Abi ben bakamam kutuya.”
“Niye?”
“Bakamam abi.”
Tartışacak zaman yok.
“İyi... Hemen Civan’ı ara!” deyip kapattı Adem.
Salim’i aradı. Çalıyor, çalıyor: açan yok. Uyudu
mu yoksa?
Adam, tam bu esnada, beyaz Toros’un yanından
geçiyordu. Arabadakiler adama, adam arabadakilere
bakıverdi. En az elli metre öteden, hayal meyal görebildiği, iki saniyeden az süren bu bakışma Adem’e
nedense pek bir sıcak geldi. Adam sivil polislerin yanından geçti, Salim telefonu açtı:
“Adem n’aptın?”
“Nerdesin ulan, n’apıyosun?”
“Torpido gözünden şey alı...”
“Başlatma lan torpidondan! Adamlar geldi.”
“Ne? Nerde?”
“Karşı kaldırımda, polislerin yanından geçti. Çizgili tişörtlü, siyah saçlı, bıyıklı.”
“Gördüm, sarkık bıyıklı mı?”
“Ne bileyim şeklini. Sen adamı kaçırma, peşine
düş. Ben pasaja gireceğim.”
“Yalnız mı gideceğim?”
72
“Gelcem ben de oğlum. Sen adamı kaçırma. Taksiye atlayıp geliyorum. Herifin bıraktığı pakete bakmam lazım.”
“Tamam.”
Adem pasajın önüne geldiğinde Salim’i, arabasını
parkettiği karşı kaldırımdan çıkarırken gördü. İşte
başlıyor. Nihayet! Beyaz Toros’tan inen mendeburlarla biran göz göze gelip pasaja girdi.
Volkan ile Zeki korkuyla bir pakete bir Adem’e
bakıyor, gözleriyle ‘şimdi ne yapacağız?’ diye soruyorlardı. İnternet kafenin sahibi ise oturduğu kasadan
yan gözle ‘para vermeden kaçarlar mı’ diye dikizliyordu.
“Aferin aslanlarım!” dedi onlara. “Şimdi içeri girin.” Kafasıyla internet kafeyi gösterdi. İkizler gitti.
Arif’in dükkanına doğru yürüdü, kutunun önünde
eğildi. Büyük, çirkin harflerle bir yazı:
“ARİFE”
Açsa mı? Bu mesajlar, paketler aslında zavallı
Arif’e değil, ona. Kutuya dokunmaya çekiniyordu.
Tülay. Çok lanet, mendebur, cenabet bir kutu bu.
Dünyanın en güzel Tülay’ı... Çok, çok pis bir durum
bu.
Açmak gerek... Açmamak gerek...
İçinde ne var?
Açmalı...
Yok yok, açmamalı...
73
Ne yapacağını kestirememişken, pasajın kapısından cızırtılar, içeri giren iki polis... Paketin önünde
ayağa kalkan Adem...
“Dur!”
Açmalı, açmalı. Kaçış yok, bütün bunlara sebep
kendisi.
“Dur, polis!” Adem kendine doğru koşturan iki
adamın farkında bile değildi. Açmak gerekiyordu.
“Allah’ım içinde ne var?”
“Kıpırdama!”
Bunlar nasıl insanlar? Kasaplar. Tülay... Zavallı,
narin bir insana neler yapıyorlar?
Tabancaları ellerinde iki polis, alık alık o tarafa kafasını çeviren Adem’in üzerine atladılar. Karga tulumba yere yatırdılar. Gürültülere Arif çıktı, ikizler
çıktı, bütün pasaj koridora çıktı.
“Demek sen yiyordun bu boku,” dedi iri yarı olanı,
Hakan. Üzerini ararken...
“Ne?”
“Sen paketi incele, ben şunu araca götüreyim,” dedi Hakan ötekine. “Anonsu araçtan yaparım, telsizin
yanında kalsın.”
Kafa salladı diğeri.
Adem tam “Ben bırakmadım bunu!” diye bağıracaktı ki, ufak tefek, konuşmayan Fatih, tabancasının
kabzasını kafasına indirdi.
Hakan düşen zanlıyı kaldırdı, sağ kolunu arkaya
büktü, sol elini de sevgilisinin elini tutuyormuş gibi,
parmaklarını parmakları arasına geçirerek kavradı.
74
Yanak yanağa, el ele beyaz Toros’a gittiler. Adamın keskin bir parfümü vardı. Hakan arka kapıyı
açarken:
“Ya ben bırakmadım onu, nedir diye bakıyordum,”
dedi Adem.
“Çok konuşma!” Hakan eliyle gencin kafasını aşağıya bastırdı ve arabanın içine doğru itti.
“Yahu...” Hakan, zanlı sorun yaratmadan araca
binsin diye kolu iyice, enseye kadar büktü, içeri doğru
bastırdı.
Adem çaresiz arka koltuğa oturdu.
“Kay lan yana!”
Hakan da yanına geçip oturdu, ön taraftaki araç
telsizine güç bela uzanıp ahizeyi aldı.
“86-71 merkez 86-78...”
Ardından polis telsizlerinin bildik melodisi.
“86-78, dinliyorum 86-71.”
“86-71, efendim, 301 konulu olayla ilgili, şüpheli
bir şahıs aldık. Yalnız iki kişiyiz, bir ekip gelirse iyi
olur efendim.”
“86-78, anlaşılmadı 71! Tane tane konuş! 301’e
ne oldu?”
“Efendim, 301 ile ilgili bir şahıs aldık. Bir ekip gelirse iyi olur.”
“Anlaşıldı 71! Mevkiinizi bildirin.”
“..... Caddesinde, pasajın otuz metre ilerisindeyiz.”
“..... pasajı mı?”
75
“Doğrudur efendim. Ayrıntı için telefonla görüşelim.”
“Anlaşıldı 71!”
Hakan, ahizeyi yerine koymak için öne uzandı tekrar, yetişemedi. İkincisinde denemesinde de... Küfretti. Bir kez daha kuvvetle uzanmıştı ki telefonu çaldı.
Ahizeyi ön koltuğa öylece bırakıp indi.
Kapıyı kapattı. Telsiz açık: cızırtılar, anonslar...
Tüm camlar kapalı (mavimsi kuşun geçirmez, açılmaz camlar) olduğundan aracın içi çok havasız. Tavan alçak. İçerisi, parfüm ve ter kaynatılan bir tencere
gibi.
Bu sırada pasajda, Fatih, toplanan kalabalığı çoktan dağıtmıştı. Bir tek Arif ve ikizler kaldı başında,
paket açılırken.
Volkan dehşet dolu gözlerle bakıyordu açık kutuya. Zeki de öyle, yüzleri gibi mimikleri ve bakışları
da birbirinin kopyasıydı bu kardeşlerin. Arif ise, içeride koltuğuna çökmüş, başında yine matbaacı komşuları. Kolonyalar, sular.
Fatih uzun uzun inceledi kutuyu, içindekileri. Neden sonra doğruldu, arkasında dikilen ikizleri gördü.
‘Ne istiyorsunuz? Ne diye dikiliyorsunuz?’ anlamına
gelen bir kaş göz işareti yaptı.
“Yanlış adamı yakaladınız,” dedi Zeki. “Adem abi
getirmedi ki onu buraya.”
Fatih’ten bir mimik daha: ‘Hadi len!’
Volkan kardeşine destek çıkmak için atıldı:
“Evet, o değildi. Biz gördük getireni. Çizgili...”
76
“Susun lan!” diye gürledi, gürlemez Fatih. “Karışmayın üstünüze vazife olmayan işlere! Karşımda
da dikilip durmayın! Hadi naş naş!”
Korkan ikizler çaresiz uzaklaştılar. Pasajdan çıkarken Volkan, Zeki’yi dürttü:
“Ne komik konuşuyordu, duydun mu?”
“Evet ‘k’leri söyleyemiyor.”
***
Telsiz, Adem’i arabaya tıktıklarından beri susmadı:
“82-53 merkez, (heyecanlı bir ses) bahse konu kıraathaneye intikal ettim. Şahıslar kavgaya devam
ediyor. Acele ekip sevkedin.”
Şimdi hapı yutmuştu Adem. Ayıkla pirincin taşını.
Paketi kendisinin bırakmadığını, sadece baktığını nasıl ispatlayacaktı? İkizleri şahit gösterse?
“Anlaşıldı 82-53!”
Yok, onları hiç bulaştırmamalı, başlarını belaya
sokmamalı. Çevre esnafı da görmüştü onu kaç gündür. Bu iyi miydi, kötü mü?
“82-55 merkez, sahil yolunda yaralamalı trafik
kazası! Gri bir Opel, beş-altı yaşlarında bir kız çocuğuna çarpıp Maltepe istikametine doğru kaçmış. Acele ambulans!”
Bak namussuza! Hem de ufacık çocuğa çarpıp
kaçmış! Yonca olmasın sakın? Yok canım onun ne işi
var orada. Annesi gittiğinden beri ya Tolga’nın teyzesi yada başka bir komşuları ilgileniyor çocukla.
77
“Merkez dinlemede. Anlaşıldı 82-55, aracın plakası var mı?”
İçerisi de ne sıcak, ne havasız! Fanus! İki dakika
önce dışarıdaydı. Şu kaldırımdan geçenler gibi yürüyüp gidebilse.
“82-55 merkez. Olumsuz! Tam olarak alınamamış.
Baş tarafı 34 Ankara Edirne Konya veya 34 Ankara
Edirne Rize gibi birşey olabilir.”
“Merkez. Sahilden Maltepe’ye doğru giden Ankara Edirne Konya veya Ankara Edirne Rize plakalı gri
Opel. Doğru mu?”
Bu ne iştir? Herifler resmen sormadan etmeden
suçlu yerine koydular onu. Alt tarafı pakete bakıyordu. Tolga bu ikisi konusunda haklı mı acaba? Neyse,
Recep komiser, durumu anlattığında kendisine inanırdı.
“82-55 merkez. Doğrudur efendim!”
İnanır mıydı? Ya bunlar ‘Biz koyarken gördük!’
derse.
Polis telsizlerinin mandalına basıldığında çıkan
melodik ses: Yeni bir anons.
“82-21 merkez 82-20.”
O zaman komiser de elbette kendi adamlarına inanacaktı. Kafası şişmişti telsiz seslerinden. Üstelik daha da şişecek. En iyi ihtimalle geceyi, hatta ertesi günü karakolda geçirecek. Görünen o.
“82-20 dinliyor.”
78
Birden dank etti: Kendi derdine düşüp takip işini
unutmuştu. Acaba Salim herifi izleyebiliyor muydu?
Civanlar da yolda mıydı?
“Selçuk abi pideler 6 mıydı 7 mi?”
Tekrar dank etti: Kutu, paket! Pakette ne vardı?
Ah Tülay, ah eşşek kafalı Adem... Namussuz kasaplar, haydutlar. Çizgili tişörtlü, sarkık bıyıklı herif.
“Yedi. Allah belanı vermesin, yedi. İkisi kaşarlı,
diğerleri etli.”
Et!.. Tülay... Kutu... Herifin peşine düşen Salim...
Oturamazdı bu tabutta, bütün geceyi karakolda geçiremezdi. Tülay’a neler yapıyorlar? Burada böyle oturamazdı. Birşeyler yapmalıydı. Gerekirse kaçsın, Tülay’ı bulsun. Sonra yine suçlasınlar isterlerse.
“82-10 konuşuyor! (Sinirli bir ses) 20! 21!”
Gerçi Tülay’ı bulunca suçlamaya gerek de kalmayacak ki! Çıkmalı buradan çıkmalı. Nasıl?
“82-20, (ürkek) buyrun amirim.”
“Pidelerini yiyince yanıma gel de ayran ısmarlayayım, serinletir! Ulan ne diye meşgul ediyorsunuz
frekansı! Sersem herifler!”
Kısa bir sessizlikten sonra:
“21! (Selçuk bu, amirinden fırça yiyen) Allah cezanı versin 21!”
Şu aptal telsiz de kafasını şişirmişti. Car car car.
Kapatsa şunu. Nerden kapanır ki? Derken aklına parlak bir fikir geldi: Dışarıda, kapıya yaslanmış bekleyen Hakan’a söylese kapatması için. Hakan ön koltuğa otursa. O sırada sıvışsa.
79
Camı tıklattı. Öteki duymayınca bir daha tıklattı.
Hakan dönüp ‘ne var?’ dercesine bir el işareti yaptı.
Adem de telsizi gösterdi eliyle koluyla. Anlamadı
öbürü, kapıyı açtı:
“Ne diyorsun lan?” diyerek eğildi içeri doğru.
“Şu telsizi...”
Çatııırt... Bir tahtanın kırılmasına benzer bir ses.
Ardından Hakan arabanın içine Adem’in kucağına
düştü. Hakan’ın arkasındaki ancak o düşünce göründü: İkizlerden biri, galiba Zeki, elinde kalas gibi bir
şey. Volkan da yanında.
“Kırıldı be!” diye şaşırarak bakıyordu Volkan tahtaya.
“Yok yok, çatladı.” dedi Zeki.
“N’aptınız oğlum?” Adem tüm ağırlığıyla üstüne
kapaklanan, parfüm kokan, iri yarı herifi arabadan
aşağı atmaya çalışıyordu. “Öldürdünüz lan adamı.”
Ayaklarıyla iterek attı adamı dışarı. Hayır ölmemiş, kıvranıyor, küfrediyor. Hemen indi Adem.
“Hadi yürüyün,” dedi ikizlere. Ancak koşmaya
başlar başlamaz durdu, döndü. Yerde, anlamsız, kaldırımda yüzüyormuş gibi hareketler yapan Hakan’ın
yanına gitti, silahını aldı. Sonra tekrar dönüp ikizlerin
peşinden koşmaya başladı.
İlk sokaktan saptılar, bir daha saptılar. İkizler tazı
gibi gidiyorlardı önden ama Adem tıkanmıştı. Yine
de o kadar göbeğe rağmen iyi koşmuş denebilirdi.
“Durun!” diye bağırdı. Bir caddeye çıkarken durdular. Adem ikizleri alınlarından öperek ayrı ayrı yol-
80
lardan eve dönmelerini söyledi. Ayrıldılar. Elindekini
beline sokup ilk taksiyi durdurdu Adem.
“Nereye?”
“Sen devam et abi hele, söyleyeceğim.”
Telefonunu ve cüzdanını almışlardı, pasajda yere
yatırdıklarında. Salim’i arayıp nerede olduğunu öğrenmeli. Nereden arayacak ki? Hem numarasını da
ezbere bilmiyor. Civan’ın ve Tolga’nın numarasını
biliyordu sadece. İkizlerin telefonunu niye almadı
sanki? Eşşek Adem!
“Abi,” dedi derin bir nefes alarak. “Telefonun var
mı? Bir telefon etmem gerek nereye gideceğimizi
söylemem için.”
Kirli sakallı, orta yaşlı, taksici bir cevap vermeden,
dikiz aynasından ters ters bakmakla ve ağzındaki iri
sakızı çiğnemekle yetindi.
“Arayıp, ‘Nerdesin?’ diye sorup hemen kapatacağım abi. Veririz kontör parasını.”
Taksici yine bir cevap vermedi, bir gözüyle yola
bakıyor diğeriyle de Adem’i süzüyordu aynadan.
Adem ceplerini karıştırdı. On milyon lira parası
vardı. Salim’in verdiği. Parayı çıkarıp ön koltuğa attı:
“Abicim, ver şu telefonu artık.”
Adam isteksiz, suratsız, elini beline attı, telefonu
çıkarıp arkaya uzattı, parayı aldı.
Hemen Civan’ı aradı Adem: Meşgul.
Tolga’yı aradı:
“Alo?”
81
“Tolga, benim Adem. Telefonumu kaybettim. Neredesiniz?”
“Karakolda mısın? Zeki seni götürdüklerini söyledi. Bıraktılar mı yoksa?”
(Arka plandan Serdar’ın sesi geliyor. Civan’a
“Yavaş, yavaş. Vuracaksın be!” diye bağırıyor)
“Öyle diyelim. Anlatırım sonra. Neredesiniz, Salim ne alemde?”
“Peşlerinde. Pendik yönünde gidiyorlarmış, E5’ten. Çok sızlanıyor, ama peşlerinde. Biz onlara yetişmeye çalışıyoruz. Kartal oto pazarının ordayız
şimdi.”
“Onun numarasını versene bana. Ya da bu numarayı ona ver, taksideyim, şöför abinin telefonu bu,
burdan arasın.”
“Peki, tamam. O da sana sövüp duruyordu.”
“Ha unutmadan, beni aramayın, telefonum onlarda
kaldı.”
“Biliyoruz, biliyoruz.”
Kapattı. Adam telefonu ister gibi baktıysa da aynadan, Adem oralı olmadı:
“E-5’ten Pendiğe, yanlız biraz acele!” dedi.
Bir dakika geçti geçmedi, telefon çaldı. Bir numara. Salim olabilir.
Taksicinin aynadaki pis bakışlarını, oynayan çenesini yine es geçen Adem açtı: Salim.
“Adem n’aptın? Hani geliyordun?”
“Geliyorum işte, taksideyim. Sen neredesin?”
82
“Bilmiyorum, Pendiği de geçtik. Tuzla tarafında
bir yerdeyizdir herhalde.”
Adem sesini alçaltarak:
“Nasıl birşey bu... Bu... Bu cihaz?”
“Cihaz mı?”
“Cihaz işte, araç... Taksideyim.”
“Haa! Gri, Opel Corsa. Plakayı yazdırdım Tolga’ya: 34 AFH bilmem ne. Üç kişiler. Adem bir saattir peşlerindeyim. Bunlar beni farketmişlerdir toprağım. Oyacaklar, yol da tenhalaştı.”
“Peki onlar, Maltepe’ye gitmiyorlar mıydı, sahilden?”
“Nerden biliyorsun bunu?”
“Uzun hikaye, anlatırım sonra.”
“Önce sahile indik, Bostancı’ya kadar sahilden gittik, oradan E-5’e çıkıp gerisin geri bu tarafa döndük.
Oğlum, yolda bir çocuğu ezdiler lan! Üstünden geçip
gittiler, arkalarına bile bakmadan. Manyak lan bu herifler, manyak.”
“Tamam sen sakin ol, Civanlar sana yetişecek.”
Telefonu kapattı.
“İşin bittiyse alayım,” dedi taksici.
“Bitmedi abi. Sen gaza bas!” dedi Adem, otoriter
bir tonla.
Yirmi-yirmibeş dakika sonra telefon çaldı tekrar:
Salim.
83
“Civan’lar geldi, aldılar. Ben biraz daha geriden
Civan’ın kamyonetini izliyorum. Gebze’ye geliyoruz.”
Telefonu kapatan Adem taksiciye:
“Bas abi, bas!”
Bir yarım saat daha geçti geçmedi, yine telefon:
Civan.
“Gebze bilmem ne Lisesi’nin önündeyiz. Bu E5’ten ilk girişten girilen caddenin bir üstünde. Heriflerin karnı acıktı, bir lokantada tıkınıyorlar. Ya da birini
bekliyorlar.”
“Tamam, iyi oldu bu, yetişirim size.”
Adem taksiyi Gebze bilmem ne Lisesi’nin önüne
çıkan caddeye sokturmuş, tam Salim’in mavi, yorgun
ve üzgün bakışlı Taunus’unun yanından geçiyordu ki,
Civan aradı:
“Hareket ediyoruz kardaş. Kimseyle buluşmadılar,
sadece tıkındılar. Sen neredesin?”
“Dediğin caddeye girdik şimdi.”
“Tamam. Gaza basın biraz da, bizi bulup devralın.”
“Oğlum taksideyim ben.”
“Eee?”
“Taksiyle nasıl gideyim peşinden?” dedi Adem kısık sesle.
“Kardaş biz koca kamyonla gidiyoruz arkalarından. Bir kilometreden ‘Aha budur!’ diye seçersin. Sen
de taksiyle gidiver biraz n’olacak?”
84
“Yanlış anladın... Neyse tamam. Düşeriz biz de
peşlerine.”
Sonra dönüp huzursuz olan taksiciye: “Abi ver
kuvveti biraz daha...”
Herif bir ‘la havle’ çekti.
Derken ilerdeki ışıklarda Civan’ın kamyonetinin
kocaman, kapalı, beyaz kasası göründü.
“Abi dedi, şu kamyoneti geçiver.”
Kırmızı ışıkta bekleyen kamyoneti yakalayınca
önde, Civan’ın yanında oturan Tolga ile Serdar’ı gördüler. Serdar el sallıyor, Tolga birkaç araç öndeki bir
arabayı işaret ediyordu.
Adem gri Opel’i yeşile dönen ışıkla beraber kayıp
giden otomobiller arasında buldu: 34 AFH bilmem
kaç. İşte iblisler!
“Abi,” dedi yine derin bir nefes alıp. “Şu öndeki
Opel’i izleyeceğiz.”
Taksici şaşırdı, “Bu nedir hemşerim?” diye bağırdı. “Telefonumu alıyorsun, dünyanın öbür ucuna götürüyorsun, şimdi de başka tuhaf işler çevirip araba
takip ettiriyorsun.”
Adam arkadakilerin küfürlerine aldırmadan, trafiği
karıştırıp sağa çekti arabayı. “Paramı ver, in hemşerim!” dedi. Kontağı kapattı. “İstanbul dışındayız zaten. Başka taksiye bin.”
“Abicim,” dedi Adem uzaklaşan Opel’e bakarak.
Allahtan, Civan peşini bırakmamıştı arabanın. “Bir
kız meselesi var. O yüzden.” Taksicinin suratından
85
tatmin olmadığı anlaşılıyor. Ne uydursa, ne uydursa?
“Ablam kocaya kaçtı, onu arıyoruz.”
“Bana ne hemşerim! Git başkasıyla ara.” Taksici
dönüp elini tehditkar bir şekilde arkaya uzattı. “Paramı ver yoksa karakolluk oluruz!”
Adem çok, çok derin bir nefes aldı. Düşündü. Yüzünü ekşitip sordu:
“Adın ne abicim senin?”
“N’apacaksın?.. Selami.” Herif cak cak, sakız çiğniyordu halen.
Hakan’ın belinden aldığı silahı çıkardı, çat-çut diye namluya mermi sürdü. Zamanında babasının “sevgili” tabancasıyla çok atış yapmıştı, bilirdi bu işleri.
Telefonu çalıyor: Civan arıyor. Açmadı.
“Bak Selami,” dedi çok sakin bir sesle. “İşler öyle
bir noktaya geldi ki, şu saatten sonra...” durdu, önce
zırlayan telefona, sonra da dimdik adamın gözlerine
baktı. “Şu dünyada benim için ha bir fazla Selami, ha
bir eksik Selami... Gidiyor muyuz, ben sensiz mi süreyim?”
Selami yutkunurken sakızı da yuttu, önüne döndü.
Kontağı açıp gaza bastı. Adem ısrarla çalan telefonu
açtı nihayet: Civan.
“Niye durdunuz kardaş, ne oldu?”
“Birşey yok, geliyoruz.”
Civan’ı yakaladılar, geçtiler. Gri Opel’in peşine
takıldılar. Ancak taksicinin korkusu, sıkıntısı uzun
sürmedi: On-onbeş dakika sonra ıssız bir mahallenin,
ıssızca bir sokağındaydılar, Opel, karşıdaki küçük, iki
86
katlı bir binanın yanına yanaşmıştı. İçinden çıkan
adamların (biri pasaja gelen bıyıklı herif) üçü de bu
yamru yumru binanın alt katındaki berber dükkanından içeri girmişti.
Adem ve taksici sokağın ucunda beklediler. Civanlar gelince, Adem onları diğer sokağa parkettirdi, peşinden de Salim’i.
Cümbür cemaat sokağın altındaydılar. Adem, Salim’den para aldı. Taksimetredekinin (o bile oldukça
fazlaydı ya Salim’e göre) iki katı bir parayı adama verip telefonuna el koydu. Adamı salıverirken de polise
giderse fena yapacaklarını söyleyip tehdit etti. Taksici
yemin billah sıvıştı. Zararda sayılmazdı. Gündüz vakti dadanan şehir eşkıyalarından da kurtulmuştu ya,
daha ne!
87
V
Taksi gittikten sonra Serdar’ı sokağın köşesinde,
binayı gören bir yerde nöbetçi bırakıp kamyonetin
yanına, kaldırıma dizildiler.
“Şimdi n’olacak? Ne yapacağız?” dedi Salim. Civan’ın yanına çökerken de selam vermeyi ihmal etmedi: “Kardeş n’aptın?”
“Neyi n’aptım anasını satayım?” diye güldü Civan.
“Durmadan ‘n’aptın, n’aptın’ demekten ne zaman
vazgeçecen? Birşey yapmadım kardaş.”
“N’aber, nasılsın demek istiyor.” diye araya girdi
Adem. “Kayseri’de öyle derler.”
“Biliyorum öyle demek istediğini ama, garip geliyor işte.” dedi Civan. Sonra yanına oturan Salim’in
dizine vurdu: “Önce birşeyler yiyelim. Aç ayı oynamaz!”
Karşıdaki bakkaldan ekmek arası birşeyler yaptırdılar. Serdar’ın sandviçini bırakıp gelen Civan, ekmeğin yarısını yuttuğu bir ısırıktan sonra, “Bunlar,”
dedi, “üçü birden tıraş olmaya girmemiştir değil mi?”
88
Salim’in lafları zar zor anlaşılıyordu ağzındaki
lokmadan: “Tıraşa ihtiyaçları yok, gayet yakışıklıydılar.”
“Cıvıtmayın!” dedi Adem. “Galiba yeri bulduk.”
Tolga hâlâ havada asılı duran soruyu tekrarladı:
“Ne yapacağız?”
“Gidip polise diyeceğiz, yerlerini bulduk diye,”
dedi Civan hıçkırarak, ardından Salim’e dönüp ekledi: “Kardaş ne mıhsıçtısın! İçecek birşey de alır
adam.”
“Toprağımın yeni telefonuna gitti paralar.”
Adem bu lafa karşılık telefonunu öptü, sırıttı.
“Polise gitmek iyi fikir değil!” dedi Tolga. “O ikili
bakıyor olaya. Bugün kafalarında tahta kırdıklarımız.”
“N’olmuş? Öpüşür, koklaşır, barışırız.” dedi Salim. Civan da güldü bu espriye.
“Bakıyorum keyfiniz yerinde!” diye çıkıştı Tolga.
“İşimiz daha bitmedi.”
“Olsun kardaş, esas işi yaptık! Haşaratın yuvasını
bulduk. Şimdi belediyeye haber edelim de temizlesin.” Salim de bu espriye bir iade-i gülücük gönderdi.
Tolga’nın ısrarlı ve ters bakışları karşısında Civan:
“Tamam kardaş, kızmayın,” dedi hıçkırarak. “Keyiflendik, çünkü az iş becermedik bugün. Şimdi dönelim mahalleye, madem onları istemiyorsunuz, amirlerine anlatalım meramımızı. Neydi adı?”
“Recep.”
89
“Hah, yaşasın Recep komser!.. ‘Biz bulduk,’ diyelim, ‘Sen çıkar kızı oradan.’ ”
“Peki kim gidecek polise?” diye sordu Adem.
“Ben içeri giremeden üzerime atlarlar.” Durdu, düşündü, “Herifin kafasında kereste kırdık hakkaten,”
dedi. Sonra gülümsedi, “Çaat diye ses geldi ama kafadan mı, tahtadan mı anlamadım.”
Kahkahalara eşlik etmeyen bir tek Tolga idi. ‘Sen
yapma bari!’ diyen miyop gözlerini Adem’e çevirmiş
öylece somurtup duruyordu.
“Benim de plakayı neyin almışlar, iş almayalım
başımıza!” dedi Civan gülmekten kendini zor
zaptederek. “Bu durumda ya Tolga, ya Salim gitsin.”
“Ben giderim, tamam!” dedi Salim. “Zaten ordaki
komiserlerden biri babamın arkadaşı. Ona giderim
önce, tanıyordur Komiser Recep’i.”
“Haydi öyleyse!” dedi Adem. “Vakit kaybetmeyin.
Sokağın adı neymiş?..”
Tolga hâlâ kafa sallıyordu: ‘Yanlış yapıyorsunuz,’
dercesine.
Sokağın adı, binanın numarası alındıktan sonra
Serdar, Civan ve Salim gittiler. Tolga ise nöbetçi olarak kalan Adem’i bırakmadı. Artık yavaş yavaş kararmaya başlayan sokağın köşesinde, kaldırıma oturdular.
“Bir sonuç alamayacağız.” dedi Tolga gözlüğünü
kahverengi tişörtünün eteğine silerken. “Polise gidince ihbarı yine bizim adamlara yönlendirecekler.”
“Yönlendirsinler,” diye cevap verdi Adem. “Artık
harekete geçerler. Amirleri de durumu bildikten son-
90
ra... Hem onlar hakkında yanılıyor da olabiliriz.
Birşey gördüğümüz, bildiğimiz yok!”
“Sen bilirsin, ama benim içime sinmediğini bil.”
“Ne yapabiliriz ki oğlum başka? Kız orada, ama
adamlar da orada, silahlılar!”
“Sendeki ne?” Tolga burnuyla Adem’in kalçasını
gösterdi.
“Oğlum hani sen sevmezdin aksiyonu?” dedi
Adem gülerek. “Sırtın kaşındı galiba. Biz ne yapabiliriz lan mafyaya karşı. Yapacağımızı yaptık!”
“Bence işimiz bitmedi. Yeni başlıyor.”
Adem güldü, Tolga’nın sırtını sıvazladı, omuzuna
iki okkalı şaplak indirdi. Ardından ayağa kalktı, gerindi. Bir sigara yaktı. Köşeye yürüdü, omzunu tam
iki sokağın kesiştiği yerde dikilen gri, sıva rengi
apartmanın pürüzlü duvarına yaslayarak gelişi güzel
bir bakış fırlattı Gri arabanın bulunduğu sokağa. Keyifliydi. Kabus sona eriyordu. Birazdan, bir saat sonra, haydi diyelim iki saat sonra polisler Tülay’ı şu kapıdan çıkaracaklar. Hemen oracıkta, herkesin gözleri
önünde sarılıp öpecekti. Kabus bitiyordu. Uğraşmış
didinmişler, kelleyi koltuğa koymuşlar ama sonuç
almışlardı. Birazdan Tülay’ın (ve kendisinin) çektiği
işkenceler bitecekti. Birazdan. Günlerden, haftalardan
sonra keyiflenmişti. Ve buna hakkı olduğunu düşünüyordu. Evet, evet, bunu haketmişti.
***
Salim karakola geldiğinde adamını, babasının arkadaşı olan komiseri şıp diye buldu.
91
“Abi n’aptın?” dedi Salim, odaya girerken.
“İyiyim koçum, sen n’aptın?” diye cevapladı Komiser Basri.
Ardından oturdular, bayat bir çay içtiler. Girizgah
maksadıyla yapılan hoşbeşten, hal hatır sormadan
sonra Komiser Recep’i sordu Salim.
“Kim?” dedi karşısındaki.
“Recep, Komiser Recep! Ee, hani şu kaçırma olayına bakıyordu. Birşeyler anlatacağım.”
“Haa, o ekip bizim karakoldan değil; ilçe emniyet
müdürlüğünden geldiler. İçerde bir odaları var. Bakayım senin Recep komser, orada mı? Sen bekle!”
Adam tam odadan çıkmak için kalkmıştı ki içeri
sivil kıyafetli biri girdi, kapı mapı çalmadan. “Basri!”
dedi sertçe.
“Buyrun başkomserim!” dedi hemen Salim’in ahbabı, yarı hazırol-yarı rahat bir duruşta.
“Şu kahvehane kavgasında aldıklarınızın ifadeleri
tamam mı?” Başkomiserin ses tonundan çıkan anlam:
‘Ne zaman başlamayı düşünüyorsun?’
“Şimdi başlayacaktım başkomserim ifadeleri almaya!”
Başkomiser, Salim’i yeni farketti: “Kahvecilerden
mi bu?”
“Hayır başkomserim, delikanlı şu .... sokaktaki
301 olayıyla ilgili ifade vermeye gelmiş.”
Başkomiser elleri arkada kavuşmuş, Salim’e döndü, hafif eğildi: “Ne ifadesi, ne diyeceksin?”
92
“Galiba nerede olduklarını biliyorum,” dedi Salim,
çatlak sesli başkomisere bakmaya korkarak.
“İyi, iyi,” dedi başkomiser, tekrar Basri’ye dönerek. “O olaya ilçe emniyetin ekibi bakıyor. Onlar alsın ifadeyi. Sen de hemen kahvecilerin işlemlerine
başla, ancak biter sabaha kadar. Ne tümgenerali kaldı
aramayan, ne başkomiseri, ne gazetecisi. Amma hatırlı dostları varmış deyyusların. Bana bak! Ne yap yap
bitir sabaha kadar. Yarın erkenden savcılığa çıksınlar.
Biraz korksunlar, savcılıktan salarlar zaten.”
“Başüstüne başkomserim.”
Başkomiser elleri arkada, geldiği gibi çıktı.
Sıkkın bir “Gel,” dedi Komiser Basri, Salim’e.
Karakolun enli bir dikdörtgen biçimindeki koridoruna çıktılar. Hemen hemen görünen bütün odalar, lacivert-mavi duvarlar, o duvarların diplerinde sandalyeler, banklarla çevrilen, bu avlumsu, genişçe koridora çıkıyordu. Bu sandalyelerde, banklarda hiç boş yer
yoktu. Panayır yeri gibiydi. Bir uğultudur, gürültüdür
gidiyordu. Polis telsizlerinin ardına kadar açık sesleri,
telefon seslerine, nezarette yakını olanların ‘Komiserim! Amirim!’ haykırışları, birbirlerine ettikleri küfürler, tuvaletin dibindeki orospuların kahkahalarına karışıyordu. Tam ortada aşağıya (muhtemelen nezarete)
inen bir merdiven, ve merdiven boşluğunu çevreleyen
çepeçevre bir parmaklık bu şamataya parkın ortasındaki bir havuz görüntüsüyle pek uygun düşüyordu.
Parmaklık boyunca yürüdüler, tuvaletin ve fahişelerin karşısındaki odanın önüne geldiler. Komiser ona
dışarıda beklemesini söyledi.
93
Bir ara gürültü o kadar dayanılmaz bir hal aldı ki,
Salim kulaklarını kapattı elleriyle. Bu hareketi karşıdaki orospulara çocukça gelmiş olacak, kadınlar Salim’e göz kırpmaya, öpücük göndermeye, biberon ve
kundak işaretleriyle ‘bebecik’ demeye başladılar.
Sonra odalardan birinden başkomiser çıktı, “Susun, lan!” diye ortaya kükredi. “Karılar hamamına
çevirdiniz burayı!”
Herkes sustu. Sadece telsiz, telefon ve kimi cesur
çay kaşığı sesleri kaldı. Ancak adamın içeri girmesiyle, yarım kalan konuşmalar tekrar başladı, tek tük, kelime kelime. Bir dakika sonra ise az önceki karmaşaya geri dönülmüştü.
Biraz sonra, onu getiren Basri Komiser odadan
çıktı, eliyle girmesini işaret ederek. Salim girerken de
“Babana selam söyle,” dedi: ‘Çok meşgulüm. İşini bitirince bana uğrama, git!’ anlamında.
Salim içeri girdi. Dört bir yanı tavana kadar dosyalarla, demir dolaplarla çevrili, toz ve kağıt kokan odada ufak tefek bir adam bu evrak yığının ortasındaki
ufak bir masanın başında oturmuş onu bekliyordu.
“Recep komiser siz misiniz?” diye sordu Salim.
“Gel bakalım delikanlı,” dedi adam çayını karıştırarak. “Konuşalım. Ne anlatacaksın?”
Salim kapıyı kapatıp demir masanın önündeki
sandalyeye ilişti. Tuhaf bir konuşma şekli vardı adamın. Özellikle ‘k’leri bir garip söylüyordu.
***
94
Ortalık iyice kararmıştı artık. Öyle ki, Tolga ile
Adem göz hapsine aldıkları binaya giren çıkan olursa
görebilmek için biraz yaklaşmışlar, sokağın içinde,
eski, hurda bir minibüsün arkasına geçmişlerdi. Biri
geldikleri köşede, diğeri, sarı olanı üst köşede (Hemen evin yanında) yorgun ve isteksiz çalışan, kabloları gevşeyip sarkmış sokak lambaları bu minibüse
pek ilişmiyorlardı. Sokağın iki yanı aydınlık, ortası
değildi. Yokuş yukarı, bir sırada apartmanlar, berberin olduğu karşı sırada ise, biraz biraz aralıklı, alçak
binalar dizilmişti. Geldiklerinde bile yeterince tenha
idi ki, şimdi birileri olsun. Herkesler evinde. Bizimkilerin gözledikleri de. Berber kapanırken, o üç iblis
içerden çıkmamışlardı, ayrıca üst katın ışıkları yanıyordu. Araba da burada: Yukarıdaydılar.
Adem’in keyfi yerinde. Salim karakola çoktan
varmış olmalıydı. Heyecanla sağına soluna bakıyor,
polislerin aşağıdan mı yukarıdan mı geleceğini bir
türlü kestiremiyordu. Ama geç kalmamışlar mıydı?
Acaba mahalleye dönmek yerine, buradaki bir karakola mı gitselerdi? Tolga ise her zamanki gibi sakin,
sessiz, önüne bakıyordu.
Birden, sarı ışığın dibinde, alt kattaki berberden
tangır tungur sesler gelmeye başladı. Kepenkleri yarıya kaldıranlar, dışarı fırladılar. Ellerinde silahlarla. Üç
kişi. Bir tanesi binanın önünde kalırken diğer ikisi sokağın iki ucuna doğru koştular.
Adem taş kesilmiş, minibüsün kir içindeki camları
ardından tak tuk sesler çıkararak gelen gölgeye bakarken Tolga bunu bekliyormuş gibi eğildi ve Adem’i
aşağı doğru çekti. “Yat!”
95
Yere yattıktan sonra da eliyle minibüsün altına
girmesini işaret etti. Bu, Pendik-Kadıköy hattında çalışanlara benzeyen, yüksek tekerlekli bir araçtı.
“Tekerleklere doğru git, dingile sarıl!” dedi Tolga.
Kendisi de öyle yaptı. Adamın ayak sesleri hızla
uzaklaştı, uzaklaştı. Sokağın altına kadar gitti. Sonra
yavaş yavaş geri gelmeye başladı. Allahtan topuklu
bir ayakkabısı var da takırdıyor. Herif geldi, geldi,
minibüsün yanında durdu. Birkaç saniye adamın soluk alış-verişleri duyuldu. Eğilmiş olmalı. Koşmaktan
nefes nefese kalmış. Adem’in ise kalbi yerinden çıktı
çıkacak. Biraz sonra ayak sesleri uzaklaştı.
“Kimse yok!” diye bir laf duyuldu belli belirsiz.
Adem yapıştığı dingili bıraktı. Yere düştü. Kafasını hafif çıkararak baktı: Bir adam dışarıda kaldı, az
önce koşturan diğer ikisi hızla içeri daldılar. Bir süre
sonra ellerinde irice birtakım poşetler olduğu halde
arabaya gittiler. Bagaja koydular ellerindekini. Sonra
tekrar içeri girip birkaç poşet daha çıkardılar. Sonra
bir daha. Son poşetleri de yerleştirdikten sonra bekleyen adamın yanına gittiler, birşeyler konuştular.
Adam eliyle koluyla birtakım işaretler yapıyor, öfkeli
emirler veriyordu.
Derken koşturan iki adam arabaya atlayıp gitti.
Tek kalan, muhtemelen şefleri, içeri girdi, sac kepenkleri aynı tangırtıyla kapadı. Bir süre sonra da üst
katın ışığı söndü.
Adem, Tolga’ya döndü: O da kendi gibi izlemişti
olan biteni.
96
“Ne oluyor?” diye fısıldadı Adem. “Peşlerinden
gitsek mi?”
“Neyle gideceğiz, İETT otobüsüyle mi?”
“Keşke Salim’in arabası kalsaydı.”
“Yapacak birşey yok. Gerçi biri halen içerde, üstelik kızı da çıkarmadılar.”
Adem inledi: “İnşallah!”
Tolga bu temenniyi tuhaf bulduğunu ifade eder bir
el hareketi yaptı.
Geri geri sürünerek çıktılar minibüsün altından.
“Ne oldu sence?” dedi Adem.
“Salim’i ara, öğren!” Tolga üstünü başını silkeliyordu, karanlıkta görüyormuş gibi.
Adem telefona yapıştı, Salim’i aradı:
“Alo, Salim!”
“Buyur toprağım! N’aptın?”
“Ne oldu, konuştun mu Recep komserle?”
“Konuştum, konuştum.” dedi Salim. “Anlattım
herşeyi. Az önce çıktım, arabayı parkediyorum. Arayacaktım ben de seni.”
“Ne dediler?”
“Hiiç, oturdum anlattım işte. ‘Tamam’ dediler,
‘biz ilgileniriz. Hemen harekete geçeriz.’ Ben de çıktım. Bir de sizin orda olduğunuzu, polisi beklediğinizi
söyledim.”
“Kime söyledin oğlum bütün bunları?”
“İşte, dediğiz adama.”
97
“Emin misin?”
“... Bilmem ki. İlçe emniyetten gelen ekipten biriydi işte. ‘Recep sen misin?’ dedim, anlattım.”
“İyi bok yedin. Nasıl biriydi bu?”
“Ne bileyim, kısa boylu, genç bir polisti.”
“Fatih ulan o dediğin. Allah cezanı vermesin. Buradaki herifler uyandı oğlum, sokakta bizi aradılar.
Sonra da palas pandıras gittiler.”
“Toprağım, karakolda onu çıkardılar karşıma, ona
anlattım. Ne bileyim, o ikisini hiç görmedim ki ben.”
“Aferin sana!”
“Top...”
Telefonu suratına kapadı Adem. Bir çuval incir
berbat olmuştu. Şimdi n’olacak? Tolga’ya baktı: Tolga düşünceli.
“Ne yapalım?” diye sordu Adem.
Tolga düşünceli.
Adem okkalı bir küfür savurdu, sonra bir tane daha,
sonra ilk ikisinin karışımından oluşan bir tane daha.
“Sus be!” Tolga dayanamamıştı küfürlere. “Civan’ı ara. Gelsin.”
Aradı: Civan açmıyordu telefonu.
Bir daha aradı. Yine cevap yok.
Kapattığında telefon çalmaya başladı, 0216’lı bir
numara. Açtı: Serdar.
“Adem Abi!”
“Söyle koçum.”
98
“Abi, o sivil polisler geldi bizim eve, benim için.
Arka pencereden kaçtım. Size ve Tolga’lara da uğramışlar.” Serdar o kadar heyecanla ve yüksek sesle konuşuyordu ki Tolga olduğu yerden hepsini duyabildi.
“Neredesin?”
“Mahalledeyim, kulübeden arıyorum. Telefonum
evde kaldı.”
“Tamam koçum, sakin ol! Gelip alacağız seni, sen
iyisi mi okula git, okula.”
Kapattı. Kapatır kapatmaz Civan’ı aradı tekrar.
Cevap yok. Salim’i aradı, durumu anlattı. Eve gitmemesini, okuldan çerezleri alıp buraya getirmesini
söyledi.
İkizlere de telefon edip durumu anlattı, ne yapıp
edip evden çıkmalarını, okula gitmelerini söyledi.
Tekrar Civan’ı aradı.
***
Civan benzincinin tuvaletine girdiğinden beri çalıp
duran telefonu ıslak, yarı sabunlu elleriyle, iki parmağıyla tutarak açtı.
“Alo?”
“Civan nerdesin be oğlum?”
“Tuvaletteydim kardaş. Beş dakka bir eve uğrayıp
hemen geliyorum oraya. Geldiler mi polisler?”
“Sakın eve gitme,” dedi Adem. Sesi telaşlı geliyordu.
“Niye ki? Polisler gelmedi mi?”
99
“Gelmediler, belki de gelmeyecekler!”
“Anlamadım kardaş!”
“Salim yanlış kişiye anlatmış. Recep komiser diye
Fatih çıkmış karşısına.”
“Eee, n’olmuş o çıkmışsa?”
“Ne olacak, Tolga’nın, Serdar’ın ve bizim evlere
gitmişler polisler. Herhalde seninkine de gideceklerdir.”
“Hay kuze kerre!”
“Kuzu ne?”
“Boşver kardaş, sen anlat.”
“Buradaki herifler de sokağa fırlayıp sağda solda
bizi aradılar, ama saklandık.”
“Yani bu Fatih haber mi vermiş diyorsun o evdekilere?”
“Sence?”
“Tamam kardaş, anladım.”
“Şimdi eve meve gitme, buraya gel!”
“Peki.”
Civan telefonu kapattıktan sonra pompacı çocuğun
yanına geldi. Çocuk benzini doldurduktan sonra lastiklere de su tutmuş, temizlemiş. Benzin parasını ve
çocuğun bahşişini çalıştığı bayiinin parasından verip
kamyonete atladı, benzinciden çıktı. Kadıköy yönünde ağır da olsa akan trafiğe karıştı, ilk kavşaktan gerisin geri Gebze’ye dönecekti.
Demek Tolga haklı idi. Demek, o iki polis hakikaten kalleş idi. O zaman bu işten sıyrılmanın tek yolu
100
kendi işlerini kendilerinin görmesiydi. Hay Allah
kahretsin! Ne sıyrılması, kız hâlâ o namussuz pezevenklerin elindeyken. Kendini savunmaktan aciz, zavallı bir insana işkence ediyor, canlı canlı, dilim dilim
doğruyorlar.
“Ulan kadına, kıza el kalkar mı? Şerefsiz dürzüler!” diye söylendi.
Aynı şey Derya’nın başına gelse ne yapardı?
Adem yine dayanıklı, dirayetli çocukmuş. Helal olsun.
Civan, parmağı kesme sahnesini aklına getirince,
hayal etmeye çalışınca olanları, yerinde duramadı, sinirinden zıpladı, iki eliyle direksiyona vurdu. Bu sırada kamyonet hafif sola yalpaladı. Hemen bir klakson
sesi duyuldu o taraftan. Siyah bir araba gaza bastı,
aynı hizaya gelince şoförün yanındaki kafasını camdan çıkarıp okkalı bir küfür etti Civan’a.
Küfür edilir de, Civan’a edilir mi? Büyük gaflet!
Zaten böyle birşey arayan Civan kafasını çıkardı, başladı küfüre. Türkçe sövdü, Kürtçe sövdü. Sövdü de
sövdü. Siyah arabadan bir süre klakson ve küfürle yanıt verildiyse de, sonra camı kapandı, gazı keserek arkada kaldı araba. Baş edememişlerdi Civan ile.
Kafasını içeri soktu tekrar, dikkatini bir türlü yola
veremiyordu. Bu heriflere kafa tutacaklarsa işleri zordu. Yukarı mahallenin bebeleriyle olan kavgalara
benzemezdi. Yumruk değil tabancalar konuşacaktı.
Adem bir tane bulmuş idi akıllılık edip. Lakin yetmezdi. Başka da bulmalı. Tek tabanca ne yapacak
mafyaya?
101
Ne yapmalı peki? Nereden bulmalı? Nereye gitmeli?
Aslında gideceği adres belli: En ufak dayısı Serhan. Kadıköy’de korsan CD işleri yapar. Sağlam
ayakkabı değildir. Adam vurmaktan, kumar oynatmaya kadar pek çok nedenle karakolluk olmuşluğu,
bir sene kadar da kodeste kalmışlığı vardır. Adem,
Civan’a ‘Fakir’ ismini verdiğinde de soracağı kişi
Serhan’dı. Aslında onu Adem de tanır. Bir kere dükkanına gidip de CD aldıydılar.
Gel gelelim dayıoğlu Serhan ile pek sevişmezlerdi.
Aslında ana tarafıyla araları ailecek yoktu. Civan’ın
babası anası tarafında sevilmediğinden, oğullarıyla da
pek kucaklaşılmazdı. Gebze’ye döneceği sapak ilerde.
Dönecek mi? Gidecek mi? Başka gidebileceği kimse
yok. Serhan sağlam ayakkabı değil. Ama Civan’a da
şimdi böylesi lazım. Kavşağı geçti: Serhan’a gidiyor.
Bu saatte orada mıdır? Oradadır, oradadır. Dikkatini topladı, gaza asıldı.
Altıyol’daki boğa heykelinden aşağı Kadıköy’e
inerken ister istemez kafasını çevirip parfümeriden
içeri baktı: Derya içerde değil. İçini bir burukluk doldurdu. Keşke içeride olsaydı. İner konuşurdu. Belki
özür de dilerdi. Çünkü gidip de gelmemek var Gebze’den.
“Mukadderat!” dedi kendi kendine, Rıhtım Caddesinin trafiği gevşemişti, ışıklardan sağa saptı. Bilgisayarcıların yoğun olduğu sokağa girdi. Serhan’ın
dükkanı hemen burada, bütün katları ağzına kadar,
bilgisayarcı, kablocu ve benzeri dükkanlarla dolu
büyük iş merkezinin bir iki bina yanındaydı. Renkli
102
ve ışıklı vitrinlerden sıyrılıp (zaten oraya yanaştırmazlardı koca kamyoneti) yokuşu tırmandı, Boş yer
aradı ara sokaklarda. Yukarılarda bir yer bulup
parketti. Gerisin geri rıhtıma doğru yürümeye başladı. Saat dokuzu geçmiş, hava kararmıştı. Yokuş aşağı yürüdüğü, tenha, indirilmiş kepenklerle dolu kaldırımların aksine Kadıköy meydanı ve gideceği pasajın sokağı canlı, çekici, ışıl ışıldı. Büyük işhanı
kapanmasına rağmen, sokağa bakan dükkanların
hepsi açıktı. Diğer hanların da üst katlarında daha
insanlar vardı, ışıklar yanıyordu.
Pasaja doğru ilerlerken yanından geçtiği bir delikanlı temkinli bir sesle:
“Film var, oyun var, program var!” dedi.
Hiç bakmadan aşağı doğru devam etti Civan. Sonra 14-15 yaşlarında bir delikanlı daha kesti önünü:
“Film var abi, yerli yabancı MP3 var.” Delikanlının
şivesi yanında Civan, Orhan Boran olurdu.
Ona da pas vermeden yürüdü. Pasaja yaklaşırken
üç dört genç daha yaklaştı. Yine 15 ya varlar ya yoklar. Biri sordu:
“Film, müzik, MP3 var, oyun var, program var.”
Yanından geçerken, koluna yapıştı bir tanesi:
“İstediğin birşey var mı abi? Liste var. Güzel, kaliteli filmler var!”
Civan bir ‘la havle’ çekip kolunu kurtardı, pasaja
girdi. Dar ve dik merdivenlerin başında dikilen, yukarı çıkmak isteyenlere güçlük çıkarmaya pek hevesli
gençleri güçbela yardı, tırmandı. Düşündüğü gibi
Serhan’ın ikinci kattaki dükkanı açıktı. Serhan üç beş
103
kişiyle oradaydı. Para taksimatı yapıyorlardı. Civan
çıkmalarını bekledi. En sona kalan hâlâ içerideyken
sabredemeyip girdi.
“Ooo Civan, hoşgeldin!” dedi Serhan, masasına
yerleşirken. Tokalaşmak gibi bir niyeti yoktu. “Hele
geç.” Bir sandalyeyi gösterdi. Öteki Civan’ın varlığından rahatsızlık duyduğunu açık açık hissettirdi
gözleriyle.
Oturdu. Serhan ile diğeri para alışverişine devam
ettiler.
İçerisi orta boy bir mutfak büyüklüğünde bir dükkandı. Sadece iki yanı duvardı. Bahçe gibi bir boşluğa
bakan pencere kısmı ile koridor kısmı, kapı dahil
boydan boya camdı. Sadece iki tarafta duvar vardı,
daha doğrusu yerden tavana kadar uzanan iri iri dolaplar vardı. Duvarlar görünmüyordu. Bu battal boy
dolapların raflarında türlü şeyler: modası geçmiş yazıcılar, toz içerisinde monitörler, çok karmaşık elektronik devrelerden oluşan, ancak yine üstündeki tozdan artık bayatlamış oldukları anlaşılan bilgisayar
kartları, üniteleri. Bunlar gelişigüzel ve bolca aralıklı
olarak dolaplara serpiştirilmiş: Muhtemelen kamuflaj
için.
“Ne o, birşey mi lazımdır?” Serhan’ın sesi üzerine
etrafı incelemeyi kesti Civan. Diğer adamla işleri
bitmiş, ancak adam dışarı çıkmıyor.
“Seninle konuşmamız gerek.” Civan az ötedeki
kutunun üzerine oturan adama ters bir bakış fırlattı.
Serhan’ın umurunda değil, çekmecelerde birşey
arıyor: “Konuşaak.”
104
“Özel bir mesele.”
“Celal abi yabancı değildir. Anlat sen meseleni.”
Sonra öbürüne dönüp: “Öyle değil midir Celal abi?”
Civan kalkıp gitmeyi düşündü önce. Sonra Tülay
geldi aklına, kesilmiş parmağı, sonra da Derya. Meramını anlatmalıydı ne pahasına olursa olsun. Belki
istediğini koparabilirdi:
“Serhan, bir mesele var ki. Ancak sen yardım
edersin bana.”
“De bakalım. Elimizden gelen birşey ise yardım
ederiz.”
“Bana silah gerek.”
Sessizlik. Mendebur bakışlı herifin bakışları daha
da mendeburlaştı, hatta kafasıyla belli belirsiz bir hareket yaptı: ‘Hey Allah’ım, Yarabbi’m.’ Serhan’da
hiç hareket yok:
“Bizde yoktur. Ne yapacaksan silahı?”
“Kendimi savunmam için lazım.”
“Kimden savunacaksan?”
“Kimden olduğunu bilmiyoruz. Bu akşam öğreneceğiz.”
“Siz?”
“Adem’i tanırsın. O ve birkaç arkadaş.”
“Tanımıyorum Adem madem. Akıllı ol, üstüne vazife olmayan işlere karışma.”
“Sevgilisini kaçırdılar kardaş çocuğun, onu alacağız.”
Serhan Kürtçe bir küfür savurduktan sonra:
105
“Sana ne ulan elalemin karısından? Sana ne, bana
ne?” diye bağırdı. “Siz zaten hep böylesiniz. Biz desek, ‘gel’ desek, ‘Hüseyin Abi’ desek (Hüseyin: Civan’ın babası) gelmezsiniz. Bir omuz vermezsiniz.
Eloğlunun derdine düşersiniz.”
Tekrar bir sessizlik. Bu defa daha uzun, beş dakika
sürüyor. Sonra yine Serhan:
“Bak aslanım, bizim iş risklidir, tehlikelidir ama
bizde silah olmaz. Silahla işimiz yoktur. Olamaz zaten. Her gün zabıtasıdır, polisidir gelir arama yapar.
Biz malımızın derdine ancak düşeriz. Hele silah
milah bulsalar var ya, ‘tamam bulduk teröristleri’
deyip anamızı bellerler. Anamızı belletmek isteyen
çoktur. Açığımızı ararlar.”
“...”
“Sen de akıllı ol! Üstüne vazife olmayan işlere karışma. Kimseye birşey olmaz, seni yakarlar!” Sonra
diğer herife dönüp: “Değil midir Celal Abi?” diye
sordu.
Civan dönüp baktı: Celal put, ne ‘öyledir’ diyor,
ne ‘değildir’.
“Peki o zaman kardaş.” dedi Civan kalkmak için
davranarak. “Sağolasın, gideyim ben.”
Serhan da doğruldu: “Kusura bakma! Başka bir
şey var mıdır yardımcı olabileceğimiz?”
“‘Fakir’ diye birini tanır mısın?”
İsim telaffuz edilince Serhan ile Celal abisi
gözgöze geldiler. Serhan tekrar oturdu yerine. Bir
anormallik olduğunu sezen Civan da oturdu.
“Fakir’e mi sıkacaksın kurşun?”
106
“Bilmiyorum, belki, büyük ihtimalle.”
“Fakir mi kaçırmış arkadaşının kızını?”
“İşin içindeymiş. Kim bu?”
“Kim olduğunu tam bilen yoktur. Silah ve toz işi
yapar. Poliste adamları vardır.”
“Senin de hasmın mı?”
“Sayılır,” dedi Serhan düşünceli düşünceli. Sonra
ayağa kalkıp elini beline attı. “Buyur, bunu al.”
Civan Serhan’ın çıkardığı altın rengine çalan küçük silahı incelerken ‘Hani yoktu?’ der gibi baktı.
“Bu kuru sıkıdır, sadece ses çıkarır. Kavga falan
çıkınca havaya sıkmak için. Az önce dediklerim doğrudur. Bizde silah olmaz. Olsaydı verirdim. Kusura
bakma dayısı, yapabileceğim budur.”
“Eyvallah!” dedi Civan ve çıktı.
Merdivenlerden indi, pasajdan çıkarken yine korsan CD satmaya çalışan çocuklarla cebelleşti. Yukarı
uzanan ara sokaklara tam dalacaktı ki 10-12 yaşında
iki çocuk önüne çıktı. Biri:
“Abi film var, müzik var, mutluluk var.”
“Mutluluk ne lan?” diye sordu Civan, şaşkın.
Çocuk daha da şaşkın baktı Civan’a, ellerini iki
yana açtı ‘Nasıl bilmezsin!’ der gibi:
“Pornooo!”
***
Bir saat kadar sonra, bütün ekip melun binanın,
sessiz sokağının, aşağı köşesinde, bakkalın biraz ilerisindeydi. İkizleri gözcü bıraktıktan sonra, geri kalan-
107
lar daha gerideki boş bir arsada, Civan’ın kamyonetinin yanında toplandılar.
“İşler sarpa sardı kardaş.” dedi Civan. “Babam
mesaj attı az önce, bizim eve de gelmişler. ‘Dua et de
polisler seni benden evvel bulsun yoksa kimse elimden kurtaramaz’ diyor.”
“Bize de gelmişler!” diye süklüm püklüm ekledi
Salim. “Annem ikide bir arıyor. En sonunda telefonumu kapattım. Çete oluşturup adam kaçırmaktan
aranıyormuşuz hepimiz.”
Tolga kendi telefonunu çıkarıp herkese göstererek
kapadı ve ekledi: “Herkes kapatsın telefonunu.”
“Gırtlağımıza kadar battık!” dedi Serdar ağlamaklı.
“Battık vallahi!” diye onayladı Civan, Tolga’nın
dediğini yaparken. “Çıkmamız lazım!”
“Nasıl çıkacağız?” Salim sigarasını yakmaya çalışıyor, çakmak yanmıyor.
“İçeri girerek, kızı alarak çıkacağız,” dedi Tolga.
“Tülay bizim şahidimiz. Başka türlü bu iş üzerimize
kalır.”
“Başka karakola gidelim, buranın karakoluna gidelim,” dedi korkuyla Salim, yakamadığı sigarasını yere
fırlatarak.
“Kardaş, karakol limitimizi doldurduk. Artık hepimiz aranıyoruz. Hangisine gidersek gidelim zanlıyız.” Civan sakince bir sigara yakıp, Salim’e uzattı.
“Karakolu bırak, yolda çevirseler, kimseye laf anlatamadan kodesi boylarız. Bakın bu itler de, kız da nah
burnumuzun dibinde. Girelim, alalım, çıkalım. Tolga’nın dediği gibi.”
108
“Yalnız bir sorunumuz var,” dedi Serdar. “Girelim
dediğin yer kebapçı değil. Oradakiler mafya, silahları
var, canlı canlı adam kesiyor, öldürüyorlar.”
“Teşekkürler, açıklaman için. İçime su serpti.” dedi Salim.
“Biz de öldürürüz gerekirse!” Civan külhanbeyi
gibi doğrulup ayağa kalktı. “Evvelallah, silah da sıkarız.”
“Hah, bir mafya da burda. Kürt mafyası.” Salim de
kalktı.
“Abartmayın lan!” Araya girdi Adem. “Ne öldürmesi, ne silahı?”
“Senin belindekinden kardaş!” dedi Civan ve kendi belinden altın rengi silahı çıkardı.
“Bunu nereden buldun?”
“Nereden buldumsa buldum!”
“Oh ne güzel, polisçilik bitti, haydi şimdi de kovboyculuk oynayalım,” dedi Salim
“Dan dan dan...” dedi Civan. “İcap ederse. Ayrıca
icap etmese de, bu kasaplara müstahak. Dan dan dan.
Bunları öldürmek vatana hizmettir.”
“Civan sus! Onu da sallayıp durma.” Adem sinirlenmişti.
“Amma korktun ha!” dedi Civan ufak tabancayı
beline koydu. “Kuru sıkı bu. Merak etme, gerçek olsa
ulu orta çıkarmam zaten.” Yere çöktü. Salim de çöktü.
Sessizlikte bir Adem ayakta geziniyordu. Tülay
için duyduğu endişe ve pişmanlık yetmezmiş gibi,
109
şimdi de bu silah konusu açılmıştı. Silahlar hakkında
herhangi bir sohbet ona kaçınılmaz olarak, mutlaka,
ama mutlaka annesinin ölümünü hatırlatırdı. Gözleri
önünde gerçekleşen... Cinayeti. Babası aptallık derecesinde bir silah müptelasıydı. Ona göre tabanca yiğitliğin, erkekliğin hatta Türklüğün yegane sembolüydü. Kurşun sesi duymak ve çıkarmaktan müthiş bir
haz alır, haftada bir poligona, iki üç ayda bir (işyerinden her izin aldığında) ava giderdi. En iyi arkadaşları
hep kendi gibi soğuk demirin esirleriydi. Adem, ortaokula başladığı günden olayın olduğu lise iki sömestr
tatiline kadar, yasak olsa da, defalarca babasının götürmesiyle orda burda atış yaptı, bileğini geliştirdi.
Babası, oğlunun da iyi bir atıcı olacağından gururlanmaktaydı.
Lakin pek kabadayı, kavgacı, belalı biri değildi
Adem’in babası, ulu orta silah çekmezdi. “Sadece”
evinde bulundururdu: İki ruhsatsız, bir ruhsatlı tabancası, bir av tüfeği vardı.
Bir gün, bir sabah, üç günlük bir av ve kamp dönüşünde babası arkadaşlarına eve uğrayıp bir çay içmelerini, kendi evlerine öyle geçmelerini önermişti.
Salonda hep beraber oturuluyordu. Adem’in babası,
Alpay Ağabey, Melih Ağabey ve Sefer Ağabey
kampta yedikleri, annesinin gönderdiği börekleri ve
kurabiyeleri övüyor, kendi eşlerinin bu kadar hamarat
olmamasına hayıflanıp yarı şaka yarı ciddi tariflerini
koparmaya çalışıyorlardı. Özellikle Alpay, Adem’in
annesinin önünde neredeyse yerlere kapanıyor, bu ustalığını kendi beceriksiz karısına öğretmesini istiyordu. Kadıncağız bir yandan utanıyor, bir yandan gururlanıyor, ama her zamanki gibi, sırrını söylemede de
110
pek bir nazlanıyordu. Çaylar içildi, keklerin, böreklerin, kurabiyelerin evde kalan kısmı da aç avcılar tarafından bitirildi. Sohbet edildi. Konu politikadan, futboldan döndü dolaştı, yine ava-silaha ve üç günlük
kamp maceralarına geldi. Hepsi kendine göre bir hikaye barındırıyor, o an yanlarında bulunmayanlara
anlatmak için yanıp tutuşuyorlardı. Sırayla bir-iki
komik, ilginç şey anlattılar. Alpay’ın ve Melih’in hikayeleri bilhassa abartılı ve komikti. Sıra Adem’in
babasına geldiğinde adam karısına döndü:
“Ya Mualla hanım, az daha nakl-i mekan
eyliyordu kocan!”
“Ağzından yel alsın,” dedi kadıncağız korkuyla.
“O ne biçim laf, ne oldu?”
“Daha ilk gün,” diyerek zevkle çayından bir fırt
çekti adam, “çıktık ormana. Arıyoruz. Geyik arıyoruz, tavşan arıyoruz, kaz arıyoruz. Baktık olmayacak,
biraz ayrılalım, dağılalım dedik. Ayrılalım ama ses
mesafesini de koruyalım. Nerdeee! Hepimiz ayrı bir
diyardayız. Birimiz Şam’da, birimiz Bağdat’ta. Neyse, ben kendi yolumda tırmanıyorum bir tepeye. Birden ayağım kaydı, düşüverdim. Tüfeği de düşürdüm.
Toparlanıp hemen baktım ıslanmış mı diye. Sabah
vakti çünkü, çiğ var, yerler ıslak. Üstüm başım çamur
falan. Neyse bir arıza göremeyince devam ettim yukarı doğru. Tırmandım, tırmandım. Tam zirvenin
orada bir karaltı: Domuz. Yaban domuzu. İrice de
birşey.”
Çay bardağının dibinde kalan son fırtını da çekti
soğumadan.
111
“Neyse ben nişan aldım, besmelemi çektim, asıldım tetiğe. Domuz bir viyakladı, düştü, kalktı beni
gördü, başladı üzerime gelmeye. Ben sakinim, bir daha asıldım tetiğe. Iskaladım. Iskalamam ya, ıskalayacağım tuttu. ‘Sakin ol, oğlum!’ dedim kendime. Domuz bu arada son sürat geliyor üzerime haaa! Sanki
az önce yememiş kurşunu namussuz. Bunlar böyledir
ama, yaralanınca felaket saldırırlar. İlk attığında yıkacaksın. Neyse, ben tekrar nişan aldım, elli metre ya
var ya yok. Asıldım tetiğe: Çat etti! Patlamadı fişek.
‘Ulan!’ dedim, yeni fişek sürdüm, o da çat! Islanmış
köpoğluları! Domuz hâlâ koşuyor, direkt üstüme geliyor. İri de hayvan, başedemezsin. Beş-on metre kaldı kalmadı, tüfeği attım elimden, çıkardım belimden
Şahinimi (babası 9 mm’lik olan tabancasına ‘Şahin’
derdi.) verdim mermiyi namluya, dan dan dan. Iyk etti vıyk etti, çizmelerimin üstüne düştü şerefsiz.”
Adem, domuzun niye “şerefsiz” olduğunu anlayamamış, hatta belli belirsiz bir üzüntü duymuştu zavallı hayvana ya, heyecandan ve zevkten kızaran babasına birşey demedi.
“Bu kurtardı beni,” dedi babası ve “Şahin”i belinden çıkarıp önündeki cam sehpaya, boş çay bardağının yanına koydu.
Konu böreklerinden saptığından beri susmakta
olan annesi, babasının yanındaki koltuktan doğruldu,
silaha uzandı: “Demek kocamı, sana borçluyum.” diyerek.
“Aman, dur!” dedi babası, bir düğmeye bastı, şarjörü çıkardı. Sehpaya koydu.
112
“Amma soğukmuş!” dedi Mualla hanım. Hiç anlamazdı silahlardan, hoşlanmazdı da, tehlikeli bulurdu. Ama ne yapsın, ne desin: Kocası. Evin erkeğinin
gönlünü hoş tutmalı, ona karşı çıkmamalı, bir derdi,
anlaşmazlığı olsa bile içine atmalıydı. Öyle terbiye
görmüştü. Bir kızı olsaydı ona da aynı terbiyeyi verirdi. İşte pek tanışık ve barışık olmadığı “Şahin”i eline alıp evirip çevirmeye başladı. Kocasının hayatını
kurtarması fikri ilgisini çekmişti.
Şarjörü de Adem almış, inceliyordu. Ufak, parlak
mermilerden birini içinden çıkardı. Yataktan palas
pandıras kalktığından, koltukta yanlamasına oturuyor,
yatağın rahatlığını arıyordu. Böylece yanında olması
gereken annesi, tam karşısındaydı. Mermiyi koltuğun
dirsekliğinden sarkıttığı bacaklarından göbeğine yuvarlıyor, misafirlerin çabucak gitmesini bekliyordu.
Saat onun için erken, uykusu var daha. Çok ilginç ve
estetik bir yapısı vardı gümüş renkli merminin, çok
güzel yuvarlanıyordu.
DAN.
Adem annesinin ağzından en son bir “Hırk!” sesi
duydu. Hani bir kamyon arkadan yaklaşır yaklaşır da
birden kornaya basınca insan bir sıçrar. İşte öyle bir
hareket yaptı kadın, öyle bir korku sesi çıkardı:
“Hırk”. Bir geyik, bir kuş veya tavşan kadar ürkek
kalbi, namlunun içinde sürülü kalmış, estetik, gümüş
renkli bir merminin fırlayıp, sağ gözünün az üstüne
saplanmasına kadar nasıl fırsat bulduysa, ürkmüşü
işte.
Tam o sırada annesine bakan Adem, onun kaşlarını kaldırıp (şaşkınlığı çok sevimliydi) sıçrayışını an-
113
cak merminin hemen gelip onu buluşunu ve o çarpmanın etkisiyle ikinci sıçrayışı ve koltuğa gömülüşünü diğerlerinin aksine, baştan sona izlemişti. Sanki
ileri atılsa, yeterince hızlı olabilse kurşun o kısa mesafeyi almadan yetişebilirdi.
DAN
Kılını bile kıpırdatamadı elbette. Birkaç dakika
öncesine kadar utanan, gururlanan, öfkelenen, sevinen, gülümseyen annesi, tarifleri, sırlarıyla beraber
bir anda çekip gitti.
O günden sonra Adem’lerin evinde ne börek pişti,
ne silah bulundu. Adem babasıyla çok zorunlu kalmadıkça konuşmadı. Babası bir daha ava mava gitmedi, eline silah almadı, ağzına koymadığı, günah
saydığı içkiye başladı.
İşte bütün bu musibetler, şimdi belinde soğukluğunu hissettiği aletin başının altından çıkmıştı. Nasıl bir
içgüdüyle almıştı onu polisin belinden? O alet ki, hayatını bir kere mahvetmesi az gelmiş, yıllar sonra şimdi
tekrar karşısına çıkmıştı. İkinci raunt muydu bu?
***
Tolga’nın sesi kendine getirdi Adem’i:
“Başım döndü sana bakmaktan, dolanıp durmasana.”
Durdu. Çöktü Tolga’nın yanına. Ne yapacaktı? Bu
işe bulaştıkları ilk andan itibaren onları takip eden,
sinsice enselerinden ayrılmayan silah, şiddet ve tehlike artık kapıyı yumrukluyordu. İşte Tülay, şuracıktaydı. Şu binadaydı ve onunla arasında tabancalar,
114
mermiler vardı. Karar anı: Ya elini uzatıp onu oradan
alacak, ya da olayları kendi akışına bırakacak, karakola gidip teslim olacak. Ki bu aşağı yukarı Tülay’ın
ölmesi veya en “iyi” ihtimalle işkence edilip parçalanmasının devam etmesi demek.
Paket! İkizler!
Adem ayağa kalktı. Civan ile Salim halen atışıyorlardı oturdukları yerden. Serdar sessiz, sadece dinliyor.
Tolga “Nereye?” diye sordu.
“Geliyorum,” dedi Adem.
Evin olduğu sokağın köşesine gitti. Zeki ile Volkan oradaydı.
Adem yanlarına sokuldu: “Görebiliyor musunuz
buradan?”
“Evet, görüyoruz Abi!”
“Aferin size.” Arkadan gelen bir kamyon sesi. Dönüp baktı. Bir çöp kamyonu geliyor: GEBZE BELEDİYESİ.
“Çocuklar, polisler bu heriflerin bıraktığı kutuyu
açtılar mı beni götürdükten sonra? İçinde ne vardı?”
Bakkalın az ötesindeki konteynırları boşaltmak
için duruyor kamyon. Arabanın arkasına asılan iki işçi yere atlıyor, tangır tungur dev çöp bidonunu kamyonun vincine monte ediyorlar.
Zeki, Volkan’a; Volkan, Zeki’ye baktı. Sustular.
Vinç bidonu ağır ağır kaldırıyor. Şişe sesleri, dökülen poşetlerin, ıvır zıvırların sesleri gelmeye başlıyor.
115
“Konuşsanıza çocuklar!”
Pat diye bir ses çıkıyor Adem’in arkasından. Onu
ürkütüyor, dönüp baktırıyor bir an: Önünde durduğu
pürüzlü duvarları olan apartmanın üst katlarından birinden bir çöp poşeti atılmış sokağa, patlamış. İşçilerden biri küfrederek geliyor, poşeti dağıtmamaya çalışarak kamyona götürüyor. Bidon neredeyse tamamen
amuda kalkmış, içinde kalanları düşürmek için biraz
sallıyorlar.
“...”
İkizler birşey demeden önlerine bakıyor. Adem
çöpçüleri izliyor.
Bidon yavaş yavaş iniyor, tekerlekleri üzerinde sürükleyip yerine koyuyorlar. Yanına taşmış poşetleri
de çöp kamyonunun presine atıp tekrar kamyona asılıyorlar. “Aooy” diye bağırıyor bir tanesi şoföre,
kamyon hareket ediyor.
“Söylesenize oğlum! Ne vardı?”
Volkan tam “Tü..” diyorken, diyecekken Zeki
atıldı:
“Herkesi uzaklaştırdılar abi, görmedik.”
İlerden “Aooy” diye bir ses daha geldi: İşçiler bir
duvarın dibine atılmış çöpleri topluyorlar. Bir tanesi
geç kalmış, güç bela koşup yakalıyor kamyonu.
Meseleyi anladı Adem. Uzaklaştı. Diğerlerinin yanına gitti.
“Aooy!”
“Geri zekalı. Söylenir mi lan hiç!”
116
Arsaya geldiğinde mesele halen bir çözüme kavuşmamış idi. Civan ile Salim ayağa kalkmış, tartışıyor, birbirlerini iğneliyor, Serdar ve Tolga da oturdukları yerden onları izliyordu.
Adem, Tolga’ya:
“Kaç kontörün var?” diye sordu.
Yeterince yoktu, Serdar’ın telefonu bile yoktu.
Tartışanlara doğru dönüp ortaya:
“Kaç kontörünüz var?” diye sordu tekrar.
Sesler kesildi. Salim, Civan’a ters ters bakmayı da
ihmal etmeden, “Al, buyur,” diye verdi telefonunu.
“Kapalı ama, yüzden fazla kontör var. Aç, ara istediğin yeri.”
Telefonu alırken yine ortaya sordu:
“Kutudan ne çıktı bileniniz var mı?”
“Hangi kutudan?”
“Ne varmış?”
Herkes birbirine soruyordu. Kimsenin bildiği yok.
Zaten Adem farkındaydı bilmediklerinin de, yine de
babasını aramayı en son seçenek olarak bırakmak istemişti.
Ev numarasını çevirdi: 0216365...
Bir süre çaldıktan sonra babası:
“Efendim?”
“Selam.”
“...”
“Alo?”
117
“Nerdesin?.. Polisler geldi, seni arıyorlar, sizi arıyorlar!”
“Duydum, duydum. Ben şey soracaktım bugün...”
“Bir sürü şey anlattılar. Sizin hakkınızda.”
“Ne anlattılar?”
“Tülay hanımı kaçırıp, o şeyleri yapan... .... ... onlar sizmişsiniz. Para istiyormuşsunuz. Ama ben
inanmadım. ‘Benim oğlum bunları yapmaz.’ dedim.”
“...”
“Oğlum...”
Dört senedir böyle bir diyalog geçmemişti aralarında. Dört senedir hiç “Oğlum!” lafını duymamıştı
babasından.
“...”
Hayretler içinde dinliyordu.
“Böyle birşey yapmayacağını biliyorum. Ama o
iki polis kapıda bekliyor. Eve gelme!”
Adem de dört senedir hiç “Baba!” dememişti. Dese miydi şimdi? Diyemedi.
“Arif Abi’ye söyle, benim, bizim bu meseleyle tek
ilgimiz...”
“...”
“Ona söyle, Yonca’ya söyle; merak etmesinler,
Tülay’ı alıp getireceğim!”
“Peki oğlum.”
“Bir de... Bugün, pasaja gelen pakette ne vardı?”
Kısa bir sessizlik.
118
“Arif’e not yazmışlar yine. Parayı Cuma gününe
kadar hazırlamasını söylemişler.”
“Başka birşey yok muymuş? Nottan başka?”
Yine bir sessizlik.
“Sen bunları takma şimdi kafana.”
“Başka birşey var mıymış?”
“Varmış. Ama dilim varmaz söylemeye.”
Kasaplar! Demek Tülay’a işkence etmeye, canlı
canlı kesmeye devam ediyorlar. Düşüncesi bile insanın kanını dondururken... Anlaşıldı. Tamam.
“Peki öyleyse, görüşürüz!”
Karar anı: Ne pahasına olursa olsun içeri girecek
Adem.
“Adem dur...” dedi babası, yüksek perdeden.
“Efendim.”
“Bak, birşey diyeceğim ama yanlış anlama. İhtiyacın olur diye...”
“...”
“Şahin’i hatırlıyor musun?”
“Evet” diyemedi Adem. Birbirlerine doğru ilk
adımı attıkları, atmaya çalıştıkları anda, açılacak
mevzu mu? Onu hiç unutabilir mi?
Babası bir nefes alıp sözlerine devam etti:
“Şahin ve arkadaşları, bir torbada. Alpay Abi’nde.
Oradalar... İhtiyacın olursa gidip al. Benim gönderdiğimi söylersen, Alpay verir.”
119
Ve bir cevap istemeden, beklemeden, alelacele kapattı telefonu.
Alpay, o kamp arkadaşlarından biriydi babasının.
Eski oturdukları mahallede, aynı apartmanda idiler, o
zamanlar.
Görüşme bittiğinde herkes ona bakıyordu.
Birşeyler söylemesini bekliyorlardı.
Söylemedi. İkizlerin olduğu tarafa doğru yürümeye başladı.
“Dur!” dedi Civan. “Nereye?”
Adem durmayınca peşine düştü. Diğerleri de onun
peşine.
Köşede yakaladılar.
“Ne dedi baban? Ne varmış kutuda?”
Adem önüne baktı.
Civan, anlamadığını zannederek tekrar sormaya
niyetleniyordu ki, Tolga bir işaretle engelledi.
“Ben içeri giriyorum,” dedi Adem. “Siz burada
bekleyin. Adam zaten tek başına.”
“Olmaz öyle şey!” diye atıldı Civan. “Ben de geliyorum.”
“Ben de!” dedi Serdar sakince.
Tolga pufladı, “Yapacak başka birşey yok zaten.”
dedi. “Gidelim bakalım, bugün aksiyon günü.”
“Yahu, arkadaşlar,” diye itiraz etti Adem. “Siz nereye geliyorsunuz? Taş mı atacaksınız adama? Küfredip moralini mi bozacaksınız? Ben gidiyorum, siz burada kalıyorsunuz.”
120
Yürümeye başladı. Sokağa girdi, ikizlerin yanından geçti. Ardında ayak sesleri: Civan, Tolga, Serdar.
Hatta en geride, bembeyaz bir suratla Salim, ona neler olduğunu sorup bir cevap alamayan ikizler.
Adem hızlandı. Binaya birkaç ev kala dönüp baktı:
Tam kadro arkasındalar.
“Ya manyak mısınız oğlum?” dedi en yakındaki
Civan ile Tolga’ya. “Laftan anlasanıza!”
İki adım daha attı: Hâlâ geliyorlar. Gelmemeliler.
“Defolun gidin ulan!” diye fısıltıyla bağırdı. “Süt
çocukları! Bir tarafınıza birşey olacak! Bilgisayar
oyunu mu bu?”
Döndü, belinden silahı çıkardı. Çocuklara işin şakasının olmadığını anlatmak için namluya bir mermi
sürdü. Ancak takside sürdüğü mermi zaten namludaydı, bu hareketle çınnn diye fırladı, uçtu gitti. Bunca zamandır patlamaya hazır imiş. Demek insan unutuyormuş!
Bu durumdan korkan Adem gözleriyle giden
mermiyi yerde arayarak sesini alçalttı: “Başıma bela
olmayın, gidin.”
Oysa kendisi de en az onlar kadar toydu. Çatışmaya girmek, poligonda veya dağda bayırda ateş etmeye
biraz benzer miydi acep? Hiç mi benzemezdi?
Civan yaklaştı: “Bağırıp durma kardaş, düşmanı
uyandıracaksın. Seni bırakıp gitmeyeceğiz. Ne yapacaksın? Gelmeyelim diye vuracak mısın bizi?”
“Bu meseleye bulaştık,” dedi Tolga. “Hem Tülay,
hem kendimiz için. Zorla engelleyemezsin.”
121
Diğerleri birşey söylemediler. İkizler iyi görünüyordu ancak Salim ve Serdar’ın korkuları yüzlerinden
okunuyordu. Adem daha fazla ısrar etmedi. Duvarların dibinden sessizce eve yaklaştılar. Ön tarafta, kepenkleri inik berber dükkanından başka bir şey yoktu.
Kapıyı bulmak için dolandılar. Dolandılar, dolandılar,
tekrar ışığın altında sarı görünen, oluklu kepenklere
geldiler: Binanın başka girişi yok!
‘Ne olacak?’ diye sessizce işaret etti Civan.
Adem ellerini iki yana açtı: ‘Bilmem.’
Kepenkleri açmanın bir yolu olsa. Fakat, kilit milit
yok ortalıkta. Kepenkler açık mı? Adem eğilip ucundan kaldırmaya çalıştı! Yok, mümkün değil!
“Bence sabahı beklemekten başka çare yok!”
Fısıldayan Tolga’ydı. “Bunu dışardan açamayız.”
Ayağıyla bir yeri işaret ediyordu. “Kilit yerleri arkada, içeri doğru. İçeriden kilitlemek için.”
“Sabahı bekleyemeyiz! Kessek kilitleri.”
Her türlü, tamir, lehim, kaynak konusunun uzmanı
Serdar:
“Demir testere lazım, çok da ses çıkar. Zaten keserken çıkmasa kepenkleri kaldırırken çıkar.”
Geldikleri gibi usul usul geri döndüler. Adem köpürüyordu.
“N’apacağız peki? Şimdi tek kişi var, sabah kalabalık olurlar.”
“Telaş etme kardaş! Burdayız. Sabah o dükkan
açılır açılmaz gireriz içeri.”
Bu işe tek sevinen Salim olmuştu.
122
Boş
123
VI
Gece rüzgarlı. Serin. Tülay’sız onüçüncü gece:
Adem ayık. Ayık, üstelik eski umutsuz halinden de
eser yok. Öyle oturduğu yerde kendi kendini parçalamıyor, eritmiyor. Adem Tülay’a onüç gün sonra yine bir duvar uzaklığında. Varsın rüzgar Tülay’sız son
bir defa daha essin. Yarın onu oradan çekip alacak.
Evine götürüp yatağına yatıracak, üstünü örtecek.
Saçlarını okşayacak, yüzünü, omuzunu, ellerini öpecek. İsterse Arif de görsün. Ellerini öpecek işte.
Ayaklarını öpecek. Tek tek her parmağını öpecek,
varsın bir tanesi eksik olsun. Şimdi, bütün bu tantanadan sonra Tülay istesin, onunla çekip giderdi. Nereye
isterse oraya giderdi. Bunun için Arif ile de kavga
ederdi, babasıyla da. Yeter ki, yeter ki sağ salim oradan çıkarsın onu. Geç kalmış olmasın.
Adem uzun zamandır ilk defa ayıktı. Nöbet yeri
olan hurda minibüsün ardında, kaldırımda oturuyordu. Yanında hemşehrisi Salim: Hiç konuşmuyor. Yazık tabii, o çocuğa da yazık. Annesinin günaşırı değiştirdiği temiz çarşaflar üzerinde, tertemiz pikelere sarınıp, tek endişesi sivrisinek vızıltısı olarak uyumak
124
varken; burada, silah, çatışma, mafya lafları arasında,
ömründe gelmediği yerlerde, peşinde -bir kısmı belki
ahbapları olan- polisler, hurda, pas kokan bir minibüsün arkasında dikilerek, melun bir binaya bakarak titremek. Yazık.
Hiç konuşmadan beklediler. Salim uç uça birkaç
sigara içti. Adem sadece bir tane yaktı, onu da yarısına gelmeden attı. Neden sonra Salim:
“Toprağım, ben Civan’ları uyandırmaya gidiyorum,” dedi. Yaptıkları düzenlemeye göre saat üç buçukta Adem’ler yatacak, Civan ile Tolga nöbeti devralacaktı. Çerezlere ise sabaha kadar kamyonette uyku serbest.
Salim evvela karanlıkta kayboldu, sonra aşağıdaki
lambanın solgun ışığında belirdi, köşeyi dönüp gitti.
Çok geçmeden o köşeden Civan çıkıp geldi.
“Tolga’yı uyandırmaya çalışıyor.” dedi.
“Ohoo, o kalkmaz ki oğlum. Yahu, git söyle hiç
uğraşmasın, benim zaten uykum yok.”
“Olur mu kardaş, nasıl dayanacaksın? Güçlü olmak lazım yarına.”
“İyiyim iyi, birşey olmaz.”
O sırada sarhoş gibi sallanan Tolga’nın gölgesi göründü aşağıda. Geldi, minibüsün arkasına, kaldırıma
oturdu. Artık tik haline gelmiş, otomatik hareketlerle
gözlüğünü çıkarıp tişörtüne silmeye başladı. Ancak
işi o kadar yavaş yaptı, o kadar uzattı ki, Adem ‘hareket ederken de uyuyabiliyor mu?’ diye merak edip
eğildi. Kısık, miyop gözlerine bakmaya başladı.
“Hayrola?”
125
Adem irkildi: “Uyanık mısın?”
Tolga birşey söylemedi, gülümseyerek gözlüğünü
taktı.
“Haydi git,” dedi Civan. “Birşey olursa biz gelir
haber ederiz.”
“Peki,” dedi Adem. Sonra elini beline attı, silahı
çıkarıp uzattı. İlk önce ne Civan, ne de Tolga üzerine
alınmadılar bu hareketi. Adem’in elinin havada kalışı
uzayınca yakında olan Tolga silahı aldı.
Adem uzaklaşırken Civan’ın sesini duydu hayal
meyal:
“Kardaş ver istersen onu, sen oyuncağı al.”
Adem yatmak üzere Salim’in ihtiyar arabasına
gelmişti ki, içinde zaten iki kişinin yattığını gördü:
Arka koltukta Salim, ön koltuğa kıvrılmış Serdar. O
gelince Serdar kafasını kaldırdı.
“Abi,” dedi, “sıcakladım kamyonda da... İstersen
gideyim.”
“Yok koçum, keyfine bak, ben orda yatarım.”
Yazık, bin bir türlü eziyet çektiriyordu bu çocuklara da. Sağlam, delikanlı çocuklardı, arkadaşlarını yarı
yolda bırakmak istemiyorlardı, tamam. Ama Adem’in
de içi sızlıyordu. Onun için günlerce uğraştılar, polisle başları belaya girdi şimdi de evlerinden kaçıp burada arabalarda uyumaya çalışıyorlar.
Gerçi vaktiyle iyiliği, iyilikleri dokunmuştu onlara.
Tanışmalarıyla beraber kol kanat germişti bu çocuklara. Hatta daha tanışmadan:
126
Bir akşam Adem dershaneden eve dönüyordu. İlk
ÖSS’ye gireceği zamanlardı. Hoş pek umursadığı
yoktu Adem’in ÖSS’yi falan. Sırf babasıyla tartışmamak, konuşmaları uzatmamak için gidip geliyordu
işte (vakıa o dersane olmasaydı, ne Civan ile ne de
Salim ile tanışmayacaktı). O akşam eve dönerken az
ileride birtakım karaltıların oynaştığını gördü. Yolunu
uzatarak onların önünden geçti. Beş-altı kişi, birinin
etrafını sarmış, tartaklıyordu. Hiç gelemez böyle adaletsizliğe. Yanlarına sokuldu. Yukarı mahallenin serserileri, başlarında da Mehmet Reis dedikleri: Diğerlerinden en az altı-yedi yaş büyük. Hepsi siyah pantolon siyah kaban giymiş.
“Sen bizi anlamadın galiba, it!” dedi bu Mehmet
ortalarındakine.
Sıkıştırdıkları çocuğun cılız sesi ise ancak duyuluyordu:
“Ne istiyorsunuz be! Ben ne yapayım? Hoca kendisi söyledi.”
“Sus ulan! Bir daha gelmeyeceksin. Kodumunun
kızılbaşı.”
Adem bir iki adım kala bağırdı:
“Ne oluyor lan, ne yapıyorsunuz?”
İrkilen serseriler şöyle bir açılır gibi oldular iki yana. Sonra tam karşısına dizildiler. Beş kişi, artı Mehmet.
Çocuk da ister istemez Adem’e yanaştı.
“Ne istiyorsunuz lan?” diye tekrarladı Adem.
127
“Bu senin meselen değil yavrum!” diye cevap verdi Mehmet.
“Neden? Kapımın önünde adam tartaklıyorsunuz.
Hem de altıya bir. Benim meselem.”
Güruhtan biri çat diye bir sesle bir bıçak çekti,
Adem’in üzerine yürüdü:
“Keseyim mi Reis? Keseyim mi?”
Adem, “Tavuk mu kesiyorsun lan?” diyerek karşıdakinin bıçaklı elini kapıp çevik bir hareketle, kendi
ekseni etrafında yarım tur dönerek bıçağın etki alanından çıktı. Göz göze geldiklerinde de çocuğa kafayı
yapıştırdı. Bıçak bir yana, çocuk bir yana gitti.
Adem ikinci geleceği beklerken kimse kıpırdamadı. Sadece Mehmet iki adım geldi ağır ağır.
“Mehmet Reis’in çarkına çomak sokan,” dedi,
“fazla gün görmez bu alemde. Bu süt çocuğuyla işim
bitmedi.”
“Benim bildiğim,” diyerek ötekinin lafını kesti
Adem, birkaç adım da o attı, tam önünde dikildi, “reis
denizde olur. Takada, teknede olur. Karada reis meis
tanımam!”
Beş on saniye karanlıkta, birbirlerini tam göremeden bakıştılar. Ağızlarından çıkan buharlar ortada
birbirine karıştı. Arkada sıralanmış olanlardan ikisi
yere yıkılanı kaldırmaya uğraşıyordu. Bakıştılar, bakıştılar. Sonra Mehmet döndü gitti. Adamları da peşinden. Adem’in kafa attığı çocuk dönüp küfretti.
Adem oralı olmadı, arkasına saklanana döndü:
“Ne istiyorlar bunlar senden?”
128
Elinde kamış batırılmış bir meyve suyu kutusu tutan çocuk:
“Takıma gelmememi, antrenmanlara çıkmamamı
istiyorlar,” dedi.
“Ne antrenmanı bu?”
“Klübün 14-16 takımındayım ben.” dedi çocuk.
“Ama hoca ‘bundan sonra genç takımla çıkacaksın
maçlara, antrenmanlara’ dedi. Onların santrforları iyi
değilmiş.”
“Eee?” dedi Adem. “Bu itlerle ne ilgisi var?”
“İşte, az önce kafa attığın, o santrfordu.”
“Desene bir süre kafayla gol atamayacak. Adın ne
senin? Nerde oturuyorsun?”
“Serdar. Şurda az ilerdeki ev.”
“Alevi misin? O yüzden mi öyle dediler.”
“Evet abi.”
“Tamam koçum, korkma sen. Bu mahallede öyle
şey yoktur. Kimse rahatsız etmez seni. Bunlar yukarı
mahalleden geliyorlar. Benim adım Adem, başın sıkışırsa gel, çekinme.”
Serdar’ın başı çok sıkıştı ondan sonra. Bu, takımda
yer kapma meselesi yüzünden üç-dört defa dayak yedi, bir o kadar da Ademler kurtardı. Derken Mehmet
Reis ortalıkta görünmez oldu, antrenör öbür santrforu
temelli sepetledi. Ancak mesele bir kan davası gibi
hep açık kaldı. Sonra, Serdar komşusu ve uzaktan akrabası olan ikizleri de tanıştırdı. Ademler onları da
kolladılar. Bir süre sonra bu koruma kollama işi kalktı: artık arkadaştılar, doğal olarak hep beraber gezer
129
oldular. Eski okulu mesken tuttular. Eğer kendi aralarındaki arkadaşlık bugün bu noktaya geldiyse, esas
olarak çerezler dedikleri bu üçlüyü yukarı mahalleden
korumaya çalışırken gelmişti. Tabii bu uğruda yedikleri sopaların lafını etmeye lüzum yok.
Serdar’ı Taunus’un içinde ‘S’ veya ‘Z’ gibi kıvrık
vaziyette bırakarak kamyonetin yolunu tuttu Adem.
Kasanın yan kapağını yavaşça açmaya kalktıysa da
patırtı çıktı. İçeri süzülen ölü ışıkta sağda solda boş su
bidonlarını ve ikizlerden birinin homurdanarak arkasını döndüğünü gördü. Civan anlatmıştı: Beli ağrıyan
Volkan kamyonetin önünde yatıyordu. Kasa için ise
Salim’in arabasından buldukları bir bebek battaniyesini zemine sermişler, enine yatacak Zeki ve Serdar’ın sırtlarına (yalnızca bele kadar) yumuşaklık sağlamışlardı.
Ancak Zeki dik yatıyordu, muhtemelen Serdar gidince yumuşaklığa ve sıcağa (ne kadar yumuşaksa)
yuvarlanıp bu şekli almıştı. Adem’in de yatması için
onu uyandırıp tekrar eski haline sokması gerekiyordu.
Kapağı özenle, hafifçe kapadı Adem. Girmedi içeri. Yere çöktü, kamyonetin tekerleğine yaslanarak bir
sigara içti. Rahmetli annesini düşündü. Öğlene kadar
yatma işini, akşama doğru sarkıttığında annesinin gelip diller dökerek “kahvaltıya” çağırmasını anımsadı.
Ne güzel hamur işleri yapardı. İnsan onun yaptıklarını
yerken ağzını şapırdatır, çenesini takırdatır, insanlıktan çıkardı. Titiz kadındı. Rüzgar esiyordu. Temiz
kalpli, saf kadındı. Bakımlı kadındı. Uzun boyluydu,
kumral, dalgalı saçları, yeşil gözleri vardı. Hey! İncecik, yay gibi bir vücudu vardı. Heeey! Hafif yukarı
130
kalkık burnu ve kaşları, yüzünde her daim sevimli bir
şaşkınlık ifadesi oluştururdu. Bu annesi değil, Tülay!
İşte işte: O yüz, o kaşlar, o burun. Gülümsüyor, melodik ayak sesleri çıkararak geliyor: Tak tok, tak tok.
Ayaklarında açık yeşil, topuklu terlikler. Ne güzel yürüyor. O kadar güzel ve ahenkli yürüyor ki Adem yol
bitmesin istiyor. O yürüdükçe yol uzuyor. “Gel artık,”
diyor Adem. Tülay, “Birlikte gidebiliriz,” diye cevaplıyor, yürüyor, yürüyor. Yürüdükçe yol daha hızlı
uzuyor, Tülay uzaklaşıyor. Adem koşmaya, yetişmeye çalışıyor, koşamıyor, biri sımsıkı tutmuş, yapışmış.
Elini tutuyor kaba bir el: Hakan. Sarılmış bırakmıyor
herif, ter kokuyor, debeleniyor Adem, itiyor, kakıyor,
tekmeliyor. Hakan’ın elinde “Şahin”, kabzasıyla kafasına vuruyor. Tülay kendine doğru yürüdükçe uzaklaşıyor, gidiyor. Sonra Hakan, Adem’i bırakıyor, Tülay’a ateş ediyor “Şahin” ile. O ateş ettikçe gümüş
renkli mermiler yerlere düşüyor, yuvarlanıyor. Çok
güzel yuvarlanıyorlar. Sonra Hakan da, Tülay da yok
oluyor, Tülay’ın yürüdüğü yolda eski, gürültücü, mavi bir araba beliriyor, içi hınca hınç dolu. Adem’i de
arka koltuğa alıp gaza basıyorlar. “Nereye?” diye soruyor Adem. “Bas gaza, bas hele kardaş! Polis peşimizde” diyor önde oturan. Adem arkada ama direksiyon onun elinde. “Ben bilmem ki araba sürmesini?”
diyecek oluyor. “Öğrenirsin,” diyor gözlüklü. “Artık
başka çözüm yok. Öndeki arabayı kaybetme.” Adem
kafalardan gördüğü kadarıyla sürmeye çalışıyor arabayı. Kaçıyorlar mı kovalıyorlar mı belli değil. Birden yola bir kız çocuğu fırlıyor: Yonca. Adem frene
basmak istiyor ama arka koltukta. Frenler önde. Uzanamıyor, yetişemiyor. Kıza çarpıyor. O anda telsiz
131
bağırmaya başlıyor: “86-71, kızı ezdiler. Adem kızı
ezdi.” Frenlere hâlâ ulaşamıyor ama araba duruyor.
“İn arabadan!” diyorlar. İniyor. Arkaya bakıyor:
Yoncayı katlıyorlar, battaniye katlar gibi katlayıp katlayıp minicik bir kutuya koyuyorlar. Koşuyor Adem,
kutunun üzerinde bir not: Arif’e. O sırada Fatih ile
Hakan geliyor tekrar: “Kızı ezdin.” Yere yatırırlarken
Adem bağırıyor: “Ben ezmedim!” Bu kez Fatih vuruyor kafasına. Adem karşılık vermek, o da vurmak istiyor. İkisi döve döve bir kapıdan içeri sokuyorlar: bir
tuvalet. Çırpınıyor ellerinden kurtuluyor. Tuvaletten
çıkıyor: kendi evlerinde. Babası televizyon seyrediyor, bir yandan da birşey yiyor sularını damlatarak.
Balkona çıkıyor, yan balkona geçiyor: sacdan, oluklu,
sarı bir kepenk. “Tülay, Tülay!” diye bağırıyor, yumrukluyor, korkunç tangırtılar çıkarıyor. Biri içeriden
kepengi açıyor: annesi. “Tülay sabah gitti, daha da
gelmedi.” diyor. Adem annesine sarılmak için koşuyor, ama annesi korkuyor, kaşlarını kaldırıp “Hırk!”
diyerek geri sıçrıyor. Adem ayaklarına kapanıyor annesinin. Bir parmağı yok! “Kardaş!” diyor arkasından
birisi, “kalk.” Adem annesinin ayaklarını bırakmak
istemiyor. Yapışıyor.
“Kardaş, kalk!”
Civan’ın sesi ve dürtmesiyle uyandı Adem.
“Gelişmeler var!”
“Ne gelişmesi?” Adem devrildiği toprağın içinde
doğrularak biraz düşündü. Neresi burası, ne gelişmesi? Gözlerini açık tutmaya çalışıyordu. Hava yeni yeni aydınlanıyor. Bir titreme: üşümüş.
“Araba geldi, içinde dört kişiyle.”
132
“Hangi araba?”
“Gri bir Opel! Yalnız dünkü değil bu. Plaka
farklı.”
Adem ayağa kalktı, acıyan gözlerini kırpıştırarak
üstünün başının tozlarını silkeledi. Sokağa, nöbet yerine gittiler. Yollarda tek tük arabalar gelip gitmeye,
evlerde ışıklar yanmaya başlamıştı.
“Kardaş, bu durumda öyle kolayca giremeyiz içeri.
Adamlar kalabalık.”
Adem yoldan, önlerinden esneyerek geçen bir delikanlıya bakarak esnedi: “Başka ne yapabiliriz ki?”
Sonra kırklı yaşlarda bir adam karşı sırada bir evden çıktı. Gürültüyle gırtlağını temizleyip yere tükürdü. Bir sigara çıkardı, ağzına götürdü, ancak yakmadan yürüyüp gitti. Sabah olmasıyla etkisini yitiren sarı
ışığın altından geçerek gözden kayboldu.
“Bekleyelim,” dedi Tolga. “Gideceklerdir. Gece
tek kişiye emanet ettilerse gündüz böyle kalabalık
durmazlar.”
O sırada önünde bekledikleri apartmanın kapısı
açıldı. Yirmi yirmibeş yaşlarında bir genç kız dışarı
çıktı. Civan’ı tepeden tırnağa süzdü, içti. Ana caddeye
doğru yollandı. Kızın ayağında Tülay’ın açık yeşil
terliklerinden.
“Bu millet nereye gidiyor sabahın köründe?” dedi
Adem. Melodik sesler çıkararak uzaklaşan kızı izliyordu. Tülay’a benziyor. Neresi benziyor? Saçları.
Saçları arkadan bakınca benziyor. “Saat kaç?”
“Saat altıya yirmibeş var.” dedi Tolga. “İşe gidiyorlar. Eğer şimdi çıkmazlarsa geç kalırlar.”
133
“Geç mi kalırlar?”
“İzmit’e gidenlerin yanında Kadıköy’e, Topkapı’ya, hatta İkitelli’ye bile giden var buradan kardaş.
Var hesap et. Trafiği de kat!”
“Vay anasını!”
Tolga gitti, tek tek diğerlerini kaldırdı. Bakkaldan
ekmek arası birşeyler alınıp, dağıtıldıktan, yemek istemeyen gözleri yarı kapalı ikizlere zorla yedirildikten sonra tekrar nöbet düzeninde bekleyişe geçildi.
Saat yedi buçuk sularında kendileri gibi genç, spor
giyimli dört kişi hava aydınlanınca sarıdan asıl rengine, griye dönen kepenklerin tangırtısıyla, geldikleri
arabaya doluşup gittiler.
“Aynı araba,” dedi Salim, yanındaki Adem’e. Nöbette onlar vardı. “Arka tampondaki izden tanıdım,
plakasını değiştirmişler.”
Adamlar gittikten sonra tekrar kepenkler kapandı.
Bekleyiş devam etti. Artık sokaklar tenha değildi,
tedbirli olmalı, dikkat çekmemeliydiler. Hem avcıydılar, hem av. Adem ile Salim minibüsün arkasından,
pinekleyenler arsaya yanaşmış kamyonetin ve önündeki yolda duran Taunus’un içinden çıkmıyorlardı.
Bir müddet suskunluktan sonra Adem, “İstersen
ara annenleri, iyi olduğundan haberdar et.” dedi.
“Olmaz, şimdi nerede olduğumu soracak, ağlayacak telefonda. İstemiyorum.”
Bu sırada bir patırtı koptu: Sokağın alt köşesinden
fırlayan bir sokak köpeği, ağzında siyah bir şey tutarak onlara doğru lambır lumbur koşuyordu. Salim
oralı olmazken Adem esneyerek kafasını çevirip
134
dörtnala gelen açık renk, iri hayvana baktı. Köpek
tam önlerine geldiğinde durdu: Ağzındaki bir kuş.
Köpeğin böyle deli gibi koşmasının sebebi de çarçabuk anlaşıldı. Bir anda beş-on karga peydah oldu,
minik bir midilliyi andıran hayvanın tepesinde.
Ağzındakide bir karga yavrusu. Köpek hırladı, hırladı, kargalar gagaladı. On kadar kara suratlı, kara kanatlı kuş, canavarın ağzındakini kurtarma peşindeydi.
Biri iniyor biri kalkıyor, bazen de toplu halde saldırıp
yavruyu almaya çalışıyordu kargalar. Ağzındakini bırakmadan bir iki kez daha hırlayan köpek, baş edemeyeceğini anlayınca minibüsün altına girdi. Etobur
burada, Adem’in, Salim’in bakışları ve kargaların
haykırışları altında, karga yavrusunu iştahla, hırlamalar, çatırtılar ve şapırtılarla yedi.
Bir süre daha havada dolanan, bağıran, yavruya
ağıt yakan kuşlar, sessizce dağıldılar. Patırtı bitti. Etraf tekrar sakinleşti. Sokağa bir saat kadar tekrar sükunet hakim oldu.
Mağlup kargaların uçup gitmesinden, galip köpeğin bizimkiler tarafından nefretle kovalanmasından
bir saat sonra, Adem’in köşebaşına gelip işaret vermesiyle sükunet bozuldu:
“Berber açıldı, operasyon başlıyor!”
Tolga’nın “tek tek ve dikkat çekmeden!” demesine
rağmen, dağınık bir keçi sürüsü halinde koştular: en
önde Civan. Minibüsün arkasına, diğerlerinin yanına
sıkışıp çöktüler. Tolga planını anlattı:
“İki silahımız var. Aslında bir ya, bunu karşımızdakiler bilmiyor. Üst kat, ana hedef. Bu berberdekilerin üsttekilerle bir ilgileri olabilir de, olmayabilir de.
135
Önce hep birlikte ve gürültüyle içeri dalacağız. Alt
kattakileri yere yatırdıktan sonra, silahlılar Adem ile
Civan merdivenleri bulup yukarı çıkacak. Arkalarında
da ben ve Salim. Serdar bizimle birlikte içeri dalan
grupta, ama yukarı çıkmayacak, gidip Civan’ın kamyonetini getirecek. İkizler ise önce kapının dışında,
biz çıkınca içerde bekleyecekler, yerde yatan heriflerin tepesinde.”
“Bizi niye dışarı sallıyorsunuz?” diyecek oldu Zeki, Tolga onu duymazdan gelerek devam etti:
“İşler tıkırında gider de...” Bir an Adem’e baktı.
“Tülay yengeyi bulursak Civan’ın kamyonetine koyacağız. Serdar, Adem, Civan ve Tülay o kamyonette
olacak.”
Sonra deminden beri yere bakarak dinleyen Salim’e döndü:
“Biz geriye kalanlar da senin araba ile uzaklaşacağız. Sonrası Allah kerim.”
Civan’ın arabadaki levyeyi Tolga aldı. Salim’de
bir kalas, Serdar’da sağlamlığına pek de güvenilemeyecek bir demir çubuk, ikizlerde taş vardı.
Önde Adem ile Civan, arkada taşlı-sopalı güruh,
önce mahalle kavgasına gider gibi yola döküldü. Sonra Tolga onları hizaya getirdi, karşı sıranın duvar diplerinden yaklaştılar berber dükkanına. Yan binanın
önüne dizildiler. İçeri ilk girecek Adem ile Civan önde. Serdar endişeli, elleri terlemiş, bir türlü kavrayamıyor sopayı. Tolga sıkkın. İkizler heyecanlı, ama
korkmuşa benzemiyorlar. Arkadan Salim’in besmelesi ve kelime-i şahadeti duyuluyor. Civan sakin görünüyor.
136
Adem derin bir nefes alarak gruptan koptu. İşte
başlıyoruz Tülay, seslerden korkma!
Bir iki adım attı kapıya doğru, camdaki ‘Kuaför’
yazısının ‘ö’sü içinden içeri baktı: İnce uzun bir dükkan. Adamın biri tıraş oluyor, yüzü köpüklü. Usturayı
tutan çırak 13-14 yaşlarında. Üç tane koltuk, sağdaki
iri aynaların önündeki, jöleler, makaslar, taraklar,
şampuanlar dizili tezgahta üç tane de lavabo var. Solda ise beklemek için alçak koltuklar ve iki büyük dolap. Arkada, (muhtemelen üst kata giden) merdivenlerin dibinde yaşlıca biri gazete okuyor. Esas berber bu
olmalı. Başka da kimse yok: kolay olacak. Adem yürümeye devam etti, Civan da arkasından.
Açık kapının hizasına geldi, limonlu traş sabunun
kokusunu duyuyordu artık. Gazete okuyan ihtiyar kapıdaki gölgeye doğru kafasını kaldırmaya başladığında, Adem içerdekilere hissettirmeden belinden silahını çekti, hemen arkasında soluyan Civan’a, “Baskın
basanındır kardaş!” dedi ve içeri daldı.
“Kıpırdama!”
İçerdekilerin üçü de kafalarını çevirip baktı. Berber kalkacak oldu.
“Dur!”
“Ne istiyorsunuz?”
“Yat yere, yat yat yat!”
Civan da içeri dalmış kuru sıkı tabancasını tıraş
olan herifin kafasına dayamıştı. “Kalk, yere yat, yat!”
Yusyuvarlak adamın üzerindeki havludan kurtulması,
kafasını yasladığı, gömüldüğü koltuktan doğrulması,
137
kalkıp yere yatması zaman aldı. Civan kızdı: “Yatsana lan!”
“Sen de yat!” Bu da Tolga’nın sesi, gözlerini
faltaşı gibi açıp içeri doluşanları izleyen çırağa söylüyor.
İçerdekilerin üçü de yere yatırılmıştı. İyi. Adem
Civan’ı dürttü: Yukarı!
Serdar kamyoneti getirmeye gitti, ikizler içeri girdi, önde Adem olmak üzere kervan dükkanın arka tarafındaki demir merdivenlerden yukarı tırmanmaya
başladı: Herşey iyi gidiyordu.
Merdivenlerin ucunda sundurma gibi, battaniye
kadar bir boşluk, aralık bırakılmış ahşap bir kapı. Kapının önünde ayakkabılar. En az on-oniki çift. Tüm
bu ayakların sahipleri içerdeyse işleri var. Adem
namluyla hafifçe itti kapıyı. Kapı gıcırdayarak açıldı.
Bir hamleyle içeri zıpladı, arkasından Civan: Salon
gibi bir yer, yıpranmış bir halı, pencere diplerinde L
şeklinde dizilmiş bol tahtalı, eski usulde iki kanepe.
Masa. Tolga ile Salim de geldiler sopalarıyla. Modası
geçmiş bir televizyon dolabı, vitrin. Derinlerde
biryerden gelen bir müzik sesi dışında kıpırdayan, ses
çıkaran birşey yok.
İlerde bir kapı daha. Müzik bu kapının ardından
geliyor: Radyo veya teypten çalınan bir türkü. Adem
Tolgalara orada beklemelerini söyleyerek peşindeki
Civan ile kapıya yanaştı.
“...a benim hacı yarim
başımın tacı yarim...”
138
Misket. Ancak söylenişi ve çalışı pek yapmacık,
pek sulu. İnsana otogarda imiş hissi veriyor.
Kapıyı açınca bir koridor, ilk sağda ardında tuvalet
olduğu kokusundan belli bir kapı daha, yarı açık: içerisi boş.
“...eller bana acımaz,
sen bari acı yarim...”
Tuvaletin çaprazında mutfak: piknik tüp, kirli bulaşıklar, üzerindeki pis, yumurtalı bir tava, ekmek ve
birkaç bardak ile mutfak masası. Ankara havası da
buzdolabının üzerindeki ufak radyodan geliyor.
Elde tabancalar, ilerlediler. Az ilerde biri sağa, diğeri sola bakan karşılıklı iki kapı daha.
“Güvercinim uyur muuu?
Çağırsam uyanır mı?
Ben yandım aman...”
“Labirent gibi ev anasını satayım,” diye fısıldayacak oldu Civan.
Adem susturdu el işaretiyle. Sonra yine işaretle
‘sen sağa, ben sola’ dedi. Atıldılar, gürültüyle kapıları
açtılar: ikisi de yatak odası: ikişer tane dağınık yer yatağı, sağda solda pantolonlar, ceketler.
“Aaaaalo! Alocuuum!”
Bu sesle irkilen Adem hemen en yakın duvara yapıştı.
“Alo diyoruuum! Alo ay Allah canını almasın
aaaaloo!”
139
Durum düşündüğü gibi değildi. Misket havası orta
yerinden kesilmiş, bir telefonun yayına bağlanmasını
bekleyen DJ’in yılışık ve isterik çığlıkları gelir olmuştu radyodan:
“Aaaalo.”
“Alo.”
“Alooo kız!”
“Efendim Ercü abi.”
“Kız niye ses vermiyosun, yırttım burda kendimi!”
“...”
“Nerden arıyosun bakiim sen?..”
Kimse yok!
İyice tekrar konrol ettiler üst katı: hiçbir odada
kimse yok!
Haydaa!
Paldır küldür hepsi aşağı indi. Serdar kamyoneti
getirmiş, içinden meraklı meraklı bakarken, ikizler
tedirgin, ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Salim rahatlamış.
Civan, Adem’in kulağına fısıldadı:
“Berberi açmaya kaç kişi geldiler?”
“Nah şu ihtiyar geldi önce, az sonra da çırak.”
“O zaman, bizim herif bu tıraş olan mı?”
“Bakacağız.”
Adem kazınmış yanağı yerde, köpüklüsü yukarıda,
çuval gibi yatan oldukça şişman adamın başına çöktü:
“Tülay nerede?” diye sordu.
140
“Kim?”
“Tülay, geçen hafta aldığınız kız!”
“Ne kızı abi?” Oysa hızlı hızlı soluyan adam,
Adem’den en az 20 yaş büyüktü.
Adem bir tekme attı herife. Bir tane daha attı.
“Nerde ulan şerefsiz!”
Her tekmede nefesi daha da kesilen adam, “Bilmiyorum abi, ne diyosun bilmiyorum. Ben elektrikçiyim
şu ilerde. Sami. Elektrikçi Sami.”
Adem adamın üzerini aradı, silah milah yoktu. Bir
cüzdan vardı. İçinden üçüncü sınıf matbaalarda basılan ucuz kartvizitlerden çıktı. Beyaz üzerine iki satır
yazı: ‘Sami Elektrik, Tesisat / 24 Saat arayabilirsiniz.’
Sami’yi yerde rahat bırakan Adem, Tolga’nın yanına gitti:
“Oğlum bu tosun akşamkiler veya sabahkiler arasında olsaydı farkederdik.” dedi.
Tolga gözleriyle ihtiyar berberi işaret etti:
“Ya şu?”
Adem bu kez berberin yanına gitti, tepesinde Zeki
vardı. ‘Kenara çekil’ diye işaret etti ona.
“Abi,” dedi, çok kibar bir sesle. “Üst kattakiler nerede?”
“Ne bileyim, yukarıda değiller mi? Kimsiniz siz?”
“Bırak bu fos numaraları!” diyerek kaldırdı adamı.
“Bak, seninle işimiz yok! Yukarıdakiler nerde? Kız
nerde? Söylersen kılına bile dokunmayız.”
141
“Bilmiyorum, ben burada kiracıyım. Yukarıdakiler
dediklerin Mehmet Bey ise, onlar da kiracı.”
“Komşusunuz yani. Aman ne güzel!”
Sonra herifin yakasından tutup silkeledi:
“Ulan güzellikle söyleyecek misin neredeler? Akşam buradalardı, sen dükkanı açınca buharlaştılar mı
lan?”
“Nerden bileyim, bekçisi miyim ben onların?”
“Pezevenk,” diye atıldı Civan, “bekçisi değilsin
ama herifler senin dükkanını açıyor kapıyor, geceleri
içinde dolaşıyor. Bu nasıl iş?”
Kısa bir duraklamanın ardından “N’apayım kirası
ucuz” dedi herif dik dik. “Tek giriş var, sonradan kat
çıkarken hesap etmemiş yapan dangalak.” Kafasıyla
yukarıyı işaret ederek: “Anahtar onlarda da var, girip
çıkıyorlar.”
“Yok,” dedi Adem ortaya. “Bunlar akıllı davranmayacak. Bağlayıp götürün hepsini kamyona!”
‘N’apıyorsun?’ der gibi bakan Tolga’ya Adem işaret etti: ‘Merak etme!’
Serdar ile Salim önce ihtiyarın ellerini kamyonetin
torpido gözünden buldukları bir koli bandıyla bantladılar, sonra çırak ile müşterinin..
Tolga yukarıda bir iz bulmak umuduyla tekrar üst
kata çıktı. Salona baktı: Pis, iplikleri kopmuş bir halı,
ağzına kadar dolu iki küllük, sararmış perdeler, sigara
yanıkları dolu çekyatlar. Diğer tarafa geçti: DJ hâlâ
aynı kız ile konuşuyor telefonda.
“Pekiii, ablan ne diyor bu işe?”
142
“Ablam mı? Hangi ablam?”
“Güzel olanı, hani bana ayarlayacağın. Hah hah
ha ha!”
Bir kahkaha efekti. Bir tane daha ve zirzoptan görüşmeyi ‘çat’ diye bitiren bir “Baybaaay.”
Tolga odalara girmeden loş koridorda dikildi. Bir
tuhaflık, bir acayiplik...
“Evvveet canlarım, Pelin’i salladıktan sonra, şimdi başladığımız gibi oynak birşeyle devam edelim.
‘Çekirgeler’ söylesin: Eyvah!”
Ayakkabı dolu giriş, yanık salon, gürültülü mutfak, taşan tuvalet ve kokan iki oda. Maşallah!
Koridorda ellerini ceplerine sokmuş düşünürken
radyodan elektronik, tıka basa ‘bas’ vuruşlarıyla dolu,
aceleci, hırpalayıcı bir şarkı çalmaya başladı:
“Beeen gelmedim bir kere sana,
seeen kendin kapandın ayaklarıma,
saaay bunu bana yaptıklarına...”
Burnu bir aykırılık kokusu alan ancak, ne olduğunu bulamayan Tolga yatak odalarına girip etrafı eşeledi: Yorganlar, battaniyeler, çoraplar, kotlar, yataktan sıyrılıp yerleri süpüren çarşaflar, yine çoraplar, tişörtler, izmaritler, ille de çoraplar. Tülay’a, onun varlığına dair en ufak bir belirti yok.
“...ne yapacaksın şimdi, EY-VAH!
kafayı sıyıracaksın tabii, EY-VAH!
aklına hiç gelmedi mi, EY-VAH!..”
143
Burası, bu garip yerle ilgili bir takım kuşkular duyuyordu ama bu çalan, aptal sözleriyle, melodisiyle
iğne gibi batan zırvalık, düşünmesine maniydi. Mutfağa yollandı, radyoyu kapatmak için eline aldı. Evirdi çevirdi.
“...beeen gidiyorum kendi hayatıma...”
Düğmeyi bulamadı bir türlü. “Çekirgeler” ısrarla
ve gayretle, cır cır cırlıyor, kulağını tırmalıyor. Kaldırıp yere vurdu radyoyu. Basketbol topu gibi sekerek
koridora doğru kaçan meret, hâlâ çalışıyor:
...seeen kapan büyük odalarına...”
Tolga baston gibi taşıdığı levyeyi yerdeki radyoya
indirmek için kaldırmış halde, donakaldı: Büyük odalar! Yaşşa be çekirge!
Koşarak evin dört bir tarafına gitti, pencerelerden
sarktı, dışarı baktı, sonra yine koşar adım aşağıya
indi:
“Yahu,” dedi aceleyle Adem’e. “Yahu, şuraya
baksana!”
Adem’in koluna girdi, dışarı çıkardı dükkandan.
“Üst kata bak!” dedi. “Yayla gibi!”
Adem baktı: Hakikaten geniş, sırf bu tarafa, sokağa üç pencere bakıyor.
Sonra tekrar dükkana soktu: “Burasıysa kıç kadar.
Binanın çıkıntısı mıkıntısı da yok! İki kat aynı hizada
iniyor aşağıya. Eğer üst kata giriş buradan, dükkanın
içindense, bu fark niye?”
“Yapan yanlış yapmıştır! Yamuk yumuk birşey işte, gecekondu!” dedi Adem.
144
Kapıdan onları dinleyen Civan ise Tolga’nın sözleriyle işkilenmiş etrafa, duvarlara bakmaya başlamıştı.
Üst kat ile alt katı karşılaştıran, binanın pürüzsüz
ve gereğinden kalın duvarlarına dokunan Tolga:
“Sol tarafta, merdiven tarafında bir fazlalığı var üst
katın.” dedi ve içeri girerken Adem’e baktı: “Alt katta
da bir karşılığı olmalı. Kum dolduracak değiller ya!”
Civan Tolga’nın mesajını almıştı. Duvarlara kabza
ile vurmuş vurmuş birşey bulamamış, ortadaki dolapları kenara çekmeye çalışıyordu.
“Kardaş, bu hiç kıpırdamıyor yerinden!” dedi. “Ne
ola ki içinde?” Dolabın iki kanatlı kapaklarına asıldı
ve açtı.
DAN
Bir el silah sesi duyuldu, Civan’ın geriye sıçradığı
ve tıraş koltuklarından birine çarptığı görüldü.
Yerdeki şişman elektrikçi aceleyle mırıldandı:
“Eşhedü en la...”
Bir el silah sesi daha: DAN
Ve Civan’ın kot pantolonunun sağ cebine isabet
eden bir kurşunun sıçrattığı kan.
Olanları dükkanın dışından izleyen Adem silahını
çekmeyi akıl edemeden kapıdan içeri doğru atıldı, o
sırada dolabın içinden sarkık bıyıklı, enine çizgili tişörtlü biri çıktı, elinde siyah irice bir tabanca ile. Etrafını kalabalık görünce panikledi.
“Açılın lan ibneler!” diye bağırdı.
Adem elini beline atınca adam onu gördü, silahını
doğrulttu. O anda Serdar elindeki sağlamlığı şüpheli
145
sopayla herifin eline vurdu. Silah düşmedi, fakat yere
doğru ateş aldı, Adem’i ıskaladı. Herif küfredip ‘Ne
oluyor?’ diye Serdar’a bakacakken Tolga elindeki
levyeyi suratının ortasına indirdi.
***
“Tolgaa! Haydi oğlum gidiyoruz!” Adem sesleniyor dışarıdan.
Tolga karanlık, penceresiz, yapıldığından beri zerre güneş ışığı görmemiş, içeride balık beslenecek kadar rutubetli, duvarları yosun, yerleri ayakkabı kadar
böceklerle dolu bir bodrum katındaydı. Batık bir gemide. Arkadaşları, bacağından ve karnından vurulan
Civan’ı, baygın yatan sarkık bıyıklı herifi, Serdar’ın
ve ikizlerin elinden zor alınan berberi, çırağını ve
müşteriyi karga tulumba kamyonete taşırlarken, o,
dün pasaja paketi bırakan iblisin fırladığı dolaptan
içeri girdi, incelemek için.
Dolap, sonradan kapatılan apartman girişine ve
sağda merdivenlere açılıyordu. O merdivenler ki bir
zamanlar üst katı, apartmanın girişini (solda posta kutusu ve elektrik saati vardı), alt daireyi (şimdi berber
dükkanı) ve vaktiyle kömürlük benzeri bir vazifesi
olan bu imalathaneyi birbirine bağlıyordu. Muhtemelen herifler apartman kapısının yerine duvar örmüşler,
üst katı genişletip merdivenleri kapatmışlardı. Böylece buraya ulaşmanın tek yolu olarak da o dolap alt dairenin kapısına (kapatılmış koridorda apartman otomatiği yandığında sökülen zilin kabloları görünüyordu) iç taraftan oturtulmuştu. Dolabın şu anda koridor
duvarına dayalı duran, üzerinde tahta raflarıyla arka
146
duvarı portatifti. İtince geriye doğru çıkıyor olmalıydı. Berber dükkanına girilip çekilirse (tam bir kamuflaj için) yerine oturmak için ayarlanmıştı. Raflara da
birşeyler konsa, tamam işte.
Aşağıda eroin veya herhangi bir uyuşturucu madde
yoktu. Hoş olsaydı Tolga ayırdeder miydi? Edemezdi
herhalde. Şeker ile tuzu bile karıştırırdı bazen. Ama
işte ortada öyle herhangi bir toz, bir madde yoktu.
Boş bidonlar vardı çok sayıda. Piknik tüpleri, ince
uzun masalar (tezgah niyetine), ve yine bidonlar, bidonlar. Duvarlar ya bilinçli olarak siyaha boyanmış,
veyahut floresanın titrek ışığında yosunlar kararıyor.
Tülay’a dair herhangi bir ize de rastlamamıştı. Kan
yoktu görünürde. Küf ve rutubet kokusu da bütün diğer kokuları bastırıyordu, o yüzden herhangi bir parfüm veya başka bir kokunun da farkına varamadı.
Başka bir geçit daha aradı, ancak bulamadı. Bina daha fazla komplike değildi. Tolga’nın vardığı sonuç:
Tülay buraya getirilmemişti (üst katlara getirilmediği
gibi) veya en az birkaç gün önce götürülmüştü.
“Tolgaaaaaaa!”
“Tamam tamam geldim.”
Tolga koşarak merdivenleri çıktı. Dolaptan da çıkarak kapağını kapattı. İçerisi loş, arkadaşları kepenkleri indiriyorlardı. Dükkandan da çıktığında güneş
ışığı gözünü aldı. Serdar ile Volkan kaldırıma bulaşan
kanı siliyorlardı aceleyle, Civan’ın kanını.
“Tamam, tamam gidelim,” dedi Adem onlara.
Kamyoneti kireç gibi bembeyaz olmuş suratıyla
Salim kullanacak, ikizler yanına otururken Adem ile
Tolga da kasada Civan’ın ve diğerlerinin başında bek-
147
leyeceklerdi. Ehliyetsiz Serdar ise Taunus ile onları
takip edecekti.
Arabalara doluştular.
“Ne tarafa gidiyoruz?” diye sordu Salim kontağı
çevirirken.
Önce Civan’ı bir hastaneye götürmeleri lazımdı.
Karnındaki yara sakin sakin duruyordu ancak bacağındakinden sürekli kan akıyordu. Tolga kucağına yatırdığı Civan ile konuşmaya, Adem geceki battaniyeyi
yaranın üzerine bastırıp kanı durdurmaya çalışıyordu
ancak herhangi bir tıbbi bilinçten yoksun bu müdahale tam bir sonuç vermiyor, kan akmaya devam ediyordu. Tavandaki sarı, zayıf ışık, bu ışığın su bidonlarından yansıması içerisini ışıl ışıl yapmasa da aydınlatıyordu. Berberden alınan esirler arkaya doğru dizilmişti: sırtları kasa duvarına yaslı (baygın yatan bıyıklı
hariç). Çırak ve müşteri kan içinde kalan Tolga ile
Adem’e korku ve yakarışla bakarken, ihtiyar berberde
herhangi bir ifade yoktu. Volkanın elindeki taş ile
Serdar’ın sopasının yüzünde ve kafasında bıraktığı izler olmasa, adama belediye otobüsüne binmiş de işine
gidiyor bile denilebilirdi.
Sürekli kan kaybeden, ağlayan, inleyen ve anlaşılmaz şeyler söyleyen Civan’ın acilen hastaneye götürülmesi gerekiyordu gerekmesine ancak, bu şekilde giderlerse, hepsinin enselenmesi ve Tülay’ın izinin kaybedilmesi anlamına gelirdi bu. Bir çözüm, bir
çare!
Adem, “Ne diyor?” diye sordu Tolga’ya.
Tolga biraz dinledikten sonra, “Anlamıyorum,”
dedi. “Ağlıyor galiba.” Sonra Civan’ın yüzüne bidon-
148
lardan birinin dibindeki suyu döktü, eliyle yanaklarını, alnını ovaladı:
“Dayan kardeş, dayan!”
Motor gürültüsünden sesini duyurmak için avazı
çıktığı kadar bağırarak “Neredeyiz?” diye sordu
Adem.
“Pendik civarındayız.” diye mırıltı gibi bir cevap
geldi önden.
Adem tekrar yırtındı: “Kartal Devlet Hastanesi’ne
gidelim!”
Bıyıklı herif kendine geliyordu yavaş yavaş. Elleri
ayakları bantlı bir halde, yan yan hareket ederek doğruldu, sırtını duvara dayadı.
“Hangi orospu çocuğu vurdu lan bana?” dedi.
Tolga elindeki bidonu adamın kafasına fırlattı, seken bidon başka bidonları devirdi. Bir tangırtıdır koptu. Civan tangırtılardan huzursuzlandı, çırpındı. Çırpınınca da canı yandı, inledi. Ağlamaklı ağlamaklı
küfretti.
“Ben vurdum!” dedi Tolga. “Daha da vuracağım
hiç canını sıkma!”
“Siktir lan hanımevladı!”
Tolga bir bidona daha uzanırken “Dur!” dedi
Adem. “Onun hesabını sonra göreceğiz.”
“Hanımevladı mıyım lan ben sizin gibi?” diye hırladı herif. “Ölümden korksak, koymazdık başımızı bu
yola.”
“Ne yoluymuş o?”
149
“Tolga sus!” dedi Adem. “Onunla da ilgileneceğiz.
Önce Civan!”
Sonra sakinleşen Civan’ın cebinden telefonunu çıkardı. Civan’ın kız arkadaşı Derya’yı aradı:
“Alo! Hüseyin abi! Ben Adem.”
“...”
“Eee... Evet abi, Civan yanımda. Ama bir kaza oldu, yaralandı. Kartal Devlet Hastanesine gidiyoruz.
Sen de gelirsen iyi olur.”
“...”
“Tamam tamam, birşeyi yok. Soru sorma, gel oralara, telefon et!” dedi ve kapattı.
“Ulan bacaksızlar, dua edin polis sandım sizi de
hemen çıkmadım. Yoksa alayınızı mermi manyağı
ederdim kapıdan girmeden. Ne istiyorsunuz lan? Terörist misiniz?”
“Senden alası olmaz!” dedi Tolga. Sonra da inleyen Civan’a bakarak “Eminim babası, abileri, akrabaları seninle tanışmak isteyecektir. Yakından ilgileneceklerdir. Aşirettirler ha, kalabalıktırlar. Az bekle.”
Adam çenesini kapatmayı daha akıllıca bulmuş
olacak, sustu, cevap vermedi.
“N’oldu, arslan parçası?” dedi Adem, alaycı. Tolga lafı tam da onun istediği yere getirmişti. “Hoşuna
gitmedi mi? Artık onlar senin parmaklarını mı keser,
gözünü mü oyar, ben karışmam. Duydun işte hastanenin önünde buluşuyoruz.” Civan’ın bacağına bastırdığı battaniyeyi kaldırdı. Kan içindeydi. “Bunu gö-
150
recekler. Ben de ‘İşte bu vurdu’ deyip vereceğim seni. Şu kamyonetten aşağı bile inemeyeceksin.”
“...”
“Niye susuyorsun lan it! Kadına el kaldırmak kolay değil mi? Kessinler mi senin de parmaklarını?”
Herifin gözünden bir ışık geçti. Biraz düşündü, hesap yaptı.
“Siz,” dedi, “siz o karıyı mı arıyorsunuz?”
Tolga sakin, alaycı bir tonla sordu: “Kimmiş o?”
“Fakir’in parasını alan kadın.”
Adem ile Tolga göz göze geldiler. Yeniden yaklaşmışlardı Tülay’a.
Kan kokusu yavaş yavaş burunları rahatsız etmeye
başlarken Civan’ın sesi sedası da kesilmişti. Adamla
konuşmaya daldıklarından bunun farkına varmamışlardı. Adem panikledi:
“Niye sustu, niye sustu?” diye sordu Tolga’ya.
“Öldü mü?”
“Nerden bileyim?” dedi Tolga. Sonra korkuyla kafasını kaldırıp Adem’e baktı.
“Nefes alıyor mu bak!”
Tolga eğildi, kulağını kucağındaki Civan’ın ağzına
burnuna dayadı. Dinledi dinledi.
“Alıyor,” dedi, “çok hafif de inliyor.”
Şükür. Rahat bir nefes aldılar.
“Bak,” dedi Adem. Tekrar bıyıklı herife dönmüştü.
“Seni bir kaşık suda boğardık. Ama şansın var. Şansın var ki kızı istiyoruz. Anladın mı?”
151
“...”
“Bizi kızın olduğu yere götür, seni bırakalım. Aksi
takdirde, benim işime yaramazsan veririm ailesine,
akrabasına, ne yaparlarsa yaparlar. Kaybedecek vaktim yok! Seni öyle her yere yanımda taşıyamam zaten.”
Adam kabul ettiğini belirten birşey demedi, ama
itiraz da etmedi. Sustu, düşünmeye başladı.
“Geliyoruz,” dedi önden Volkan.
“Tamam, içeri girme, kenara, tenha bir yere çek!”
Bir süre sonra durdular. Civan’ın cep telefonu çaldı: Derya.
Adem açtı:
“Abi, nerdesin?”
“...”
“Hah, sen dışarı çık, hastanenin içinde değiliz,”
dedi ve bulundukları yeri tarif edip kapattı.
“Kararını verdin mi?” diye sordu herife.
Adam çok yumuşak bir tonla cevap verdi: “Pendik
tarafına gideceğiz.”
“Şerefssizz,” diye tısladı ihtiyar.
Arabadan indiler. Serdar çoktan gelmiş, hemen arkalarına yanaşmıştı. Civan nefes alıyordu ama artık
ağlamıyor, inlemiyor, küfretmiyordu. Şişko müşteri
ile çırağın telefonlarını, cüzdanlarını aldılar, elleri
bağlı halde, yol kenarında, bayır aşağı bir çimenliğe
yuvarladılar. Berberin ağzını da bantlayıp Taunus’un
bagajına tıktılar. İkizler ön koltuğa sıkıştı, Tolga ile
herif arkaya geçti.
152
Adem, “Siz uygun bir yer bulup Salim ile beni
bekleyin, biz geldikten sonra beraber gideceğiz,” dedikten sonra Taunus’u gönderdi.
Üç-beş dakika sonra Derya geldi. Civan’ın uzatmalı, sürtüşmeli, kavgalı sevgilisi. Gittiği her yerde
kızların ilgisini çeken, istese, az bir çabayla kız nüfusunun yarısının gönlünü çalabilecek, diğer yarısıyla
da ahbap olabilecek derecede yakışıklı, sempatik Civan gönlünü bu kısa, bir deri bir kemik, ‘eh işte’ denebilecek İzmirliye kaptırmıştı. Ama hakkını da vermek gerekir ki, dikkatli bakınca kızın kendine has bir
sevimliliği, bir masumluğu vardı. Tülay’ı andırıyordu. Elbette. Mimikleri andırıyordu, mimikleri.
Adem durumu olduğu gibi, bütün detaylarıyla,
damdan düşercesine anlattı. Derya onu üstü başı kanlı
görüp bir iki adım geri çekilse de, “silah, kaçırma, yaralama” laflarıyla dudağı uçuklasa da, kasa kapağı
açılıp Civan’ı o halde gördüğünde, zeminde birikmiş
buruk bir koku yayan kanının açık kapaktan yere
damlamasını farkettiğinde, çığlık çığlığa içeri atıldı.
“Civan! Civan’ım!”
Kız birşeyler sormaya hazırlanıyorken Adem ona
bacağındaki yaraya battaniye ile bastırmasını tembihledi ve aceleyle kasa kapağını kapadı. Önde şoför
mahallinde oturan Salim’in yanına geçti. Kapıdaki
güvenlik görevlisinin tek laf edilmeden, Adem’in görünüşüyle ikna olmasıyla içeri geçip acil servisin
önüne çektiler.
Daha kamyonet yanaşır yanaşmaz durumu anlayan
(böyle vakalara pek alışık) hastane personeli yaralının
153
başına üşüştü, Civan’ı sedyeye alıp içeri götürdüler,
Derya da peşlerinden.
“Oğlum yürü,” dedi Adem, ilgiyle olup biteni izledikten sonra kızın yanına yanaşan göbekli bir polis
memuruna bakarak. “Burada işimiz bitti. Kalırsak birazdan paketlerler bizi!”
***
Sağ pencereyi açmış, kafasını o tarafta bir yere dayamış, içeri doluşan havayla kavga ediyordu Adem,
otobanda paldır küldür yuvarlanırlarken. Aslında etmiyor, varsın rüzgar onu hırpalasın. Belki şöyle sağlam bir tokat yemesi lazımdı, Osmanlı tokadı. O zaman uyanırdı.
O zaman ancak uyanırdı bu kabustan.
Ah be Civan! Ne diye gidersin sorgusuz sualsiz,
burnunun dikine. Be çocuk! Bir dur! Ah be kardaş!
Kasadan sızıp asfalta damlayan kırmızı damlalar geldi gözlerinin önüne. Derya’nın çığlığı. Sonra bir bez
parçasına sarılı parmak. Ah be Tülay! Adem’in sefil
varlığı! Rahatı! Sefil bir Adem yüzünden yanmıştı
ikisinin de canları. Yanıyordu.
“Üstünü değiştirmelisin,” dedi Salim kuru bir sesle.
Yok, hayır! Değiştirmeyeceksin Adem efendi! Bir
daha üstünü hiç değiştiremeyecek. Kot pantolonu,
gömleği, elleri, kolları, her tarafı kan. Hep kalacak
üzerinde! Bir daha temiz birşeyler giyemeyecek. Pantolonunun bel kısmı olduğu gibi kırmızı-mor arası bir
renkteyken dizleri ve bacaklarındaki lekeler garip şekillerde. Ne giyerse giysin, bunlar hep kalacak. Sağ
154
dizindeki lekeye baktı Adem: Kıbrıs haritası gibi, sivri ucu kendine dönük.
Pendik dolaylarında bir yerde buluşacaklardı diğerleriyle. E-5’ten son sürat gidiyorlardı. Salim aceleyle tekrarladı:
“Böyle gezemezsin ortalıkta. Şimdi bir çevirme,
bir uygulama olsa şuracıkta. Ne diyeceğiz?”
Civan’ın babasına ne diyeceklerdi? İşin kolayına
kaçıp Derya’yı aramıştı. Hüseyin amcanın yüzüne
bakıp nasıl diyecekti, “Oğlun, elinde oyuncak tabancayla, benim için baskın verdi. N’apalım emmi, vuruldu işte.” diye.
Salim cevap alamamaktan hoşnutsuz, dönüp baktı.
Adem aldırmadı ona.
Onbeş-yirmi dakika sonra E-5’in üst tarafında kalan mahallelerin birinde, mavi Taunus’un arkasına
yanaştılar.
Tolga üzerini değiştirmişti: Küçük mavi kırmızı
kareli bir tişört, gri pantolon.
“Nereden buldun bunları?”
“Berberin, tişört biraz kısa.” Kolunu kaldırıp koltuk altını kokladı. Yüzünü ekşitti. “Üstelik de kokuyor, ama n’apalım, idare edeceğiz. Sana da şu herifinkileri giydirelim. Bundan daha şık olursun.”
“Ben söylüyorum deminden beri,” dedi Salim.
Kamyonetten inmişti o da. “Dinlemiyor ki!”
Adem ikisine de birşey demeden Taunus’un arka
kapısını açtı, içeri girip oturdu.
“Neresi bu yer, konuş bakalım!”
155
“Siz... Kimlerdensiniz? Kürt Neco’nun elemanları
mısınız?”
“Kimsenin adamı değiliz, soruma cevap ver!”
“.... Mahallesi’nde, bir Oto Tamircisi.”
Adem bir nefes aldı, kafasını ‘eveeet’ der gibi salladı ağır ağır, arabanın kapısını açtı.
“Yalnız,” dedi herif arkasından. “Beni oraya gelmeden bırakın.”
Hayretle tekrar döndü Adem: “O niyeymiş?”
Sırıttı herif: “Orda kıyacaklar çünkü size. Beni de
acımadan eşek cennetine gönderirler, sizin yanınızda
görürlerse.”
“Birşey olmaz merak etme,” dedi Adem, sonra dışarıdaki Tolga’ya seslendi:
“Civan’ın kuru sıkısı sende değil mi?”
Evet diye başını salladı beriki.
“Şu itinki nerde?” diye ön tarafa doğru sordu.
Hiçbiri cevap vermedi.
“Bununki nerede? Siyah olan hanginizde? Verin
bana!”
Şoför koltuğundaki Serdar ikizlere, yan koltuğa sıkışmış ikizler birbirlerine bakıyordu.
Bir iki saniye sonra, adem merakla ve hiddetle:
“Alın demiştim size,” dedi.
“Sana demişti.” dedi Zeki.
“Hayır, sen alacaktın.” dedi Volkan.
156
“Ohoo, çocuk lan bunlar.” Adam şen bir kahkaha
attı. “Süt çocukları! Ben sizi hiçbir yere götürmem
anam, ensenizden yakalayıp iki tokat atsalar bülbül
gibi ötersiniz, beni de yakarsınız.”
“Unuttuğun birşey var!” dedi Adem, dişlerinin
arasından. “Sen zaten yanmışsın. Hâlâ benimsin! Ve
ben seni istemezsem yoksun! Senin isteğinle değil,
benim isteğimle götüreceksin. Ya seve seve götüreceksin, ya da...”
Adam sustu. Adem dışarı çıktı. Tolga’nın yanına
gitti:
“Bu seferki daha ciddi olacak. Sanırım arı kovanına çomak sokacağız.”
“Oyuncakla olacak iş değil.”
“Gidip berbere, o silahı getireyim abi,” dedi arabadan inen Serdar.
“Olmaz, olmaz. Biz giderken konu komşu üşüşüyordu. Oraya dönülmez artık.”
Mesele dönüp dolaşıp yine hassas karnına saplanmıştı Adem’in: Silah!
“Silah!” diye iç geçirdi Adem.
‘Annemin katili’ dedin, yıllarca babanla konuşmadın da ne oldu efendi? Şimdi “silah, silah” diye inliyorsun. Hem de bilerek, insanlara doğrultmak için!
İnsanlara mı? İnsan sayılmaz ki onlar. Hayır, öyle veya böyle, insandırlar. Adam vurma hakkını nereden
buluyorsun? Bu nefsi müdafaa! Kimseyi öldürme
amacı yok. Tülay’ı güzellikle versinler o zaman.
Hem, hem onların yaptıkları? Civan’ı nasıl vurdu bu
herif? Dolabı açmasını bekleyip tuzağa kapılan bir
157
hayvanı vurur gibi... Karşı karşıya geldiklerinde çocuklar, kendilerini savunabilsin diye lazım silah...
Çocuklar? Demek hâlâ akıllanmadın! Hâlâ tehlikeye,
ölüme, yaralanmaya atıyorsun onları? Kendileri geliyorlar. Zamanında onları korudun, kolladın diye kendilerini borçlu hissediyorlar, bu borcun bedeli can mı?
“Ben kimseye karşılık bekleyerek iyilik etmedim,
kimseyi yanımda dursun diye kollamadım!” dedi
Adem, yüksek sesle. Kendi kendine hesaplaşırken sinirlenmiş, kontrolü kaybetmişti bir an.
“Efendim?” dedi Tolga.
“Çocuklar, çıkın arabadan!”
İndiler. Taunus’un yanında toplanıldı.
“Arkadaşlar,” dedi Adem yere bakarak. “Civan’a
olanları gözlerinizle gördünüz. Lafı uzatmayacağım.
Ama dün akşam söylediklerimi tekrar etmek zorundayım. Ben şimdi...” Durakladı. Kafasını kaldırdı,
hepsi dinliyordu. “Ben şimdi, bir yere gidiyorum,
sonra dönüp o oto tamircisi midir, ne zıkkımdır, oraya
gideceğim. Çok, çok tehlikeli, biliyorsunuz. Gördünüz. Bu daha da beter olacak, daha kalabalıklarmış.
Öyledirler.”
Yutkundu. Lafı nasıl toparlayacağını, nasıl uygun
bir şekilde, kırmadan ve kırılmayacağını, gerçekten
kırılmayacağını belli ederek “isterlerse gelmeyebilecekleri”ni söyleyeceğini düşünüp peşpeşe gözlerini
kırpıştırdı.
“Diyeceğim o ki... Tülay’a gitmek için döndüğümde, burada bulunmayanlara hiç kızmayacağım,
kırılmayacağım.”
158
Doğruyu söylüyordu, gerçekten kırılmayacaktı.
Ama son sözlerini söylerken Tolga’ya “Sen gidersen
kırılırım ama!” der gibi bakmaktan da kendini alamamıştı.
“Ben bir yere gitmiyorum!” dedi Serdar.
“Ben de,” dedi Volkan ve Zeki de onu destekledi
kafasını hızlı hızlı sallayarak.
“Sen ne geveze olmuşsun be birader?” diye gayet
lakayt bir şekilde ekledi Tolga. Asıl söyleyeceklerini
gözleriyle söyleyerek: “Merak etme, burdayım!”
“İyi o zaman, alalım şunun elbiselerini,” diyerek
arabaya yürüdü Adem. Kapıyı açarken de Salim’e
döndü: “Arabayı çalıştır toprağım, bir işimiz var!”
***
Adem zile asıldı. Cevap yok. Üzerinde beyaz zemine lacivert yatay çizgili tişört, dar gelen krem rengi
kumaş pantolon. Kumaş pantolonu da hiç sevmez ya.
Bir kez daha uzunca çaldı: Yine cevap yok. Dönüp
arkaya baktı: Apartmanın bahçe kapısının önüne yanaşmış kamyonetin içinde Salim, direksiyonda trompet çalıyor parmaklarıyla. Bir kez daha asılacaktı ki
zilin üstündeki megafondan huzursuz bir kadın sesi
duyuldu:
“Kim o?”
“İyi günler yenge, ben Adem! Eskiden altı numarada otururduk. Babam telekomda çalış...”
Cırrrrt. Apartman otomatiğinin sesi: Güvenilir birisin, geç.
159
Adem tanıdık, dik merdivenleri çıkmaya başladı.
Altı numaranın önünden geçerken, hafif bir kızartma
kokusu geldi burnuna. Patates kızartması: Kahvaltı
için. Kokuyu tekrar içine çekip tırmanmaya devam etti. En üst katın basamaklarını çıkarken Alpay Abi’nin
türbanlı karısını gördü. Kapıyı açmış bekliyor. Kadın
aradan geçen dört yılda çok değişmiş. Yüzünü kırışıklar kaplamış.
“Merhaba yenge. Alpay Abi evde mi?”
“Yok yavrum, dükkanda o. Hayırdır?”
Alpay’ın arka sokakta bir marketi vardı.
“Babamın Alpay abide bir takım eşyaları varmış.
Onları almaya geldim.”
“Eşyalar mı?”
“Evet yenge, şimdi almam gerek. Buradaymış.”
“Ben bilemem ki yavrum.”
Bir süre bakıştılar. Adem dışarıda, kadın içerde.
Adem sessizce ‘Ara kocanı, neredeyse öğren yerini’
derken, kadın ‘Ben karışamam o işlere, kendin gidip
bakkala, konuşsana!’ diyordu. Neden sonra o acı olayı hatırına getiren kadın insafa geldi.
“Geç yavrum, buyur.” diyerek kapıdan çekildi.
Adem ayakkabılarını çıkardı, kapıya en yakın oda
olan mutfağa geçip oturdu.
Kadın birine seslenerek içeri odalara doğru girdi:
“Nisaaa, haydi hazırlan kızım. Babanın yerinde
dur on dakika, onu da eve gönder. Misafiri gelmiş.”
“Yaaa, o şimdi geldi mi dönmez dükkana ama.”
160
“Haydi benim güzel kızım, hadi bir tanem, hadi
nur tanem!”
“Ya ama anne yaaa! MSN’de arkadaşlarımla konuşuyorum.”
“Kızım bütün gün bilgisayarın başındasın zaten.
Dönünce devam edersin.” Sonra fısıltıyla Adem’in
duyamadığı birşeyler daha ekledi.
“Öff ya, iyi ya, peki yaa!..” Kızın sesi yaklaşıyor.
“Bak bugün bir daha gitmem ona gö...”
Kız mutfağa girdiğinde Adem’i gördü, şaşırdı.
Orada birinin olmasını beklemiyordu. Nisa, Adem’in
hatırladığından oldukça farklıydı şimdi: Uzun, kumral, dalgalı saçlar, açık renk, (muhtemelen ela) gözler.
Üzerinde beyaz tişört, dizinde sona eren mavi, dar bir
eşofman. Ne kadar güzel bir kız olup çıkmış. Adem
istemi dışında ayaklarına baktı kızın. Ayakları çıplak,
minik. Ayak parmakları ojeli. On tane.
“Merhaba,” dedi Adem. Üç beş saniye gecikmeyle. Nisa cevap vermedi, kapının dibindeki buzdolabının kapağını açtı, birşey alır gibi yapıp tekrar kapadı.
Çıktı. Ne kadar da Tülay’a benziyordu. Boyu, posu,
hareketleri... Çok güzel, çok tatlı bir kız olmuş. Adem
kızı gördüğü topu topu 15 saniyede kesin kanıya vardı: Hık demiş Tülay’ın burnundan düşmüş.
Kız gittikten sonra annesi geldi. Çay isteyip istemediğini sordu Adem’e. İstemiyordu. Teşekkür etti.
Başka birşey konuşmadan susup oturdular. Bir süre
sonra bir kız girdi içeri. Önce anlamadı Adem. Annesine “ben gidiyorum” derken Tülay’a benzettiği mimiklerinden çıkardı: Nisa. Üzerinde koyu renk
birşeyler, pardösü gibi bir hırka, upuzun, yerleri süpü-
161
ren bir etek, arkaya ve yukarı doğru büyüyen başında
da saçlarını, boynunu, hırka altından omuzlarını, hatta
hafif öne doğru paylı bırakıldığından yüzünün de bir
kısmını kapatan, puanlı bir türban. Alnının üzerinde
de siyah bir bant hayal meyal görünüyor: İşi garantiye
alıp saçları göstermemek için bir şey daha giyilmiş.
Kız gidince yine annesiyle kaldılar mutfakta. Karşılıklı sustular. Adem önce hal hatır sormayı düşündü
ama hiç konuşası yoktu. Keşke Alpay Abi de gelince
hiçbir şey demeden verse şu torbayı. Civan!.. Güzel
bir mutfakları vardı. Bir oto tamircisi demek. Acaba
içeride kaç kişi olacaklar? Pek büyük sayılmazdı ama
buzdolabı, bulaşık makinesi... (Bu ne? Hah!)
...mikrodalga fırın gibi eşyalar ile bir masa ile iki sandalye sığıyordu mutfağa. Tülay!.. Dünyanın en güzel
Tülay’ı, sabret, çok az kaldı. Üçüncü sandalye de eklenebilirdi duvara yapışık masaya, ama o zaman geçmek zor olurdu. Herhalde bu yüzden akşam yemeğini
burada yemiyorlar olsa gerek. Civan’ı vuran herifi ne
yapmalı? Bırakmalı mı gerçekten? Hadi canım!..
İçerde yemek masasında yiyorlardır. Çok tanımasa
da muhafazakar bir adam olan Alpay Abi, karısını ve
çocuklarını (bir de ufak oğlu olmalıydı) yemeklerde
sofrada, bir arada görmek ister muhtemelen.
Hâlâ tek kelime etmeden oturuyorlardı. Mutfak
dolapları da güzel. Gıcır gıcır. Hatta biçimleri ve
renkleri pek bir tanıdık. Nereden acaba? Buzdolabı
irice, iki kapılı. Büyük kapısının üstünde mıknatıslı
zımbırtılardan yapıştırmışlar: Sucu, tüpçü vesaire.
Haydi Alpay Abi.
162
Şu cihaz ilginç: mikrodalga fırın. Isıtmadan nasıl
yemek pişiriyor? Gavurun işine akıl ermez, yapıyorlar
işte! Mutfak dolaplarını nerden hatırlıyor: Tülaylarınkilerden! Bugün gördüğü herşey “Tülay! Tülay!” diyor.
Kafayı dağıtmalı: Sandalyeler. Sandalyeler... Sandalyeler... Allah kahretsin: Tülay! Civan!
Kapı! Kapı çalıyor. Çok şükür.
Kadın kalktı, kapıyı açtı. Alpay Abi önce salona
girdi aceleyle. Orada kimseyi bulamayınca aynı hışımla mutfağa girdi.
“Hoşgeldin!” dedi, tokalaştılar.
Adem şaşırdı adamın şaşırmadığına.
“İçeri geçelim,” dedi. Salona giderlerken, “Bize
kahve yap!” diye karısına buyurduktan sonra da
“İçilmez ya senin kahven,” diye mırıldandı.
“Nasıl istersin yavrum?” dedi kadın.
“Şekerli olsun yenge.”
Koltuklara çöktüler.
“Nasılsın?”
“İyiyim Alpay Abi, sağol! Sen nasılsın?”
‘İyidir,’ anlamında bir mimik.
“Abi ben şey için...”
“Biliyorum, biliyorum,” dedi Alpay. “Bekle biraz,
halledeceğiz.”
“Nerden biliyorsun abi?”
163
“Baban telefon etti dün gece.” Karısı tepesinde mi
diye dönüp bir baktı. “Gelirsen torbayı vermemi söyledi.”
“Babam benim için aradı ha!” diyerek dudak büktü
Adem.
“Evet. Bence o adama haksızlık ediyorsun! Acılı
adam.”
Nereden biliyordu babasının durumunu, Adem’in
ona haksızlık ettiğini?
Kadın bir tepside iki fincan kahve, iki bardak da su
getirip sehpaya bıraktı.
“Sen şunu Nisa’ya götürsene!” dedi Alpay, bir
anahtar uzatarak. “Belki lazım olur.”
Kadın bu sepet havasına alışık, itiraz etmeden aldı.
Ancak çıkarken Adem’e yiyecekmiş gibi bakmayı
ihmal de etmedi: ‘Amma zahmet verdin!’
Karısı gidince Alpay içeri odalardan birine girdi.
Beş dakika geçmeden elinde siyah, asker çantasına
benzer, bez bir torbayla döndü. Oturup büzgüsünü açtı, içinden ayrı ayrı naylon torbalara sarılmış bir av tüfeği, bir 9 mm’lik ve bir 7.65’lik tabanca çıkardı.
Hepsini naylon torbalarından da çıkarıp sehpaya dizdi. Çok hafif bir yağ kokusu yayıldı odaya.
“Baban epeydir gelmediğinden bunları temizleyen
de olmamıştı.” dedi. “Ben dün gece oturdum bunlarla
uğraştım sabaha kadar. Temizledim. Hepsi hazır.”
“Babam buraya mı geliyordu?”
Alpay durakladı. “Annenin ölümünden, siz gittikten sonra üç-dört ayda bir uğradı hep. Bir iki kelam-
164
dan sonra içeri geçer, özellikle ‘Şahin’ dediği şu gümüş renkli 9’luğu eline alır bakardı.”
“Bense onu bu sevdadan vazgeçti zannediyordum!”
“Sevda denemez pek.”
“Niye atmadı bunları temelli? Ya da niye satmadı?”
“Kolay değil evlat!”
“...”
“Önce denize atmak istedi. Malum kurşun...”
Yine durakladı adam. Nefes aldı.
“Kurşun içerde kalmadığından kazaya ruhsatlı silahı neden oldu dedik ifadelerde. O silaha el konuldu
zaten. Şahin ruhsatsız olduğundan, babanın başı ağrımasın istedik. Bir süre sakladıktan sonra kurtulacaktık.”
“...”
“İşte birkaç ay sonra, daha siz buradayken, bir gece geç bir saatte benim arabaya atlayıp karşıya gittik:
Şu haliç üzerindeki köprülerden birine. Galata köprüsü değil de, daha içerde olanı. Tam ortada kenara çektik. Ben içmem ya, baban alkollü. (Aslında o da içmezdi eskiden, yeni başlamıştı.) Neyse korkuluklara
gittik, çıkardık bunları. Tabii böyle naylonlar falan
yok, onları ben koydum dün. Baban aldı bunu eline,
evirip çevirmeye başladı.
‘At hadi!’ dedim.
Bu cenabet tabancaya bakarak, öyle duruyordu.
165
Neden sonra ‘Atamam,’ dedi. ‘Bu çok kolay. İstemiyorum.’
Ben anlamadım tabii, elinden almaya çalıştım,
‘atarsın-atamazsın’ derken devriye gezen bir ekip otosu durdu. İçinden çıkmadan (Allahtan) ne yaptığımızı
sordular.
‘Arkadaş alkollü, istifra ediyor.’ dedim, ilişmediler. Bunları tekrar bagaja koyup kös kös geri döndük.
O gün bugündür, dediğim gibi üç-dört ayda bir,
hadi olmadı senede en az iki defa baban geldi, ‘Haydi
atacağız,’ diye.
Gelir. Bakar bakar gider. Önceleri karıyı kızı komşuya gönderiyordum. Salona seriyorduk. Sonra alıştık, içerdeki misafir odasını ayarlayıp orda yalnız başına bırakıyorum. Ama kapı aralık, bir gözüm onda.
İki kere şakağına dayamışken yakaladım.”
“Hah! Madem niyetli. Neden çekmiyor tetiği?”
dedi Adem. Teknik bir sorunla uğraşır gibi kuru bir
sesle.
“Söyle istersen. Çeksin. Gerçi biliyor... Biliyor
buna üzülmeyeceğini.”
“Üzülmem tabii. Bir arpa boyu yol katetmemiş.
Şuraya bak: hâlâ gelip burada...” durdu Adem, uygun
bir kelime için arandı. “... oyuncaklarıyla oynuyor.”
“Gelip bu ‘Şahin’ midir ne zıkkımdır ona bakmaktan kendini alamıyordu. Doğru. Ancak zannettiğin gibi oynamak istediğinden, hoşuna gittiğinden değil.
Azap verdiğinden. (Allah rahmet eylesin) Mualla
yenge bunu istemezdi ya, gelip gelip ağlıyordu içerde.
Cenabı Hak kimseyi azap ile terbiye etmesin.”
166
“Gelip hiç konuşmadı bu konuları benimle. Dişe
dokunur tek kelime bile etmedi dört yıldır.”
“Konuşamadığını da biliyorum. İki duble içtiği
zaman, senden ve (Allah rahmet eylesin) Mualla yengeden başka şey konuşmazdı. Üniversiteye giremediğinde, senden çok üzülmüştü emin ol.”
Bir an, belli belirsiz gülümsedi Alpay:
“Sayesinde meyhane yolu öğrendik. Yanlış anlama
Allah şahit: Ben içmem. Günahtır! Ama pek oturmuşluğum var karşısında. Seninle konuşamaz! Başka
kimseyle konuşamaz. Bir ben, bir şu muzır: Şahin.
Senden hazzetmeseydi, varlığın, tavırların onu
rahatsız etseydi, terfii aldığında Ankara’ya giderdi.
Veya isteseydi yeniden evlenirdi. Buraya da hiç
gelmezdi.
Ancak baban hisli adam, acılı adam, hatta artık ıstıraptan zevk alan bir adam. Senin ona ters davranman, gelip buraya şunu görmesi, ciğerini deşmesi ona
iyi geliyor. Vicdanı sızlasın istiyor. Unutmak istemiyor. Sen ona ters davrandıkça mutlu oluyor.
Hayata devam etsin diye ikna etmeye çok çalıştım.
Çok didindim. ‘Kendini böyle ezmenin kimseye faydası yok!’ dedim. ‘Günahın var ise âlem-i berzahta
karşına çıkar, cezanı çekersin. Şimdi kendi kendine
ceza veremezsin,’ dedim. Ama öyle yanmış ki içi...
‘Bırak,’ diyordu. ‘Ancak böyle rahatlıyorum. Keşke tüm İstanbul’a anlatabilsem de gelen geçen suratıma tükürse. Bana acıdıkları zaman, sempati gösterip
iyi davrandıkları zaman daha kötü oluyorum.’
Zavallı baban kabir azabı çekiyordu bu dünyada.
167
Cenabı Hak kimseyi böyle bir acı ile terbiye etmesin.”
Sustu adam. Bir türlü kapanmayan bu karanlık
mevzuda uzun zamandır içinde birikenleri, ilgili kişiye intikal ettirmişti. Kendine düşen görevi yapmanın
rahatlığıyla susup arkasına yaslandı.
Alpay önüne, Adem Alpay’a bakıp beş dakika kadar konuşmadan durdular. Sonra Alpay silahları toplayıp torbaya doldurdu:
“Al delikanlı,” dedi. “Dememe gerek var mı bilmiyorum ama: Dikkat et! Mecbur kalmadıkça çekme!
Çekersen de canlılara doğrultma! Biz çektik, hata ettik.”
Adem kalkmak için davrandı. “Tamam abi,” dedi.
“Dikkatli olurum.”
Kapıya doğru yürürlerken Alpay’ın karısı dışarıdan döndü. Adem’e ve torbaya tükürürcesine bakarak
mutfağa daldı.
“Ha Adem, unutmadan!” dedi Alpay fısıltıyla.
Sonra elini cebine atıp bir miktar para uzattı.
“N’apıyorsun abi? İstemez!”
“Baban söyledi akşam, ‘Başları belada, para da
ver, lazım olur.’ dedi. Al.”
“O zaman hiç istemez.”
“Ulan,” dedi Alpay, Adem’in elini açıp zorla tutuşturdu parayı. “Sopa mı istiyorsun? Eşek! Baban
kadar kalın kafalısın!"
168
Adem birşey demeden çıktı. Sırtında siyah çanta,
üstünde enine çizgili tişört merdivenlerden indi koşarak.
Alpay tekrar salona geçip kanepeye uzandı. Karısı
hemen bitti dibinde:
“Ne istiyormuş?”
Cevap yok.
“Nisa,” dedi, “seni bekliyor!”
“Beklesin. Çok geç yattım, sabah da gazeteleri
karşılamak için erken kalktım, biliyorsun zaten.”
“Ama kız bekliyor, seni geleceksin biliyor!”
“Beklesin zilli. İşe yarasın.” diye parladı Alpay,
“Eve gelip ne yapacak? Akşama kadar ya internette,
ya cep telefonuyla çan çan çan, lak lak lak! Nasılsa
ekmek elden, su gölden.”
“Öyle deme.”
“Neden? Bütün sene de böyle geçmedi mi? Ben
malımı bilmiyor muyum? En âlâ dershaneye gönderdim, sıkıldı. Evde çalışır diye o kadar kitap aldım, deneme sınavıdır, konu anlatımıdır. Kaç kere açtı kapaklarını? Hepsi hâlâ gıcır gıcır. Ben ondan iyi biliyorum fenni, cebiri be! Ondan sonra da ‘ÖSS zordu, kötü geçti’ diye zırla dur! Yine kazanamayacak bir yeri.
Buna verdiğim emeği oğlana verseydim de lise sınavlarına şimdiden hazırlanmaya başlasaydı.”
“Amaan kazanamasın. Böylesi daha hayırlı! Üniversitelere kanun koymuşlar hep. Gitse başını açmak
zorunda kalacak zaten. Boşver kazanamasın da günaha girmesin.”
169
Alpay ‘Tüh Allah cezanı versin karı!’ dercesine bir
baktı, sonra gözlerini kapatıp içini çekerek ekledi:
“Açsın! Okusun, içini doldursun da kafasını açsın
gerekirse.”
Karısı nefretle baktı. Sonra hiç içilmemiş kahvelerin olduğu tepsiyi alıp mutfağa götürdü. Alpay tek
gözünü açıp giden kadının ardından baktı, sonra kapadı.
170
Boş
171
VII
“Herifin dediğine bakılırsa bizim mahalleye yakın
bir yerde imiş, şu oto tamircisi.” dedi Adem
Taunus’a dayanarak. Ekibin diğer elemanları da etrafında.
“Şimdi,” dedi “gitmeden şu taksimatı yapalım.
N’olur, n’olmaz.”
Kamyonete gitti. Siyah torbayı aldı.
“İçinizde daha önce silah kullanmış var mı?”
“Ben, bir düğünde sıkmıştım havaya.” dedi Serdar.
“Ben de,” dedi Tolga. “Babam ile... Babam sağ
iken yaylada ateş etmiştim çifteyle. Şişe dikmiştik de
vurmuştum.” Hemen hepsi bu sözlere alaka gösterdiler. Tolga rahmetli anne-babasından çok, çok az bahsederdi. Zaten şimdi de gerisini getirmedi.
Diğerleri sustular.
“İyi öyleyse,” dedi Adem. Tombala çeker gibi daldırdı elini torbaya: 7.65’lik tabanca çıktı.
172
Poşetinden çıkarıp Serdar’a uzattı: “Altı çekirdek
kalmış içinde.”
“Altı ne?”
“Altı mermi, kurşun, cephane... Ne dersen de. Yedinciyi sıkamazsın! Onu diyorum oğlum.”
Eline birşey bulaşmıştı, burnuna dayayıp kokladı,
dilini değdirdi: Yağ! Tükürdü. Tekrar daldırdı elini,
şarjörlü av tüfeğini çıkarıp Tolga’ya uzattı:
“Yedi tane! Sendeki kuru sıkıyı da ikizlere ver.”
Ve son kez elini daldırdığında kalan Şahin’i çekip
çıkardı.
“On!” diyerek Salim’e uzattı.
On. Normalde on beş mermi alıyordu tabanca. Babası dört sene önce ava gittiğinde şarjörü doldurmuş
öyle takmıştı beline. Onbeş gümüş renkli, estetik, çekici, bir içim su kurşun... Üçü zavallı yaban domuzunun nefesini kesmişti. Bir tanesini tatlı uykusundan
uyandırılmış Adem şarjörden çıkarmış, hayran hayran
bacağında yuvarlarken sonra çıkan tantanada kaybetmişti. Diğer noksan kurşunu ise annesinin şaşkın yüzüne göndermişti Şahin, hiç merhamet etmeden. Onu,
yağlanmış, ateşe hazır gümüş renkli silahı eline alıp
Salim’e uzatırken bile içi kalktı. Doğaüstü inançları
yoktu Adem’in. Fal, uğursuzluk, nazar, cin, peri...
Hiçbirine riayet etmezdi. Velakin bu silahta bir lanet,
bir cenabetlik vardı. Şu iş bitse kendi eliyle boylatacaktı Marmara’nın dibini.
Belki de abartıyordu. Bu ikinci raunt değil miydi?
Öyle dememiş miydi Gebze’deki evin önünde. Madem öyle, belki ikinci rauntta külahlar değişilir. Belki
173
o zamanlar kadir ve kıymetini bilmediği annesini alan
bu aşağılık demir parçası, şimdi yine kıymetini bilmediği, hayatının kadını olduğunu anlamadığı Tülay’ı
verir. Onu eline alıp, bu zırvalığa onunla girişmek
vardı olmasına ya. Annesinin şaşkın yüzü buna maniydi. O yüz aslında tüm bu çılgınlığa da mani olurdu,
Tülay’ın şaşkın yüzü daha güçlü gelmeseydi.
Kuru sıkıyı kontrol ettiler, onun da on tane yaygaracı kovanı vardı şarjöründe. Adem’in Hakan’dan
arakladığı, siyah, kabzasında Türk bayrağı olanda ise
ondört. Bir tanesini namluda unutmuştu da Gebze’de,
sokakta düşürmüştü hani.
Demek unutuluyormuş!
“Unutulur elbette!” diye mırıldandı Adem. Çözüm
unutkanlıkta bile zarar vermemesini sağlamakta:
Uzak durmakta! Tülay’ı kurtardıktan sonra.
Adem, uzak durması gereken 9 mm’lik resmi tabancası elinde, Tolga hariç hepsine tek tek nasıl tutacaklarını, emniyeti nasıl açacaklarını, namluya nasıl
mermi süreceklerini gösterdi. Ve bunu şimdi yapmamalarını sıkı sıkı tembihledi.
Sonra Tolga’ya döndü:
“Vallahi o elindekinden ben de anlamam!”
“Merak etme, çözdüm!” dedi Tolga. “Şurası emniyet sanırım. Şurdan ilkini süreceğim, ondan sonrası
Allah kerim!” Gülümsedi, zoraki...
Gülümsedi Adem de. Moral vermek için bir şey
diyecekti ki, “Şrak şrak” diye bir ses geldi arkasından.
“Oğlum şimdi yapmayın demedim mi?”
174
DAN!
“Ulaaan! Manyak mısınız lan?” Arabadaki herifin
sesi.
Serdar’ın elindeki ateş almış ve kurşun arabanın
yan kapısından girip şoför koltuğuna arkadan saplamıştı.
Adem hışımla gitti, elinden silahı aldı. Bir tokat attı. Sonra namludakini çıkarıp silahı ve kurşunu geri
verdi. Tek kelime etmeden!
Salim sabahtan beri süren sessizliğini bozdu:
“Belki,” dedi. “hiç kalkışmasak daha iyi. Gidip şu
adamı verelim Recep komsere.”
Hışımla kurşunun sol arka kapıda açtığı deliği incelemeye giden Adem, bu sözleri duymadı. Diğerleri
duydular ancak onlar da Adem’in gazabından korktuklarından cevap vermediler.
Adem döndü:
“Haydi,” dedi. “Birbirimizi vurmadan halledelim
şu işi. Herkes deminki gibi Taunus’a. Salim sen kamyonetle arkadan gel.”
Taunus’a doluştular. Adem, atlet giymediğinden
Tarzan gibi kalan, kıllı mafyacının diğer yanına
oturmuştu.
Salim kamyonetin kapısını açarken, ellerini göğe
kaldırdı:
“Hikmetinden sual olunmaz Allah’ım!” dedi.
“Akıl dağıtırken şu kullarına neden biraz daha cömert
davranmadın?”
175
Yola koyuldular. Herifin dediği mahalleye gitmek
için E-5 karayoluna çıktılar. Saat iki buçuğa geliyordu. Güneş tepede, arabanın içi fırın.
Adem sordu:
“Nasıl bir yer bu tamirci?”
“Tamirci işte, bildiğin tamirci.”
“Namuslu işler de yapıyorsunuz demek?”
Herif pis pis sırıttı:
“Tabii ya.”
“Araba falan söküyorlardır orada,” dedi Tolga.
“Hem kamuflaj hem iş.”
“Peki bu bagajdaki?” dedi Adem. “Onun ne ilgisi
var bu işlerle. Sana kızıyor bizi götürdüğün için.”
Herif tekrar sırıttı:
“Ulan, battı balık yan gider. Size birşey söyleyeceğim ama altınıza edeceksiniz korkudan.”
‘Nedir o?’ der gibi baktı hepsi birden.
“Yeri gösterir göstermez beni bırakırsanız anlatırım.”
“Sen bir de hele.” dedi Adem. “Beni sevindir ki,
ben de seni sevindireyim.”
“Nasıl bir balık yakaladığınızı bilmiyorsunuz. O
bagaja attığınız var ya...”
Durdu adam, vereceği haberin tadını çıkarıyordu.
“Eee?”
“İşte o berberde durup imalat ve dağıtım işlerini
organize ederdi. Berbere giren çıkanın hesabı olmaz
176
nasılsa. Saç kesmeyi bilmez, çıraklar çalışır o işler
için.”
“Önemli bir adam yani bu. Bu muydu söyleyeceğin?”
Yine sırıttı kıllı Tarzan:
“Fakir’in kardeşi!”
“Neee?” dedi Adem.
“Tabii. Fakir operasyonlarda yakalanan malların
kayıtlara geçirmediği bir bölümünü getirir, burda imal
edilenlerle birlikte de tekrar dağıtır. Baskın falan olacağı zaman da haber uçurur.”
Adem bu son lafları dinlemeden bir süre düşündü,
sonra Serdar’a seslendi:
“Sağa çek, sağa!”
Karayolunun ortasında giderlerken birden emniyet
şeridine geçtiler. Bir iki küfür, klakson yediler ama
buna değerdi. İnip adamın yaşayıp yaşamadığına baktılar. Fakir’in don gömlek kalmış, uzun süredir iki
büklüm yatan ihtiyar kardeşi, bagajın etrafını saran bu
şaşkın izleyicilere şaşkın şaşkın bakıyordu. Çıkmak
için kafasını uzatınca, Adem eliyle bastırdı:
“Yoo!” dedi. “Şımarma hemen.”
Tamamdı bu iş. Belki de tek kurşun atmadan hallolacaktı. Hiçbir endişeye mahal kalmamıştı. Şimdi
gidecekler, paşa paşa adamın karşısına çıkacaklar.
“Ver Tülay’ı, al kardeşini.” diyeceklerdi. Hakikaten,
bu ne balıktı! Kefaldi kefal!
Şevkle arabaya tıkıştılar yine. Serdar tam kontağı
çevirecekken Adem telaşla arka camdan baktı:
177
“Bir dakika, bir dakika! Salim nerede?”
***
Salim, onların sağa çektiğini bile görmemişti. E5’e çıktıktan sonraki ilk sapaktan sağa girmiş, hemen
mahalleye yollanmıştı. Artık birilerinin duygularını
değil, aklını ve mantığını kullanma zamanı gelmişti.
Silaha tapan, kavga delisi, bıçkın Civan vurulmuştu.
İçlerinden biri vurulmuştu, daha ne olacaktı? Adamın
dolaptan çıkışı, Civan’ın bacağına giren kurşunun fışkırttığı kan, bir türlü durmadan akan kan, Civan’ın
ağlamaları, inlemeleri, sevgilisinin yüzü... Bütün bunlar aklından çıkmıyordu. Birinin aklıselime uyması ve
meseleyi, meseleyi çözeceklere iletmesi gerekiyordu.
İstenen kızın kurtarılması mıydı, yoksa o heriflerin
pis, kolesterollü, alkol, uyuşturucu oranı yüksek kanını dökmek mi? Civan vurulmuş, yaralanmıştı işte.
Adem’in aşktan ve pişmanlıktan, Tolga’nın da kendini beğenmişlikten gözleri görmez olmuştu. İkizler çocuktu, şu Alevi oğlan, Serdar ise pek pısırık birşeydi
canım.
Bu yük onun omuzlarına düşüyordu. Şimdi gittiğini farkettiklerinde ona kızacaklar, “korkak” diyeceklerdi. Adam sen de! Varsın desinler, daha sonra nasıl
olsa kendisine müteşekkir olacaklar. Ayrıca korkmakta da haklı. Çoluğun çocuğun eline tabanca-tüfek tutuşturup çakalların, katillerin, cemiyet düşmanı mikropların önüne salmayı hangi akıl, havsala alır. Elbette korkuyordu, eline ömründe silah almışlığı yoktu.
Düğün dernekte abileri Alim ve Naim bol bol silah
atarken, o bir defa bile merak edip elini uzatmamıştı.
178
Salim aldığından beri kemerine sıkıştırmaya çalıştığı ama durmadan pantolonundan içeri girmeye çalışan gümüş renkli, soğuk iri şeyi çıkardı, yan koltuğa
koydu. Olmadı, orada da dışarıdan görülecek. Tek
eliyle direksiyonu tutarken tek eliyle uzanıp torpido
gözünü açtı, silahı ve cep telefonunu Civan’ın açılmamış sigara paketlerinin, pop-arabesk kasetlerinin,
faturaların ve Derya’nın resminin arasına attı. Torpidoyu kapadı. Zavallı kız! Ulan Salim, ne bekledin bu
vakte kadar! Keşke dün gitseydi karakola, sabah gitseydi. O zaman Civan ölmez (aman, tövbe tövbe), vurulmazdı.
Ayrıca, çok afedersiniz ama yaptığında bir kalleşlik, delikanlılık ahlakına mugayir birşey de yoktu.
Arkadaşlarını satıp kaçmıyor ki! Yardımcı olsunlar
diye emniyet kuvvetlerini çağırıyordu göreve. Ne
imiş, Hakan ile Faruk adlı polisler, (yoksa Faik miydi?) kirli işlere bulaşmışlarmış. Peki efendim, öyleyse
o da kendi ahbabı olan Basri’ye giderdi, olmadı
başkomisere giderdi. Başkomiser onu daha önce
görmüştü. Konuyu da biliyordu.
Salim mahalleye girdi. Önce eve uğramalı, dün
geceden beri onu merak etmişlerdir. Karakolun önünden geçip, hemen yan sokağa parketti. Evleri de hemen ilerdeydi zaten, yakındı.
Evine geldiğinde annesini masada kara kara düşünürken buldu. Kadın anahtar sesinin, içeri birinin girdiğinin farkına bile varmamıştı. Başörtüsü yaslandığı
ellerinin baskısıyla kaymış, bir-iki beyaz tel dışarı fırlamış, gözleri ıslak, kan çanağı.
“Anne,” dedi Salim. “N’apıyorsun burda böyle?”
179
Annesi korktu, bir sıçradı yerinde. Sonra döndü,
baktı, baktı... Neden sonra koşup oğlunun boynuna
sarıldı:
“Yavruum! Nerdesin sen? Nerelerdesin, nerde?”
diye ağlamaya başladı.
“Tamam anne, geldim. Geldim işte.”
Kadın hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
“Dediler, ‘onun peşindeyiz, adam kaldırmış’ dediler. Dedim ‘o yapmaz öyle şey’ dedim. ‘Anasının kuzusudur o, siz bilmezsiniz’ dedim. Bütün gece uyku
girmedi gözüme. Oturdum durdum. Baban da öyle,
Alim’im de, Naim’im de.”
“Anne, tamam!”
“Ama çok yalvardım Allah’ıma. Dedim, ’kuzumu
geri ver bana Allahım!’ dedim. ‘Başka birşey
istemicem’ dedim.” Kadının başörtüsü oğlunu öpüp
koklarken iyice kaydı, grili beyazlı saçları tümden göründü.
“Tamam annecim, bir dur. Sakin ol! Babam nerede?”
“Dükkana gitti. Ama saatte bir telefon açıp sorar:
‘bir haber var mı?’ diye. Arayalım müjdemi vereyim
hemen.”
“Dur anne, dur. Arama sen şimdi. Benim karakola
gitmem lazım. Dönünce kendim ararım.”
“Bir yere salmam seni, hiçbir yere salmam!” diye
sarıldı kadın tekrar.
180
“Olmaz anne, arkadaşlarım halen tehlikede, onlar
için karakola gitmeliyim. Merak etme, artık birşey
olmaz bana. Orda komseri göreceğim.”
Kadıncağız birkaç saniye baktı oğluna, birşeyler
düşündü.
“Peki yavrum, onların da anaları var. Ağlamasınlar. Rabbim oğlumu bağışladı ya bana... Onlarınkini
de bağışlasın.”
“Tamam öyleyse ben çıkıyorum şimdi, Basri
Abinin yanına gidiyorum.”
“Dur kuzum, önce otur birşeyler ye! Açsındır sen.
Neler yedin, nerelerde yattın uyudun yavruum!”
“Yok anne, gideyim.”
“Olmaz, bir bardak çay içmeden, iki lokma yemeden beni çiğner öyle gidersin.”
Salim çaresiz oturdu. Annesinin “kuzum”ları,
“yavrum”ları arasında bir bardak çay içip iki dilim
patlıcanlı börek yedi aceleyle, keyifle. Neredeyse bütün bütün yuttu lokmaları. Doğrusu annesi güzel yapardı patlıcanlı böreği.
“Anne kurt gibi açım aslında,” dedi Salim kalkarken. “Akşama geleyim, neler yiyeceğim daha.”
“Oturup yiyeydin ya,”
Salim annesine sarılmak için kolunu uzattı. Sarıldılar.
“Mantı yapayım öyleyse akşama, ‘Memleket mantısı’ dersin ya hep, ondan. Yanında, yanında...”
181
“Yanında da seni yerim,” diye yalancıktan ısırdı
kadının kolunu Salim, fırladı: “Görüşürüz, beni merak etme!”
Birkaç dakika sonra, karakolun kapı nöbetçisine
Komiser Basri’yi göreceğini söyleyip içeri girdiğinde
ortalık dünün tam tersine çok sakindi.
Duvar diplerindeki bankların, sandalyelerin hepsi
boş. Öyle ki aralarında çeşitli saksılar olduğunu yeni
farketti. İçinde bodur birtakım bitkilerin büyüdüğü,
izmarit dolu saksılar. Etrafta telsiz ve ara sıra çalan
telefonların sesleri vardı sadece. Aşağıdaki nezaret,
odalar, heryer sessiz, bomboştu. Yakaladığı görevlinin biri Başkomiser dahil çoğu memurun dünkü kavga zanlılarını mahkemeye çıkarmak için sabah erkenden savcılığa gittiğini, işlerinin yeni bittiğini ve dönmek üzere yolda olduklarını söyledi. Komiser Basri
de o ekipleydi.
“Peki Recep Komiser burada mı?” dedi Salim.
“Şu özel ekip mi?”
“Evet, evet.”
“Onlar da yok, tahkikata gittiler.”
Telsizden bir trafik kazası anonsu geldi. Salim ile
konuşan memur birilerine emir verip sevketti olay yerine. Acaba bu adamla konuşsa mı herşeyi? Ya hata
ederse? Dün de kaş yapayım derken göz çıkarmamış
mıydı? Şu aşamada yanlış bir adım çok mahzurlu
olurdu. Ne yapmalı ki?
Biraz beklemeli. Yoldaymışlar zaten. Öyleyse gidip telefon etsin babasına. Telefon nerde? Hay Al-
182
lah! Kamyonette kaldı. Telaştan ne yaptığını da unutuyordu.
Odadan çıktı, arabaya gidecekti ki, karakolun koridorunda Tolga’nın teyzesi ve Adem’in babasıyla
karşılaştı. Adam onu ilk önce tanıyamadı. Ancak,
“Bir haber mi var abi?” diye sorunca Salim’i çıkardı.
“Yok evladım. Neredeler bilmiyorum. Sen biliyor
musun? Neler oluyor?”
Salim hemen orada durumu kendi bildiği kadarıyla, başından sonuna fısır fısır anlattı: Pasajın önünde
dört gün beklediklerini, adamları takip ettiklerini, dün
buraya gelip o iki polisten birine olanları anlatıp adresi söyledikten sonra heriflerin bunu duyup paniklediğini, sabah çatışma çıktığını, bir arkadaşlarının yaralandığını ve yakaladıkları bir adamın onları .... mahallesinde bir oto tamircisine götüreceğini söylediğini.
Tülay ablanın da orada olduğunu ve şu sıralar orada
da bir çatışma çıkabileceğini. Ancak Faruk (ya da her
ne ise) ile Hakan’a güvenmediklerini, Komiser Recep
ile görüşmek ve tüm bunları ona da anlatmak istediğini ancak onu da bulamadığını...
“Şimdi babama telefon edeceğim,” diye bitirdi konuşmasını Salim. “Arabaya kadar gidiyorum.”
“Peki, peki,” dedi adam. Ardından panikle içeri
girdiler.
Salim arabanın yanına geldi, kapıyı açıp içeri girdi.
Şu silahı da teslim etmek iyi olacaktı, kazasız belasız.
Torpidoyu açıp Şahin’i çıkardı, beline koymaya çalıştı. Rahatsız oldu sonra, yan koltuğa bıraktı. Bir şeye
sarar götürürdü. Cep telefonunu açıp saatine baktı:
183
15.35. Tam kulağına götürecekti telefonu ki, bir ses
duydu pencerenin hemen dışında:
“N’aber?”
***
“Sizi getirirsem, bırakacağını söyledin!” dedi
tarzan bozuntusu herif Adem’e.
“Burasının doğru yer olduğuna inanmadan bırakmam. Nerden bileceğim rastgele bir yeri göstermediğini.”
“Söylemiştim işte, oto tamircisi.”
“Ses çıkarma da otur lan!”
Adem ve Tolga indiler arabadan.
Yine bir gecekondu mahallesiydi burası. Daha
doğrusu eskiden öyleymiş. Şimdi yüksek yüksek
apartmanlar hazırolda bekliyor içinden geçtikleri sokakların, caddelerin iki yanında. Yalnız bu geldikleri
kısım, tepenin arka yamacı, artık konutların bitip çayır çimenin, uçurumun başladığı yer bir tuhaf. Bir
viyadüğün ayaklarının dibi. Yalnız burası kalmıştı eskisi gibi, yamru yumru, iptidai.
Burada, mahallenin sınırı benim diyen bir yol, (bir
cadde, yahut geniş bir sokak da denebilirdi şayet bu
kadar ıssız olmasaydı) bayır aşağı aceleyle iniyor,
viyadüğün ayağına hafifçe çarparak dirsek yapıp sola
doğru kıvrılıyordu. Hemen hemen kimsenin geçmediği bu sınır çizgisinin sağ yanında uçurum, sol yanında ise arsalar. Kiminin molozları bir zamanlar üzerinde bir ev ve oturanların varlığını işaret ederken ki-
184
mileri basbayağı ot-toprak. Hiç ilişilmemiş gibi. Aslında, biraz uzaktan bakılırsa, tüm bu yamacı sağına
soluna tek katlı, iki katlı, yer yer çok katlı binalar serpiştirilmiş, kirli sokaklar batırılmış yekvücut, geniş
bir arsa, bir arazi olarak düşünmek de mümkün olabilirdi: Ufak bir çöl.
Ağır ağır ilerleyen mavi, ihtiyar, homurtulu, bezgin bakışlı arabaya çevre sakinlerinin belli ettiği hoşnutsuzluk bir yana tabiat bile bir başka, bir düşman
burada. Bir yandan güneş, kör edici aydınlıkta gezinenlerin kafalarına çekiç darbeleri indirirken, rüzgar
da kırbaç gibi şaklayıp duruyordu. Ama sadece yabancıların suratlarında...
Çok çok şiddetli bir rüzgar vardı. Öyle ki insan
esintinin geldiği yöne bakamıyordu bile. Çok çatıkiremit uçuruyor olmalıydı. Bu kadar hırçınlaşan rüzgar, acep kaçıncı gündür esiyordu Tülay’sız? Ondört
mü, onbeş mi? Her neyse, bu sonuncu artık.
Bir uçtan bir uca, sinir bozucu bir ağırkanlılıkla,
tüm mahalleyi arşınladıktan sonra indikleri yer bir
kahvehanenin karşısıydı. Herifin işaret ettiği sokağın
hemen birkaç adım gerisi. Terden sırılsıklam olmuş
Adem ile Tolga arabanın iki yanından çıkar çıkmaz
içeride bir huzursuzluk, bir dalgalanma zuhur etti.
Adem, “Stil Kıraathanesi” sakinlerinin kağıt oynarken, birbirleriyle konuşurken yan gözle kendisine
baktıklarını hissedip boydan boya cam olan pencerenin arkasından gelen kaçamak bakışları üstüste birkaç
kez yakaladı, kendi kaçamaklarıyla. Buraya ait olmadıkları soluk alıp vermelerinden, yürümelerinden belli
olan bir araba dolusu genç, bir araba dolusu silahlı
185
genç (er-geç farkına varırlardı) bütün mahalleyi ayaklandırırdı.
“Burada duramayız,” dedi Tolga’ya, “gidelim,
başka yer bulalım.”
“Bulalım.” Tolga pencerenin dibinde kurulan bir
okey partisinin seyircilerinden biriyle kesişiyordu o
sıra. Yirmili yaşlardaki, briyantinli veya jöleli saçlarını geriye doğru yapıştırmış kirli sakallı delikanlı, köşesine iliştiği masadaki oyunu bırakmış, dışarıdakileri
inceliyordu. Elinde siyah, uzunca bir tesbih. Şakırdıyor.
Tekrar Taunus’a atladılar. Viyadüğün ayağından
sekerek üzerlerine gelen yolda, aynı inatçı yavaşlıkla
ilerlediler. Metre metre, adım adım. Geniş, boş araziye batırılmış o pis sokaklardan birinin, kendileri için
en önemli olanının önünden geçerken hepsi sağ tarafa
baktı.
“Şu işte,” dedi herif elli metre yukarıdaki binayı
kafasıyla işaret ederek. Az önce üst caddeden tarif
ettiğinde seçememişler, bu yüzden dolaşıp sokağın
binaya daha yakın olan alt ucuna gelmişlerdi. Kendilerine doğru, yokuş aşağı komşusu yoktu musibetin.
Briketlerden oluşturulmuş bir duvarın ardından gri,
çimento renkli ikinci kat, ikinci katın pencereleri,
perdeleri buradan bile seçilebiliyordu. Karşısında da
komşusu yoktu. Sokağa “sokak” dedirten yokuşun
biraz daha yukarısında, az önce geçtikleri caddeye
doğru gözetleme kulesi gibi dikilen bir apartmancık
ve karşılıklı bir-iki gecekonduydu.
Sokağın ağzından ağır ağır geçip, görüş alanından
çıkınca hemen bir çöp yığınının önüne yanaştılar.
186
Adem ile Tolga tekrar indiler arabadan. Elleri bağlı,
yarı çıplak mafya ispiyoncusu kendisini bırakmaları
için bağırıyordu.
“Nasıl yapacağız düşündün mü?” diye sordu
Adem kapıyı hızla kapatarak.
“Takas,” dedi Tolga. Arabaya yaslanmak istedi,
ancak alev alev yanan kaporta kalçasını yakınca
vazgeçti. “Takas temiz olur. Ancak riskli. Sabahki
gibi olmaz. İçeri kapıyı çalarak girmemiz gerek.”
Tolga’nın sesinde belli belirsiz bir tedirginik, bir titreme...
Önünde durdukları çöpler sıcakta pişmiş, kokuyor!
Bir kedi, bir çöp poşetinin üstüne abanmış, tırnaklarıyla yırtmaya çalışıyor. Doğduğunda beyaz olan gri
hayvan yaptığı işin hırsızlık olduğunu bilirmiş gibi
kamburunu çıkarmış, diken üstünde.
“Hiçbir şekilde sabahki gibi olmayacak,” diye devam etti Tolga, her zamankinden biraz değişik çıkan
sesiyle.
Kedi konuşulanlardan tedirgin, kafasını çevirip
kuşkuyla baktı bizimkilere. Sonra işine döndü.
Tolga, gözü kedide, ekledi:
“ ‘Arabaya baktıracağız’ diye girebiliriz içeri. Sonra da kim olduğumuzu, derdimizi anlatırız.”
“Çok kalabalığız oğlum! Şüphelenirler gelir gelmez.”
“Zaten o ihtiyarı sokmamalıyız hemen. O dışarda
kalmalı ki pazarlık edebilelim. Sen, ben bir de Serdar
girelim. İkizler ihtiyarla beklesin. Veya biri beklesin
biri bizimle gelsin.”
187
Bu sırada kedi poşeti yırttı, şimdi kafasını sokmuş,
içerisini karıştırıyor.
“Onları ayırma,” dedi Adem. “Yarımşardan bir
ediyorlar.”
“Salim’in gitmesi iyi olmadı.”
“N’apalım, o da haklı. Korktu çocuk.” Adem içini
çekti. “Bak, ben ne seni ne de başkasını bu işe zorlamak istemiyorum. İstersen sen de gidebilirsin.”
Başka bir kedi, bir tekir, poşetin içindeki ilgiye
değer birşeylerin kokusunu almış, usul usul geliyor.
Beyaz, onun patilerinin altındaki pamuk torbalarına
basa basa attığı, temkinli adımları duymuş olmalı ki
kafasını çıkardı, “phhh!” diye bir sesle tehdit etti.
Yeni gelen kediden kendisi de rahatsız olan Tolga,
“Nereden...” dedi. “Nereden çıktı şimdi bu? Ben
‘keşke Salim de gitmeseydi,’ dedim.”
Kedilerin bağırtısı artınca Adem “pissst!” dedi ve
ayağını yere vurarak onları kovaladı.
“Bilmem, biraz tedirgin gördüm seni. Herzamanki
buzadam değilsin.”
“Öyle mi?”
“Öyle.” Adem bir daha içini çekti. “Tolga, bu iş tereddüde gelmez. Eğer endişen, korkun varsa faydadan
çok zarar verirsin. Her zaman yanımızda oldun, şimdi
yapamayacaksın diye seni ayıplamam, için rahat olsun. Git.”
“Ben hep korkarım,” diye cevap verdi Tolga. “Her
kavgada, her maçta, her tartışmada, yukarı mahallenin
çocuklarını her gördüğümde... Hele bu işte, Tülay or-
188
tadan kaybolduğundan beri biliyordum dönüp dolaşıp
bizi bulacağını. O günden beri altıma ediyorum.”
Adem şaşkınlıktan ağzı bir karış açık, Tolga’ya
bakıyordu. Tolga bu, böyle şeylerden, zaaflarından
bahseder mi hiç?
“Neden burdasın peki? Neden gitmedin?”
“Korktuğum için buradayım,” dedi Tolga. “Tülay
için, senin için, şu çocuklar için. Ayrıca sadece ben
değil, herkes tırsıyor bu adamlardan. Serdar’ın yüzünden belli. İkizler çaktırmıyor ama onlar da aynı
durumda. Yaptıkları, ne insafsız, ne vahşi oldukları
ortada. Korkmamak elde mi?”
“Orası doğru, yamyamlar.”
Tolga hızlı hızlı devam etti:
“Zaten senin dediğin gibi saf, yüzde yüz cesaret
olmaz. Hiç korkmayan insan ya aptaldır, ya ruh hastası. Gerçek cesaret, adrenalinsiz cesarettir. Bilerek,
görerek, titreyerek kalkıp ayakta durmaktır. Gerisini
adrenalin halleder zaten, bir sağlık problemi yoksa.”
“Yanlışsın oğlum. Çatışmaya gidiyorsan tereddüt
etmeyeceksin, elin titremeyecek, arkana bakmayacaksın! Savaşta, askerlikte öyle değil midir? Emri alır,
gözünü kapar, ölüme gidersin.”
Az önceki beyaz kedi, sohbeti koyu görmüş, tekrar
çöplere, torbaya doğru yaklaşıyor, Adem’i de kollayarak.
“Tereddütten bahseden kim?” Acı bir gülümseme
belirdi Tolga’nın yüzünde. “Savaş diyorsun. Kendini
bir an öyle bir yerde düşün. Mesela Çanakkale’dekileri
düşün. Burundakileri. Seddülbahir’dekileri. Koca İngi-
189
liz-Fransız filosu gülle yağdırarak üzerlerine gelirken
korkmamışlar mıdır sence? Ama bu, gemiler menzile
girene kadar bekleyip ateş açmalarına mani olmadı değil mi?”
“...”
“Veya şu kediye bak istersen. Senden korkmuyor
mu şimdi?”
Çöpe doğru gelen kedi Adem’in bakmasıyla
“zınk” diye durdu. “Galiba,” dedi Adem, gözleri karşısındaki hayvanın sarı gözlerinde. Aslında bal gibi
korkuyordu kendisi de. Bu hale düşen Tülay olmasa,
bu hale Adem’in sefil varlığı yüzünden düşen Tülay
olmasa bu kadar rahat olabilir miydi? Rüzgarın her
esişinde, gördüğü her kızda, kalbini kerpeten gibi sıkan vicdan azabı, korkusunun farkına varmasına fırsat
vermiyordu. Yoksa daha ilk gün korkmamış, o rüzgarlı balkona, kendisinin sebebiyet verdiği hayallerden sarhoş olan Tülay’ın karşısına çıkmaktan kaçmamış mıydı?
Kedinin yolundan yavaşça çekilip ekledi: “İyi.
Haydi gidip kurtulalım korkularımızdan.”
Arabayı az daha ileri aldılar, yarı yıkık, harap,
metruk bir gecekondunun önüne. İki çıplağı, çıkarıp
“içeri” taşıdılar.
“Burası nasıl bir yer?” diye sordu Adem ispiyoncuya.
“Şerefsiz, beni bırakacağına söz vermiştin! Hiçbir
şey anlatmam sana!”
190
“İki katlı bir bina işte.” dedi Serdar. “Alt kat servistir, üst kat yazıhane. Bir de yıkama-boyama yeri
vardır belki.”
‘Nerden biliyorsun?’ der gibi baktı Tolga ile
Adem.
“Ortaokuldayken tatilleri çalışıyordum böyle bir
yerde. Üç yaz gittim geldim.”
“İyi o zaman,” dedi Tolga alnında biriken teri koluna silerken. “Sen ustaları falan (varsa şayet) oyalarsın o halde. Biz de yazıhaneye çıkarız. Adamımız
oradadır muhtemelen.”
“İnşallah!”
Biri oyuncak dört silahları kalmıştı. Salim giderken “Şahin”i de götürmüştü çünkü, gümüş mermileriyle. Esirleri zaptedebilmek için Serdar kendi tabancasını Zeki’ye verip kurusıkıyı aldı. İkizleri içeridekilerin başında bırakıyorlardı.
“Merak etmeyin!” dedi Adem kucaklaşırken.
“Hiçbir sorun olmayacak! Gidip konuşup geleceğiz.”
Sonra yarısı yıkık duvardan çıkarken ekledi: “Sorun
çıkarırlarsa istediğinizi istediğiniz yerinden vurun!”
Arabaya bindiler: Serdar ve Adem önde, Tolga arkada. Serdar yine aynı şekilde ağır ağır sürüyordu.
Kaçınılmaza varmayı geciktirmek istercesine, ağır
ağır sokağa girdiler. Tırmanmaya başladılar. Duvara
iyice yaklaştıklarında Adem ikinci katın perdelerine
baktı: Tülay o odalardan birinde olabilirdi.
Duvar hizasını geçtiklerinde farkettiler ki bu duvar, binayı öne ve yana doğru büyükçe bir avlu oluş-
191
turacak şekilde çeviriyor. Sadece önlerinde bir aralık
var. Girdiler.
Avluda kimsecikler yok. Orada burada üstüste yığılı lastikler. İleri doğru, binanın sağında iki araba iskeleti: Kapıları, pencereleri, motorları, lastikleri,
herşeyleri sökülmüş. Koltukları bile. Yine sağa doğru
çeşitli hortumlar gidiyor binadan. Buradaki açıklık ve
hangar Serdar’ın dediği yıkama yeri olmalı. Ayrıca
bir iki yerde de hurda parçaların oluşturduğu yığınlar.
Bina iki katlı, evet: Üst katın tüm pencerelerinde
perde var. İçerisi görünmüyor. Alt katın bütün iç duvarları çıkarılmış ve garaj gibi, atölye gibi bir boşluk
oluşturulmuş. Ön duvar da yok. Olduğu gibi görünüyor içerisi: Çepeçevre raflar, masalar, tezgahlar, arabaları kaldırmaya yarayan hidrolik bir sistem, hortumlar, makineler. Burası basbayağı bir oto servisi:
Lacivert tulumlu üç kişi geziniyor tekerlekleri havada, iki metre yukarı kaldırılmış bir arabanın etrafında,
altında. Ayrıca beyaz bir araba da girişe parketmiş.
Bu bakımsız bahçenin içinden geçip binaya doğru
yaklaşırken birden Adem “Bir dakika,” dedi. “Dur.”
Serdar hemen arabayı durdurup Adem’e baktı.
“İçerde fırsat olmayabilir, silahları hazırlayın.”
Şakır şukur sesler çıkararak mermileri sürdüler,
emniyetleri açtılar. Tolga’nın tüfeği çok çatırdamıştı.
Tulumlular gelenleri farkettiler. Biri onlara doğru
yaklaşmaya başladı.
“Saklayın, ortalıkta görünmesinler.” dedi Adem.
Adam geldi, Serdar’ın tarafa geçip sordu:
“Buyrun, ne istiyorsunuz?”
192
“Abi aşağıdan arka tekerin ordan bir takırtı geliyor. Ona baktıracaktık.”
Yirmi yaşlarındaki adam, üçünü de tek tek süzdükten sonra:
“Meşgulüz,” dedi. “Mahallenin girişinde, köprünün orada servisler var, oraya götürün. Bakarlar.”
Serdar ne diyeceğini düşünürken Adem atıldı yandan:
“Acelemiz var be kardeş, sizi tavsiye ettiler, bir
bakıverseniz.”
“Meşgulüz dedik ya!”
Adam tekrar incelemeye başladı bizimkileri. Sıra
arka koltuktaki Tolga’ya geldiğinde, Tolga adama çıkıştı:
“Ne laf anlamaz hödüksün! Abi buraya gönderdi.
Sen de yabancıya mı göndereceksin şimdi?”
Adam bir saniye düşündükten sonra, “Bekleyin,”
dedi, içeri gitti.
Adem hemen arkasına döndü:
“Abi kim lan?”
Tolga güldü: “Ne bileyim. Abinin biri işte.”
Tulumlu adam geri geldi:
“Alın içeri arabayı. Yalnız hemen bakamayız, bekleyeceksiniz.”
“Tamam tamam.”
Atölyeye girişi sağlayan hafif tümseği çıkarken
Adem Tolga’ya seslendi: “Sen içeride kal! O elindekiyle çıkma!”
193
İçeri girdiklerinde onları havaya kaldırılmış arabanın yanına aldılar. Araba tanıdıktı: Gri Opel. Tolga fısıldadı: “Doğru yerdeyiz.”
Adem Serdar’a işaret etti, indiler. Tolga topukları
zeminde yatan tüfeğin üstünde, arabada kaldı.
“İnmeyin arkadaşım, arabada bekleyin.” dedi tulumlulardan biri. Az önceki değil, bir başkası: Kirli
sakallı kilolu. Diğeri, henüz hiç konuşmayan beyaz,
seyrek, uzunca saçlı, beyaz bıyıklı olanı da Opel’in
altından bakıyordu. Ya albino olmalıydı, ya da yaşına
göre kendini genç hisseden biri.
“Ne oluyor yahu!” diye itiraz etti Adem. “Bir sigara içeceğiz alt tarafı. Bekliyoruz işte, birşey mi dedik?”
Bir sigara yaktı, bir tane de Serdar’a uzattı. Serdar
sporcuydu malum, sigara içmezdi. Ancak mecburen
aldı. Yaktı. Daha ilk nefeste öksürük krizine girdi.
Tulumluların yakın göz kontrolü altında Serdar’ın
sırtına vuran Adem fısıldadı: “Dur ulan! Çakacaklar
oğlum, yeter!”
Derken Serdar’ın krizi geçti, bundan sonraki nefesleri içine çekmedi, pufurdu. Tulumlular işlerine
daldılar. Arada sırada dönüp bakarak çalışmaya devam ettiler. Adem de içerisini inceliyordu. Dışarıdan
da gördüğü gibi boydan boya raflar vardı üç duvarda
da. İçleri civatalar, bidonlar, birtakım parçalarla hınca
hınç dolu bu raflar sadece bir köşede birbirine değmiyordu. O köşede pis, kararmış bir lavabo ve bir kapı
vardı. Adem lavaboya gitti, sabunluktan çıkmış, ufacık bir sabunla ellerini sabunladı (yağladı da denebi-
194
lir), yosunlu aynada saçını ıslattı. Aralık kapının arkasında mavi, demir bir merdiven görülüyordu.
Adem’den ‘adamları oyala’ işareti alan Serdar, işçilerin yanına gitti ve Opel’in arızasını sordu. Adamlar oralı olmayınca kendisinin de bir vakitler filanca
mahalledeki fişmekanca serviste çalıştığını söyledi.
Yine ilgilenmediler. Serdar en son Opel’in sorunun
egzosta olup olmadığını soruyordu, Adem kapıdan
süzülüp demir merdiveni çıkmaya başladığında.
Bir yazıhane ile karşılaşacağını zannettiği üst katta
başka bir kapı çıktı Adem’in karşısına. Gebze’deki
evde olduğu gibi önünde bir ayakkabı ordusunun olduğu bir ev kapısı. Çok enteresan! Bunların birkaç tanesi bayanlar için. Ve birkaç tanesi de minik, çocuk
ayakkabısı. Kapının dışarıdan bir kolu yok! İtti, açılmıyor. Hay Allah! Ne yapmalı? Zil de yok. Adem silahını eline alıp kapıyı tıklattı yavaşça. Açan dahi
yok. Silahı saklayıp kös kös aşağı indi.
“Ne yapıyorsun hemşerim?” diye karşıladı onu ihtiyar işçi hemen atölyenin kapısında.
“Yukarısını yazıhane zannettim, patronu arıyordum.”
İhtiyarın gözleri bir an için lavabonun o tarafa gitti, geldi. “Patron yok, meşgul!”
Adem de oraya baktığında delik gibi birşey gördü.
Evet bir delik! Nasıl da farketmemişti. İhtiyar biraz
uzaklaşınca deliğe yaklaştı: Spiral, demir bir merdiven, dimdik aşağı iniyor. Dönüp Tolga’ya baktığında
arabanın yanında ihtiyarı gördü. Serdar’ın silahının
Taunus’un arka kapısında açtığı kurşun deliğini inceliyordu. Tolga, Adem’e ‘Ne yapayım?’ der gibi bir
195
işaret yaptı. Adem, cevap olarak kafasını ‘evet’ anlamında salladı, silahını çekti, Serdar’a doğru gitti.
“Kıpırdama,” diye Tolga’nın sesi duyulduğunda
Adem ve Serdar silahları çoktan diğer ikisine doğrultmuşlardı.
“Yerinizden oynarsanız,” dedi Adem, “sizden başlarım temizliğe.”
Tolga tüfeğin namlusuyla dürte dürte ihtiyarı da
getirdi.
“Patron aşağıda mı?” diye sordu Adem.
Kimse cevap vermeyince en yakındaki ihtiyara
yapıştı:
“Cevap ver ulan, patron aşağıda mı? Kız aşağıda
mı, yukarıda mı?”
“Patron aşağıda, evet. Misafirleri var. Kız mız
bilmiyorum. Yengeyi diyorsan o da aşağıda.”
“Yenge mi? Tülay mı?”
“Yenge işte, Abi’nin karısı. Tülay kim bilmem.
Biz sadece işçiyiz burada.”
“Külahıma anlat,” dedi Tolga. Sonra da Adem’i
dürterek ekledi: “Bak gör, bu da diğer kardeşi çıkacak
Fakir’in.”
Fakir lafını duyunca tedirgin olan adam.
“Gerçekten kız falan bilmeyiz. Aşağıya salmazlar
bizi. Yukarısı da zaten evleridir.”
“Kaç kişi var aşağıda?”
196
“Vallahi bilmem, bilmeyiz biz. Kalabalıktır aşağısı. Reis ordadır, yenge ordadır, misafirleri ordadır.
Belki başkaları da vardır, bilmeyiz.”
Adamların ağızlarını bantlayacakları sırada merdivenlerde bir gürültü oldu. Adamın teki delikten bağırdı:
“Noluyor lan? Ne tantana yapıyorsunuz?”
Adem ihtiyara ‘cevap ver’ diye işaret edince:
“Birşey yok abi. Çalışıyoruz,” diye bağırdı adam.
Merdivenlerdeki, tangır tungur, geldiği gibi gitti.
Tulumluların ellerini, ayaklarını etraftaki kablolarla bağladılar, az kalmış bantla da ağızlarını kapattılar.
Adem tekrar deliğin oraya gitti.
Aşağıdan, derinlerden, birinin sesi geliyordu:
“Ulan ibne kemiklerini kıracağım senin! Ara şunları! Köpek!”
Bu ses tanıdık: Şu “k”leri “kahkül” der gibi söyleyen adamın sesi. Alışveriş merkezinin tuvaletindeki
mafyacı. Fakir! Doğru yerdeler! Tülay burada!
***
Karakolda, sessiz, koridorlarında inin-cinin top
oynadığı karakolda Adem’in babası ve Tolga’nın teyzesine de aynı cevaplar verildi: Ne komiser Recep
oradaydı ne de başkomiser. Çok fena! Çok fena!
“Peki,” dedi Adem’in babası, “bir malumatımız
var, ihbar mı diyorsunuz siz. Herneyse. Size mi anlatacağız?”
197
“Buyrun dinliyorum.” Adam masasındaki telsizin
sesini kıstı biraz.
“... sokağa on gün kadar önce gelmişti arkadaşlarınız, bir kayıp durumu vardı. Sonra kayıp değil kaçırma vakası olduğu falan anlaşılmıştı. Notlar falan
gönderilmişti.”
“Evet, orada bir 301 olayı olmuştu ama notlardan
falan haberim yok. O olaya ilçeden gelen ekip bakıyor, Sizin de sorduğunuz Komiser Recep’in ekibi.”
“Tamam her neyse işte, şimdi o kaçırılan kadının
kocası ve kızı da ortalarda yok!”
“Nasıl yok?”
Tam o sırada kapı tarafından bir uğultudur koptu.
Savcılığa giden polisler yorgun argın dönüyorlardı.
Bir anda karakol şenleniverdi, Adem’in babasının lafı
yarım kaldı.
“Gürültüyü kesin, gürültü yapmayın! Zaten kafamız şişti bu saate kadar,” diyen biri Adem’in babasıyla Tolga’nın teyzesinin nöbetçi memurla konuştuğu
odaya girdi. Memur gireni görünce ayağa kalktı.
“Hoşgeldiniz başkomserim,” dedi.
Başkomiser durdu, cevap vermeden dönüp geriye
bir adım attı, dışarı seslendi: “Nuriii, açık bir çay getir
bana!” Sonra tekrar girdi içeri. Boş bir masaya çöküp,
“Var mı birşey?” diye derin bir nefes vererek sordu.
“İki trafik kazası, bir de hırsızlık ihbarı geldi
başkomserim. Ekipleri sevkettim. İncelemedeler.”
“İyi, iyi,” dedi başkomiser, şakaklarına ve gözlerine parmaklarıyla masaj yaparak.
198
“Bir de,” diye ekleyecekti öbür polis, çaycı geldi.
Açık çayını karıştırırken “Bir de ne?” dedi
başkomiser, bıkkın bir edayla.
“Bir de ... sokaktaki olayla ilgili bir ihbar yapıyorlardı ki.” Eliyle ayakta dikilenleri gösterdi. “Siz geldiniz.”
“Olayın sahipleri nerde, Hakan, Fatih?”
“Sabahtan beri yoklar amirim. Hiçbiri yok.”
Başkomiser tekrar yüzüne masaj yaptı elleriyle.
Sonra buruşuk yüzüyle ekledi: “Peki, gelin şöyle oturun. Anlatın bakalım.”
Adem’in babasıyla Tolga’nın teyzesi başkomiserin
masasının önünde karşılıklı duran iki sandalyeye
oturdular. Adam az önceki memura anlattıklarını tekrarladı.
“Nerden biliyorsunuz kaybolduklarını?”
Tolga’nın teyzesi sözü aldı:
“Efendim, Tülay hanım kızımız kaybolduğundan
beri, daha doğrusu haydutlardan not geldiğinden beri,
Arif bey yavrucağı bana bırakırdı işe giderken.”
“Siz kimsiniz efendim?”
“İsmim Kadriye Yücel efendim. Emekli öğretmenim, alt komşularıyım. Dün gece arkadaşlarınız eve
gelmişti yeğenimi aramak için.”
“Neden arıyorlarmış?”
“Bu olayla ilgili olduğunu söylediler, başka birşey
demediler.”
“İfadesine başvuracaklardır, devam edin.”
199
“Efendim, bugün Arif bey gelmeyince kapılarını
çaldım. Kimse açmadı. İşyerine götürmüştür kızı diye
düşündüm. Yavrucağızın bende oyuncakları vardı,
onları vermek için gittim. Dükkanı da kapalıydı.”
“Sonra Kadriye hanım bana geldi,” dedi Adem’in
babası.
“Siz kimdiniz?”
“Şefik Bal. Karşı dairede otururum.”
“Bal, Bal... Bu soyadı çıkaracağım biryerden.”
“Adem Bal’ın babasıyım efendim. Dün gece bize
de uğradı ekipleriniz onu aramak için.”
“Ha hatırladım, polise mukavemet edip kaçan çocuk bu değil mi? Dün size de mi gelmişiz?” Sonra en
yakındaki polise seslendi: “Basri’yi çağır bana.”
Adem’in babası devam etti:
“Oğlumun bu adamlarla bir ilişkisi olamaz komiser bey! Dün gelenlere de anlattım. Öyle bir çocuk
değildir o. Yardımcı olmaya çal...”
“Bugüne gelin efendim, ilgisi yoksa çıkar.”
Adem’in babası bir iki saniye durakladıktan sonra
devam etti:
“Kadriye hanım geldi, durumu anlattı. Kapılarını
çaldık tekrar. Malum durum hassas. İyice çalıp da cevap alamayınca korktuk efendim, kapıyı kırıp içeri
girdik.”
“Kapıyı kırdınız ha!”
“Evet efendim. İçeri girdiğimizde evin altüst edilmiş olduğunu gördük. Bütün dolaplar, çekmeceler
200
açılmış, içlerinde ne varsa yerlere dökülmüştü. Yatakların, şiltelerin bile pamukları çıkarılmıştı ve...”
“Ve?” Başkomiser içeri giren Basri’ye bir yere
çökmesini işaret etti.
“Arif ile Yonca kızımız yoktu.”
“Niye bize haber vermediniz zamanında?”
“Aman efendim, hemen geldik işte. Üstelik Salim’i gördüm, oğlumun arkadaşı.”
“Salim mi geldi yine?” diye sordu komiser Basri.
“Evet, telefon etmeye çıktı, onun da anlatacağı
şeyler var. Kızı kaçıranların yerini bulmuşlar.”
“Kimler? Kimler bulmuşlar?” diye sordu
başkomiser.
“Çocuklar efendim,” dedi Şefik Bal ve “Az önce
bunu diyecektim. Müsaade buyurursanız anlatayım,”
dedikten sonra Salim’in ona anlattıklarını, hatırında
tuttuğu ölçüde aktardı.
“İşte mesele bu boyutlara vardı. Salim’in anlattığına göre çocuklar oraya gidiyorlarmış.”
“Yahu karakolda, mahallede neler oluyor? Haberiniz yok,” diyerek doğruldu Başkomiser. “Basri, çocuklara söyle yayılmasınlar, gidiyoruz.” Sonra masadan kalktı, “Şu ... mahallesindeki oto tamircilerinin
adreslerini bulun çıkarın! Tamircilerin, yıkamacıların...” diye az önceki nöbetçi memura buyurdu. Tam
gidecekti, döndü. Soğumuş çayının dibinde kalanını
dikti.
“Ben de geliyorum sizinle,” dedi Kadriye hanım.
“Olmaz, sizlik birşey yok. Ayakbağı olmayın.”
201
“Siz götürmezseniz, biz kendimiz gideriz” diye karıştı söze Adem’in babası. “Daha mı iyi olur?”
Başkomiser birşey demedi, ‘ya sabır’ dercesine ellerini iki yana açtı. Çıktı.
On dakika kadar sonra Adem’in babasıyla Kadriye
hanım arkada, Başkomiser ve arabayı kullanan başka
bir polis önde, diğer beş araçla birlikte malum mahalleye seyir halindeydiler. Suskun ve gergin bir yolculuktan sonra mahalleye ulaştılar. Dört oto servisi vardı. İkiye ayrılarak, ikişer ikişer paylaştılar.
Başkomiserin ekibi ilk uğradığı yerde birşey bulamadı. İkinciye doğru giderken telsizden Basri’nin
sesi duyuldu:
“82-55, 82-10”
“82-10 dinliyor,” diye cevap verdi başkomiser.
“82-55, Efendim iki yere de girdik. İçerdekiler konuyla ilgisiz görünüyorlar. Ancak ne olur ne olmaz
diye herkesi aldık. İçerde ve çevrede diğer şahıslara
dair bir ize rastlayamadık. Emirleriniz efendim? Şimdi sizin yanınıza gelelim mi?”
“Olumsuz. Gelmeyin evladım, bütün mahalleyi
ayağa kaldırmayın. Biz şimdi ikincideyiz. Destek istersek anons ederiz.”
“82-55 Anlaşıldı efendim.”
Şöför başkomisere döndü: “Efendim, ... sokak burası.”
“Tamam evladım yanaş şuraya.”
Başkomiser ve arkasından gelen diğer iki araçtaki
polisler indi. Issız, boş arsaların olduğu sokakta, yo-
202
kuş yukarı, duvarla çevrili iki katlı bir yapıya doğru
ilerlemeye başladılar. Başkomiser gitmeden şöföre,
“Bu ikisini yaklaştırma sakın,” diye tembihledi, sonra
koşup diğerlerini yakaladı.
Bir kısmını duvarın arkasına dolaştırdı, bir kısmıyla da kapı niyetine duran açıklığın dibine çöktü. Sonra
60 saniye bekleyip eliyle işaret etti: ‘Başlıyoruz.’
İçeri daldılar: Etrafta araba parçaları, lastikler.
Karşı duvardan atlayarak arkadan yaklaşan polisleri
gördüler. Garaj gibi bir bina vardı, sağda da bir açıklık. Binaya yöneldiler. Garajdan içeri girdiler.
“Eller yukarı!”
“Kımıldamayın!”
“Teslim olun!”
Beş dakika kadar sonra atölyenin zemininde gri tulumlu üç işçi, hidrolik ile kaldırılmış taksinin sahibi
olduğunu iddia eden bir kişi ve üst kattaki yazıhaneden alıp getirilen biri bayan iki kişi yatırılmıştı. Her
yer aranıp taranmış, ne Tülay, ne çocukların izine
rastlanmamıştı.
Başkomiser hırsla telsize sarıldı:
“82-10 merkez 82-56”
“82-56 merkez dinliyor efendim.”
“Oğlum bu dediğin yerlerin hepsine girdik, kimse
yok! Emin misin başka olmadığından?”
“82-56, doğrudur efendim. Ticaret odasından teyit
ettirdim. Dört tane.”
203
“Bir daha bakın evladım, belki başka bir şekilde
geçiyordur. Yedek parçacılara bakın, benzincilere bile
bakın, varsa bu mahallede.”
“82-56 anlaşıldı efendim.”
Başkomiser yanındakilere, ‘Alın götürün bunları
da!’ diye işaret ettikten sonra tekrar telsize sarıldı,
Basri’yle konuşmak için.
“82-10, 82-55”
“82-55 buyrun amirim.”
“Basri, oğlum, burası da temiz!”
“Ne yapalım efendim? Çıkıp arayalım mı?”
Tam o sırada uzaktan bir yerden boğuk bir ses duyuldu. Sonra üst üste iki kere daha. Başkomiser kulak
kabarttı: Silah sesleriydi bunlar.
Derken karşılıklı gelmeye başladı. Bir cayırtıdır
gidiyordu biryerlerde.
“Basri, duyuyor musun?”
“Duyuyorum efendim, arka taraftan, viyadüğün
oradan geliyor.”
Başkomiser telsizle konuşmayı bırakıp koşarak ve
bağırarak dışarı fırladı:
“Herkes araçlara, çabuk ulan çabuk!”
***
“Bunları n’apacağız?” diye sordu Tolga, deliğin
başındaki Adem’in yanına geldiğinde.
“Kalsınlar öyle. Fakir aşağıda, sesini duyuyorum.”
204
Adamları elleri ayakları bağlı halde yukarda bırakıp dimdik kendi etrafında dolanarak aşağı giden, spiral merdivenlerden inmeye başladılar. Önde Adem,
sonra Serdar, Tolga mümkün olduğunca sessiz aşağı
süzüldüler.
İndikleri yer loş, yağ ve rutubet kokan bir depoydu. Yahut ileriye doğru bir koridor ve çeşitli kapıların
göründüğü, çeşitli konuşmaların geldiği daha büyük
bir deponun giriş kısmı. Burada hiç lamba yok. Ancak koridorun durmadan yanıp sönen floresanı bir girişe yetecek kadar aydınlatıyor. Duvarlarda ofis tipi
dolaplar var irili ufaklı. Ancak çoğu boş. Sola doğru
kıvrılan koridorun köşesine gelip dizildiler. Adem’in
burnuna biryerlerden tanıdık bir parfüm kokusu çarptı. Üç veya daha fazla kişi konuşuyordu.
“Bu pezevenk işimize yaramayacak! İnatçı it!”
“Akıllı olsana köpek!” Bu Fakir, “k”leri ele veriyor.
“Ya abi, ona ne ihtiyacımız var ki? Parayı aldık.”
Bu başka biri.
“Sen de sus lan! Zamanında halletseydiniz bu kadar başımız ağrımayacaktı.”
“Öyle deme abi uğraştık, boş durmadık.”
Adem köşeden kafasını uzattı: Hemen önlerinde
solda bir masa ve sağda duvar vazifesi görerek yanlamasına koridoru daraltan bir dolap var. Bunlar da
ofis mobilyası. Masanın altından ileride, koridorun
ucundaki açıklık görünüyor. Oldukça aydınlık, tam
parlak bir lambanın altında birkaç gölge. Bir tanesinin
yüzü duvara dönük, yere dizçökmüş, elleri arkadan
205
bağlı gibi. Bir tanesi ayakta sinirli sinirli volta atıyor.
Bir diğeri dikiliyor. Masada uzun saçlı biri oturuyor,
elindeki nesne ile oynuyor. Hepsinin arkasında cam
ile ayrılmış bir yer. Bir camekan.
“Neredeymiş para?” dedi ‘kahkül’cü. “Nereye saklamış kahpe?”
“Çok uyanık! Kargoya gitmiş, Marmaris şubesine
göndermiş parayı paketleyip.”
“Ne?”
“Yaa, düşünsene kesekağıdına koyup göndermiş
parayı. Ulan biz onun için kellemizi koyduk ortaya.”
“Çok acayip, ee nasıl aldınız peki?”
Adem köşeyi dönüp masanın arkasına geçti. Serdar ve Tolga da ardından. Demek parayı alabilmiş
Tülay! Neyse para heriflerin olsun, Tülay Adem’in.
“Paket gitmiş sonra da geri gelmiş orada bir hafta
bekledikten sonra. Üstüne bir de gidiş geliş parası
verdik almak için. Çok komikti: 50 milyon verip 200
milyar aldık. Bir de oyuncak ayı çıktı paketten, eşantiyon.”
“Parayı karıya veren...”
“Allah rahmet eylesin!” dedi arkalardan başka biri.
Kahkahalar...
‘K’leri söyleyemeyen devam etti:
“Parayı veren tam bir aptal, tamam. Ama sizin
öküz de uyuyor karı tüm bunları yaparken. Kime
göndermiş orada?”
206
“Bizim adam gidip de farkına varana, peşine düşene, karıyı bulana kadar yemiş bu haltları. Alıcının adı:
Adem Bal. Dekontu burda.”
“Aha, bu senin elinden kaçan ibne değil mi?” diye
ayaktakilerden birine sordu ‘kahkül’cü herif.
“O, ta kendisi!”
Hakan bu konuşan, ta kendisi!
“Ee çantasından çıkan Marmaris biletleri? Onlar
da bu lavuk içindi ha? O yüzden kıçımızdan ayrılmıyordu bacaksızlar desene. Paranın kokusunu almış şerefsizler.”
Bu, deminden beri ortada dolanan da Fatih! “K”
leri söyleyemeyen: Fatih. Fakir: Fatih. “Demek Marmaris’e gidecektik!” diye düşündü Adem. “Ah Tülay!
Adem gibi bir sefil için değer mi?”
“Öyle mi lan? Parayı mı istiyordunuz?” diyerek
duvarın dibindekinin sırtına bir tekme indirdi Fatih.
Elleri arkadan bağlı gölgenin burnu, alnı ‘donk’ diye
bir ses çıkardı duvardan.
“Nasıl oldu da akıllandı peki?” diye devam etti Fatih, sorularına. “İki haftadır bana mısın demiyordu.”
“Ya evet, dirençli karı. Kulağını alırken altına işedi, kokuttu her tarafı da yine söylemedi paranın yerini.”
“Şerefsiz iblisler!” diye tısladı Tolga, Adem’in kulağının dibinden.
Tülay, dünyanın en güzel Tülay’ı o. Neler çekmiş,
neler yapmışlar ona! Olsun herşey bitecek, herşey geçecek. Adem sağda kendilerine çevrilmiş dolabın ar-
207
kasına sıçradı sessizce. İşte Tülay’a doğru bir adım
daha. Konuşan, anlatan herif bu gölgelerin arasında
değil ama.
“Şimdi niye söyledi peki? N’oldu?”
“Dün gece evini ziyaret ettik bir daha. Kızıyla kocasını aldık getirdik. Bacaksızı karşısında çırılçıplak
görür görmez öttü kaltak.”
Yonca da burada! Alçaklar!
“İyi akıl etmişsiniz, aferin!”
“Aslında aferin bana!” dedi bir bayan sesi. Masada
oturan uzun saçlı. “Ben en baştan dedim Mehmet’e,
bir kadın çocuğuna dayanamaz.”
“Ee, her başarılı erkeğin arkasında hanımı vardır,”
dedi görünmeyen adamın sesi. Mehmet denen şeytan
bu galiba. “Yalnız sen sohbete dalıp bizim ufaklığı
unutacaksın teyzesinde.”
Adem ile Tolga, biri dolabın, diğeri masanın arkasından şaşkınlıkla birbirlerine bakıyorlardı. Bunlar ne
acayip insanlar. Akla hayale gelmeyecek işkenceleri
yapıyorlar, sonra bu vahşeti film anlatır gibi anlatıyorlardı. Üstelik karıları, çocukları var. Aile. Bir aile.
Mutlu, mesut bir aile idi bunlar. Böyle birşey olabilir
mi?
“İyi güzel de hamama döndü burası. Ne olacak bu
kadar adam?” dedi Fatih. Bir yumruk ve ardından bir
kafa veya kemiğin duvara çarpma sesi. “Daha bir de
bu ibne var.” Bir inleme.
“Hepsiyle işimiz bitti. Götürür kıyarız bir yerde.
Aslında getirmedik ama, hazır kamyonet de var. Alayını tıkıp ızgara yaparız içerde. Aile faciası, hah hah!”
208
Tolga ile Serdar da dolabın arkasına geçtiler. Artık
adamlarla aralarında başka eşya, engel yok. Tolga,
Ademin kulağına fısıldadı: “Haydi, ben dayanamayacağım daha fazla!” Adem onaylar anlamında hızlı
hızlı kafa salladı. İki üç kez derin derin nefes aldı.
“Dur bakalım,” dedi Fatih. “Orasına biz karar veremeyiz.”
Mehmet neşeli neşeli cevap verdi:
“Tamam canım kızma. Aslında bu kahpe biraz daha kalsa da olur. Çocuklar iyi alışmıştı eğlenceye.”
Mehmet’in karısı bir kahkaha attı. Ne biçim bir insan, ne biçim bir kadın bu?
Fatih, “Bir biz bakamadık tadına,” dedi Hakan’a
bakıp.
“Haydi o zaman, hazır daha gelmemişken,” dedi
Hakan ve gidip arkadaki camekanın sürgülü kapısını
yana çekti.
Aynı anda Tolga, Adem ve Serdar silahlar elde,
dolabın arkasından fırladılar.
“Dur bakalım, ağır ol!”
Hepsi bakakaldı: Masadaki kadın, Hakan, Fatih,
duvarın dibindeki çömelmiş gölge. Koridorun sola
doğru dönen kısmından kafasını uzatan Mehmet ve
iki kişi daha.
Beş on saniye kimse kıpırdamadı, birşey demedi.
Ademlerle karşılarındakiler arasında on metrelik bir
koridor vardı. Az önce attıkları birkaç adımla artık
gölgeleri seçebilecek kadar yakındılar. “Mehmet,
Mehmet” dedikleri vakt-i zamanında Adem’in Ser-
209
dar’ı elinden kurtardığı “Mehmet Reis” idi. Yanından
uzanan kellelerden biri de kafa attığı “santrfor”unki.
Kargo paketinin durduğu masadaki kadın ile Mehmet’in diğer adamını tanımıyorlardı. Hepsi spor denebilecek kıyafetler giymişlerdi. Kendilerine saldırmaya hazır bir kurt gibi bakan Hakan ve Fatih ile zaten yakından tanışıktılar. Onların az önünde çömelen,
burnundan aşağı kan sızan çocuk ise Salim’di.
Sessizliği “Noluyor lan!” diyerek Fatih bozdu ve
yıldırım hızıyla zaten elindeki silahı doğrulttu.
Hakan geri döndü, “Manyak mısınız lan siz?” dedi. “Ne istiyorsunuz?”
“Sen çık aradan, lafım Fakir’e.” dedi Adem.
Fatih ile Hakan bir an bakıştılar.
Adem, Fatih’e bakarak devam etti:
“Kardeşin bizde. Gebze’den aldık.”
Tolga’nın gürlemesi işitildi:
“Kıpırdama lan it! Arkadakiler şöyle geçsin.”
Fatih’in geçin işaretiyle karşı köşeye saklanan
Mehmet ve iki adamı açığa çıktı.
Tolga tekrar buyurdu:
“Atın silahları.”
“Çok şey istiyorsun yavrucak!” dedi Fatih. “Süt
çocuğu, kullanmayı biliyor musun elindekini? Ağırdır
o tüfek, çok tutamazsın.”
“Tutarım, sen merak etme!”
Adem devam etti kaldığı yerden:
210
“Bakın, sakin olun, maraza çıkmasın. Meselemiz
basit, anlaşalım bitsin! Arkadaşlarımıza karşılık Fakir’in kardeşi. Parayı istemiyoruz, sizin olsun.”
Tekrar bir sessizlik oldu. Tolga, Adem ve Serdar’ın doğrultulmuş silahlarına karşın diğerlerinden
sadece Fatih’in elinde silah vardı. Ötekiler tetikte
bekliyorlardı. Hele Hakan. Bir hareket olsa üzerlerine
atlayacak.
Derken tuhaf birşey oldu. Arkadan, Adem’lerin
indiği dik merdivenlerden biri indi tangır tungur.
“Ne biçim bir yer burası?” diyerek geldi, geldi.
Hafif yan dönerek geleni kolladılar. Tolga tüfeği o
tarafa çevirdi. Gölge geldi, geldi. Yanlarında durdu:
Komiser Recep!
Recep, Mehmet’e mi, Fatih’e mi, Adem’e mi...
Kime sorduğu meçhul, ortaya gürledi: “N’oluyor
burda?”
“Komiserim,” dedi Adem sevinçle. “Hoşgeldiniz!”
Recep cevap vermeden yanlarından geçti.
“Abi,” dedi Fatih. “Bunlar kardeşinle ilgili bişeyler
zırvalıyor.”
Recep Mehmet’e bağırmasını sürdürdü: “Ne biçim
bir yer lan burası? Yukarısı Allah’a emanet!
N’oluyor?”
Fatih kafasıyla Adem’i işaret etti tekrar.
“Ne diyorsunuz ulan?” diyerek döndü Recep, küçük dillerini yutmuş çocuklara.
“Konuşsanıza lan! Ne istiyorsunuz?”
“Fa... Fakir sen misin?” dedi Adem.
211
İhtiyar adam kısa bir şaşkınlığın ardından sırıttı:
“Nereden duydun? Öyle de derler!”
Adem yutkundu: Hâlâ şaşkın. Tolga devraldı lafı:
“Kardeşin bizde Fakir efendi! Bizim de arkadaşlarımız sende. Az önce söyledik, para sizin olsun.”
“Ee, ne istiyorsunuz ya?”
“Al gülüm ver gülüm. Kardeşini al, Tülay’ı, Salim’i, Arif’i ve ufak kızı ver!”
“Ohooo şuna bak, efeye bak! Dünyaları istiyor.
Say, say daha da say! İstersen iki kişi daha vereyim.”
dedi Recep alay eder bir tonla. Sonra kükredi:
“Oğlum aklınızı peynir ekmekle mi yediniz siz?
Ben size daha en başta karışmayın demedim mi lan?
Buraya gelip, birşey olmamış gibi çıkacağınızı nasıl
düşünebiliyorsunuz geri zekalılar?”
“Şöyle,” diye devam etti Tolga, “Kardeşin bizim
arkadaşlarımızın yanında. Biz çıkamaz isek, kardeşin
de bir daha gelemez.”
Recep sırıttı, arkasında sabırsızlık ve gerginlikle
dikilenlere baktı. Sonra bizimkilere dönüp tekrar sırıttı:
“Siz, siz...” güldü tekrar. “Siz gerçekten çok aptal
olmalısınız. Yahu neyinize gerek? Elin karısının derdi
size mi düştü? Otursanıza evinizde yahu. Size ne yahu?”
“Nasihati kes!” dedi Adem, kendine gelmiş, ilk
şaşkınlığı geçmişti. “Parayı istemiyoruz dedik. Bir
daha da karşılaşmayız zaten.”
Recep ciddileşti:
212
“Getirin kardeşimi!”
“Olmaz,” dedi Adem. “Önce arkadaşlar...”
Recep gözlerini Adem’den ayırmadan elini arkaya
Fatih’e uzattı.
Tolga tüfeği gergince bir ona, bir öbürüne çevirdi:
“Kıpırdamayın!”
“Kıprdarsak n’olur?” dedi Recep. Fatih belindeki
tabancayı çekerek verdi. Recep baktı beğenmedi:
“Bunu değil, şu piçin üzerinden çıkanı ver!”
Fatih bu laf üzerine deminden beri kendi elinde
duran “Şahin”i uzattı Recep’e. Kendisi eline diğerini
aldı.
“Kardeşimi getirin,” dedi Recep. “Nereden bileyim elinizde olduğunu?”
“Olmaz,” dedi Adem. “Önce sen...”
Adem’in lafı bitmeden Recep silahı diz çökmüş,
arkası dönük, olan bitene bakmaya çalışan Salim’e
doğrulttu ve:
DAN!
Bacağından vurdu.
Salim’in haykırışı koridorda silah sesinden çok
çınladı.
Tolga ile Adem dehşetle bakarken Recep avaz
avaz, hece hece bağırdı:
“Kar-de-şi-mi ge-ti-rin, göreyim!”
Adem, Serdar’a ‘Git getir.’ diye işaret etti başıyla.
Demir merdivenlerde çıkardığı tangır tungur ayak
sesleriyle fırladı gitti Serdar.
213
“İlginç çocuklarsınız,” dedi Recep. “Önce olur olmaz şeyler sordunuz, burnunuzu soktunuz. Sonra
adamlarımdan şüphelendiniz. Sonra mekanımızı bastınız. Şimdi de buraya geliyorsunuz.” Elleriyle, kaşıyla, gözüyle ‘Allah Allah?’ der gibi mimikler yaptı.
“Sebebini anlayamıyorum.”
“Abi,” dedi Fatih. “Karı parayı beraber indirecekmiş Adem ile.”
“Yaa... ...eveet, şimdi anlaşılıyor. Para için. Paradan haberdarsın. Ortaktınız... Peki diğerleri? Senin
haberin var mıydı paradan?” diye yerde kıvranıp ağlayan Salim’e sordu.
“Onlara pay mı verecektin yoksa maaşlı mı?” diye
güldü Recep. Sonra Tolga’ya döndü: “Senin var mıydı haberin? Kaç para alacaktın?”
“Vallahi,” dedi Tolga, “aslında alacaklarım birikti
Adem’de. Şu iş bitsin, senin icabına bir bakalım. Hesabımızı görürüz onunla.” Tüfek ağırlaşıyordu hakikaten.
“Para için yani!”
Tolga dayanamadı, “Paradan başka şey bilmez misin?” diye bağırdı. “İstemiyoruz dedik. Sen onları bırakacaksın, çıkıp gideceğiz.”
Bir ileri, bir geri yavaş yavaş volta atan Recep’in
kaşı gözü bu sefer ‘Vay canına, ne kendine güven!’
dercesine oynuyor, kafasını sallıyordu. Ancak alay mı
ediyor belli değil. Kıvranan Salim’i dürttü ayağıyla.
“Peki,” dedi. “Haydi buradan çıktınız, sonra bulmayacaklar mı sizi?”
214
Arkadaki merdivenlerden tekrar tangırtılar geldi.
Birkaç kişi indi paldır küldür. Baktılar: Serdar, ikizleri de almış Fakir’in kardeşini getiriyor.
“Bunlar ne böyle yahu? Fotokopiyle adam mı çoğalttınız?” diyerek güldü Recep.
“Rahat durmadı,” dedi Serdar Adem’e. “Tek başıma getiremedim.”
“İşte geldiii,” dedi Recep. “Şimdi pazarlığa başlayabiliriz.”
“Başlayalım.” dedi Adem.
“Sen şimdi diyorsun ki: ‘Sende dört var, bende bir.
Ama benim birim dörde bedel. Fakir’in kardeşi.’ Öyle
mi?”
Adem Tolga ile bakıştıktan sonra cevap verdi:
“Evet, öyle.”
“Hmm,” dedi Recep, “Kardeşimi severim.” Salim
inliyor, Recep (Veya Fakir) voltalıyordu. Fatih’in silahı Adem’e doğrultulmuş, Hakan tetikte bekliyordu.
Mehmet ve adamları daha tedirgin görünüyorlardı.
Kadın ise masanın altına doğru kaymıştı çoktan.
Bizimkilerde Adem ile Tolga öndeydi. Aralarındaki Serdar kurusıkıyı bir eliyle tuttuğu, elleri ve ağzı
bantlı Fakir’in don-atlet kardeşine doğrultmuş bekliyordu. İkizler hemen onların arkalarında, silah Zeki’de...
“Kardeşimi severim,” diye tekrarladı Recep. “
‘Dörde karşı bir değil, dörde dört’ diyorsun yani.”
“Öyle işte, kimsenin burnu kanamadan...”
215
Yine, Adem sözünü bitirmeden Recep silahını kaldırıp Serdar’ın elleri arasındaki kardeşine doğrulttu.
Tetiği çekti. DAN. DAN
Ağzı bantlı adam ah bile diyemeden Serdar’ın elleri arasından kayıp düşerken “Şimdi n’olacak?” dedi
Recep. “Hiç koz kalmadı elinde.”
Sonra “Şahin”i Serdar’a doğrulttu. Elindeki adam
vurulur vurulmaz Serdar silahı Recep’e çevirmişti,
hatta tetiğe de ondan önce asıldı iki kez ama... Ama
elindeki kurusıkıydı.
O andan itibaren kıyamet koptu. Recep’in elindeki
“Şahin”den fırlayan iki gümüş kurşun Serdar’ın boğazını ve göğsünü delip geçti. Onu iki üç metre geriye fırlattı. Tolga’nın tüfeğinden çıkan saçmalar
Mehmet’in adamlarını yaraladı. Adem, Recep’e ateş
etti, vuramadı. Fatih ise Adem’e kurşun sıkıyordu.
Adem’in sol kolu biri yumruklamış gibi geriye doğru
açıldı, geri geldi. Canı acımamıştı ama kan akıyordu.
İkizlerden Zeki ateş ettikçe tabanca tepiyordu, kimseyi vuramadı. Ademler dolabın arkasına, karşıdakiler
koridorun köşesine çekildiler. Bu tantanada karşı
odanın camları şangır şungur kırıldı.
“Aptallar!” diye bağırıyordu Recep, “Benimle
oyun oynayabileceğinizi mi sandınız lan!”
Ademlerin bulunduğu yer çok dardı. Tolga ile
Volkan diğer duvar dibindeki masayı, Adem ile Zeki
dolabı devirip arkasına geçtiler. İki taraf da görmeden
ezbere ateş ediyordu. İki üç saniye içinde dolapta beşon delik açıldı ama bu mermilerin hiçbiri kimseye
isabet etmedi. Ortada Mehmet’in adamlarından biri,
Fakir’in kardeşi, Serdar ve kıpırdanan Salim yatıyor-
216
du. Derken masanın da o kadar sağlam olmadığı anlaşıldı. Hakan’ın köşeden kolunu uzatıp sıktığı birkaç
kurşun masayı deldi. Bir tanesi Volkan’ı göğsüne
saplandı. Çocuk hiç ses çıkarmadan duvara doğru yığıldı. Ancak o hengamede bunu kimse farketmedi.
Bir süre sonra, “Buranın suyu çıktı,” dedi Recep
yanındakilere. “Birazdan gelirler silah seslerine. Gitmemiz gerek.”
Elleri arkadan bağlı Salim sürünerek Adem’lerin
yanına gelmeye çalışıyordu ki Recep’in sırıtkan suratı
köşeden görüldü. Şahin’i doğrultup Salim’i ensesinden vurdu.
“Şerefsizz!” diye bağırarak asıldı tetiğe Adem, yine ıskaladı. Kolu acımaya başlamıştı.
Recep bağıra çağıra buyurdu yanındakilere:
“Siz yukardakileri bitirin. Ben bunları ve karıyı
hallederim.”
“Okey abi,” diyen sesi duyuldu Fatih’in. “K”leri
söyleyemiyordu.
Koşarak uzaklaşan ayak sesleri. Recep yanındaki
diğerleriyle konuşuyor:
“Sizin silahınız yok mu lan. Erkek olun biraz.”
“Tolga,” dedi Adem. “Yukarı gidiyorlar, gitmesinler. Başka bir çıkış var galiba o tarafta. Evin önünü
kes!”
“Tamam,” dedi Tolga, geri dönüp fırlayıp gitti.
Demir merdivenlerden tırmandı. Etrafına bakındı.
Taunus, Gri Opel. Tulumlu işçiler bağlarını çözmüşler, ortalıkta yoklar.
217
O tarafa doğru giderken bahçenin öbür tarafındaki
yıkama garajından eve doğru koşarak gelen Hakan ile
Fatih’i gördü. Asıldı tetiğe. Boğuk bir ses çıkararak
fırladı saçmalar. Vuramadı ama, bu atış onları durdurdu, gizlenmek zorunda bıraktı. Onlar da iki el ateş
ettiler. Kendisi de hemen önündeki beyaz arabayı siper aldı. Herifler şimdi durmadan ateş ediyordu.
O esnada, aşağıda, Adem ile Zeki köşeden görünüp kaybolan kafalara ateş ediyor ama vuramıyorlardı. Bir şekilde karşı odaya girmeliydi. Tülay orada!
Odanın kapısının dibindeki kadın iyice büzüşmüş,
masanın arkasına sinmişti. Para paketi masanın üzerinde duruyordu.
Kısa süren bir sessizliğin ardından Recep’in “Şimdi!” diyen sesiyle beraber, Recep, Mehmet Reis ve şu
“santrfor” ateş ederek öne fırladı. Mehmet ile santrfor
Ademlere ateş ederken Recep onların arkasına saklanarak paketi alıp kapısı aralık odaya girdi. Bunu gören Adem fırladı yerinden. Arkasından Zeki de.
Adem, Mehmet’e, Zeki öbürüne, karşılarındakiler
de onlara boşalttı mermileri. Arka odanın hâlâ sağlam
kalabilen camları da kırıldı, yerle bir oldu. Mehmet’i
de, öbürünü de vurdular. Zeki’ye kurşun isabet etmezken, Adem sol omzundan bir yara daha alıp yere
düştü.
Odadan iki el silah sesi geldi. Şahin’in sesi.
“Tülaaay!” diye bağırdı Adem doğrulmaya çalışarak. “Tülaaay!”
Recep odadan çıkar çıkmaz hem Zeki hem Adem
bastılar tetiğe. Zeki’nin kurşunu bitti. Kalçasından
veya karnından yaraladılar. Yere kapaklandı, parayı
218
düşürdü. Ama hemen kalkıp köşeyi dönmeyi, sıvışmayı becerdi adam.
“Tülaaaay!”
Bu sırada yukarda Tolga arabanın arkasına sinmiş
bekliyordu. Hesabına göre ya üç ya da dört fişek kalmıştı tüfekte. Bir Hakan ateş ediyor, Fatih yaklaşıyor,
bir Fatih ateş ediyor Hakan yaklaşıyordu. Böyle böyle
karşıdaki lastik yığınına kadar geldiler. Adamlar önce
kendisini vurmaya, sonra da eve girip kızla babasını
boğazlamaya ne kadar azimlilerdi böyle? Tolga bu
yardımlaşmayı kafasında ölçtü: Beş saniye. Beş saniyede bir biri ateş edip öbürü geliyordu. Bir, iki, üç,
dört... Dörtte fırladı Tolga. İyice ağırlaşan ve ısınan
tüfeği bu hamleyi beklemediği için şaşıran, ileri doğru
bir iki adım atmış Hakan’a doğrulttu, tetiği çekti. Yere yıktı.
Fatih küfredip ateş ederek cevap verdi. Tolga bacağından vurulup yere düştü. Arabanın altından yaklaşan Fatih’in ayaklarını görüyordu. Ne inatçı bir herifti bu! Tolga tekrar doğruldu, ateş etti. Iskaladı, ona
cevap veren Fatih de ıskaladı. Ancak, herifin tabancası çat diye bir ses çıkardı namlu geriye düştü. Kurşunu bitmişti. Hemen yerde yatan Hakan’a doğru koştu,
silahını almak için. Tolga o tarafa bir daha ateş etti.
Yine ıskaladı. Ancak saçmaların yerden çıkardığı tozlar Fatih’in yönünü değiştirmiş yıkama garajına yöneltmişti. Tolga bir kez daha asıldı tetiğe, ‘çat’ etti
onun tüfeği de. Tüfeği sopa gibi kavrayıp peşinden
gitmek için davrandı. Ancak yaralı bacağı onun ağırlığını taşımadığından olduğu yere yığıldı. Tekrar kalkıp yavaş yavaş gitti Hakan’ın yanına. Nefes alıyor-
219
du, ölmemişti. Silahını aldı. Fatih’in arkasından oto
yıkama binasına gidecekken vazgeçip eve döndü. Lavabonun oradan üst kata çıktı. Kapı kapalıydı. Sağlam
bacağından güç alarak omuzladı. Bir daha omuzladı.
Canı felaket yanmasına rağmen üçüncü veya dördüncü denemesinde kilit çatırdadı. Sonrakinde açıldı.
Tek tek bütün odalara baktı. En son kapısı kilitli
bir odaya rastladı. O kapıyı da kırdı. İçeride yatakta
Arif yatıyordu yüzükoyun. Elleri, ayakları bağlı. Gözleri bantlı, ağzı tıkalı. Tolga koşup çözmeye başladı
adamı.
“Yonca nerede abi?” dedi.
“Aşağıda! Beni de önce oraya indirmişlerdi, sonra
çıkardılar.”
Aşağıda Adem ve Zeki köşeyi dönüp kaçan Recep’in peşinden atıldılar. Onlar da köşeye ulaştıklarında bir inleme veya ağlama sesi duydular. Belli belirsiz gelen bu ses inceydi: Bir kıza veya çocuğa ait.
Koridorun sağ duvarında yer yer dolaplar vardı yine.
Sol tarafı da boydan boya camekan odalarla kaplıydı.
Bir iki tane de kapısı vardı. İnleme sesini önlerinde
koşan Recep de duymuştu. Birden durdu, odalardan
birinin kapısını açtı. Zeki yerdekilerden birinden aldığı silahla adama ateş etti, vuramadı. Odada aradığını
bulamamış adam bir dolabın arkasına saklanıp körlemesine ateş ettikten sonra, “Bak,” dedi. “Gel anlaşalım. Bana parayı ver, ben de ufak kızı vurmayayım!
Hah hah.”
Derken fırlayıp diğer bir odanın kapısını açtı. Hiçbir yere saklanmadan koridorda yürüyen Zeki ile
Adem yine vuramadılar adamı. Recep daha ilerdeki
220
bir dolabın arkasına gizlendi. “Bence gayet adil,” diye
bağırdı Ademlere doğru. “Al gülüm, ver gülüm!”
En son, koridorun en ucunda, hafif güneş ışığı gelen diğer köşedeki kapı kalmıştı. Recep bir daha fırladı, kapıyı aralayıp içeri baktı. “Aha!” diyerek içeri
daldı. “Ufaklık buradaaa! Anlaşmak istemiyor musun?” Adem hayal meyal gölgeler gördü camın ardında: Recep içeri doğru bir adım attı, “Şahin”i doğrulttu ve...
DAN! DAN!
Adem’in ateş etmesiyle cam kırıldı, sendeleyen
Recep gerisin geri dışarı doğru yere serildi. Silah koridorun ortasına dek yuvarlandı. Zeki ile Adem o tarafa giderlerken köşeden Fatih fırladı, yerdeki “Şahin”i
aldı. Gelenleri ve yerde yatanı görünce geldiği yerden
gözden kayboldu. Adem ile Zeki, Recep’in cesedinin
üzerinden atlayarak odaya girdiler. Odada hiçbir eşya
yoktu, sadece Yonca, çırılçıplak, dövülmüş, yara bere
içinde, elleri bağlı, ağzı bantlı, bir köşede büzülmüş
ağlıyordu.
Tolga ile Arif ikinci kattan aşağı indiklerinde yıkamacıdan çıkan Fatih’i gördüler. Onlara doğru bir el
ateş eden Fatih arkaya doğru koştu, duvardan atlayıp
gitti.
“Araba kullanmasını biliyor musun abi?” diye sordu Tolga.
Arif ‘evet’ anlamında kafasını salladı. Silah seslerinin susmasından ve Fatih’in kaçışından umutlanan
Tolga,
221
“İyi o zaman bin, çalıştır. Anahtar üzerinde olacak.” dedi. “Ben Tülay abla ile Yonca’yı getireyim.”
Ancak işlerin o kadar yolunda gitmediğini Adem’i
görünce anladı. Adem, yıkamacının içerisindeki, köşedeki demir, geniş merdivenlerden inildiğinde hemen karşıya düşen odadan çıkarken Zeki tişörtünü çıkarmış Yonca’ya giydiriyordu.
“Tülay nerede?” diye sormak istedi Tolga. Ancak
sarkmış sol kolundan damlayan kanlarla yerleri boyayan Adem, sarhoş gibi koridorun diğer ucuna doğru
yürüdü gitti.
Tolga, Zeki’ye kızı arabadaki babasına götürmesini ve hemen buradan göndermesini söyledikten sonra
Adem’in peşine takıldı. Az önce kıyametin koptuğu
aydınlık köşeye geldiler. Adem odaya girerken Tolga
köşedeki kadını farketti.
Çirkin, sert suratında korkudan, dehşetten çok etrafında yatanlara karşı bir kayıtsızlık, bir sıkkınlık ifadesi, bakışlarında bir melunluk vardı. Tolga onu ne
yapacağını düşünürken odadan sesler gelmeye başladı. Adem konuşuyordu. Tülay yaşıyordu demek! Tolga kafasını uzatıp baktı: Adem, Tülay ile, üzerinde
sadece idrardan sararmış külodu kalmış, bir kulağı ve
ayakparmağı kesilmiş, dudakları parçalanmış, kalp
bölgesine aldığı iki kurşun yarasından sızan kanların
ve cam kırıklarının içinde cansız yatan Tülay ile konuşuyordu:
“Tülay’ım, güzelim. Neden konuşmuyorsun? Uykun mu var? Dünyalar güzelim, niye cevap vermiyorsun? Haydi kalk, gidelim artık. Gidelim. Yorgun musun, uykusuz musun? Peki, peki uyu bakalım. Ben
222
seni kaldırırım sonra. Sonra... sonra gideriz. Olur
mu?”
Tolga belli belirsiz başka iniltilerin geldiği, ilk
saklandıkları masanın arkasına gidince orada da Zeki’yi gördü. Üst tarafı çıplak, Volkan’ı dizlerine yatırıp sarılmış. Bebek uyutur gibi sallayıp ağlıyor. O da
birşeyler söylüyor ancak sesi çıkmıyor. Sadece dudak
hareketleri...
Dışarıdan siren sesleri de gelmeye başlayınca Tolga içeri girip Adem’in koluna yapıştı.
“Haydi Adem, gitmeliyiz.”
“Yok, ben bekleyeceğim. Tülay uyanınca geliriz
biz.”
“Adem, polisler geliyor. Gidelim.” Tolga sağlam
koluna asıldı Adem’in. Ancak öteki hışımla geri
çekti.
“Bıraksana be!” diyerek daha çok sarıldı Tülay’a
Adem. “Biz sonra geliriz dedim ya. Yorgun, uyusun
biraz.”
“Bırak uyusun Adem. Şimdi gitmemiz lazım.” diyen Tolga Adem’i çeke çeke, güç bela kopardı Tülay’dan. Ayağa kaldırdı. Dışarı çıkarken kadının elindeki oyuncak ayıyı gördü. Aldı.
Tolga, bir kolunda şuursuz Adem, Kadının gözünü
diktiği yerdeki para paketini de alıp Zeki’nin yanına
gitti, ancak ne yaptıysa onu kardeşinden ayıramadı.
Uzun çabalar sonuç vermeyince vazgeçti. Biri topallayarak, diğeri sarkan kolunu tutarak. Güç bela Fatih’in atladığı duvardan atlayıp uzaklaştılar. Rüzgar
durmuştu.
223
224
VIII
Zile asıldı Adem. Kimse açmayınca uzun uzun
çaldı yeniden. Umudu kesilmeye yakın, Yonca kapıyı
açtı.
“N’aber?” dedi Adem. “Baban yok mu?”
“Vaar.”
“E çağırsana!”
Kız babasını çağırmaya gitti.
Arif gelip Tolga ile Adem’i kapıda görünce şaşırdı, hemen içeri buyur etti.
Kırkbeş gün geçmişti. Altı kişinin öldüğü, gazetelere manşet, televizyonlara ilk haber olan çatışmanın
üzerinden geçen kırkbeşinci gündü. Salim’i, Serdar’ı
kaybetmişler, Tülay’ı kurtaramamışlardı. Volkan önce hastaneye sonra kardeşiyle birlikte cezaevine gönderilmişti. Derya’dan iyi olduğuna dair alınan birkaç
kuru cümle haricinde Civan da sırra kadem basmıştı.
Karşı taraftan Recep, onun kardeşi ve Mehmet ölmüş,
Hakan ile iki kişi daha yaralı yakalanıp tutuklanmıştı.
Fatih’ten ve o acayip, sadist kadından bir haber yoktu.
İkizlerin gecekonduda yarıçıplak bıraktığı herif de
kaçıp gitmişti o vaziyette.
225
Bir süre oturulduktan sonra Tolga Yonca’yı alıp
mutfağa gitti. Arif ile Adem başbaşa kaldılar. Adem
elinde getirdiği poşeti sehpaya koyduktan sonra,
“Buraya,” dedi. “Bunu vermeye geldik. Tülay’ın
arzusunu biraz da olsa gerçekleştirmek için. Son anlarına yetişebildik ancak. Ölmeden önce seni ve Yonca’yı sorup durdu. O bu deliliği sizin için yaptı.”
Arif şaşkın, dinliyordu.
“Güzel, mutlu bir gelecek kurmayı hayal etmiş, o
yüzden bu adamlara kulak misafiri olunca o parayla...”
Yutkundu Adem.
“O parayla belki bu dünya üzerinde başka bir dünya bulur diye düşünmüş. Yonca’nın iyi okullarda
okumasını, sıkıntı çekmemesini istemiş. Senin de
borçlarını ödeyip sıkıntılarından kurtulmanı dilemiş.
En son Marmaris’e otobüs bileti almış yakalanmadan
önce.”
“Bense,” dedi Arif. Gözleri dolmuştu. “Bense artık
beni sevmediğini düşünürdüm hep. Ona çok kötü
davrandım.”
“Neyse,” dedi Adem ayağa kalkıp. Tekrar poşeti
göstererek, “Bu Yonca için,” dedi. “Tülay’ın vasiyetidir. Buralardan gidilecek. Yonca’nın geleceği ve
huzuru için harcanacak. Anlaştık mı?”
Arif poşeti aralayıp baktı, şaşırdı.
“Başka işler çevirdiğini, Yonca’yı üzdüğünü duyarsam karışmam, ona göre! Bulurum seni. Hemen
pılını pırtını topla, git! Anlaştık mı?”
“Tövbe, anlaştık.”
Adem kalktı mutfağa gitti, kızı kucaklayıp öptükten sonra Tolga’ya işaret etti:
226
“Haydi, gidiyoruz.”
“Verdin mi?”
“Evet,” dedi Adem elindeki, Tülay ile alışveriş
merkezinde kazandıkları sarı, minik, oyuncak ayıyı
göstererek. “Ama bu hariç.”
Apartmandan çıktılar.
“Önce biraz gezinelim,” dedi Adem.
Caddeye çıktılar. Akşam saatleriydi, trafik vardı.
Koyun sürüsü gibi ilerleyen arabalara baktılar. Hafif
bir esinti ile ürperdiler. Adem rüzgara sırtını dönüp
devam etti arabalara bakmaya. Hiç ağlayamamıştı.
Kırkbeş gündür ne bir damla gözyaşı dökmüş, ne de
bir damla içki içmişti. Kederinden, pişmanlığından,
vicdan azabından kafasını duvardan duvara da vuramadı hiç. Soğuk, sıvı bir öfke çalkalanıp durdu sadece içinde. ‘Şahin’ yapacağını yapmış, ikinci rauntta
da sevdiklerini almıştı, gümüş mermileriyle.
Caddede dolanırken Adem’in ayakları onları alışveriş merkezine götürdü. Üst katlara çıktılar. Jeton
alıp oyuncak vereceğini söyleyen hilebaz makineyle
oynayan neşeli çifti seyrettiler. Delikanlı üç-beş jeton
harcamasına rağmen hiçbir şey kazanamadı. Sonra
tuvalete gittiler, o gün “arızalı” yazısının olduğu tuvalette. Bugün yazı falan yoktu: Onarmışlar. Adem elini
yüzünü yıkadı. Tolga gözlüklerini temizledi. Ardından aceleyle çıktılar, tekrar ara sokaklara dalarak
terkedilmiş okul binasına geldiler. Bahçede bir tur attıktan sonra kapıya çıkıp merdivenlere çöktüler. Önlerinden gelip geçenlere baktılar.
Uzun sessizliği Adem bozdu:
“İyi akıl etmişsin o paketi almayı.”
227
“Umarım onlar için iyi olur. Arif şaşırıp çarçur
etmez! Ne de olsa alışık değiller.”
Adem bir cevap vermeyince Tolga içini çekti:
“Alışık olsalardı böyle de olmazdı ya!”
Yine bir cevap vermedi Adem, yola bakıyordu.
Belki de haklı Tolga. Tülay kaçıp gitmelerinin yeni
ve güzel bir hayat kurmaları para bulmaya bağlı zannetmişti. Oysa işlerin böyle bir hal almasına sebep
Adem idi. Kendisi, sefil Adem, Tülay’ı ciddiye alsa
idi, şimdiki aklı olsa idi... Sabahı beklemeden o akşam çıkıp giderlerdi yeni hayatlarına. Para da neymiş!
Varsın herkes peşinden koşsun, birbirini yesin. Onların ihtiyacı olmazdı. Meselenin böyle bitmesinin, Tülay’ın, arkadaşlarının hayatlarına malolmasının yükü
ne ağır! Bu yük hiçbir insanoğlunun kendi başına taşıyamayacağı ve asla da paylaşamayacağı bir yük:
Suçluluk. Onu katlayıp koyacak, kaldıracak hiçbir raf
yok. Sığdıracak hiçbir çekmece yok. Her zaman ellerinde, her zaman üzerinde.
Tolga haftalardır yaptığı gibi (çok da becerir ya!)
Adem’i konuşturmaya, tebessüm ettirmeye çalıştı:
“Bize de lazım olacak para!”
Adem anlamadı, dönüp baktı:
“‘Tabii sen koğuş ağasının kirli donlarını yıkar,
kazanırız,’ dersen başka.”
Adem gülmeye çalıştı. Dudağının köşesi belli belirsiz titredi, durdu. Gülemedi. Tekrar yola döndü.
Sustular.
Kimi geçenler tanıdık: Adem’in babası ile Tolga’nın teyzesi akşam gezmesinden dönüyorlar. Tolga
228
teyzesi ile kucaklaşırken Adem ile babası bir kenara
çekildiler.
“Ne zaman geldiniz? Nereye gidiyorsunuz?” diye
sordu adam.
“Arif abi ile bir işimiz vardı. Onu hallettik. Şimdi
karakola gidiyoruz.”
Adam birşeyler söylemek, itiraz etmek istediyse
de, Adem bir el hareketiyle onu durdurup ekledi:
“Hoşçakal baba! Görüşürüz.”
Tolga da teyzesi ile uzun uzun vedalaştı. Adem’in
babası zor kopardı kadını Tolga’dan. Koluna girip götürdü.
Delikanlılar daha fazla oyalanmadan karakolun
yolunu tuttular. Üzerinde çok konuşup tartışmışlar ve
net bir karara varmışlardı: Olayların sorumluluğundan
kaçamazlar, ikizlerin üzerine yıkamazlardı.
Karakolun içi yine keşmekeş halindeydi. Koridor
ana baba günüydü: O kahvehanede yine büyük bir
kavga çıkmış. Kavgacıların yakınları koridorda, kendileri alt katta, nezarette, fahişeler tuvaletin dibindeki
banklarda, yaygara yapıyorlardı.
Başkomiserin meşgul olduğunu duyunca Komiser
Basri ile görüşmek istediler. Basri çıkıp geldi.
“Ne istiyorsunuz?” diye sordu.
Adem tanınmamasına şaşırmış, “Biz ... mahallesindeki çatışmadaydık. Geldik işte! Ben Adem Bal!”
“Kim olduğunuzu biliyorum.” Basri odasını göstererek ekledi: “Geçin oturun şuraya. Başkomiseri çağırayım.”
229
Geçip oturdular. Biraz sonra koridordan
başkomiserin nidası yükseldi: “Kesin sesiniziii!”
Birkaç saniye sonra da yanında Basri, Hışımla içeri girdi:
“Ne var? Ne diye geldiniz?”
“Başkomiserim!” dedi Adem. “Yakalama emri
olmalı hakkımızda.”
“İyi işte yakalanmadan gidin buradan! Ortalarda
görünmeyin.”
Adem ile Tolga şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar.
“İkizler günahsız!” diyecek oldu Adem. “Biziz
asıl...”
Başkomiser mırıldandı ağzının içinden:
“Onları da merak etmeyin, ayarladık. Aleyhlerinde
birşey yok. Çıkacaklar ilk mahkemede.”
Tolga, “Anlamadınız galiba, biz yaptıklarımızın
sorumluluğunu...”
“Ulan ne gürültücü herif bunlar!” diye bağırdı
başkomiser. “Basriii, at şunları...”
Biran durakladıktan sonra:
“...dışarı.”
“Zevkle efendim.”
***
Neşeli bir hayretle panayır yerine dönmüş karakoldan çıktılar. Sahile indiler. Kayalardan denizi, hemen karşıdaki adaları bir süre seyrettikten sonra
bankların önünden yürümeye koyuldular. Pazar günüydü, kalabalıktı. Her çeşit insan vardı: Koşanlar,
230
haşlanmış mısır satanlar, sevgililer, çoluk-çocuk gezintiye çıkan aileler... Güneş batmaktaydı. Bir ara
Adem’in gözleri bir yaşlı çifte takıldı. Altmışın üzerinde görünen çift, el ele vermiş yürüyordu. İri, canavar gibi köpeğini zaptedemeyen şortlu, güneş gözlüklü genç bir kadın yanlarından sürüklenip geçerken, ihtiyar adam eşini diğer yana alarak ona sıkıca sarıldı.
Bir müddet daha sahilde oyalandıktan sonra mahalleye dönen yolu tırmanmaya başladılar. Ağır ağır
yürüdüler. Sonra birileriyle karşılaştılar, yine tanıdık
birileri. Bir onlar eksikti zaten: Yukarı mahallenin
serserileri. Göğsünü kabartıp, kalçalarını, kollarını
sallayarak gelen dört lakayt tip... En çok kırıtanı tam
yanlarından geçerken pis pis bakıp hırladı:
“Bunlar hâlâ kavuşmamış mı içerdeki yavrularına?”
Adem tam cevap verecek gibiyken Tolga dirsekledi:
“Bulaşmaya değmez, gidelim hadi.”
“Bebeler...” diyerek elini Tolga’nın yanağına uzattı serseri. “Kodese girerken birer emzik götürün bari
süt kardeşlerinize.”
Adem serserinin eline vurdu: Şrak!
Küfürleştiler.
Tolga Adem’i, arkadaşları serseriyi çeke çeke
uzaklaştırdılar.
Adem kolunu Tolga’dan hızla çekip kurtardı, sinirinden tir tir titreyerek yürümeye devam etti. “Bebeler” demişti serseri, “süt kardeşler” demişti (“süt
çocukları” demek istiyordu). Ne cüret, ne anlardı o
iblis kardeşlikten. Televizyon dizisinden fırlamış
231
kabadayı bozuntusu. Ne bilir, ne anlar... O süt çocuğu dediklerinin neler yaptığını onun için... Kardeşlikleri için... Kim, nereden bilecek her sessizlikte,
her akşamüzeri, her sabaha karşı duyduğu sesleri?
Tanıdık sesler. Kulaklarından hiç gitmeyen Civan’ın
“Kardaş!”ları. Ya “N’aptın”lar, Salim? Bir daha hiç
antrenmana çıkamayacak, büyük takımlara transfer
olamayacak Serdar? Kardeşlerini kaybetmişti, canından parçaları... Yalnızdı, suçluydu. Hepsini mi
kaybetmişti?
O sırada Tolga ‘Nasılsın’ dercesine dokundu koluna. Adem durdu, döndü, Tolganın ta gözlerinin
içine baktı. Gözlüğünün ardından, ‘Ben her zaman
yanındayım’ diyen miyop gözlerinin. Belki de hepten yalnız değildi, Tolga yanıbaşındaydı, ikizler yakında çıkıp başlarını şişirmeye devam edecekti. Suçluluktan, sorumluluktan kaçış yok! Bunlar ağırdı,
çok ağır. Ancak sebep vardı nefes almak için, uyumak için, uyanmak için... Yalnız değildi o. Varsın
dünya, varsın İstanbul etobur olsun; insanın
mululuğunu, değerlerini, insanlığını yiyip bitirsin;
varsın yorgun omuzlara acıları, türlü eziyeti yüklesin... Sırtlayacak dostları olsun da yanında... Dost?
Hayır dost değil, çok daha ötesi, çok daha derini, uğrunda savaşacak, can verecek kadar değerlisi, kardeşleri... Galiba serseri haklı: Süt kardeşleri...
Haftalardır ilk defa gülümsedi, onun gülümsediğini farkeden Tolga da sırıttı.
“Süt kardeşim,” dedi Adem ve Tolga’nın hayretle
açılmış gözlerine cevaben ona sarıldı.
232
YAR YAYINLARI BİLİMSEL DİZİ
• GERİLLA TANYA–Nadiye R. Çobanoğlu
• FİDEL KASTRO KONUŞUYOR–Lee LockwoodF.R.Alleman
• DİNLE YANKEE–Wrigth Mils
“Tarih Beni Beraat Ettarecektir”–Fidel Cactro
• UZUNBURUN DRAMI–Bülent Habora-Adnan Kesici
• BAŞMUSAHİP SOKAĞI anıları–Bülent Habora
• ŞOFÖR İDRİS–Hikmet Akgül
• Türkiye Solunun HAPİSHANE TARİHİ-Şaban Öztürk
• ORTADOĞU–Vadedilmiş Topraklar–Suat Parlar
• ORTADOĞU’DA YENİ DÜNYA DÜZENİ–Suat Parlar
• ÖLÜMÜN UFKUNDAKİ ZAFER–Yasemin Okuyucu
• BİR DİRENİŞ ODAĞI METRİS (Metris Tarihi)– Sinan
Kukul
• TÜRKİYE PROLETARYASI–A. Şnurov
• LEİPZİG DURUŞMASI–E. Ficher
• DEVRİM İÇİN SAVAŞMAYANA KOMÜNİST DENMEZ – Fidel Castro
• KOLOMBİYA HALK GERİLLASI–Jacobo Arenas
• PARTİZAN SAVAŞI–Marx-Engels/Lenin-Stalin
• BÖLÜNME ÜZERİNE–V. İ. Lenin
• PROLETARYA KÜLTÜRÜ–V. İ. Lenin
• PARTİLEŞME SÜRECİ–V. İ. Lenin
233
• MARKSİZM-LENİNİZMİN İLKELERİ - Kuusinen
1. Diyalektik ve Tarihi Materyalizm
2. Kapitalizmin Ekonomi Politiği
3. Uluslararası Komünist Hareketin Teori ve Taktiği
4. Sosyalizm ve Komünizmin Teorisi
• FELSEFENİN İLKELERİ–V. Afanasiev
• TÜRKİYE HALK KURTULUŞ PARTİ-CEPHESİ
YAR YAYINLARI CHE DİZİSİ
• ASKERİ YAZILAR–Che Guevara
• SAVAŞ ANILARI–Che Guevara
• BOLİVYA GÜNLÜĞÜ–Che Guevara
• POLİTİK YAZILAR–Che Guevara
• SOSYALİZM VE İNSAN–Che Guevara
• SAVAŞÇIYA PRATİK ÖNERİLER–Che Guevara
• SOSYALİZMİN KURULUŞUNA DOĞRU–Guevara
• EKONOMİK YAZILAR–Che Guevara
• YAŞAMÖYKÜSÜ\ RÖPORTAJLAR\ MEKTUPLAR–
Che Guevara
• ŞİİRLER–Che Guevara
• CIA, CHE’YE KARŞI–A.Cpull-F.Gonzalez
YAR YAYINLARI ROMAN DİZİSİ
• FIRTINADA KAÇKAR ÇIPLAKTI–AsımGönen
• DÜNDEN SONRA YARINDAN ÖNCE–Bülent Habora
• LENİN DESTANI–V. Mayakovski
• JIMMIE HIGGINS–Upton Sinclair
• YAŞADIM DİYEBİLMEK İÇİN–Mitka Grıbçeva
• SAMUR KÜRK–Bilgesu Erenus
• ÇAĞRI–Bilgesu Erenus
• İDAM MAHKUMUNUN SON GÜNÜ–Victor Hugo
• ANA–Maksim Gorki
• OĞLUMUN HİKAYESİ–Tsano Çonos
• SAKİNDİ ORANIN ŞAFAKLARI–Boris Lvoviç
Vasilyev
• İSYAN–B. Traven
234
• PARTİZAN–Georgi Karaslavov
• PARTİZANLAR ÖLMEZ–Grigor Stoiçkov
• ÖZGÜRLÜK SAVAŞINDA DÜŞENLER ÖLMEZ–
Veselin Andreev
• 1941-1944 SİLAHLI MÜCADELESİ–Nikifor Gorenski
• SICAK KARLAR–Yuri Bondarev
• KIYI–Yuri Bondarev
• SORUŞTURMA–Peter Weiss
• PARTİZANIN KIZI–Emil Koralov
• DARAĞACINDA RÖPORTAJ–Julius Fuçik
• HAVANA DURUŞMASI–Enzensberger
• KURDU ÖLDÜRMEK İÇİN–Julio Travieso
• BAŞ EĞMEYENLER–Boris Gorbatov
• BATAKLIK–Paustovski
• DARAĞACI – Vasil Bıkov
• PARTİ SIRRI–Marko Marçevski
• SENİ HALK ADINA ÖLÜME MAHKUM EDİYORUM–M.Grıbçeva
• VE ÇELİK BÖYLE SERTLEŞTİ I–N. Ostrovski
• VE ÇELİK BÖYLE SERTLEŞTİ II–N. Ostrovski
• YARIN BİZİMDİR YOLDAŞLAR–Manuel Tiago
• DEMİR TUFANI–A. Serafimoviç
• NASIL YAPMALI I–N. G. Çernişevski
• NASIL YAPMALI II–N. G. Çernişevski
• SABIRSIZLIK ZAMANI I–Yuri Trifonov
• SABIRSIZLIK ZAMANI II–Yuri Trifonov
• YEDİ ASILMIŞLARIN HİKAYESİ–L. Andreyev
İDİL İLKGENÇLİK DİZİSİ:
• MİŞKO–Tansu Bele
• KÜÇÜK KARINCANIN YİĞİTLİĞİ–Yılmaz Elmas
• ÜÇ KEDİ YAVRUSU–A. Çehov

Benzer belgeler