PDF İndir

Transkript

PDF İndir
Sayı: 69
Mimar ve Mühendis Ocak - Şubat 2013
Sayı: 69 Ocak - Şubat 2013
AÇLIĞI SÖMÜRMEK:
TOPRAK KAPMA
AÇLIĞA NEDEN OLUYOR
GIdalarımız ne kadar doğal ve sağlıklı?
MEYDANLARIN
SOSYAL AÇIDAN ÖNEMİ
KURTUBA’DA YÜKSELEN
ENDÜLÜS MEDENİYETİ
69
GIdalarımız
ne kadar doğal
ve sağlıklı?
İmtiyaz Sahibi
Mimar ve Mühendisler Grubu adına Genel Başkan
Avni Çebi
Yayın Danışma Kurulu
Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, Prof. Dr. İlhan Kocaarslan
Prof. Dr. Nizamettin Aydın, Prof. Dr. Zeki Çizmecioğlu,
Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür,
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Boztoprak,
Yrd. Doc. Dr. İbrahim Güneş, Ali Reyhan Esen,
Fatih Dönmez, Yakup Güler
İletİşİm Adresİ
Kuştepe Biracılar Sok. No: 7 Mecidiyeköy/İstanbul
Tel: 212 217 51 00
Fax: 212 217 22 63
Web: www.mmg.org.tr
E-posta: [email protected]
ABEMEDYA
Yayın Koordİnatörü
İsmail Şaşmaz
[email protected]
Edİtör
Regiman Deniz
[email protected]
Görsel Yönetmen
Ersan Topuz
Renk Ayrımı
Muhammet Dilsiz
Reklam
[email protected]
Eski Osmanlı Sok. Cansun Apt. 5/7
Mecidiyeköy/İstanbul
Tel: 212 273 27 50
Fax: 212 273 27 51
Web: www.abemedya.com
Basım
Milsan Basın San. A. Ş.
0212 697 10 00
Yayın Türü
İki ayda bir yayınlanır.
Yerel Süreli Yayın
Ücretsizdir
Yazı ve reklamların içerik sorumluluğu sahiplerine aittir.
Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Mimar ve Mühendis
Dergisi, yeni yılın ilk
sayısında da tüm dünyada
stratejik bir önem
taşıyan yeni bir konuya
derinlemesine yer verdi.
Geçtiğimiz ay Siber
Güvenlik’i mercek altına
alan Mimar ve Mühendis
Dergisi’nin bu ayki kapak
konusu “Tarım ve Gıda.”
Geniş dosya çalışması
kapsamında, gerek
bu alanda önde
gelen kişilerle
yapılan söyleşiler;
gerekse uzmanların,
akademisyenlerin
araştırma, inceleme
ve yazılarıyla, gıda ve
tarımın son yüzyıldaki
değişim ve dönüşümüne
tanık olacaksınız.
Uluslararası sermayenin
verimli toprağı ele
geçirme, kiralama
yarışında ortaya çıkan
“gıda emperyalizmi”
kavramı ve bunun
dünyadaki örneklerini
okuma fırsatı
bulacaksınız. Ayrıca,
sağlıklı ve güvenli gıdanın
ne olduğu, yiyeceği veya
içeceği tüketmeden
önce nelere dikkat
etmemiz gerektiği, gıda
kimyasallarına ilişkin
çalışmalar sonucunda
elde edilen bulgular,
çiftçilik faaliyetlerine
ilişkin hatalar, ithal-yerli
gıda tohum raporları gibi
birçok sorunun cevabını
da yine dosya kapsamında
bulabileceksiniz.
Tarım ve gıdanın yanı
sıra şehircilikte, kentsel
dönüşümde yaşanan
problemlere, ilişkin çözüm
önerilerine, çalışanların
iş sağlığı ve güvenliğine
bakışını genişletecek
makaleler de derginin
içeriğini zenginleştiriyor.
Meydan kavramını
sorgulayan “Meydanların
Sosyal Açıdan Önemi” gezi
yazısıyla da Rusya’dan
Çin’e, New York’tan
Londra’ya, Türkiye’ye
kadar birçok ülkede zihin
turuna çıkabilirsiniz.
Keyifli okumalar dilerim!
Mimar ve Mühendis Dergisi, yeni yılın ilk
sayısında tüm dünyada stratejik bir önem
taşıyan "Tarım ve Gıda"ya derinlemesine
yer verdi.
Sayı: 69
Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar
Kemal Özer, Dilaver Demirağ,
Sedat Kuru
Mimar ve Mühendis Ocak - Şubat 2013
Yayın Kurulu
Osman Şahbaz, Mehmet İşci, Osman Arı, Murat Özdemir,
Kadem Ekşi, Yavuz Sarı, Mesut Uğur, Yılmaz Ada
GIDA VE TARIMIN DÖNÜŞÜMÜNE
TANIK OLACAKSINIZ
Sayı: 69 Ocak - Şubat 2013
aÇlIğI sÖmÜrmek:
ToPrak kaPMa
aÇlığa neden olUYor
kUrTUBa’da YÜkselen
endÜlÜs MedenİYeTİ
GIdalarImIz ne kadar doğal ve sağlIklI?
Sorumlu Yazı İşlerİ Müdürü
Yunus Emre Tozal
[email protected]
TarIm ve HaYvanCIlIğa
İsTaTİsTİksel BakıŞ
69
GIdalarImIz
ne kadar doğal
ve sağlıklı?
Mimar ve
Mühendis
69
ETKİNLİKLER
06 MMG TRANSİST’TE
38
KAPAK
GIdalarımız ne kadar doğal ve sağlıklı? Artan nüfusa
rağmen kısıtlı kaynaklara sahip dünyamızda verimli toprakların ve güvenli
gıda yetiştirmenin önemi artıyor. Tarım ve gıdanın gelecekte petrolün, değerli
madenlerin yerini alacağı öngörülüyor. Küresel trendler-2030 Raporu'na göre
geleceğin savaşları su ve gıda kaynaklı olabilir.
TOPLU ULAŞIMA ODAKLANDI
ERTUĞRUL GÜNAY: "MİMARİ ESERLER
TARİHTEN KOPMADAN KÜLTÜRLE İÇ
İÇE OLMALI"
TARIM VE HAYVANCILIKTA BÖLGESEL
KALKINMA TOPLANTISI DÜZENLENDİ
MAKALE
94 İş Sağlığı ve Güvenliği Kültürü
Betül MAÇ
26
32
HABER ANALİZ
ŞEHİRCİLİK
Açlığı Sömürmek:
Toprak Kapma Açlığa Neden Oluyor
Şehircilik Problemlerinin Kaynağı ve Kentsel
Dönüşüm Uygulamalarına İlişkin Öneriler
MAKALE
96 Kurtuba'da Yükselen
Endülüs Medeniyeti
YUNUS EMRE TOZAL
BİZDEN HABERLER
KİTAPLIK
AJANDA
ÇİZGİ YORUM
90
GEZİ: MEYDANLARIN
SOSYAL AÇIDAN ÖNEMİ
Olmaya Cihanda Devlet
Bir Nefes Sıhhat Gibi
Y
azımın başlığına, döneminin büyük Osmanlı hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman’ın bu
özlü beyitini seçtim. Hayatın sıhhat, afiyet, huzur, güven ve bereket içerisinde geçmesi, bir
kişi için en büyük devlettir. Rabbimizin verdiği vücudumuzun ruhi, zihni ve bedeni olarak
sağlıklı, huzurlu olması, kendini tam ve iyi hissedebilmesinin; aldığı gıdalar, soluduğu hava
ve yaşadığı çevre ile birebir ilgisi vardır.
Beslenme amacıyla aldığımız gıdaların sağlıklı ve temiz olarak vasıflandırılması için tarladan
soframıza gelirken geçirdiği bütün üretim ve işlem değişimlerin bilinmesi gerekir. Tohumdan, toprağa,
ambalajdan bakkaldaki rafa kadar geçirdiği bütün evrelerin belli bir standart içerisinde gıda-eko
sisteminde “temiz ve helal” olarak yürütülmesi gerekir.
Hayatın sıhhat, afiyet, huzur,
güven ve bereket içerisinde
geçmesi, bir kişi için en büyük
devlettir. Rabbimizin verdiği
vücudumuzun ruhi, zihni
ve bedeni olarak sağlıklı,
huzurlu olması, kendini tam
ve iyi hissedebilmesinin; aldığı
gıdalar, soluduğu hava ve
yaşadığı çevre ile
birebir ilgisi vardır.
Ülkemizde tarımın endüstriyel bir sektör haline gelmesiyle geleneksel olarak doğal girdilerle
yürütülen tarım ve hayvancılığımız büyük bir değişim sürecine girmiştir. Bu değişimin bütün
bileşenleri bakanlıklardan odalara, esnaftan çiftçiye, fabrikadan markete, STK’dan tüketiciye kadar
her kesimin insanımıza “temiz ve helal” gıda ulaştırmak için duyarlı olması gerekir. Bu, insanımızın
daha sağlıklı ve huzurlu yaşaması için en elzem konudur. Nihayetinde bütün yapıp ettiklerimizin
ve çabalarımızın sonucu, ailemiz, toplumumuz ve çevremizle daha uyumlu ve sağlıklı bir hayatı
sürdürmektir.
Bu dünya sadece bizim değil, onun üzerinde bilmediğimiz ötekinin ve yarın gelecek olanın da hakkı
vardır. Bugün için endüstrinin devreye girmesi, kar maksimizasyonu, ulus ötesi şirketler toprağımıza,
tohumumuza, besi hayvanımızın yemine, soframızdaki bütün gıdalara kadar ne yememiz ne içmemiz
gerektiğine kadar karar vermektedirler. Adeta giyim gibi gıdalarımız da şekliyle, rengiyle ve içeriğiyle
bir tasarım ürünü olarak değerlendirilmektedir.
İçine sürüklendiğimiz ortam, insanın evrende geleceğini sağlıklı olarak yürütebilmesi için en büyük
sorunlardan biri olarak önümüzde durmaktadır. Bir tarafta gıda sektörü bir tarafta sağlık sektörü
varlıklarını yürütebilmek için adeta birbirine göz kırpmakta, dünya onlar için laboratuar olarak
algılanmakta ve insan da orada bir obje olarak yer almaktadır. Oysaki “insan hayatın öznesi”,
varlığın en mükemmeli olarak yaratılmışıdır. İnsanın fıtratının korunması ve gelecek nesillerin
insanî duyarlılıklar içersinde sağlıklı olarak varlığını sürdürebilmesi, yediğimiz ve içtiğimizle beraber
altımızdaki toprağı, soluduğumuz havayı daha temiz tutmasına ve birbirimize daha merhametli
olmamıza bağlıdır…
Bugün için dünyada bir gıda sorununun olması bir kısım insanların daha çok tüketmesi ve israf
etmesiyle bağlantılıdır. Yalnız başına Türkiye’de israf edilen ekmeğin bile 1 milyar USD civarında
olduğu düşünülürse; Afrika’da veya dünyanın herhangi bir yerinde açlıktan ölen mahzun bir çocuğun
sorumluluğu bizim üzerimizde var demektir.
Hayatı daha sağlıklı, erdemli ve fark ederek yaşamamız için yediğimiz gıdalara dikkat ettiğimiz kadar,
israf etmemeye ve daha cömert olmaya ihtiyacımız var. Bizi biz kılan tükettiklerimiz değil, diğeriyle
paylaştığımız edinimlerimizdir.
Avni Çebi
MMG Genel Başkanı
BASIN AÇIKLAMASI
TMMOB Mağdur Etti;
MMG Kayseri Şubesi Sahip Çıktı
Gıda Mühendisi Alime Büşra Nur Sarıoğlu Canbulut, başörtülü olduğu için Gıda Mühendisleri Odası’na
yaptığı üyelik başvurusunun kabul edilmediğini öne sürerek yöneticiler aleyhine 25 liralık maddi ve manevi
tazminat davası açtı.
G
ıda Mühendisi Alime Büşra Nur Sarıoğlu
Canbulut, Cumhuriyet Meydanı’nda avukatı Seyit Ali Yüzgeç ve Mimarlar ve Mühendisler Grubu Kayseri Şube Başkanı Celal Dündar
Selçuk ile birlikte yaptığı basın açıklamasında;
dünya görüşü, yaşam tarzı, kıyafet şekli, bedensel engeli gibi farklılıklardan dolayı insanların
haklarından mahrum bırakılmalarının bir
insanlık suçu olduğunu belirtti.
TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Yönetim
Kurulu Başkanı Petek Ataman da yaptığı
yazılı açıklamada, odanın başörtülü fotoğrafla
işlem yapmadığını belirterek; “bu uygulamayı
tek başına, keyfi ve dayanaksız olarak değil,
yasaların belirlediği zorunluluklar nedeniyle
yapılmaktadır. TMMOB ve odalarında var olan
bu uygulamanın hukuki dayanağını Danıştay 8.
Dairesi’nin kararı, Danıştay İdari Dava Daireleri
kararı ve Anayasa Mahkemesi kararı oluşturmaktadır” şeklinde açıklama yaptı.
MMG KAYSERİ ŞUBESİ’NDEN
BASIN AÇIKLAMASI
MMG Kayseri Şubesi de konuyla ilgili basın
açıklaması gerçekleştirdi. Açıklamada şunlara
yer verildi: “Maalesef ülkemizde muhtelif
darbe dönemlerinden kalma, antidemokratik
ve ayrımcılık içeren maddelere haiz bir takım
kanun ve yönetmeliklerle çeşitli vesilelerle
karşılaşmaktayız. İşte bir örneğini daha değerli meslektaşımız Alime Büşra Nur Sarıoğlu
hanımefendinin, Gıda Mühendisi olarak bağlı
olduğu meslek odasına kayıt yaptırmak üzere
yaptığı yasal başvurusunun, çağdışı gerekçelerle engellenmesiyle öğrenmiş bulunuyoruz.
Mimar ve Mühendisler Grubu olarak, meslektaşımızı mağdur eden kurum ve yetkililerini aynı
zamanda antidemokratik, ayrımcı ve statükocu
zihniyetin artıklarından hâlâ medet uman bu
kişi veya kurumları kınıyor ve protesto ediyoruz. Yapılan bu haksız ve hukuksuz uygulamanın derhal düzeltilmesini, mesullerinin meslektaşımızdan ve kamuoyundan özür dilemesini
istiyoruz. Bu vesile ile zaman zaman ülke
gündemine giren bu ve benzeri uygulamalarla,
insanımızı cinsiyet, din, dil, ırk, inanç, mezhep
vb türlü ayrımcılığa maruz bırakan bütün yasa
ve yönetmeliklerin, ivedilikle güncellenmesi ve
gerekli düzenlemelerin yapılması için Yasama
6
Mimar ve Mühendis
ve Yürütme Organlarını da göreve davet
ediyoruz. Alime Büşra Nur hanımefendinin
yürüttüğü hukuk mücadelesinde her zaman
yanında olduğumuzu ve gereken her desteğe
hazır olduğumuzun bilinmesini ayrıca mesleki
değerlere darbe niteliğindeki bu hukuk dışı
uygulamamın takipçisi olacağımızı, siz değerli
basın mensupları aracılığı ile tüm kamuoyuna
saygıyla duyururuz.”
CANBULUT'UN AVUKATI
SÜRECİ ÖZETLEDİ
Canbulut’un avukatı Seyit Ali Yüzgeç de bir
basın açıklaması gerçekleştirerek şunları
söyledi: “Canbulut, Gıda mühendisi olup Gıda
Mühendisleri Odasına üyelik için başvuruda
bulunmuş fakat başörtülü olmasından dolayı
üyelik başvurusu sürüncemede bırakılmıştır.
Daha sonra defalarca yapılan başvuru sonrasında, TMMOB Gıda mühendisleri odası adına
başkan Petek Ataman imzalı yazıda Gıda mühendisi olan Alime Büşra Nur Sarıoğlu’nun,
üyelik için verdiği fotoğrafın Başı açık olarak
çekilmiş bir fotoğraf olmaması nedeniyle
odaya kayıt talebi reddedilmiştir. Bahsedilen cevap yazısında açıkça “Başörtüsünün
çağdaş bir görünüm taşımadığı, başörtüsü ve
beraberinde kullanılan giysilerin Anayasa’nın
174. Maddesi kapsamındaki devrim yasaları
ile güdülen amaçla bağdaştırmanın mümkün
olmadığı” belirtilmiştir. Anayasamızın Din ve Vicdan Hürriyeti başlıklı
24. Maddesi açıkça ‘Herkes, vicdan, dinî inanç
ve kanaat hürriyetine sahiptir.’ Hükmünü içermekte iken, Bir gıda mühendisinin, inancının
gereğini yerine getirdiğinden bahisle mesleğinin gereği olan hak ve imkânlardan mahrum
edilmesi eşitlik ilkesine aykırılığın çok açık bir
göstergesidir. “Din ve vicdan özgürlüğü” ilkesi, inançları olan ya da olmayan, dini pratikleri
uygulayan ya da uygulamayan kişilere eşit
mesafede durarak kişilerinin haklarının kullanılmasını garanti altına alma işlevine sahiptir.
Yine Anayasanın 174. Maddesi “inkılâp kanunlarının korunması” başlığını taşımakta olup
gerekçesinde dahi başörtüsü yahut türbanın
yasak edilmesine dair hiçbir hüküm bulunmamaktadır. Yorum yoluyla 174. Maddeye bu
şekilde bir anlam yüklenerek Alime Büşra Nur
Sarıoğlu Hanım’ın başörtüsünden dolayı çağ
dışılıkla suçlanması ve oda kaydının yapılmaması kabul edilemez. 5237 Sayılı Türk Ceza
Yasası’nın İş ve Çalışma hürriyetinin ihlaline
ilişkin 117. Maddesi ve ayrımcılık başlıklı 122.
Maddesi kapsamında ilgili odanın tavrı suç
oluşturmaktadır.
Tüm dünyada başörtülü kadınlara karşı yapılan
ayrımcılığa karşı uluslararası anlaşmaların yapıldığı bir ortamda Alime Büşra Nur
Sarıoğlu’nun, başını açmak ya da haklarını
kullanmak arasında bir seçim yapmak zorunda
bırakılması uluslararası hukuka da aykırılık
taşımaktadır. Uluslararası Medeni ve Siyasi
Haklar Anlaşmasının 18. Maddesi; Düşünce,
vicdan ve din hürriyeti, tarafından teminat
altına alınmıştır. BM İnsan Hakları Komitesi,
olağanüstü durumlarda dahi kısıtlanmayacak
bu hakkın, kendine özgü kıyafet giymeyi ve
başörtüsünü de içine alacak şekilde geniş
bir faaliyetler alanını kuşattığına dikkat çekmiştir. 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş
Hakları Bildirisinde de yer alan bu husus 5.
madde de; “Yasa sadece toplum için zararlı
olan eylemleri yasaklayabilir. Yasanın yasak
etmediği hiçbir şeyin yapılması engellenemez. Hükmü ile ana ilkenin serbestlik
olduğunu, açıkça ifade etmiştir.
Kadınlara pozitif ayrımcılık ilkesinin Anayasa
hükmü haline geldiği bir dönemde, kendisi
de bir kadın olan TMMOB Gıda Mühendisleri
Odası Başkanı Petek Ataman’ın, kadının çalışma hürriyetini engelleyici ve ayrımcılık teşkil
edecek nitelikteki; hukuka ve kanuna aykırı,
çağ dışı, anti demokratik, ahlakla bağdaşmayan
keyfi uygulamasını şiddetle kınıyoruz. İlgili
odayı ayrımcılığa maruz bırakılan mühendis
kardeşimizden ve kamuoyundan özür dilemeye
ve vahim yanlışını düzeltmeye davet ediyoruz.
MMG'DEN, ZONGULDAK'TA HAYATINI KAYBEDEN
8 İŞÇİ İÇİN BASIN AÇIKLAMASI
Mimar ve Mühendisler Grubu, Zonguldak'ta Kozlu Müessese Müdürlüğü Maden Ocağı'nda metan gazı
patlaması nedeniyle meydana gelen göçükte sekiz maden işçisinin hayatını kaybetmesi üzerine bir basın
açıklaması gerçekleştirdi.
M
imar ve Mühendisler Grubu,
Zonguldak'ta Kozlu Müessese
Müdürlüğü Maden Ocağı'nda metan gazı
patlaması nedeniyle meydana gelen göçükte
sekiz maden işçisinin hayatını kaybetmesinden dolayı üzüntü duyduklarını belirterek, ölenlere Allah’tan rahmet, yakınlarına
sabır ve başsağlığı diledi. MMG konuyla ilgili
yaptığı açıklamada şunlara yer verdi:
“İş sağlığı ve güvenliği konusunda son yıllarda
Ülkemizdeki gelişmeleri ve değişimleri takip
ediyor; görüş ve önerilerimizi her platformda
ilgili makamlarla paylaşıyoruz. Ancak son
zamanlarda yaşanan acı olaylar göstermektedir
ki, gelinen nokta arzu edilen seviyede değildir.
Başta Hükümetimiz olmak üzere tüm tarafların, iş sağlığı ve güvenliği konusunda üzerine
düşeni yapması amacıyla bu bildiriyi kamuoyuyla paylaşıyoruz.
Güvenli çalışma ortamı, iş barışı ve verimliliğin
olduğu kadar hızlı ve sağlıklı kalkınmanın da
ön şartıdır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde
iş sağlığı ve güvenliği, toplumsal kalkınmanın
belirleyici unsurları arasında yer almaktadır.
Çünkü iş kazaları ve meslek hastalıkları sonuçları itibariyle insan hayatını ve sağlığını tehdit
etmesinin yanı sıra işletmeleri de ağır faturalara mahkûm etmektedir. İş kazaları ve meslek
hastalıkları sonucu gerek maddi ve gerekse
manevi kayıplar, gelişmekte olan ülkelerin
kalkınma çabaları önünde önemli bir engel
teşkil etmektedir. Ödenmesi gereken fatura ise
bu ülkelerin GSMH’nın önemli bir bölümünü
teşkil etmektedir. Bunun yanında kaybedilen
hayatların hiçbir değerle ölçülemeyeceğini de
unutmamak lazım.
Türkiye’nin iş kazalarında uluslararası sıralamalarda ön sıralarda yer alması Milli bir utanç
kaynağıdır. Dramatik olanı, artık faciaların kanıksanır olması. İnsanlar ağıt yakarken “her işin
bir riski var, yapacak bir şey yok”, “bu işçilerin
kaderi” mealindeki cümlelerin kabullenmek ne
vicdana ne de manevi değerlere sığar!
Ayrıca oranları oldukça yüksek bazı işverenlerin yeni İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ve
uygulama yönetmelikleri bazında “kanunun
yürürlüğe girmesi ertelense iyi olur, nasıl
yapsam da teftişlerden kurtulabilsem, en asgari
ne yapabilirim” kaygısıyla hareket etmelerini
esefle karşılıyoruz. Hâlbuki iş sağlığı ve güvenliği çalışmalarında mevzuat %20’lik bir paya
sahiptir. Bir başka deyişle mevzuat en asgariyi
belirler, insana değer veren işverenler asgarinin
de üstüne çıkıp daha güvenli çalışma ortamları oluşturmak için gayret göstermelidirler. Böylece hem mevzuat sorumluluklarını yerine
getirecek hem de kendilerine değer verilen
çalışanlarının verimli çalışmalarıyla kazançları
ve yatırımları daha da artacaktır.
Bunun yanında güvenli yaşam kültürünün toplumun tüm kesimlerinde bir yaşam tarzı haline
gelmesi için gerekli kültürel değişimin sağlanması amacıyla devleti, eğitimcileri, işvereni,
çalışanı ile tüm tarafların üstün bir gayret içerisinde olmasını bekliyoruz. Gelecekte iş sağlığı
ve güvenliği alanında iyi bir ülke olabilmek için,
anaokulundan başlayarak eğitim sistemimizin
her aşamasında iş sağlığı ve güvenliği bilinci
işlenmeli, özellikle teknik fakülte ve mühendislik bölümlerinde ders olarak okutulmalı; hatta
iş güvenliği mühendisliği bölümleri açılmalı,
bu konuda akademik çalışmalar teşvik edilmelidir. İşletmelerde, üretimde, kar oranları,
maliyetler, hizmetin zamanında ulaştırılması
mutlaka önemli; ama daha önemli bir husus
var ki o da insan hayatı...”
Güvenli çalışma ortamı, iş barışı
ve verimliliğin olduğu kadar
hızlı ve sağlıklı kalkınmanın da
ön şartıdır. Özellikle gelişmekte
olan ülkelerde iş sağlığı ve
güvenliği, toplumsal kalkınmanın
belirleyici unsurları arasında yer
almaktadır.
Ocak - Şubat 2013
7
ETKİNLİK
MMG TRANSİST’TE TOPLU ULAŞIMA ODAKLANDI
Mimar ve Mühendisler Grubu, Transist 2012 5.Ulaşım Fuar ve Sempozyumu’na katıldı. Açtığı stant ile üyeleri ve
misafirleriyle buluşan MMG, etkinlik kapsamında “Toplu Ulaşım Odaklı Şehir” konulu bir panel düzenledi.
M
MG Transist 2012 5.Ulaşım Fuar
ve Sempozyumu etkinliğine katıldı.
Genel Başkanı Avni Çebi’nin de ziyaret ettiği
MMG standına İETT Genel Müdürü ve Mimar
ve Mühendisler Grubu Üyesi Hayri Baraçlı
konuk oldu. Genel Başkan Avni Çebi ve MMG
üyeleriyle fotoğraf çektiren Baraçlı, MMG
üyesi olmaktan dolayı duyduğu mutluluğu
dile getirirdi. Birçok akademisyen ve konusunda uzman kişiler de üç boyunca MMG
standını ziyaret ettiler; MMG hakkında bilgi
alarak Mimar ve Mühendis Dergisi’nin “Siber
Güvenlik” dosya konulu sayısını almayı
ihmal etmediler.
İstanbul Kongre Merkezi Üsküdar Salonu’nda
gerçekleştirilen ve Oturum Başkanlığını
MMG İnşaat Komisyonu Başkanı Murat
Seven’in yaptığı “Toplu Ulaşım Odaklı Şehir”
konulu panel de etkinlik kapsamında ilgi
gördü. Oturumda, kentsel dönüşüm sürecinde toplu ulaşım sisteminin geliştirilmesinin
önemi işlendi. MMG özel oturumuna katılan
Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Doç. Dr.
Mustafa Gürsoy “Yaşanabilir kentlerde Toplu
Ulaşım”, Yeryüzü Mühendisleri Genel Başkanı
Murat Özdemir “Kentsel Dönüşüm Yasasının
Ulaşım Açısından Değerlendirmesi”, İBB Ray-
8
Mimar ve Mühendis
lı Sistemler Daire Başkanı Dursun Balcıoğlu
“Toplu Ulaşımda Raylı Sistemlerin Durumu”
IMP’den Metin Çancı da “Toplu Ulaşımdaki
Yeni Gelişmeler” konulu birer sunum yaptılar.
MURAT SEVEN:
“İNSAN İÇİN KENT İNŞA ETMEZSEK,
ŞEHİRLER BİZİ YUTAR”
Murat Seven konuşmasında şehir ve şehirleşmenin tanımını yaparken, kalabalık
şehirlerin dönüşüme uğradığını belirterek, bu
değişimin farkına varılmadan gerçekleştirilmesi halinde çirkin, sorunlu, ulaşımı ve iletişimi zor bir yığıntı yaratılacağını vurguladı.
İnsanlar için kent inşa edilmesi gerektiğinin
altını çizen Seven, araçlar için kent inşa edildiği sürece trafik sıkıntısının yaşanacağını,
şehrin insanları yutacağını ve insanların
ihtiyaçlarını düzgün bir şekilde karşılayamayacağını kaydetti. Ulaşımın gelişmesi
için altyapının yeterli olması gerektiğine
dikkat çeken Seven; “Metro, otobüs, yol ağı,
raylı sistemler ve bunların entegrasyonları
doğru planlanmalıdır. Modern toplumun
gelişmesinin altında yatan ana sebeplerden birisi de ulaştırmanın gelişmesidir.
İnsanların ulaşıma bu denli bağımlı olması,
ulaşım sistemlerinin geliştirilmesi ve önem
gösterilmesini gerekli kılmaktır. İnsanı,
şehri, ulaşımı ayrı düşünmek ve şehri
planlarken bunları göz ardı etmek imkansızdır; çünkü planlamayı etkileyen etkili bir
değişken de ulaşımdır” diye konuştu.
MUSTAFA GÜRSOY:
“NÜFUS YAYILDIKÇA
ULAŞIM İHTİYACI ARTTI”
YTÜ Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mustafa Gürsoy
Yaşanabilir kentlerde Toplu Ulaşım konulu
sunumunda toplu ulaşımın kentler için
önemine vurgu yaparak İstanbul’un toplu
ulaşımdaki yetersizliği hakkında istatistiksel
bilgiler verdi. Toplu taşıma odaklı gelişmeyi
zorunlu kılan koşulları İstanbul özelinde
örneklendiren Gürsoy, İstanbul’daki nüfus
artışının hızlandığı dönemlerde şehrin her
köşesine yayılan bir nüfus oranının olduğunu
ve bunun da ulaşım ihtiyacını artırdığını
belirtti. İstihdamın da bölgelere göre gelişiminden bahseden Gürsoy, benzer özelliklerin
olduğunu ve merkezi iş alanlarının şehrin
farklı birçok bölgeye yayıldığını kaydetti.
Servis araçlarının sayısının yıllara göre artış
gösterdiğine dikkat çeken Gürsoy, bunun
kamu toplu taşımacılığının yeterli derecede
gelişmediğinin bir göstergesi olduğunu ifade
etti. Bu verilerin giderek azaldığını da sözlerine ekleyen Gürsoy, raylı ve lastik tekerlekli
sistemlerin son yıllarda gelişim gösterdiğini
belirterek iyiye doğru bir gidişin olduğunu
vurguladı. Taşıma sektöründeki kamyon filosu
ve şehirlerarası otobüs filolarının da İstanbul
trafiği ve ulaşımına etki ettiğini kaydeden
Gürsoy, kent içindeki ulaşım ve trafik sıkıntılarında en büyük nedenlerden bazılarının,
trafikteki araç sayısının sürekli artması, servis
araçlarının belirli saatlerde faaliyet göstermesine rağmen boş zamanlarda transit geçiş
alanlarına park yapmaları olduğunu söyledi.
DURSUN BALCIOĞLU:
“2023’E KADAR 640 KM’LİK RAYLI
SİSTEM AĞI HEDEFLİYORUZ”
İBB Raylı Sistemler Daire Başkanı Dursun
Balcıoğlu “Toplu Ulaşımda Raylı Sistemlerin
Durumu” konulu sunumunda İstanbul’un
adrese dayalı nüfus sayısı ile ilgili bilgi
verirken, İstanbul’daki ticari hareketliliğin de
eklendiğinde bu sayının 15 milyon civarına ulaştığını bildirdi. 2011 yılı sonundaki
istatistiklerden yola çıkarak verdiği bilgilerde İstanbul’da günde 400 aracın trafiğe
girdiğine dikkat çeken Balcıoğlu, iki yakadan
yolculukların 1.3 milyon olduğunu söyledi.
TÜİK verilerine göre 3 milyon 30 bin araç
olduğuna vurgu yapan Balcıoğlu, bu araçların
ulaşım master planı verilerine göre %75’inin
trafikte olduğunu kaydetti. İstanbul’da
araçla ortalama yolculuk süresinin 49 dakika
olduğuna dikkat çeken Balcıoğlu, karayolu
ağırlıklı bir toplu taşıma oranı olduğunu
ifade etti. Balcıoğlu ayrıca Kadıköy – Kartal
metrosunda hedeflerinin günde 1 milyon yolcu sayısına ulaşmak olduğunu ifade ederek,
karayolundaki minibüs, otobüs ve dikey taşımacılık düzenlemeleri tam olarak oturmadığı
için günde 110 bin yolcuyla ulaşımın sağlandığını bildirdi. İstanbul’un raylı sistem konusunda sürekli geliştiğini kaydeden Balcıoğlu,
2023 ulaşım master planında 640 km’lik bir
raylı sistem hedeflediklerini açıkladı.
ve İstanbul’da yaşayan insanların günlük
hayatta birçok aktivite gerçekleştirmek için
ulaşım araçlarını kullanarak aktif olduklarını
kaydetti. Kentsel Dönüşüme sadece depreme
dayanıklı yapılaşma olarak bakılmaması
gerektiğine dikkat çeken Özdemir sözlerine
şöyle devam etti: “Bu süreçte kentlerimiz
yeniden yapılanırken ulaşım sistemleriyle
birlikte yeşil alanlar, sosyal – kültürel donatı
alanları, ev – iş; ev – okul erişim mesafeleri ve süreleri, konutlar arası ilişkiler ve
ölçekleriyle tüm insanlar arasındaki ilişkiler
düşünülerek kültürel ve inanç kodlarımıza
uygun bir kurgu yapılmalı. Bu süreç toplum
tarafından fırsatçılığa değil fırsata çevrilmelidir. Şehirlerde toplu taşıma, lastik tekerlekli
ve raylı sistemlerle gerçekleştirilebiliyor.
Otobüs, tramvay, hafif metro ve metro inşa
maliyetleri, sıralı olarak artış gösteriyor. Nüfusu 1 milyondan fazla olan ve yoğun saatlerde bir yöndeki ulaşım talebi 6 bin yolcuya
ulaşan yerleşim yerlerinde toplu taşıma için
otobüs yeterli olup; yolculuk talebinin 6 bin
ila 15 bin arasında olması halinde tramvay
veya hafif metro, 15 binden fazla olduğu
yerlerde ise metro sistemi gerekli olmaktadır.
Dolayısıyla şehir içindeki dolaşım arttığında,
ulaşım sistemi olarak daha pahalı bir sistem
seçmek zorunda kalırız.”
METİN ÇANCI:
“ULAŞIM ALTYAPISINI BİTİRİP,
KENTLERİ İNŞA ETMELİYİZ”
IMP’den Metin Çancı “Toplu Ulaşımdaki Yeni
Gelişmeler” konulu konuşmasında veriler
doğrultusunda şehirleşmenin bundan sonraki
döneminde ulaşım için yapılabilecek çalışmalar hakkında görüş bildirirken, ulaşımın
hedefinin, şehirlerdeki insan, yük ve bilgi
hareketliliğini karşılamak olduğunu belirtti.
Kentsel hareketliliğin çözülmesi sonucunda
ulaşımda ve kent trafiğinde de rahatlamaların sağlanacağını belirten Çancı, hareketliliğin gayri safi milli hasılanın artması ile de
ilgili olduğuna dikkat çekti.
"Kentlerin fiziksel gelişiminde ulaşım sistemi
önemli ölçüde belirleyicidir" sözünden
yola çıkan Çancı; “Önce ulaşım altyapısı
gelir, sonra kentle ilgili üst yapılar yapılır.
Gelişmekte olan ülkelerde ise önce kentteki
binalar, donatılar olur, ondan sonra ulaşımla
ilgili ihtiyaçlar giderilmeye çalışılır. Tabi
ikinci durum olduğu zaman ulaşım talebini
karşılamak için peşinden koşarsınız ve kentin
sorunları da büyüyerek devam eder; çözmek
için uğraşırsınız” diye konuştu.
HALUK İBRAHİM ÖZMEN:
“MARMARAY PROJESİ 3 FARKLI
SÖZLEŞMEYLE YÜRÜTÜLÜYOR”
Marmaray Bölge Müdürü Haluk İbrahim
Özmen, Marmaray Projesi ve İstanbul’a
kazandıracağı artılar hakkında bilgi verdi.
Marmaray Projesi’nin üç farklı sözleşmeyle yürütüldüğünü belirten Özmen, bunları
boğaz demiryolu tüp geçişi, banliyö hatlarının
rehabilitasyonu ve bu sistemde çalışacak olan
demiryolu araçlarının temini olarak açıkladı.
Banliyö hatlarında 63 km’lik mevcut iki hatlı
sistemi tamamen kaldıracaklarını ifade eden
Özmen, hem altyapısı hem de üst yapısının
yenilendiği yeni bir sistem getireceklerini ve
yeni sistemde 40 adet yeni istasyonun inşa
edileceğinin bilgisini verdi. Yeni sistemle
birlikte 77 km’lik güzergahın 105 dakikada
kat edileceğine dikkat çeken Özmen, Bunun
16 dakikasının Söğütlüçeşme – Kazlıçeşme
arasında, 61 dakikasının Asya tarafında, 28
dakikalık süresinin ise Avrupa tarafında kat
edileceğini söyledi.
MURAT ÖZDEMİR:
“ŞEHİRLER NE KADAR
YOĞUN OLURSA, ULAŞIMA
O KADAR PARA HARCARIZ”
Yeryüzü Mühendisleri Genel Başkanı ve MMG
Yönetim Kurulu Üyesi Murat Özdemir “Kentsel Dönüşüm Yasasının Ulaşım Açısından Değerlendirmesi” konulu sunumuna; ülkemizde
yaşanan acı deprem tecrübeleri, bu süreçte
kurulan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve
daha sonraki çalışmalar ışığında giriş yaptı.
Toplam nüfusun yüzde 18.2’sinin İstanbul’da
yaşadığını belirten Özdemir, insan topluluklarında yaşamın ulaşıma dayandığını
Ocak - Şubat 2013
9
ETKİNLİK
ERTUĞRUL GÜNAY: "MİMARİ ESERLER TARİHTEN
KOPMADAN KÜLTÜRLE İÇ İÇE OLMALI"
MMG'nin çalışma toplantısının konuğu Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay oldu. Bakan Günay, Çamlıca
Camii ve Taksim'in Yayalaştırılma Projesi hakkında bilgi verdi; toplantıya katılan konukların sorularını cevapladı.
Mimar ve Mühendisler Grubu’nun Akgün
İstanbul Hotel'de düzenlediği kahvaltılı
çalışma toplantısının konuğu T.C. Kültür ve
Turizm Bakanı Ertuğrul Günay oldu. MMG
Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi'nin
sunuculuğunu üstlendiği program, Türk
Musikisini Araştırma ve Tanıtma Grubu’nun
(Tümata) müzikal dinletisiyle başladı. MMG
Genel Başkanı Avni Çebi ve T.C. Kültür ve
Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın konuşmalarıyla devam etti.
ERTUĞRUL GÜNAY: "RANT
MİMARİSİ İSTANBUL’UN TARİHİ
MİRASINI BOZUYOR"
Ertuğrul Günay, konuşmasına Mimar ve Mühendisler Grubu’nun “Siluetime Dokunma”
çağrısından çok etkilendiğini belirterek başladı ve bu çağrı karşısında tüylerinin diken
diken olduğunu söyledi. Mimarlık alanında
inşa edilen ve edilecek olan mimari eserlerin
tarihten kopmadan kültürle iç içe olması
gerektiğini özellikle vurgulayan Günay, ancak
bu sayede gelecek nesillere kaliteli tarihi
mirasların bırakılabileceğini söyledi. Bakanlık
yaptığı sürece turizm ile kültürü birbiriyle
10 Mimar ve Mühendis
özdeşleştirmeye çalıştığını belirten Günay,
Anadolu’da binlerce yıllık medeniyetlerin
bıraktığı binlerce kültürel eserin olduğunu vurguladı. Kültürel eserlerin çoğunun
unutulduğunu ve kendi dönemlerinde bu
kültürel eserlere yeniden sahip çıkmaya
başladıklarını; Urartu, Lidya, Roma, Selçuklu,
Osmanlı, Pagan ve Hıristiyan döneminden
kalmış her esere ayrı ayrı özen gösterdiklerini vurguladı. Kültürel zenginliklerin
bir emanet olduğunu gelecekteki nesillere
hakkıyla bırakmanın boyunlarının borcu
olduğunu söyledi. Milas'ta Selçuklu evlerini,
Roma mozaiklerini ve Karya Lahdini bir alan
içinde onarmaya çalıştıklarını ve üç farklı
medeniyetin nasıl birbirinden etkilendiğini
rahatça görülebileceğini anlatan Günay,
Anadolu dışında İstanbul üzerinde titizlikle
çalıştıklarını anlattı. Daha gençken yaptığı
Akdeniz turunda Yunanistan Akropol,
Roma, Floransa, Barselona ve benzeri tarihi
şehirleri gezdiğini ve bu şehirlerden çok
etkilendiğini ancak bu şehirlerden hiçbirinin İstanbul kadar büyüleyici olmadığını,
İstanbul kadar tarihi olmadığını vurguladı
ve İstanbul’un dünyanın en güzel şehri
olduğunu sözlerine ekledi.
Ertuğrul Günay, İstanbul’da yapılan çok
katlı yapıların İstanbul’un tarihi mirasını
bozduğunu ve bu yapıları yapanların büyük
bir açgözlülük içinde olduğunu belirtti.
İstanbul’da varolan veya var olmaya çalışan
tarihi ve kültürel mekanlarına olduğunca
özen göstermeye çalıştıklarını söyledi. Çalıştıkları dönemde Sultanahmet civarındaki
tarihi yapıların lojman olarak kullanıldığının
tespit ettiklerini ve hemen bu lojmanların
kaldırılıp tarihi yapıları koruma altına aldıklarını örnek gösterdi. Bu örnek dışında birçok
tarihi mekanı tekrardan hayata kattıklarını
söyledi. Türk Tarih Müzesi’nin altındaki otoparkı, Topkapı Sarayı’nın avlusunda Matbaa
Lisesi’ni,Topkapı Sarayı’nın içinde dört tane
askeri deposunu hayata kattıklarını belirtti.
Büyükşehirleri yöneten kişilerin Dresden’i,
Floransa’yı, Madrid’i görmesi gerektiğini
söyleyen Günay, restore edilen binaların
tepesine reklam asmanın dünyanın hiçbir
ülkesinde hiçbir tarihi mekanında olmadığını
sözlerine ekledi.
Ülkemizden çalınarak yabancı ülkelerde
satışa sunulan kültürel eserlerin geri iadesi
için çalışma yaptıklarını ve başarılı olduklarını belirten Günay, Süleymaniye Külliyesi’nin
altındaki dükkanların önceki dönemlerde satıldığını ve şu anda satış yapılmadığını direkt
olarak deri imalatı yapıldığını aktardı. İmalat
sırasında tehlikeli maddelerin külliyeye
büyük derecede zarar verdiğini, bu durumu
düzeltmek için büyük bir çaba sarf ettiklerini
ancak hala tarihi Külliye’nin durumunun iyi
olmadığını söyledi. Beyazıt’ta bulunan Koca
Ragıp Paşa Kütüphanesi’ndeki vehim durumu kısmen düzelttiklerini ve restorasyonun
bitmek üzere olduğunu belirtti.
Ertuğrul Günay, mimari teknikler ve yapı
malzemesi bu kadar gelişmişken, var olanlardan birinin taklidinin yapılmaması gerektiğini savundu. Günay, Çamlıca'ya yapılacak
caminin iki binli yıllara yakışır, İslam mimarisinin geleneğini koruyan, büyüklüğü ile
değil güzelliği ile ön plana çıkan bir cami olması gerektiğini ifade etti. "Marifet büyük bir
şey yapmak değil zarif bir şey, güzel bir şey
yapmak" diyen Bakan Günay, yeni caminin
boğaza mücevher gibi dizilmiş camilerin tacı
olması gerektiğini söyledi. Günay Çamlıca'ya,
Kırım'da bulunan Ak Mescit gibi bir cami
yapılması önerisinde bulundu. "İstanbul'da
bir Ak Mescit yok. Böyle mücevher gibi bir
şey yapalım. Bakın Kırım'da var, Kazan'da
var ama İstanbul'da yok. Cesametiyle değil
zarafetiyle ortaya çıksın, pırıl pırıl olsun.
Tacın yakutu gibi orada gözüksün. Hatta adı
da Ak Mescit olsun" dedi. Türkiye’de olan
tarihi yapıları ellerinden geldikçe korumaya
çalıştıklarını ve dikey yapıları yapmak yerine
tarihimize insanımıza uygun yapıların inşa
edilmesi gerektiğini, Akdeniz mimarisindeki
kaliteli tarihi yapıları, bu emsalsiz şehirde
görmek istediğini ve yeni, açgözlü, rant mimarisinin inşa ettiği yapıları görmek istemediğini söyleyerek konuşmasını tamamladı.
AVNİ ÇEBİ: "BU ŞEHRE
SAHİP ÇIKMAMIZ LAZIM"
Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı
Avni Çebi, konuşmasına MMG’nin çalışmaları
hakkında bilgi vererek başladı. MMG olarak
gerçekleştirilen çalışmaların sürdürülebilir
olmasına özen gösterdiklerini belirten Çebi,
gündemde olan özellikle şehircilik üzerine
yapılan çalışmalarda herkesin duyarlı olması
gerektiğini ifade etti. Çebi, gelecek nesillerin
mimari ve kültürel eserleri görüp göremeyecekleri, koruyup koruyamayacakları
yada kullanıp kullanamayacakları hakkında endişe içinde olduğunun altını çizdi.
Çamlıca Camii tartışmalarına değinen Avni
Çebi, özgün bir tasarımın yapılamamasının
nedenlerini şöyle izah etti: "Yapılacak projeler, malzemesiyle, mimarisiyle, estetiği ve
fonksiyonuyla bugünün birikimini geleceğe
taşıyacak bir yapıda olması gerekirdi. Bizler
MMG olarak böyle bir camii için uluslararası
yarışmaların düzenlenmesi gerektiğini ifade
etmiştik. Yarışma yapıldı, ama verilen süre
çok kısaydı. Memleketimizde geleceğe ait
abidevi bir eserin yapılması için mimarların,
şehir plancılarının, sosyologların heyecan
duyacağı bir atmosfer maalesef oluşturulamadı.” Bugünü ve geleceği yansıtan bir eseri
ortaya koymaya çalışmanın gerektiğini ifade
eden Avni Çebi, geleceğe damga vurabilecek
mimar ve mühendisler yetiştiren Türkiye'nin,
özellikle bu hassas proje için aciz gözükmemesi gerektiğini söyledi. Türkiye'de cami
sorununun olmadığını, neden böyle aceleye
Bakan Günay: “İstanbul’da
mücevher gibi bir Ak Mescit
yapalım. Cesametiyle değil,
zarafetiyle ortaya çıksın. Tacın
yakutu gibi gözüksün”
Ocak - Şubat 2013 11
ETKİNLİK
MMG Yönetim Kurulu üyesi
Yavuz Sarı, T.C. Kültür ve
Turizm Bakanı Ertuğrul
Günay'a Çamlıca'ya yaptığı
"Çamlıca Tevhid Camii"
projesini sundu.
12 Mimar ve Mühendis
getirildiği sorusunun sorgulanması gerektiği,
yapılan yarışmanın iptal edilip mimarlarımıza yeterli sürenin verilmesi, yeni imkanlar
tanınması gerektiğinin altını çizdi.
"AVM'LER, REZİDANSLAR İNŞA EDEREK
BİR DÜNYA DEVLETİ OLAMAYIZ."
Avni Çebi, konuşmasına Taksim'in yayalaştırılması planları hakkında devam etti. Çağlayan'daki Adalet Sarayı önünde yapılacağı
söylenen meydanın maalesef yapılamadığını,
giriş ve çıkışlardaki olumsuzluklar yüzünden
meydana çevrilemediğini, benzer şekilde
Taksim'de de tekrar hatalara düşülmemesi
gerektiğini söyledi. Devletlerin de toplumların da zaman zaman kendilerini yenilediğini
belirten Avni Çebi, Fatih'te yapılan imar
düzenlemelerinin de gözden geçirilmesi
gerektiğini ifade etti. Yaklaşık 200'e yakın
tarihi eserin 2012'de yapılan yeni imar planından çıkarılmasına karşı çıkılması ve imar
planından çıkarılan zenginliklerin yeniden
ihya edilmesi gerektiğini belirterek; "Bugün
Türkiye, gelen 10 milyon turisti 30 milyona
çıkartmak istiyorsa, bunu AVM'ler açarak
yapamaz, tarihini ve kimliğini koruyarak,
geleceğe taşıyarak yapabilir. Eğer muhafaza
etmemiz gereken değerleri koruyamazsak,
bundan 50 yıl sonra kurduğumuz şehirlerde biz insanları neye davet edeceğiz? Niçin
insanlar İstanbul'a gelsin? Tüm dünyada
yapılmaya çalışılan, şehirleri aynılaştırmak…
Binlerce yıldır oluşturulan kültürel birikim,
estetik değerler ve farklılıklar aynılaştırılma
sürecinde kaybediliyor. Acaba o peşinde
koştuğumuz konut projeleri bizleri geleceğe
taşıyacak mı? O çok katlı yapılarda insanlarımız yaşlandığı zaman, ya da özürlü olduğu
zaman yaşayabilecek mi? Çok katlı yapılan
binalarda bir arkadaşımız felç geçirse çoğu
binada bir sedyenin gireceği asansör bile yok.
Bugün 4+4+4 eğitim sistemine geçiliyor ama
5.5 yaşındaki çocuklarımız 3 katlı bahçesi
olmayan okullarda okutuluyor. Çocukların
ilk sosyalleşmelerinde okullarına yürüyerek gidip gelebilmeleri lazımken, sürekli
ellerinden tutularak servislerde taşınan insan
konumuna düşüyorlar" diye konuştu. Konuşmasına Türkiye'nin alan darlığı çekmediğine
dair örnekler vererek devam eden Avni Çebi,
bugünü inşa ederken geleceği de düşünmenin
gerekliliğine dikkat çekti.
MMG Yönetim Kurulu Üyelerinden Turan
Koçyiğit, Şenol Aslan, Serkan Cantürk, Yavuz Sarı, Rena İnşaat Genel Müdürü Sinan
Mataracı, Çekmece Nükleer Araştırma ve
Eğitim Merkezi Müdürü Doç. Dr. Ahmet
Erdal Osmanlıoğlu'nun da katıldığı kahvaltıda, birçok iş adamı, mimar ve mühendis
yer aldı. Kahvaltılı çalışma toplantısı soru
cevap kısmıyla devam ederken, plaket
töreni ve hatıra fotoğrafının çekilmesinin
ardından etkinlik sona erdi.
Eyüp Pier Loti Kahvesi İstanbul
Agrotrust Binası Omsk-Rusya
Şehzade Mehmet Camii İstanbul
Mirgün Köşkü İstanbul
Bezm-i Alem Camii İstanbul
Naib Hamamı Gaziantep
"tarih" korumamız altında...
Uzmanlık ve faaliyet alanlarımız...
• Restorasyon
• Genel Müteahhitlik
• Liman ve rıhtım
• Islah çalışmaları
• Köprü inşaatları
• Ağır çelik yapılar
Rena İnşaat Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti
Atatürk Caddesi Esin Sokak Yazgan İş merkezi 3/5 Kozyatağı 34742 İstanbul
Tel: 0216 478 33 32 (PBX)
e-mail: [email protected]
ETKİNLİK
Müsteşar Murad Bayar: "Kendi
teknolojimizi üretmek zorundayız"
Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar, Mimarlık ve Mühendislik'in Türkiye'nin hemen hemen her sektöründe
hala büyük bir ihtiyaç olduğunu belirterek, "Türkiye olarak orta gelir tuzağına düşmemeliyiz" dedi." Milli gelirini
10.000 $'a çıkarıp kendi teknolojisini üretemeyen ülkeler, orta gelir tuzağına düşmüş demektir. Savunma
sanayimiz güçlü ama artık tasarım ve teknoloji kısmına geçmemiz gerekiyor" diye konuşan Savunma Sanayi
Müsteşarı Murad Bayar, çok riskli bir süreçten geçtiklerini belirtti. Türkiye'nin kendi teknolojisini üretiminde
çıkışın, mimarlık ve mühendislik alanlarında atılacak basamaklarda olduğunu söyleyen Müsteşar Murad Bayar,
Polonya'nın milli gelirini arttırmasına rağmen orta gelir tuzağına düşen bir AB Üyesi ülke olduğunu söyledi.
M
imar ve Mühendisler Grubu’nun
Elite World İstanbul Hotel'de
gerçekleştirdiği kahvaltılı çalışma
toplantısının konuğu Savunma Sanayi
Müsteşarı Murad Bayar oldu. 2023'e
kadar kendi teknolojimizi üretmemizin
zor olmadığını belirten Müsteşar Murad
Bayar, gerekli altyapı çalışmalarını
geliştirmemizin önemini anlattı. MMG İş
Sağlığı ve Güvenliği Komisyonu Başkanı Sunullah Doğmuş'un sunuculuğunu
üstlendiği program, MMG Genel Başkanı
Avni Çebi'nin konuşmasıyla başladı.
14 Mimar ve Mühendis
Avni Çebi: "Ticari, endüstriyel
ve ekonomik ilişkilerimizin
sürdürülebilir olması gerekiyor."
Konuşmasına kahvaltılı çalışma toplantısına sponsor olan A-TEL Telekomünikasyon'a
teşekkür ederek başlayan Avni Çebi,
Savunma sanayinin Türkiye için önemli
alanlardan bir tanesi olduğunu belirterek,
özellikle Balkan savaşlarında ciddi sıkıntılar
yaşadığımızı, cumhuriyetin ilk yıllarında
zayıf düştüğümüzü belirtti: "Balkan savaşına
girerken yabancı sermayelerden destek
almamız, bizim zaten savunma sanayinde
düştüğümüz noktayı da gösteriyor.Özellikle
Kıbrıs savaşında yaşadığımız ambargodan
sonra, bugün geldiğimiz noktada övünülecek bir durumdayız" diyen MMG Başkanı
Avni Çebi, savunma sanayinin geldiği noktayı görmemiz gerektiğini, Türkiye'nin kendi
teknolojisin üretecek bir çağı yakaladığını
belirtti.
Murad Bayar: "Türkiye orta
gelir tuzağına düşmemelidir"
Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar,
Mimarlık ve Mühendislik'in Türkiye'nin
MMG Genel Başkanı Avni
Çebi, Türkiye'nin en önemli
sorunlarından birinin
sürdürebilirlik olduğunu ifade
ederek; "Maalesef hırslarımızla
birbirimizi yok ediyoruz.
Ticari, endüstriyel ve ekonomik
ilişkilerimizde sürdürülebilir olmak
zorundadır. Gelecek 20 yılı, şu
andaki fırsatları değerlendirerek
inşa etmeliyiz" dedi.
hemen hemen her sektöründe hala büyük
bir ihtiyaç olduğunu belirterek, "Türkiye
olarak orta gelir tuzağına düşmemeliyiz"
dedi." Milli gelirini 10.000 $'a çıkarıp kendi teknolojisini üretemeyen ülkeler, orta
gelir tuzağına düşmüş demektir. Savunma
sanayimiz güçlü ama artık tasarım ve teknoloji kısmına geçmemiz gerekiyor" diye
konuşan Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar, çok riskli bir süreçten geçtiklerini belirtti. Türkiye'nin kendi teknolojisini
üretiminde çıkışın, mimarlık ve mühendislik alanlarında atılacak basamaklarda
olduğunu söyleyen Müsteşar Murad
Bayar, Polonya'nın milli gelirini arttırmasına rağmen orta gelir tuzağına düşen bir
AB Üyesi ülke olduğunu söyledi. Teknoloji
üretiminin çok zor olduğunu söyleyen
Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar,
sanayimizin de bir sıçrama yapması
gerektiğini belirtti. Hindistan'ın 30 yıldır
tasarımını kendilerinin yaptığı tankları
üretemediğinin altını çizen Müsteşar
Murad Bayar, teknoloji üretiminin çok zor
olduğunu, Başbakan'ın "Kendi otomobilimizi yapalım" çağrısına bu yüzden cevap
gelmediğini söyledi. Dışarı bağlı silah sistemleriyle kendi teknolojimizi üretemeyeceğimizi belirten Müsteşar Murad Bayar,
gemi inşaatı mühendisliğinde ve havacılıkta çok iyi yerlere gelindiğini, ARGE
çalışmalarında çok mesafe kaydettiklerini,
teknoparklarla çok iyi sonuçlar aldıklarını söyledi. Yolcu uçağı yapımının kolay
olduğunu ve fakat zor olanın sertifikasyon
alımının olduğunu, insanların sertifikasyona bakarak uçtuklarını belirtti. Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar, Fatih
Projesi'nde kendi tablet'lerimizi üretmemiz gerektiğini belirterek, "Türkiye artık
birçok alanda kendi teknolojisini üretecek
güce gelmiştir" dedi. Bir tabletin üretim
değerinin 30-40 $ olduğunu, kendi tabletimizin kendimizin üretmemiz gerektiğini,
böylece teknoloji üreterek hemen her
alanda katma değerlerin ülkemize kalması
gerektiğine değindi.
"MİLGEM Gemisi ve
ALTAY Tankı %70 yerlidir."
Programın soru cevap kısmında çok
önemli noktalara değinen Müsteşar
Murad Bayar, Savunma sanayinin ürettiği
projelerden "MİLGEM Gemisi ve ALTAY
Tankı ne kadar yerli? Yurt dışına satış
imkanı var mıdır? Bu projelerin sürdürülebilirliği ne kadar?" sorusuna şöyle
cevap verdi: "Bizim görevlerimizin önemli
boyutlarından biri de TSK'nin ihtiyaçlarını
karşılamaktır. Biz bu projeleri bitirirken,
örneğin motorları dışarıdan değil de bizim
yapmamız, belki 20 yılımızı alacakken,
bu süreçte ihtiyacı önceliğe alarak projeyi
bitirmeye çalışıyoruz. Çünkü savaş gemisi
ya da tank lazımken, bizim ihtiyacı karşılamamız, yani üretim yapmamız gerekiyor. Eğer ihtiyaç hasıl olmazsa, dışarıdan
direkt alım yapılacağından ötürü, en
uygunu bizim hemen üretmemiz, ihtiyaca
cevap vermemiz icap ediyor. Herşey yerli
olmuyor elbette, örneğin motorlar yerli
olmuyor. Ama diğer birçok aksesuarı
biz üretiyoruz. Bu anlamda MİLGEM de
ALTAY tankı da oran olarak %70 yerlidir
diyebiliriz."
Müsteşar Murad Bayar, "Özel sektörde ve
kamuda firmaları akredite etmeyi düşünüyor musunuz? Bir yıldan uzun ARGE
süreci olan ve sadece prototip üretecek
projeler KOBİ'lere kaynak yaratmamakta, bu tür projeler nasıl finans edilebilir,
avans ve teminat mektubu süreçlerini
nasıl aşabiliriz? Çünkü bankalara ipotek
vermeden kredi limitlerini artıramıyoruz…
Ayrıca yeni açılan firmalarda destek ça-
Ocak - Şubat 2013 15
ETKİNLİK
Mimar ve Mühendisler
Grubu’nun kahvaltılı çalışma
toplantısının konuğu Savunma
Sanayi Müsteşarı Murad Bayar
oldu. 2023'e kadar Türkiye’nin
kendi teknolojisini kendisinin
üretmesinin zor olmadığını
belirten Müsteşar Murad Bayar,
gerekli altyapı çalışmalarını
geliştirmenin önemini anlattı.
lışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?"
sorusuna şöyle cevap verdi: "Fon kısmından başlayacak olursak, elbette destekliyoruz. KOBİ'lerin gelişiminde ise, evet
bir KOBİ'nin prototip geliştirecek nefesi
yetmiyor. Altyapıları eksik ve yeteri kadar
ürünü olmayan KOBİ'lerle çalışmak çok
zor oluyor. Bu konuyu biz bankalar üzerinden çalışarak çözmeye çalıştık ama çok
verim alamadık. Geçen sene icra komisyonumuzdan bir rapor aldık, şekillendirdik ve bu sene uygulamaya başlayacağız.
Biz bir kredi paketi oluşturacağız, kendi
fonumuzdan, KOBİ'lere yönelik. Fonun
özelliği şöyle: Bizim yan sanayimize
hizmet edecek şirketlerle doğrudan bizim
uygun şartlarımızla yan sanayisi kredi
desteği. 2013'te faaliyete geçecek. Akreditasyonla alakalı üst şirketlerde bunu
yapıyoruz ama biz bu konuda çok eleştiri
de alıyoruz. Üst firmalarda yapıyoruz ama
KOBİ'lerde standartlar oluşurken maliyetler artıyor, kolay olmuyor ama biz sektöre
doğru yaygınlaştıracağız."
Müsteşar Murad Bayar, "Bilgi teknolojilerinde gelişmiş ülkelerde ciro dağılımı
%40 dağılım, %40 hizmet ve servis, %20
16 Mimar ve Mühendis
donanım. Bizde ise %76 donanım, % 1314 yazılım, %10-11 servistir. Görüldüğü
üzere bizde değer üretimi noktasında
eksiklikler var. Nasıl aşabiliriz bu noktayı,
yazılımı nasıl geliştirebliriz?" sorusuna
"Savunma sanayinde hem silahların
yazılımlarında hem karargah komuta
yazılımlarına çok önem veriyoruz. Biz
karargah ve komuta yazılımlarını tamamen kendimiz yapıyoruz, bu işi yapan
şirketler var. Silah sistemlerinin çindeki
yazılımların çoğu da böyle ama yurtdışından aldığınız bir uçak, yazılımıyla birlikte
geliyor. Bilişim sektöründeki dağılımın
farkındayız ama Türkiye'de bilişim, ticaret üzerine kurulu bir sektör, maalesef.
Satış Pazarlama sektörü. Peki ne yapmak
lazım, öncelikle artık yerel ihtiyaçların
yerel yöntemlerle karşılanması gerekiyor.
Ben gelecekten ümitliyim, yol alınıyor
ama desteklenebilir ve hızlandırabilir."
diye konuştu.
Müsteşar Murad Bayar,"Sınır güvenliğinin
sağlanması ve sınırlarda sızmaların azaltılması anlamında jeofizik'te kullanılan
radarlarla tespit yapılıyor mu? Benzer
cihazlar zırhlı araçlara monte edilerek
mayın ve yeraltı çalışmaları denetlenebilir mi? Nükleer denemelerini izlemek
için bir izleme sistemi var mı? Savunma
sanayinin gelişiminde niçin jeofiziğe
yeter kadar yer vermiyorsunuz?" sorusuna
titreşim algılayıcaları ile ilgili çalışmalar
yapıldığını, yerin altındaki metallerin
tespitinde de ARGE çalışmalarının yapıldığını ama özellikle bu alanda çalışmalar
yapanlardan istifade etmek istediklerini
belirtti. Müsteşar Murad Bayar,"Yurt
dışındaki ihalelerde %50-70 arasında
yerlilik şartı arandığı halde, ülkemizde
yerli üretimlerde yerli olabilmenin şartı
aranmıyor. %100 Tranway alınarak raylı
sistemler nasıl gelişebilir?" sorusuna,
Savunma Sanayi olarak değer üretimini
önemsediklerini ama kamuda böyle bir
çalışmanın olmadığını belirtti: "Kamunun
birçok alanında yerlilik şartı aranmıyor.
Alımları yapan kamu kurumları, kriter
olarak "hizmeti götürmek" mantığıyla
hareket ediyor. Çünkü risk almak istemiyorlar, hemen hesap soruluyor. En ufak
bir zaafiyet istemiyorlar. Oraya farklı
destekler koymak lazım, farklı ARGE
çalışmalarında bulunmak lazım, çok zor
bir iş ama bu kırılma dönemlerinden de
geçmek gerekiyor artık. Güney Kore bunu
birçok alanda başardı mesela. Daha 30 yıl
önce Amerikalılarla Nükleer Enerji tesislerini kurdular ama bugün bize gelip "biz
kuralım" diyebiliyorlar, ciddi bir basamak
atladılar. Burada sektör stratejileri önemli…" diye konuştu.
A-TEL Telekomünikasyon Yönetim Kurulu
Başkanı Haluk Hıdıroğlu, MMG Yönetim
Kurulu Genel Başkan Yardımcılarından
Kadem Ekşi ve Ömer Faruk Kültür, MMG
Yönetim Kurulu Üyelerinden Şenol Aslan,
Serkan Cantürk, MMG Yönetim Kurulu
Üyesi ve Yeryüzü Mühendisleri Genel
Başkanı Murat Özdemir, MMG Proje
Geliştirme Kom. Bşk. Yrd. Doç. Dr. Yalçın
Boztoprak, MMG Yerel Yönetimler Kom.
Bşk. Selami Keskin, MMG Yer Bilimleri
Komisyonu Bşk. Şehmus Yıldırım, MMG
İnşaat Komisyonu Bşk. Murat Seven'in
de katıldığı kahvaltıya, birçok iş adamı,
mimar ve mühendisler katıldı. Kahvaltılı
çalışma toplantısı soru cevap kısmıyla
devam ederken, plaket töreni ve hatıra fotoğrafının çekilmesinin ardından sona erdi.
4. Ulusal Enerji Verimliliği
Forumu ve Fuarı Yapıldı
UEVF 2013, Enerji Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız'ın katılımıyla WOW Convention Center'da gerçekleştirildi.
Etkinlikte yer alan Mimar ve Mühendisler Grubu’nun standını Bakan Taner Yıldız, ziyaret ederek, MMG'nin
çalışmaları hakkında bilgi aldı. Mimar ve Mühendisler Grubu Sekreterya adına Ekrem Solmaz ve Yunus Emre
Tozal, MMG'nin çalışmaları hakkında Bakan Taner Yıldız'a bilgi verdi.
E
nerji Verimliliği Haftası kapsamında
gerçekleştirilen çeşitli etkinliklerden
biri olan UEVF 2013 - 4. Ulusal Enerji
Verimliliği
Forum ve Fuarı, Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanı Taner Yıldız, TBMM Sanayi, Ticaret
Enerji Tabii Kaynaklar Bilgi ve Teknoloji
Komisyonu Başkanı Mahmut Mücahit
Fındıklı, TBMM Çevre Komisyonu Başkanı
Erol Kaya, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik
Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) Başkan
Yardımcısı Dr. Hasan Palaz, Yenilenebilir
Enerji Genel Müdürü Yusuf Yazar ve Türk
Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Başkanı Mehmet Soğancı nın katılımıyla 10
Ocak 2013 tarihinde açıldı.
“Verimli Kullanırsan, Enerji Gelecektir ''
teması altında gerçekleşen UEVF 2013
kapsamında düzenlenen, çeşitli oturum
ve panellerde kamu kurum ve kuruluşlarının yöneticileri, özel sektör temsilcileri
ve akademisyenler bildirilerini sundular.
Forumda, toplumdaki enerji kültürü ve
verimlilik bilincinin artırılmasının sağlanması amaçlandı.
Etkinlik kapsamında, Sanayide Enerji
Verimliliği (SENVER – 13) Proje Yarışması
Ödül Töreni yapılırken, yarışmaya katılan
firmalara da plaketleri verildi. Enerji ve
Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, UEVF
2013 açılışında yaptığı konuşmada Van
ve Dicle bölgeleri hariç tutulduğunda
Türkiye'deki kayıp kaçak oranının yüzde
9.4'ler civarında olduğunu belirterek, 'Bu
oran AB ülkeleri ortalamasından daha
düşük bir oran. Ama o iki bölgede mutlaka
daha doğru şeyler yapmamız, bu konuda
gayretlerimizi artırmamız lazım'' dedi.
1,5 milyar dolarlık
anlaşma yapılacak
Bakan Taner Yıldız, enerji kaynaklarını
çok daha verimli hale getirmek gerektiğini
vurgulayarak, ''Politika ve stratejilerimizin
başında yenilenebilir enerji kaynakları ve
yerli kaynakların artırılması ile enerji tasarrufunun da yüksek seviyelere çıkartılması
temel hedeflerimiz arasında'' diye konuştu.
Geçen hafta Afşin-Elbistan bölgesindeki
MMG Sekreterya adına Ekrem Solmaz ve
Yunus Emre Tozal, Bakan Taner Yıldız ile
MMG'nin faaliyetlerini konuştular.
yerli kömürle alakalı 12 milyar dolarlık bir
anlaşma yaptıklarını hatırlatan Yıldız, ''Yarın 1,5 milyar dolarlık yine kaynaklarımızın
değerlendirilmesine dönük bir finansman
anlaşması yapacağız. Her geçen gün bu
sektöre yatırılacak paranın daha da arttığını
görüyoruz. Dağıtım şirketlerinin özelleşmesiyle beraber özel sektör dinamizmini
buraya yerleştireceğiz. 2015 sonuna kadar
Türkiye, artık kayıp kaçak oranlarıyla AB
üyesi ülkelerin ortalamasından daha düşük
bir seviyeye gelecek'' seklinde konuştu.
Bakan Taner Yıldız, Türkiye de bir yılda
ödenen elektrik faturasının 60 milyar TL
olduğunu ve bu tutardan 15 milyar TL tasarruf yapması gerektiğini söyledi. Yıldız,
önümüzdeki dönemde kamu binalarının
enerji verimli hale gelmesi için ise 50
milyon Amerikan Doları yatırım yapacaklarını ve bu yatırımın 3 yıl içinde geri
dönmesini planladıklarını belirtti.
İsraf haramdır
TBMM Sanayi, Ticaret Enerji Tabii
Kaynaklar Bilgi ve Teknoloji Komisyonu Başkanı Mahmut Mücahit Fındıklı
konuşmasında bir birim ürün üretmek
için Avrupa Birliği üyesi ülkelerden iki
AKP Niğde Milletvekili Dr. Ömer
Selvi, AKP Çankırı Milletvekili
Hüseyin Filiz, AKP Bursa
Milletvekili Mustafa Öztürk MMG
standını ziyaret ettiler.
buçuk kat daha fazla enerji harcadıklarına
dikkat çekerek dünyada 2 milyara yakın
bir nüfusun enerjiden yoksun olduğunu
söyledi. Fındıklı, enerjiyi kullananların nasıl olsa parasını ödüyorum diyerek enerjiyi
sorumsuzca kullanmaması gerektiğini
söyleyerek, “Kaloriferi sonuna kadar yakıp
pencereyi açmak sorumsuzca bir davranış
olur. İsterseniz emeğe saygı isterseniz bir
nimet olarak kabul edin, her türlü israf
haramdır diye bakın''dedi.
Ocak - Şubat 2013 17
ETKİNLİK
MMG 3. DERGİ FUARI'NA KATILDI
Üsküdar Belediyesi ve Dergi Editörleri Birliği işbirliğinde Türkiye Yazarlar Birliği'nin katkılarıyla düzenlenen
"3.Dergi Fuarı" 19- 23 Aralık 2012 tarihleri arasında, Bağlarbaşı Kültür ve Kongre Merkezi Ulaşım Müzesi’nde
gerçekleşti. Fuarda stadıyla yer alan Mimar ve Mühendisler Grubu, etkinlik kapsamında ayrıca “Türkiye'de Teknik
Dergi Yayıncılığı” konulu bir panel düzenledi.
Ü
sküdar Belediyesi, Dergi editörleri Birliği ve Türkiye Yazarlar Birliği’nin katkılarıyla gerçekleşen ve 5 gün süreyle ziyaretçilerini ağırlayan ‘3. Dergi Fuarı’ yoğun ilgi
gördü. Bağlarbaşı Kültür ve Kongre Merkezi
Ulaşım Müzesi’nde düzenlenen fuarın açılış
törenine; Belediye Başkanı Mustafa Kara,
Dergi Editörleri Birliği Başkanı Süleyman
Karakaş, Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul
Başkanı Mahmut Bıyıklı ve çeşitli dergilerin
editörleri ve yazarları katıldı.
Fuar, dil-kültür ve edebiyat, tarih, sinema, din
ve gençlik dergileri gibi farklı alanlarda yayın
yapan pek çok dergiyi aynı çatı altında topladı.
Bunun yanı sıra fuara gelen ziyaretçiler
dergilerin eski ve yeni sayılarını görme, bu sayıları alabilme imkânına sahip oldu. Edebiyat
dünyasından ünlü isimlerin de katıldığı dergi
fuarında söyleşi, panel, imza günleri ve konferans gibi yirminin üzerinde etkinlik yapıldı.
"TEKNİK DERGİ
YAYINCILIĞI" PANELİ
Mimar ve Mühendisler Grubu’nun, 20 Aralık
2012 Perşembe günü düzenlediği “Türkiye'de
Teknik Dergi Yayıncılığı” konulu panel, Üsküdar
Bağlarbaşı Kültür Merkezi'nde yapıldı. Panele
katılan MMG Genel Başkanı Avni Çebi, Arkitera
Yöneticisi Mimar Ömer Yılmaz, İş Dünyası
Yayıncılık'tan İsmail Ceyhan, YEM Yayınları
Süreli ve Sanal Yayınlar Yöneticisi Yasemin
Keskin Enginöz ve Teknik Yayıncılık Yönetim
18 Mimar ve Mühendis
geliştirilmesinin bir ihtiyaç olduğunu vurguladı.
Panelin moderatörlüğünü yapan MMG Yönetim
Kurulu Üyesi ve Yeryüzü Mühendisleri Genel
Başkanı Murat Özdemir, sektörün sorunlarını
konuşmak için bir araya geldiklerine işaret
ederek, Türkiye'de Teknik Dergi Yayıncılığı
panelini bir değerlendirme yapabilmek için
düzenlediklerini vurguladı.
Kurulu Başkanı Süleyman Bulak, Türkiye'de
geçmişinden bugüne teknik dergi yayıncılığını
tartıştılar. Paneli iki kısımda yöneten MMG
Yönetim Kurulu Üyesi ve Yeryüzü Mühendisleri
Genel Başkanı Murat Özdemir, teknik dergi yayıncılığının mimari ve mühendislik disiplinleri
çerçevesinde geliştirilmesinin önemine değindi.
Panelin açılışını gerçekleştiren Mimar ve
Mühendisler Grubu Proje Koordinatörü Yunus
Emre Tozal, daha önce bu alanda bir panelin
gerçekleştirilmediğini, MMG olarak teknik dergi
yayıncılığı konusunun daha da konuşulması ve
SÜLEYMAN BULAK: "DERGİLERİMİZİ
İNTERNETE TAŞIMAMIZ, REKLAM
ALIMLARIMIZI HAYLİ AZALTTI"
Sunumunda hem daha önce yayınlanan hem
de şu anda yayınlanan sektörel dergilerden
bahseden Teknik Yayıncılık Yönetim Kurulu
Başkanı Süleyman Bulak, yayıncılık sektörünün hem çok zevkli hem de çok meşakkatli bir
sektör olduğunu söyledi: "MMG'nin bir dernek
olarak böyle bir platformda bizleri buluşturması çok sevindirici… Bu işlerin ne kadar zor
olduğunu hepimiz biliyoruz" dedi. Dergilerin
finans problemine değinen Süleyman Bulak,
dergilerde hem matbaa hem de dağıtım problemleri olduğuna dikkat çekti.
ÖMER YILMAZ: "TWITTER'I HAYAL
EDEMEDİK. DERGİ SEKTÖRÜ
İNTERNETLE BİRLİKTE KENDİSİNE
METOTLAR ÜRETEBİLMELİ..."
Sözlerine teknik dergiciliğin kendisine has
problemlerinin olduğunu hem de aslında
dünyada kullanılan metotları fark edemediğine
değinerek başlayan Arkitera Yöneticisi Mimar
Ömer Yılmaz, Türkiye'de özellikle sektörel
bazda çıkan dergilerin enflasyonla paralel şekilde yürümesi gerektiğinin altını çizdi. Burada
bir "Ahlak Problemi"nin de olduğuna dikkat
çeken Arkitera Yöneticisi Mimar Ömer Yılmaz,
dergilerin iş dünyasıyla olan yakınlıklarının
kendilerine içerik anlamında zarar verdiğini
sözlerini ekledi. "Teknik Yayıncılık'a Türkiye'de
Business to Business gözüyle bakılıyor" diyen
Ömer Yılmaz, Teknik dergilerde en önemli
sorunun ölçme sorunu olduğunu, hangi derginin tirajının ne kadar olduğunun bilinmediği
belirtti. Ayrıca nitelikli dergi içeriği hazırlamak
isteyenlerin hem twitter'da hem internet dünyasında hem de yazılı medyada, kısacası her
platformda öne geçeceklerini söyledi.
AVNİ ÇEBİ: "DERGİCİLİK BİR ÖZVERİDİR,
SAMİMİYETTİR, DÜŞÜNCE ÜRETMEKTİR"
Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı
Avni Çebi, dergi çıkarmanın çok özverili bir
mesele olduğunu, samimiyetin ve dayanışmanın derginin her alanında kendisini göstermesi
gerektiğini ifade etti. Sunumuna Cemil Meriç'in
"Dergiler, hür tefekkürün kaleleridir" sözüyle
başlayan Avni Çebi, "Siyasetin ve ekonominin
önünün açılması için hür düşüncenin önünün
açılması gerekir" dedi. "Dergi çıkarmak için hem
fiziksel hem zihinsel hem de ruhsal donanımda
olunması gerektiğinin altını çizen Avni Çebi,
Mimar ve Mühendisler grubu olarak çıkardıkları Mimar ve Mühendis Dergisi'nin hem 1996'da
çıkarılan ilk sayılarını, hem 2000'li yıllardan
sonraki halini hem de şu anda yayınlanan
sayıların nasıl çıktığını anlattı. İlk sayısından
bu yana mimari ve mühendislik disiplinleri
çerçevesinde şehir ve mimari, enerji, gıda,
iş güvenliği, mühendislik etiği gibi önemli
konulara vurgu yaptıklarına değinen Avni
Çebi, dergi çıkarmanın zorluklarını da anlattı.
Ülkemizde yayınlanan ilk teknik dergilerden Bilim ve Teknik'e de değinen Avni Çebi,
gerçekten çok zor zamanları gerilerde bıraktıklarını, artık nitelikli ve içeriği zengin olan
dergilerin daha kolay metotlarla yayınlanabilir olmasına da dikkat çekti.
YASEMİN KESKİN ERGİNÖZ:
"DERGİCİLİKTE KİŞİLER GELİP
GEÇİCİDİR, MARKALAR ÖNEMLİDİR"
Sözlerine dergilerde kişilerin değil markaların
adının daha önemli olduğuna dikkat çekerek başlayan YEM Yayınları Süreli ve Sanal
Yayınlar Yöneticisi Yasemin Keskin Erginöz,
Türkiye'de Yapı Endüstri Merkezi olarak 1973'te
ilk yayınladıkları Yapı Dergisinin 1. sayısından yola çıkarak, 1. sayıda sadece 2 makale
bulunduğunu belirterek, o sıralar proje üretebilmenin bile çok zaman aldığına dikkatleri
çekti. Dergi çıkarmanın en büyük sorununun
süreklilik olduğunu belirten Yasemin Keskin
Erginöz, Yapı Dergisi olarak dergilerle iş dünyası
arasında aslında bir sorun bulunmadığını, herkesin kabul edeceği ve tasdikleyeceği konuların
dergilerin de işlemesinin sorun olmadığını,
hatta daha iyi olduğunu söyleyerek Arkitera
Yöneticisi Mimar Ömer Yılmaz'ın açtığı ahlakilik meselesine bir bakış açısı sundu. Sektörle
iş dünyası arasında bulunan o önemli ilişkinin
korunması gerektiğine değinen Yasemin Keskin
Erginöz, ahlakilik kavramının burada görecelik
içermediğini, çünkü sektörle iş dünyası arasındaki ilişkinin korunabilir olduğunu ifade etti.
İSMAİL CEYHAN: "BİLİM DERGİLERİNİN
OLMAMASI, AKADEMİSYENLERİ
BİZLERE YÖNLENDİRİYOR"
Son konuşmacı olarak İş Dünyası Yayıncılık'tan
İsmail Ceyhan'a söz veren moderatör Murat
Özdemir, panelin ardından sorulu cevaplı bir
bölüm yapabileceklerini belirtti. İş Dünyası
Yayıncılık'tan İsmail Ceyhan, çıkardıkları sektörel dergilere çok fazla bir şekilde akademisyenler tarafından yazılar geldiğini, bu yazıların
bazılarını yayınladıklarını bazılarını ise zayıf
bulduklarını belirtti. Akademisyenlerin kendilerine yazı göndermesinin çok güzel bir şey
olduğunu ama bunun çok büyük bir eksiklik olduğunu belirten İsmail Ceyhan, teknik ve bilim
dergilerinin hâlâ ülkemizde geliştirilemediğine
dikkat çekti. Programın ardından sorulu cevaplı
kısımda sektörel dergilerin sorunları konuşuldu. Soru cevap kısmında söz alan Mimar ve
Mühendisler Grubu Genel Başkan Yardımcısı
Kadem Ekşi, sektörel dergilerin iş dünyasıyla
arasında olan hassas ilişkileri kaybetmemeleri
gerektiğine dikkat çekti. Katılımcılar Mimar ve
Mühendisler Grubu'na böyle bir panel düzenlediği için teşekkürlerini ifade ettiler. Katılımcılarla toplu fotoğraf çekildikten sonra program
sonlandırıldı.
Mimar ve Mühendisler
Grubu Genel Başkanı Avni
Çebi, dergi çıkarmanın
çok özverili bir mesele
olduğunu, samimiyetin ve
dayanışmanın derginin her
alanında kendisini göstermesi
gerektiğini ifade etti. Çebi, ilk
sayısından bu yana mimari
ve mühendislik disiplinleri
çerçevesinde şehir ve mimari,
enerji, gıda, iş güvenliği,
mühendislik etiği gibi önemli
konulara vurgu yaptıklarına
değinerek dergilerin yayına
hazırlık sürecini katılımcılarla
paylaştı.
Ocak - Şubat 2013 19
ETKİNLİK
“HERKES İÇİN ŞEHİR: DEĞİŞEN KENTLER
DÖNÜŞEN YAŞAMLAR” PANELİ
Mimar ve Mühendisler Grubu, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi ve Küçükçekmece Belediyesi işbirliği ile
“Herkes için Şehir: Değişen Kentler Dönüşen Yaşamlar” panelini düzenledi.
“H
erkes için Şehir: Değişen Kentler
Dönüşen Yaşamlar” paneli, İstanbul
Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde, Mimar ve
Mühendisler Grubu Genel Başkan Yardımcısı
Kadem Ekşi’nin moderatörlüğünde gerçekleşti.
Panel, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi
Rektörü Prof. Dr. Adem Esen’in, programı düzenleyen MMG’ ye ve Küçükçekmece Belediyesi için
yaptığı teşekkür konuşmasıyla başladı.
ADEM ESEN: “RANT MUHAKKAK
OLACAKTIR, RANTA ADİL BİR PAYLAŞIM
ÇÖZÜMÜ BULMALIYIZ.”
İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Adem Esen, bu yıl başlattıkları “Kent
Çalışmaları ve Yönetimi” yüksek lisans programıyla kentsel dönüşüm üzerine yoğunlaşmaya
başladıklarını belirterek, YÖK ile birlikte “Yeşil
Kampus ve Sürdürülebilir Yeşil Çevre” projesi
üzerinde çalıştıklarını söyledi. Geleceğin sermayesinin yeşil ekonomi olacağını aktaran Esen,
yüksek katlı apartmanlara taşınan insanların
mahalle ve sokak kültürlerinden uzaklaştıklarına
değindi. Rantın muhakkak olacağını, ranta adil
çözüm bulunmasının gerektiğini de ifade eden
Esen; “Kenti bir bütün ele almadıkça sorunlar
20 Mimar ve Mühendis
çözülemeyecektir. Konut fiyatları çok fazla arttı
ve artmaya devam ediyor, orta sınıf kaybedilmeye başlanıyor. Toplumda çok zengin sayısının
artmasından ziyade orta sınıfın sayısının artması
önemlidir. Şehir demek, düzen demektir” dedi.
KORKUT TUNA: “ŞEHİR KONUTTAN
İBARET DEĞİLDİR”
Şehirlerin ortaya çıkışını ve insanlığın ortaçağdan bu yana kurdukları medeniyetleri anlatarak konuşmasına başlayan Prof. Dr. Korkut
Tuna, kentsel dönüşümle ifade edilenin çok iyi
anlaşılması gerektiğinin altını çizerek; “Nüfus
ne kadar kalabalık olursa olsun şehri şehir
yapan unsurların üzerinde durmamız, varlığını
unutmamamız gerekiyor. Bugün baktığımızda
şehirler binalardan dolayı ayırt edilmeyecek
şekilde beton çöplüğüne doğru gitmektedir.
Şehirler medeniyetlerin unsurlarıdır. Değiştirilen kentler ve dönüştürülen yaşamlara izin
vermemeliyiz” diye konuştu.
HATİCE AYATAÇ: “İSTANBUL SADECE
GÖÇLERLE BÜYÜMÜYOR.
İTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir Bölge ve Planlama Bölümü’nden Doç. Dr. Hatice Ayataç,
kentsel bağlam noktasını tartışarak, mekâna
bağlılığın insan yaşamındaki önemine değinerek konuşmasına başladı. Sosyal Çevre,
Fiziksel Çevre ve Bireysel Nitelikler olarak üç
ana başlık altında mekana bağlılığı ifade eden
Ayataç, İstanbul’un 5.343 km2’lik bir alanda
Türkiye’nin en büyük metropol kenti olduğunu
belirterek, “Kentsel aidiyet ve değişen anlam”
üzerinden analiz yaptı. İstanbul’da nüfusun gittikçe arttığını, 1990’da ve 2000’de büyük göçler
aldığını verilerle ortaya koyan Ayataç, kentsel
aidiyetin anlamları değiştirdiğini; dolayısıyla
şehir hayatında değişen ve yayılan kentsel
mekânı izleyebildiklerini söyledi. İstanbul’un
sadece göçlerle büyümediğini, ekonominin
ve siyasi aktörlerin de, Galeria ile başlayan
AVM’lerle, dünya kenti olma vizyonu, 2010
Kültür Başkenti Projesi ve Habitat Toplantıları gibi birçok sebebin İstanbul’da kentsel
mekânları genişlettiğini belirtti.
KADEM EKŞİ: "PARÇALANAN YAŞAMLAR
1+1'LERDE HAYAT BULUYOR!"
Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkan
Yardımcısı Kadem Ekşi, değişen kentlerin
yaşamları dönüştürdüğünü belirterek, şehirlerin
dikkat çeken İdris Atabay, “nasıl şekillenmek
istiyorsak şehirlerimize de öyle şekil vermemiz
gerekiyor” dedi.
yaşlıların, çocukların ve engelli vatandaşların
rahatça yaşayabilecekleri şekilde inşa edilmesi
gerektiğinden yola çıkarak programın başlığını
"Herkes için Şehir" belirlediklerini söyledi.
Ekşi; "kendi hayatımıza kendimiz kurşun vuruyoruz. 3 çocuklu 5 çocuklu aileler 1+1'lerde mi
büyüyecek? 1+0, 1+1 projeleri, bu toplumun
kalbine vurulan hançerdir. İnsanımız bu evlerde medeniyet üretemez. Bu projeler, toplumda
muhabbeti, aile yaşamını, birliktelikleri ve
sosyal sorumlulukları zedeleyerek "ben" bilinci
oluşturur. Aile kavramı olarak bahsettiğimiz
değerler bu evlerde kayboluyor. Herkesin bunu
düşünmesi gerekiyor; o yüzden kentsel dönüşümü, insan yüzlü şehirler inşa etmemiz için
bir imkân olarak görmeliyiz" dedi. Kadem Ekşi,
insanı merkeze alan, yeşil alanları bulunan
şehirlerin inşa edilmesi gerektiğini söyledi.
AZİZ YENİAY: "SİTELERLE KURULMUŞ
BİR ŞEHİR, ŞEHİR OLAMAZ!"
"Kentsel dönüşümle birlikte bizden sonraki
nesillere nasıl bir gelecek hediye ediyoruz?"
sorusuyla sözlerine başlayan Aziz Yeniay, nesillerin yaşam haklarını gasp etmeyecek derecede
yaşanabilir şehirler inşa etme zorunluluğumuzun olduğunu söyledi. Dönüşüme, kültürün
ve medeniyetin beslenebileceği bir kent
tasavvuruyla yola çıkıldığı için şehir planlama
noktasında, daha önce kaybedilen zamanları da
kazanmanın gerektiğini ifade eden Aziz Yeniay;
“sitelerle kurulu bir şehrin şehir olamaz” dedi.
"Bugün bir şehrin sokağında tinerciler, bali
çeken çocuklar varsa, sosyal alanlar yetersiz ise,
trafikte bir yerden bir yere giderken 2-3 saat
trafikte kalınabiliyorsa, işsizlik aşsızlık artıyorsa
o zaman o şehrin planlamasında bir sorun var
demektir" diye konuşan Aziz Yeniay, kentsel
dönüşümde parçadan bütüne değil, bütünden
parçaya doğru gidilmesi gerektiğini söyledi.
Kentsel dönüşüm için yapılanların sadece
menfaat uğruna yapılırsa, hedeflenen o bütüncül fotoğrafı görülemeyeceğine de değinen
Aziz Yeniay; “Artık nereye doğru gittiğimizin,
nereye doğru yol aldığımızın adının konulması
gerekiyor, şimdiye kadar yapılan çalışmalarla
birlikte bizler ne haldeyiz, ne durumdayız,
neler yaptık ve nereye gidiyoruz? Kapılarına
kilit vurulan sitelerle dolu bir şehir olamaz”
şeklinde sözlerini sürdürdü.
KORHAN GÜMÜŞ: "SİYASET, TÜRKİYE'DE
ENTELEKTÜEL BİRİKİMİ KÜÇÜMSÜYOR!"
Konuşmasına ulus devletlerin kentler üzerindeki yaptırımlarıyla başlayan Mimar Korhan
Gümüş, toplumun sınıfsal olarak dönüştürüldüğünü belirtti. Kentlerin düdüklü tencere
yapar gibi tasarlandıklarını belirterek, şehirleri
düzenleyemediğimizi ifade eden Korhan Gümüş, toplumun tasarlandığını; toplumla birlikte
kentin de ulus devletler tarafından tasarlandığını belirtti. Türkiye'de sınıfsal asimetrinin
entelektüel üretimi izole etmesinin yarattığı
korkunç sonuçların bulunduğunu, Türkiye'de
sadece kent problemlerinin değil, güvenlik
sorunlarının da bulunduğunu belirtti. Siyasetin
Türkiye'de entelektüelin birikimin önünü
kapattığını söyleyen Korhan Gümüş, Türkiye'de
hala 19. yüzyılın mantığıyla siyasette işlerin
yürüdüğünü ifade ederek, halkın burada hiçbir
şekilde konumlandırılamadığının cezasını yine
halkın ödediğini söyledi.
İDRİS ATABAY: "NASIL ŞEKİLLENMEK
İSTİYORSAK, ŞEHİRLERİMİZE DE ÖYLE
ŞEKİL VERMEMİZ LAZIM…"
İBB Kentsel Dönüşüm Müdürü İdris Atabay,
kötü olduğu iddia edilen birkaç uygulamadan
dolayı adı kirletilmiş olan kentsel dönüşüm
konusunun akademik camia tarafından
çoğunlukla destek görmediğini belirtti. Atabay;
birçok köklü üniversitenin aksine henüz iki
yaşında olan Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde
bu konuda eğitime başlanılmış olmasının
sevindirici olduğunu belirtti. MMG'nin yaptığı
tüm programları takip ettiğini, programların
isimlerinin çok özenle konulduğunun dikkat
çektiğini ifade eden Atabay, bir şehir planlama
kitabında okuduğu "En mükemmel şehrin
içinden insanları çekip alırsanız o şehir ölür.”
cümlesinden hareketle Mimar ve Mühendisler
Grubu’nun program için seçtiği "Herkes için Şehir" başlığının çok anlamlı olduğunu ifade etti.
Kentleşmenin; Kentlerin büyümesini, kent sayısının, kentlerde yaşayan nüfusun ve kentsel
faaliyetlerin artışını gösteren toplumsal bir
olay olduğunu, şehirciliğin ise kentsel gelişmenin bir düzen ve denetim altına alınması
yollarını gösteren fiziksel bir olay olduğunu
ifade eden Atabay, “her iki olayın da kentte
gerçekleşiyor olması kentsel dönüşümün toplumsal ve fiziksel boyutlarının varlığını ortaya
koymaktadır” dedi.
İngiltere eski başbakanı Churchill'in "Biz
binalarımıza şekil veririz, sonra onlar bize şekil
verirler" sözünü Prof. Gündüz Özdeş'in şehirlere
uyarlayarak "Biz şehirlerimize şekil veririz, sona
onlar bize şekil verirler" şeklinde ifade ettiğine
AVNİ ÇEBİ: "KENTİ BİR RANT OLARAK
DEĞİL, BİR YAŞAM ALANI OLARAK KURGULAYABİLMEMİZ GEREKİYOR."
Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı
Avni Çebi, sözlerine şehri inşa ederken dünü,
bugünü ve geleceği düşünerek, geçmişin birikimini geleceğin vizyonuyla birleştirerek inşa
etmemiz gerektiğini ifade etti. Kentsel dönüşümün neyi dönüştürdüğünü, neyi değiştirdiğini
ciddi ciddi düşünmemiz gerektiğini ifade eden
Avni Çebi, MMG olarak kente bir çeşit akvaryumlara dönüştürmeden adeta bir umman gibi
baktıklarını, bu yüzden de "herkes için şehir"
kavramı üzerinde durduklarını belirtti: "Şehri
inşa ederken insanların kültürel ve etnik yapılarını, sosyal ve ekonomik durumlarını, yabancı
ve yerliliklerini hesaba katarken aynı zamanda
yaş gruplarını da değerlendiren bir sistem
içinde bakmamız gerekiyor. Bugün buradan
yeni bir toplum, yeni bir dil, yeni bir medeniyet
anlayışı çıkarabilmemiz lazım" dedi.
Kent planlanırken hem bina bazında hem de
şehir planlaması anlamında her kesimden insanın ihtiyacını karşılayabilecek derecede, kentin insanı ölçek alan bir yapıda yapılandırılmasının önemine dikkat çeken Avni Çebi, kentsel
dönüşüme şehirlerimizde yeniden insan ölçekli
seviyelerde inşa etmemiz için bir imkân olarak
bakmamız gerektiğini ifade etti. Şehirlerin
insanda keşif duygusunu ortaya çıkarabilecek
yapılarda yapılandırılmasının önemini vurgulayan Çebi, kenti bir rant olarak değil, bir yaşam
alanı olarak kurgulayabilmemiz gerektiğine
değindi. “Kentleri tasarım kurbanları olmaktan
korumamız gerekiyor” dedi.
Ocak - Şubat 2013 21
ETKİNLİK
TARIM VE HAYVANCILIKTA BÖLGESEL
KALKINMA TOPLANTISI DÜZENLENDİ
Gıda ve Tarım Sektör Kurulu tarafından MÜSİAD Diyarbakır Şubesi ev sahipliğinde gerçekleşen “Tarım ve
Hayvancılıkta Bölgesel Kalkınma” konulu istişare toplantısı Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı M. Mehdi Eker,
Diyarbakır Valisi Mustafa Toprak'ın katılımıyla gerçekleşti.
G
ıda ve Tarım Sektör Kurulu tarafından MÜSİAD Diyarbakır Şubesi ev
sahipliğinde Diyarbakır'da düzenlenen
Tarım ve Hayvancılıkta Bölgesel Kalkınma
Toplantısı’na Gıda, Tarım ve Hayvancılık
Bakanı M. Mehdi Eker, Diyarbakır Valisi
Mustafa Toprak'ın yanı sıra çok sayıda
işadamı katıldı. Kuran-ı Kerim tilavetiyle
başlayan toplantıda MÜSİAD 22. Yıl tanıtım filmi sunuldu. Sunumun ardından
açılış konuşmasını MÜSİAD Diyarbakır
Şube Başkanı Şahabettin Aykut gerçekleştirdi. Konuşmasında Diyarbakır'ın
tarihi yapılarına değinen Aykut, terör
olaylarından dolayı tarım faaliyetlerinin olumsuz yönde etkilenerek göçlerin
yaşandığını ifade etti.
Tarım ve Hayvançılık Bakanı M. Mehdi Eker
22 Mimar ve Mühendis
M. MEHDİ EKER:
"GAP ALANINI MODERN BİR
TARIMSAL ÜRETİM ALANI HALİNE
GETİRMEYE ÇALIŞIYORUZ"
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı
M.Mehdi Eker, "Dicle ve Fırat nehirlerinin
sularının her aşamada kullanılanabilir
hale getirmemiz lazım ki, bölgede tarım
ve gıda alanlarında sürdürülebilir kalkınmayı sağlayabilelim" dedi.
GAP alanını modern bir tarımsal üretim
haline getirmeye çalıştıklarını belirten
Mehdi Eker; "Üzerinde yaşadığımız bereketli topraklarında; onlarca medeniyete
beşik olmuş Dicle ve Fırat nehirlerinin
havzasında, onbinlerce yıldır tarım yapılmakta. Bugün modern çağın gerektirdiği
tarımsal verimliliği daha üst bir düzeye
getirecek, hem işletmecilik hem verimlilik
hem de bir iktisadi faaliyet olarak daha
yüksek bir gelir getirecek düzeyde tarımın
yeniden geliştirilip ihya edilmesi, tarıma
dayalı sanayinin geliştirilmesi, bölgenin
Türkiye'nin kalkınmasına yapacağı katkı
çok önemlidir" diye konuştu.
Diyarbakır'da böyle bir toplantının düzenlenmesinin anlamlı olduğunu ifade eden
Bakan M. Mehdi Eker; "Bölgede yaşayan
vatandaşların çok uzunca bir süre maruz
kaldığı sosyal, ekonomik, alt yapıları ile
ilgili birçok sorunun aslında toplamından
oluşan, bir bölgesel kalkınmışlık farkını
gidermek için değil, burada refahı artırmak, burada işsizlere iş üretmek, burada
insanların sofralarına bir tabak daha
ilave etmek, bir işsiz kardeşimize daha iş
bulabilmek için, buranın temel zenginlik
alanını oluşturan tarım ve hayvancılık
sektörünü geliştirmek için birçok proje
hazırladık" ifadelerine yer verdi.
Bakan Eker, Türkiye'de üretilen pamuğun yarısından fazlasını Şanlıurfa ve
Diyarbakır`ın tek başına ürettiğini belirterek, " Geçen yıl 2.6 milyon ton üretilen
pamuğun yarısından fazlasını bu iki il
üretti. Türkiye'de tarım sektörünün daha
iyi bir noktaya gelmesi için bu sene çiftçinin cebine nakden karşılıksız, hibe olarak
aktardığımız para Kasım başı itibari ile 7
milyar TL, 31 Aralık itibari ile 7.7 milyar
liraya mal olacak" şeklinde konuştu.
"Tarım ve gıda alanlarında, sebze ve
meyve üretimiyle Güneydoğu Anadolu
Bölgesi, geleneksel ürünleriyle, kültür birikimini barındırıyor. Hem gıda
sanayisinin hem tarıma dayalı sanayinin
geliştirilmesi ve hem de tarımsal hammaddelerin üretilmesi, sadece Türkiye'nin
gıda güvenliğinin sağlanmasına yapacağı
katkı açısından değil, Ortadoğu'da her
yıl ortalama 30 milyar $'ın üzerindeki
gıda ihtiyacın da karşılayabilecek olması
açısından önemli bir noktadır" diyerek
bölgenin özelliğine dikkat çeken Bakan
M. Mehdi Eker, GAP Eylem Planı olarak Karadeniz ve Akdeniz havzalarını
birleştirip, yeni tarımsal üretim imkanlarıyla gelecekte çok büyük fırsat alanları
oluşturacaklarını belirtti.
NAİL OLPAK: "ÇÖZÜM
HEPİMİZİN ORTAK MESELESİ"
Nail Olpak, bilinçsiz tüketimin israfa yol
açtığını belirterek, "Ülkemizde çok ciddi
oranlarda bilinçsiz tüketimden kaynaklanan israf söz konusudur. Su, enerji ve toprak kaynaklarının her geçen gün tükendiği
ülkemizde sadece bir yılda bilinçsiz seçme
ayıklama ve saklama nedeniyle iç piyasaya
arz edilen sebze meyvenin yüzde 25`i çöpe
gitmektedir. Çöpe atılan sebze ve meyvenin
maddi karşılığı yıllık 16 milyar lira seviyesindedir" dedi. MUSİAD Başkanı Nail Olpak,
konuşmasına şöyle devam etti:
“MÜSİAD olarak, Gıda ve Tarım Sektör
Kurulumuzun bu toplantısını gerçekten önemsiyoruz. Çünkü gıda ve tarım
konusunun Türkiye için ne ifade ettiğinin
farkındayız. Türkiye’de daha doğru, daha
verimli, daha sağlıklı ve sürdürülebilir bir gıda
ve tarım uygulaması için atılan adımların
da farkındayız ve yapılan doğru icraatların
sürdürülmesi için alkışlamakla yetinmeyip
öneri ve uyarılarımızı da daima iyi niyetle
seslendireceğiz.
Türkiye’de tarımın verimli hale getirilmesi
için arazi toplulaştırılması başta olmak
üzere, ülkemiz için hayati değer ve önem
taşıyan tarım politikaları konusunda
yasal, idari, teknik ve ekonomik sorunların
çözümü hepimizin ortak meselesi. Tarımla
birlikte hayvancılıkla ilgili sorunların çözümü de Türkiye için büyük önem ve değer
MUSİAD Başkanı
Nail Olpak
taşıyor. Gıda güvenliği ve hijyen, güvenilir
gıda, helal ve doğal gıda konuları kamuoyunun haklı olarak ilgisini çekmektedir.
Gıda sektöründe satışa sunulan 120'nin
üzerinde ürün grubunda yaşanılan %1
KDV ile alınıp % 8 KDV ile satılma problemi ciddi bir vergi kaybına ve kayıt dışı
uygulamalara - usulsüzlüklere neden
olmaktadır. Ülkemizde % 45 in üzerinde
bulunan organize olmamış perakende
(Semt pazarları, bakkallar, büfeler ve tekli
marketlerden oluşan geleneksel küçük
ölçekli perakendeciler) yanında cash&carry
adıyla bilinen ve toptan satış adıyla çalışan işletmeler maalesef bu vergi kaybının
ve kayıt dışılığın sebebi olmaktadırlar.
Ülkemizde çok ciddi oranlarda bilinçsiz
tüketimden kaynaklanan israf söz konusudur. Su, enerji ve toprak kaynaklarının her
geçen gün tükendiği ülkemizde sadece bir
yılda bilinçsiz seçme-ayıklama ve saklama
nedeniyle iç piyasaya arz edilen sebze
meyvenin yüzde 25'i çöpe gitmektedir.
Çöpe atılan sebze ve meyvenin maddi karşılığı yıllık 16 milyar lira seviyesindedir.
Gıda, tarım ve hayvancılık konularında
izlenebilir ve sürdürülebilir uygulamaların önemi büyüktür. Ziraat mühendisleri,
gıda mühendisleri ve teknikerler, veteriner
hekimler gibi teknik personelin proje, performans ve verimlilik ölçütleri içerisinde
istihdam edilmelerinin sağlanması gıda,
tarım ve hayvancılık uygulamalarında
önemli bir aşama olacaktır.”
"Gıda, tarım ve hayvancılık
konularında izlenebilir ve
sürdürülebilir uygulamaların
önemi büyüktür. Ziraat
mühendisleri, gıda
mühendisleri ve teknikerler,
veteriner hekimler gibi
teknik personelin proje,
performans ve verimlilik
ölçütleri içerisinde istihdam
edilmelerinin sağlanması
gıda tarım ve hayvancılık
uygulamalarında önemli bir
aşama olacaktır."
Tarım ve Hayvancılıkta Bölgesel Kalkınma Toplantısı’nda
Türkiye'de verimli tarım yapılabilmenin yolları tartışıldı.
Ocak - Şubat 2013 23
ETKİNLİK
KENTSEL DÖNÜŞÜM SÜRECİNDE
GERİ KAZANIM VE ATIK YÖNETİMİ
Sektörel Fuarcılık tarafından 15-16 Kasım 2012 tarihleri arasında düzenlenen IWES 2012 – 4. Atık
Teknolojileri Sempozyumu ve Sergisi kapsamında, Mimar ve Mühendisler Grubu, “Kentsel Dönüşüm
Sürecinde Geri Kazanım ve Atık Yönetimi” ile "Özel Atıkların Üretimi" konulu iki özel oturum gerçekleştirdi.
M
imar ve Mühendisler Grubu Genel
Başkan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr.
Ömer Faruk Kültür’ün başkanlığında
gerçekleşen “Kentsel Dönüşüm Sürecinde
Geri Kazanım ve Atık Yönetimi” panelinde
konuşmacı olarak; Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü Atık Yönetimi Dairesi Başkanlığı’ndan
Çevre Mühendisi Recep Karamehmetoğlu,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Çevre Koruma ve Kontrol Dairesi Başkanı Dr. Cevat
Yaman ve DİSAN Genel Müdürü Hayrettin
Can yer aldı.
BİNA ATIKLARINDAN KÖY EVİ
Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür, kentsel
dönüşüm sürecinde ortaya çıkacak bina
yıkıntılarının fırsata dönüştürülmesi gerektiğinin altını çizerek, “Türkiye’de yıkılmaya
yüz tutmuş, fiziki ömrünü tamamlamış kerpiç evler bulunuyor. Bina atıklarından elde
edeceğimiz, kolon, kiriş ve benzeri malzemelerle köylerimizdeki bu evleri yapmamız
mümkün. Ayrıca yolu olmayan köylere de
bu malzemelerle yol yapabiliriz. Bu anlayış
ile Avrupa’da olduğu gibi modern, iki katlı
bahçeli köy evleri yapmamamız için hiç bir
neden yok” diye konuştu.
ATIKLAR KALDIRIM
ve YOL OLACAK
Recep Karamehmetoğlu, toplam 6 buçuk
milyon konutun kentsel dönüşüm sürecine
Ömer Faruk Kültür
24 Mimar ve Mühendis
girdiğinde bazı binalarda tehlikeli atık
olma ihtimaline karşı 3’üncü sınıf depolama tesislerinde depolanması gerektiğini
belirtti. Karamehmetoğlu, dünyada kentsel
dönüşümü başarıyla gerçekleştiren ülkelerin yöntemlerinin incelendiğini sözlerine
ekleyerek, “Ancak amacımız geri kazanımı
özendirmek. Beton ve çimento fabrikaları
ile görüşüyoruz. Bina atıklarının yol yapımında, kaldırım yapımında kullanılmasını
öngörüyoruz” dedi.
İSTANBUL’DA 5 BİN
ARAÇ TAKİP EDİLİYOR
Dr. Cevat Yaman ise İstanbul’da bina
atıklarını taşıyan 5 binin üzerinde
araç takip sistemi ile moloz taşıyan
araçların izlendiğini, yasak bölgelerde
moloz dökümü yapanların sıkı bir
şekilde denetlendiğini açıkladı. Yaman,
İstanbul’da bina atıklarının depolanması
için 28 adet yeni arazinin İBB’ye tahsisi
için de başvuruda bulunduklarına,
özellikle terkedilmiş maden alanlarının
kullanılacağına dikkat çekti.
Önceki dönemde denetim ve idari yaptırım yetkileri olmadığı için bu atıkların
İstanbul’a gelişigüzel atıldığını belirten
Yaman, 2004 yılının mart ayında çıkan
yönetmelikle birlikte denetim ve idari
yaptırım konularında yetkilendirildiklerini
belirterek; “Bu yönetmelik çıkana kadar
inşaat ve hafriyat atıkları yönetmeliği
Recep Karamehmetoğlu
Ahmet Günay
olmadığı için bu atıklar İstanbul`da gelişi
güzel bir şekilde dökülüyordu; çünkü bir
denetim yetkisi yoktu. Bu yönetmelik
çıktıktan sonra idari yaptırım yetkisi bize
devredildi ve sonra biz bu denetimleri
yaptık. Hatta denetimleri sıklaştırarak
yeni sahalar oluşturduk ve hala hafriyat
atıklarının düzenli bir şekilde depolamaya
devam ediyoruz.” diye konuştu.
ATIKLARIN AYRIŞTIRILMASININ
ÖNEMİNE DİKKAT ÇEKİLDİ
DİSAN Başkanı Hayrettin Can, geri kazanılmış atıkların nasıl değerlendirileceği
hakkında bilgi vererek, örnek uygulamalar
eşliğinde geri kazanılan atıkların nasıl
ayrıştırıldığını, geri kazanımla dönüştürüldüğünü, geri kullanıma hazır hale geldiğini anlattı. Video ve fotoğraflarla birlikte
sunumuna devam eden Can, geri dönüşüme, binaların yıkımından önce başlandığını, yıkılmadan önce tahtaların, pencere
ve kapıların, metal eşyaların, kabloların
ve tehlikeli maddelerin öncelikle ayrıştırıldığını, ardından binanın sadece beton
yığınını parçalayarak ve beton parçalarından da agregaları ayrıştırarak dönüşüme
hazır hale getirdiklerini anlattı.
Atılların geri dönüşümünün ve yeniden
kullanılabilir hale getirilmesinin zahmetli
bir iş olduğuna değinen Can, geri kazanılmış atık sahalarının çoğaltılması gerektiğinin altını çizdi.
Hayrettin Can
ÖZEL ATIKLARA ÖZEL PANEL
"Özel Atıkların Üretimi" panelinde; İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü'nden
Uzman Serap Tatlıoğlu, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nden Prof.
Dr. Dildar Konukoğlu, Çekmece Nükleer
Araştırma ve Eğitim Merkezi'nden Doç. Dr.
Ahmet Erdal Osmanoğlu, İSKİ'den Ali İnci
ve AKÜDER'den İslam Sadıker konuşmacı
olarak yer aldı. Oturumu İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğretim
Üyesi Prof. Dr. Yasar Bağdatlı yönetti.
GÜNDE 249 TON TIBBİ ATIK
İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji
Enstitüsü'nden Uzman Serap Tatlıoğlu
Türkiye'de bin 217 hastanenin 187 bin
788 yatak kapasitesine sahip olduğunu
ve yatak başına ortalama 2 kg. tıbbi atık
ürettiğini söyledi. Tatlıoğlu, her gün
hastanelerin 249 ton, yılda ise 90 bin
750 ton tıbbi atık ürettiğini belirterek,
"Ülkemizde bu alanda tıbbi atık toplama
ve bertaraf kapasitesinin arttığını görmek
mümkün" dedi.
YÖNETMELİKLER
KOLAY ANLAŞILMALI
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi'nden Prof. Dr. Dildar Konukoğlu
ise sunumunda tehlikeli kimyasal atıkların
sınıflandırılmasında kullanılan etiketleme sistemlerinin kurulan komisyonlar
tarafından daha etkin bir şekilde yürütülmesi gerektiğine dikkat çekti. Konukoğlu
ayrıca personel eğitimlerinin artırılarak
yönetmeliklerin herkes tarafından kolayca
anlaşılacak şekilde düzenlenmesi gerektiğini sözlerine ekledi. Çekmece Nükleer
Araştırma ve Eğitim Merkezi Müdürü Doç.
Dr. Ahmet Erdal Osmanlıoğlu, günümüzde sağlık kuruluşlarında gerçekleştirilen
radyoaktif veya nükleer yöntemlerle
hastalıkların tanısı ve tedavisi konusundaki çalışmaların ve bu çalışmalar sonucu
ortaya çıkan atıkların çalışanlar ve çevreye
etkisi konusunda açıklamalarda bulundu.
Radyoaktif ve nükleer atıkların geniş bir
yelpazede değerlendirilebileceğini belirten
Osmanlıoğlu, radyoaktif maddelerin teşhis
Serap Tatlıoğlu
Dildar Konukdğlu
Panelde; tehlikeli kimyasal atıklara dikkat edilmesi ve
sınıflandırılmasında kullanılan etiketleme sistemlerinin, kurulan
komisyonlar tarafından daha etkin bir şekilde yürütülmesi
gerektiğine dikkat çekildi.
ve tedavi yöntemi olarak tıpta kullanımı
sonucunda çok çeşitli radyoaktif atıklar
çıkmadığını ve bu atıkların miktarına,
türlerine tıbbi uygulamanın boyutuna ve
içerdiği radyoizotoplara bağlı olarak tehlike yaratabileceğini belirtti.
yöntemi olarak tıpta kullanımı sonucunda
çok çeşitli radyoaktif atıklar çıktığını ve bu
atıkların miktarına, türlerine tıbbi uygulamanın boyutuna ve içerdiği radyoizotoplara bağlı olarak tehlike yaratabileceğini
belirtti.
RADYOAKTİF ATIKLARA
DİKKAT ETMELİYİZ
Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim
Merkezi Müdürü Doç. Dr. Ahmet Erdal
Osmanlıoğlu, günümüzde sağlık kuruluşlarında gerçekleştirilen radyoaktif veya
nükleer yöntemlerle hastalıkların tanısı ve
tedavisi konusundaki çalışmaların ve bu
çalışmalar sonucu ortaya çıkan atıkların
çalışanlar ve çevreye etkisi konusunda
açıklamalarda bulundu. Radyoaktif ve nükleer atıkların geniş bir yelpazede değerlendirilebileceğini belirten Osmanlıoğlu,
radyoaktif maddelerin teşhis ve tedavi
YILDA 95 MİLYON ATIK AKÜ VAR
AKÜDER Çevre Danışmanı İslam Sadıker
ise Türkiye'de akü üreten 25 şirketin
bulunduğunu ve bu şirketlerin her yıl
15 milyon adet akü üretimi gerçekleştirdiğini aktardı. Her yıl kullanım ömrünü
tamamlamış 4 milyon akünün yenilendiği bilgisini veren Sadıker, "Türkiye'de
her yıl 95 milyon ton atık akü meydana
geliyor. Bu akülerden ise geri kazanım
yöntemiyle 57 bin ton kurşun, 11 bin
400 ton plastik elde ediliyor. Bu miktardaki malzemenin doğaya bırakılmasını
önlüyoruz" şeklinde konuştu.
A. Erdal Osmanlıoğlu
Ali İnci
İslam Sadıker
Ocak - Şubat 2013 25
HABER ANALİZ AÇLIĞI SÖMÜRMEK
AÇLIĞI SÖMÜRMEK:
TOPRAK KAPMA
AÇLIĞA NEDEN OLUYOR
Yeni gelişen mali açıdan güçlü, kalabalık nüfusa sahip, ancak su kaynakları veya tarım arazileri
açısından artık yetersizlik yaşayan ülkeler, fakir ve gelişmekte olan ülkelerde hızla toprağa yatırım
yapıyor. İleride çıkabilecek bir kıtlık veya gıda mahsulleri fiyatlarındaki artışlara karşı korunmak
iddiasıyla uluslararası dev şirketler ve yeni sanayileşen ülkelerden tarım arazisi ya çok uzun süreli
kiralanıyor ya da satın alınıyor. Oxfam gibi yardım örgütleri bu uygulamanın açlık ve yoksulluğu
artırdığına dikkat çekiyor.
>
YAZI: DİLAVER DEMİRAĞ / GAZETECİ YAZAR
G
ünümüz imgelerin imajların,
insanın hayal gücüne galebe çaldığı görsellik çağı. O yüzden her
kavram muhakkak zihnimizde bir
fotoğrafa tekabül ediyor. Açlık denince de,
aklımıza gelen ilk resim başında ölümünü
bekleyen Akbabanın eşlik ettiği karnı şişmiş,
kaburga kemikleri görünen siyahi çocuk. Kara
kıta bugün açlıkla özdeşlemiş bir halde. Oysa
günümüzde açlık artık hemen hemen tüm
toplumlara yayılmış bir vaziyette. Aklımıza Afrika’daki açlar gelir de memleketimizde çocuğuna verecek yemek bulamadığı için kendini
asan yoksul kadın pek gelmez. Oysa açlık
artık bölüşüm ve refah kültürünün yarattığı
kutuplaşmadan bağımsız düşünülemez. Ancak
benim ele alacağım açlık kapitalist toplumlardaki yoksulluğun ya da bölüşüm adaletsizliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkan açlık
değil, daha çok gıda emperyalizmi kavramı
ile birlikte düşünülecek ve yeni sömürgecilik
olarak adlandırılan batılı ülkeler, petrol zengini
26 Mimar ve Mühendis
körfez ülkeleri ve Çin, Hindistan, Güney Kore,
Güney Afrika, Libya vb yeni sanayileşen ya da
zenginleşmiş olanların yoksulların topraklarının
sömürüsü. Bu anlamda bu yazıda daha çok
son yıllarda yoksul ülkelerde açlık ve yoksulluğu şiddetlendiren, iç savaşı, çatışmaları yani
şiddeti azdıran “Toprak Kapma” ya da zenginlerin yoksulların topraklarına el koyarak kendi
gıda ya da enerji gereksinmelerini karşılama
olgusuna yani tarım emperyalizmi dediğimiz
olguya odaklanacağım.
FELAKET KAPİTALİZMİ ve
AFRİKA'DA ARAZİ KAPATIMI
Afrika’da kilometrelerce uzanan tarlaları gördüğünüzde, "bu kıtada nasıl olur da başında
akbaba bekleyen aç çocuklar ölür?" diye sormadan edemezsiniz muhtemelen. Ama son
yıllarda çok gündeme gelen ekolojik emperyalizm en çok bu kıtada görülen bir konudur.
Afrika’daki arazi kapma savaşı Felaket Kapitalizmi kavramı ile örtüşen bir mesele. Çünkü
gıda fiyatları yükseliyor ve gıda giderek karlı
bir yatırım alanı, ancak arazi kapmalar sadece
direkt şirketlerin gidip ucuza arazi kapatıp,
orada modern tarım yöntemleri ile üretim
yapmalarından ibaret değil. Açlık ve yetersiz
su altyapısı sorunu için çeşitli yardım fonlarının da şirketler, şirketleşmiş üniversiteler ya
da şirket hesabına çalışan STK’lar tarafından
gasp edilerek arazi yatırımlarına çevrilmesini
kapsıyor. Afrika’nın açlık felaketi, bu durumu
yeni iş alanlarının fırsata dönüşmesi olarak
gören, bundan yararlanan şirketlerce bir kazanca dönüşüyor. Felaket Kapitalizmi kavramının
yaratıcısı Noami Klein’in kavram kapsamında
sözünü ettiği durum da bu. Yani birilerinin felaketi diğerinin kârı haline geliyor.
Mesela Etiyopya'da tarım yapılabilecek yeterli
arazi olmasına rağmen, insanlar açlık çekiyor.
Bu tarlalar yabancı yatırımcılar tarafından
satın alınarak veya kiralanarak, endüstriyel
tarım için kullanılıyor. Bu uzmanlar tarafından
"tarım emperyalizmi" olarak adlandırılıyor. Etiyopya hükümeti, bu şekilde döviz gelirlerinin
ve tarım alanında teknik bilgilerin artırılmasını
ümit ediyor. Ancak bu yatırımlar hiç de ülkenin kalkınmasına
fayda sağlamıyor. En büyük yatırımcılar olan Çin, Hindistan,
Güney Kore, Suudi Arabistan, Brezilya yanında Almanya, İngiltere,
ABD bu ülkelerde ya enerji tarımı yapıyor ya da kendi ülkelerindeki süpermarketlerde satılacak tarım ürünlerini yetiştiriyor. Bu şirketlerle yoksul Afrikalı çiftçinin rekabet şansı olmadığı gibi, yerel
tarım da zarar görüyor. Tarım yapan çiftçiler yağış düzenindeki
değişimin de etkisi ile yaşanan bu durumdan dolayı mağdurlar,
su çektikleri kaynaklar çoğunlukla özel şirketlerin elinde. Üstelik
bu su kaynaklarına yaklaşmaları halinde silahlı adamlarca tehdit
edilmekteler.
YAĞMALANAN AFRİKA
Afrika’da arazi satın alınan bazı ülkeler ve bu arazilerde tarım
yapacak ülke, bunların hedeflediği ürünler ile ilgili bilgiler şöyle:
Gine; Amerika kökenli FLG (Farm Land of Guine) Nevada kökenli
şirket satın aldığı arazilerde Mısır ihracatı yanında, biyoyakıt
tarımı da yapacak. Satın aldığı arazi miktarı 100.000 hektar. Bu
arazi satışlarını İngiliz yatırımcılar finanse ediyor, her yatırım için
%15 komisyon alıyorlar. İngiliz yatırımcılar Ayrıca, FLG ve diğer
yatırımcılara kiralamak için ilave 1,5 milyon hektarlık daha arazi
satın almak için hükümetle görüşmeler yapıyor. Bu araziler zorla
kamulaştırılan araziler ve 100 bin Afrikalı köylüyü yerinden eden,
katliamlarla, tecavüzlerle anılan bir arazi gaspı aslında. Fildişi
Sahili; SIFCA Singapur kökenli birçok uluslu şirket, palmiye yağı
ve şeker kamışı tarımı yapmak için 47.000 hektar araziye sahip.
Şirketin Liberya, Gana ve Nijerya’da da palmiye yağı tarımı
yapan arazileri mevcut. Bunun yanında Kauçuk üretimi de yapmak istiyor. SİFCO bu arazileri rüşvetler vererek elde ettiği gibi
köylülerle de çatışmalar yaşanıyor. Liberya'da yaşanan çatışmada şirket 10 adamını kaybetmişti. Liberya ve Fildişi Sahilinde
devlet SİFCO’nun koruyucusu ve bu arazileri boşaltmaları için
katliam yapmaktan çekinmiyorlar. Sierra Leone; 2010 yılında
İsviçreli firma Addax, 2013 yılında satışına başlayacağı etanol
için şeker kamışı üretmek için 10.000 hektar araziyi kontrol
altına aldı. 2011 yılında, SOCFIN, Fransız Bolloré grubunun bir
iştiraki, palmiye yağı üretimi için 12.500 hektar kiraladı. Ayrıca
Çinin mali desteğini alan Vietnamlı firmalar da 2012 yılında
büyük pirinç ve kauçuk tarımı için araziler satın almaya hazırlanıyor. 2011 yılı itibariyle, Avrupa kalkınma bankaları (İsveç,
Almanya, Hollanda ve Belçika) projeye katılıyor. Senegal'de; bir
İtalyan firması Avrupa’ya ihracat yapmak, biyoyakıt üretmek
için, Suudi Arabistan ise kendi vatandaşlarına pirinç üretmek için
arazi satın almış. Ancak hükümet kaynakları her iki kuruluşun
da kimliğini ve aldıkları arazi miktarını gizli tutuyor. Uluslararası
yatırım şirketi Foras önemli bir pirinç üretim projesine ortak
olmuş durumda. Dakar yakınlarında yılda 4.8 milyon kanatlı
hayvan ihracatı için bir çiftlik oluşturulmuş. Foras’ın ortakları
arasında İslam İşbirliği (İKT) Örgütünün yatırım fonu var. Ana
hissedarlar Körfez bölgesinde İslam Kalkınma Bankası ve çeşitli
şirket grupları, özellikle Saleh Kamel ve onun Dallah Al-Baraka
Grubu, Suudi Bin Ladin Grubu, Ulusal Kuveyt Yatırım Şirketi ve
Ocak - Şubat 2013 27
HABER ANALİZ AÇLIĞI SÖMÜRMEK
Americana Grup. Mali; 2008 yılında Libya ve
Suudi Arabistan; ayçiçeği, pirinç ve Jatropha
ihracatı için tarım yatırımları yaptılar. Libya
100.000 hektar arazi satın almış, finansmanı Libya Afrika Yatırım Bankası tarafından
karşılanıyor, yatırımı yapan şirket ise Malibya
Libya. Office du Niger tarafından yönetilen
bölgede arazi 100.000 hektar üzerine Libya
Afrika Yatırım Portföyü, Suudi Arabistan: Foras
Office du Niger tarafından yönetilen bölgedeuzun vadeli finansal kiralama kapsamında elde
edilen 5.000 hektar üzerinde bir pilot çalışma
tamamlamış. Foras, Afrika ülkelerinde 700.000
hektar pirinç üretmek amacıyla daha büyük
bir projenin ilk aşamasını genişletmek istiyor.
Kongo'da; Güney Afrikalı şirketler pirinç, mısır,
soya ve kümes hayvanları sektöründeki büyümesini arazilerinden sağlıyor. Malolo ilçesinde
hükümetten 48.000 ile 80.000 hektar arasında
değişen arazileri 30 yıllığına kiralama hakkını
alındı. Bu araziler Güney Afrikalı 30 çiftçi
arasında bölünmüş görünüyor, bu kiralama
operasyonunun ardında Güney Afrikalı Endüstriyel tarım işletmesi AGRİSA var, bu şirketin
bu 30 çiftlikle bağı mevcut. 2010 yılı Aralık
ayında Ajans Press, Agence Kongo-Brazzaville
hükümetinin La Cuvette kuzey bölgesinde ve
Sangha kuzeybatı bölgesinde Malezyalı Atama
Plantation Şirketi’ne toplam 470.000 hektar
arazi üzerinde imtiyaz sağlayan bir sözleşme imzaladığı haberini verdi. Habere göre
bu arazinin 180.000 hektarında palmiye yağı
üretilmesi amaçlanıyor. Demokratik Kongo
Cumhuriyeti'nde, palmiye yağı biyodizel için
yetiştirilmektedir. Gabon; Singapur’da palmiye
yağından biyodizel üretmek için yabancı yatırımcılarla anlaşmalar yapıldı, satılan arazilerin
28 Mimar ve Mühendis
Afrika’da kilometrelerce uzanan tarlaları gördüğünüzde, "bu kıtada nasıl olur
da başında Akbaba bekleyen aç çocuklar ölür?" diye sormadan edemezsiniz
muhtemelen. Ama son yıllarda çok gündeme gelen ekolojik emperyalizm en çok
bu kıtada gündeme gelen bir konudur.
bir bölümünde ise, Basra Körfezi ülkelerine
ihracat için pirinç yetiştirilecek. Benin; Çin
için görüşmeler ve alımlar yapan Synergie
Paysanne’nın İdari Sekreteri Bodea Simon’nun
verdiği bilgiye göre; sebze, mısır ve ülkesine
ihracat gerçekleştirmek, şekerkamışı yetiştirmek için Çin Ulusal Komple İthalat ve İhracat
Corporation Group, 5 milyar dolarlık yatırım
niyetinde olduğunu açıkladı. Benin’de 4.800
hektar şeker kamışı ve manyok çiftlik yatırımı
yaptı. Benin'de başlatılan ve diğer ülkelerde de
uygulanması planlanan girişim için Çinli devlet
şirketi; Jamaika’da 18.000 hektar arazi, Sierra
Leone'de 1.320 hektar şeker kamışı ekimi ve
manyok kapsamlı yeni yatırımlar yaptı. 2006
yılında da, büyüyen manyok ihracatı için Sierra
Lione’de 8.100 hektar arazi aldı. Tanzanya’da
ABD menşeli AgroSol Energy’nin, Pharos adlı
özel sermaye fonu vasıtasıyla 400 bin hektar büyüklüğünde tarım arazisi satın alındığı
belirtiliyor. Satın alınan arazinin son 40 yıldır Burundi’den gelen mültecilerin yaşadığı
Katumba ve Mişamo bölgelerini de kapsadığı
bildiriliyor. Yani anlaşmayla birlikte Burundili
mülteciler bir kez daha yurtlarından sürülmüş
oluyorlar. Açlıkla boğuşan Etiyopya’da, Etiyopya kökenli Suudi milyarder Muhammed
El-Amoudi’ye ait Saudi Star Tarımsal Kalkınma
Şirketi’nin Alwero Nehri kıyısında 10 bin hektar
arazi satın aldığı belirtiliyor. Bu alanı bütünüyle tarım arazisine dönüştüreceğini belirten
Saudi Star, bölgenin temel geçim kaynağı
olan ormanları pirinç tarımı yapmak amacıyla
yok edecek. Ayrıca Alwaro Nehri üzerine bir
baraj inşa edilmesi düşünülüyor. Zaten kıt olan
su ve orman kaynaklarının endüstriyel tarım
uygulamalarıyla tahrip edilmesinin binlerce
Afrikalının açlıktan ölmesine neden olduğu
biliniyor. Güney Sudan’da ise Teksas kökenli
bir şirket, Nile Ticaret ve Kalkınma (NTD), 2008
yılında Mutayam Bölgesi Kooperatifi ile bir
anlaşma imzalayarak 600 bin hektar araziyi
75 bin Sudan pound’u (yaklaşık 25,000 Amerikan doları) karşılığında 49 yıllığına kiralıyor.
Anlaşma NTD’ye 49 yıl boyunca bölgedeki
bütün doğal kaynakları kullanma hakkı tanıyor.
Anlaşmanın en tuhaf yönü, Mutayam Bölge
Kooperatifi adı verilen ve toprakları kiraya
veren kurumun gerçekte var olmaması. Sudan
Bağımsız Medya Ajansı’nın bildirdiğine göre
kooperatife yalnızca bölgedeki bazı nüfuzlu
kişiler üye ve bölge halkının anlaşmanın imzalandığından haberi bile yok. Afrika’daki arazi
spekülasyonlarının arkasında ünlü Goldman
Sacs ve J.P Morgan Yatırım Bankalarının olduğu da söyleniyor.
Kısacası Afrika öncelikle enerji tarımı için yağmalanıyor ve bu kıtadaki çatışmaların, katliamların ardında da bu şirketlerin parmak izi var.
Çünkü özellikle palmiye yağı ve kauçuk üretimi
için yağmur ormanları yok edilirken, orman
köylüleri de devlet zoru ile buradan sürgün
ediliyor. Ancak bu durum sadece Afrika’da
yaşanmıyor. Üçüncü dünya ülkelerinin büyük
bölümünde Batılı, Çinli, Hindistan kökenli, yanısıra Körfez Sermayesi aracılığı ile büyük araziler satın alınıyor.
TOPRAĞA HÜCUM
2001 yılından bu yana sanayileşmiş ve yeni
gelişmiş G20 ülkelerinden bazıları Asya ve
Afrika başta olmak üzere yoksul ülkelerden
yaklaşık 227 milyon hektarlık arazi satın aldı.
Buralarda üretilen gıda maddeleri sadece yatırımı yapan ülkeye ihraç ediliyor, dev arazilerdeki yerli halk yerlerinden sürülüyor, tapusuz halk,
bir hak da iddia edemiyor. Gelişmekte olan
ülkelerde, ekilebilir nitelikteki arazileri satın
alan uluslararası şirketlerin ve ülkelerin sayısı
artıyor. BM de küçük çiftçileri zor duruma
düşüren "toprak kapma”ya karşı yasal önlem
almak istiyor. Dünya ekonomisinde söz sahibi
olan ya da olma yolundaki ülkelerin gözü, büyük
tarım arazilerinde. İleride çıkabilecek bir kıtlık
veya gıda mahsulleri fiyatlarındaki artışlara
karşı korunmak iddiasıyla uluslararası dev şirketler ve yeni sanayileşen ülkelerden tarım arazisi uzun süreli kiralanıyor ya da satın alınıyor.
Oxfam gibi yardım örgütleri bu uygulamanın
açlık ve yoksulluğu artırdığına dikkat çekiyor.
BM Gıda ve Tarım örgütü FAO ise gelişmekte
olan ülkelerde halkın yaşamını tehdit eden bu
alımlara karşı ne gibi önlemler alınabileceğini
tartışıyor. İngiltere ABD, İtalya, Almanya, Çin,
Güney Kore, Körfez Ülkeleri, Libya, Güney
Afrika ya da Hindistan gibi ülkelerden kamu
yatırımcıları ya da özel şirketler, gelişmekte
olan ülkelerde satın alma ya da kira anlaşmalarıyla dev tarım arazilerini kendine bağlıyor.
Buralarda üretilen gıda maddeleri, sadece yatırımı yapan ülkeye ihraç ediliyor. Dev arazilerde
yerli halk yerlerinden sürülüyor, dolayısıyla bu
yatırımlardan en büyük zararı halk görüyor.
Yardım örgütü Oxfam'ın Almanya temsilciliğinden Marita Wiggerthale, kuşaklar boyu aynı
aile tarafından ekilen, ancak tapuda kaydı
olmayan bir arazinin günün birinde yabancı
bir şirkete geçebildiğine dikkat çekiyor. Wiggerthale, "Bu vakalarda çoğunlukla topraklan
kullanma hakkı çiğneniyor, tarım yapan aileler
yerlerinden sürülüyor ve sonuçta tüm geçim
kaynaklan ellerinden gidiyor" diyor. Böylelikle
savaş ya da kıtlık olmamasına rağmen yoksulluk ve açlık da artıyor. Alman Federal Tarım ve
Tüketiciyi Koruma Bakanı İlse Aigner ise, son
yıllarda fakir ve gelişmekte olan ülkelerde 50
Afrika öncelikle enerji tarımı için yağmalanıyor ve bu kıtadaki çatışmaların, katliamların ardında da bu şirketlerin parmak izi var. Çünkü özellikle
palmiye yağı ve kauçuk üretimi için yağmur ormanları yok edilirken,
orman köylüleri de devlet zoru ile buradan sürgün ediliyor. Ancak bu
durum sadece Afrika’da yaşanmıyor. Üçüncü dünya ülkelerinin büyük
bölümünde Batılı, Çinli, Hindistan kökenli, yanısıra Körfez Sermayesi aracılığı ile büyük araziler satın alınıyor.
ila 80 milyon hektar toprak satıldığını belirtiyor. Oxfam yardım örgütünün tahminlerine
göre, 2001 yılından bu yana sanayileşmiş
ve kalkınmasını sağlamış ülkeler, kalkınmakta
olan ülkelerden yaklaşık 227 milyon hektarlık
arazi satın aldı. Bu neredeyse Batı Avrupa
büyüklüğünde bir alana denk geliyor. Tarım
alanlarının yabancı yatırımcılara kiralanması
veya satılması, Afrika Boynuzu'nda yaşanan
açlık ve sefaletin nedenlerinden biri olarak
görülüyor. Yetersiz beslenme ve açlık sorunundan, Etiyopya, Somali, Kenya ve Cibuti'de
yaklaşık 12 milyon kişi etkileniyor. Başlangıçta
tarıma elverişli toprakları olmayan Sudi Arabistan ya da nüfusunu doyuracak çok az tarımsal
araziye sahip olan Çin gibi ülkeler toprak satın
alırken ya da kiralarken şimdi bu işlem daha
çok özel şirketler tarafından gerçekleştiriliyor.
Özel sektör daha şimdiden bu alana 14 milyar
dolar yatırmış bulunuyor ve bunun önümüzdeki
yıllarda 42 milyara çıkması bekleniyor.
YATIRIM ARACI OLDU
Toprak satın alan ya da kiralayanlar sadece
tarım ve gıda sanayisinde faaliyet gösteren
tekeller değil bankalar, sigorta şirketleri, yatırımcılar ve devletler de bu alanda büyük yatırımlar yapıyorlar. İngiliz hisse şirketi Emergent
Asset Management Ağustos 2008 yılında iki
ay gibi kısa bir süre içinde Afrika’nın güneyinde
bulunan Angola, Zambiya, Botsvana gibi ülkelerde 2 milyar Euro yatırarak 130 bin hektar
toprak satın aldı. Kırk beş ülkede faaliyet
gösteren Hollandalı Rabo FARM tekeli sadece
toprak değil, su, tarımsal ürünler ve hayvancılık
alanında da yatırımlar yapıyor. Finans sektöründe yatırım yapan ve dünyanın zenginleri
arasında sayılan George Soros’un pay sahibi
olduğu şirket Adecoagro, Güney Amerika’nın
en büyük tarım ve bioyakıt üreticisi durumunda. Verilen bilgilere göre tekel bugün Arjantin,
Brezilya ve Uruguay’da 270 bin hektar araziye
sahip. Cargill ve Bunge gibi tarım tekellerinin yanında en büyük şirketlerden biri olan
Archer Daniels Midland (ADM) Endonezya ve
Malezya’da 500 bin hektarlık toprak satın aldı.
Yine Lonrho şirketi Ocak 2009 yılında Angola
Hükûmeti ile 25 bin hektarlık toprağı elli yıllığına kiralayan bir anlaşma imzaladı. Şirket başka
ülkelerde de toprak kiralamayı planlıyor. Toprak
kiralayan ya da satın alan devletlerin başında Sudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri,
Umman, Kuveyt, Katar ve Bahreyn gibi körfez
ülkelerinin yanında nüfusu kalabalık olan Çin ve
Hindistan geliyor. Özellikle petrol rezervlerinin
giderek tükenmesi ve bu ülkelerdeki tarıma
elverişli toprakların çok az olması ve hızla
büyüyen nüfus, körfez ülkelerini toprak satın
almaya yöneltiyor. Bu ayrıca milyarlarca petrodoların yatırılması ve kar getirmesi anlamına
da geliyor. Bugün Sudan, Endonezya, Pakistan
gibi birçok ülkede bu devletler doğrudan ya
da özel şirketler aracılığı ile toprağa büyük
yatırımlar yapıyorlar. Sadece Suudi Arabistan
yatırım firması HADCO Sudan Hükümeti ile
kırk sekiz yıllık bir sözleşme imzaladı. Kiralanan
toprak miktarı ise şimdilik bilinmiyor. HADCO
ayrıca Kazakistan ve Türkiye’de toprak kiralamayı planlıyor. Son yıllarda toprak alımı o kadar
cazip hale geldi ki bu alanda şu an otuzun üzerinde tekel faaliyet gösteriyor. Aslan payı her
alanda olduğu gibi yine emperyalist devletlere
bağlı tekellere ait. Bunların arasında dünyanın
büyük bankalarından Deutsche Bank’tan petrol
devleri Shell ve British Petroleum’a kadar birçok tekel bulunuyor.
Afrika’da Tarıma Ayrılan Toprak Miktarı
Kongo DC
Mozambik
Uganda
Zambiya
Etiyopya
Madagaskar%
Malawi
Mali
Senegal
Tanzanya
Sudan
Nijerya
Gana
% 48.8
% 21.1
%14.6
%8.8
%8.2
% 6.7
%6.2
% 6.1
% 5.9
%5
% 2.3
%1
% 0.6
Ocak - Şubat 2013 29
HABER ANALİZ AÇLIĞI SÖMÜRMEK
Toprak satın alan ya da kiralayanlar sadece tarım ve gıda
sanayisinde faaliyet gösteren
tekeller değil bankalar, sigorta
şirketleri, yatırımcılar ve devletler de bu alanda büyük yatırımlar yapıyorlar. İngiliz hisse şirketi Emergent Asset Management
Ağustos 2008 yılında iki ay gibi
kısa bir süre içinde Afrika’nın
güneyinde bulunan Angola, Zambiya, Botsvana gibi ülkelerde 2
milyar Euro yatırarak 130 bin
hektar toprak satın aldı.
TOPRAK SİMSARLARI:
DÜNYA BANKASI ve FAO
Tekellere toprak satışında Dünya Bankası ve
Dünya Gıda Örgütü (FAO) başından beri
aracılık ediyor. Özellikle Dünya Bankası toprak satın alacak tekellere ve devletlere yatırım koşulları üzerine bilgiler veriyor ve birçok
anlaşmayı birlikte gerçekleştiriyorlar; çünkü
DB Yapısal Uyum Programları’ndan dolayı,
ülkeleri en iyi tanıyan kurumlardan birisi. Bu
sadece bir aracılık da değil. Dünya Bankası
toprak satın alacak firmalara krediler veriyor ve
aracı firmaları kullanarak bunlara ortak oluyor.
Başka işlerle uğraşması gereken Dünya Gıda
Örgütü de Dünya Bankası gibi toprak alımına
aracılık ediyor. FAO Başkanı bundan bir kaç yıl
önce toprak alımını “yeni sömürgecilik” olarak
değerlendirmesine rağmen örgüt, tekeller ve
toprak satan ülke yöneticileri arasında aracılık
ediyor ve gizli toplantılara katılıp firmalara
danışmanlık yapıyorlar.
YOKSULLAR KANDIRILIYOR
Toprağını satışa çıkaran ülkeler genellikle dünyanın en fakir ülkeleri. Afrika ve Asya’da toprak
satan yirmi beş ülkeden yirmisi açlık yardımı
alan ülkeler arasında bulunuyor. Toprak simsarlığı yapan FAO’ya göre Angola, Etiyopya,
Kamboçya, Kamerun, Kenya, Malavi, Pakistan,
Sudan, Tanzanya gibi toprak satan ülkelerde
nüfusun yüzde 20’sinden fazlası açlık sınırının
altında yaşıyor. Tekel ve hükümet yöneticileri
bunu öne sürerek toprak alımında her iki tarafın da kazançlı çıktığını iddia ediyorlar. Bunun
sadece bir iddiadan ibaret olduğunu anlamak
için tekellerin yürüttükleri politikalara bakmak
yeterli. Toprak satan ülkeler, çoğu zaman
30 Mimar ve Mühendis
yatırım karşılığında tekellerden gümrük vergisi
almıyorlar. Hatta birçok ülke, tekellerden ilk beş
on yılda kiralama ücreti de almıyorlar. Örneğin
Ukrayna toprak kiralamayı cazip hale getirmek
için şirketlerden vergi almıyor. Ki bu sadece
vergilerden ibaret değil. Sudi Arabistan Maliye Bakanı’nın verdiği bilgilere göre ülkelerle
yaptıkları birçok anlaşmada gümrük vergisi,
ihracat-ithalat sınırlamaları ve ülkeye başka
yerden işçi getirme gibi birçok konuda kendilerine kolaylıklar sağlanıyor. Tekel ve hükümet yöneticilerinin başka bir iddiası da yeni
tarımsal araçlarla toprakların çok daha verimli
işleneceği. Aslında bu sadece geleneksel tarım
ekonomisinin yok edilmesi anlamına gelmiyor,
aynı zamanda toprağın kısa sürede tahrip
edilmesi demek. Çünkü tekeller daha fazla kar
elde etmek için gen tekniğini kullanıyor ve aşırı
dozda zehirli tarım ilaçları kullanıyorlar. Bu da
kısa sürede toprağın verimliliğinin düşürülmesi
anlamına geliyor. Uzmanlar, Brezilya’da tekellere kiralanan ve milyonlarca hektarı kapsayan
Cerrado bölgesinde daha şimdiden bitki örtüsünün yüzde elli değer kaybettiğini ve 2030
yılında ise tümden kaybolacağını söylüyorlar.
Viyana Üniversitesi’den Prof. Winfried E. H.
Blum daha şimdiden Afrika, Güney Amerika
ve Güney-Doğu Asya’da erozyon, yoğunlaşma,
biyolojik çeşitlilik, radyasyon oranı ve tuzluluğun acil boyutlara ulaştığının altını çiziyor.
Toprak alımı ile elde edilen paraların ülkeye
akacağı ve yeni iş alanlarının açılacağı iddiası
boş bir yalandan ibaret. Çünkü istatistikler şimdiye kadar hep tersini gösterdi. Daha şimdiden
kiralanan topraklar üzerinde yaşayan milyonlarca köylü zorla yerlerinden edilmiş bulunuyor.
Örneğin Pakistan’ın Pencap Eyaleti’de kirala-
nan topraklar üzerinde yaşayan yirmi beş bin
köylü, göç etmek zorunda kaldı. Göçebelikle
yaşayan toplulukların kiralanan topraklardan
geçmesi yasak ve birçok köylü artık içecek su
bulamıyor. Çünkü suyu tekeller kullanıyor. Bir
şekilde kiralanan toprakların kenarında kalan
köylüler ise kullanılan ilaçlardan dolayı sağlık
sorunları yaşıyorlar. Son aylarda temel gıda
maddelerinin fiyatlarının yükselmesini bahane gösteren bazı kuruluşlar, yoksul ülkelerde
alınan topraklarda temel gıda maddelerinin
yetiştirileceğini ve bunun fiyatları düşüreceğini
iddia ediyorlar. İstatistikler bu iddianın da yalan
olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü devletler ve
tekeller satın aldıkları ya da kiraladıkları toprakların çok küçük bir kısmını bu tür ürünler için
kullanıyorlar. Kiralanan bu topraklarda genellikle
bioyakıt için kullanılan soya, hurma yağı bitkisi,
mısır, şeker pancarı ve şeker kamışı (ki bu üç
üründen etanol elde ediliyor) üretiliyor. Yani
emperyalist ülkeler bu topraklarda arabalar için
yakıt üretip kar etme peşindeler. Yıllardır Mitsui,
Mitsubishi gibi otomobil firmaları Brezilya’da
kiraladıkları milyonlarca hektarlık alanlarda
soya ekimi yaptılar. Yine Shell, BP gibi petrol
tekellerinin bu topraklara ilgi göstermelerinin
ardında ‘gıda ürünlerini ucuzlatma’ niyeti bulunmadığı açık olsa gerek! Tekellerin toprak alımı
ile birlikte sadece toprağı yağmalamayacakları
aynı zamanda ülkenin toplumsal, demografik,
politik yapısını da yeniden biçimlendireceklerini
söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Daha
şimdiden toprak satın almak için verilen rüşvetler, köylüleri topraklarından sürmek için desteklenen çeteler, savaş lordları, tarıma elverişli yeni
alanlar açmak için yakılan ormanlar, darbeler
ülkenin doğal ve siyasi ortamını değiştiriyor.
Ocak - Şubat 2013 31
MİMARLIK
Duvarlar
Aldırmadan, acımadan, utanmadan Kocaman, yüksek duvarlar ördüler
dört yanıma. İşte oturuyorum umutsuz Bu yazgı kemiriyor beynimi, başka
şey yok aklımda; Yapacak neler vardı dışarda. Ah, duvarları örerken nasıl
görmedim onları? Ne sesini duydum örücülerin, ne
gürültüsünü. Çıt çıkarmadan kapamışlar bana
dünya kapıların
Konstantin Kavafis
ÜLKEMİZDE ŞEHİRCİLİK PROBLEMLERİNİN
KAYNAĞI VE KENTSEL DÖNÜŞÜM
UYGULAMALARINA İLİŞKİN ÖNERİLER
>
YAZI: MEHMET İŞÇİ / MİMAR
Günümüzde imar planları adı altında; şehrin hiçbir gerçeğini
göremeyen, adaletin ve sosyolojik katmanların muhafazası gerçeğini
ıskalayan, karar vericilerin emrindeki teknokrat sınıfın rant
çevrelerinin önceliklerini esas alarak masa başında hazırlanan şehir
planlarıyla, mevcut sivil ve abidevi mimari dokusu ciddi ölçüde
tahrip edilmiştir. Kentsel dönüşüm adı altında şehrin hafızasına
ilişkin son kalan değerler de yok edilmek üzeredir.
GÜNÜMÜZDE DÜNYADA ve
TÜRKİYEDE ŞEHİRCİLİĞİN GELİŞİMİ
Günümüzde şehirler, huzur ve sükunetin, ilim
ve kültürün, diğerine saygı ve tevazuun merkezi olması gerekirken, giderek rant odaklı
ve sermaye taraftarı iradenin hakîm olduğu,
sosyal politikaları desteklemeyen salt kâr
amaçlı süflî emellerin yarıştığı büyük yatırım
mekânları haline dönüşmektedir.
Fransız yazar ve politikacı “Lamartin” ile
ünlü mimar ve ressam “Le Corbusier”in
hayranlıkla tarif ettiği İstanbul, 80 küsur
yıllık Cumhuriyet dönemindeki yanlış imar
ve şehircilik politikaları neticesiyle heba
edilmiştir. Bu dönemde Almanya ve İngiltere
gibi gelişmiş ülkeler Osmanlı şehircilik
modeli olan galaksi (yıldız kümesi) biçimli
şehirleşmeyi tercih ederken, ülkemizde mevcut şehir dokusu bilinçsizce yerle bir edilerek
bunun yerine başlangıç ve bitimi belli
olmayan, büyüklüğü kontrol edilemeyen, ucu
bucağı belirsiz tıpkı bir yağ lekesi şeklinde
büyüyerek irileşen yanlış bir şehircilik modeli ikame edilmiştir. Artık nerede başlayıp
32 Mimar ve Mühendis
nerde bittiği belirsizleşen, Trakya yönünde
Tekirdağ’a Anadolu yönünde ise İzmit’le
birleşerek büyüyen metropol İstanbul'un
sorunlarıyla başetmesi giderek zorlaşmaktadır. Kendisine yabancılaşırken yamanmakta
olduğu “batı”nın içselleştirerek uyarladığı
yıldız kümesi şehirciliği çoktan unutup giden,
kartondan şehirlerini masabaşında yeni
yetme plancılara havale ederek haksız rant
devşirilmesine dayanak sağlayan bu kaosa
dur demenin zamanı gelmiş de geçmektedir.
Yapılan yanlış uygulamalardan vazgeçmeye
niyet edilirse akıl tutulmasından kurtulup
akl-ı selîme yanaşacak liman hâlâ yanıbaşımızda kalan son nadide örnekleriyle
durmakta..
TÜRKİYE’DE ŞEHİRCİLİĞİN
TEMEL PROBLEMİ
Türkiye’de şehirciliğin en temel problemi
bir şehirleşme modeline sahip olmaması ve
Osmanlı geleneğini günümüze taşıyan örnek
şehir dokusunu da “eskiyerek fonksiyonunu kaybetmiş, artık iflah olamayacak
yok edilmesi gereken bir şehir kalıntısı”
gibi görmelerinde yatmaktadır. Esasen bir
şehrin hedef büyüklüğü, kapasitesi yerleşim
alanlarının hududu ve tarım, sanayi, ticaret
alanları açısından herhangi bir sınırlama ve
bir hedef değer oluşturulmadan kâr amaçlı
yatırımcıların arenası haline getirilmesi
temel tercihlerdeki bazı yanlışları ortaya
koymaktadır. Hâlbuki Sultan II. Beyazıt döneminde 1507 yılında yayınlanan şartnamede şehirde yer alması gereken tüccar, esnaf
ve sair iş alanları ile şehrin yerleşik nüfusu
belirli standartlara bağlanmıştı. Aradan
geçen 500 yılda şehircilik açısından daha
da ileri gidilmesi gerekirken geri gidilmiş.
Şehirlinin ve şehirlerin hafızası yok edilmek
üzeredir. Günümüzde imar planları adı
altında; şehrin hiçbir gerçeğini göremeyen,
adaletin ve sosyolojik katmanların muhafazası gerçeğini ıskalayan, karar vericilerin
emrindeki teknokrat sınıfın, rant çevrelerinin
önceliklerini esas alarak masa başında
hazırlanan şehir planlarıyla mevcut sivil ve
abidevi mimari dokusu ciddi ölçüde tahrip
edilmiştir. Kentsel dönüşüm adı altında
şehrin hafızasına ilişkin son kalan değerler
yok edilmek üzeredir.
İSTANBUL’UN ŞEHİRCİLİK
AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
Şehircilik açısından İstanbul’un bugünkü
durumu Türkiye’nin genel durumundan pek
farklı değildir. Yanlış şehircilik politikaları ve köyden kent’e göçün özendirilmesi
neticesinde Anadolu’daki şehirlerin hemen
tamamından göç alan İstanbul, artık bu göç
sağanağı altında mevcut nüfus yoğunluğunu kaldırmayacak duruma getirilmiştir. Bir
yandan Anadolu’daki çoğu şehir ve köylerdeki nüfusun yarısından fazlası İstanbul’a
akarken diğer yandan özellikle Anadolu
köyleri neredeyse tamamen boşaltılarak
terkedilmiştir. Bu yörelerdeki mevcut konut
stoku da kendi halinde eskiyip kullanılamaz
duruma gelmiştir. Akıl almaz orandaki göçler neticesinde İstanbul artık ilave bir nüfus
yoğunluğunu trafik, eğitim, sağlık hizmetleri
açısından kaldıramaz duruma getirilmiştir. Şehrin kuzeyinde öngörülen yeni proje
alanları Anadolu ve Rumeli yakasında şehrin
yoğunluğunu daha da artırarak mevcut şehir
dokusunu içinden çıkılamaz hale getirecek
plan tadilat çalışmaları devam etmektedir.
Bu şekilde kontrolsüzce kalabalıklaştırılan
şehrin sorunları başedilemez hale getirildikten sonra ne şehrin yollarının genişletilmesi,
boğaz köprülerinin artırılması ve ne de
metronun şehrin bir ucundan öteki ucuna
bağlanması da -göç alma durdurularak
tersine göç teşvik edilmedikçe - nüfusu 20
milyona ulaşmayı hedefleyen, hâfızası yok
edilmiş ve aidiyet duyulmayan, ucu bucağı
kesilmeyen mono blok bir şehir yaşayanlara
mutlu bir gelecek vaat edemeyecektir.
İstanbul’un Osmanlı
döneminde uygulanan
evrensel şehircilik
modeli olan “yıldız
kümesi” tipi şehirciliğe
yönelmesi gerekir. Bu
modelde şehir nüfusu
yaşanabilecek büyüklüğe
doğru seyreltilecek ve
tersine göçlerle İstanbul
yaşanabilir bir şehre
dönüştürülecektir.
İSTANBUL NASIL KURTULABİLİR?
İstanbul’un kurtuluşuna dair oldukça mühim
bu sualin cevabını bir iki satıra sığdırmak
büyük bir kolaycılık olacaktır. Ama kötüye
gidişi nasıl durdurabilme konusunda kafa
yorabiliriz. Bu hususta iki yol mevcuttur. BiOcak - Şubat 2013 33
MİMARLIK
Bursa
Şehircilik açısından İstanbul’un bugünkü durumu Türkiye’nin genel
durumundan pek farklı değildir. Yanlış şehircilik politikaları ve köyden
kente göçün özendirilmesi neticesinde Anadolu’daki şehirlerin hemen
hemen tamamından göç alan İstanbul, artık bu göç sağanağı altında
mevcut nüfus yoğunluğunu kaldırmayacak duruma getirilmiştir.
rincisi insanların yapmış oldukları yanlışlardan vazgeçerek, samimi gayretlerle evrensel
şehircilik ilkelerine uygun, yaşanabilir bir
şehir büyüklüğünü içerecek bir modelle şehrin
yeniden ele alınmasıdır ki bu esas çözüm
yoludur. İkincisi de olanca haksızlık, zulüm,
tahakkümün hakim olduğu şehirde, tüm canlıların hukukunu hiçe sayan ve insana emanet
edilen yeryüzüne ihanetinin bir cezası olarak
muhtemel Marmara depreminin yapacağı
yıkımla- ilahi takdirle- şehir mutlak irade
tarafından seyreltilecek ve yeniden inşaa süreci başlayacaktır. Bu şekildeki bir sonuç akıl
almaz büyüklükte can ve mal kaybını göze
almak anlamına geldiğinden, bunu cesaret
etmek kabili telif bir yaklaşım olmayacaktır.
Neler yapılmalıdır sualine cevap ararsak;
Yapılacakların başında İstanbul’un Osmanlı
döneminde uygulanan evrensel şehircilik
modeli olan “yıldız kümesi” tipi şehirciliğe
yönelmesi gerekir. Bu modelde şehir nüfusu
yaşanabilecek büyüklüğe doğru seyreltilecek
ve tersine göçlerle İstanbul yaşanabilir bir
şehre dönüştürülecektir. Bunun gerçekleşebilmesi için problem ülke, bölge, çevre ve
nazım imar planları ölçeğinde ele alınmadan,
sadece İstanbul bazında bir çözüm üretilmesi
mümkün değildir. Çok önemli olan bu problemin merkezi hükümetçe işin teknik yönünün
yanında aynı önemi haiz olan kültürel, felsefi,
ekonomik ve sosyolojik boyutunu ele alacak
uzmanlara hazırlatacağı her ölçekteki planlar
çerçevesinde, yerel talepleri de önemseye34 Mimar ve Mühendis
rek buyurgan değil katılımcı bir yaklaşımla
memleketin yeniden imar ve ihyasına ilişkin
bir makro düzenleme yapılarak çözüme
kavuşturulabilecektir. Anadolu’nun her şehri
kendine yeterli, yaşanabilir, ulaşım, eğitim,
ticaret ve sanayinin kendi ölçeğinde düzenlediği ve büyük şehirlerden Anadolu şehirlerine
tersine göç alabilen bir şehirleşme modeli
hayata geçirilerek büyük şehirlere ve özellikle
İstanbul’a nefes aldıracaktır.
KENTSEL DÖNÜŞÜM
BİR ÇÖZÜM GETİREBİLİR Mİ?
Son yıllarda özellikle İstanbul, Ankara, Bursa,
İzmir, Eskişehir Gaziantep gibi büyükşehirlerde alışık olmadığımız yoğunluk ve büyüklükte
müdahalelerle şehrin mevcut dokusunu
etkileyecek mega projeler ard arda yapılmakta. Bu müdahaleler sırasında geliştirilen projeler “kentsel dönüşüm ve çöküntü yıkıntı
alanlarının yenilenmesi“ adı altında çeşitli semtleri tarihlerinden, komşuluk ilişkilerinden ve yaşayanlarından koparan uygulamalar
dikkat çekmektedir. İstanbul’un küreselleşme
hedefleriyle de doğrudan ilişkilendirilebilecek
bu dönüşüm ve yenileme projeleri neticesinde, dönüştürülen bölgelerde yaşayanların
önemli bir bölümü şehrin dış çeperlerine
itilmektedirler. Bu sonuç bazı bölgeler için
hakiki bir ihtiyaç gibi görünen dönüşüm
ve yenileme süreçlerinin, adaletsiz, ayrıştırıcı,
rant maksadıyla planlanmış olduğu kanaatini
oluşturmaktadır.
Üstelik dönüşüm sürecinin baş aktörü olarak
fizikî mekân seçilerek, şehrin ve şehirlinin
hafızası, mahalle ve komşuluk ilişkileri gibi
parametreler yeterince değerlendirilmediği
sıkça dile getirilen eleştirilerden olduğu bilinmektedir. Ekonomik öncelikler, sosyo-kültürel
önceliklerden daha önemli gibi değerlendirilmektedir. Ülkemizde idarecilerin hesap
vermesi ve uygulamaların şeffaflığı tüm
açılımlara rağmen bir türlü tam olarak sağlanamamıştır. Dönüşüm sürecinde elde edilen
ranttan toplum yararına ayırılacak paylara
ilişkin düzenlemelerle ve dönüştürülen mülkiyetin kamu hakkını muhafaza edecek şekilde
tahdit edilmesini sağlayacak yasal altlık tam
olarak hazırlanamamıştır.
Üretilen konutların sayısal büyüklüğü, yapının
özünde barındırdığı estetik, yerel ve kültürel
değerlerden daha fazla önem arz etmektedir.
Kentsel dönüşümün amacı; fert, aile, komşuluk ve mahalle ilişkilerinde sürekliliği sağ-
İstanbul
layacak şekilde insan merkezli tasarlanması,
şehrin bütünlüğüne yoğunluğu artırmadan
katkıda bulunması, özgünlüğünü yerellikle
birlikte ortaya koyması, kamu, toplum ve
kullanıcının faydasını ön planda tutan sahici
bir katılım süreci içermesi ve idare ile yapımcı
firmaların şeffaf ve hesap verebilir olması,
kamu gücünün halka tahakküm etmeden düzenleyici olması gerekmektedir. Bu bağlamda
dönüşüm sürecinde mahalle hayatının bir bütün olarak sürekliliğiyle ele alınması, barınma
ve yaşama hakkının, hayat tarzlarının, sosyal
kurumlarının ve geleneksel istihdam yapılarının muhafazası, farklı gelir gruplarının kültürel ve sosyal taleplerine uygun mekânlarıyla
birlikte yaşatılması gerekmektedir.
DOĞRU KURGULANMIŞ KENTSEL
DÖNÜŞÜM BİR FIRSAT OLABİLİR!
Ümitsizlik, inançsızlıkla eşdeğerdir. Kentsel
dönüşüm bir toplumsal facianın kapısını
aralayabileceği gibi bir fırsata da dönüştüre-
bilir. Nasıl mı? Şöyle ki öncelikle şehirlerimizi
ıslah, imar ve ihya etme niyetini taşımalıyız
çünkü bu her hayrın başının niyet olduğunu
biliyoruz. Şehirlerin yeniden neşv-u nema
bulması için atılacak ilk adım kentsel dönüşüm eylem planının özel mülkiyet sahibine
ait konutlara yönelik bölümünün kamuya ait
olan binalardan ayrılmasıdır. Kamu kendi
binalarını ana planın bir parçası olmak
kaydıyla ıslah, imar ve ihya etmeye devam
etmelidir. Esas dönüşüm diye addedilen
şehirde yaşayan insanların hemen tamamının hayatını etkileyecek bu eylem çeşitli
safhalara ayrılarak yeni şehirleşme modeli
ile birlikte adım adım uygulamaya konmalıdır. Bu adımları sıralarsak ilk adımda büyük
şehirlerin yaşanabilir büyüklüğe indirgenmesi
için ülke bölge, çevre ve uygulama imar
planlarını (masa başındaki şehir planlarını
kastetmiyorum) evrensel şehircilik ilkelerine
göre süratle hazırlayıp uygulamaya koymak
gereklidir. Bu planlamada şehirlerimiz
yeniden yıldız kümesi şeklinde planlanarak
bütün il ve ilçeler birbirlerinden makul bir
büyüklükte tarım ve rekreasyon alanlarıyla
ayrılacak şekilde düzenlenecektir. Hazırlanan
bu planlarda şehir içinde halen mevcut olan
askeri tesis alanları, mevcut yapı stokunun
kat adedi ve yoğunluğu azaltılarak seyreltilmesinde ve donatı alanlarının oluşturulmasında kullanılacaktır. Yani örneğin;
Esenlerdeki bitişik dört ya da beş katlı nefes
alamayan, otoparkı ve yeterli donatı alanı
olmayan bölgelerdeki yoğun yapılaşma en
fazla 3 kata indirilerek bu tür nüfus yoğunluğunun fazla olduğu alanlardaki insanlar,
askeri bölgelerden kazanılan alanlara aktarılacaktır. Şehirde konuttan rant elde etme
fikrini bitirecek bir dizi yasal, finansal ve idari
düzenlemeler yapılacaktır. İstanbul’un 15-20
yıllık bir süreçte 6-7 milyon nüfusla indirileceği yetkili ağızlarca dile getirilerek şehirde
yapılacak konuttan elde edilecek rant hevesi
en alt düzeye indirilecektir. İstanbul’a 150200 km mesafede şehir kurulmasına müsait
arazilerde (düzlük ve ovalar değil şehrin
yamaçları konut bölgesi olarak seçilecektir.)
Nüfus 20.000 den başlayıp 50.000-100.000250.000-500.000 ve 1.000.000 nüfuslu yeni
ihtisas şehirleri planlanacaktır. Planlanan bu
şehirlerde her bir şehir için ihtisas konusu
belirlenecek (bilişim, dericilik, tarım, lojistik,
küçük sanayi) tamamıyla kamu arazilerinde
yeni şehirler kurulacaktır. Bu şehirler kendi
kendine yeterli eğitim, sağlık, ticaret hizmetlerini kendi içinde sağlayabilen bütün donatı
alanlarına sahip olacaktır. En büyük şehirde
bile bir ucundan öteki ucuna 15 dakikada
gidilebilecektir. Çalışanlar işe yürüyerek veya
bisikletle gidebilecek imkânlara ulaşacaktır.
Çocuklar okula servis kullanmadan gidebilme kolaylığına ulaşacaktır. Yeni kurulan bu
şehirleri yüksek hızlı tren hatlarıyla İstanbul,
Ankara, İzmir, Bursa gibi şehirlere bağlayarak insanların günü birlik bir saat, iki saat
içinde büyükşehirlerdeki işlerini görüp aynı
gün evlerine dönebileceklerdir. Aynı zamanda
yeni kurulan bu şehirlerin ithalat ve ihracat
imkânları açısından karayolu, demiryolu
ve deniz yolu bağlantıları entegre olarak
sağlanacaktır. Yeni kurulan bu şehirlerin
25 yıla kadar vergi, ssk, teşvik gibi özendirici imkânlarla desteklenerek insanları
kendiliğinden daha kolay ve sakin bir
hayat yaşaması için buraları tercih etmesi
sağlanacaktır. Arsa ve araziler üzerindeki
spekülasyonları rant hesaplarını elimine
etmek için yani kurulan bu şehirlerin ticaret
bölgeleri hariç tapu verilmeyen ve 49-99
Ocak - Şubat 2013 35
MİMARLIK
yıllığına kullanım hakkı verilen bir mülkiyet
statüsüne geçirilecektir. Bu durumda hiçbir
emek sarf etmeden kamudan ya da anadan,
babadan kalan arsa ve arazilerin haksızca
kazanç yolları kapatılmış olacaktır. Böylece
insanlar üretmeden emek sarf etmeden
kazanamayacaklarını kamunun yapacağı yatırımlar dolayısıyla yapılacak yol ve tesislerden dolayı birdenbire rayiç değerinin 10 katı
100 katı haksız kazançlara ulaşamayacaklardır. Bu da toplumsal hayatın adalet üzere
dengelenmesini sağlayacak ve havadan para
kazananların önlerini kesecektir. Yeni kurulan
bu şehirlere (örneğin İstanbul’dan) devlet
zoru kullanmadan insanların kendi istek
ve kararlarıyla buralara göç ederek gerçek
kentsel dönüşümün kendiliğinden olmuş bir
örneğini hem de toplumsal kırılmalar oluşturmadan gerçekleştirecektir.
MÜLKİYET REJİMİNDE
YAPILACAK DEĞİŞİKLİKLER
Sosyal refah ve adaletin sağlanması için
toplumun bazı kesimlerinin üretmeden,
emek sarfetmeden kısa yoldan ve haksızca
servet sahibi olmasını önleyici tüm kanunî
ve fiilî tedbirler alınmalıdır. Bu çerçevede
kamunun yapacağı yatırımlardan dolayı bir
bölgenin 10-100 katı değerlenmesi sonucu
elde edilen ve herhangi bir istihdam ve emek
harcamadan ele geçen meblağlar kamuya
yöneltilmelidir. Bu çerçevede kentsel dönüşümle yeni teşkil edilecek yerleşmelerde
barınma ihtiyacını karşılamak devletin sosyal
bir görevi olarak addedilerek vatandaşa ev
yapacağı arsa –tapu verilmeden- sadece
kullanma hakkı- tahsis-tanınarak bedelsiz
verilmeli, vatandaş kendi mütevazı evini kendi yerel imkânlarıyla, az katlı ev yapma imkânı
sağlanmalıdır. Ancak bu yeri satma veya devretme hakkı verilmeyerek barınma (ev) ihtiyacı
üzerinden spekülasyon dönemi kapanmalıdır.
Sosyal dengenin muhafazası için de konut
alanından çekilen müteahhit firmaların yurt
içi ve yurt dışı ticaret, konaklama, turizm ve
sanayi tesisleri yapımında rol almaları çeşitli
teşviklerle desteklenerek sağlanmalıdır.
Yine haksız kazanç kapısı olan imar planlarındaki tadilatlarla bir takım kişi ve çevrelere
sağlanan ilave haklardan dolayı, mülkiyet
sahibinin kamuya bu imar artışının bedelini
ödemesi veya muadil değerdeki arsa ile
emsal transferi yapılması ya da kamunun
belirlenecek oranda bu arsa üzerinde hak
sahibi olması sağlanmalıdır.
Tarla ve arazilerin yakın çevresinde yapılacak
36 Mimar ve Mühendis
Alanya
kamu yatırımlarından dolayı elde edilen haksız kazançların önlenmesi için bu bölgelerde
cari emlak vergi değerleri üzerinden bölgenin çevresiyle birlikte kamuya devredilmesi
veya oluşacak değer artışının kamuya bedel
olarak devri hususunda mülkiyet rejimini
değiştirecek çalışmalar yapılmalıdır. Kısacası
mülkiyet üzerinden haksız kazanç yollarının kapatılması sosyo-ekonomik dengenin
muhafazası için elzemdir.
Efkâr-ı umumiyede rahatsızlık duyulan
yabancı ülke vatandaşlarına mülkiyet satışı
kaldırılarak yerine birçok gelişmiş ülkede
olduğu gibi 49 veya 99 yıllık kullanma tahsisi
sistemine geçilmelidir. Bu suretle memleketimiz üzerine gizli emelleri olan bazı
kesimlere de imkân sağlanmamış olacaktır. Mülkiyet rejimi üzerinde hukukçuların
yapacağı genişlemesine ve derinlemesine
çalışmalarla yukarıda belirtilen ana fikirler
çerçevesinde yeni bir sistem geliştirilmelidir.
TOPLUM İDEALİZE EDİLEN
ŞEHİRLERDE YAŞAMAYA HAZIR MI?
Tabiîki çok kolay bir şey değil bu.. İdeal
şehirleri kurarken eş zamanlı olarak bir
yandan da bu şehirlerde yaşayacak erdemli
insanları yetiştirmek gerekir. Bunların formülleri inanç ve kültürel kodlarımızda zaten
mevcuttur; “Tekkeler”.
Yüksek ahlâkın, tevazuun, sadeliğin, yekdiğerine hürmetin ve komşuluk haklarının
öğretilerek yaşatılacağı bu müesseseler
yeni çağın ihtiyacına göre güncellenerek
erdemli insanların yetiştirileceği ortam
yeniden hayata geçirilmelidir. Bunu bir
hayal olarak görüp peşinen karşı durmak
yerine, durup üzerinde düşünmek ve içinde
yaşadığımız toplumun ahlâki normlarını
neden yerine oturtamadığımızı irdelememiz
gerekmektedir.
Tekkelerde yaşlıya, gence, kadına, çocuğa
nasıl davranılacağı, kul hakkının sadece
satın alınan mallarla sınırlı olmadığı, çevreyi
kirletmenin, komşusunun yolunu, rüzgârını,
manzarasını, güneşini kapatmanın da bir
hak ihlâli olduğunu, komşusundan yüksek
bina yaparak onun mahremiyetini zedelememek gerektiği, yüksek binanın tevazuu
yok ederek kibiri tevlid ettiğini anlatarak
erdemli insan olma yolunu açmaktadır.
Bu kurumların adına ister tekke deyin, ister
başka bir isim verin ama evde, sokakta,
çarşıda, resmi dairede ve işletmelerde
eşref-îmahlukata yakışmayacak biçimde
davranışların önüne geçerek, karşılıklı hürmet ve muhabbetin , ahlâkın, helâl ve haram
olana riayetin, kamu hakkının kutsallığının
yeniden tesis edileceği bu müesseselerin
ihyası zaruridir.
Soruda belirtilen toplum teşekkül ettirilmeden yapılacak uygulamalar, yaşayanlarıyla
örtüşmeyen nostaljik, kartondan şehirler
olur ki, bu istenilen, hedeflenen bir şey
değildir. Bilakis bir yandan toplumu yüksek
ahlakın kazandırılacağı bu müesseselerde eğitirken, diğer yandan bu insanların
ideallerini yaşayacağı şehirler ihya ve inşaa
edilmelidir.
Her şeyin başında iyi niyetle başlamak ve
ümit kesmemek ve yeniden Hakk ve hakikatin en yüce değer olacağı günleri öngörmek
inancımızın gereğidir. Bu inanç ve kararlılıkla atılacak ilk adım inşaallah aydınlık geleceğimizi müjdeleyecek safhanın en mühim
başlangıcı olacaktır. Ancak inanmayanlar
ümitsiz olabilirler..
Ocak - Şubat 2013 37
DOSYA: TARIM VE GIDA
GİRİŞ • MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
GIdalarımız ne
kadar doğal ve
sağlıklı?
İnsan gelişiminin ve sağlığının en önemli koşullarından biri “sağlıklı
beslenme.” Güvenilir gıda üretiminde üzerinde durulması gereken konular
arasında; tarımda kullanılan tohum, yöntem, metodlar, ürünlerin satışa
sunulmadan önce geçirdiği işlemler, hayvancılık tesislerinin koşulları ve
çalışma yöntemleri bulunuyor. Gıda üretimi maddi çıkarlar doğrultusunda
dünyada “tarım emperyalizmi”ne dönüşebiliyor; ayrıca bol ve güzel görünümlü
mahsul elde etmek, kar sağlamak amacıyla kimyasallara bulanmış sağlığa
zararlı ürünler piyasaya bilerek sunulabiliyor. Bu alanda, yerli –ithal
politikaları da önemli bir yer teşkil ediyor. İnsanların, sağlıklı gıdanın önemi
hakkında bilinçlenmesi ve bunlara erişmenin yollarını bulması; sağlıklı tarım
ve hayvancılık için çözüm önerileri oluşturmaları gerekiyor.
38 Mimar ve Mühendis
Ocak - Şubat 2013 39
DOSYA: TARIM VE GIDA
GİRİŞ • MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
TARIM VE GIDA
PANORAMASI
Artan nüfusa rağmen kısıtlı kaynaklara sahip dünyamızda verimli
toprakların ve güvenli gıda yetiştirmenin önemi artıyor. Tarım
ve gıdanın gelecekte petrolün, değerli madenlerin yerini alacağı
öngörülüyor. Küresel trendler-2030 raporu'na göre geleceğin
savaşları su ve gıda kaynaklı olabilir.
Sağlıklı yaşam, sağlıklı nesillerin oluşması, gelecek kuşakların da
faydalanabileceği verimli topraklar, temiz bir çevreye sahip olabilmek için güvenli tarım ve gıda üretim metotlarına gereken önemin
verilmesi gerekiyor. Dünyadaki nüfus 2012 yılı itibariyle yaklaşık 7
milyar kişiye ulaştı; 2025 yılında ise yaklaşık 8 milyara çıkacağı tahmin ediliyor. Tüm dünyanın gıda ihtiyacını karşılayabilmek amacıyla
tarım alanlarının büyütülmesine ve mevcut alanların verimliliğinin
artırılmasına çalışılıyor. Bu doğrultuda daha çok ürün elde etmenin
yolu geleneksel tarım metotlarından uzaklaşılarak, modern tarım
yöntemlerine geçiş olarak belirlendi. Yeni teknikler uygulanırken,
çiftçinin eksik ve yanlış bilgilendirilmesiyle, kimyasal gübre ve
ilaçların yanlış kullanılmasına veya daha çok kazanma arzusuyla
bilerek zararlı tohum ve diğer yöntemlerin ürünlerin yapısını bozmasına izin verildi; insanın ve gelecek nesillerinin sağlığı tehlike
altında. Doğru yapılmayan ilaçlama, gübreleme vs ürünü bozmakla
yetinmiyor, çiftçisini de zehirliyor.
Dünya genelinde tarım ve gıdanın önemini vurgulamak ve durumunu takip etmek amacıyla Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü
(FAO)’ya üye olan Türkiye, bu konuda bilinci artırmak için çalışmalar
gerçekleştiriyor. Tarım destekleme modelleri ve teşvik politikaları ile
kaliteli üretimin önünün açılması ve doğal ürünlerin rekabette öne
40 Mimar ve Mühendis
çıkabilmesinde çiftçilere çözüm önerilerinin sunulması gerekiyor.
Tarım politikaları kapsamında, iyi bir toprak analiziyle, çiftçilerin
üretimde ihtiyacı olan tüm öğeler konusunda bilinçlendirilmesi
amaçlanıyor. Bu sırada 6 milyar dolar seviyelerine çıkan tohum ithalatıyla birlikte ithal tohumun kullanımı yaygınlaşıyor. Hibrit tohumlar,
herbisli tarım, ürüne ve toprağa zarar verecek şekilde kimyasalların
kullanımı dolayısıyla suyun, çevrenin zarar görmesi de bu başlık altında tartışılan konular arasında yerini alıyor.
Kötü tarımın sonucunda oluşan ürünler sindirim sistemini ve diğer
organları bozuyor. Yalnızca tarımla değil, ürünler toplandıktan
sonra, çabuk bozulmaması ve parlak, güzel görünümü için gerçekleştirilen mumlama işlemi de yine zararları tartışılan konular
arasında. Bu işlem sırasında ürünün gözeneklerinden geçen kimyasallar, yiyeceklerin tüketimiyle doğrudan insan vücuduna alınıyorlar.
Fareler üzerinde yapılan deneyler sonucunda; ürünlerin korunması
için kullanılan koruyucu maddeler, renklendirici, tatlandırıcılar, lezzet artırıcıların da önemli bir kısmının kanserojen etki oluşturduğu
belirtiliyor. Bu maddeler ise bugün marketlerde önemli bir yer teşkil
eden, hazır yiyecek ve atıştırmalıkların çoğunda mevcut.
Et ve ürünleri alanında yine sağlık ve beslenmeyle ilgili sorunlar
gündemde. Daha hızlı gelişmesi için doğal şartlarda yetişen besinleri
yemesi gerekirken, GDO’lu mısırlarla büyütülen ve kötü koşullarda yetiştirilen hayvanlar insan sağlığını tehdit ediyor. Hayvancılık
alanında yeni teknolojik modellerin hayata geçirilmesinin yanı sıra
özenli çiftliklerin kurulması ve hayvanların özünü değişime uğratacak maddelerin bilinmesi; bunlardan uzak durulması gerekiyor. Bu
sırada, hayvancılık çalışmalarının teşviği için hükümet politikalarının
geliştirilmesi yine önem kazanıyor. İthalata karşı yerli ürünün güçlendirilmesi de bu alanda gündemde. Son yıllarda et tüketiminin sürekli
artış gösterdiği Türkiye’nin hayvancılık faaliyetlerinin genel nüfusa
oranının %27’den %22’ye düşmesi de üzerinde durulması gereken
bir konu olarak görülüyor.
Ürünlerin; tarladan, ağaçtan toplanıp sofraya uzanan serüveninin her
bir aşamasının titizlikle gerçekleştirilmesi gerekiyor. Tasnifine, taşınmasına, satıcıya ve tüketiciye ulaşmasına kadar, her aşamasında
ürünler takip edilmeli. İdeal olan; doğal yöntemlerle yapılan yetiştiriciliğin yanı sıra gıdaların tedarik zincirinde bozulmadan ve sağlıklı
ambalajıyla birlikte pazara sunulması. Bunu takip etme görevi ise bu
noktada denetleyici kurumlarla birlikte tüketiciye düşüyor. Ambalajın
üzerinde tanımlanan, gıdanın içeriğinde bulunanlar listesinin önemi,
katkı maddelerinin neler olduğu gibi birçok konu tüketiciyi düşündürmeli. İnsanlar gıda ve beslenme konusunda bilinçlenmeli ve ürünlerin
Tarım destekleme modelleri ve teşvik politikaları
ile kaliteli üretimin önünün açılması ve doğal
ürünlerin rekabette öne çıkabilmesinde çiftçilere
çözüm önerilerinin sunulması gerekiyor.
güvenilirliğini, besin değerlerini sorgulamalılar.
Bunların yanı sıra uluslar arası arenada tarım ve gıda yeni sömürgecilik alanı olarak karşımıza çıkıyor. Gıda krizinin çıkması endişesiyle zengin ülkeler, az gelişmiş ülkelerden uzun süreliğini verimli
toprakları kiralayıp satın alarak gıda rezervlerini büyütüyor ve
ihracat çalışmalarını güçlendiriyorlar. Bu arazilerin bir kısmı, enerji
fiyatlarının yüksekliğinin de etkisiyle, etil alkol ve biyodizel üretmek
için kullanılabiliyor. Bu alanda yatırım yapan kuruluşların arasında
yalnızca tarım şirketlerinin olmadığı, devletlerin yanı sıra banka,
sigorta gibi farklı alanlarda faaliyet gösteren şirketlerin de bu toprakları kiralayıp satın aldıkları biliniyor. Türkiye’de de verimli geniş
arazileri, çok uzun süreliğine kiralandı. Tarım ve gıdanın gelecekte
petrolün, değerli madenlerin yerini alacağı öngörülüyor. Amerikan
istihbaratının analiz birimi Ulusal İstihbarat Konseyi'nin yayınladığı
küresel trendler-2030 raporuna göre de geleceğin savaşları su ve
gıdadan kaynaklanabilir.
Ocak - Şubat 2013 41
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Dr. Yavuz DİZDAR
İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü
GIDANIN ENDÜSTRİLEŞMESİ,
HASTALIKLARIN AÇIKLANMASINDA
ANAHTAR-KİLİT İLİŞKİSİ
Dört temel besin grubundan biri olan tahıllar,
tarımsal üretimde de en büyük paya sahip
olan bitki grubudur. Bu grubun en önemlileri
olan buğday ve çeltik ile bunların yan
Ç
oğumuz büyük buluşlar devrinin artık tamamlandığını düşünürken, bunu dayandırdıkları en önemli gerekçe, maddenin ve
moleküllerin yapısı konusunda elde ettiğimiz detaylardır. Oysa
detaylar kavramın bütünü konusunda ne kadar fikir verebilir?
Sonuç olarak bugün vardığımız nokta, “karmaşık bir şeyin
parçalara ayrılıp onları inceleyerek çözülebileceğini” ileri süren
Kartezyen Düşünce’nin iflasıdır. Günümüz bilimi detayda elde
ettiği bunca sonuca, Dekart’ın Kartezyen Düşünce’sine dayanarak gelmiştir. Ama Batı akademisi, özellikle biyolojiyle
ilgili bilimlerde (hele hele DNA dizisi bile çözülmüşken) Kartezyen Düşünce’nin artık tükenmiş olduğunu kabul etmek
zorunda. Meselenin bundan sonrası “anlama” dayanmakta
ve başka bir bakış açısını gerektiriyor. Standart örneği yeniden vereyim. Hiç motorlu araç görmemiş birine bir araba
gösterip de nasıl yürüdüğünü sorduğunuzda ilişkilendireceği başlıca özellikler, arkasındaki borudan duman çıkıyor
olması, kaputun ısınması ya da çıkarttığı ses olacaktır. Bu
durumda arabanın çalıştırması istenirse altına ateş yakmayı, egzoza duman çıkartan yanmış otlar tıkmayı ya da
sesini taklit etmeyi deneyecektir. Daha da ötesi, motoru
oluşturan parçaların hiçbiri tek tek incelendiğinde motorun nasıl çalıştığını açıklayamaz. Kartezyen Düşünce’nin
artık yetersiz kaldığı günlük yaşamımıza doğrudan etkili
olduğu en temel alan da beslenmedir. Son iki yıldır giderek
daha fazla okumak zorunda kaldığım beslenme konusunda
yazdıklarım, aslında tıbbın kısır kalmış bakış açısına da bir
42 Mimar ve Mühendis
ürünleri insanların temel besin maddesi
ihtiyacını karşılarken, arpa ve mısır da
daha yoğun olarak hayvan beslenmesinde
kullanılmaktadır.
eleştiridir. Endüstrinin bizi getirdiği noktada gıdadaki derin
değişim, aynı bakış açısını kullanarak açıklanamaz. Buna
karşılık yine de sorunun temel başlıkları bulunmakta. Bu yazı
bunları ana hatlarıyla irdelemek amacıyla kaleme alınmıştır.
İnsektisit, herbisit, fungisit gibi tarımda
kullanılan ilaçların besinlerdeki
kalıntıları ağır bir sorundur
Tarım ilaçları tarım zararlısı olarak adlandırılan böcek, ot
gibi aslında doğanın bir unsuru olan canlılarla mücadele
edebilmek amacıyla geliştirilmiştir. Organik tarımda kullanılmaları da belli kurallar çerçevesinde kabul edilir. İlaç
usulüne uygun olarak kullanılmalı ve ürünün alınmasından
belli bir zaman önce kesilmelidir. Bu yapılmadığı takdirde
ilaç kalıntıları bitkinin kabuğunda ve içerisinde kalır. Bu
kalıntıların en vahimi “sistemik” olarak adlandırdığımız
ilacın bitkinin bünyesine geçerek kullanımıyla oluşanlardır.
İlaç bitkiye dışarıdan uygulama sırasında geçebilir ya da
özellikle kökten verilerek uygulanabilir. En tehlikeli durum
budur, zira uygun kullanılmaması durumunda ürün alınırken
ilaç bitkinin içinde kalır. Zaman zaman ihracat amacıyla
yetiştirilen ürünlerde bile (bunlar genel üretimin yüzde 5’ini
oluşturan çok özenli tarım ürünleridir) tarım ilacı kalıntısı
olduğu gerekçesiyle geri gönderildiği basına yansımaktadır. Bu ürün de elbette iç piyasaya verilir, ama denetimin
tamamen köylünün insafına kaldığı durumlarda ilacın nasıl
kullanıldığı bilinmemektedir. Çiftçi ilacı iyi bir şey zannederek bol
bol kullanabilmektedir. Anadolu’dan aktarılan bilgiler, tarım ilacı
satıcılarının çiftçiye “kendi yiyeceklerine mi, yoksa piyasaya vereceklerine mi” sorusunun cevabına göre ilaç verdikleridir. İlaçların
meyvenin bozulmasını önlemek amacıyla kullanılabileceğine dair
şüpheler de oluşuyor, bir yıl değil çürümek, pörsümeden kalan
elma biliyorum. Kliniğimize tedavi amacıyla gelen çiftçilerden
buğday ekimi öncesi toprağın ilaçlandığı, mısır yetiştirilmesi sırasında dört kez ilaç uygulandığını öğreniyorum. Bu ürünlerin hiçbiri
denetlenmemektedir. İçinde kalıntı olan ürünün tüketilmesi, ilacın
da bizim vücudumuza geçmesi anlamına gelir. Aslında ilaç bitki
zararlısına yönelik üretilse de, elbette insanlarda ve hayvanlarda
da ciddi toksik etkileri vardır. Geçtiğimiz aylarda Çatalca’da onlarca ineğin topluca öldüğü ifade edildi. Hayvanları pirinç tarlalarının
yakınında bulmuşlar, ölüm nedeninin araştırılıp araştırılmadığını,
tatminkar sonuçlara ulaşılıp ulaşılmadığını bilemiyoruz. Çiftçiler
de yanlış ilaçlama yöntemleri nedeniyle zehirlenmekteler. Örneğin Karadeniz’den aktarılanlar, fındık ilaçlamak isteyen çiftçinin
torbayı açıp, ilacı avuç avuç havaya attığını söylüyor, rüzgarın
etkisiyle nereye ne kadar düşerse, böyle ilaçlama mı olur?
Öte yandan yapılan pek çok araştırma tarım ilacı kullanımı ve
kanser arasında da açık bir ilişki olduğunu gösteriyor. Martinik’te
yapılan bir çalışma prostat ve meme kanserinin tarım ilacı kullanımıyla paralel arttığını gösteriyor, Martinik bir ada olduğundan
kapalı bir sistemi oluşturuyor, çalışma bu nedenle önemli (1).
Brezilya’da yapılan bir araştırma ise bölgelerde kullanılan tarım
ilacı miktarıyla kanser arasında kesin bir paralellik olduğunu
göstermiş, özellikle lenfomalarda bir artış bulunmakta (2). Aynı
ilişki ne yazık ki çocukluk çağı kanseri için de gösterilmiş (3).
Fakat ülkemizden yapılan analizlere bakılınca durum açıkçası bir
felaket. Türkiye’de hastalık sıklığı ve olası nedeni araştıran (epidemiyolojik) çalışmalar çok yapılamasa da, insan dokularından
ve anne sütlerinden yapılan analizlerin sonuçları dehşet verici bir
tablo ortaya koyuyor. Bu konuda 15’ten fazla araştırma yayınlanmış, herkesin dokusunda bir şekilde tarım ilacı artığı var (4).
Bu saptama üzerine Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’ndan
hangi tarım ilaçları için analiz yaptıklarını öğrenmek istedim
ve bunu defalarca vurguladım. Bakanlık Başmüsteşarı aradılar,
ancak bugüne dek “neye baktıkları, ne buldukları” şeklinde bir
açıklama görmedim. Benim kanaatim, herhangi bir tarım ilacı
analizi yapılmadığıdır. İnsanlar tarım ilacı kalıntısı olan ürünleri
tüketiyor, biz bunun sonuçlarını hastanede görüyoruz.
Rafine gıdaların sağlığa olan olumsuz etkileri
Beslenme konusunda bilinenler, diğer alanlarda bilinenlere göre
çok azdır. Bunun bir nedeni beslenmenin zaten doğal olarak
yapılması, “nasıl olsa yenilenler bir şekilde sindiriliyor” diye düşünülüyor. Oysa Galen’den beri çok iyi bilinen gerçek, beslenmenin
insanın sadece gelişimini değil, sağlığını da çok ciddi etkilediğidir. İnsanın geleneksel beslenmesinde rafine gıdanın zaten yeri
yoktur. Gıdanın rafinasyon süreci ise sanıldığından daha eskidir,
ilk rafine un 1800’lerin sonlarında üretilmeye başlanmış. Bunu
Yapılan pek çok araştırma tarım ilacı kullanımı
ve kanser arasında açık bir ilişki olduğunu gösteriyor. Martinik’te yapılan bir çalışmaya göre
prostat ve meme kanseri tarım ilacı kullanımıyla
paralel artıyor.
daha sonra şeker başta olmak üzere, diğer temel besin maddeleri de izlemiş (5). Sindirim sisteminin nasıl çalıştığına ilişkin
bilgilerin zayıf olması, rafine gıdanın nasıl bir sağlık sorunu yaratacağını maskelemektedir. Rafine ürünler sindirim sisteminin
ince bağırsaklar bölümünden hızlı ve pek değişikliğe uğramadan
emilirler. Oysa sindirim dediğimiz süreç esas itibarıyla kalın
bağırsaklardaki miktobiota olarak adlandırılan bakteriler tarafından yapılmaktadır (6). Bu bakterilerin 300 türün üzerinde olduğu
tahmin edilmektedir, ancak pek çoğunun insan vücudu dışında
kültür ortamında üretilmesi bile mümkün olmamaktadır. Aslına
bakarsanız bakteriler zaten dünyadaki bütün biyolojik sindirim
işlevini de yerine getirirler, örneğin azot döngüsü bakterilerin
işlevidir, çevreye salınan toksik maddelerin zehirsizleştirilmesi
işlemi de bakteriler tarafından yapılır. Beslenme ile alınan gıdaların nasıl bir dönüşüm işlemine tabi tutulacağını da bakteriler
belirler. Örneğin proteinlerin bir kısmı bakteriler tarafından kısa
zincirli yağ asitlerine dönüştürülür, bu ürünler kalın bağırsak
hücrelerinin beslenmesi için esastır. İşte rafine ürünlerin aşırı
Ocak - Şubat 2013 43
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
tüketimi kalın bağırsakların beslenmesini bozar. Kalın bağırsaklar
sanıldığı gibi “kalın bir boru” değildir, özellikli ve ayrı bir organdır,
embriyolojik gelişimleri de bu gerçeği destekler. Oysa günümüz
endüstriyel besinleri yoğun biçimde rafine bileşenler içerir. Rafinasyonun nedeni besinin raf ömrünün uzatılmasıdır. Tam gıdalar
uzun raf ömrüne sahip değildir, buna karşılık bir besinin ömrünü
uzatmanın temel yolu rafine hale getirmektir, zira onun doğal
bozulma sürecinde rol oynayan bakteriler diğer bileşenler eksikse üreyemezler.
Bugüne dek yapılan bütün araştırmalar tam gıdaların tüketilmesini başta diyabet, kanser, kalp, ülseratif kolit gibi hastalıklardan
koruyucu olduğunu göstermekte (7). Bu durumun bir nedeni söz
konusu hastalıkların bütününe bir enflamasyon (mikropsuz iltihap) durumunun eşlik etmesi. Tam gıdaların özellikle kalın bağırsaktaki bakteri florası için gerekli olduğu şeklinde yorumlanmalı.
Zira beslenmenin temeli kalın bağırsaklar ki, ben ona “dahili
topraklar” adını veriyorum. Bugün ülseratif kolit gibi hastalıkların
stresin değil, yanlış beslenmenin etkisi olduğunu düşündürecek
çok fazla bulgu var. Bu hastalarda ağızdan beslenmeyi kesip,
damardan beslenmeye başladığınızda bile hastalık düzelme gösteriyor. Bu durum da olasılıkla “toprakların nadasa bırakılmasına”
karşılık geliyor.
Sütteki UHT işleminin ve yoğurttaki homojenize
etme işleminin sağlığa olumsuz etkileri
Süt doğanın mantığı gereği aslında hiçbir işleme tabi tutulmamalıdır, ancak hayvanların sağlıklı olmadığı koşullarda pastörizasyon
işlemi Pastör’den bu yana kullanılmaktadır. Pastörizasyonda
sütün eriştiği sıcaklık hastalık oluşturabilecek etkenlerin ortadan
kaldırılması için yeterlidir, Whey proteinleri gibi besleyici unsurlar
kabul edilebilir bir miktarda kaybedilir. Ancak uygulama “ultra
high temperature” (UHT) denen “çok yüksek sıcaklık” aşamasına
geldiğinde durum değişir. Çünkü süt düz bir besin değil, aslında
yeni doğan bebeğin dış dünyaya adaptasyonunu gerçekleştiren sıra
dışı bir biyolojik sistemdir. Yapılan bütün araştırmalar anne sütü ile
beslenen çocukların, bu adaptasyonun daha iyi olması nedeniyle
formül mamalarla beslenenlere göre daha sağlıklı bir yaşam
geçirdiklerini göstermektedir.
Günümüz süt endüstrisinin en büyük hatası sütü düz bir besin
maddesi olarak kabullenmesi ve ona “yüksek teknolojik işlem”
yapabileceğini zannetmesidir. Bu uygulamanın başlangıç aşaması sütün homojenizasyonudur. Normal koşullarda kaymak oluşturan süt içerisindeki yağ kürecikleri, süt 85 derece sıcaklıkta, 140
bar basınç altında (1400 metre su basıncı) çok ince bir delikten
püskürtülerek sütün içerisine karıştırılır. Endüstri bunun zararsız
bir yağ küreciklerinin parçalanması işlemi olduğunu düşünmektedir, ancak homojenizasyon sonrasında süt başta karakteristik
kokusu olmak üzere pek çok özelliğini yitirir. Bu işlem aslında
homojenizasyonun ötesinde bir kataliz işlemidir, sütün bebek için
koruyucu özelliklerini de ortadan kaldırır. Piyasada “homojenize”
olarak satılan yoğurtların da ekşime özelliği bu kataliz işlemi
nedeniyle ortadan kalkmaktadır. Bu aynı zamanda yoğurdun
44 Mimar ve Mühendis
vücut için “koruyucu antioksidan özelliğini” de ortadan kaldırmaktadır. Oysa antioksidan özellik yaşlanmanın geciktirilmesi
açısından Nobel ödüllü Rus Kimyacı Elie Metcnikof tarafından
ortaya atılmıştır, çünkü etkinliğini kaybetmemiş yoğurt, vücuda
öyle ya da böyle alınan toksik maddelerin etkisizleştirilmesi için
gereklidir (8). Dahası gerçek yoğurt bağırsak florasının sürdürülmesi için de çok önemlidir. Burada vurgulamam gereken bir diğer
üzücü nokta, homojenize sütten yapılan yoğurdun kaymak oluşturamamasına karşılık, piyasadaki endüstriyel homojenize yoğurtların
çoğunun kaymaklı olmasıdır, bu kaymaklar yoğurdun üzerine sonradan eklenen “çakma” kaymaklardır (endüstri de karşılıklı görüşmelerimizde durumu kabul etti). Bunu yapabilmek için genellikle
margarin kullanıldığı kabul edilmektedir.
Sütün endüstriyel işlenmesindeki UHT aşamasında ise sıcaklık
140 derece civarına çıkarılır, süt su bazlı bir sistem olduğundan bu
sıcaklığa çıkması kaynama nedeniyle mümkün olmayacağından
basınç uygulanması gerekir. Bu basınç 5 bar düzeyinde, yani gıda
mühendisi arkadaşlarımızın ifadesiyle şebeke suyu basıncı seviyesindedir. İşte bu işlem sadece süt içerisindeki uyku halindeki mikroorganizmaları ortadan kaldırmakla kalmamakta, sütün yapısında da
ciddi değişikliğe neden olmaktadır, zira UHT sütler doğal bozulma
Gıdaların aslında ayrıca lezzetlendirilmelerine
gerek yoktur, çünkü gerçekten olması gerektiği
gibi üretilmiş taze gıdaların lezzet sorunu yoktur.
Lezzet kaybı bu gıdaların aşırı fiziksel işleme tabi
tutulmalarıyla ortaya çıkmakta.
ete uygulanan yüksek basınç işlemidir. Bizim ülkemizde açık satılan etler için söz konusu değildir, ancak endüstriyel sosis, salam
gibi şarküteri ürünleri ve hamburger etlerinde uygulanmaktadır.
Burada söz konusu olan 5000 bar, yani yaklaşık 50 kilometrelik
su basıncıdır. Bu basınç altında da et fiziksel ve kimyasal değişim
nedeniyle doğal lezzetini yitirir. Bu durumda monosodyum glutamat (MSG) olarak adlandırılan madde tat özelliğinin artırılması
amacıyla kullanılmaktadır. MSG bir glutamik asit bileşiğidir, aslında
uyarıcı amino asitler sınıfında yer alır. Tat duyusunu uyarması da
sinir sistemini uyarmasıyla benzer bir etkidir. İstanbul Tıp Fakültesi
Farmakoloji Anabilim Dalı’ndaki ihtisas eğitimim sırasında Prof. Dr.
Hikmet Koyuncuoğlu ile yaptığımız deneysel çalışmalar, yeni doğmuş farelerde MSG’nin morfin bağımlılığına da pekiştirici bir etki
gösterdiğini ortaya koymuştu (12). Dolayısıyla MSG’nin etkisi sadece
tat duyusunun güçlendirilmesi değil, yeme isteğinin artırılması da
olabilir. Bu nedenle anne-babalar çocuklarını MSG içeren endüstriyel ürünlerden kesinlikle uzak tutmalıdırlar. Oysa genel kullanım alanın baktığınızda, bu madde endüstriyel keklerde, çorbalarda başta
olmak üzere, neredeyse bütün endüstriyel gıdalarda kullanılmakta.
Toplumu endüstriyel bütün ürünlerden uzak durmaları konusunda
uyarmam elbette gerekçesiz değildir.
yolu olan ekşime özelliğini kaybederler, proteinlerin nasıl bir forma
katlandığı da bilinmemektedir. Ne akademi, ne de endüstri bugüne
kadar sütün fizyolojik etkilerini hemen hemen hiç incelememiştir.
Örneğin sütün ana proteini olan kazeinden oluşan beta-casomorphin-7 sindirim sistemi örtüsünün (mukus tabakası) oluşturulmasını
uyarır (9). Aynı şey sütün fermente biçimi olan yoğurtta da vardır.
Kazein midede tamamen özgül bir şekilde kesilip, biçilir, vücuda
bir bütün olarak emilir (10). Tekrar söyleyeyim, sütün ve yoğurdun
fizyolojik etkileri henüz yeni araştırılıyor, kan şekeri seviyelerini bile
düzenlediğine dair veriler henüz iki yıllık (11). İşte ekşimeyen homojenize yoğurtlar ve UHT sütlerde bu özellikler biter, çocuklarını uzun
ömürlü UHT sütle ve ekşimeyen homojenize yoğurtla beslemeye
çalışanlar, onları sütün ve yoğurdun fizyolojik etkilerinden tamamen
mahrum bıraktıklarını bilmeliler.
Gıdaların aslında ayrıca lezzetlendirilmelerine gerek yoktur, çünkü
gerçekten olması gerektiği gibi üretilmiş taze gıdaların lezzet
sorunu yoktur. Lezzet kaybı bu gıdaların aşırı fiziksel işleme tabi
tutulmalarıyla ortaya çıkmakta. UHT dediğimiz işlem sadece süte
uygulanmaz, ayranlar, kefirler, meyve suları, sebze püreleri, ketçaplar başta olmak üzere pek çok üründe raf ömrünü uzatmak
amacıyla kullanılmaktadır. Aşırı fiziksel işlemin bir diğer biçimi ise
GDO’lu yemlerle beslenen hayvanlardan elde
edilen ürünlerin insan sağlığına zararı
Genetiği değiştirilmiş organizmalar son 15 yılda giderek yaygın
endüstriyel uygulama alanı buluyorlar. Biyoteknolojinin yardımıyla
geliştirilen bu ucube canlılar her ne kadar dünyada açlığa çare olacak diye geliştirildilerse de, gerçeğin bununla bir alakası yok, amaç
daha karlı, üstelik patent korumasında endüstriyel tarım ürünleri
geliştirmek (13). İlaçların içerisinde en sorunlu görülenler sistemik
uygulanan ot ilacı olan glifosat ve türevleri. Örneğin glifosata
dayanıklı soya ve mısır soyları dünyada en çok üretilen GDO tarım
ürünlerinden, bunların tarımında zararlı ot ilacı olarak kullanılan
glifosat da ayrılmaz bir parçası. Glifosata direnç sağlayan genler
soya, mısır, kanola, pamuk gibi bitkilerin içerisine yerleştirildiğinden
beri, yeni bir GDO biçimi olarak uygulamada giderek yayılıyor. Bu
bitkiler glifosata dirençli, ancak bu elbette glifosatın bitkinin içine
hiç geçmediği anlamına gelmiyor. Glifosat dıştan uygulamada
bile bitkinin içerisine geçebilen bir madde, yapraklardan emilip
köke taşınıyor (14).
Bitki dirençli ise yine taşınıyor, ama fazlası bitkiye zarar verecekken bu kez vermiyor. Lakin bu şekilde üretilen soya, mısır
hayvan yemi olarak geniş kullanım alanına sahip. Ülkemize ithalatı da Biyogüvenlik Kurulu’nun raporlarına dayanılarak serbest
bırakıldı. Tavuk yemlerinin yüzde 98’inde GDO soya kullanılıyor;
Sabancı Üniversitesi’nden dostumuz Prof. Dr. Selim Çetiner’in
Ocak - Şubat 2013 45
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Organik yetiştirilmiş tavukların pişme süreleri iki
saat, fiyatları da diğerinin neredeyse dört katı. Şu
ana kadar vardığım sonuçlar endüstriyel tavukların
aslında yenemeyecek kadar hasta oldukları şeklinde.
bir öğrencisine yaptırdığı tez bu durumu açıkça ortaya koydu,
ki bunun üzerinden en az beş yıl geçti, yani Biyogüvenlik Kurulu
kararları öncesinde de vardı. Oysa Arjantin’den yapılan çalışmalar bu ilacın gelişmekte olan embriyolarda anomaliye neden
olduğunu göstermekte. Bu anomaliler “orta hat bölünme bozuklukları” tanımlanmakta, örneğin gözü etkilemekte. Embriyoların
sinir sistemleri etkileniyor, sinir dokusunun oluşumu bozuluyor.
Kafa orta hat bozuklukları saptanıyor, aynı şey sırt bölgesindeki
sinir dokusunun (omurga ve omurilik) kapanmasında da ortaya
çıkıyor. Bu tarımın yapıldığı bölgelerde çok sayıda düşük ve
doğum anomalisi saptandığı da bilinen gerçekler arasında (15)
Bu ilaçlar memeli hücrelerinin döngüsünü de değiştirmekte,
yani insan hücrelerinde de etkisi olduğu kesin (16). GDO’ların ve
beraberinde kullanılan ilaçların yıllardır uygulanmasına karşılık,
bu etkilerin yeni ortaya çıkıyor olmasının gerekçesi ise, patent
korumaları nedeniyle araştırılmaların patent sahibi firmaya ait
olmasıdır (17, 18). GDO’ların çevre etkileri ve beslenmede yaygın
kullanımları durumunda nasıl bir sonuca yol açacakları bağımsız
bilimsel kuruluşlar tarafında ancak yakın zamanda incelenmeye
başlandı. Dünya bu konuda bedeli ağır bir sürprize hazır olmalı.
Sağlık açısından riskli olduğu belgelenen/
kesinleşen gıda katkı maddeleri nelerdir?
Gıdaya baharat dışında konan bütün sentetik maddeler sağlık açısından zararlıdır. Rafine şekerin bile fazlası zararlıdır, ancak kullanılacaksa tercih edilmesi gereken mutlaka pancar şekeri olmalıdır, zira
bu doğaldır ve kalın bağırsakta özellikle sakaroz parçalayan bakteriler
bulunmaktadır. Oysa günümüz endüstriyel tatlı gıdalarının ve meşrubatlarının üretiminde früktozdan zengin mısır şurubu (nişasta bazlı
şeker, NBŞ) kullanılmaktadır. Mısır şurubundan elde edilen früktoz
saflaştırmayla değil, enzimatik kimyasal reaksiyonlarla elde edilir.
Pek çok bilimsel araştırma früktozun pankreas kanseri (19-22), beyin
işlevinde baskılanma
ve şeker bağımlığına neden olabileceğini açıkça ortaya koymuştur
(23). Bugün ABD’deki aşırı kilolu neslin ortaya çıkışı NBŞ’ye paralel
gitmektedir. Dahası früktozun keklerde kullanılmasının bir diğer nede46 Mimar ve Mühendis
ni de bozulmayı önleyici, yani preservan olmasıdır. Bir arkadaşımın
annesi açtığı endüstriyel keki keki bir yıl sakladı, bana verdi, ben de
kütüphaneye koydum bekliyorum. Değil küflenme, kuruma bile yok.
Öte yandan früktozdan zengin beslenme toksiktir, bu konuda
eriştiğim en erken yayın 1982 yılına ait, o zaman bile früktozdan
zengin diyet farelerde zaten metabolik sendrom oluşturmada bir
model olarak kullanılmakta (24). Yani früktozdan zengin beslenmenin metabolik sendrom, insülin fazlası ve hipertansiyona neden
olduğu çoktan beri bilinmekte, son derleme de 2009’da yayınlanmış (25). Bir yanda yüksek früktozlu mısır şurubu tüketilmekte, beri
yandan bu deneysel model üzerinde ilaçların tedavi edici etkileri
incelenmekte. Yani endüstri mısır şurubunu yaygın olarak kullanmaya başladığında, akademi bunun metabolik sendroma neden
olduğunu zaten bilmekte. Dahasını söyleyeyim, bir basit Google
taramasıyla bile bütününe erişilebilen 2007 tarihli son bilimsel
araştırmalardan birisi; “Früktoz, ama glikoz değil, kronik böbrek
hastalıklarının ilerlemesini hızlandırmakta” diyor (26). Metabolik
sendromun kansere neden olduğu konusunda ise zaten kimsenin
tereddüdü yok (27, 28).
Ancak “zararlı olduğu kanıtlanmış” sözünün pratik olarak bir anlamı
olmadığını özellikle vurgulamak zorundayım. Zararlı olduğu kesin
olan sigara için bile alınan önlemler kısıtlıdır. Gıdalara katılan
kimyasalların zararlı olduğunu da herkes bilir, ama önlem alındığı
görülmemiştir. Burada önemli olan herkesin bireysel duyarlılığını
geliştirmesi, düzenleyici otoritenin de halkı bilgilendirip doğru
seçeneği sunmasıdır. İstanbul’da Taksim gibi bir merkezde ekşiyen
yoğurt bulmak mümkün değilse, günlük süt bakkallara ulaştırılamıyorsa, bunca uyarıya rağmen endüstri işine gelmediği için üretim
modelini değiştirmiyorsa, o zaman “kanıtlanmış” lafının bir anlamı
kalmamaktadır.
Peki endüstriyel tavuklar
güvenle tüketilebilir mi?
Endüstriyel gıda ciddi bir sağlık sorunu, buna son olarak da
endüstriyel tavuklar eklendi. Eskisini bilenler çok iyi hatırlayacaklardır, tavuk çok lezzetli, ama kolay pişmeyen bir gıda idi. Ne var
ki günümüzde tavuk yarım saatte pişiyor ve jöle oluşturamıyor.
Son aylardaki çalışmalarımın neredeyse bütününü bu durumun
nedenini açıklamaya yönlendirdim. Çünkü tavuk çok tüketilen
bir gıda maddesi, fakat beri yandan GDO soya ve mısırla da bir
kesişme noktasını oluşturuyor. Daha önce de söz ettiğim gibi,
hayvanların beslenmesi yüzde 98 GDO oranında soya ve mısırla
yapılıyor. Organik üretim çok az, organik yetiştirilmiş tavukların
pişme süreleri iki saat, fiyatları da diğerinin neredeyse dört katı.
Şu ana kadar vardığım sonuçlar endüstriyel tavukların aslında
yenemeyecek kadar hasta oldukları şeklinde. Üretim yönteminin sonucu olarak kemik ve bağ dokuları son derece zayıf ve
gelişmemiş, jöle oluşturmamalarının nedeni de bu. Ülkemizden
yapılan çalışmalar hayvanların kalp ve karaciğerlerinin olması
gerekenden küçük olduğunu ortaya koymuş, bu GDO yemlerle
yapılan araştırmaların sonuçlarıyla birebir uyuyor (29). Oysa
biz tavuğu çok tüketiyor, çocuklarımıza yediriyoruz. Kendisi bu
kadar sağlıksız bir hayvanı yiyerek nasıl sağlıklı kalabileceğinizi
düşünürsünüz. Endüstrinin “hijyen” kavramı burada da ön plana
çıkıyor, tavuk yetiştirilmesi ile hijyenin ne alakası var, önemli
olan kesim sonrasındaki hijyendir. Fabrika gibi kapalı ortamlarda
hijyene bu kadar dikkat etmelerinin nedeni tavuğun enfeksiyonlara son derece açık olması, zaten 45 günlük kesim süresini
aşıp da 80 güne çıkarırsanız kendiliğinden ölüm oranları da
belirgin artıyor (30).
KAYNAKLAR
1. Landau-Ossondo M, Rabia N, Jos-Pelage J et al. ARTAC international research
2010; 23: 1586-1595.
group on pesticides. Why pesticides could be a common cause of prostate and breast
16. Marc J, Mulner-Lorillon O, Belle R. Glyphosate-based pesticides affect cell cycle
cancers in the French Caribbean Island, Martinique. An overview on key mechanisms
regulation. Biol Cell 2004; 96: 245-9.
of pesticide-induced cancer. Biomedicine & Pharmacotherapy 2009; 63: 383-395.
17. Williams GM, Kroes R, Munro IC. Safety evaluation and risk assessment of the
2. Juliana De Rezende Chrisman J, Koifman S, De Novaes Sarcinelli P et al. Pesticide
herbicide Roundup and its active ingredient, glyphosate, for humans. Regulatory Toxi-
sales and adult male cancer mortality in Brazil. Inter J Hyg Environ Health 2009; 212:
cology and Pharmacology 2000; 31:117–165.
310–321.
18. Spiroux de Vendomois J, Roullier F, Cellier D et al. A comparison of the effects of
3. Carozza SE, Li B, Wang et al. Agricultural pesticides and risk of childhood cancers.
three GM corn varieties on mammalian health. Int J Biol Sci 2009; 5: 706-726.
Int J Hyg Environ Health 2009; 212: 186–195.
19. Pitt HA. Presidential adres. Hepato-pankreato-biliary fat: The good, the bad and
4. Dizdar Y. Tarım ilaçları konusunda “ülkemizden” tıbbi analiz sonuçları: Zehirleni-
the ugly. HPB 2007; 9: 92-97.
yoruz! DÜNYA Gazetesi, Sağlık ve Ekonomi, 04.08.2010.
20. Michaud DS, Liu S, Giovannucci E et al. Dietary sugar, glycemic load, and pancre-
5. Welch RW, Mitchell PC. Food processing: a century of change. British Medical Bul-
atic cancer risk in a prospective study. J Natl Cancer Inst 2002; 94: 1293-1300.
letin 2000, 56: 1-17.
21. Nöthlings U, Murphy SP, Wilkens LR et al. Dietary glycemic load, added sugars,
6. O’Hara AM, Shanahan F. The gut flora as a forgotten organ. EMBO Reports,
and carbohydrates as risk factors for pancreatic cancer: The Multiethnic Cohort
2006; 7:688–693.
Study. Am J Clin Nutr 2007; 86: 1495-1501.
7, Lutsey PL, Jacobs Jr DR, Kori S et al. Whole grain intake and its cross-sectional
22. Jiao L, Flood A, Subar AF, Hollenbeck AR et al. Schatzkin A, Stolzenberg-Solomon
association with obesity, insulin resistance, inflammation, diabetes and subclinical
R. Glycemic index, carbohydrates, glycemic load, and the risk of pancreatic cancer in a
CVD: The MESA Study. British Journal of Nutrition 2007; 1-9
prospective cohort study. Cancer Epidemiol Biomarkers Prev. 2009; 18: 1144-51.
8. Bounous G, Batist G, Gold P. Immunoenhancing property of dietary whey protein in
23. Stephan BCM, Wells JCK, Brayne C, Albanese E, Siervo M. Increased fructose
mice: Role of glutathione. Clinical and Investigative Medicine 1989; 12:154-161.
intake as a risk factor for dementia. Journal of Gerantology 2010; Special Issue: Biol-
9. Zoghbi S, Trompette A, Claustre J et al. Beta-casomorphin-7 regulates the secre-
ogy of Aging Summit Perspective.
tion and expression of gastrointestinal mucins through a mu-opioid pathway. Am J.
24. 1. Zavaroni I, Ida Chen YDI, Reaven GM. Studies of the mechanism of fructose-
Physiol Gastrointest Liver Physiol 2006; 290: G1105-113.
induced hypertriglyceridemia in the rat. Metabolism 1982; 31: 1077-1083.
10. Chabance B, Marteau P, Rambaud JC et al. Casein peptide release and passage
25. Linda T. Tran LT, Yuen VG McNeill JH. The fructose-fed rat: a review on the
to the blood in humans during digestion of milk and yogurt. Biochimie 1998; 80:
mechanisms of fructose-induced insulin resistance and hypertension. Molecular and
155-165.
Cellular Biochemistry 2009; 332: 145-159.
11. HYPERLINK "http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed?term=%22Mozaffarian%20
26. Gersch MS, Mu W, Cirillo P et al. Fructose, but not dextrose, accelerates the
D%22%5BAuthor%5D" Mozaffarian D, HYPERLINK "http://www.ncbi.nlm.nih.gov/
progression of chronic kidney disease. Am. J Physiol Renal Physiol 2007; 293:
pubmed?term=%22Cao%20H%22%5BAuthor%5D" Cao H, HYPERLINK "http://www.
F1256-F1261.
ncbi.nlm.nih.gov/pubmed?term=%22King%20IB%22%5BAuthor%5D" King IB et al.
27. Giovannucci E. The role of insulin resistance and hyperinsulinemia in cancer cau-
Trans-palmitoleic acid, metabolic risk factors, and new-onset diabetes in U.S. Adults:
tion. Curr Med Chem – Immun Endoc & Metab Agents 2005; 5: 53-60.
a cohort study. HYPERLINK "javascript:AL_get(this,%20'jour',%20'Ann%20Intern%20
28. HYPERLINK "http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed?term=%22Hsu%20
Med.');" \o "Annals of internal medicine." Ann Intern Med. 2010; 153:790-799.
IR%22%5BAuthor%5D" Hsu IR, HYPERLINK "http://www.ncbi.nlm.
12. HYPERLINK "http://www.ncbi.nlm.nih.gov/entrez/query.fcgi?db=pubmed&cmd=Re
nih.gov/pubmed?term=%22Kim%20SP%22%5BAuthor%5D" Kim SP,
trieve&dopt=AbstractPlus&list_uids=1438475&query_hl=1&itool=pubmed_docsum"
HYPERLINK "http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed?term=%22Kabir%20
Koyuncuoglu H, Aricioglu F, Dizdar Y. Effects of neonatal monosodium glutamate
M%22%5BAuthor%5D" Kabir M, HYPERLINK "http://www.ncbi.nlm.nih.gov/
and aging on morphine dependence development. Pharmacol Biochem Behav. 1992;
pubmed?term=%22Bergman%20RN%22%5BAuthor%5D" Bergman RN. Meta-
43:341-345.
bolic syndrome, hyperinsulinemia, and cancer. HYPERLINK "javascript:AL_
13. Meseri R. Beslenme ve genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO). TAF Preventive
get(this,%20'jour',%20'Am%20J%20Clin%20Nutr.');" \o "The American journal of
Medicine Bulletin, 2008; 7: 455-460.
clinical nutrition." Am J Clin Nutr. 2007; 86: 867-871.
14. Duke SO, Rimando AM, Pace PF et al. Isoflavone, glyphosate, and aminomethyl-
29. Dikicioğlu T, Ergün A, Saçaklı P. Broyler rasyonlarında sıvı metiyonin kullanımı.
phosphonic acid levels in seeds of glyphosate-treated, glyphosate-resistant soybean. J
Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi Dergisi 1997; 44: 237-248.
Agric Food Chem 2003; 51: 340-344.
30. Havenstein GB, Ferket PR, Qureshi MA. Growth, livability, and feed conversion
15. Paganelli A, Gnazzo V, Acosta H et al. Glyphosate-based herbicides produce tera-
of 1957 versus 2001 Broilers when fed representative 1957 and 2001 Broiler diets.
togenic effects on vertebrates by imparing retinoic acid signalling. Chem Res Toxicol
Poultry Science 2003; 82: 1500-1508.
Ocak - Şubat 2013 47
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
GIDA GÜVENLİĞİ HAREKETİ DERNEĞİ GENEL BAŞKANI KEMAL ÖZER
“TİCARİ TOHUMLARDAN, KİMYASAL
GIDA KATKILARINDAN VAZGEÇİP
ÖZE DÖNMEMİZ GEREK”
Son günlerİn belkİde en çok konuşulan isimlerinden biri Sağlık ve Gıda Güvenliği
Hareketi’nin başkanı, “Müslüman’ın Diyeti” isimli kitabın yazarı Kemal Özer.
"Yediklerinizin İçinde Ne Var?" kitabıyla DA gündeme gelen Kemal Özer, hem kitabının
içeriği hem de söylediği sözler ile yine tartışılmaya başlandı. Kendisiyle gıda üzerine
ülkemizde geçmişten günümüze gelinen süreci, GDO'yu, Tarım ve Sağlık bakanlıklarının
uygulamalarını ve “Gıda Savaşları”nı konuştuk…
>
Huntington, 'medeniyetler çatışması'
kavramı ile uluslararası ittifakların
kurulmasında medeniyetlerin belirleyici olacağı ve dolayısıyla olası çatışmaların farklı medeniyetler arasında
gerçekleşeceğini ifade etmişti. Tarım
bilimci Lester Brown'ın 21. yüzyılda
“Gıda Savaşları” olacak tezi tam da
Huntington'a dayanıyor. Gıda savaşlarının temeli ile ilgili olarak siz ne
düşünüyorsunuz? Nasıl yaklaşmalıyız meseleye, nasıl bir süreçle geldik
günümüze? Dünyada gıda sektörünü
kimler, nasıl yönetiyor?
Egemen küresel güçlerin sözcüsü olan
Samuel Huntington, tezleri kendine ait
olmayan biriydi. Kendi olmayı başaramamışları eğleyecek iyi kurgulanmış tezleri
dillendiren bir sözcü yani. Amaç, zihinsel kirlilik yaratmak, bilinçaltı inşası ve
insanları tartıştırarak çözmek ve ölçmek.
Aynı güçlerin sahibi olduğu veya yönettiği
küresel medyanın pazarlamasıyla ciddi ve
48 Mimar ve Mühendis
SÖYLEŞİ: Yunus Emre Tozal
önemli bir düşünür gibi pazarlandı. Oysa
dünya kurulduğundan bu yana ‘hak’ ve
‘batıl’ olmak üzere iki kutupludur. İnsanlar
şu ya da bu adla ya ‘hayır’ ya da ‘şer’den
taraf olagelmişlerdir. Farklı şekillerde
adlandırsak da tüm savaşlar hak ve batıl
savaşının etrafında cereyan eder.
Bugün adına enerji savaşları, su savaşları ve gıda savaşları denilen açık ve
gizli savaşların tümünü bu bağlamda ele
almazsak tezgâhlanan oyuna alet olabiliriz. Gıda savaşları 19. yüzyılın başında
kurgulandı. Büyük ölçüde de 2. Cihan
Harbi’nin ardından Marshall planıyla sahnelenmeye başlandı. Öncelikle bunu planlayanların güneş ve şeytana taptıklarını ve
önemli ölçüde Avrupa kökenli olduklarını
belirtelim. Bu yapılar bugünkü petrol, silah,
ilaç, medya ve bankacılık gibi sektörlere
sahip olan ve toplamda on aileye bile
varmayan gruplar. Bunların hepsi 18’inci
asrın başlarında dünya genelinde tanınan
ve Osmanlı dâhil Avrupa ülkelerine büyük
faizlerle borç veren ünlü tefecilerdir. Kurdukları kirli düzenin devamını sağlamak
için tüm dünyada inanç ve sağlıkla ilgili
büyük planları sahneye koymaktalar. Planlarını hayata geçirmek için çoğu ABD ve
Avrupa ülkelerinde olan 2500-3000 civarında düşünce kuruluşuna sahipler veya
desteklemekteler.
Bunun yanı sıra Dünya Ticaret Örgütü
-ki buna ‘Dünya Terör Örgütü’ diyenlerin
sayısı az değil- Dünya Sağlık Örgütü,
Dünya Tarım Örgütü, FDA ve EFSA gibi
bölgesel veya küresel yapılar en iyi taşeronları ve işbirlikçileridir. Hiç kimse bu
kuruluşların veri ve kararlarının doğruluğunu sorgulamıyor. Bozuk saat gibi bazen
doğru da söyleseler, bu kuruluşların veri
ve görüşleri insanlık için değil, şeytanî
düzenin devamını sağlamak içindir. İnançları zayıflatılmış, yiyip içtikleri, giydikleri,
duydukları, gördükleri ve teneffüs ettikleri havayla ruh ve beden sağlığı bozulan
insanları ‘tedavi ediyoruz’ masalıyla son
"Endüstri daha kolay ürün
üretiyor olabilir. Niteliksiz
ürünleri daha ucuza kolayca
temin etmemizi sağlıyor
olabilir. Ama unutmayınız
hiçbir şey bedelsiz değildir
ve aradaki farkı sağlığımızla,
dünyayı ve gelecek nesilleri
kaybederek ödüyoruz. O
halde fıtratıyla oynanış ticari
tohumlardan, evreni kirleten
zehirli tarım kimyasallarından,
gıdanın temiz olma vasfını ve
besleyiciliğini yok eden yöntem
ve katkılardan vazgeçip, öze
dönmemiz gerek."
Kemal Özer
yarım asırda insanlık tarihinde görülen
tüm hastalıkların onlarca kat fazlasına ve
acıklısına maruz bıraktılar.
Yurt dışında gıda ve sağlık konularında duyarlılık ne düzeyde? Sizin ve
örgütünüzün paralel çalışmalar yürüttüğü William Engdahl var mesela.
Ölüm Tohumları adlı kitabına baktığımızda onun yurtdışından sizin yurt
içinden aynı savaşı sürdürdüğünüz
görülüyor?
İnsanları doğulu, batılı, kuzeyli, güneyli
diye ayırmak doğru değildir. Arz Allah’ın
arzı ve tüm insanlar onlar inanmasa da
Allah’ın kullarıdır. İnsanları vicdanları
ölmüş ve vicdanları ölmemiş olmak üzere
ikiye ayırırsak, iki grupta arzın her yerinde
yaşarlar. Bugün başta Amerika olmak
üzere batıda dayatılan çirkefliği ve şeytanî
oyunları daha erken fark etmiş çok sayıda
insan var. Şunu itiraf etmeliyiz ki; özellikle
20. asrı bütünüyle kaybetmiş olan ve batıl
uygulama ve kültürlerin baskısı altında
büyük kayıplar vermiş olan Müslüman
toplumlardan daha bilinçli, hikmetli ve de
tepkili insan grupları batıda da az değil,
belki daha fazla. Oynanan kirli oyuna dair
birçok gerçeği ne acıdır ki bizde onlardan
öğrendik. Çünkü bizde uyanış daha çok
yeni. Şahsi olarak tanıştığımız zaman
zaman görüştüğümüz, 4 yaşında vurulan
bir aşı yüzünden tekerlekli sandalyeye
bağlı bir ömür süren William Engdahl’da
bu uğurda çaba harcayan diri vicdanlardan biri. Ne biz, ne de Engdahl yalnız
değil çok şükür.
Dünyada ve Türkiye’de tarım politikalarının uygulanabilirliği, bu alandaki
duyarlılık ve vicdan üzerine neler söylersiniz?
'Modern tarım’ denilen uygulamanın çok
çeşit yerine az çeşit, geleneksel tabiî
tohum yerine hibrit ve/veya GDO’lu tohum,
tohum aşamasından hasat hatta pazarlama aşamasına kadar devam eden, hatta
hatta lokantada servis edilen aşamaya kadar süren tarım kimyasalı aşaması
olmak üzere üç saç ayağı var. Tohum
ve toprak mülkiyet değiştirerek insanlığın ortak mülkü veya kişinin tapulu malı
olmaktan birkaç küresel şirketi mülküne
dönüştürülüyor. Yani yaşamı patent altına
alıyorlar. Geleneksel tabii tohum insanlığın ortak mülkü olan ve besin değeri çok
yüksek olan tabiî tohum iken hibrit/F1 ve
GDO’lu tohum ise fıtratıyla oynanmış şirket mülküne dönüştürülmüş, ilaca bağımlı
ve besin değeri düşük şirket tohumudur.
Bu tohumlar genellikle kısırdırlar tüketenlerde kısırlığa yol açabilirler. Kısaca bir
soykırım silahı olarak kullanılabilirler. Bu
yöntemleri ‘nüfus arttı attı, dünya insanları besleyemez’ diyerek bir nevi ‘Tanrılık’
iddiası veya dünya insanlarını doyurmak
gibi bir dertleri varmışcasına eytanî bir
propaganda ile pazarlarlar veya meşruiyet
sağlamaya çalışırlar. Aynı masalı dünya 1
milyarken de söylüyorlardı, 7 milyar olduk
yine söylemeye devam ediyorlar. 70 milyar olsa da söylemeye devam edecekler…
‘Deccal Tabakta’ kitabınızı okuduğumuzda, GDO’nun silah olarak kullanıldığını öğrenmiştik. Söylediklerinizden,
sorunun bununla sınırlı olmadığını mı
anlamalıyız? Şu anda GDO’da hangi
aşamadayız?
Evet, GDO konusu ‘yandaş yayınlarda’
küresel şirketlerin çıkarları çerçevesinde ele alınıp durulur. Az sayıdaki karşıt
eserde ise konu genellikle tek veya birkaç
boyutuyla ele alınır. Konu, ‘Deccal Tabakta’ eserinde ise siyasi, ekonomik, sosyal,
sağlık, çevresel, dinî ve vicdanî boyutlarıyla ele alındı. Eserde dile getirilen tez
ve bulgularla bugün arasında bazı yeni
gelişmeler oldu elbette. Mesela Rusya’da
yapılan bilimsel çalışmalarda GDO’ların
kısırlaştırıcı etkisi bir kez daha ispatlandı. Fransa’da yapılan araştırmada göğüs
kanserine karaciğer ve böbrek sorunları
yol açtığı da bir kez daha ispatlandı.
Türkiye ise ipe un sermeye devam ediyor. Küresel firmaların ve özellikle Dünya
Ticaret Örgütü’nün baskıları karşısında
hiçbir direnç göstermiyor. GDO’lu ürün
tespitlerinin üstünü örtmeye devam ediOcak - Şubat 2013 49
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
yor. Hakikati perdelemeyi sürdürüyor. Ne
yazık ki bildiğini sananlarla birlikte siyasi
irade kör, sağır ve dilsiz. Acı ama ne yazık
ki gerçek böyle.
GDO üretimi bu hızla giderse bizi nasıl
bir dünya bekliyor? Bu tehlikeyi hayatımızdan çıkarmak için ne yapmalıyız?
GDO meselesi yaratılışla, Sünnetullah’la
fıtratla alay etmektir. Allah-ü Teâlâ Nisa
suresi 119’da Şeytan’ın “Onlara emredeceğim, onlar da Allah’ın yarattığını değiştirecekler…” dediğini beyan ediyor. Bakara
205’de ise “Ekini ve nesli mahvetmeye
çalışmayın. Allah fesadı ve bozgunculuğu
sevmez…” buyrulur. Bunu yapanlar yaptıkları işin tabiatta olandan daha üstün
olduğunu iddia ediyorlar. Yani hem Allah’ın
yarattığını bozuyorlar, hem de 'biz ıslah
ediciyiz' diyorlar. Yine Allah c.c. Bakara
11’de onları şöyle yalanlıyor: “Yeryüzünde
fesat çıkarmayın" denildiği zaman: 'Bizler
sadece ıslah edicileriz.' derler.” Onlar ne
yaparsa yapsın biz ümitsiz değiliz elbette. Biz samimiyetle karşı durduğumuzda
Allah c.c.’in bu oyunu bozacağına inancımız tam. Biz onlar gibi “ıslah ediciler”
değil sadece iyiliği emredicileriz. Gerçek
ıslah edici olan yalnızca Allah c.c.’dir.
Onlar dün ‘Tanrıyı kıyamete zorlamak’tan
söz ediyorlardı. Şimdi ise ‘Tanrı’dan önce
50 Mimar ve Mühendis
davranmaktan’ söz ediyorlar. Onlar şeytan ve güneşe tapan sapkınlar. İnsanlığın
ortak mülkü olan tohumu kendi mülklerine
geçirmek ve herkesi kendilerine bağımlı
kılıp kitlesel açlıkla yok etmek istiyorlar.
Öncesinde de kısırlaştırarak…
Öncelikle bundan kurtulma konusunda
samimi olmak gerekiyor. İstiyormuş gibi
yapıp hayatımızda hiçbir şeyi değiştirmiyorsak, bir şey yapmış olmayız. Eğer ülkenizdeki tüm hayvanlara üstelik Fransa’da yapılan
deneylerde kansere yol açtığı kesinleşen
GDO’lu NK603 kodlu mısırlar yediriliyorsa
-ki resmi izinle yediriliyor- siz hâlâ GDO’lu
yem yemiş hayvanların et, süt ve yumurtasından vazgeçemiyorsanız, GDO’ya karşı
olmanız bir şey ifade etmez. Bilakis destek
veriyorsunuz demektir. En azından insanlar,
dinlerinden döndürülme, her türlü işkenceye
maruz kalma ve öldürülme riski içindeki
Ashab-ı Kehf’in yaptığı gibi ‘en temiz olanı
istiyoruz’, diyemesek bile ‘temizi tercih ederim’ diyebilme cesaretini göstermelidir.
İnsanlarımız, kolayca hazırlanan
veya yemeğe hazır bu yiyeceklerden,
bunca yıllık alışkanlıklarından nasıl
kurtulacaklar? Yeni bir çıkış nasıl
mümkün olabilir?
Bu ürünlerin karanlık tarihi bir yüzyıl bile
değil. Binlerce yıl nasıl beslenmiş ve
bugünlere gelmişse aynını yine yaparız
ve yapmaya mecburuz. Cips, margarin,
salam, sosis yemeyince ölen kaç kişi gördünüz. Ama yiyince ölen en azından sağlığını kaybeden milyonlardan söz edebiliriz.
Biz medeniyet kurucusu ve tüm insanlığa
örnek bir toplumken kendi değerlerimizden kopmuş ve bütünüyle batı(l)nın tüketim biçimini taklit eden bir topluluğa
dönüşmüş durumdayız. İnsanların ‘helâl ve
temiz’ olan gıdaları israf etmeden tüketme hakları vardır. Fakat artık insanlığın
ve çevreyi kirletici endüstriyel ürünlerle
sağlıklı bir hayatın sürdürülemez olduğunu
görmek zorundayız. Türkiye’de herkes her
gün, bir adet peti çöpe atsa sadece 75
milyon peti çöpe atmış olmazsınız. Bu bir
o kadar petrol kaybı, ekonomik maliyet
her şeyden önemlisi de çevre felaketine yol açarsınız. Çevre felaketi dediğiniz
şey, bir süre sonra sofranıza gelen zehir
demektir. Yani çöp diye attığınız şey, bir
gün sofranıza ‘gıda’ görüntüsüyle gelir,
geliyor. Bu insanî bir davranış olabilir mi?
İnsanlık veya diğer canlılar buna daha ne
kadar dayanabilirler?
Anlattığınız fotoğraf elbette çok şeyin
yanlış olduğunu gösteriyor…
Bu gidişin savunulacak bir yanı yoksa
ısrar etmek akıllı bir davranış olamaz.
Girdiğimiz yol çıkmaz sokaksa, yol bitti
diye duvara toslamaya gerek yok. Akıllı varlıklar bir şey yanlış gidiyorsa yolu
değiştirmesini bilmelidir. Endüstri daha
kolay ürün üretiyor olabilir. Niteliksiz ürünleri daha ucuza kolayca temin etmemizi
sağlıyor olabilir. Ama unutmayınız hiçbir
şey bedelsiz değildir ve aradaki farkı
sağlımızla, dünyayı ve gelecek nesilleri
kaybederek ödüyoruz. O halde fıtratıyla
oynanış ticari tohumlardan, evreni kirleten zehirli tarım kimyasallarından, gıdanın
temiz olma vasfını ve besleyiciliğini yok
eden yöntem ve katkılardan vazgeçip,
öze dönmemiz gerek. Birileri çıkıp bunun
imkânsızlığından söz edebilir. Denedik
mi ki imkânsız olduğu yargısına vardık.
Saha çalışmaları gösteriyor ki, geleneksel
yöntemler uygulandığında, yüzde 70 ila
yüzde 500 arasında daha fazla verim
alınıyor. En az yüzde 30 daha ekonomik
maliyet var. Çevre dolayısıyla toprak, su
ve ürünü kendisi kirlenmiyor. Karbon salınımı azalıyor. İstihdam artıyor, toprak el
değiştirip küresel şeytani şirketlerin veya
bankaların ellerine geçmiyor. Kur’an sık sık
bize ‘düşünmez misiniz’, akletmez misiniz’
diyor. Peki, düşündüğümüz ve aklettiğimiz
söylenebilir mi?
Gıda ürünlerinin çoğunda ‘Tarım
Bakanlığı’nın izni ile üretilmiştir’ deniliyor. Oysa siz endüstriyelden uzak
durun diyorsunuz. Zararlı ise neden
izin veriyorlar?
Her işletme özel bir muafiyeti yoksa belediyeden işletme ruhsatı almadan işyeri
açıp işletebilir mi? Açamaz. Açar ve yakalanırsa belediye gereken cezayı uygular. Gıda üretecekseniz de ilgili bakanlığa
gidip, ‘ben şu gıdaları üreteceğim’ diye
beyanda bulunuyorsunuz. O da size bir
üretici numarası veriyor ve gönderiyor.
Şimdi üretici numarası aldınız diye ürününüz kaliteli ve sağlıklı mı oluyor? Bakanlık
izniyle üretim demek, bundan ibarettir
ve kaliteyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bir avantajı vardır. Bakanlık üreticiye
kolay ulaşır ve denetleme imkânı artar. Bu
gerekli bir işlemdir ve neden vardır şeklinde bir itirazımız yok. İtiraz ettiğimiz nokta
bakanlığın veya üreticilerin bu yöntemi bir
kalite veya sağlıklılıkmış gibi sunmasıdır.
İzin vermeye gelince, malum bu ülkede
alkol üretmenize de, sigara üretmenize
de, kumar oynatmanıza da, tefecilik yapmanıza da devlet izin veriyor hatta kendisi
yapıyor. Şimdi ‘devlet bunlara da izin veriyor veya üretiyor, o halde bunlar yararlıdır
mı’ diyeceğiz?
Doksan yılda bu devletin Tarım Bakanlığı,
batıdan tercüme ettiği ve dikte ettirilerek
çıkartılan mevzuatın dışında tek satır bir
hayırlı eylem yaptığını gösterebilir mi ki,
alkışlayalım? O kendi yaptığını mutlak
doğru, eleştireni ise mutlak düşman olarak gören bir yapıdır. Bu nedenle bizim
yaptığımız, hem ülkenin, hem de insanlığın
hayrı için kardeşçe ve insani bir eleştiri
olup, mevcut siyasi iradeye yönelik bir
eleştiri asla değildir.
Kitaplarınızda Kur’an-ı Kerim’de ifade
edilen ‘helâl ve temiz’e ait sık sık
vurgu yapılıyor. Sizce nedir ‘helâl ve
temiz’? Nasıl anlamalıyız bu emri?
Kur’an-ı Kerim gıda söz konusu olduğunda
‘helâl ve temiz’ kelimelerini kullanır. Çoğu
kez de yalnızca sadece ‘temiz’i tercih ettiğini görüyoruz. Helâl konusu tamam, peki
ya temizden murat nedir? ‘Manevi kirler
mi? Basit maddi kirleri mi? Kimyasal kirler
mi? Biyolojik / genetik kirler mi? Sentetik
işlem ve kirler mi?’ Kur’an cihan şümul bir
kitapsa ve içinde yaşadığımız asrın sorunlarına da cevap üretiyorsa -ki öyledir-,
temizi sık kullanmasının bir anlamı olmalıdır. Bizde gıdanın gıda olma vasfını bozan,
ondan beklenen faydayı azaltan, onu elde
etme uğruna diğer canlıları yok eden,
zarar veren, inciten her şeyin bu kapsama
girmesi gerekmez mi? Yani temizden kasıt
bunları hepsidir diye düşünüyoruz.
Kitaplarınızda ‘hastalıklardan, şişmanlıktan, oburluktan, hedonizmden,
haramdan, bencillikten ve hatta kısırlıktan kurtuluş reçetesi!’ deniyor. Obezitede dünya 8’incisi, Avrupa 1’incisi
olmuşuz. Bunu nasıl başardık? Milli
Eğitim Bakanlığı’nın kantinlerde gazlı
içecek ve hamburger satışını yasaklaması bu anlamda iyi bir gelişme
sayılabilir mi?
Her yemekten önce “Yiyiniz içiniz fakat
israf etmeyiniz. Allah israf edenleri sevmez” / Araf 31) okuruz. ‘Yiyiniz içiniz’ kısmına sona kadar uyarken iş ‘israf etmeyiniz’ bölümüne gelince kör sağır ve dilsizleşiveriyoruz. Daha sonrasını ise hiç mi
hiç görmeyiz. Ashab-ı Kiram’dan ‘şişman’
biri var mıydı? Kaynaklar bize kesinlikle
olmadığını belirtiyor. Bolluk zamanlarında da yokluk zamanlarındaki gibi ölçülü
tükettiklerini biliyoruz. Çevremize dikkatle
bir bakalım, sabah kalkar kalkmaz başladığımız yeme içme faaliyetine uyuyana
dek otururken, çalışırken, sohbet ederken,
yürürken, araç kullanırken aralıksız sürdürüyoruz. Bir ölçümüz yok. 20 ton taşıma
kapasitesi olan bir kamyona sürekli 25-30
Ocak - Şubat 2013 51
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
yon yüklerseniz bu kamyon ne kadar
güvenli ve verimli olabilir? İnsan midesinin
ve sindirim sisteminin de bir kapasitesi
var. Allah c.c. bunu aşacağımızı bildiği için
yılda bir ay dinlenmeye alıyor. Bu ayda
bile 11 aydaki gibi yiyip içtiğimizden fazla
yiyoruz. Oruç tutup da zayıflayan kaç
Müslüman var çevremizde? Ya aynı kiloda
çıkıyoruz ya da kilo almış bir şekilde. Biz
obez olmayalım da kim olsun?
Artan bilinç sayesinde helâl gıda talebi büyüdü ardından ‘helâl sertifika’lı
ürünler arzı-endam etmeye başladı
pazarlarda. Bazı kimseler ‘helâl sertifika rekabete aykırıdır’ diye itiraz ettiler. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
Helâl sertifika sisteminin çıkış amacı,
Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde Müslümanların yiyebileceği ürünleri
işaretlemekti. Yahudi kaşherinden hareketle çıkan bu uygulama günümüzde
tüm ülkelerde bin dolayında kuruluş veya
şahıs tarafından verilen bir basit belgeye
dönüştü. Önce birileri çıktı ‘helâl gıda
pazarı 2 trilyon dolardır ve buradan pay
almalıyız’ dedi. Bunu duyan helâl sertifika almaya veya vermeye başladı. Niyet
bozuldu, iş pazardan pay almaya endekslendi. En hassas olanları bile GDO’lu ürünlere helâl sertifikası verdi. Her türlü zulme
maruz bırakılan ve hemen hepsi Amerikan şirketlerinin tescilli genetik ürünü
olan sözde tavukları akladılar. Eleştirilere
de ‘biz kesimine sertifika veriyoruz’ gibi
mazeretler üreterek işin içinden çıkılmaz
bir hâle dönüştürdüler. ‘Helâl sertifika,
rekabete ayrı diyenler’ bile gidip bunu aldılar.
Yani veren memnun, alan memnun. Bira’ya
bile helâl sertifika verildi. Şimdi ise bu sözde
pazardan pay almak için AB bile helâl
standardı hazırlıyor. Tüketici helâl tüketmek isterse sorun kendiliğinden çözülür. Asıl
sorun, Müslümanların helâl tüketmek gibi bir
kaygılarının yeterince olmamasındadır.
Türkiye’de üretilen ekmeğin de sağlıklı olmadığını söylüyorsunuz. Ekmek
tüketiminin çok yaygın olduğunu
düşünürsek insanlar ekmeği nasıl
temin etmeli ve nasıl tüketmeli?
Ekmek deyince ilk akla Anadolu insanı
52 Mimar ve Mühendis
gelir. Çünkü biz dünya ortalamasının 5
katına yakın ekmek tüketen bir toplumuz.
Buna karşın dünyanın en kalitesiz ekmeğini tüketiyoruz ne yazık ki! Buğday hiçbir
işlem görmeden una dönüştürülmeli ve
besinin yüzde 92’sini barındıran kepek ve
rüşeym undan ayrılmamalıdır. Oysa bizde
unların yüzde 95’den fazlası beyaz un
yani besin değerinden yoksun bırakılmış
undan yapılıyor. Valsda gördüğü yüksek
ısı, un ve ekmek yapılırken eklenen katkı
maddeleri, derken un ve ekmeğiniz şifa
yerine derde dönüşüyor. Bizdeki ekmeğe
nereden bakarsanız bakın sadece fiziki
açlığınızı gideren, ama biyolojik olarak aç
bırakın bir ürün çıkıyor karşınıza. Böyle bir
ürünü mükerrem olan insana nasıl ‘tüket’
diyebiliriz. Ayrıca kötüyü satın almak veya
tüketmek kötülüğe pirim ve desteklemektir. Çağımız insanına ‘evde kendin ekmek
yapabilirsin’ demek hakaret gibi geliyor.
Bir düşününüz gaz ve elektrikler kesilse
ve üç beş gün gelmese bu millet açlıktan
ölecek mi? Emin olun, bir hafta böyle olsa
kötü şeyler olur. Ekmek yapmayı unutmuş
bir millet haline dönüştürüldük. Hiç olmazsa çalışmayan kadınlar ekmeği evde yapmalı. Çalışmayanlar veya yapamayanlar
ise İstanbul Halk Ekmeğin Organik Tam
Buğday Ekmeği’ni alabilirler. Halk Ekmeğin diğer ürünleri ile diğer markaların tam
buğday unu denilen undan yapıldığı iddia
edilse bile katkı maddesine dönüştürülmüş bu tür hiçbir ürün tüketilmemelidir.
Sağlıklı ekmeğe geçersek, diyabet oranımız azalır, en azından bu denli artmaz,
hakeza kalp damar sorunları, obezite ve
şişmanlık, sindirim soyunu yaşayanlar vb
azalır. Belki kanser bile…
Biraz temas ettiniz ama tohum
meselesine yine dönmek istiyorum.
Türkiye tohum konusunda İsrail gibi
ülkelere bağımlı deniliyor, ama çeşitli
makamlar bunun aksini söylüyor.
Nedir durum?
Ekonomi Bakanlığı, Tarım Ürünleri Daire
Başkanlığı’nın Tohumculuk 2012 Sektör
Raporu’nda Türkiye’nin hangi ülkelerden
ne kadar tohum ithal ettiği verilerine yer
veriliyor. Bunlardan bir kısmını size takdim
edeyim. Buna göre 2011’de Türkiye ithal
ettiği tohumların yüzde 11,4’nü İsrail’den
yapmış. Sonra çıkıp ‘Türkiye İsrail’e bağımlı değil’ diyorlar. Halkı bu şekilde yanıltabilirler ama bizi asla yanıltamazlar. Türkiye
75 milyon, İsrail’se 7 milyon. İsrail’in işgal
ettiği toprak Türkiye’nin bir vilayeti kadar.
Ama biz bunca tohumu İsrail’den alıyoruz.
Yazık değil mi bu ülkeye?
Türkiye'nin Tohum İthal Ettiği Ülkeler ve ABD Doları Miktarları
Ülke Adı
2009
2010
2011
Fransa
22.051.841
22.175.397
26.472.746
İsrail
12.862.786
20.760.867
21.015.789
ABD
15.914.176
14.324.831
19.517.163
Çin
19.152.478
14.616.370
15.627.511
Ukrayna
20.332.748
20.489.854
10.414.974
Tayland
7.827.688
8.635.564
8.803.533
Hollanda
17.890.382
11.485.504
8.801.029
Şili
6.718.057
6.473.707
8.476.929
İspanya
6.165.532
4.153.909
8.191.423
2011 Pay %
14,4
11,4
10,6
8,5
5,7
4,8
4,8
4,6
4,5
İtalya
4,0
3.853.954
4.431.432
7.370.478
Şimdi diyorlar ki: Tohumumuzun yüzde
95’ini kendimiz üretiyoruz, yani yerli.
Tohum pazarının mutlaka hâkimi Monsanto vb yapancı sermaye şirketleri Türk
Ticaret Kanunu’na göre yerel şirketlerini
kurunca hemen tohum birden yerli oluveriyor. İstatistiği yalanınıza alet ettiniz
mi böyle oluyor işte. Bu ülkede 2006’da
çıkarılan tohum kanuna göre ürettiğiniz
hasadınızın tohum olabilecek nitelikli kısmını tohum olarak satamazsınız. Gelip el
koyarlar, imha ederler, imha faturası gönderirler, sonra da savcılığa sevk ederler.
Sertifikalı ticari tohum ekmezseniz tarım
desteği alamazsınız. 93 tondan fazla
hasat elde ediyorsanız, her şartta sertifikalı hibrit tohum ekmek zorundasınız.
Kimin ne söylediğinden ziyade, gerçeğin
ne olduğuna bakmalı.
Sizin eleştirilerinize yönelik az sayıda
da olsa eleştiriler geliyor. Somut bir
çözüm önerisi getirmediğinizi söyleyenler bile var. Sahi hiçbir çözüm
öneriniz yok mu, sadece eleştiriyor
musunuz?
Biz tehlikeye dikkat çekiyoruz. Biz insanlara diyoruz ki: Bak bu insanı öldürüyor.
Öldürmeye çalışanda falan. İnsanlar bizi
ya hiç umursamıyor ya da bizi sorumlu
tutuyor. Yani herkes halinden çok memnun ve bizim gibi sorunu gösterene, uyanması için çabalayana ya kızıyor ya da
‘çözüm üret’ diyor. Bu bir yüzyılda kirlendi
veya bozuldu. Bir günde düzelmez. İkincisi
ise adama bu bombadır, sakın eline alma
alırsan ölürsün diyoruz. Ama ‘ben alırım
sana ne’ diyorsa ne yapabilirsiniz? Elbette
çözüm önerilerimiz var. Bu konuda hiçbir
ticari amacı olmayan bir sertifika yani
geleneksel sertifikasını geliştirdik. Marka
ve yönetmeliği tescil edildi. Uygulama
sürecine başladık.
Nedir bu ‘geleneksel
sertifika’ biraz açar mısınız?
Geleneksel sertifika yönündeki ‘wolmark’
gibi bir garanti markası uygulamasıdır.
5+ temel ilkeden oluşuyor. Ürün fıtratıyla oynanmamış yani tabii tohumlardan,
tarım kimyasalı kullanmadan üretilmiş,
katkı maddesi eklenmemiş, endüstriyel
işlem görmemiş ve ışıl işlem denilen
radyasyon verilmemiş olması şartıyla
bu sertifikayı alıp, ‘gelensel logosu’nu
kullanabilecek. Artı olaraksa ambalajının
sağlıklı olması şart. Buna, şartlara veya
sektöre göre ilave artılar getirebiliriz.
Bunu alabilecek üretici ile bunu arzulayan
tüketiciyi buluşturmaya çalışacağız. İşte
bu bir çözüm adımıdır. Hiçbir ticari amacı
olmayan bu çabaya tarafların destek vermesi lazım.
Son olarak şunu sormak isterim:
Ümitvar mısınız?
Ümitsizlik Müslüman’ın şiarından değildir.
Bizim görevimiz değiştirmek değil. Buna
gücümüzde yetmez. Biz doğru olduğunu
bildiğimizi söyler ve imkânımız ölçüsünde yapabileceğimizi yaparız. Değiştirip
değiştirmemek Allah takdiridir. Allah c.c.
‘Başınıza gelenler, yapıp ettikleriniz yüzündendir’ buyurur. Bir topluluk arzu ve gayret
etmedikçe olumlu veya olumsuz bir değişime uğramaz. Bizim görevimiz bir taş
alıp atmaktır. Hedefe varıp varmaması
bizim sonumuz değil. Bizim görevimiz
bir söz söylemektir. Tesir edip etmemesi samimiyetimize ve söylediklerimizi
kendi nefsimizde yaşayıp yaşmamamıza
bağlıdır. Biz hak edersek, Allah diler.
Allah-ü Teâlâ dilerse O’nun gücü karşısında hiçbir güç direnemez. Hep ümit
varız. Biz görmesek bile bir gün mutlaka
o gün gelecek. İnşaallah gelecek! İnşaallah mutlaka gelecek!
Ocak - Şubat 2013 53
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Prof. Dr. T. Erkan TÜRE
İstanbul Şehir Üniversitesi Rektör Yardımcısı
GIDALARIMIZDAKİ TEHLİKELER - SAĞLIKLI
ve DENGELİ BESLENME İÇİN ANNE ve
BABALARA DÜŞEN GÖREVLER
G
Yediğimiz her lokma ile bedenimize bir kısmı
çok zararlı olabilecek çok güçlü kimyasallar
gönderdiğimizi düşünmemiz gerekiyor. Peki, ne
yapabiliriz? Öncelikle tükettiğimiz tüm gıdalar,
tarım uygulamaları, besicilik, süt ürünleri vb.
gibi hayatımızı ve sağlığımızı etkileyen en
temel konularda bilgi ve bilinç sahibi olmalıyız.
Artık bilgiye erişim kolay, araştırmamız,
soruşturmamız, öğrendiklerimizi paylaşıp
yaymamız gerekiyor. Ancak toplu olarak
gösterilen bilinçli bir tüketici tepkisi ve tercihi
fark meydana getirebilir.
eleceğimizi emanet edeceğimiz, büyük zorluklarla büyütmeye ve hayata hazırlamaya çalıştığımız çocuklarımıza doğru
ve sağlıklı beslenme alışkanlığı kazandırıyor muyuz? Yiyip
içtiğimiz gıdalarda ne gibi tehlikeler var? Nelerden ve nasıl
sakınmamız gerekiyor? Çağımızda çok yaygınlaşan, hayat
kalitesini düşüren ve çok can alan obeziteden, kalp-damar
hastalıklarından, kanserden sakınmak ve çocuklarımızı koruyabilmek için bize düşen görevler nelerdir? Hepimiz bu ve
benzer soruları soruyor, değişik ortamlarda karşılaştığımız
arkadaşlarımız ve yakınlarımızla bunları konuşuyoruz. Bu
yazıda başlıklar altında bu sorulara cevaplar vermeye, somut
öneriler sunmaya çalışacağım. Modern toplumların büyük
şehirlerde yaşayan ve hemen her türlü gıda maddesini hazır
almaya alışan üyeleri olarak yiyeceklerle ilgili karşılaştığımız
durumu birkaç başlık altında inceleyeceğiz:
Geleneksel ekmek pişirme sürecine göre çok daha hızlı hazırlanıp
pişen bu ekmek çabucak kuruyup sertleşiyor, neredeyse kemik
kıvamına geliyor. Ambalajda satılmadığı için temizlik açısından
sorunlu bir dağıtımı var. Üstelik ambalajlı ekmeklerdeki gibi
içindekiler yazılmıyor ve ne gibi katkı maddeleriyle yapıldığını
bilemiyoruz. Ne yazık ki yeni nesillerin ekmek diye alıştıkları,
beyazlatılmış undan pek çok katkı maddesiyle üretilmiş şey
bir nişasta yığını! Ve bu, sindirim sistemi başta olmak üzere
pek çok organımızda çeşitli rahatsızlıkların ortaya çıkması
anlamına geliyor. Tarım politikası açısından, dönüme düşen
üretim ölçüsüyle yüksek verimli olduğu varsayılan buğday
yerine besleyici değer, dayanıklılık, gluten muhtevası, üretim
sürecinde toprağa atılan kimyasal maddelerin durumu vb. çok
boyutlu bir bakış açısıyla tohumlarımızı değerlendirmeliyiz.
1. EKMEK
Ülkemizde ekmek hala beslenmemizin en vazgeçilmez öğesi
durumunu koruyor. Ne yazık ki ekmeğimiz bozuldu. Fırınlarda
ekmek üretim sürecini hızlandırmak, ekmeğin görünümünü ve
kıvamını iyileştirmek, dayanıklılığını, kalitesini artırmak için pek
çok katkı maddesi kullanılıyor. En yaygın bulunan beyaz francala /
somun ekmek, en çok tüketilen ve en çok ziyan edilen ekmek türü.
54 Mimar ve Mühendis
2. İÇME SUYU
İçimi güzel, insanın karnını şişirmeyen bir kaynaktan alınan; sağlıklı, bakımlı, temiz ve sorumlu bir tesiste şişelenmiş suları alarak
riski en aza indirmeliyiz. Damacana su alıyorsanız damacanaların
yeni ve temiz olmasına özen gösterin, lekeli, görüntüsü bozulmuş
damacanaları kabul etmeyin. Rekabet sebebiyle sizi kaybetmemek için bu kaprisinize katlanacaklardır, böylece damacana
temizliği konusunda da bir baskı oluşturursunuz.
Tarım üretiminde yerel
tohumların yerine tarlaya
bir kez atılınca faydalı
minerallarin çekildiği ve
çiftçinin artık ücretli olan
ilaca, gübreye, hormon
katkılarına mahkum olduğu hibrit tohumunun kullanımı yaygınlaştı. Hibrit
tohumlar bol ürün verir ve
hastalıklara dayanıklıdır.
İnsanlığın çok değerli birikimi neredeyse yok olmak
üzere, muhtemelen bazı
teknikler ve bazı tohumlar
kayboldu.
3. YAĞLAR
En sağlıklı iki yağ beslenmemizin temelini oluşturmalı: sağlıklı sütten
üretilen tereyağı ile rafine edilmemiş, ısıl işlem görmemiş zeytinyağı.
İneklerin doğal ortamda gezerek, yayılarak, otla beslenerek süt verdikleri varsayımı ile üretilen katkısız ve taze tereyağı. Soğuk baskı yöntemiyle sıkılarak elde edilmiş sızma zeytinyağını kullanmalıyız. Isıl işlemden geçirilmiş, rafine edilmiş zeytinyağı ile diğer yağlı tohumlardan
elde edilen, yüksek ısıl işlemlerle rafine edilen sıvı yağlardan kaçınalım.
Tereyağı ve zeytinyağı hem lezzeti, hem sağlıklı yapıları sebebiyle beslenmemiz için yeterli olacaktır. Yine doğal ortamda yayılarak, otlarla
beslenmiş hayvanların etinden alacağımız hayvani yağlar da ölçüsüyle
tüketmek kaydıyla üçüncü temel yağ türü olarak diyetimizi tamamlayacaktır. Margarinler genel olarak hidrojenize edilmiş bitkisel yağlardır.
İçlerinde zararlı katkı maddeleri olmamasına rağmen üretim sürecinin
bir sonucu olarak yüksek oranda trans yağ ihtiva edebilirler. Trans yağlar doğal moleküllerden oluşmadığı için vücüdumuz tarafından yabancı
madde gibi algılanır. Bu yağlar kalp rahatsızlıkları ve şeker hastalığı
ile ilişkilendirildiğinden etiketlerinde margarin ve bitkisel katı yağları
içeren ürünleri tüketmekten kaçınmanız tavsiye olunur.
4. BESİCİLİK
Sağlıklı süt ürünleri için sağlıklı süte ihtiyaç var. Sağlıklı süt ise doğal
ortam, doğru besicilik ve üretim süreçleri ile mümkün olabilir. Piyasada
satılan organik süt ürünlerine güvenebilmemiz için besicilik aşamasında ineklerin neyle beslendikleri ve ne tür ortamlarda yaşadıkları en
temel soruları oluşturuyor. İneklerin genetik yapıları sebebiyle mısırla
beslenmemeleri gerekir. Mısır, onları hasta eder, ayrıca bu amaçla
kullanılan mısırlar GDO’lu üretimdir ve beslenen hayvanın sütünü
tüketenlere de GDO’lu moleküller geçecektir. Dünyanın en büyük mısır
üreticisi ve ihracatcısı olan ABD’de olduğu gibi ülkemizdeki besicilikte
de mısır (slajı) hala en önemli besindir. Hayvanların beslenmesinde
kullanılan ''süt besi sığır yemi''nin içinde dönemine göre “ekonomik
protein kaynağı” olarak çok çeşitli maddeler olabilir: Fırınlarda toz
haline getirilmiş mezbaha artıkları, kemik unu; ayçiçek, kanola, soya
gibi bitkisel yağ fabrikalarının atıkları; balık ve tavuk çiftliği atıkları,
pamuk tohumu küspesi, buğday kırması, yumurta kabuğu tozu... Bu
tür beslenme ekonomik olması ve süt verimini artırması sebebiyle
tercih edilmekle birlikte doğal olmayan bu beslenme nedeniyle besi
çiftliklerindeki ineklerde hastalıkların arttığı, kısırlık oranının yükseldiği
ve ineklerin genç yaşlarda kesime gittiği bilinmektedir. Besi çiftliklerine
yapılan önemli bir itiraz da hep aynı ırktan hayvanların olması ve suni
tohumlama yolu ile çoğalmasıdır. Buzağıların annelerinden ayrılarak
biberonlarla beslenmesi, yaygın olarak antibiyotik ve hormon kullanılması, hayvanların doğal olmayan, dar, sıkışık ve bu sebeple kendi
dışkılarıyla fazlaca iç içe ortamlarda yaşatılmalarıdır. Bu hem onların
yaratılışlarına uygun bir şekilde yaşamalarını, çoğalmalarını, dolaşmalarını ve beslenmelerini etkiler, hem de verdikleri sütün kalitesini ve
yapısını bozar. Doğal ortamda beslenen, bakıcısının eliyle sağılan bir
ineğe göre makine ile sağılan bir ineğin sütünün besin değeri de düşük
olur, çünkü makine ile süt sağımı hayvanları rahatsız ettiğinden sütün
en yararlı kısımlarının sağılmasına izin vermemektedir.
5. SÜT ve SÜT ÜRÜNLERİ
Hile katılmadığı takdirde 8-11 litre koyun sütünden 1 kg tulum
peyniri, yine o kadar inek sütünden bir kg kaşar peyniri çıkar. 5-6
kg inek sütünden bir kg beyaz peynir yapılır. Günümüzde neredeyse bir litre sütten bir kg peynir üretmenin teknolojisi geliştirildi!
Sütün litre fiyatına bakınız, sonra da kilosu 12 liraya satılan “tam
yağlı” peynirin nasıl bir şey olduğunu merak ediniz! Ne yazık ki süt
bozulduğu gibi sütten üretilen ve beslenmemizin en temel gıdaları
olan ürünler de bozuldu. Birim maliyetini düşürmek ve raf ömrünü
uzatmak için peynire margarin, kıvamlandırıcı ve koruyucu maddeler katılıyor. Tam yağlı sütten bile yapsanız yoğurdun üzerinde
çok kalın bir kaymak tabakası olmaz, kaşık değince de sulanır.
Zaten taze ve doğal bir yoğurdu yemeye doyamazsınız. Pazarlama kaygıları sebebiyle piyasada katkısız yoğurt bulmak kolay
değil, süt tozu ve jelatin doğal maddeler olduğuna göre “doğal
yoğurt” damgası çok tatmin edici bir tanımlama değil!
Ocak - Şubat 2013 55
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
6. TARIM UYGULAMALARI ve TAHILLAR
Tarım üretiminde yerel tohumların yerine tarlaya bir kez atılınca
faydalı minerallarin çekildiği ve çiftçinin artık ücretli olan ilaca, gübreye, hormon katkılarına mahkum olduğu hibrit tohumunun kullanımı
yaygınlaştı. Hibrit tohumlar bol ürün verir ve hastalıklara dayanıklıdır.
Ancak genelde besleyici değeri ve lezzeti düşüktür. İnsanlığın çok
değerli birikimi neredeyse yok olmak üzere, muhtemelen bazı teknikler ve bazı tohumlar kayboldu. Atadan kalma tohum ve tekniklerle
ve insan gücüyle yapılan üretimin yüksek maliyeti pazar rekabetine
dayanamaz oldu. Artık sebze yetiştirmek için toprak bile gerekmiyor!
Straforların içine potasyum, hormon vb. damlatılıyor ve domates yetiştiriliyor! Çiftçi garip kod adları olan tohumları ve hayvan gübresinin
yerini alan çuvallar dolusu suni gübreyi atıyor toprağa. Uzun vadeli
sonuçları itibariyle ürkütücü bir tarım üretim ve pazarlama modeline
geçildi. Geleneksel yöntemlerle üretim yapmaya dönmemiz ve büyük
dağıtım ağlarının dışında kendi ürünlerini pazarlamaya çalışan üreticileri bulmamız ve desteklememiz gerekiyor. Bu ekonomik bir işletmecilik anlayışı değil, bunu ancak sevdalıları yapar ve ancak desteklenirse
yaşar, hatta yaygınlaşır. Bol ilaçlı, GDO'lu, toz gübreli, herbisitli tarım
kolaydır, yüksek verimlidir, ürünler albenilidir. Kilosu 50 kuruştan satılan
hibrit tohumlu domatesi geleneksel tarım ve tohumla üreten çiftçi,
yüksek fire ve yoğun emek sebebiyle 4-5 TL'den satmak zorundadır.
7. TUZ ve ŞEKER
Tuz Gölü, denizler fabrika atıkları, karışan kanalizasyonlar ve modern
tarım uygulamaları sonucu kirletiliyor. Buradan elde edilen tuz rafine
edilirken molekül yapısını bozacak şekilde çok yüksek ısıda işlem
görüyor ve içine çeşitli kurutucu maddeler katılıyor. Bu rafine tuzun
molekül yapısı sebebiyle vücutta parçalanması çok zor, hücrelerden
suyun çekilmesine sebep olur, bu da yüksek tansiyona yol açar.
Dış etkilere ve kirlenmeye karşı büyük ölçüde korunmuş mağara
ortamlarından kazılarak elde edilen, ısıl işlemden geçirilmeyen,
sadece yıkanıp kurutularak satışa sunulan kaya tuzları ise ölçülü
tüketildiğinde zararlı değildir, yiyeceklerinize lezzet katar, gıdaları
koruyucu değeri vardır. Rafine şeker ise insanlık tarihinde çok kısa
bir geçmişe sahip. Ülkemizde pancardan elde edilen şekeri ölçülü
tüketmek gerekir. Meyvelerden, pekmez ve baldan, hatta tahıllardan ihtiyacımız olan şekeri fazlasıyla alıyoruz. Esmer şekerin beyaz
şekere göre bir üstünlüğü yok, gereksiz yere fazla para ödemeyiniz.
8. YUMURTA
Tıpta ve gıda sektöründe yaygın olarak kullanılan, son dönemlerde
kanser tedavisinde etkin maddeler arasında adı geçen lesitini,
döllenmiş yumurtanın sarısında bulunur. Yumurta sarısındaki yüksek kolesterolü düşürür, vücuttaki kolesterol dengesini, bağırsak
sorunlarından kurtulmayı sağlar. Marketlerde satılan yumurtaların
çoğunda ise lesitin yok. Çünkü besi çiftliklerinde yumurta tavukları
ile horozlar ayrıldığı için döllenme mümkün değil. Bunun sebebi
döllenmemiş yumurtanın raf ömrünün uzun olması. Oysa yumurta
döllendiği andan itibaren içinde yaşam başlıyor ve en fazla 10
gün içinde bozuluyor. Döllenmiş yumurtanın içinde küçük, siyah bir
benek olur. Büyük şehirlerdeki marketlerde satılan yumurtaların
56 Mimar ve Mühendis
çoğu fenni çiftlik yumurtasıdır. Yumurta ülkemizde, az sayıda büyük
dağıtıcı dışında, hala soğuk zincire girmeden tüketiciye ulaşıyor.
Doğal ve temiz ortamlarda, doğal ve sağlıklı gıdalarla beslenen,
serbestçe gezen tavukların yumurtaları soğuk zincir içinde hızla
tüketiciye ulaştırılıp taze olarak tüketildiğinde hem lezzet, hem
besleyici değer olarak eşsiz bir gıdadır.
9. MEYVELER
Meyvelerin bozulmasını engellemek için uygulanan işlemler ürüne
zarar verir. Ağaçtan toplanan narenciyeler, kimyasal havuzlarına
batırılır. Sonra kamyonlarla mumlama tesisine gider. Burada büyük
oranda parafin içeren bir likit ile sıvanarak doğal olgunlaşma
sürecini çok yavaşlatacak şekilde gözenekleri parafin ile kapatılır,
kaçınılmaz olarak bu kimyasal maddenin birazı da narenciyenin
gözeneklerinden içine girer. Görüntüsü parlatılmış ve dayanıklılığı
artmış narenciyeler uzun süre saklanabilir ve daha geniş bir zaman
içinde tüketime sunulabilir. Elma ve armut benzer bir süreçten
geçmekle birlikte ayrıca azotlama tesisine girer. Azotlanan elma ve
armutun hava ile teması neredeyse tamamen kesilir ve uzun süre
buruşmayan, çürümeyen bir duruma getirilir. İşlemden geçirilen
ürünler önce sebze, meyve hallerine gider. Ürünler yurtdışında çok
para ettiği için öncelikle ihracat hedeflenir. AB ve Rusya gibi büyük
alıcılar ithal ettikleri gıdada katkı maddelerine ve sağlıklı üretime
önem verdikleri için titiz kontrol ve ölçümler yaptıktan sonra ülkelerine kabul ederler. Bu sebeple ihraç edilen ürünün önemli bir kısmı
hedefine ulaşmadan gümrüklerden geri gelebilir. Düşük fiyatlarla
özel olarak bu ürünleri bekleyen pazarcılar, dağıtıcılar tarafından
alınır ve hızla bize ulaştırılır.
10. MEYVE SULARI
İçinde % 5-10 oranında meyve suyu olan, bol miktarda su, şeker, tatlandırıcı, aroma, boya ve koruyucu ile çoğaltılmış sıvılara halk arasında
ve satış yerlerinde meyve suyu dense bile onlar meyveli / aromalı
içecektir. Meyve suyu, meyve nektarı, meyveli içecek ve hatta içinde
meyveden eser olmayan esanslı, boyalı, aromalı sentetik içecekleri
kutuların üzerine dikkatlice okuyarak birbirinden ayırınız. Daha uzun
süre dayanması için pastörize edilen saf meyve suları ısıl işlemden
geçirildiği için lezzet, vitamin değeri ve sağlık açısından evde taze sıkıp
içtiğiniz meyve suyu gibi olamaz. Hazır aldığınız meyve suyunun içine
koruyucu, renklendirici, tatlandırıcı maddeler katılmadığından emin
olmalısınız. En doğrusu her meyveyi mevsiminde yemek veya suyunu
sıkıp içmek. Dondurucunuz varsa mevsiminde meyveleri yıkayıp, doğrayıp dondurucuda saklayarak istediğiniz zaman çıkarıp blender’dan
geçirerek “taze” meyve suyuna dönüştürebilirsiniz. Ekşi meyveler için
gerekirse tatlandırıcı olarak bal, pekmez, mevsimine göre üzüm, elma,
havuç suyu gibi doğal tatlandırıcılar ekleyebilirsiniz. Meyve suyunu
evde yaparken sindirim sistemimiz için çok değerli ve yararlı olan
posasını ziyan etmemeye dikkat ediniz. Asitli içeceklerden sakınmak
en doğrusu olur. Doğal haliyle vücudumuz için çok yararlı olan mineralli suların içine de tatlandırıcı, renklendirici, aroma vb. katılmaktadır,
bu şekilde yararsız ve hatta mahzurlu katkı maddelerinden kaçınalım.
11. ET ve TAVUK
Bir koyun veya inek doğru yöntemle kesildiği ve eti helal olduğu zaman
o et aynı zamanda sağlıklı oluyor anlamına gelmez! Bu noktada
doğru besicilik uygulamalarının önemi devreye giriyor. Tavuk besiciliği
modern işletmelerin pek çoğunda sorunlu bir şekilde yapılıyor. Civcivlerin büyümesini hızlandıran besi teknikleriyle kısa sürede büyütülen ve
çok albenili paketleme teknikleri ve cazip fiyatlarla tüketiciye ulaştırılan
tavukların ne kadar sağlıklı olduğu ve bunlarla vücudumuza ne gibi
kimyasalların girdiği konusunda araştırıcı ve seçici olmalıyız. Doğal
ortamda gezen ve doğal olarak beslenerek yavaş büyüyen özgür bir
köy tavuğu haşlanınca suyu jöle kıvamında olur ve her yeri yoğun bir
tavuk kokusu sarar.
12. KONSERVE ET ÜRÜNLERİ
Sucuk, pastırma, salam ve sosis gibi et ürünlerine canlı kırmızı renk
vermek, bakteri çoğalmasını önleyerek uzun süre bozulmamalarını
sağlamak için nitrat ve nitrit bileşikleri (E249, E250, E251, E252
kodlu katkılar) katılmaktadır. Gıda kodeksi bu katkı maddelerinin kabul
edilebilir sınırlarını belirlemiştir, ancak yapılan testlerde bu ürünlerin
bir kısmında sınırların üzerinde nitrat ve nitrit bulunduğu tespit edilmiştir. Rengi kıpkırmızı ve parlak olan konserve et ürünlerine şüpheyle
bakılmasında yarar var. Etin kilosuyla orantısız fiyatlarda satılan bu tür
ürünlere karşı da uyanık olmak gerekir, bir kilo dana eti 25 TL iken bir
kilo sucuğun 18 TL olması nasıl mümkün olabilir?
rılarak rengi ağartılıyor ve böceklere karşı korunaklı hale getiriliyor. Bu
zararlı bir madde olduğu için bu tür incirler ihraç edildikleri ülkelerden
geri dönüyor ama iç piyasada satışa sunuluyor. Benzer şekilde kuru
üzüm de mazota bulanarak hem parlak ve canlı sarı renge sahip olması sağlanıyor, hem de böceklenmesi önleniyor. Kuru kayısının sarı olanının rengi kükürt dioksitle elde ediliyor. Ayrıca kötü saklama ve ambalaj
şartları sebebiyle kuru meyve, kuru yemiş ve baharatlarda aflatoksin
veya okratoksin gibi zararlı maddeler oluşabilir. Aflatoksin karaciğer
kanserine, okratoksin ise böbrek kanserine sebep olabilir. Genelde
geleneksel yöntemlerle hijyenik şartlar altında oluşturulmuş ürünlerin
albenisi düşük olur, güneşte kurutulmuş kayısının, ağacında kurutulmuş incirin, sergiyle tülbent altında doğal olarak kurutulup koruyucu
ile işlem görmemiş üzümün rengi koyulaşır, görüntüsü parlak ve canlı
olmayabilir. Ceviz, badem, fındık gibi çok sevilen ve yararlı olan yemişleri olabildiğince kabuklu haliyle almak daha doğru bir yaklaşımdır.
14. MUTFAK MALZEMELERİ
Pişirme yüksek sıcaklıkta gerçekleşiyor, yiyecekler kapla temasa gelince etkileşime giren çeşitli asitler içeriyor. Su pek çok maddeyi eritiyor
veya etkileşime giriyor. Mutfağımızda toprak, seramik, cam ve iyi kalite
çelik kullanmak bugün için en doğru yaklaşım olarak görülüyor.
15. TEHLİKELİ GIDA KATKI MADDELERİ
Bugün dünya üzerinde, koruma, renklendirme, kıvamlandırma, tat
verme, tatlandırma ve daha birçok özellikler vermek amacı ile hazır
satılan ambalajlı gıdalara üç binden fazla katkı maddesi ilave edildiği
bilinmektedir. Bu maddelerin, tüketicilerin ciddi sağlık sorunlarına
sebep olmasına yol açacak özellikleri olmasına karşın çoğunun kullanımı yasaldır. İşlenmiş gıda maddelerini alırken etiketlerini dikkatle okuyup içerdiği katkı maddelerinden uzak durmaya çalışmanız ve bu konu-
Tarım üretiminde yerel tohumların yerine tarlaya
bir kez atılınca faydalı minerallarin çekildiği ve
çiftçinin artık ücretli olan ilaca, gübreye, hormon
katkılarına mahkum olduğu hibrit tohumunun kullanımı yaygınlaştı. Hibrit tohumlar bol ürün verir
ve hastalıklara dayanıklıdır. İnsanlığın çok değerli
birikimi neredeyse yok olmak üzere, muhtemelen
bazı teknikler ve bazı tohumlar kayboldu.
13. KURU MEYVE – KURU YEMİŞ - BAHARAT
Ülkemizin önde gelen üreticilerden olduğu kuru üzüm, kuru incir, kuru
kayısı gibi sevilen meyvelerin üretiminde kullanılan modern yöntemler
çok zararlı maddeler içeriyor olabilir. Kuru incir hidrojen peroksite batıOcak - Şubat 2013 57
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
da çevrenizdeki insanları bilinçlendirmeniz tavsiye edilir. Çok yaygın
kullanılan 15 zararlı katkı maddesi şöyle: E310 Propil Galat, E320 BHA
ve E321 BHT, E924 Potasyum Bromat, E621 Monosodyum glutamat
(MSG), E951 Aspartam, E950 Asesulfam-K, Olestra, E250-E251 Sodyum Nitrit - Sodyum Nitrat, E220-E228 Sülfitler (SO2), E210-E219
Benzoatlar ve E102 Tartrazin, E102 Tartrazin, E133 Blue 1 ve Blue 2,
E127 Red 3, E110 Yellow 6. Bu maddelerin sağlığınıza ne gibi zararlar
verebileceğini kısa bir Internet araştırması ile öğrenebilirsiniz.
NE YAPALIM?
Bu yazının bütününde çok sevimsiz ve iç karartıcı bir manzara çizilmiş olabilir. Ama durumun gerçekten ciddi olduğunu anlamamız
çok önemli. Pazarda, manavda, markette parlatılmış bir elma veya
portakal gördüğünüzde satıcıya gidip böyle bir meyveyi almayacağınızı, mumlanmış meyve istemediğinizi, ancak istediğiniz gibi meyve
getirirse alacağınızı söyleyebilirsiniz. Yaygın bir tepki ve itiraz etkili olacaktır. Mevsiminde toplanıp hemen pazarlara getirilen parlatılmamış,
albenisi düşük ama taze sebze, meyveleri tercih edelim. Çocuğunuzu
gönderdiğiniz ve gelirinizin önemli bir kısmını ödediğiniz okulda, onlara
sunulan yemeklerin içeriğini araştırıp sorgulayın, bunu Okul Aile Birlikleri üzerinden yapabilirseniz çok daha etkili olur. Okullardaki yemek
menüleri bile değişir. Çocuklar için “mahalle baskısı” çok önemlidir, bu
sebeple onları da bilinçlendirmemiz gerekiyor, onlara kabul ettirmek
zor olsa da yanlarında evde hazırlanmış sağlıklı yiyecekler götürüp okul
yemekhanesinden uzak durmalarını bile düşünmelisiniz. Bunu yapmak
için gerekli motivasyonu bulmak için, ne kadar sevimsiz olsa da onların
genç yaşlarda gözümüzün önünde acı çekmeleri, ölümcül hastalıklara
yakalanmaları, sık sık hastalanmaları, yiyecek zehirlenmelerine maruz
kalmaları vb. gibi kötü senaryoları düşünmemiz gerekebilir! Sağlıklı
bir mutfak ve beslenme düzeni kurmak biraz yatırım yapmayı, pek
çok alışkanlığımızı değiştirmeyi, daha çok emek harcamayı ve bu
davranışlarınızı yadırgayacak bir çevreyle karşılaşmayı göze almayı
gerektiriyor. Özellikle alışkanlıkları değiştirmek ve yaptıklarınızı
sorgulayan yakın çevrenin tepkilerini göğüslemek zor olacaktır.
Yiyeceklerimizi eskiden olduğu gibi evde yapmak hazır gıda almaktan veya dışarıda yemekten daha zor gelebilir ama sağlığımız için,
58 Mimar ve Mühendis
çocuklarımız için bunun gerekli olduğuna inanırsak bu kararlılığı
gösterebiliriz. Mevsiminde bol bulunan, güveneceğiniz yerlerden
alacağınız domateslerle salçanızı, domates pürenizi, yemeklik soslarınızı kolay usül konserveler şeklinde bolca yapabilirsiniz veya bu
şekilde yaptığını bildiğiniz yerlerden satın alabilirsiniz. Yine mevsiminde alacağınız sebzeleri dondurucuda birer pişirimlik parçalar
halinde muhafaza edebilirsiniz. Hazır çorbalar yerine eskilerin usulü
ile çabucak yapılan pek çok geleneksel ve lezzetli çorbayı yapmaya
tekrar alışabilirsiniz. Eti güvenilir bir yerden almak önemli, gerekirse birkaç aile ortaklaşa hareket edip doğal besicilik yapan ve
kesim imkanı da olan bir yerden bütün bir danayı alıp paylaşabilir,
dondurucunuzda saklayabilirsiniz. Süt konusunda özellikle büyük
şehirlerde yine büyük markaların üretimine güvenmek en doğrusu
olabilir. Yoğurdu evde yapmak en kolayı. Ekmeğinizi evde yapmak
artık çok kolay, önemli olan doğru unu bulabilmek. Bu da biraz
gayret ve titiz bir araştırma ile mümkün, ülkenin uzak köşelerinden
bile kargoyla un getirtebilirsiniz. Mutfağınıza bir kez doğru donanım
kurarsanız kışın narenciye suyu veya nar suyu sıkmak markete
gidip almaktan çok daha hızlı, hesaplı, sağlıklı ve lezzetli. Çocuklarımıza doğru beslenme alışkanlıklarını kazandırmak onlara bırakacağımız en değerli miras olabilir. İlk başta yorucu olabilir, disiplinli
olmak kararlılık ve enerji, aile içi tutarlılık gerektirir ama buna
değecektir. Çocuklar sofraya aile ile birlikte oturmalı, onlar için
özel yemekler yapılmamalı. Acıktığı zaman öğün yemeğine kadar
duramayacaksa, hazır patates cipsi veya çikolatalı gofret değil,
elma, havuç, haşlanmış bir patates, ekmek arası zeytin, tereyağlı
bir dilim ekmek vb. ile oyalanmalı. Küçük yaşlardan itibaren böyle
alışan çocuklarda yemek seçme, iştahsızlık, gaz sorunu, alerji,
bronşit, grip vb. sorunlar pek olmayacaktır. “Fast Food” onlara
bir ödül değil, ceza gibi görülmeli. Çorba, sulu yemek, yoğurt, has
ekmek, mevsiminde sebzelerden salata, ev turşusu, taze meyve
veya meyve suyu, evde yapılan süt tatlıları ve dondurma asıl menü
olmalı. Bol katkı maddeli atıştırmalıklar vb. hazır yiyeceklerden
önce kendiniz uzak durmalısınız. Yemek hazırlarken çocuklara da
mutfakta bir görev verin. Bezelye ayıklasın, havuç yıkasın, sofrayı
kursun... Yuva, ev, aile gibi gelenekleri benimsesin. Pişirenin emeğine saygı duymayı, ''eline sağlık'' demeyi, şükretmeyi öğrenerek
yetişsin. Tatillerde köy hayatını görme fırsatı bulsunlar. Doğayı
sevmeyi öğrensinler, böylece kendisi ile dünya ile barışık olsunlar.
Ölümleri, doğumları, yenilgileri, olabilecekleri, olamayacakları
doğal hayatın döngüsünü kabullenmeyi öğrensinler.
KAYNAKLAR
“Seeds of Destruction = Ölüm Tohumları'', F. William ENGDAHL'ın kitabı
http://en.wikipedia.org/wiki/Parabens
http://www.chm.bris.ac.uk/webprojects2002/price/azo.htm http://mst.dk/udgiv/publications/1999/87-7909-548-8/html/kap05_eng.htm
http://www.sixwise.com/newsletters/06/04/05/12_dangerous_food_additives_.htm http://www.greenpeace.org/turkey/tr/news/pestisitsiz-gida-meyve-ve-sebze-icinalisveris-rehberi-280312/
HYPERLINK "http://www.dailymotion.com/video/xju4c1_gida-a-y-food-inc_news#.
UNmrPIlevu0" http://www.dailymotion.com/video/xju4c1_gida-a-y-food-inc_news#.
UNmrPIlevu0
www.ipekhanim.com
www.gidahareketi.com
Ocak - Şubat 2013 59
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Eşref ŞEKERLİ
MUSİAD Gıda Sektör Kurulu Üyesi
“HAYVANCILIK BİR MESLEK DEĞİL
YAŞAM BİÇİMİDİR”
Ü
Devletimiz AB uyum sürecinde gıda
güvenliği, izlenebilirlik, hayvan hareketleri,
mezbahaların durumu, kalıntılı ilaç
mevzuatları ve GDO gibi hızla değişen
dünyanın gereklerine ayak uydurma
mücadelesi vermiş çiftliklerin kurulumu ve
projelendirme ile ilgili yeterli teknik desteği
verememiştir.
lkemizin stratejik öneme sahip konularından birisi olan tarım ve
hayvancılık bu güne kadar gelişmiş ülkelerdeki gibi üst düzeyde
temsil edilememiştir. Bu durum ülkemizde hayvancılığın sadece
taşrada ve köyde yaşayan insanların bir işi gibi görülmesinden
kaynaklanmaktadır. Bu algı 2005 yılı sonrası hükümetin yaptığı
hayvancılığı özendirici teşvik uygulamaları ile değişmeye başlamış ve gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ar-ge’ye inanan, teknolojiye
ve bilime açık girişimciler tarafından temsil edilmeye başlamıştır.
Ancak ülkemizdeki bu ciddi ve yapısal değişim beraberinde
problemleri de getirmiştir. Hükümetimiz bu değişim sürecinde
ciddi bir yoğunluğa sahip fakat üretme kapasitesi düşük taşra
ve köylerdeki üreticileri başka sektörlerde istihdam etmeye çalışarak nitelikli bir üretici nüfusa geçiş için çalışmalar yapmıştır.
Netice olarak üretilen mal yahut hizmetlerde artış, bu işle uğraştığını iddia eden nüfusta ise azalma görülmüştür. Hayvancılık ve
tarımda başarı göstermiş gelişmiş ülkelerde bu işlerle uğraşan
nüfus genel nüfusa oranla %5’ler seviyesindedir. Ülkemizde ise
bu oran %27’lerde iken şu an %22’lere ancak inmiştir. Ülkemizde
evinin altında bir iki hayvan besleyen yahut 20 dekar araziyi ekip
biçen de işletme olarak hesap edilmiştir. Bu yüzden işletme sayısı
çok işletme başına düşen arazi yahut hayvan sayısı çok azdır.
Bu durum istatistik yapmayı, verimliliği artırmayı, sevk ve idare
etmeyi, hayvan hareketleri izlemeyi, koruyucu hekimlik uygulamalarını, gıda güvenilirliğini, kontrol ve denetimi zorlaştırmakta
yeniliklere ve değişime kapalı hale getirmektedir.
2012 yılına gelindiğinde beş yıl öncesine göre bu anlamda iyimser bir tablo var. 50 baş ve üzeri işletme sayısı iki yıl önce 4 bin
iken şimdi 28 bin civarında ve yine arazilerimizin veraset yoluyla
parçalanması hükümetimiz tarafından önlenmiş 20 dönüm ve
altına inmesi kanunlarla korumaya alınmıştır. Ziraat bankası
aracılığı ile yüz bin kişi kredi almış ve bu alanda yatırım yapmıştır.
Bu hızlı değişim ve dönüşüm hayvan sayısında ciddi bir artışa
sebep olmuştur. Eskiden hayvanının yiyeceğini kendisi temin
eden çiftçinin yerini ihtiyaçlarını dışarıdan satın almak zorunda
olan girişimciler almıştır buda saman, yonca ve hammadde
fiyatlarında ciddi bir spekülasyona neden olmuştur. Bütün bu iniş
çıkışlar geçmişte yapılması gereken reformların geçtiğimiz on
yıla sıkıştırılmak istenmesinden kaynaklanmaktadır.
Bu değişim ve dönüşüm sürecinde yaşanan problemlere dikkat
çekmek ve çözüme katkıda bulunmak üzere tecrübelerimi aktarmak istiyorum. Ziraat bankası ve Kırsal Kalkınmayı Destekleme
Koordinatörlüğü aracılığı ile işletme sahibi olmak isteyen yatırımcılar için ortada Türkiye şartlarına uygun bir proje modeli
yoktu, yatırımcılar daha önce bilgi sahibi olmadıkları bir alanda
fikir ve proje üretmeye çalışıyorlardı, devlet teşvik ediyordu fakat
projelerle ilgili bir çalışması yoktu, yapın arkanızdayım diyordu,
yatırımcı bir an önce bu yatırımı tamamlamak istiyordu, eski ve
yeni teknoloji karışımı oradan buradan derlenmiş parça projelerle
yatırıma başladılar. Bu sektörün okulu niteliğindeki Saray Çiftliklerini gezme fırsatı bulan her yatırımcı fotoğraf makinası ile
yapabildiği kadar kayıt yapıyor sonra tanıdık üç beş mühendise
yapmak istediği yatırımı tarif etmeye çalışıyordu. Ortaya ilginç
örnekler çıktı. Bölge şartları ile uyum problemi olan projeler,
ciddi imalat hatası olan projeler, işletmelerin geleceğini tehlikeye
atıyor, ciddi iş gücü ve emek israfına neden oluyordu. Yatırımcılar işlerini yapboz şeklinde öğreniyorlardı. Bu arada fırsatçı
60 Mimar ve Mühendis
İyi bir ar-ge çalışması, sektörü ve temsilcilerini araştırmak, dünyada hayvancılığın nasıl yapıldığının araştırılması,
yeterli arazi varlığının bulunması, pazar
araştırması, işletme büyüklüğünün tespiti, ayrı bir iş gibi görülmesi, teknolojinin
ve makine ekipmanın doğru seçilmesi
ve hepsinden önemlisi “Hayvancılık bir
meslek değil yaşam biçimidir” felsefesinin iyice kavranması gerekmektedir.
bazı firmalar yatırımcılara külfeti ağır bayındırlık üst birim fiyatlarından
çiftlik kuruyorlardı. Daha içine hayvan girmeden müteşebbisin kaynakları tükeniyordu. Şu lazım bu lazım şu olmazsa süt vermez, bu olmazsa
et vermez gibi yönlendirmelerle yatırımcı belki de kendisine yılda bir
defa on gün lazım olacak bir makinaya binlerce dolar ödemek zorunda
bırakılıyordu. Ziraat bankası ve diğer özel bankalar kurulan bu yüksek
maliyetli işletmeleri ipotek olarak alırken harcanan paranın dörtte birini
teklif ediyorlardı. Çünkü ortada sadece beton yığınından müteşekkil ne
işe yaradığı belli olmayan imalatlar vardı. Ben bu yatırımcıların içerisinde
belki de en az para harcayan ve doğruya yakın bir işletme kuranlardan
biriyim. Hayvan ithalatı kararıyla birlikte birçok Avrupa ülkesini ve okyanus ötesi ülkeleri gezme fırsatı buldum. Avustralya’da beş ay kadar kaldım gördüklerim bizim daha bu işin başında olduğumuzu gösteriyordu.
Acilen ülkemde bir havza modeli oluşturulmasını hangi hayvan ırkının
hangi iklim ve toprak yapısına uygun olduğunun haritasının çıkarılması
gerektiği gerçeğini gördüm. Avustralya’da hayvanlar için bir barınak inşa
edilmemişti. Hayvanlar uzun otlak ve meralarda serbest olarak dolaşıyordu inşaat maliyeti sıfırdı. Hollanda gibi toprak genişliği az olan ülkelerde kapalı sistem ve beraberinde bio gaz üniteleri Avusturya, Fransa
ve İtalya gibi ülkelerde hem otlağa hem bina imalatına dayalı sistemler
yani bölgenin iklim yapısı kar yükü, rüzgâr ve güneş alımı, gece gündüz
ısı farklılığı otlak durumu gözetilerek hem ırklar tespit edilmiş hem de
bina ve imalatlar ihtiyaca göre tasarlanmıştı.
2011 yılında yüzde elli hayvan ve inşaat hibesi verilen illerimizde yatırım
yapan büyük yetiştiriciler 2005 yılı ve sonrasında yatırım yapanlara
göre biraz şanslıydı. İthalat süresince gerek veteriner hekimler gerekse
yatırımcılar bu sebeple dışarda olup biteni görüyor ve kopyalıyorlardı. Bu
da imalatların biraz daha amacına uygun ve maliyetleri düşük olmasına
yansıdı. Ancak ne yazıktır ki ülkede bu kadar çiftlik yatırımı yapılırken
üniversiteler bu yapılarla ilgili bir iki bireysel çalışmanın ötesinde hiçbir
çalışma yapmamış ortaya bir model koymamıştı. Devletimiz bu hızlı
değişim surecinde kesenin ağzını açmış fakat mevzuat ve standartları
AB normlarına yükseltme gayreti ile ancak uğraşabilmişti.
Devletimiz AB uyum sürecinde gıda güvenliği, izlenebilirlik, hayvan
hareketleri, mezbahaların durumu, kalıntılı ilaç mevzuatları ve GDO gibi
hızla değişen dünyanın gereklerine ayak uydurma mücadelesi vermiş
çiftliklerin kurulumu ve projelendirme ile ilgili yeterli teknik desteği
verememiştir. Şu an hayvancılık yatırımı yapanlar 1985 yılında tekstil
sektörüne girenler ile aynı kaderi paylaşmaktadır. Tekstil sektörü bu gün
ülkenin lokomotifi haline gelmiştir ama geçen zamanda yanlış yatırım
yapan eksik teknoloji kullanan ikinci el makine kullanan kendini yenilemeyen tekstilciler zamana yenik düşmüşlerdir. Hayvancılık yatırımları
tekstil yatırımı ile bu anlamda paralellik gösteriyor. Bir fabrika mantığı
ile kurulan hayvancılık işletmelerinde çalışacak kalifiye eleman ne yazık
ki bulunamamaktadır. Yüksek maaş ve iş olanakları teklif edilmesine
rağmen adaylar hala devlet kapısını tercih etmektedirler, çünkü ülke
içerisindeki spekülasyonlar et, süt ve ham madde fiyatlarındaki aşırı
değişim işletmelerin varlığını devam ettirmesi yolundaki en büyük engel
olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple bu iş için eğitim almış üniversite
mezunları bu yatırımları kalıcı ve güvenli bulmayıp devlet kapısında iş
buluncaya dek geçici istasyon olarak değerlendirmektedirler. Yatırımcılar ise ne zaman iş bırakacağı belli olmayan kadrolar üzerine ciddi
yatırımlar yapmakta ve risk almaktadırlar.
Ayrıca büyük işletmeler büyük ihtiyaçları da beraberinde doğurmuştur.
"Göç yolda dizilir" ata sözünde olduğu gibi ihtiyaç hasıl olmuş bir sektör
doğmuştur. Bu gün beş yıl önce hiç duymadığımız sektörler hayvancılık
ve tarım alanında hayat bulmuştur. Bunlar saman ve yonca müteahhitleri silaj tüccarları, biyogaz sistemleri inşa eden firmalar makine
ekipman imalatı yapanlar, teknoloji ve yazılım üretenler, anahtar teslimi
çiftlik kuranlar, yem fabrikaları, ilaç ve ekipman sektörleri devletten hiçbir destek almadan fazlasıyla büyümüş ciddi paralar kazanmıştır. Geçen
bunca zamanın sonunda yatırımcılar devletten ciddi destek almalarına
rağmen para kazanamamaktan şikâyetçi, devlet ise elinden geleni
yapmış durumda peki nedir bu problemin kaynağı? İşletmeler neye
Ocak - Şubat 2013 61
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
mal olursa olsun sütü yahut eti üretme yarışına girdiler sonuçta yeterli
sayıda hayvanımız oldu et üretimi ve süt üretiminde artışlar sağlandı
fakat bu defa başka bir sorun var .Hiç önemi yok denilen saman normal
fiyatının 5 katına çıktı yonca ve diğer ham maddeler de bu artışlardan
nasibini aldı. Ürettik ama pahalıya ürettik. Et pahalansa ithalat açılıyor,
et ucuzlasa üretici zarar ediyor. Yapısal bir hata olduğu gayet açık,
nerede hata yapıldı? Devlet bu dengeyi kurmak için daha ne kadar para
aktarmalı bu sektöre bilinmiyor.
Bu sektörün içinde birisi olarak bu duruma ancak şu analizi yapabiliyorum. İşletmeler hayvan mevcutlarına paralel olarak dışarıdan etkilenmemek yahut daha az etkilenmek için kendi kaba yemini özellikle yonca
ve silajını kendisi üretmek zorundadır devlet ise kafadan destek vererek
içerideki dengeleri kurmaya çalışacağına maliyetleri düşürücü unsurlar
üzerinde çalışmalı. Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi biyogazdan elde
edilecek elektriğin alım fiyatını şu an açıkladığının iki katına çıkararak
bu alana yönlendirme yapabilir. Bu destek enerjide dışa bağımlı olan
ülkemizi rahatlatacak üreticiyi desteklemiş olacak ve Kyoto protokolü
gereği sera gazı etkisi olan karbon salınımı için tazminat ödemekten
kurtulacaktır. Ayrıca biyogaz üreten işletmeler kendi ihtiyacı olan ısınma
elektrik gibi maliyetlerini minimize edebileceklerdir, ayrıca kendi yemini
kendisi üreten işletmeler için girdi maliyetlerindeki K.D.V. oranlarında
esneklik yapabilir. İşçilik maliyetleri pahalı olmasına rağmen Avrupa
ülkelerindeki et fiyatlarına bakıldığında ülkemizdeki fiyatlarla arasında
ciddi bir fark olduğu aşikârdır, bu farklılığı acilen kapatmamız gerekmektedir. Globalleşen dünyaya karşı kayıtsız kalamayız AB uyum sürecinde
bu farklılıkları acilen çözüme kavuşturmamız gerekmektedir. Şu an ülkemiz AB üyeliği kabul edilse var olan işletmelerimizin neredeyse hepsi
kapanma noktasına gelir. Devlet ve yetiştiriciler olarak eti yahut sütü ne
kadar üretiyoruz sorusunu artık değiştirip eti yahut sütü "Kaça mal ediyoruz?" şeklinde sormalıyız. Ara eleman problemi acilen çözüme kavuşturulmalıdır. Bu sektördeki kayıt dışılık haksız rekabete yol açmaktadır.
Mezbahaların güvenilirliği ve kesim standardı yoktur. Et ve Balık Kurumu
piyasa dengeleyici rolünü hakkıyla yapmalıdır. Canlı besilik ve damızlık
haricinde ithalat sınırlı ve mücbir durumlarda yapılmalıdır. Fon dengesi
piyasa hareketleri gözlemlenerek hızlı bir şekilde hayata geçirilmelidir.
Alternatif yem bitkisi ekimi teşvik edilmeli destek ve teşvikler maliyetleri düşürücü özellikler içermelidir. Hayvancılıkta havza modeli
hayata geçmelidir. Ülkemiz iklim ve coğrafi yapısı gözetilerek
kültür ırkları tercih edilmelidir. Ülkemizin et açığı vardır. Yatırımlar
etçi ırklar üzerine yönlendirilmelidir. Sivil toplum örgütleri seçilmişlerden oluşmalıdır ve üreticinin menfaatine olmalıdır. Üniversiteler
üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeli akademisyenler sahada
uygulanabilir gerçek ve güncel önerilerde bulunmalı, müteşebbis ile
sürekli kontak halinde olmalıdır. Aslında güzel bir model olan kooperatif sistemi ülkemizde hakkıyla hayata geçirilememiştir; sadece
Ege bölgesinde hayata geçmiş güzel örnekler vardır.
Yeni yatırımcılara bazı önerilerde bulunarak yazımı sonlandırmak
istiyorum.
İyi bir ar-ge çalışması, sektörü ve temsilcilerini araştırmak, dünyada
hayvancılığın nasıl yapıldığının araştırılması, yeterli arazi varlığının
bulunması, pazar araştırması, işletme büyüklüğünün tespiti, ayrı bir iş
gibi görülmesi, teknolojinin ve makine ekipmanın doğru seçilmesi ve
hepsinden önemlisi “Hayvancılık bir meslek değil yaşam biçimidir”
felsefesinin iyice kavranması gerekmektedir.
Canlı besilik ve damızlık haricinde
ithalat sınırlı ve mücbir durumlarda yapılmalıdır.
62 Mimar ve Mühendis
Ocak - Şubat 2013 63
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Osman BALTA
Gübretaş Genel Müdürü
TARIM, GIDA VE İNSAN
Dört temel besin grubundan biri olan tahıllar,
tarımsal üretimde de en büyük paya sahip
olan bitki grubudur. Bu grubun en önemlileri
olan buğday ve çeltik ile bunların yan
H
er canlı sağlıklı büyüyüp gelişebilmek ve neslini devam
ettirebilmek için su ve çeşitli besin maddelerine (gıdaya)
ihtiyaç duyar. İşte tarımı diğer sektörlerden ayrıştıran en
önemli nokta da insanlığın en temel ihtiyaçlarından biri olan
gıda ile ilgili olmasıdır.
Tarım, gerek bitkisel ürünlerin doğrudan tüketimi ile gerekse
gıda ve giyim sanayinin ham maddesini üretmesi bakımından
dünyanın en stratejik ve vazgeçilmez sektörüdür. Hayvansal
üretimin de başlıca girdisini (yem) üreten tarım sektörü;
insanlığın her türlü beslenme ve giyim ihtiyacını karşılaması,
sağlıklı nesillerin oluşması, milli gelir ve istihdama katkı sağlaması, ihracata doğrudan ve dolaylı katkıda bulunması, dış
ülkelere olan bağımlılığı asgariye indirmesi gibi tüm bileşenleri ile insanlığa hizmet etmektedir. Dolayısıyla, doğrudan ve
dolaylı tüm katkıları ile milli ekonominin temelini oluşturmakta, sanayi ve uygarlığın gelişimine yön vermektedir.
Tarımda geri kalmış ülkeler, ya ticaret yaparak ya da yeraltı
kaynaklarını kullanarak buradan bir gelir etmeye, sonuçta ise
bu gelirlerini yine tarım ürünlerine kullanmaya mahkûmdurlar.
Unutulmamalıdır ki dünyada tarımın gelişmediği hiçbir yerde
medeniyette gelişememiştir.
HER ÜLKE, KENDİ GIDA GÜVENLİĞİNİ
GARANTİ ALTINA ALMAK İSTER
Gerek sanayileşmekte ve gelişmekte olan, gerekse sanayileşme
ve gelişmişlik düzeyi yüksek dünya ülkelerinin hemen hepsi tüm
64 Mimar ve Mühendis
ürünleri insanların temel besin maddesi
ihtiyacını karşılarken, arpa ve mısır da
daha yoğun olarak hayvan beslenmesinde
kullanılmaktadır.
ideoloji ve doktrinlerini; gıda güvencelerini garanti altına
almak, kendi insanına kendi kaynakları ile yeterli gıdayı sunabilmek ve hiç bir zaman kendi insanının beslenmesini başka
ülkelerin inisiyatifine bırakmamak üzerine kurmuştur. Bu
bağlamda, tarımsal üretimlerindeki yeterlilik ve süreklilik için
çeşitli tedbirler almışlar ve almaya da devam etmektedirler.
Bugün 75 milyon olan Türkiye nüfusunun 2023 yılında 85
milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. Her geçen gün artan
dünya ve ülke nüfusu ile birlikte sürdürülebilir nitelikte, sağlıklı, güvenli ve yeterli gıda üretimi önümüzdeki yıllarda kritik
önem arz edecektir.
Dünya nüfusunun beslenmesi ve gıda güvenliğinin temininde
tahılların önemi, inkâr edilemez bir gerçektir. Dört temel besin
grubundan biri olan tahıllar, tarımsal üretimde de en büyük paya
sahip olan bitki grubudur. Bu grubun en önemlileri olan buğday
ve çeltik ile bunların yan ürünleri insanların temel besin maddesi
ihtiyacını karşılarken, arpa ve mısır da daha yoğun olarak hayvan beslenmesinde kullanılmaktadır.
TARIMSAL ÜRETİMDE KİMYEVİ
GÜBRELERE İHTİYACIMIZ VAR
Dünya ve ülke nüfusunun hızla artması açlık tehlikesini de
beraberinde getirmekte, bu da tarımsal üretim kalemlerindeki üretim miktarlarının artırılmasını zorunlu kılmaktadır. Üretim artışını, yeni tarım alanları oluşturmak suretiyle sağlama
imkânları kısıtlı kaldığı için, bu durumda en temel yaklaşım,
Bir taraftan verimsizleşen toprağın yeniden
ıslahı için ekstra girdi
kullanımı (kükürt, organik madde, ekstra gübreleme, akaryakıt, işçilik
vs.) zorunlu hale gelirken,
diğer taraftan ihtiyaç
fazlası gübre hem üründe birikerek hem de topraktan yıkanma yoluyla
içme sularına karışarak
insan sağlığı üzerinde
toksik (kanserojen) etkiye
neden olabilmektedir.
mevcut tarım alanlarındaki verimi yükseltme yoluna gitmek olarak
değerlendirilmektedir. Bu bağlamda dünyada ve ülkemizde ektansif
tarımdan (geleneksel tarım) entansif tarıma (yoğun, modern tarım)
geçiş hızla yaygınlaşmıştır.
Bilindiği üzere bitkiler sağlıklı büyüyüp gelişebilmek, bol verimli ve
üstün kaliteli ürün (dane-meyve-yumru) oluşturabilmek için çeşitli
besin maddelerine ihtiyaç duyarlar. Bunlar, temel besin maddeleri
(azot, fosfor, potasyum) ile birlikte; magnezyum, kalsiyum, kükürt
ve mikro besin elementleri (çinko, demir, bor, mangan, bakır,
molibden)’dir. Entansif (yoğun) tarım için geliştirilen hibrit (melez)
çeşitler, ektansif (geleneksel) tarımdaki yerel çeşitlere göre birim
alanda çok daha yüksek verimli ve kaliteli ürün meydana getirdiğinden, söz konusu besin elementlerini de çok daha yüksek
miktarlarda tüketmektedir.
Tarımsal üretimin ihtiyaç duyduğu bu besin maddelerini karşılamada organik gübreler (hayvansal gübreler, yeşil gübre, kompost vb.)
kimyasal bileşimleri itibariyle tek başına yeterli olmadığı gibi üreticilerin bu gübreleri ihtiyaç duyulan her yetiştirme döneminde ve
yeterli miktarlarda temin edebilmesi de mümkün olamamaktadır.
Özellikle hayvancılığın gelişmediği ve gerilediği ülkelerde bu durum
daha da belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. İşte tüm bu süreçler,
tarımsal üretimde kimyevi gübre kullanımını zorunlu hale getirmekte, organik gübreler kullanılsın ya da kullanılmasın, üretimde
belirleyici rolü kimyevi gübreler üstlenmektedir.
AŞIRI VE TEK YÖNLÜ GÜBRELEME;
TOPRAK, BİTKİ VE İNSAN SAĞLIĞINI TEHDİT EDİYOR…
Her alanda olduğu gibi kimyevi gübre kullanımı da bilinçli bir şekilde
yapılmadığı zaman fayda yerine bazı zararlara da neden olabilir.
Kimyevi gübrelerin zararlı etkileri; hatalı gübre seçimi, aşırı dozlarda
ve doğru zamanda yapılmayan uygulamalar sonucunda ortaya çıkmaktadır. Yanlış gübre seçimi ve gelişigüzel dozlarda uygulamalar,
topraklarımızın yapısını (kimyasal, fiziksel ve biyolojik özellikler) bozarak verimsizleştirmektedir. Toprakta pH ve tuzluluğun artması, biyolojik
aktivitelerin ve kimyasal tepkimelerin inaktif duruma geçmesi, besin
maddelerinin toprağa sıkıca bağlanarak bitkiler tarafından alınamaz
forma dönüşmesi; kısacası toprağın kilitlenmesi ile sonuçlanan bu
süreç, bitkide zayıf bir kök ve vejetatif (yeşil) aksam gelişimini beraberinde getirerek verim ve kaliteyi ciddi ölçüde düşürmektedir.
Sonuç olarak bir taraftan verimsizleşen toprağın yeniden ıslahı için
ekstra girdi kullanımı (kükürt, organik madde, ekstra gübreleme, akaryakıt, işçilik vs.) zorunlu hale gelirken, diğer taraftan ihtiyaç fazlası
gübre hem üründe birikerek hem de topraktan yıkanma yoluyla içme
sularına karışarak insan sağlığı üzerinde toksik (kanserojen) etkiye
neden olabilmektedir.
KİMYEVI GÜBRELER %40-50 VERIM ARTIŞI SAĞLIYOR…
Yapılan araştırmalar, kimyevi gübrelerin birim alandan elde edilen
bitkisel üretim verimini %40-50’ye varan oranlarda artırdığını
ortaya koymuştur. Bu nedenle kimyevi gübreler tarımsal üretimde
verim artırıcı girdilerin başında gelmekte; yüksek gıda kalitesine
FAZLA GÜBRE, FAZLA ÜRÜN DEMEK DEĞİLDİR…
Gereğinden fazla gübre uygulamalarında, ihtiyaç fazlası elementler
bitki bünyesinde metabolize edilip (parçalanıp) tüketilemediğinden
bitki dokularında birikmekte; böyle bitkilerle beslenen insan ve hayvanlarda da önemli sağlık sorunları ortaya çıkabilmektedir. Özellikle
sahip tarım ürünlerinin ve sanayi ham maddelerinin yetiştirilmesini
sağlamakta, gıda güvenliğinin elde edilebilmesi ve açlıkla mücadeleye ciddi bir katkı oluşturmaktadır.
Ocak - Şubat 2013 65
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
yüksek dozlarda azotlu gübre uygulamaları sonucu bitki dokularında
nitrozamin gibi kanserojen maddeler oluşmakta, topraktan yıkanma
yolu ile içme suları ve akarsularda da nitrat miktarı artmaktadır. Aşırı
uygulanan fosfor da, hem toprakta pH ve tuzluluğu artırarak toprağın
verimsizleşmesine ve tarımsal üretimde sürekliliğin tehlikeye girmesine yol açmakta hem de yüzey akışları ile içme suları ve akarsulara
taşınarak bu sularda fosfat miktarını artırmaktadır.
Diğer taraftan, aşırı gübrelemeler sonucu topraktaki bitki besin elementlerinin birbirleri ile olan etkileşimleri bitkilerin aleyhine olmakta;
bazı elementler toprakta mevcut olduğu halde bitki tarafından alınamamaktadır. Örneğin aşırı fosfor, topraktaki çinko ve demiri kilitleyerek bitkinin bu elementlerden istifade etmesini engellemektedir. Dolayısıyla, “fazla gübre” mutlaka fazla ürün sağlamayacağı gibi; ekstra
gübre, mazot ve işçilik masrafına da yol açarak üretim maliyetlerini
yükseltmekte ve kârlılığı düşürmektedir.
DOĞAYA VE İNSANA ZARAR VERMEDEN, KİMYEVİ GÜBRELERDEN FAYDA SAĞLAMAK MÜMKÜN…
Doğru zamanda doğru gübre ile yeterli, dengeli ve düzenli bir gübreleme yaparak kimyevi gübreleri tarımın ve insanlığın lehine kullanmak
mümkündür. Gübreye gereğinden fazla masraf yapmadan ve aynı
zamanda doğaya ve canlılara zarar vermeden başarılı, kârlılığı yüksek
ve sürekli bir üretim için; üreticilerimizin aşağıdaki adımları hassasiyetle izlemesi ve bu bilincin yaygınlaştırılması gerekmektedir.
Hangi gübrenin ne kadar, ne zaman ve nasıl kullanılacağını net
olarak belirlemek için yetiştiriciliğe mutlaka “toprak analizi” yaptırarak başlanmalıdır.
Kullanılacak başlangıç (taban) gübresi ve üst gübreler; bölgenin
iklim (sıcaklık, nem, yağış) şartları, toprak yapısı (pH, tuzluluk, geçirgenlik) ve eldeki sulama imkânları dikkate alınarak seçilmelidir.
Üretimden beklenen verim düzeyi net olarak ortaya konmalı
ve uygulanacak gübre dozları buna göre belirlenmelidir. İstenilen
verim düzeyi, yetiştirilecek çeşidin genetik potansiyel sınırları
içinde olmalıdır.
Yetiştirilen bitki çeşidinin, istenilen verim ve kalite düzeyini meydana getirebilmesi için işin uzmanı kişilerden bir dekar alanda
(veya ağaç başına) hangi besin elementlerine, hangi miktarlarda
ihtiyaç duyduğu ile ilgili “bitkiye özel bir gübreleme programı”
hazırlanmalı ve bu titizlikle uygulanmalıdır.
İlerleyen gelişme dönemlerinde yaprak analizi ile bitkinin beslenme durumu takip edilmeli, mevcut besin maddesi noksanlıkları
yapraktan ya da damla sulamadan gübreleme ile mutlaka takviye
edilmelidir.
Yapraktan gübrelemede özellikle bitki tarafından kolay alınıp
metabolize edilebilen şelatlı yaprak gübreleri tercih edilmelidir.
TÜRKİYE’DE ÜRETİCİ BİLİNCİ GİDEREK ARTIYOR…
Ülkemiz çiftçilerinin büyük bir bölümünün geçmişten edindikleri
alışkanlıklar doğrultusunda tarım yapma eğiliminde olmaları ve özellikle de uzun yıllardır süregelen bilinçsiz ve hatalı gübre uygulamaları
sonucu topraklarımızın büyük bir çoğunluğu verimliliğini ciddi ölçüde
yitirmiştir. Toprak ve yaprak analizi yaptırmaksızın devam eden bu
66 Mimar ve Mühendis
Her alanda olduğu gibi kimyevi gübre kullanımı da
bilinçli bir şekilde yapılmadığı zaman fayda yerine
bazı zararlara neden olabilir. Kimyevi gübrelerin
zararlı etkileri; hatalı gübre seçimi, aşırı dozlarda
ve doğru zamanda yapılmayan uygulamalar sonucunda ortaya çıkmaktadır. Yanlış gübre seçimi ve
gelişigüzel dozlarda uygulamalar, topraklarımızın
yapısını (kimyasal, fiziksel ve biyolojik özellikler)
bozarak verimsizleştirmektedir.
gübreleme alışkanlığı; yeterli ve dengeli gübrelemeden uzak, daha çok
tek yönlü bitki besleme sağlayan katı kimyevi gübrelerin (TSP, DAP
vb.) toprağa aşırı miktarlarda verilmesi yönünde gerçekleşmekte idi.
Ancak son yıllarda hayata geçirilen yeni tarım politikaları ile üretici
bilincinin artması yönünde önemli adımlar atılmıştır. Tarımsal destek
yelpazesinin genişletilmesi (toprak hazırlığından ekime, hasattan
işleme, depolama ve paketlemeye kadar), bitkisel üretimde devrim
niteliğindeki “Havza Bazlı Tarım ve Destekleme Modeli”nin hayata
geçirilmesi, tarım ürünlerinin kalitesini artırmaya yönelik teşvik politikaları gibi köklü değişiklikler ile Türkiye’nin sahip olduğu tarım potansiyelini daha etkin kullanabilmesinin önü açılmıştır. 2007 yılında ülkemiz
çiftçilerinin %12’si toprak analizine dayalı tarım gerçekleştirirken, bu
oran 2011 yılında %50’lere kadar yükselmiştir.
Ocak - Şubat 2013 67
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
TMMOB GIDA MÜHENDİSLERİ ODASI
İSTANBUL ŞUBE BAŞKANI SEDAT KURU
"SEKTÖRÜN VE TOPLUMUN KAYGILARINI
GİDERMEK İÇİN BAKANLIĞIN DAHA ŞEFFAF
OLMASINI BEKLİYORUZ"
TMMOB Gıda Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Sedat Kuru ile gıda sektöründe
yaşanan sorunları ve çözüm önerilerini konuştuk. Kuru, Medya’nın referans olarak
yanlış isimleri göstermesinden, denetim eksikliğine, tağşiş ve taklit yapan firmalara
verilen cezaların yetersizliğine kadar birçok soruna değindi.
>
Son yıllarda gıda alanına toplumun
ve paralel olarak basının ilgisinin
arttığını görüyoruz. Bu durumu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Henüz yeterince ilgi olduğunu söyleyemeyiz. Bu ilgi daha çok tüketicilerin kendilerine yansıyan haberlere ve
olaylara verdiği tepki olarak değerlendirilmeli. Bu noktada basının önemi
büyük. Toplumun ilgisi, basınının bu
alana ilgi duymasını sağlarken, basında
çıkan haberlerde toplumun daha fazla
ilgi duymasını sağlıyor. Bazen basının
da bilinçli veya bilinçsiz olarak toplumu yanlış yönlendirdiğini görebiliyoruz.
Zaten toplumun farkındalığının ve bilinç
seviyesinin henüz yeterli seviyede olmadığını görüyoruz. Yine de bu gelişmeler
umut vaat ediyor. Farkındalığı ve bilgi
seviyesi artan tüketici artık sorgulamaya başlıyor. Bu da beraberinde kaliteyi
getiriyor. Gelişmiş ülkelerde gıda sektöründe asıl denetimi tüketici yapıyor,
yavaş yavaş bizler de bu noktaya doğru
ilerliyoruz.
68 Mimar ve Mühendis
SÖYLEŞİ: YUNUS EMRE TOZAL
Gıda sektörü ile alakalı gerek yazılı gerek görsel basında çok sayıda kişinin demeç verdiği görülüyor,
bazen bunlar arasında ciddi çelişkiler oluyor, bunun nedeni nedir?
Gıda son zamanlarda basında popülerliğini kaybetmiyor. Bu durumu reklam
amaçlı kullananlar var. Konuyla ilgili
ilgisiz, yeterli birikimi veya uzmanlığı
olmayan kişilerin de mütalaa verdiğini
görüyoruz. Bu durum ciddi çelişkilere
yol açıyor, öyle ki aynı anda iki farklı TV
kanalında aynı konu tartışılabiliyor ve
birbiri ile ciddi şekilde çelişen beyanatlar verilebiliyor. Sanırım Basın kuruluşları da artık bu sorunun farkına varmaya
başladı. Eskiye göre daha seçici oluyorlar, fakat yine de yeterli değil. Aslında
bu sorunun çözümü için bir süredir bir
proje üzerinde çalışıyoruz. Önümüzdeki
sene bu projeyi tam anlamı ile hayata geçirmek istiyoruz. Amacımız basın
yayın organlarının bilgi alabileceği referans noktalarının tespiti olacak. Şunu da
belirtmek gerekiyor ki gıda konusunda
toplumun önemli bir kısmında paranoya
seviyesine ulaşır nitelikte bir hassasiyet
var ve bu sürecin kontrol altına alınması
önem taşıyor.
Gıda sektöründe denetimler yeterli mi?
Ülkemizde gıdaların tarladan / çiftlikten
sofraya kadar halkımıza güvenli olarak
arzından Gıda, Tarım ve Hayvancılık
Bakanlığı sorumlu. Bunu sağlamak için
tarlada ziraat mühendisinin, çiftlikte
veteriner hekimin; gıdanın üretimi, satışı
ve servisinde ise gıda mühendisinin var
olması ve gerekli denetimi sağlaması
büyük önem taşıyor.
Denetim ve kontrol sistemini geliştirmede ve yaygınlaştırmada Bakanlığımızın samimi gayretleri olduğu bilinmekle
birlikte, sadece denetçi sayısı dikkate
alındığında bile, derde deva olmaktan
çok uzak olduğu söylenebilir.
Yaklaşık %80’i satış ve servis noktasından oluşan 500 000 gıda işletmesinin
denetimi 4600 kontrolör ile yapılmaya
çalışılmakta ve bu kişilerin de sadece
%25’i gıda mühendislerinden oluşuyor.
Bunun sonucunda; Bakanlık bünyesinde
eğitimi gıda ile ilgili yetki taşımaya
uygun olmayan pek çok kişi alanı dışında çalışmaya itiliyor. Örneğin, köyde
hizmet vermek amacıyla özel olarak
istihdam edilen kişiler gıda kontrolörü
açığını kapatmak için köyden uzaklaştırılmakta ve aslında gıda kontrolörlerinin
yapması gereken görevleri üstlenmek
zorunda bırakılıyorlar. Bu koşullarda;
kamuda yeterli gıda mühendisi istihdamı sağlanmadığı için gıda denetimleri yetersiz yapılıyor ve gıda güvenliği
yeterli şekilde sağlanamıyor.
Bakanlığın tağşiş yapan firmaları
açıklamaya başlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce sorun bizlere
yansıdığı kadarıyla sınırlı mı?
Çok geç kalmış bir süreç, yıllardır tartışılan bir konuydu. Tüketicinin korunması
adına önemli bir adım ama yeterli değil.
Geçtiğimiz süreçte tüketiciler, şikâyet
ettikleri firmaların durumlarını dahi tam
olarak öğrenemiyordu, hatta bu konuda açılmış davalar da vardı. Gelişmiş
ülkelerde, gıda güvenliği kurumlarının
hijyen denetimlerini dahi internetten
paylaştığı bir çağda taklit ve tağşişin
bu kadar yaygın olması ortada ciddi bir
sorun olduğunun göstergesi durumunda.
Mevzuatla birlikte yaşanılan çok sayıda
teknik aksaklık bu sorunun kaynağı olarak gösterilebilir. Sorunları kısaca şöyle
özetleyebiliriz:
Bakanlığın yaptığı piyasa denetimlerinde alınan şahit numunelerin büyük
kısmının halen büyük gıda firmalarına
ait olduğu, fakat taklit-tağşiş yapan firmaların çoğunlukla yerel olarak faaliyet
gösteren küçük ve orta ölçekli firmalar
olduğunu görüyoruz. Numune sayısının
artırılması; ayrıca numune örnekleminin
daha çok bu küçük işletmeleri kapsayacak şekilde yeniden yapılandırılması
gerekiyor.
Bir diğer sorun ise gün geçtikçe işletmelerin yeni ve çok farklı taklit ve
tağşişlere başvuruyor olmaları. Bu taklit
ve tağşişlerin büyük kısmı ancak laboratuvar analizleri ile ortaya çıkartılabiliyor. Fakat Bakanlık kontrolörleri şüphelendikleri durumda bu tip analizleri
yaptırmakta zorlanıyorlar. Kontrolörler
kodekste yer almayan bir kriter için
analiz talebinde bulunamıyor, aslında
burada yapılması gereken, Bakanlığın olası tağşiş ve taklit konularını iç
yazışma şeklinde duyurması olabilir.
Bu şekilde kontrolörler için de bir yasal
dayanak oluşacaktır.
En önemli sorun ise kontrolör sayıları
ve yeterliliği. Bakanlık yeni gıda kanunu
ile kontrolörlerin görev alanını belirledi,
fakat bu noktada sorun yaşandığını
görüyoruz. Az önce bahsettiğimiz gibi
Gıda Mühendisleri Odası olarak meslektaşlarımıza bu noktada daha fazla
görev düştüğünü düşünüyoruz. Fakat
Bakanlığın yaptığı alımlar ve açıkladığı kadrolar tersini gösteriyor. Bakanlık
kontrolör sayısını ve beraberinde istihdam ettiği Gıda Mühendislerinin sayısını
artırmak için küçük adımlar attı, ama
yine de sayılar yeterli değil. Önümüzdeki
dönemde İstanbul Şube olarak kapsamlı
bir çalışma yapmayı planlıyoruz. AB
ilerleme raporlarında, Avrupa Birliği ve
diğer ülkelerden dönen ihracat malları,
DPT raporları ve daha birçok kaynak
gıda güvenliğinde notumuzun düşük
olduğunu gösteriyor.
Tağşişin önüne neden geçilemiyor?
Konuya sadece tağşiş ve taklit olarak
bakılmamalı. Sorun aslında gıda güvenliği, gıda güvenliğini birçok alt sektörde
sağlayamıyoruz. Yukarıda bahsettiğimiz
sorunlar çözülmeden yol alınması mümkün görünmüyor. Örneğin tağşiş ve taklit
yapan firmaların nasıl teşhir edildiği ile
ilgili mekanizmaya halen vakıf değiliz.
Ocak - Şubat 2013 69
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Bakanlığın, sektörün ve toplumun kaygılarını gidermek için daha şeffaf olmasını
bekliyoruz. Bir diğer husus ise teşhirin
ve yapılan haksız kazanca göre düşük
sayılabilecek para cezalarının tek başına
yeterli olup olmadığı, bu tip durumlarda
teşhir ve para cezası ile yetinilmemesi
gerektiğine inanıyoruz. Özellikle toplum
sağlığını tehdit eden hususlarda gerekirse meslekten men, gıda sektöründe
çalışmadan men edilme ve gerektiğinde
hapis cezasına kadar gidebilen bir ceza
sistemi kurulması gerektiğini görüyoruz.
Gelişmiş ülkelerde gıda güvenliğini sağlamak için çok yönlü çalışma yürütülüyor. Mevzuat açıklarının kapatılması,
denetim mekanizmasının güçlendirilmesi, yaptırımların artırılması ve başta
işletme yöneticileri olmak üzere tüm
sektör çalışanlarını kapsayan kapsamlı
bir eğitim ve sertifikasyon sisteminin
oluşturulması gerekiyor.
Gıda sektörünün geleceğini
nasıl görüyorsunuz?
Sektörün son 15-20 yılına baktığınızda
çok hızlı bir değişim görüyoruz. İç ve dış
dinamiklerin etkisi ile sektörde kapsamlı
bir yapılanma mevcut. Hatta Bakanlık,
Oda ve sivil toplumun bu değişime ayak
uyduramadığı, yetişemediği fark ediliyor.
Fakat bu gelişmelerin yeterli olduğunu
da söyleyemeyiz. Sorunların çözülmesi
için yapılması gereken daha çok çalışma var. Türkiye için Gıda Mühendisleri
büyük bir potansiyel. Amerikan Gıda ve
İlaç Kurumu (FDA), uluslararası düşünce
kuruluşları ve AB kurumlarının ortak
görüşünün ‘Gıda Mühendisliği endüstride devrim yaratabilir” şeklinde olduğu
görülüyor. Türkiye’de biz bu potansiyeli
yeteri kadar değerlendiremiyoruz. Yaşadığımız bu çıkmazı her platformda dile
getiriyoruz. İnşallah yakın bir zamanda
güzel gelişmeleri görürüz.
Konuyu toparlamak gerekirse
bilinçli tüketiciye önerileriniz nedir?
Etiket bilgileri çok önemli. Mutlaka her
aldıkları ürünün etiket bilgilerini kontrol
etsinler. Eğer şüphelendikleri bir durum
70 Mimar ve Mühendis
Gelişmiş ülkelerde gıda güvenliğini sağlamak için çok yönlü çalışma
yürütülüyor. Mevzuat açıklarının kapatılması, denetim mekanizmasının güçlendirilmesi, yaptırımların artırılması ve başta işletme yöneticileri olmak üzere tüm sektör çalışanlarını kapsayan kapsamlı bir
eğitim ve sertifikasyon sisteminin oluşturulması gerekiyor.
söz konusu ise veya üründe bir farklılık
sezinledilerse, ilgili firmayı ALO 174
Gıda Hattı’na şikâyet etsinler. En etkin
denetim tüketicinin yaptığı denetimdir.
Keşke sıkıntılı ürünler tüketiciye gelmeden elenebilse, ama şimdilik bu mümkün görünmüyor. Tüketicilerimiz alışveriş
yaparken etiket bilgileri ile aldığı ürünü,
kısıtlı bir şekilde kontrol edebiliyor. Ev
dışı tüketimde ise bu kontrol mekanizması daha da zorlaşıyor. Ev dışı tüketimi
otorite de kontrol etmede zorlanıyor. Bu
yüzden tüketicilerimiz nerelerden yemek
yediğine dikkat etmeli ve mutlaka kendisi
de yediği ürünleri sorgulamalı.
Son olarak paylaşmak
istediğiniz bir şey var mı?
Her sektörde kısa yoldan para kazanma hırsı, denetim mekanizmalarındaki
boşluklar ile birleşince maalesef çürümüşlüklere rastlamak mümkün oluyor.
Ancak gıda sahteciliği daha ciddi bir
problem. Çünkü kısa ve uzun vadede
toplum sağlığını doğrudan etkiliyor.
Her türlü hilenin yapılabilmesine imkan
tanıyan ortamın, şartların, yardımcı faktörlerin belirlenmesi ve ortadan kaldırılması gerekiyor. Başka bir deyişle
kontrol mekanizmaları, daha işyeri faaliyete geçmeden, üretim yeri altyapısı
hazırlanırken devreye girmeli, üretim
yeri ve altyapısı işin uzmanı tarafından onay aldıktan sonra “gıda üretimi
yapılabilir mekan” olarak tescillenmeli
ve ürün tüketilinceye kadar tüm aşamaları kapsamalı. Ayrıca küçük işletmelerde kamu bütçesinden kaynak ayrılarak
gıda mühendisi bulunması sağlanmalı. Bu konuda yapılacak çalışmalar ile
elde edilecek olumlu sonuçlar her ne
kadar ilave bir bütçe yükü getirecek
gibi görünse de; aslında uzun vadede
sağlık harcamalarına ayrılan kaynakları
azaltacak ve tasarruf olarak karşımıza
çıkacaktır. Gıda, Tarım ve Hayvancılık
Bakanlığı “gıda” ile ilgili sorun alanlarında çözüme yönelik radikal adımları bir
an önce atmalı.
Ocak - Şubat 2013 71
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Salih ÜNAL
Süt ve Süt Ürünleri Uzmanı
TÜRKİYE’NİN TARIM VE HAYVANCILIĞINA
İSTATİSTİKLERLE BAKIŞ
İthalatımız ihracatımızdan daha hızlı
artıyor ve mevcut durum yakın bir
gelecekte ihracatından daha fazla ithalat
yapan bir ülke olacağımızı göstermektedir.
S
on yıllarda Gıda, Tarım ve Hayvancılık cephesinde neler yaşandığı oldukça merak konusu. Makro ölçek verileri konusunda
konunun uzmanları dahi, bakanlık verilerine şüpheci gözle
bakılmaktadır. Bunun sebebi daha önce yaşanan yanlış bilgilendirmeler, hatalı istatistiki bilgiler ve verilerin tutarsızlığı idi.
Bu konuda nispi düzelmeler olsa dahi, istatistiki bilgiler sürekli
ihtiyatla yaklaşılmalıdır.
Tarım ve Hayvancılık sahasında ülkemizde son 3 yılda yaşananlar, başka ve özellikle gelişmiş ülkelerde yaşanmış olsa,
Bakan dahil üst düzey tüm bakanlık bürokratlarının istifası
gerçekleşirdi! Bizde ise, bürokrasi bilgileri istediği gibi dahası
Türkçesi işine geldiği gibi kullanabilmekte, açıklanabilmekte ve
sorunlu veriler gizlenebilmektedir! Son 3 yılda Cumhuriyet tarihinin ithalat rekoru, et ithalatında yaşanmıştır! Önceki yıllarda
hazırlanan hatalı istatistiklere, yanlış yönetim de eklenince
canlı hayvan ve et ithalatı rekor seviyelerde gerçekleşmiştir.
Devletin ve aslen milletin kaynakları teşvike dönüştürülerek,
hayvancılık sektörü el değiştirmiştir. Artık köylü hayvan bak-
Tabii ki bu öngörü, mevcut politikaların
devam etmesi ve bununla ilgili Tarım
politikalarında tedbir alınmaması
durumunda geçerlidir.
mayacak, teşvik zengini yeni ağalar tarımsal alanların sahibi
olacak ve hayvancılık köylüden, şehirli zenginlere devrolacaktır.
Bunun demografik ve sosyal etkileri uzunca yıllar ülkenin başını ağrıtacak gibi durmakta lakin, devlet iradesi kendi yaptığı
hatanın bedeli sürekli halka ödettiği gibi, bunun bedelini de yine
insanımız ödeyecektir.
İstatistiklere dönecek olursak;
Türkiye İstatistik Kurumu raporları, dar aralıklı ve kısa dönem
mukayeseli verilerden oluşur. Büyük resmi görmek için ise ciddi
akademik çalışmalar yapmak gerekir. Burada anlaşılmaz ve
karmaşık hesaplamaları paylaşmak yerine, basit ve anlaşılır
verileri paylaşmayı uygun görüyoruz. Buna göre, ülkemizde
genel ve tarım, hayvancılık ve gıda ithalat ve ihracat verilerini
paylaşacağım.. Verilerin bize gösterdiği gerçeklerin yorumunu
ise sizlere bırakacağım..
2000-2011 arası Tarım ve Hayvancılık konusundaki ilk 24
fasıla ait ithalat verileri aşağıdadır:
1
Canlı hayvanlar
A
total usd ,000
2000-2003
84.079
2
Etler ve yenilen sakatat
1.583
736
766.280
-53%
103990%
3
Balıklar, kabuklu hayvanlar, yumuşakçalar ve suda yaşayan
diğer omurgasız hayvanlar
99.931
302.846
533.400
203%
76%
4
Süt ürünleri; yumurtalar; tabii bal; diğer yenilebilir hayvansal
menşeli ürünler
147.713
333.185
477.570
126%
43%
5
Diğer hayvansal menşeli ürünler (kıl, kemik, boynuz, fildişi,
mercan, bağırsak, vb.)
99.781
123.844
152.318
24%
23%
6
Canlı ağaçlar ve diğer bitkiler; yumrular, kökler ve benzerleri;
kesme çiçekler ve süs yaprakları
55.695
158.163
212.110
184%
34%
7
Yenilen sebzeler ve bazı kök ve yumrular
252.414
331.311
1.330.118
31%
301%
8
Yenilen meyvalar ve yenilen sert kabuklu meyvalar; turunçgillerin ve kavunların ve karpuzların kabukları
244.115
695.962
1.340.291
185%
93%
72 Mimar ve Mühendis
B
total usd ,001
2004-2007
63.323
C
total usd ,002
2008-2011
1.436.313
DEĞİŞİM
B/A
-25%
DEĞİŞİM
C/B
2168%
9
Kahve, çay, paraguay çayı ve baharat
107.775
182.534
367.412
69%
101%
10
Hububat
1.642.168
1.850.839
6.327.949
13%
242%
11
Değirmencilik ürünleri; malt; nişasta; inülin; buğday gluteni
29.986
66.223
179.395
121%
171%
12
Yağlı tohum ve meyvalar; muhtelif tane, tohum ve meyvalar;sanayiide ve
tıpta kullanılan bitkiler; saman ve kaba yem
1.187.491
2.864.489
5.775.163
141%
102%
13
Lak; sakız, reçine ve diğer bitkisel özsu ve hülasalar
100.019
131.559
122.059
32%
-7%
14
Örülmeye elverişli bitkisel maddeler; tarifenin başka yerinde belirtilmeyen
veya yer almayan bitkisel ürünler
10.354
13.627
24.444
32%
79%
15
Hayvansal ve bitkisel katı ve sıvı yağlar; yemeklik katı yağlar; hayvansal ve
bitkisel mumlar
1.574.923
2.937.975
5.344.468
87%
82%
16
Et, balık, kabuklu hayvanlar, yumuşakçalar veya diğer su omurgasızlarının
müstahzarları
2.722
5.678
12.665
109%
123%
17
Şeker ve şeker mamulleri
79.948
177.560
258.771
122%
46%
18
Kakao ve kakao müstahzarları
441.501
824.002
1.486.804
87%
80%
19
Hububat, un, nişasta veya süt müstahzarları; pastacılık ürünleri
146.810
355.744
666.404
142%
87%
20
Sebzeler, meyvalar, sert kabuklu meyvalar ve bitkilerin diğer kısımlarından
elde edilen müstahzarlar
64.046
206.557
296.247
223%
43%
21
Yenilen çeşitli gıda müstahzarları (kahve hülasaları, çay hülasaları, mayalar,
soslar, diyet mamaları, vb.)
498.395
1.205.227
1.571.084
142%
30%
22
Meşrubat, alkollü içkiler ve sirke
57.293
267.852
591.970
368%
121%
23
Gıda sanayiinin kalıntı ve döküntüleri; hayvanlar için hazırlanmış kaba
yemler
686.515
1.606.997
2.924.688
134%
82%
24
Tütün ve tütün yerine geçen işlenmiş maddeler
1.076.701
1.073.170
1.560.592
0%
45%
tır. Tohum ithalatının azaldığını söyleyen bakanlığın açıklamaları gerçeği yansıtmamakta, tohum ithalatı günbegün artmaktadır.. 2000-2003 arası 1 milyar dolar seviyesindeki ithalat son
periyodda 6 milyar dolar seviyesine dayanmıştır..
• 5.Nitekim Hayvansal ve bitkisel yağların ithalat artışı da dramatik tabloya uygundur. 1,5 milyar dolarla başlayan ithalat, 5,4
milyar dolar seviyelerine ulaşmıştır.
• Meşrubat ve alkollü içeceklerin ithalatı yakın zamanda milyar
dolarlık ithalat arasında yer alacak seyirde deva etmektedir.
Tabi ki bu veriler, yalnız ithalat verileridir. İhracatta da artışlar
olduğuna göre yukarıdaki tabloyu ihracat verileri ile karşılaştırarak,
kaynak kullanımı açısında mukayese imkanına kavuşuruz. Burada
bakılması gereken ikame oranıdır. İthalat ve ihracat birlikte artarken,
ihracatın ithalat karşısındaki oransal değişimi önemlidir. Aşağıdaki
veri bu sebeple derlenmiştir;
Burada tablonun bize gösterdiği en çok dikkat çeken hususları sizinle
paylaşacağım;
• Canlı Hayvan ithalatına uzunca yıllar hiç gerek duyulmaz iken
son 3 yılda % 2168 oranda artan bir ithalat zorunlu hale gelmiştir.
• Etler ve yenilen sakatat faslında ise Cumhuriyet tarihi rekoru
düzeyinde bir artış yaşanmıştır. Artış oranı % 103990. Bu gerçekten ülke için dramatik bir sonuçtur..
• Yenilen sebze ve meyve ithalatında son yıllarda milyar
doları aşan bir ithalat görmekteyiz. 2008-2011 arası Sebze
1.330.118.000 $ ithalat! 2008-2011 arası meyve 1.340,291.000
$ ithalat!
• Hububat ve yağlı tohum ithalatımız bakanlık açıklamalarını
yalanlamaktadır.. Sadece 10.fasılda ithalat rakamlarında %
242 artış olmuş ve Hububat ithalatı 6,327.949.000 $ a ulaşmış-
GIDA
İTHALAT
TOPLAM
1-24 fasıl
GIDA
İHRACAT
TOPLAM
1-24 fasıl
KARŞILAMA
ORANI
A
2000-2003
B
2004-2007
C
2008-2011
B/A
01.01.201231.09.2012
8.691.959
15.779.403
33.758.514
82%
8.028.684
18.571.837
34.203.932
48.014.369
84%
10.804.402
2,14
2,17
1,42
1,35
Ocak - Şubat 2013 73
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Tarım ve Hayvancılık sahasında ülkemizde son 3 yılda
yaşananlar, özellikle gelişmiş ülkelerde yaşanmış olsa,
Bakan dahil üst düzey tüm bakanlık bürokratlarının istifası gerçekleşirdi! Bizde ise, bürokrasi bilgileri istediği gibi
dahası Türkçesi işine geldiği gibi kullanabilmekte, açıklanabilmekte ve sorunlu veriler gizlenebilmektedir!
Bu tablo Türkiye’nin Tarım ve hayvancılık alanında geldiği noktayı net
olarak gösteren en önemli tablodur. Bu tablo aslında Tarım politikasındaki yalan ve gerçekleri gösteren oldukça basit bir veriyi de içinde
barındırmaktadır. Tablonun özeti şudur;
2000-2003 yıllarında ithal ettiğimiz tarım ve hayvansal ürünün 2,12
katı ihracata sahip bir ülke iken, 2012 yılındaki son tabloda, ithal
ettiğimizin ancak 1,35 katı fazla ihracat yapabilen ülke konumuna
gerilemiştir! Bu durum bize aslında tarım politikalarında söylenen
“ihracatımız artıyor “ gerçeğinin içine gizlenmiş bir yalanı da açıkça
ortaya koyuyor. İthalatımız ihracatımızdan daha hızlı artıyor ve mevcut durum yakın bir gelecekte ihracatından daha fazla ithalat yapan
bir ülke olacağımızı göstermektedir. Tabii ki bu öngörü, mevcut politikaların devam etmesi ve bununla ilgili Tarım politikalarında tedbir
alınmaması durumunda geçerlidir.
Paylaştığımız tablolar yüzlerce tablo içinden seçtiğimiz genel tablolardır. Bu tabloların geri planında daha kronik ve oldukça sorunlu
verileri de gördük. İthalatın ihracatımızı birkaç yıl içerisinde yakalayacak olması, rahatsız edici ve ülke kaynaklarının ne kadar kötü
kullanıldığını ve yönetildiğini gösteren bir bilgi ve süreçtir. Bürokrasi
bu gibi durumlar içinde her türlü bilgi saptırma ve gizleme becerisine
sahip olsa da, siyasi ve sivil aklın buna bir noktada müdahale edeceği
ve bu sürdürülemez durumu sonlandıracağı kanaatimi koruyorum..
Bu tablo siyasi açıdan da önemli sonuçlar içermektedir. Özellikle,
üretilen teşvik ve sübvansiyonların heba edildiği ortadadır. Ülkenin
en büyük 2. kadrosuna sahip bakanlığın aslında müflis olduğu, ekonomik işletilemediği, kaynakları doğru kullanamadığı açıktır. “Tüm
dünyada tarımsal ürünler sübvanse edilir” savunması ise çok bildik
74 Mimar ve Mühendis
bir aldatmaca ve yalandır. Sübvansiyon, Master plan ve/veya tarımsal rekoltenin olumsuz etkilenmesi hariç diğer alanlarda neredeyse
uygulanmaz. Bizde ise zaten bir MASTER PLAN mevcut değildir.
Günübirlik tedbirlerle idare edilen bu toplumun en geniş istihdam
alanı yakın gelecekte yeni sıkıntılara da gebe kalacaktır.
Bizde, bilgileri siyasi amaçla kullanıp eleştiri geliştirmek yada bilgilere karşı siyaseten savunma yapma alışkanlığı yüksektir. Burada
hamasi bakış ülkenin geleceği konusunda riskleri daha da artırır. Bu
kısır çekişme ve tartışmalar yerine tedbirler, verilerden daha önemlidir. İki tedbirden bahsedebiliriz. Birincisi, bu güne kadar uygulandığı
gibi, günübirlik uygulama ve tedbirler yerine Master plan uygulamasına geçilmelidir. Bu plan en az 30 yıllık olmalıdır. Buna Master Tarım
Planı denir ki, bu bizim be nesillerimizin yaşamı açısından sadece
önemli değil, kaçınılmazdır.
İkincisi ise, bu planı uygulayabilecek ehliyet, birikim ve iradeye sahip
bakan ve bürokrasisi ile, bu plana sahip çıkan ve bakanlığın bürokrasisine terk edilmemiş siyasi irade ve kararlılıktır.
Ocak - Şubat 2013 75
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Karacadağ KALKINMA AJANSI GENEL SEKRETERİ
DR. İLHAN KARAKOYUN
"TARIMSAL ÜRETİMİ ÇEŞİTLENDİRMEK
GEREKİYOR"
“Modern sulama yöntemlerİ kullanarak, tarımsal ürün çeşİtlİlİğİnİ artırmak,
bunları bölge İçerİsinde İşleyİp, paketleyİp ardından bölge dışında satmak gerekİyor.
Bölge İçİndekİ tarımsal sanayİyİ gelİştİrİrsenİz, katma değer artacak ve ek İstİhdam
olanakları oluşacaktır. Karacadağ Kalkınma Ajansı olarak bölgede, tarıma dayalı
İmalat sanayİsİnİ öncelİyoruz. Dİğer öncelİğİmİz de Mezopotamya bölgesİndekİ
turİzmİn gelİşİmİne katkı sağlamak”
>
Bölgenin potansiyel durumunu nasıl
görüyorsunuz, Diyarbakır özelinde
tarım ve sanayi alanında durum analizi
yapabilir misiniz?
Elbette, geçmişten bugüne bakacak olursak,
kentlerin sahip olduğu en önemli özelliğin
coğrafi konumları ve tarihsel birikimlerinin
olduğunu söylemeliyiz. Bu açıdan baktığımızda hem Şanlıurfa hem Diyarbakır, yukarı
Mezopotamya "bereketli hilal" bölgesi olarak
değerlendiriliyor. Bu iki şehrin tarihi 12
bin-13 bin yıl öncesine dayanıyor. Bunu
Urfa'daki Göbeklitepe ve Diyarbakır'da Körtepe kazılarından da görebiliriz. 12 bin yıl
sürecinde birçok medeniyete ev sahipliği
yapmış bu iki şehir, günümüzde de hâlâ
yaşayan kentler. Tarım açısından baktığımızda, Diyarbakır ve Şanlıurfa'nın arasında
yer alan Karacadağ bölgesi, birçok tarımsal
ürünün gen merkezi. Buğday ilk olarak bu
bölgede ekilmeye başlanmış, nohut da öyle.
Zeytin yetiştiriciliğine, Karacadağ'da Derik
bölgesinde başlanmış. Dolayısıyla geçmişten bu yana verimli toprakların bulunduğu
bir bölgeden bahsediyoruz. Günümüze geldiğimizde, biliyorsunuz Türkiye'nin yürüttüğü
76 Mimar ve Mühendis
SÖYLEŞİ: YUNUS EMRE TOZAL
n önemli proje GAP. GAP’ın temeli, sulama
projeleridir. Mezopotamya topraklarının
sulanarak tarıma kazandırılması girişimidir.
Türkiye'de sulanabilir arazilerinin yaklaşık
% 20'si GAP bölgesinde yer alıyor. GAP
bölgesindeki sulanabilir arazilerinin de %
70’i Şanlıurfa ve Diyarbakır'da bulunuyor.
GAP kapsamında, her iki şehirde de sulama
kanalları inşa ediliyor, yeni alanlar sulamaya
açılıyor, en son Silvan Barajı'nın temeli atıldı,
önümüzdeki 4-5 yıllık süreçte bu barajın da
devreye girmesiyle Şanlıurfa ve Diyarbakır'ın
birçok bölgesi sulanacak. Yani GAP Eylem
Planlarıyla birlikte GAP projeleri de hızlandırıldı bu hükümet döneminde, Şanlıurfa ve
Diyarbakır GAP Eylem Planlarının meyvelerini almaya başladı.
Bölgede tarımsal bir potansiyel
oluştu diyebiliriz öyleyse?
Evet, GAP Eylem Planının hedefini konuşmak gerekiyor bu noktada. GAP’ın hedefi,
bu bölgeyi tarıma dayalı ihracat merkezine dönüştürmektir. Bizler Ajans olarak
yürüttüğümüz projelerde de bölgenin en
önemli potansiyelini tarım ve hayvancı-
lık olarak görüyoruz. Hayvancılığı tarımdan
ayrı düşünemezsiniz. Bunun yanında Türkiye'deki pamuğun büyük bir kısmı Şanlıurfa
ve Diyarbakır'da yetiştiriliyor. Yine Antep
fıstığının % 70'i Şanlıurfa'da yetiştiriliyor.
Türkiye'de baklagillerin ve özellikle mercimeğin önemli kısmı Diyarbakır'da yetiştiriliyor. Fakat bunların işleme ve paketlemelerine baktığımızda, genellikle bölge dışında
yapıldığını görüyoruz.
Ne yapmak gerekiyor bu durumda peki?
İşleme ve paketlemelerin bölge dışında
yapılması ne gibi sakıncalar doğuruyor?
Sizin öncelikleriniz neler?
Burada geliştirilmesi gereken alan, sulamayla birlikte tarımsal üretimi çeşitlendirmek… Ayrıca modern sulama yöntemleri
kullanmak gerekiyor ve bu tarımsal ürünleri bölge içerisinde işleyip, bölge içerisinde
paketleyip ardından bölge dışında satmak
gerekiyor. Siz bölge içinde tarımsal sanayiyi
geliştirirseniz, katma değer artacak ve ek
istihdam olanakları oluşacaktır. Biz Ajans
olarak bölgede, tarıma dayalı imalat sanayisini önceliyoruz. Diğer önceliğimiz, Mezo-
potamya bölgesindeki turizmin gelişimine
katkı sağlamak. Şanlıurfa'da turizm son
yıllarda epey arttı, ama Diyarbakır'da başka
sebepler yüzünden turizm hep ikinci planda
kalıyor. Turizm ciddi bir potansiyel bölge
için. Tarihi ve kültür değerlerimiz açısından
büyük bir zenginlik var bölgede.
Türkiye'nin gelecekte bu bölgedeki hareketlilik ve tarımda ilerleyişiyle
Ortadoğu'ya açılma fikrine nasıl bakıyorsunuz?
Türkiye'nin Ortadoğu'ya açılma fikri var.
Siyasal sorunlar da azalınca bu çok daha iyi
gerçekleşebilir. Biz, Ortadoğu'ya açılacaksak,
bunun için en uygun yerlerin Şanlıurfa ve
Diyarbakır olduğunu düşünüyoruz. Gaziantep ve Mardin de belirli noktalara gelmişler
zaten. Ama belirleyicilik açısından Şanlıurfa
ve Diyarbakır'ın da potansiyelini değerlendirmek gerekiyor. Çok ciddi bir genç nüfus var.
Peki bu genç nüfusla bölgeyi
nasıl kalkındırabiliriz?
Tarımsal sanayiyi geliştirirsek, yeni istihdam olanakları da oluşacaktır. Bu sadece tarımsal ürünlerin işlemesi değil, aynı
zamanda modern sulama tekniklerinin de
geliştirilmesinin önemini kavramamız gerekiyor. Bu nedenle, bölgede sulamayla ilgili
ekipmanların üretimi eksik. Bunlar tamamlandığında GAP Türkiye'nin tarım ambarı
olacak. Sulama ekipmanlarını yurtdışından
getirmek yerine bölgede üretebilirsek, aynı
zamanda tarım makinelerinin üretimini de
merkez şehir olan Konya'dan bu bölgeye
yönlendirebilirsek, tarımsal sanayide ciddi
bir artış gözlemleyebiliriz. Diyarbakır ve
Şanlıurfa bu potansiyele sahip. Sulamayla
birlikte hâlihazırda kullanılmayan alanların
da devreye girmesiyle, ürünlerde ciddi bir
artış olacak. Atıl tarım arazilerinin ekonomiye kazandırılması, emekle olabilecek
bir şey. Bir de Gıda Tarım ve Hayvancılık
Bakanlığı'nca bölgede Arazi Toplulaştırma
İşlemleri yürütülüyor. Türkiye'nin en önemli
sorunlarından biri toplulaştırma işlemidir ki,
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı artık
toplulaştırma işlemiyle büyük ölçekli araziler
meydana getiriyor. Bu, artık modern tarım
işletmelerinin de bölgeye girebilmesi anlamını taşıyor. Bununla birlikte sözleşmeli çift-
Diyarbakır'da şehrin gündemi çok sık değiştiğinden, hep kısa
vadeli yatırımlar yapılıyor. Uzun vadeli yatırımlar için insanların
Diyarbakır algısını değiştirmek gerekiyor.
çilik uygulaması yaygınlaşabilir. Ayrıca yeni
teşvik sisteminde illerimizin en avantajlı bölgede yer alması son derece önemli. Ancak,
sadece teşvik, yatırımcıları Doğu Anadolu
ve Güneydoğu'ya çekmek için yeterli değil.
İşgücü, uygun ulaşım olanakları ve altyapı
da gerektiriyor. Bu açıdan bakarsak, Şanlıurfa, Van ve Diyarbakır'ı en avantajlı iller
olarak sayabiliriz.
Son olarak şu andaki gelişmeleri dinleyelim sizden, bölgenin gıda sanayii
açısından konumu nedir? Yakın ve uzun
vadede neler yapılması gerekiyor?
Çok hareketli bir bölge burası. Şanlıurfa'da
Pınar grubu yatırım kararı aldı en son.
Ülker grubu, dondurma üretiminin tamamını
Şanlıurfa'da yapmak için araştırmalar yapıyor. Şanlıurfa ve Kahramanmaraş arasında
gidip geliyorlar. Sulama ekipmanları noktasında Hakan Plastik, Şanlıurfa'da 96 milyon
TL'lik bir yatırım kararı aldı, inşaatı devam
ediyor. Bu arada Irak bağlantılı olarak inşaat
da bölgede çok hareketli. Suriye'deki olaylar
durulduğunda Suriye ile de inşaat sanayi
hareketlenecek. Yapı elemanları, mobilya
ve yapı kimyasalları alanında da bölgede
ciddi yatırım ihtiyaçları var. Şu anda Boydak
grubu Diyarbakır OSB’de yer aldı ve yatırıma başladı. Yine Türkiye'de ilk 500'e giren
firmalardan bir tanesi, tekstil alanında iplik
üretimi için Diyarbakır'da yatırım kararı aldı.
Ayrıca bölgede bulunan diğer firmalar da
güzel işler yapıyorlar. Bizim destek verdiğimiz bir firma, Türkiye'de kuru tip transformatör üreten 4. firma oldu, Nijerya'ya kadar
ihracat yapabiliyor. Bölgede Allah'a şükür
iyi bir hareket var, Hükümetin politikaları
olumlu yansıyor. Siyasal gündemle de ilgili
inşallah rahatlama sağlanınca, şehrin gündemi tamamen ekonomi olunca, ben öyle
inanıyorum, Diyarbakır 5 sene içerisinde
Ortadoğu'nun en önemli ticaret merkezi
haline gelecek. Çünkü burada gün içerisinde
bile Bingöl'le Batman'la Bitlis'le Mardin'le
yani çevre şehirlerle çok önemli ticari işler
yapılıyor. Ama bu kısa vadeli oluyor, kentin
gündemi çok sık değiştiği için uzun vadeli yatırımlar yapılmıyor. Yatırımların uzun
vadeye dönüşerek sermayeyi bu bölgede
tutmak gerekiyor. Burada kazanılanı burada yatırıma dönüştürmek gerekiyor. Bir de
en önemlisi, insanların Diyarbakır algısını
değiştirmek gerekiyor. Diyarbakır'ın metropol bir kent olduğunu anlatmamız gerekiyor.
İstanbul'da da olaylar oluyor, ama metropol
kent algısı olduğu için gündemi etkilemiyor.
Burası da 1 milyon nüfuslu bir yer. 3-5 bin
kişinin katıldığı olayların olması normal.
Kenti daha erişilebilir kılmamız gerekiyor. Bir
de genç nüfusu iyi eğiterek nitelikli nüfusa
dönüştürmek gerekiyor.
Çok teşekkür ederiz.
Ocak - Şubat 2013 77
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Osman Şahbaz
Türk Macar İşadamları Derneği Başkanı
TARIM GIDA ve HAYVANCILIĞIMIZA
GENEL BAKIŞ
T
Türkiye'nin canlı hayvan ithal ettiği
ülkelerden biri topraklarının yüzde
70'i ekilebilir alandan oluşan, tarım ve
hayvancılıkta ileri bir ülke Macaristan. Macaristan'ın 2011 yılında toplam büyükbaş
hayvan ihracatı 550 milyon dolar olarak
gerçekleşti. Bunun 350 milyon doları
Türkiye'ye yapıldı. Bir anda yaşanan
bu artış tüm dikkatleri Macaristan'dan
Türkiye'ye büyükbaş hayvan ihraç eden
tüccarlara ve ihracatçıların üzerine
çevrilmesine neden oldu. Türkiye'nin
Macaristan'dan başlattığı ithalat,
özellikle Macar iç piyasasında koyun
fiyatlarında meydana gelen artışın en
büyük sebeplerinden biri oldu. Türkiye
ihracatından önce 65 Euro civarında olan 40
kiloluk bir koyun, 100 Euro’ya yükseldi.
C. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı aklımıza gelebilecek
her alanda ve boyutta yatırımı, hayvancılığı ve tarımı desteklemektedir. Arıcılık, su ürünleri, kürk hayvancılığı, küçük
ve büyük baş hayvancılık, ipek böceği, organik tarım, tohumculuk, süt üretimi gibi; gübre, makine ekipmanları, mazot,
toprak analizi ve gübreden üretilen Bioenerji yatırımları da
desteklenmektedir.
Beslenmede temel dayanağımız olan hayvansal proteinin
temel kaynağı süt, yumurta ve ettir. Dünyada ve ülkemizde
çiğ süt üretimi en çok sığırdan sağlanır. Hemen arkasından
da manda, koyun, keçi ve deve sütü gelmektedir. Et üretimi de yine bu sıralama doğrultusunda gerçekleşmektedir.
Bunlara ilaveten, tavuk, hindi, balıketi de üretimde büyük bir
oranı teşkil etmektedir. TÜİK'in verilerine göre 2009 yılı çiğ
süt üretiminin %92,4'ü ve 2010 senesi kırmızı et üretiminin
de %79'5'i sığırdan elde edilmiştir. Bunlardan da anlıyoruz ki
Türkiye'nin kırmızı et ve çiğ süt üretiminde sığırın önemi ve
yeri ehemmiyet kazanmaktadır. Ayrıca yumurta ve kanatlı et
üretiminde Türkiye, dünyadaki sıralamada çok ön sıralarda
yer almaktadır. Üretimi artırmak ve geliştirmek için bölgelere göre farklı kalkınma programları, Ar-Ge desteği ve
teşvikleri de bulunmaktadır.
Türkiye tarımla büyüyor. Dünya üretim sıralamasında 8. sıradayız. Bu da Türkiye'nin tarım endüstrisinin artan şehirleşmeye ve kırsal bölgelerden şehirlere göç edilmesine rağmen
her yıl gelişerek ilerlediğinin bir göstergesidir.
YURT DIŞINDAN DAMIZLIK ve ET İTHALATI
Irkların korunması, hastalıklardan ari sürü oluşturulması
noktasında teknik olarak doğru görünse de, son dönemde alt
yapısı ve bu konularda deneyimi olmayan, sektöre yabancı
büyük yatırımcı kuruluşlar, bakanlığın vermiş olduğu cazip
kredilerden faydalanarak yatırım gerçekleştirdiler. Uzun
vadeli kredilerin dönüş zamanı geldiğinde, borçların ödenmesi konusunda büyük sıkıntıların olacağı kanaatindeyiz.
Bunun gerekçesi; pazara yeni giren üreticilerin birçoğunun
kaba yem ve yem çeşitlerinin üretimini kendi bünyelerinde
yapmamaları, hazır yem türevleri kullanmaları ve dışarıdan
temin edilen bu ürünlerin asıl fiyatının çok daha yükseğe mal
edileceğinden kaynaklanmaktadır.
Üreticinin en azından kaba yem ihtiyacını kendisi üretmesi
lazımdır ki, o işletmeler ayakta durabilsin. Sistem kendi içerisinde entegre olmak zorundadır. Hayvansal gübreyi yonca,
buğday, mısır ürettiği tarlasında kullanmalı, yine ihtiyacı
olan hayvan yemini temin etmelidir. Bu şekilde hayatiyetini
verimli sürdürebilir.
78 Mimar ve Mühendis
İTHAL EDİLEN HAYVANLARIN
TÜRKİYE İKLİMİNE UYUMU
Özellikle Avustralya'dan ithal edilen hayvanlar mera hayvanıdır. Bunlar, Türkiye’ye gemilerle ithal edildikten sonra kapalı
ahırlara konularak farklı mikrobik hastalıklara maruz kalarak
telef olmaktadır. Damızlık hayvanlarda çok hassas davra-
Çiğ sütün desteklenmesinin temel gerekçesi '' süt tozu ve buzağı
maması ithalatının
yasaklanması '' ve
yurt içerisindeki süt
üretimindeki fazlalığın
Türkiye'deki süt tozu
üreticilerinin desteklenerek iç dengenin
oluşturulmasının sağlanmasıdır.
nılması gerekmektedir. Biz ülke olarak '' hayvan değil, gen ithal
'' ettiğimizin farkında olmalıyız. Özellikle de Avrupa'da iklimsel
uygunluğu olan ülkelerden ithal edilen hayvanlarda ciddi bir sıkıntı
yaşanmamaktadır. Yerli ırk ve ithal hayvanların fiyat fark dengesi
de gözetilmelidir.
TÜRKİYE'DE ET ve SÜT FİYATININ STABİLİTESİ DENGESİ
Çiğ süt fiyatının dengesi, yem fiyatları ile birlikte yurt dışından ithal
edilen damızlık hayvan miktarı ile de doğru orantılıdır. Sürdürülebilir çiğ süt fiyatını oluşturmak için sığır üreticilerinin kar eder halde
olması gereklidir. Bunun içinde Bakanlığımız tarafından destek
verilmektedir. Çiğ sütün desteklenmesinin temel gerekçesi '' süt
tozu ve buzağı maması ithalatının yasaklanması '' ve yurt içerisindeki süt üretimindeki fazlalığın Türkiye'deki süt tozu üreticilerinin
desteklenerek iç dengenin oluşturulmasının sağlanmasıdır. Ancak
çiğ süt üretimindeki fazlalık da ekonomiye sürdürülebilir bir şekilde kazandırılmalıdır. Çiğ süt fiyatları, kar etmez, zarar eder hale
geldiğinde üreticilerin yapacağı en kolay ve basit yol hayvanlarını
kesimhaneye, mezbahalara yollamak olacaktır. Süt üreticilerinin
desteklenmesi ile aynı zamanda besiye canlı hayvan, buzağı üreten
üretici konumuna da gelinmiş olunacak. Bu da Türkiye'nin et sıkıntısına katkı sağlayacaktır. İlköğretim okullarında dağıtılacak ''süt
dağıtım kampanyası'' da çiğ süt üreticilerine dolaylı büyük bir destek olmuştur. Çiğ süt sığırcılığının geliştirilmesi, günümüz modern
işletmelerinin oluşturulması, hayvan üretimimizde kalitenin ve
verimliliğin yükseltilmesi, bölgesel gelişmişlik farkının ortadan kalkmasına katkı sağlayacaktır. Bu girişim ile farklı ülkelerden damızlık
sığır ithalatı yerine Türkiye'deki mevcut kaynakların programı ve
planı yapılmalı ve bunun engellenmesine imkân sağlanmalıdır.
Bu hayvanların ıslah edilip, çoğaltılmasını, organize bir şekilde Türkiye Tarım Kredi Kooperatifleri Birliği yürütmektedir. Aynı zamanda
küçük işletmelerin müşterek makina parkuru oluşturup bu yönde
büyümeleri maliyet tasarrufunu da beraberinde getirecektir. Çiftçiler için eğitim de mutlaka yaygınlaştırılmalıdır. Tarım ve hayvan-
cılıkta ülke adına çok uzun plan ve projeler oluşturulmalıdır. Nisan
ile Ağustos ayları arasında süt üretim fazlalığı oluşmaktadır. O
fazlalığını süt tozu üreticilerinin alması desteklenerek, süt üreticisi
de üretimini istikrarlı bir şekilde sürdürecektir.
NEDEN MACARİSTAN'DA ET ve HAYVAN UCUZ ?
Türkiye'nin canlı hayvan ithal ettiği ülkelerden biri topraklarının
yüzde 70'i ekilebilir alandan oluşan, tarım ve hayvancılıkta ileri
bir ülke olan Macaristan. Macaristan'ın 2011 yılında toplam
"Büyükbaş Hayvan" ihracatı 550 milyon dolar olarak gerçekleşti.
Bunun 350 milyon doları Türkiye'ye yapıldı. Bir anda yaşanan bu
artış tüm dikkatleri Macaristan'dan Türkiye'ye büyükbaş hayvan
ihraç eden tüccarlara ve ihracatçıların üzerine çevrilmesine neden
oldu. Türkiye'nin Macaristan'dan başlattığı ithalat, özellikle Macar
iç piyasasında koyun fiyatlarında meydana gelen artışın en büyük
sebeplerinden biri oldu. Türkiye ihracatından önce 65 Euro civarında olan 40 kiloluk bir koyun, 100 Euro’ya yükseldi. Macaristan
2011 yılına kadar küçükbaş hayvan ihracatında büyük pay oluşturmuyordu. Toplam hayvan ihracatının 1/10’unu küçükbaş hayvanlar
oluşturuyordu. Macaristan'ın Türkiye'ye 2011 yılındaki toplam canlı
hayvan ihracatında, küçükbaş hayvanların değeri 8 milyon 400 bin
dolar oldu. Macaristan'ın toplam küçükbaş hayvan ihracatı ise, 47
milyon 600 bin dolar olarak gerçekleşti. Piyasada büyükbaş hayvan sayısının ciddi miktarda azalması ve talebin küçükbaşa doğru
kaymasına sebep oldu. Bunun sonucunda Macaristan'daki koyun
fiyatları da arttı. Macaristan'daki canlı hayvan stokunda ciddi
daralma oldu. Bu daralma ülkedeki küçükbaş hayvan fiyatlarına
da yansıdı. Türkiye'de tarım, gıda ve hayvancılığın serbest piyasa
koşullarında olması gerektiği aralıklarla söylemektedirler. Ancak,
AB ve Amerika geçmiş 60 yıl içerisinde bir çok korumacı tedbirler
almıştır. Bugün de dinamik bir şekilde, farklı isimler adı altında bu
koruma yöntemlerini sürdürmektedirler. Ülkemizde ise, dünyadaki
serbest piyasa koşullarına rağmen, üreticilerin ürününü değerinde
pazarlayabileceği şartlar
Ocak - Şubat 2013 79
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
YÖNETMEN BİNGÖL ELMAS
"BAŞKALARININ ÜRETTİKLERİNE BAĞIMLI
OLMADAN YAŞAYABİLMEK ÇOK KIYMETLİ"
KENTTEN KÖYE YOLCULUK YAPAN İNSANLARIN HİKÂYELERİNİ BEYAZ PERDEYE YANSITAN
YÖNETMEN BİNGÖL ELMAS İLE BELGESELİNDEKİ HİKÂYELERİ, İNSANLARIN ŞEHİRLE İLİŞKİSİNİ, KENT
BİLİNCİNİ VE KÖYE DÖNENLERİN KARŞILAŞTIKLARI SORUNLARI KONUŞTUK.
>
Bingöl Elmas, "Bir Avuç Toprak" isimli
belgeselin yönetmeni. Büyük şehirlerdeki yaşamlarını geride bırakıp köylere
yerleşmeye ve doğayla yeniden ilişki kurmaya başlayanların hikâyelerini
çekti 13 bölümde. Belgeselde büyük
şehirlere mecburiyetlerini sorgulayıp,
‘başka türlü yaşamak da mümkün’ diyerek toprağa geri dönenler konu ediliyor.
Kendi bilgi birikimlerini köylülerin tecrübeleriyle birleştirip gittikleri yerlerde
eko yerleşkeler kuran, organik tarımla uğraşanlar, kendi tükettiklerini yine
kendileri üretiyorlar. Bunlardan yola
çıkarak Elmas ile insanın şehir ile olan
ilişkisini, kent bilincini, belgeselindeki
hikâyeleri ve kentten köye dönenlerin
karşılaştıkları sorunları konuştuk.
Öncelikle teşekkür ederiz insanların arayışlarına ışık tuttuğunuz için.
Kent içerisindeki sıkıntılardan herkes
şikâyetçi ama kimse de kentten ayrılamıyor, çünkü ülkemizde bir kuşak
değişimi yaşanıyor. Bizler de şehirlerde
büyüdük, sürekli endüstriyel ortamlarda
beslenme, büyüme, tüketim kavramlarını tanımlamış insanlarız. Ama köyü
görmüş, orada yaşamış bir insan tekrar
dönüp orada yaşayabilir.
Evet, onlar doğa ihtiyacının nereden kaynaklandığının farkındalar en azından.
19. Yüzyılla birlikte modern kentlerin
ve pozitivist değerlerin ortasında yaşa80 Mimar ve Mühendis
SÖYLEŞİ: YUNUS EMRE TOZAL
yan pek çok düşünür, sanatkar ve ilim
adamı kendini dağlara, ormanlara, bozkıra atma ihtiyacını hissetmeye başladılar. Yaşadıkları sürecin ne kadar gayr-ı
insani olduğunu dillendirerek, güneşin
doğuşunu ve batışını apartmanlardan
bir kere olsun yaşayamadıklarını, toprağın kokusunu unuttuklarını söyleyerek, hallerinden yakınmaya başladılar.
Modern ve Pozitivist değerlere en ciddi
eleştiriler bu insanlardan geldi. Kimisi
bir ormanın derinliklerine, kimisi bir
dağın başına, kimisi ise çorak toprakların kokusunu hissetmek için bozkırın
en ücra köşelerine yerleştiler. Modern
yaşamı ahmakça bir hayat olarak nitelediler. İnsan neyi kaybetti ki doğayla
bütünleşmesi sürecini hızlandırmaya
kalkıştı? Modern dünya, modern kentler
insandan neleri alıp götürdü?
Çok bariz bir şekilde insanın toprakla, gökyüzüyle olan ilişkisini bitirdi. Göğe bakmıyorsunuz bile, mevsimleri hissetmiyorsunuz, mevsim geçişlerini kavrayamıyorsunuz.
Bu beslenmek kadar temel bir ihtiyaçken,
bunun yerine konfor dediğimiz birtakım
aslında zorlama yaşam modelleri koyulduğunda, bir yere kadar sürüyor. Belli bir
noktadan sonra doğal olana geri dönüş,
siz hiç farketmeseniz bile gerçekleşiyor.
İnsanların stresli halleri, tahammülsüzleri,
hastalıkları; insanın hasta olma hali etkiliyor tabi, insanın enerjisinin dağılması
gerekirken, dört duvar arasında yalıtımlarla,
pimapenlerle dönüp duruyor. İnsanın gıdasına ve zamanına da müdahale ettiğinizde,
fiziki olarak çöküyor. Doğal yapı bozulunca
yeni bir dizayn ortaya çıkıyor. Kimisi bunu
farkediyor; ama bazen metrobüslere bakıyorum, insanlar kent cehennemine neden
katlandıklarını sorgulamıyorlar sanki. Bize
sürekli sunulan yaşamları taklit etmekten
gerisini ayırt edemiyoruz. Baktığınızda
savaştan çatışmadan eğitimsizlikten dolayı
köyler boşalmış durumda, tarım ve hayvancılık dahi bitirilmiş. Bunlar basit sebepler
değil, yıllarca insanların farketmeden dahil
olduğu, sistemlerin de farkında olmadan
Batı'yı taklit ettiği bir sürecin sonu. Samanı
ihraç eder hale nasıl geldik biz? Bu korkunç
bir şey. Hala bozulmamış köyleri görmek
umutlandırıyor beni. Erzurum'da doğdum
büyüdüm. Yaylamız vardı, hayvancılık yapılıyordu, parayla ilişkimiz çok sınırlıydı. Düşünün ki kendi kendinize yetebiliyorsunuz; yiyeceğinizi içeceğinizi kendiniz üretebilmeniz,
başkalarının ürettiklerine bağımlı olmadan
yaşayabilmeniz çok kıymetli bir şey. Ama
modern dünyada kişi kendi üret(e)mediği
için müthiş bir tüketime dönüştürülüyor.
Aslında büyük bir korku da hâkim.
İnsanlar öylesine bağımlılar ki ekosisteme, tabiatın içinde kaldığında biranda
elektrikler kesilse, gökyüzüne bakıp yıldızların varlığını farkediyorlar. İnsanlar
bu şehirde yıldızların bile varlığından
haberdar değil. O kadar yoğun yaşıyorlar ki, ayın parlaklığını, gece gündüz
değişimini bile görmüyorlar…
Evet, doğal ortamda ormanın sessizliğinden korkuyorlar yani, kendilerini donanım-
sız hissediyorlar o derece. Mesela Buğday
Derneği'nden arkadaşlar doğada yaşam
okulu düzenliyorlar. Kentlilerin el becerilerini geliştirme, enerjiye bağımlı kalmadan
bir ormanda yiyeceğini kendi kendisine
yapabilme, yeşille toprakla olan ilişkiyi
arttırmaya yönelik bahçecilik gibi eğitimler veriyorlar. Bana bunlar çok kıymetli
geliyor, ihtiyaç çünkü.
Belgesele dönecek olursak, nasıl başladınız? Sizin daha önceden böyle bir
çalışmanız var mıydı?
Kişisel olarak kent yaşamına itirazım var
tabii, kimi insanlar İstanbul'a gelip konfeksiyon atölyelerinde çalışarak, şehirde yaşamadan, şehirle hiç ilişki kurmadan ucuz
iş gücü olarak hayatlarını burada devam
ettiriyorlar. Bu şehrin bu kadar çok insana
ihtiyacı yok, insanların da bu şehre bu kadar
ihtiyacı yok.
İnsanların gece gündüz mesailerle karın
tokluğuna bu kadar çalışmasına da ihtiyacı yok. İşyerlerinde insan ilişkilerinin bozulması normal bir durum haline
geliyor. İnsan emeği ucuzlayınca her
şey ucuzluyor, emeğin değeri insanın
kalitesini de ortaya çıkarıyor…
Örneğin Urfa'ya gittik. Orada da kerpiç evler
komünü var. Memleketin her tarafında çok
net bir şekilde inşaatçılığın geldiği noktayı
Bingöl Elmas
orada da görebiliyorsunuz. TOKİ Binaları
orada kriz gibi. Urfa gibi bir yere siz camdan binalar yapıyorsunuz. Bu halkın ritmine
uygun bir şey değil. Kocaman binaların
içinde inekler dolaşıyor. Sen neden onun
tek katlı evini satmaya mecbur bırakıyorsun,
neden ona o modeli veriyorsun?
Evet, o insanların ellerindeki değerleri hazineleri görmezden gelerek, çok
ucuzca bankalarda kredilerle, borçlarla aldırıp kendilerine borçlu bırakıyorlar. Korkunç bir deformasyon söz
konusu. Burada bir yetmezlik, doyumsuzluk hali de var.
Evet insan bir anda değerlerine karşı yabancılaşıyor. Mana arayışı para arayışına dönüşünce o insanın psikolojisi, günü değerlendirme biçimi korkunç bir arızaya uğramış
oluyor aslında.
O zaman bugünkü eğitim sistemini de
biraz konuşalım. Yaygın eğitim dediğimiz dayatmacı bir eğitim sistemi
hakim. 25 yaşına geldiği halde herhangi bir konuda iş tecrübesi olmayan
bir nesil yetişiyor. Üreten değil, masa
başında iş arayan gençler yetiştiriyoruz. İnsanın toprakla ilişkisi doğru kurgulandığı zaman bu kadar yaygın bir
eğitime ihtiyaç var mı gerçekten?
Eğitim de çok sıkıntılı bir mesele ülkemizde.
Ne tarih, ne coğrafya ne genel kültür, sadece ezberlemeci bir zihniyet hakim. Muhakeme gücünü yitirmiş, analitik düşünemeyen
ve keşfetmeye dair merakını yitirmiş nesiller yetişiyor. Bizde eğitim iş kapısı olarak
görülüyor.
Devlet kapısı gibi algılanıyor, "Oğlum
oku da devlete kapağı at" mantığı var.
Tabii burada emeklilik kavramını da
konuşmamız gerekiyor. Sosyal güvence
açmazını açmamız gerekiyor. Siz nasıl
bakıyorsunuz?
Sosyal devlet olamamanın sorunlarını her
zaman yaşıyoruz. İnsanlar güvencesizler,
mezun olduktan sonra ne yapacaklarını
bilemiyorlar. İşsizlik sorunu, istihdam gibi
korkular bizde bir ömür boyu sürüyor maalesef, birde üstüne KPSS'lerle bu süreci
uzattılar. Artık sadece okuyan bir grup
oluştu. Sadece okuyan bir grup… Sürekli
eğitim diye bir şey var artık.
Belgesele dönecek olursak, tüm bu
sıkıntıları yaşayan insanlarda, belirli
bir kent deneyiminden sonra kaybettiği
toprağa, yoğunlaşmış zamandan kaybettiği esnek zamana bir dönüş isteği
oluşuyor. Bu insanlar nasıl bir araya
geliyor, nasıl gerçekleştiriyor?
Çok çok farklı gruplar var, çift olarak da
var, gençler de var. Sağlıklı gıda ihtiyacı
için gidenler de var, toprakla olan ilişkisini
yeniden canlandırmak için de. "Kentle olan
ihtiyacımı ben belirleyeyim, sürekli kentte
yaşamayayım" düşüncesi hakim. “Hiçbir
şeye katlanmak zorunda değilim” diyorlar.
Mesela ODTÜ'lü hocalar Güneşköy’den
bir arazi alıp ekip biçiyorlar. Etraftaki
çiftçiyle organik tarım üretiyorlar, ama
henüz deneme aşamasındalar. İzmir'de
Marmariç Grubu ise en eski gruplardan
biri olarak Perma Kültür kursu veriyorlar. Bu kapsamda, mekan, doğa tasarımı,
su havzasından toprak kaybını önlemeye,
gübreyi doğal yolla elde etmeye kadar her
türlü tarım ve ekonomi tasarım modeli
sunuluyor. Tarımla ilişki kurmak isteyen,
doğala dönmek isteyen insanlar bu kurslara katılıyorlar.
Katılanlar genelde çift mi, yoksa gençler mi ağırlıkta? Çocuklarını nasıl eğitiOcak - Şubat 2013 81
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
"Urfa’da kocaman binalar
yapmışlar, içinde inekler
dolaşıyor. Bu binalar,
halkın ritmine uygun değil.
Neden insanların tek katlı
evini satmaya mecbur
bırakıyorsunuz, neden o modeli
dayatıyorsunuz?"
yorlar, orada büyüyen çocuğun şehirle
olan ilişkisini nasıl kuruyorlar?
Her yaştan insan var gerçekten, en temel
dürtü çocukları olmaya başlayınca oluyor.
Gıda krizi hepsinin düşünmesine vesile oluyor ve çocuklarının daha sağlıklı beslenmesi
için bu hayatlarla tanışmaya başlıyorlar.
Diğer bir aşamada, çocuklar büyümeye
başlayınca eğitim açısından ne yapıyorlar, çocuklarını köyün okuluna mı
gönderiyorlar?
Dedetepe'deki çift ilk başta köydeki çocuklarla birlikte Montessori eğitim modelini
uygulamışlar, ama köydeki çocuklar okula
gitmek zorunda kalınca o eğitime ara verdiler. Sonra Girit'e gidip gelmeye başladılar, şimdi köy okuluna verdiklerini duydum.
Tarımla olan kısmı masa başında değil de,
oradaki ihtiyaçların ne olduğunun kavranarak ele alınması gerekiyor. Çiftçi desteklenmiyor bu noktada. Bütün düşünmek
gerekiyor. Eğitimden ayrı düşünemezsiniz,
köy okullarını kapattığınız zaman sorun
çıkıyor. İnsanlar çocukları için kente gidiyor. Çekim yaptığımız yerlerde insanlar
"köylüyü çocukların okul süreci geldiğinde
tutamıyoruz" diyorlar.
Okuldan sonra dershane başlıyor,
böylesine bir süreç aileyi taşınmada
82 Mimar ve Mühendis
zorluyor tabii. Senelerce o topraklarda yaşayan insanlar, topraklarını
kaybediyorlar.
Sonra çok cahilce tarım uygulamaları var.
Deli gibi sulama yapılarak tek tip ekin yetiştiriliyor. Parma Kültürü destekleyen insanlar,
ısrarla "Yeraltı sularını doğru kullanabilirsek,
su hasadı doğru yapılabilirse sulamaya dahi
gerek kalmıyor. Birbirine yararlı bitkileri yan
yana dikerseniz, toprakla meşguliyet azalıp
verimlilik artıyor" diyor. Mesela geçmiş tecrübelerini, öğrendiklerini uygulayarak tarıma
dayalı deneyler yapanlar var, herkes merakla izliyor. Köylüyle içiçe olan Bayramiç'ten
bir ekip; salça üretiyor, sarı buğday üretip
ekmek yapıyor, işleyen bir sistem kurmuş
ama onların da derdi helikopterle genel
bir ilaçlama yapılması. Korkunç bir şey
bu. Hemen diplerinde madenler aranıyor, patlamalar yapılıyor, bir başka grup
Antalya'ya gittiğinde yanlarına HES yapıldı. Güneşköy ekibinde ODTÜ'lü hocaların
üzerinden viyadük geçti. Kalkınma adı
altında yakıp yıkan bir zihniyet var. Şehircilik Bakanının "Mahalle dönemi bitmiştir,
site başlamıştır" demesi feci bir şey.
İnsan yaşamı ve evini kurması endüstriyel bir ilişki değildi aslında, doğal
bir ilişkiydi, biz bu ilişkiyi endüstriyel
bir ilişkiye çevirerek hem daha pahalı
hem de meşakkatli bir sürece çevirdik.
Sitelerle örülü bir alan şehre nasıl dönüşecek? Mesela Saraybosna'da Başçarşı
var. Tüm yollar Başçarşıya, Sebil'e çıkıyor, şehir böyle kurgulanmış. Sitelerle
örülü şehirlerde mahalle sokak çarşı
pazar gibi kavramlar da yok oluyor.
Evet, reklamlarda merkez olarak insanın ken-
disi gösteriliyor. "Ene" duygusu hakim. "Kent
Çıkmazı" adlı projemle birlikte bende kendimi
bu hikayelerde buldum. Gecekonduların ortasına yapılmış bir rezidansta yaşayan biriyle
görüştüğümde, içeri girdiğinizde mahalle
ortamından otel lobisine geçmiş gibi oluyorsunuz. Orada yaşayan kız diyor ki, "Bizi o
kadar ayrı düşürdüler ki, oranın benim mal
varlığıma düşmanlığı var" diyor. Korkuyor,
komşu ihtiyacını lobiden karşılıyor, kendine
benzeyen insanlardan oluşan bir lobi sistemi,
aslında bir çeşit Osmanlı'daki avlu sistemidir.
Bir avlu ihtiyacını yeniden üretiyor.
Kaybettiğimiz toprağa dönecek olursak,
"Bir Avuç Toprak" benzeri uygulamalar
dünyada da var mı?
Evet, çok kalabalık eko köylerden bahsediyorlar. Avrupa ülkelerinde daha çok,
Hindistan'da mesela Avbil diye koca bir
şehir kurulmuş. Tapınak etrafında inşa edilmiş, gönüllülük esasına dayandığı, insanların
orada kaldığı beslendiği bir düzen. Bizim bu
noktada varolan köyleri koruyarak başlama
fırsatımız var. Hepsi şunu söylüyor: "Biz işin
daha çok başındayız. Bunun sürdürülebilir
olması için destek görmesi gerekiyor, sade-
Kendi ürettiğini tüketmek, doğaya
dönmek isteyen insanlar köy yaşantısına özlem duyuyor; kentden köye göç
ediyorlar.
insanların durup düşünmesi gerekiyor. Ziraat Fakültelerinde verilen eğitimlerin sorgulanması gerekiyor.
ce orta sınıfın gerçekleştirdiği bir hayalden
ziyade toplumun her kesiminden insanın
katılabilmesi gerekiyor.
Peki bu gruplar gittikleri yerlerde arazi
satın alarak mı yapıyorlar?
Hepsi değil, köylülerden kiralayanlar da
var. Marmariç ekibi 40 yıl kiralamışlar.
Antalya'da bir çift parayı hiç kullanmamaya
çalışıyor ki en ilginci onlar. O çift filmde yok,
ayrıca başka bir projede değerlendirmeyi
düşünüyorum. "Bir lokma bir hırka" yaşıyoruz biz diyorlar. Durmuş amca ile eşi var,
Durmuş amca bizim Tuğba'ya "Çamaşır
makinesini kullanmayı öğret" diyor, Tuğba
da "Sen de bize tokmakla çamaşır yıkamasını öğret" diyor. O Buzdolabını nasıl çalıştıracağını öğretmesini istiyor, Tuğba ise yerin
altındaki bir yerde saklamayı nasıl becereceğini öğretmesini istiyor. Karşılıklı bir ilişki
hali var. Birisi daha modern ekipmanları
kullanmayı öğrenirken diğeri de geleneksel
olanı öğreniyor. Bu noktada köylünün kente
gidiş adabı ile kentlinin köye dönüş halinde
adapsızlığın da olmaması gerekiyor tabii.
Köylünün kendisine ait bir giyinme tarzı
var. Kültürü ve hassasiyetleri var. Ama
arkadaşlar orada uygun olmayan kıyafetlerle dolaşması uygun değil, oradaki
dinginliği korumak lazım.
Ama yalıtık bir arazi var orada.
Yalıtık da olsa, toplumsal geçişlerde
makul olanı yakalamak lazım. "Ben
böyleyim beni böyle kabul et" mantığı
sağlıklı çalışmıyor. Ev sahibine hürmet önemli.
O örnek köye gitmek değil ama, doğaya
gitme mevzusu vardı verdiğiniz örnekte.
Diğerlerinde böyle bir sorun yok. En uç
örnek 1. bölümde var.
İlişkiler sağlıklı kurulursa, model de
geliştirilebilir. Türkiye açısından yeni
umutlar olur, köye dönüşü de hızlandırır. Emekli olanlar özellikle köye
çekilebilir. Öyle bir dünya kurgulanmış ki, ne kadar kazanırsan o kadar
harcayacaksın. Daha çok kazanması
yetmiyor insana.
Evet, araç amaç sekmesi diyoruz. Araçken
amaç haline gelen her şeyin dengesi altüst
oluyor. Antalya'daki çift sadeleşmeleri
gerektiğini, parayla doğru bir ilişki kurmaları
gerektiğini anlatıyorlardı. Burada gerçekten
Bu kadar çok Ziraat ve Orman mühendisinin olduğu bir ülkede ormancılığımız, tarımımız, hayvancılığımız istenilen seviyede değil. Çok pahalı bir
ülkeyiz. Teşvikleri yeniden ele almak
gerekiyor.
Aslında ekoloji gözetilerek desteklerin verilmesi lazım. Güneydoğu'da her yer mısır
üretiyor mesela, gıda biyoyakıta dönüştü.
Biyoyakıt toprağın canına okuyor, tek tip
üretim, tek tip gıda demek, sonra tohumda
yapılanlar zaten ortada…
Üretim noktasında da hatalar var. Çok
yemek yeniyor ve çoğu israf ediliyor.
Bir birim yetmesine rağmen belki üç
birim üretiyoruz, bunun bir birimini fazladan yiyoruz bir birimini de atıyoruz.
O bir birimi sağlıklı tüketebilsek sıkıntı
olmayacak…
Yurtdışında bazı sanatçılar çöpten atık topluyorlar konuya dikkat çekmek için.
Dünya afetinin temelinde aşırı tüketim
yatıyor. Kaynaklar israf ediliyor, çevrenin düzeni bozuluyor. Bunun sonucunda
her türlü ilişkide sıkıntılar yaşanıyor.
Bunu belki bir devlet modeli olarak da
sorgulamak gerekiyor. Dünyaya karşı
bir savaş ilan etmiyoruz ama” daha
az miktarla yetinebiliyoruz” demek
gerekiyor. Toplumun mutluluğunu ve
huzurunu düşünen yeni bir ekosistem
geliştirmek gerekiyor.
Geldiğiniz için teşekkür ederiz. Çalışmalarınızda başarılar diliyoruz.
Ben de Mimar ve Mühendisler Grubu'na çok
teşekkür ediyorum ilgi gösterdiğiniz için.
Ocak - Şubat 2013 83
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Emine ŞAHİN
Yüksek Kimyager
TARİHTEN GÜNÜMÜZE EKMEĞİN
GEÇİRDİĞİ SERÜVEN
Y
Gerçek ekmeği tüketmek, hayatımızın
ve sofralarımızın vazgeçilmezi olarak
sağlıklı bir diyetin en önemli adımını
oluşturacaktır. Gerçek ekmek reçetesi,
farklı unlu mamullerin de sağlıklı hale
dönüştürülmesinde öncü rol oynayacaktır.
Gerçek ekmek üretmek, bizim gibi çok sayıda
küçük ölçekli fırına sahip bir ülkede ekmek
ustaları ve tüketicilerin bilinçlendirilmesiyle
hiç zor olmayacaktır. Kendine özgü reçeteler
hazırlayan ekmek ustaları, tüketicinin
ekmeğe dair merak ettikleriyle ilgili
bilinçlendirmeyi de sağlamak için tüketiciyle
ekmek yapım atölyeleri gerçekleştirebilir.
azılı kaynaklarda “the state of life” -hayatın direği- olarak atıf
yapılan ekmek, ülkemizde ve dünyada kutuplar ya da çöller
gibi özel coğrafi şartlara sahip birkaç bölge hariç en sevilen
gıdaların başında yer alır.
Ekmek yapımı, İÖ yaklaşık 4000 yıl önce Eski Mısırlılar tarafından buğdayın iki taş arasında ezilmesiyle oluşan una su
ilave edilerek hamur hazırlanması ve ateşte pişirilmesiyle
başlamış, zamanla buğday dışındaki diğer tahıl unları da aynı
işlemlere tabi tutularak üretime devam edilmiştir. Ekmek,
dünyanın birçok bölgesinde çavdar, arpa, yulaf, mısır vb. pek
çok değişik tahıl unundan yapılsa da yaygın olarak buğdaydan üretilmektedir.
“Verimli hilal” denilen Mezopotamya bölgesinde keşfedilen fermantasyon tekniği, ekmek pişirmedeki en önemli
adımlardan biri olmuştur. Fermantasyon tekniği, tahılların
filizlendirilmesi, suya daldırılması, kırılıp su içinde belirli
sıcaklıkta bekletilerek çimlendirilmesi yöntemlerinin yanı
sıra, unla suyu karıştırıp hamur halindeyken bekletmeyi
de(mayalanma) kapsayacak şekilde geliştirilmiştir.
Eski Mısırlılardan, Yunanlılara oradan Romalılar yoluyla tüm
Avrupa’ya yayılan ekmek yapımı ve fırıncılık mesleğine her
zaman çok değer verilmiş, yazılı kanunlarla önemli ayrıcalıklar sağlanmıştır.
Mısırlılardan itibaren iki taş arasında ezilen tahılların öğütülmesi daha sonra rüzgâr ve suyun gücünden faydalanılarak tasarlanan taş değirmenlerde yapılmıştır., 19.yüzyıl’da
İsviçre’de valslı değirmenlerin kurulmasına kadar tahılların
öğütülmesi taş değirmende devam etmiştir.
Valslı değirmenlerdeki sistemde, öğütme sırasında tahılın
kepek ve rüşeym gibi besleyici özelliklerini taşıyan katmanlarından tamamen uzaklaştırılmasıyla beyaza yakın renkte bir un
ele geçirilmesi hedeflenmiştir. Böylece valslı değirmenlerden
rafine un elde edilmesi, o tarihten bugüne kadar en besleyici
gıdalardan biri olan ekmeğin kaderini değiştiren önemli dönüm
noktalardan biri olmuştur. Mısır ve Romalılarda, beyaz undan
yapılan buğday ekmeği, toplumun zengin ve yönetici kesiminin; kepek yüzdesi fazla, koyu renkli ekmekler ise daha çok
köleler ve işçilerin tükettiği bir besin olmuştur. Beyaz ekmeğin
sınıfsal bir tercih anlamı taşıması, bin yıllardır devam ederek,
dünyadaki pek çok kişinin algısında beyaz ekmeği daha makbul
bir gıda haline getirmiştir.
Sadece rafine beyaz buğday unu üreten valslı değirmenlerde
öğütülen unun kullanılmasının yanı sıra endüstriyel devrimle
ortaya çıkan rafine şeker, rafine yağ ve fırıncı mayasının da
ekmek yapımına ilave edilmesiyle ekmekçilik sektörü, yepyeni
bir yöne doğru savrulmuştur. Rafine un/yağ/şeker ve fırıncı
mayası endüstriyel üretimde çok kısa sürede fazla sayıda
ekmek üretimine olanak sağlamıştır. Bu kitlesel ekmek üretim
sektörü, açlığın ortadan kaldırılacağı, gıdaya erişimin kolayla-
84 Mimar ve Mühendis
şacağı, gıdaların uzun süre muhafaza edilerek israfın engelleneceği
iddiaları ile büyük destek görmüştür. Üstelik ortaya çıkardığı bu
yumuşak, tatlı ve kolay hazırlanan birim zamanda fazla üretilen ucuz
“-mış gibi ekmekler” toplum tarafından da kabul görmüştür. Ancak
besleyici değeri oldukça azalmış ekmeklerin uzun süre tüketilmesi
sonucu insanlarda vitamin ve mineral eksikliğine yol açtığı görülmüş, bu durum dünya sağlık uzmanlarının tekrar tam taneli ürünleri
tüketmeye yönelik tavsiyelerinin yükselişine neden olmuştur. 1929
yılından bu yana insan sağlığına öncelik veren bilim insanları, tam
tane unundan yapılmış ekmeklerin daha faydalı olduğunu daha yüksek sesle dile getirmelerine rağmen insanların büyük çoğunluğunun
beyaz ekmek alışkanlığı sürmektedir.
GERÇEK EKMEK
İnsanların yaşadıkları coğrafyada kimyasal maddelerle kirletilmemiş
topraklarda doğal olarak yetişen yerel veya iyi adapte olmuş tahıl
tohumlarından, tam tane; besleyici tahıl katmanları içerisinde
kalacak şekilde öğütülerek, ekşi maya ilavesiyle uzun süre mayalandırılarak, taş fırında pişirilen ekmek gerçek ekmektir.
TEMİZ TOPRAKLARDA YETİŞTİRİLEN
YEREL BUĞDAYLAR
Dünya üzerindeki her bölgede kendine özgü yetişen bitkisel
ürünler ve oraya has hayvansal çeşitlilik mevcuttur. O bölgede
yüzyıllarca yaşamış insan toplulukları bu ürünlerle ilgili büyük bilgi
ve tecrübeye sahiptir. Yetiştirdikleri ürünlerle yaptıkları deneme
ve reçeteler o topluma özgü ve ihtiyaçlarını karşılar niteliktedir.
Bu ürünleri geliştirirken yaşadıkları çevredeki toprağın, havanın
ve suyun temiz kalmasını gözetirler. Endüstri devriminden sonra
tarım topraklarının temiz kalması, doğal, perma kültür, organik ve
biyodinamik tarım diye adlandırılan çevreyle dost mücadele yöntemleriyle sağlanmaya çalışılmaktadır. Büyük miktarlarda ve tek
Dünya üzerindeki her bölgede kendine özgü
yetişen bitkisel ürünler ve oraya has hayvansal
çeşitlilik mevcuttur. Yetiştirdikleri ürünlerle
yaptıkları deneme ve reçeteler o topluma özgü ve
ihtiyaçlarını karşılar niteliktedir.
çeşit bir ürünü (mono kültür) üretebilmek için insanların kadim
bilgileri değil, ot ilacı, böcek ilacı vb. kimyasal mücadele, genetiği
değiştirilmiş organizmalar ve nano teknoloji gibi yöntemler önem
kazanmıştır.
GELENEKSEL ÖĞÜTME
Geleneksel taş değirmende tahılın öğütülmesi unun bütünlük,
kalite, lezzet ve besleyici değerlerinin korunduğu tek metottur.
Çünkü tahıl tanesi biri sabit diğeri hareketli yatay silindir değirmen taşlarının arasına tek bir geçişten girerek hiçbir şey eklenmeyen ve eksilmeyen bir un halinde çıkar. Tam tanenin içerdiği
tüm katmanlar, kepek ve rüşeym (buğdayın filizlendiği ve pek
çok esansiyel yağ ile E ve B vitaminlerinin kaynağıdır) içerisinde
dengeli bir şekilde kalmış olur. Taş değirmenle öğütmede, tahılın
rüşeym kısmı ayrılamaz, unun fıstığımsı lezzet ve aromasını içinde
bırakır. Normalde unu tam öğütülmüş şeklinde kullanmak en sağlıklısıdır. Ancak çıkan bu taş değirmen ununu eleseniz bile (%15’lik
bir kayıpla ele geçen % 85’lik bir unda dahi) buğday rüşeyminin
önemli bir kısmı un içerisinde kalacaktır. Taş değirmenden çıkan
un, modern beyaz un üreten valslı değirmenlerden çıkan unlar
gibi çok ısınmayacağından buğdayın besleyici öğelerindeki oranın
düşmesi de çok az olacaktır.
Modern valslı değirmenler, her bir tahıl tanesinin mümkün olduğu
kadar dış tabakalarından arındırılıp, beyaz un şeklinde öğütülmesi
için özellikle tasarlanmıştır. Çok hızlı dönen merdaneler tanenin
her bir tabakasını sıyırır, eler ve uzaklaştırır. Kepek ve rüşeym
Ocak - Şubat 2013 85
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Fırın seçimi, ekmek pişirme
işleminin en önemli
adımlarındandır. İlk ekmeğin
pişirilmesinde toprak fırınlar
yapılmış, sonrasında fırın tabanında
taş, kil, ateşe dayanıklı kiremit gibi
doğal malzemeler de kullanılmıştır.
Taş fırının yakılmasında odun, gaz
ve elektrik enerjisi kullanılabilir.
etkin şekilde uzaklaştırılmış olur. Her bir un taneciği bu merdaneler ve elekler arasında yaklaşık 1 milden fazla dolaşmış olacağından aşırı sıcak şekilde çıkar. Böylece insan eli değmeksizin çabuk
ve büyük miktarlarda beyaz un elde edilmiş olur. Çıkan un isteğe
göre eleklerden çıkan bileşenlerle tekrar karıştırılarak tam tane un
oluşturulmaya çalışılsa da taş değirmenden çıkan tam tane unla
aynı un olmayacaktır.
HAMURU EKŞİ MAYA İLE MAYALAMAK
Ekmek hamurunu mayalamak için önceden hazırlanan ekşi hamur,
su ve unun eşit miktarlarda karıştırılarak birkaç gün içerisinde mikroorganizmaların bu karışımda çoğalmasıyla hazırlanan
ekmek mayasıdır. Ekmeği kabarık ve lezzetli hale getiren yani
mayalandıran sinbiyotik bir kültürdür.
Ekşi maya ile mayalanmış bir ekmek hamuru, mayalanma sırasında
faydalı bakteriler için besin cennetine dönüşmekte, patojen (zararlı)
bakterileri baskılayıp, çoğalmasını engellemektedir. Ekşi maya,
mayalanma sırasında hamurda protein vb. büyük gıda bileşenlerini
parçalayarak, küçük moleküllere ayrılır, faydalı besin öğelerinin
açığa çıkmasını kolaylaştırır. Çözünür kepek liflerin parçalanması
artar, faydalı tüm vitamin mineraller açığa çıkar, değişik aromatik
ve lezzet bileşikleri oluşur. Mayalanma esnasında sindirim sisteminde var olan faydalı dost bakterilerin yavaşça çoğalmasını
sağlar, mide- bağırsak fonksiyonlarını iyileştirir. Nişastanın sindirilmesini yavaşlatır. Tüm bu reaksiyonlar, ekmeği probiyotik bir
gıdaya dönüştürür. Ekmek hamurunun elastikiyetini artırarak taze
kalmasını sağlar. Dolayısıyla ekmeğin raf ömrünü artırır.
86 Mimar ve Mühendis
EKŞİ HAMURUN INTOLERANS HASTALIKLARLA İLİŞKİSİ
Buğday ununda bulunan glüten proteini sindirim sisteminin parçalamada zorlandığı bir maddedir. Buğday ununda doğal olarak
bulunan glüten maddesine duyarlı olan çölyak hastaları ise hassasiyetlerinin derecesine bağlı olarak glüten içermeyen ürünler
tüketmek zorundadır. Hatta son yıllarda ADHD (dikkat eksikliği
ve hiperaktivite rahatsızlığı), tirozin, otizm vb hastalıklarda da
glüten diyeti önerilmektedir. Günümüzdeki glütensiz ürünler, mısır
veya glüten içermeyen tahıllardan elde edilen nişastaya çok
sayıda gıda katkı maddesinin ilavesiyle hazırlanmaktadır. Glüten
içermeyen ama normal ürün görünümünde yapılmaya çalışılan
bu ürünler, glütensiz olmakla birlikte hastanın metabolizmasına
farklı bir stres yükleyebilir. Hem katkısız hem de daha lezzetli
glütensiz ekmek üretme amacıyla bazı bilim adamlarının yaptığı
araştırmalarda, glüten içermeyen tahıl unlarına ekşi maya ilavesiyle hazırlanan ekmeklerin, hastalar tarafından daha çok beğenildiği ve hastaların genelinde bağırsak rahatsızlığı oluşturmadığı
görülmüştür. Dolayısıyla ekşi hamurla mayalama yönteminin bu
hastalar için potansiyel bir umut taşıdığı söylenebilir.
TAŞ FIRINDA PİŞİRME
Fırın seçimi, ekmek pişirme işleminin en önemli adımlarındandır.
İlk ekmeğin pişirilmesinde toprak fırınlar yapılmış, sonrasında fırın
tabanında taş, kil, ateşe dayanıklı kiremit gibi doğal malzemeler
de kullanılmıştır. Taş fırının yakılmasında odun, gaz ve elektrik
enerjisi kullanılabilir.
Taş fırında odun gibi yenilenebilir bir enerji kaynağı kullandığımız-
Odunla yanan taş fırının pişirdiği
gıdaya farklı bir lezzet verdiği
hemen herkes tarafından bilinen
bir gerçektir. Odunla doldurulan
fırın içerisinde ortaya çıkan alevli
ateş söndükten sonra sıcaklığı fırın
içerisine yayar. Ekmek hamuru taş
fırına atıldığında, yayılan sıcaklık,
ısı transferiyle ekmek hamuruna
nüfuz ederek ekmeğin üst kısmında
oluşacak ani bir yükselmeyle fırın sıçraması - kalın bir kabuk
oluşturur.
SANATÇI EKMEK USTASI
Gerçek bir ekmeği pişirmede tüm bu adımlar için bir çift hünerli
ele sahip ekmek ustası en değerli faktördür. Hammaddeleri iyi
tanıyan bir usta, ekmek hamurundaki un-su oranlarını tayin etme
işleminden, yoğurmaya, mayalandırmadan fırın sıcaklığı seçimine
ve pişirme süresini belirlemeye kadar en iyi gözlemi yapacak ve
buna göre işlem sırasını belirleyecek kişidir.
Fırıncı ustaları aynı hammaddeyi ve ortam şartlarını kullansalar
bile pişirecekleri ekmekler birbirine benzemeyecektir. Ekmeğin
aroma ve lezzetinde hammadde yanında pişiren kişinin usulü de
ekmeğe ayrı bir lezzet katacaktır.
da, sadece iyi bir ekmek elde etmemiş yanı sıra çevreyle dost bir
pişirme yöntemini de sürdürmüş oluruz.
Odunla yanan taş fırının pişirdiği gıdaya farklı bir lezzet verdiği
hemen herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Odunla doldurulan
fırın içerisinde ortaya çıkan alevli ateş söndükten sonra sıcaklığı
fırın içerisine yayar. Ekmek hamuru taş fırına atıldığında, yayılan
sıcaklık, ısı transferiyle ekmek hamuruna nüfuz ederek ekmeğin
üst kısmında oluşacak ani bir yükselmeyle - fırın sıçraması - kalın
bir kabuk oluşturur. Hamur içerisindeki su buharı, hamur içerisinde
oluşmuş gluten ağ yapısının duvarlarını ileriye doğru iterek, iri
gözenekli, büyük hacimli hafif bir ekmek oluşmasını sağlar. Ekmek
kabuğundaki nişasta da nemli kalarak jelatinize olur ve pişme
süresince parlak bir renk oluşturur. Odun ateşiyle pişen ekmek çok
lezzetli ve aromatik hale gelir. Böylelikle odun ateşiyle pişirmede
ekmeğin iyi pişmesi değil genel masrafların ve yapılan işin çevreye
olan olumsuz etkisinin de en aza indirgenmesi sağlanmış olur.
GERÇEK EKMEĞİN SAĞLIK, ÇEVRE ve
SOSYALLEŞMEYE KATKISI
Gerçek ekmeği tüketmek, hayatımızın ve sofralarımızın vazgeçilmezi olarak sağlıklı bir diyetin en önemli adımını oluşturacaktır.
Gerçek ekmek reçetesi, farklı unlu mamullerin de sağlıklı hale
dönüştürülmesinde öncü rol oynayacaktır.
Gerçek ekmek üretmek, bizim gibi çok sayıda küçük ölçekli fırına
sahip bir ülkede ekmek ustaları ve tüketicilerin bilinçlendirilmesiyle hiç zor olmayacaktır. Kendine özgü reçeteler hazırlayan ekmek
ustaları, tüketicinin ekmeğe dair merak ettikleriyle ilgili bilinçlendirmeyi de sağlamak için tüketiciyle ekmek yapım atölyeleri
gerçekleştirebilir.
Geçek ekmek pişirme işlemlerinin insanlar üzerinde terapik etkisi
yaptığı da bilinmektedir. Dünyada ekmek atölyelerini, engelli ve
mahkum gibi toplumsal rehabilitasyon için kullanan çeşitli kurumlar mevcuttur.
Gerçek ekmek ustalarına ekmek yapımını öğretme ve bu geleneği yaşatmak isteyenlere bilgilerini aktarma şansı tanındığında,
ekmek için gerekli gerçek hammaddelerin üretilmesini sağlayacak
çevre dostu tarımsal uygulamaları teşvik etmiş, toprak, hava ve
suyumuzun kirletilmesini de engellenmiş oluruz. Tüketicilerin gerçek gıdalarla ilgili bilgileri en temel gıda olan ekmekle başlatılıp,
diğer gıdaları da kapsayacak şekilde genişletilebilir. Bu sayede
ülkemizin unutulmuş ustaları ve onların kaybolmuş reçetelerinin
tekrar gün yüzüne çıkarılma ihtimali de ortaya çıkacaktır.
Ocak - Şubat 2013 87
DOSYA: TARIM VE GIDA
MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
ŞAKALAK YÖNETİM KURULU BAŞKANI YUSUF GENÇ
"GELENEKSEL ÜRETİM TEKNİKLERİNİ
BIRAKIP ÇAĞDAŞ TARIMSAL TEKNOLOJİYİ
KULLANMAMIZ GEREKİYOR."
ŞAKALAK Makine’nin Kurucusu ve Yönetim Kurulu Başkanı Yusuf Genç ile çiftçinin
verimini artıran ve çalışmaları sırasında harcadığı gücü azaltan bir alan olarak
nitelendirdiği tarım makineleri sektörünü konuştuk.
>
Tarım makineleri hangi noktalarda
önem kazanıyor?
Tarımsal üretim ciddi istihdam kapasitesini elinde tutan ve gıda gibi stratejik
bir unsuru da kapsayan bir sanayidir. Bu
noktada da tarım makinelerinin ülkemiz için önemi ortaya çıkıyor. Bugün
tarımsal kalkınmasını gerçekleştiremeyen ülkeler hatalarının bedellerini pahalıya ödemeye başladılar. Gıda böylesine
stratejik bir önem taşırken, son derece verimli toprakları elinde bulunduran
ülkemizde de tarımsal üretime ürün ve
makine olarak daha çok ağırlık verilmelidir. Tarım makineleri sektörü çiftçinin
emeğini azaltan ve verimini arttıran bir
alandır.
ŞAKALAK’ın çalışma
prensipleri nelerdir?
Kalitesiz ve amacına uygun olmayan bir
tarım makinesi, çiftçinin bütün emek
ve maddi imkânlarını riske atmaktadır.
Firma olarak profesyonel üretim anlayışını benimsiyoruz. Nitelikli işgücü
kullanarak markalaşmaya önem veren
çiftçilerimize kaliteli tarım makinesi ve
hizmet sunmayı prensip edinen bir kuruluşuz. Sahip olduğumuz modern soft
üretim tezgâhlarıyla ileri teknoloji içeren, tarımsal verimliliği arttıran, maliyeti düşüren, kaliteli ve çok fonksiyonlu
tarım aletleri imal ediyoruz ve kendimizi
sürekli yeniliyoruz.
Halen üretim makine parkımız geliştirilmekte ve yenilenmektedir. Kaynak,
88 Mimar ve Mühendis
SÖYLEŞİ: Arİf Kösen
kesim ve parça işleme robotları çok
fonksiyonlu yüksek kapasiteli lazer
kesim makineleri, CNC punch ve CNC
abkant tezgahları, elektrostatik toz
boya tesisleri gibi yatırımlarımızla üretim kapasite ve kalitemiz, çevre duyarlılığımız artırılmıştır. ARGE’ye yatırım
yapan ender kuruluşlardan biriyiz. Kalite, yenilik, verimlilik üçgeninde üründe
mükemmeliyet üzerinde yoğunlaşarak
çalışmalarımızı teknoloji ve istihdam
odaklı olarak sürdüreceğiz.
Hedefleriniz nelerdir, neler
yapmak istiyorsunuz?
Bu yıl ülkemizde üretimi olmayan 2 adet
özel ekim makinesinin üretimine başladık. Önümüzdeki yıllarda toprak işleme
makinelerine ağırlık vereceğiz. ŞAKALAK olarak proje bazlı üretimlere ağırlık vereceğiz. Klasik modern makineler
yerine piyasadaki taleplerin gelişmesini
dikkate alarak yeni modellerin imalatına
yönelmekteyiz. Kendi bünyemizde özgün
ARGE projeleri üretilmektedir. Türkiye
pazarında üretilmemiş ürünler sürekli
takip edilmekte, ülkemizde üretimi ve
kullanımı için geliştirmeler yapılmaktadır.
Tarım makineleri sektörünün geleceği
için neler söylemek istersiniz?
Çiftçilerin alım gücündeki dalgalanma
ve düşüşler, tarımsal girdiler içinde en
esnek girdi olan tarım makineleri sektörünü doğrudan etkilemektedir. Mekani-
zasyona gerekli kaynağın ayrılamaması
verimin ve ürün kalitesinin düşmesine
insan, çevre ve diğer canlılar için olumsuz sonuçların çıkmasına, işletme masraflarının artmasına neden olmaktadır.
Geleneksel üretim teknikleri ve bunlara ait araçların terk edilerek çağdaş
tarımsal mekanizasyon teknolojilerine
uygun araçların kullanılması zorunludur.
Çiftçilerimizin modern mekanizasyon
araçlarına sahip olması için son yıllarda
uygulamada olan devlet destekleri de
büyük önem arz etmektedir. Destekler
tarımsal sanayi sektörüne önemli bir hız
getirmiştir. Desteklemelerin önümüzdeki yıllarda artarak devam etmesi, eski
ekipman parkının yenilenmesi adına çok
önemlidir. Bunun yanı sıra bu destekler
sayesinde istihdam artmakta, mekanizasyon parkına katılan binlerce yeni
tarım makinesi ile işgücü ve tarla verimi
artmaktadır.
Ocak - Şubat 2013 89
GEZİ MEYDANLARIN SOSYAL AÇIDAN ÖNEMİ
MEYDANLARIN
SOSYAL AÇIDAN
ÖNEMİ
Toplum bilincinde artık Avrupa ve Amerika’da var olan meydan kavramının olmadığı, gençlerimiz ve halkımız tarafından
bilinmediği görülmektedir. İstanbul’daki Kadıköy, Maltepe,
Taksim’in meydanları yok denecek kadar küçülmüştür; Kartal,
Tuzla, Eyüp, Beyazıt, Üsküdar Meydanı diğerlerine nispeten
büyüklüklerini korumuştur. Yabancı ülkelerdeki kent ölçeğine
göre meydan büyüklüğüne bakarsak, Türkiye’de geriye kalan
ve yenisi oluşturulmayan meydanların çok küçük ölçekte kaldığını görmekteyiz.
>
M
A. GÜLESER EKŞİ / MİMAR
eydan, mimari elemanlarla
sınırları belirlenmiş,toplumsal
işlevi olan ve kentin belli
alanlarından gelen akışların
birikim noktası olmuş ve kent dokusuna
entegre olmuş kent parçasıdır.Sokak ise,
belli bir doğrultuda yönelinen yoldur,belli bir
yöne doğru ilerler ve sokağın sonunda yine
bir meydancığa varırsınız. Meydan ise aynı
zamanda; dinlenmeye ve hareket serbestliği
imkanını da yer verir. Meydanlar, kentleşme
tarihine paralellik göstermiş, kentin yükselişiyle birlikte meydanlarda önem kazanmış,
sosyal etkinlikler yaşanmıştır. Kentin çöküşüyle birlikte meydanlar kaybolmuş, kentlerle
birlikte yeniden doğuş sürecini yaşamıştır.
Tarihe mal olmuş meydanların dünya üzerinde çeşitliliği çok fazla, bizde ise yeni oluşan
hızlı kentleşmemize karşın yeni meydanlar
oluşturulabilmiş değil. Hatta nerdeyse eski
meydanları da bozup bozup kent dokusuna
katmak isteyenler var. Oysaki dünyadaki
geçmiş tarihe bakıldığında önemli toplumsal
ve siyasi olayların kent meydanlarında cereyan ettiği görülüyor.
Meydanlarımızın yeterli olup olmadığına
90 Mimar ve Mühendis
bakarsak pek de yeterli olmadığı, alanının,
biçiminin günümüz koşullarına göre kullanılışlı olmadığı tartışılır. Dünya üzerindeki
meydanlara ve işlevlerine, büyüklüklerine bir
bakalım:
Kızıl Meydan, 73.000 m²'lik bir alanı kaplayan ve Rusça'da aynı zamanda “güzel”
anlamına gelen - Krasnaya Ploshchad,
Kızıl Meydan'ı, Kremlin Sarayı’na ait 20 m
yüksekliğindeki duvarları, yapımı 1930’da
tamamlanan Lenin Mozolesi ve çarpıcı
soğan kubbeleri ile muhteşem bir meydandır.
15. yüzyılda Kremlin'in duvarları tamamlandıktan sonra yapılan ve yapıldığı tarihten bu
yana idamlara, gösterilere, geçit törenlerine
ve mitinglere sahne olan meydan, UNESCO
Dünya Mirası Listesi’nde yer almaktadır.
Saray Meydanı, adını yaklaşık 3 milyon
sanat eseri barındıran ve dünyanın en önemli
müzelerinden bir olan Hermitage Müzesi’nin
bulunduğu, eski Rus İmparatorluğu’nun merkezi Saint Petersburg kentinde 18. yüzyılda
inşa edilen Kış Sarayı’ndan almıştır. Merkezinde 47,5 m yüksekliğinde bir sütun bulunan
meydan, 25 Ekim 1917’de Ekim Devrimi–
Bolşevik Devrimi’ne sahne olmuştur.
Çin’de yer alan Tiananmen Meydanı, 15.
yüzyılda inşa edilen ve “İlahi Barışın Kapısı”
anlamına gelmektedir. Yasak Şehir ile kentin
diğer kısmını ayırmak amacı ile yapılmıştır.
1 milyon kişinin sığabileceği 440.000 m²'lik
bir alana sahip dünyanın en büyük açık alanı
ünvanına sahip meydan 1989 yılının 15
Nisan’ında başlayan ve yaklaşık 5 Haziran’a
dek süren, toplumun farklı kesimlerinden
yoğun katılımın olduğu Tiananmen Meydanı
Olayları olarak anılan bir meydandır.
Newyork'daki Times Meydanı İsmini,
1904 yılında meydanda bulunan yeni binasına havai fişek kutlamaları ile taşınan New
York Times gazetesinden alan Times Meydanı, ışıklı reklam tabelaları ile anımsanıyor. Gazete’nin başlattığı bir gelenek haline
gelen havai fişek kutlamaları her yıl başında
binlerce insanı bir araya getirmekte. Meydan
hem New York kenti için bir sembol hem de
dünya çapında bilinmekte.
İstanbul, Beyazıt Meydanı
Meydanlar, kentleşme
tarihine paralellik göstermiş, kentin yükselişiyle
birlikte meydanlar da
önem kazanmış, sosyal
etkinlikler yaşanmıştır.
Kentin çöküşüyle birlikte
meydanlar kaybolmuş,
kentlerle birlikte yeniden
doğuş sürecini yaşamıştır.
Arjantin, Mayo Meydanı
Londra daki Trafalgar Meydanı, adını
1805 yılında Fransız ve İspanyol donanmalarının yenildiği Trafalgar Savaşı'nda ölen
Amiral Horatio Nelson'dan alan Trafalgar
Meydanı, Ulusal Sanat Galerisi’nin ana giriş
kapısı üzerinde yer alıyor. Meydanın ortasında 46 m yüksekliğinde, üzerinde Nelson’un
5,5 m boyunda heykeli bulunan granit bir
sütun bulunuyor. 1820 yılında pek çok binanın yıkılması ile düzenlenen meydan, politik
amaçlı gösterilerin sıkça sahne olmuştur.
Potsdamer Platz, Potsdam meydanı, Berlinde yer almaktadır, İkinci Dünya Savaşı
döneminde Amerikan ve Sovyet sektörleri
arasındaki sınır kontrol noktası olan Potsdam
Meydanı, tarihinde dördüncü kez başkent
olan yeni Berlin’in simgesi olma özelliğini
taşıyor. Meydan bugün iki dünya savaşı sırasında da ağır hasarlar alan kentin merkezi
olma niteliğinde. Potsdam Meydanı alışveriş,
kültür ve eğlence aktivitelerine ev sahipliği
yapmaktadır.
Arjantin‘in başkenti Buenos Aires‘in ünlü
Mayo Meydanı, adını 1810 yılında gerçekleşen Mayıs Devrimi sonrasında almış16.
yüzyılda yapılan meydan, ilk günden beri politik yaşamın sahnesi olmuş. 1976’da askeri
cuntanın yok ettiği 30.000 kayıp kişiyi arayan
ve askerler tarafından Perşembe Delileri olarak nitelendirilen Mayo Meydanı Anneleri her
perşembe bu meydanda toplanmaya devam
etmektedir.
İran da bulunan, Özgürlük Meydanı
-Azadi Square: Meydan, 1971 yılında Pers
İmparatorluğu’nun 2.500. yılı kutlamaları
şerefine kentin girişini sembolize etmesi
adına yaptırıldı. "Şahları Anma" anlamına
gelen Shahyaad ismi 1979 İran Devrimi ile
Özgürlük Anıtı olarak değiştirildi. Meydanın ismi de bu gelişmelere paralel olarak
Özgürlük Meydanı oldu. Meydan, İran İslam
Cumhuriyeti’nin kurulması sırasında Şah Rıza
Pehlevi yönetimine karşı yapılan gösteriler
yapılmıştır.
Türkiye’deki Meydan Örneklerini incelersek,
çok büyük olmayan, giderek azalan meydanlara sahip olduğumuzu göreceğiz.
İstanbul’daki,Taksim Meydanı adını, eskiden
Galata-Beyoğlu suyunun taksim edildiği,
Taksim Maksemi'nden almıştır. Meydanın
ortasında bulunan Cumhuriyet Anıtı, İtalyan
heykeltraş Pietro Canonica'ya yaptırılarak,
Ocak - Şubat 2013 91
KISA... KISA...
Hızla büyük şehirlerimizin dikey olarak konut, rezidans ve avmlerle büyümesine karşılık 1960-70 senelerindeki
gibi oluşturulan kent ölçeğindeki meydanların çoğaltılması ve büyütülmesi yerine giderek yerlerinin daraldığını
ve hatta meydan kavramının yok edilerek ,toplumumuzun büyük alışveriş merkezlerini bir meydanmışcasına
kullanmalarına yöneltildiğini görmekteyiz.
Londra, Trafalgar Meydanı
Rusya, Saray Meydanı
Rusya, Kızıl Meydan
1928 yılında yerine yerleştirildi. Aynı zamanda
kültür, eğlence ve büyük bir alışveriş merkezi
olan İstiklal Caddesi’nin girişinde yer alan
Taksim Meydanı, 1 Mayıs gibi pek çok olaya
sahne oldu. Meydan hala aynı zamanda çeşitli
festival ve kutlamalara da ev sahipliği yapıyor. Beyazıt’ta bulunan Beyazıt Meydanı, Bizans
Dönemi’nde kentin en büyük forumu, Osmanlı
Döneminde ise bir saray meydanı olan, Tarihi
Yarımada’nın merkezinde bulunan meydandır.
Cumhuriyet tarihi boyunca pek çok gösteri ve
protesto düzenlenmiştir. Bunların en önemlilerinden biri de 16 Şubat 1969’da ABD'nin İstanbul Boğazı'na demir atan 6. filoyu protesto
mitingi olmuştur. Kızılay Meydanı, Ankara'nın en işlek caddelerinden Atatürk Bulvarı'nın Ziya Gökalp
Caddesi ve Gazi Mustafa Kemal Bulvarı ile
kesiştiği noktada yer almaktadır. Adını Kızılay
kurumundan alan meydanın hem Metro hem
de Ankaray bağlantısı bulunuyor. Haftanın her
92 Mimar ve Mühendis
günü kalabalık ve hareketli olan meydan da
kutlamalara ve gösterilere tanıklık etmektedir.
Kemeraltı Çarşısı, hükümet konağı, saat
kulesi, ilk kurşun anıtı gibi tarihsel ve sembolik öğeler barındıran meydan, en son 14
Nisan 2007’de yoğun katılım olan Cumhuriyet
Mitingi’ne tanıklık etmiştir.
Sonuç itibariyle, hızla büyük şehirlerimizin dikey
olarak konut, rezidans ve avmlerle büyümesine
karşılık 1960-70 senelerindeki gibi oluşturulan
kent ölçeğindeki meydanların çoğaltılması ve
büyütülmesi yerine giderek yerlerinin daraldığını ve hatta meydan kavramının yok edilerek
,toplumumuzun büyük alışveriş merkezlerini
bir meydanmışcasına kullanmalarına yöneltildiğini görmekteyiz. İşin üzücü tarafı, toplum
bilincinde artık Avrupa ve Amerika da var olan
meydan kavramının olmadığı, gençlerimiz ve
halkımız tarafından bilinmediği görülmektedir. Sanatçılar, mitingçiler bir meydana çıkamamaktadır, Kapalı alanlarda ya da yollarda
gösterilerini yapabilmektedirler. İstanbul’daki,
Kadıköy, Maltepe, Üsküdar meydanları işlevleri
kaybolmuş, yok denecek kadar küçülmüştür.
Kartal, Tuzla, Eyüp, Beyazıt Meydanı diğerlerine
nispeten büyüklüklerini korumuştur. Yabancı
ülkelerdeki kent ölçeğine göre meydan büyüklüğüne bakarsak, geriye kalan ve yenisi oluşturulmayan meydanların çok küçük ölçekte
kaldığını görmekteyiz.
Günümüzde sınırlayıcı yapı kütlelerinin meydanı kapatmaya yönelik ele alınmaması,
aralarında cephe düzenleri açısından bir
bütünlük bulunmaması ve alanların iyileştirilmesine yönelik girişimlerde, çevre yapıların
bu girişimlerin dışında tutulması gibi nedenlerden dolayı, mekânsal tanıma sahip olmayan geniş açıklıkların ve büyük kavşakların
meydan olarak adlandırıldığı bir süreç yaşanıyor. Bu alanlar, yalnızca transit geçiş alanı
olmaktan kurtarılarak, insanların kültürel,
politik ve ticari aktiviteler için biraraya gelebileceği kentsel odak noktaları haline getirilerek toplumumuzda meydana olan ihtiyaca
cevap verebilirler. Yeni oluşumlarda dikey
büyümeye karşılık, yeşil alan ve meydanlara
da büyük ölçekte kent yöneticileri, mimarlar,
şehir plancıları tarafından yer verilmelidir.
Ocak - Şubat 2013 93
MAKALE
Betül MAÇ Çevre Mühendisi – İG Uzmanı
İş Sağlığı ve Güvenliği Kültürü
İşçi haklarını bilmeli; sağlığını bozacak veya vücut bütünlüğünü tehlikeye sokacak bir tehlike ile
karşı karşıya kalan işçi, iş sağlığı ve güvenliği kuruluna başvurarak durumun tespit edilmesini ve
gerekli tedbirlerin alınmasına karar verilmesini talep edebilir, çalışanlar tehlikenin önlenemez olduğu
durumlarda işyerini veya tehlikeli bölgeyi terk ederek belirlenen güvenli yere gider. Çalışanların bu
hareketlerinden dolayı hakları kısıtlanamaz.
Çalışanlarınız yüksekten korkmuyorsa,
gürültüye, toza alışıksa, eliyle yüksek yerlere iskele kullanmadan uzanarak ulaşıp
iş yapmayı pratiklik olarak düşünüyorsa,
yani işini bu şekilde hızlıca yapıp bitiriyorsa; “Bundan iyisi Şam’ da kayısı!” der
işverenlerin bir kısmı. İşçisinin konforunun
– güvenliğinin - sağlanması ve sağlığının
korunması için ek masraf yapmaya gerek
duymayacak. Ne de olsa onlar alışık!
Konfor dediğimiz de en temel şartlardır.
Sağlam malzemeden teslim edilen merdiven, iskele ve iskelenin içi tamamen kalas/
platformla dolu olması -çalışma alanın
geniş, rahat hareket edebileceği, işini hızlı
yapabileceği güvenli alan olması-. Seyyar
iskeleye çıkarken bir merdiven veya profillerden kaynak yapılarak merdiven olarak
kullanılabilecek basamaklar. İskelenin korkulukları veya kalıplara çıkışta kullanılan
merdivenlerin çember korkuluklu olması.
İskelenin devrilmeme oranında uygun imal
edilmesi gibi şartlardan bahsediyorum
konfor olarak. Yani beden bütünlüğünü
koruyacak temel tedbirlerdir bunlar. Fakat
işveren veya işveren vekilleri olan sorumlu
kişiler bunları tamamlamayı bir maliyet
artışı ve iş kaybı olarak düşünüyor. Ne de
olsa çalışanı her şeye alışık ve/veya tecrü94 Mimar ve Mühendis
besi var. “Ne olacak ki bu adamlara?(!)”
İşçinin bir insan olduğu işveren tarafından
olduğu gibi çalışanın kendisi tarafından da
unutuluyor. Alışkanlıkları bırakmak zordur
çünkü. Maske terletir, emniyet kemeri
sıkar, kulaklık kaşıntı yapar der işçiler.
İnsanın alışkanlıkları ile yenemeyeceği
durumlar vardır; Refleks, psikolojik durumun ve kan değerlerindeki değişimlerin
olumsuz etkileri gibi -iş kazası-.
İşte bu anlarda İş Kanunu madde 77 ve
83 veya 20.06.2012’ de çıkan, tehlikeli ve
çok tehlikeli işyerlerinde 01.12.2012’den
itibaren yürürlüğe girecek olan 6331 sayılı
İş Sağlığı Güvenliği Kanunu madde 4’ de
“işverenin yükümlülükleri” büyük bir kitap
gibi ve her bir kelimesi en büyük puntolarla yazılmış olarak gözümüzün önünden
geçebilir. Çünkü bu maddeler derki işveren
‘…gerekli her türlü önlemi almak, araç ve
gereçleri noksansız bulundurmak(la) yükümlüdür. … işyerinde alınan iş sağlığı ve
güvenliği önlemlerine uyulup uyulmadığını
denetlemek, işçileri karşı karşıya bulundukları mesleki risklerin önlenmesi –ve bu
konuda- eğitim ve bilgi verilmesi dahil her
türlü tedbirlerin alınması, sağlık ve güvenlik tedbirlerini değişen şartlara uygun hale
getirmekle yükümlüdür. Ayrıca, işyerinde
alınan iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerine
uyulup uyulmadığını izleme, denetleme
ve uygunsuzlukları gidermek, risk değerlendirmesi yapma, işçileri yasal hak ve
sorumlulukları konusunda bilgilendirmek
ve gerekli iş sağlığı ve güvenliği eğitimini
vermek zorundadırlar.’
Peki, o zaman neden yükümlülükler yerine
getirilmiyor? İşin başından bir ihale veril-
İş Sağlığı Güvenliği Kanunu madde
4’ te “işverenin yükümlülüklerinin
herbir kelimesi yüksek önem
taşımaktadır”.
diği zaman sadece imalat ücretleri hesaba
alınıyor, işçi sağlığı ve iş güvenliği maliyetleri hesaba alınmadığı için bu bahanenin
arkasına çok rahat sığınmaya çalışılıyor.
Falçata ile kesi sonucu dikiş atılarak 4 gün
raporlu olan bir işçinin geçirdiği iş kazası
üzerine yaptığımız maliyet analizine göre
direkt maliyetler (revir, hastane, yol, iş
kaybı) 2.673 TL’ dir. İndirekt maliyetleri
(kaza olduğunda çalışanların etkilenmesinden ve ilkyardım ve raporlamada geçen
süreden iş kaybı, malzeme kaybı) içine
alınınca National Safety Council (1998)’a
göre direkt maliyetlerin 5-10 katı etkisi
olmaktadır1. İş güvenliğine uygun bir
iskele ve el aletine yapılacak harcama
1.600 TL ‘dir. Bu iş kazasında çalışanın
elleri çalışma bölgesine rahat erişebilseydi ve kesiye uygun (kesmeye dayanıklı
sınıfta) eldiven ve de güvenli kesme aleti
kullanılmış olsaydı bu kadar maliyeti firma
harcamayacaktı. Falçata ile kesi sonucu
işçinin parmağı çalışmaz duruma gelseydi
işveren tazminat ödemek zorunda kalacaktı ve bu takdirde 10.000 TL veya 26.000
TL miktarından çok daha fazla harcamalar, ödemeler olacaktır.
Bunun yanı sıra işverenin yükümlülükleri yerine getirmesi halinde işçi kendi
yükümlülüğünde olan aletleri, gereçleri,
kişisel koruyucuları amacına uygun olarak
devamlı kullanmalıdır. ‘Ben alışkınım,
ustayım kaç yıldır bir şey olmadı bana’
diyerek yükümlülüklerini çiğnemek için
çaba göstermemelidir. Daha önemlisi işçi
haklarını bilmeli; …işçinin sağlığını bozacak
veya vücut bütünlüğünü tehlikeye sokacak
yakın, acil ve hayati bir tehlike ile karşı
karşıya kalan işçi, iş sağlığı ve güvenliği kuruluna başvurarak durumun tespit
edilmesini ve gerekli tedbirlerin alınmasına
karar verilmesini talep edebilir ve çalışanlar ciddi ve yakın tehlikenin önlenemez
olduğu durumlarda birinci fıkradaki (İSG
Kanunu, mad.13) usule uymak zorunda olmaksızın işyerini veya tehlikeli bölgeyi terk
ederek belirlenen güvenli yere gider. Çalışanların bu hareketlerinden dolayı hakları
kısıtlanamaz. İş sözleşmesiyle çalışanlar,
talep etmelerine rağmen gerekli tedbirlerin alınmadığı durumlarda, tabi oldukları
kanun hükümlerine göre iş sözleşmelerini
feshedebilir. Toplu sözleşme veya toplu
iş sözleşmesi ile çalışan kamu personeli,
bu maddeye göre çalışmadığı dönemde
fiilen çalışmış sayılır.… (İK mad. 83 ve İSG
Kanunu mad. 13/3,4) ve bildiğini işverene
‘lisan-ı münasip’ bir şekilde anlatmalıdır.
Kullandığı aletin arızalanmasını, bulunduğu ortamın sağlık koşullarını olumsuz
etkilemesi, beden bütünlüğünün tehlikeye
uğrayacağı yerlerde işveren / işveren vekillerine bildirebilmelidir ve gerekli tedbirleri
isteyebilmelidir.
Çalışanın iş kazası durumunda oluşan
maddi kayıplar ile olayın boyutunu biraz
açıklamaya çalıştım. Fakat en önemlisi
geri gelmeyen sağlık, uzuv, organ ve bu
dünyadan ayrılan ruh. O canın ardından
perişan olan ailesinin halinin maddi hesabı
yapılamaz. Ailenin üzüntüsü, aile yapısının bozulması hesaplanamayacak kadar
yüksek bir maliyettir.
Yapılacakları kağıt üzerinde ve kanunlarla
dile getirmek kolay gelir. Ancak kanunlara
sığınarak bir İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği kültürünü, İs Güvenliği Uzmanları ve
konuyla ilgili diğer kişiler yerine getirebilir.
İSİG Kültürünü oluşturmak tek başına İş
Güvenliği Uzmanlarının/ Birim çalışanlarının başarabileceği bir oluşum değildir.
İşçisi, işvereni, teknik sorumluların ve İSG
Birimi çalışanlarının katılımlarıyla olabilir.
Ancak, işverenin işçiye görev verirken, işçinin sağlık ve güvenlik yönünden işe uygunluğunu göz önüne alması, işçinin iş sağlığı
ve güvenliği alanındaki yükümlülükleri,
işverenin sorumluluklarını etkilemediğine
ilişkin (İSG Kanunu, mad.4/ç, d) yükümlülüğünü aklından çıkarmaması gerekir. Yine
de; Eğitimlerde işçilere, toplantılarda ve
detaylı raporlarla işveren tarafını bilgilendirmeli ve her iki tarafı birbiriyle ilişkilendirmelidir.
1)Öğr. Gör. YTÜ Oktay TAN, Yüksek Lisans
Tezi “İş Kazası Oluşmadan Alınacak Önlemlerin Maliyeti ile İş Kazası Oluştuktan
Sonraki Harcama Maliyetlerinin Analizi ve
Karşılaştırması, 1999”, YTÜ.
Ocak - Şubat 2013 95
MAKALE
Ger Endülüs olmasa ziyâdâr,
Mağriplilerden çok dostum oldu. Bence
Kim Avrupa’yı ederdi bidâr
İspanya’ya doğru düşünmeyi öğreten onlardır!
(Eğer Endülüs ışık saçmasaydı, Avrupa’yı bilgisizlik
Cervantes
uykusundan kim uyandırırdı?)
Ziyâ Paşa
YUNUS EMRE TOZAL Harita Mühendisi
Kurtuba'da Yükselen
Endülüs Medeniyeti
Devletler ve milletler yıkılır; geriye onların ilim ve sanat eserleri,
onların yaşayışlarını, nizam ve münasebetlerini anlatan
tarihleri; yani medeniyetleri kalır. 2 Ocak tarihi, Endülüs
Medeniyetinin, Kurtuba'nın somut bir devlet olarak yıkılışının
tarihidir. 2 Ocak 1492'de Endülüs'ün ve Gırnata'nın bilge emiri
Ebu Abdullah, şatafatlı bir törenle şehrin anahtarlarını Aragon
kralı Ferdinand ile Kastilya kraliçesi İsabelle teslim eder.
Kendisi de eşini ve aile fertlerini alarak görkemli El-Hamra'nın
üst tarafında ve Sierra Nevada dağlarının eteğindeki kayalık
tepeye çekilir ve bugün İspanyolların "El-Ultimo Suspiro del
Moro" (Mağrib'linin son iç çekiş yeri) dedikleri yerden teslim
ettiği hazineyi gözyaşlarıyla seyreyler.
Kurtuba… Zihin dünyamızda keşfedilmeyi
bekleyen bir nutfe… Yüzlerce kütüphanenin
oluşturulduğu, en ince mimari estetik ile
yapılmış yüzlerce caminin, sarayın yapıldığı,
hadis, tefsir, kelam, astronomi, matematik,
botanik, filoloji, mimari, tıp, eczacılık alanlarında binlerce âlimin yetiştiği, bir o kadar
eserin üretildiği, yüzlerce medresenin kurulmuş olduğu İslam Medeniyetinin gözü yaşlı
beşiğidir Endülüs. Endülüs Tarihi kitabının
yazarı Ziya Paşa, sadece Kurtuba şehrinde 200.000 hane, 600 cami-i şerif, 500
hastane, 800 medrese, 9 hamam bulunduğunu belirtir. Nüfusun da buna göre tahmin
edilebileceğini ifade eder.1 Medreseleri,
eserleri, kütüphaneleri, kervansarayları,
sokakları, mimari estetiğiyle yaptıkları sarayları ve camileriyle Batı’nın 700 yıl sonra
ulaşabildikleri imkânları, düşünsel açılımları,
Kurtuba’da yükselen Endülüs Medeniyeti o
dönemde yakalamıştı. “Convivencia” yani
insani değerlere bağlı kalarak yaşama
sanatının tarihte en güzel örneğini uygulayan Endülüslü Müslümanlar, üç asır boyunca
içinde yaşadığımız medeniyetin anneliğini
yapmıştır. 2 Müslümanların gayrimüslimlere
hoşgörülü davranışları konusunda Batılı bir
96 Mimar ve Mühendis
düşünür olan Chatfield şunları söylemektedir: “Araplar, Türkler ve başka Müslümanlar,
Hıristiyanlara karşı batılı milletlerin, yani
Hıristiyanların uyguladıkları muamele ve
gaddarlığın aynısını yapmış olsalardı, bugün
Doğu’da tek bir Hıristiyan bile kalmazdı.”3
Arapların ve Berberilerin oluşturduğu
Endülüs Emevileri 756’dan 1031’e kadar iki
yüz yetmiş beş sene büyük bir devlet olarak
hüküm sürdüler. İbn Haface’nin Divanı’nda
geçen şu dizeler bu medeniyetin parlak
günlerine dair söylenmiştir: “Ey Endülüs
sakinleri! Ne mutlu size ki sulara, nehirlere,
ağaçlara ve gölgelerine sahipsiniz. Cennet
bahçesi sizin diyarınızdan başka bir yerde
değil ve şayet seçebilecek olsaydım, bu
diyarda kalmayı seçerdim. Yarın cehenneme
düşmekten korkmayın, çünkü cennet nimetlerini tatmış olan hiç kimse ateşe sokulmamıştır.” Devletler ve milletler yıkılır; geriye
onların ilim ve sanat eserleri, onların yaşayışlarını, nizam ve münasebetlerini anlatan
tarihleri; yani medeniyetleri kalır. 2 Ocak
tarihi, Endülüs Medeniyetinin, Kurtuba'nın
somut bir devlet olarak yıkılışının tarihidir. 2
Ocak 1492'de Endülüs'ün ve Gırnata'nın bilge emiri Ebu Abdullah, şatafatlı bir törenle
şehrin anahtarlarını Aragon kralı Ferdinand
ile Kastilya kraliçesi İsabelle’ye teslim eder.
Kendisi de eşini ve aile fertlerini alarak
görkemli el-Hamra'nın üst tarafında ve
Sierra Nevada dağlarının eteğindeki kayalık
tepeye çekilir ve bugün İspanyolların "ElUltimo Suspiro del Moro" (Mağrib'linin son
iç çekiş yeri) dedikleri yerden teslim ettiği
hazineyi gözyaşlarıyla seyreyler. Bir İngiliz
yazarı (Stanley Lenpol) Kurtuba'yı şöyle anlatır: "Sarayları, bahçeleriyle pek güzel olan
Kurtuba’nın ilim müesseseleri insanı hayrette bırakırdı. Kurtuba müderrisleri ve muallimleri, memleketlerini batının bilgi hazinesi
haline getirmişlerdi. Kurtuba’ ya Avrupa’nın
her tarafından talebe akını olurdu. Hekimlik,
Endülüs bilginlerinin buluşlarıyla “Galinos”
devrinden beri ulaşamadığı yüksekliğe çıkmıştı. Astronomi, Kimya, Coğrafya, Biyoloji
gibi bilgiler Kurtuba’da bütün ihtişamıyla
İspanya'nın Cordoba şehrinde bulunan
Kurtuba Camii, 1523 yılında katedrale
çevirilmişti.
gösterildi. Edebiyat ise, Avrupa’da hiçbir
zaman bu kadar ileri gidememişti."4
İSLAM KÜLTÜR VE MEDENİYETİNİN
BATIYA AÇILAN KAPISI
Miladi 710 yılına kadar Kuzey Afrika’nın
birçok bölgesini kontrol altına alan Müslümanlar, Akdeniz’i aşarak Avrupa topraklarına
geçmişler, Tarık bin Ziyad’ın öncü birliğiyle
İspanya topraklarına ayak basmışlardı.
Müslümanlar karşılarına çıkan Rodrigo
komutasındaki Vizigot ordusunu mağlup
ederek, Malaga, Elvira, Cordoba ve Vizigotların başşehri Toledo’yu ele geçirdiler.
Diğer tarafta Musa b. Nusayr da 712
yılında Kuzey Afrika’dan ordusuyla harekete
geçerek Sevilla, Carmona, Niebla, Meyrida
gibi önemli İspanyol merkezlerini zapt edip
Toledo’da Tarık Bin Ziyad ile birleşir. Bu iki
gücün birleşmesiyle bir yıl içinde Leon, Gali-
cia, Lerida, Barcelona ve Zaragoza şehirleri
ele geçirilerek, Endülüs’te Batı Avrupa’yı
hedef alan yeni akımlar başladı.5 I. Abdurrahman sürgününde Kurtuba’ya gelmiş ve
Endülüs Emevi Devletinin başkenti olarak da
Kurtuba’yı seçerek etkisi yıllarca sürülecek,
Muhyiddin İbn Arabî, İbn Cebirol, İbn Bâcce,
İbn Tufeyl, İbn Rüşd gibi büyük düşünürlerin,
filozofların yetişmesine ortam sağlayacak
bir medeniyet inşasına başladı. Maria Rosa
Menocal, Endülüs Medeniyetinin gelişme
aşamasını şöyle ifade ediyor: “Görkemli Kurtuba şehri ve bu şehri başşehir yapmış olan
Endülüs yönetimi, Batının kültürel, maddi ve
entelektüel refahının kara deliğini doldurmuştu. 1000 yılını izleyen ilk asır içerisinde
her türden yan yollar açılacak ve nasıl bir
yaşamın var olabileceği ve bir kültürün neler
elde edebileceği ile ilgili olarak dikkatler
uzak kuzeydeki eteklerde yer alan toprakla-
rın dış köşelerine ulaşmaya başlayacaktı.”6
Washington Irwing, Arapların ve Asyalı göçebelerin, Endülüs’e doğunun hikmet ışığını
saçtıklarını, diğer memleketlerin solgun
talebelerinin Araplardan ilim tahsil ettiklerini,
derin antik bilgileri öğrenmek için Toledo,
Kurtuba, Sevilla ve Gırnata Üniversiteleri’ne
devam ettiklerini belirtir.7 Irwing, bu büyük
ordunun Endülüs’ü fethederken Tours
Ovaları’nda durdurulmamış olsaydı, bugün
Paris ve Londra’nın mabetlerinde ‘hilal’in
yükseliyor olabileceğinden bahseder.
Sezai Karakoç da Çıkış Yolu I adlı kitabında
Washington Irwing’in tespitine nazaran
şu önemli tespiti yapar: “Endülüs bizden
imdat istediği zaman, biz henüz Akdeniz
hâkimiyetini bile kurmuş değildik. Eğer
Timur’un Anadolu’yu istilası olmasaydı,
İstanbul’un fethi daha önce müyesser
olacak ve Endülüs’ün imdadına yetişecektik.
Ocak - Şubat 2013 97
MAKALE
Gırnata Üniversitesi’nin
kapısında şöyle yazar “Dünya
dört temel üzerine yükselir:
Faziletli kişilerin ilmi;
büyüklerin adaleti, salihlerin
duası, yiğitlerin cesareti.
98 Mimar ve Mühendis
Endülüs’ün imdadına yetişseydik ne olurdu?
Bu, tarihin toptan değişmesi olurdu. Çünkü
Endülüs Avrupa’nın batısındaydı, Osmanlı ise
doğusunda: Avrupa iki taraftan kıskaç altına
alınmış demekti. Bir medeniyet, yani bizim
medeniyetimiz, İslam medeniyeti Avrupa’yı
doğudan ve batıdan kuşatmış durumdaydı. Ve bu medeniyet, bir gün belki orta
yerde,Viyana’da buluşacaktı. İşte o zaman
tarih tümüyle değişecekti.”8 Irwing, irfanın
Müslümanların oluşturdukları hikmet evini
şöyle tarif eder: “İspanya’daki Müslüman
imparatorluğu, dikildiği toprakta iyice kök
salamayan, dışarıdan gelme şahane bir bitki
gibi oldu. Bütün Batı komşularıyla aralarında
aşılmaz dini engeller ve gelenekler bulunan
ve doğulu hemcinslerinden de çöl ve denizlerle ayrılmış olan İspanya Mağriplileri tecrid
edilmiş bir halk olarak kalıyorlardı. Onların
bütün hayatı, gasp edilen bir memlekette
ayakta durmak için uzun, yiğit ve kahramanca bir mücadele haline geldi. Onlar İslam’ın
öncülüğünü yapıyorlardı. İslam’ın yayılma
prensibinden vazgeçtiler, İspanya’da huzurlu
ve devamlı bir hâkimiyet kurmaya çalıştılar.”9 Tarihî kaynaklar Endülüslü âlim Abbas
Bin Firnas'ın da uzun çalışmalar sonunda
yeni bir keşifte bulunup bir cihaz yaptığını,
üzerine kumaş geçirip kanat yerine büyük
kuşkanatları taktığını ve bu aleti çalıştırarak havalanıp uçtuğunu kaydeder. Üstelik
havada uzun süre kuşlar gibi süzüldüğünü,
daha sonra da yavaşça yere indiğini söyler.
Endülüslü âlim Abbas Bin Firnas, laboratuarlarda suni bulutla gök gürültüsü ve yıldırım
meydana gelişini gösterecek kadar, yüksek
ilmî seviyeye ulaşmıştı. Nobel ödüllü ünlü
Fransız fizikçi Pierre Curie “Endülüs’ten bize
30 kitap kaldı. Atomu parçalayabildik, eğer
yakılan bir milyon kitabın yarısı elimize ulaşmış olsaydı, bugün çoktan uzayda galaksiler
arasında seyahat ediyor olacaktık”demişti.10
HİKMET KIVILCIMLARI
Kurtuba’da düşünsel planda yükselen Endülüs medeniyeti, filozofların din ve bilimin,
akıl ve imanın birbiriyle uygunluğu hakkında çalışmalar yaparak, eserler vermesine
şahit olmuş. Hür düşüncenin gelişmesine
zemin hazırlanmış ve ilmin ve hikmetin
doruk noktasına tırmanılmaya çalışılmış.
Yetiştirdiği sûfî, filozof, muhaddis, âlim ve
ilim adamlarıyla yüzyıllar boyu ilim ve kültür
merkezlerinin, düşünce dünyasının kandili
olmuştur. Din ilimlerinde özellikle fıkıh,
hadis ve tefsir alanlarında yetişen âlimler,
muhteşem bir kültür mirası bırakmışlardır.
Eserleriyle muhaddis ve ilk fakihlerden Bâki
b. Mahled Kurtubî ve Muhammed b. Vaddah
ile Muhammed b. Abdusselam el Huşeni
dikkat çekmişlerdir. Muhyiddin İbn-i Arabî,
Muvahhidun döneminde İspanya’da doğmuş
bir Endülüslü âlim olarak, metafizik, kozmoloji, ahlak, İslami ilimler, psikoloji gibi çok
geniş bir perdede eserler vermiş, “Vahdet-i
Vücud Teorisi”ni sistemleştirmesi ve böylece
kendinden sonrakiler için büyük bir kolaylık
sağlaması ile kendinden sonraki gelenlere
ışık olmuştur. Endülüslü astrolog Zerkali,
Toledo’da bir rasathane kurmuş ve eserleriyle bu uzay biliminde öncülük etmiştir.
Batıda "abubacer" adıyla bilinen İbn Tufeyl,
İşraki felsefesinin Endülüs’teki en önemli
temsilcilerindendir. Uğraştığı ve önemli
eserler verdiği başlıca konular, tıp felsefe
ve gökbilimi idi. Günümüze ulaşan ve bütün
dünyada tanınmasını sağlayan eseri ise
Hayy bin Yakzan ya da diğer adıyla Esrarü’lHikmeti’l-Meşrikiye’dir. Issız bir adada
büyümüş olan Hayy İbn Yakzân adındaki bir
çocuğun büyüyüp düşünmeye alıştıktan sonra, akıl ve sezgi yoluyla Tanrı'ya ulaşabileceğini Hayy İbn Yakzân adlı felsefî romanında
göstererek, Batının Robinson'ununa ilham
vermiştir. Dünyada felsefi romanın ilk örneği
ve ilk “robinsonad” olan Hayy bin Yakzan,
14. yüzyıldan başlayarak dünyanın belli
başlı tüm dillerine çevrilmiş, başta Robinson
Crusoe’un yazarı Daniel Defoe olmak üzere
birçok Batılı sanatçı ve düşünürü etkilemiştir.
İbn Cübeyr, Endülüs asıllı şair ve yazar olarak
ün yapmıştır Kurtuba’da. Tarih felsefesinin
hatta sosyolojinin kurucusu olarak görülen Endülüslü filozof İbn Haldun, Tunus’ta
doğmuş ama İspanya’daki son Müslüman
krallığı Gırnata’da, Endülüs Medeniyeti’nde
çalışmalar yapmıştı. Yine ünlü Arap filozofu,
tasavvuf felsefesinin kurucusu İbn Messere
Endülüs asıllıdır. Tarihçi, tıp âlimi ve ediplerinden İbn Hâtime, tıp âlimi İbn Zühr, ilim
dünyasında tarımdan bahseden ve sadece
İslam âleminde değil, bütün dünyada kendi
sahasında kullanılan “Kitab-ül Felaha”nın
yazarı botanik âlimi İbn Avvâm da Endülüs âlimlerindendir. İbn Rüşd’ün takipçisi
Endülüslü filozof Musa bin Meymun’dan ve
İbn Bâcce’den etkilenenler arasında Albertus
Magnus, Duns Scottus, Spinoza ve Immanuel
Kant, Kastilya Leon Kralı X. Alfonso, Dante,
Bacon gibi isimler sayılır. Medeniyet tasavvurlarıyla birçok sanatçıyı etkilemiş, hem dini
hem de pozitif bilimlerde ilerleme kaydedilmiş, inşa edilmiş Kurtuba, Emevi Devleti’nin
bir uzantısı olarak göründüğünden İslam
dünyasında ilk başlarda beklediği etkiyi
bulamadı. Abbasilerin zayıflamasıyla varlığı
tekrar gündeme oturan dünyanın en zengin
ve entelektüel şehri olmaya aday Endülüs, ilmin, irfanın, hikmetin ve bilimin beşiği haline
gelmişti. Abdurrahman, Kurtuba’ya geldiğinden beri tek düşündüğü doğuştan sahip
olduğu hakkı sürgününde iddia ettiği andan
beri İslam’ın Evi’nin gerçekte tek bir yönetim
altında olmadığını alenen dile getirmişti. Ancak. I. Abdurrahman’dan iki kuşak sonrasında
torunu III. Abdurrahman ile Yahudi veziri
olan Hasdai başlattığı saltanat akımıyla,
halifeliğin Kurtuba’da olması gerektiği konusunda görüş birliğine vardılar ve bunu tüm
İslam âlemine ilan ettiler. III. Abdurrahman
görkemli “Medinetü’z Zehra” şehrinin inşasını
bitirerek yüksek binalardan dünyaya mağrur
bakışlar yöneltmekte ve gittikçe seküler bir
hayata kollarını açmaktaydı. Batı literatürüne göre “reconquista” olarak adlandırılan
bir hareket başladı, Alfonso’nun önderliğindeki orduyla 1085’de Toledo’yu fethederek
başlandı yıkıma. Zaten Kurtuba da daha
fazla dayanamadı, 951 yılında yarım asırlık
süren saltanatı sona erdi. Müsrifçe tutumlar sergilendikçe, Kurtuba kendi kendisini
çökertiyordu. İbn Hazm gibi edebiyatçıların
bu içler acısı durumda çırpındıkları bu karışık
durumda, Endülüs gittikçe kan kaybediyordu;
sancısını, aşkını, duruşunu kaybetmiş bir şehirdi artık. İbn Hazm böylesine bir medeniyet
inşa etmiş bir devletin yıkılmasına tahammül
edemiyor ve farklı alanlarda uzmanlaşarak
yılmadan çabalıyordu. Nitekim İbn Hazm’ın
veludluğu, kendisini Endülüs tarihinin göze
çarpan bir aydını kıldı.11 Endülüs’ün dağılma
zaman diliminde entelektüel çevrelerde İbn
Rüşd ve “ikinci Musa” ismiyle anılacak Maymodines (Musa İbn Meymun) Müslümanlarla
birlikte Yahudilerin de iştirak ettikleri güçlü
felsefe geleneğini geleneksel dindarlığa
özgü tutumla reddetmişlerdi. Endülüs filozoflarının Antik Yunan felsefesini açıklama
girişimleri her ne kadar Avrupa’da takdirle
karşılansa da, getirdiği akımlar, ideolojiler ve
yeni yaşam biçimleri sebebiyle Avrupa’da yıllardır özellikle İbn Rüşd kitapları okutulmadı,
yasaklandı. Zaten Avrupa’nın İslam dünyasıyla ilk ciddi temasları da Endülüs ile başlar.
Haçlıların Müslümanlardan intikam alma
girişimlerinin de ilk örneklerinin Endülüs’te
yaşandığına şâhit oluyoruz. 1071'de
Anadolu'nun Türkler tarafından fethi, 1453'te
İstanbul'un fethi, belki de Hıristiyanları çileden çıkarmış, İslâm dünyasının aralarındaki
siyasî mücadelelerle zayıf duruma düşmesi,
Endülüs'ü yeniden Hristiyanlaştırmak isteyen
Avrupalılara cesaret vermişti.
Endülüs, yıkıldıkça kıymeti anlaşılacaktı belki
de… Öyle de oldu.
Maria Rosa Menocal, “Bu hoşgörü kültürü
nasıl ne niçin parçalandı? Siyasi düşmanların
ve dinî rakiplerin mimarisini veya şiirini son
derece kolay bir şekilde sevip benimseyebilen, iyi kitapların hangi kütüphanelerden
geldiğine bakılmaksızın okumaya son
derece istekli olan bir kültür nasıl oldu da
parçalandı?” sorusuna “Belki de kesin olarak
söylenebilecek yegâne şey, bu tarihin gözler
önüne serdiği olağandışı başarılardan ve
başarısızlıklardan müteşekkil terkipte hem
uyarı hem de teşvik öykülerinin yattığıdır”
cevabını verir.
Yapılan savaşlarda Medinetü’z Zehra’nın güzellikleri parça parça edildi, binlerce kitaplar,
yüzlerce kütüphaneler yakıldı. Her doğan
insan gibi ölecekti Kurtuba, çünkü ilim, irfan
ve hikmet köpüğün altında kalmıştı.
Hak olanı, suyu göremeyen Kurtubalı idareciler, iddialarıyla tüm fitne akımlarını üzerlerine çekiyorlardı. İspanya’da Kurtuba’da ikamet
eden, hem dini hem de seküler yaşamda
fasih Arapçayı çok iyi konuşan Yahudiler bile
Berberi Savaşları sonucunda etkilenmişler
ve Kurtuba’da yeşermeye başlayan ırkçılık
akımlarına kapılmışlardı. Yapılan savaşlarda
tahmini rakamlara göre 100.000 Yahudi
öldürülmüştü. 9 aylık bir muhasaradan sonra,
1492 yılı Ocak Ayı'nın ikinci günü sabahı
Kardinal Don Pedro de Mendoza, El-Hamra
Sarayı'nın Alcazaba denilen baş kulesine
gümüş haçı dikerek İspanya'da Müslüman
Ocak - Şubat 2013 99
MAKALE
egemenliğinin sona erdiğini ilan etti. 500 bin
nüfusu ile Avrupa Kıtası'nın en büyük şehri
olan Gırnata, o gün İspanyollara teslim oldu.
Kaçanlar kurtuldu, kaçamayan Müslümanlar
da kitleler halinde öldürüldü. Hâlbuki taraflar
arasında imzalanan ahitname gereği Müslümanların can ve malına dokunulmayacaktı.
Ama kral şehre girdiği gün, daha ahitnamenin mürekkebi kurumadan sözünü çiğnemişti.
Papa'nın müsaadesiyle, Engizisyon Mahkemesi kuruldu. Hıristiyanlığı kabul etmeyenler
yakıldı; malları yağma edildi. Kısa zamanda
İspanya'da tek bir Müslüman bırakılmadı.
Tarihçilerin belirttiğine göre Engizisyon
Mahkemesi, 18 sene içinde 24.000'den fazla
Müslüman'ın idamına karar verildi.
Endülüs’ün başına gelen birkaç asır öncesine
kadar Hind’in ve Mısır’ın da başına gelmiş olmasına rağmen, Endülüs bir daha
toparlanamamış, kendisine gelememiştir.
Endülüs tecrübesini fotoğrafın bütününe
baktığımızda görürüz; diğer coğrafyalarda
vuku bulan “geri dönüş”, Endülüs’te vuku
bulamamıştır. Batı dünyası “geri dönüş”ü
içeren her ne olursa engellemiş, yanlış tarih
bilinci yayarak Endülüs Medeniyeti’nin de
üzerine konmuştur. Yahudi ve Araplar geniş
bir işbirliği çalışması gerçekleştirmiş ve
birkaç dile hâkim olan Yahudiler Arapların
bilimsel eserlerini Avrupa dillerine çevirmiş,
Batılılar da bu eserleri kendi uygarlıklarını
inşa etmede kullanmışlardır.12 Londra’daki
British Museum’un İslam bölümünün açılış
cümlesinde şöyle denmektedir: “1492’de
evlilik yoluyla bir araya gelen Aragon Kralı
Ferdinand ve Kastilya Kraliçesi İzabella,
İspanya’yı yüzyıllardır işgal altında tutan
saldırgan Müslümanlardan kurtardılar.” Batı
dünyası, Endülüs Müslümanlarının adalet
sanat eşitlik üzerine inşa ettikleri medeni100 Mimar ve Mühendis
yetin, tüm dünyayı aydınlatacak oluşumun
ve düşünsel sitemin temellerini attıklarını
görmezden gelerek, Endülüs Müslümanlarını
“saldırgan ve işgalci” olarak tanımlar.
ENDÜLÜS’TEN BİZE KALAN NEDİR?
DERİN BİR İÇ ÇEKİŞ VE HÜZÜN MÜ?
Endülüs dünyasının günümüz dünyasında
gözlemlenebilecek çok sayıda kalıntısı
mevcuttur. O dönemlerden kalma eşyaların
birçoğu şu anda bizim dünyamızı süslemektedir mimaride. Endülüs’teki İbranî şairlerin,
İbranice’nin gelişmesinde, halk dili olarak kullanılmasında önemli rolleri vardır. Menocal
bu olayı şöyle ifade eder: “Endülüs deneyimi,
bir yandan arzularımız ile kültürel tutarlılık
arasında gerilimlerin kaçınılmaz olduğunu
ortaya koyarken, diğer yandan kendimizdeki ve aramızdaki çelişkilerin heyecan ve
canlılık sağlayıcı unsurlar olabileceklerini
de ortaya koymaktadır. Endülüs deneyimi,
üç büyük tek tanrıcı dinin birbirine hoşgörü
gösterme sorunuyla başarılı veya başarısız
mücadeleleriyle geçen uzun ve olağandışı bir
tarih safhamızı gözden geçirmemize imkân
tanımaktadır.” Endülüs sadece insanı ile
değil; tarihi, kültürü, sanatı ve ilmî eserleriyle,
zengin kütüphaneleriyle, cami ve medreseleriyle beraber tarihten silindiği için, akıllara
geldiğinde hüznü de beraberinde getirir.
Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların seslendirdiği ortak bir şarkıdan geriye kalan bir
ağıttır Endülüs. Engizisyon Mahkemesi'nin
kararıyla Gırnata'da 1 milyon cilt kitabın
yakılması, insanın yüreğini ağlatır. Endülüs
bugün bize yitik bir medeniyet perspektifi
olarak sunulmakta… Avrupa’ya bizim de bir
medeniyetimizin tarihte vuku bulduğunu
söylemek, hatta Batı’nın üzerine konduğu
medeniyetin temelini Endülüs’ün oluşturdu-
fethine karşı verilmiş bir cevap olarak değerlendirilerek Batı dünyasını sevince boğmuştur.
Hıristiyan krallıklar İspanya’nın tamamen ele
geçirilmesi projesi olan “reconquista”nın son
adımını da gerçekleştirmişlerdir. Muhammed
İkbal, Salih bin Şerif, Yahya Kemal ve Mehmet
Akif gibi, Müslümanların dertlerini kendisine
dert edinmiş nice bağrı yanık yazarlarımız
ve şairlerimiz, ağıtlar yakmış Endülüs için. M.
Akif bu olayı şöyle yorumlar:
“Bu sizin ağlamanız benzedi bir diğerine:
Endülüs tâcı elinden alınan bahtı kara,
Savuşurken o güzel mülkü veripte ağyâra,
Tırmanır bir kayanın sırtına etrâfa bakar;
Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar,
Başlar ağlatmaya bîçâreyi hüngür hüngür!
Karşıdan Vâlide Sultan bunu pek haklı görür,
Der ki: “Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla;
Şimdi, hiç yoksa kadınlar gibi ağla!”13
Umarım, bu yitik coğrafyamızda inşa edilen
medeniyete, o medeniyeti inşa eden ruha
tekrardan sahip oluruz. Tekrardan zihin
dünyamızda bilinçlenerek dimağımızı aydınlatırız.
ğunu iddia etmek, tekrar böyle bir medeniyet
inşa edebilme istidadına sahip olduğumuz
anlamına geliyor. Ancak belki de unuttuğumuz
ya da üzerinde durmadığımız bir nokta çok
önemlidir. Endülüs muhteşem medeniyetine
rağmen çökmüş ve kendisini tekrar var olmayı
mümkün kılamamıştır. Endülüs’ün zenginlikleri
ne kadar muhteşem olursa olsun, kendini var
edecek bir yapıya sahip olmadığı aklımızdan
çıkmamalıdır ki, bir medeniyetin beşikliğini
yapmış İstanbul’un önemini kavrayabilelim.
Endülüs, bize elimizde bulunan medeniyet
birikiminin ne derece önemli olduğu bilincini
hatırlatmalı, üzerinde yaşadığımız kültür
katmanında neleri barındırdığımızın idrakini
vermeli… Medeniyetin temellerinin atıldığı
İstanbul, ancak İstiklal Savaşı gibi Tarık Bin
Ziyad’a gemileri yaktıran ruh ile tarih sahnesinde “var” kalabilmiş, o ruh ile Çanakkele’de
geçit verilmemiş. Geri dönüşü eğer arıyorsak,
Endülüs’ün temellerini atan o ruhu aramalıyız. Unutmamalıyız ki, Endülüs’ü inşa eden o
ruh, “geri dönüş”ü ve “varoluş”u içeren ruhtur.
Endülüs’ün temellerini atan ruh, Gırnata emiri
Ebu Abdullah’a şehrin anahtarlarını teslim
edilmesiyle titremiştir. 2 Ocak 1492’de Gırnata emiri Ebu Abdullah şatafatlı bir törenle
teslim eder anahtarları. Eşi ve aile fertleriyle
El Hamra’nın üst taraflarına Sierra Nevada
dağlarının eteğindeki kayalık tepeye çekilmiştir. Tarihi kaynaklarda teslim ettiği şehri-mülkü-toprağı ve hazineyi buradan seyrederken
gözünden yaş geldiği anlatılır. Annesinin “Bir
erkek gibi savunamadığın şehrin için şimdi
bir kadın gibi ağlıyorsun” dediği söylenir. Ebu
Abdullah’ın son kez dönüp “elveda bakışı”
yaptığı kayalık tepeye “El-Ultimo Suspiro del
Moro: Arabın son iç çekiş yeri” denmektedir.
800 yıldır dalgalanan hilalin yerini haç almıştır. Gırnata’nın teslimi, bir bakıma İstanbul’un
REFERANSLAR
1. Endülüs Tarihi, Ziya Paşa, Selis Kitaplar, s. 503
2. Reconquista: Endülüs’te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri,
Lütfi Şeyban, İz Yayınları, s.427
3. Tarihin Anlattıkları, Ahmet Seven, Suffe Yayınları, s. 22
4. M. Zekai Konrapa, Endülüs Mersiyesi Nizami Tercümesi
ve Endülüs Tarihine Kısa Bir Bakış
5. Reconquista: Endülüs’te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri,
Lütfi Şeyban, İz Yayınları
6. Dünyanın İncisi Endülüs Modeli, Maria Rosa Menocal, s.
37, Etkileşim Yayınları
7. Elhamra Endülüs’ün Yaşayan Efsanesi, Washington
Irwing, İz Yayınları
8. Çıkış Yolu 1, Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları, s. 65
9. Elhamra Endülüs’ün Yaşayan Efsanesi, Washington
Irwing, İz Yayınları, s. 53
10. Genç Beyin Dergisi, Yıl: 6 Sayı: 67
11. Dünyanın İncisi Endülüs Modeli, Maria Rosa Menocal,
Etkileşim Yayınları s. 116,
12. Mudejares & Sefarades: Endülüslü Müslüman ve
Yahudilerin Osmanlı'ya Göçleri, Lütfi Şeyban,
İz Yayınları, s. 63
13. Süleymaniye Kürsüsünde, Safahat, Mehmet Akif Ersoy
Ocak - Şubat 2013 101
KISA... KISA...
HENDESE "ŞEHİR ve
MEDENİYET" İLE "MERHABA" DEDİ
Teknik Elemanlar Derneği (TEKDER), Hendese dergisini yayın hayatına kazandırdı. Hendese’nin ilk sayısında
"Şehir ve Medeniyet” konusu işleniyor.
M
ühendis kelimesinin Arapça kökü
olan “Hendese” kavramından
hareketle dergi ismini belirleyen Teknik
Elemanlar Derneği (TEKDER) Hendese’nin,
Türkiye’de mühendislere ve alan dışındaki
okurlara hitap eden, uzun soluklu bir dergi
olmasını istediklerini belirtiyor.
Hendese ilk sayısında "Şehir ve
Medeniyet"i gündeme getiriyor. Aynur
Can, “Laleyi Öldürdük” başlıklı yazısıyla
Lale’nin Osmanlı Medeniyeti’ndeki ve günümüzdeki konumları arasındaki ilişkiyi
anlatıyor. Semih Akşeker, "Şehir-MülkiyetRant" başlığında, Osmanlı mülkiyet
anlayışının nasıl olduğunu ve rantı nasıl
önlediğini açıklıyor. Sadettin Ökten ile
yapılmış bir röportaj ile "Şehir ve Medeniyet" konusuna derinlemesine bir giriş
yapılıyor. Röportaj, şehirden, medeniyete,
resimden, sanata, Van Gogh'dan, Salvador Dali'ye, Fuzuli'den Baki'ye oradan da
Galip'e renkli bir tabloyu sunuyor. Ökten
röportajında, eski İstanbul’da yaşayan
insanların şehirle alakalı nasıl bir prensip
belirlediklerini ve bu prensiplerin eski
İstanbulluların hayatını nasıl şekillendirdiğini vurguluyor. Murat Şentürk; "Tarihi
Kent Merkezlerinin Değişimi" başlıklı yazısında, tarihi kent merkezlerinde sadece
turizme odaklamanın ne gibi sorunları do-
ğuracağını çapıcı bir şekilde ifade ediyor.
Şentürk, tarihi mekânları koruma amacıyla yapılan müdahalelerin o mekânlarda
yapacağı tahribata da dikkat çekiyor. Fatih
Gündoğan "Şehirleri mi Trafiğe Uydurmalıyız, Yoksa Trafiği mi Şehirlere?" başlıklı
yazısında, ulaşıma getirilen çözümlerin
şehirlerde ne gibi problemlere yol açtığını
ve problemlerin kaynağına inerek çözüm
önerilerini sunuyor. Abdullah Karadağ;
"Değişen Dünyada Yerellik ve Yerlilik Kavramı" yazısında, insanları kendi başlarına
üretime sevk edecek bir anlayışı metnin
merkezine alıyor. Fevzi Birinci "Meydanlar İçinde" de, meydan kavramı üzerinde
duruyor ve meydanın yalnızca fiziki
mekânı ifade etmediğini söylüyor. Birinci,
okuyucuyu Times'dan Tianmen'e oradan
da Eminönü'ne ve Beyazıt'a götürüyor.
Alpaslan Kuzucuoğlu "Çevresel Risklerin
Etkileri ve Kent Ölçeğinde Yapılabilecekler" yazısında, şehir yönetiminde çevre
korumanın önemine vurgu yapıyor. Yakup
Yıldız "Koca Bir Kent"te çarpıklaşmaya
başlayanın ilk önce şehirler değil insanlar
olduğuna dikkat çekiyor.
Hendese, www.tekderistanbul.org adresinden ücretsiz üyelik kaydıyla takip edilebiliyor. Derginin Mayıs 2013’te yayımlanacak ikinci sayısının konusu “Bilim Tarihi”
ÇEKÜD’TEN ÇEVRECİ PROJELER
Ç
evre Kuruluşları Dayanışma Derneği (ÇEKÜD), 2012
yılında çeşitli kurumları ve halkı
da içine alan bir dizi sosyal
sorumluluk projesi gerçekleştirdi. 40’a yakın ilde ağaçlandırma
faaliyetinde bulunan dernek,
2012 yılında gönüllüleriyle
birlikte 15 binin üzerinde fidanı
toprakla buluşturdu. ÇEKÜD,
“Her Bebeğe Bir Fidan” kampanyasıyla hastanelerle de
işbirliği yaparak her yeni doğan
bebek için fidan dikiyor. 2012
yılı içinde birçok seminere
de ev sahipliği yapan dernek,
102 Mimar ve Mühendis
çevre sorunlarına ilişkin birçok
organizasyon düzenledi, ayrıca
31 Mayıs 2013’e kadar ‘ÇEKÜD
Gönüllüsü Olun’ kampanyasına devam edecek. http://www.
cekud.org.tr/gonullu_form.asp
adresindeki formu dolduran çevre gönüllüleri arasında, en fazla
referans gösterilenler arasından birinci olan bonzai, ikinci
olan anthurium scherzerianum
flamingo çiçeği, üçüncü olan da
orkide çiçeği ile ödüllendirilecek.
Ödüller, 5 Haziran Dünya Çevre
Günü’nde düzenlenen etkinlikte
sahiplerine sunulacak.
olarak belirlendi. Hendese, “Bilim Tarihi”
ile ilgili yazıları 31 Mart 2013’e kadar
değerlendirmek üzere kabul edecek.
Hendese Dergisi'nin iletişim bilgileri
şöyle:
E-posta: [email protected],
Web: www.tekderistanbul.org
Tel: 0212 532 03 75
Adres: Oğuzhan Cad. Oğuzhan
İş Merkezi No:17/5 Fatih İstanbul
DOĞAYLA ÖZDEŞLEŞMENİN
YOLU PERMA KÜLTÜRDEN GEÇİYOR
Perma Kültür'ün temel amacı; bitki, hayvan ve insanları üretim amaçlı biraraya getirerek, bakımı kolay,
sürdürülebilir ve kendi kendine yeten bir düzeni mümkün olan en küçük alanda oluşturmaktır. Kaynak
kullanımına bağlı olarak, çevre ile ilgili daha kapsamlı düşünmeyi ve buna yönelik uygulamaları kapsayan
Perma Kültür'ün ana teması, doğadan ilham alarak "ürün yetiştirilen ekolojik alanlar" tasarlamaktır. Perma
Kültür'ün altyapı ve sosyal sistemler başlığında temel bileşenleri bulunmaktadır.
Perma Kültür ve
Bileşenleri Nedir?
Perma Kültür kendi kendine yetebilen, sürdürülebilir sistem tasarımıdır.
'Perma Kültür'de doğayı taklit etmek,
doğayla uyum ve doğaya minimum
müdahale esastır. Doğayla yeniden
bağlantı kurmak ve kendimizi doğanın
içine yerleştirmek temeldir. Batı
dünyasının doğa ile ilişkisi kesilmiştir.
ABD’de yeni bir evde 2500 değişik
kimyasal malzeme bulunmaktadır
(plastikler, tutkallar, boyalar, vb).
Büyük şehirlerde artık toprağa erişilemiyor. Ancak askeri alan, mezarlık
gibi yerlerde yeşillikler var. Doğa ile
bağlantıyı oluşturmak için derin bir
nefes alıp gözlem yapalım. Dokunalım,
görelim, duyalım, koklayalım, tadalım
ve deneyimleyelim. Düşüncelerden
uzaklaşıp duygularımıza bakalım.
'Perma Kültür'ün görünen ve görünmeyen iki bileşeni vardır: Altyapı olarak tanımlayabileceğimiz yapılar, bitki
sistemleri, hayvanlar ve arazi 'Perma
Kültür'ün görülen unsurlarını, sosyal
sistemler olarak tanımlayabileceğimiz
kültür, arazi kullanımı, yasalar ve
eğitim ise 'Perma Kültür'ün görülmeyen unsurlarıdır. Altyapı olmadan
yaşayamayız. Kültür gibi görülmeyen
etkenler de var. Neyin kabul edilebilir,
neyin kabul edilemez olduğunu küresel boyutta düşünmemiz gerekir.
Perma Kültür tasarımının
temel amacı nedir?
Doğayla yeniden ilişki kurmamıza ihtiyacımız var. Tabağına bak! Ne yiyorsun? Dünyaya sanki banka hesabımız
gibi davranıyoruz. Sürekli bir şeyleri
alıp yerine bir şey koymuyoruz. Artık
tükenme (depletion) belirtileri ortaya
çıktı. Bizim de dünyaya geri vereceklerimiz olmalı. Pratikte her boyutta
yapabileceklerimiz var (kültür, iklim,
kentsel, tarım, coğrafya vb). İnsanla-
rın katkısıyla bolluk içinde, sağlıklı,
dirençli, zengin, verimli ekosistemleri
yaratabiliriz. Bir şeyi idare etmek onu
kontrol etmek değildir. İnsanlar doğadan ayrı değildir. Her organizma kendi
bahçesini yaratır. Virüsler sonunda
konakladıkları organizmayı öldürebilir.
Bir sürdürülebilir sistemde, iş yükü
en aza indirilmiş, atıklar kaynak şekline dönüştürülmüş ve verim en üst
düzeye çıkartılmıştır. Bu ilkeler; tüm
bölgelerde, çiftlikler arasında, bireysel
evlerde, bir ölçekte yoğun kentsel
yerleşmeler arasında, herhangi bir
ortamda uygulanabilir. Perma Kültür
tasarımının temel amacı; bitki, hayvan
ve insanları üretim amaçlı bir araya
getirerek, bakımı kolay, sürdürülebilir
ve kendi kendine yeten bir düzeni
“mümkün olan en küçük alanda” oluşturmaktır. Kaynak kullanımına bağlı
olarak, çevre ile ilgili daha kapsamlı
düşünmeyi ve buna yönelik uygulamaları da kapsayarak; doğadaki örneklerden ilham alır. Perma Kültür'ün
ana teması "ürün yetiştirilen ekolojik
alanlar" tasarlamaktır.
Perma Kültür Seçimi:
Hatırla,
Geriye dön,
Geliş,
Yaratıcılığını kullan,
Ekolojik okuryazar ol.
Permakültür eğitimcisi Goeff Lowtan Dünyanın sorunlarının bahçe
ile çözülebileceğini ifade etmektedir.
Perma Kültür Prensipleri ve Etiği
Yeryüzünü korumak
İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak
Tüketimi ve nüfusu sınırlandırmak
Fazlalığı paylaşmak ya da yeniden yatırım yapmak
Holmgren Permakültür Prensipleri
• Gözlemle ve etkileşime gir
• Enerjiyi yakala ve muhafaza et (biriktir)
• Verim alın.
• Kendi kendinizi yönetin ve geribildirim kabul edin.
• Yenilenebilir kaynakları ve hizmetleri kullanın ve değerlerini
bilin.
• Atık üretmeyin.
• Kendini tekrar eden modellerden detaylara doğru tasarım
yapın.
• Ayırmaktansa tümleştirin.
• Küçük ve yavaş çözümleri kullanın.
• Çeşitliliği kullanın ve değerini bilin.
• Kenarları kullanınve marjinal olanın değerini bilin.
• Değişime yaratıcı şekilde yanıt verin ve değişimden istifade
edin.
Not: Bu yazı Perma Kültür Araştırma Enstitüsü'nden alınmıştır.
http://permakulturplatformu.org/wp-content/uploads/PennyPastoral_
rapor.pdf
Ocak - Şubat 2013 103
BİZDEN HABERLER
EPDK KURUL
ÜYESİ FATİH DÖNMEZ
ANKARA SOHBETLERİ'NİN
KONUĞU OLDU
M
MG Ankara Şubesi’nin düzenlemiş
olduğu “Ankara Sohbetleri” etkinliğinin 3 Aralık 2012 konuğu, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu Kurul Üyesi Fatih Dönmez
oldu. Yoğun katılımlı davette “Enerji Piyasalarındaki Gelişmeler” konulu sunumu kapsamında katılımcılara bilgiler sunan Dönmez,
sunumu sonrası davete katılanlardan gelen
soruları yanıtladı. Salondan gelen soruların
cevaplanması sırasında EÜAŞ Genel Müdür
Halil Alış ve Başkent Doğalgaz Genel Müdürü
İbrahim Halil Kırşan’da söz alarak programa
katkı sağladılar.
MMG Ankara Şubesi’nin “Ankara Sohbetleri”
etkinliğine ayrıca; Ak Parti Bingöl Milletvekili Eşref Taş, Ak Parti Merkez Disiplin
Kurulu Üyesi Vahdettin Bahadır, EÜAŞ Genel
Müdürü Halil Alış, Başkent Doğalgaz Genel
Müdürü İbrahim Halil Kırşan, EPDK Kurul
Üyesi Abdullah Tancan, Altyapı Yatırımları
Genel Müdürlüğü Demiryolu Yapım Dairesi
Başkanı Kazım Özgür, Şehir ve Medeniyet
Derneği Genel Başkanı Altan Özkanlı, Enerji
Bir-Sen Genel Sekreteri Zahit Borak,Kalkınma
Bankası Genel Müdür Yardımcısı Zekai Işıldar,
Tedaş Genel Müdür Yardımcıları Ömer Sami
Yapıcı,Necat Tur, Fatih Gökkaya , Mustafa Taşdemir , Enerjisa İcra Kurulu Başkan
Yardımcısı Ömer Faruk Gültekin, MMG Şube
üyeleri ile çok sayıda konuk da katıldı.
104 Mimar ve Mühendis
SAVUNMA SANAYİ MÜSTEŞAR YARDIMCISI
DR. FARUK ÖZLÜ "SAVUNMA SANAYİNDE
STRATEJİK GELİŞMELER'İ ANLATTI
Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG) Ankara Şubesi’nin düzenlediği
"Savunma Sanayiinde Stratejik Gelişmeler" konulu Ankara Sohbetleri
etkinliği, 14 Ocak’ta, Savunma Sanayi Müsteşar Yardımcısı Dr. Faruk
Özlü’nün de katılımıyla gerçekleşti.
D
Ankara Sohbeti etkinliğinde yer
alan Dr. Faruk Özlü, savunma
sanayinin tarihini ve son 10 yıldaki
gelişmeleri anlattı. Özlü, "Müsteşarlığımız 2000’li yıllara kadar ortak üretim
programlarıyla, daha sonra ise özgün
yurt içi tasarım ve yurtiçi üretim sistemleriyle, TSK’nın modernizasyonuna
ve gelişimine önemli katkılarda bulunmuştur. Geleceğe dönük uygulanan
doğru stratejiler sonucunda Milgem, Altay Ana Muharebe Tankı, Meltem Deniz
Karakol Uçağı, Kasırga TR-300 Füzesi,
Milli Piyade Tüfeği, İnsansız Deniz Aracı, Atak Helikopteri ve İnsansız Hava
Araçları gibi çok sayıda projenin savunma sanayiimiz tarafından başarıyla
yürütülmesi sağlanmıştır. Özgün Yurt
İçi Geliştirmeyle, savunma sanayimizi
özgün yurt içi çözümler sunabilecek ve
uluslararası alanda rekabet edebilecek
şekilde yapılandırıyoruz. Yan Sanayi
ve KOBİ Yaklaşımıyla da, savunma
sanayi faaliyetlerine yerli sanayinin
katılımı çerçevesinde, KOBİ’lerin teşvik
edilmesini sağlıyor ve bunu çok önemli
görüyoruz. KOBİ’lerin yaratıcı, esnek ve
dinamik yapısı sektörü güçlendirecek,
yerlileştirme hedeflerine ulaşılmasında
önemli katkılar sağlayacak ve nihayetinde sektörde verimliliği arttıracaktır.
Savunma ürünü ihracatına yönelik
teşvik ve offset imkanlarının KOBİ’lerin
istifadesine açılması amacıyla da ihtiyaç duyulan konularda ilave tedbirler
alınacaktır" ifadelerini kullandı.
Özlü, 'Kendi tasarımlarımızı yapıyoruz,
kendi ürünlerimizi üretiyoruz. Eskiden
kolaydı, lisans alıp burada üretip, teslim
ediyorduk. Şu anda kendi mühendislerimiz, kendi işçilerimiz tasarımları,
üretimleri yapıyor. Türkiye dönüşü
olmayan bir yola girdi. Bundan sonraki
hedefimiz kendi askeri jet uçağımızı
yapmak, biliyorsunuz geçtiğimiz haftalarda kendi uydumuzu fırlattık, kendi
helikopterimizin tasarımını yaptık
uçurduk, kendi fırkateynlerimizi kendimiz yapıyoruz''diye belirtti.
Katılımcıların yoğun ilgisiyle karşılaşan
Özlü, Ankara Sohbetlerinin sonunda
konukların sorularını cevapladı.
Programa Ak Parti Merkez Disiplin
Kurulu Üyesi Vahdettin Bahadır, Etkb
Bakan Müşaviri Murat Akkaya, Taı
Direktör Yılmaz Güldoğan, Epdk Kurul
Üyesi Fatih Dönmez, Shgm Gnl. Md. Yrd.
Bahri Kesici, Aygm Demiryolu Dairesi
Bşk. Kazım Özgür, Ankara Büyükşehir
Belediyesi İç Teftiş Kurulu Bşk. Doğan
İşçi, Karayolları Teftiş Kurulu Bşk. Vacip
Mert, Mmg Şube Üyeleri İle çok sayıda
konuk katıldı.
Ocak - Şubat 2013 105
BİZDEN HABERLER
TCDD Genel Müdürü Süleyman
Karaman Bursa MMG'deydİ
MMG Bursa Şubesi'nin düzenlemiş olduğu kahvaltılı toplantıya
katılan TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman, TCDD hakkında
bilgiler verdi.
İ
nşaatı devam eden 3434 km
tren yolun bulunduğunu belirten
Karaman, dünyada her ülkede yollara
yatırım yapıldığını, dünyadaki yatırım
toplamının 2020 yılına kadar 1 trilyon
ABD doları olması planlandığını söyledi.
Adapazarı ve Çankırı hızlı tren
fabrikası, Sivas modern beton travers
fabrikası, fay bağlantı elemanları,
Kardemir Karabük ile ray imalatı, MKE
ile tekerlek imalatının yapıldığını ve
yerli imalatlara önem verildiğini kaydeden Süleyman Karaman, Tren yolları
üzerinde sürekli kaza haberlerine konu
olan hemzemin geçitlerin kaldırılaca-
ğını, yerine alt geçit-üst geçit yolların
yapılacağını söyledi.
2023 yılı tren yollarının yatırım planı;
10000 km normal hat ve 4000 km yüksek hızlı tren hattı ve toplamda 25940
km tren hattından bahseden Karaman,
Batı , Kuzeydoğu, güneydoğu ve güney
yönünde hizmet ağları ile ülkelerarası
bağlantıların sağlanacağını kaydetti.
Kendimize ait yerli sinyalizasyon
sistemimizin TÜBİTAK ve Üniversitelerimizin işbirliği ile yapıldığını kaydeden
Karaman, gelecekte ulaşımın çok daha
yönlü ve çeşitli olabileceğini belirtti.
AYDIN AĞAOĞLU
TÜKETİCİ HAKLARINA
DİKKAT ÇEKİYOR
T
üketiciler Birliği Onur Kurulu Başkanı Aydın Ağaoğlu, Bilgi Üniversitesi
Kuştepe Kampüsü’nde düzenlenen Bizbize
Konuşmalar etkinliğinde, katılımcıları tüketici hakları konusunda bilgilendirdi. Aydın
Ağaoğlu; tüketicilerin haklarının farkında
olmadığını ve bu konuda her tüketicinin
bilinçlendirilmesi gerektiğinin altını çizerek; hangi konularda tüketicilerin haklarını
araması gerektiği ve hak arama süreçleriyle
ilgili bilgi verdi. Ağaoğlu; küçük meblağlarla
da olsa haksızlığa uğrayan kişilerin kaybettiği
paraların toplamda büyük bir ciro sağladığını
söyledi. Ayıplı mallar hakkında da bilgi veren
Ağaoğlu, satın alınan ürünlerin ambalajında,
etiketinde, tanıtma ve kullanma kılavuzunda
bulunan eksik ya da hataların ürünün ayıplı
olduğunu gösteren özellikler olduğunu ve
satın alındığı tarihten itibaren 30 gün içinde
iade edilebileceğini, ayıbın neden olduğu değer kaybının bedelden indirilebileceğini veya
tazminat hakkı kazanılabileceğini kaydetti.
Ağaoğlu ayrıca Kredi kartı aidatları, sayaçsız
elektrik kullanımı ve kayıp kaçak konuları
üzerinde de durdu.
MMG'DEN OĞUZHAN
YILDIZ'A ZİYARET
M
imar ve Mühendisler Grubu; Ankara Şube
Başkanı Yılmaz Ada, MMG Bursa Şubesi
Üyelerinden Dr. Müh. Mustafa Uysal ve MMG
Kayseri Şubesi Denetleme Kurulu Asil Üyelerinden
oluşan bir grupla, İller Bankası İhale Dairesi Başkan
Vekili Olarak Atanan Oğuzhan Yıldız’ı 26 Aralık
2012 tarihinde makamında ziyaret ederek hayırlı
olsun dileklerini ilettiler.
106 Mimar ve Mühendis
UZAY MÜHENDİSLERİNİN HEDEFİ
TÜRKİYE'NİN İLK ROKETİNİ GELİŞTİRMEK
T
eknik Üniversitesi Uçak Uzay Mühendisliği Kulübü üyeleri Kadir Efe, Samet
Öztürk,Yağmur Ateşcan ve Coşkun Fırat Dursun, kulüp bünyesindeki takımlar, yapıları ve çalışmaları hakkındaki bilgileri MMG ile Bizbize Konuşmalar'da
paylaştılar. Hibrit motorlu ilk yüksek güç roketini üretmelerinin kendilerine büyük
özgüven verdiğini ifade eden grup üyeleri, destek verilmesi halinde Türkiye'nin ilk
roketini geliştirmek istediklerini belirttiler. Ayrıca Haziran ayında ABD’de düzenlenecek bir yarışmada; hibrit motoru ve 7 farklı sensörüyle 7000 metre irtifaya çıkarmak istedikleri Mars Robotu ile yarışacaklarını aktardılar. CanSat, BDF gibi uluslararası havacılık yarışmalarında birincilikler ve önemli dereceler alan grup üyeleri,
Takımlar halinde kazandıkları başarıları da katılımcılarla paylaştılar. Grup, bu
arada 2013’ün Nisan ayında düzenlenecek olan Formation Workshop ile Türkiye’de
havacılık ve uzay bilimleri alanında önemli bir projeye imza atmayı planlıyor.
MMG ve ÇEVRE ŞEHİRCİLİK
İZMİR İL MÜDÜRLÜĞÜ KENTSEL
DÖNÜŞÜMÜ KONUŞTU
M
MG İzmir Şube Başkanı Ünal Özturkut,
Ethem Tatar, Süleyman Tatar, Yrd. Doç.
Dr. Ayhan Nuhoğlu, Akif Kahya, Abdullah Borca, Hüsamettin Dalga'nın yer aldığı MMG İzmir Şubesi'nden bir heyet, Çevre ve Şehircilik
İzmir İl Müdürü M.Ata Erpolat’ı makamında
ziyaret etti. Kendisinin de İnşaat Mühendisi
olduğunu ifade eden Erpolat, 5203 ve 5216
sayılı kanunlar ile Bayındırlık bünyesinde
yapılan işler hakkında bilgiler verdi. Kentsel
dönüşüm konusunda Türkiye ve İzmir’deki
mevcut durum hakkında görüşlerini MMG
heyeti ile paylaşan Erpolat, gelecek dönemde
MMG İzmir Şubesi ile Kentsel Dönüşüm ve
mevzuatı hususunda bir seminer düzenleyeceklerini söyledi.
MMG, GEMİMO'YU ZİYARET ETTİ
M
MG Genel Başkanı Avni Çebi, Başkan
Yardımcısı Kadem Ekşi, Yönetim
Kurulu üyesi Şenol Arslan ve ElektrikEnerji Komisyonu Başkanı Doç. Dr. İbrahim
Güneş'ten oluşan grup üyeleri, TMMOB
Gemi Makineleri İşletme Mühendisleri
Odası’nı (GEMİMO) ziyaret etti.
TMMOB Gemi Makineleri İşletme Mühendisleri Odası adına Yönetim Kurulu Başkanı
Feramuz Aşkın ile Yönetim Kurulu Üyelerinden Alper Kılıç, Mehmet Akça, Murat
Akpınar ve GEMİMO Genel Sekreteri Salih
Bilal'ın ev sahipliğinde gerçekleşen ziyaret
sırasında MMG ve GEMİMO’nun çalışmaları
hakkında bilgi alışverişinde bulunuldu. Gemi
mühendisliğinin üniversitelerde ve mühendislik dalları arasındaki tarihsel gelişiminin
de konuşulduğu toplantıda, iki grubun ne tür
işbirliği yapabileceği kouları istişare edildi.
MMG Genel Başkanı Avni Çebi, öğrenciler ve
odalarla ortak çalışmalar yapılarak, önemli
etkinliklere imza attıklarını, ayrıca teknik
konuların yanında insani konularda da
üzerlerine düzen görevleri yerine getirdiklerini ifade etti. Genel Merkezi İstanbul’da
bulunan GEMİMO Başkanı Feramuz Aşkın da,
oda olarak yönetim kurulu ve üyeler arasında
güçlü bir bağın olduğunu belirtirken, TMMOB
kurulduktan sonra ilk kurulan odaya yakışır
şekilde gerekli durumlarda birbirlerine sürekli
yardım ellerini uzattıklarını ve bütünlük içerisinde çalışmalarına devam ettiklerini ifade
etti. Mezun ve üye sayılarının birçok odaya
göre az olduğunu kaydeden Aşkın, butik bir
oda olduklarını ve farklı görüşler olsa dahi
hep bir arada uyumla çalıştıklarına dikkat
çekti. Aşkın, GEMİMO olarak mesleklerini
tanıtmak için okullarda tanıtım konuşmaları
yaptıklarını da söyledi.
Ocak - Şubat 2013 107
BİZDEN HABERLER
MMG ANKARA
SOHBETLERİ'NİN İLK
KONUĞU BİLAL EKŞİ
M
MG Ankara Şubesi’nin ayda bir gerçekleştirilen MMG Ankara Sohbetleri programının ilk konuğu Sivil Havacılık Genel Müdürü
Bilal Ekşi oldu. Yaklaşık 100 kişi eşliğinde TEDAŞ
Misafirhanesi Salonu’nda gerçekleştirilen toplantıda Ekşi, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nün
sivil hava araçlarında düzenleme yapan, mevzuatı
uygulayan, denetleyen, uluslararası sözleşmelere
tabi bir kuruluş olduğunu belirterek, uluslararası arenada Chicago Konvansiyonu’na dahil bir
oluşum içinde olduklarını söyledi. Yeni oluşumun,
uçakların ve diğer hava araçlarının tanımlanmış
kurallar dahilinde rahatça hareket etmesini sağlayacağını sözlerine ekledi.
TAI'YE TEKNİK
GEZİ DÜZENLENDİ
M
MG Ankara Şube Başkanı Yılmaz Ada’nın
da aralarında bulunduğu, bir ekip , 26
Aralık 2012 tarihinde TAI’yi ziyaret ederek, teknik
gezi yaptı. TAI personeli tarafından karşılanan
MMG ekibi, düzenlenen kokteylde üst düzey
yöneticilerle tanıştı. TAI Strateji ve Teknoloji
Yönetimi Başkanı Yılmaz Güldoğan, TAI’yi tanıtan
bir sunum gerçekleştirerek; şirketin tarihçesi,
piyasa payı, projeleri, gelişimi, organizasyon
yapısı, bölümleri gibi çeşitli bilgileri ve istatistiksel
verileri paylaştı. Toplantının ardından ekip, üretim
ve ARGE tesislerinde yapılan turlar ile yürütülen
projeleri yerinde görme fırsatı buldu.
108 Mimar ve Mühendis
AFET VE ACİL DURUM
YÖNETİMİNE HAZIR MIYIZ?
İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu,
bizbize konuşmalar kapsamında, “Yerel Yönetimler İçin Afet ve Acil
Durum Yönetimi” konusunda bir sunum gerçekleştirdi.
M
MG Genel Merkez Binası’nda
düzenlenen etkinlikte Kadıoğlu;
deprem, sel, yangın gibi acil müdahale
edilmesi gereken durumda yapılması
gerekenleri anlatırken, ülkemizin hala
afetlere hazırlıklı olmadığını ve halkın
bu konudaki bilincinin yetersiz olduğunu
belirtti. Kadıoğlu, afet yönetiminin bir kalkınma problemi olduğunu söyleyerek, bu
konunun sadece arama kurtarma bazında
düşünülmemesi gerektiğinin altını çizdi.
Bölge bölge risk haritalarının belirlendiği
Bütünleşik Afet Yönetimi Projesi’ne de
değinen Kadıoğlu, afet sonrası alınacak
önlemlerin nasıl planlanması gerektiği
konusunda da açıklamalar yaptı. Kadıoğlu, Japonya’nın Kobe kentinde meydana
gelen depremle ilgili videolar da izletti ve
afetler hakkında katılımcılara teknik bilgiler verdi. Ayrıca afet öncesi ve sonrasında
yapılması gerekenleri açıkladı. Kadıoğlu,
inşa edilecek yapıların sadece depreme
dayanıklılık ölçüsüyle değil, büyük sel
felaketleri için subasman seviyeleriyle de
değerlendirilmesi gerektiğine vurgu yaptı.
Büyük sel felaketleri ve depremler sonrasında oluşacak tsunamilerde subasman
seviyesini bilmenin ve buna göre önlem
almanın hayati önemine dikkat çeken Kadıoğlu, bilinçlendirme çalışmalarının önemine dikkat çekti. Kadıoğlu, Türkiye’de acı
şekilde son bulan sel olaylarının büyük
çoğunluğunun dere veya sel yataklarının
bilinmemesi sonucu ortaya çıktığını dile
getirdi. Türkiye’de köprü yönetmeliğinin de olmadığını vurgulayan Kadıoğlu,
Türkiye’de dere üzerindeki bazı köprülerin
suyun akışını engelleyebilecek özelliklere
sahip olduğunu belirterek, taşkınların
birçoğunun bu nedenden dolayı olduğunu
söyledi.
AFET SONRASI ÖNLEMLER
NASIL PLANLANMALI?
Türkiye’de afet sonrası yaşanacaklar için
çalışmaların yeterli olmadığını dile getiren
Kadıoğlu, afet sonrası özellikle İstanbul’da
halkın toplanacağı boş alanların olmasının
önemini vurguladı. Herhangi bir deprem
sonucunda halkın okullarla birlikte kamu
alanlarına da akın edeceğinin altını çizen
Kadıoğlu, bu yerlerde hiçbir hazırlığın
olmadığını, Japonya’da halkın toplanacağı
düşünülen park ve bahçelerde 3 günlük
ihtiyacı karşılayacak temiz su tanklarının bulunduğunu ifade etti. Afet sonrası
acil müdahale edebilmenin mümkün
olabilmesi için şehir ve çevre planlamasının da önemli olduğunu aktaran Kadıoğlu,
ada bazında düşünülerek afet sonrası
müdahale planlamaları yapılabileceğinden
ve yangın vb. konularda müdahalenin
hızlandırılabileceğinden bahsetti.
TAKSİM’İN YAYALAŞTIRILMASI
PROJESİ TARTIŞILDI
Mimar Mühendisler Grubu Yönetim Kurulu Üyesi Murat Özdemir ile
Mimar ve Kentbilimci Prof. Dr. Ahmet Vefik Alp, Samanyolu TV’nin
konuğu oldu; Taksim’in yayalaştırılması projesini konuştu.
Y
eryüzü Mühendisleri Yönetim Kurulu
Başkanı ve Mimar Mühendisler Grubu Yönetim Kurulu Üyesi Murat Özdemir
ile Mimar ve Kentbilimci Prof. Dr. Ahmet
Vefik Alp Samanyolu Haber kanalında
Taksim’in yayalaştırılması ile ilgili proje
hakkında görüşlerini dile getirdiler.
“İSTANBUL’DA YEŞİL SADECE
MEZARLIKLARDA OLMAMALI”
İnsanların meydanlardan faydalanabilmeleri açısından yayalaştırma konusunun
önemli olduğunu dile getiren Özdemir,
Taksim’deki projenin sadece o bölgeyi
ilgilendiren değil İstanbul’un genelini
ilgilendiren bir proje olduğunu kaydetti.
Taksim’in trafiğe kapatılarak yayalaştırılması konusundaki çalışmalarda en önemli
noktalardan biri olarak, yayalaştırılan
alanların yeşil alanlara da dönüştürülmesini gösteren Özdemir; yayalaştırılan
bölümün granit taşlarla kaplı ve insanların
banklarda oturduğu değil, yeşil alanların
bol olduğu ve insanları meydanda tutabilecek özelliklere sahip olması gerektiğini
belirtti. Yeşil alan konusunda halkla ve
uzmanlarla istişare edilmesi gerektiğinin
altını da çizen Özdemir; “Yeşil alanlara
ihtiyacımız var; çünkü İstanbul’da ciddi
olarak alan, park ve meydanlarda yeşil
alan sıkıntısı var. İstanbul’da yeşil mekan-
lar ağırlıklı olarak ölülere ait. Dolayısıyla
bu tarz yayalaştırma, kamuya açma konusunda yeşili, park dokusunu korumak,
düşünmek lazım; çünkü normal haliyle
Taksim Meydanı insanların geldiği zaman
geçirdiği değil, bir sirkülasyon meydanı.
İnsanlar Taksim Meydanı’na geldikten
sonra ya İstiklal Caddesi’ne ya da diğer
taraflara geçiyor. Kısacası fonksiyonel
olarak insanları orda tutabilecek özellikler olmalı” dedi.
“BEN YAPTIM OLDU DÜŞÜNCESİNDE
OLMAMAK GEREKİR”
Araç trafiğinin yeraltına alınmasının
ardından trafiğin rahatlayıp rahatlamayacağı polemiği hakkında da görüşlerini belirten Özdemir, öncelikli amacın trafiğin
rahatlatılmasından ziyade vatandaşlara
hizmet eden bir meydan inşa etmek
olması gerektiğini söylerken, Tarlabaşı
bölgesindeki ışıkların kaldırılmasıyla
trafiğin daha da akıcı bir özellik kazanacağını sözlerine ekledi.
Hayata geçirilecek projede eleştirilere
ve alternatif önerilere açık olunmasının
proje için faydalı olacağına dikkat çeken
Özdemir, “ben yaptım oldu” düşüncesi yerine ortaklaşa halkın yararlanabileceği ve
faydalı bir proje ortaya koymak gerektiğini
belirterek sözlerini noktaladı.
MMG ve GIDA
MÜHENDİSLERİ ODASI
ORTAK PROJELERE İMZA
ATMAK İSTİYOR
M
MG Genel Başkanı Avni Çebi, Yönetim
Kurulu üyesi Şenol Arslan, Yeryüzü
Mühendisleri Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı ve MMG Yerbilimleri Komisyonu Başkanı
Şehmus Yıldırım ve MMG Sekreteryası'ndan
Yunus Emre Tozal MMG adına TMMOB Gıda
Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’ni ziyaret
etti. TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Sedat Kuru ile Yönetim
Kurulu Üyelerinden Sadık Göneş, Nuri Şahin,
Gökhan Dik ve Emre Dikmen'in ev sahipliğini
yaptığı gezi sırasında yapılan görüşmelerde,
MMG Genel Başkanı Çebi, mühendislik odalarıyla ortaklaşa çalışmalar yaptıklarını ve bu
doğrultuda Gıda Mühendisleri Odası İstanbul
Şubesi’yle gelecekte ortak projelere imza atmak
istediklerini belirtti. Şehmus Yıldırım da afet
bölgelerine yapılan teknik ve insani desteklerde
gıda mühendislerine ihtiyaç duyulduğunu ve
bu bağlamda ortak çalışmalar yapabileceklerini
kaydetti. Başkan Kuru, TMMOB Gıda Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi olarak aktif bir
şekilde çalışarak gıda mühendisliği alanında
faydalı projeler gerçekleştirmek istediklerinin
altını çizerek, oda bünyesinde düzenledikleri
eğitimler ile gıda mühendislerinin bilgilendirildiğini ve aktif olarak çalışmaların yapıldığını
söyledi. Kuru, eğitimler devam ederken oda
bünyesindeki üyeler, diğer gıda mühendisleri
ve üniversiteler ile birlikte daha birçok proje
geliştirmek istediklerini ifade etti.
Ocak - Şubat 2013 109
KİTAPLIK
YENİDEN GIDA RAPORU &
YEDİKLERİMİZ, İÇTİKLERİMİZ HELAL
Mİ, HARAM MI?
DÜNYAYI GÜZELLEŞTİRMEK:
TURGUT CANSEVER'LE
KONUŞMALAR
Yazar: Dr. Müh. Hüseyin K.
Büyüközer
Kişisel Yayınlar
Yazar: Beşir Ayvazoğlu
Timaş Yayınları
Dr. Hüseyin K. Büyüközer;
25 yıllık birikimi ile hazırladığı, “Yeniden Gıda Raporu” kitabı ile insanları gıda
üzerine yeniden düşünmeye,
hayatı sorgulamaya, yedikleri
ve içtiklerini analiz etmeye
çağırıyor. Gıda sanayisi üzerine gelişen teknolojiyi doğru
yorumlamanın gerektiğine
dikkat çeken kitap, tarih
boyunca manevi değerlerle
uyumlu, yaşama sevincini tekrar kazandıracak yeniden sağlıklı bir yaşam tarzına dönüş
yapılmalı savını destekliyor.
Kitaba göre; doğal ve organik
yaşam unsurlarını tekrar
gün ışığına çıkarmak çok zor
olmamalı. Yeni yaşam tarzı
kabul gördükçe kısa zamanda
güçlü bir harekete ulaşacak.
Beşir Ayvazoğlu'nun "Turgut
Cansever'le Konuşmalar" kitabı, kâh Turgut Cansever’in
çok az bilinen çocukluk ve
gençlik zamanlarında, kâh
babası Doktor Hasan Ferit
Cansever’in Türk Ocaklarını
kurmak için verdiği mücadelelerin içinde geçiyor.
Turgut Cansever’in “Dünyayı Güzelleştirmek” olarak
özetlediği mimarî felsefesine,
sanat görüşüne ve bütün
dünyada kısa sürede müthiş
bir hızla gelişen şehirleşmenin Türkiye’de nasıl tezahür
ettiğine dair görüşlerini
kendisiyle sohbet ediyormuş
gibi okuyacaksınız. Beşir
Ayvazoğlu Turgut Cansever'in
güzelliğe bakışını ve hakikati
arayışını; "dünyayı güzelleştirmek" şeklinde özetliyor.
MİMARİ VE FELSEFE, SİNEMA VE
FELSEFE, SANAT VE FELSEFE
Yazar: Dücane Cündioğlu
Kapı Yayınları
Dücane Cündioğlu Sanat ve
Felsefe, Mimarlık ve Felsefe,
Sinema ve Felsefe kitaplarında farklı disiplinleri bir araya
getirerek insanın mekanla olan
ilişkisini sorguluyor. Küreselleşen dünyada “şehir ve şehirleşme” kavramlarının değişmesiyle birlikte oluşan çoğulcu düzen
karşısında klasik çağlarda
oluşmuş dini terminolojinin,
eleştirel bir düşünce faaliyetine
ihtiyacı olduğu görünmektedir.
Artık bilgi toplumuna dönüşen şehirlerde, bir taraftan
mekânın anlamı değişirken diğer taraftan zaman hızlanmaktadır. Şehirleşme bağlamında
gelişimini sürdüren yeni algı
biçimleriyle dini bilimlerin ve
pratiklerin, “dünyaya şehirden
bakabilmeyi” başardığını söylemek oldukça güç olsa gerektir.
YEDİKLERİNİZİN İÇİNDE NE VAR?
Yazar: Kemal Özer
Hayy Kitap
Kemal Özer'in son kitabı "Yediklerinizin İçinde
Ne Var?", beslenme ve gıda alanında gündeme
etki eden GDO ve katkı maddelerini tartışmaya
açtı. Özer’e göre ürünlerin raf ömrünü uzatmak
için besinlere radyasyon veriliyor, ama bu işlemin
adına ‘ışınlama’ deniliyor. Yapmanız gereken,
110 Mimar ve Mühendis
KAYIP RENK
Yazar: Hüseyin Tunç
Nesil Yayınları
Daha önce "Biz Aslında
Neyiz ?" deneme kitabını ve
katılım bankacılığı sektörü
için temel kaynak niteliğinde
olan "Katılım Bankacılığı
Felsefe Teorisi ve Türkiye
Uygulaması" isimli kitaplarını yayın hayatına sunan
Hüseyin Tunç, bu defa bir
romanla karşımıza çıkıyor.
Kayıp Renk’te toplumsal
ve ekonomik hayatımızda
son otuz yıldır hızlanan
değişimin bireysel hayatımız
üzerindeki etkisi anlatılıyor.
Değerlerle çelişen cazibeler,
seçilemeyenler, korkular ve
umutlar arasında bir hayatın
hemen her yönü… Eğitim,
askerlik, iş, aş, aşk, korkanlar
ve korkutanlar... Roman,
varoluşa, psikolojiye, sosyolojiye ve tasavvufa dair gözlem
ve tespitlerle örülü ve okuyucu kendi içinde bir yolculuğa
çıkartacak.
son kullanma tarihi uzun olan besinlerden uzak
durmak. İşlemin ilk olarak 1957 yılında Batı
Almanya’da baharatlar üzerinde denendiğini vurgulayan Özer, ülkemizde de Türk Gıda Kodeksi
Yönetmeliği’nce uzun bir zamandır uygulandığını
savunuyor. Daha önce kaleme aldığı “Deccal
Tabakta”, “Şeytan Ye Diyor” ve “Müslüman’ın
Diyeti” kitapları ile Medya Etik ödülü sahibi olan
Özer, başta devlet eliyle yapılan bu uygulamayı
büyük bir yanıltmaca olarak nitelendiriyor.
AJANDA
EURASİA RAİL
AVRASYA BOAT SHOW 2013
Fuar Yeri: İstanbul Fuar Merkezi
Fuar Tarihleri: 15.02.2013- 24.02.2013
Sektör: Denizcilik
We: www.cnravrasyaboatshow.com
UNICERA
Fuar Yeri: İstanbul Tüyap Kongre ve Fuar
Merkezi
Fuar Tarihleri: 27.02.2013- 03.03.2013
Sektör: Seramik, banyo, mutfak
Web: http://www.unicera.com.tr/
BURSA EĞİTİM FUARI
Fuar Yeri: Bursa Tüyap
Fuar Tarihleri: 09.03.2013- 17.03.2013
Sektör: Eğitim
Web: bursaegitimfuari.com
Fuar Yeri: İstanbul Fuar Merkezi
Fuar Tarihleri: 07.03.2013- 09.03.2013
Sektör: Altyapı, Lojistik, Demiryolu
Web: www.eurasiarail.eu
EUROPORT İSTANBUL
Fuar Yeri: İstanbul Fuar Merkezi
Fuar Tarihleri: 20.03.2013- 23.03.2013
Sektör: Denizcilik
Web: www.europort-istanbul.com
WIN AUTOMATİON
Fuar Yeri: İstanbul Tüyap Fuar ve Kongre
Merkezi
Fuar Tarihleri: 21.03.2013- 24.03.2013
Sektör: Otomasyon
Web: http://www.win-fair.com
PENCERE CAM VE KAPI FUARI
Fuar Yeri: İstanbul Tüyap Fuar ve Kongre
Merkezi
Fuar Tarihleri: 13.03.2013- 16.03.2013
Sektör: Pencere, cam, kapı
Web: http://www.istanbulpencerefuari.com/
Ocak - Şubat 2013 111
ÇİZGİ YORUM YAKUP GÜLER
112 Mimar ve Mühendis
Binlerce yıllık Kültürel Mirasımız
olan eserleri geleceğe taşıyoruz
Kariye Müzesi Restorasyonu
Evliya Çelebi Mah. Kıblelizade Sok.
Tepe Han. No:1/12 Beyoğlu / İSTANBUL
T: 0212 251 43 01 F: 0212 292 15 82
M: [email protected]

Benzer belgeler