8. Benim Ad ı m Ester

Transkript

8. Benim Ad ı m Ester
8
8. B e n i m A d ı m E s t e r
Kara'ya verdiğim mektupta neler yazdığım hepinizin merak ettiğini biliyorum. Bu bende de bir merak
olduğu için hepsini öğrendim. İstiyorsanız hikâyenizin sayfalarını geri geri çeviriyormuş gibi yapın da bakın ben
ona o mektubu vermeden daha önce neler oldu, bir anlatayım.
Şimdi, akşamüstündeyiz, Haliç'in çıkışındaki bizim Yahudi mahalleciğimizdeki evimizde kocam Nesim'le
oturuyoruz da ocağa of-puf iki ihtiyar, odun atarak ısınmaya çalışıyoruz. Bakmayın şimdi kendime ihtiyar
deyivermeme, ipek mendillerin, eldivenlerin, çarşafların, Portekiz gemisinden çıkma renkli gömlekliklerin
arasına yüzüktü, küpeydi, gerdanlıktı gibi hem pahalısından hem ucuzundan karıları heyecanlandıracak incikboncuk da koydum mu, takarım bohçamı koluma İstanbul kazan Ester kepçe, girmediğim sokak kalmaz.
Kapıdan kapıya taşımadığım mektup, dedikodu yoktur ve bu İstanbul'un kızlarının yarısını ben evlendirdim, ama
şimdi bu sözü övünmek için açmamıştım. Diyordum ki, akşamüstü oturuyorduk, tık tık, kapı çaldı, gittim açtım,
karşımda bu salak cariye Hayriye. Elinde de mektup. Soğuktan mı, heyecandan mı anlayamadım titreye titreye
bana Şeküremin ne istediğini anlatıyor.
Önce bu mektup Hasan'a götürülecek sandım da şaşırdım. Güzel Şeküre'nin savaştan bir türlü dönmeyen
kocası -bana kalırsa postu çoktan deldirtmiştir o bahtsız- var ya. İşte evine dönmez savaşçı kocanın bir de gözü
dönmüş kardeşi var; Hasan'dır adı.
Ama anladım ki Şeküre'nin mektubu Hasan'a değil, bir başkasınaymış. Ne yazıyor mektupta, Ester meraktan
kuduracak. Sonunda mektubu okumayı başardım.
Sizlerle de öyle fazla tanışmıyoruz. Açıkçası, birden bir utanma sıkılma geldi üzerime. Mektubu nasıl
okudum size söylemeyeceğim Belki benim merakımı -siz de en azından berberler kadar meraklı değil misiniz
sanki- ayıplar, bor görürsünüz beni. Ben size yalnızca mektubu bana okurlarken işittiğimi söyleyivereyim. Şöyle
yazmıştı şeker Şeküre:
"Kara Efendi, babamla olan yakınlığına dayanarak evime geliyorsun. Ama zannetme ki benden herhangi bir
işaret alacaksın. Sen gittiğinden beri çok şey oldu. Evlendim, aslan gibi iki çocuğum var. Bir tanesi Orhan,
demin içeri girmiş de görmüşsün. Ben dört yıldır kocamı bekliyorum ve başka da bir şey düşünmüyorum.
Kendimi iki çocuk ve ihtiyar bir babayla kimsesiz, çaresiz ve güçsüz hissedebilirim, bir erkeğin gücüne ve
koruyuculuğuna ihtiyacım olabilir, ama kimse bu durumumdan yararlanabileceğini sanmasın. Bu yüzden lütfen
bir daha kapımızı çalma. Bir kere zaten mahcup etmiştin ve o zaman benim, babamın gözünde kendimi temize
çıkarmam için ne kadar çile çekmem gerekmişti! Sana bu mektupla birlikte, aklı bir karış havada bir gençken
nakşedip bana yolladığın resmi de geri gönderiyorum. Hiçbir umut beslemeyesin, hiçbir yanlış işaret almayasın
diye. İnsanların bir resme bakıp âşık olabileceklerini sanmak yalanmış. Ayağın evimizden kesilsin, en iyisi
budur"
Zavallı Şeküreciğim, bir erkek, bey, paşa değil ki altına gösterişli mührünü vursun! Kâğıdın dibine adının ilk
harfini, küçük, ürkek bir kuş gibi atmış, o kadar.
Mühür, dedim. Ben bu mühürlü mektupları nasıl açıp kapıyorum diye merak ediyorsunuzdur. Mühürlü değil
ki mektuplar. Bu Ester cahil bir Yahudidir, bizim yazımızı sökemez diye düşünüyor canım Şekürem. Doğru, ben
sizin yazınızı okuyamam, ama başkasına okuturum. Mektubunuzu ise pekâlâ kendim okurum. Aklınız mı karıştı?
Şöyle izah edeyim ki en kalın kafalınız da anlasın.
Bir mektup diyeceğini yalnız yazıyla demez. Mektup tıpkı kitap gibi, koklayarak, dokunarak, elleyerek de
okunur. Bu yüzden akıllı olanlar, oku bakalım, mektup ne diyor, derler. Aptallar da; oku bakalım, ne yazıyor,
derler. Hüner yalnız yazıyı değil, mektubun tümünü okumakta. Dinleyin bakalım Şeküre başka ne demiş,
1. Mektubu gizlice yolluyorsam da, mektup taşımayı iş ve huy edinmiş Ester ile yollamakla öyle fazla bir
gizlilik maksadım yoktur, diyor.
2. Kâğıdın muska böreği gibi fazla fazla katlanması da gizlilik ve sır anlamına geliyor. Oysa mektup açık.
Üstelik yanında koca bir resim var. Maksat sırrımızı aman herkesten saklayalım, gibi yapmak. Bu da, aşkı geri
çevirme mektubundan çok, aşka davet mektubuna yakışır.
3. Ki mektubun kokusu da bunu doğruluyor. Eline alanın kararsız kalacağı kadar belirsiz (acaba bilerek mi
koku sürülmüş?) ama kayıtsız kalamayacağı kadar çekici (bu bir ıtır kokusu mu yoksa onun elinin kokusu mu?)
bu koku, mektubu bana okuyan zavallının aklını başından almaya yetti. Sanırım Kara'nın da aynı şekilde aklını
başından alacaktır.
4. Okumaz yazmaz bir Ester'im ben, ama hattın akışından, bu kalemin, aman acele ediyorum, önemsemeden
dikkatsizce yazıveriyorum demesine rağmen, harflerin hep birlikte tatlı bir rüzgâra kapılmış gibi zarifane
titreyişlerinden, içinden içinden tam tersini söylediği anlaşılıyor. Orhan'dan söz ederken "demin" diyerek şimdi
yazıldığını ima etmesine rağmen, belli ki bir müsvette yapılmış, çünkü dikkat seziliyor her satırda.
5. Mektupla yollanan resim, ben Yahudi Ester'in bile bildiği masaldaki güzel Şirin'in yakışıklı Hüsrev'in
resmine bakıp âşık olmasını anlatıyor. İstanbul'un hülyalı kadınlarının hepsi bayılırlar bu hikâyeye, ama ilk defa
resminin yollandığını görüyorum.
Siz okuryazar talihlilerin sık sık başına gelir: Okuması olmayan biri yalvarır da ona gelmiş bir mektubu
okursunuz. Yazılanlar el kadar sarsıcı, heyecan verici, huzursuz edicidir ki, mektup sahibi kendi mahremiyetine
ortak olmanızdan da mahcup, utana sıkıla yazıyı bir daha okumanızı rica eder. Yine okursunuz. Sonunda mektup
o kadar çok okunur ki ikiniz de ezberlersiniz. Bundan sonra mektubu ellerine alır, bu lafı şurada mı ediyor, şunu
burada mı demiş, diye size sorar ve parmağınızın ucuyla sizin gösterdiğiniz noktaya oradaki harfleri anlamadan
bakarlar. Okuyamadıkları ama ezberledikleri sözlerin harflerin kıvrılışına bakarken bazen, bazen öyle içlenirim
ki ben, kendimin de okuma yazma bilmediğini unutur da mektuplara gözyaşı döken bu okumasız yazmasız
kızları öpmek gelir içimden.
Bir de şu uğursuzlar vardır, sakın benzemeyin onlara: Kız mektubunu eline alıp ona yeniden dokunmak,
nerede hangi sözün dendiğini anlamadan bakmak istediğinde ona, "Ne yapacaksın, okuman yok, daha neye
bakacaksın," diyen bu hayvanların, kimisi sanki kendisinmiş gibi kızın mektubunu geri bile vermezler de onlarla
kavga edip mektubu geri almak bazen bana, Ester'e düşer. Böyle iyi bir karıyımdır işte ben Ester, seversem sizi,
size de yardım ederim
9
9. B e n , Ş e k ü r e
Kara, beyaz atının üzerinde, tam karşımdan geçerken ben niye! orada penceredeydim? Tam o anda, bir sezgiyle
niye kepengi açmıştım da karlı nar dallarının arasından onu görünce öyle uzun uzun bakmıştım? Bunları size tam
söyleyemem. Hayriye ile Ester'e ben haber saldım; Kara'nın oradan geçeceğini biliyordum elbette. Nar ağacına
bakan gömme dolaplı odaya, o ara, ben tek başıma sandıklardaki çarşaflara bakmak için çıkmıştım. İçimden öyle
geldiği için kepengi o an coşkuyla bütün gücümle itince önce odaya güneş doldu: Pencerede durdum ve Kara ile
güneşten gözlerim kamaşır gibi göz göze geldim; çok güzeldi.
Büyümüş, olgunlaşmış, gençliğindeki o sarsak sallantılı halini üzerinden atmış da yakışıklı olmuş. Bak
Şeküre, dedi yüreğim bana, Kara yalnızca yakışıklı değil, gözlerinin içine bak, yüreği çocuk gibi, ne kadar temiz,
ne kadar yalnız. Evlen onunla. Ama ben ona tam tersini yazdığım bir mektup gönderdim.
Benden on iki yaş büyük olmasına rağmen, ben on ikisindeyken, ondan daha yetişkin olduğumu bilirdim. O
zamanlar karşımda bir erkek gibi dimdik durup, şunu yapacağım, bunu yapacağım, şuradan atlayıp, buraya
tırmanacağım diyeceğine, her şeyden utanmış olarak önündeki kitabın ve resmin içine gömülür, gizlenirdi. Sonra
o da bana âşık oldu. Bir resim çizip aşkını ifade etti. İkimiz de büyümüştük artık. On iki yaşıma geldiğimde
Kara'nın benim gözlerimin içine bakamadığını, sanki göz göze gelirsek bana âşık olduğunu anlayacağımdan
korktuğunu sezdim. "Şu fildişi saplı bıçağı verir misin?" derdi mesela, ama bıçağa bakardı da sonra gözünü
kaldırıp benim gözümün içine bakamazdı. "Vişne şerbeti güzel mi?" diye sorarsam mesela, bani hepimizin
ağzımız doluyken yaptığı gibi tatlı bir gülümseme, bir yüz ifadesiyle güzel olduğunu ifade edemezdi. Bir sağırla
konuşur gibi bütün gücüyle "Evet," diye bağırırdı. Çünkü korkudan suratıma bakamazdı. Çok güzeldim o
zamanlar. Bütün erkekler, uzaktan, perdeler, kapılar ve kumaşların kalabalığı arasından da olsa, bir kere beni
görebilmiş olanlar hemen âşık olurlardı bana. Bunları övünmek için değil, hikâyemi anlayın da kederimi
paylaşın diye söylüyorum.
Herkesin bildiği Hüsrev ile Şirin'in hikâyesinde bir an vardır, Kara ile ben çok konuşmuştuk bunu. Hüsrev
ile Şirin'i birbirlerine âşık etmeye niyetlidir Şapur. Bir gün, Şirin.nedimeleriyle birlikte kır gezintisine çıktığında,
altlarında oturup dinlendikleri ağaçlardan birinin dalma Şapur gizlice Hüsrev'in resmini asar. Şirin yakışıklı
Hüsrev'in o güzel bahçenin bir ağacına asılı resmim görünce âşık olur ona. Bu ânı, nakkaşların dediği gibi bu
meclisi, Şirin'in Hüsrev'in dala asılı resmine hayranlık ve şaşkınlıkla bakışını gösterir çok resim yapılmıştır. Kara
babamla çalışırken pek çok kere görüp bir iki kere de baka baka istinsah etmişti bu resmi tam aynısı gibi. Sonra
bana âşık olunca bir kere de kendi için yeniden yapmış. Ama resimdeki Hüsrev ile Şirin'in yerine kendisiyle
beni, Kara ile Şeküre'yi resmetmiş. Resimdeki kız ile erkeğin bizler olduğunu altındaki yazı olmasaydı bir tek
ben anlayabilirdim, çünkü bazen şakalaşırken beni ve kendini aynı hatlarla, renklerle resmederdi: Ben maviler
içinde; kendisi de kırmızı olurdu. Bu yetmiyormuş gibi, bir de Hüsrev'in ve Şirin'in resimlerinin altına adlarımızı
yazmıştı. Resmi bir suç gibi, benim görebileceğim bir yere bırakmış kaçmıştı. Resme bakışımı, ondan sonra ne
yapacağımı seyrettiğini hatırlıyorum.
Şirin gibi ona âşık olamayacağımı çok iyi bildiğim için önce hiç renk vermedim. Tâ Uludağ'dan getirildiği
söylenen buzlarla soğutulan vişne şuruplarıyla serinlemeye çalıştığımız o yaz gününün akşamı, Kara evine
döndükten sonra, onun bana ilam aşk ettiğini babama söyledim. Kara o zamanlar medreseden yeni çıkmıştı.
Kenar mahallelerde müderrislik ediyor, kendi isteğinden çok babamın zorlamasıyla pek güçlü, pek itibarlı olan
Naim Paşa'ya intisap etmeye çalışıyordu. Babama göre aklı bir karış havadaydı. Naim Paşa'nın yanına
girebilmesi, en azından bir katiplikle işe başlayabilmesi için dertlenen ve Kara'nın da bunun için pek bir şey
yapmadığını, yani akılsızlık ettiğini söyleyen babam, o akşam bizi kastederek, "Gözü çok daha yukarılardaymış
meğer fakir yeğenin," demişti. Anneme aldırmayarak, şöyle de demişti: "Sandığımızdan da akıllıymış meğer."
Ondan sonraki günlerde babam neler yaptı, ben Kara'dan nasıl uzak durdum, önce evimizden, sonra bütün
bütün semtimizden; ayağı nasıl kesildi, bütün bunları kederle hatırlıyorum, ama size anlatmak istemiyorum:
Babamı ve beni sevmezsiniz diye. İnanın bana, başka çaremiz yoktu. Umutsuz aşk umutsuz olduğunu anlar,
kural tanımaz gönül dünyanın kaç bucak olduğunu kavrar da böyle zamanlarda makul insanlar kibarca "bizi
birbirimize uygun bulmadılar" diyerek kısa keserler ya haklı olarak: Öyleydi işte. Annemin birkaç kere "Bari
çocuğun kalbini kırmayın," dediğini hatırlatayım. Annemin çocuk dediği Kara yirmi dört, ben ise onun yarı
yaşındaydım. Babam Kara'nın aşk ilanını küstahça bulduğu için annemin ricasını kasten yerine getirmemiş de
olabilir.
İstanbul'dan gittiği haberini aldığımızda onu büsbütün unutmadıysak bile gönlümüzden tamamen
çıkarmıştık. Yıllarca hiçbir şehirden haberini de almadığımız için, yapıp da bana gösterdiği resmi çocukluk
hatıralarımızın ve çocukça arkadaşlığımızın bir nişanesi olarak saklamamın yerinde olduğunu düşünmüşümdür.
Önceleri babam, sonraları da savaşçı kocam resmi bulup huzursuz olmasın, kıskanmasın diye altındaki Şeküre
ile Kara kelimelerinin üstünü babamın Hasan Paşa mürekkebi sanki damlamış da damladan çiçekler yapılmış
gibi ustaca örtmüştüm. Bugün ona o resmi geri yolladığıma göre, aranızda pencerede onun karşısına çıkıvermiş
olmamı benim aleyhime yorumlamaya çalışanlar varsa, belki biraz utanır, belki biraz düşünürler.
Onun karşısına on iki yıl sonra birdenbire çıktıktan sonra orada, pencerenin önünde, akşam güneşinin kızıl
ışıkları içinde bir süre kaldım da, bahçenin bu ışıkta hafifçe kırmızımsı bir renge, turunç rengine bürünüşüne,
iyice üşüyene kadar hayranlıkla baktım Hiç rüzgâr yoktu. Sokaktan geçen biri ya da babam beni açık pencerede
görseydi, ya da Kara atıyla geri dönüp önümden geçseydi ne derlerdi umurumda değildi. Haftada bir güle oynaya
hamama gittiğim Ziver Paşa'nın kızlarından o hem sürekli gülen, eğlenen, hem de en olmadık zamanda en
şaşırtıcı lafı eden Mesrure bir keresinde, hiçbir zaman tam ne düşündüğünü insanın kendisinin bile
bilemeyeceğini söylemişti bana. Ben şöyle düşünürüm: Bazen bir şey söylüyorum, onu düşünmüş olduğumu
söylerken anlıyorum, ama anladığını vakit tam tersim inançla düşünüyorum.
Babamın eve çağırdığı ve hepsini tek tek dikizlediğimi sizden saklamayacağım nakkaşlardan zavallı Zarif
Efendi'nin kocam gibi kayıp olmasına üzüldüm. En çirkin ve fakir ruhluları da oydu.
Kepengi kapadım, odadan çıktım, aşağıya mutfağa indim.
"Anne, Şevket seni dinlemedi," dedi Orhan. "Kara ahırdan atını alırken mutfaktan çıktı da delikten onu
seyretti."
"Ne var!" dedi Şevket elinde havanın eli. "Annem de dolabın içindeki delikten seyrediyordu onu."
"Hayriye," dedim. "Akşama bunlara badem ezmeli, şekerli ekmek kızartırsın az yağda."
Orhan tepinerek sevindi de, Şevket hiç ses etmedi. Yukarı merdivenleri çıkarken ikisi de bağıra bağıra
arkamdan yetişip, paldır küldür, bir neşeyle itişerek yanımdan geçerlerken: "Yavaş, yavaş," dedim ben de
kahkahalar atarak. "Kör olasıcalar." Birer tatlı yumruk indirdim narin sırtlarına.
Ne kadar güzeldir akşamüstü evde çocuklarla birlikte olmak! Babam sessizce kitabına vermişti kendini.
"Misafiriniz gitti," dedim. "Umarım sıkmamıştır sizi."
"Yok," dedi. "Eğlendirdi beni. Eskisi gibi Eniştesine saygılı."
"İyi."
"Ama ihtiyatlı ve hesaplı da."
Bunu, benim tepkimi ölçmekten çok Kara'yı küçümser bir havayla, konuyu kapatmak için söylemişti. Başka
zaman olsaydı sivri dilimle bir cevap yetiştirirdim. Bu sefer, hâlâ beyaz atı üzerinde ilerlediğini hissettiğim o
adamı düşündüm de ürperdim.
Sonra, dolaplı odada nasıl oldu bilmiyorum Orhan ile birbirimize sarılmış bulduk kendimizi. Şevket de
sokuldu; bir an aralarında itiştiler. Kavgaya tutuştular zannediyordum ki sedire yuvarlanmış bulduk kendimizi.
Köpek yavruları gibi onları sevdim; başlarının arkasından, saçlarından öptüm, göğsüme bastırdım onları,
ağırlıklarım memelerimin üzerinde hissettim.
"Hımmn" dedim. "Saçlarınız kokuyor sizin. Hayriye ile hamama gidersiniz yarın."
"Ben artık Hayriye ile hamama gitmek istemiyorum," dedi Şevket. "Çok mu büyüdün sen," dedim.
"Anne niye bu güzel mor gömleğini giydin?" dedi Şevket.
İçeri odaya gittim, mor gömleği çıkardım. Hep giydiğim soluk yeşili geçirdim üzerime. Giyinirken üşüdüm,
ürperdim, ama tenimin ateş gibi olduğunu, dahası gövdemin canlılığını, diriliğini hissettim. Yanaklarımda bir
parça allık vardı, çocuklarla itişir, öpüşürken silinip dağılmıştır, ama onu da tükürüp avucumun içiyle iyice
yaydım. Biliyor musunuz, hısım akrabalar, hamamda gördüğüm kadınlar, beni gören herkes yirmi dört yaşında
iki çocuklu geçkin bir kadın değil de. on altı yaşında bir genç kız gibi olduğumu söylerler. Onlara inanmanızı,
sizin de inanmanızı istiyorum, anladınız mı, yoksa hiç anlatmayacağım.
Sizinle konuşmamı yadırgamayın. Babamın kitaplarındaki resimlere yıllardır bakar, içlerinde hep kadınları,
güzelleri ararım. Seyrek de olsa vardırlar ve hep mahcup, utangaç, önlerine, en fazla özür diler gibi birbirlerine
bakarlar. Erkekler, savaşçılar ve padişahlar gibi başlarını kaldırıp dimdik dünyaya baktıkları hiç olmaz. Ama
aceleyle nakışlanmış ucuz kitaplarda, ressamın dikkatsizliği yüzünden bazı kadınların gözleri yere, hatta resmin
içinde başka bir şeye, ne bileyim bir kadehe ya da sevgiliye bakmaz da, doğrudan okuyucuya bakar. Kimdir
baktıkları o okuyucu, diye düşünürüm hep.
Tâ Timur zamanından kalma iki yüz yıllık kitaplarla, meraklı gâvurların altınları verip tâ memleketlerine
götürdükleri ciltler aklıma gelince ürperirim: Belki de benim şu hikâyemi öyle tâ uzaklardan biri, bir gün
dinleyecektir. Kitaplara geçme isteği bu değil mı, bütün padişahlar, vezirler, kendilerini anlatan, kendilerine
adanmış kitapları yazanlara keseler dolusu altını bu ürperti için vermiyorlar mı? Bu ürpertiyi içimde
duyduğumda, ben de, tıpkı bir gözü kitabın içindeki hayata, bir gözü de kitabın dışına bakan o güzel kadınlar
gibi, beni kimbilir tâ hangi yerden ve zamandan seyretmekte olan sizlerle de konuşmak isterim. Ben güzelim,
akıllıyım ve beni seyrediyor olmanız da hoşuma gidiyor. Arada bir bir iki yalan söylesem de, bu benim
hakkımda yanlış bir fikir edinmeyesiniz diyedir.
Belki sezmişsinizdir, babam beni çok sever. Benden önce üç oğlu olmuş, ama Allah onların canını teker
teker almış da ben kıza dokunmamış. Babam üzerime titrer, ama onun seçtiği bir adamla evlenmedim ben; kendi
görüp beğendiğim bir sipahiye vardım. Babama kalsa beni vereceği adam hem en büyük âlim olacak, hem
nakıştan, sanattan anlayacak, hem güç iktidar sahibi olacak, hem de Karun gibi zengin olacaktı ki, böyle bir şey
onun kitaplarında bile olmayacağı için ben yıllarca evde oturup bekleyecektim. Kocamın yakışıklılığı dillere
destandı, kendim de aracılarla haber salıp bir fırsatını bulup hamam dönüşü karşıma çıkıverince gördüm,
gözlerinden ateş çıkıyordu, hemen âşık oldum. Esmerdi, bembeyaz tenli, yeşil gözlü bir güzeldi; güçlü kolları
vardı, ama aslında uyuyakalmış çocuk gibi hep masum ve sessizdi. Belki de, bütün gücünü savaşlarda adam
öldürerek, ganimet toplayarak tükettiği için, bana belli belirsiz kan kokar gibi gelirdi, ama evde hamın gibi
yumuşacık ve sakin dururdu. Babamın yoksul bir savaşçı diye önce istemediği ve ben kendimi öldürürüm
dediğim için beni vermeye razı olduğu bu adam, savaştan savaşa kahramanca koşarak en büyük yiğitlikleri
yaparak on bin akçelik bir tımar sahibi oldu ki herkes bizi kıskanırdı.
Dört yıl önce Safevilerle savaştan dönen orduyla birlikte geri gelmemesine önceleri aldırmadım. Çünkü
savaştıkça ustalaşıyor, kendi başına işler çeviriyor, daha büyük ganimetler getiriyor, daha büyük tımarlara
çıkıyor, daha çok asker yetiştiriyordu. Ordunun yürüyüş kolundan ayrılıp kendi adamlarıyla birlikte dağlara
doğru gittiğini söyleyen şahitler de vardı. Önceleri hep şimdi dönecek diye umdum, ama iki yılda yavaş yavaş
yokluğuna alıştım, İstanbul'da benim gibi kocası kayıp ne kadar çok savaşçı karısı olduğunu anlayınca
durumumu kabullendim.
Geceleri yataklarımızda çocuklarla birlikte birbirimize sarılır ağlaşırdık. Ağlaşmasınlar diye onlara bir yalan
atar, mesela filanca söylemiş, kanıtı var, babanız bahar gelmeden dönüyor der, daha sonra benim yalanım onların
ağzından, başkalarının kulağına değişe dolaşa, dönüp bana "Müjde" diye geri gelince herkesten önce ben
inanırdım.
Kocamın gün görmemiş, ama çelebi ruhlu Abaza babası ve onun gibi yeşil gözlü kardeşiyle birlikte
Çarşıkapı'da bir kira evinde oturuyorduk. Evin orta direği kocam kaybolunca sıkıntılar; başladı. Kayınpeder
büyük oğlunun savaşa savaşa zenginleşmesi üzerine bıraktığı aynacılık işine o yaştan sonra geri döndü. Kocamın
gümrükte çalışan bekâr kardeşi Hasan, eve getirip bıraktığı para çoğaldıkça erkeklik taslamaya başladı. Ev
işlerini gören cariye kızı, kirayı verememekten korktukları bir kış, alelacele esir pazarına götürüp sattılar ve
benden onun gördüğü mutfak işlerini görmemi, çamaşırı yıkamamı, hatta çarşı pazara çıkıp alışveriş etmemi
istediler. Ben bu işleri görecek kadın mıyım, demedim, yüreğime taş basıp hepsini yaptım. Ama artık geceleri
odasına alacak bir cariyesi olmayan kayınbirader Hasan, benim kapımı zorlamaya başlayınca ne yapacağımı
şaşırdım.
Elbette hemen buraya, baba evine dönebilirdim, ama kadıya göre kocam hukuken yaşadığına göre, onları
öfkelendirirsem beni çocuklarla birlikte zorla kayınpederimin yanına, yani kocamın evine geri götürmekle
kalmaz, bunu yaparken beni ve beni alıkoyan babamı cezalandırıp aşağılayabilirlerdi. Aslına bakılırsa, kocamdan
daha insancıl ve makul bulduğum ve tabii ki bana çok fena âşık olduğunu bildiğim Hasan ile sevişebilirdim.
Ama bunu düşüncesizce yapmak beni sonunda onun karısı değil, Allah korusun, cariyesi olmaya götürürdü.
Çünkü, mirastan payımı istemeye kalkarım, hatta belki de, onları terk eder, çocuklarla babamın yanına dönerim
diye korktukları için, kocamın kadı gözünde öldüğünü onlar da kabul etmeye razı değillerdi hiç. Kocam kadıya
göre ölmemişse, Hasan ile evlenemezdim tabii, ama başka birisiyle de evlenemeyeceğini için ve bu durum da o
eve ve evliliğe beni bağladığı için kocamın "kayıp" olması, sürüp gitmekte olan o belirsiz durum, onlara göre
tercih edilebilir bir şeydi. Çünkü unutmayın ki, onların ev işlerini görüyor, yemeklerinden çamaşırlarına her
işlerini yapıyordum ve biri de bana deli gibi âşıktı.
Kayınpederim ve Hasan için en iyi çözüm, benim Hasan ile evlenmemdi, ama bunun için önce şahitleri
ayarlamak, sonra kadıyı ikna etmek şarttı. O zaman kayıp kocamın en yakınları, babası ve kardeşi de rıza
gösterdiğine göre, kocamın artık ölüden sayılmasına karşı çıkan biri olmayacağına göre, kadı da, biz bu adamın
savaşta ölüsünü gördük, diyen yalancı şahitlere üç beş akçeye inanır gözükecekti. En büyük sorun, dul düştükten
sonra evi terketmeyeceğime, miras hakkı, ya da evlenmek için para istemeyeceğime, daha önemlisi kendi
seçimim ile Hasan ile evleneceğime onu inandırabilmemdi. Bu konuda ona güven vermek için onunla sevişmem
ve bunu boşanabilmek için değil -inandırıcı olacak bir şekilde- ona âşık olduğum için yapmam gerektiğini elbette
anlamıştım.
Gayret etsem Hasan'a âşık olabilirdim. Hasan kayıp kocamdan sekiz yaş küçüktü, kocam evdeyken
kardeşim gibiydi ve bu duygu beni ona yaklaştırmıştı. İddiasız, ama tutkulu oluşunu, çocuklarımla oynamayı
sevişini ve bana bazen sanki o susuzluktan ölen birisi, ben de bir bardak soğuk vişne şerbetiymişim gibi özlemle
bakışını seviyordum. Ama bana çamaşır yıkatan, cariyeler, köleler gibi çarşı pazar gezip alışveriş etmemden
gocunmayan birine âşık olabilmem için çok gayret etmem gerektiğini de biliyordum. Babamın evine gidip gidip
tencerelere, kap kaçağa, fincanlara bakıp uzun uzun ağladığım ve geceleri birbirimize destek olmak için
çocuklarla koyun koyuna uyuduğumuz o günlerde Hasan bana o fırsatı vermedi. Benim de ona âşık
olabileceğime, evlenebilmemiz için gerekli bu tek yolun gerçekleşebileceğine inanamadığı, kendine güveni
olmadığı için edepsizlikler etti. Bir iki kere beni sıkıştırmaya, öpmeye, ellemeye kalktı, kocamın hiç
dönmeyeceğini beni öldüreceğini söyledi, tehditler savurdu, çocuk gibi ağladı ve aceleciliği ve telaşıyla
efsanelerde anlatılan gerçek ve soylu aşka vakit tanımadığı için onunla evlenemeyeceğimi anladım.
Bir gece çocuklarla birlikte yattığımız odanın kapısını zorlayınca hemen kalktım, çocukların korkmasına
aldırmadan avazım çıktığı kadar bağırıp eve kötü cinlerin girdiğini söyledim. Kayınpederi uyandırdım ve daha
hevesinin şiddeti geçmemiş olan Hasan'ı cin korkuları ve çığlıklarım arasında babasına teşhir ettim. Benim abuk
sabuk ulumalarım, ipe sapa gelmez cin laflarım arasında, aklı başında ihtiyar, berbat gerçeği, oğlunun sarhoş
olduğunu ve diğer oğlunun iki çocuklu karısına edepsizce yaklaştığını utançla farketti. Sabaha kadar
uyumayacağımı, cine karşı oğullarımı kapının önünde oturup bekleyeceğimi söyleyince ses etmedi. Sabah hasta
babama bakmak için uzun bir zamanlığına, çocuklarla birlikte baba evine döneceğimi ilan edince yenilgiyi
kabullendi. Kocamın satmayıp savaşlardan bana getirdiği Macar'dan ganimeti zilli saati, en asabi Arap atının
sinirinden yapılmış kamçıyı, çocukların taşlarını savaş oyunları oynarken kullandıkları Tebriz yapımı fildişinden
satranç takımını ve satılmasın diye ne kavgalar ettiğim Nahcivan savaşından ganimet gümüş şamdanları evlilik
hayatımın nişaneleri olarak alıp baba evine geri döndüm.
Gaib kocamın evini terk etmem, beklediğim gibi, Hasan'ın bana olan saplantılı, saygısız aşkını, çaresiz, ama
saygıdeğer bir yangına dönüştürdü. Babasının kendisini desteklemeyeceğini bildiği için, beni tehdit etmek
yerine, köşelerinde kuşların, gözü yaşlı aslanların ve mahzun ceylanların oturduğu aşk mektupları yollamaya
başladı. Bir nakkaş ve şair ruhlu dostu yazıp resimlemiyorsa eğer, Hasanla aynı çatı altında yaşarken
farkedemediğim zengin hayal âlemini gösteren bu mektupları son zamanlarda yeniden yeniden okumaya
başladığımı sizden saklamayacağım. Son mektuplarında Hasan’ın beni ev işlerine köle etmeyeceğini, çünkü çok
para kazandığını anlatması, saygılı, tatlı ve şakacı dili ve çocukların bitip tükenmez kavgalarıyla istekleri ve
babamın şikayetleri kafamı kazan gibi yaptığı için penceremin kepengini sanki dünyaya bir "oh" diyebilmek için
de açmıştım.
Hayriye akşam sofrasını kurmadan önce babama Arabistan'dan gelen en iyi hurma çiçeğinden ılık bir kavi
yaptım, içine bir kaşık bal koyup azıcık limon suyuyla karıştırdım, sessizce yanına girdim ve Kitab-ur Ruh'u
okurken, tam da istediği gibi, kendimi hiç farkettirmeden, bir ruh gibi önüne koydum.
Öyle kederli ve cılız bir sesle, "Kar yağıyor mu?" diye sordu ki bana, bunun zavallı babamın hayatında
göreceği son kar olduğunu hemen anladım.
~ 1" Ale..
l"fTHTlNfT
rından tutup yerlerde sürükledi. Tekmeledi. Kızın bir tu
saçı parmaklarının
_Dem::T
arasında kaldı. Yüzünü, gözünü tıtma
OLm f\ ~ 1'\
6e LO 'i ,
henN ~ELEt-L 166 Lu
-
dı.
Hürrem'den
tek bir tepki görmedi. Ne bir hareket, ne
ses. Sessizce bu müthiş saldırıya katlandı. Sadece baktı
Gül:.
bahar'ın yüzüne. Bir de kadının parmakları arasında ka
bir tutam güzelim kızıl saçına. İçinden, Gülbahar, dedj,
ni tanıdığın güne lanet edeceksin.
Gülbahar Haseki onu paralanmış, parçalanmış bir haldt
öylece bırakıp giderken, ayağa kalkmaya çalıştı Hürrem. V
bayılırmış gibi kendini yere bırakıverdi. Öylece yatıp kaldı
XXVII
bill Ağa dehşet içindeydi. "İki cihan bir araya gelse öyleyemem," diye bağırdı hiddetten
titreyen bir sesle.
Ol az, olamaz!"
ürrem hiç aralı olmadı. Pencereden
denize bakmaya
dev.:nı etti. En çok bu pencereyi severdi Hürrem. Denize
açılcuğıve kimsenin içeriyi görmesi mümkün olmadığı için
ha ~in, önünde kafes olmayan en der pencerelerinden biriydi burası.
irkaç gün önce olsa, değneği sırtına vurur, Gülbahar'ın
ek ~ bıraktığı yerlerini de qıorartırdı ama şimdi çaresizdi
SO bill. Padişahın kaynuna girmiş bir kadını dövmek kimi 'haddiydj? Adam, bağırıp çağırmasının para etmedioini
a
gö" ce sesine resmiyet katarak aşağıdan almayı denedi bir
de ';(l{,ürremHal1lm -Padişah'ın odasına ilk geceden sonra
te
;r tekrar çağırıldığından
beri o da kesınişti artık ona
Aleksandra
demeyi- çıldırdı mı? Hiç koskoca sultana, 'o\..
maz' denir mil"
Kızdan ses çıkmadığını görünce bu sefer etraftaki hiı
metkarlara döndü, "Söylesenize siz de, Dilinizi mi yuttunUı]
Sorusuna cevap alamadı ama hizmetkarlar ona hak verdiklerini belli eden mınltılar çıkardılar ağızlarından.
.
"Ben gidip 'Hürrem Hanım gelmiyor. Çok ısrar ettim ama
Hünkar gel dedi mi, kadın kısmı gelmem diye haber sala.
inadı tuttu. Nuh dedi, peygamber demedi; gelmiyor', dediğimde efendimiz Kara Ali'yi çağırtıp boynumu yağlı kemente
bilir mi? Olur mu böyle şey?"
Odadakiler çaresizlikle önlerine baktı. Olmazdı. Harem
uzatrnarnı isterse ne olacak? Hem vallah, hem billah yapar."
Ne ettiyse, ne kadar dil döküp yalvardıysa olmadı. "Ko-
Ağası haklıydı ama Hürrem, olmazları olduruyordu işte
Merzuka ve Setaret başlarını iki yana sallar gibi oldu ama
hiçbiri ağzını açmaya cesaret edemedi. Hepsi şaşkındı, Pa.
dişah, hanımlarını dairesine davet etmek için Harem Ağa.
sı'nı yolluyor, o, "Gitmem!" diye tutturuyordu. Böyle bir şey
lundan tutar sürükleye
ne görülmüş, ne duyulmuştu o güne kadar.
Hürrem birden yalvarıp duran adama çevirdi başını. İşte
o zaman, Gülbahar'ın tırnaklarıyla kanlı izler açtığı yüzü or·
taya çıktı. Yediği yumruk ve tokatlardan mosmor olmuştu
bir yanağı.
"Niye olmayacakmış, bal gibi olur."
Oturduğu yerden kalkıp hiddetle Sümbül Ağa'nın üstü·
ne yürüdü. Adamın ağzının pis kokusunu duyacak kadar
suratına yaklaşıp "Görüyor musun?" dedi. "Bak şu halime.
Yüzüm, gözü m paramparça. Her yanım tırmık, çürük içinde." Birden topuğu nu hırsla yere vurdu. "Bu halde onun
karşısına çıkılır mı? Ne yaparsan yap kime dersen de. Bürrem Hanım'ın mazereti var. Gelemiyor, de. İşte o kadar."
Sümbül Ağa, kızın çürükler ve tırmıklar içindeki yüzüne bakmaya kıyamadı. Ama yine de ısrarından vazgeçmedi.
"Yapma Hürrem Hanım, etme Hürrem Hanım. Senin yüzünden
efendimiz gazaba gelecek. Hadi kendi canını dü-
şünmüyorsun.
Bize yazık, günah değil mil"
sürükleye
götürürüm,"
tehdidi de
fayda etmedi.
"Hele bir dene ağa," diye adamın gözünün içine baka
baka homurdandı Hürrem. "Hele bir dene; bak bakalım neler olur."
ümbül, bu tehdidin ne anlama geldiğini bilecek kadar
tecrübeliydi. Ne halt etmeye şeytana uydum diye geçirdi
içinden belki bininci defa. Bir merdiven altı kaçamağı bak
ne işler açtı başıma?
Gerçekten zor durumdaydı Harem Ağası. Kalın boynu,
bu deli Moskof kızıyla padişahın iradesi arasında sıkışıp kalmıştı. Aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyıktı. Çaresizlik
içinde homurdana
gitti.
homurdana
Hürrem'in dairesinden
çıkıp
Daveti reddeden Hürrem o akşam Sultan Süleyman'ın
dairesine gitmedi. Sümbül Ağa'nın yüreği de huzura varıp
"gelmiyor," demeye yetmedi. Çareyi, Daye Hatun'un kulağına eğilip sızlanmakta buldu. Padişah kızarsa, dadısının
bOYf\unu vurduracak değildi ya.
Süleyman, güzel Hürrem'i beklerken karşısında yetmişlik
dadısını görünce şaşırdı. Yaşlı kadın uygun bir ifadeyle
Hürrem Hanım'ın padişahın emrine uyamadığı için üzgün
olduğunu, mazereti yüzünden (;ok arzu etmesine rağmen
huzura varamadığını söyledi.
Padişah, "Ne mazereti Daye anarn?" diye sordu yavaşça.
KadlI) çaresizlik içinde sustu. Ne diyebilil'di ki koskoca padişaha? "Gülbahar Haseki, o güzel kızın yüzünü gözünü
parçalamış," denir miydi?
Dadısının önüne baktığını gören padişah, asık bir Suratla odanın içinde dolaşmaya başladı. Daye Hatun, bunun iyiye işaret olmadığını bilecek kadar iyi tanıl'dı Süleyman'ı.
Sultan önemli bir karar öncesinde bir şeyler düşünürken kafesteki aslan gibi böyle dolanır, hızının artması, giderek
kelendiğini gösteril'di.
Genç padişah birden bağırdı. "Tekrar haber versinler
men. Hürrem derhal huzurumuza gelsin. Ne zamandan
ri padişah kısmının lafının üstüne laf konur, bir dediği
öf-
hebeiki
edilir dadı?"
İkinci davetin cevabı da olumsuz oldu. Hürrem, kollarına atılmak için yanıp tutuştuğu halde Süleyman'ın dairesine
gitmedi. Çılgına dönen hükümdar, bir gece önce Hürrem'i
koklayarak yattığı koca yatakta, yalnız başına uyudu çaresiz.
Hürrem'in, padişahın iki davetini de geri çevirmesi baremde deprem yarattı. Haber önce Hafza Sultan'a, ardından
da Gülbahar Haseki'ye iletiidi. Kavgayı duyan Valide Sultan, Hürrem'in tepkisine pek şaşırmadı. Kızın ne kadar gururlu ve dik başlı olduğunu biliyordu. Yediği dayağın izleriyle padişahın huzuruna vanp "Senin oğlunun anası bak
beni ne hale getirdi," diye çürüklerini gösterecek değildi ya.
Kızın Gülbahar'a karşı koymaması da taktik olabilirdi.
Dayağı yemiş, sesini çıkarmamış, dairesine çekilip oturmuştu. Olayın mağduruydu artık o. Adaletiyle tanınan oğlu
mağdurlara dayanamazdı. Hele bu dayağın mağduru, koynundan çıkamadığı körpecik bir dilber olursa. Valide Sultan
"Vah, Gülbahanm,"
diye mınldandı derin derin içini çeker-
ken. "Kıskançlık sana bu hatayı yaptırdı ha? Süleyman'ı kayberrneyeyim derken, geleceği kaçırdın elinden."
}{arŞı dairede ise bir başka hava eSiyordu. Gülbahar Haseki, kızın padişahın yanına gitmediğini duyunca inanamadı. "Emin misin kadın?" diye sordu hizmetçisine. "Yalanın,
yanlışın varsa; yersin değneği bilmiş ol."
"Hem de bir değil iki kere. Efendimiz, iki kere haber salmış, ikisinde de olmaz diye burun kıvırmış haspa."
Bak sen, diye düşündü Gülbahar. Doğrusu böyle bir şey
ummuyordu. Tam tersine kızın bire bin katarak kendisini şikayet etmesini bekliyordu padişaha.
Bir yandan da için için sevindi Gülbahar. Süleyman şimdi mutlaka gazaba gelecek ve bu densiz kızı saraydan attıracak, belki de İstanbul'dan sürdürecekti. Evet, mutlaka
böyle yapar diye mırıldandı içinden Gülbahar bütün gece.
Ama öyle yapmadı Süleyman. Ertesi gün, bu sefer Daye
Hatun'u gönderdi. Gülbahar'ın kıza saldırdığını o da duymuştu elbette. "Niye bizi üzer? Şikayetini gelip niye söylemez? Neyse icabı bakanz. Yoksa bizim güleryüzünün solmasına razı olacağımızı mı sanır?" diye haber saldı dadısıyla.
Yaşlı kadın şunca yıldır saraydaydı, ilk defa böyle bir şey
yaşıyordu. Padişah haremdeki cariyelerden birini yatağına
çağırıyor, kız 'gelmem' diyor, Sultan gazaba gelmek ne kelime, tam aksine, rica minnet ediyordu. Kadın dar, günışığına hasret koridorda yuvarlana yuvarlana yürürken, "Kıyamet günü yakındır, sen koru bizi Allahım," diye dualar mınldandı durmadan.
Hürrem'in yanına gitmeden önce, durumu Valide Sultan'a anlatmayı akıl etti. İki yaşlı kadın kafa kafaya verip fı-
sıldaştılar. Hafza Sultan, "Daye, de bana. Ne olacak bu işin
sonu?" diye sorunca tecrübeli dadı, "Sultan Anarn," dedi ,
"bu iş düpedüz sevdadır. Ona göre bir önlem gerekir."
Valide Sultan'ın solgun gözlerinde bir ışık yanıp söndü.
Kendisi gibi padişahın anası da onaylıyordu demek Süley_
man'ın bu Rus kızına olan aşkını.
Hürrem'in dairesine girerken içi daha rahattı artık Daye
Hatun'un. Kız, yaşlı kadını görünce hemen kalkıp usulünce
elini öptü. Oturması için yer gösterdi. Rahat ettirmek için
,
kendi eliyle arkasına yastıklar koydu.
"Vah yavrum," dedi yaşlı kadın Hürrem'in yüzündeki tırmık izleriyle çürükleri görünce.
Uzun uzun padişahın onu göremediği için ne kadar üzgün olduğunu anlattı. Süleyman'ın bir sözüne beş de o kattı bir güzel.
Hürrem yüreği sevinçten kanatlanıp uçarken, duygularını belli etmemek için Daye Hatun'a sarıldı.
"Nasıl varayım Hazret-i Sultan Efendimin huzuruna?" dedi yavaşça. "Bu halimle utanırım. Yüzüne bakarnam. Böyle
çürükler ve tırmıklar içinde görüp benden tiksinirse ne yaparım?"
Kızın gözlerinden
yaşlar döktüğünü
gören kadın için-
den, ateş bacayı iyice sarmış, diye geçirerek döndü Sultan
Süleyman'ın huzuruna. Haberi umutla bekleyen padişahın
yüzü, Hürrem'in cevabıyla asılıverdi.
"Demek bütün bunlara Gülbahar'la Hürrem arasındaki
kavga sebep oldu." Öfkesi sesine yansımıştı Süleyman'ın.
"Belli ki öyledir sultanoğlum.
değildir."
"Ya nedir?"
Ama bilesin ki bu kavga
"Nasıl desem bilmem ki ... korkarım ... "
"Ne korkması Daye anam? Yarı anam sayılırsın. Üzerimizde emeğin vardır. Ana evladından
korkar mı? De bana;
kavga değil de nedir Hürrem'le Gülbahar arasındaki?"
Aslında kadının korktuğu filan yoktu ama söyleyecekleri yüzünden padişahın hiddet oklarını Gülbahar'a fırlatacağını bildiği için lafını tartarak söylemeye çalışıyordu.
"Hem görenlerden dinledi m sultanım, hem gözlerimle
gördüm. Ortada kavga yok. Gülbabr
Haseki, kızı evire
çevire dövmüş. Zavallıcığın yüzü gözü tırmıklar, çürükler
içinde."
"Hürrem karşılık vermemiş mi?"
"Elini bile kaldırmamış. Soranlara da, 'efendimizin şehzadesinin anasına el k,alkar mı?' diyormuş."
Demek ki doğruydu duyduğu. Hürrem, öylece durmuş,
Gülbahar'ın onu dövüp parçalamasını seyretmişti sadece.
En ufak tepki göstermemişti. Ağzını açıp sözetmemişti. Acıdan bağırıp çağırmamıştı bile.
Daye Hatun sıranın artık Sultan Süleyman'ın
duymak
için sabırsızlandığını bildiği laflara gelmesi gerektiğini farketmişti, ama içindeki hesaplaşma bir türlü bitmiyordu.
Çünkü bunları derse Gülbahar'ın celladı olacaktı. Oysa padişahın gazabını ateşleyecek bir felakete sebep olmak istemiyordu.
Sultan Süleyman dadısının tereddüt içinde olduğunu anlamakta gecikmedi.
"Söylesene dadı. Hürrem nasıl? Ne der, ne düşünür? Gülbahar'ın şirretliğinin cezasını bize mi keser?"
"Efendimize kavuşmak için yüreğinin nasıl çarptığını bu
kulaklarımla duydum oğul," diye başladı söze kadın. "Döktüğü hasret gözyaşlarını bu ihtiyar gözlerimle gördüm. Ama
gel gör ki sultanım; utanır Hürrem Hanım yara bere içinde
1Uzuruna varmaya. Efendimiz beni bu halde görmemeli, dire gelemiyor yanına. Beri yandan ..."
Ka<dınsusunca, "Beri yandan ne?" diye sıkıştırdı padişah.
"Beri yandan Gülbahar Haseki de haksız sayılmaz. Neti:ede onun ki de sevdadır. Sevda dediğin ferman dinlemez.
{adın kısmının içine bir kere kıskanç ... "
Qaye Hatun "Kıskançlık 'düşmeye görsün, her şeyJ yaJar," diye Gülbahar'ın hareketine bir mazeret yaratma çaba,ma devam edemedi. Süleyman yaşlı dadısını kolundan tuarak kapıya kadar gitmesine yardım etti.
Düşünmeliydi. Aklıyla kalbi arasında gezinmeli, eğri;yi,
joğruyu tartmalı ve doğru karar vermeliydi. Onun adı Süeyman'dı. Süleyman'ın kanunu, adaleti şaşmamalıydı.
Düşüncesinin tam burasında birden durdu. "Suleyman,"
ıeöi 'kendi kendine güıümseyerek. Suleyman ...
,Ultan Süleyman, fırtına gibi girdi içeri kaftanının etekleti'li savurarak. Umutla padişahın, Moskof gavurunun nazln1anbıkıp kendisini çağırmasını bekleyen Gülbahar, genç
Ja&şa:hın "Nerededir hanımmız," diye bağırdığını duyunca
:e'laş1akoştu. Yüreği heyecanla çarptıbir an. Belli ki, oğlu1un anasını huzuruna davet etmek yerinekendisi
gelmişti
~r"keği.'Görsündü Moskof çıyanı işte.
"Fakat bir tuhaHık vardı. Müthiş bir panik yaşanıyordu.
jnce necHmelerininkaçışmasına
bir anlam veremedi. IPad.i?ah Gllibahar Easek·imin dairesine ilk defa geliyor değiildi
ki. KızIaFı, 1<eFld'İsineçarparak kaçışacak kadar -korkutan 'ne
Dluyordu .içerde? !Nızihadımlarla -seslerin geldiği tarafa d(j),ğru yGn.elG1ıi.
'StaJeo/'man tam ,o aflda kiikıredi. "S<\Jyleseı:Nze n.e:t'e~~dir
HfiLllIJl1!!>l<lZ? Vıtptıığı den9İJiliğin utancmdan !huzuruımıza ç.fkmaya ımı ~~Ji:ka'f Y0k-sa?"
Eyvah! Gülbahar'ın kafasından geçen ilk sozcük bu oldu'
Eyvah' Oğlunun babası sev day la değil, öfkeyle dayanmıştı
kapısına.
Kapıyı açıp padişahın ortalığı birbirine kattığı geniş salonaı geçti. Son birkaç hizmetkar da onun açtığı kapıdan kaçı]? canını kurtardı. Ve Gülbahar ilk defa bu kadar öfkeli
gördü onu. Başında kavuğu yoktu. Saçları hiddetinden dimdiK olmuştu. Yüzünde bir
BnFOundan soluduğu için
bıyıkları da kanatlanıyordu.
dönüyordu salonun içinde
sinden Gülbahar'ın kapıda
"Söyleyin şehzademizin
kas öfkeden titreşip duruyordu.
biçimli dudaklarının üstündeki
Ellerini belinde bağlamış, dört
çıldırmış halde bağırarak. Öfkedikildiğini bile farketmedi.
anasına, hemen huzurumuza
gelsin."
Ok yaydan çıktı, diye düşündü Gülbahar. Kıskançlığı hiç
olmayacak bir noktaya getirmişti işi. Ama kader böyle istemişti demek ki. Artık ne olacaksa olacak, diye geçirdi içinden. Ya sevgimle bu öfke fırtınasını dindiririm, ya da bu
rüzgar beni uçuruma sürükler.
Ama asla kendini ezdirmeyecekti. Kararlıydı. Bedeli ne
olursa olsun. Ben Şehzade Mustafa'nın anasıyım. Geleceğin
padişahının validesi.
Yüzüne sakin bir ifade yerleştirmeye çalışarak "Efendimiz, şehzademizin anasını mı emrettP" diye girdi içeri.
Kadının sesini duyunca Süleyman hışımIa arkasına döndü. Çelik gözleri, kızıl kor olup çıkmıştı. Kaybettiğini o anda anladı Gülbahar.
Süleyman'ın top gibi gürleyen sesiyle sarsıldı.
"Şehzademizin anası, ne zamandan beri oğluyla ilgileneeeğine Cariye Koğuşu'na dalıp çaresiz bir kızı meydan dayağına çeker?"
Gülbahar bu soru karşısında sessiz kalmanın daha uygun
olacağını düşündü. Diyeceğini desindi bakalım Süleyman?
"Törede, gelenekte,
şey k'adın?"
usulde,
terbiyede var mıdır bÖyle
.
Padişah burnundan soluyordu. Soluğunun da öfkesi ka.
dar kızgın olduğunu yüzüne çarptığında hissetti Gülbahar.
"Yoksa hasekimiz padişah haremini düzene sokmaya mı
kalkıyor?"
Gülbahar, "Verdiğimiz düzen değil, derstir," diye mınldandı yavaşça.
"Ders mi? Ne dersi?"
"Efendimizin koynuna girince şımarıp ileri geri konuşana haddini bildirme dersi."
"Sen bir hasekinin koğuşlara dalıp bir cariyenin saçını
başını yolmasına, yetmedi; sil1e, tokat savurup tekmeleyerek dövmesine terbiye mi dersin kadını"
"Gerektiğinde öyledir diye düşünürüm efendim."
"Bre kadın bu ne sözdür? Ortada yanlış bir şey varsa, düzeltmek, ders vermek haseki kısmına mı kaldı? Haremdeki
görevliler ne güne durur? Yoksa haseki bu işlere mi özenir?"
Gülbahar yutkundu, adama sevgi dolu gözlerle bakıp öfkesini yatıştırmayı denedi. Hatta bir küçük gülümsemeyle
şansını denemeye çalıştı.
"Hünkarım da bilir ki, bazen hiddet, aklın önünde koşar.
Bunu siz söylerdiniz bana. Hatırladınız mı; hani bir gün Manisa ..."
Gülbahar'ın, Manisa'da yaşadıkları sevda dolu güzel
günleri hatırlatma çabası, genç padişahın "Ne hiddeti, ne
aklı kadın?" diye bağırmasıyla boşa gitti.
"Sen ne dediğini bilmezsin. Padişahın hareminde hiddet
kadın kısmının haddi midir? Hiddetin akılla yarışında, aklı
öne çıkarmak bize düşer, koynumuza girip bize şehzade
veren kadına değiL."
Ne ağır sözlerdi bunlar? İçinde küçücük bir sevgi kırıntıyoktu.
"Kulunuz ne yaptıysa size olan sevgisinden yaptı sultanun, Ama görürüm ki, sizi fena doldurmuşlar."
"Sus bre kadın! Günahtır. Bir de iftiraya başlama. Adınız
Dayakçı Haseki'ye çıkmışken, bir de iftiracı demesinler bari önünüzden arkanızdan."
"Dayakçı Haseki mi, dediniz Hünkarım/"
"Evet, öyle deriz. Ne sandınızı Size elini bile kaldırmayan masum bir kızı. .," Sultan Süleyman, hiddetinin burasında lafa küçük bir mola verip duygularını kontrol etmeye çalıŞtıfakat daha kararlı bir ifadeyle devam etti. "Bir gece önce koynumuza aldığımız kızı haremin orta yerinde evire çevire, acımadan döven bir hasekiye başka ne demelerini
beklerdin?"
"Sevdalı Haseki daha münasip olmaz mıydıı"
"Sebep olduğun ayıbın farkında değil misin sen ha? Şehzademizin, veliahtımız Mustafa Han'ın anasını saray halkı
artık "Dayakçı Haseki," diye belleyecek. Ünü sarayımızın
duvarlarını aşıp yedi cihana böyle nam salacak Sultan Süleyman'ın oğlunun anası."
Gülbahar içinde verdiği ama~sız irade savaşını kaybetrnek üzereydi. Gözyaşı selini durdurmak için koca koca açtı gözlerini, "Öyleyse," dedi dik dik bakarak Süleyman'ın
kor gibi yanan gözlerine. "Verin boynumu cellada. Hem
efendimizi sevdamızIa sürüklediğimiz mahcubiyetten kurtarmış oluruz canımızia, hem de sevgisinden mahrum yaşamaktansa, alır başımızı gideriz bu hayattan. Bilen bilir, ardımızdan sevela şehidi der. Bilmeyen; Dayakçı Haseki'nin sonu diye güler geçer."
5ı
Kadının sesinin tonu, sitem dolu kırgın ama ezilmey
yakarmayan dik duruşu etkitemişti Süleyman'ı. Gülbaha~
ilk defa böyle görüyordu. Oğlunun anası, "sevdama a
dinleternedim ne yapayım," demeye getiriyordu. "AI öyley
se canımı," diye meydan okuyordu ayaklarına kapanıp
dileyeceği yerde.
Bir an, "Ne olacak?" şimdi diye bocaladı. "Var git. işin
Bir daha böyle densizlik etme," diye bağışlasa, "Süley.
man'ın adaleti bu mudur?" diyeceklerdi. Kimse bu düşünce.,
sini seslendirmeye cesaret edemese bile, Hürrem dikilecek_
ti karşısına, "Nerede kaldı senin şu meşhur adaletin?" diye
Gülbahar kendi dengini kendi dürmüştü. Aslında şehzade
anası olmasa hak ettiği ceza, kadının dileğine uygun hareket etmekti. İyi de yarın, Mustafa büyüdüğünde "Anarnı bir
cariyeye kurban mı ettin?" derse nasıl bakacaktı yüzüne oğlunun?
Çok güzel günleri de olmuştu Gülbahar'la. Çocuksu sevinçlerle bezenmiş o güzel günler akıp geçiverdi bir anda
Süleyman'ın gözünün ö0ünden. Bağ bozumunda el ele tu·
tuşup çıplak ayaklarla üzüm salkımlarının üzerinde dola·
şırken ne kadar mutluydular. "Bizim ayaklarımızIa ezdiğimiz üzümü şarap diye içiyorlar mı acaba?" diye sormuştu
Gülbahar. Süleyman da üzüme bulanmış ayağını öpmüştü
kızın.
Yok ona kıyamazdı. Fakat cezasız da bırakamazdı. Koskoca Süleyman bir kıskanç hasekiye yenik düşmemeliydi.
Off, diye geçirdi içinden genç padişah; savaşta kılıç salIamaya, kurşun basmaya, yay germeye benzemiyordu adalet
kantarını doğru tutmak. Ama ne olursa olsun, adalet adaletti. Yerini bulmalıydı. Dedesinin babası Fatih Mehmet Han
çıkardığı yasalarla bu koca ülkeye düzen getirmişti. Babası
Yavuz Selim kılıcıyla sağlamıştı bu düzeni. Süleyman da fetihlerle anılacaktı ama dünya
onu Kanuni bellemeliydi.
çünkÜ fetih mülkse, adalet, mülkün temeliydi.
sultan Süleyman bir anda bu beyin fırtınasından sıyrıldı.
Gülbahar, adamın gözlerindeki korun sönmeye yüz tuttuğunu f~rketti. İçinde bir umut uyandı. Sevdası galip mi geIiyord"uyoksa? Şimdi kucaklaşacaklar mıydı? Kabustan birlikte mi uyanacaklardı?
Padişah yine ellerini arkada, belinin üstünde birleştirip
pencereye doğru ~yürüdü. Dışarıda kuru dalları kar tutmuş
ağaçların arasından denize, Boğaziçi'nin beyazla yeşili buluşturan karşı tepelerine baktı ve hiç arkasına dönmeden
kararını açıkladı.
"Son kararım şudur Gülbahar Hanım. Veliaht Mustafa
Han'ın anası, yarından tezi yok Saruhan Sancağı'na gidecektir. Oğlumuzu da yanına alıp Manisa'da, küçük şehzadenin eğitimi, terbiyesi ve bize layık bir evlat olmasıyla ilgilenecektir. Sözümüz budur."
Döndü ve sürgün kararını duyunca sarsılan Gülbahar'a
bakmadan, elleri öyle arkasında, sert adımlarla çıkıp gitti:
Ertesi gün arabalar sarayın avlusundan Şehzade Mustafa'yla annesi Gülbahar Hatun'u alıp sürgün yoluna düzüldü.
Gülbahar bir gün padişah anası olarak buraya tekrar döneceği umuduyla sardı yarasını ama bir kere olsun dönüp arkasına bakmadı. Sadece, "Artık senin için dua etmeyeceğim
'lüleyman," diye mırıldandı, "akreple, çıyanla yatan, sonuCUnakatlanır."
Padişah, arabalar kayboluncaya kadar seyretti bu hüzünlü sahneyi. Görünüş kurallara, töreye ve adalete uygundu.
~ehzadeler, belli bir yaşa geldi mi, eğitim için saraydan
uzakta bir yere gönderilirdi. O da öyle yapmıştı. Bir şehza-
rno:sLCOF- C A eı ~ deye en iyi bakacak olan da annesi değil miydi? Gülbahar'a
hayatını bağışlamış ama aşkını öldürmüştü.
05m"NO~Lul\JIJvV
Trı-C(f\}1"t
Vt= TftHTlNJ1
Adaletin kılıcı böyle can yakıyordu işte. İçinde bir ŞeYin
koptuğunu, yüreğinin acıdığını hissetti Süleyman. Bu yara.
nın merhemini de biliyordu. Savaş ve Hürrem. İkisi de eli.
ni uzatsa tutacak kadar yakındı.
O~ TA t.
OU"VIf\ ~ tl
bELDi.
-- .Dt ('ylt: T
ALl:(f\JjELE K..l('OGLu-'
XXVIII
ürrem, Sultan Süleyman'ın yarasını çabucak iyileştirdi. Daha İstanbul'dan ayrılışının haftasına kalmadan Gülbahar Haseki unutuldu.
Padişah, günlerdir davetlerini geri çeviren güleryüzüne
günlerce sonra o akşam kavuştu. Hürrem kapıdan içeri süzülürken, heyecan ve sabırsızlıkla beklediği odasına gün
doğmuş gibi geldi genç adama. Başını örtmemişti Hürrem.
Kı:zınsaçlarını ilk defa böyle görüyordu padişah. İki yandan
sıkıca örülmüş başının üstüne kızıl bir taç gibi dolanmıştı.
Ne kadar yakışmış diye düşündü. Kanın damarlarında fokurdadığını farketti Süleyman.
Fakat tuhaf. Hürrem son derece durgundu.
eğmiş, bakmıyordu
ona. Dokunsan
Başını öne
ağlayacaktı sanki. Sü-
leyman, bu kedere bir anlam veremedi. Sevinmesi, gülmesi, şen kahkahalarıyla
ortalığı ayağa kaldırması,
gönlünü
=
~
=
...•
J
~
~
~
~
>
j
j
.=
..
ı'o
;
4
'.
:..:
~
ı
,
i
i
ı
t
:t
"\
,t
.,
,'" ;,,:.~o~~~., o:.}~;~:_.
~
.
.'
~~::.~:.
Yeni zamanların en kuvvetli imparatorluklarından biıisini kuran Osmanlılarm;' üç katada da,
ülkelere hükmettikleri, herkesçe malfım bir haki·kattır .
Bu imparatorluğu idare eden hükümdar, nam
ve ljanıD8 layık bir saıdyda oturur, sefer dışında
Imparatorluğu buradan idare. ederdi. Bursa ve E.dirnc sarayları 'bir tarafa bırakıhrsa,
İstanbul'da
"f.,;~."
Fatih'in yaptırdığı eski ve yeni saraylar, devlrlf!rl.;
'l'
nin en güZel binalarıydı. Bilhassa Kanuni ve ondan
sonraki hükümdarları
Sarayburnu'na inşa. ettirilen
yeni saraya birçok kasıl'lar ilave ettirerek burasını
ikinci bir İstanbul haline koydular. Boğaz'dan ve
;j\.dalar'dan b:tkılınc:~ serviler arasında yükselen
.. urşuni kubbelerin, çe, ~itli ağ~çlar altında dinlendi'... görülürdü.
Sirkeci istasyonunun karşısındaki burundan, Ahırkapı'ya kadar uzanan sahil şeridinin üzerinde
mermer direkli, kurşun ·kubbeli köşklete baktıkça
insanın gönlü ve ruhu açılırdı. Sahilden Mecidiye
köşkünün bulunduğu yere kadar uzanan geniş arazt, seUere aynlmış, her seddin Uııerine' nefli pancUl'-
~L
. '~~.;.i...·
~..
"j'
.\ ..
. ','
l'
.
t'
'.:1.
""
-_.~_.,,~~'
-... ., -, _.. ' ·..•1:~
,.
__
o
i
! -I'
..
ıf:'
.;..
..
i
·:i~'
~r
;'.
':'
'. '
;
. ,
j
-
-
.
~ ~~ ,
'i~;ı
'e."-
G
lu ve dante1eli kÖ§kleryapılmıştı. KÖ§klerlnetra. i rinde en 'kıymetli t~lardan yapılmış zl~Z;,
fında bahgelel', bah~eleri birbirirtden.ayıran tahta ; lan, bellerinde !kemerler,su gibi akan bu :v*f'VU.
perdeler vardı. Her köşk, bahçe8ind~havuzlar, iCle- f cutIara ayn birer gUzellik verirdi. İnce ve nsrfn'
rinde pınl pırıI parhyan fıskıyelerle yıkanırdi. Ha.,.
lann üzerine giyi1mişkürklerde, değerlf taşlar;.
'zVUzlann kenarlannda'ki kameriyeler, çiçek sakSıltl"..
n yapılmış 'kopça ve düğmeler 'de, aya~a gIŞiLen
meyve sğaçlan ve nihayet ıhlamurluklar, bu ba~t>ınl
pınl ve çeşit çeşit renkleriYle gözlerl doyıiran'
ÇMrin /en güzel süsleriydi.r
<::tninnacıkterliklerde aynca bir zarafet ,ve güzellik
Sevimli köşk1erin biricik dekora dünyanın çe·' vardı.
§ltll yönlerlnden getirilen meyve ağ'aÇları,IAle ve i
İşte bir zamanlar dünya politikasını vemtılra6-~
ğın bahgeleriydt. Kasırlardan içeri girilince sofalar, deratmı ellerinde bulunduran Os'manlı pad~<i
IıUnkar abdest odası, Kızlarağası, SilAhtarağa,oda- : kısaca tarif ve tavsftinf yapmağa uğraş
.
Ian ve nihayet Kadın Efendi ve Valide Sultana ait ' birisi:baŞlı ba$ma bir alem olan, böyle Kastt'odalar, devirlerin en mutena yerli ve yabancı ku- alemlerde yaşarlardı.
"",.
maşlariyle süslenmişlerdt. Kasırların tabanını, m~vBuraya esefleşunu da ilave edelim ki, s&!i" .",
sUninegöre, Mısır hasırlan, niha1i,tran halı vesec- f' teşkilatı layıkı veçhile aydınlanmış değildir. HattA. '
·cadeleri örterdi. Herodanın tavanında, billur fener- , (Zillullah.ı fil-alem), (Sultanülberreyn velbahreyn)
"~'kandiUer
asılıydı. Odalard~ sedirler"tl'rıer- ; slfatlarını taşıyan Osmanlı padi$ahlanndan hepsinin
,,', .<~
"kadifeveya diğer kıymetli twnaşlardankapiyi bir tahsil_görd'üğünü iddia etmiY~.
BiWdS,'"
~ı~ıŞ minder ve yastıklar vardı. ?encere1er ,ye ka- \ mektuplardaki yazılannın çiııkin, girift, ve o~
i>d3.~. renk renk' kadife perdelerle qrtillüydü. Odalar· ! SiZ olduğunu ileriy~ süreceğiz. Çoğunda cUDıte:.w'
da d'Unyamndört bucağından getiri1mi,~bilItir, alt.'
'amer hatalan olduğunugöstermeğe ca1ışacatız.,
ve gümüşkaplar bulunuyordu. ",
,.•;,'
'mektuplard~, kadınların devşirme,olduk1anriıfs.
Harem de, yukarıda izah ve jt&svirlni y~p ,ilt
,edecek, hatalannı gösterecek pek ~k yanlıŞlII~
mız eŞya Ve mobilyeletle süslen'ml!lÜ.Kadın Et "
" «r da vardır. Böyl~ olmakla beraber,buntan~. ,ta.:
ler, tkbaııer, Usta Ve Katfalar, a~ ayn ~airelerd, "riht.e olduğu gibi, edebiyatımızın çeşItli devfrleHııin.':
yaşardı. Her dairede, birevde b~t\ması ıcab eden. üstiıbunu. mektup dilini vetar'Z1annı gösterlme~.
odalar ve mobDyelermevcuttu. Bu odatann her ye- ~ bakımından, bUyUkkıymet t8.Şıdıklanncia"'lUPhe'
rinde, her insanın roya ve hmyasmda canlan,dırd!t t yoktur.
, " .',';;>
ve padişahın haremine dahU olan(~yanın,~;guPadişah kadın\'ekizlarınaatt mektup~f ,~'
,
'''W,
,
i
t
zel kadınları yatardı. aa,lanpd" ~tları~l~
. _,::
..
,:.
. "ı.';,c
'·{:~r·'
;:;-.'
ı
JJe başlamakta, Sultan AbdUlaziz Ue-1JQD4l
~'
•
o
"'.~.,
',
.f... :.;".,'.
,>-,.
\: .. .
.
.
.
'{
'~
.~ :
ıır
1IJ,i'
{-
7 -
nn' vardıkları yerde de, harem~ğalan iara.findati;·'·
dir. XVI. ve XVII. yUzyıllara ait mMttuple.rise;.'pek
sıkı tedbirler alınır, yabancılar tarafından g~-;:"
azdır. Buna mukabil XV. yüzyılın ıkinci Y~
ile'
meleri sağlanırdı.;...~~,~n
.•,,'" -XVt. ve -XIX. yUzyıllaraalt mektuplar ekse1'iyeti
Bu itibarla sultanlan bahçede ve saray dJ4ıiıda:1~~,:' "104"~eder., Bunun sebeplerini XV. 'v'e XVI. yÜzYıl....
rken,
dolaşırken de seyretmek pek okadar ,kO.~~'~.
~
--i-,: 1al'da,p8dtpıı. kız1arının evlenince kocalariyle .be
y bir şey değildi.
bw ,tst&ııbu1'danaynlmalannda, padişah kadıiUtrı'"'
DurUm böyle iken, bazı romanlarda, bllha.ssa
mn, ekse!'lyetle;'oğtıllariıyleberaber sancaklara' gÖTr"''i:j, ;-tsonzamanlarda çevrilen filmlerde, Kadın'Efendi ove
. derihne1erinde,padişahlann sık sıkseferdebulun", sultanIann hayiıtlannı ifade etmek için onlan ~
~rınch;
XIX. )tUzyıldais~ padişahların XV. ve i' saÇlk göstermek tarihi hakikate uyar .{lll? Bu;iıÜJ..,
XVi. "1lsırlardaolduğu gibi 1mparatorluk dahfllnde ; katen yaşanan bir tarihin aIdsleri veya uyd~;/"',·:
geZi1ereçıkmalannda, kısa müddetler için de olsa, . killeri midir, bunun üzerinde insafla, iz'anla:." o .
Kadın Efendi ve çocuklarından ayrı yaşamalarında,
ve düşünmek icabeder.
o.
bu suretle sık sık Imektuplaşmalarında aramak' liBiz, var olan bir tarihi, milletlmlze yqi
t
zımdır.
'_ ~ ",nu yıkıyor, tahrif edlyonız, Bu 1?akımdan
l3tmları yazmakla, bizim ele geçitdiğimlZ'm~k-~ : üzerinde büyUk tesirler yapan roman yazanıafa '..,
"'•'.. 'Osmanlı padişahlarının ·hUkUmranoıduğU\ r film çevirenlere biraz insaf1ı ve bilgili olmalarını
ait, yazılmış mektuplannhepsi olduğunu ~ tavsiye etmeğı, yerinde yapılmış bir ikaz sayıyoruz.
;'/iıtgbll"''ftkit iddia. ettiğimiz akla gelmesin. Butı1ar,;
Harem hakkında verdiğimiz izahlar gö~nüıtde
SU1tan,Kadın Efendi ve kızlannın yazdrldarı"mektutulursa, bu hususta elde edilecek malOntatın,kaya:
tupbrm belki d~ blnde biridir. F:a'kat o mmalı ve
haklan nelerdir? Onlar üzerinde de biraz ',d~.
. ",,;J
muammah iled'ıden bize kadar geldikleri için €n b"
miz icabeder. Harem ha,kkında dışa sızabllecek,ma....
. 'i
YUkkıymet vehaberler mahiyetindedirler.
('tımat
daimi surette harem ağalariyle mUnasebette <:)f~
Padişah'ın haremine dahil kadınlar, çok
,ulunan cariye, kalfa ve ustalardan temin eduebi.• o\,\~J
bir disiplin altında yaşarlardı, . .
,;Jrrdi.Thkat tarihin şahadetiyle de anlaşılıyor .1d~~·_:?~B
Dairelerinde böyle kapalı yaşadıkları gibi,gezirr~,~;··oharemden
çırağ edilenler, ne de haremn~ai'lr'~~'o;>~;:.:'~
tl ve göçlerdede bu hususlara çok dikkat ederlerdL. {I'nin 'mahremiyetine' gömülen sır ve maıam,ab;;_~:.;,:>",;:j
BabUsaAde'denayrılınca da perdeı~' ve maskeleme ~ "ya sızdıramamışlar, görüp işltUklerlni lçlerifte,~'.
,,'
siys,eıetineehe'mmiyet verilirdi. BJnecekleri araba: ve- t setmtşler ve onlarla beraber öbür diin~ya'-~~,
'kayıklar, kat kat örtillerle, kafeslwıe donatıı.; içe- i mişlerdır. Şayia,-rivayet b.bilinden duyulaüttri.
ridekiler! göstermiyecek §ekilde ~~~ı,
K~la"
o'. -",~~~~~";,,
,o
0
",',
0
o
.I,',
. _";~~ .~~~;~~_
i: ""'i~"~~
'.'
.
L~>.'.:_:~~~;':~~
,--
,:.; r
-'---
~.
•... -----
~
9
-
"
'--"",'-
.
r'-nde ise önemle durmak 18zıındır.'
\ gözden geçirmek ve yaşatmak samIdığı kadar ~..,:.:
Bu hususta daha ileriye giderek bu, ketumiye- i bir şey değildir. Bunun için hare'min ve haremHc1ıir':(""
tm haremin muhtelif işleriIye uğraşan memurlar ı, de yaşıyanlann muhtelif cephelerden dummıil:nıU
arasında da mevcut olduğunu ilari sürebiliriz. Ha- tesbit etmek, sonra da o devir hayatım yenrden kUr, ..t,emJe ilgili me;murlann çok kerebareme verdiklerı; ak ve tasavvur etmek icabetmektedir.
".~
eaY8, mücevherat, para vesaire gibi Kadın Efend!;ı;
Biz,.'bu mev'zuda ça1ışacaklara yardım olmak
8UI~an·:ve carlyelerin adlanm, sankı defterlerin SO":t ,z-eTe,1950 de "Osmanlı Sultanlanna Aşk Mektupluk benfzU yapraklanndan 'kıskanıyorlamıış gibi, lan" adlıkitabımızı neşrettik. Şimdi de, padip.hla.•
yazmadıklan, görU!üyor. Defterlere, yalnız Başka- rın kadın ve kızlanna ait altmıştan fazla mektup
dın, üçuncü lıkbal, Haznedar usta deyi pgeçiyor1ar.~neş~deceğiz. Bu mektuplann tarihten büyük ktymet
Belkiıltöyle yazmakta onlann da hakları var, çUnkU!taşıdıklanna inanıyoruz. Bunlar, haremden ~.
Jsimlerini b1lmiyorlar. Buna mukabil vakfiy~ fera- isızan ışık huzmeleridir; haremi yaratmak
,',' .~~.
§et beratı, in'am ve ihsan defterleri ile padişahı11!re. hiç olmazsa ~kıvılcım'ziyası kadar a
fermanlan bir tarafa bırakılırsa, diğer V'e9ikalardan;cek ve yol göstereceklerdir. Bu mektuplar,
Kadınefendi ve lkballerin isimlerini ' tesbit.,etmek fyaşıyan1ann fikir ve ihtiraslannı padişah ve'
"
gUçtUr. Böyle olİnakla bem'her Topkapı sarayı ve ıaevlet adamlan üzerindeki tesirlerlni; kadın ve Sul.•'
nltk arşivlerindeki vesikalardan padip.hın itanlann hususi hayat ve 'karakterlerini ortaya ko, ' , "'rVe kızları isimlerinin önemli bir kıs'mım - ryacak, bazı bilgi ve sonuçlann meydana çıkmasını
iUphes1zyattıklan türbeler, yaptırdıklan ~meler, ;·sağlıyacaktır. '
,
,
cami ve diğer eserler de dahil - tesbit etmek müm-:
Mektuplann yüzde doksanının, bizzat sahlpl~ı1
',
kUndür.
'tarafından yazıldıklanm ilave edersek padişahka"· ,p
Harem hakkındaki bilgimiz, yukanda i~h ettb' n ve kızlarının haremde tahsil gördUklerlnf;Okuğirniz sebep~n
dolayı, çok noksan ve bazan 1!~i,p yazdıklannı da ifade etmiş olunız. GUntUk, ,'V'&~
§
yanlıştır. Haremin k~.lındu~a~lan arasına ha~:.".•
"_,,,' sı hay~tlan ~a çok kere ,karanlıklar içine ga;.
~!i
dllmJş muammalan çozmek ıçınuzun emek,ve g~i Ulmekte, ifade, ızah ve tas3.vvurdRIluzak kalınak--,
DUrudökıook lAzı:ındır.Bugün Topkapı sarayı ve e~
ır.
'. " .~~""", " ,., I'
kiden "Saray-ı, Amire-.i~de" 'denilen padişahlann '.
Os~nlı padişablannın hususf hayatlUG,:?~r~':;,~
".
ikametgAhıanndaki' günmk hayatıincelemek~, bura- ~huııu
muadeleler gibi ha.Iledl&ne1erl,
'lItI~
~':' .'
da yaşıyanlar arasındaki münasebetleri kurmak; ö- ~roblemler halindedirler. Hele su1tan1arıı:ı,.
reda tWeyaneden ~k, ihtiras, entrika tuzaklannıran haremleri ise bfrmuammadır. Ge1dt." " ." .' f:
i
';;J~i".i,·""
,'.
'~
ı~
c
t
j
'ı
t
~,:
, .":
" ',.:"•.
.. ~'
~.:""-,;,,'r.,,
••.
,~,.,ait!i.:,',_~.:,-,
ı",.~--~""·'''",,:,'
'\."'~~_\;:
h
<'1:
~.~~~
't ' ~.- '....
----.-...
, f~
;;;,.>.;.~,:L~._
'~10
-
11 -
~t'~
onları fahiş
l'
hatalaı: yapmayasU~.:~;~
hakkında bAZı'yerli ve yabancı Me!' ve etüaler ya_} Tünk kadınlan, erke!deriyle bile kon~~:
,x'
Zllın1ttır, fakat bunların h!.çbirisi'l1&remlsaran kaTın ~ anlaşamıyan yabancı seyyah ve ress
_: :
dUvarlann esrarperdesim ortadan ka1dıi'aC8k ka- J hakkında verdiklerLhüküm1er,. yaptık1aı"1? "-_,_~ "
,dar, bol 13ıklıdeğildir. Harem, ifade ettiği ırilnAnın
yazdıkları 'kitaplann ne d~ye
kadar dolia-(JlatJ.z1tliğinidünolduğu gibi bugün de belki dal1'akuv:": ';,z cağinı siz dܧUnün.ve hükmünU:ZUverin.
-'
yetl~,nuliafaza etmektedir.
._
. . ;;, .'.
Yine bu sebepledir ki, Topkapı sarayı.:ıieSim
_ .• YerIl eserlerin noksan ve çokkere ya~mıh:'
" ualerisinde mevcut olan Hurrem Sultan'.m muhıelif
ian;ne·harem
teşkilatını, ne de hareri'ide ""mevcu<f' tablolariyle kızı Mihrimah Sultan ve Gillnu!JSultan'
olan Kadınefendi, tkbal, Usta, Kalfa ve earlyelerin
a ait resimlerin otantlk olup olmadıklan ...~e
hUS\Wlyetlerini,vazife ve hayatlanm aniatacak: öuhll'klı oı-ırrakdurup düşUnmemiz icabetmezmit
rumdadır. Hele ecnebiIerin, yazdıkIaİ'ı eserter ise
Bundan ba§ka padişahlann ıkadınve'çatiy$lec:
ço.~.ke.re haY.al'.m
..ahsu~Udiir.Kulaktan kul~ğa. ·geıen-··.: riyle beraber y3Ş~dı~~~ı Topkapı ··sara
..,.........•...
'.""'•~'>~,:.',-,.,~'.,
lerın yazı ve resımle ıfadesinden başka bır'er de--, ~nşa taı:zını da goz·onunde buıund . ,,,/.
ğildir. Bu eserlerin hiçbirisi, haremi hayal yuvası:
Kara tarafından hareme ulaşabiJmek-l'
••.
Olmaktan, karanlık ve sırlar aleminden kurlarama"'•.
ve üç suru; deniz tarafından bir BUru,\ haa,
mı~tır. ~u dunını muhtelif sebeplerden ileri gelinekkasırlan geçmek icabettiğini düşünmek l~h:};'~,:j\
.' ir: Bunlann başında müslüman olan kadınlanmı- ~
Topkapı sarayının üçüncü yerinde inşa 'olunan' -..Co
". ~"':rkeklerden kaçması, dışanda. örtUIü gezmesi, L
harem'" kalın duvarları, çevresinde haremağaları,'
',kadınlı erkekli ~oplantıJara iştirak etmemeletiyle
padişaha ait dairelerle geçilmesi imkAnsız bır . kül
zah edUebilir. Avrupa hükümdarlarının kidın ve!
teşkil eder, Bu 'kısımda değil yabancılar, hareIllliğa"
kıztarının hayatlanna, görünüş ve'-giyinişl~rine dairl
. lan bile salbati
§erife getirerek dolaşır18r.'K8&ne-. --.;:~
b,irçok.resiriı, heykel ve yazılar rfieVcud oldU~
fendi veya padişah ıkızlariyle konUŞallIar,' saray ,··.;)..;;t~
de - birkaç. setir hanımının saraylarla g6rftşme
detleri gereğince, yUzlerine bakamazJar.K3Zal',a' SuV;':;;i
ve onlan tasViri bir tarafa bırakili1'sa •..•.biZlmki
tarı'ın veya Kadınefendi'nin yUzUnUa:çtk~"',i1
için böyle kaynaıdar mevcut de~r.,
:',başlannı' yere eğmek zorunda kahrlar.:BfU{öi*i~~~.~~,t,Türkiyeyi ziyareteden
seyy8hlardan çOğuntil'ı' . }a,yıhsre:min ~eVresinde ve ,sultanların
' . .:
tUrkçeyi bilmemeleri, hınstiyan ·dIdtıklan 'icm' ~.
metinde bulunanlar dahi Kadınefendi,Ve ,
lıklarla düşüp kalkmalan ve onliriıi verdikleit·,: ÇOk
hında ehemmiyetli deneeek derecede b
zaman hakikate uymıyan maıfutlatı. en uf4'k~Üt1dk . değildirler.
'
,'.i!!!i~~~
-,
-
-
,
..
. ,
' :',
I':
'
"
I,
t
ı
i,
_
'~";'-"_
~
'n
i-f
j
s~den
geçir!meden kitapı~,
.ıka~eıeri,
, "»~"..I" ',:;:;""
<
...
--
,,-' .••.
~~.~.:.:-~
,(.;W~, "
-1"fG -
,:1'
"1!t:- .
,';~L~",...,i
t
'
'. Yaban~ ~lerin
padişahın ka~'
g8t.'\i.,
Ineleli mUm:kUnolmadığı gibi, saray hlzmetfnde bu.lunanlar da aynı durumdadırlar.Haremağa!İan nö.' ~'
" bet yerlerinderiı ieeriye bir adıni"'ltariıadıklah gibi, ~
,,:; hubahçe ve' <Jiğ"er yerlerdeyapılaı1 hatvetlerde de <":
"~:Wvet.mahanbıtri etrafına kalın' peİ'deler ~ilmek '
·'",':tiıctit. Naaıl haMnin etrafı kalın duvarlarhf çevrili:,
.,.4~,':Kac:bnefen41 ve Kızlannın dol$bileceği bahık.'
o:~·~~
pannalcJık ve kapıiarı da halvet perdeleriyle
kapatılınıı.,
"'.
,'"ı
.}:
':';"'1
'f'
Yükselme ·J)evrjli~~f'·;~%"'r::"
Alt Mektuplat",
ii
.
,:e:s;t
"i'~
Çu.EBt~:'~~~~~~:~;,t~
Tarihte devir açıp kapayan, bin ylndrj, .,.,',
!mJ)aratorluğunu tarihe mal eden Fatih Suıu.n . "~~
;;. met Han, sefere giderken 1481 yılında, kendiıle şan
L ve ,erefler veren askerlerinin göz yaşlan arasında,
:~ Geb~ civannda öldü. zafer marşlan söylenen ağız, lar mstu, kös ve mehterler matem ve ölüm haberlei rinL yayınağa başladılar. Bu kadar haber kısa, .za'manda İmparatorluğun dört yanına yayılc:li,millet,_,
onUn için yas tuttu, -bağrına taş bastı. ',',
ı~~;,.-,,;~\r,i1
:r,
HUkumet, göçen Fatih Sultan MeIUne~Jlaıı,',iç1n,-~',/:,~~
:;'birtaraftan cenaze törenleri, öbür' yaıldan ..da.~··,;~:jı!~
,;padişah içlh cUlOsmerasbni programlan ham~-','}!:";\
i;~du,Fatih'in ı:ıa~atta iki erkek,evIA.dlka~!l~,"'c,·_.''.":;~.',
...'.?,';';
'~k oğlu Bayezit Amasya valisi, .kücUğU O!~~p~~;\<':
r, 'tan ise Karaman valisi idl.
":,~t~~:~f",:'i
.; r.
,
~,'
"
J"
..: "
"
/.v,
,--,ıA~ '
.',
" ,
:;;~
'
'.
':. <:'_'>1-
.. :' ,
".,'
","',
'''' •. '
'~:'~~_'''~''(l;·t~;~''-::~~J~;'
(,
•••
·c
.•
;.1
',Y')
;:'·::ti~,~,~t~:s~~Lm
..
li
:
•. ".~
SH
'{
1eg:ıfah'm yetim kızlarına yardım etmesini rica et-
\
oıi.ftir. Bu mektupta şehzade Alemşah'ın Ayşe Su!.
tan'dan başka. (taakika· muhtaç bir de Fatma Sultandan bah~iliyor)
kızları olduğu, henüz evlenmemiş olduklan anlaşılıyor.
"Nur-ı didem ve siirur-ı sinem, ciğerki)şem Beyciğezim Alemşah validesi dar-ı fenidan daroı bekaya rlh1et etti. İnna lilıah ve inna i1eyhi ri.ciun. OL
türaibda. Môde oldukça diraz ömürler erzaw kıll\'erese, ilnln, ya mniıı. Benim &yciğezim; ol kızJar
yeÜDI kalub evvel ebeJeri yanında. yeyürüb {yiyip}
içerlenIL Şimdi ebeleri fevt olub bize haber gönder:~.. . dUer id, bir mikdar me'liÔıat ettüreslz, ta bir yana
~j(ç;1,>.~ek
yiyip i~eriz. Ve ba'dehu da.ye cariyeniz
~;~,.. m~
başmağuııza yüzün sürer, ümmittir
ki,
(blrkelime okunamıyor) kabulde red etınlyesiz. Ve
Hani kadun mübuek eliniz (öper) ümmiddlr ki, ka.bulde vakl' oluıla. tt
,
EI-müt.evekkiJ alel-AIlah
Valide-i SultanSüleymall§ah
(1)~
ın a n c 1 lar
a, Ş a i r i e r e ilham kay.
nağı oldu. Böylece Hurrem Sultan, Osmanlı padişah.
ları kadınlarının içte ve dışta tanınan ilk meşhuru
oldu.
Hurrem Sultan, koca bir asrı, eşi Kanuni SULtan Süleyman'la yanyana doldurdu. Kanuni Sultan
Süıeyman zaferler kazandıkça, düşmanlarını
yere
setdikçe, Hurrem Sultan da onun kalbini fethefuıi§,
krallar padişahı, sultanlar sultanı Kanuni'Yi kendine bendetmiştir. Mohaç'da, Preveze'de batı ordularını yenen Kanuni, onun karşısında dize gelmiş, aşkının ilahiliğini, içIi şiirleriyle ifade etmiştir:
Sorma aşkın haletin ıneenuna bir divanedir,
Açma aşkın Sli"l'u:ı F:·ı"had'akim efsanedir.
Yare va.rtıb dün gece diI-j (derd-i)
dernnum
(söyledim). arzeyledin
Jla.be vardı gözleri yanında san· efsanedfr.
Hurrem Sultan'a kadar söZlerini padişahlara
.kolayca geçiremiyen hanedan kadınları bu kw-naz
kadın sayesinde giriştikleri mücadelede zaferi ka.zanmış1ar, padişahlar üzerinde nüfuz sahibi olmak
,
kudretini sağlamışlardır. Bu müeade,lede HUITem
Sultan, tarihimizde: "Ka~nlar saltanatı" adı verilen
dem açmış,·· ondan. sonra. gelen Mihrimah ...Sultan,
Hüma Sultan, NurbanuSultan,.
Kösem ..Sultanve
TUrhan
Sultanlar
ise
bu
devri
bütündebdebe
ve ih-, '-<'."
'~._._'.'
... ,....
tişamiyle devam ettirmişlerdi.
'Güzel
olduğu-kadar zeki, sempatik olduğu ka- •
dar kurnaz (jlan Hurrem Sultan'm hayatı ve karak-
'*
IlURREM SULTAN'IN MEKTUPLARı
Hafsa Sultan'm ölü'mü üzerine, ondan kat kat
Ü/Jtij.n §Öhret yapan 'kadın, Hurrem Sultan'dır. Hu1'"
~.güzeıiiğ~
zeM ve işvesiyle Kanuni Sultan ·Sü.
.~'ı
.büyüledi. Bu sayede adı da harem duvar1aQı;ıi&§&raktmparatorluğa hatta dünyaya yayıldı.
~~onebHerce R o.z a, RPxaland diye ün alan bu
"göZde, devrinde ve sonraları birçok ressam1ara, ro.
,~O_._._._.~
_
·1
.
,
L"'~ - '-~,.--: .
.
<.
terin!, daha evvelce yayınlam1§ olduğumuz "Osmanlı SUltanlarına aşk mektuplan" adlı kitabımızdabeJiı1Imiştik. Bu kitapta
Hurrem
Sultan'a ait yedi
mektup vardır. Kitabın
yayınlanına.smdan
sonra,
bqka tarafta başka isimde, Hurrem Sultan'a ait bir
mektup daha bulduk. BÖYlece Hurrem Sultan'ın Ka.
num'ye yazdığı mektuplann sayısı sekizi bulmuş ol.
du.
Hurrem Sultan, Kanuni'nin haremine bir köle
olarak girdi. Fakat zamanla b~tün rakiplerini yellt~~
- rek haremiJl~Ka~uni'nin.lmpa~atoriçesi
oldu. Hur.
(
rem SüiUm1;-b~;l:lber'Jıarmıa~ereôrIar:'
artistIer,
~nkler değişti. Bu sahnede Hurrem Sultan, Hafsa
;Sul~'m ö)üınünde~sonra,
Ma~kbul İbrahim Paşa'
".':'.
nı.n. JD.
' ft.k tuL.oJ,maş.m
.. Q..a~.JM.~r.k~s=tarAlmgmı~1~n
§ehza.d~ ..M1.lŞ~
... ~bııas.ındC4.
__SadrAzam
~
' ,,'.
Kara AJım~t.E~l1ltLüçüncüavlud<!
f!!Ci.§elı:i!Qe ö).
. dürlilme.sinde,~~y~ilI. OğllUl:lrı§~h~eSf;lli.rrUle);~a::"yezid'in. .aralaı'lAiR-'a9}Jm~
..baş. :rom ..oynadı •.
. Hurrem Sultan. Rus- dÖA.m9Bi olduğundan şive.
sinin bozuk olduğu, mektubUna yazdığı kelimelerden
. anla§ılıyor. Bununla beraber, mektuplanndan
gü~ı
konu§tuğu ve Yazdığı da görülüyor. Hurrem'in mektuPıannda renk, çekicilik ve akıcılık vardır. Böylece Hurrem, hareme yeni bir üs1Qp getirmiş,
kızı
Mihrım3h Sultan, oğlu şehzade Mehmed'in kızı Hü'maşah, Mihrimah'ın kızı Ayşe Sultan da, mektup" . mnnı onun stilinde ve üslfıbunda yazmışlardır. En
az kocası kadar içli olan Hurrem Sultan, tatIı dil,
eekiei ifade ile yazdığı mektuplan içine serpi§tircU.
rli..'.....
'
1Ii:~~"?';;
ği şiirlerle sUslemiş, bu sayede
kocasının gözünde
gittikçe büyüyerek adeta ikinci bir Osmanlı 1,mparatoru haline gelmiştir.
.
Hurrepı Sultan, Kanuni Sultan Süleyman'~. yazdığı mektuplarda biIha.ssa ayrılıktan ve bu yüzden
,çektiği ıstıraptan bahseder. Hur:e:m Sultan, sava.:; ta bulunankan,
ölüm kokulan ıçınde YUv~lanan,
'.kılıç şakırtılan, kös sesleri ile k~a~an
ugulclayan
"ıkocasının, aşka, şiire ve şefkate ihtiyacı olduğunu
. çok iyi biliyordu. Bu YÜzden mektupl~z:nı onun çelik gibi sert, asker ve hükümdar kalbmı yumU§atacak ifadelerle süslerneğe çalışıyordu..
.
Eyseb,a sultamma ZK u ·peripn deyesin,
Gül yüzünsUz i~i bWbül gib~ efgan deyesin
Fil"katinde sanma derd-i dUe dermamn yeteri
Bulmadı kimse amn derdine dennan deyesln,
'I'iğ-ı derdinle yüreğimi delüb dest-i gam.
Ney gibi firkatta hasta ~ nalan de~esin.
.....
.'
Mektuplarmda, döktüğU diller, yaptıgı dualardan sonra ;maksada gelir, yerinde ve zamanında Kanuni'ye empoze etmek istediği şeyi yazar; kafasında
bir sürü istifhamların doğmasına sebebolurdu.
~ IQbu kadar mantığı, politiksaı kadar zekası. ıku~e~li olmamış olsaydı, Kanuni'nin haremi de bır BUm _
Hurremler'le dolardı.
Hurrem
Sultan, .zeMsiyle
; Muhteşem SÜıeyman'ı büyülemişti. Ne olacak, h~
aman hükümdarlar esirleri değil, zapıan zaman ko~elerin de hükümd3rlan
idare ettikleri tarihte
bol
bol görlllmüştür.·
J
u's-
.
Bu )'azacaimuz mektupta da~ y'ine onun entri-
~,', .
i;'
..küı ~örü1üyor. Kanına girdiği Makbul İbrahim Pa-
,-'
s...
~i; ,
adını zikrederek kapalı surette "İbrahim Pa'\ta'YI Ç1~~muy.asız!" diy: t3~i~ yapıyor. :S~ı:ne~tup.
.tl$l .' :ıta da. dıgerlerınde oldugu gıbı sade, çekıcı bır uslup
\' (v.ar. Sanki devrinin bülbülü konuşuyor gibi: .
,
C4yUz yere koyub SultalUm Haıroıleriniu hik-i
pa,y-ı şeritlerine bin dürlü edeb ile yüzüm mübarek
a-yağımz toprağına sürdükten sonra benipı gözlerim
nuru, kurbanıulZ olduğum padişaJum; ben earlyenlzihakden getüriih mektub-ı saadet-nemalariyle
y8d
buyurolmuş. Bir gününüz bin ol~p, dünya durdukça
ömür süresiz, amin, yarab eı-aıemin. Ve ba.'dehu
. '.' '. Sultamnı melrtuboı şerifinizde ne ki tahrit olmU§8&.
'.k':'t:~~ına'lftm
oI(un)du. Amma Sultanı,mdan temenni ede.f...;;Z~~::"I'6nkl,
buyurduğunuz, çok te~'Ja vaMır. Ve hem de
. ğjş dokuş ohuıdu deyu buyurdunuz. A benim suııa:. ,
mm, canımııı paresi ve devletim, mektub-ı şerlfinlz
ile cariyenize Ham edesiz. Kaçan ola ki temaşalan
işidem, Hazret-i u~suı ruhiyçün yazup
cariyenlze
ilanı edesiz, kurban olduğum padişahım, Amma. suı.tanım inşaJla.h İbrahim Paşa'yı çıkamuyasız devletIm. Ve ba.'debu Sultaoım hanım HUmaşah Kadın
mWJarek ayağınız tozuna (yüzün) sürerler. JWd.
"
earlyeniz (1)
;. MblRtMAH VE ROMAŞAH'IN KANUN1'ft
MEKTUBLARI (2)
'
{§.a'nın
.>
,~
(1) Top. Arş. No. E. 10704. Kendi el yaz.',';ı.
(2) Diğer yayınlanan mektuplar içİn Y('ni Tarih Dünyası'nın
ci sayısından 20. nci r,nyısına kadar olan nüshalarına bakınız.
ı.
1{a.nUnı devrimn nüfuzlu kadınları başta. aIU1t1oı
si Hafize Sultan olmak Uzere karısı Hürrem Sultan,
·kızı Mihrimah Sultan, torunu şehzade Mehmet'in kı~ HÜInaşah Sultan, kardeşleri Hatice ve Şah Sul-
tanıardır.
Makbul İbrahim Paşa'mn karısı Hatice Sultan'
ın durumunu: "Osmanlı Sultanıanna
Aşk Mektup.
ları" adlı kitabımıwa gözden geçirmiş, İbrahim Pa~
şa'nın' Hatice Sultan'a yazdığı on mektubu yayın]amı~ıtık. Sadrazam Lutfu Paşa'mn karısı Şah Sul ..
tan~ın, Kanuni üzerindeki nüfuzunda ise, devrio tarihçileri müttefiktirler.
Lutfu Paşa, Şah Sultan'a
sert davrandığından,
sadrazamlılitan
atılmış ve bir
daha vazifede kullanılmamak üzere 'telmüde sevkedilerek 1stanbul'dan sürülmüştür.
Topkapı Sarayı Arşivinde, Şah Sultan 'imzalı
bir mektup vardır. XVI. Yüzyılın yazı karakterini
taşıyan ve bu asıl'da kullamlan filigranlı
kağıtlar'
üzerine yazılan bu mektubun hangi Şah Sultan'a 3-'
it olduğuna dair hiçbir iz yoktur. XVI. Yüzyılda yaşıyan üç meşhur Şah Sultan vardır. Bunlar: II. Bayez!t'in kızı Silistre .sancakbeyi Nasuh Bey'in karısı , Yavuz Sultan Selim'in kızı sadrazam Lutfu Paşa'nın karısı; II. Seli~'io kızı ve Rumeli Beyıerbe~
Hasan Paşa, sonra da. şehzade Mustafa'nın kaatili
zaı Mahmut Paşa'nın karısı Şah SUıtanlardır. Bizim
bulduğumuz mektupta padi~ahın hatırı ve sıhlısti
sorulmıU<ta, hiçbir isim, tarih ve olaydan bahsedilmemelrtedir. Mezkur Şah Sultan'm el ys:zısiy1e ba:ş- .
ka bir mektubu da olmadığından, bunun hangi Şah
i
.,..:........~
,.;.i.{
..:~"F
>,
!,•...
~
.
~,
.,<"_,,, .••• .M''"'~'''',~~.lt'~;.;;;:d..~::t
·UJSAN OlCI'AY ANAR 1960 dogwnlu. Lisans, master ve doktora egitimini Ege Üni\"~
Felsefe SOlÜDUl'nde yapb. Halen aynı okulda ögretiınüyesi. yaymılanmış
:i'beş kiıabı var: PUSLU Kıta1ar Adası (1995), Kitab-al Hiyel (1996), Efr4siydb'm HiM'{\ yeleri (1998), Amat (2005), Suskunlar (200n.
lletişim Yayınlan 1261 • Çagdaş Türkçe Edebiyat 169
ISBN-B: 978-975-05-0538-6
C 2007 netişim Yayıncılık A. ş.
ı. BASKı 2007, lstanbul
2. BASKı 2009, Istanbul
3. BASKı 2009,lstanbul
KAPAK
Suat Aysu
KAPAK KOLA]I Sazendelerin, canbazlann ve
güreşçilerin gösterisi, 1720; Sumibne
UYGULAMA Hüsnü Abbas
DOZEı11 Necati" Tunerkan - Ceren Kınık
BASKI ve CıLT Sena Ofset
Utros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat No. 4NB 7-9-11
Topkapı34010 Istanbul Tel: 212.613 0321
iletişim Yayınlan
Biribirdirek Meydanı Sokak netişim Han No. 7 Cagalogıu 34122 Istanbul
Tel: 212.5162260-61-62
• Faks: 212.516 12 58
e-mail: [email protected]:wwvv.iletisim.com.tr
ıHSAN OKTAY ANAR
Suskunlar
uhteşem Neyzen Batln Hazretleri'nin (saadetleri daim
olsun) 'Kostantiniye'de bulundugu zamanlarda, yani
Sultan Ahmed-i Slnt Han Efendimiz'in devrisaltanatından
sonraki senelerden birinde, Şaban ayının ondördüncü gecesi, Yenikapı'nın cIa:rve ıssız sokaklarında kol gezen o ihtiyar
bekçi, gökyüzünde ansızın kapkara bulutlar peyda olur olmaz hiç şaşırmamıştl. çünkü Padişah-ı din-fena Hazretleri'nin (Allah saltanatını daim eylesin) mülkü olan şu Kostantiniye'de, yerin oldugu kadar gögün de, beklenmedik
durumlara sahne olabilecegini az çok bilmekteydi. Elinde
muşamba fenerle, o ilerlemiş yaşı dolayısıyla· sokakta agır
aheste yürüyen bekçi, ucu demirli asasını iki adımda bir yere vurup ungırdatarak mahalle sakinlerine varlıgtnı belli
ediyordu. Taş döşeli ıssız sokaklarda işitilen sadece bu 00gırtılar degildi elbette. Adamcagtz kulak kabartsaydı, gece
gizlice girdikleri evlerde masum çocuklann kanını iştahla
emen upirlerin dudak şapıriılannı, insan eti yiyen lanetli
gtilyabant1erin homurtulannı, yagmur ve kasvet yüklü kara
bulutlardan ve kapkara kabuslardan kopup gelen karakon-
M
11
coloslann bögürtülerini de işitebilirdi. Ama yatırlanndan
kalkan mübarek evliyalar, lahitlerini terk eden lanetli ölüler
ve namübarek yaratıklar hakkındaki efsane ve söylentilerin
hakikatin ta kendisi olabilecegini aklına bile getiremeyen
ihtiyar bekçi, cinlerin fısIlnsını dinlemek yerine kalın keçe
abasına daha bir sıkı sanıdı. Çünkü birbirlerinin peşinden
koşan devasa aygırlar gibi gök kubbede dört nala, dört bir
yana koşturan simsiyah bulutlarda revnaklar oynaşmaya
başlamış ve ilk yıldınm Ayasofya'nın avlusuna düştügünde,
insanın iliklerine işleyen dondurucu rüzgar, adamcagtzın
kulaklannda uguldamıştı. Gök gürültüsünün ardından sokakta, rüzglnn süpürdügü yapraklann hışırtısı duyuldu.
Ama mdtikmetse, yagmur bir türlü yagmıyordu. Bu durum
pek hayra alamet sayılmazdı. ıhtiyar bekçi o ugursuz gıcırtıyı işte tam bu sırada işitti. O kadar kasvetli, o kadar tekinsiz birsesli ki bu, şeytanın zifiı1 karanlıktan yonttugu bir
ifritin kahkalıasına benziyordu. Bu tekinsiz sedanın kayna~m görmek isteyen bekçi, elindeki feneri havaya kaldırdı
ve karanlıgm kendisinden gizledigi şeyi sanki daha iyi görecekmiş gibi hafifçe egildi. Ancak muşamba fenerin yaydı~
cılız ışıgIDmenzili on adımdan fazla degildi. Tam o sırada
çakan bir şimşekle her taraf aydınlanıverdi ve adamcagız
karşısında, Yenikapı Mevlevihanesi'ni seçti. Evet! ınsanı
kalıreden o gıcırtı, semahanede 'döndüklerinde' etekleri
açılan tennureleri ve başlannda .sikkeleriyle, Mevlevi der.;.
vişlerinin haftada iki kez mukabele kri ettikleribinadan
geliyordu! zavallı ihtiyar bekçi, "Acaba bu mübarek binaya
bir hırsız mı girdi? Yok! Yok! Gıcırtı mutlaka açıkunutulmuş bir kapıdan geliyordur," diye içinden geçirip mevlevthaneye dogm yürümeye başladı. Bahçeden girip binaya
yaklaşınca gerçekten de kapının, sert rüzglnn etkisiyle
menteşelerinde gıcırdayarak gidip geldigini fark etti. Durumu canlara haber verse iyi olacak gibiydi. Elini agzına götü-
,ı
rerek içeriye, "Hooo! Kimse yok mudur?" diye bagırdı.
__
Ama aksi gibi bir cevap gelmedi. Üstelik, ne tuhaf ki, der- ,
vişlerin dönereksema ettikleri meydan-ı şerife açılan kapı:
nın ardından mavi bir ışık sızıyordu. Adamcagtz şaşırmıştı!
Binaya girdi ve açmadan önce kulagını kapıya ~dayayıp içeriye kulak verdi: Seslere bakılırsa, sanki biri döşeme tahtalan üzerinde yürüyor yahut kıınıldıyordu. Yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle kapıyı açar açmaz, adamcagtzın beynine sanki balyoz indi.
Hayalet tam karşısındaydı!
Tövbe1er tövbesi! Başında Mevlevi külahı ve üstünde
etekleri açılmış tennuresi ile sema ediyor, bir kolunu yukan
'açmış dönüp duruyordu. Ama hayaletin asıl korkunç tarafı,
gövdesi döndügü halde kafasının sabit kalması, delici bakışlannı bir an olsun zavallı bekçiden ayırmamasıydı. Sema
ederken çevreye mavi bir nür yayıyor ve ince dudaklanndaki kıvnma bakılırsa, belki de adamcagtn ürkütücü bir şekilde gülüyordu. Eli ayagı gevşeyen bekçinin tam üç gün üç
gece tir tir titremesinin ve bir hafta boyun~ konuşamamasının yegane nedeni de işte bu hayaletti.
Rivayet odur ki~hayAlede karşı1aşugında yüregi oynayan
ihtiyar bekçinin söd~rine Allah'ın bir tek kulu bile inanmamışu. Elbette,şişirmece ve uydurmacalara ahaUnin karnı
toktu. Din alimleri medreselerde ve imamlar da cuma hutbelerinde öfkeyle, ölümle bedenini terk edip AhiretyolCuluguna çıkan ruhun, pusulayı şaşınp yaşadı~mız şu ölümlü
dünyaya geri dönmesinin, bAŞAimkansız oldugunu beyan
ediyorlardı. Ama bekçinin anlattı&ı kurt masalını içkiye
tövbeli efendilerin yuhalayıp alaya almalarına ragmen, Samatya meyhanelerindeki çakırkeyifler az buçuk kulak kabartıyor, körkütük olanlar dinliyor, zilzurna sarhoş olanlar
ise bu hikAyeye, kelimesi kelimesine inanıyorlardı. Bu konudaki şayia doAruysa, çok degil hemen hemen iki hafta
13
sonra bir gece yansı hayalet bu kez, Yedikule Zındam civartndaki Sinanpaşa camii minaresinin şerefesinde zuhür etmiştfoAhali Kelime-i Sahadet getirdikten sonra sokaga dökü1m\iş, miııAredekihayaleti görür görmez herkesin yüregi
agzına gelmiş ve bu, kıyamet alameti sayılmışn.1şte asıl, bu
gece yansıolanlardan sonradır ki, hayalet efsanesi agızlarda
sakız oldu. Hele hele hayalet, Gülabt adında bir Kıptl'ye gö~
rnndügüIıde yer yerinden oynadı. Yaşadıgıbu korku sonucu saçlan bembeyaz kesilen bu Kıptt, Samatya yakınlanndaki Narbkapı Iskelesi'nde mehtabı.seyrederken bir ara efkATlanıporacıkta Araban bir şarkıyı terennüm etmeye başlamıştı . .(\nlatnklan do,gmysa bir yandan da armudtkemençe çalıyoolu ..Sarkının ikinci hanesini bitirdikten sonra arkasından masmav! bir ışık geldigini fark etmiş ve dönüp
bakttgında hayaleti görüvermişti. Şahiderin dedigi gibi gerçekten de mavi bir nür saçan hayalet, arkasında çömelmiş,
ellerim dizlerine götürerek us1i1vurmaktaydı. Gözleri yuvalanndan ugrayan zavallı Gülabt tabanlan yaglayıp tozu dumana katarak kaçmış, nefes nefese obasına vardıgında şahit
oldugu bu tüyler ürpertici olayı msmına akrabasına anlatmışn. Ancak obamn ileri gelenleri zavallı Klpti'nin başına
gelenleri ona buna bire bin katarak naklettikleri için Kostantiniye yayılan hayalet söylentileriyle günlerce çalkalandı.
Hatta söylenenlere göre Padişah Efendimiz, Gülabryi ayagına getirtip ona hayaletin eşkalini sordu ve aldıgı bilgilere
karşılık olarak bu Ademogluna·on filori bahşiş ihsan eyledi.
Gülabı'nin "Efendimiz'den yedi altun daha istedigi, bu bahşişi de kopanp huzurdan aynımasını takip eden günlerde
de arsızlık ederek tekrar tekrar bahşiş talep ettigi söylenegelmiştir. Rivlyet dogTllysa Efen~iz daha çok, hayaletin
~nsiyetiyle ilgilenmişti. Çünkü kalın duvarlardan geçebilen
~e sınır eng~l tammaksızın kah orada kah burada peydahlai
nan bu hayalet eger erkekse, günün birinde Harem-i HOma14
ytin'da ortaya çıkıp kadınlara ve cariyelere musallat olabilirdi. Bundan dolayı haremagalarına Padişih Hazrederi'nin,
efsun ve buhordanlarla hayAlet tehlikesinin bertaraf etmele;;' .
rini ferman buyurdugu söylentisi de agızdan agıza dolaşmışn bir zamanlar.
/
H~ır Paşa'mn yedi kadı mehteram, Ayasofya'daki köşkün
bahçesinde, Peygamber Efendimiz'in ümmetinden olanlan
sabah namazına kaldırmak için nevbet vuracakn. Sabahın
ilk horozlan ötmeye başladıgında, zaman zaman esen hafif
rüzgar, yıldızlı gökyüzüne uzanan dev çınann yapraklannı
hışırdanp yüksek duvarlardaki kandillerin kızıl alevlerini
titreştiriyordu. Ne gariptir ki, sabahın köründe köşkün geniş bahçesinde ictima eylemiş o agaların ve efendilerin
nemrut çehreleri, alevler kımıldadıkça daha bir hissiz, daha
bir amansız görünmekteydi. Kıdemine ve rütbesine göre kimisi lacivert, kimisi de kırmızı kaput giyip kavuklanna allı
yeşilli destarlar sarmış bu ademogullan, Hızır Paşa'nın
mehter takımımn nefederi idiler. Ehl-i kıble'yi namaz denilen fartzayı eda etmeye ve Ehl~i kitah'ı da bir umut, salaha
ve felaha davet amacıyla buradaydılar. Bu yüzden kendilerini, din yolunda savaşan gazilerden pek farklı görmedikleri,
gözlerinde oynaşan iman kıvılcımlanndan belli gibiydi. Borozenler, çevganller, davulzenler, zurnazenler, nakkarezen. ler, zilzenler ve kOstler yanm daire, yahut daha ziyade hilal
şeklinde toplanmış, ayakta bekliyorlardı. Nevbet zamamnın
geldigine kanaat getiren bir davulzen, mehterbaşına dogtu
yürümeye başladı. Bu adamlann önderi olan mehterbaşı
ise, bahçedeki çeşmede aptest alıyordu. Sabah karanlıgtnda
horozlar ve gece kuşlan öterken bu adam, niyet ettikten
sonra suyu agzına alıp gargara yapn ve tükürdü. Davulzen
ona usol geregi gür ve saygılı sesiyle, temenna ederek,
15
"Vakt-i sürür ü safa mehterbaşıl Heyl Heyı" diye bagırdı.
Mehterbaşı bumuna çekti~ suyu sümkürdükten sonra, sinidibir sesle, "Az bekleyin heleı" dedi. San pabuçlannı çıkararak, ayaklanm da ıslaup ovduktan sonra kurulandı ve
başlarına geçmek için takıma dogru yürü4ü. Önlerine gelince, "Merhaba ey mehteran!" diyerek onlan selAmladı.Takım da bir agızdan ona, "Merhaba ey mehterbaşı!" diye cevap verince adam, çalınacak eserin adını duyurdu:
"Hüseynt semt icrisı.İçin ... Has dur!"
O anda zurnalar ve borular dudaklara götürüldü, davul
ve kös tokmaklan ve nekkare zahmeleri vurulmak üzere
havaya kalku. Derken mehterbaşı bagırdı:
"~lah!"
Bu emirle büyük bir gürültü kopunca, ürküp agaçtaki yuvalarından kaçan kuşlann kaııat sesleri duyuldu. Semat
muhteşerodi. Hızır Paşa'nın zumazenleri zumalarım zınl zın! zınldanrlarken zınlu zirveye vanp hiı:ambulunca, ortamda sanki taınma.t başlıyor, tak tak tlmmeleri ile köszenler
tokmaklan vurup tumturak ile kösleri tokur tokur tokurdauyorlar, tokınaklannı sanki k4firin beynine indirmek için ta
yukan kaldınp köslere acımasızca darp ederlerken, dudaklan hınçla yukan dogru büzülüyor; çevglnller ise çın çın çıngıraklan çınçı1an misali çıngır çıngır çıngırdata çıngırdata
sal1ar1arken,daw1zenler tokmaklarını güm güm indire indire davul1an glimglime ile gllmbür gümbür gümbütdetiyorlaniı; bu arada boruzenler de yanaklannı Şişirip borularım
ciaerlerinin bütün gücüyle üflemekteydiler. Bu takımın ga1eyina kapılan üyeleri, bazen de aşka gelerek, "YektirAllahı"
diye haykırmaktaydı. Sanki kıyamet kopmuŞtu.
Mehterin nihlyet dügih pc;rdesinde karar edip durdu ve
semt böylece bittiginde sıra dua okumaya geldi. Sesi güzel
bir nefer digerlerinden aynlıp ortaya geldi ve agzını açıp
hançeresini yırtarcasına, "EüzübUlah! Eüzübillah! Hüd!'ya
şükr-i bihad, lailahe illailah ..." diye ba~rarak gülbang çekmeye başladı. Ezan okunmasına az bir zaman kala, yani
Kostantiniye'deki yüzlerce dminin binlerce müezzini, ıhla~
ya pohlaya mimrelerin ·merdivenlerinden şerefelere urınandıklan esnada, duayı şöyle bitirdi:
/ ••...Bilcümle İslam'ın necat v~ saadet ve selametine pirler,
erenler, üçler, yediler, kırklar, göçenler demine devramna
'H U '·d·ıyei"ım, H""'""'"'"
i "
uuu.•.
Mehterllndaki herkes "hu" çekerken köslerle, nekkarelerle ve davullarla tremolo yapılıyor, tokmaklar ve zahmeler
~lguleli vuruluyordu. Dokuz kere "hu" çekildikten sonra,
. köse inen üç darbe ile mehtaramn nevbeti tamamlandı. Neferler temennl ile birbirlerini selamladılar. Bu esnada dört
bir yandan, farklı makamlarda okunan ezan duyuldu. Namaz kılıp tespih çekerek Cenab-ı Hakk'a yalvarına zamanı
gelmişti. Mehterllndaki agalar ve efendiler a~r agır toparlanırken, içlerinden bir köszenin herhalde farklı bir niyeti
vardı ki, Hızır Paşa Köşkü'nün kapısından gürüh halinde
çıkan meslektaşlannın arasından sıVlşmayı başanp bahçe
duvarına segirtti.
Kınş kınş suranna ve iyice agarmış pala bıyıgına bakılırsa
en az yetmiş yaşında görünen bu efendinin gözü açık, kantan belinde, uyamk biri oldugu fıldır fıldır oynayan gözlerinden belliydi. Boyu kısa olmasına kısaydı ama, sesi oldukça kalın ve gürdü. Bu nedenle arkadaşlan ona "Kalın Musa"
diye hitap ederlerdi. işte aslında, bu ihtiyann agzı son derece pisti! Ona buna kantarlı, sunturlu, okkalı küfürler savurmayı huy edindigi için tam iki kez mehterandan kovulup
ekmeginden olma tehlikesi atlaunca Kalın Musa, "Bir daha
küfür edersem ecdadımı cümle alem kerksinl" diye yemin
etmişti. Ama defter-i kebirinde öyle sövgüler vardı ki, dirhemini yiyen it kudururdu. Arkadaşlarına katılmadıgına göre
bu efendi, ıslam dininin farzlanndan biri olan namazdan fi-
,~~\
Ifll
1···,.
16
17
: LP"f
"
rar ediyor olmalıydı. Kırmızı kaputunun eteklerini toplayıp
kuşagma arkadan sokuşturduktan sonra, ihtiyar gqrünmesine ragtnen çevik bir hareketle bahçe duvanna tırmandı. Yan
sokaga:dogru tam atlayacaktı ki, duvann yanında bir armut
agacı oldugunu fark etti. Tepesinde bir armut göze çarpıyordl.1.ıhtiyar adam koynundan çıkartngı kös tokmagıyla dalı
biraz kendine dognı egdi ve meyVeyidalından kopardı. Duvardan tenha sokaga atladıktan SOnraarmudu biraz sıktı ve'
bumuna götürüp kokladı. Meyvenin ham oldugunu fark
edince, "Hay senin!.." diye tam bir de küfür sallayacaku ki,
tövbe ettigi aklına geldi. Yine de üç gün bekletirse, armudun olgunlaşma ihtimali vardı. Arnavut kaldınmı gibi taş
dO$di ve-ortasındaki kanaldan pis su akan, daracık ara 50kaklan tercih ederek SofuayyaşMahallesi'ndeki evine dogru
yürümeye başladı. Içine bir kurt düşmüştü: Zulada saklayıp
olgunlaşmaya bırakacagı meyveyi, yaşadıgı o daracık evinde, hem de kendi kanından olan bir namussuz, bir şerefsiz,
bir haysiyetsiz acımacIan mideye ·indirebilirdi. Bir hayli düşündü taşındı ve nihAyet, "Ei yiyecegine ben yerim!" dedikten sonra ham armudu oracıkta mideye indirdi. Ama çekirdeklerini ag:zından çıkanp dikkatle mendilinin arasına koyuyordu. Çünkü bir çekirdek, bir armut agacı demekti. Bu
agaç da yılda en az ikiyüz meyve verirdi. Bu miktardaki armudun rayiç satış fiyatı üçyüzelli akçe kadardı. Bu da on
yılda dokuz altun ederdi. Şu durumda,mendilindeki çekirdeklerden sadece birinin fiyatı da bu olmalıydı. Ama aslında
parada pulda pek gözü yoktu. Çünkü gönlü zengin biriydi.
Hava aydınlanırken öylece, sırf gönlünden koptugu için, sahibi oldl.1guçekirdeklerden birini başının gözünün sadakası
olarak kör bir dilencinin çanagma attı.
Evine dönmek için Kalın Musa'nın seçtigi yollar, dar ve
iniŞli çıkışlıydı. Sokaklar, birbirleri içine geçmiş, ancak ve
ancak bir yangında yok olmaya kararlı görünen ve on yıl18
lardır yerçekimine direnip bir türlü çökmeyen, egri bügtü,
--.,"
yamuk yampiri, sıra sıra ahşap evlerle dop doluydu. Kurtlann kemire kemire bitiremedikleri tahta aksamlan, rüzgarın
esintisiyle gıcırdayan ve ahşap kaplamalan şiddetli yagmurlann ve kızgın güneşin etkisiyle kararınış bu ~y}erinen çok
göze çarpan özdligi, saglam ve yüksek alt katlan üzerinde,
sanki çiçek gibi açılan, gögüslemelerin taşıdıgı çıkmalar veya cumbalanyla daha büyük ve daha fer.1holan üst katlannın ve nihayet tepelerinde geniş saçaklanyla koskoca çatılanmn olmasıydı. Bu evlerin çogunun en az bir cephesi yemyeşil sarınaşıklarla kaplıydı. Sarınaşık1ar ve agaçlann oluş. turdugn yeşilıik o kadar sık ve evlerin geniş saçaklan birbirine o kadar yakındı ki, o gölgdi ve dar sokaklarda yürüyenierin yagmurdan ve güneşten etkilenmeleri imkansız gibiydi. Karşılıklı evler arasına çekilmiş iplere rengarenk çamaşırlar asılmıştı. Ahşap evlerin ve yemyeşil agaçlann oluşturdugu bu dokuyu sık sık ya hayırsever bir paşanın yaptırdıgı, bezemeli, yaldızlı ve oymalı bir mermer çeşme ya da
gök kubbede her biri ayn bir yıldızı ve ayn bir kaderi gösterir gibi saga sola, oraya buraya egrilmiş, görenlerin bir Fatiha okumadan edemedikleri, katibt, horasani, kalafatı kavuklu sekiz on mezar taşının göründü gü hazireler, yahut
küçük kabristanlar bozmaktaydı.
Kalın Musa nihlyet, Avrat Pazan'nın biraz aşagısındaki,
Sofuayyaş Mahallesi'ne ulaştı. Ama ne gariptir ki, seyyar satıcılardan konu komşuya, muhtarından bekçisine kadar neredeyse bütün mahalle evin önünde toplanmıştı. Musa
adımlannı hızlandınp biraz daha yaklaşınca, sanki ardını
görebileceklermiş gibi penceredeki kafese dogru dikkatle
bakan bu meraklı komşula~
bazılannın mendillerini çıkanp gözyaşiarmi sildiklerini, hatta bir ihtiyar kadının içini
çeke çeke agladıgını fark etti. Mahallenin genç imamı' bile
agIamaklı olmuştu. "Öküz işte!" diye söylendi Kalın Musa,
19
."
"Yasakmasak dinlemeyip almış kemençeyi yine eline!" Öfkeden yüzü kızarmışu. Gerçekten de pencereden, insanın
yüregini oyup cigerini delen, ziyadesiyle hüzünlü ve alabildigine dokunaklı bir armudı kemençe nagmesi geliyordu.
Ama bu nagme o kadar yürek paralayıcıydı. ki, sokaktaki
kalabalık içinde aglamaklı olmayan bir tek kimse bile yok
gibiydi. Hatta nagmeyi kulaklanyla degil de ta kalbinden
hissetmiş olacak ki, bir sagır dilsiz dilenci de kirli mendiliyle gözünün yaşım siliyordu. Kalın:Musa kalabalıgı yararak
evine ulaşu ve ipini çekip kapıyı açu. Zemin kaunda kapısı
kilitli bir dükkan bulunan, kırmızı aşı boyalı bir evdi burası. Benzeri her evde oldugu gibi, onun da bir avlusu ve arkada bit".bahçesi vardı. Eve avlu kapısından giriliyordu. Kapının Üstünde bir kitabe ve kitabenin hemenalUnda da nazan defetmek için bir bebek patigi ve bir at nalı asılıydı. Kitabede şöyle yazıyordu:
MASALLAH KANE
vA MALlKü'L MüLK
vARAFIZ
SENE 1069
Merdivenleri hışımla Urmanan Kalın Musa, az degil, tam
kırkdokuz yaşındaki mahdumu Veysel'i yukandaki oturma
odasında, bir yasagı hiçe sayarken işte böyle enselemişti.
. Seditin bir kıyısına ilişen Veysel Efendi, babasının kilitlemeyi'unuttugu dolaptan aldıgı armudı kemençeyi iki dizinin arasına· yerleştirmiş, yürek paralayıcı bir nagmeyi, bir
Hüzzam peşrevt kendine göre çalıy~rdu. Bu açık mavi gözlü, narin ve soluk benizli efendi sanki sadece, inildeyen kemençenin titreşen incecik teliyl«;hayata baglıydı. lbrişim tel
"titreştikçe, adamın ruhunda fımnalar kopuyor ve yanardaglar püskürüyor gibiydi. Tiz seslerde gezinirken gözü yumulup dudaklan titriyor, pes perdelere geldiginde hislenip ag20
lamaklı oluyor ve boynunu büküverip sanki dert ehliymiş
gibi suraum saga sola sallıyordu. Bazen de, nagmenin taşı- .
dıgı duygular gönlünü taşınyor ve gezindigi perdelerin
duygulanm mükemmel bir şekilde anlauıgım, aruk ~undan
daha iyi anlanlamayacagım itiraf ediyormuş gibi'~göil~rini
yumup alnını kırışunyordu. Arada bir de, sanki bir maceraya atılmak için, seyrettigi makamın kap ettirdigi sesleri
terk edip başka perdelere geçerken, dal misali boynunu kınp başım omzuna yaslamaktaydı. Kısacası bu adamın, musiktyeuygun olarak kımıldamayan yeri yok gibiydi. Fakat
onu bu kadar coşturan nagme, segah perdesi yerine bir tokat şaklamasıyla kesiliverdi.
"Seni gidi laf anlamaz!" diye bagırdı Kalın Musa, "Sana
defalarca dedim bu evde kemençe çalınmayacak diye!". Şiddetli bir tokat yedigi halde sol.yanagı kızarmayan Veysel
Efendi bir öksürük nöbetine yakalanmışu. Üzerindeki beyaz gömlekte birkaç kırmızı leke belirdi. Yıllar önce ince
hastalıgayakalanan bu zavallı kan tükürüyordu.Barut kesilen Musa ikinci bir tokadı aşketmek için elini kaldırdıgında, kuvvetli bir el bilegini kavradı: "Yeterartık!" diye bagırdı biri ..Kalın Musa arkasını döndügünde torunu Davut ile
burun buruna geldi. lhtiyann bileginibırakmayan bu yirmibeş yirmiyedi yaşlarındaki, sakalsız bıyıksız ve esmeree
efendi, herhalde Galata'daki meyhanelerden birinden yeni
gelmiş olacak ki, fena halde şarap kokuyordu. Dedesinin
elini bırakuktan sonra Cezayir işi kırmızı baratayı başllidan
çıkardı. Ardından, Üdunu torbasından alıp gögüs kısmı
aşagı gelecek sürette rafa yerleştirdi. Ancak Kalın Musa. torununun kendisine engelolmasına fena halde içerlemişti.
Bu yüzden Davut'a şöyle bagırdı:
"Küfür etme~eye yemin ettigimden beri hepiniz tepeme
çıkunız! Ama inan ki yeminimi bozup kantarlıyı savururum, ona göre!"
Ne var ki Davut ona, "Bozacaksan boz dede! Umurumdaydı sanki!" dedi. Bunun üzerine aralannda şöyle bir konuşma geçti: ,
••......!"
"O küfrü sana aynen iade ederim dedecigim!"
••...............................
!"
"Utan şu halinden dede! Tıpkı Kıptt bir kadın gibi küfrediyorsun!"
..................................................................................
!"
Ancak Davut bu .sövgüye de aldırmadı ve mahzun mahzun bakan babası Veysel Efendi'ye bir göz kırpıp odadan
çıktı.
Torunlan Davut ile Eflatun'un dünyaya gelmesinden çok
önce, yani Muhteşem Neyzen Batın Efendimiz'in mahdumu
lahir'in Kostantiniye'ye geleceginin Yedikule Kahini'ne ma11lmolmadıgı senelerde Kalın Musa, Hızır Paşa'nın dokuz
katlı mehter takımında kos tokmaklamaktaydı. Bu gaddar
ve eli sıkı adam hassas ve sulu gözlü mahdumu Veysel'e,ne
yalan söylemeli, hem analık hem de babalık ediyordu. Aynca onun aile meslegini, yani kös dövmeyi devam ettirmesini
beklemekteydi. Fakat yaşı biraz ilerleyince, Veysel'in kös
tokmagını asla bir yigit gibi kavrayamadıgını, tam tersine,
serçe parmagı havada kalacak şekilde elinin bu dev tokmags ad~ta bir kelebek gibi kondugunu fark etmiş, umudu
azalırken öfkesi de böylece artmışu. Ne var ki,' bu iri mavi
gözlü, ufacık çeneli ve mermer kadar beyaz tenli çocukta
tam bir sanatkar ruhu olmalıydı. Evet! Veysel bir de utanmadan, asla kös tokmaklamayacagını, aksine, armudı kemençe ögrenecegini söylüyordu! !şte komşulannm dediklerine göre, top gibi gürleyip lqzılca kıyameti koparan Kalın
Musa'nın o pes, o sıtma görmemiş davudt sesi o günden
22
sonra daha fazla işitilir olmuştu. Gel gör ki, bu daha işin
başıydı! Nitekim, Ordu-yu HüIDayQnile sefere çıkan adam '-,
üç ay kadar sonra evine gelince, bir arinudı kemençedetı'
kopan nagmeleri' işitmiş ve kan beynine sıçramışu. Orada
burada efelenip dayılanmayı huy edinmiş bi!.~külhanbeyi
olan Kalın Musa'ya göre bu, kelimenin tam anlamıyla' bir
mebün musikisiydi. Veysel'in gırtlagına yapışıp hesap sordugunda delikanlının suç ortagını da bulmuştu: Beyazıt'ta,
tamburtlerden neyzenlere, kanünilerden kudümzenlere kadar bir alay musikt meraklısının gelip meşk ettigi bir çalgılı
kahvehane işleten, öz kardeşi Muhayyer Hüseyin! Aksi gibi
, ailesiyle tam da yanı başlannda ikamet eden bu münasebetsiz adam, üstüne vazife olmayan bir iş yapmış, yani kendi
öz yegenine, babasının rızası olmadan bir kemençe hediye
etmişti. Musa ne kadar kızarsa kızsın, Veyserin kendi öz
amcasından kabul ettigi kemençeyi duvara yaılah edip kıramaınışU. Çünkü bu çalgı en azından ikiyüzkırk akçe ederdi. Gerçi bir öfke nöbetinin ardından kıymetli bir şeyi kınp
parçalamak, insana şüphesiz ki muazzam bir keyif verebiHrdi. Fakat imanına kadar cimri biri olan Musa, böyle bir
davranışın israf olacagını düşündügü için dişini sıkmış, itidalini az buçuk korumuştu. Üfleyip tozunualdıktan sonra
kemençeyi mutfak dolabına kaldıran ve kilidini de tam üç
defa döndüren adam, bu olayın ardından mahdumu Veyserin ince hastalıga yakalanıp kan tükürmeye başladıgmı
görünce, zavallının baba meslegini asla devam ettiremeyecegini de iyice anlamıştı. Bununla birlikte evde kemençe
çalınayı yasakladı. Ancak Kalın Musa'nın kardeşi olan Hüseyin' Efendi, yegeni Veysel'i aruk bir kez yoldan çıkarmıştı.
Babası seferde ya da nöbette oldugunda Veysel, solugu amçasmın kahvehanesinde alıyordu. Seneler seneleri kovaladı
ve ne tuhaf ki, ince hastalıktan bir türlü ölemeyen Veysel,
efendiden, halim seltm bir çelebi oldu çıku. Konu komşu
23