Önsöz / Giriş - Yordam Kitap

Transkript

Önsöz / Giriş - Yordam Kitap
ÖNSÖZ
VE TEŞEKKÜR
Daha önce yayınlanan iki yapıtın, The Long Twentieth Century (Uzun
Yirminci Yüzyıl) ile Chaos and Governance in the Modern World System
(Modern Dünya Sisteminde Kaos ve Yönetişim)1, devamı ve geliştirilmiş
hali olan bu kitap dünya politikasını, ekonomiyi ve toplumu başka her
şeyden çok daha fazla biçimlendiren iki gelişme üzerinde durmaktadır.
Birincisi, yeni-muhafazakâr Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin yükselişi
ve çöküşü; ikincisi ise, Çin’in Doğu Asya’da yaşanan iktisadi rönesansın lideri olarak ortaya çıkışıdır. Bu iki gelişmeye katkıda bulunan birçok
devlet ile devlet dışı aktöre de gerekli dikkat gösterilmektedir, fakat çözümlemenin ana ilgi odağını küresel dönüşüme yol veren başat aktörler
olarak ABD ve Çin devletleri oluşturmaktadır.
Son kez gözden geçirmemden önce metni okuyan ve yorumda bulunan dostlarım, öğrencilerim ve meslektaşlarım her bir bölüm üzerinde
birbirine epey ters düşen değerlendirmeler yaptılar. Kimilerinin çok beğendiği bölümleri kimileri hiç beğenmedi. Kimilerinin kitabın argümanı
açısından merkezi önemde bulduğu kısımları ve bölümleri kimileri yalınkat buldu. Okurların tepkisinde görülen bu farklılıklar normaldir, ama
benim bu kitapla ilgili olarak yaşadığım durum normalin ötesinde bir durumdu. Sanırım bu anomali, kitabın –adından da anlaşılacağı üzere– iki
ayrı amacının olmasına ve bu amaçlar peşinde koşarken farklı metotlar
uygulamasına bağlanabilir.
Kitabın amacı, küresel politik ekonominin merkez üssünün Kuzey
Amerika’dan Doğu Asya’ya –halen devam edegelen– kayışını Adam
Smith’in iktisadi gelişme teorisi ışığında yorumlamak olduğu kadar, bu
kayma bağlamında The Wealth of Nations’ın bir yorumunu da sunmak1 Giovanni Arrighi, The Long Twentieth Century: Money, Power and the Origins of our Times
(Londra, Verso, 1994) [Türkçe basımı: Uzun Yirminci Yüzyıl, Ankara, İmge, 2000]; Giovanni Arrighi ve Beverly J. Silver, Chaos and Governance in the Modern World System (Minneapolis, MN, University of Minnesota Press, 1999).
12
A d a m S m i t h Pe k i n’ d e
tır. Kitap boyunca bu iki amaç hep gözetilmeye çalışılmıştır; fakat bazı
kısımlar teorik tartışmalar üzerinde dururken, bazıları tarihsel analizlere, bazıları da çağdaş fenomenlere ilişkin tartışmalara yoğunlaşmıştır. Teoriye, uzak ve bilinmedik geçmişin analizine ya da halen oluşum
süreci içerisindeki tarihe fazla sabır gösteremeyen okurların kitabın
bazı kesimlerini ve hatta bölümlerini atlamaya yönelmeleri kaçınılmaz
olabilir. Bu olasılığın farkında olduğumdan, böylesi bir tavrı sergileyen
okurların da kitabın iki genel argümanından en azından birini –temel
yönleriyle– kavrayabilmesini sağlamak için elimden geleni yaptım –bu
argümanlardan biri küresel politik ekonominin merkez üssünün Doğu
Asya’ya kaymasına, diğeriyse Ulusların Zenginliği’ne ilişkindir. Bunun
karşılığında istediğim tek şey kitabın ayrı ayrı bölümler bazında değil,
bir bütün olarak değerlendirilmesidir.
Kitabın oluşması epey bir zaman aldı ve düşünsel yönden borçlu olduklarımın listesi de kabardı. Doğu Asyalı meslektaşlarımın yardımı olmasaydı Çince ve Japonca yazılmış anahtar kitaplara ulaşamazdım –bu
kitaplardan bazılarının künyesi Kaynakça’da verilmiştir. Ikeda Satoshi,
Hui Po-keung, Lu Aiguo, Shih Miin-wen, Hung Ho-fung ve Zhang Lu bu
hususta yardımcı oldular. Ayrıca, Ikeda beni, Çin merkezli haraç-ticaret
sistemi üzerine yazılmış Japonca literatürle tanıştırdı; Hui bana Braudel’i
Doğu Asya perspektifinden okumayı öğretti; Hung çabalarımı geç emperyal Çin’in toplumsal dinamiklerine yönlendirdi; Lu Aiguo ise Çin’in
son zamanlardaki başarılarının niteliği konusundaki aşırı iyimserliğimi
dizginledi.
II. Kısım’ın ilk ve kısa versiyonu “Küresel Türbülansın Toplumsal ve
Siyasal İktisadı” başlığıyla New Left Review’da, II/20 (2003), s. 5-71, yayınlandı. Robert Brenner’ın eserini eleştirel bir bakışla ele alan bu makale, 1. Bölüm’de de yaptığım üzere, benim Brenner’ı tarihsel sosyolojiyi
iktisattan daha fazla önemsemeye ikna etme yolundaki çabalarımın bir
parçasıdır. Bob’a, eseriyle düşünsel ufk umu açtığı ve eleştirilerimi dikkate
aldığı için müteşekkirim.
III. Kısım, ilk olarak New Left Review’da “Hegemonya Çözülürken-I”
(II/32, 2005, s. 23-80) ve “Hegemonya Çözülürken-II” (II/33, 2005, s.
83-116) başlıklarıyla yayınlandı. Bu iki makale bu kitap için bütünüyle
yeniden kurgulandı ve yazıldı, fakat 8. Bölüm’deki pek çok fikir David
Harvey’le Johns Hopkins Üniversitesi’nde ortak verdiğimiz bir seminerden kaynaklanmaktadır. David’e ve seminere katılanlara The Long
Twentieth Century ve Chaos and Governance’ın kilit tezlerini daha derli
Önsöz
toplu ve sağlam bir analitik çerçeve içerisinde şekillendirmeme yardımcı
oldukları için minnettarım.
1., 11. ve 12. Bölümler, kısmen, Hui Po-keung, Hung Ho-fung ve Mark
Selden tarafından “Tarihsel Kapitalizm, Doğu ve Batı” başlığıyla ortaklaşa
kaleme alınan ve G. Arrighi, T. Hamashita ve M. Selden tarafından derlenen The Resurgence of East Asia. 500, 150 and 50 Year Perspectives adlı kitapta (Londra: Routledge, 2003) yer alan bir bildiriye ve de M. Miller tarafından derlenen World of Capitalism. Institutions, Economic Performance,
and Governance in the Era of Globalisation (Londra, Routledge, 2005)
adlı kitapta “Devletler, Piyasalar ve Kapitalizm, Doğu ve Batı” başlığıyla
yayınlanan tek yazarlı bir başka bildiriye dayanmaktadır. Hui ve Hung’a
olan entelektüel borcumdan daha önce söz etmiştim. Onların yanı sıra
Mark Selden’a da, hem Doğu Asya deneyimini kavramaya yönelik çabalarıma yüksünmeden yol gösterdiği, hem de 1. Bölüm hakkında yorumda
bulunduğu için teşekkür ederim.
Benjamin Brewer, Andre Gunder Frank, Antonina Gentile, Greta
Krippner, Thomas Ehrlich Reifer, Steve Sherman, Arthur Stinchcombe,
Sugihara Kaoru, Charles Tilly ve Susan Watkins, kitapta bir araya getirilen bildiri ve makaleler üzerinde faydalı değerlendirmeler yaptılar. Astra
Bonini ve Daniel Pasciuti’nin şekillerin çizilmesinde yardımları oldu; Dan
ayrıca spesifik konular üzerinde kaynak taraması yaptı. Barış Çetin Eren
7. Bölüm’deki materyalin güncellenmesine katkıda bulunurken, Ravi Palat
ve Kevan Harris beni ileri sürdüğüm tezleri çürüten ve destekleyen tanıt
yağmuruna tuttu. Kevan bunun yanı sıra metni baştan sona okudu ve çok
değerli tözel ve ve editoryal önerilerde bulundu. Patrick Loy bana bazı
mükemmel alıntılar sağladı, James Galbraith’se hem Adam Smith’le hem
de çağdaş Çin’le ilgili olarak faydalı ipuçları verdi. Joel Andreas, Nicole
Aschoff, Georgi Derluguian, Amy Holmes, Richard Kachman, Vladimir
Popov, Benjamin Scully ve Zhan Shaohua’nın kitabın son şeklini almasında büyük yardımları dokundu.
Perry Anderson ve Beverly Silver her zaman olduğu gibi benim başlıca
danışmanlarım oldular. Sırasıyla oynadıkları “iyi polis” (Perry) – “kötü
polis” (Beverly) rolleri bu yapıtın gerçekleşmesinde eşit derecede pay sahibi oldu. Her ikisine de entelektüel rehberlikleri ve moral destekleri için
çok müteşekkirim.
Bu kitabı aziz dostum Andre Gunder Frank’in anısına ithaf ediyorum. 1969’da Paris’te tanışmamızdan ölümüne dek geçen otuz altı yıl boyunca küresel haksızlıkların kökeninde neyin yattığı konusunu açıklığa
13
14
A d a m S m i t h Pe k i n’ d e
kavuşturmak için birlikte çaba harcadık ve birbirimizle didiştik. Birçok
konuda görüş ayrılığına düştük, fakat ikimiz de aynı yolda yürüyorduk
ve sonunda keşfettik ki yönümüz de büyük ölçüde aynıymış. Onun Bob
Brenner’e yönelttiğim eleştirilerimin büyük kısmına katılmadığını biliyorum (çünkü bunu bana kendisi söylemişti), fakat kitabımı okuyabilseydi
o da Brenner’ın düşüncesinin bu kitabın genel argümanları üzerindeki
kalıcı etkisini fark ederdi.
Mart 2007
GİR İŞ
“Yirminci yüzyıla girildiğinde,” diye yazıyordu Geoffrey Barraclough
1960’ların ortasında, “Avrupa’nın Asya ve Afrika’daki gücü doruk noktasındaydı; görünen oydu ki, hiçbir ülke Avrupa’nın silah ve ticaretteki üstünlüğüyle boy ölçüşecek durumda değildi. Altmış yıl sonra bu
Avrupa hâkimiyetinden geriye sadece kırıntılar kaldı. … Tüm bir insanlık tarihinde böylesine devrimci bir alt üst oluşun bu denli büyük bir
hızla gerçekleştiği vaki değildir.” Asya ve Afrika halklarının konumundaki değişme “yeni bir çağın gelişinin en kesin işaretiydi.” Barraclough,
yirminci yüzyılın birinci yarısını anlatan tarih –çoğu tarihçiye göre bu
döneme hâlâ Avrupa’nın savaşlarıyla problemleri damgasını vuruyordu– daha uzun bir perspektiften yazılmaya başlandığında “hiçbir tekil
konunun Batı’ya karşı isyan olgusundan daha önemli olmadığı”nın açığa çıkacağı konusunda kendinden emindi.1 Elinizdeki kitabın teziyse
şudur: Yirminci yüzyılın ikinci yarısının tarihi de böylesine uzun bir
perspektiften yazıldığında, hiçbir tekil konunun Doğu Asya’daki iktisadi rönesanstan daha önemli olmadığı gün gibi meydana çıkacaktır.
Batı’ya karşı isyan, Batılı olmayan dünya halklarının toplumsal ve iktisadi açıdan güç kazanmalarının siyasal koşullarını yarattı. Doğu Asya’da
yaşanan iktisadi rönesans böylesi bir güç kazanımının başladığının ilk
ve en açık işaretidir.
Rönesanstan söz ediyoruz, çünkü –Gilbert Rozman’ın sözleriyle–
“Doğu Asya geçmişin muazzam bölgesidir, en az iki bin yıl dünyadaki gelişmenin ön cephesini oluşturmuştur ve bu durum on altıncı, on yedinci ve
hatta on sekizinci yüzyıllara dek devam etmiş, on sekizinci yüzyıldan sonra
nispeten kısa fakat derinlemesine hissedilen bir karanlığa girmiştir.”2 Bu
rönesans, bir dizi Doğu Asya ülkesindeki iktisadi “mucizeler”le bağlantılı
bir süreç sayesinde gerçekleşti: 1950’lerle 1960’larda Japonya’da başlayan
bu süreç, yuvarlandıkça büyüyen bir kartopu gibi, 1970’ler ve 1980’lerde
1 Geoff rey Barraclough, An Introduction to Contemporary History (Harmondsworth, Penguin, 1967), s. 153-154.
2 Gilbert Rozman, The East Asian Region: Confucian Heritage and its Modern Adaptation
(Princeton, NJ, Princeton University Press, 1991), s. 6.
16
A d a m S m i t h Pe k i n’ d e
Güney Kore, Tayvan, Hong Kong, Singapur, Malezya ve Tayland’ı bünyesine kattı ve 1990’larla 2000’li yılların başında Çin’in dünyanın en dinamik iktisadi ve ticari genişleme merkezi olarak yükselişiyle birlikte tepe
noktasına ulaştı. Doğu Asya’nın yükselişini betimlemek için yuvarlanan
kartopu nosyonunu ilk kullanan kişi olan Terutomo Ozawa’ya göre, “Çin
mucizesi, henüz başlangıç aşamasında olsa da, hiç kuşku yok ki, dünyanın
geri kalanı üzerinde, özellikle de Çin’e komşu ülkeler üzerinde, yarattığı
etki bakımından en dramatik olgudur.”3 Aynı minvalde Martin Wolf da
şöyle demektedir:
[Asya’nın yükselişi] geçen yirmi-otuz yılda olduğu gibi devam ederse, Avrupa’nın ve sonrasında ondan devasa biçimde sürgün veren Kuzey
Amerika’nın o iki yüzyıllık küresel egemenliği sona erecektir. Japonya, geleceğin Asya’da olduğunun habercisi olmaktan öteye geçemedi; dünyayı dönüştüremeyecek ölçüde küçük ve içe kapalı bir ülke olduğunu tanıtladı. Onun
ardından gelenlerse –hepsinden önce Çin– bu özellikte olmadıklarını ortaya
koyuyorlar. … Avrupa küresel ekonominin geçmişini, ABD bugününü, Çin’in
güdümündeki Asya ise geleceğini ifade ediyor. Bu gelecek gelmeye mahkûm
gözüküyor. Buradaki büyük mesele bunun ne denli çabuk ve pürüzsüz gerçekleşeceğiyle ilgili.4
Wolf ’un öngördüğü türden bir gelecek onun ima ettiği ölçüde kaçınılmaz olmayabilir. Fakat kısmen haklı olsa bile Doğu Asya rönesansı, Adam Smith’in fetheden Batı’nın gücüyle fethedilen (Batı dışındaki) bölgelerin gücünün en sonunda eşitleneceği yolundaki tahmininin
eninde sonunda gerçekleşebileceğini akla getiriyor. Kendisinden sonra
gelen Karl Marx gibi Smith de, Avrupalıların Amerika’yı ve Ümit Burnu
yolundan Doğu Hint Adalarını “keşfetmelerini” dünya tarihinin belli başlı dönüm noktalarından biri olarak görüyordu. Ancak Smith, bu
olayların insanlığa kazandırdığı nihai faydalar konusunda Marx kadar
ümitli değildi.
Bunlar büyük sonuçlar doğurdu, fakat bu keşiflerin yapılmasının ardından
geçen o iki-üç yüzyıllık kısa dönemde bu keşiflerin sonuçlarının bütün boyutlarıyla görülebilmesi imkânsızdır. Bu olayların bu andan itibaren insanlığa ne
gibi faydalar ya da belalar getireceğini kimse önceden göremez. Dünyanın en
uzak köşelerini belli ölçüde birleştirmesi, bu yerleri birbirlerinin ihtiyaçlarını
karşılamaya muktedir kılması, birbirlerinin mutluluklarını artırması ve bir3 Terutomo Ozawa, “Pax Americana-Led Macro-Clustering and Flying-Geese-Style Catch-Up
in East Asia: Mechanisms of Regionalised Endogenous Growth,” Journal of Asian Economics,
13 (2003), s. 700, vurgulama özgün metindedir. “Yuvarlanan kartopu” metaforunu ilk kez
Terutomo Ozawa şu makalesinde kullanmıştır: “Foreign Direct Investment and Structural
Transformation: Japan as a Recycler of Market and Industry,” Business and the Contemporary
World, 5, 2 (1993), s. 30-31.
4 “Asia is Awakening,” Financial Times, 22 Eylül, 2003.
Giriş
birlerinin çalışmalarını teşvik etmesine bakıp bunların genel eğiliminin faydalı olduğu söylenebilir. Ne var ki, gerek Doğu gerek Batı Hindistan yerlileri
açısından, bu olayların doğurabileceği bütün ticari faydalar, yaşanan o korkunç felaketler içerisinde batmış ve kaybolmuş durumdadır. … Bu keşiflerin
yapıldığı belli zaman diliminde kuvvet üstünlüğü bir şekilde Avrupalılardan
yanaydı; öylesine büyük bir üstünlüktü ki bu, Avrupalıların bu uzak ülkelerde uyguladıkları her türlü adaletsizliğin yanlarına kâr kalmasına imkân
veriyordu. Bu andan itibaren, belki de, bu ülkelerin yerlileri giderek güçlenebilir ya da Avrupalılar giderek zayıflayabilir ve dünyanın farklı bölgelerinin
sakinleri o cesaret ve güç eşitliğine erişebilir; bu da karşılıklı olarak birbirinden korkmayı doğuracağı için bağımsız ulusların adaletsiz davranmaktan
çekinip birbirlerinin haklarına saygı göstermelerini sağlayabilecektir. 5
Avrupa yerlilerinin zayıflaması ve Avrupa dışında kalan ülke halklarının güçlenmeleri şöyle dursun, Ulusların Zenginliği’nin yayınlanmasının
üzerinden geçen neredeyse iki yüzyıllık süre içerisinde Avrupalılardan
ve onların Kuzey Amerika ile diğer yerlerdeki torunlarından yana olan
“kuvvet üstünlüğü” daha da arttı, dolayısıyla onların dünyanın Avrupalı
olmayan kısmında yanlarına kâr kalarak uyguladıkları her türlü adaletsizlik de arttı. Gerçekten de, Smith’in bu satırları yazdığı sırada, Doğu
Asya’nın “karanlık” bir döneme girdiğine dair pek bir işaret yoktu. Tam
tersine, on sekizinci yüzyılın büyük bir bölümünde Çin’in yaşadığı o olağanüstü barış ve refah ortamı ile nüfus artışı, Avrupa Aydınlanması’nın
önde gelen simalarına esin kaynağı oldu. Leibniz, Voltaire ve Quesnay ve
diğerleri “hayırhah mutlakıyetçilik, meritokrasi ve tarıma dayalı ulusal
ekonomi gibi çeşitlilik arz eden davalarını savunma yolunda destekleyici kanıtlar bulmak, ahlaki eğitim ve kurumsal gelişmede kendilerine
rehber almak için bakışlarını Çin’e çevirmişlerdi.”6 Avrupa devletleriyle
karşılaştırıldığında Çin imparatorluğunun genişliği ve nüfusu onun en
çarpıcı yönünü oluşturuyordu. Quesnay’in nitelemesiyle “tüm Avrupa
tek bir hükümranın yönetimi altında birleşse ancak Çin imparatorluğu
kadar eder”di –bu niteleme, Smith’in, Çin’in “iç pazar”ının büyüklüğünün “Avrupa’nın bütün ülkelerinin bir araya gelmesiyle oluşan pazardan
pek aşağı kalır yanı olmadığı” 7 yolundaki ifadesiyle benzeşmektedir.
Sonraki yarım yüzyıllık sürede Avrupa’nın askeri gücünde gerçek5 Adam Smith, An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations, 2 cilt (Londra,
Methuen, 1961), c. II, s. 141, vurgulama eklenmiştir.
6 Michael Adas, Machines as Measure of Men: Science, Technology and Ideologies of Western
Dominance (Ithaca, NY, Cornell University Press, 1989), s. 79; ayrıca bkz. Ho-fung Hung,
“Orientalist Knowledge and Social Theories: China and European Conceptions of East-West
Differences from 1600 to 1900,” Sociological Theory, 21, 3 (2003).
7 François Quesnay, “From Despotism in China,” F. Schurmann ve O. Schell (haz.), Imperial China
(New York, Vintage, 1969), s. 115; Smith, Wealth of Nations, c. II, s. 202.
17
18
A d a m S m i t h Pe k i n’ d e
leşen büyük sıçrama Çin’in bu olumlu görüntüsünü darmadağın etti.
Avrupalı tacirler ve maceraperestler, Çin’le ticaret yaparken karşılaştıkları bürokratik ve kültürel handikaplardan şiddetle yakınırken, bir alim
soylular sınıfı tarafından yönetilen imparatorluğun askeri yönden zayıf
olduğunu öteden beri vurguluyorlardı. Bu sıkıntılar ve yakınmalar Çin’in
bürokratik açıdan baskıcı, askeri açıdansa zayıf bir imparatorluk olduğu
yolundaki olumsuz görüntüsünü güçlendirdi. 1836’da, yani Britanya’nın
Çin’e karşı ilk Afyon Savaşı’nı (1839-1842) başlatmasından üç yıl önce,
Kanton’da yayınlanan imzasız bir makalenin yazarı meşum bir yaklaşımla şöyle diyordu: “Halihazırda, uygarlığa ve toplumların ilerlemesine
ilişkin olarak, her ikisinin de ‘öldürme sanatı’nda ulaştıkları yeterlikten
(karşılıklı yıkım için kullandıkları araç gereçlerin çeşitliliği ve mükemmeliyetinden) ve bunları beceriyle kullanmayı öğrenmiş olmalarından
daha şaşmaz bir ölçüt, muhtemelen, yoktur.” Yazar, daha sonra, eskimiş
toplarının ve başına buyruk ordularının Çin’i “karada zayıf ” düşürdüğünü ileri sürmek ve bu zayıfl ıkları bir bütün olarak Çin toplumunun
sahip olduğu temel bir eksikliğin belirtisi olarak mütalaa etmek için Çin
imparatorluk donanmasını “korkunç bir burlesk” diye niteleyip bir kenara atıyordu. Bu görüşleri bize aktaran Michael Adas, “Avrupalıların,
Batılı olmayan halkların genel meziyetlerine ilişkin değerlendirmelerini
şekillendirmede” askeri gücün giderek artan önemi “Çinliler açısından
kötü bir kehanet oldu,” diye ekler, “o Çinliler ki kendi güney kapılarına
dayanan saldırgan ‘barbarların’ çok gerisinde kalmışlardı.”8
Birinci Afyon Savaşı’nda Çin’in yenilgiye uğramasını izleyen yüzyılda
Doğu Asya’nın içine girdiği karanlık, Ken Pomeranz’ın tabiriyle, “Büyük
Iraksama”ya dönüştü.9 Dünyanın o zamana dek benzer yaşam standartlarıyla karakterize olmuş bu iki bölgesinin siyasi ve iktisadi gelişim çizgileri
birbirinden hızla uzaklaştı: Avrupa hızla gücünün doruğuna çıkarken,
Doğu Asya gene aynı hızla dibe vurdu. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna
gelindiğinde Çin dünyanın en yoksul ülkesi, Japonya’ysa askeri işgale maruz kalan “yarı-egemen” bir devlet haline gelmişti; bölgedeki diğer birçok ülke ya hâlâ sömürge idaresine karşı mücadele ediyordu ya da beliren
Soğuk Savaş’ın etkisi sonucu parçalanmak üzereydi. Diğer bölgelerde olduğu gibi Doğu Asya’da da Smith’in küresel ekonomi içerisinde giderek
daha geniş bir alanı kapsayan ve derinleşen ticaretin Avrupa halkları ile
Avrupa dışında yaşayan halklar arasında bir güç eşitleyicisi olarak iş8 Adas, Machines as Measure of Men, s. 89-93, 124-125, 185-186. Ayrıca bkz. Geoff rey Parker,
“Taking Up the Gun,” MHQ: The Quarterly Journal of Military History, 1, 4 (1989), s. 98-99.
9 Kenneth Pomeranz, The Great Divergence: Europe, China, and the Making of the Modern
World Economy (Princeton, NJ, Princeton University Press, 2000).
Giriş
lev göreceği yolundaki iddiasını geçerli kılan hemen hiçbir işaret yoktu.
Şurası muhakkak ki, İkinci Dünya Savaşı Batı’yı hedef alan isyan dalgasına müthiş bir itki kazandırmıştı. Asya ve Afrika’nın her yerinde eski egemen yapılar yıkılıp yeniden kuruluyor ve pek çok yeni devlet oluşuyordu.
Fakat bu dekolonizasyona, Batı’nın dünyanın o ana dek gördüğü en büyük
ve potansiyel olarak en yıkıcı güç aygıtının oluşumu eşlik etmekteydi.10
Bu durum 1960’ların sonuyla 1970’lerin başında değişmeye başladı,
bu dönemde o kudretli ABD askeri aygıtının Vietnam halkını –Soğuk
Savaş’ın getirdiği bölünmeler uyarınca– kalıcı bir yarılmaya zorlama girişimi başarısızlığa uğradı. Paolo Sylos-Labini, Ulusların Zenginliği’nin
yayınlanmasının iki yüzüncü yıldönümü münasebetiyle ve Birleşik
Devletler’in Vietnam’dan çekilme kararı almasının hemen ardından
yazarken, Smith’in öngördüğü zamanın nihayet gelip gelmediğini, yani
dünyanın farklı bölgelerinde insanların, karşılıklı korku uyandırarak
bir cesaret ve güç eşitliğine ulaşıp ulaşmayacaklarını, bunun da bir başına bağımsız ulusların adaletsiz uygulamalardan vazgeçip birbirlerinin
haklarına saygı göstermelerini sağlayıp sağlamayacağını soruyordu.11
Ekonomik konjonktür de Üçüncü Dünya’yı oluşturan ülkelerin lehine
gözükmekteydi.12 Bu ülkelerin doğal kaynaklarına, ucuz ve bol miktardaki işgücüne büyük talep vardı. Birinci Dünya’dan Üçüncü (ve İkinci)
Dünya’ya yönelik sermaye akışları büyük bir artış yaşadı; Üçüncü Dünya
ülkelerinin hızla sanayileşmesi Birinci (ve İkinci) Dünya ülkelerinde yoğunlaşmış sınai üretim faaliyetlerine büyük darbe vurdu. Üçüncü Dünya
ülkeleri de aralarındaki ideolojik bölünmelerin ötesine geçip yeni bir
Uluslararası Ekonomik Düzen talep etmek üzere birleşmişlerdi.
10 İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ABD tarafından dünyanın dört bir yanına
kurulan yarı-kalıcı denizaşırı askeri üslerin oluşturduğu ağın, Stephen Krasner’in sözleriyle, “tarihte bir benzeri yoktu; daha önce hiçbir devlet kendi askerlerini başka ülkelerin
egemenlik sahaları içerisine bu denli uzun bir barış dönemi boyunca böylesine çok sayıda
konuşlandırmamıştı” (Stephen Krasner, “A Trade Strategy for the United States,” Ethics
and International Affairs, 2 [1988], s.21).
11 Paolo Sylos-Labini, “Competition: The Product Markets,” T. Wilson ve A.S. Skinner (haz.),
The Market and the State: Essays in Honor of Adam Smith (Oxford, Clarendon Press, 1976),
s. 230-232.
12 1950’lerde “Üçüncü Dünya”nın ortaya çıkması Batı’ya yönelik isyan dalgasıyla Soğuk Savaş’a
dayalı dünya düzeninin ortak ürünüydü. Tarihsel açıdan Batı dışında kalan ülkelerin neredeyse tamamı Üçüncü Dünya’yı oluştururken, tarihsel Batı üç ayrı parçaya bölündü. Batı’nın
refah düzeyi daha yüksek olan bölgeleri (Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Avustralya),
Japonya’nın da katılımıyla, Birinci Dünya’yı oluşturdu. Batı’nın refah düzeyi daha düşük kısımları (SSCB ile Doğu Avrupa) İkinci Dünya’yı meydana getirirken, bir başka bölge (Latin
Amerika) Üçüncü Dünya’ya katıldı. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve İkinci Dünya’nın ortadan
kalkmasıyla birlikte Birinci Dünya ve Üçüncü Dünya ifadeleri anakronistik kavramlar haline
geldi, onların yerini küresel Kuzey ve küresel Güney ifadeleri aldı. Elinizdeki kitapta, bağlamı
göz önüne alarak bu yeni ve eski nitelemelerden bazen birini bazen diğerini kullanıyoruz.
19
20
A d a m S m i t h Pe k i n’ d e
Sylos-Labini’nin düşüncelerini on sekiz yıl sonra yeniden okurken,
dünya halklarının dünyada süregelen ekonomik entegrasyon sürecinden faydalanmak üzere bir fırsat eşitliğine kavuşmalarıyla ilgili umut
ya da korkularının hep güdük kaldığını not ettim. 1980’lerde ABD’nin
başını çektiği bir gelişme olarak dünya finans piyasalarındaki rekabetin kızışması, Üçüncü ve İkinci Dünya ülkelerine sağlanan fonları
aniden kurutmuş ve dünyanın bu ülkelerin ürünlerine duyduğu talepte büyük bir daralmaya yol açmıştı. Ticaret hadleri, 1970’lerdeki gibi
hızlı ve sert bir biçimde, ama bu kez Birinci Dünya’nın lehine işlemeye başlamıştı. Küresel ekonominin giderek türbülansa girmesi sonucu
yönünü tayin edemeyen ve düzensizliğe sürüklenen, silahlanma yarışının yeni bir ivme kazanması karşısında iyice köşeye sıkışan Sovyet
imparatorluğu çözülmüştü. Üçüncü Dünya ülkeleri artık, iki süper
gücü birbirine karşı kullanmak yerine, Birinci Dünya’nın kaynaklarıyla pazarlarına erişebilme yolunda eski İkinci Dünya ülkeleriyle rekabet etmek zorundaydılar. Bu arada, Birleşik Devletler ile Avrupalı
müttefikleri, SSCB’nin çöküşünün yarattığı fırsata balıklama dalıp
şiddetin meşru kullanımı üzerinde küresel bir “tekel” kurma iddiası güttüler; bu tutum, onların güç üstünlüğünün hiç olmadığı kadar
büyük ve bütün pratik amaçlar nezdinde alt edilemez olduğu inancını
güçlendirdi.13
Ancak, gene işaret ettiğim bir başka şey de, bu gelişmeye verilen tepkinin, güç ilişkilerini 1970 öncesi koşullara döndürmeye yetmediğiydi.
Zira Sovyet gücünün zayıflamasına, Bruce Cumings’in tabiriyle, Doğu
Asya’nın “kapitalist takımadaları”nın parlayışı eşlik etmişti.14 Japonya
bunlar arasında en büyük “adalar” grubuydu. Diğer adalar içinde en
önemlileriyse Singapur ve Hong Kong şehir devletleri, Tayvan garnizon
devleti ve yarı ulusal Güney Kore devletiydi. Geleneksel ölçülere vurulduğunda bu devletlerden hiçbiri güçlü değildi. Hong Kong hükümran bir
devlet bile sayılmazdı, diğer üç büyük devletse –Japonya, Güney Kore ve
Tayvan– hem askeri koruma, enerji ve besin ikmallerinin büyük bölümü
bakımından hem de kendi imalat sanayii ürünlerini kârlı biçimde elden
çıkarabilmeleri bakımından bütünüyle Birleşik Devletler’e bağımlıydı.
Gelgelelim, bu takımadaların dünyanın yeni “atölyesi” ve “para kasası”
olarak sahip olduğu kolektif ekonomik güç, kapitalist gücün geleneksel
merkezlerini –Batı Avrupa ve Kuzey Amerika– kendi sanayilerini, ekono13 Giovanni Arrighi, The Long Twentieth Century: Money, Power and the Origins of our Times
(Londra, Verso, 1994), s. 21-22.
14 Bruce Cumings, “The Political Economy of the Pacific Rim,” R.A. Palat (haz.), Pacific-Asia
and the Future of the World System (Westport, CT, Greenwood Press, 1993), s. 25-26.
Giriş
milerini ve yaşam biçimlerini yeniden yapılandırmaya ve yeniden örgütlemeye zorlamaktaydı.15
Gücün askeri ve ekonomik olmak üzere bu şekilde çatallanmasının kapitalizm tarihinde daha önce hiç benzeri görülmeyen bir durum olduğunu
ve bunun birbirinden çok farklı üç doğrultuda gelişebileceğini ileri sürmüştüm. Birleşik Devletler ve onun Avrupalı müttefikleri Doğu Asya’nın
yükselen kapitalist merkezlerinden bir “koruma bedeli” almak için kendi
askeri üstünlüklerini kullanma yoluna gidebilirlerdi. Bu girişim başarılı
olsa dünya tarihinde gerçek anlamda ilk küresel imparatorluk vücut bulabilirdi. Böyle bir girişimde bulunulmaması, ya da bulunulduğu halde bunun başarısızlıkla sonuçlanması durumunda, Doğu Asya zamanla Adam
Smith’in öngördüğü türden dünya-pazar toplumunun merkezi haline gelebilirdi. Fakat bu çatallanmanın dünya ölçeğinde sonsuz bir kaosa yol
açması da mümkündü. Joseph Schumpeter’in söyledikleri üzerinde dururken belirttiğim gibi, insanlık Batı merkezli bir küresel imparatorluğun
ya da Doğu Asya merkezli bir dünya-pazar toplumunun zindanında (ya
da cennetinde) boğulmadan (ya da keyif çatmadan) önce “Soğuk Savaş
düzeninin tasfiyesine eşlik eden o büyük şiddet ortamının dehşeti (ya da
ihtişamı) içerisinde pekâlâ yanıp küle dönebilir.”16
Bunları yazmamın üzerinden geçen on üç yılın olayları ve eğilimleri bu sonuçlardan her birinin gerçekleşme olasılığını kökten değiştirdi.
Şiddet dünyanın her yerinde daha da arttı ve, III. Kısım’da öne sürüldüğü
gibi, Bush yönetiminin 11 Eylül 2001 olaylarına cevaben Yeni Amerikan
Yüzyılı Projesi’ne sarılması, esas olarak, dünya tarihinde gerçek anlamda
ilk küresel imparatorluğa varlık kazandırma girişimi oldu. Bu projenin
Irak’ta büyük hüsrana uğraması, Batı merkezli bir küresel imparatorluğun gerçekleşme şansını tamamen ortadan kaldıramadıysa da büyük ölçüde azalttı. Dünyanın her yerinde bitmez tükenmez bir kaos yaşanması
olasılığı arttı. Bu arada, Doğu Asya merkezli bir dünya-pazar toplumunun oluşumuna tanıklık etme olasılığımız da arttı. Bu gelişmenin içerdiği
parlak olasılıklar, kısmen, bir dünya gücü olarak ABD’nin Irak macerasının doğurduğu felaketlerden, büyük ölçüde de Çin’in 1990’ların başından itibaren kaydettiği göz alıcı ekonomik ilerlemeden dolayı karşımıza
çıkmaktadır.
Çin’in yükselişinin önemli içermeleri vardır. Çin, ne Japonya ve
Tayvan gibi Birleşik Devletler’in vassalı, ne de Hong Kong ve Singapur
gibi basit bir şehir devletidir. Ulaşmış olduğu askeri güç Birleşik
15 Arrighi, The Long Twentieth Century, s. 22.
16 A.g.e., s. 354-356, orijinal ifade Joseph Schumpeter’e aittir: Capitalism, Socialism, and Democracy (Londra, George Allen & Unwin, 1954), s. 163.
21
22
A d a m S m i t h Pe k i n’ d e
Devletler’inkiyle boy ölçüşemese ve imalat sanayisinin büyümesi hâlâ
ABD pazarına yaptığı ihracata dayansa bile, ABD’nin zenginliğinin ve
gücünün ucuz Çin mallarının ithaline ve Çin’in ABD Hazine bonoları almasına bağlı olması da aynı ölçüde önem taşımaktadır. Daha da
önemlisi Çin, Doğu Asya ve diğer bölgelerdeki ticari ve ekonomik genişlemenin ana itici gücü olarak giderek Birleşik Devletler’in yerini almaktadır.
Bu kitapta ileri sürülen genel tez şudur: Yeni Amerikan Yüzyılı
Projesi’nin hüsranla sonuçlanması ve Çin’in ekonomik gelişmede sağladığı başarı bir arada değerlendirildiğinde, Smith’in dünyadaki uygarlıklar
arasında eşitliğe dayalı bir dünya-pazar toplumu vizyonunun gerçekleşmesini –Ulusların Zenginliği’nin yayınlanmasından bu yana geçen yaklaşık iki buçuk asırlık zaman dilimi göz önüne alındığında– hiç bu denli
olası kılmadığı görülür. Kitap, biri ağırlıklı olarak kuramsal, diğer üçü
ağırlıklı olarak empirik nitelikli, dört kısımdan oluşuyor.
I. Kısım’da yer alan bölümler çalışmanın kuramsal dayanaklarını serimliyor. İlkin Adam Smith’in ekonomik gelişme kuramının Pomeranz’ın
“Büyük Iraksama”sını anlamak açısından yenilerde keşfedilen önemini soruşturuyor, sonra da Smith’in kuramını yeniden inşa ederek onu
Marx’ın ve Schumpeter’in kapitalist gelişme kuramlarıyla karşılaştırıyorum. Benim I. Kısım’daki ana iddiam şudur: Birincisi, Smith, kapitalist
gelişmenin ne savunucusu ne de kuramcısıdır; ikincisi, Smith’in bir egemenlik gereci olarak piyasa kuramı kapitalist olmayan pazar ekonomilerinin anlaşılması açısından özellikle geçerlidir; örneğin, küreselleşen
Avrupa devlet sistemine eklemlenmeden önceki Çin. Çin, yirmi birinci
yüzyılda, bütünüyle farklı iç ve dünya-tarihsel koşullar altında, yeniden
eski parlak günlerine dönebilir.
II. Kısım’daki bölümler I. Kısım’da geliştirilen Smithyen perspektifi,
ABD’nin Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’ne sarılması ve Çin’in ekonomik bakımdan yükselişe geçmesi için sahneyi hazırlayan küresel türbülansın izini sürmek üzere kullanıyor. Bu türbülansın izini yirminci yüzyılın birinci yarısındaki Batı’ya karşı isyan hareketleri ile diğer
devrimci kalkışmalarca biçimlenen aşırı sermaye birikimine (küresel
bir bağlamda) dek sürdüm. Sonuç, ABD hegemonyasının 1960’ların sonuyla 1970’lerde ilk derin krizini yaşaması oldu, ki ben bunu ABD hegemonyasının “sinyal krizi” olarak adlandırmaktayım. Birleşik Devletler
1980’lerde bu krize, küresel finans piyasalarında sermaye için saldırganca rekabet ederek ve SSCB ile girdiği silahlanma yarışına büyük bir ivme
kazandırarak cevap verdi. Birleşik Devletler’in siyasi ve iktisadi alanda yıldızının parlaması kendi destekçilerinin toz pembe beklentilerini
Giriş
fazlasıyla karşılasa da, küresel politik ekonominin yaşadığı türbülansın
şiddetlenmesi ve Birleşik Devletler’in ulusal zenginliği ile gücünün yabancı yatırımcılar ve hükümetlerden alınan borçlara, onların tasarruf
ve sermayelerine giderek daha fazla bağımlı hale gelmesi gibisinden istenmedik sonuçlar da doğurdu.
III. Kısım, Bush yönetiminin önceki ABD politikalarının bu istenmedik sonuçlarına bir cevap olarak Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’ni benimsemesini irdeliyor. Proje’nin çöküş sebeplerini çözümledikten sonra,
onun nasıl benimsendiğine ve sonrasında nasıl başarısızlığa uğradığına I.
Kısım’da geliştirilen ve II. Kısım’da daha da ilerletilen geniş bir Smithyen
perspektiften bakıyorum. Irak macerasının, Vietnam Savaşı sonucunda
oluşan hükmü –yani, Batı’nın güç üstünlüğünün son sınırına dayandığı
ve artık içe patlama yönünde kuvvetli eğilimler gösterdiği yolundaki hüküm– kesenkes doğruladığı ileri sürülebilir. Dahası, Vietnam ve Irak’a
ilişkin hükümler birbirinin âdeta tamamlayıcısı gibidir. Vietnam bozgunu Birleşik Devletler’i, askeri yenilginin siyasi hasarlarını alt sınırda tutmak için, Çin’i tekrar dünya siyasetine sokmaya zorlarken, Irak bozgununun doğuracağı sonuçlar pekâlâ Çin’i ABD’nin “Teröre Karşı Savaş”ının
asıl galibi olarak öne çıkarabilir.
IV. Kısım özel olarak Çin’in yükselişinin dinamiklerini ele alıyor.
Birleşik Devletler’in şişeden çıkan cini tekrar şişeye koyma girişiminde,
yani ABD’nin Çin’in ekonomide sağladığı büyümeyi kendi güdümüne
sokma doğrultusunda harcadığı çabalarda karşılaştığı zorluklara işaret
ettikten sonra, Çin’in gelecekteki davranışını geçmişin Batılı devletler sistemi deneyimi temelinde Birleşik Devletler, onun komşuları ve genel olarak dünya üzerinden öngörme girişimlerinin nasıl hatalı olduğunu vurguluyorum. Bir defa, Batı sisteminin küresel ölçekte yayılması bu sistemin
işleyim biçimini dönüştürmekte, onun geçmişte yaşadığı deneyimin büyük bir kısmını günümüzde yaşanan dönüşümleri anlamada geçersiz kılmaktadır. Daha da önemlisi, Batılı devletler sisteminin bıraktığı tarihsel
mirasın geçerliği azaldıkça, önceki yüzyılların Çin merkezli sisteminin
geçerliği artmaktadır. Şu kadarını söyleyebiliriz: yeni Asya yüzyılı, eğer
böyle bir yüzyıl olacaksa, esas olarak bu iki mirasın taşıyıcısı/melez bir
yüzyıl olacaktır.
Epilog, ABD’nin küresel Güneyin güçlenmesini eski düzeyine indirme yönündeki çabalarının niçin geri teptiğini özetliyor. Bu çabalar ABD
hegemonyasının “ölümcül krizini” çabuklaştırmakta, Smith’in öngördüğü türden bir devletler uygarlığının kurulmasına –daha öncesinde hiç
olmadığı kadar– elveren koşulları yaratmaktadır. Böylesi bir devletler
topluluğunun doğuşu kesin olmaktan uzaktır. Batının hâkimiyeti, geç-
23
24
A d a m S m i t h Pe k i n’ d e
mişe kıyasla, çok daha incelikli yollarla yeniden üretilebilir; her şeyden
öte, dünyanın uzunca bir süre yükselen şiddet dalgasına ve sonsuz kaosa
maruz kalması bir olasılık olarak önümüzde durmaktadır. Nasıl bir dünya düzeninin ya da düzensizliğinin ensonu gerçekleşeceği, büyük ölçüde,
nüfusu fazlasıyla kalabalık Güney ülkelerinin, öncelikle Çin ve Hindistan
olmak üzere, Batı’nın ilerlediği yoldan ziyade, kendilerine ve dünyaya sosyal açıdan daha hakkaniyetli ve ekolojik açıdan daha sürdürülebilir bir
kalkınma yolu açmalarına bağlıdır.