PDF İndir
Transkript
PDF İndir
Sayı: 69 Mimar ve Mühendis Ocak - Şubat 2013 Sayı: 69 Ocak - Şubat 2013 AÇLIĞI SÖMÜRMEK: TOPRAK KAPMA AÇLIĞA NEDEN OLUYOR GIdalarımız ne kadar doğal ve sağlıklı? MEYDANLARIN SOSYAL AÇIDAN ÖNEMİ KURTUBA’DA YÜKSELEN ENDÜLÜS MEDENİYETİ 69 GIdalarımız ne kadar doğal ve sağlıklı? İmtiyaz Sahibi Mimar ve Mühendisler Grubu adına Genel Başkan Avni Çebi Yayın Danışma Kurulu Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, Prof. Dr. İlhan Kocaarslan Prof. Dr. Nizamettin Aydın, Prof. Dr. Zeki Çizmecioğlu, Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür, Yrd. Doç. Dr. Yalçın Boztoprak, Yrd. Doc. Dr. İbrahim Güneş, Ali Reyhan Esen, Fatih Dönmez, Yakup Güler İletİşİm Adresİ Kuştepe Biracılar Sok. No: 7 Mecidiyeköy/İstanbul Tel: 212 217 51 00 Fax: 212 217 22 63 Web: www.mmg.org.tr E-posta: [email protected] ABEMEDYA Yayın Koordİnatörü İsmail Şaşmaz [email protected] Edİtör Regiman Deniz [email protected] Görsel Yönetmen Ersan Topuz Renk Ayrımı Muhammet Dilsiz Reklam [email protected] Eski Osmanlı Sok. Cansun Apt. 5/7 Mecidiyeköy/İstanbul Tel: 212 273 27 50 Fax: 212 273 27 51 Web: www.abemedya.com Basım Milsan Basın San. A. Ş. 0212 697 10 00 Yayın Türü İki ayda bir yayınlanır. Yerel Süreli Yayın Ücretsizdir Yazı ve reklamların içerik sorumluluğu sahiplerine aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Mimar ve Mühendis Dergisi, yeni yılın ilk sayısında da tüm dünyada stratejik bir önem taşıyan yeni bir konuya derinlemesine yer verdi. Geçtiğimiz ay Siber Güvenlik’i mercek altına alan Mimar ve Mühendis Dergisi’nin bu ayki kapak konusu “Tarım ve Gıda.” Geniş dosya çalışması kapsamında, gerek bu alanda önde gelen kişilerle yapılan söyleşiler; gerekse uzmanların, akademisyenlerin araştırma, inceleme ve yazılarıyla, gıda ve tarımın son yüzyıldaki değişim ve dönüşümüne tanık olacaksınız. Uluslararası sermayenin verimli toprağı ele geçirme, kiralama yarışında ortaya çıkan “gıda emperyalizmi” kavramı ve bunun dünyadaki örneklerini okuma fırsatı bulacaksınız. Ayrıca, sağlıklı ve güvenli gıdanın ne olduğu, yiyeceği veya içeceği tüketmeden önce nelere dikkat etmemiz gerektiği, gıda kimyasallarına ilişkin çalışmalar sonucunda elde edilen bulgular, çiftçilik faaliyetlerine ilişkin hatalar, ithal-yerli gıda tohum raporları gibi birçok sorunun cevabını da yine dosya kapsamında bulabileceksiniz. Tarım ve gıdanın yanı sıra şehircilikte, kentsel dönüşümde yaşanan problemlere, ilişkin çözüm önerilerine, çalışanların iş sağlığı ve güvenliğine bakışını genişletecek makaleler de derginin içeriğini zenginleştiriyor. Meydan kavramını sorgulayan “Meydanların Sosyal Açıdan Önemi” gezi yazısıyla da Rusya’dan Çin’e, New York’tan Londra’ya, Türkiye’ye kadar birçok ülkede zihin turuna çıkabilirsiniz. Keyifli okumalar dilerim! Mimar ve Mühendis Dergisi, yeni yılın ilk sayısında tüm dünyada stratejik bir önem taşıyan "Tarım ve Gıda"ya derinlemesine yer verdi. Sayı: 69 Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Kemal Özer, Dilaver Demirağ, Sedat Kuru Mimar ve Mühendis Ocak - Şubat 2013 Yayın Kurulu Osman Şahbaz, Mehmet İşci, Osman Arı, Murat Özdemir, Kadem Ekşi, Yavuz Sarı, Mesut Uğur, Yılmaz Ada GIDA VE TARIMIN DÖNÜŞÜMÜNE TANIK OLACAKSINIZ Sayı: 69 Ocak - Şubat 2013 aÇlIğI sÖmÜrmek: ToPrak kaPMa aÇlığa neden olUYor kUrTUBa’da YÜkselen endÜlÜs MedenİYeTİ GIdalarImIz ne kadar doğal ve sağlIklI? Sorumlu Yazı İşlerİ Müdürü Yunus Emre Tozal [email protected] TarIm ve HaYvanCIlIğa İsTaTİsTİksel BakıŞ 69 GIdalarImIz ne kadar doğal ve sağlıklı? Mimar ve Mühendis 69 ETKİNLİKLER 06 MMG TRANSİST’TE 38 KAPAK GIdalarımız ne kadar doğal ve sağlıklı? Artan nüfusa rağmen kısıtlı kaynaklara sahip dünyamızda verimli toprakların ve güvenli gıda yetiştirmenin önemi artıyor. Tarım ve gıdanın gelecekte petrolün, değerli madenlerin yerini alacağı öngörülüyor. Küresel trendler-2030 Raporu'na göre geleceğin savaşları su ve gıda kaynaklı olabilir. TOPLU ULAŞIMA ODAKLANDI ERTUĞRUL GÜNAY: "MİMARİ ESERLER TARİHTEN KOPMADAN KÜLTÜRLE İÇ İÇE OLMALI" TARIM VE HAYVANCILIKTA BÖLGESEL KALKINMA TOPLANTISI DÜZENLENDİ MAKALE 94 İş Sağlığı ve Güvenliği Kültürü Betül MAÇ 26 32 HABER ANALİZ ŞEHİRCİLİK Açlığı Sömürmek: Toprak Kapma Açlığa Neden Oluyor Şehircilik Problemlerinin Kaynağı ve Kentsel Dönüşüm Uygulamalarına İlişkin Öneriler MAKALE 96 Kurtuba'da Yükselen Endülüs Medeniyeti YUNUS EMRE TOZAL BİZDEN HABERLER KİTAPLIK AJANDA ÇİZGİ YORUM 90 GEZİ: MEYDANLARIN SOSYAL AÇIDAN ÖNEMİ Olmaya Cihanda Devlet Bir Nefes Sıhhat Gibi Y azımın başlığına, döneminin büyük Osmanlı hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman’ın bu özlü beyitini seçtim. Hayatın sıhhat, afiyet, huzur, güven ve bereket içerisinde geçmesi, bir kişi için en büyük devlettir. Rabbimizin verdiği vücudumuzun ruhi, zihni ve bedeni olarak sağlıklı, huzurlu olması, kendini tam ve iyi hissedebilmesinin; aldığı gıdalar, soluduğu hava ve yaşadığı çevre ile birebir ilgisi vardır. Beslenme amacıyla aldığımız gıdaların sağlıklı ve temiz olarak vasıflandırılması için tarladan soframıza gelirken geçirdiği bütün üretim ve işlem değişimlerin bilinmesi gerekir. Tohumdan, toprağa, ambalajdan bakkaldaki rafa kadar geçirdiği bütün evrelerin belli bir standart içerisinde gıda-eko sisteminde “temiz ve helal” olarak yürütülmesi gerekir. Hayatın sıhhat, afiyet, huzur, güven ve bereket içerisinde geçmesi, bir kişi için en büyük devlettir. Rabbimizin verdiği vücudumuzun ruhi, zihni ve bedeni olarak sağlıklı, huzurlu olması, kendini tam ve iyi hissedebilmesinin; aldığı gıdalar, soluduğu hava ve yaşadığı çevre ile birebir ilgisi vardır. Ülkemizde tarımın endüstriyel bir sektör haline gelmesiyle geleneksel olarak doğal girdilerle yürütülen tarım ve hayvancılığımız büyük bir değişim sürecine girmiştir. Bu değişimin bütün bileşenleri bakanlıklardan odalara, esnaftan çiftçiye, fabrikadan markete, STK’dan tüketiciye kadar her kesimin insanımıza “temiz ve helal” gıda ulaştırmak için duyarlı olması gerekir. Bu, insanımızın daha sağlıklı ve huzurlu yaşaması için en elzem konudur. Nihayetinde bütün yapıp ettiklerimizin ve çabalarımızın sonucu, ailemiz, toplumumuz ve çevremizle daha uyumlu ve sağlıklı bir hayatı sürdürmektir. Bu dünya sadece bizim değil, onun üzerinde bilmediğimiz ötekinin ve yarın gelecek olanın da hakkı vardır. Bugün için endüstrinin devreye girmesi, kar maksimizasyonu, ulus ötesi şirketler toprağımıza, tohumumuza, besi hayvanımızın yemine, soframızdaki bütün gıdalara kadar ne yememiz ne içmemiz gerektiğine kadar karar vermektedirler. Adeta giyim gibi gıdalarımız da şekliyle, rengiyle ve içeriğiyle bir tasarım ürünü olarak değerlendirilmektedir. İçine sürüklendiğimiz ortam, insanın evrende geleceğini sağlıklı olarak yürütebilmesi için en büyük sorunlardan biri olarak önümüzde durmaktadır. Bir tarafta gıda sektörü bir tarafta sağlık sektörü varlıklarını yürütebilmek için adeta birbirine göz kırpmakta, dünya onlar için laboratuar olarak algılanmakta ve insan da orada bir obje olarak yer almaktadır. Oysaki “insan hayatın öznesi”, varlığın en mükemmeli olarak yaratılmışıdır. İnsanın fıtratının korunması ve gelecek nesillerin insanî duyarlılıklar içersinde sağlıklı olarak varlığını sürdürebilmesi, yediğimiz ve içtiğimizle beraber altımızdaki toprağı, soluduğumuz havayı daha temiz tutmasına ve birbirimize daha merhametli olmamıza bağlıdır… Bugün için dünyada bir gıda sorununun olması bir kısım insanların daha çok tüketmesi ve israf etmesiyle bağlantılıdır. Yalnız başına Türkiye’de israf edilen ekmeğin bile 1 milyar USD civarında olduğu düşünülürse; Afrika’da veya dünyanın herhangi bir yerinde açlıktan ölen mahzun bir çocuğun sorumluluğu bizim üzerimizde var demektir. Hayatı daha sağlıklı, erdemli ve fark ederek yaşamamız için yediğimiz gıdalara dikkat ettiğimiz kadar, israf etmemeye ve daha cömert olmaya ihtiyacımız var. Bizi biz kılan tükettiklerimiz değil, diğeriyle paylaştığımız edinimlerimizdir. Avni Çebi MMG Genel Başkanı BASIN AÇIKLAMASI TMMOB Mağdur Etti; MMG Kayseri Şubesi Sahip Çıktı Gıda Mühendisi Alime Büşra Nur Sarıoğlu Canbulut, başörtülü olduğu için Gıda Mühendisleri Odası’na yaptığı üyelik başvurusunun kabul edilmediğini öne sürerek yöneticiler aleyhine 25 liralık maddi ve manevi tazminat davası açtı. G ıda Mühendisi Alime Büşra Nur Sarıoğlu Canbulut, Cumhuriyet Meydanı’nda avukatı Seyit Ali Yüzgeç ve Mimarlar ve Mühendisler Grubu Kayseri Şube Başkanı Celal Dündar Selçuk ile birlikte yaptığı basın açıklamasında; dünya görüşü, yaşam tarzı, kıyafet şekli, bedensel engeli gibi farklılıklardan dolayı insanların haklarından mahrum bırakılmalarının bir insanlık suçu olduğunu belirtti. TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Petek Ataman da yaptığı yazılı açıklamada, odanın başörtülü fotoğrafla işlem yapmadığını belirterek; “bu uygulamayı tek başına, keyfi ve dayanaksız olarak değil, yasaların belirlediği zorunluluklar nedeniyle yapılmaktadır. TMMOB ve odalarında var olan bu uygulamanın hukuki dayanağını Danıştay 8. Dairesi’nin kararı, Danıştay İdari Dava Daireleri kararı ve Anayasa Mahkemesi kararı oluşturmaktadır” şeklinde açıklama yaptı. MMG KAYSERİ ŞUBESİ’NDEN BASIN AÇIKLAMASI MMG Kayseri Şubesi de konuyla ilgili basın açıklaması gerçekleştirdi. Açıklamada şunlara yer verildi: “Maalesef ülkemizde muhtelif darbe dönemlerinden kalma, antidemokratik ve ayrımcılık içeren maddelere haiz bir takım kanun ve yönetmeliklerle çeşitli vesilelerle karşılaşmaktayız. İşte bir örneğini daha değerli meslektaşımız Alime Büşra Nur Sarıoğlu hanımefendinin, Gıda Mühendisi olarak bağlı olduğu meslek odasına kayıt yaptırmak üzere yaptığı yasal başvurusunun, çağdışı gerekçelerle engellenmesiyle öğrenmiş bulunuyoruz. Mimar ve Mühendisler Grubu olarak, meslektaşımızı mağdur eden kurum ve yetkililerini aynı zamanda antidemokratik, ayrımcı ve statükocu zihniyetin artıklarından hâlâ medet uman bu kişi veya kurumları kınıyor ve protesto ediyoruz. Yapılan bu haksız ve hukuksuz uygulamanın derhal düzeltilmesini, mesullerinin meslektaşımızdan ve kamuoyundan özür dilemesini istiyoruz. Bu vesile ile zaman zaman ülke gündemine giren bu ve benzeri uygulamalarla, insanımızı cinsiyet, din, dil, ırk, inanç, mezhep vb türlü ayrımcılığa maruz bırakan bütün yasa ve yönetmeliklerin, ivedilikle güncellenmesi ve gerekli düzenlemelerin yapılması için Yasama 6 Mimar ve Mühendis ve Yürütme Organlarını da göreve davet ediyoruz. Alime Büşra Nur hanımefendinin yürüttüğü hukuk mücadelesinde her zaman yanında olduğumuzu ve gereken her desteğe hazır olduğumuzun bilinmesini ayrıca mesleki değerlere darbe niteliğindeki bu hukuk dışı uygulamamın takipçisi olacağımızı, siz değerli basın mensupları aracılığı ile tüm kamuoyuna saygıyla duyururuz.” CANBULUT'UN AVUKATI SÜRECİ ÖZETLEDİ Canbulut’un avukatı Seyit Ali Yüzgeç de bir basın açıklaması gerçekleştirerek şunları söyledi: “Canbulut, Gıda mühendisi olup Gıda Mühendisleri Odasına üyelik için başvuruda bulunmuş fakat başörtülü olmasından dolayı üyelik başvurusu sürüncemede bırakılmıştır. Daha sonra defalarca yapılan başvuru sonrasında, TMMOB Gıda mühendisleri odası adına başkan Petek Ataman imzalı yazıda Gıda mühendisi olan Alime Büşra Nur Sarıoğlu’nun, üyelik için verdiği fotoğrafın Başı açık olarak çekilmiş bir fotoğraf olmaması nedeniyle odaya kayıt talebi reddedilmiştir. Bahsedilen cevap yazısında açıkça “Başörtüsünün çağdaş bir görünüm taşımadığı, başörtüsü ve beraberinde kullanılan giysilerin Anayasa’nın 174. Maddesi kapsamındaki devrim yasaları ile güdülen amaçla bağdaştırmanın mümkün olmadığı” belirtilmiştir. Anayasamızın Din ve Vicdan Hürriyeti başlıklı 24. Maddesi açıkça ‘Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.’ Hükmünü içermekte iken, Bir gıda mühendisinin, inancının gereğini yerine getirdiğinden bahisle mesleğinin gereği olan hak ve imkânlardan mahrum edilmesi eşitlik ilkesine aykırılığın çok açık bir göstergesidir. “Din ve vicdan özgürlüğü” ilkesi, inançları olan ya da olmayan, dini pratikleri uygulayan ya da uygulamayan kişilere eşit mesafede durarak kişilerinin haklarının kullanılmasını garanti altına alma işlevine sahiptir. Yine Anayasanın 174. Maddesi “inkılâp kanunlarının korunması” başlığını taşımakta olup gerekçesinde dahi başörtüsü yahut türbanın yasak edilmesine dair hiçbir hüküm bulunmamaktadır. Yorum yoluyla 174. Maddeye bu şekilde bir anlam yüklenerek Alime Büşra Nur Sarıoğlu Hanım’ın başörtüsünden dolayı çağ dışılıkla suçlanması ve oda kaydının yapılmaması kabul edilemez. 5237 Sayılı Türk Ceza Yasası’nın İş ve Çalışma hürriyetinin ihlaline ilişkin 117. Maddesi ve ayrımcılık başlıklı 122. Maddesi kapsamında ilgili odanın tavrı suç oluşturmaktadır. Tüm dünyada başörtülü kadınlara karşı yapılan ayrımcılığa karşı uluslararası anlaşmaların yapıldığı bir ortamda Alime Büşra Nur Sarıoğlu’nun, başını açmak ya da haklarını kullanmak arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılması uluslararası hukuka da aykırılık taşımaktadır. Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Anlaşmasının 18. Maddesi; Düşünce, vicdan ve din hürriyeti, tarafından teminat altına alınmıştır. BM İnsan Hakları Komitesi, olağanüstü durumlarda dahi kısıtlanmayacak bu hakkın, kendine özgü kıyafet giymeyi ve başörtüsünü de içine alacak şekilde geniş bir faaliyetler alanını kuşattığına dikkat çekmiştir. 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinde de yer alan bu husus 5. madde de; “Yasa sadece toplum için zararlı olan eylemleri yasaklayabilir. Yasanın yasak etmediği hiçbir şeyin yapılması engellenemez. Hükmü ile ana ilkenin serbestlik olduğunu, açıkça ifade etmiştir. Kadınlara pozitif ayrımcılık ilkesinin Anayasa hükmü haline geldiği bir dönemde, kendisi de bir kadın olan TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Başkanı Petek Ataman’ın, kadının çalışma hürriyetini engelleyici ve ayrımcılık teşkil edecek nitelikteki; hukuka ve kanuna aykırı, çağ dışı, anti demokratik, ahlakla bağdaşmayan keyfi uygulamasını şiddetle kınıyoruz. İlgili odayı ayrımcılığa maruz bırakılan mühendis kardeşimizden ve kamuoyundan özür dilemeye ve vahim yanlışını düzeltmeye davet ediyoruz. MMG'DEN, ZONGULDAK'TA HAYATINI KAYBEDEN 8 İŞÇİ İÇİN BASIN AÇIKLAMASI Mimar ve Mühendisler Grubu, Zonguldak'ta Kozlu Müessese Müdürlüğü Maden Ocağı'nda metan gazı patlaması nedeniyle meydana gelen göçükte sekiz maden işçisinin hayatını kaybetmesi üzerine bir basın açıklaması gerçekleştirdi. M imar ve Mühendisler Grubu, Zonguldak'ta Kozlu Müessese Müdürlüğü Maden Ocağı'nda metan gazı patlaması nedeniyle meydana gelen göçükte sekiz maden işçisinin hayatını kaybetmesinden dolayı üzüntü duyduklarını belirterek, ölenlere Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır ve başsağlığı diledi. MMG konuyla ilgili yaptığı açıklamada şunlara yer verdi: “İş sağlığı ve güvenliği konusunda son yıllarda Ülkemizdeki gelişmeleri ve değişimleri takip ediyor; görüş ve önerilerimizi her platformda ilgili makamlarla paylaşıyoruz. Ancak son zamanlarda yaşanan acı olaylar göstermektedir ki, gelinen nokta arzu edilen seviyede değildir. Başta Hükümetimiz olmak üzere tüm tarafların, iş sağlığı ve güvenliği konusunda üzerine düşeni yapması amacıyla bu bildiriyi kamuoyuyla paylaşıyoruz. Güvenli çalışma ortamı, iş barışı ve verimliliğin olduğu kadar hızlı ve sağlıklı kalkınmanın da ön şartıdır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde iş sağlığı ve güvenliği, toplumsal kalkınmanın belirleyici unsurları arasında yer almaktadır. Çünkü iş kazaları ve meslek hastalıkları sonuçları itibariyle insan hayatını ve sağlığını tehdit etmesinin yanı sıra işletmeleri de ağır faturalara mahkûm etmektedir. İş kazaları ve meslek hastalıkları sonucu gerek maddi ve gerekse manevi kayıplar, gelişmekte olan ülkelerin kalkınma çabaları önünde önemli bir engel teşkil etmektedir. Ödenmesi gereken fatura ise bu ülkelerin GSMH’nın önemli bir bölümünü teşkil etmektedir. Bunun yanında kaybedilen hayatların hiçbir değerle ölçülemeyeceğini de unutmamak lazım. Türkiye’nin iş kazalarında uluslararası sıralamalarda ön sıralarda yer alması Milli bir utanç kaynağıdır. Dramatik olanı, artık faciaların kanıksanır olması. İnsanlar ağıt yakarken “her işin bir riski var, yapacak bir şey yok”, “bu işçilerin kaderi” mealindeki cümlelerin kabullenmek ne vicdana ne de manevi değerlere sığar! Ayrıca oranları oldukça yüksek bazı işverenlerin yeni İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ve uygulama yönetmelikleri bazında “kanunun yürürlüğe girmesi ertelense iyi olur, nasıl yapsam da teftişlerden kurtulabilsem, en asgari ne yapabilirim” kaygısıyla hareket etmelerini esefle karşılıyoruz. Hâlbuki iş sağlığı ve güvenliği çalışmalarında mevzuat %20’lik bir paya sahiptir. Bir başka deyişle mevzuat en asgariyi belirler, insana değer veren işverenler asgarinin de üstüne çıkıp daha güvenli çalışma ortamları oluşturmak için gayret göstermelidirler. Böylece hem mevzuat sorumluluklarını yerine getirecek hem de kendilerine değer verilen çalışanlarının verimli çalışmalarıyla kazançları ve yatırımları daha da artacaktır. Bunun yanında güvenli yaşam kültürünün toplumun tüm kesimlerinde bir yaşam tarzı haline gelmesi için gerekli kültürel değişimin sağlanması amacıyla devleti, eğitimcileri, işvereni, çalışanı ile tüm tarafların üstün bir gayret içerisinde olmasını bekliyoruz. Gelecekte iş sağlığı ve güvenliği alanında iyi bir ülke olabilmek için, anaokulundan başlayarak eğitim sistemimizin her aşamasında iş sağlığı ve güvenliği bilinci işlenmeli, özellikle teknik fakülte ve mühendislik bölümlerinde ders olarak okutulmalı; hatta iş güvenliği mühendisliği bölümleri açılmalı, bu konuda akademik çalışmalar teşvik edilmelidir. İşletmelerde, üretimde, kar oranları, maliyetler, hizmetin zamanında ulaştırılması mutlaka önemli; ama daha önemli bir husus var ki o da insan hayatı...” Güvenli çalışma ortamı, iş barışı ve verimliliğin olduğu kadar hızlı ve sağlıklı kalkınmanın da ön şartıdır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde iş sağlığı ve güvenliği, toplumsal kalkınmanın belirleyici unsurları arasında yer almaktadır. Ocak - Şubat 2013 7 ETKİNLİK MMG TRANSİST’TE TOPLU ULAŞIMA ODAKLANDI Mimar ve Mühendisler Grubu, Transist 2012 5.Ulaşım Fuar ve Sempozyumu’na katıldı. Açtığı stant ile üyeleri ve misafirleriyle buluşan MMG, etkinlik kapsamında “Toplu Ulaşım Odaklı Şehir” konulu bir panel düzenledi. M MG Transist 2012 5.Ulaşım Fuar ve Sempozyumu etkinliğine katıldı. Genel Başkanı Avni Çebi’nin de ziyaret ettiği MMG standına İETT Genel Müdürü ve Mimar ve Mühendisler Grubu Üyesi Hayri Baraçlı konuk oldu. Genel Başkan Avni Çebi ve MMG üyeleriyle fotoğraf çektiren Baraçlı, MMG üyesi olmaktan dolayı duyduğu mutluluğu dile getirirdi. Birçok akademisyen ve konusunda uzman kişiler de üç boyunca MMG standını ziyaret ettiler; MMG hakkında bilgi alarak Mimar ve Mühendis Dergisi’nin “Siber Güvenlik” dosya konulu sayısını almayı ihmal etmediler. İstanbul Kongre Merkezi Üsküdar Salonu’nda gerçekleştirilen ve Oturum Başkanlığını MMG İnşaat Komisyonu Başkanı Murat Seven’in yaptığı “Toplu Ulaşım Odaklı Şehir” konulu panel de etkinlik kapsamında ilgi gördü. Oturumda, kentsel dönüşüm sürecinde toplu ulaşım sisteminin geliştirilmesinin önemi işlendi. MMG özel oturumuna katılan Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Doç. Dr. Mustafa Gürsoy “Yaşanabilir kentlerde Toplu Ulaşım”, Yeryüzü Mühendisleri Genel Başkanı Murat Özdemir “Kentsel Dönüşüm Yasasının Ulaşım Açısından Değerlendirmesi”, İBB Ray- 8 Mimar ve Mühendis lı Sistemler Daire Başkanı Dursun Balcıoğlu “Toplu Ulaşımda Raylı Sistemlerin Durumu” IMP’den Metin Çancı da “Toplu Ulaşımdaki Yeni Gelişmeler” konulu birer sunum yaptılar. MURAT SEVEN: “İNSAN İÇİN KENT İNŞA ETMEZSEK, ŞEHİRLER BİZİ YUTAR” Murat Seven konuşmasında şehir ve şehirleşmenin tanımını yaparken, kalabalık şehirlerin dönüşüme uğradığını belirterek, bu değişimin farkına varılmadan gerçekleştirilmesi halinde çirkin, sorunlu, ulaşımı ve iletişimi zor bir yığıntı yaratılacağını vurguladı. İnsanlar için kent inşa edilmesi gerektiğinin altını çizen Seven, araçlar için kent inşa edildiği sürece trafik sıkıntısının yaşanacağını, şehrin insanları yutacağını ve insanların ihtiyaçlarını düzgün bir şekilde karşılayamayacağını kaydetti. Ulaşımın gelişmesi için altyapının yeterli olması gerektiğine dikkat çeken Seven; “Metro, otobüs, yol ağı, raylı sistemler ve bunların entegrasyonları doğru planlanmalıdır. Modern toplumun gelişmesinin altında yatan ana sebeplerden birisi de ulaştırmanın gelişmesidir. İnsanların ulaşıma bu denli bağımlı olması, ulaşım sistemlerinin geliştirilmesi ve önem gösterilmesini gerekli kılmaktır. İnsanı, şehri, ulaşımı ayrı düşünmek ve şehri planlarken bunları göz ardı etmek imkansızdır; çünkü planlamayı etkileyen etkili bir değişken de ulaşımdır” diye konuştu. MUSTAFA GÜRSOY: “NÜFUS YAYILDIKÇA ULAŞIM İHTİYACI ARTTI” YTÜ Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mustafa Gürsoy Yaşanabilir kentlerde Toplu Ulaşım konulu sunumunda toplu ulaşımın kentler için önemine vurgu yaparak İstanbul’un toplu ulaşımdaki yetersizliği hakkında istatistiksel bilgiler verdi. Toplu taşıma odaklı gelişmeyi zorunlu kılan koşulları İstanbul özelinde örneklendiren Gürsoy, İstanbul’daki nüfus artışının hızlandığı dönemlerde şehrin her köşesine yayılan bir nüfus oranının olduğunu ve bunun da ulaşım ihtiyacını artırdığını belirtti. İstihdamın da bölgelere göre gelişiminden bahseden Gürsoy, benzer özelliklerin olduğunu ve merkezi iş alanlarının şehrin farklı birçok bölgeye yayıldığını kaydetti. Servis araçlarının sayısının yıllara göre artış gösterdiğine dikkat çeken Gürsoy, bunun kamu toplu taşımacılığının yeterli derecede gelişmediğinin bir göstergesi olduğunu ifade etti. Bu verilerin giderek azaldığını da sözlerine ekleyen Gürsoy, raylı ve lastik tekerlekli sistemlerin son yıllarda gelişim gösterdiğini belirterek iyiye doğru bir gidişin olduğunu vurguladı. Taşıma sektöründeki kamyon filosu ve şehirlerarası otobüs filolarının da İstanbul trafiği ve ulaşımına etki ettiğini kaydeden Gürsoy, kent içindeki ulaşım ve trafik sıkıntılarında en büyük nedenlerden bazılarının, trafikteki araç sayısının sürekli artması, servis araçlarının belirli saatlerde faaliyet göstermesine rağmen boş zamanlarda transit geçiş alanlarına park yapmaları olduğunu söyledi. DURSUN BALCIOĞLU: “2023’E KADAR 640 KM’LİK RAYLI SİSTEM AĞI HEDEFLİYORUZ” İBB Raylı Sistemler Daire Başkanı Dursun Balcıoğlu “Toplu Ulaşımda Raylı Sistemlerin Durumu” konulu sunumunda İstanbul’un adrese dayalı nüfus sayısı ile ilgili bilgi verirken, İstanbul’daki ticari hareketliliğin de eklendiğinde bu sayının 15 milyon civarına ulaştığını bildirdi. 2011 yılı sonundaki istatistiklerden yola çıkarak verdiği bilgilerde İstanbul’da günde 400 aracın trafiğe girdiğine dikkat çeken Balcıoğlu, iki yakadan yolculukların 1.3 milyon olduğunu söyledi. TÜİK verilerine göre 3 milyon 30 bin araç olduğuna vurgu yapan Balcıoğlu, bu araçların ulaşım master planı verilerine göre %75’inin trafikte olduğunu kaydetti. İstanbul’da araçla ortalama yolculuk süresinin 49 dakika olduğuna dikkat çeken Balcıoğlu, karayolu ağırlıklı bir toplu taşıma oranı olduğunu ifade etti. Balcıoğlu ayrıca Kadıköy – Kartal metrosunda hedeflerinin günde 1 milyon yolcu sayısına ulaşmak olduğunu ifade ederek, karayolundaki minibüs, otobüs ve dikey taşımacılık düzenlemeleri tam olarak oturmadığı için günde 110 bin yolcuyla ulaşımın sağlandığını bildirdi. İstanbul’un raylı sistem konusunda sürekli geliştiğini kaydeden Balcıoğlu, 2023 ulaşım master planında 640 km’lik bir raylı sistem hedeflediklerini açıkladı. ve İstanbul’da yaşayan insanların günlük hayatta birçok aktivite gerçekleştirmek için ulaşım araçlarını kullanarak aktif olduklarını kaydetti. Kentsel Dönüşüme sadece depreme dayanıklı yapılaşma olarak bakılmaması gerektiğine dikkat çeken Özdemir sözlerine şöyle devam etti: “Bu süreçte kentlerimiz yeniden yapılanırken ulaşım sistemleriyle birlikte yeşil alanlar, sosyal – kültürel donatı alanları, ev – iş; ev – okul erişim mesafeleri ve süreleri, konutlar arası ilişkiler ve ölçekleriyle tüm insanlar arasındaki ilişkiler düşünülerek kültürel ve inanç kodlarımıza uygun bir kurgu yapılmalı. Bu süreç toplum tarafından fırsatçılığa değil fırsata çevrilmelidir. Şehirlerde toplu taşıma, lastik tekerlekli ve raylı sistemlerle gerçekleştirilebiliyor. Otobüs, tramvay, hafif metro ve metro inşa maliyetleri, sıralı olarak artış gösteriyor. Nüfusu 1 milyondan fazla olan ve yoğun saatlerde bir yöndeki ulaşım talebi 6 bin yolcuya ulaşan yerleşim yerlerinde toplu taşıma için otobüs yeterli olup; yolculuk talebinin 6 bin ila 15 bin arasında olması halinde tramvay veya hafif metro, 15 binden fazla olduğu yerlerde ise metro sistemi gerekli olmaktadır. Dolayısıyla şehir içindeki dolaşım arttığında, ulaşım sistemi olarak daha pahalı bir sistem seçmek zorunda kalırız.” METİN ÇANCI: “ULAŞIM ALTYAPISINI BİTİRİP, KENTLERİ İNŞA ETMELİYİZ” IMP’den Metin Çancı “Toplu Ulaşımdaki Yeni Gelişmeler” konulu konuşmasında veriler doğrultusunda şehirleşmenin bundan sonraki döneminde ulaşım için yapılabilecek çalışmalar hakkında görüş bildirirken, ulaşımın hedefinin, şehirlerdeki insan, yük ve bilgi hareketliliğini karşılamak olduğunu belirtti. Kentsel hareketliliğin çözülmesi sonucunda ulaşımda ve kent trafiğinde de rahatlamaların sağlanacağını belirten Çancı, hareketliliğin gayri safi milli hasılanın artması ile de ilgili olduğuna dikkat çekti. "Kentlerin fiziksel gelişiminde ulaşım sistemi önemli ölçüde belirleyicidir" sözünden yola çıkan Çancı; “Önce ulaşım altyapısı gelir, sonra kentle ilgili üst yapılar yapılır. Gelişmekte olan ülkelerde ise önce kentteki binalar, donatılar olur, ondan sonra ulaşımla ilgili ihtiyaçlar giderilmeye çalışılır. Tabi ikinci durum olduğu zaman ulaşım talebini karşılamak için peşinden koşarsınız ve kentin sorunları da büyüyerek devam eder; çözmek için uğraşırsınız” diye konuştu. HALUK İBRAHİM ÖZMEN: “MARMARAY PROJESİ 3 FARKLI SÖZLEŞMEYLE YÜRÜTÜLÜYOR” Marmaray Bölge Müdürü Haluk İbrahim Özmen, Marmaray Projesi ve İstanbul’a kazandıracağı artılar hakkında bilgi verdi. Marmaray Projesi’nin üç farklı sözleşmeyle yürütüldüğünü belirten Özmen, bunları boğaz demiryolu tüp geçişi, banliyö hatlarının rehabilitasyonu ve bu sistemde çalışacak olan demiryolu araçlarının temini olarak açıkladı. Banliyö hatlarında 63 km’lik mevcut iki hatlı sistemi tamamen kaldıracaklarını ifade eden Özmen, hem altyapısı hem de üst yapısının yenilendiği yeni bir sistem getireceklerini ve yeni sistemde 40 adet yeni istasyonun inşa edileceğinin bilgisini verdi. Yeni sistemle birlikte 77 km’lik güzergahın 105 dakikada kat edileceğine dikkat çeken Özmen, Bunun 16 dakikasının Söğütlüçeşme – Kazlıçeşme arasında, 61 dakikasının Asya tarafında, 28 dakikalık süresinin ise Avrupa tarafında kat edileceğini söyledi. MURAT ÖZDEMİR: “ŞEHİRLER NE KADAR YOĞUN OLURSA, ULAŞIMA O KADAR PARA HARCARIZ” Yeryüzü Mühendisleri Genel Başkanı ve MMG Yönetim Kurulu Üyesi Murat Özdemir “Kentsel Dönüşüm Yasasının Ulaşım Açısından Değerlendirmesi” konulu sunumuna; ülkemizde yaşanan acı deprem tecrübeleri, bu süreçte kurulan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve daha sonraki çalışmalar ışığında giriş yaptı. Toplam nüfusun yüzde 18.2’sinin İstanbul’da yaşadığını belirten Özdemir, insan topluluklarında yaşamın ulaşıma dayandığını Ocak - Şubat 2013 9 ETKİNLİK ERTUĞRUL GÜNAY: "MİMARİ ESERLER TARİHTEN KOPMADAN KÜLTÜRLE İÇ İÇE OLMALI" MMG'nin çalışma toplantısının konuğu Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay oldu. Bakan Günay, Çamlıca Camii ve Taksim'in Yayalaştırılma Projesi hakkında bilgi verdi; toplantıya katılan konukların sorularını cevapladı. Mimar ve Mühendisler Grubu’nun Akgün İstanbul Hotel'de düzenlediği kahvaltılı çalışma toplantısının konuğu T.C. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay oldu. MMG Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi'nin sunuculuğunu üstlendiği program, Türk Musikisini Araştırma ve Tanıtma Grubu’nun (Tümata) müzikal dinletisiyle başladı. MMG Genel Başkanı Avni Çebi ve T.C. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın konuşmalarıyla devam etti. ERTUĞRUL GÜNAY: "RANT MİMARİSİ İSTANBUL’UN TARİHİ MİRASINI BOZUYOR" Ertuğrul Günay, konuşmasına Mimar ve Mühendisler Grubu’nun “Siluetime Dokunma” çağrısından çok etkilendiğini belirterek başladı ve bu çağrı karşısında tüylerinin diken diken olduğunu söyledi. Mimarlık alanında inşa edilen ve edilecek olan mimari eserlerin tarihten kopmadan kültürle iç içe olması gerektiğini özellikle vurgulayan Günay, ancak bu sayede gelecek nesillere kaliteli tarihi mirasların bırakılabileceğini söyledi. Bakanlık yaptığı sürece turizm ile kültürü birbiriyle 10 Mimar ve Mühendis özdeşleştirmeye çalıştığını belirten Günay, Anadolu’da binlerce yıllık medeniyetlerin bıraktığı binlerce kültürel eserin olduğunu vurguladı. Kültürel eserlerin çoğunun unutulduğunu ve kendi dönemlerinde bu kültürel eserlere yeniden sahip çıkmaya başladıklarını; Urartu, Lidya, Roma, Selçuklu, Osmanlı, Pagan ve Hıristiyan döneminden kalmış her esere ayrı ayrı özen gösterdiklerini vurguladı. Kültürel zenginliklerin bir emanet olduğunu gelecekteki nesillere hakkıyla bırakmanın boyunlarının borcu olduğunu söyledi. Milas'ta Selçuklu evlerini, Roma mozaiklerini ve Karya Lahdini bir alan içinde onarmaya çalıştıklarını ve üç farklı medeniyetin nasıl birbirinden etkilendiğini rahatça görülebileceğini anlatan Günay, Anadolu dışında İstanbul üzerinde titizlikle çalıştıklarını anlattı. Daha gençken yaptığı Akdeniz turunda Yunanistan Akropol, Roma, Floransa, Barselona ve benzeri tarihi şehirleri gezdiğini ve bu şehirlerden çok etkilendiğini ancak bu şehirlerden hiçbirinin İstanbul kadar büyüleyici olmadığını, İstanbul kadar tarihi olmadığını vurguladı ve İstanbul’un dünyanın en güzel şehri olduğunu sözlerine ekledi. Ertuğrul Günay, İstanbul’da yapılan çok katlı yapıların İstanbul’un tarihi mirasını bozduğunu ve bu yapıları yapanların büyük bir açgözlülük içinde olduğunu belirtti. İstanbul’da varolan veya var olmaya çalışan tarihi ve kültürel mekanlarına olduğunca özen göstermeye çalıştıklarını söyledi. Çalıştıkları dönemde Sultanahmet civarındaki tarihi yapıların lojman olarak kullanıldığının tespit ettiklerini ve hemen bu lojmanların kaldırılıp tarihi yapıları koruma altına aldıklarını örnek gösterdi. Bu örnek dışında birçok tarihi mekanı tekrardan hayata kattıklarını söyledi. Türk Tarih Müzesi’nin altındaki otoparkı, Topkapı Sarayı’nın avlusunda Matbaa Lisesi’ni,Topkapı Sarayı’nın içinde dört tane askeri deposunu hayata kattıklarını belirtti. Büyükşehirleri yöneten kişilerin Dresden’i, Floransa’yı, Madrid’i görmesi gerektiğini söyleyen Günay, restore edilen binaların tepesine reklam asmanın dünyanın hiçbir ülkesinde hiçbir tarihi mekanında olmadığını sözlerine ekledi. Ülkemizden çalınarak yabancı ülkelerde satışa sunulan kültürel eserlerin geri iadesi için çalışma yaptıklarını ve başarılı olduklarını belirten Günay, Süleymaniye Külliyesi’nin altındaki dükkanların önceki dönemlerde satıldığını ve şu anda satış yapılmadığını direkt olarak deri imalatı yapıldığını aktardı. İmalat sırasında tehlikeli maddelerin külliyeye büyük derecede zarar verdiğini, bu durumu düzeltmek için büyük bir çaba sarf ettiklerini ancak hala tarihi Külliye’nin durumunun iyi olmadığını söyledi. Beyazıt’ta bulunan Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi’ndeki vehim durumu kısmen düzelttiklerini ve restorasyonun bitmek üzere olduğunu belirtti. Ertuğrul Günay, mimari teknikler ve yapı malzemesi bu kadar gelişmişken, var olanlardan birinin taklidinin yapılmaması gerektiğini savundu. Günay, Çamlıca'ya yapılacak caminin iki binli yıllara yakışır, İslam mimarisinin geleneğini koruyan, büyüklüğü ile değil güzelliği ile ön plana çıkan bir cami olması gerektiğini ifade etti. "Marifet büyük bir şey yapmak değil zarif bir şey, güzel bir şey yapmak" diyen Bakan Günay, yeni caminin boğaza mücevher gibi dizilmiş camilerin tacı olması gerektiğini söyledi. Günay Çamlıca'ya, Kırım'da bulunan Ak Mescit gibi bir cami yapılması önerisinde bulundu. "İstanbul'da bir Ak Mescit yok. Böyle mücevher gibi bir şey yapalım. Bakın Kırım'da var, Kazan'da var ama İstanbul'da yok. Cesametiyle değil zarafetiyle ortaya çıksın, pırıl pırıl olsun. Tacın yakutu gibi orada gözüksün. Hatta adı da Ak Mescit olsun" dedi. Türkiye’de olan tarihi yapıları ellerinden geldikçe korumaya çalıştıklarını ve dikey yapıları yapmak yerine tarihimize insanımıza uygun yapıların inşa edilmesi gerektiğini, Akdeniz mimarisindeki kaliteli tarihi yapıları, bu emsalsiz şehirde görmek istediğini ve yeni, açgözlü, rant mimarisinin inşa ettiği yapıları görmek istemediğini söyleyerek konuşmasını tamamladı. AVNİ ÇEBİ: "BU ŞEHRE SAHİP ÇIKMAMIZ LAZIM" Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı Avni Çebi, konuşmasına MMG’nin çalışmaları hakkında bilgi vererek başladı. MMG olarak gerçekleştirilen çalışmaların sürdürülebilir olmasına özen gösterdiklerini belirten Çebi, gündemde olan özellikle şehircilik üzerine yapılan çalışmalarda herkesin duyarlı olması gerektiğini ifade etti. Çebi, gelecek nesillerin mimari ve kültürel eserleri görüp göremeyecekleri, koruyup koruyamayacakları yada kullanıp kullanamayacakları hakkında endişe içinde olduğunun altını çizdi. Çamlıca Camii tartışmalarına değinen Avni Çebi, özgün bir tasarımın yapılamamasının nedenlerini şöyle izah etti: "Yapılacak projeler, malzemesiyle, mimarisiyle, estetiği ve fonksiyonuyla bugünün birikimini geleceğe taşıyacak bir yapıda olması gerekirdi. Bizler MMG olarak böyle bir camii için uluslararası yarışmaların düzenlenmesi gerektiğini ifade etmiştik. Yarışma yapıldı, ama verilen süre çok kısaydı. Memleketimizde geleceğe ait abidevi bir eserin yapılması için mimarların, şehir plancılarının, sosyologların heyecan duyacağı bir atmosfer maalesef oluşturulamadı.” Bugünü ve geleceği yansıtan bir eseri ortaya koymaya çalışmanın gerektiğini ifade eden Avni Çebi, geleceğe damga vurabilecek mimar ve mühendisler yetiştiren Türkiye'nin, özellikle bu hassas proje için aciz gözükmemesi gerektiğini söyledi. Türkiye'de cami sorununun olmadığını, neden böyle aceleye Bakan Günay: “İstanbul’da mücevher gibi bir Ak Mescit yapalım. Cesametiyle değil, zarafetiyle ortaya çıksın. Tacın yakutu gibi gözüksün” Ocak - Şubat 2013 11 ETKİNLİK MMG Yönetim Kurulu üyesi Yavuz Sarı, T.C. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'a Çamlıca'ya yaptığı "Çamlıca Tevhid Camii" projesini sundu. 12 Mimar ve Mühendis getirildiği sorusunun sorgulanması gerektiği, yapılan yarışmanın iptal edilip mimarlarımıza yeterli sürenin verilmesi, yeni imkanlar tanınması gerektiğinin altını çizdi. "AVM'LER, REZİDANSLAR İNŞA EDEREK BİR DÜNYA DEVLETİ OLAMAYIZ." Avni Çebi, konuşmasına Taksim'in yayalaştırılması planları hakkında devam etti. Çağlayan'daki Adalet Sarayı önünde yapılacağı söylenen meydanın maalesef yapılamadığını, giriş ve çıkışlardaki olumsuzluklar yüzünden meydana çevrilemediğini, benzer şekilde Taksim'de de tekrar hatalara düşülmemesi gerektiğini söyledi. Devletlerin de toplumların da zaman zaman kendilerini yenilediğini belirten Avni Çebi, Fatih'te yapılan imar düzenlemelerinin de gözden geçirilmesi gerektiğini ifade etti. Yaklaşık 200'e yakın tarihi eserin 2012'de yapılan yeni imar planından çıkarılmasına karşı çıkılması ve imar planından çıkarılan zenginliklerin yeniden ihya edilmesi gerektiğini belirterek; "Bugün Türkiye, gelen 10 milyon turisti 30 milyona çıkartmak istiyorsa, bunu AVM'ler açarak yapamaz, tarihini ve kimliğini koruyarak, geleceğe taşıyarak yapabilir. Eğer muhafaza etmemiz gereken değerleri koruyamazsak, bundan 50 yıl sonra kurduğumuz şehirlerde biz insanları neye davet edeceğiz? Niçin insanlar İstanbul'a gelsin? Tüm dünyada yapılmaya çalışılan, şehirleri aynılaştırmak… Binlerce yıldır oluşturulan kültürel birikim, estetik değerler ve farklılıklar aynılaştırılma sürecinde kaybediliyor. Acaba o peşinde koştuğumuz konut projeleri bizleri geleceğe taşıyacak mı? O çok katlı yapılarda insanlarımız yaşlandığı zaman, ya da özürlü olduğu zaman yaşayabilecek mi? Çok katlı yapılan binalarda bir arkadaşımız felç geçirse çoğu binada bir sedyenin gireceği asansör bile yok. Bugün 4+4+4 eğitim sistemine geçiliyor ama 5.5 yaşındaki çocuklarımız 3 katlı bahçesi olmayan okullarda okutuluyor. Çocukların ilk sosyalleşmelerinde okullarına yürüyerek gidip gelebilmeleri lazımken, sürekli ellerinden tutularak servislerde taşınan insan konumuna düşüyorlar" diye konuştu. Konuşmasına Türkiye'nin alan darlığı çekmediğine dair örnekler vererek devam eden Avni Çebi, bugünü inşa ederken geleceği de düşünmenin gerekliliğine dikkat çekti. MMG Yönetim Kurulu Üyelerinden Turan Koçyiğit, Şenol Aslan, Serkan Cantürk, Yavuz Sarı, Rena İnşaat Genel Müdürü Sinan Mataracı, Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi Müdürü Doç. Dr. Ahmet Erdal Osmanlıoğlu'nun da katıldığı kahvaltıda, birçok iş adamı, mimar ve mühendis yer aldı. Kahvaltılı çalışma toplantısı soru cevap kısmıyla devam ederken, plaket töreni ve hatıra fotoğrafının çekilmesinin ardından etkinlik sona erdi. Eyüp Pier Loti Kahvesi İstanbul Agrotrust Binası Omsk-Rusya Şehzade Mehmet Camii İstanbul Mirgün Köşkü İstanbul Bezm-i Alem Camii İstanbul Naib Hamamı Gaziantep "tarih" korumamız altında... Uzmanlık ve faaliyet alanlarımız... • Restorasyon • Genel Müteahhitlik • Liman ve rıhtım • Islah çalışmaları • Köprü inşaatları • Ağır çelik yapılar Rena İnşaat Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti Atatürk Caddesi Esin Sokak Yazgan İş merkezi 3/5 Kozyatağı 34742 İstanbul Tel: 0216 478 33 32 (PBX) e-mail: [email protected] ETKİNLİK Müsteşar Murad Bayar: "Kendi teknolojimizi üretmek zorundayız" Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar, Mimarlık ve Mühendislik'in Türkiye'nin hemen hemen her sektöründe hala büyük bir ihtiyaç olduğunu belirterek, "Türkiye olarak orta gelir tuzağına düşmemeliyiz" dedi." Milli gelirini 10.000 $'a çıkarıp kendi teknolojisini üretemeyen ülkeler, orta gelir tuzağına düşmüş demektir. Savunma sanayimiz güçlü ama artık tasarım ve teknoloji kısmına geçmemiz gerekiyor" diye konuşan Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar, çok riskli bir süreçten geçtiklerini belirtti. Türkiye'nin kendi teknolojisini üretiminde çıkışın, mimarlık ve mühendislik alanlarında atılacak basamaklarda olduğunu söyleyen Müsteşar Murad Bayar, Polonya'nın milli gelirini arttırmasına rağmen orta gelir tuzağına düşen bir AB Üyesi ülke olduğunu söyledi. M imar ve Mühendisler Grubu’nun Elite World İstanbul Hotel'de gerçekleştirdiği kahvaltılı çalışma toplantısının konuğu Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar oldu. 2023'e kadar kendi teknolojimizi üretmemizin zor olmadığını belirten Müsteşar Murad Bayar, gerekli altyapı çalışmalarını geliştirmemizin önemini anlattı. MMG İş Sağlığı ve Güvenliği Komisyonu Başkanı Sunullah Doğmuş'un sunuculuğunu üstlendiği program, MMG Genel Başkanı Avni Çebi'nin konuşmasıyla başladı. 14 Mimar ve Mühendis Avni Çebi: "Ticari, endüstriyel ve ekonomik ilişkilerimizin sürdürülebilir olması gerekiyor." Konuşmasına kahvaltılı çalışma toplantısına sponsor olan A-TEL Telekomünikasyon'a teşekkür ederek başlayan Avni Çebi, Savunma sanayinin Türkiye için önemli alanlardan bir tanesi olduğunu belirterek, özellikle Balkan savaşlarında ciddi sıkıntılar yaşadığımızı, cumhuriyetin ilk yıllarında zayıf düştüğümüzü belirtti: "Balkan savaşına girerken yabancı sermayelerden destek almamız, bizim zaten savunma sanayinde düştüğümüz noktayı da gösteriyor.Özellikle Kıbrıs savaşında yaşadığımız ambargodan sonra, bugün geldiğimiz noktada övünülecek bir durumdayız" diyen MMG Başkanı Avni Çebi, savunma sanayinin geldiği noktayı görmemiz gerektiğini, Türkiye'nin kendi teknolojisin üretecek bir çağı yakaladığını belirtti. Murad Bayar: "Türkiye orta gelir tuzağına düşmemelidir" Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar, Mimarlık ve Mühendislik'in Türkiye'nin MMG Genel Başkanı Avni Çebi, Türkiye'nin en önemli sorunlarından birinin sürdürebilirlik olduğunu ifade ederek; "Maalesef hırslarımızla birbirimizi yok ediyoruz. Ticari, endüstriyel ve ekonomik ilişkilerimizde sürdürülebilir olmak zorundadır. Gelecek 20 yılı, şu andaki fırsatları değerlendirerek inşa etmeliyiz" dedi. hemen hemen her sektöründe hala büyük bir ihtiyaç olduğunu belirterek, "Türkiye olarak orta gelir tuzağına düşmemeliyiz" dedi." Milli gelirini 10.000 $'a çıkarıp kendi teknolojisini üretemeyen ülkeler, orta gelir tuzağına düşmüş demektir. Savunma sanayimiz güçlü ama artık tasarım ve teknoloji kısmına geçmemiz gerekiyor" diye konuşan Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar, çok riskli bir süreçten geçtiklerini belirtti. Türkiye'nin kendi teknolojisini üretiminde çıkışın, mimarlık ve mühendislik alanlarında atılacak basamaklarda olduğunu söyleyen Müsteşar Murad Bayar, Polonya'nın milli gelirini arttırmasına rağmen orta gelir tuzağına düşen bir AB Üyesi ülke olduğunu söyledi. Teknoloji üretiminin çok zor olduğunu söyleyen Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar, sanayimizin de bir sıçrama yapması gerektiğini belirtti. Hindistan'ın 30 yıldır tasarımını kendilerinin yaptığı tankları üretemediğinin altını çizen Müsteşar Murad Bayar, teknoloji üretiminin çok zor olduğunu, Başbakan'ın "Kendi otomobilimizi yapalım" çağrısına bu yüzden cevap gelmediğini söyledi. Dışarı bağlı silah sistemleriyle kendi teknolojimizi üretemeyeceğimizi belirten Müsteşar Murad Bayar, gemi inşaatı mühendisliğinde ve havacılıkta çok iyi yerlere gelindiğini, ARGE çalışmalarında çok mesafe kaydettiklerini, teknoparklarla çok iyi sonuçlar aldıklarını söyledi. Yolcu uçağı yapımının kolay olduğunu ve fakat zor olanın sertifikasyon alımının olduğunu, insanların sertifikasyona bakarak uçtuklarını belirtti. Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar, Fatih Projesi'nde kendi tablet'lerimizi üretmemiz gerektiğini belirterek, "Türkiye artık birçok alanda kendi teknolojisini üretecek güce gelmiştir" dedi. Bir tabletin üretim değerinin 30-40 $ olduğunu, kendi tabletimizin kendimizin üretmemiz gerektiğini, böylece teknoloji üreterek hemen her alanda katma değerlerin ülkemize kalması gerektiğine değindi. "MİLGEM Gemisi ve ALTAY Tankı %70 yerlidir." Programın soru cevap kısmında çok önemli noktalara değinen Müsteşar Murad Bayar, Savunma sanayinin ürettiği projelerden "MİLGEM Gemisi ve ALTAY Tankı ne kadar yerli? Yurt dışına satış imkanı var mıdır? Bu projelerin sürdürülebilirliği ne kadar?" sorusuna şöyle cevap verdi: "Bizim görevlerimizin önemli boyutlarından biri de TSK'nin ihtiyaçlarını karşılamaktır. Biz bu projeleri bitirirken, örneğin motorları dışarıdan değil de bizim yapmamız, belki 20 yılımızı alacakken, bu süreçte ihtiyacı önceliğe alarak projeyi bitirmeye çalışıyoruz. Çünkü savaş gemisi ya da tank lazımken, bizim ihtiyacı karşılamamız, yani üretim yapmamız gerekiyor. Eğer ihtiyaç hasıl olmazsa, dışarıdan direkt alım yapılacağından ötürü, en uygunu bizim hemen üretmemiz, ihtiyaca cevap vermemiz icap ediyor. Herşey yerli olmuyor elbette, örneğin motorlar yerli olmuyor. Ama diğer birçok aksesuarı biz üretiyoruz. Bu anlamda MİLGEM de ALTAY tankı da oran olarak %70 yerlidir diyebiliriz." Müsteşar Murad Bayar, "Özel sektörde ve kamuda firmaları akredite etmeyi düşünüyor musunuz? Bir yıldan uzun ARGE süreci olan ve sadece prototip üretecek projeler KOBİ'lere kaynak yaratmamakta, bu tür projeler nasıl finans edilebilir, avans ve teminat mektubu süreçlerini nasıl aşabiliriz? Çünkü bankalara ipotek vermeden kredi limitlerini artıramıyoruz… Ayrıca yeni açılan firmalarda destek ça- Ocak - Şubat 2013 15 ETKİNLİK Mimar ve Mühendisler Grubu’nun kahvaltılı çalışma toplantısının konuğu Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayar oldu. 2023'e kadar Türkiye’nin kendi teknolojisini kendisinin üretmesinin zor olmadığını belirten Müsteşar Murad Bayar, gerekli altyapı çalışmalarını geliştirmenin önemini anlattı. lışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?" sorusuna şöyle cevap verdi: "Fon kısmından başlayacak olursak, elbette destekliyoruz. KOBİ'lerin gelişiminde ise, evet bir KOBİ'nin prototip geliştirecek nefesi yetmiyor. Altyapıları eksik ve yeteri kadar ürünü olmayan KOBİ'lerle çalışmak çok zor oluyor. Bu konuyu biz bankalar üzerinden çalışarak çözmeye çalıştık ama çok verim alamadık. Geçen sene icra komisyonumuzdan bir rapor aldık, şekillendirdik ve bu sene uygulamaya başlayacağız. Biz bir kredi paketi oluşturacağız, kendi fonumuzdan, KOBİ'lere yönelik. Fonun özelliği şöyle: Bizim yan sanayimize hizmet edecek şirketlerle doğrudan bizim uygun şartlarımızla yan sanayisi kredi desteği. 2013'te faaliyete geçecek. Akreditasyonla alakalı üst şirketlerde bunu yapıyoruz ama biz bu konuda çok eleştiri de alıyoruz. Üst firmalarda yapıyoruz ama KOBİ'lerde standartlar oluşurken maliyetler artıyor, kolay olmuyor ama biz sektöre doğru yaygınlaştıracağız." Müsteşar Murad Bayar, "Bilgi teknolojilerinde gelişmiş ülkelerde ciro dağılımı %40 dağılım, %40 hizmet ve servis, %20 16 Mimar ve Mühendis donanım. Bizde ise %76 donanım, % 1314 yazılım, %10-11 servistir. Görüldüğü üzere bizde değer üretimi noktasında eksiklikler var. Nasıl aşabiliriz bu noktayı, yazılımı nasıl geliştirebliriz?" sorusuna "Savunma sanayinde hem silahların yazılımlarında hem karargah komuta yazılımlarına çok önem veriyoruz. Biz karargah ve komuta yazılımlarını tamamen kendimiz yapıyoruz, bu işi yapan şirketler var. Silah sistemlerinin çindeki yazılımların çoğu da böyle ama yurtdışından aldığınız bir uçak, yazılımıyla birlikte geliyor. Bilişim sektöründeki dağılımın farkındayız ama Türkiye'de bilişim, ticaret üzerine kurulu bir sektör, maalesef. Satış Pazarlama sektörü. Peki ne yapmak lazım, öncelikle artık yerel ihtiyaçların yerel yöntemlerle karşılanması gerekiyor. Ben gelecekten ümitliyim, yol alınıyor ama desteklenebilir ve hızlandırabilir." diye konuştu. Müsteşar Murad Bayar,"Sınır güvenliğinin sağlanması ve sınırlarda sızmaların azaltılması anlamında jeofizik'te kullanılan radarlarla tespit yapılıyor mu? Benzer cihazlar zırhlı araçlara monte edilerek mayın ve yeraltı çalışmaları denetlenebilir mi? Nükleer denemelerini izlemek için bir izleme sistemi var mı? Savunma sanayinin gelişiminde niçin jeofiziğe yeter kadar yer vermiyorsunuz?" sorusuna titreşim algılayıcaları ile ilgili çalışmalar yapıldığını, yerin altındaki metallerin tespitinde de ARGE çalışmalarının yapıldığını ama özellikle bu alanda çalışmalar yapanlardan istifade etmek istediklerini belirtti. Müsteşar Murad Bayar,"Yurt dışındaki ihalelerde %50-70 arasında yerlilik şartı arandığı halde, ülkemizde yerli üretimlerde yerli olabilmenin şartı aranmıyor. %100 Tranway alınarak raylı sistemler nasıl gelişebilir?" sorusuna, Savunma Sanayi olarak değer üretimini önemsediklerini ama kamuda böyle bir çalışmanın olmadığını belirtti: "Kamunun birçok alanında yerlilik şartı aranmıyor. Alımları yapan kamu kurumları, kriter olarak "hizmeti götürmek" mantığıyla hareket ediyor. Çünkü risk almak istemiyorlar, hemen hesap soruluyor. En ufak bir zaafiyet istemiyorlar. Oraya farklı destekler koymak lazım, farklı ARGE çalışmalarında bulunmak lazım, çok zor bir iş ama bu kırılma dönemlerinden de geçmek gerekiyor artık. Güney Kore bunu birçok alanda başardı mesela. Daha 30 yıl önce Amerikalılarla Nükleer Enerji tesislerini kurdular ama bugün bize gelip "biz kuralım" diyebiliyorlar, ciddi bir basamak atladılar. Burada sektör stratejileri önemli…" diye konuştu. A-TEL Telekomünikasyon Yönetim Kurulu Başkanı Haluk Hıdıroğlu, MMG Yönetim Kurulu Genel Başkan Yardımcılarından Kadem Ekşi ve Ömer Faruk Kültür, MMG Yönetim Kurulu Üyelerinden Şenol Aslan, Serkan Cantürk, MMG Yönetim Kurulu Üyesi ve Yeryüzü Mühendisleri Genel Başkanı Murat Özdemir, MMG Proje Geliştirme Kom. Bşk. Yrd. Doç. Dr. Yalçın Boztoprak, MMG Yerel Yönetimler Kom. Bşk. Selami Keskin, MMG Yer Bilimleri Komisyonu Bşk. Şehmus Yıldırım, MMG İnşaat Komisyonu Bşk. Murat Seven'in de katıldığı kahvaltıya, birçok iş adamı, mimar ve mühendisler katıldı. Kahvaltılı çalışma toplantısı soru cevap kısmıyla devam ederken, plaket töreni ve hatıra fotoğrafının çekilmesinin ardından sona erdi. 4. Ulusal Enerji Verimliliği Forumu ve Fuarı Yapıldı UEVF 2013, Enerji Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız'ın katılımıyla WOW Convention Center'da gerçekleştirildi. Etkinlikte yer alan Mimar ve Mühendisler Grubu’nun standını Bakan Taner Yıldız, ziyaret ederek, MMG'nin çalışmaları hakkında bilgi aldı. Mimar ve Mühendisler Grubu Sekreterya adına Ekrem Solmaz ve Yunus Emre Tozal, MMG'nin çalışmaları hakkında Bakan Taner Yıldız'a bilgi verdi. E nerji Verimliliği Haftası kapsamında gerçekleştirilen çeşitli etkinliklerden biri olan UEVF 2013 - 4. Ulusal Enerji Verimliliği Forum ve Fuarı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, TBMM Sanayi, Ticaret Enerji Tabii Kaynaklar Bilgi ve Teknoloji Komisyonu Başkanı Mahmut Mücahit Fındıklı, TBMM Çevre Komisyonu Başkanı Erol Kaya, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) Başkan Yardımcısı Dr. Hasan Palaz, Yenilenebilir Enerji Genel Müdürü Yusuf Yazar ve Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Başkanı Mehmet Soğancı nın katılımıyla 10 Ocak 2013 tarihinde açıldı. “Verimli Kullanırsan, Enerji Gelecektir '' teması altında gerçekleşen UEVF 2013 kapsamında düzenlenen, çeşitli oturum ve panellerde kamu kurum ve kuruluşlarının yöneticileri, özel sektör temsilcileri ve akademisyenler bildirilerini sundular. Forumda, toplumdaki enerji kültürü ve verimlilik bilincinin artırılmasının sağlanması amaçlandı. Etkinlik kapsamında, Sanayide Enerji Verimliliği (SENVER – 13) Proje Yarışması Ödül Töreni yapılırken, yarışmaya katılan firmalara da plaketleri verildi. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, UEVF 2013 açılışında yaptığı konuşmada Van ve Dicle bölgeleri hariç tutulduğunda Türkiye'deki kayıp kaçak oranının yüzde 9.4'ler civarında olduğunu belirterek, 'Bu oran AB ülkeleri ortalamasından daha düşük bir oran. Ama o iki bölgede mutlaka daha doğru şeyler yapmamız, bu konuda gayretlerimizi artırmamız lazım'' dedi. 1,5 milyar dolarlık anlaşma yapılacak Bakan Taner Yıldız, enerji kaynaklarını çok daha verimli hale getirmek gerektiğini vurgulayarak, ''Politika ve stratejilerimizin başında yenilenebilir enerji kaynakları ve yerli kaynakların artırılması ile enerji tasarrufunun da yüksek seviyelere çıkartılması temel hedeflerimiz arasında'' diye konuştu. Geçen hafta Afşin-Elbistan bölgesindeki MMG Sekreterya adına Ekrem Solmaz ve Yunus Emre Tozal, Bakan Taner Yıldız ile MMG'nin faaliyetlerini konuştular. yerli kömürle alakalı 12 milyar dolarlık bir anlaşma yaptıklarını hatırlatan Yıldız, ''Yarın 1,5 milyar dolarlık yine kaynaklarımızın değerlendirilmesine dönük bir finansman anlaşması yapacağız. Her geçen gün bu sektöre yatırılacak paranın daha da arttığını görüyoruz. Dağıtım şirketlerinin özelleşmesiyle beraber özel sektör dinamizmini buraya yerleştireceğiz. 2015 sonuna kadar Türkiye, artık kayıp kaçak oranlarıyla AB üyesi ülkelerin ortalamasından daha düşük bir seviyeye gelecek'' seklinde konuştu. Bakan Taner Yıldız, Türkiye de bir yılda ödenen elektrik faturasının 60 milyar TL olduğunu ve bu tutardan 15 milyar TL tasarruf yapması gerektiğini söyledi. Yıldız, önümüzdeki dönemde kamu binalarının enerji verimli hale gelmesi için ise 50 milyon Amerikan Doları yatırım yapacaklarını ve bu yatırımın 3 yıl içinde geri dönmesini planladıklarını belirtti. İsraf haramdır TBMM Sanayi, Ticaret Enerji Tabii Kaynaklar Bilgi ve Teknoloji Komisyonu Başkanı Mahmut Mücahit Fındıklı konuşmasında bir birim ürün üretmek için Avrupa Birliği üyesi ülkelerden iki AKP Niğde Milletvekili Dr. Ömer Selvi, AKP Çankırı Milletvekili Hüseyin Filiz, AKP Bursa Milletvekili Mustafa Öztürk MMG standını ziyaret ettiler. buçuk kat daha fazla enerji harcadıklarına dikkat çekerek dünyada 2 milyara yakın bir nüfusun enerjiden yoksun olduğunu söyledi. Fındıklı, enerjiyi kullananların nasıl olsa parasını ödüyorum diyerek enerjiyi sorumsuzca kullanmaması gerektiğini söyleyerek, “Kaloriferi sonuna kadar yakıp pencereyi açmak sorumsuzca bir davranış olur. İsterseniz emeğe saygı isterseniz bir nimet olarak kabul edin, her türlü israf haramdır diye bakın''dedi. Ocak - Şubat 2013 17 ETKİNLİK MMG 3. DERGİ FUARI'NA KATILDI Üsküdar Belediyesi ve Dergi Editörleri Birliği işbirliğinde Türkiye Yazarlar Birliği'nin katkılarıyla düzenlenen "3.Dergi Fuarı" 19- 23 Aralık 2012 tarihleri arasında, Bağlarbaşı Kültür ve Kongre Merkezi Ulaşım Müzesi’nde gerçekleşti. Fuarda stadıyla yer alan Mimar ve Mühendisler Grubu, etkinlik kapsamında ayrıca “Türkiye'de Teknik Dergi Yayıncılığı” konulu bir panel düzenledi. Ü sküdar Belediyesi, Dergi editörleri Birliği ve Türkiye Yazarlar Birliği’nin katkılarıyla gerçekleşen ve 5 gün süreyle ziyaretçilerini ağırlayan ‘3. Dergi Fuarı’ yoğun ilgi gördü. Bağlarbaşı Kültür ve Kongre Merkezi Ulaşım Müzesi’nde düzenlenen fuarın açılış törenine; Belediye Başkanı Mustafa Kara, Dergi Editörleri Birliği Başkanı Süleyman Karakaş, Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Başkanı Mahmut Bıyıklı ve çeşitli dergilerin editörleri ve yazarları katıldı. Fuar, dil-kültür ve edebiyat, tarih, sinema, din ve gençlik dergileri gibi farklı alanlarda yayın yapan pek çok dergiyi aynı çatı altında topladı. Bunun yanı sıra fuara gelen ziyaretçiler dergilerin eski ve yeni sayılarını görme, bu sayıları alabilme imkânına sahip oldu. Edebiyat dünyasından ünlü isimlerin de katıldığı dergi fuarında söyleşi, panel, imza günleri ve konferans gibi yirminin üzerinde etkinlik yapıldı. "TEKNİK DERGİ YAYINCILIĞI" PANELİ Mimar ve Mühendisler Grubu’nun, 20 Aralık 2012 Perşembe günü düzenlediği “Türkiye'de Teknik Dergi Yayıncılığı” konulu panel, Üsküdar Bağlarbaşı Kültür Merkezi'nde yapıldı. Panele katılan MMG Genel Başkanı Avni Çebi, Arkitera Yöneticisi Mimar Ömer Yılmaz, İş Dünyası Yayıncılık'tan İsmail Ceyhan, YEM Yayınları Süreli ve Sanal Yayınlar Yöneticisi Yasemin Keskin Enginöz ve Teknik Yayıncılık Yönetim 18 Mimar ve Mühendis geliştirilmesinin bir ihtiyaç olduğunu vurguladı. Panelin moderatörlüğünü yapan MMG Yönetim Kurulu Üyesi ve Yeryüzü Mühendisleri Genel Başkanı Murat Özdemir, sektörün sorunlarını konuşmak için bir araya geldiklerine işaret ederek, Türkiye'de Teknik Dergi Yayıncılığı panelini bir değerlendirme yapabilmek için düzenlediklerini vurguladı. Kurulu Başkanı Süleyman Bulak, Türkiye'de geçmişinden bugüne teknik dergi yayıncılığını tartıştılar. Paneli iki kısımda yöneten MMG Yönetim Kurulu Üyesi ve Yeryüzü Mühendisleri Genel Başkanı Murat Özdemir, teknik dergi yayıncılığının mimari ve mühendislik disiplinleri çerçevesinde geliştirilmesinin önemine değindi. Panelin açılışını gerçekleştiren Mimar ve Mühendisler Grubu Proje Koordinatörü Yunus Emre Tozal, daha önce bu alanda bir panelin gerçekleştirilmediğini, MMG olarak teknik dergi yayıncılığı konusunun daha da konuşulması ve SÜLEYMAN BULAK: "DERGİLERİMİZİ İNTERNETE TAŞIMAMIZ, REKLAM ALIMLARIMIZI HAYLİ AZALTTI" Sunumunda hem daha önce yayınlanan hem de şu anda yayınlanan sektörel dergilerden bahseden Teknik Yayıncılık Yönetim Kurulu Başkanı Süleyman Bulak, yayıncılık sektörünün hem çok zevkli hem de çok meşakkatli bir sektör olduğunu söyledi: "MMG'nin bir dernek olarak böyle bir platformda bizleri buluşturması çok sevindirici… Bu işlerin ne kadar zor olduğunu hepimiz biliyoruz" dedi. Dergilerin finans problemine değinen Süleyman Bulak, dergilerde hem matbaa hem de dağıtım problemleri olduğuna dikkat çekti. ÖMER YILMAZ: "TWITTER'I HAYAL EDEMEDİK. DERGİ SEKTÖRÜ İNTERNETLE BİRLİKTE KENDİSİNE METOTLAR ÜRETEBİLMELİ..." Sözlerine teknik dergiciliğin kendisine has problemlerinin olduğunu hem de aslında dünyada kullanılan metotları fark edemediğine değinerek başlayan Arkitera Yöneticisi Mimar Ömer Yılmaz, Türkiye'de özellikle sektörel bazda çıkan dergilerin enflasyonla paralel şekilde yürümesi gerektiğinin altını çizdi. Burada bir "Ahlak Problemi"nin de olduğuna dikkat çeken Arkitera Yöneticisi Mimar Ömer Yılmaz, dergilerin iş dünyasıyla olan yakınlıklarının kendilerine içerik anlamında zarar verdiğini sözlerini ekledi. "Teknik Yayıncılık'a Türkiye'de Business to Business gözüyle bakılıyor" diyen Ömer Yılmaz, Teknik dergilerde en önemli sorunun ölçme sorunu olduğunu, hangi derginin tirajının ne kadar olduğunun bilinmediği belirtti. Ayrıca nitelikli dergi içeriği hazırlamak isteyenlerin hem twitter'da hem internet dünyasında hem de yazılı medyada, kısacası her platformda öne geçeceklerini söyledi. AVNİ ÇEBİ: "DERGİCİLİK BİR ÖZVERİDİR, SAMİMİYETTİR, DÜŞÜNCE ÜRETMEKTİR" Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı Avni Çebi, dergi çıkarmanın çok özverili bir mesele olduğunu, samimiyetin ve dayanışmanın derginin her alanında kendisini göstermesi gerektiğini ifade etti. Sunumuna Cemil Meriç'in "Dergiler, hür tefekkürün kaleleridir" sözüyle başlayan Avni Çebi, "Siyasetin ve ekonominin önünün açılması için hür düşüncenin önünün açılması gerekir" dedi. "Dergi çıkarmak için hem fiziksel hem zihinsel hem de ruhsal donanımda olunması gerektiğinin altını çizen Avni Çebi, Mimar ve Mühendisler grubu olarak çıkardıkları Mimar ve Mühendis Dergisi'nin hem 1996'da çıkarılan ilk sayılarını, hem 2000'li yıllardan sonraki halini hem de şu anda yayınlanan sayıların nasıl çıktığını anlattı. İlk sayısından bu yana mimari ve mühendislik disiplinleri çerçevesinde şehir ve mimari, enerji, gıda, iş güvenliği, mühendislik etiği gibi önemli konulara vurgu yaptıklarına değinen Avni Çebi, dergi çıkarmanın zorluklarını da anlattı. Ülkemizde yayınlanan ilk teknik dergilerden Bilim ve Teknik'e de değinen Avni Çebi, gerçekten çok zor zamanları gerilerde bıraktıklarını, artık nitelikli ve içeriği zengin olan dergilerin daha kolay metotlarla yayınlanabilir olmasına da dikkat çekti. YASEMİN KESKİN ERGİNÖZ: "DERGİCİLİKTE KİŞİLER GELİP GEÇİCİDİR, MARKALAR ÖNEMLİDİR" Sözlerine dergilerde kişilerin değil markaların adının daha önemli olduğuna dikkat çekerek başlayan YEM Yayınları Süreli ve Sanal Yayınlar Yöneticisi Yasemin Keskin Erginöz, Türkiye'de Yapı Endüstri Merkezi olarak 1973'te ilk yayınladıkları Yapı Dergisinin 1. sayısından yola çıkarak, 1. sayıda sadece 2 makale bulunduğunu belirterek, o sıralar proje üretebilmenin bile çok zaman aldığına dikkatleri çekti. Dergi çıkarmanın en büyük sorununun süreklilik olduğunu belirten Yasemin Keskin Erginöz, Yapı Dergisi olarak dergilerle iş dünyası arasında aslında bir sorun bulunmadığını, herkesin kabul edeceği ve tasdikleyeceği konuların dergilerin de işlemesinin sorun olmadığını, hatta daha iyi olduğunu söyleyerek Arkitera Yöneticisi Mimar Ömer Yılmaz'ın açtığı ahlakilik meselesine bir bakış açısı sundu. Sektörle iş dünyası arasında bulunan o önemli ilişkinin korunması gerektiğine değinen Yasemin Keskin Erginöz, ahlakilik kavramının burada görecelik içermediğini, çünkü sektörle iş dünyası arasındaki ilişkinin korunabilir olduğunu ifade etti. İSMAİL CEYHAN: "BİLİM DERGİLERİNİN OLMAMASI, AKADEMİSYENLERİ BİZLERE YÖNLENDİRİYOR" Son konuşmacı olarak İş Dünyası Yayıncılık'tan İsmail Ceyhan'a söz veren moderatör Murat Özdemir, panelin ardından sorulu cevaplı bir bölüm yapabileceklerini belirtti. İş Dünyası Yayıncılık'tan İsmail Ceyhan, çıkardıkları sektörel dergilere çok fazla bir şekilde akademisyenler tarafından yazılar geldiğini, bu yazıların bazılarını yayınladıklarını bazılarını ise zayıf bulduklarını belirtti. Akademisyenlerin kendilerine yazı göndermesinin çok güzel bir şey olduğunu ama bunun çok büyük bir eksiklik olduğunu belirten İsmail Ceyhan, teknik ve bilim dergilerinin hâlâ ülkemizde geliştirilemediğine dikkat çekti. Programın ardından sorulu cevaplı kısımda sektörel dergilerin sorunları konuşuldu. Soru cevap kısmında söz alan Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi, sektörel dergilerin iş dünyasıyla arasında olan hassas ilişkileri kaybetmemeleri gerektiğine dikkat çekti. Katılımcılar Mimar ve Mühendisler Grubu'na böyle bir panel düzenlediği için teşekkürlerini ifade ettiler. Katılımcılarla toplu fotoğraf çekildikten sonra program sonlandırıldı. Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı Avni Çebi, dergi çıkarmanın çok özverili bir mesele olduğunu, samimiyetin ve dayanışmanın derginin her alanında kendisini göstermesi gerektiğini ifade etti. Çebi, ilk sayısından bu yana mimari ve mühendislik disiplinleri çerçevesinde şehir ve mimari, enerji, gıda, iş güvenliği, mühendislik etiği gibi önemli konulara vurgu yaptıklarına değinerek dergilerin yayına hazırlık sürecini katılımcılarla paylaştı. Ocak - Şubat 2013 19 ETKİNLİK “HERKES İÇİN ŞEHİR: DEĞİŞEN KENTLER DÖNÜŞEN YAŞAMLAR” PANELİ Mimar ve Mühendisler Grubu, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi ve Küçükçekmece Belediyesi işbirliği ile “Herkes için Şehir: Değişen Kentler Dönüşen Yaşamlar” panelini düzenledi. “H erkes için Şehir: Değişen Kentler Dönüşen Yaşamlar” paneli, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde, Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi’nin moderatörlüğünde gerçekleşti. Panel, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Adem Esen’in, programı düzenleyen MMG’ ye ve Küçükçekmece Belediyesi için yaptığı teşekkür konuşmasıyla başladı. ADEM ESEN: “RANT MUHAKKAK OLACAKTIR, RANTA ADİL BİR PAYLAŞIM ÇÖZÜMÜ BULMALIYIZ.” İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Adem Esen, bu yıl başlattıkları “Kent Çalışmaları ve Yönetimi” yüksek lisans programıyla kentsel dönüşüm üzerine yoğunlaşmaya başladıklarını belirterek, YÖK ile birlikte “Yeşil Kampus ve Sürdürülebilir Yeşil Çevre” projesi üzerinde çalıştıklarını söyledi. Geleceğin sermayesinin yeşil ekonomi olacağını aktaran Esen, yüksek katlı apartmanlara taşınan insanların mahalle ve sokak kültürlerinden uzaklaştıklarına değindi. Rantın muhakkak olacağını, ranta adil çözüm bulunmasının gerektiğini de ifade eden Esen; “Kenti bir bütün ele almadıkça sorunlar 20 Mimar ve Mühendis çözülemeyecektir. Konut fiyatları çok fazla arttı ve artmaya devam ediyor, orta sınıf kaybedilmeye başlanıyor. Toplumda çok zengin sayısının artmasından ziyade orta sınıfın sayısının artması önemlidir. Şehir demek, düzen demektir” dedi. KORKUT TUNA: “ŞEHİR KONUTTAN İBARET DEĞİLDİR” Şehirlerin ortaya çıkışını ve insanlığın ortaçağdan bu yana kurdukları medeniyetleri anlatarak konuşmasına başlayan Prof. Dr. Korkut Tuna, kentsel dönüşümle ifade edilenin çok iyi anlaşılması gerektiğinin altını çizerek; “Nüfus ne kadar kalabalık olursa olsun şehri şehir yapan unsurların üzerinde durmamız, varlığını unutmamamız gerekiyor. Bugün baktığımızda şehirler binalardan dolayı ayırt edilmeyecek şekilde beton çöplüğüne doğru gitmektedir. Şehirler medeniyetlerin unsurlarıdır. Değiştirilen kentler ve dönüştürülen yaşamlara izin vermemeliyiz” diye konuştu. HATİCE AYATAÇ: “İSTANBUL SADECE GÖÇLERLE BÜYÜMÜYOR. İTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir Bölge ve Planlama Bölümü’nden Doç. Dr. Hatice Ayataç, kentsel bağlam noktasını tartışarak, mekâna bağlılığın insan yaşamındaki önemine değinerek konuşmasına başladı. Sosyal Çevre, Fiziksel Çevre ve Bireysel Nitelikler olarak üç ana başlık altında mekana bağlılığı ifade eden Ayataç, İstanbul’un 5.343 km2’lik bir alanda Türkiye’nin en büyük metropol kenti olduğunu belirterek, “Kentsel aidiyet ve değişen anlam” üzerinden analiz yaptı. İstanbul’da nüfusun gittikçe arttığını, 1990’da ve 2000’de büyük göçler aldığını verilerle ortaya koyan Ayataç, kentsel aidiyetin anlamları değiştirdiğini; dolayısıyla şehir hayatında değişen ve yayılan kentsel mekânı izleyebildiklerini söyledi. İstanbul’un sadece göçlerle büyümediğini, ekonominin ve siyasi aktörlerin de, Galeria ile başlayan AVM’lerle, dünya kenti olma vizyonu, 2010 Kültür Başkenti Projesi ve Habitat Toplantıları gibi birçok sebebin İstanbul’da kentsel mekânları genişlettiğini belirtti. KADEM EKŞİ: "PARÇALANAN YAŞAMLAR 1+1'LERDE HAYAT BULUYOR!" Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi, değişen kentlerin yaşamları dönüştürdüğünü belirterek, şehirlerin dikkat çeken İdris Atabay, “nasıl şekillenmek istiyorsak şehirlerimize de öyle şekil vermemiz gerekiyor” dedi. yaşlıların, çocukların ve engelli vatandaşların rahatça yaşayabilecekleri şekilde inşa edilmesi gerektiğinden yola çıkarak programın başlığını "Herkes için Şehir" belirlediklerini söyledi. Ekşi; "kendi hayatımıza kendimiz kurşun vuruyoruz. 3 çocuklu 5 çocuklu aileler 1+1'lerde mi büyüyecek? 1+0, 1+1 projeleri, bu toplumun kalbine vurulan hançerdir. İnsanımız bu evlerde medeniyet üretemez. Bu projeler, toplumda muhabbeti, aile yaşamını, birliktelikleri ve sosyal sorumlulukları zedeleyerek "ben" bilinci oluşturur. Aile kavramı olarak bahsettiğimiz değerler bu evlerde kayboluyor. Herkesin bunu düşünmesi gerekiyor; o yüzden kentsel dönüşümü, insan yüzlü şehirler inşa etmemiz için bir imkân olarak görmeliyiz" dedi. Kadem Ekşi, insanı merkeze alan, yeşil alanları bulunan şehirlerin inşa edilmesi gerektiğini söyledi. AZİZ YENİAY: "SİTELERLE KURULMUŞ BİR ŞEHİR, ŞEHİR OLAMAZ!" "Kentsel dönüşümle birlikte bizden sonraki nesillere nasıl bir gelecek hediye ediyoruz?" sorusuyla sözlerine başlayan Aziz Yeniay, nesillerin yaşam haklarını gasp etmeyecek derecede yaşanabilir şehirler inşa etme zorunluluğumuzun olduğunu söyledi. Dönüşüme, kültürün ve medeniyetin beslenebileceği bir kent tasavvuruyla yola çıkıldığı için şehir planlama noktasında, daha önce kaybedilen zamanları da kazanmanın gerektiğini ifade eden Aziz Yeniay; “sitelerle kurulu bir şehrin şehir olamaz” dedi. "Bugün bir şehrin sokağında tinerciler, bali çeken çocuklar varsa, sosyal alanlar yetersiz ise, trafikte bir yerden bir yere giderken 2-3 saat trafikte kalınabiliyorsa, işsizlik aşsızlık artıyorsa o zaman o şehrin planlamasında bir sorun var demektir" diye konuşan Aziz Yeniay, kentsel dönüşümde parçadan bütüne değil, bütünden parçaya doğru gidilmesi gerektiğini söyledi. Kentsel dönüşüm için yapılanların sadece menfaat uğruna yapılırsa, hedeflenen o bütüncül fotoğrafı görülemeyeceğine de değinen Aziz Yeniay; “Artık nereye doğru gittiğimizin, nereye doğru yol aldığımızın adının konulması gerekiyor, şimdiye kadar yapılan çalışmalarla birlikte bizler ne haldeyiz, ne durumdayız, neler yaptık ve nereye gidiyoruz? Kapılarına kilit vurulan sitelerle dolu bir şehir olamaz” şeklinde sözlerini sürdürdü. KORHAN GÜMÜŞ: "SİYASET, TÜRKİYE'DE ENTELEKTÜEL BİRİKİMİ KÜÇÜMSÜYOR!" Konuşmasına ulus devletlerin kentler üzerindeki yaptırımlarıyla başlayan Mimar Korhan Gümüş, toplumun sınıfsal olarak dönüştürüldüğünü belirtti. Kentlerin düdüklü tencere yapar gibi tasarlandıklarını belirterek, şehirleri düzenleyemediğimizi ifade eden Korhan Gümüş, toplumun tasarlandığını; toplumla birlikte kentin de ulus devletler tarafından tasarlandığını belirtti. Türkiye'de sınıfsal asimetrinin entelektüel üretimi izole etmesinin yarattığı korkunç sonuçların bulunduğunu, Türkiye'de sadece kent problemlerinin değil, güvenlik sorunlarının da bulunduğunu belirtti. Siyasetin Türkiye'de entelektüelin birikimin önünü kapattığını söyleyen Korhan Gümüş, Türkiye'de hala 19. yüzyılın mantığıyla siyasette işlerin yürüdüğünü ifade ederek, halkın burada hiçbir şekilde konumlandırılamadığının cezasını yine halkın ödediğini söyledi. İDRİS ATABAY: "NASIL ŞEKİLLENMEK İSTİYORSAK, ŞEHİRLERİMİZE DE ÖYLE ŞEKİL VERMEMİZ LAZIM…" İBB Kentsel Dönüşüm Müdürü İdris Atabay, kötü olduğu iddia edilen birkaç uygulamadan dolayı adı kirletilmiş olan kentsel dönüşüm konusunun akademik camia tarafından çoğunlukla destek görmediğini belirtti. Atabay; birçok köklü üniversitenin aksine henüz iki yaşında olan Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde bu konuda eğitime başlanılmış olmasının sevindirici olduğunu belirtti. MMG'nin yaptığı tüm programları takip ettiğini, programların isimlerinin çok özenle konulduğunun dikkat çektiğini ifade eden Atabay, bir şehir planlama kitabında okuduğu "En mükemmel şehrin içinden insanları çekip alırsanız o şehir ölür.” cümlesinden hareketle Mimar ve Mühendisler Grubu’nun program için seçtiği "Herkes için Şehir" başlığının çok anlamlı olduğunu ifade etti. Kentleşmenin; Kentlerin büyümesini, kent sayısının, kentlerde yaşayan nüfusun ve kentsel faaliyetlerin artışını gösteren toplumsal bir olay olduğunu, şehirciliğin ise kentsel gelişmenin bir düzen ve denetim altına alınması yollarını gösteren fiziksel bir olay olduğunu ifade eden Atabay, “her iki olayın da kentte gerçekleşiyor olması kentsel dönüşümün toplumsal ve fiziksel boyutlarının varlığını ortaya koymaktadır” dedi. İngiltere eski başbakanı Churchill'in "Biz binalarımıza şekil veririz, sonra onlar bize şekil verirler" sözünü Prof. Gündüz Özdeş'in şehirlere uyarlayarak "Biz şehirlerimize şekil veririz, sona onlar bize şekil verirler" şeklinde ifade ettiğine AVNİ ÇEBİ: "KENTİ BİR RANT OLARAK DEĞİL, BİR YAŞAM ALANI OLARAK KURGULAYABİLMEMİZ GEREKİYOR." Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı Avni Çebi, sözlerine şehri inşa ederken dünü, bugünü ve geleceği düşünerek, geçmişin birikimini geleceğin vizyonuyla birleştirerek inşa etmemiz gerektiğini ifade etti. Kentsel dönüşümün neyi dönüştürdüğünü, neyi değiştirdiğini ciddi ciddi düşünmemiz gerektiğini ifade eden Avni Çebi, MMG olarak kente bir çeşit akvaryumlara dönüştürmeden adeta bir umman gibi baktıklarını, bu yüzden de "herkes için şehir" kavramı üzerinde durduklarını belirtti: "Şehri inşa ederken insanların kültürel ve etnik yapılarını, sosyal ve ekonomik durumlarını, yabancı ve yerliliklerini hesaba katarken aynı zamanda yaş gruplarını da değerlendiren bir sistem içinde bakmamız gerekiyor. Bugün buradan yeni bir toplum, yeni bir dil, yeni bir medeniyet anlayışı çıkarabilmemiz lazım" dedi. Kent planlanırken hem bina bazında hem de şehir planlaması anlamında her kesimden insanın ihtiyacını karşılayabilecek derecede, kentin insanı ölçek alan bir yapıda yapılandırılmasının önemine dikkat çeken Avni Çebi, kentsel dönüşüme şehirlerimizde yeniden insan ölçekli seviyelerde inşa etmemiz için bir imkân olarak bakmamız gerektiğini ifade etti. Şehirlerin insanda keşif duygusunu ortaya çıkarabilecek yapılarda yapılandırılmasının önemini vurgulayan Çebi, kenti bir rant olarak değil, bir yaşam alanı olarak kurgulayabilmemiz gerektiğine değindi. “Kentleri tasarım kurbanları olmaktan korumamız gerekiyor” dedi. Ocak - Şubat 2013 21 ETKİNLİK TARIM VE HAYVANCILIKTA BÖLGESEL KALKINMA TOPLANTISI DÜZENLENDİ Gıda ve Tarım Sektör Kurulu tarafından MÜSİAD Diyarbakır Şubesi ev sahipliğinde gerçekleşen “Tarım ve Hayvancılıkta Bölgesel Kalkınma” konulu istişare toplantısı Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı M. Mehdi Eker, Diyarbakır Valisi Mustafa Toprak'ın katılımıyla gerçekleşti. G ıda ve Tarım Sektör Kurulu tarafından MÜSİAD Diyarbakır Şubesi ev sahipliğinde Diyarbakır'da düzenlenen Tarım ve Hayvancılıkta Bölgesel Kalkınma Toplantısı’na Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı M. Mehdi Eker, Diyarbakır Valisi Mustafa Toprak'ın yanı sıra çok sayıda işadamı katıldı. Kuran-ı Kerim tilavetiyle başlayan toplantıda MÜSİAD 22. Yıl tanıtım filmi sunuldu. Sunumun ardından açılış konuşmasını MÜSİAD Diyarbakır Şube Başkanı Şahabettin Aykut gerçekleştirdi. Konuşmasında Diyarbakır'ın tarihi yapılarına değinen Aykut, terör olaylarından dolayı tarım faaliyetlerinin olumsuz yönde etkilenerek göçlerin yaşandığını ifade etti. Tarım ve Hayvançılık Bakanı M. Mehdi Eker 22 Mimar ve Mühendis M. MEHDİ EKER: "GAP ALANINI MODERN BİR TARIMSAL ÜRETİM ALANI HALİNE GETİRMEYE ÇALIŞIYORUZ" Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı M.Mehdi Eker, "Dicle ve Fırat nehirlerinin sularının her aşamada kullanılanabilir hale getirmemiz lazım ki, bölgede tarım ve gıda alanlarında sürdürülebilir kalkınmayı sağlayabilelim" dedi. GAP alanını modern bir tarımsal üretim haline getirmeye çalıştıklarını belirten Mehdi Eker; "Üzerinde yaşadığımız bereketli topraklarında; onlarca medeniyete beşik olmuş Dicle ve Fırat nehirlerinin havzasında, onbinlerce yıldır tarım yapılmakta. Bugün modern çağın gerektirdiği tarımsal verimliliği daha üst bir düzeye getirecek, hem işletmecilik hem verimlilik hem de bir iktisadi faaliyet olarak daha yüksek bir gelir getirecek düzeyde tarımın yeniden geliştirilip ihya edilmesi, tarıma dayalı sanayinin geliştirilmesi, bölgenin Türkiye'nin kalkınmasına yapacağı katkı çok önemlidir" diye konuştu. Diyarbakır'da böyle bir toplantının düzenlenmesinin anlamlı olduğunu ifade eden Bakan M. Mehdi Eker; "Bölgede yaşayan vatandaşların çok uzunca bir süre maruz kaldığı sosyal, ekonomik, alt yapıları ile ilgili birçok sorunun aslında toplamından oluşan, bir bölgesel kalkınmışlık farkını gidermek için değil, burada refahı artırmak, burada işsizlere iş üretmek, burada insanların sofralarına bir tabak daha ilave etmek, bir işsiz kardeşimize daha iş bulabilmek için, buranın temel zenginlik alanını oluşturan tarım ve hayvancılık sektörünü geliştirmek için birçok proje hazırladık" ifadelerine yer verdi. Bakan Eker, Türkiye'de üretilen pamuğun yarısından fazlasını Şanlıurfa ve Diyarbakır`ın tek başına ürettiğini belirterek, " Geçen yıl 2.6 milyon ton üretilen pamuğun yarısından fazlasını bu iki il üretti. Türkiye'de tarım sektörünün daha iyi bir noktaya gelmesi için bu sene çiftçinin cebine nakden karşılıksız, hibe olarak aktardığımız para Kasım başı itibari ile 7 milyar TL, 31 Aralık itibari ile 7.7 milyar liraya mal olacak" şeklinde konuştu. "Tarım ve gıda alanlarında, sebze ve meyve üretimiyle Güneydoğu Anadolu Bölgesi, geleneksel ürünleriyle, kültür birikimini barındırıyor. Hem gıda sanayisinin hem tarıma dayalı sanayinin geliştirilmesi ve hem de tarımsal hammaddelerin üretilmesi, sadece Türkiye'nin gıda güvenliğinin sağlanmasına yapacağı katkı açısından değil, Ortadoğu'da her yıl ortalama 30 milyar $'ın üzerindeki gıda ihtiyacın da karşılayabilecek olması açısından önemli bir noktadır" diyerek bölgenin özelliğine dikkat çeken Bakan M. Mehdi Eker, GAP Eylem Planı olarak Karadeniz ve Akdeniz havzalarını birleştirip, yeni tarımsal üretim imkanlarıyla gelecekte çok büyük fırsat alanları oluşturacaklarını belirtti. NAİL OLPAK: "ÇÖZÜM HEPİMİZİN ORTAK MESELESİ" Nail Olpak, bilinçsiz tüketimin israfa yol açtığını belirterek, "Ülkemizde çok ciddi oranlarda bilinçsiz tüketimden kaynaklanan israf söz konusudur. Su, enerji ve toprak kaynaklarının her geçen gün tükendiği ülkemizde sadece bir yılda bilinçsiz seçme ayıklama ve saklama nedeniyle iç piyasaya arz edilen sebze meyvenin yüzde 25`i çöpe gitmektedir. Çöpe atılan sebze ve meyvenin maddi karşılığı yıllık 16 milyar lira seviyesindedir" dedi. MUSİAD Başkanı Nail Olpak, konuşmasına şöyle devam etti: “MÜSİAD olarak, Gıda ve Tarım Sektör Kurulumuzun bu toplantısını gerçekten önemsiyoruz. Çünkü gıda ve tarım konusunun Türkiye için ne ifade ettiğinin farkındayız. Türkiye’de daha doğru, daha verimli, daha sağlıklı ve sürdürülebilir bir gıda ve tarım uygulaması için atılan adımların da farkındayız ve yapılan doğru icraatların sürdürülmesi için alkışlamakla yetinmeyip öneri ve uyarılarımızı da daima iyi niyetle seslendireceğiz. Türkiye’de tarımın verimli hale getirilmesi için arazi toplulaştırılması başta olmak üzere, ülkemiz için hayati değer ve önem taşıyan tarım politikaları konusunda yasal, idari, teknik ve ekonomik sorunların çözümü hepimizin ortak meselesi. Tarımla birlikte hayvancılıkla ilgili sorunların çözümü de Türkiye için büyük önem ve değer MUSİAD Başkanı Nail Olpak taşıyor. Gıda güvenliği ve hijyen, güvenilir gıda, helal ve doğal gıda konuları kamuoyunun haklı olarak ilgisini çekmektedir. Gıda sektöründe satışa sunulan 120'nin üzerinde ürün grubunda yaşanılan %1 KDV ile alınıp % 8 KDV ile satılma problemi ciddi bir vergi kaybına ve kayıt dışı uygulamalara - usulsüzlüklere neden olmaktadır. Ülkemizde % 45 in üzerinde bulunan organize olmamış perakende (Semt pazarları, bakkallar, büfeler ve tekli marketlerden oluşan geleneksel küçük ölçekli perakendeciler) yanında cash&carry adıyla bilinen ve toptan satış adıyla çalışan işletmeler maalesef bu vergi kaybının ve kayıt dışılığın sebebi olmaktadırlar. Ülkemizde çok ciddi oranlarda bilinçsiz tüketimden kaynaklanan israf söz konusudur. Su, enerji ve toprak kaynaklarının her geçen gün tükendiği ülkemizde sadece bir yılda bilinçsiz seçme-ayıklama ve saklama nedeniyle iç piyasaya arz edilen sebze meyvenin yüzde 25'i çöpe gitmektedir. Çöpe atılan sebze ve meyvenin maddi karşılığı yıllık 16 milyar lira seviyesindedir. Gıda, tarım ve hayvancılık konularında izlenebilir ve sürdürülebilir uygulamaların önemi büyüktür. Ziraat mühendisleri, gıda mühendisleri ve teknikerler, veteriner hekimler gibi teknik personelin proje, performans ve verimlilik ölçütleri içerisinde istihdam edilmelerinin sağlanması gıda, tarım ve hayvancılık uygulamalarında önemli bir aşama olacaktır.” "Gıda, tarım ve hayvancılık konularında izlenebilir ve sürdürülebilir uygulamaların önemi büyüktür. Ziraat mühendisleri, gıda mühendisleri ve teknikerler, veteriner hekimler gibi teknik personelin proje, performans ve verimlilik ölçütleri içerisinde istihdam edilmelerinin sağlanması gıda tarım ve hayvancılık uygulamalarında önemli bir aşama olacaktır." Tarım ve Hayvancılıkta Bölgesel Kalkınma Toplantısı’nda Türkiye'de verimli tarım yapılabilmenin yolları tartışıldı. Ocak - Şubat 2013 23 ETKİNLİK KENTSEL DÖNÜŞÜM SÜRECİNDE GERİ KAZANIM VE ATIK YÖNETİMİ Sektörel Fuarcılık tarafından 15-16 Kasım 2012 tarihleri arasında düzenlenen IWES 2012 – 4. Atık Teknolojileri Sempozyumu ve Sergisi kapsamında, Mimar ve Mühendisler Grubu, “Kentsel Dönüşüm Sürecinde Geri Kazanım ve Atık Yönetimi” ile "Özel Atıkların Üretimi" konulu iki özel oturum gerçekleştirdi. M imar ve Mühendisler Grubu Genel Başkan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür’ün başkanlığında gerçekleşen “Kentsel Dönüşüm Sürecinde Geri Kazanım ve Atık Yönetimi” panelinde konuşmacı olarak; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü Atık Yönetimi Dairesi Başkanlığı’ndan Çevre Mühendisi Recep Karamehmetoğlu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Çevre Koruma ve Kontrol Dairesi Başkanı Dr. Cevat Yaman ve DİSAN Genel Müdürü Hayrettin Can yer aldı. BİNA ATIKLARINDAN KÖY EVİ Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür, kentsel dönüşüm sürecinde ortaya çıkacak bina yıkıntılarının fırsata dönüştürülmesi gerektiğinin altını çizerek, “Türkiye’de yıkılmaya yüz tutmuş, fiziki ömrünü tamamlamış kerpiç evler bulunuyor. Bina atıklarından elde edeceğimiz, kolon, kiriş ve benzeri malzemelerle köylerimizdeki bu evleri yapmamız mümkün. Ayrıca yolu olmayan köylere de bu malzemelerle yol yapabiliriz. Bu anlayış ile Avrupa’da olduğu gibi modern, iki katlı bahçeli köy evleri yapmamamız için hiç bir neden yok” diye konuştu. ATIKLAR KALDIRIM ve YOL OLACAK Recep Karamehmetoğlu, toplam 6 buçuk milyon konutun kentsel dönüşüm sürecine Ömer Faruk Kültür 24 Mimar ve Mühendis girdiğinde bazı binalarda tehlikeli atık olma ihtimaline karşı 3’üncü sınıf depolama tesislerinde depolanması gerektiğini belirtti. Karamehmetoğlu, dünyada kentsel dönüşümü başarıyla gerçekleştiren ülkelerin yöntemlerinin incelendiğini sözlerine ekleyerek, “Ancak amacımız geri kazanımı özendirmek. Beton ve çimento fabrikaları ile görüşüyoruz. Bina atıklarının yol yapımında, kaldırım yapımında kullanılmasını öngörüyoruz” dedi. İSTANBUL’DA 5 BİN ARAÇ TAKİP EDİLİYOR Dr. Cevat Yaman ise İstanbul’da bina atıklarını taşıyan 5 binin üzerinde araç takip sistemi ile moloz taşıyan araçların izlendiğini, yasak bölgelerde moloz dökümü yapanların sıkı bir şekilde denetlendiğini açıkladı. Yaman, İstanbul’da bina atıklarının depolanması için 28 adet yeni arazinin İBB’ye tahsisi için de başvuruda bulunduklarına, özellikle terkedilmiş maden alanlarının kullanılacağına dikkat çekti. Önceki dönemde denetim ve idari yaptırım yetkileri olmadığı için bu atıkların İstanbul’a gelişigüzel atıldığını belirten Yaman, 2004 yılının mart ayında çıkan yönetmelikle birlikte denetim ve idari yaptırım konularında yetkilendirildiklerini belirterek; “Bu yönetmelik çıkana kadar inşaat ve hafriyat atıkları yönetmeliği Recep Karamehmetoğlu Ahmet Günay olmadığı için bu atıklar İstanbul`da gelişi güzel bir şekilde dökülüyordu; çünkü bir denetim yetkisi yoktu. Bu yönetmelik çıktıktan sonra idari yaptırım yetkisi bize devredildi ve sonra biz bu denetimleri yaptık. Hatta denetimleri sıklaştırarak yeni sahalar oluşturduk ve hala hafriyat atıklarının düzenli bir şekilde depolamaya devam ediyoruz.” diye konuştu. ATIKLARIN AYRIŞTIRILMASININ ÖNEMİNE DİKKAT ÇEKİLDİ DİSAN Başkanı Hayrettin Can, geri kazanılmış atıkların nasıl değerlendirileceği hakkında bilgi vererek, örnek uygulamalar eşliğinde geri kazanılan atıkların nasıl ayrıştırıldığını, geri kazanımla dönüştürüldüğünü, geri kullanıma hazır hale geldiğini anlattı. Video ve fotoğraflarla birlikte sunumuna devam eden Can, geri dönüşüme, binaların yıkımından önce başlandığını, yıkılmadan önce tahtaların, pencere ve kapıların, metal eşyaların, kabloların ve tehlikeli maddelerin öncelikle ayrıştırıldığını, ardından binanın sadece beton yığınını parçalayarak ve beton parçalarından da agregaları ayrıştırarak dönüşüme hazır hale getirdiklerini anlattı. Atılların geri dönüşümünün ve yeniden kullanılabilir hale getirilmesinin zahmetli bir iş olduğuna değinen Can, geri kazanılmış atık sahalarının çoğaltılması gerektiğinin altını çizdi. Hayrettin Can ÖZEL ATIKLARA ÖZEL PANEL "Özel Atıkların Üretimi" panelinde; İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü'nden Uzman Serap Tatlıoğlu, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nden Prof. Dr. Dildar Konukoğlu, Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi'nden Doç. Dr. Ahmet Erdal Osmanoğlu, İSKİ'den Ali İnci ve AKÜDER'den İslam Sadıker konuşmacı olarak yer aldı. Oturumu İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yasar Bağdatlı yönetti. GÜNDE 249 TON TIBBİ ATIK İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü'nden Uzman Serap Tatlıoğlu Türkiye'de bin 217 hastanenin 187 bin 788 yatak kapasitesine sahip olduğunu ve yatak başına ortalama 2 kg. tıbbi atık ürettiğini söyledi. Tatlıoğlu, her gün hastanelerin 249 ton, yılda ise 90 bin 750 ton tıbbi atık ürettiğini belirterek, "Ülkemizde bu alanda tıbbi atık toplama ve bertaraf kapasitesinin arttığını görmek mümkün" dedi. YÖNETMELİKLER KOLAY ANLAŞILMALI İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nden Prof. Dr. Dildar Konukoğlu ise sunumunda tehlikeli kimyasal atıkların sınıflandırılmasında kullanılan etiketleme sistemlerinin kurulan komisyonlar tarafından daha etkin bir şekilde yürütülmesi gerektiğine dikkat çekti. Konukoğlu ayrıca personel eğitimlerinin artırılarak yönetmeliklerin herkes tarafından kolayca anlaşılacak şekilde düzenlenmesi gerektiğini sözlerine ekledi. Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi Müdürü Doç. Dr. Ahmet Erdal Osmanlıoğlu, günümüzde sağlık kuruluşlarında gerçekleştirilen radyoaktif veya nükleer yöntemlerle hastalıkların tanısı ve tedavisi konusundaki çalışmaların ve bu çalışmalar sonucu ortaya çıkan atıkların çalışanlar ve çevreye etkisi konusunda açıklamalarda bulundu. Radyoaktif ve nükleer atıkların geniş bir yelpazede değerlendirilebileceğini belirten Osmanlıoğlu, radyoaktif maddelerin teşhis Serap Tatlıoğlu Dildar Konukdğlu Panelde; tehlikeli kimyasal atıklara dikkat edilmesi ve sınıflandırılmasında kullanılan etiketleme sistemlerinin, kurulan komisyonlar tarafından daha etkin bir şekilde yürütülmesi gerektiğine dikkat çekildi. ve tedavi yöntemi olarak tıpta kullanımı sonucunda çok çeşitli radyoaktif atıklar çıkmadığını ve bu atıkların miktarına, türlerine tıbbi uygulamanın boyutuna ve içerdiği radyoizotoplara bağlı olarak tehlike yaratabileceğini belirtti. yöntemi olarak tıpta kullanımı sonucunda çok çeşitli radyoaktif atıklar çıktığını ve bu atıkların miktarına, türlerine tıbbi uygulamanın boyutuna ve içerdiği radyoizotoplara bağlı olarak tehlike yaratabileceğini belirtti. RADYOAKTİF ATIKLARA DİKKAT ETMELİYİZ Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi Müdürü Doç. Dr. Ahmet Erdal Osmanlıoğlu, günümüzde sağlık kuruluşlarında gerçekleştirilen radyoaktif veya nükleer yöntemlerle hastalıkların tanısı ve tedavisi konusundaki çalışmaların ve bu çalışmalar sonucu ortaya çıkan atıkların çalışanlar ve çevreye etkisi konusunda açıklamalarda bulundu. Radyoaktif ve nükleer atıkların geniş bir yelpazede değerlendirilebileceğini belirten Osmanlıoğlu, radyoaktif maddelerin teşhis ve tedavi YILDA 95 MİLYON ATIK AKÜ VAR AKÜDER Çevre Danışmanı İslam Sadıker ise Türkiye'de akü üreten 25 şirketin bulunduğunu ve bu şirketlerin her yıl 15 milyon adet akü üretimi gerçekleştirdiğini aktardı. Her yıl kullanım ömrünü tamamlamış 4 milyon akünün yenilendiği bilgisini veren Sadıker, "Türkiye'de her yıl 95 milyon ton atık akü meydana geliyor. Bu akülerden ise geri kazanım yöntemiyle 57 bin ton kurşun, 11 bin 400 ton plastik elde ediliyor. Bu miktardaki malzemenin doğaya bırakılmasını önlüyoruz" şeklinde konuştu. A. Erdal Osmanlıoğlu Ali İnci İslam Sadıker Ocak - Şubat 2013 25 HABER ANALİZ AÇLIĞI SÖMÜRMEK AÇLIĞI SÖMÜRMEK: TOPRAK KAPMA AÇLIĞA NEDEN OLUYOR Yeni gelişen mali açıdan güçlü, kalabalık nüfusa sahip, ancak su kaynakları veya tarım arazileri açısından artık yetersizlik yaşayan ülkeler, fakir ve gelişmekte olan ülkelerde hızla toprağa yatırım yapıyor. İleride çıkabilecek bir kıtlık veya gıda mahsulleri fiyatlarındaki artışlara karşı korunmak iddiasıyla uluslararası dev şirketler ve yeni sanayileşen ülkelerden tarım arazisi ya çok uzun süreli kiralanıyor ya da satın alınıyor. Oxfam gibi yardım örgütleri bu uygulamanın açlık ve yoksulluğu artırdığına dikkat çekiyor. > YAZI: DİLAVER DEMİRAĞ / GAZETECİ YAZAR G ünümüz imgelerin imajların, insanın hayal gücüne galebe çaldığı görsellik çağı. O yüzden her kavram muhakkak zihnimizde bir fotoğrafa tekabül ediyor. Açlık denince de, aklımıza gelen ilk resim başında ölümünü bekleyen Akbabanın eşlik ettiği karnı şişmiş, kaburga kemikleri görünen siyahi çocuk. Kara kıta bugün açlıkla özdeşlemiş bir halde. Oysa günümüzde açlık artık hemen hemen tüm toplumlara yayılmış bir vaziyette. Aklımıza Afrika’daki açlar gelir de memleketimizde çocuğuna verecek yemek bulamadığı için kendini asan yoksul kadın pek gelmez. Oysa açlık artık bölüşüm ve refah kültürünün yarattığı kutuplaşmadan bağımsız düşünülemez. Ancak benim ele alacağım açlık kapitalist toplumlardaki yoksulluğun ya da bölüşüm adaletsizliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkan açlık değil, daha çok gıda emperyalizmi kavramı ile birlikte düşünülecek ve yeni sömürgecilik olarak adlandırılan batılı ülkeler, petrol zengini 26 Mimar ve Mühendis körfez ülkeleri ve Çin, Hindistan, Güney Kore, Güney Afrika, Libya vb yeni sanayileşen ya da zenginleşmiş olanların yoksulların topraklarının sömürüsü. Bu anlamda bu yazıda daha çok son yıllarda yoksul ülkelerde açlık ve yoksulluğu şiddetlendiren, iç savaşı, çatışmaları yani şiddeti azdıran “Toprak Kapma” ya da zenginlerin yoksulların topraklarına el koyarak kendi gıda ya da enerji gereksinmelerini karşılama olgusuna yani tarım emperyalizmi dediğimiz olguya odaklanacağım. FELAKET KAPİTALİZMİ ve AFRİKA'DA ARAZİ KAPATIMI Afrika’da kilometrelerce uzanan tarlaları gördüğünüzde, "bu kıtada nasıl olur da başında akbaba bekleyen aç çocuklar ölür?" diye sormadan edemezsiniz muhtemelen. Ama son yıllarda çok gündeme gelen ekolojik emperyalizm en çok bu kıtada görülen bir konudur. Afrika’daki arazi kapma savaşı Felaket Kapitalizmi kavramı ile örtüşen bir mesele. Çünkü gıda fiyatları yükseliyor ve gıda giderek karlı bir yatırım alanı, ancak arazi kapmalar sadece direkt şirketlerin gidip ucuza arazi kapatıp, orada modern tarım yöntemleri ile üretim yapmalarından ibaret değil. Açlık ve yetersiz su altyapısı sorunu için çeşitli yardım fonlarının da şirketler, şirketleşmiş üniversiteler ya da şirket hesabına çalışan STK’lar tarafından gasp edilerek arazi yatırımlarına çevrilmesini kapsıyor. Afrika’nın açlık felaketi, bu durumu yeni iş alanlarının fırsata dönüşmesi olarak gören, bundan yararlanan şirketlerce bir kazanca dönüşüyor. Felaket Kapitalizmi kavramının yaratıcısı Noami Klein’in kavram kapsamında sözünü ettiği durum da bu. Yani birilerinin felaketi diğerinin kârı haline geliyor. Mesela Etiyopya'da tarım yapılabilecek yeterli arazi olmasına rağmen, insanlar açlık çekiyor. Bu tarlalar yabancı yatırımcılar tarafından satın alınarak veya kiralanarak, endüstriyel tarım için kullanılıyor. Bu uzmanlar tarafından "tarım emperyalizmi" olarak adlandırılıyor. Etiyopya hükümeti, bu şekilde döviz gelirlerinin ve tarım alanında teknik bilgilerin artırılmasını ümit ediyor. Ancak bu yatırımlar hiç de ülkenin kalkınmasına fayda sağlamıyor. En büyük yatırımcılar olan Çin, Hindistan, Güney Kore, Suudi Arabistan, Brezilya yanında Almanya, İngiltere, ABD bu ülkelerde ya enerji tarımı yapıyor ya da kendi ülkelerindeki süpermarketlerde satılacak tarım ürünlerini yetiştiriyor. Bu şirketlerle yoksul Afrikalı çiftçinin rekabet şansı olmadığı gibi, yerel tarım da zarar görüyor. Tarım yapan çiftçiler yağış düzenindeki değişimin de etkisi ile yaşanan bu durumdan dolayı mağdurlar, su çektikleri kaynaklar çoğunlukla özel şirketlerin elinde. Üstelik bu su kaynaklarına yaklaşmaları halinde silahlı adamlarca tehdit edilmekteler. YAĞMALANAN AFRİKA Afrika’da arazi satın alınan bazı ülkeler ve bu arazilerde tarım yapacak ülke, bunların hedeflediği ürünler ile ilgili bilgiler şöyle: Gine; Amerika kökenli FLG (Farm Land of Guine) Nevada kökenli şirket satın aldığı arazilerde Mısır ihracatı yanında, biyoyakıt tarımı da yapacak. Satın aldığı arazi miktarı 100.000 hektar. Bu arazi satışlarını İngiliz yatırımcılar finanse ediyor, her yatırım için %15 komisyon alıyorlar. İngiliz yatırımcılar Ayrıca, FLG ve diğer yatırımcılara kiralamak için ilave 1,5 milyon hektarlık daha arazi satın almak için hükümetle görüşmeler yapıyor. Bu araziler zorla kamulaştırılan araziler ve 100 bin Afrikalı köylüyü yerinden eden, katliamlarla, tecavüzlerle anılan bir arazi gaspı aslında. Fildişi Sahili; SIFCA Singapur kökenli birçok uluslu şirket, palmiye yağı ve şeker kamışı tarımı yapmak için 47.000 hektar araziye sahip. Şirketin Liberya, Gana ve Nijerya’da da palmiye yağı tarımı yapan arazileri mevcut. Bunun yanında Kauçuk üretimi de yapmak istiyor. SİFCO bu arazileri rüşvetler vererek elde ettiği gibi köylülerle de çatışmalar yaşanıyor. Liberya'da yaşanan çatışmada şirket 10 adamını kaybetmişti. Liberya ve Fildişi Sahilinde devlet SİFCO’nun koruyucusu ve bu arazileri boşaltmaları için katliam yapmaktan çekinmiyorlar. Sierra Leone; 2010 yılında İsviçreli firma Addax, 2013 yılında satışına başlayacağı etanol için şeker kamışı üretmek için 10.000 hektar araziyi kontrol altına aldı. 2011 yılında, SOCFIN, Fransız Bolloré grubunun bir iştiraki, palmiye yağı üretimi için 12.500 hektar kiraladı. Ayrıca Çinin mali desteğini alan Vietnamlı firmalar da 2012 yılında büyük pirinç ve kauçuk tarımı için araziler satın almaya hazırlanıyor. 2011 yılı itibariyle, Avrupa kalkınma bankaları (İsveç, Almanya, Hollanda ve Belçika) projeye katılıyor. Senegal'de; bir İtalyan firması Avrupa’ya ihracat yapmak, biyoyakıt üretmek için, Suudi Arabistan ise kendi vatandaşlarına pirinç üretmek için arazi satın almış. Ancak hükümet kaynakları her iki kuruluşun da kimliğini ve aldıkları arazi miktarını gizli tutuyor. Uluslararası yatırım şirketi Foras önemli bir pirinç üretim projesine ortak olmuş durumda. Dakar yakınlarında yılda 4.8 milyon kanatlı hayvan ihracatı için bir çiftlik oluşturulmuş. Foras’ın ortakları arasında İslam İşbirliği (İKT) Örgütünün yatırım fonu var. Ana hissedarlar Körfez bölgesinde İslam Kalkınma Bankası ve çeşitli şirket grupları, özellikle Saleh Kamel ve onun Dallah Al-Baraka Grubu, Suudi Bin Ladin Grubu, Ulusal Kuveyt Yatırım Şirketi ve Ocak - Şubat 2013 27 HABER ANALİZ AÇLIĞI SÖMÜRMEK Americana Grup. Mali; 2008 yılında Libya ve Suudi Arabistan; ayçiçeği, pirinç ve Jatropha ihracatı için tarım yatırımları yaptılar. Libya 100.000 hektar arazi satın almış, finansmanı Libya Afrika Yatırım Bankası tarafından karşılanıyor, yatırımı yapan şirket ise Malibya Libya. Office du Niger tarafından yönetilen bölgede arazi 100.000 hektar üzerine Libya Afrika Yatırım Portföyü, Suudi Arabistan: Foras Office du Niger tarafından yönetilen bölgedeuzun vadeli finansal kiralama kapsamında elde edilen 5.000 hektar üzerinde bir pilot çalışma tamamlamış. Foras, Afrika ülkelerinde 700.000 hektar pirinç üretmek amacıyla daha büyük bir projenin ilk aşamasını genişletmek istiyor. Kongo'da; Güney Afrikalı şirketler pirinç, mısır, soya ve kümes hayvanları sektöründeki büyümesini arazilerinden sağlıyor. Malolo ilçesinde hükümetten 48.000 ile 80.000 hektar arasında değişen arazileri 30 yıllığına kiralama hakkını alındı. Bu araziler Güney Afrikalı 30 çiftçi arasında bölünmüş görünüyor, bu kiralama operasyonunun ardında Güney Afrikalı Endüstriyel tarım işletmesi AGRİSA var, bu şirketin bu 30 çiftlikle bağı mevcut. 2010 yılı Aralık ayında Ajans Press, Agence Kongo-Brazzaville hükümetinin La Cuvette kuzey bölgesinde ve Sangha kuzeybatı bölgesinde Malezyalı Atama Plantation Şirketi’ne toplam 470.000 hektar arazi üzerinde imtiyaz sağlayan bir sözleşme imzaladığı haberini verdi. Habere göre bu arazinin 180.000 hektarında palmiye yağı üretilmesi amaçlanıyor. Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde, palmiye yağı biyodizel için yetiştirilmektedir. Gabon; Singapur’da palmiye yağından biyodizel üretmek için yabancı yatırımcılarla anlaşmalar yapıldı, satılan arazilerin 28 Mimar ve Mühendis Afrika’da kilometrelerce uzanan tarlaları gördüğünüzde, "bu kıtada nasıl olur da başında Akbaba bekleyen aç çocuklar ölür?" diye sormadan edemezsiniz muhtemelen. Ama son yıllarda çok gündeme gelen ekolojik emperyalizm en çok bu kıtada gündeme gelen bir konudur. bir bölümünde ise, Basra Körfezi ülkelerine ihracat için pirinç yetiştirilecek. Benin; Çin için görüşmeler ve alımlar yapan Synergie Paysanne’nın İdari Sekreteri Bodea Simon’nun verdiği bilgiye göre; sebze, mısır ve ülkesine ihracat gerçekleştirmek, şekerkamışı yetiştirmek için Çin Ulusal Komple İthalat ve İhracat Corporation Group, 5 milyar dolarlık yatırım niyetinde olduğunu açıkladı. Benin’de 4.800 hektar şeker kamışı ve manyok çiftlik yatırımı yaptı. Benin'de başlatılan ve diğer ülkelerde de uygulanması planlanan girişim için Çinli devlet şirketi; Jamaika’da 18.000 hektar arazi, Sierra Leone'de 1.320 hektar şeker kamışı ekimi ve manyok kapsamlı yeni yatırımlar yaptı. 2006 yılında da, büyüyen manyok ihracatı için Sierra Lione’de 8.100 hektar arazi aldı. Tanzanya’da ABD menşeli AgroSol Energy’nin, Pharos adlı özel sermaye fonu vasıtasıyla 400 bin hektar büyüklüğünde tarım arazisi satın alındığı belirtiliyor. Satın alınan arazinin son 40 yıldır Burundi’den gelen mültecilerin yaşadığı Katumba ve Mişamo bölgelerini de kapsadığı bildiriliyor. Yani anlaşmayla birlikte Burundili mülteciler bir kez daha yurtlarından sürülmüş oluyorlar. Açlıkla boğuşan Etiyopya’da, Etiyopya kökenli Suudi milyarder Muhammed El-Amoudi’ye ait Saudi Star Tarımsal Kalkınma Şirketi’nin Alwero Nehri kıyısında 10 bin hektar arazi satın aldığı belirtiliyor. Bu alanı bütünüyle tarım arazisine dönüştüreceğini belirten Saudi Star, bölgenin temel geçim kaynağı olan ormanları pirinç tarımı yapmak amacıyla yok edecek. Ayrıca Alwaro Nehri üzerine bir baraj inşa edilmesi düşünülüyor. Zaten kıt olan su ve orman kaynaklarının endüstriyel tarım uygulamalarıyla tahrip edilmesinin binlerce Afrikalının açlıktan ölmesine neden olduğu biliniyor. Güney Sudan’da ise Teksas kökenli bir şirket, Nile Ticaret ve Kalkınma (NTD), 2008 yılında Mutayam Bölgesi Kooperatifi ile bir anlaşma imzalayarak 600 bin hektar araziyi 75 bin Sudan pound’u (yaklaşık 25,000 Amerikan doları) karşılığında 49 yıllığına kiralıyor. Anlaşma NTD’ye 49 yıl boyunca bölgedeki bütün doğal kaynakları kullanma hakkı tanıyor. Anlaşmanın en tuhaf yönü, Mutayam Bölge Kooperatifi adı verilen ve toprakları kiraya veren kurumun gerçekte var olmaması. Sudan Bağımsız Medya Ajansı’nın bildirdiğine göre kooperatife yalnızca bölgedeki bazı nüfuzlu kişiler üye ve bölge halkının anlaşmanın imzalandığından haberi bile yok. Afrika’daki arazi spekülasyonlarının arkasında ünlü Goldman Sacs ve J.P Morgan Yatırım Bankalarının olduğu da söyleniyor. Kısacası Afrika öncelikle enerji tarımı için yağmalanıyor ve bu kıtadaki çatışmaların, katliamların ardında da bu şirketlerin parmak izi var. Çünkü özellikle palmiye yağı ve kauçuk üretimi için yağmur ormanları yok edilirken, orman köylüleri de devlet zoru ile buradan sürgün ediliyor. Ancak bu durum sadece Afrika’da yaşanmıyor. Üçüncü dünya ülkelerinin büyük bölümünde Batılı, Çinli, Hindistan kökenli, yanısıra Körfez Sermayesi aracılığı ile büyük araziler satın alınıyor. TOPRAĞA HÜCUM 2001 yılından bu yana sanayileşmiş ve yeni gelişmiş G20 ülkelerinden bazıları Asya ve Afrika başta olmak üzere yoksul ülkelerden yaklaşık 227 milyon hektarlık arazi satın aldı. Buralarda üretilen gıda maddeleri sadece yatırımı yapan ülkeye ihraç ediliyor, dev arazilerdeki yerli halk yerlerinden sürülüyor, tapusuz halk, bir hak da iddia edemiyor. Gelişmekte olan ülkelerde, ekilebilir nitelikteki arazileri satın alan uluslararası şirketlerin ve ülkelerin sayısı artıyor. BM de küçük çiftçileri zor duruma düşüren "toprak kapma”ya karşı yasal önlem almak istiyor. Dünya ekonomisinde söz sahibi olan ya da olma yolundaki ülkelerin gözü, büyük tarım arazilerinde. İleride çıkabilecek bir kıtlık veya gıda mahsulleri fiyatlarındaki artışlara karşı korunmak iddiasıyla uluslararası dev şirketler ve yeni sanayileşen ülkelerden tarım arazisi uzun süreli kiralanıyor ya da satın alınıyor. Oxfam gibi yardım örgütleri bu uygulamanın açlık ve yoksulluğu artırdığına dikkat çekiyor. BM Gıda ve Tarım örgütü FAO ise gelişmekte olan ülkelerde halkın yaşamını tehdit eden bu alımlara karşı ne gibi önlemler alınabileceğini tartışıyor. İngiltere ABD, İtalya, Almanya, Çin, Güney Kore, Körfez Ülkeleri, Libya, Güney Afrika ya da Hindistan gibi ülkelerden kamu yatırımcıları ya da özel şirketler, gelişmekte olan ülkelerde satın alma ya da kira anlaşmalarıyla dev tarım arazilerini kendine bağlıyor. Buralarda üretilen gıda maddeleri, sadece yatırımı yapan ülkeye ihraç ediliyor. Dev arazilerde yerli halk yerlerinden sürülüyor, dolayısıyla bu yatırımlardan en büyük zararı halk görüyor. Yardım örgütü Oxfam'ın Almanya temsilciliğinden Marita Wiggerthale, kuşaklar boyu aynı aile tarafından ekilen, ancak tapuda kaydı olmayan bir arazinin günün birinde yabancı bir şirkete geçebildiğine dikkat çekiyor. Wiggerthale, "Bu vakalarda çoğunlukla topraklan kullanma hakkı çiğneniyor, tarım yapan aileler yerlerinden sürülüyor ve sonuçta tüm geçim kaynaklan ellerinden gidiyor" diyor. Böylelikle savaş ya da kıtlık olmamasına rağmen yoksulluk ve açlık da artıyor. Alman Federal Tarım ve Tüketiciyi Koruma Bakanı İlse Aigner ise, son yıllarda fakir ve gelişmekte olan ülkelerde 50 Afrika öncelikle enerji tarımı için yağmalanıyor ve bu kıtadaki çatışmaların, katliamların ardında da bu şirketlerin parmak izi var. Çünkü özellikle palmiye yağı ve kauçuk üretimi için yağmur ormanları yok edilirken, orman köylüleri de devlet zoru ile buradan sürgün ediliyor. Ancak bu durum sadece Afrika’da yaşanmıyor. Üçüncü dünya ülkelerinin büyük bölümünde Batılı, Çinli, Hindistan kökenli, yanısıra Körfez Sermayesi aracılığı ile büyük araziler satın alınıyor. ila 80 milyon hektar toprak satıldığını belirtiyor. Oxfam yardım örgütünün tahminlerine göre, 2001 yılından bu yana sanayileşmiş ve kalkınmasını sağlamış ülkeler, kalkınmakta olan ülkelerden yaklaşık 227 milyon hektarlık arazi satın aldı. Bu neredeyse Batı Avrupa büyüklüğünde bir alana denk geliyor. Tarım alanlarının yabancı yatırımcılara kiralanması veya satılması, Afrika Boynuzu'nda yaşanan açlık ve sefaletin nedenlerinden biri olarak görülüyor. Yetersiz beslenme ve açlık sorunundan, Etiyopya, Somali, Kenya ve Cibuti'de yaklaşık 12 milyon kişi etkileniyor. Başlangıçta tarıma elverişli toprakları olmayan Sudi Arabistan ya da nüfusunu doyuracak çok az tarımsal araziye sahip olan Çin gibi ülkeler toprak satın alırken ya da kiralarken şimdi bu işlem daha çok özel şirketler tarafından gerçekleştiriliyor. Özel sektör daha şimdiden bu alana 14 milyar dolar yatırmış bulunuyor ve bunun önümüzdeki yıllarda 42 milyara çıkması bekleniyor. YATIRIM ARACI OLDU Toprak satın alan ya da kiralayanlar sadece tarım ve gıda sanayisinde faaliyet gösteren tekeller değil bankalar, sigorta şirketleri, yatırımcılar ve devletler de bu alanda büyük yatırımlar yapıyorlar. İngiliz hisse şirketi Emergent Asset Management Ağustos 2008 yılında iki ay gibi kısa bir süre içinde Afrika’nın güneyinde bulunan Angola, Zambiya, Botsvana gibi ülkelerde 2 milyar Euro yatırarak 130 bin hektar toprak satın aldı. Kırk beş ülkede faaliyet gösteren Hollandalı Rabo FARM tekeli sadece toprak değil, su, tarımsal ürünler ve hayvancılık alanında da yatırımlar yapıyor. Finans sektöründe yatırım yapan ve dünyanın zenginleri arasında sayılan George Soros’un pay sahibi olduğu şirket Adecoagro, Güney Amerika’nın en büyük tarım ve bioyakıt üreticisi durumunda. Verilen bilgilere göre tekel bugün Arjantin, Brezilya ve Uruguay’da 270 bin hektar araziye sahip. Cargill ve Bunge gibi tarım tekellerinin yanında en büyük şirketlerden biri olan Archer Daniels Midland (ADM) Endonezya ve Malezya’da 500 bin hektarlık toprak satın aldı. Yine Lonrho şirketi Ocak 2009 yılında Angola Hükûmeti ile 25 bin hektarlık toprağı elli yıllığına kiralayan bir anlaşma imzaladı. Şirket başka ülkelerde de toprak kiralamayı planlıyor. Toprak kiralayan ya da satın alan devletlerin başında Sudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Kuveyt, Katar ve Bahreyn gibi körfez ülkelerinin yanında nüfusu kalabalık olan Çin ve Hindistan geliyor. Özellikle petrol rezervlerinin giderek tükenmesi ve bu ülkelerdeki tarıma elverişli toprakların çok az olması ve hızla büyüyen nüfus, körfez ülkelerini toprak satın almaya yöneltiyor. Bu ayrıca milyarlarca petrodoların yatırılması ve kar getirmesi anlamına da geliyor. Bugün Sudan, Endonezya, Pakistan gibi birçok ülkede bu devletler doğrudan ya da özel şirketler aracılığı ile toprağa büyük yatırımlar yapıyorlar. Sadece Suudi Arabistan yatırım firması HADCO Sudan Hükümeti ile kırk sekiz yıllık bir sözleşme imzaladı. Kiralanan toprak miktarı ise şimdilik bilinmiyor. HADCO ayrıca Kazakistan ve Türkiye’de toprak kiralamayı planlıyor. Son yıllarda toprak alımı o kadar cazip hale geldi ki bu alanda şu an otuzun üzerinde tekel faaliyet gösteriyor. Aslan payı her alanda olduğu gibi yine emperyalist devletlere bağlı tekellere ait. Bunların arasında dünyanın büyük bankalarından Deutsche Bank’tan petrol devleri Shell ve British Petroleum’a kadar birçok tekel bulunuyor. Afrika’da Tarıma Ayrılan Toprak Miktarı Kongo DC Mozambik Uganda Zambiya Etiyopya Madagaskar% Malawi Mali Senegal Tanzanya Sudan Nijerya Gana % 48.8 % 21.1 %14.6 %8.8 %8.2 % 6.7 %6.2 % 6.1 % 5.9 %5 % 2.3 %1 % 0.6 Ocak - Şubat 2013 29 HABER ANALİZ AÇLIĞI SÖMÜRMEK Toprak satın alan ya da kiralayanlar sadece tarım ve gıda sanayisinde faaliyet gösteren tekeller değil bankalar, sigorta şirketleri, yatırımcılar ve devletler de bu alanda büyük yatırımlar yapıyorlar. İngiliz hisse şirketi Emergent Asset Management Ağustos 2008 yılında iki ay gibi kısa bir süre içinde Afrika’nın güneyinde bulunan Angola, Zambiya, Botsvana gibi ülkelerde 2 milyar Euro yatırarak 130 bin hektar toprak satın aldı. TOPRAK SİMSARLARI: DÜNYA BANKASI ve FAO Tekellere toprak satışında Dünya Bankası ve Dünya Gıda Örgütü (FAO) başından beri aracılık ediyor. Özellikle Dünya Bankası toprak satın alacak tekellere ve devletlere yatırım koşulları üzerine bilgiler veriyor ve birçok anlaşmayı birlikte gerçekleştiriyorlar; çünkü DB Yapısal Uyum Programları’ndan dolayı, ülkeleri en iyi tanıyan kurumlardan birisi. Bu sadece bir aracılık da değil. Dünya Bankası toprak satın alacak firmalara krediler veriyor ve aracı firmaları kullanarak bunlara ortak oluyor. Başka işlerle uğraşması gereken Dünya Gıda Örgütü de Dünya Bankası gibi toprak alımına aracılık ediyor. FAO Başkanı bundan bir kaç yıl önce toprak alımını “yeni sömürgecilik” olarak değerlendirmesine rağmen örgüt, tekeller ve toprak satan ülke yöneticileri arasında aracılık ediyor ve gizli toplantılara katılıp firmalara danışmanlık yapıyorlar. YOKSULLAR KANDIRILIYOR Toprağını satışa çıkaran ülkeler genellikle dünyanın en fakir ülkeleri. Afrika ve Asya’da toprak satan yirmi beş ülkeden yirmisi açlık yardımı alan ülkeler arasında bulunuyor. Toprak simsarlığı yapan FAO’ya göre Angola, Etiyopya, Kamboçya, Kamerun, Kenya, Malavi, Pakistan, Sudan, Tanzanya gibi toprak satan ülkelerde nüfusun yüzde 20’sinden fazlası açlık sınırının altında yaşıyor. Tekel ve hükümet yöneticileri bunu öne sürerek toprak alımında her iki tarafın da kazançlı çıktığını iddia ediyorlar. Bunun sadece bir iddiadan ibaret olduğunu anlamak için tekellerin yürüttükleri politikalara bakmak yeterli. Toprak satan ülkeler, çoğu zaman 30 Mimar ve Mühendis yatırım karşılığında tekellerden gümrük vergisi almıyorlar. Hatta birçok ülke, tekellerden ilk beş on yılda kiralama ücreti de almıyorlar. Örneğin Ukrayna toprak kiralamayı cazip hale getirmek için şirketlerden vergi almıyor. Ki bu sadece vergilerden ibaret değil. Sudi Arabistan Maliye Bakanı’nın verdiği bilgilere göre ülkelerle yaptıkları birçok anlaşmada gümrük vergisi, ihracat-ithalat sınırlamaları ve ülkeye başka yerden işçi getirme gibi birçok konuda kendilerine kolaylıklar sağlanıyor. Tekel ve hükümet yöneticilerinin başka bir iddiası da yeni tarımsal araçlarla toprakların çok daha verimli işleneceği. Aslında bu sadece geleneksel tarım ekonomisinin yok edilmesi anlamına gelmiyor, aynı zamanda toprağın kısa sürede tahrip edilmesi demek. Çünkü tekeller daha fazla kar elde etmek için gen tekniğini kullanıyor ve aşırı dozda zehirli tarım ilaçları kullanıyorlar. Bu da kısa sürede toprağın verimliliğinin düşürülmesi anlamına geliyor. Uzmanlar, Brezilya’da tekellere kiralanan ve milyonlarca hektarı kapsayan Cerrado bölgesinde daha şimdiden bitki örtüsünün yüzde elli değer kaybettiğini ve 2030 yılında ise tümden kaybolacağını söylüyorlar. Viyana Üniversitesi’den Prof. Winfried E. H. Blum daha şimdiden Afrika, Güney Amerika ve Güney-Doğu Asya’da erozyon, yoğunlaşma, biyolojik çeşitlilik, radyasyon oranı ve tuzluluğun acil boyutlara ulaştığının altını çiziyor. Toprak alımı ile elde edilen paraların ülkeye akacağı ve yeni iş alanlarının açılacağı iddiası boş bir yalandan ibaret. Çünkü istatistikler şimdiye kadar hep tersini gösterdi. Daha şimdiden kiralanan topraklar üzerinde yaşayan milyonlarca köylü zorla yerlerinden edilmiş bulunuyor. Örneğin Pakistan’ın Pencap Eyaleti’de kirala- nan topraklar üzerinde yaşayan yirmi beş bin köylü, göç etmek zorunda kaldı. Göçebelikle yaşayan toplulukların kiralanan topraklardan geçmesi yasak ve birçok köylü artık içecek su bulamıyor. Çünkü suyu tekeller kullanıyor. Bir şekilde kiralanan toprakların kenarında kalan köylüler ise kullanılan ilaçlardan dolayı sağlık sorunları yaşıyorlar. Son aylarda temel gıda maddelerinin fiyatlarının yükselmesini bahane gösteren bazı kuruluşlar, yoksul ülkelerde alınan topraklarda temel gıda maddelerinin yetiştirileceğini ve bunun fiyatları düşüreceğini iddia ediyorlar. İstatistikler bu iddianın da yalan olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü devletler ve tekeller satın aldıkları ya da kiraladıkları toprakların çok küçük bir kısmını bu tür ürünler için kullanıyorlar. Kiralanan bu topraklarda genellikle bioyakıt için kullanılan soya, hurma yağı bitkisi, mısır, şeker pancarı ve şeker kamışı (ki bu üç üründen etanol elde ediliyor) üretiliyor. Yani emperyalist ülkeler bu topraklarda arabalar için yakıt üretip kar etme peşindeler. Yıllardır Mitsui, Mitsubishi gibi otomobil firmaları Brezilya’da kiraladıkları milyonlarca hektarlık alanlarda soya ekimi yaptılar. Yine Shell, BP gibi petrol tekellerinin bu topraklara ilgi göstermelerinin ardında ‘gıda ürünlerini ucuzlatma’ niyeti bulunmadığı açık olsa gerek! Tekellerin toprak alımı ile birlikte sadece toprağı yağmalamayacakları aynı zamanda ülkenin toplumsal, demografik, politik yapısını da yeniden biçimlendireceklerini söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Daha şimdiden toprak satın almak için verilen rüşvetler, köylüleri topraklarından sürmek için desteklenen çeteler, savaş lordları, tarıma elverişli yeni alanlar açmak için yakılan ormanlar, darbeler ülkenin doğal ve siyasi ortamını değiştiriyor. Ocak - Şubat 2013 31 MİMARLIK Duvarlar Aldırmadan, acımadan, utanmadan Kocaman, yüksek duvarlar ördüler dört yanıma. İşte oturuyorum umutsuz Bu yazgı kemiriyor beynimi, başka şey yok aklımda; Yapacak neler vardı dışarda. Ah, duvarları örerken nasıl görmedim onları? Ne sesini duydum örücülerin, ne gürültüsünü. Çıt çıkarmadan kapamışlar bana dünya kapıların Konstantin Kavafis ÜLKEMİZDE ŞEHİRCİLİK PROBLEMLERİNİN KAYNAĞI VE KENTSEL DÖNÜŞÜM UYGULAMALARINA İLİŞKİN ÖNERİLER > YAZI: MEHMET İŞÇİ / MİMAR Günümüzde imar planları adı altında; şehrin hiçbir gerçeğini göremeyen, adaletin ve sosyolojik katmanların muhafazası gerçeğini ıskalayan, karar vericilerin emrindeki teknokrat sınıfın rant çevrelerinin önceliklerini esas alarak masa başında hazırlanan şehir planlarıyla, mevcut sivil ve abidevi mimari dokusu ciddi ölçüde tahrip edilmiştir. Kentsel dönüşüm adı altında şehrin hafızasına ilişkin son kalan değerler de yok edilmek üzeredir. GÜNÜMÜZDE DÜNYADA ve TÜRKİYEDE ŞEHİRCİLİĞİN GELİŞİMİ Günümüzde şehirler, huzur ve sükunetin, ilim ve kültürün, diğerine saygı ve tevazuun merkezi olması gerekirken, giderek rant odaklı ve sermaye taraftarı iradenin hakîm olduğu, sosyal politikaları desteklemeyen salt kâr amaçlı süflî emellerin yarıştığı büyük yatırım mekânları haline dönüşmektedir. Fransız yazar ve politikacı “Lamartin” ile ünlü mimar ve ressam “Le Corbusier”in hayranlıkla tarif ettiği İstanbul, 80 küsur yıllık Cumhuriyet dönemindeki yanlış imar ve şehircilik politikaları neticesiyle heba edilmiştir. Bu dönemde Almanya ve İngiltere gibi gelişmiş ülkeler Osmanlı şehircilik modeli olan galaksi (yıldız kümesi) biçimli şehirleşmeyi tercih ederken, ülkemizde mevcut şehir dokusu bilinçsizce yerle bir edilerek bunun yerine başlangıç ve bitimi belli olmayan, büyüklüğü kontrol edilemeyen, ucu bucağı belirsiz tıpkı bir yağ lekesi şeklinde büyüyerek irileşen yanlış bir şehircilik modeli ikame edilmiştir. Artık nerede başlayıp 32 Mimar ve Mühendis nerde bittiği belirsizleşen, Trakya yönünde Tekirdağ’a Anadolu yönünde ise İzmit’le birleşerek büyüyen metropol İstanbul'un sorunlarıyla başetmesi giderek zorlaşmaktadır. Kendisine yabancılaşırken yamanmakta olduğu “batı”nın içselleştirerek uyarladığı yıldız kümesi şehirciliği çoktan unutup giden, kartondan şehirlerini masabaşında yeni yetme plancılara havale ederek haksız rant devşirilmesine dayanak sağlayan bu kaosa dur demenin zamanı gelmiş de geçmektedir. Yapılan yanlış uygulamalardan vazgeçmeye niyet edilirse akıl tutulmasından kurtulup akl-ı selîme yanaşacak liman hâlâ yanıbaşımızda kalan son nadide örnekleriyle durmakta.. TÜRKİYE’DE ŞEHİRCİLİĞİN TEMEL PROBLEMİ Türkiye’de şehirciliğin en temel problemi bir şehirleşme modeline sahip olmaması ve Osmanlı geleneğini günümüze taşıyan örnek şehir dokusunu da “eskiyerek fonksiyonunu kaybetmiş, artık iflah olamayacak yok edilmesi gereken bir şehir kalıntısı” gibi görmelerinde yatmaktadır. Esasen bir şehrin hedef büyüklüğü, kapasitesi yerleşim alanlarının hududu ve tarım, sanayi, ticaret alanları açısından herhangi bir sınırlama ve bir hedef değer oluşturulmadan kâr amaçlı yatırımcıların arenası haline getirilmesi temel tercihlerdeki bazı yanlışları ortaya koymaktadır. Hâlbuki Sultan II. Beyazıt döneminde 1507 yılında yayınlanan şartnamede şehirde yer alması gereken tüccar, esnaf ve sair iş alanları ile şehrin yerleşik nüfusu belirli standartlara bağlanmıştı. Aradan geçen 500 yılda şehircilik açısından daha da ileri gidilmesi gerekirken geri gidilmiş. Şehirlinin ve şehirlerin hafızası yok edilmek üzeredir. Günümüzde imar planları adı altında; şehrin hiçbir gerçeğini göremeyen, adaletin ve sosyolojik katmanların muhafazası gerçeğini ıskalayan, karar vericilerin emrindeki teknokrat sınıfın, rant çevrelerinin önceliklerini esas alarak masa başında hazırlanan şehir planlarıyla mevcut sivil ve abidevi mimari dokusu ciddi ölçüde tahrip edilmiştir. Kentsel dönüşüm adı altında şehrin hafızasına ilişkin son kalan değerler yok edilmek üzeredir. İSTANBUL’UN ŞEHİRCİLİK AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ Şehircilik açısından İstanbul’un bugünkü durumu Türkiye’nin genel durumundan pek farklı değildir. Yanlış şehircilik politikaları ve köyden kent’e göçün özendirilmesi neticesinde Anadolu’daki şehirlerin hemen tamamından göç alan İstanbul, artık bu göç sağanağı altında mevcut nüfus yoğunluğunu kaldırmayacak duruma getirilmiştir. Bir yandan Anadolu’daki çoğu şehir ve köylerdeki nüfusun yarısından fazlası İstanbul’a akarken diğer yandan özellikle Anadolu köyleri neredeyse tamamen boşaltılarak terkedilmiştir. Bu yörelerdeki mevcut konut stoku da kendi halinde eskiyip kullanılamaz duruma gelmiştir. Akıl almaz orandaki göçler neticesinde İstanbul artık ilave bir nüfus yoğunluğunu trafik, eğitim, sağlık hizmetleri açısından kaldıramaz duruma getirilmiştir. Şehrin kuzeyinde öngörülen yeni proje alanları Anadolu ve Rumeli yakasında şehrin yoğunluğunu daha da artırarak mevcut şehir dokusunu içinden çıkılamaz hale getirecek plan tadilat çalışmaları devam etmektedir. Bu şekilde kontrolsüzce kalabalıklaştırılan şehrin sorunları başedilemez hale getirildikten sonra ne şehrin yollarının genişletilmesi, boğaz köprülerinin artırılması ve ne de metronun şehrin bir ucundan öteki ucuna bağlanması da -göç alma durdurularak tersine göç teşvik edilmedikçe - nüfusu 20 milyona ulaşmayı hedefleyen, hâfızası yok edilmiş ve aidiyet duyulmayan, ucu bucağı kesilmeyen mono blok bir şehir yaşayanlara mutlu bir gelecek vaat edemeyecektir. İstanbul’un Osmanlı döneminde uygulanan evrensel şehircilik modeli olan “yıldız kümesi” tipi şehirciliğe yönelmesi gerekir. Bu modelde şehir nüfusu yaşanabilecek büyüklüğe doğru seyreltilecek ve tersine göçlerle İstanbul yaşanabilir bir şehre dönüştürülecektir. İSTANBUL NASIL KURTULABİLİR? İstanbul’un kurtuluşuna dair oldukça mühim bu sualin cevabını bir iki satıra sığdırmak büyük bir kolaycılık olacaktır. Ama kötüye gidişi nasıl durdurabilme konusunda kafa yorabiliriz. Bu hususta iki yol mevcuttur. BiOcak - Şubat 2013 33 MİMARLIK Bursa Şehircilik açısından İstanbul’un bugünkü durumu Türkiye’nin genel durumundan pek farklı değildir. Yanlış şehircilik politikaları ve köyden kente göçün özendirilmesi neticesinde Anadolu’daki şehirlerin hemen hemen tamamından göç alan İstanbul, artık bu göç sağanağı altında mevcut nüfus yoğunluğunu kaldırmayacak duruma getirilmiştir. rincisi insanların yapmış oldukları yanlışlardan vazgeçerek, samimi gayretlerle evrensel şehircilik ilkelerine uygun, yaşanabilir bir şehir büyüklüğünü içerecek bir modelle şehrin yeniden ele alınmasıdır ki bu esas çözüm yoludur. İkincisi de olanca haksızlık, zulüm, tahakkümün hakim olduğu şehirde, tüm canlıların hukukunu hiçe sayan ve insana emanet edilen yeryüzüne ihanetinin bir cezası olarak muhtemel Marmara depreminin yapacağı yıkımla- ilahi takdirle- şehir mutlak irade tarafından seyreltilecek ve yeniden inşaa süreci başlayacaktır. Bu şekildeki bir sonuç akıl almaz büyüklükte can ve mal kaybını göze almak anlamına geldiğinden, bunu cesaret etmek kabili telif bir yaklaşım olmayacaktır. Neler yapılmalıdır sualine cevap ararsak; Yapılacakların başında İstanbul’un Osmanlı döneminde uygulanan evrensel şehircilik modeli olan “yıldız kümesi” tipi şehirciliğe yönelmesi gerekir. Bu modelde şehir nüfusu yaşanabilecek büyüklüğe doğru seyreltilecek ve tersine göçlerle İstanbul yaşanabilir bir şehre dönüştürülecektir. Bunun gerçekleşebilmesi için problem ülke, bölge, çevre ve nazım imar planları ölçeğinde ele alınmadan, sadece İstanbul bazında bir çözüm üretilmesi mümkün değildir. Çok önemli olan bu problemin merkezi hükümetçe işin teknik yönünün yanında aynı önemi haiz olan kültürel, felsefi, ekonomik ve sosyolojik boyutunu ele alacak uzmanlara hazırlatacağı her ölçekteki planlar çerçevesinde, yerel talepleri de önemseye34 Mimar ve Mühendis rek buyurgan değil katılımcı bir yaklaşımla memleketin yeniden imar ve ihyasına ilişkin bir makro düzenleme yapılarak çözüme kavuşturulabilecektir. Anadolu’nun her şehri kendine yeterli, yaşanabilir, ulaşım, eğitim, ticaret ve sanayinin kendi ölçeğinde düzenlediği ve büyük şehirlerden Anadolu şehirlerine tersine göç alabilen bir şehirleşme modeli hayata geçirilerek büyük şehirlere ve özellikle İstanbul’a nefes aldıracaktır. KENTSEL DÖNÜŞÜM BİR ÇÖZÜM GETİREBİLİR Mİ? Son yıllarda özellikle İstanbul, Ankara, Bursa, İzmir, Eskişehir Gaziantep gibi büyükşehirlerde alışık olmadığımız yoğunluk ve büyüklükte müdahalelerle şehrin mevcut dokusunu etkileyecek mega projeler ard arda yapılmakta. Bu müdahaleler sırasında geliştirilen projeler “kentsel dönüşüm ve çöküntü yıkıntı alanlarının yenilenmesi“ adı altında çeşitli semtleri tarihlerinden, komşuluk ilişkilerinden ve yaşayanlarından koparan uygulamalar dikkat çekmektedir. İstanbul’un küreselleşme hedefleriyle de doğrudan ilişkilendirilebilecek bu dönüşüm ve yenileme projeleri neticesinde, dönüştürülen bölgelerde yaşayanların önemli bir bölümü şehrin dış çeperlerine itilmektedirler. Bu sonuç bazı bölgeler için hakiki bir ihtiyaç gibi görünen dönüşüm ve yenileme süreçlerinin, adaletsiz, ayrıştırıcı, rant maksadıyla planlanmış olduğu kanaatini oluşturmaktadır. Üstelik dönüşüm sürecinin baş aktörü olarak fizikî mekân seçilerek, şehrin ve şehirlinin hafızası, mahalle ve komşuluk ilişkileri gibi parametreler yeterince değerlendirilmediği sıkça dile getirilen eleştirilerden olduğu bilinmektedir. Ekonomik öncelikler, sosyo-kültürel önceliklerden daha önemli gibi değerlendirilmektedir. Ülkemizde idarecilerin hesap vermesi ve uygulamaların şeffaflığı tüm açılımlara rağmen bir türlü tam olarak sağlanamamıştır. Dönüşüm sürecinde elde edilen ranttan toplum yararına ayırılacak paylara ilişkin düzenlemelerle ve dönüştürülen mülkiyetin kamu hakkını muhafaza edecek şekilde tahdit edilmesini sağlayacak yasal altlık tam olarak hazırlanamamıştır. Üretilen konutların sayısal büyüklüğü, yapının özünde barındırdığı estetik, yerel ve kültürel değerlerden daha fazla önem arz etmektedir. Kentsel dönüşümün amacı; fert, aile, komşuluk ve mahalle ilişkilerinde sürekliliği sağ- İstanbul layacak şekilde insan merkezli tasarlanması, şehrin bütünlüğüne yoğunluğu artırmadan katkıda bulunması, özgünlüğünü yerellikle birlikte ortaya koyması, kamu, toplum ve kullanıcının faydasını ön planda tutan sahici bir katılım süreci içermesi ve idare ile yapımcı firmaların şeffaf ve hesap verebilir olması, kamu gücünün halka tahakküm etmeden düzenleyici olması gerekmektedir. Bu bağlamda dönüşüm sürecinde mahalle hayatının bir bütün olarak sürekliliğiyle ele alınması, barınma ve yaşama hakkının, hayat tarzlarının, sosyal kurumlarının ve geleneksel istihdam yapılarının muhafazası, farklı gelir gruplarının kültürel ve sosyal taleplerine uygun mekânlarıyla birlikte yaşatılması gerekmektedir. DOĞRU KURGULANMIŞ KENTSEL DÖNÜŞÜM BİR FIRSAT OLABİLİR! Ümitsizlik, inançsızlıkla eşdeğerdir. Kentsel dönüşüm bir toplumsal facianın kapısını aralayabileceği gibi bir fırsata da dönüştüre- bilir. Nasıl mı? Şöyle ki öncelikle şehirlerimizi ıslah, imar ve ihya etme niyetini taşımalıyız çünkü bu her hayrın başının niyet olduğunu biliyoruz. Şehirlerin yeniden neşv-u nema bulması için atılacak ilk adım kentsel dönüşüm eylem planının özel mülkiyet sahibine ait konutlara yönelik bölümünün kamuya ait olan binalardan ayrılmasıdır. Kamu kendi binalarını ana planın bir parçası olmak kaydıyla ıslah, imar ve ihya etmeye devam etmelidir. Esas dönüşüm diye addedilen şehirde yaşayan insanların hemen tamamının hayatını etkileyecek bu eylem çeşitli safhalara ayrılarak yeni şehirleşme modeli ile birlikte adım adım uygulamaya konmalıdır. Bu adımları sıralarsak ilk adımda büyük şehirlerin yaşanabilir büyüklüğe indirgenmesi için ülke bölge, çevre ve uygulama imar planlarını (masa başındaki şehir planlarını kastetmiyorum) evrensel şehircilik ilkelerine göre süratle hazırlayıp uygulamaya koymak gereklidir. Bu planlamada şehirlerimiz yeniden yıldız kümesi şeklinde planlanarak bütün il ve ilçeler birbirlerinden makul bir büyüklükte tarım ve rekreasyon alanlarıyla ayrılacak şekilde düzenlenecektir. Hazırlanan bu planlarda şehir içinde halen mevcut olan askeri tesis alanları, mevcut yapı stokunun kat adedi ve yoğunluğu azaltılarak seyreltilmesinde ve donatı alanlarının oluşturulmasında kullanılacaktır. Yani örneğin; Esenlerdeki bitişik dört ya da beş katlı nefes alamayan, otoparkı ve yeterli donatı alanı olmayan bölgelerdeki yoğun yapılaşma en fazla 3 kata indirilerek bu tür nüfus yoğunluğunun fazla olduğu alanlardaki insanlar, askeri bölgelerden kazanılan alanlara aktarılacaktır. Şehirde konuttan rant elde etme fikrini bitirecek bir dizi yasal, finansal ve idari düzenlemeler yapılacaktır. İstanbul’un 15-20 yıllık bir süreçte 6-7 milyon nüfusla indirileceği yetkili ağızlarca dile getirilerek şehirde yapılacak konuttan elde edilecek rant hevesi en alt düzeye indirilecektir. İstanbul’a 150200 km mesafede şehir kurulmasına müsait arazilerde (düzlük ve ovalar değil şehrin yamaçları konut bölgesi olarak seçilecektir.) Nüfus 20.000 den başlayıp 50.000-100.000250.000-500.000 ve 1.000.000 nüfuslu yeni ihtisas şehirleri planlanacaktır. Planlanan bu şehirlerde her bir şehir için ihtisas konusu belirlenecek (bilişim, dericilik, tarım, lojistik, küçük sanayi) tamamıyla kamu arazilerinde yeni şehirler kurulacaktır. Bu şehirler kendi kendine yeterli eğitim, sağlık, ticaret hizmetlerini kendi içinde sağlayabilen bütün donatı alanlarına sahip olacaktır. En büyük şehirde bile bir ucundan öteki ucuna 15 dakikada gidilebilecektir. Çalışanlar işe yürüyerek veya bisikletle gidebilecek imkânlara ulaşacaktır. Çocuklar okula servis kullanmadan gidebilme kolaylığına ulaşacaktır. Yeni kurulan bu şehirleri yüksek hızlı tren hatlarıyla İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi şehirlere bağlayarak insanların günü birlik bir saat, iki saat içinde büyükşehirlerdeki işlerini görüp aynı gün evlerine dönebileceklerdir. Aynı zamanda yeni kurulan bu şehirlerin ithalat ve ihracat imkânları açısından karayolu, demiryolu ve deniz yolu bağlantıları entegre olarak sağlanacaktır. Yeni kurulan bu şehirlerin 25 yıla kadar vergi, ssk, teşvik gibi özendirici imkânlarla desteklenerek insanları kendiliğinden daha kolay ve sakin bir hayat yaşaması için buraları tercih etmesi sağlanacaktır. Arsa ve araziler üzerindeki spekülasyonları rant hesaplarını elimine etmek için yani kurulan bu şehirlerin ticaret bölgeleri hariç tapu verilmeyen ve 49-99 Ocak - Şubat 2013 35 MİMARLIK yıllığına kullanım hakkı verilen bir mülkiyet statüsüne geçirilecektir. Bu durumda hiçbir emek sarf etmeden kamudan ya da anadan, babadan kalan arsa ve arazilerin haksızca kazanç yolları kapatılmış olacaktır. Böylece insanlar üretmeden emek sarf etmeden kazanamayacaklarını kamunun yapacağı yatırımlar dolayısıyla yapılacak yol ve tesislerden dolayı birdenbire rayiç değerinin 10 katı 100 katı haksız kazançlara ulaşamayacaklardır. Bu da toplumsal hayatın adalet üzere dengelenmesini sağlayacak ve havadan para kazananların önlerini kesecektir. Yeni kurulan bu şehirlere (örneğin İstanbul’dan) devlet zoru kullanmadan insanların kendi istek ve kararlarıyla buralara göç ederek gerçek kentsel dönüşümün kendiliğinden olmuş bir örneğini hem de toplumsal kırılmalar oluşturmadan gerçekleştirecektir. MÜLKİYET REJİMİNDE YAPILACAK DEĞİŞİKLİKLER Sosyal refah ve adaletin sağlanması için toplumun bazı kesimlerinin üretmeden, emek sarfetmeden kısa yoldan ve haksızca servet sahibi olmasını önleyici tüm kanunî ve fiilî tedbirler alınmalıdır. Bu çerçevede kamunun yapacağı yatırımlardan dolayı bir bölgenin 10-100 katı değerlenmesi sonucu elde edilen ve herhangi bir istihdam ve emek harcamadan ele geçen meblağlar kamuya yöneltilmelidir. Bu çerçevede kentsel dönüşümle yeni teşkil edilecek yerleşmelerde barınma ihtiyacını karşılamak devletin sosyal bir görevi olarak addedilerek vatandaşa ev yapacağı arsa –tapu verilmeden- sadece kullanma hakkı- tahsis-tanınarak bedelsiz verilmeli, vatandaş kendi mütevazı evini kendi yerel imkânlarıyla, az katlı ev yapma imkânı sağlanmalıdır. Ancak bu yeri satma veya devretme hakkı verilmeyerek barınma (ev) ihtiyacı üzerinden spekülasyon dönemi kapanmalıdır. Sosyal dengenin muhafazası için de konut alanından çekilen müteahhit firmaların yurt içi ve yurt dışı ticaret, konaklama, turizm ve sanayi tesisleri yapımında rol almaları çeşitli teşviklerle desteklenerek sağlanmalıdır. Yine haksız kazanç kapısı olan imar planlarındaki tadilatlarla bir takım kişi ve çevrelere sağlanan ilave haklardan dolayı, mülkiyet sahibinin kamuya bu imar artışının bedelini ödemesi veya muadil değerdeki arsa ile emsal transferi yapılması ya da kamunun belirlenecek oranda bu arsa üzerinde hak sahibi olması sağlanmalıdır. Tarla ve arazilerin yakın çevresinde yapılacak 36 Mimar ve Mühendis Alanya kamu yatırımlarından dolayı elde edilen haksız kazançların önlenmesi için bu bölgelerde cari emlak vergi değerleri üzerinden bölgenin çevresiyle birlikte kamuya devredilmesi veya oluşacak değer artışının kamuya bedel olarak devri hususunda mülkiyet rejimini değiştirecek çalışmalar yapılmalıdır. Kısacası mülkiyet üzerinden haksız kazanç yollarının kapatılması sosyo-ekonomik dengenin muhafazası için elzemdir. Efkâr-ı umumiyede rahatsızlık duyulan yabancı ülke vatandaşlarına mülkiyet satışı kaldırılarak yerine birçok gelişmiş ülkede olduğu gibi 49 veya 99 yıllık kullanma tahsisi sistemine geçilmelidir. Bu suretle memleketimiz üzerine gizli emelleri olan bazı kesimlere de imkân sağlanmamış olacaktır. Mülkiyet rejimi üzerinde hukukçuların yapacağı genişlemesine ve derinlemesine çalışmalarla yukarıda belirtilen ana fikirler çerçevesinde yeni bir sistem geliştirilmelidir. TOPLUM İDEALİZE EDİLEN ŞEHİRLERDE YAŞAMAYA HAZIR MI? Tabiîki çok kolay bir şey değil bu.. İdeal şehirleri kurarken eş zamanlı olarak bir yandan da bu şehirlerde yaşayacak erdemli insanları yetiştirmek gerekir. Bunların formülleri inanç ve kültürel kodlarımızda zaten mevcuttur; “Tekkeler”. Yüksek ahlâkın, tevazuun, sadeliğin, yekdiğerine hürmetin ve komşuluk haklarının öğretilerek yaşatılacağı bu müesseseler yeni çağın ihtiyacına göre güncellenerek erdemli insanların yetiştirileceği ortam yeniden hayata geçirilmelidir. Bunu bir hayal olarak görüp peşinen karşı durmak yerine, durup üzerinde düşünmek ve içinde yaşadığımız toplumun ahlâki normlarını neden yerine oturtamadığımızı irdelememiz gerekmektedir. Tekkelerde yaşlıya, gence, kadına, çocuğa nasıl davranılacağı, kul hakkının sadece satın alınan mallarla sınırlı olmadığı, çevreyi kirletmenin, komşusunun yolunu, rüzgârını, manzarasını, güneşini kapatmanın da bir hak ihlâli olduğunu, komşusundan yüksek bina yaparak onun mahremiyetini zedelememek gerektiği, yüksek binanın tevazuu yok ederek kibiri tevlid ettiğini anlatarak erdemli insan olma yolunu açmaktadır. Bu kurumların adına ister tekke deyin, ister başka bir isim verin ama evde, sokakta, çarşıda, resmi dairede ve işletmelerde eşref-îmahlukata yakışmayacak biçimde davranışların önüne geçerek, karşılıklı hürmet ve muhabbetin , ahlâkın, helâl ve haram olana riayetin, kamu hakkının kutsallığının yeniden tesis edileceği bu müesseselerin ihyası zaruridir. Soruda belirtilen toplum teşekkül ettirilmeden yapılacak uygulamalar, yaşayanlarıyla örtüşmeyen nostaljik, kartondan şehirler olur ki, bu istenilen, hedeflenen bir şey değildir. Bilakis bir yandan toplumu yüksek ahlakın kazandırılacağı bu müesseselerde eğitirken, diğer yandan bu insanların ideallerini yaşayacağı şehirler ihya ve inşaa edilmelidir. Her şeyin başında iyi niyetle başlamak ve ümit kesmemek ve yeniden Hakk ve hakikatin en yüce değer olacağı günleri öngörmek inancımızın gereğidir. Bu inanç ve kararlılıkla atılacak ilk adım inşaallah aydınlık geleceğimizi müjdeleyecek safhanın en mühim başlangıcı olacaktır. Ancak inanmayanlar ümitsiz olabilirler.. Ocak - Şubat 2013 37 DOSYA: TARIM VE GIDA GİRİŞ • MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ GIdalarımız ne kadar doğal ve sağlıklı? İnsan gelişiminin ve sağlığının en önemli koşullarından biri “sağlıklı beslenme.” Güvenilir gıda üretiminde üzerinde durulması gereken konular arasında; tarımda kullanılan tohum, yöntem, metodlar, ürünlerin satışa sunulmadan önce geçirdiği işlemler, hayvancılık tesislerinin koşulları ve çalışma yöntemleri bulunuyor. Gıda üretimi maddi çıkarlar doğrultusunda dünyada “tarım emperyalizmi”ne dönüşebiliyor; ayrıca bol ve güzel görünümlü mahsul elde etmek, kar sağlamak amacıyla kimyasallara bulanmış sağlığa zararlı ürünler piyasaya bilerek sunulabiliyor. Bu alanda, yerli –ithal politikaları da önemli bir yer teşkil ediyor. İnsanların, sağlıklı gıdanın önemi hakkında bilinçlenmesi ve bunlara erişmenin yollarını bulması; sağlıklı tarım ve hayvancılık için çözüm önerileri oluşturmaları gerekiyor. 38 Mimar ve Mühendis Ocak - Şubat 2013 39 DOSYA: TARIM VE GIDA GİRİŞ • MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ TARIM VE GIDA PANORAMASI Artan nüfusa rağmen kısıtlı kaynaklara sahip dünyamızda verimli toprakların ve güvenli gıda yetiştirmenin önemi artıyor. Tarım ve gıdanın gelecekte petrolün, değerli madenlerin yerini alacağı öngörülüyor. Küresel trendler-2030 raporu'na göre geleceğin savaşları su ve gıda kaynaklı olabilir. Sağlıklı yaşam, sağlıklı nesillerin oluşması, gelecek kuşakların da faydalanabileceği verimli topraklar, temiz bir çevreye sahip olabilmek için güvenli tarım ve gıda üretim metotlarına gereken önemin verilmesi gerekiyor. Dünyadaki nüfus 2012 yılı itibariyle yaklaşık 7 milyar kişiye ulaştı; 2025 yılında ise yaklaşık 8 milyara çıkacağı tahmin ediliyor. Tüm dünyanın gıda ihtiyacını karşılayabilmek amacıyla tarım alanlarının büyütülmesine ve mevcut alanların verimliliğinin artırılmasına çalışılıyor. Bu doğrultuda daha çok ürün elde etmenin yolu geleneksel tarım metotlarından uzaklaşılarak, modern tarım yöntemlerine geçiş olarak belirlendi. Yeni teknikler uygulanırken, çiftçinin eksik ve yanlış bilgilendirilmesiyle, kimyasal gübre ve ilaçların yanlış kullanılmasına veya daha çok kazanma arzusuyla bilerek zararlı tohum ve diğer yöntemlerin ürünlerin yapısını bozmasına izin verildi; insanın ve gelecek nesillerinin sağlığı tehlike altında. Doğru yapılmayan ilaçlama, gübreleme vs ürünü bozmakla yetinmiyor, çiftçisini de zehirliyor. Dünya genelinde tarım ve gıdanın önemini vurgulamak ve durumunu takip etmek amacıyla Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)’ya üye olan Türkiye, bu konuda bilinci artırmak için çalışmalar gerçekleştiriyor. Tarım destekleme modelleri ve teşvik politikaları ile kaliteli üretimin önünün açılması ve doğal ürünlerin rekabette öne 40 Mimar ve Mühendis çıkabilmesinde çiftçilere çözüm önerilerinin sunulması gerekiyor. Tarım politikaları kapsamında, iyi bir toprak analiziyle, çiftçilerin üretimde ihtiyacı olan tüm öğeler konusunda bilinçlendirilmesi amaçlanıyor. Bu sırada 6 milyar dolar seviyelerine çıkan tohum ithalatıyla birlikte ithal tohumun kullanımı yaygınlaşıyor. Hibrit tohumlar, herbisli tarım, ürüne ve toprağa zarar verecek şekilde kimyasalların kullanımı dolayısıyla suyun, çevrenin zarar görmesi de bu başlık altında tartışılan konular arasında yerini alıyor. Kötü tarımın sonucunda oluşan ürünler sindirim sistemini ve diğer organları bozuyor. Yalnızca tarımla değil, ürünler toplandıktan sonra, çabuk bozulmaması ve parlak, güzel görünümü için gerçekleştirilen mumlama işlemi de yine zararları tartışılan konular arasında. Bu işlem sırasında ürünün gözeneklerinden geçen kimyasallar, yiyeceklerin tüketimiyle doğrudan insan vücuduna alınıyorlar. Fareler üzerinde yapılan deneyler sonucunda; ürünlerin korunması için kullanılan koruyucu maddeler, renklendirici, tatlandırıcılar, lezzet artırıcıların da önemli bir kısmının kanserojen etki oluşturduğu belirtiliyor. Bu maddeler ise bugün marketlerde önemli bir yer teşkil eden, hazır yiyecek ve atıştırmalıkların çoğunda mevcut. Et ve ürünleri alanında yine sağlık ve beslenmeyle ilgili sorunlar gündemde. Daha hızlı gelişmesi için doğal şartlarda yetişen besinleri yemesi gerekirken, GDO’lu mısırlarla büyütülen ve kötü koşullarda yetiştirilen hayvanlar insan sağlığını tehdit ediyor. Hayvancılık alanında yeni teknolojik modellerin hayata geçirilmesinin yanı sıra özenli çiftliklerin kurulması ve hayvanların özünü değişime uğratacak maddelerin bilinmesi; bunlardan uzak durulması gerekiyor. Bu sırada, hayvancılık çalışmalarının teşviği için hükümet politikalarının geliştirilmesi yine önem kazanıyor. İthalata karşı yerli ürünün güçlendirilmesi de bu alanda gündemde. Son yıllarda et tüketiminin sürekli artış gösterdiği Türkiye’nin hayvancılık faaliyetlerinin genel nüfusa oranının %27’den %22’ye düşmesi de üzerinde durulması gereken bir konu olarak görülüyor. Ürünlerin; tarladan, ağaçtan toplanıp sofraya uzanan serüveninin her bir aşamasının titizlikle gerçekleştirilmesi gerekiyor. Tasnifine, taşınmasına, satıcıya ve tüketiciye ulaşmasına kadar, her aşamasında ürünler takip edilmeli. İdeal olan; doğal yöntemlerle yapılan yetiştiriciliğin yanı sıra gıdaların tedarik zincirinde bozulmadan ve sağlıklı ambalajıyla birlikte pazara sunulması. Bunu takip etme görevi ise bu noktada denetleyici kurumlarla birlikte tüketiciye düşüyor. Ambalajın üzerinde tanımlanan, gıdanın içeriğinde bulunanlar listesinin önemi, katkı maddelerinin neler olduğu gibi birçok konu tüketiciyi düşündürmeli. İnsanlar gıda ve beslenme konusunda bilinçlenmeli ve ürünlerin Tarım destekleme modelleri ve teşvik politikaları ile kaliteli üretimin önünün açılması ve doğal ürünlerin rekabette öne çıkabilmesinde çiftçilere çözüm önerilerinin sunulması gerekiyor. güvenilirliğini, besin değerlerini sorgulamalılar. Bunların yanı sıra uluslar arası arenada tarım ve gıda yeni sömürgecilik alanı olarak karşımıza çıkıyor. Gıda krizinin çıkması endişesiyle zengin ülkeler, az gelişmiş ülkelerden uzun süreliğini verimli toprakları kiralayıp satın alarak gıda rezervlerini büyütüyor ve ihracat çalışmalarını güçlendiriyorlar. Bu arazilerin bir kısmı, enerji fiyatlarının yüksekliğinin de etkisiyle, etil alkol ve biyodizel üretmek için kullanılabiliyor. Bu alanda yatırım yapan kuruluşların arasında yalnızca tarım şirketlerinin olmadığı, devletlerin yanı sıra banka, sigorta gibi farklı alanlarda faaliyet gösteren şirketlerin de bu toprakları kiralayıp satın aldıkları biliniyor. Türkiye’de de verimli geniş arazileri, çok uzun süreliğine kiralandı. Tarım ve gıdanın gelecekte petrolün, değerli madenlerin yerini alacağı öngörülüyor. Amerikan istihbaratının analiz birimi Ulusal İstihbarat Konseyi'nin yayınladığı küresel trendler-2030 raporuna göre de geleceğin savaşları su ve gıdadan kaynaklanabilir. Ocak - Şubat 2013 41 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Dr. Yavuz DİZDAR İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü GIDANIN ENDÜSTRİLEŞMESİ, HASTALIKLARIN AÇIKLANMASINDA ANAHTAR-KİLİT İLİŞKİSİ Dört temel besin grubundan biri olan tahıllar, tarımsal üretimde de en büyük paya sahip olan bitki grubudur. Bu grubun en önemlileri olan buğday ve çeltik ile bunların yan Ç oğumuz büyük buluşlar devrinin artık tamamlandığını düşünürken, bunu dayandırdıkları en önemli gerekçe, maddenin ve moleküllerin yapısı konusunda elde ettiğimiz detaylardır. Oysa detaylar kavramın bütünü konusunda ne kadar fikir verebilir? Sonuç olarak bugün vardığımız nokta, “karmaşık bir şeyin parçalara ayrılıp onları inceleyerek çözülebileceğini” ileri süren Kartezyen Düşünce’nin iflasıdır. Günümüz bilimi detayda elde ettiği bunca sonuca, Dekart’ın Kartezyen Düşünce’sine dayanarak gelmiştir. Ama Batı akademisi, özellikle biyolojiyle ilgili bilimlerde (hele hele DNA dizisi bile çözülmüşken) Kartezyen Düşünce’nin artık tükenmiş olduğunu kabul etmek zorunda. Meselenin bundan sonrası “anlama” dayanmakta ve başka bir bakış açısını gerektiriyor. Standart örneği yeniden vereyim. Hiç motorlu araç görmemiş birine bir araba gösterip de nasıl yürüdüğünü sorduğunuzda ilişkilendireceği başlıca özellikler, arkasındaki borudan duman çıkıyor olması, kaputun ısınması ya da çıkarttığı ses olacaktır. Bu durumda arabanın çalıştırması istenirse altına ateş yakmayı, egzoza duman çıkartan yanmış otlar tıkmayı ya da sesini taklit etmeyi deneyecektir. Daha da ötesi, motoru oluşturan parçaların hiçbiri tek tek incelendiğinde motorun nasıl çalıştığını açıklayamaz. Kartezyen Düşünce’nin artık yetersiz kaldığı günlük yaşamımıza doğrudan etkili olduğu en temel alan da beslenmedir. Son iki yıldır giderek daha fazla okumak zorunda kaldığım beslenme konusunda yazdıklarım, aslında tıbbın kısır kalmış bakış açısına da bir 42 Mimar ve Mühendis ürünleri insanların temel besin maddesi ihtiyacını karşılarken, arpa ve mısır da daha yoğun olarak hayvan beslenmesinde kullanılmaktadır. eleştiridir. Endüstrinin bizi getirdiği noktada gıdadaki derin değişim, aynı bakış açısını kullanarak açıklanamaz. Buna karşılık yine de sorunun temel başlıkları bulunmakta. Bu yazı bunları ana hatlarıyla irdelemek amacıyla kaleme alınmıştır. İnsektisit, herbisit, fungisit gibi tarımda kullanılan ilaçların besinlerdeki kalıntıları ağır bir sorundur Tarım ilaçları tarım zararlısı olarak adlandırılan böcek, ot gibi aslında doğanın bir unsuru olan canlılarla mücadele edebilmek amacıyla geliştirilmiştir. Organik tarımda kullanılmaları da belli kurallar çerçevesinde kabul edilir. İlaç usulüne uygun olarak kullanılmalı ve ürünün alınmasından belli bir zaman önce kesilmelidir. Bu yapılmadığı takdirde ilaç kalıntıları bitkinin kabuğunda ve içerisinde kalır. Bu kalıntıların en vahimi “sistemik” olarak adlandırdığımız ilacın bitkinin bünyesine geçerek kullanımıyla oluşanlardır. İlaç bitkiye dışarıdan uygulama sırasında geçebilir ya da özellikle kökten verilerek uygulanabilir. En tehlikeli durum budur, zira uygun kullanılmaması durumunda ürün alınırken ilaç bitkinin içinde kalır. Zaman zaman ihracat amacıyla yetiştirilen ürünlerde bile (bunlar genel üretimin yüzde 5’ini oluşturan çok özenli tarım ürünleridir) tarım ilacı kalıntısı olduğu gerekçesiyle geri gönderildiği basına yansımaktadır. Bu ürün de elbette iç piyasaya verilir, ama denetimin tamamen köylünün insafına kaldığı durumlarda ilacın nasıl kullanıldığı bilinmemektedir. Çiftçi ilacı iyi bir şey zannederek bol bol kullanabilmektedir. Anadolu’dan aktarılan bilgiler, tarım ilacı satıcılarının çiftçiye “kendi yiyeceklerine mi, yoksa piyasaya vereceklerine mi” sorusunun cevabına göre ilaç verdikleridir. İlaçların meyvenin bozulmasını önlemek amacıyla kullanılabileceğine dair şüpheler de oluşuyor, bir yıl değil çürümek, pörsümeden kalan elma biliyorum. Kliniğimize tedavi amacıyla gelen çiftçilerden buğday ekimi öncesi toprağın ilaçlandığı, mısır yetiştirilmesi sırasında dört kez ilaç uygulandığını öğreniyorum. Bu ürünlerin hiçbiri denetlenmemektedir. İçinde kalıntı olan ürünün tüketilmesi, ilacın da bizim vücudumuza geçmesi anlamına gelir. Aslında ilaç bitki zararlısına yönelik üretilse de, elbette insanlarda ve hayvanlarda da ciddi toksik etkileri vardır. Geçtiğimiz aylarda Çatalca’da onlarca ineğin topluca öldüğü ifade edildi. Hayvanları pirinç tarlalarının yakınında bulmuşlar, ölüm nedeninin araştırılıp araştırılmadığını, tatminkar sonuçlara ulaşılıp ulaşılmadığını bilemiyoruz. Çiftçiler de yanlış ilaçlama yöntemleri nedeniyle zehirlenmekteler. Örneğin Karadeniz’den aktarılanlar, fındık ilaçlamak isteyen çiftçinin torbayı açıp, ilacı avuç avuç havaya attığını söylüyor, rüzgarın etkisiyle nereye ne kadar düşerse, böyle ilaçlama mı olur? Öte yandan yapılan pek çok araştırma tarım ilacı kullanımı ve kanser arasında da açık bir ilişki olduğunu gösteriyor. Martinik’te yapılan bir çalışma prostat ve meme kanserinin tarım ilacı kullanımıyla paralel arttığını gösteriyor, Martinik bir ada olduğundan kapalı bir sistemi oluşturuyor, çalışma bu nedenle önemli (1). Brezilya’da yapılan bir araştırma ise bölgelerde kullanılan tarım ilacı miktarıyla kanser arasında kesin bir paralellik olduğunu göstermiş, özellikle lenfomalarda bir artış bulunmakta (2). Aynı ilişki ne yazık ki çocukluk çağı kanseri için de gösterilmiş (3). Fakat ülkemizden yapılan analizlere bakılınca durum açıkçası bir felaket. Türkiye’de hastalık sıklığı ve olası nedeni araştıran (epidemiyolojik) çalışmalar çok yapılamasa da, insan dokularından ve anne sütlerinden yapılan analizlerin sonuçları dehşet verici bir tablo ortaya koyuyor. Bu konuda 15’ten fazla araştırma yayınlanmış, herkesin dokusunda bir şekilde tarım ilacı artığı var (4). Bu saptama üzerine Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’ndan hangi tarım ilaçları için analiz yaptıklarını öğrenmek istedim ve bunu defalarca vurguladım. Bakanlık Başmüsteşarı aradılar, ancak bugüne dek “neye baktıkları, ne buldukları” şeklinde bir açıklama görmedim. Benim kanaatim, herhangi bir tarım ilacı analizi yapılmadığıdır. İnsanlar tarım ilacı kalıntısı olan ürünleri tüketiyor, biz bunun sonuçlarını hastanede görüyoruz. Rafine gıdaların sağlığa olan olumsuz etkileri Beslenme konusunda bilinenler, diğer alanlarda bilinenlere göre çok azdır. Bunun bir nedeni beslenmenin zaten doğal olarak yapılması, “nasıl olsa yenilenler bir şekilde sindiriliyor” diye düşünülüyor. Oysa Galen’den beri çok iyi bilinen gerçek, beslenmenin insanın sadece gelişimini değil, sağlığını da çok ciddi etkilediğidir. İnsanın geleneksel beslenmesinde rafine gıdanın zaten yeri yoktur. Gıdanın rafinasyon süreci ise sanıldığından daha eskidir, ilk rafine un 1800’lerin sonlarında üretilmeye başlanmış. Bunu Yapılan pek çok araştırma tarım ilacı kullanımı ve kanser arasında açık bir ilişki olduğunu gösteriyor. Martinik’te yapılan bir çalışmaya göre prostat ve meme kanseri tarım ilacı kullanımıyla paralel artıyor. daha sonra şeker başta olmak üzere, diğer temel besin maddeleri de izlemiş (5). Sindirim sisteminin nasıl çalıştığına ilişkin bilgilerin zayıf olması, rafine gıdanın nasıl bir sağlık sorunu yaratacağını maskelemektedir. Rafine ürünler sindirim sisteminin ince bağırsaklar bölümünden hızlı ve pek değişikliğe uğramadan emilirler. Oysa sindirim dediğimiz süreç esas itibarıyla kalın bağırsaklardaki miktobiota olarak adlandırılan bakteriler tarafından yapılmaktadır (6). Bu bakterilerin 300 türün üzerinde olduğu tahmin edilmektedir, ancak pek çoğunun insan vücudu dışında kültür ortamında üretilmesi bile mümkün olmamaktadır. Aslına bakarsanız bakteriler zaten dünyadaki bütün biyolojik sindirim işlevini de yerine getirirler, örneğin azot döngüsü bakterilerin işlevidir, çevreye salınan toksik maddelerin zehirsizleştirilmesi işlemi de bakteriler tarafından yapılır. Beslenme ile alınan gıdaların nasıl bir dönüşüm işlemine tabi tutulacağını da bakteriler belirler. Örneğin proteinlerin bir kısmı bakteriler tarafından kısa zincirli yağ asitlerine dönüştürülür, bu ürünler kalın bağırsak hücrelerinin beslenmesi için esastır. İşte rafine ürünlerin aşırı Ocak - Şubat 2013 43 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ tüketimi kalın bağırsakların beslenmesini bozar. Kalın bağırsaklar sanıldığı gibi “kalın bir boru” değildir, özellikli ve ayrı bir organdır, embriyolojik gelişimleri de bu gerçeği destekler. Oysa günümüz endüstriyel besinleri yoğun biçimde rafine bileşenler içerir. Rafinasyonun nedeni besinin raf ömrünün uzatılmasıdır. Tam gıdalar uzun raf ömrüne sahip değildir, buna karşılık bir besinin ömrünü uzatmanın temel yolu rafine hale getirmektir, zira onun doğal bozulma sürecinde rol oynayan bakteriler diğer bileşenler eksikse üreyemezler. Bugüne dek yapılan bütün araştırmalar tam gıdaların tüketilmesini başta diyabet, kanser, kalp, ülseratif kolit gibi hastalıklardan koruyucu olduğunu göstermekte (7). Bu durumun bir nedeni söz konusu hastalıkların bütününe bir enflamasyon (mikropsuz iltihap) durumunun eşlik etmesi. Tam gıdaların özellikle kalın bağırsaktaki bakteri florası için gerekli olduğu şeklinde yorumlanmalı. Zira beslenmenin temeli kalın bağırsaklar ki, ben ona “dahili topraklar” adını veriyorum. Bugün ülseratif kolit gibi hastalıkların stresin değil, yanlış beslenmenin etkisi olduğunu düşündürecek çok fazla bulgu var. Bu hastalarda ağızdan beslenmeyi kesip, damardan beslenmeye başladığınızda bile hastalık düzelme gösteriyor. Bu durum da olasılıkla “toprakların nadasa bırakılmasına” karşılık geliyor. Sütteki UHT işleminin ve yoğurttaki homojenize etme işleminin sağlığa olumsuz etkileri Süt doğanın mantığı gereği aslında hiçbir işleme tabi tutulmamalıdır, ancak hayvanların sağlıklı olmadığı koşullarda pastörizasyon işlemi Pastör’den bu yana kullanılmaktadır. Pastörizasyonda sütün eriştiği sıcaklık hastalık oluşturabilecek etkenlerin ortadan kaldırılması için yeterlidir, Whey proteinleri gibi besleyici unsurlar kabul edilebilir bir miktarda kaybedilir. Ancak uygulama “ultra high temperature” (UHT) denen “çok yüksek sıcaklık” aşamasına geldiğinde durum değişir. Çünkü süt düz bir besin değil, aslında yeni doğan bebeğin dış dünyaya adaptasyonunu gerçekleştiren sıra dışı bir biyolojik sistemdir. Yapılan bütün araştırmalar anne sütü ile beslenen çocukların, bu adaptasyonun daha iyi olması nedeniyle formül mamalarla beslenenlere göre daha sağlıklı bir yaşam geçirdiklerini göstermektedir. Günümüz süt endüstrisinin en büyük hatası sütü düz bir besin maddesi olarak kabullenmesi ve ona “yüksek teknolojik işlem” yapabileceğini zannetmesidir. Bu uygulamanın başlangıç aşaması sütün homojenizasyonudur. Normal koşullarda kaymak oluşturan süt içerisindeki yağ kürecikleri, süt 85 derece sıcaklıkta, 140 bar basınç altında (1400 metre su basıncı) çok ince bir delikten püskürtülerek sütün içerisine karıştırılır. Endüstri bunun zararsız bir yağ küreciklerinin parçalanması işlemi olduğunu düşünmektedir, ancak homojenizasyon sonrasında süt başta karakteristik kokusu olmak üzere pek çok özelliğini yitirir. Bu işlem aslında homojenizasyonun ötesinde bir kataliz işlemidir, sütün bebek için koruyucu özelliklerini de ortadan kaldırır. Piyasada “homojenize” olarak satılan yoğurtların da ekşime özelliği bu kataliz işlemi nedeniyle ortadan kalkmaktadır. Bu aynı zamanda yoğurdun 44 Mimar ve Mühendis vücut için “koruyucu antioksidan özelliğini” de ortadan kaldırmaktadır. Oysa antioksidan özellik yaşlanmanın geciktirilmesi açısından Nobel ödüllü Rus Kimyacı Elie Metcnikof tarafından ortaya atılmıştır, çünkü etkinliğini kaybetmemiş yoğurt, vücuda öyle ya da böyle alınan toksik maddelerin etkisizleştirilmesi için gereklidir (8). Dahası gerçek yoğurt bağırsak florasının sürdürülmesi için de çok önemlidir. Burada vurgulamam gereken bir diğer üzücü nokta, homojenize sütten yapılan yoğurdun kaymak oluşturamamasına karşılık, piyasadaki endüstriyel homojenize yoğurtların çoğunun kaymaklı olmasıdır, bu kaymaklar yoğurdun üzerine sonradan eklenen “çakma” kaymaklardır (endüstri de karşılıklı görüşmelerimizde durumu kabul etti). Bunu yapabilmek için genellikle margarin kullanıldığı kabul edilmektedir. Sütün endüstriyel işlenmesindeki UHT aşamasında ise sıcaklık 140 derece civarına çıkarılır, süt su bazlı bir sistem olduğundan bu sıcaklığa çıkması kaynama nedeniyle mümkün olmayacağından basınç uygulanması gerekir. Bu basınç 5 bar düzeyinde, yani gıda mühendisi arkadaşlarımızın ifadesiyle şebeke suyu basıncı seviyesindedir. İşte bu işlem sadece süt içerisindeki uyku halindeki mikroorganizmaları ortadan kaldırmakla kalmamakta, sütün yapısında da ciddi değişikliğe neden olmaktadır, zira UHT sütler doğal bozulma Gıdaların aslında ayrıca lezzetlendirilmelerine gerek yoktur, çünkü gerçekten olması gerektiği gibi üretilmiş taze gıdaların lezzet sorunu yoktur. Lezzet kaybı bu gıdaların aşırı fiziksel işleme tabi tutulmalarıyla ortaya çıkmakta. ete uygulanan yüksek basınç işlemidir. Bizim ülkemizde açık satılan etler için söz konusu değildir, ancak endüstriyel sosis, salam gibi şarküteri ürünleri ve hamburger etlerinde uygulanmaktadır. Burada söz konusu olan 5000 bar, yani yaklaşık 50 kilometrelik su basıncıdır. Bu basınç altında da et fiziksel ve kimyasal değişim nedeniyle doğal lezzetini yitirir. Bu durumda monosodyum glutamat (MSG) olarak adlandırılan madde tat özelliğinin artırılması amacıyla kullanılmaktadır. MSG bir glutamik asit bileşiğidir, aslında uyarıcı amino asitler sınıfında yer alır. Tat duyusunu uyarması da sinir sistemini uyarmasıyla benzer bir etkidir. İstanbul Tıp Fakültesi Farmakoloji Anabilim Dalı’ndaki ihtisas eğitimim sırasında Prof. Dr. Hikmet Koyuncuoğlu ile yaptığımız deneysel çalışmalar, yeni doğmuş farelerde MSG’nin morfin bağımlılığına da pekiştirici bir etki gösterdiğini ortaya koymuştu (12). Dolayısıyla MSG’nin etkisi sadece tat duyusunun güçlendirilmesi değil, yeme isteğinin artırılması da olabilir. Bu nedenle anne-babalar çocuklarını MSG içeren endüstriyel ürünlerden kesinlikle uzak tutmalıdırlar. Oysa genel kullanım alanın baktığınızda, bu madde endüstriyel keklerde, çorbalarda başta olmak üzere, neredeyse bütün endüstriyel gıdalarda kullanılmakta. Toplumu endüstriyel bütün ürünlerden uzak durmaları konusunda uyarmam elbette gerekçesiz değildir. yolu olan ekşime özelliğini kaybederler, proteinlerin nasıl bir forma katlandığı da bilinmemektedir. Ne akademi, ne de endüstri bugüne kadar sütün fizyolojik etkilerini hemen hemen hiç incelememiştir. Örneğin sütün ana proteini olan kazeinden oluşan beta-casomorphin-7 sindirim sistemi örtüsünün (mukus tabakası) oluşturulmasını uyarır (9). Aynı şey sütün fermente biçimi olan yoğurtta da vardır. Kazein midede tamamen özgül bir şekilde kesilip, biçilir, vücuda bir bütün olarak emilir (10). Tekrar söyleyeyim, sütün ve yoğurdun fizyolojik etkileri henüz yeni araştırılıyor, kan şekeri seviyelerini bile düzenlediğine dair veriler henüz iki yıllık (11). İşte ekşimeyen homojenize yoğurtlar ve UHT sütlerde bu özellikler biter, çocuklarını uzun ömürlü UHT sütle ve ekşimeyen homojenize yoğurtla beslemeye çalışanlar, onları sütün ve yoğurdun fizyolojik etkilerinden tamamen mahrum bıraktıklarını bilmeliler. Gıdaların aslında ayrıca lezzetlendirilmelerine gerek yoktur, çünkü gerçekten olması gerektiği gibi üretilmiş taze gıdaların lezzet sorunu yoktur. Lezzet kaybı bu gıdaların aşırı fiziksel işleme tabi tutulmalarıyla ortaya çıkmakta. UHT dediğimiz işlem sadece süte uygulanmaz, ayranlar, kefirler, meyve suları, sebze püreleri, ketçaplar başta olmak üzere pek çok üründe raf ömrünü uzatmak amacıyla kullanılmaktadır. Aşırı fiziksel işlemin bir diğer biçimi ise GDO’lu yemlerle beslenen hayvanlardan elde edilen ürünlerin insan sağlığına zararı Genetiği değiştirilmiş organizmalar son 15 yılda giderek yaygın endüstriyel uygulama alanı buluyorlar. Biyoteknolojinin yardımıyla geliştirilen bu ucube canlılar her ne kadar dünyada açlığa çare olacak diye geliştirildilerse de, gerçeğin bununla bir alakası yok, amaç daha karlı, üstelik patent korumasında endüstriyel tarım ürünleri geliştirmek (13). İlaçların içerisinde en sorunlu görülenler sistemik uygulanan ot ilacı olan glifosat ve türevleri. Örneğin glifosata dayanıklı soya ve mısır soyları dünyada en çok üretilen GDO tarım ürünlerinden, bunların tarımında zararlı ot ilacı olarak kullanılan glifosat da ayrılmaz bir parçası. Glifosata direnç sağlayan genler soya, mısır, kanola, pamuk gibi bitkilerin içerisine yerleştirildiğinden beri, yeni bir GDO biçimi olarak uygulamada giderek yayılıyor. Bu bitkiler glifosata dirençli, ancak bu elbette glifosatın bitkinin içine hiç geçmediği anlamına gelmiyor. Glifosat dıştan uygulamada bile bitkinin içerisine geçebilen bir madde, yapraklardan emilip köke taşınıyor (14). Bitki dirençli ise yine taşınıyor, ama fazlası bitkiye zarar verecekken bu kez vermiyor. Lakin bu şekilde üretilen soya, mısır hayvan yemi olarak geniş kullanım alanına sahip. Ülkemize ithalatı da Biyogüvenlik Kurulu’nun raporlarına dayanılarak serbest bırakıldı. Tavuk yemlerinin yüzde 98’inde GDO soya kullanılıyor; Sabancı Üniversitesi’nden dostumuz Prof. Dr. Selim Çetiner’in Ocak - Şubat 2013 45 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Organik yetiştirilmiş tavukların pişme süreleri iki saat, fiyatları da diğerinin neredeyse dört katı. Şu ana kadar vardığım sonuçlar endüstriyel tavukların aslında yenemeyecek kadar hasta oldukları şeklinde. bir öğrencisine yaptırdığı tez bu durumu açıkça ortaya koydu, ki bunun üzerinden en az beş yıl geçti, yani Biyogüvenlik Kurulu kararları öncesinde de vardı. Oysa Arjantin’den yapılan çalışmalar bu ilacın gelişmekte olan embriyolarda anomaliye neden olduğunu göstermekte. Bu anomaliler “orta hat bölünme bozuklukları” tanımlanmakta, örneğin gözü etkilemekte. Embriyoların sinir sistemleri etkileniyor, sinir dokusunun oluşumu bozuluyor. Kafa orta hat bozuklukları saptanıyor, aynı şey sırt bölgesindeki sinir dokusunun (omurga ve omurilik) kapanmasında da ortaya çıkıyor. Bu tarımın yapıldığı bölgelerde çok sayıda düşük ve doğum anomalisi saptandığı da bilinen gerçekler arasında (15) Bu ilaçlar memeli hücrelerinin döngüsünü de değiştirmekte, yani insan hücrelerinde de etkisi olduğu kesin (16). GDO’ların ve beraberinde kullanılan ilaçların yıllardır uygulanmasına karşılık, bu etkilerin yeni ortaya çıkıyor olmasının gerekçesi ise, patent korumaları nedeniyle araştırılmaların patent sahibi firmaya ait olmasıdır (17, 18). GDO’ların çevre etkileri ve beslenmede yaygın kullanımları durumunda nasıl bir sonuca yol açacakları bağımsız bilimsel kuruluşlar tarafında ancak yakın zamanda incelenmeye başlandı. Dünya bu konuda bedeli ağır bir sürprize hazır olmalı. Sağlık açısından riskli olduğu belgelenen/ kesinleşen gıda katkı maddeleri nelerdir? Gıdaya baharat dışında konan bütün sentetik maddeler sağlık açısından zararlıdır. Rafine şekerin bile fazlası zararlıdır, ancak kullanılacaksa tercih edilmesi gereken mutlaka pancar şekeri olmalıdır, zira bu doğaldır ve kalın bağırsakta özellikle sakaroz parçalayan bakteriler bulunmaktadır. Oysa günümüz endüstriyel tatlı gıdalarının ve meşrubatlarının üretiminde früktozdan zengin mısır şurubu (nişasta bazlı şeker, NBŞ) kullanılmaktadır. Mısır şurubundan elde edilen früktoz saflaştırmayla değil, enzimatik kimyasal reaksiyonlarla elde edilir. Pek çok bilimsel araştırma früktozun pankreas kanseri (19-22), beyin işlevinde baskılanma ve şeker bağımlığına neden olabileceğini açıkça ortaya koymuştur (23). Bugün ABD’deki aşırı kilolu neslin ortaya çıkışı NBŞ’ye paralel gitmektedir. Dahası früktozun keklerde kullanılmasının bir diğer nede46 Mimar ve Mühendis ni de bozulmayı önleyici, yani preservan olmasıdır. Bir arkadaşımın annesi açtığı endüstriyel keki keki bir yıl sakladı, bana verdi, ben de kütüphaneye koydum bekliyorum. Değil küflenme, kuruma bile yok. Öte yandan früktozdan zengin beslenme toksiktir, bu konuda eriştiğim en erken yayın 1982 yılına ait, o zaman bile früktozdan zengin diyet farelerde zaten metabolik sendrom oluşturmada bir model olarak kullanılmakta (24). Yani früktozdan zengin beslenmenin metabolik sendrom, insülin fazlası ve hipertansiyona neden olduğu çoktan beri bilinmekte, son derleme de 2009’da yayınlanmış (25). Bir yanda yüksek früktozlu mısır şurubu tüketilmekte, beri yandan bu deneysel model üzerinde ilaçların tedavi edici etkileri incelenmekte. Yani endüstri mısır şurubunu yaygın olarak kullanmaya başladığında, akademi bunun metabolik sendroma neden olduğunu zaten bilmekte. Dahasını söyleyeyim, bir basit Google taramasıyla bile bütününe erişilebilen 2007 tarihli son bilimsel araştırmalardan birisi; “Früktoz, ama glikoz değil, kronik böbrek hastalıklarının ilerlemesini hızlandırmakta” diyor (26). Metabolik sendromun kansere neden olduğu konusunda ise zaten kimsenin tereddüdü yok (27, 28). Ancak “zararlı olduğu kanıtlanmış” sözünün pratik olarak bir anlamı olmadığını özellikle vurgulamak zorundayım. Zararlı olduğu kesin olan sigara için bile alınan önlemler kısıtlıdır. Gıdalara katılan kimyasalların zararlı olduğunu da herkes bilir, ama önlem alındığı görülmemiştir. Burada önemli olan herkesin bireysel duyarlılığını geliştirmesi, düzenleyici otoritenin de halkı bilgilendirip doğru seçeneği sunmasıdır. İstanbul’da Taksim gibi bir merkezde ekşiyen yoğurt bulmak mümkün değilse, günlük süt bakkallara ulaştırılamıyorsa, bunca uyarıya rağmen endüstri işine gelmediği için üretim modelini değiştirmiyorsa, o zaman “kanıtlanmış” lafının bir anlamı kalmamaktadır. Peki endüstriyel tavuklar güvenle tüketilebilir mi? Endüstriyel gıda ciddi bir sağlık sorunu, buna son olarak da endüstriyel tavuklar eklendi. Eskisini bilenler çok iyi hatırlayacaklardır, tavuk çok lezzetli, ama kolay pişmeyen bir gıda idi. Ne var ki günümüzde tavuk yarım saatte pişiyor ve jöle oluşturamıyor. Son aylardaki çalışmalarımın neredeyse bütününü bu durumun nedenini açıklamaya yönlendirdim. Çünkü tavuk çok tüketilen bir gıda maddesi, fakat beri yandan GDO soya ve mısırla da bir kesişme noktasını oluşturuyor. Daha önce de söz ettiğim gibi, hayvanların beslenmesi yüzde 98 GDO oranında soya ve mısırla yapılıyor. Organik üretim çok az, organik yetiştirilmiş tavukların pişme süreleri iki saat, fiyatları da diğerinin neredeyse dört katı. Şu ana kadar vardığım sonuçlar endüstriyel tavukların aslında yenemeyecek kadar hasta oldukları şeklinde. Üretim yönteminin sonucu olarak kemik ve bağ dokuları son derece zayıf ve gelişmemiş, jöle oluşturmamalarının nedeni de bu. Ülkemizden yapılan çalışmalar hayvanların kalp ve karaciğerlerinin olması gerekenden küçük olduğunu ortaya koymuş, bu GDO yemlerle yapılan araştırmaların sonuçlarıyla birebir uyuyor (29). Oysa biz tavuğu çok tüketiyor, çocuklarımıza yediriyoruz. Kendisi bu kadar sağlıksız bir hayvanı yiyerek nasıl sağlıklı kalabileceğinizi düşünürsünüz. Endüstrinin “hijyen” kavramı burada da ön plana çıkıyor, tavuk yetiştirilmesi ile hijyenin ne alakası var, önemli olan kesim sonrasındaki hijyendir. Fabrika gibi kapalı ortamlarda hijyene bu kadar dikkat etmelerinin nedeni tavuğun enfeksiyonlara son derece açık olması, zaten 45 günlük kesim süresini aşıp da 80 güne çıkarırsanız kendiliğinden ölüm oranları da belirgin artıyor (30). KAYNAKLAR 1. Landau-Ossondo M, Rabia N, Jos-Pelage J et al. ARTAC international research 2010; 23: 1586-1595. group on pesticides. Why pesticides could be a common cause of prostate and breast 16. Marc J, Mulner-Lorillon O, Belle R. Glyphosate-based pesticides affect cell cycle cancers in the French Caribbean Island, Martinique. An overview on key mechanisms regulation. Biol Cell 2004; 96: 245-9. of pesticide-induced cancer. Biomedicine & Pharmacotherapy 2009; 63: 383-395. 17. Williams GM, Kroes R, Munro IC. Safety evaluation and risk assessment of the 2. Juliana De Rezende Chrisman J, Koifman S, De Novaes Sarcinelli P et al. Pesticide herbicide Roundup and its active ingredient, glyphosate, for humans. Regulatory Toxi- sales and adult male cancer mortality in Brazil. Inter J Hyg Environ Health 2009; 212: cology and Pharmacology 2000; 31:117–165. 310–321. 18. Spiroux de Vendomois J, Roullier F, Cellier D et al. A comparison of the effects of 3. Carozza SE, Li B, Wang et al. Agricultural pesticides and risk of childhood cancers. three GM corn varieties on mammalian health. Int J Biol Sci 2009; 5: 706-726. Int J Hyg Environ Health 2009; 212: 186–195. 19. Pitt HA. Presidential adres. Hepato-pankreato-biliary fat: The good, the bad and 4. Dizdar Y. Tarım ilaçları konusunda “ülkemizden” tıbbi analiz sonuçları: Zehirleni- the ugly. HPB 2007; 9: 92-97. yoruz! DÜNYA Gazetesi, Sağlık ve Ekonomi, 04.08.2010. 20. Michaud DS, Liu S, Giovannucci E et al. Dietary sugar, glycemic load, and pancre- 5. Welch RW, Mitchell PC. Food processing: a century of change. British Medical Bul- atic cancer risk in a prospective study. J Natl Cancer Inst 2002; 94: 1293-1300. letin 2000, 56: 1-17. 21. Nöthlings U, Murphy SP, Wilkens LR et al. Dietary glycemic load, added sugars, 6. O’Hara AM, Shanahan F. The gut flora as a forgotten organ. EMBO Reports, and carbohydrates as risk factors for pancreatic cancer: The Multiethnic Cohort 2006; 7:688–693. Study. Am J Clin Nutr 2007; 86: 1495-1501. 7, Lutsey PL, Jacobs Jr DR, Kori S et al. Whole grain intake and its cross-sectional 22. Jiao L, Flood A, Subar AF, Hollenbeck AR et al. Schatzkin A, Stolzenberg-Solomon association with obesity, insulin resistance, inflammation, diabetes and subclinical R. Glycemic index, carbohydrates, glycemic load, and the risk of pancreatic cancer in a CVD: The MESA Study. British Journal of Nutrition 2007; 1-9 prospective cohort study. Cancer Epidemiol Biomarkers Prev. 2009; 18: 1144-51. 8. Bounous G, Batist G, Gold P. Immunoenhancing property of dietary whey protein in 23. Stephan BCM, Wells JCK, Brayne C, Albanese E, Siervo M. Increased fructose mice: Role of glutathione. Clinical and Investigative Medicine 1989; 12:154-161. intake as a risk factor for dementia. Journal of Gerantology 2010; Special Issue: Biol- 9. Zoghbi S, Trompette A, Claustre J et al. Beta-casomorphin-7 regulates the secre- ogy of Aging Summit Perspective. tion and expression of gastrointestinal mucins through a mu-opioid pathway. Am J. 24. 1. Zavaroni I, Ida Chen YDI, Reaven GM. Studies of the mechanism of fructose- Physiol Gastrointest Liver Physiol 2006; 290: G1105-113. induced hypertriglyceridemia in the rat. Metabolism 1982; 31: 1077-1083. 10. Chabance B, Marteau P, Rambaud JC et al. Casein peptide release and passage 25. Linda T. Tran LT, Yuen VG McNeill JH. The fructose-fed rat: a review on the to the blood in humans during digestion of milk and yogurt. Biochimie 1998; 80: mechanisms of fructose-induced insulin resistance and hypertension. Molecular and 155-165. Cellular Biochemistry 2009; 332: 145-159. 11. HYPERLINK "http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed?term=%22Mozaffarian%20 26. Gersch MS, Mu W, Cirillo P et al. Fructose, but not dextrose, accelerates the D%22%5BAuthor%5D" Mozaffarian D, HYPERLINK "http://www.ncbi.nlm.nih.gov/ progression of chronic kidney disease. Am. J Physiol Renal Physiol 2007; 293: pubmed?term=%22Cao%20H%22%5BAuthor%5D" Cao H, HYPERLINK "http://www. F1256-F1261. ncbi.nlm.nih.gov/pubmed?term=%22King%20IB%22%5BAuthor%5D" King IB et al. 27. Giovannucci E. The role of insulin resistance and hyperinsulinemia in cancer cau- Trans-palmitoleic acid, metabolic risk factors, and new-onset diabetes in U.S. Adults: tion. Curr Med Chem – Immun Endoc & Metab Agents 2005; 5: 53-60. a cohort study. HYPERLINK "javascript:AL_get(this,%20'jour',%20'Ann%20Intern%20 28. HYPERLINK "http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed?term=%22Hsu%20 Med.');" \o "Annals of internal medicine." Ann Intern Med. 2010; 153:790-799. IR%22%5BAuthor%5D" Hsu IR, HYPERLINK "http://www.ncbi.nlm. 12. HYPERLINK "http://www.ncbi.nlm.nih.gov/entrez/query.fcgi?db=pubmed&cmd=Re nih.gov/pubmed?term=%22Kim%20SP%22%5BAuthor%5D" Kim SP, trieve&dopt=AbstractPlus&list_uids=1438475&query_hl=1&itool=pubmed_docsum" HYPERLINK "http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed?term=%22Kabir%20 Koyuncuoglu H, Aricioglu F, Dizdar Y. Effects of neonatal monosodium glutamate M%22%5BAuthor%5D" Kabir M, HYPERLINK "http://www.ncbi.nlm.nih.gov/ and aging on morphine dependence development. Pharmacol Biochem Behav. 1992; pubmed?term=%22Bergman%20RN%22%5BAuthor%5D" Bergman RN. Meta- 43:341-345. bolic syndrome, hyperinsulinemia, and cancer. HYPERLINK "javascript:AL_ 13. Meseri R. Beslenme ve genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO). TAF Preventive get(this,%20'jour',%20'Am%20J%20Clin%20Nutr.');" \o "The American journal of Medicine Bulletin, 2008; 7: 455-460. clinical nutrition." Am J Clin Nutr. 2007; 86: 867-871. 14. Duke SO, Rimando AM, Pace PF et al. Isoflavone, glyphosate, and aminomethyl- 29. Dikicioğlu T, Ergün A, Saçaklı P. Broyler rasyonlarında sıvı metiyonin kullanımı. phosphonic acid levels in seeds of glyphosate-treated, glyphosate-resistant soybean. J Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi Dergisi 1997; 44: 237-248. Agric Food Chem 2003; 51: 340-344. 30. Havenstein GB, Ferket PR, Qureshi MA. Growth, livability, and feed conversion 15. Paganelli A, Gnazzo V, Acosta H et al. Glyphosate-based herbicides produce tera- of 1957 versus 2001 Broilers when fed representative 1957 and 2001 Broiler diets. togenic effects on vertebrates by imparing retinoic acid signalling. Chem Res Toxicol Poultry Science 2003; 82: 1500-1508. Ocak - Şubat 2013 47 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ GIDA GÜVENLİĞİ HAREKETİ DERNEĞİ GENEL BAŞKANI KEMAL ÖZER “TİCARİ TOHUMLARDAN, KİMYASAL GIDA KATKILARINDAN VAZGEÇİP ÖZE DÖNMEMİZ GEREK” Son günlerİn belkİde en çok konuşulan isimlerinden biri Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi’nin başkanı, “Müslüman’ın Diyeti” isimli kitabın yazarı Kemal Özer. "Yediklerinizin İçinde Ne Var?" kitabıyla DA gündeme gelen Kemal Özer, hem kitabının içeriği hem de söylediği sözler ile yine tartışılmaya başlandı. Kendisiyle gıda üzerine ülkemizde geçmişten günümüze gelinen süreci, GDO'yu, Tarım ve Sağlık bakanlıklarının uygulamalarını ve “Gıda Savaşları”nı konuştuk… > Huntington, 'medeniyetler çatışması' kavramı ile uluslararası ittifakların kurulmasında medeniyetlerin belirleyici olacağı ve dolayısıyla olası çatışmaların farklı medeniyetler arasında gerçekleşeceğini ifade etmişti. Tarım bilimci Lester Brown'ın 21. yüzyılda “Gıda Savaşları” olacak tezi tam da Huntington'a dayanıyor. Gıda savaşlarının temeli ile ilgili olarak siz ne düşünüyorsunuz? Nasıl yaklaşmalıyız meseleye, nasıl bir süreçle geldik günümüze? Dünyada gıda sektörünü kimler, nasıl yönetiyor? Egemen küresel güçlerin sözcüsü olan Samuel Huntington, tezleri kendine ait olmayan biriydi. Kendi olmayı başaramamışları eğleyecek iyi kurgulanmış tezleri dillendiren bir sözcü yani. Amaç, zihinsel kirlilik yaratmak, bilinçaltı inşası ve insanları tartıştırarak çözmek ve ölçmek. Aynı güçlerin sahibi olduğu veya yönettiği küresel medyanın pazarlamasıyla ciddi ve 48 Mimar ve Mühendis SÖYLEŞİ: Yunus Emre Tozal önemli bir düşünür gibi pazarlandı. Oysa dünya kurulduğundan bu yana ‘hak’ ve ‘batıl’ olmak üzere iki kutupludur. İnsanlar şu ya da bu adla ya ‘hayır’ ya da ‘şer’den taraf olagelmişlerdir. Farklı şekillerde adlandırsak da tüm savaşlar hak ve batıl savaşının etrafında cereyan eder. Bugün adına enerji savaşları, su savaşları ve gıda savaşları denilen açık ve gizli savaşların tümünü bu bağlamda ele almazsak tezgâhlanan oyuna alet olabiliriz. Gıda savaşları 19. yüzyılın başında kurgulandı. Büyük ölçüde de 2. Cihan Harbi’nin ardından Marshall planıyla sahnelenmeye başlandı. Öncelikle bunu planlayanların güneş ve şeytana taptıklarını ve önemli ölçüde Avrupa kökenli olduklarını belirtelim. Bu yapılar bugünkü petrol, silah, ilaç, medya ve bankacılık gibi sektörlere sahip olan ve toplamda on aileye bile varmayan gruplar. Bunların hepsi 18’inci asrın başlarında dünya genelinde tanınan ve Osmanlı dâhil Avrupa ülkelerine büyük faizlerle borç veren ünlü tefecilerdir. Kurdukları kirli düzenin devamını sağlamak için tüm dünyada inanç ve sağlıkla ilgili büyük planları sahneye koymaktalar. Planlarını hayata geçirmek için çoğu ABD ve Avrupa ülkelerinde olan 2500-3000 civarında düşünce kuruluşuna sahipler veya desteklemekteler. Bunun yanı sıra Dünya Ticaret Örgütü -ki buna ‘Dünya Terör Örgütü’ diyenlerin sayısı az değil- Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Tarım Örgütü, FDA ve EFSA gibi bölgesel veya küresel yapılar en iyi taşeronları ve işbirlikçileridir. Hiç kimse bu kuruluşların veri ve kararlarının doğruluğunu sorgulamıyor. Bozuk saat gibi bazen doğru da söyleseler, bu kuruluşların veri ve görüşleri insanlık için değil, şeytanî düzenin devamını sağlamak içindir. İnançları zayıflatılmış, yiyip içtikleri, giydikleri, duydukları, gördükleri ve teneffüs ettikleri havayla ruh ve beden sağlığı bozulan insanları ‘tedavi ediyoruz’ masalıyla son "Endüstri daha kolay ürün üretiyor olabilir. Niteliksiz ürünleri daha ucuza kolayca temin etmemizi sağlıyor olabilir. Ama unutmayınız hiçbir şey bedelsiz değildir ve aradaki farkı sağlığımızla, dünyayı ve gelecek nesilleri kaybederek ödüyoruz. O halde fıtratıyla oynanış ticari tohumlardan, evreni kirleten zehirli tarım kimyasallarından, gıdanın temiz olma vasfını ve besleyiciliğini yok eden yöntem ve katkılardan vazgeçip, öze dönmemiz gerek." Kemal Özer yarım asırda insanlık tarihinde görülen tüm hastalıkların onlarca kat fazlasına ve acıklısına maruz bıraktılar. Yurt dışında gıda ve sağlık konularında duyarlılık ne düzeyde? Sizin ve örgütünüzün paralel çalışmalar yürüttüğü William Engdahl var mesela. Ölüm Tohumları adlı kitabına baktığımızda onun yurtdışından sizin yurt içinden aynı savaşı sürdürdüğünüz görülüyor? İnsanları doğulu, batılı, kuzeyli, güneyli diye ayırmak doğru değildir. Arz Allah’ın arzı ve tüm insanlar onlar inanmasa da Allah’ın kullarıdır. İnsanları vicdanları ölmüş ve vicdanları ölmemiş olmak üzere ikiye ayırırsak, iki grupta arzın her yerinde yaşarlar. Bugün başta Amerika olmak üzere batıda dayatılan çirkefliği ve şeytanî oyunları daha erken fark etmiş çok sayıda insan var. Şunu itiraf etmeliyiz ki; özellikle 20. asrı bütünüyle kaybetmiş olan ve batıl uygulama ve kültürlerin baskısı altında büyük kayıplar vermiş olan Müslüman toplumlardan daha bilinçli, hikmetli ve de tepkili insan grupları batıda da az değil, belki daha fazla. Oynanan kirli oyuna dair birçok gerçeği ne acıdır ki bizde onlardan öğrendik. Çünkü bizde uyanış daha çok yeni. Şahsi olarak tanıştığımız zaman zaman görüştüğümüz, 4 yaşında vurulan bir aşı yüzünden tekerlekli sandalyeye bağlı bir ömür süren William Engdahl’da bu uğurda çaba harcayan diri vicdanlardan biri. Ne biz, ne de Engdahl yalnız değil çok şükür. Dünyada ve Türkiye’de tarım politikalarının uygulanabilirliği, bu alandaki duyarlılık ve vicdan üzerine neler söylersiniz? 'Modern tarım’ denilen uygulamanın çok çeşit yerine az çeşit, geleneksel tabiî tohum yerine hibrit ve/veya GDO’lu tohum, tohum aşamasından hasat hatta pazarlama aşamasına kadar devam eden, hatta hatta lokantada servis edilen aşamaya kadar süren tarım kimyasalı aşaması olmak üzere üç saç ayağı var. Tohum ve toprak mülkiyet değiştirerek insanlığın ortak mülkü veya kişinin tapulu malı olmaktan birkaç küresel şirketi mülküne dönüştürülüyor. Yani yaşamı patent altına alıyorlar. Geleneksel tabii tohum insanlığın ortak mülkü olan ve besin değeri çok yüksek olan tabiî tohum iken hibrit/F1 ve GDO’lu tohum ise fıtratıyla oynanmış şirket mülküne dönüştürülmüş, ilaca bağımlı ve besin değeri düşük şirket tohumudur. Bu tohumlar genellikle kısırdırlar tüketenlerde kısırlığa yol açabilirler. Kısaca bir soykırım silahı olarak kullanılabilirler. Bu yöntemleri ‘nüfus arttı attı, dünya insanları besleyemez’ diyerek bir nevi ‘Tanrılık’ iddiası veya dünya insanlarını doyurmak gibi bir dertleri varmışcasına eytanî bir propaganda ile pazarlarlar veya meşruiyet sağlamaya çalışırlar. Aynı masalı dünya 1 milyarken de söylüyorlardı, 7 milyar olduk yine söylemeye devam ediyorlar. 70 milyar olsa da söylemeye devam edecekler… ‘Deccal Tabakta’ kitabınızı okuduğumuzda, GDO’nun silah olarak kullanıldığını öğrenmiştik. Söylediklerinizden, sorunun bununla sınırlı olmadığını mı anlamalıyız? Şu anda GDO’da hangi aşamadayız? Evet, GDO konusu ‘yandaş yayınlarda’ küresel şirketlerin çıkarları çerçevesinde ele alınıp durulur. Az sayıdaki karşıt eserde ise konu genellikle tek veya birkaç boyutuyla ele alınır. Konu, ‘Deccal Tabakta’ eserinde ise siyasi, ekonomik, sosyal, sağlık, çevresel, dinî ve vicdanî boyutlarıyla ele alındı. Eserde dile getirilen tez ve bulgularla bugün arasında bazı yeni gelişmeler oldu elbette. Mesela Rusya’da yapılan bilimsel çalışmalarda GDO’ların kısırlaştırıcı etkisi bir kez daha ispatlandı. Fransa’da yapılan araştırmada göğüs kanserine karaciğer ve böbrek sorunları yol açtığı da bir kez daha ispatlandı. Türkiye ise ipe un sermeye devam ediyor. Küresel firmaların ve özellikle Dünya Ticaret Örgütü’nün baskıları karşısında hiçbir direnç göstermiyor. GDO’lu ürün tespitlerinin üstünü örtmeye devam ediOcak - Şubat 2013 49 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ yor. Hakikati perdelemeyi sürdürüyor. Ne yazık ki bildiğini sananlarla birlikte siyasi irade kör, sağır ve dilsiz. Acı ama ne yazık ki gerçek böyle. GDO üretimi bu hızla giderse bizi nasıl bir dünya bekliyor? Bu tehlikeyi hayatımızdan çıkarmak için ne yapmalıyız? GDO meselesi yaratılışla, Sünnetullah’la fıtratla alay etmektir. Allah-ü Teâlâ Nisa suresi 119’da Şeytan’ın “Onlara emredeceğim, onlar da Allah’ın yarattığını değiştirecekler…” dediğini beyan ediyor. Bakara 205’de ise “Ekini ve nesli mahvetmeye çalışmayın. Allah fesadı ve bozgunculuğu sevmez…” buyrulur. Bunu yapanlar yaptıkları işin tabiatta olandan daha üstün olduğunu iddia ediyorlar. Yani hem Allah’ın yarattığını bozuyorlar, hem de 'biz ıslah ediciyiz' diyorlar. Yine Allah c.c. Bakara 11’de onları şöyle yalanlıyor: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiği zaman: 'Bizler sadece ıslah edicileriz.' derler.” Onlar ne yaparsa yapsın biz ümitsiz değiliz elbette. Biz samimiyetle karşı durduğumuzda Allah c.c.’in bu oyunu bozacağına inancımız tam. Biz onlar gibi “ıslah ediciler” değil sadece iyiliği emredicileriz. Gerçek ıslah edici olan yalnızca Allah c.c.’dir. Onlar dün ‘Tanrıyı kıyamete zorlamak’tan söz ediyorlardı. Şimdi ise ‘Tanrı’dan önce 50 Mimar ve Mühendis davranmaktan’ söz ediyorlar. Onlar şeytan ve güneşe tapan sapkınlar. İnsanlığın ortak mülkü olan tohumu kendi mülklerine geçirmek ve herkesi kendilerine bağımlı kılıp kitlesel açlıkla yok etmek istiyorlar. Öncesinde de kısırlaştırarak… Öncelikle bundan kurtulma konusunda samimi olmak gerekiyor. İstiyormuş gibi yapıp hayatımızda hiçbir şeyi değiştirmiyorsak, bir şey yapmış olmayız. Eğer ülkenizdeki tüm hayvanlara üstelik Fransa’da yapılan deneylerde kansere yol açtığı kesinleşen GDO’lu NK603 kodlu mısırlar yediriliyorsa -ki resmi izinle yediriliyor- siz hâlâ GDO’lu yem yemiş hayvanların et, süt ve yumurtasından vazgeçemiyorsanız, GDO’ya karşı olmanız bir şey ifade etmez. Bilakis destek veriyorsunuz demektir. En azından insanlar, dinlerinden döndürülme, her türlü işkenceye maruz kalma ve öldürülme riski içindeki Ashab-ı Kehf’in yaptığı gibi ‘en temiz olanı istiyoruz’, diyemesek bile ‘temizi tercih ederim’ diyebilme cesaretini göstermelidir. İnsanlarımız, kolayca hazırlanan veya yemeğe hazır bu yiyeceklerden, bunca yıllık alışkanlıklarından nasıl kurtulacaklar? Yeni bir çıkış nasıl mümkün olabilir? Bu ürünlerin karanlık tarihi bir yüzyıl bile değil. Binlerce yıl nasıl beslenmiş ve bugünlere gelmişse aynını yine yaparız ve yapmaya mecburuz. Cips, margarin, salam, sosis yemeyince ölen kaç kişi gördünüz. Ama yiyince ölen en azından sağlığını kaybeden milyonlardan söz edebiliriz. Biz medeniyet kurucusu ve tüm insanlığa örnek bir toplumken kendi değerlerimizden kopmuş ve bütünüyle batı(l)nın tüketim biçimini taklit eden bir topluluğa dönüşmüş durumdayız. İnsanların ‘helâl ve temiz’ olan gıdaları israf etmeden tüketme hakları vardır. Fakat artık insanlığın ve çevreyi kirletici endüstriyel ürünlerle sağlıklı bir hayatın sürdürülemez olduğunu görmek zorundayız. Türkiye’de herkes her gün, bir adet peti çöpe atsa sadece 75 milyon peti çöpe atmış olmazsınız. Bu bir o kadar petrol kaybı, ekonomik maliyet her şeyden önemlisi de çevre felaketine yol açarsınız. Çevre felaketi dediğiniz şey, bir süre sonra sofranıza gelen zehir demektir. Yani çöp diye attığınız şey, bir gün sofranıza ‘gıda’ görüntüsüyle gelir, geliyor. Bu insanî bir davranış olabilir mi? İnsanlık veya diğer canlılar buna daha ne kadar dayanabilirler? Anlattığınız fotoğraf elbette çok şeyin yanlış olduğunu gösteriyor… Bu gidişin savunulacak bir yanı yoksa ısrar etmek akıllı bir davranış olamaz. Girdiğimiz yol çıkmaz sokaksa, yol bitti diye duvara toslamaya gerek yok. Akıllı varlıklar bir şey yanlış gidiyorsa yolu değiştirmesini bilmelidir. Endüstri daha kolay ürün üretiyor olabilir. Niteliksiz ürünleri daha ucuza kolayca temin etmemizi sağlıyor olabilir. Ama unutmayınız hiçbir şey bedelsiz değildir ve aradaki farkı sağlımızla, dünyayı ve gelecek nesilleri kaybederek ödüyoruz. O halde fıtratıyla oynanış ticari tohumlardan, evreni kirleten zehirli tarım kimyasallarından, gıdanın temiz olma vasfını ve besleyiciliğini yok eden yöntem ve katkılardan vazgeçip, öze dönmemiz gerek. Birileri çıkıp bunun imkânsızlığından söz edebilir. Denedik mi ki imkânsız olduğu yargısına vardık. Saha çalışmaları gösteriyor ki, geleneksel yöntemler uygulandığında, yüzde 70 ila yüzde 500 arasında daha fazla verim alınıyor. En az yüzde 30 daha ekonomik maliyet var. Çevre dolayısıyla toprak, su ve ürünü kendisi kirlenmiyor. Karbon salınımı azalıyor. İstihdam artıyor, toprak el değiştirip küresel şeytani şirketlerin veya bankaların ellerine geçmiyor. Kur’an sık sık bize ‘düşünmez misiniz’, akletmez misiniz’ diyor. Peki, düşündüğümüz ve aklettiğimiz söylenebilir mi? Gıda ürünlerinin çoğunda ‘Tarım Bakanlığı’nın izni ile üretilmiştir’ deniliyor. Oysa siz endüstriyelden uzak durun diyorsunuz. Zararlı ise neden izin veriyorlar? Her işletme özel bir muafiyeti yoksa belediyeden işletme ruhsatı almadan işyeri açıp işletebilir mi? Açamaz. Açar ve yakalanırsa belediye gereken cezayı uygular. Gıda üretecekseniz de ilgili bakanlığa gidip, ‘ben şu gıdaları üreteceğim’ diye beyanda bulunuyorsunuz. O da size bir üretici numarası veriyor ve gönderiyor. Şimdi üretici numarası aldınız diye ürününüz kaliteli ve sağlıklı mı oluyor? Bakanlık izniyle üretim demek, bundan ibarettir ve kaliteyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bir avantajı vardır. Bakanlık üreticiye kolay ulaşır ve denetleme imkânı artar. Bu gerekli bir işlemdir ve neden vardır şeklinde bir itirazımız yok. İtiraz ettiğimiz nokta bakanlığın veya üreticilerin bu yöntemi bir kalite veya sağlıklılıkmış gibi sunmasıdır. İzin vermeye gelince, malum bu ülkede alkol üretmenize de, sigara üretmenize de, kumar oynatmanıza da, tefecilik yapmanıza da devlet izin veriyor hatta kendisi yapıyor. Şimdi ‘devlet bunlara da izin veriyor veya üretiyor, o halde bunlar yararlıdır mı’ diyeceğiz? Doksan yılda bu devletin Tarım Bakanlığı, batıdan tercüme ettiği ve dikte ettirilerek çıkartılan mevzuatın dışında tek satır bir hayırlı eylem yaptığını gösterebilir mi ki, alkışlayalım? O kendi yaptığını mutlak doğru, eleştireni ise mutlak düşman olarak gören bir yapıdır. Bu nedenle bizim yaptığımız, hem ülkenin, hem de insanlığın hayrı için kardeşçe ve insani bir eleştiri olup, mevcut siyasi iradeye yönelik bir eleştiri asla değildir. Kitaplarınızda Kur’an-ı Kerim’de ifade edilen ‘helâl ve temiz’e ait sık sık vurgu yapılıyor. Sizce nedir ‘helâl ve temiz’? Nasıl anlamalıyız bu emri? Kur’an-ı Kerim gıda söz konusu olduğunda ‘helâl ve temiz’ kelimelerini kullanır. Çoğu kez de yalnızca sadece ‘temiz’i tercih ettiğini görüyoruz. Helâl konusu tamam, peki ya temizden murat nedir? ‘Manevi kirler mi? Basit maddi kirleri mi? Kimyasal kirler mi? Biyolojik / genetik kirler mi? Sentetik işlem ve kirler mi?’ Kur’an cihan şümul bir kitapsa ve içinde yaşadığımız asrın sorunlarına da cevap üretiyorsa -ki öyledir-, temizi sık kullanmasının bir anlamı olmalıdır. Bizde gıdanın gıda olma vasfını bozan, ondan beklenen faydayı azaltan, onu elde etme uğruna diğer canlıları yok eden, zarar veren, inciten her şeyin bu kapsama girmesi gerekmez mi? Yani temizden kasıt bunları hepsidir diye düşünüyoruz. Kitaplarınızda ‘hastalıklardan, şişmanlıktan, oburluktan, hedonizmden, haramdan, bencillikten ve hatta kısırlıktan kurtuluş reçetesi!’ deniyor. Obezitede dünya 8’incisi, Avrupa 1’incisi olmuşuz. Bunu nasıl başardık? Milli Eğitim Bakanlığı’nın kantinlerde gazlı içecek ve hamburger satışını yasaklaması bu anlamda iyi bir gelişme sayılabilir mi? Her yemekten önce “Yiyiniz içiniz fakat israf etmeyiniz. Allah israf edenleri sevmez” / Araf 31) okuruz. ‘Yiyiniz içiniz’ kısmına sona kadar uyarken iş ‘israf etmeyiniz’ bölümüne gelince kör sağır ve dilsizleşiveriyoruz. Daha sonrasını ise hiç mi hiç görmeyiz. Ashab-ı Kiram’dan ‘şişman’ biri var mıydı? Kaynaklar bize kesinlikle olmadığını belirtiyor. Bolluk zamanlarında da yokluk zamanlarındaki gibi ölçülü tükettiklerini biliyoruz. Çevremize dikkatle bir bakalım, sabah kalkar kalkmaz başladığımız yeme içme faaliyetine uyuyana dek otururken, çalışırken, sohbet ederken, yürürken, araç kullanırken aralıksız sürdürüyoruz. Bir ölçümüz yok. 20 ton taşıma kapasitesi olan bir kamyona sürekli 25-30 Ocak - Şubat 2013 51 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ yon yüklerseniz bu kamyon ne kadar güvenli ve verimli olabilir? İnsan midesinin ve sindirim sisteminin de bir kapasitesi var. Allah c.c. bunu aşacağımızı bildiği için yılda bir ay dinlenmeye alıyor. Bu ayda bile 11 aydaki gibi yiyip içtiğimizden fazla yiyoruz. Oruç tutup da zayıflayan kaç Müslüman var çevremizde? Ya aynı kiloda çıkıyoruz ya da kilo almış bir şekilde. Biz obez olmayalım da kim olsun? Artan bilinç sayesinde helâl gıda talebi büyüdü ardından ‘helâl sertifika’lı ürünler arzı-endam etmeye başladı pazarlarda. Bazı kimseler ‘helâl sertifika rekabete aykırıdır’ diye itiraz ettiler. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Helâl sertifika sisteminin çıkış amacı, Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde Müslümanların yiyebileceği ürünleri işaretlemekti. Yahudi kaşherinden hareketle çıkan bu uygulama günümüzde tüm ülkelerde bin dolayında kuruluş veya şahıs tarafından verilen bir basit belgeye dönüştü. Önce birileri çıktı ‘helâl gıda pazarı 2 trilyon dolardır ve buradan pay almalıyız’ dedi. Bunu duyan helâl sertifika almaya veya vermeye başladı. Niyet bozuldu, iş pazardan pay almaya endekslendi. En hassas olanları bile GDO’lu ürünlere helâl sertifikası verdi. Her türlü zulme maruz bırakılan ve hemen hepsi Amerikan şirketlerinin tescilli genetik ürünü olan sözde tavukları akladılar. Eleştirilere de ‘biz kesimine sertifika veriyoruz’ gibi mazeretler üreterek işin içinden çıkılmaz bir hâle dönüştürdüler. ‘Helâl sertifika, rekabete ayrı diyenler’ bile gidip bunu aldılar. Yani veren memnun, alan memnun. Bira’ya bile helâl sertifika verildi. Şimdi ise bu sözde pazardan pay almak için AB bile helâl standardı hazırlıyor. Tüketici helâl tüketmek isterse sorun kendiliğinden çözülür. Asıl sorun, Müslümanların helâl tüketmek gibi bir kaygılarının yeterince olmamasındadır. Türkiye’de üretilen ekmeğin de sağlıklı olmadığını söylüyorsunuz. Ekmek tüketiminin çok yaygın olduğunu düşünürsek insanlar ekmeği nasıl temin etmeli ve nasıl tüketmeli? Ekmek deyince ilk akla Anadolu insanı 52 Mimar ve Mühendis gelir. Çünkü biz dünya ortalamasının 5 katına yakın ekmek tüketen bir toplumuz. Buna karşın dünyanın en kalitesiz ekmeğini tüketiyoruz ne yazık ki! Buğday hiçbir işlem görmeden una dönüştürülmeli ve besinin yüzde 92’sini barındıran kepek ve rüşeym undan ayrılmamalıdır. Oysa bizde unların yüzde 95’den fazlası beyaz un yani besin değerinden yoksun bırakılmış undan yapılıyor. Valsda gördüğü yüksek ısı, un ve ekmek yapılırken eklenen katkı maddeleri, derken un ve ekmeğiniz şifa yerine derde dönüşüyor. Bizdeki ekmeğe nereden bakarsanız bakın sadece fiziki açlığınızı gideren, ama biyolojik olarak aç bırakın bir ürün çıkıyor karşınıza. Böyle bir ürünü mükerrem olan insana nasıl ‘tüket’ diyebiliriz. Ayrıca kötüyü satın almak veya tüketmek kötülüğe pirim ve desteklemektir. Çağımız insanına ‘evde kendin ekmek yapabilirsin’ demek hakaret gibi geliyor. Bir düşününüz gaz ve elektrikler kesilse ve üç beş gün gelmese bu millet açlıktan ölecek mi? Emin olun, bir hafta böyle olsa kötü şeyler olur. Ekmek yapmayı unutmuş bir millet haline dönüştürüldük. Hiç olmazsa çalışmayan kadınlar ekmeği evde yapmalı. Çalışmayanlar veya yapamayanlar ise İstanbul Halk Ekmeğin Organik Tam Buğday Ekmeği’ni alabilirler. Halk Ekmeğin diğer ürünleri ile diğer markaların tam buğday unu denilen undan yapıldığı iddia edilse bile katkı maddesine dönüştürülmüş bu tür hiçbir ürün tüketilmemelidir. Sağlıklı ekmeğe geçersek, diyabet oranımız azalır, en azından bu denli artmaz, hakeza kalp damar sorunları, obezite ve şişmanlık, sindirim soyunu yaşayanlar vb azalır. Belki kanser bile… Biraz temas ettiniz ama tohum meselesine yine dönmek istiyorum. Türkiye tohum konusunda İsrail gibi ülkelere bağımlı deniliyor, ama çeşitli makamlar bunun aksini söylüyor. Nedir durum? Ekonomi Bakanlığı, Tarım Ürünleri Daire Başkanlığı’nın Tohumculuk 2012 Sektör Raporu’nda Türkiye’nin hangi ülkelerden ne kadar tohum ithal ettiği verilerine yer veriliyor. Bunlardan bir kısmını size takdim edeyim. Buna göre 2011’de Türkiye ithal ettiği tohumların yüzde 11,4’nü İsrail’den yapmış. Sonra çıkıp ‘Türkiye İsrail’e bağımlı değil’ diyorlar. Halkı bu şekilde yanıltabilirler ama bizi asla yanıltamazlar. Türkiye 75 milyon, İsrail’se 7 milyon. İsrail’in işgal ettiği toprak Türkiye’nin bir vilayeti kadar. Ama biz bunca tohumu İsrail’den alıyoruz. Yazık değil mi bu ülkeye? Türkiye'nin Tohum İthal Ettiği Ülkeler ve ABD Doları Miktarları Ülke Adı 2009 2010 2011 Fransa 22.051.841 22.175.397 26.472.746 İsrail 12.862.786 20.760.867 21.015.789 ABD 15.914.176 14.324.831 19.517.163 Çin 19.152.478 14.616.370 15.627.511 Ukrayna 20.332.748 20.489.854 10.414.974 Tayland 7.827.688 8.635.564 8.803.533 Hollanda 17.890.382 11.485.504 8.801.029 Şili 6.718.057 6.473.707 8.476.929 İspanya 6.165.532 4.153.909 8.191.423 2011 Pay % 14,4 11,4 10,6 8,5 5,7 4,8 4,8 4,6 4,5 İtalya 4,0 3.853.954 4.431.432 7.370.478 Şimdi diyorlar ki: Tohumumuzun yüzde 95’ini kendimiz üretiyoruz, yani yerli. Tohum pazarının mutlaka hâkimi Monsanto vb yapancı sermaye şirketleri Türk Ticaret Kanunu’na göre yerel şirketlerini kurunca hemen tohum birden yerli oluveriyor. İstatistiği yalanınıza alet ettiniz mi böyle oluyor işte. Bu ülkede 2006’da çıkarılan tohum kanuna göre ürettiğiniz hasadınızın tohum olabilecek nitelikli kısmını tohum olarak satamazsınız. Gelip el koyarlar, imha ederler, imha faturası gönderirler, sonra da savcılığa sevk ederler. Sertifikalı ticari tohum ekmezseniz tarım desteği alamazsınız. 93 tondan fazla hasat elde ediyorsanız, her şartta sertifikalı hibrit tohum ekmek zorundasınız. Kimin ne söylediğinden ziyade, gerçeğin ne olduğuna bakmalı. Sizin eleştirilerinize yönelik az sayıda da olsa eleştiriler geliyor. Somut bir çözüm önerisi getirmediğinizi söyleyenler bile var. Sahi hiçbir çözüm öneriniz yok mu, sadece eleştiriyor musunuz? Biz tehlikeye dikkat çekiyoruz. Biz insanlara diyoruz ki: Bak bu insanı öldürüyor. Öldürmeye çalışanda falan. İnsanlar bizi ya hiç umursamıyor ya da bizi sorumlu tutuyor. Yani herkes halinden çok memnun ve bizim gibi sorunu gösterene, uyanması için çabalayana ya kızıyor ya da ‘çözüm üret’ diyor. Bu bir yüzyılda kirlendi veya bozuldu. Bir günde düzelmez. İkincisi ise adama bu bombadır, sakın eline alma alırsan ölürsün diyoruz. Ama ‘ben alırım sana ne’ diyorsa ne yapabilirsiniz? Elbette çözüm önerilerimiz var. Bu konuda hiçbir ticari amacı olmayan bir sertifika yani geleneksel sertifikasını geliştirdik. Marka ve yönetmeliği tescil edildi. Uygulama sürecine başladık. Nedir bu ‘geleneksel sertifika’ biraz açar mısınız? Geleneksel sertifika yönündeki ‘wolmark’ gibi bir garanti markası uygulamasıdır. 5+ temel ilkeden oluşuyor. Ürün fıtratıyla oynanmamış yani tabii tohumlardan, tarım kimyasalı kullanmadan üretilmiş, katkı maddesi eklenmemiş, endüstriyel işlem görmemiş ve ışıl işlem denilen radyasyon verilmemiş olması şartıyla bu sertifikayı alıp, ‘gelensel logosu’nu kullanabilecek. Artı olaraksa ambalajının sağlıklı olması şart. Buna, şartlara veya sektöre göre ilave artılar getirebiliriz. Bunu alabilecek üretici ile bunu arzulayan tüketiciyi buluşturmaya çalışacağız. İşte bu bir çözüm adımıdır. Hiçbir ticari amacı olmayan bu çabaya tarafların destek vermesi lazım. Son olarak şunu sormak isterim: Ümitvar mısınız? Ümitsizlik Müslüman’ın şiarından değildir. Bizim görevimiz değiştirmek değil. Buna gücümüzde yetmez. Biz doğru olduğunu bildiğimizi söyler ve imkânımız ölçüsünde yapabileceğimizi yaparız. Değiştirip değiştirmemek Allah takdiridir. Allah c.c. ‘Başınıza gelenler, yapıp ettikleriniz yüzündendir’ buyurur. Bir topluluk arzu ve gayret etmedikçe olumlu veya olumsuz bir değişime uğramaz. Bizim görevimiz bir taş alıp atmaktır. Hedefe varıp varmaması bizim sonumuz değil. Bizim görevimiz bir söz söylemektir. Tesir edip etmemesi samimiyetimize ve söylediklerimizi kendi nefsimizde yaşayıp yaşmamamıza bağlıdır. Biz hak edersek, Allah diler. Allah-ü Teâlâ dilerse O’nun gücü karşısında hiçbir güç direnemez. Hep ümit varız. Biz görmesek bile bir gün mutlaka o gün gelecek. İnşaallah gelecek! İnşaallah mutlaka gelecek! Ocak - Şubat 2013 53 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Prof. Dr. T. Erkan TÜRE İstanbul Şehir Üniversitesi Rektör Yardımcısı GIDALARIMIZDAKİ TEHLİKELER - SAĞLIKLI ve DENGELİ BESLENME İÇİN ANNE ve BABALARA DÜŞEN GÖREVLER G Yediğimiz her lokma ile bedenimize bir kısmı çok zararlı olabilecek çok güçlü kimyasallar gönderdiğimizi düşünmemiz gerekiyor. Peki, ne yapabiliriz? Öncelikle tükettiğimiz tüm gıdalar, tarım uygulamaları, besicilik, süt ürünleri vb. gibi hayatımızı ve sağlığımızı etkileyen en temel konularda bilgi ve bilinç sahibi olmalıyız. Artık bilgiye erişim kolay, araştırmamız, soruşturmamız, öğrendiklerimizi paylaşıp yaymamız gerekiyor. Ancak toplu olarak gösterilen bilinçli bir tüketici tepkisi ve tercihi fark meydana getirebilir. eleceğimizi emanet edeceğimiz, büyük zorluklarla büyütmeye ve hayata hazırlamaya çalıştığımız çocuklarımıza doğru ve sağlıklı beslenme alışkanlığı kazandırıyor muyuz? Yiyip içtiğimiz gıdalarda ne gibi tehlikeler var? Nelerden ve nasıl sakınmamız gerekiyor? Çağımızda çok yaygınlaşan, hayat kalitesini düşüren ve çok can alan obeziteden, kalp-damar hastalıklarından, kanserden sakınmak ve çocuklarımızı koruyabilmek için bize düşen görevler nelerdir? Hepimiz bu ve benzer soruları soruyor, değişik ortamlarda karşılaştığımız arkadaşlarımız ve yakınlarımızla bunları konuşuyoruz. Bu yazıda başlıklar altında bu sorulara cevaplar vermeye, somut öneriler sunmaya çalışacağım. Modern toplumların büyük şehirlerde yaşayan ve hemen her türlü gıda maddesini hazır almaya alışan üyeleri olarak yiyeceklerle ilgili karşılaştığımız durumu birkaç başlık altında inceleyeceğiz: Geleneksel ekmek pişirme sürecine göre çok daha hızlı hazırlanıp pişen bu ekmek çabucak kuruyup sertleşiyor, neredeyse kemik kıvamına geliyor. Ambalajda satılmadığı için temizlik açısından sorunlu bir dağıtımı var. Üstelik ambalajlı ekmeklerdeki gibi içindekiler yazılmıyor ve ne gibi katkı maddeleriyle yapıldığını bilemiyoruz. Ne yazık ki yeni nesillerin ekmek diye alıştıkları, beyazlatılmış undan pek çok katkı maddesiyle üretilmiş şey bir nişasta yığını! Ve bu, sindirim sistemi başta olmak üzere pek çok organımızda çeşitli rahatsızlıkların ortaya çıkması anlamına geliyor. Tarım politikası açısından, dönüme düşen üretim ölçüsüyle yüksek verimli olduğu varsayılan buğday yerine besleyici değer, dayanıklılık, gluten muhtevası, üretim sürecinde toprağa atılan kimyasal maddelerin durumu vb. çok boyutlu bir bakış açısıyla tohumlarımızı değerlendirmeliyiz. 1. EKMEK Ülkemizde ekmek hala beslenmemizin en vazgeçilmez öğesi durumunu koruyor. Ne yazık ki ekmeğimiz bozuldu. Fırınlarda ekmek üretim sürecini hızlandırmak, ekmeğin görünümünü ve kıvamını iyileştirmek, dayanıklılığını, kalitesini artırmak için pek çok katkı maddesi kullanılıyor. En yaygın bulunan beyaz francala / somun ekmek, en çok tüketilen ve en çok ziyan edilen ekmek türü. 54 Mimar ve Mühendis 2. İÇME SUYU İçimi güzel, insanın karnını şişirmeyen bir kaynaktan alınan; sağlıklı, bakımlı, temiz ve sorumlu bir tesiste şişelenmiş suları alarak riski en aza indirmeliyiz. Damacana su alıyorsanız damacanaların yeni ve temiz olmasına özen gösterin, lekeli, görüntüsü bozulmuş damacanaları kabul etmeyin. Rekabet sebebiyle sizi kaybetmemek için bu kaprisinize katlanacaklardır, böylece damacana temizliği konusunda da bir baskı oluşturursunuz. Tarım üretiminde yerel tohumların yerine tarlaya bir kez atılınca faydalı minerallarin çekildiği ve çiftçinin artık ücretli olan ilaca, gübreye, hormon katkılarına mahkum olduğu hibrit tohumunun kullanımı yaygınlaştı. Hibrit tohumlar bol ürün verir ve hastalıklara dayanıklıdır. İnsanlığın çok değerli birikimi neredeyse yok olmak üzere, muhtemelen bazı teknikler ve bazı tohumlar kayboldu. 3. YAĞLAR En sağlıklı iki yağ beslenmemizin temelini oluşturmalı: sağlıklı sütten üretilen tereyağı ile rafine edilmemiş, ısıl işlem görmemiş zeytinyağı. İneklerin doğal ortamda gezerek, yayılarak, otla beslenerek süt verdikleri varsayımı ile üretilen katkısız ve taze tereyağı. Soğuk baskı yöntemiyle sıkılarak elde edilmiş sızma zeytinyağını kullanmalıyız. Isıl işlemden geçirilmiş, rafine edilmiş zeytinyağı ile diğer yağlı tohumlardan elde edilen, yüksek ısıl işlemlerle rafine edilen sıvı yağlardan kaçınalım. Tereyağı ve zeytinyağı hem lezzeti, hem sağlıklı yapıları sebebiyle beslenmemiz için yeterli olacaktır. Yine doğal ortamda yayılarak, otlarla beslenmiş hayvanların etinden alacağımız hayvani yağlar da ölçüsüyle tüketmek kaydıyla üçüncü temel yağ türü olarak diyetimizi tamamlayacaktır. Margarinler genel olarak hidrojenize edilmiş bitkisel yağlardır. İçlerinde zararlı katkı maddeleri olmamasına rağmen üretim sürecinin bir sonucu olarak yüksek oranda trans yağ ihtiva edebilirler. Trans yağlar doğal moleküllerden oluşmadığı için vücüdumuz tarafından yabancı madde gibi algılanır. Bu yağlar kalp rahatsızlıkları ve şeker hastalığı ile ilişkilendirildiğinden etiketlerinde margarin ve bitkisel katı yağları içeren ürünleri tüketmekten kaçınmanız tavsiye olunur. 4. BESİCİLİK Sağlıklı süt ürünleri için sağlıklı süte ihtiyaç var. Sağlıklı süt ise doğal ortam, doğru besicilik ve üretim süreçleri ile mümkün olabilir. Piyasada satılan organik süt ürünlerine güvenebilmemiz için besicilik aşamasında ineklerin neyle beslendikleri ve ne tür ortamlarda yaşadıkları en temel soruları oluşturuyor. İneklerin genetik yapıları sebebiyle mısırla beslenmemeleri gerekir. Mısır, onları hasta eder, ayrıca bu amaçla kullanılan mısırlar GDO’lu üretimdir ve beslenen hayvanın sütünü tüketenlere de GDO’lu moleküller geçecektir. Dünyanın en büyük mısır üreticisi ve ihracatcısı olan ABD’de olduğu gibi ülkemizdeki besicilikte de mısır (slajı) hala en önemli besindir. Hayvanların beslenmesinde kullanılan ''süt besi sığır yemi''nin içinde dönemine göre “ekonomik protein kaynağı” olarak çok çeşitli maddeler olabilir: Fırınlarda toz haline getirilmiş mezbaha artıkları, kemik unu; ayçiçek, kanola, soya gibi bitkisel yağ fabrikalarının atıkları; balık ve tavuk çiftliği atıkları, pamuk tohumu küspesi, buğday kırması, yumurta kabuğu tozu... Bu tür beslenme ekonomik olması ve süt verimini artırması sebebiyle tercih edilmekle birlikte doğal olmayan bu beslenme nedeniyle besi çiftliklerindeki ineklerde hastalıkların arttığı, kısırlık oranının yükseldiği ve ineklerin genç yaşlarda kesime gittiği bilinmektedir. Besi çiftliklerine yapılan önemli bir itiraz da hep aynı ırktan hayvanların olması ve suni tohumlama yolu ile çoğalmasıdır. Buzağıların annelerinden ayrılarak biberonlarla beslenmesi, yaygın olarak antibiyotik ve hormon kullanılması, hayvanların doğal olmayan, dar, sıkışık ve bu sebeple kendi dışkılarıyla fazlaca iç içe ortamlarda yaşatılmalarıdır. Bu hem onların yaratılışlarına uygun bir şekilde yaşamalarını, çoğalmalarını, dolaşmalarını ve beslenmelerini etkiler, hem de verdikleri sütün kalitesini ve yapısını bozar. Doğal ortamda beslenen, bakıcısının eliyle sağılan bir ineğe göre makine ile sağılan bir ineğin sütünün besin değeri de düşük olur, çünkü makine ile süt sağımı hayvanları rahatsız ettiğinden sütün en yararlı kısımlarının sağılmasına izin vermemektedir. 5. SÜT ve SÜT ÜRÜNLERİ Hile katılmadığı takdirde 8-11 litre koyun sütünden 1 kg tulum peyniri, yine o kadar inek sütünden bir kg kaşar peyniri çıkar. 5-6 kg inek sütünden bir kg beyaz peynir yapılır. Günümüzde neredeyse bir litre sütten bir kg peynir üretmenin teknolojisi geliştirildi! Sütün litre fiyatına bakınız, sonra da kilosu 12 liraya satılan “tam yağlı” peynirin nasıl bir şey olduğunu merak ediniz! Ne yazık ki süt bozulduğu gibi sütten üretilen ve beslenmemizin en temel gıdaları olan ürünler de bozuldu. Birim maliyetini düşürmek ve raf ömrünü uzatmak için peynire margarin, kıvamlandırıcı ve koruyucu maddeler katılıyor. Tam yağlı sütten bile yapsanız yoğurdun üzerinde çok kalın bir kaymak tabakası olmaz, kaşık değince de sulanır. Zaten taze ve doğal bir yoğurdu yemeye doyamazsınız. Pazarlama kaygıları sebebiyle piyasada katkısız yoğurt bulmak kolay değil, süt tozu ve jelatin doğal maddeler olduğuna göre “doğal yoğurt” damgası çok tatmin edici bir tanımlama değil! Ocak - Şubat 2013 55 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ 6. TARIM UYGULAMALARI ve TAHILLAR Tarım üretiminde yerel tohumların yerine tarlaya bir kez atılınca faydalı minerallarin çekildiği ve çiftçinin artık ücretli olan ilaca, gübreye, hormon katkılarına mahkum olduğu hibrit tohumunun kullanımı yaygınlaştı. Hibrit tohumlar bol ürün verir ve hastalıklara dayanıklıdır. Ancak genelde besleyici değeri ve lezzeti düşüktür. İnsanlığın çok değerli birikimi neredeyse yok olmak üzere, muhtemelen bazı teknikler ve bazı tohumlar kayboldu. Atadan kalma tohum ve tekniklerle ve insan gücüyle yapılan üretimin yüksek maliyeti pazar rekabetine dayanamaz oldu. Artık sebze yetiştirmek için toprak bile gerekmiyor! Straforların içine potasyum, hormon vb. damlatılıyor ve domates yetiştiriliyor! Çiftçi garip kod adları olan tohumları ve hayvan gübresinin yerini alan çuvallar dolusu suni gübreyi atıyor toprağa. Uzun vadeli sonuçları itibariyle ürkütücü bir tarım üretim ve pazarlama modeline geçildi. Geleneksel yöntemlerle üretim yapmaya dönmemiz ve büyük dağıtım ağlarının dışında kendi ürünlerini pazarlamaya çalışan üreticileri bulmamız ve desteklememiz gerekiyor. Bu ekonomik bir işletmecilik anlayışı değil, bunu ancak sevdalıları yapar ve ancak desteklenirse yaşar, hatta yaygınlaşır. Bol ilaçlı, GDO'lu, toz gübreli, herbisitli tarım kolaydır, yüksek verimlidir, ürünler albenilidir. Kilosu 50 kuruştan satılan hibrit tohumlu domatesi geleneksel tarım ve tohumla üreten çiftçi, yüksek fire ve yoğun emek sebebiyle 4-5 TL'den satmak zorundadır. 7. TUZ ve ŞEKER Tuz Gölü, denizler fabrika atıkları, karışan kanalizasyonlar ve modern tarım uygulamaları sonucu kirletiliyor. Buradan elde edilen tuz rafine edilirken molekül yapısını bozacak şekilde çok yüksek ısıda işlem görüyor ve içine çeşitli kurutucu maddeler katılıyor. Bu rafine tuzun molekül yapısı sebebiyle vücutta parçalanması çok zor, hücrelerden suyun çekilmesine sebep olur, bu da yüksek tansiyona yol açar. Dış etkilere ve kirlenmeye karşı büyük ölçüde korunmuş mağara ortamlarından kazılarak elde edilen, ısıl işlemden geçirilmeyen, sadece yıkanıp kurutularak satışa sunulan kaya tuzları ise ölçülü tüketildiğinde zararlı değildir, yiyeceklerinize lezzet katar, gıdaları koruyucu değeri vardır. Rafine şeker ise insanlık tarihinde çok kısa bir geçmişe sahip. Ülkemizde pancardan elde edilen şekeri ölçülü tüketmek gerekir. Meyvelerden, pekmez ve baldan, hatta tahıllardan ihtiyacımız olan şekeri fazlasıyla alıyoruz. Esmer şekerin beyaz şekere göre bir üstünlüğü yok, gereksiz yere fazla para ödemeyiniz. 8. YUMURTA Tıpta ve gıda sektöründe yaygın olarak kullanılan, son dönemlerde kanser tedavisinde etkin maddeler arasında adı geçen lesitini, döllenmiş yumurtanın sarısında bulunur. Yumurta sarısındaki yüksek kolesterolü düşürür, vücuttaki kolesterol dengesini, bağırsak sorunlarından kurtulmayı sağlar. Marketlerde satılan yumurtaların çoğunda ise lesitin yok. Çünkü besi çiftliklerinde yumurta tavukları ile horozlar ayrıldığı için döllenme mümkün değil. Bunun sebebi döllenmemiş yumurtanın raf ömrünün uzun olması. Oysa yumurta döllendiği andan itibaren içinde yaşam başlıyor ve en fazla 10 gün içinde bozuluyor. Döllenmiş yumurtanın içinde küçük, siyah bir benek olur. Büyük şehirlerdeki marketlerde satılan yumurtaların 56 Mimar ve Mühendis çoğu fenni çiftlik yumurtasıdır. Yumurta ülkemizde, az sayıda büyük dağıtıcı dışında, hala soğuk zincire girmeden tüketiciye ulaşıyor. Doğal ve temiz ortamlarda, doğal ve sağlıklı gıdalarla beslenen, serbestçe gezen tavukların yumurtaları soğuk zincir içinde hızla tüketiciye ulaştırılıp taze olarak tüketildiğinde hem lezzet, hem besleyici değer olarak eşsiz bir gıdadır. 9. MEYVELER Meyvelerin bozulmasını engellemek için uygulanan işlemler ürüne zarar verir. Ağaçtan toplanan narenciyeler, kimyasal havuzlarına batırılır. Sonra kamyonlarla mumlama tesisine gider. Burada büyük oranda parafin içeren bir likit ile sıvanarak doğal olgunlaşma sürecini çok yavaşlatacak şekilde gözenekleri parafin ile kapatılır, kaçınılmaz olarak bu kimyasal maddenin birazı da narenciyenin gözeneklerinden içine girer. Görüntüsü parlatılmış ve dayanıklılığı artmış narenciyeler uzun süre saklanabilir ve daha geniş bir zaman içinde tüketime sunulabilir. Elma ve armut benzer bir süreçten geçmekle birlikte ayrıca azotlama tesisine girer. Azotlanan elma ve armutun hava ile teması neredeyse tamamen kesilir ve uzun süre buruşmayan, çürümeyen bir duruma getirilir. İşlemden geçirilen ürünler önce sebze, meyve hallerine gider. Ürünler yurtdışında çok para ettiği için öncelikle ihracat hedeflenir. AB ve Rusya gibi büyük alıcılar ithal ettikleri gıdada katkı maddelerine ve sağlıklı üretime önem verdikleri için titiz kontrol ve ölçümler yaptıktan sonra ülkelerine kabul ederler. Bu sebeple ihraç edilen ürünün önemli bir kısmı hedefine ulaşmadan gümrüklerden geri gelebilir. Düşük fiyatlarla özel olarak bu ürünleri bekleyen pazarcılar, dağıtıcılar tarafından alınır ve hızla bize ulaştırılır. 10. MEYVE SULARI İçinde % 5-10 oranında meyve suyu olan, bol miktarda su, şeker, tatlandırıcı, aroma, boya ve koruyucu ile çoğaltılmış sıvılara halk arasında ve satış yerlerinde meyve suyu dense bile onlar meyveli / aromalı içecektir. Meyve suyu, meyve nektarı, meyveli içecek ve hatta içinde meyveden eser olmayan esanslı, boyalı, aromalı sentetik içecekleri kutuların üzerine dikkatlice okuyarak birbirinden ayırınız. Daha uzun süre dayanması için pastörize edilen saf meyve suları ısıl işlemden geçirildiği için lezzet, vitamin değeri ve sağlık açısından evde taze sıkıp içtiğiniz meyve suyu gibi olamaz. Hazır aldığınız meyve suyunun içine koruyucu, renklendirici, tatlandırıcı maddeler katılmadığından emin olmalısınız. En doğrusu her meyveyi mevsiminde yemek veya suyunu sıkıp içmek. Dondurucunuz varsa mevsiminde meyveleri yıkayıp, doğrayıp dondurucuda saklayarak istediğiniz zaman çıkarıp blender’dan geçirerek “taze” meyve suyuna dönüştürebilirsiniz. Ekşi meyveler için gerekirse tatlandırıcı olarak bal, pekmez, mevsimine göre üzüm, elma, havuç suyu gibi doğal tatlandırıcılar ekleyebilirsiniz. Meyve suyunu evde yaparken sindirim sistemimiz için çok değerli ve yararlı olan posasını ziyan etmemeye dikkat ediniz. Asitli içeceklerden sakınmak en doğrusu olur. Doğal haliyle vücudumuz için çok yararlı olan mineralli suların içine de tatlandırıcı, renklendirici, aroma vb. katılmaktadır, bu şekilde yararsız ve hatta mahzurlu katkı maddelerinden kaçınalım. 11. ET ve TAVUK Bir koyun veya inek doğru yöntemle kesildiği ve eti helal olduğu zaman o et aynı zamanda sağlıklı oluyor anlamına gelmez! Bu noktada doğru besicilik uygulamalarının önemi devreye giriyor. Tavuk besiciliği modern işletmelerin pek çoğunda sorunlu bir şekilde yapılıyor. Civcivlerin büyümesini hızlandıran besi teknikleriyle kısa sürede büyütülen ve çok albenili paketleme teknikleri ve cazip fiyatlarla tüketiciye ulaştırılan tavukların ne kadar sağlıklı olduğu ve bunlarla vücudumuza ne gibi kimyasalların girdiği konusunda araştırıcı ve seçici olmalıyız. Doğal ortamda gezen ve doğal olarak beslenerek yavaş büyüyen özgür bir köy tavuğu haşlanınca suyu jöle kıvamında olur ve her yeri yoğun bir tavuk kokusu sarar. 12. KONSERVE ET ÜRÜNLERİ Sucuk, pastırma, salam ve sosis gibi et ürünlerine canlı kırmızı renk vermek, bakteri çoğalmasını önleyerek uzun süre bozulmamalarını sağlamak için nitrat ve nitrit bileşikleri (E249, E250, E251, E252 kodlu katkılar) katılmaktadır. Gıda kodeksi bu katkı maddelerinin kabul edilebilir sınırlarını belirlemiştir, ancak yapılan testlerde bu ürünlerin bir kısmında sınırların üzerinde nitrat ve nitrit bulunduğu tespit edilmiştir. Rengi kıpkırmızı ve parlak olan konserve et ürünlerine şüpheyle bakılmasında yarar var. Etin kilosuyla orantısız fiyatlarda satılan bu tür ürünlere karşı da uyanık olmak gerekir, bir kilo dana eti 25 TL iken bir kilo sucuğun 18 TL olması nasıl mümkün olabilir? rılarak rengi ağartılıyor ve böceklere karşı korunaklı hale getiriliyor. Bu zararlı bir madde olduğu için bu tür incirler ihraç edildikleri ülkelerden geri dönüyor ama iç piyasada satışa sunuluyor. Benzer şekilde kuru üzüm de mazota bulanarak hem parlak ve canlı sarı renge sahip olması sağlanıyor, hem de böceklenmesi önleniyor. Kuru kayısının sarı olanının rengi kükürt dioksitle elde ediliyor. Ayrıca kötü saklama ve ambalaj şartları sebebiyle kuru meyve, kuru yemiş ve baharatlarda aflatoksin veya okratoksin gibi zararlı maddeler oluşabilir. Aflatoksin karaciğer kanserine, okratoksin ise böbrek kanserine sebep olabilir. Genelde geleneksel yöntemlerle hijyenik şartlar altında oluşturulmuş ürünlerin albenisi düşük olur, güneşte kurutulmuş kayısının, ağacında kurutulmuş incirin, sergiyle tülbent altında doğal olarak kurutulup koruyucu ile işlem görmemiş üzümün rengi koyulaşır, görüntüsü parlak ve canlı olmayabilir. Ceviz, badem, fındık gibi çok sevilen ve yararlı olan yemişleri olabildiğince kabuklu haliyle almak daha doğru bir yaklaşımdır. 14. MUTFAK MALZEMELERİ Pişirme yüksek sıcaklıkta gerçekleşiyor, yiyecekler kapla temasa gelince etkileşime giren çeşitli asitler içeriyor. Su pek çok maddeyi eritiyor veya etkileşime giriyor. Mutfağımızda toprak, seramik, cam ve iyi kalite çelik kullanmak bugün için en doğru yaklaşım olarak görülüyor. 15. TEHLİKELİ GIDA KATKI MADDELERİ Bugün dünya üzerinde, koruma, renklendirme, kıvamlandırma, tat verme, tatlandırma ve daha birçok özellikler vermek amacı ile hazır satılan ambalajlı gıdalara üç binden fazla katkı maddesi ilave edildiği bilinmektedir. Bu maddelerin, tüketicilerin ciddi sağlık sorunlarına sebep olmasına yol açacak özellikleri olmasına karşın çoğunun kullanımı yasaldır. İşlenmiş gıda maddelerini alırken etiketlerini dikkatle okuyup içerdiği katkı maddelerinden uzak durmaya çalışmanız ve bu konu- Tarım üretiminde yerel tohumların yerine tarlaya bir kez atılınca faydalı minerallarin çekildiği ve çiftçinin artık ücretli olan ilaca, gübreye, hormon katkılarına mahkum olduğu hibrit tohumunun kullanımı yaygınlaştı. Hibrit tohumlar bol ürün verir ve hastalıklara dayanıklıdır. İnsanlığın çok değerli birikimi neredeyse yok olmak üzere, muhtemelen bazı teknikler ve bazı tohumlar kayboldu. 13. KURU MEYVE – KURU YEMİŞ - BAHARAT Ülkemizin önde gelen üreticilerden olduğu kuru üzüm, kuru incir, kuru kayısı gibi sevilen meyvelerin üretiminde kullanılan modern yöntemler çok zararlı maddeler içeriyor olabilir. Kuru incir hidrojen peroksite batıOcak - Şubat 2013 57 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ da çevrenizdeki insanları bilinçlendirmeniz tavsiye edilir. Çok yaygın kullanılan 15 zararlı katkı maddesi şöyle: E310 Propil Galat, E320 BHA ve E321 BHT, E924 Potasyum Bromat, E621 Monosodyum glutamat (MSG), E951 Aspartam, E950 Asesulfam-K, Olestra, E250-E251 Sodyum Nitrit - Sodyum Nitrat, E220-E228 Sülfitler (SO2), E210-E219 Benzoatlar ve E102 Tartrazin, E102 Tartrazin, E133 Blue 1 ve Blue 2, E127 Red 3, E110 Yellow 6. Bu maddelerin sağlığınıza ne gibi zararlar verebileceğini kısa bir Internet araştırması ile öğrenebilirsiniz. NE YAPALIM? Bu yazının bütününde çok sevimsiz ve iç karartıcı bir manzara çizilmiş olabilir. Ama durumun gerçekten ciddi olduğunu anlamamız çok önemli. Pazarda, manavda, markette parlatılmış bir elma veya portakal gördüğünüzde satıcıya gidip böyle bir meyveyi almayacağınızı, mumlanmış meyve istemediğinizi, ancak istediğiniz gibi meyve getirirse alacağınızı söyleyebilirsiniz. Yaygın bir tepki ve itiraz etkili olacaktır. Mevsiminde toplanıp hemen pazarlara getirilen parlatılmamış, albenisi düşük ama taze sebze, meyveleri tercih edelim. Çocuğunuzu gönderdiğiniz ve gelirinizin önemli bir kısmını ödediğiniz okulda, onlara sunulan yemeklerin içeriğini araştırıp sorgulayın, bunu Okul Aile Birlikleri üzerinden yapabilirseniz çok daha etkili olur. Okullardaki yemek menüleri bile değişir. Çocuklar için “mahalle baskısı” çok önemlidir, bu sebeple onları da bilinçlendirmemiz gerekiyor, onlara kabul ettirmek zor olsa da yanlarında evde hazırlanmış sağlıklı yiyecekler götürüp okul yemekhanesinden uzak durmalarını bile düşünmelisiniz. Bunu yapmak için gerekli motivasyonu bulmak için, ne kadar sevimsiz olsa da onların genç yaşlarda gözümüzün önünde acı çekmeleri, ölümcül hastalıklara yakalanmaları, sık sık hastalanmaları, yiyecek zehirlenmelerine maruz kalmaları vb. gibi kötü senaryoları düşünmemiz gerekebilir! Sağlıklı bir mutfak ve beslenme düzeni kurmak biraz yatırım yapmayı, pek çok alışkanlığımızı değiştirmeyi, daha çok emek harcamayı ve bu davranışlarınızı yadırgayacak bir çevreyle karşılaşmayı göze almayı gerektiriyor. Özellikle alışkanlıkları değiştirmek ve yaptıklarınızı sorgulayan yakın çevrenin tepkilerini göğüslemek zor olacaktır. Yiyeceklerimizi eskiden olduğu gibi evde yapmak hazır gıda almaktan veya dışarıda yemekten daha zor gelebilir ama sağlığımız için, 58 Mimar ve Mühendis çocuklarımız için bunun gerekli olduğuna inanırsak bu kararlılığı gösterebiliriz. Mevsiminde bol bulunan, güveneceğiniz yerlerden alacağınız domateslerle salçanızı, domates pürenizi, yemeklik soslarınızı kolay usül konserveler şeklinde bolca yapabilirsiniz veya bu şekilde yaptığını bildiğiniz yerlerden satın alabilirsiniz. Yine mevsiminde alacağınız sebzeleri dondurucuda birer pişirimlik parçalar halinde muhafaza edebilirsiniz. Hazır çorbalar yerine eskilerin usulü ile çabucak yapılan pek çok geleneksel ve lezzetli çorbayı yapmaya tekrar alışabilirsiniz. Eti güvenilir bir yerden almak önemli, gerekirse birkaç aile ortaklaşa hareket edip doğal besicilik yapan ve kesim imkanı da olan bir yerden bütün bir danayı alıp paylaşabilir, dondurucunuzda saklayabilirsiniz. Süt konusunda özellikle büyük şehirlerde yine büyük markaların üretimine güvenmek en doğrusu olabilir. Yoğurdu evde yapmak en kolayı. Ekmeğinizi evde yapmak artık çok kolay, önemli olan doğru unu bulabilmek. Bu da biraz gayret ve titiz bir araştırma ile mümkün, ülkenin uzak köşelerinden bile kargoyla un getirtebilirsiniz. Mutfağınıza bir kez doğru donanım kurarsanız kışın narenciye suyu veya nar suyu sıkmak markete gidip almaktan çok daha hızlı, hesaplı, sağlıklı ve lezzetli. Çocuklarımıza doğru beslenme alışkanlıklarını kazandırmak onlara bırakacağımız en değerli miras olabilir. İlk başta yorucu olabilir, disiplinli olmak kararlılık ve enerji, aile içi tutarlılık gerektirir ama buna değecektir. Çocuklar sofraya aile ile birlikte oturmalı, onlar için özel yemekler yapılmamalı. Acıktığı zaman öğün yemeğine kadar duramayacaksa, hazır patates cipsi veya çikolatalı gofret değil, elma, havuç, haşlanmış bir patates, ekmek arası zeytin, tereyağlı bir dilim ekmek vb. ile oyalanmalı. Küçük yaşlardan itibaren böyle alışan çocuklarda yemek seçme, iştahsızlık, gaz sorunu, alerji, bronşit, grip vb. sorunlar pek olmayacaktır. “Fast Food” onlara bir ödül değil, ceza gibi görülmeli. Çorba, sulu yemek, yoğurt, has ekmek, mevsiminde sebzelerden salata, ev turşusu, taze meyve veya meyve suyu, evde yapılan süt tatlıları ve dondurma asıl menü olmalı. Bol katkı maddeli atıştırmalıklar vb. hazır yiyeceklerden önce kendiniz uzak durmalısınız. Yemek hazırlarken çocuklara da mutfakta bir görev verin. Bezelye ayıklasın, havuç yıkasın, sofrayı kursun... Yuva, ev, aile gibi gelenekleri benimsesin. Pişirenin emeğine saygı duymayı, ''eline sağlık'' demeyi, şükretmeyi öğrenerek yetişsin. Tatillerde köy hayatını görme fırsatı bulsunlar. Doğayı sevmeyi öğrensinler, böylece kendisi ile dünya ile barışık olsunlar. Ölümleri, doğumları, yenilgileri, olabilecekleri, olamayacakları doğal hayatın döngüsünü kabullenmeyi öğrensinler. KAYNAKLAR “Seeds of Destruction = Ölüm Tohumları'', F. William ENGDAHL'ın kitabı http://en.wikipedia.org/wiki/Parabens http://www.chm.bris.ac.uk/webprojects2002/price/azo.htm http://mst.dk/udgiv/publications/1999/87-7909-548-8/html/kap05_eng.htm http://www.sixwise.com/newsletters/06/04/05/12_dangerous_food_additives_.htm http://www.greenpeace.org/turkey/tr/news/pestisitsiz-gida-meyve-ve-sebze-icinalisveris-rehberi-280312/ HYPERLINK "http://www.dailymotion.com/video/xju4c1_gida-a-y-food-inc_news#. UNmrPIlevu0" http://www.dailymotion.com/video/xju4c1_gida-a-y-food-inc_news#. UNmrPIlevu0 www.ipekhanim.com www.gidahareketi.com Ocak - Şubat 2013 59 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Eşref ŞEKERLİ MUSİAD Gıda Sektör Kurulu Üyesi “HAYVANCILIK BİR MESLEK DEĞİL YAŞAM BİÇİMİDİR” Ü Devletimiz AB uyum sürecinde gıda güvenliği, izlenebilirlik, hayvan hareketleri, mezbahaların durumu, kalıntılı ilaç mevzuatları ve GDO gibi hızla değişen dünyanın gereklerine ayak uydurma mücadelesi vermiş çiftliklerin kurulumu ve projelendirme ile ilgili yeterli teknik desteği verememiştir. lkemizin stratejik öneme sahip konularından birisi olan tarım ve hayvancılık bu güne kadar gelişmiş ülkelerdeki gibi üst düzeyde temsil edilememiştir. Bu durum ülkemizde hayvancılığın sadece taşrada ve köyde yaşayan insanların bir işi gibi görülmesinden kaynaklanmaktadır. Bu algı 2005 yılı sonrası hükümetin yaptığı hayvancılığı özendirici teşvik uygulamaları ile değişmeye başlamış ve gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ar-ge’ye inanan, teknolojiye ve bilime açık girişimciler tarafından temsil edilmeye başlamıştır. Ancak ülkemizdeki bu ciddi ve yapısal değişim beraberinde problemleri de getirmiştir. Hükümetimiz bu değişim sürecinde ciddi bir yoğunluğa sahip fakat üretme kapasitesi düşük taşra ve köylerdeki üreticileri başka sektörlerde istihdam etmeye çalışarak nitelikli bir üretici nüfusa geçiş için çalışmalar yapmıştır. Netice olarak üretilen mal yahut hizmetlerde artış, bu işle uğraştığını iddia eden nüfusta ise azalma görülmüştür. Hayvancılık ve tarımda başarı göstermiş gelişmiş ülkelerde bu işlerle uğraşan nüfus genel nüfusa oranla %5’ler seviyesindedir. Ülkemizde ise bu oran %27’lerde iken şu an %22’lere ancak inmiştir. Ülkemizde evinin altında bir iki hayvan besleyen yahut 20 dekar araziyi ekip biçen de işletme olarak hesap edilmiştir. Bu yüzden işletme sayısı çok işletme başına düşen arazi yahut hayvan sayısı çok azdır. Bu durum istatistik yapmayı, verimliliği artırmayı, sevk ve idare etmeyi, hayvan hareketleri izlemeyi, koruyucu hekimlik uygulamalarını, gıda güvenilirliğini, kontrol ve denetimi zorlaştırmakta yeniliklere ve değişime kapalı hale getirmektedir. 2012 yılına gelindiğinde beş yıl öncesine göre bu anlamda iyimser bir tablo var. 50 baş ve üzeri işletme sayısı iki yıl önce 4 bin iken şimdi 28 bin civarında ve yine arazilerimizin veraset yoluyla parçalanması hükümetimiz tarafından önlenmiş 20 dönüm ve altına inmesi kanunlarla korumaya alınmıştır. Ziraat bankası aracılığı ile yüz bin kişi kredi almış ve bu alanda yatırım yapmıştır. Bu hızlı değişim ve dönüşüm hayvan sayısında ciddi bir artışa sebep olmuştur. Eskiden hayvanının yiyeceğini kendisi temin eden çiftçinin yerini ihtiyaçlarını dışarıdan satın almak zorunda olan girişimciler almıştır buda saman, yonca ve hammadde fiyatlarında ciddi bir spekülasyona neden olmuştur. Bütün bu iniş çıkışlar geçmişte yapılması gereken reformların geçtiğimiz on yıla sıkıştırılmak istenmesinden kaynaklanmaktadır. Bu değişim ve dönüşüm sürecinde yaşanan problemlere dikkat çekmek ve çözüme katkıda bulunmak üzere tecrübelerimi aktarmak istiyorum. Ziraat bankası ve Kırsal Kalkınmayı Destekleme Koordinatörlüğü aracılığı ile işletme sahibi olmak isteyen yatırımcılar için ortada Türkiye şartlarına uygun bir proje modeli yoktu, yatırımcılar daha önce bilgi sahibi olmadıkları bir alanda fikir ve proje üretmeye çalışıyorlardı, devlet teşvik ediyordu fakat projelerle ilgili bir çalışması yoktu, yapın arkanızdayım diyordu, yatırımcı bir an önce bu yatırımı tamamlamak istiyordu, eski ve yeni teknoloji karışımı oradan buradan derlenmiş parça projelerle yatırıma başladılar. Bu sektörün okulu niteliğindeki Saray Çiftliklerini gezme fırsatı bulan her yatırımcı fotoğraf makinası ile yapabildiği kadar kayıt yapıyor sonra tanıdık üç beş mühendise yapmak istediği yatırımı tarif etmeye çalışıyordu. Ortaya ilginç örnekler çıktı. Bölge şartları ile uyum problemi olan projeler, ciddi imalat hatası olan projeler, işletmelerin geleceğini tehlikeye atıyor, ciddi iş gücü ve emek israfına neden oluyordu. Yatırımcılar işlerini yapboz şeklinde öğreniyorlardı. Bu arada fırsatçı 60 Mimar ve Mühendis İyi bir ar-ge çalışması, sektörü ve temsilcilerini araştırmak, dünyada hayvancılığın nasıl yapıldığının araştırılması, yeterli arazi varlığının bulunması, pazar araştırması, işletme büyüklüğünün tespiti, ayrı bir iş gibi görülmesi, teknolojinin ve makine ekipmanın doğru seçilmesi ve hepsinden önemlisi “Hayvancılık bir meslek değil yaşam biçimidir” felsefesinin iyice kavranması gerekmektedir. bazı firmalar yatırımcılara külfeti ağır bayındırlık üst birim fiyatlarından çiftlik kuruyorlardı. Daha içine hayvan girmeden müteşebbisin kaynakları tükeniyordu. Şu lazım bu lazım şu olmazsa süt vermez, bu olmazsa et vermez gibi yönlendirmelerle yatırımcı belki de kendisine yılda bir defa on gün lazım olacak bir makinaya binlerce dolar ödemek zorunda bırakılıyordu. Ziraat bankası ve diğer özel bankalar kurulan bu yüksek maliyetli işletmeleri ipotek olarak alırken harcanan paranın dörtte birini teklif ediyorlardı. Çünkü ortada sadece beton yığınından müteşekkil ne işe yaradığı belli olmayan imalatlar vardı. Ben bu yatırımcıların içerisinde belki de en az para harcayan ve doğruya yakın bir işletme kuranlardan biriyim. Hayvan ithalatı kararıyla birlikte birçok Avrupa ülkesini ve okyanus ötesi ülkeleri gezme fırsatı buldum. Avustralya’da beş ay kadar kaldım gördüklerim bizim daha bu işin başında olduğumuzu gösteriyordu. Acilen ülkemde bir havza modeli oluşturulmasını hangi hayvan ırkının hangi iklim ve toprak yapısına uygun olduğunun haritasının çıkarılması gerektiği gerçeğini gördüm. Avustralya’da hayvanlar için bir barınak inşa edilmemişti. Hayvanlar uzun otlak ve meralarda serbest olarak dolaşıyordu inşaat maliyeti sıfırdı. Hollanda gibi toprak genişliği az olan ülkelerde kapalı sistem ve beraberinde bio gaz üniteleri Avusturya, Fransa ve İtalya gibi ülkelerde hem otlağa hem bina imalatına dayalı sistemler yani bölgenin iklim yapısı kar yükü, rüzgâr ve güneş alımı, gece gündüz ısı farklılığı otlak durumu gözetilerek hem ırklar tespit edilmiş hem de bina ve imalatlar ihtiyaca göre tasarlanmıştı. 2011 yılında yüzde elli hayvan ve inşaat hibesi verilen illerimizde yatırım yapan büyük yetiştiriciler 2005 yılı ve sonrasında yatırım yapanlara göre biraz şanslıydı. İthalat süresince gerek veteriner hekimler gerekse yatırımcılar bu sebeple dışarda olup biteni görüyor ve kopyalıyorlardı. Bu da imalatların biraz daha amacına uygun ve maliyetleri düşük olmasına yansıdı. Ancak ne yazıktır ki ülkede bu kadar çiftlik yatırımı yapılırken üniversiteler bu yapılarla ilgili bir iki bireysel çalışmanın ötesinde hiçbir çalışma yapmamış ortaya bir model koymamıştı. Devletimiz bu hızlı değişim surecinde kesenin ağzını açmış fakat mevzuat ve standartları AB normlarına yükseltme gayreti ile ancak uğraşabilmişti. Devletimiz AB uyum sürecinde gıda güvenliği, izlenebilirlik, hayvan hareketleri, mezbahaların durumu, kalıntılı ilaç mevzuatları ve GDO gibi hızla değişen dünyanın gereklerine ayak uydurma mücadelesi vermiş çiftliklerin kurulumu ve projelendirme ile ilgili yeterli teknik desteği verememiştir. Şu an hayvancılık yatırımı yapanlar 1985 yılında tekstil sektörüne girenler ile aynı kaderi paylaşmaktadır. Tekstil sektörü bu gün ülkenin lokomotifi haline gelmiştir ama geçen zamanda yanlış yatırım yapan eksik teknoloji kullanan ikinci el makine kullanan kendini yenilemeyen tekstilciler zamana yenik düşmüşlerdir. Hayvancılık yatırımları tekstil yatırımı ile bu anlamda paralellik gösteriyor. Bir fabrika mantığı ile kurulan hayvancılık işletmelerinde çalışacak kalifiye eleman ne yazık ki bulunamamaktadır. Yüksek maaş ve iş olanakları teklif edilmesine rağmen adaylar hala devlet kapısını tercih etmektedirler, çünkü ülke içerisindeki spekülasyonlar et, süt ve ham madde fiyatlarındaki aşırı değişim işletmelerin varlığını devam ettirmesi yolundaki en büyük engel olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple bu iş için eğitim almış üniversite mezunları bu yatırımları kalıcı ve güvenli bulmayıp devlet kapısında iş buluncaya dek geçici istasyon olarak değerlendirmektedirler. Yatırımcılar ise ne zaman iş bırakacağı belli olmayan kadrolar üzerine ciddi yatırımlar yapmakta ve risk almaktadırlar. Ayrıca büyük işletmeler büyük ihtiyaçları da beraberinde doğurmuştur. "Göç yolda dizilir" ata sözünde olduğu gibi ihtiyaç hasıl olmuş bir sektör doğmuştur. Bu gün beş yıl önce hiç duymadığımız sektörler hayvancılık ve tarım alanında hayat bulmuştur. Bunlar saman ve yonca müteahhitleri silaj tüccarları, biyogaz sistemleri inşa eden firmalar makine ekipman imalatı yapanlar, teknoloji ve yazılım üretenler, anahtar teslimi çiftlik kuranlar, yem fabrikaları, ilaç ve ekipman sektörleri devletten hiçbir destek almadan fazlasıyla büyümüş ciddi paralar kazanmıştır. Geçen bunca zamanın sonunda yatırımcılar devletten ciddi destek almalarına rağmen para kazanamamaktan şikâyetçi, devlet ise elinden geleni yapmış durumda peki nedir bu problemin kaynağı? İşletmeler neye Ocak - Şubat 2013 61 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ mal olursa olsun sütü yahut eti üretme yarışına girdiler sonuçta yeterli sayıda hayvanımız oldu et üretimi ve süt üretiminde artışlar sağlandı fakat bu defa başka bir sorun var .Hiç önemi yok denilen saman normal fiyatının 5 katına çıktı yonca ve diğer ham maddeler de bu artışlardan nasibini aldı. Ürettik ama pahalıya ürettik. Et pahalansa ithalat açılıyor, et ucuzlasa üretici zarar ediyor. Yapısal bir hata olduğu gayet açık, nerede hata yapıldı? Devlet bu dengeyi kurmak için daha ne kadar para aktarmalı bu sektöre bilinmiyor. Bu sektörün içinde birisi olarak bu duruma ancak şu analizi yapabiliyorum. İşletmeler hayvan mevcutlarına paralel olarak dışarıdan etkilenmemek yahut daha az etkilenmek için kendi kaba yemini özellikle yonca ve silajını kendisi üretmek zorundadır devlet ise kafadan destek vererek içerideki dengeleri kurmaya çalışacağına maliyetleri düşürücü unsurlar üzerinde çalışmalı. Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi biyogazdan elde edilecek elektriğin alım fiyatını şu an açıkladığının iki katına çıkararak bu alana yönlendirme yapabilir. Bu destek enerjide dışa bağımlı olan ülkemizi rahatlatacak üreticiyi desteklemiş olacak ve Kyoto protokolü gereği sera gazı etkisi olan karbon salınımı için tazminat ödemekten kurtulacaktır. Ayrıca biyogaz üreten işletmeler kendi ihtiyacı olan ısınma elektrik gibi maliyetlerini minimize edebileceklerdir, ayrıca kendi yemini kendisi üreten işletmeler için girdi maliyetlerindeki K.D.V. oranlarında esneklik yapabilir. İşçilik maliyetleri pahalı olmasına rağmen Avrupa ülkelerindeki et fiyatlarına bakıldığında ülkemizdeki fiyatlarla arasında ciddi bir fark olduğu aşikârdır, bu farklılığı acilen kapatmamız gerekmektedir. Globalleşen dünyaya karşı kayıtsız kalamayız AB uyum sürecinde bu farklılıkları acilen çözüme kavuşturmamız gerekmektedir. Şu an ülkemiz AB üyeliği kabul edilse var olan işletmelerimizin neredeyse hepsi kapanma noktasına gelir. Devlet ve yetiştiriciler olarak eti yahut sütü ne kadar üretiyoruz sorusunu artık değiştirip eti yahut sütü "Kaça mal ediyoruz?" şeklinde sormalıyız. Ara eleman problemi acilen çözüme kavuşturulmalıdır. Bu sektördeki kayıt dışılık haksız rekabete yol açmaktadır. Mezbahaların güvenilirliği ve kesim standardı yoktur. Et ve Balık Kurumu piyasa dengeleyici rolünü hakkıyla yapmalıdır. Canlı besilik ve damızlık haricinde ithalat sınırlı ve mücbir durumlarda yapılmalıdır. Fon dengesi piyasa hareketleri gözlemlenerek hızlı bir şekilde hayata geçirilmelidir. Alternatif yem bitkisi ekimi teşvik edilmeli destek ve teşvikler maliyetleri düşürücü özellikler içermelidir. Hayvancılıkta havza modeli hayata geçmelidir. Ülkemiz iklim ve coğrafi yapısı gözetilerek kültür ırkları tercih edilmelidir. Ülkemizin et açığı vardır. Yatırımlar etçi ırklar üzerine yönlendirilmelidir. Sivil toplum örgütleri seçilmişlerden oluşmalıdır ve üreticinin menfaatine olmalıdır. Üniversiteler üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeli akademisyenler sahada uygulanabilir gerçek ve güncel önerilerde bulunmalı, müteşebbis ile sürekli kontak halinde olmalıdır. Aslında güzel bir model olan kooperatif sistemi ülkemizde hakkıyla hayata geçirilememiştir; sadece Ege bölgesinde hayata geçmiş güzel örnekler vardır. Yeni yatırımcılara bazı önerilerde bulunarak yazımı sonlandırmak istiyorum. İyi bir ar-ge çalışması, sektörü ve temsilcilerini araştırmak, dünyada hayvancılığın nasıl yapıldığının araştırılması, yeterli arazi varlığının bulunması, pazar araştırması, işletme büyüklüğünün tespiti, ayrı bir iş gibi görülmesi, teknolojinin ve makine ekipmanın doğru seçilmesi ve hepsinden önemlisi “Hayvancılık bir meslek değil yaşam biçimidir” felsefesinin iyice kavranması gerekmektedir. Canlı besilik ve damızlık haricinde ithalat sınırlı ve mücbir durumlarda yapılmalıdır. 62 Mimar ve Mühendis Ocak - Şubat 2013 63 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Osman BALTA Gübretaş Genel Müdürü TARIM, GIDA VE İNSAN Dört temel besin grubundan biri olan tahıllar, tarımsal üretimde de en büyük paya sahip olan bitki grubudur. Bu grubun en önemlileri olan buğday ve çeltik ile bunların yan H er canlı sağlıklı büyüyüp gelişebilmek ve neslini devam ettirebilmek için su ve çeşitli besin maddelerine (gıdaya) ihtiyaç duyar. İşte tarımı diğer sektörlerden ayrıştıran en önemli nokta da insanlığın en temel ihtiyaçlarından biri olan gıda ile ilgili olmasıdır. Tarım, gerek bitkisel ürünlerin doğrudan tüketimi ile gerekse gıda ve giyim sanayinin ham maddesini üretmesi bakımından dünyanın en stratejik ve vazgeçilmez sektörüdür. Hayvansal üretimin de başlıca girdisini (yem) üreten tarım sektörü; insanlığın her türlü beslenme ve giyim ihtiyacını karşılaması, sağlıklı nesillerin oluşması, milli gelir ve istihdama katkı sağlaması, ihracata doğrudan ve dolaylı katkıda bulunması, dış ülkelere olan bağımlılığı asgariye indirmesi gibi tüm bileşenleri ile insanlığa hizmet etmektedir. Dolayısıyla, doğrudan ve dolaylı tüm katkıları ile milli ekonominin temelini oluşturmakta, sanayi ve uygarlığın gelişimine yön vermektedir. Tarımda geri kalmış ülkeler, ya ticaret yaparak ya da yeraltı kaynaklarını kullanarak buradan bir gelir etmeye, sonuçta ise bu gelirlerini yine tarım ürünlerine kullanmaya mahkûmdurlar. Unutulmamalıdır ki dünyada tarımın gelişmediği hiçbir yerde medeniyette gelişememiştir. HER ÜLKE, KENDİ GIDA GÜVENLİĞİNİ GARANTİ ALTINA ALMAK İSTER Gerek sanayileşmekte ve gelişmekte olan, gerekse sanayileşme ve gelişmişlik düzeyi yüksek dünya ülkelerinin hemen hepsi tüm 64 Mimar ve Mühendis ürünleri insanların temel besin maddesi ihtiyacını karşılarken, arpa ve mısır da daha yoğun olarak hayvan beslenmesinde kullanılmaktadır. ideoloji ve doktrinlerini; gıda güvencelerini garanti altına almak, kendi insanına kendi kaynakları ile yeterli gıdayı sunabilmek ve hiç bir zaman kendi insanının beslenmesini başka ülkelerin inisiyatifine bırakmamak üzerine kurmuştur. Bu bağlamda, tarımsal üretimlerindeki yeterlilik ve süreklilik için çeşitli tedbirler almışlar ve almaya da devam etmektedirler. Bugün 75 milyon olan Türkiye nüfusunun 2023 yılında 85 milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. Her geçen gün artan dünya ve ülke nüfusu ile birlikte sürdürülebilir nitelikte, sağlıklı, güvenli ve yeterli gıda üretimi önümüzdeki yıllarda kritik önem arz edecektir. Dünya nüfusunun beslenmesi ve gıda güvenliğinin temininde tahılların önemi, inkâr edilemez bir gerçektir. Dört temel besin grubundan biri olan tahıllar, tarımsal üretimde de en büyük paya sahip olan bitki grubudur. Bu grubun en önemlileri olan buğday ve çeltik ile bunların yan ürünleri insanların temel besin maddesi ihtiyacını karşılarken, arpa ve mısır da daha yoğun olarak hayvan beslenmesinde kullanılmaktadır. TARIMSAL ÜRETİMDE KİMYEVİ GÜBRELERE İHTİYACIMIZ VAR Dünya ve ülke nüfusunun hızla artması açlık tehlikesini de beraberinde getirmekte, bu da tarımsal üretim kalemlerindeki üretim miktarlarının artırılmasını zorunlu kılmaktadır. Üretim artışını, yeni tarım alanları oluşturmak suretiyle sağlama imkânları kısıtlı kaldığı için, bu durumda en temel yaklaşım, Bir taraftan verimsizleşen toprağın yeniden ıslahı için ekstra girdi kullanımı (kükürt, organik madde, ekstra gübreleme, akaryakıt, işçilik vs.) zorunlu hale gelirken, diğer taraftan ihtiyaç fazlası gübre hem üründe birikerek hem de topraktan yıkanma yoluyla içme sularına karışarak insan sağlığı üzerinde toksik (kanserojen) etkiye neden olabilmektedir. mevcut tarım alanlarındaki verimi yükseltme yoluna gitmek olarak değerlendirilmektedir. Bu bağlamda dünyada ve ülkemizde ektansif tarımdan (geleneksel tarım) entansif tarıma (yoğun, modern tarım) geçiş hızla yaygınlaşmıştır. Bilindiği üzere bitkiler sağlıklı büyüyüp gelişebilmek, bol verimli ve üstün kaliteli ürün (dane-meyve-yumru) oluşturabilmek için çeşitli besin maddelerine ihtiyaç duyarlar. Bunlar, temel besin maddeleri (azot, fosfor, potasyum) ile birlikte; magnezyum, kalsiyum, kükürt ve mikro besin elementleri (çinko, demir, bor, mangan, bakır, molibden)’dir. Entansif (yoğun) tarım için geliştirilen hibrit (melez) çeşitler, ektansif (geleneksel) tarımdaki yerel çeşitlere göre birim alanda çok daha yüksek verimli ve kaliteli ürün meydana getirdiğinden, söz konusu besin elementlerini de çok daha yüksek miktarlarda tüketmektedir. Tarımsal üretimin ihtiyaç duyduğu bu besin maddelerini karşılamada organik gübreler (hayvansal gübreler, yeşil gübre, kompost vb.) kimyasal bileşimleri itibariyle tek başına yeterli olmadığı gibi üreticilerin bu gübreleri ihtiyaç duyulan her yetiştirme döneminde ve yeterli miktarlarda temin edebilmesi de mümkün olamamaktadır. Özellikle hayvancılığın gelişmediği ve gerilediği ülkelerde bu durum daha da belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. İşte tüm bu süreçler, tarımsal üretimde kimyevi gübre kullanımını zorunlu hale getirmekte, organik gübreler kullanılsın ya da kullanılmasın, üretimde belirleyici rolü kimyevi gübreler üstlenmektedir. AŞIRI VE TEK YÖNLÜ GÜBRELEME; TOPRAK, BİTKİ VE İNSAN SAĞLIĞINI TEHDİT EDİYOR… Her alanda olduğu gibi kimyevi gübre kullanımı da bilinçli bir şekilde yapılmadığı zaman fayda yerine bazı zararlara da neden olabilir. Kimyevi gübrelerin zararlı etkileri; hatalı gübre seçimi, aşırı dozlarda ve doğru zamanda yapılmayan uygulamalar sonucunda ortaya çıkmaktadır. Yanlış gübre seçimi ve gelişigüzel dozlarda uygulamalar, topraklarımızın yapısını (kimyasal, fiziksel ve biyolojik özellikler) bozarak verimsizleştirmektedir. Toprakta pH ve tuzluluğun artması, biyolojik aktivitelerin ve kimyasal tepkimelerin inaktif duruma geçmesi, besin maddelerinin toprağa sıkıca bağlanarak bitkiler tarafından alınamaz forma dönüşmesi; kısacası toprağın kilitlenmesi ile sonuçlanan bu süreç, bitkide zayıf bir kök ve vejetatif (yeşil) aksam gelişimini beraberinde getirerek verim ve kaliteyi ciddi ölçüde düşürmektedir. Sonuç olarak bir taraftan verimsizleşen toprağın yeniden ıslahı için ekstra girdi kullanımı (kükürt, organik madde, ekstra gübreleme, akaryakıt, işçilik vs.) zorunlu hale gelirken, diğer taraftan ihtiyaç fazlası gübre hem üründe birikerek hem de topraktan yıkanma yoluyla içme sularına karışarak insan sağlığı üzerinde toksik (kanserojen) etkiye neden olabilmektedir. KİMYEVI GÜBRELER %40-50 VERIM ARTIŞI SAĞLIYOR… Yapılan araştırmalar, kimyevi gübrelerin birim alandan elde edilen bitkisel üretim verimini %40-50’ye varan oranlarda artırdığını ortaya koymuştur. Bu nedenle kimyevi gübreler tarımsal üretimde verim artırıcı girdilerin başında gelmekte; yüksek gıda kalitesine FAZLA GÜBRE, FAZLA ÜRÜN DEMEK DEĞİLDİR… Gereğinden fazla gübre uygulamalarında, ihtiyaç fazlası elementler bitki bünyesinde metabolize edilip (parçalanıp) tüketilemediğinden bitki dokularında birikmekte; böyle bitkilerle beslenen insan ve hayvanlarda da önemli sağlık sorunları ortaya çıkabilmektedir. Özellikle sahip tarım ürünlerinin ve sanayi ham maddelerinin yetiştirilmesini sağlamakta, gıda güvenliğinin elde edilebilmesi ve açlıkla mücadeleye ciddi bir katkı oluşturmaktadır. Ocak - Şubat 2013 65 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ yüksek dozlarda azotlu gübre uygulamaları sonucu bitki dokularında nitrozamin gibi kanserojen maddeler oluşmakta, topraktan yıkanma yolu ile içme suları ve akarsularda da nitrat miktarı artmaktadır. Aşırı uygulanan fosfor da, hem toprakta pH ve tuzluluğu artırarak toprağın verimsizleşmesine ve tarımsal üretimde sürekliliğin tehlikeye girmesine yol açmakta hem de yüzey akışları ile içme suları ve akarsulara taşınarak bu sularda fosfat miktarını artırmaktadır. Diğer taraftan, aşırı gübrelemeler sonucu topraktaki bitki besin elementlerinin birbirleri ile olan etkileşimleri bitkilerin aleyhine olmakta; bazı elementler toprakta mevcut olduğu halde bitki tarafından alınamamaktadır. Örneğin aşırı fosfor, topraktaki çinko ve demiri kilitleyerek bitkinin bu elementlerden istifade etmesini engellemektedir. Dolayısıyla, “fazla gübre” mutlaka fazla ürün sağlamayacağı gibi; ekstra gübre, mazot ve işçilik masrafına da yol açarak üretim maliyetlerini yükseltmekte ve kârlılığı düşürmektedir. DOĞAYA VE İNSANA ZARAR VERMEDEN, KİMYEVİ GÜBRELERDEN FAYDA SAĞLAMAK MÜMKÜN… Doğru zamanda doğru gübre ile yeterli, dengeli ve düzenli bir gübreleme yaparak kimyevi gübreleri tarımın ve insanlığın lehine kullanmak mümkündür. Gübreye gereğinden fazla masraf yapmadan ve aynı zamanda doğaya ve canlılara zarar vermeden başarılı, kârlılığı yüksek ve sürekli bir üretim için; üreticilerimizin aşağıdaki adımları hassasiyetle izlemesi ve bu bilincin yaygınlaştırılması gerekmektedir. Hangi gübrenin ne kadar, ne zaman ve nasıl kullanılacağını net olarak belirlemek için yetiştiriciliğe mutlaka “toprak analizi” yaptırarak başlanmalıdır. Kullanılacak başlangıç (taban) gübresi ve üst gübreler; bölgenin iklim (sıcaklık, nem, yağış) şartları, toprak yapısı (pH, tuzluluk, geçirgenlik) ve eldeki sulama imkânları dikkate alınarak seçilmelidir. Üretimden beklenen verim düzeyi net olarak ortaya konmalı ve uygulanacak gübre dozları buna göre belirlenmelidir. İstenilen verim düzeyi, yetiştirilecek çeşidin genetik potansiyel sınırları içinde olmalıdır. Yetiştirilen bitki çeşidinin, istenilen verim ve kalite düzeyini meydana getirebilmesi için işin uzmanı kişilerden bir dekar alanda (veya ağaç başına) hangi besin elementlerine, hangi miktarlarda ihtiyaç duyduğu ile ilgili “bitkiye özel bir gübreleme programı” hazırlanmalı ve bu titizlikle uygulanmalıdır. İlerleyen gelişme dönemlerinde yaprak analizi ile bitkinin beslenme durumu takip edilmeli, mevcut besin maddesi noksanlıkları yapraktan ya da damla sulamadan gübreleme ile mutlaka takviye edilmelidir. Yapraktan gübrelemede özellikle bitki tarafından kolay alınıp metabolize edilebilen şelatlı yaprak gübreleri tercih edilmelidir. TÜRKİYE’DE ÜRETİCİ BİLİNCİ GİDEREK ARTIYOR… Ülkemiz çiftçilerinin büyük bir bölümünün geçmişten edindikleri alışkanlıklar doğrultusunda tarım yapma eğiliminde olmaları ve özellikle de uzun yıllardır süregelen bilinçsiz ve hatalı gübre uygulamaları sonucu topraklarımızın büyük bir çoğunluğu verimliliğini ciddi ölçüde yitirmiştir. Toprak ve yaprak analizi yaptırmaksızın devam eden bu 66 Mimar ve Mühendis Her alanda olduğu gibi kimyevi gübre kullanımı da bilinçli bir şekilde yapılmadığı zaman fayda yerine bazı zararlara neden olabilir. Kimyevi gübrelerin zararlı etkileri; hatalı gübre seçimi, aşırı dozlarda ve doğru zamanda yapılmayan uygulamalar sonucunda ortaya çıkmaktadır. Yanlış gübre seçimi ve gelişigüzel dozlarda uygulamalar, topraklarımızın yapısını (kimyasal, fiziksel ve biyolojik özellikler) bozarak verimsizleştirmektedir. gübreleme alışkanlığı; yeterli ve dengeli gübrelemeden uzak, daha çok tek yönlü bitki besleme sağlayan katı kimyevi gübrelerin (TSP, DAP vb.) toprağa aşırı miktarlarda verilmesi yönünde gerçekleşmekte idi. Ancak son yıllarda hayata geçirilen yeni tarım politikaları ile üretici bilincinin artması yönünde önemli adımlar atılmıştır. Tarımsal destek yelpazesinin genişletilmesi (toprak hazırlığından ekime, hasattan işleme, depolama ve paketlemeye kadar), bitkisel üretimde devrim niteliğindeki “Havza Bazlı Tarım ve Destekleme Modeli”nin hayata geçirilmesi, tarım ürünlerinin kalitesini artırmaya yönelik teşvik politikaları gibi köklü değişiklikler ile Türkiye’nin sahip olduğu tarım potansiyelini daha etkin kullanabilmesinin önü açılmıştır. 2007 yılında ülkemiz çiftçilerinin %12’si toprak analizine dayalı tarım gerçekleştirirken, bu oran 2011 yılında %50’lere kadar yükselmiştir. Ocak - Şubat 2013 67 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ TMMOB GIDA MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBE BAŞKANI SEDAT KURU "SEKTÖRÜN VE TOPLUMUN KAYGILARINI GİDERMEK İÇİN BAKANLIĞIN DAHA ŞEFFAF OLMASINI BEKLİYORUZ" TMMOB Gıda Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Sedat Kuru ile gıda sektöründe yaşanan sorunları ve çözüm önerilerini konuştuk. Kuru, Medya’nın referans olarak yanlış isimleri göstermesinden, denetim eksikliğine, tağşiş ve taklit yapan firmalara verilen cezaların yetersizliğine kadar birçok soruna değindi. > Son yıllarda gıda alanına toplumun ve paralel olarak basının ilgisinin arttığını görüyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Henüz yeterince ilgi olduğunu söyleyemeyiz. Bu ilgi daha çok tüketicilerin kendilerine yansıyan haberlere ve olaylara verdiği tepki olarak değerlendirilmeli. Bu noktada basının önemi büyük. Toplumun ilgisi, basınının bu alana ilgi duymasını sağlarken, basında çıkan haberlerde toplumun daha fazla ilgi duymasını sağlıyor. Bazen basının da bilinçli veya bilinçsiz olarak toplumu yanlış yönlendirdiğini görebiliyoruz. Zaten toplumun farkındalığının ve bilinç seviyesinin henüz yeterli seviyede olmadığını görüyoruz. Yine de bu gelişmeler umut vaat ediyor. Farkındalığı ve bilgi seviyesi artan tüketici artık sorgulamaya başlıyor. Bu da beraberinde kaliteyi getiriyor. Gelişmiş ülkelerde gıda sektöründe asıl denetimi tüketici yapıyor, yavaş yavaş bizler de bu noktaya doğru ilerliyoruz. 68 Mimar ve Mühendis SÖYLEŞİ: YUNUS EMRE TOZAL Gıda sektörü ile alakalı gerek yazılı gerek görsel basında çok sayıda kişinin demeç verdiği görülüyor, bazen bunlar arasında ciddi çelişkiler oluyor, bunun nedeni nedir? Gıda son zamanlarda basında popülerliğini kaybetmiyor. Bu durumu reklam amaçlı kullananlar var. Konuyla ilgili ilgisiz, yeterli birikimi veya uzmanlığı olmayan kişilerin de mütalaa verdiğini görüyoruz. Bu durum ciddi çelişkilere yol açıyor, öyle ki aynı anda iki farklı TV kanalında aynı konu tartışılabiliyor ve birbiri ile ciddi şekilde çelişen beyanatlar verilebiliyor. Sanırım Basın kuruluşları da artık bu sorunun farkına varmaya başladı. Eskiye göre daha seçici oluyorlar, fakat yine de yeterli değil. Aslında bu sorunun çözümü için bir süredir bir proje üzerinde çalışıyoruz. Önümüzdeki sene bu projeyi tam anlamı ile hayata geçirmek istiyoruz. Amacımız basın yayın organlarının bilgi alabileceği referans noktalarının tespiti olacak. Şunu da belirtmek gerekiyor ki gıda konusunda toplumun önemli bir kısmında paranoya seviyesine ulaşır nitelikte bir hassasiyet var ve bu sürecin kontrol altına alınması önem taşıyor. Gıda sektöründe denetimler yeterli mi? Ülkemizde gıdaların tarladan / çiftlikten sofraya kadar halkımıza güvenli olarak arzından Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı sorumlu. Bunu sağlamak için tarlada ziraat mühendisinin, çiftlikte veteriner hekimin; gıdanın üretimi, satışı ve servisinde ise gıda mühendisinin var olması ve gerekli denetimi sağlaması büyük önem taşıyor. Denetim ve kontrol sistemini geliştirmede ve yaygınlaştırmada Bakanlığımızın samimi gayretleri olduğu bilinmekle birlikte, sadece denetçi sayısı dikkate alındığında bile, derde deva olmaktan çok uzak olduğu söylenebilir. Yaklaşık %80’i satış ve servis noktasından oluşan 500 000 gıda işletmesinin denetimi 4600 kontrolör ile yapılmaya çalışılmakta ve bu kişilerin de sadece %25’i gıda mühendislerinden oluşuyor. Bunun sonucunda; Bakanlık bünyesinde eğitimi gıda ile ilgili yetki taşımaya uygun olmayan pek çok kişi alanı dışında çalışmaya itiliyor. Örneğin, köyde hizmet vermek amacıyla özel olarak istihdam edilen kişiler gıda kontrolörü açığını kapatmak için köyden uzaklaştırılmakta ve aslında gıda kontrolörlerinin yapması gereken görevleri üstlenmek zorunda bırakılıyorlar. Bu koşullarda; kamuda yeterli gıda mühendisi istihdamı sağlanmadığı için gıda denetimleri yetersiz yapılıyor ve gıda güvenliği yeterli şekilde sağlanamıyor. Bakanlığın tağşiş yapan firmaları açıklamaya başlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce sorun bizlere yansıdığı kadarıyla sınırlı mı? Çok geç kalmış bir süreç, yıllardır tartışılan bir konuydu. Tüketicinin korunması adına önemli bir adım ama yeterli değil. Geçtiğimiz süreçte tüketiciler, şikâyet ettikleri firmaların durumlarını dahi tam olarak öğrenemiyordu, hatta bu konuda açılmış davalar da vardı. Gelişmiş ülkelerde, gıda güvenliği kurumlarının hijyen denetimlerini dahi internetten paylaştığı bir çağda taklit ve tağşişin bu kadar yaygın olması ortada ciddi bir sorun olduğunun göstergesi durumunda. Mevzuatla birlikte yaşanılan çok sayıda teknik aksaklık bu sorunun kaynağı olarak gösterilebilir. Sorunları kısaca şöyle özetleyebiliriz: Bakanlığın yaptığı piyasa denetimlerinde alınan şahit numunelerin büyük kısmının halen büyük gıda firmalarına ait olduğu, fakat taklit-tağşiş yapan firmaların çoğunlukla yerel olarak faaliyet gösteren küçük ve orta ölçekli firmalar olduğunu görüyoruz. Numune sayısının artırılması; ayrıca numune örnekleminin daha çok bu küçük işletmeleri kapsayacak şekilde yeniden yapılandırılması gerekiyor. Bir diğer sorun ise gün geçtikçe işletmelerin yeni ve çok farklı taklit ve tağşişlere başvuruyor olmaları. Bu taklit ve tağşişlerin büyük kısmı ancak laboratuvar analizleri ile ortaya çıkartılabiliyor. Fakat Bakanlık kontrolörleri şüphelendikleri durumda bu tip analizleri yaptırmakta zorlanıyorlar. Kontrolörler kodekste yer almayan bir kriter için analiz talebinde bulunamıyor, aslında burada yapılması gereken, Bakanlığın olası tağşiş ve taklit konularını iç yazışma şeklinde duyurması olabilir. Bu şekilde kontrolörler için de bir yasal dayanak oluşacaktır. En önemli sorun ise kontrolör sayıları ve yeterliliği. Bakanlık yeni gıda kanunu ile kontrolörlerin görev alanını belirledi, fakat bu noktada sorun yaşandığını görüyoruz. Az önce bahsettiğimiz gibi Gıda Mühendisleri Odası olarak meslektaşlarımıza bu noktada daha fazla görev düştüğünü düşünüyoruz. Fakat Bakanlığın yaptığı alımlar ve açıkladığı kadrolar tersini gösteriyor. Bakanlık kontrolör sayısını ve beraberinde istihdam ettiği Gıda Mühendislerinin sayısını artırmak için küçük adımlar attı, ama yine de sayılar yeterli değil. Önümüzdeki dönemde İstanbul Şube olarak kapsamlı bir çalışma yapmayı planlıyoruz. AB ilerleme raporlarında, Avrupa Birliği ve diğer ülkelerden dönen ihracat malları, DPT raporları ve daha birçok kaynak gıda güvenliğinde notumuzun düşük olduğunu gösteriyor. Tağşişin önüne neden geçilemiyor? Konuya sadece tağşiş ve taklit olarak bakılmamalı. Sorun aslında gıda güvenliği, gıda güvenliğini birçok alt sektörde sağlayamıyoruz. Yukarıda bahsettiğimiz sorunlar çözülmeden yol alınması mümkün görünmüyor. Örneğin tağşiş ve taklit yapan firmaların nasıl teşhir edildiği ile ilgili mekanizmaya halen vakıf değiliz. Ocak - Şubat 2013 69 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Bakanlığın, sektörün ve toplumun kaygılarını gidermek için daha şeffaf olmasını bekliyoruz. Bir diğer husus ise teşhirin ve yapılan haksız kazanca göre düşük sayılabilecek para cezalarının tek başına yeterli olup olmadığı, bu tip durumlarda teşhir ve para cezası ile yetinilmemesi gerektiğine inanıyoruz. Özellikle toplum sağlığını tehdit eden hususlarda gerekirse meslekten men, gıda sektöründe çalışmadan men edilme ve gerektiğinde hapis cezasına kadar gidebilen bir ceza sistemi kurulması gerektiğini görüyoruz. Gelişmiş ülkelerde gıda güvenliğini sağlamak için çok yönlü çalışma yürütülüyor. Mevzuat açıklarının kapatılması, denetim mekanizmasının güçlendirilmesi, yaptırımların artırılması ve başta işletme yöneticileri olmak üzere tüm sektör çalışanlarını kapsayan kapsamlı bir eğitim ve sertifikasyon sisteminin oluşturulması gerekiyor. Gıda sektörünün geleceğini nasıl görüyorsunuz? Sektörün son 15-20 yılına baktığınızda çok hızlı bir değişim görüyoruz. İç ve dış dinamiklerin etkisi ile sektörde kapsamlı bir yapılanma mevcut. Hatta Bakanlık, Oda ve sivil toplumun bu değişime ayak uyduramadığı, yetişemediği fark ediliyor. Fakat bu gelişmelerin yeterli olduğunu da söyleyemeyiz. Sorunların çözülmesi için yapılması gereken daha çok çalışma var. Türkiye için Gıda Mühendisleri büyük bir potansiyel. Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu (FDA), uluslararası düşünce kuruluşları ve AB kurumlarının ortak görüşünün ‘Gıda Mühendisliği endüstride devrim yaratabilir” şeklinde olduğu görülüyor. Türkiye’de biz bu potansiyeli yeteri kadar değerlendiremiyoruz. Yaşadığımız bu çıkmazı her platformda dile getiriyoruz. İnşallah yakın bir zamanda güzel gelişmeleri görürüz. Konuyu toparlamak gerekirse bilinçli tüketiciye önerileriniz nedir? Etiket bilgileri çok önemli. Mutlaka her aldıkları ürünün etiket bilgilerini kontrol etsinler. Eğer şüphelendikleri bir durum 70 Mimar ve Mühendis Gelişmiş ülkelerde gıda güvenliğini sağlamak için çok yönlü çalışma yürütülüyor. Mevzuat açıklarının kapatılması, denetim mekanizmasının güçlendirilmesi, yaptırımların artırılması ve başta işletme yöneticileri olmak üzere tüm sektör çalışanlarını kapsayan kapsamlı bir eğitim ve sertifikasyon sisteminin oluşturulması gerekiyor. söz konusu ise veya üründe bir farklılık sezinledilerse, ilgili firmayı ALO 174 Gıda Hattı’na şikâyet etsinler. En etkin denetim tüketicinin yaptığı denetimdir. Keşke sıkıntılı ürünler tüketiciye gelmeden elenebilse, ama şimdilik bu mümkün görünmüyor. Tüketicilerimiz alışveriş yaparken etiket bilgileri ile aldığı ürünü, kısıtlı bir şekilde kontrol edebiliyor. Ev dışı tüketimde ise bu kontrol mekanizması daha da zorlaşıyor. Ev dışı tüketimi otorite de kontrol etmede zorlanıyor. Bu yüzden tüketicilerimiz nerelerden yemek yediğine dikkat etmeli ve mutlaka kendisi de yediği ürünleri sorgulamalı. Son olarak paylaşmak istediğiniz bir şey var mı? Her sektörde kısa yoldan para kazanma hırsı, denetim mekanizmalarındaki boşluklar ile birleşince maalesef çürümüşlüklere rastlamak mümkün oluyor. Ancak gıda sahteciliği daha ciddi bir problem. Çünkü kısa ve uzun vadede toplum sağlığını doğrudan etkiliyor. Her türlü hilenin yapılabilmesine imkan tanıyan ortamın, şartların, yardımcı faktörlerin belirlenmesi ve ortadan kaldırılması gerekiyor. Başka bir deyişle kontrol mekanizmaları, daha işyeri faaliyete geçmeden, üretim yeri altyapısı hazırlanırken devreye girmeli, üretim yeri ve altyapısı işin uzmanı tarafından onay aldıktan sonra “gıda üretimi yapılabilir mekan” olarak tescillenmeli ve ürün tüketilinceye kadar tüm aşamaları kapsamalı. Ayrıca küçük işletmelerde kamu bütçesinden kaynak ayrılarak gıda mühendisi bulunması sağlanmalı. Bu konuda yapılacak çalışmalar ile elde edilecek olumlu sonuçlar her ne kadar ilave bir bütçe yükü getirecek gibi görünse de; aslında uzun vadede sağlık harcamalarına ayrılan kaynakları azaltacak ve tasarruf olarak karşımıza çıkacaktır. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı “gıda” ile ilgili sorun alanlarında çözüme yönelik radikal adımları bir an önce atmalı. Ocak - Şubat 2013 71 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Salih ÜNAL Süt ve Süt Ürünleri Uzmanı TÜRKİYE’NİN TARIM VE HAYVANCILIĞINA İSTATİSTİKLERLE BAKIŞ İthalatımız ihracatımızdan daha hızlı artıyor ve mevcut durum yakın bir gelecekte ihracatından daha fazla ithalat yapan bir ülke olacağımızı göstermektedir. S on yıllarda Gıda, Tarım ve Hayvancılık cephesinde neler yaşandığı oldukça merak konusu. Makro ölçek verileri konusunda konunun uzmanları dahi, bakanlık verilerine şüpheci gözle bakılmaktadır. Bunun sebebi daha önce yaşanan yanlış bilgilendirmeler, hatalı istatistiki bilgiler ve verilerin tutarsızlığı idi. Bu konuda nispi düzelmeler olsa dahi, istatistiki bilgiler sürekli ihtiyatla yaklaşılmalıdır. Tarım ve Hayvancılık sahasında ülkemizde son 3 yılda yaşananlar, başka ve özellikle gelişmiş ülkelerde yaşanmış olsa, Bakan dahil üst düzey tüm bakanlık bürokratlarının istifası gerçekleşirdi! Bizde ise, bürokrasi bilgileri istediği gibi dahası Türkçesi işine geldiği gibi kullanabilmekte, açıklanabilmekte ve sorunlu veriler gizlenebilmektedir! Son 3 yılda Cumhuriyet tarihinin ithalat rekoru, et ithalatında yaşanmıştır! Önceki yıllarda hazırlanan hatalı istatistiklere, yanlış yönetim de eklenince canlı hayvan ve et ithalatı rekor seviyelerde gerçekleşmiştir. Devletin ve aslen milletin kaynakları teşvike dönüştürülerek, hayvancılık sektörü el değiştirmiştir. Artık köylü hayvan bak- Tabii ki bu öngörü, mevcut politikaların devam etmesi ve bununla ilgili Tarım politikalarında tedbir alınmaması durumunda geçerlidir. mayacak, teşvik zengini yeni ağalar tarımsal alanların sahibi olacak ve hayvancılık köylüden, şehirli zenginlere devrolacaktır. Bunun demografik ve sosyal etkileri uzunca yıllar ülkenin başını ağrıtacak gibi durmakta lakin, devlet iradesi kendi yaptığı hatanın bedeli sürekli halka ödettiği gibi, bunun bedelini de yine insanımız ödeyecektir. İstatistiklere dönecek olursak; Türkiye İstatistik Kurumu raporları, dar aralıklı ve kısa dönem mukayeseli verilerden oluşur. Büyük resmi görmek için ise ciddi akademik çalışmalar yapmak gerekir. Burada anlaşılmaz ve karmaşık hesaplamaları paylaşmak yerine, basit ve anlaşılır verileri paylaşmayı uygun görüyoruz. Buna göre, ülkemizde genel ve tarım, hayvancılık ve gıda ithalat ve ihracat verilerini paylaşacağım.. Verilerin bize gösterdiği gerçeklerin yorumunu ise sizlere bırakacağım.. 2000-2011 arası Tarım ve Hayvancılık konusundaki ilk 24 fasıla ait ithalat verileri aşağıdadır: 1 Canlı hayvanlar A total usd ,000 2000-2003 84.079 2 Etler ve yenilen sakatat 1.583 736 766.280 -53% 103990% 3 Balıklar, kabuklu hayvanlar, yumuşakçalar ve suda yaşayan diğer omurgasız hayvanlar 99.931 302.846 533.400 203% 76% 4 Süt ürünleri; yumurtalar; tabii bal; diğer yenilebilir hayvansal menşeli ürünler 147.713 333.185 477.570 126% 43% 5 Diğer hayvansal menşeli ürünler (kıl, kemik, boynuz, fildişi, mercan, bağırsak, vb.) 99.781 123.844 152.318 24% 23% 6 Canlı ağaçlar ve diğer bitkiler; yumrular, kökler ve benzerleri; kesme çiçekler ve süs yaprakları 55.695 158.163 212.110 184% 34% 7 Yenilen sebzeler ve bazı kök ve yumrular 252.414 331.311 1.330.118 31% 301% 8 Yenilen meyvalar ve yenilen sert kabuklu meyvalar; turunçgillerin ve kavunların ve karpuzların kabukları 244.115 695.962 1.340.291 185% 93% 72 Mimar ve Mühendis B total usd ,001 2004-2007 63.323 C total usd ,002 2008-2011 1.436.313 DEĞİŞİM B/A -25% DEĞİŞİM C/B 2168% 9 Kahve, çay, paraguay çayı ve baharat 107.775 182.534 367.412 69% 101% 10 Hububat 1.642.168 1.850.839 6.327.949 13% 242% 11 Değirmencilik ürünleri; malt; nişasta; inülin; buğday gluteni 29.986 66.223 179.395 121% 171% 12 Yağlı tohum ve meyvalar; muhtelif tane, tohum ve meyvalar;sanayiide ve tıpta kullanılan bitkiler; saman ve kaba yem 1.187.491 2.864.489 5.775.163 141% 102% 13 Lak; sakız, reçine ve diğer bitkisel özsu ve hülasalar 100.019 131.559 122.059 32% -7% 14 Örülmeye elverişli bitkisel maddeler; tarifenin başka yerinde belirtilmeyen veya yer almayan bitkisel ürünler 10.354 13.627 24.444 32% 79% 15 Hayvansal ve bitkisel katı ve sıvı yağlar; yemeklik katı yağlar; hayvansal ve bitkisel mumlar 1.574.923 2.937.975 5.344.468 87% 82% 16 Et, balık, kabuklu hayvanlar, yumuşakçalar veya diğer su omurgasızlarının müstahzarları 2.722 5.678 12.665 109% 123% 17 Şeker ve şeker mamulleri 79.948 177.560 258.771 122% 46% 18 Kakao ve kakao müstahzarları 441.501 824.002 1.486.804 87% 80% 19 Hububat, un, nişasta veya süt müstahzarları; pastacılık ürünleri 146.810 355.744 666.404 142% 87% 20 Sebzeler, meyvalar, sert kabuklu meyvalar ve bitkilerin diğer kısımlarından elde edilen müstahzarlar 64.046 206.557 296.247 223% 43% 21 Yenilen çeşitli gıda müstahzarları (kahve hülasaları, çay hülasaları, mayalar, soslar, diyet mamaları, vb.) 498.395 1.205.227 1.571.084 142% 30% 22 Meşrubat, alkollü içkiler ve sirke 57.293 267.852 591.970 368% 121% 23 Gıda sanayiinin kalıntı ve döküntüleri; hayvanlar için hazırlanmış kaba yemler 686.515 1.606.997 2.924.688 134% 82% 24 Tütün ve tütün yerine geçen işlenmiş maddeler 1.076.701 1.073.170 1.560.592 0% 45% tır. Tohum ithalatının azaldığını söyleyen bakanlığın açıklamaları gerçeği yansıtmamakta, tohum ithalatı günbegün artmaktadır.. 2000-2003 arası 1 milyar dolar seviyesindeki ithalat son periyodda 6 milyar dolar seviyesine dayanmıştır.. • 5.Nitekim Hayvansal ve bitkisel yağların ithalat artışı da dramatik tabloya uygundur. 1,5 milyar dolarla başlayan ithalat, 5,4 milyar dolar seviyelerine ulaşmıştır. • Meşrubat ve alkollü içeceklerin ithalatı yakın zamanda milyar dolarlık ithalat arasında yer alacak seyirde deva etmektedir. Tabi ki bu veriler, yalnız ithalat verileridir. İhracatta da artışlar olduğuna göre yukarıdaki tabloyu ihracat verileri ile karşılaştırarak, kaynak kullanımı açısında mukayese imkanına kavuşuruz. Burada bakılması gereken ikame oranıdır. İthalat ve ihracat birlikte artarken, ihracatın ithalat karşısındaki oransal değişimi önemlidir. Aşağıdaki veri bu sebeple derlenmiştir; Burada tablonun bize gösterdiği en çok dikkat çeken hususları sizinle paylaşacağım; • Canlı Hayvan ithalatına uzunca yıllar hiç gerek duyulmaz iken son 3 yılda % 2168 oranda artan bir ithalat zorunlu hale gelmiştir. • Etler ve yenilen sakatat faslında ise Cumhuriyet tarihi rekoru düzeyinde bir artış yaşanmıştır. Artış oranı % 103990. Bu gerçekten ülke için dramatik bir sonuçtur.. • Yenilen sebze ve meyve ithalatında son yıllarda milyar doları aşan bir ithalat görmekteyiz. 2008-2011 arası Sebze 1.330.118.000 $ ithalat! 2008-2011 arası meyve 1.340,291.000 $ ithalat! • Hububat ve yağlı tohum ithalatımız bakanlık açıklamalarını yalanlamaktadır.. Sadece 10.fasılda ithalat rakamlarında % 242 artış olmuş ve Hububat ithalatı 6,327.949.000 $ a ulaşmış- GIDA İTHALAT TOPLAM 1-24 fasıl GIDA İHRACAT TOPLAM 1-24 fasıl KARŞILAMA ORANI A 2000-2003 B 2004-2007 C 2008-2011 B/A 01.01.201231.09.2012 8.691.959 15.779.403 33.758.514 82% 8.028.684 18.571.837 34.203.932 48.014.369 84% 10.804.402 2,14 2,17 1,42 1,35 Ocak - Şubat 2013 73 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Tarım ve Hayvancılık sahasında ülkemizde son 3 yılda yaşananlar, özellikle gelişmiş ülkelerde yaşanmış olsa, Bakan dahil üst düzey tüm bakanlık bürokratlarının istifası gerçekleşirdi! Bizde ise, bürokrasi bilgileri istediği gibi dahası Türkçesi işine geldiği gibi kullanabilmekte, açıklanabilmekte ve sorunlu veriler gizlenebilmektedir! Bu tablo Türkiye’nin Tarım ve hayvancılık alanında geldiği noktayı net olarak gösteren en önemli tablodur. Bu tablo aslında Tarım politikasındaki yalan ve gerçekleri gösteren oldukça basit bir veriyi de içinde barındırmaktadır. Tablonun özeti şudur; 2000-2003 yıllarında ithal ettiğimiz tarım ve hayvansal ürünün 2,12 katı ihracata sahip bir ülke iken, 2012 yılındaki son tabloda, ithal ettiğimizin ancak 1,35 katı fazla ihracat yapabilen ülke konumuna gerilemiştir! Bu durum bize aslında tarım politikalarında söylenen “ihracatımız artıyor “ gerçeğinin içine gizlenmiş bir yalanı da açıkça ortaya koyuyor. İthalatımız ihracatımızdan daha hızlı artıyor ve mevcut durum yakın bir gelecekte ihracatından daha fazla ithalat yapan bir ülke olacağımızı göstermektedir. Tabii ki bu öngörü, mevcut politikaların devam etmesi ve bununla ilgili Tarım politikalarında tedbir alınmaması durumunda geçerlidir. Paylaştığımız tablolar yüzlerce tablo içinden seçtiğimiz genel tablolardır. Bu tabloların geri planında daha kronik ve oldukça sorunlu verileri de gördük. İthalatın ihracatımızı birkaç yıl içerisinde yakalayacak olması, rahatsız edici ve ülke kaynaklarının ne kadar kötü kullanıldığını ve yönetildiğini gösteren bir bilgi ve süreçtir. Bürokrasi bu gibi durumlar içinde her türlü bilgi saptırma ve gizleme becerisine sahip olsa da, siyasi ve sivil aklın buna bir noktada müdahale edeceği ve bu sürdürülemez durumu sonlandıracağı kanaatimi koruyorum.. Bu tablo siyasi açıdan da önemli sonuçlar içermektedir. Özellikle, üretilen teşvik ve sübvansiyonların heba edildiği ortadadır. Ülkenin en büyük 2. kadrosuna sahip bakanlığın aslında müflis olduğu, ekonomik işletilemediği, kaynakları doğru kullanamadığı açıktır. “Tüm dünyada tarımsal ürünler sübvanse edilir” savunması ise çok bildik 74 Mimar ve Mühendis bir aldatmaca ve yalandır. Sübvansiyon, Master plan ve/veya tarımsal rekoltenin olumsuz etkilenmesi hariç diğer alanlarda neredeyse uygulanmaz. Bizde ise zaten bir MASTER PLAN mevcut değildir. Günübirlik tedbirlerle idare edilen bu toplumun en geniş istihdam alanı yakın gelecekte yeni sıkıntılara da gebe kalacaktır. Bizde, bilgileri siyasi amaçla kullanıp eleştiri geliştirmek yada bilgilere karşı siyaseten savunma yapma alışkanlığı yüksektir. Burada hamasi bakış ülkenin geleceği konusunda riskleri daha da artırır. Bu kısır çekişme ve tartışmalar yerine tedbirler, verilerden daha önemlidir. İki tedbirden bahsedebiliriz. Birincisi, bu güne kadar uygulandığı gibi, günübirlik uygulama ve tedbirler yerine Master plan uygulamasına geçilmelidir. Bu plan en az 30 yıllık olmalıdır. Buna Master Tarım Planı denir ki, bu bizim be nesillerimizin yaşamı açısından sadece önemli değil, kaçınılmazdır. İkincisi ise, bu planı uygulayabilecek ehliyet, birikim ve iradeye sahip bakan ve bürokrasisi ile, bu plana sahip çıkan ve bakanlığın bürokrasisine terk edilmemiş siyasi irade ve kararlılıktır. Ocak - Şubat 2013 75 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Karacadağ KALKINMA AJANSI GENEL SEKRETERİ DR. İLHAN KARAKOYUN "TARIMSAL ÜRETİMİ ÇEŞİTLENDİRMEK GEREKİYOR" “Modern sulama yöntemlerİ kullanarak, tarımsal ürün çeşİtlİlİğİnİ artırmak, bunları bölge İçerİsinde İşleyİp, paketleyİp ardından bölge dışında satmak gerekİyor. Bölge İçİndekİ tarımsal sanayİyİ gelİştİrİrsenİz, katma değer artacak ve ek İstİhdam olanakları oluşacaktır. Karacadağ Kalkınma Ajansı olarak bölgede, tarıma dayalı İmalat sanayİsİnİ öncelİyoruz. Dİğer öncelİğİmİz de Mezopotamya bölgesİndekİ turİzmİn gelİşİmİne katkı sağlamak” > Bölgenin potansiyel durumunu nasıl görüyorsunuz, Diyarbakır özelinde tarım ve sanayi alanında durum analizi yapabilir misiniz? Elbette, geçmişten bugüne bakacak olursak, kentlerin sahip olduğu en önemli özelliğin coğrafi konumları ve tarihsel birikimlerinin olduğunu söylemeliyiz. Bu açıdan baktığımızda hem Şanlıurfa hem Diyarbakır, yukarı Mezopotamya "bereketli hilal" bölgesi olarak değerlendiriliyor. Bu iki şehrin tarihi 12 bin-13 bin yıl öncesine dayanıyor. Bunu Urfa'daki Göbeklitepe ve Diyarbakır'da Körtepe kazılarından da görebiliriz. 12 bin yıl sürecinde birçok medeniyete ev sahipliği yapmış bu iki şehir, günümüzde de hâlâ yaşayan kentler. Tarım açısından baktığımızda, Diyarbakır ve Şanlıurfa'nın arasında yer alan Karacadağ bölgesi, birçok tarımsal ürünün gen merkezi. Buğday ilk olarak bu bölgede ekilmeye başlanmış, nohut da öyle. Zeytin yetiştiriciliğine, Karacadağ'da Derik bölgesinde başlanmış. Dolayısıyla geçmişten bu yana verimli toprakların bulunduğu bir bölgeden bahsediyoruz. Günümüze geldiğimizde, biliyorsunuz Türkiye'nin yürüttüğü 76 Mimar ve Mühendis SÖYLEŞİ: YUNUS EMRE TOZAL n önemli proje GAP. GAP’ın temeli, sulama projeleridir. Mezopotamya topraklarının sulanarak tarıma kazandırılması girişimidir. Türkiye'de sulanabilir arazilerinin yaklaşık % 20'si GAP bölgesinde yer alıyor. GAP bölgesindeki sulanabilir arazilerinin de % 70’i Şanlıurfa ve Diyarbakır'da bulunuyor. GAP kapsamında, her iki şehirde de sulama kanalları inşa ediliyor, yeni alanlar sulamaya açılıyor, en son Silvan Barajı'nın temeli atıldı, önümüzdeki 4-5 yıllık süreçte bu barajın da devreye girmesiyle Şanlıurfa ve Diyarbakır'ın birçok bölgesi sulanacak. Yani GAP Eylem Planlarıyla birlikte GAP projeleri de hızlandırıldı bu hükümet döneminde, Şanlıurfa ve Diyarbakır GAP Eylem Planlarının meyvelerini almaya başladı. Bölgede tarımsal bir potansiyel oluştu diyebiliriz öyleyse? Evet, GAP Eylem Planının hedefini konuşmak gerekiyor bu noktada. GAP’ın hedefi, bu bölgeyi tarıma dayalı ihracat merkezine dönüştürmektir. Bizler Ajans olarak yürüttüğümüz projelerde de bölgenin en önemli potansiyelini tarım ve hayvancı- lık olarak görüyoruz. Hayvancılığı tarımdan ayrı düşünemezsiniz. Bunun yanında Türkiye'deki pamuğun büyük bir kısmı Şanlıurfa ve Diyarbakır'da yetiştiriliyor. Yine Antep fıstığının % 70'i Şanlıurfa'da yetiştiriliyor. Türkiye'de baklagillerin ve özellikle mercimeğin önemli kısmı Diyarbakır'da yetiştiriliyor. Fakat bunların işleme ve paketlemelerine baktığımızda, genellikle bölge dışında yapıldığını görüyoruz. Ne yapmak gerekiyor bu durumda peki? İşleme ve paketlemelerin bölge dışında yapılması ne gibi sakıncalar doğuruyor? Sizin öncelikleriniz neler? Burada geliştirilmesi gereken alan, sulamayla birlikte tarımsal üretimi çeşitlendirmek… Ayrıca modern sulama yöntemleri kullanmak gerekiyor ve bu tarımsal ürünleri bölge içerisinde işleyip, bölge içerisinde paketleyip ardından bölge dışında satmak gerekiyor. Siz bölge içinde tarımsal sanayiyi geliştirirseniz, katma değer artacak ve ek istihdam olanakları oluşacaktır. Biz Ajans olarak bölgede, tarıma dayalı imalat sanayisini önceliyoruz. Diğer önceliğimiz, Mezo- potamya bölgesindeki turizmin gelişimine katkı sağlamak. Şanlıurfa'da turizm son yıllarda epey arttı, ama Diyarbakır'da başka sebepler yüzünden turizm hep ikinci planda kalıyor. Turizm ciddi bir potansiyel bölge için. Tarihi ve kültür değerlerimiz açısından büyük bir zenginlik var bölgede. Türkiye'nin gelecekte bu bölgedeki hareketlilik ve tarımda ilerleyişiyle Ortadoğu'ya açılma fikrine nasıl bakıyorsunuz? Türkiye'nin Ortadoğu'ya açılma fikri var. Siyasal sorunlar da azalınca bu çok daha iyi gerçekleşebilir. Biz, Ortadoğu'ya açılacaksak, bunun için en uygun yerlerin Şanlıurfa ve Diyarbakır olduğunu düşünüyoruz. Gaziantep ve Mardin de belirli noktalara gelmişler zaten. Ama belirleyicilik açısından Şanlıurfa ve Diyarbakır'ın da potansiyelini değerlendirmek gerekiyor. Çok ciddi bir genç nüfus var. Peki bu genç nüfusla bölgeyi nasıl kalkındırabiliriz? Tarımsal sanayiyi geliştirirsek, yeni istihdam olanakları da oluşacaktır. Bu sadece tarımsal ürünlerin işlemesi değil, aynı zamanda modern sulama tekniklerinin de geliştirilmesinin önemini kavramamız gerekiyor. Bu nedenle, bölgede sulamayla ilgili ekipmanların üretimi eksik. Bunlar tamamlandığında GAP Türkiye'nin tarım ambarı olacak. Sulama ekipmanlarını yurtdışından getirmek yerine bölgede üretebilirsek, aynı zamanda tarım makinelerinin üretimini de merkez şehir olan Konya'dan bu bölgeye yönlendirebilirsek, tarımsal sanayide ciddi bir artış gözlemleyebiliriz. Diyarbakır ve Şanlıurfa bu potansiyele sahip. Sulamayla birlikte hâlihazırda kullanılmayan alanların da devreye girmesiyle, ürünlerde ciddi bir artış olacak. Atıl tarım arazilerinin ekonomiye kazandırılması, emekle olabilecek bir şey. Bir de Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'nca bölgede Arazi Toplulaştırma İşlemleri yürütülüyor. Türkiye'nin en önemli sorunlarından biri toplulaştırma işlemidir ki, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı artık toplulaştırma işlemiyle büyük ölçekli araziler meydana getiriyor. Bu, artık modern tarım işletmelerinin de bölgeye girebilmesi anlamını taşıyor. Bununla birlikte sözleşmeli çift- Diyarbakır'da şehrin gündemi çok sık değiştiğinden, hep kısa vadeli yatırımlar yapılıyor. Uzun vadeli yatırımlar için insanların Diyarbakır algısını değiştirmek gerekiyor. çilik uygulaması yaygınlaşabilir. Ayrıca yeni teşvik sisteminde illerimizin en avantajlı bölgede yer alması son derece önemli. Ancak, sadece teşvik, yatırımcıları Doğu Anadolu ve Güneydoğu'ya çekmek için yeterli değil. İşgücü, uygun ulaşım olanakları ve altyapı da gerektiriyor. Bu açıdan bakarsak, Şanlıurfa, Van ve Diyarbakır'ı en avantajlı iller olarak sayabiliriz. Son olarak şu andaki gelişmeleri dinleyelim sizden, bölgenin gıda sanayii açısından konumu nedir? Yakın ve uzun vadede neler yapılması gerekiyor? Çok hareketli bir bölge burası. Şanlıurfa'da Pınar grubu yatırım kararı aldı en son. Ülker grubu, dondurma üretiminin tamamını Şanlıurfa'da yapmak için araştırmalar yapıyor. Şanlıurfa ve Kahramanmaraş arasında gidip geliyorlar. Sulama ekipmanları noktasında Hakan Plastik, Şanlıurfa'da 96 milyon TL'lik bir yatırım kararı aldı, inşaatı devam ediyor. Bu arada Irak bağlantılı olarak inşaat da bölgede çok hareketli. Suriye'deki olaylar durulduğunda Suriye ile de inşaat sanayi hareketlenecek. Yapı elemanları, mobilya ve yapı kimyasalları alanında da bölgede ciddi yatırım ihtiyaçları var. Şu anda Boydak grubu Diyarbakır OSB’de yer aldı ve yatırıma başladı. Yine Türkiye'de ilk 500'e giren firmalardan bir tanesi, tekstil alanında iplik üretimi için Diyarbakır'da yatırım kararı aldı. Ayrıca bölgede bulunan diğer firmalar da güzel işler yapıyorlar. Bizim destek verdiğimiz bir firma, Türkiye'de kuru tip transformatör üreten 4. firma oldu, Nijerya'ya kadar ihracat yapabiliyor. Bölgede Allah'a şükür iyi bir hareket var, Hükümetin politikaları olumlu yansıyor. Siyasal gündemle de ilgili inşallah rahatlama sağlanınca, şehrin gündemi tamamen ekonomi olunca, ben öyle inanıyorum, Diyarbakır 5 sene içerisinde Ortadoğu'nun en önemli ticaret merkezi haline gelecek. Çünkü burada gün içerisinde bile Bingöl'le Batman'la Bitlis'le Mardin'le yani çevre şehirlerle çok önemli ticari işler yapılıyor. Ama bu kısa vadeli oluyor, kentin gündemi çok sık değiştiği için uzun vadeli yatırımlar yapılmıyor. Yatırımların uzun vadeye dönüşerek sermayeyi bu bölgede tutmak gerekiyor. Burada kazanılanı burada yatırıma dönüştürmek gerekiyor. Bir de en önemlisi, insanların Diyarbakır algısını değiştirmek gerekiyor. Diyarbakır'ın metropol bir kent olduğunu anlatmamız gerekiyor. İstanbul'da da olaylar oluyor, ama metropol kent algısı olduğu için gündemi etkilemiyor. Burası da 1 milyon nüfuslu bir yer. 3-5 bin kişinin katıldığı olayların olması normal. Kenti daha erişilebilir kılmamız gerekiyor. Bir de genç nüfusu iyi eğiterek nitelikli nüfusa dönüştürmek gerekiyor. Çok teşekkür ederiz. Ocak - Şubat 2013 77 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Osman Şahbaz Türk Macar İşadamları Derneği Başkanı TARIM GIDA ve HAYVANCILIĞIMIZA GENEL BAKIŞ T Türkiye'nin canlı hayvan ithal ettiği ülkelerden biri topraklarının yüzde 70'i ekilebilir alandan oluşan, tarım ve hayvancılıkta ileri bir ülke Macaristan. Macaristan'ın 2011 yılında toplam büyükbaş hayvan ihracatı 550 milyon dolar olarak gerçekleşti. Bunun 350 milyon doları Türkiye'ye yapıldı. Bir anda yaşanan bu artış tüm dikkatleri Macaristan'dan Türkiye'ye büyükbaş hayvan ihraç eden tüccarlara ve ihracatçıların üzerine çevrilmesine neden oldu. Türkiye'nin Macaristan'dan başlattığı ithalat, özellikle Macar iç piyasasında koyun fiyatlarında meydana gelen artışın en büyük sebeplerinden biri oldu. Türkiye ihracatından önce 65 Euro civarında olan 40 kiloluk bir koyun, 100 Euro’ya yükseldi. C. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı aklımıza gelebilecek her alanda ve boyutta yatırımı, hayvancılığı ve tarımı desteklemektedir. Arıcılık, su ürünleri, kürk hayvancılığı, küçük ve büyük baş hayvancılık, ipek böceği, organik tarım, tohumculuk, süt üretimi gibi; gübre, makine ekipmanları, mazot, toprak analizi ve gübreden üretilen Bioenerji yatırımları da desteklenmektedir. Beslenmede temel dayanağımız olan hayvansal proteinin temel kaynağı süt, yumurta ve ettir. Dünyada ve ülkemizde çiğ süt üretimi en çok sığırdan sağlanır. Hemen arkasından da manda, koyun, keçi ve deve sütü gelmektedir. Et üretimi de yine bu sıralama doğrultusunda gerçekleşmektedir. Bunlara ilaveten, tavuk, hindi, balıketi de üretimde büyük bir oranı teşkil etmektedir. TÜİK'in verilerine göre 2009 yılı çiğ süt üretiminin %92,4'ü ve 2010 senesi kırmızı et üretiminin de %79'5'i sığırdan elde edilmiştir. Bunlardan da anlıyoruz ki Türkiye'nin kırmızı et ve çiğ süt üretiminde sığırın önemi ve yeri ehemmiyet kazanmaktadır. Ayrıca yumurta ve kanatlı et üretiminde Türkiye, dünyadaki sıralamada çok ön sıralarda yer almaktadır. Üretimi artırmak ve geliştirmek için bölgelere göre farklı kalkınma programları, Ar-Ge desteği ve teşvikleri de bulunmaktadır. Türkiye tarımla büyüyor. Dünya üretim sıralamasında 8. sıradayız. Bu da Türkiye'nin tarım endüstrisinin artan şehirleşmeye ve kırsal bölgelerden şehirlere göç edilmesine rağmen her yıl gelişerek ilerlediğinin bir göstergesidir. YURT DIŞINDAN DAMIZLIK ve ET İTHALATI Irkların korunması, hastalıklardan ari sürü oluşturulması noktasında teknik olarak doğru görünse de, son dönemde alt yapısı ve bu konularda deneyimi olmayan, sektöre yabancı büyük yatırımcı kuruluşlar, bakanlığın vermiş olduğu cazip kredilerden faydalanarak yatırım gerçekleştirdiler. Uzun vadeli kredilerin dönüş zamanı geldiğinde, borçların ödenmesi konusunda büyük sıkıntıların olacağı kanaatindeyiz. Bunun gerekçesi; pazara yeni giren üreticilerin birçoğunun kaba yem ve yem çeşitlerinin üretimini kendi bünyelerinde yapmamaları, hazır yem türevleri kullanmaları ve dışarıdan temin edilen bu ürünlerin asıl fiyatının çok daha yükseğe mal edileceğinden kaynaklanmaktadır. Üreticinin en azından kaba yem ihtiyacını kendisi üretmesi lazımdır ki, o işletmeler ayakta durabilsin. Sistem kendi içerisinde entegre olmak zorundadır. Hayvansal gübreyi yonca, buğday, mısır ürettiği tarlasında kullanmalı, yine ihtiyacı olan hayvan yemini temin etmelidir. Bu şekilde hayatiyetini verimli sürdürebilir. 78 Mimar ve Mühendis İTHAL EDİLEN HAYVANLARIN TÜRKİYE İKLİMİNE UYUMU Özellikle Avustralya'dan ithal edilen hayvanlar mera hayvanıdır. Bunlar, Türkiye’ye gemilerle ithal edildikten sonra kapalı ahırlara konularak farklı mikrobik hastalıklara maruz kalarak telef olmaktadır. Damızlık hayvanlarda çok hassas davra- Çiğ sütün desteklenmesinin temel gerekçesi '' süt tozu ve buzağı maması ithalatının yasaklanması '' ve yurt içerisindeki süt üretimindeki fazlalığın Türkiye'deki süt tozu üreticilerinin desteklenerek iç dengenin oluşturulmasının sağlanmasıdır. nılması gerekmektedir. Biz ülke olarak '' hayvan değil, gen ithal '' ettiğimizin farkında olmalıyız. Özellikle de Avrupa'da iklimsel uygunluğu olan ülkelerden ithal edilen hayvanlarda ciddi bir sıkıntı yaşanmamaktadır. Yerli ırk ve ithal hayvanların fiyat fark dengesi de gözetilmelidir. TÜRKİYE'DE ET ve SÜT FİYATININ STABİLİTESİ DENGESİ Çiğ süt fiyatının dengesi, yem fiyatları ile birlikte yurt dışından ithal edilen damızlık hayvan miktarı ile de doğru orantılıdır. Sürdürülebilir çiğ süt fiyatını oluşturmak için sığır üreticilerinin kar eder halde olması gereklidir. Bunun içinde Bakanlığımız tarafından destek verilmektedir. Çiğ sütün desteklenmesinin temel gerekçesi '' süt tozu ve buzağı maması ithalatının yasaklanması '' ve yurt içerisindeki süt üretimindeki fazlalığın Türkiye'deki süt tozu üreticilerinin desteklenerek iç dengenin oluşturulmasının sağlanmasıdır. Ancak çiğ süt üretimindeki fazlalık da ekonomiye sürdürülebilir bir şekilde kazandırılmalıdır. Çiğ süt fiyatları, kar etmez, zarar eder hale geldiğinde üreticilerin yapacağı en kolay ve basit yol hayvanlarını kesimhaneye, mezbahalara yollamak olacaktır. Süt üreticilerinin desteklenmesi ile aynı zamanda besiye canlı hayvan, buzağı üreten üretici konumuna da gelinmiş olunacak. Bu da Türkiye'nin et sıkıntısına katkı sağlayacaktır. İlköğretim okullarında dağıtılacak ''süt dağıtım kampanyası'' da çiğ süt üreticilerine dolaylı büyük bir destek olmuştur. Çiğ süt sığırcılığının geliştirilmesi, günümüz modern işletmelerinin oluşturulması, hayvan üretimimizde kalitenin ve verimliliğin yükseltilmesi, bölgesel gelişmişlik farkının ortadan kalkmasına katkı sağlayacaktır. Bu girişim ile farklı ülkelerden damızlık sığır ithalatı yerine Türkiye'deki mevcut kaynakların programı ve planı yapılmalı ve bunun engellenmesine imkân sağlanmalıdır. Bu hayvanların ıslah edilip, çoğaltılmasını, organize bir şekilde Türkiye Tarım Kredi Kooperatifleri Birliği yürütmektedir. Aynı zamanda küçük işletmelerin müşterek makina parkuru oluşturup bu yönde büyümeleri maliyet tasarrufunu da beraberinde getirecektir. Çiftçiler için eğitim de mutlaka yaygınlaştırılmalıdır. Tarım ve hayvan- cılıkta ülke adına çok uzun plan ve projeler oluşturulmalıdır. Nisan ile Ağustos ayları arasında süt üretim fazlalığı oluşmaktadır. O fazlalığını süt tozu üreticilerinin alması desteklenerek, süt üreticisi de üretimini istikrarlı bir şekilde sürdürecektir. NEDEN MACARİSTAN'DA ET ve HAYVAN UCUZ ? Türkiye'nin canlı hayvan ithal ettiği ülkelerden biri topraklarının yüzde 70'i ekilebilir alandan oluşan, tarım ve hayvancılıkta ileri bir ülke olan Macaristan. Macaristan'ın 2011 yılında toplam "Büyükbaş Hayvan" ihracatı 550 milyon dolar olarak gerçekleşti. Bunun 350 milyon doları Türkiye'ye yapıldı. Bir anda yaşanan bu artış tüm dikkatleri Macaristan'dan Türkiye'ye büyükbaş hayvan ihraç eden tüccarlara ve ihracatçıların üzerine çevrilmesine neden oldu. Türkiye'nin Macaristan'dan başlattığı ithalat, özellikle Macar iç piyasasında koyun fiyatlarında meydana gelen artışın en büyük sebeplerinden biri oldu. Türkiye ihracatından önce 65 Euro civarında olan 40 kiloluk bir koyun, 100 Euro’ya yükseldi. Macaristan 2011 yılına kadar küçükbaş hayvan ihracatında büyük pay oluşturmuyordu. Toplam hayvan ihracatının 1/10’unu küçükbaş hayvanlar oluşturuyordu. Macaristan'ın Türkiye'ye 2011 yılındaki toplam canlı hayvan ihracatında, küçükbaş hayvanların değeri 8 milyon 400 bin dolar oldu. Macaristan'ın toplam küçükbaş hayvan ihracatı ise, 47 milyon 600 bin dolar olarak gerçekleşti. Piyasada büyükbaş hayvan sayısının ciddi miktarda azalması ve talebin küçükbaşa doğru kaymasına sebep oldu. Bunun sonucunda Macaristan'daki koyun fiyatları da arttı. Macaristan'daki canlı hayvan stokunda ciddi daralma oldu. Bu daralma ülkedeki küçükbaş hayvan fiyatlarına da yansıdı. Türkiye'de tarım, gıda ve hayvancılığın serbest piyasa koşullarında olması gerektiği aralıklarla söylemektedirler. Ancak, AB ve Amerika geçmiş 60 yıl içerisinde bir çok korumacı tedbirler almıştır. Bugün de dinamik bir şekilde, farklı isimler adı altında bu koruma yöntemlerini sürdürmektedirler. Ülkemizde ise, dünyadaki serbest piyasa koşullarına rağmen, üreticilerin ürününü değerinde pazarlayabileceği şartlar Ocak - Şubat 2013 79 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ YÖNETMEN BİNGÖL ELMAS "BAŞKALARININ ÜRETTİKLERİNE BAĞIMLI OLMADAN YAŞAYABİLMEK ÇOK KIYMETLİ" KENTTEN KÖYE YOLCULUK YAPAN İNSANLARIN HİKÂYELERİNİ BEYAZ PERDEYE YANSITAN YÖNETMEN BİNGÖL ELMAS İLE BELGESELİNDEKİ HİKÂYELERİ, İNSANLARIN ŞEHİRLE İLİŞKİSİNİ, KENT BİLİNCİNİ VE KÖYE DÖNENLERİN KARŞILAŞTIKLARI SORUNLARI KONUŞTUK. > Bingöl Elmas, "Bir Avuç Toprak" isimli belgeselin yönetmeni. Büyük şehirlerdeki yaşamlarını geride bırakıp köylere yerleşmeye ve doğayla yeniden ilişki kurmaya başlayanların hikâyelerini çekti 13 bölümde. Belgeselde büyük şehirlere mecburiyetlerini sorgulayıp, ‘başka türlü yaşamak da mümkün’ diyerek toprağa geri dönenler konu ediliyor. Kendi bilgi birikimlerini köylülerin tecrübeleriyle birleştirip gittikleri yerlerde eko yerleşkeler kuran, organik tarımla uğraşanlar, kendi tükettiklerini yine kendileri üretiyorlar. Bunlardan yola çıkarak Elmas ile insanın şehir ile olan ilişkisini, kent bilincini, belgeselindeki hikâyeleri ve kentten köye dönenlerin karşılaştıkları sorunları konuştuk. Öncelikle teşekkür ederiz insanların arayışlarına ışık tuttuğunuz için. Kent içerisindeki sıkıntılardan herkes şikâyetçi ama kimse de kentten ayrılamıyor, çünkü ülkemizde bir kuşak değişimi yaşanıyor. Bizler de şehirlerde büyüdük, sürekli endüstriyel ortamlarda beslenme, büyüme, tüketim kavramlarını tanımlamış insanlarız. Ama köyü görmüş, orada yaşamış bir insan tekrar dönüp orada yaşayabilir. Evet, onlar doğa ihtiyacının nereden kaynaklandığının farkındalar en azından. 19. Yüzyılla birlikte modern kentlerin ve pozitivist değerlerin ortasında yaşa80 Mimar ve Mühendis SÖYLEŞİ: YUNUS EMRE TOZAL yan pek çok düşünür, sanatkar ve ilim adamı kendini dağlara, ormanlara, bozkıra atma ihtiyacını hissetmeye başladılar. Yaşadıkları sürecin ne kadar gayr-ı insani olduğunu dillendirerek, güneşin doğuşunu ve batışını apartmanlardan bir kere olsun yaşayamadıklarını, toprağın kokusunu unuttuklarını söyleyerek, hallerinden yakınmaya başladılar. Modern ve Pozitivist değerlere en ciddi eleştiriler bu insanlardan geldi. Kimisi bir ormanın derinliklerine, kimisi bir dağın başına, kimisi ise çorak toprakların kokusunu hissetmek için bozkırın en ücra köşelerine yerleştiler. Modern yaşamı ahmakça bir hayat olarak nitelediler. İnsan neyi kaybetti ki doğayla bütünleşmesi sürecini hızlandırmaya kalkıştı? Modern dünya, modern kentler insandan neleri alıp götürdü? Çok bariz bir şekilde insanın toprakla, gökyüzüyle olan ilişkisini bitirdi. Göğe bakmıyorsunuz bile, mevsimleri hissetmiyorsunuz, mevsim geçişlerini kavrayamıyorsunuz. Bu beslenmek kadar temel bir ihtiyaçken, bunun yerine konfor dediğimiz birtakım aslında zorlama yaşam modelleri koyulduğunda, bir yere kadar sürüyor. Belli bir noktadan sonra doğal olana geri dönüş, siz hiç farketmeseniz bile gerçekleşiyor. İnsanların stresli halleri, tahammülsüzleri, hastalıkları; insanın hasta olma hali etkiliyor tabi, insanın enerjisinin dağılması gerekirken, dört duvar arasında yalıtımlarla, pimapenlerle dönüp duruyor. İnsanın gıdasına ve zamanına da müdahale ettiğinizde, fiziki olarak çöküyor. Doğal yapı bozulunca yeni bir dizayn ortaya çıkıyor. Kimisi bunu farkediyor; ama bazen metrobüslere bakıyorum, insanlar kent cehennemine neden katlandıklarını sorgulamıyorlar sanki. Bize sürekli sunulan yaşamları taklit etmekten gerisini ayırt edemiyoruz. Baktığınızda savaştan çatışmadan eğitimsizlikten dolayı köyler boşalmış durumda, tarım ve hayvancılık dahi bitirilmiş. Bunlar basit sebepler değil, yıllarca insanların farketmeden dahil olduğu, sistemlerin de farkında olmadan Batı'yı taklit ettiği bir sürecin sonu. Samanı ihraç eder hale nasıl geldik biz? Bu korkunç bir şey. Hala bozulmamış köyleri görmek umutlandırıyor beni. Erzurum'da doğdum büyüdüm. Yaylamız vardı, hayvancılık yapılıyordu, parayla ilişkimiz çok sınırlıydı. Düşünün ki kendi kendinize yetebiliyorsunuz; yiyeceğinizi içeceğinizi kendiniz üretebilmeniz, başkalarının ürettiklerine bağımlı olmadan yaşayabilmeniz çok kıymetli bir şey. Ama modern dünyada kişi kendi üret(e)mediği için müthiş bir tüketime dönüştürülüyor. Aslında büyük bir korku da hâkim. İnsanlar öylesine bağımlılar ki ekosisteme, tabiatın içinde kaldığında biranda elektrikler kesilse, gökyüzüne bakıp yıldızların varlığını farkediyorlar. İnsanlar bu şehirde yıldızların bile varlığından haberdar değil. O kadar yoğun yaşıyorlar ki, ayın parlaklığını, gece gündüz değişimini bile görmüyorlar… Evet, doğal ortamda ormanın sessizliğinden korkuyorlar yani, kendilerini donanım- sız hissediyorlar o derece. Mesela Buğday Derneği'nden arkadaşlar doğada yaşam okulu düzenliyorlar. Kentlilerin el becerilerini geliştirme, enerjiye bağımlı kalmadan bir ormanda yiyeceğini kendi kendisine yapabilme, yeşille toprakla olan ilişkiyi arttırmaya yönelik bahçecilik gibi eğitimler veriyorlar. Bana bunlar çok kıymetli geliyor, ihtiyaç çünkü. Belgesele dönecek olursak, nasıl başladınız? Sizin daha önceden böyle bir çalışmanız var mıydı? Kişisel olarak kent yaşamına itirazım var tabii, kimi insanlar İstanbul'a gelip konfeksiyon atölyelerinde çalışarak, şehirde yaşamadan, şehirle hiç ilişki kurmadan ucuz iş gücü olarak hayatlarını burada devam ettiriyorlar. Bu şehrin bu kadar çok insana ihtiyacı yok, insanların da bu şehre bu kadar ihtiyacı yok. İnsanların gece gündüz mesailerle karın tokluğuna bu kadar çalışmasına da ihtiyacı yok. İşyerlerinde insan ilişkilerinin bozulması normal bir durum haline geliyor. İnsan emeği ucuzlayınca her şey ucuzluyor, emeğin değeri insanın kalitesini de ortaya çıkarıyor… Örneğin Urfa'ya gittik. Orada da kerpiç evler komünü var. Memleketin her tarafında çok net bir şekilde inşaatçılığın geldiği noktayı Bingöl Elmas orada da görebiliyorsunuz. TOKİ Binaları orada kriz gibi. Urfa gibi bir yere siz camdan binalar yapıyorsunuz. Bu halkın ritmine uygun bir şey değil. Kocaman binaların içinde inekler dolaşıyor. Sen neden onun tek katlı evini satmaya mecbur bırakıyorsun, neden ona o modeli veriyorsun? Evet, o insanların ellerindeki değerleri hazineleri görmezden gelerek, çok ucuzca bankalarda kredilerle, borçlarla aldırıp kendilerine borçlu bırakıyorlar. Korkunç bir deformasyon söz konusu. Burada bir yetmezlik, doyumsuzluk hali de var. Evet insan bir anda değerlerine karşı yabancılaşıyor. Mana arayışı para arayışına dönüşünce o insanın psikolojisi, günü değerlendirme biçimi korkunç bir arızaya uğramış oluyor aslında. O zaman bugünkü eğitim sistemini de biraz konuşalım. Yaygın eğitim dediğimiz dayatmacı bir eğitim sistemi hakim. 25 yaşına geldiği halde herhangi bir konuda iş tecrübesi olmayan bir nesil yetişiyor. Üreten değil, masa başında iş arayan gençler yetiştiriyoruz. İnsanın toprakla ilişkisi doğru kurgulandığı zaman bu kadar yaygın bir eğitime ihtiyaç var mı gerçekten? Eğitim de çok sıkıntılı bir mesele ülkemizde. Ne tarih, ne coğrafya ne genel kültür, sadece ezberlemeci bir zihniyet hakim. Muhakeme gücünü yitirmiş, analitik düşünemeyen ve keşfetmeye dair merakını yitirmiş nesiller yetişiyor. Bizde eğitim iş kapısı olarak görülüyor. Devlet kapısı gibi algılanıyor, "Oğlum oku da devlete kapağı at" mantığı var. Tabii burada emeklilik kavramını da konuşmamız gerekiyor. Sosyal güvence açmazını açmamız gerekiyor. Siz nasıl bakıyorsunuz? Sosyal devlet olamamanın sorunlarını her zaman yaşıyoruz. İnsanlar güvencesizler, mezun olduktan sonra ne yapacaklarını bilemiyorlar. İşsizlik sorunu, istihdam gibi korkular bizde bir ömür boyu sürüyor maalesef, birde üstüne KPSS'lerle bu süreci uzattılar. Artık sadece okuyan bir grup oluştu. Sadece okuyan bir grup… Sürekli eğitim diye bir şey var artık. Belgesele dönecek olursak, tüm bu sıkıntıları yaşayan insanlarda, belirli bir kent deneyiminden sonra kaybettiği toprağa, yoğunlaşmış zamandan kaybettiği esnek zamana bir dönüş isteği oluşuyor. Bu insanlar nasıl bir araya geliyor, nasıl gerçekleştiriyor? Çok çok farklı gruplar var, çift olarak da var, gençler de var. Sağlıklı gıda ihtiyacı için gidenler de var, toprakla olan ilişkisini yeniden canlandırmak için de. "Kentle olan ihtiyacımı ben belirleyeyim, sürekli kentte yaşamayayım" düşüncesi hakim. “Hiçbir şeye katlanmak zorunda değilim” diyorlar. Mesela ODTÜ'lü hocalar Güneşköy’den bir arazi alıp ekip biçiyorlar. Etraftaki çiftçiyle organik tarım üretiyorlar, ama henüz deneme aşamasındalar. İzmir'de Marmariç Grubu ise en eski gruplardan biri olarak Perma Kültür kursu veriyorlar. Bu kapsamda, mekan, doğa tasarımı, su havzasından toprak kaybını önlemeye, gübreyi doğal yolla elde etmeye kadar her türlü tarım ve ekonomi tasarım modeli sunuluyor. Tarımla ilişki kurmak isteyen, doğala dönmek isteyen insanlar bu kurslara katılıyorlar. Katılanlar genelde çift mi, yoksa gençler mi ağırlıkta? Çocuklarını nasıl eğitiOcak - Şubat 2013 81 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ "Urfa’da kocaman binalar yapmışlar, içinde inekler dolaşıyor. Bu binalar, halkın ritmine uygun değil. Neden insanların tek katlı evini satmaya mecbur bırakıyorsunuz, neden o modeli dayatıyorsunuz?" yorlar, orada büyüyen çocuğun şehirle olan ilişkisini nasıl kuruyorlar? Her yaştan insan var gerçekten, en temel dürtü çocukları olmaya başlayınca oluyor. Gıda krizi hepsinin düşünmesine vesile oluyor ve çocuklarının daha sağlıklı beslenmesi için bu hayatlarla tanışmaya başlıyorlar. Diğer bir aşamada, çocuklar büyümeye başlayınca eğitim açısından ne yapıyorlar, çocuklarını köyün okuluna mı gönderiyorlar? Dedetepe'deki çift ilk başta köydeki çocuklarla birlikte Montessori eğitim modelini uygulamışlar, ama köydeki çocuklar okula gitmek zorunda kalınca o eğitime ara verdiler. Sonra Girit'e gidip gelmeye başladılar, şimdi köy okuluna verdiklerini duydum. Tarımla olan kısmı masa başında değil de, oradaki ihtiyaçların ne olduğunun kavranarak ele alınması gerekiyor. Çiftçi desteklenmiyor bu noktada. Bütün düşünmek gerekiyor. Eğitimden ayrı düşünemezsiniz, köy okullarını kapattığınız zaman sorun çıkıyor. İnsanlar çocukları için kente gidiyor. Çekim yaptığımız yerlerde insanlar "köylüyü çocukların okul süreci geldiğinde tutamıyoruz" diyorlar. Okuldan sonra dershane başlıyor, böylesine bir süreç aileyi taşınmada 82 Mimar ve Mühendis zorluyor tabii. Senelerce o topraklarda yaşayan insanlar, topraklarını kaybediyorlar. Sonra çok cahilce tarım uygulamaları var. Deli gibi sulama yapılarak tek tip ekin yetiştiriliyor. Parma Kültürü destekleyen insanlar, ısrarla "Yeraltı sularını doğru kullanabilirsek, su hasadı doğru yapılabilirse sulamaya dahi gerek kalmıyor. Birbirine yararlı bitkileri yan yana dikerseniz, toprakla meşguliyet azalıp verimlilik artıyor" diyor. Mesela geçmiş tecrübelerini, öğrendiklerini uygulayarak tarıma dayalı deneyler yapanlar var, herkes merakla izliyor. Köylüyle içiçe olan Bayramiç'ten bir ekip; salça üretiyor, sarı buğday üretip ekmek yapıyor, işleyen bir sistem kurmuş ama onların da derdi helikopterle genel bir ilaçlama yapılması. Korkunç bir şey bu. Hemen diplerinde madenler aranıyor, patlamalar yapılıyor, bir başka grup Antalya'ya gittiğinde yanlarına HES yapıldı. Güneşköy ekibinde ODTÜ'lü hocaların üzerinden viyadük geçti. Kalkınma adı altında yakıp yıkan bir zihniyet var. Şehircilik Bakanının "Mahalle dönemi bitmiştir, site başlamıştır" demesi feci bir şey. İnsan yaşamı ve evini kurması endüstriyel bir ilişki değildi aslında, doğal bir ilişkiydi, biz bu ilişkiyi endüstriyel bir ilişkiye çevirerek hem daha pahalı hem de meşakkatli bir sürece çevirdik. Sitelerle örülü bir alan şehre nasıl dönüşecek? Mesela Saraybosna'da Başçarşı var. Tüm yollar Başçarşıya, Sebil'e çıkıyor, şehir böyle kurgulanmış. Sitelerle örülü şehirlerde mahalle sokak çarşı pazar gibi kavramlar da yok oluyor. Evet, reklamlarda merkez olarak insanın ken- disi gösteriliyor. "Ene" duygusu hakim. "Kent Çıkmazı" adlı projemle birlikte bende kendimi bu hikayelerde buldum. Gecekonduların ortasına yapılmış bir rezidansta yaşayan biriyle görüştüğümde, içeri girdiğinizde mahalle ortamından otel lobisine geçmiş gibi oluyorsunuz. Orada yaşayan kız diyor ki, "Bizi o kadar ayrı düşürdüler ki, oranın benim mal varlığıma düşmanlığı var" diyor. Korkuyor, komşu ihtiyacını lobiden karşılıyor, kendine benzeyen insanlardan oluşan bir lobi sistemi, aslında bir çeşit Osmanlı'daki avlu sistemidir. Bir avlu ihtiyacını yeniden üretiyor. Kaybettiğimiz toprağa dönecek olursak, "Bir Avuç Toprak" benzeri uygulamalar dünyada da var mı? Evet, çok kalabalık eko köylerden bahsediyorlar. Avrupa ülkelerinde daha çok, Hindistan'da mesela Avbil diye koca bir şehir kurulmuş. Tapınak etrafında inşa edilmiş, gönüllülük esasına dayandığı, insanların orada kaldığı beslendiği bir düzen. Bizim bu noktada varolan köyleri koruyarak başlama fırsatımız var. Hepsi şunu söylüyor: "Biz işin daha çok başındayız. Bunun sürdürülebilir olması için destek görmesi gerekiyor, sade- Kendi ürettiğini tüketmek, doğaya dönmek isteyen insanlar köy yaşantısına özlem duyuyor; kentden köye göç ediyorlar. insanların durup düşünmesi gerekiyor. Ziraat Fakültelerinde verilen eğitimlerin sorgulanması gerekiyor. ce orta sınıfın gerçekleştirdiği bir hayalden ziyade toplumun her kesiminden insanın katılabilmesi gerekiyor. Peki bu gruplar gittikleri yerlerde arazi satın alarak mı yapıyorlar? Hepsi değil, köylülerden kiralayanlar da var. Marmariç ekibi 40 yıl kiralamışlar. Antalya'da bir çift parayı hiç kullanmamaya çalışıyor ki en ilginci onlar. O çift filmde yok, ayrıca başka bir projede değerlendirmeyi düşünüyorum. "Bir lokma bir hırka" yaşıyoruz biz diyorlar. Durmuş amca ile eşi var, Durmuş amca bizim Tuğba'ya "Çamaşır makinesini kullanmayı öğret" diyor, Tuğba da "Sen de bize tokmakla çamaşır yıkamasını öğret" diyor. O Buzdolabını nasıl çalıştıracağını öğretmesini istiyor, Tuğba ise yerin altındaki bir yerde saklamayı nasıl becereceğini öğretmesini istiyor. Karşılıklı bir ilişki hali var. Birisi daha modern ekipmanları kullanmayı öğrenirken diğeri de geleneksel olanı öğreniyor. Bu noktada köylünün kente gidiş adabı ile kentlinin köye dönüş halinde adapsızlığın da olmaması gerekiyor tabii. Köylünün kendisine ait bir giyinme tarzı var. Kültürü ve hassasiyetleri var. Ama arkadaşlar orada uygun olmayan kıyafetlerle dolaşması uygun değil, oradaki dinginliği korumak lazım. Ama yalıtık bir arazi var orada. Yalıtık da olsa, toplumsal geçişlerde makul olanı yakalamak lazım. "Ben böyleyim beni böyle kabul et" mantığı sağlıklı çalışmıyor. Ev sahibine hürmet önemli. O örnek köye gitmek değil ama, doğaya gitme mevzusu vardı verdiğiniz örnekte. Diğerlerinde böyle bir sorun yok. En uç örnek 1. bölümde var. İlişkiler sağlıklı kurulursa, model de geliştirilebilir. Türkiye açısından yeni umutlar olur, köye dönüşü de hızlandırır. Emekli olanlar özellikle köye çekilebilir. Öyle bir dünya kurgulanmış ki, ne kadar kazanırsan o kadar harcayacaksın. Daha çok kazanması yetmiyor insana. Evet, araç amaç sekmesi diyoruz. Araçken amaç haline gelen her şeyin dengesi altüst oluyor. Antalya'daki çift sadeleşmeleri gerektiğini, parayla doğru bir ilişki kurmaları gerektiğini anlatıyorlardı. Burada gerçekten Bu kadar çok Ziraat ve Orman mühendisinin olduğu bir ülkede ormancılığımız, tarımımız, hayvancılığımız istenilen seviyede değil. Çok pahalı bir ülkeyiz. Teşvikleri yeniden ele almak gerekiyor. Aslında ekoloji gözetilerek desteklerin verilmesi lazım. Güneydoğu'da her yer mısır üretiyor mesela, gıda biyoyakıta dönüştü. Biyoyakıt toprağın canına okuyor, tek tip üretim, tek tip gıda demek, sonra tohumda yapılanlar zaten ortada… Üretim noktasında da hatalar var. Çok yemek yeniyor ve çoğu israf ediliyor. Bir birim yetmesine rağmen belki üç birim üretiyoruz, bunun bir birimini fazladan yiyoruz bir birimini de atıyoruz. O bir birimi sağlıklı tüketebilsek sıkıntı olmayacak… Yurtdışında bazı sanatçılar çöpten atık topluyorlar konuya dikkat çekmek için. Dünya afetinin temelinde aşırı tüketim yatıyor. Kaynaklar israf ediliyor, çevrenin düzeni bozuluyor. Bunun sonucunda her türlü ilişkide sıkıntılar yaşanıyor. Bunu belki bir devlet modeli olarak da sorgulamak gerekiyor. Dünyaya karşı bir savaş ilan etmiyoruz ama” daha az miktarla yetinebiliyoruz” demek gerekiyor. Toplumun mutluluğunu ve huzurunu düşünen yeni bir ekosistem geliştirmek gerekiyor. Geldiğiniz için teşekkür ederiz. Çalışmalarınızda başarılar diliyoruz. Ben de Mimar ve Mühendisler Grubu'na çok teşekkür ediyorum ilgi gösterdiğiniz için. Ocak - Şubat 2013 83 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Emine ŞAHİN Yüksek Kimyager TARİHTEN GÜNÜMÜZE EKMEĞİN GEÇİRDİĞİ SERÜVEN Y Gerçek ekmeği tüketmek, hayatımızın ve sofralarımızın vazgeçilmezi olarak sağlıklı bir diyetin en önemli adımını oluşturacaktır. Gerçek ekmek reçetesi, farklı unlu mamullerin de sağlıklı hale dönüştürülmesinde öncü rol oynayacaktır. Gerçek ekmek üretmek, bizim gibi çok sayıda küçük ölçekli fırına sahip bir ülkede ekmek ustaları ve tüketicilerin bilinçlendirilmesiyle hiç zor olmayacaktır. Kendine özgü reçeteler hazırlayan ekmek ustaları, tüketicinin ekmeğe dair merak ettikleriyle ilgili bilinçlendirmeyi de sağlamak için tüketiciyle ekmek yapım atölyeleri gerçekleştirebilir. azılı kaynaklarda “the state of life” -hayatın direği- olarak atıf yapılan ekmek, ülkemizde ve dünyada kutuplar ya da çöller gibi özel coğrafi şartlara sahip birkaç bölge hariç en sevilen gıdaların başında yer alır. Ekmek yapımı, İÖ yaklaşık 4000 yıl önce Eski Mısırlılar tarafından buğdayın iki taş arasında ezilmesiyle oluşan una su ilave edilerek hamur hazırlanması ve ateşte pişirilmesiyle başlamış, zamanla buğday dışındaki diğer tahıl unları da aynı işlemlere tabi tutularak üretime devam edilmiştir. Ekmek, dünyanın birçok bölgesinde çavdar, arpa, yulaf, mısır vb. pek çok değişik tahıl unundan yapılsa da yaygın olarak buğdaydan üretilmektedir. “Verimli hilal” denilen Mezopotamya bölgesinde keşfedilen fermantasyon tekniği, ekmek pişirmedeki en önemli adımlardan biri olmuştur. Fermantasyon tekniği, tahılların filizlendirilmesi, suya daldırılması, kırılıp su içinde belirli sıcaklıkta bekletilerek çimlendirilmesi yöntemlerinin yanı sıra, unla suyu karıştırıp hamur halindeyken bekletmeyi de(mayalanma) kapsayacak şekilde geliştirilmiştir. Eski Mısırlılardan, Yunanlılara oradan Romalılar yoluyla tüm Avrupa’ya yayılan ekmek yapımı ve fırıncılık mesleğine her zaman çok değer verilmiş, yazılı kanunlarla önemli ayrıcalıklar sağlanmıştır. Mısırlılardan itibaren iki taş arasında ezilen tahılların öğütülmesi daha sonra rüzgâr ve suyun gücünden faydalanılarak tasarlanan taş değirmenlerde yapılmıştır., 19.yüzyıl’da İsviçre’de valslı değirmenlerin kurulmasına kadar tahılların öğütülmesi taş değirmende devam etmiştir. Valslı değirmenlerdeki sistemde, öğütme sırasında tahılın kepek ve rüşeym gibi besleyici özelliklerini taşıyan katmanlarından tamamen uzaklaştırılmasıyla beyaza yakın renkte bir un ele geçirilmesi hedeflenmiştir. Böylece valslı değirmenlerden rafine un elde edilmesi, o tarihten bugüne kadar en besleyici gıdalardan biri olan ekmeğin kaderini değiştiren önemli dönüm noktalardan biri olmuştur. Mısır ve Romalılarda, beyaz undan yapılan buğday ekmeği, toplumun zengin ve yönetici kesiminin; kepek yüzdesi fazla, koyu renkli ekmekler ise daha çok köleler ve işçilerin tükettiği bir besin olmuştur. Beyaz ekmeğin sınıfsal bir tercih anlamı taşıması, bin yıllardır devam ederek, dünyadaki pek çok kişinin algısında beyaz ekmeği daha makbul bir gıda haline getirmiştir. Sadece rafine beyaz buğday unu üreten valslı değirmenlerde öğütülen unun kullanılmasının yanı sıra endüstriyel devrimle ortaya çıkan rafine şeker, rafine yağ ve fırıncı mayasının da ekmek yapımına ilave edilmesiyle ekmekçilik sektörü, yepyeni bir yöne doğru savrulmuştur. Rafine un/yağ/şeker ve fırıncı mayası endüstriyel üretimde çok kısa sürede fazla sayıda ekmek üretimine olanak sağlamıştır. Bu kitlesel ekmek üretim sektörü, açlığın ortadan kaldırılacağı, gıdaya erişimin kolayla- 84 Mimar ve Mühendis şacağı, gıdaların uzun süre muhafaza edilerek israfın engelleneceği iddiaları ile büyük destek görmüştür. Üstelik ortaya çıkardığı bu yumuşak, tatlı ve kolay hazırlanan birim zamanda fazla üretilen ucuz “-mış gibi ekmekler” toplum tarafından da kabul görmüştür. Ancak besleyici değeri oldukça azalmış ekmeklerin uzun süre tüketilmesi sonucu insanlarda vitamin ve mineral eksikliğine yol açtığı görülmüş, bu durum dünya sağlık uzmanlarının tekrar tam taneli ürünleri tüketmeye yönelik tavsiyelerinin yükselişine neden olmuştur. 1929 yılından bu yana insan sağlığına öncelik veren bilim insanları, tam tane unundan yapılmış ekmeklerin daha faydalı olduğunu daha yüksek sesle dile getirmelerine rağmen insanların büyük çoğunluğunun beyaz ekmek alışkanlığı sürmektedir. GERÇEK EKMEK İnsanların yaşadıkları coğrafyada kimyasal maddelerle kirletilmemiş topraklarda doğal olarak yetişen yerel veya iyi adapte olmuş tahıl tohumlarından, tam tane; besleyici tahıl katmanları içerisinde kalacak şekilde öğütülerek, ekşi maya ilavesiyle uzun süre mayalandırılarak, taş fırında pişirilen ekmek gerçek ekmektir. TEMİZ TOPRAKLARDA YETİŞTİRİLEN YEREL BUĞDAYLAR Dünya üzerindeki her bölgede kendine özgü yetişen bitkisel ürünler ve oraya has hayvansal çeşitlilik mevcuttur. O bölgede yüzyıllarca yaşamış insan toplulukları bu ürünlerle ilgili büyük bilgi ve tecrübeye sahiptir. Yetiştirdikleri ürünlerle yaptıkları deneme ve reçeteler o topluma özgü ve ihtiyaçlarını karşılar niteliktedir. Bu ürünleri geliştirirken yaşadıkları çevredeki toprağın, havanın ve suyun temiz kalmasını gözetirler. Endüstri devriminden sonra tarım topraklarının temiz kalması, doğal, perma kültür, organik ve biyodinamik tarım diye adlandırılan çevreyle dost mücadele yöntemleriyle sağlanmaya çalışılmaktadır. Büyük miktarlarda ve tek Dünya üzerindeki her bölgede kendine özgü yetişen bitkisel ürünler ve oraya has hayvansal çeşitlilik mevcuttur. Yetiştirdikleri ürünlerle yaptıkları deneme ve reçeteler o topluma özgü ve ihtiyaçlarını karşılar niteliktedir. çeşit bir ürünü (mono kültür) üretebilmek için insanların kadim bilgileri değil, ot ilacı, böcek ilacı vb. kimyasal mücadele, genetiği değiştirilmiş organizmalar ve nano teknoloji gibi yöntemler önem kazanmıştır. GELENEKSEL ÖĞÜTME Geleneksel taş değirmende tahılın öğütülmesi unun bütünlük, kalite, lezzet ve besleyici değerlerinin korunduğu tek metottur. Çünkü tahıl tanesi biri sabit diğeri hareketli yatay silindir değirmen taşlarının arasına tek bir geçişten girerek hiçbir şey eklenmeyen ve eksilmeyen bir un halinde çıkar. Tam tanenin içerdiği tüm katmanlar, kepek ve rüşeym (buğdayın filizlendiği ve pek çok esansiyel yağ ile E ve B vitaminlerinin kaynağıdır) içerisinde dengeli bir şekilde kalmış olur. Taş değirmenle öğütmede, tahılın rüşeym kısmı ayrılamaz, unun fıstığımsı lezzet ve aromasını içinde bırakır. Normalde unu tam öğütülmüş şeklinde kullanmak en sağlıklısıdır. Ancak çıkan bu taş değirmen ununu eleseniz bile (%15’lik bir kayıpla ele geçen % 85’lik bir unda dahi) buğday rüşeyminin önemli bir kısmı un içerisinde kalacaktır. Taş değirmenden çıkan un, modern beyaz un üreten valslı değirmenlerden çıkan unlar gibi çok ısınmayacağından buğdayın besleyici öğelerindeki oranın düşmesi de çok az olacaktır. Modern valslı değirmenler, her bir tahıl tanesinin mümkün olduğu kadar dış tabakalarından arındırılıp, beyaz un şeklinde öğütülmesi için özellikle tasarlanmıştır. Çok hızlı dönen merdaneler tanenin her bir tabakasını sıyırır, eler ve uzaklaştırır. Kepek ve rüşeym Ocak - Şubat 2013 85 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Fırın seçimi, ekmek pişirme işleminin en önemli adımlarındandır. İlk ekmeğin pişirilmesinde toprak fırınlar yapılmış, sonrasında fırın tabanında taş, kil, ateşe dayanıklı kiremit gibi doğal malzemeler de kullanılmıştır. Taş fırının yakılmasında odun, gaz ve elektrik enerjisi kullanılabilir. etkin şekilde uzaklaştırılmış olur. Her bir un taneciği bu merdaneler ve elekler arasında yaklaşık 1 milden fazla dolaşmış olacağından aşırı sıcak şekilde çıkar. Böylece insan eli değmeksizin çabuk ve büyük miktarlarda beyaz un elde edilmiş olur. Çıkan un isteğe göre eleklerden çıkan bileşenlerle tekrar karıştırılarak tam tane un oluşturulmaya çalışılsa da taş değirmenden çıkan tam tane unla aynı un olmayacaktır. HAMURU EKŞİ MAYA İLE MAYALAMAK Ekmek hamurunu mayalamak için önceden hazırlanan ekşi hamur, su ve unun eşit miktarlarda karıştırılarak birkaç gün içerisinde mikroorganizmaların bu karışımda çoğalmasıyla hazırlanan ekmek mayasıdır. Ekmeği kabarık ve lezzetli hale getiren yani mayalandıran sinbiyotik bir kültürdür. Ekşi maya ile mayalanmış bir ekmek hamuru, mayalanma sırasında faydalı bakteriler için besin cennetine dönüşmekte, patojen (zararlı) bakterileri baskılayıp, çoğalmasını engellemektedir. Ekşi maya, mayalanma sırasında hamurda protein vb. büyük gıda bileşenlerini parçalayarak, küçük moleküllere ayrılır, faydalı besin öğelerinin açığa çıkmasını kolaylaştırır. Çözünür kepek liflerin parçalanması artar, faydalı tüm vitamin mineraller açığa çıkar, değişik aromatik ve lezzet bileşikleri oluşur. Mayalanma esnasında sindirim sisteminde var olan faydalı dost bakterilerin yavaşça çoğalmasını sağlar, mide- bağırsak fonksiyonlarını iyileştirir. Nişastanın sindirilmesini yavaşlatır. Tüm bu reaksiyonlar, ekmeği probiyotik bir gıdaya dönüştürür. Ekmek hamurunun elastikiyetini artırarak taze kalmasını sağlar. Dolayısıyla ekmeğin raf ömrünü artırır. 86 Mimar ve Mühendis EKŞİ HAMURUN INTOLERANS HASTALIKLARLA İLİŞKİSİ Buğday ununda bulunan glüten proteini sindirim sisteminin parçalamada zorlandığı bir maddedir. Buğday ununda doğal olarak bulunan glüten maddesine duyarlı olan çölyak hastaları ise hassasiyetlerinin derecesine bağlı olarak glüten içermeyen ürünler tüketmek zorundadır. Hatta son yıllarda ADHD (dikkat eksikliği ve hiperaktivite rahatsızlığı), tirozin, otizm vb hastalıklarda da glüten diyeti önerilmektedir. Günümüzdeki glütensiz ürünler, mısır veya glüten içermeyen tahıllardan elde edilen nişastaya çok sayıda gıda katkı maddesinin ilavesiyle hazırlanmaktadır. Glüten içermeyen ama normal ürün görünümünde yapılmaya çalışılan bu ürünler, glütensiz olmakla birlikte hastanın metabolizmasına farklı bir stres yükleyebilir. Hem katkısız hem de daha lezzetli glütensiz ekmek üretme amacıyla bazı bilim adamlarının yaptığı araştırmalarda, glüten içermeyen tahıl unlarına ekşi maya ilavesiyle hazırlanan ekmeklerin, hastalar tarafından daha çok beğenildiği ve hastaların genelinde bağırsak rahatsızlığı oluşturmadığı görülmüştür. Dolayısıyla ekşi hamurla mayalama yönteminin bu hastalar için potansiyel bir umut taşıdığı söylenebilir. TAŞ FIRINDA PİŞİRME Fırın seçimi, ekmek pişirme işleminin en önemli adımlarındandır. İlk ekmeğin pişirilmesinde toprak fırınlar yapılmış, sonrasında fırın tabanında taş, kil, ateşe dayanıklı kiremit gibi doğal malzemeler de kullanılmıştır. Taş fırının yakılmasında odun, gaz ve elektrik enerjisi kullanılabilir. Taş fırında odun gibi yenilenebilir bir enerji kaynağı kullandığımız- Odunla yanan taş fırının pişirdiği gıdaya farklı bir lezzet verdiği hemen herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Odunla doldurulan fırın içerisinde ortaya çıkan alevli ateş söndükten sonra sıcaklığı fırın içerisine yayar. Ekmek hamuru taş fırına atıldığında, yayılan sıcaklık, ısı transferiyle ekmek hamuruna nüfuz ederek ekmeğin üst kısmında oluşacak ani bir yükselmeyle fırın sıçraması - kalın bir kabuk oluşturur. SANATÇI EKMEK USTASI Gerçek bir ekmeği pişirmede tüm bu adımlar için bir çift hünerli ele sahip ekmek ustası en değerli faktördür. Hammaddeleri iyi tanıyan bir usta, ekmek hamurundaki un-su oranlarını tayin etme işleminden, yoğurmaya, mayalandırmadan fırın sıcaklığı seçimine ve pişirme süresini belirlemeye kadar en iyi gözlemi yapacak ve buna göre işlem sırasını belirleyecek kişidir. Fırıncı ustaları aynı hammaddeyi ve ortam şartlarını kullansalar bile pişirecekleri ekmekler birbirine benzemeyecektir. Ekmeğin aroma ve lezzetinde hammadde yanında pişiren kişinin usulü de ekmeğe ayrı bir lezzet katacaktır. da, sadece iyi bir ekmek elde etmemiş yanı sıra çevreyle dost bir pişirme yöntemini de sürdürmüş oluruz. Odunla yanan taş fırının pişirdiği gıdaya farklı bir lezzet verdiği hemen herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Odunla doldurulan fırın içerisinde ortaya çıkan alevli ateş söndükten sonra sıcaklığı fırın içerisine yayar. Ekmek hamuru taş fırına atıldığında, yayılan sıcaklık, ısı transferiyle ekmek hamuruna nüfuz ederek ekmeğin üst kısmında oluşacak ani bir yükselmeyle - fırın sıçraması - kalın bir kabuk oluşturur. Hamur içerisindeki su buharı, hamur içerisinde oluşmuş gluten ağ yapısının duvarlarını ileriye doğru iterek, iri gözenekli, büyük hacimli hafif bir ekmek oluşmasını sağlar. Ekmek kabuğundaki nişasta da nemli kalarak jelatinize olur ve pişme süresince parlak bir renk oluşturur. Odun ateşiyle pişen ekmek çok lezzetli ve aromatik hale gelir. Böylelikle odun ateşiyle pişirmede ekmeğin iyi pişmesi değil genel masrafların ve yapılan işin çevreye olan olumsuz etkisinin de en aza indirgenmesi sağlanmış olur. GERÇEK EKMEĞİN SAĞLIK, ÇEVRE ve SOSYALLEŞMEYE KATKISI Gerçek ekmeği tüketmek, hayatımızın ve sofralarımızın vazgeçilmezi olarak sağlıklı bir diyetin en önemli adımını oluşturacaktır. Gerçek ekmek reçetesi, farklı unlu mamullerin de sağlıklı hale dönüştürülmesinde öncü rol oynayacaktır. Gerçek ekmek üretmek, bizim gibi çok sayıda küçük ölçekli fırına sahip bir ülkede ekmek ustaları ve tüketicilerin bilinçlendirilmesiyle hiç zor olmayacaktır. Kendine özgü reçeteler hazırlayan ekmek ustaları, tüketicinin ekmeğe dair merak ettikleriyle ilgili bilinçlendirmeyi de sağlamak için tüketiciyle ekmek yapım atölyeleri gerçekleştirebilir. Geçek ekmek pişirme işlemlerinin insanlar üzerinde terapik etkisi yaptığı da bilinmektedir. Dünyada ekmek atölyelerini, engelli ve mahkum gibi toplumsal rehabilitasyon için kullanan çeşitli kurumlar mevcuttur. Gerçek ekmek ustalarına ekmek yapımını öğretme ve bu geleneği yaşatmak isteyenlere bilgilerini aktarma şansı tanındığında, ekmek için gerekli gerçek hammaddelerin üretilmesini sağlayacak çevre dostu tarımsal uygulamaları teşvik etmiş, toprak, hava ve suyumuzun kirletilmesini de engellenmiş oluruz. Tüketicilerin gerçek gıdalarla ilgili bilgileri en temel gıda olan ekmekle başlatılıp, diğer gıdaları da kapsayacak şekilde genişletilebilir. Bu sayede ülkemizin unutulmuş ustaları ve onların kaybolmuş reçetelerinin tekrar gün yüzüne çıkarılma ihtimali de ortaya çıkacaktır. Ocak - Şubat 2013 87 DOSYA: TARIM VE GIDA MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ ŞAKALAK YÖNETİM KURULU BAŞKANI YUSUF GENÇ "GELENEKSEL ÜRETİM TEKNİKLERİNİ BIRAKIP ÇAĞDAŞ TARIMSAL TEKNOLOJİYİ KULLANMAMIZ GEREKİYOR." ŞAKALAK Makine’nin Kurucusu ve Yönetim Kurulu Başkanı Yusuf Genç ile çiftçinin verimini artıran ve çalışmaları sırasında harcadığı gücü azaltan bir alan olarak nitelendirdiği tarım makineleri sektörünü konuştuk. > Tarım makineleri hangi noktalarda önem kazanıyor? Tarımsal üretim ciddi istihdam kapasitesini elinde tutan ve gıda gibi stratejik bir unsuru da kapsayan bir sanayidir. Bu noktada da tarım makinelerinin ülkemiz için önemi ortaya çıkıyor. Bugün tarımsal kalkınmasını gerçekleştiremeyen ülkeler hatalarının bedellerini pahalıya ödemeye başladılar. Gıda böylesine stratejik bir önem taşırken, son derece verimli toprakları elinde bulunduran ülkemizde de tarımsal üretime ürün ve makine olarak daha çok ağırlık verilmelidir. Tarım makineleri sektörü çiftçinin emeğini azaltan ve verimini arttıran bir alandır. ŞAKALAK’ın çalışma prensipleri nelerdir? Kalitesiz ve amacına uygun olmayan bir tarım makinesi, çiftçinin bütün emek ve maddi imkânlarını riske atmaktadır. Firma olarak profesyonel üretim anlayışını benimsiyoruz. Nitelikli işgücü kullanarak markalaşmaya önem veren çiftçilerimize kaliteli tarım makinesi ve hizmet sunmayı prensip edinen bir kuruluşuz. Sahip olduğumuz modern soft üretim tezgâhlarıyla ileri teknoloji içeren, tarımsal verimliliği arttıran, maliyeti düşüren, kaliteli ve çok fonksiyonlu tarım aletleri imal ediyoruz ve kendimizi sürekli yeniliyoruz. Halen üretim makine parkımız geliştirilmekte ve yenilenmektedir. Kaynak, 88 Mimar ve Mühendis SÖYLEŞİ: Arİf Kösen kesim ve parça işleme robotları çok fonksiyonlu yüksek kapasiteli lazer kesim makineleri, CNC punch ve CNC abkant tezgahları, elektrostatik toz boya tesisleri gibi yatırımlarımızla üretim kapasite ve kalitemiz, çevre duyarlılığımız artırılmıştır. ARGE’ye yatırım yapan ender kuruluşlardan biriyiz. Kalite, yenilik, verimlilik üçgeninde üründe mükemmeliyet üzerinde yoğunlaşarak çalışmalarımızı teknoloji ve istihdam odaklı olarak sürdüreceğiz. Hedefleriniz nelerdir, neler yapmak istiyorsunuz? Bu yıl ülkemizde üretimi olmayan 2 adet özel ekim makinesinin üretimine başladık. Önümüzdeki yıllarda toprak işleme makinelerine ağırlık vereceğiz. ŞAKALAK olarak proje bazlı üretimlere ağırlık vereceğiz. Klasik modern makineler yerine piyasadaki taleplerin gelişmesini dikkate alarak yeni modellerin imalatına yönelmekteyiz. Kendi bünyemizde özgün ARGE projeleri üretilmektedir. Türkiye pazarında üretilmemiş ürünler sürekli takip edilmekte, ülkemizde üretimi ve kullanımı için geliştirmeler yapılmaktadır. Tarım makineleri sektörünün geleceği için neler söylemek istersiniz? Çiftçilerin alım gücündeki dalgalanma ve düşüşler, tarımsal girdiler içinde en esnek girdi olan tarım makineleri sektörünü doğrudan etkilemektedir. Mekani- zasyona gerekli kaynağın ayrılamaması verimin ve ürün kalitesinin düşmesine insan, çevre ve diğer canlılar için olumsuz sonuçların çıkmasına, işletme masraflarının artmasına neden olmaktadır. Geleneksel üretim teknikleri ve bunlara ait araçların terk edilerek çağdaş tarımsal mekanizasyon teknolojilerine uygun araçların kullanılması zorunludur. Çiftçilerimizin modern mekanizasyon araçlarına sahip olması için son yıllarda uygulamada olan devlet destekleri de büyük önem arz etmektedir. Destekler tarımsal sanayi sektörüne önemli bir hız getirmiştir. Desteklemelerin önümüzdeki yıllarda artarak devam etmesi, eski ekipman parkının yenilenmesi adına çok önemlidir. Bunun yanı sıra bu destekler sayesinde istihdam artmakta, mekanizasyon parkına katılan binlerce yeni tarım makinesi ile işgücü ve tarla verimi artmaktadır. Ocak - Şubat 2013 89 GEZİ MEYDANLARIN SOSYAL AÇIDAN ÖNEMİ MEYDANLARIN SOSYAL AÇIDAN ÖNEMİ Toplum bilincinde artık Avrupa ve Amerika’da var olan meydan kavramının olmadığı, gençlerimiz ve halkımız tarafından bilinmediği görülmektedir. İstanbul’daki Kadıköy, Maltepe, Taksim’in meydanları yok denecek kadar küçülmüştür; Kartal, Tuzla, Eyüp, Beyazıt, Üsküdar Meydanı diğerlerine nispeten büyüklüklerini korumuştur. Yabancı ülkelerdeki kent ölçeğine göre meydan büyüklüğüne bakarsak, Türkiye’de geriye kalan ve yenisi oluşturulmayan meydanların çok küçük ölçekte kaldığını görmekteyiz. > M A. GÜLESER EKŞİ / MİMAR eydan, mimari elemanlarla sınırları belirlenmiş,toplumsal işlevi olan ve kentin belli alanlarından gelen akışların birikim noktası olmuş ve kent dokusuna entegre olmuş kent parçasıdır.Sokak ise, belli bir doğrultuda yönelinen yoldur,belli bir yöne doğru ilerler ve sokağın sonunda yine bir meydancığa varırsınız. Meydan ise aynı zamanda; dinlenmeye ve hareket serbestliği imkanını da yer verir. Meydanlar, kentleşme tarihine paralellik göstermiş, kentin yükselişiyle birlikte meydanlarda önem kazanmış, sosyal etkinlikler yaşanmıştır. Kentin çöküşüyle birlikte meydanlar kaybolmuş, kentlerle birlikte yeniden doğuş sürecini yaşamıştır. Tarihe mal olmuş meydanların dünya üzerinde çeşitliliği çok fazla, bizde ise yeni oluşan hızlı kentleşmemize karşın yeni meydanlar oluşturulabilmiş değil. Hatta nerdeyse eski meydanları da bozup bozup kent dokusuna katmak isteyenler var. Oysaki dünyadaki geçmiş tarihe bakıldığında önemli toplumsal ve siyasi olayların kent meydanlarında cereyan ettiği görülüyor. Meydanlarımızın yeterli olup olmadığına 90 Mimar ve Mühendis bakarsak pek de yeterli olmadığı, alanının, biçiminin günümüz koşullarına göre kullanılışlı olmadığı tartışılır. Dünya üzerindeki meydanlara ve işlevlerine, büyüklüklerine bir bakalım: Kızıl Meydan, 73.000 m²'lik bir alanı kaplayan ve Rusça'da aynı zamanda “güzel” anlamına gelen - Krasnaya Ploshchad, Kızıl Meydan'ı, Kremlin Sarayı’na ait 20 m yüksekliğindeki duvarları, yapımı 1930’da tamamlanan Lenin Mozolesi ve çarpıcı soğan kubbeleri ile muhteşem bir meydandır. 15. yüzyılda Kremlin'in duvarları tamamlandıktan sonra yapılan ve yapıldığı tarihten bu yana idamlara, gösterilere, geçit törenlerine ve mitinglere sahne olan meydan, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer almaktadır. Saray Meydanı, adını yaklaşık 3 milyon sanat eseri barındıran ve dünyanın en önemli müzelerinden bir olan Hermitage Müzesi’nin bulunduğu, eski Rus İmparatorluğu’nun merkezi Saint Petersburg kentinde 18. yüzyılda inşa edilen Kış Sarayı’ndan almıştır. Merkezinde 47,5 m yüksekliğinde bir sütun bulunan meydan, 25 Ekim 1917’de Ekim Devrimi– Bolşevik Devrimi’ne sahne olmuştur. Çin’de yer alan Tiananmen Meydanı, 15. yüzyılda inşa edilen ve “İlahi Barışın Kapısı” anlamına gelmektedir. Yasak Şehir ile kentin diğer kısmını ayırmak amacı ile yapılmıştır. 1 milyon kişinin sığabileceği 440.000 m²'lik bir alana sahip dünyanın en büyük açık alanı ünvanına sahip meydan 1989 yılının 15 Nisan’ında başlayan ve yaklaşık 5 Haziran’a dek süren, toplumun farklı kesimlerinden yoğun katılımın olduğu Tiananmen Meydanı Olayları olarak anılan bir meydandır. Newyork'daki Times Meydanı İsmini, 1904 yılında meydanda bulunan yeni binasına havai fişek kutlamaları ile taşınan New York Times gazetesinden alan Times Meydanı, ışıklı reklam tabelaları ile anımsanıyor. Gazete’nin başlattığı bir gelenek haline gelen havai fişek kutlamaları her yıl başında binlerce insanı bir araya getirmekte. Meydan hem New York kenti için bir sembol hem de dünya çapında bilinmekte. İstanbul, Beyazıt Meydanı Meydanlar, kentleşme tarihine paralellik göstermiş, kentin yükselişiyle birlikte meydanlar da önem kazanmış, sosyal etkinlikler yaşanmıştır. Kentin çöküşüyle birlikte meydanlar kaybolmuş, kentlerle birlikte yeniden doğuş sürecini yaşamıştır. Arjantin, Mayo Meydanı Londra daki Trafalgar Meydanı, adını 1805 yılında Fransız ve İspanyol donanmalarının yenildiği Trafalgar Savaşı'nda ölen Amiral Horatio Nelson'dan alan Trafalgar Meydanı, Ulusal Sanat Galerisi’nin ana giriş kapısı üzerinde yer alıyor. Meydanın ortasında 46 m yüksekliğinde, üzerinde Nelson’un 5,5 m boyunda heykeli bulunan granit bir sütun bulunuyor. 1820 yılında pek çok binanın yıkılması ile düzenlenen meydan, politik amaçlı gösterilerin sıkça sahne olmuştur. Potsdamer Platz, Potsdam meydanı, Berlinde yer almaktadır, İkinci Dünya Savaşı döneminde Amerikan ve Sovyet sektörleri arasındaki sınır kontrol noktası olan Potsdam Meydanı, tarihinde dördüncü kez başkent olan yeni Berlin’in simgesi olma özelliğini taşıyor. Meydan bugün iki dünya savaşı sırasında da ağır hasarlar alan kentin merkezi olma niteliğinde. Potsdam Meydanı alışveriş, kültür ve eğlence aktivitelerine ev sahipliği yapmaktadır. Arjantin‘in başkenti Buenos Aires‘in ünlü Mayo Meydanı, adını 1810 yılında gerçekleşen Mayıs Devrimi sonrasında almış16. yüzyılda yapılan meydan, ilk günden beri politik yaşamın sahnesi olmuş. 1976’da askeri cuntanın yok ettiği 30.000 kayıp kişiyi arayan ve askerler tarafından Perşembe Delileri olarak nitelendirilen Mayo Meydanı Anneleri her perşembe bu meydanda toplanmaya devam etmektedir. İran da bulunan, Özgürlük Meydanı -Azadi Square: Meydan, 1971 yılında Pers İmparatorluğu’nun 2.500. yılı kutlamaları şerefine kentin girişini sembolize etmesi adına yaptırıldı. "Şahları Anma" anlamına gelen Shahyaad ismi 1979 İran Devrimi ile Özgürlük Anıtı olarak değiştirildi. Meydanın ismi de bu gelişmelere paralel olarak Özgürlük Meydanı oldu. Meydan, İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulması sırasında Şah Rıza Pehlevi yönetimine karşı yapılan gösteriler yapılmıştır. Türkiye’deki Meydan Örneklerini incelersek, çok büyük olmayan, giderek azalan meydanlara sahip olduğumuzu göreceğiz. İstanbul’daki,Taksim Meydanı adını, eskiden Galata-Beyoğlu suyunun taksim edildiği, Taksim Maksemi'nden almıştır. Meydanın ortasında bulunan Cumhuriyet Anıtı, İtalyan heykeltraş Pietro Canonica'ya yaptırılarak, Ocak - Şubat 2013 91 KISA... KISA... Hızla büyük şehirlerimizin dikey olarak konut, rezidans ve avmlerle büyümesine karşılık 1960-70 senelerindeki gibi oluşturulan kent ölçeğindeki meydanların çoğaltılması ve büyütülmesi yerine giderek yerlerinin daraldığını ve hatta meydan kavramının yok edilerek ,toplumumuzun büyük alışveriş merkezlerini bir meydanmışcasına kullanmalarına yöneltildiğini görmekteyiz. Londra, Trafalgar Meydanı Rusya, Saray Meydanı Rusya, Kızıl Meydan 1928 yılında yerine yerleştirildi. Aynı zamanda kültür, eğlence ve büyük bir alışveriş merkezi olan İstiklal Caddesi’nin girişinde yer alan Taksim Meydanı, 1 Mayıs gibi pek çok olaya sahne oldu. Meydan hala aynı zamanda çeşitli festival ve kutlamalara da ev sahipliği yapıyor. Beyazıt’ta bulunan Beyazıt Meydanı, Bizans Dönemi’nde kentin en büyük forumu, Osmanlı Döneminde ise bir saray meydanı olan, Tarihi Yarımada’nın merkezinde bulunan meydandır. Cumhuriyet tarihi boyunca pek çok gösteri ve protesto düzenlenmiştir. Bunların en önemlilerinden biri de 16 Şubat 1969’da ABD'nin İstanbul Boğazı'na demir atan 6. filoyu protesto mitingi olmuştur. Kızılay Meydanı, Ankara'nın en işlek caddelerinden Atatürk Bulvarı'nın Ziya Gökalp Caddesi ve Gazi Mustafa Kemal Bulvarı ile kesiştiği noktada yer almaktadır. Adını Kızılay kurumundan alan meydanın hem Metro hem de Ankaray bağlantısı bulunuyor. Haftanın her 92 Mimar ve Mühendis günü kalabalık ve hareketli olan meydan da kutlamalara ve gösterilere tanıklık etmektedir. Kemeraltı Çarşısı, hükümet konağı, saat kulesi, ilk kurşun anıtı gibi tarihsel ve sembolik öğeler barındıran meydan, en son 14 Nisan 2007’de yoğun katılım olan Cumhuriyet Mitingi’ne tanıklık etmiştir. Sonuç itibariyle, hızla büyük şehirlerimizin dikey olarak konut, rezidans ve avmlerle büyümesine karşılık 1960-70 senelerindeki gibi oluşturulan kent ölçeğindeki meydanların çoğaltılması ve büyütülmesi yerine giderek yerlerinin daraldığını ve hatta meydan kavramının yok edilerek ,toplumumuzun büyük alışveriş merkezlerini bir meydanmışcasına kullanmalarına yöneltildiğini görmekteyiz. İşin üzücü tarafı, toplum bilincinde artık Avrupa ve Amerika da var olan meydan kavramının olmadığı, gençlerimiz ve halkımız tarafından bilinmediği görülmektedir. Sanatçılar, mitingçiler bir meydana çıkamamaktadır, Kapalı alanlarda ya da yollarda gösterilerini yapabilmektedirler. İstanbul’daki, Kadıköy, Maltepe, Üsküdar meydanları işlevleri kaybolmuş, yok denecek kadar küçülmüştür. Kartal, Tuzla, Eyüp, Beyazıt Meydanı diğerlerine nispeten büyüklüklerini korumuştur. Yabancı ülkelerdeki kent ölçeğine göre meydan büyüklüğüne bakarsak, geriye kalan ve yenisi oluşturulmayan meydanların çok küçük ölçekte kaldığını görmekteyiz. Günümüzde sınırlayıcı yapı kütlelerinin meydanı kapatmaya yönelik ele alınmaması, aralarında cephe düzenleri açısından bir bütünlük bulunmaması ve alanların iyileştirilmesine yönelik girişimlerde, çevre yapıların bu girişimlerin dışında tutulması gibi nedenlerden dolayı, mekânsal tanıma sahip olmayan geniş açıklıkların ve büyük kavşakların meydan olarak adlandırıldığı bir süreç yaşanıyor. Bu alanlar, yalnızca transit geçiş alanı olmaktan kurtarılarak, insanların kültürel, politik ve ticari aktiviteler için biraraya gelebileceği kentsel odak noktaları haline getirilerek toplumumuzda meydana olan ihtiyaca cevap verebilirler. Yeni oluşumlarda dikey büyümeye karşılık, yeşil alan ve meydanlara da büyük ölçekte kent yöneticileri, mimarlar, şehir plancıları tarafından yer verilmelidir. Ocak - Şubat 2013 93 MAKALE Betül MAÇ Çevre Mühendisi – İG Uzmanı İş Sağlığı ve Güvenliği Kültürü İşçi haklarını bilmeli; sağlığını bozacak veya vücut bütünlüğünü tehlikeye sokacak bir tehlike ile karşı karşıya kalan işçi, iş sağlığı ve güvenliği kuruluna başvurarak durumun tespit edilmesini ve gerekli tedbirlerin alınmasına karar verilmesini talep edebilir, çalışanlar tehlikenin önlenemez olduğu durumlarda işyerini veya tehlikeli bölgeyi terk ederek belirlenen güvenli yere gider. Çalışanların bu hareketlerinden dolayı hakları kısıtlanamaz. Çalışanlarınız yüksekten korkmuyorsa, gürültüye, toza alışıksa, eliyle yüksek yerlere iskele kullanmadan uzanarak ulaşıp iş yapmayı pratiklik olarak düşünüyorsa, yani işini bu şekilde hızlıca yapıp bitiriyorsa; “Bundan iyisi Şam’ da kayısı!” der işverenlerin bir kısmı. İşçisinin konforunun – güvenliğinin - sağlanması ve sağlığının korunması için ek masraf yapmaya gerek duymayacak. Ne de olsa onlar alışık! Konfor dediğimiz de en temel şartlardır. Sağlam malzemeden teslim edilen merdiven, iskele ve iskelenin içi tamamen kalas/ platformla dolu olması -çalışma alanın geniş, rahat hareket edebileceği, işini hızlı yapabileceği güvenli alan olması-. Seyyar iskeleye çıkarken bir merdiven veya profillerden kaynak yapılarak merdiven olarak kullanılabilecek basamaklar. İskelenin korkulukları veya kalıplara çıkışta kullanılan merdivenlerin çember korkuluklu olması. İskelenin devrilmeme oranında uygun imal edilmesi gibi şartlardan bahsediyorum konfor olarak. Yani beden bütünlüğünü koruyacak temel tedbirlerdir bunlar. Fakat işveren veya işveren vekilleri olan sorumlu kişiler bunları tamamlamayı bir maliyet artışı ve iş kaybı olarak düşünüyor. Ne de olsa çalışanı her şeye alışık ve/veya tecrü94 Mimar ve Mühendis besi var. “Ne olacak ki bu adamlara?(!)” İşçinin bir insan olduğu işveren tarafından olduğu gibi çalışanın kendisi tarafından da unutuluyor. Alışkanlıkları bırakmak zordur çünkü. Maske terletir, emniyet kemeri sıkar, kulaklık kaşıntı yapar der işçiler. İnsanın alışkanlıkları ile yenemeyeceği durumlar vardır; Refleks, psikolojik durumun ve kan değerlerindeki değişimlerin olumsuz etkileri gibi -iş kazası-. İşte bu anlarda İş Kanunu madde 77 ve 83 veya 20.06.2012’ de çıkan, tehlikeli ve çok tehlikeli işyerlerinde 01.12.2012’den itibaren yürürlüğe girecek olan 6331 sayılı İş Sağlığı Güvenliği Kanunu madde 4’ de “işverenin yükümlülükleri” büyük bir kitap gibi ve her bir kelimesi en büyük puntolarla yazılmış olarak gözümüzün önünden geçebilir. Çünkü bu maddeler derki işveren ‘…gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak(la) yükümlüdür. … işyerinde alınan iş sağlığı ve güvenliği önlemlerine uyulup uyulmadığını denetlemek, işçileri karşı karşıya bulundukları mesleki risklerin önlenmesi –ve bu konuda- eğitim ve bilgi verilmesi dahil her türlü tedbirlerin alınması, sağlık ve güvenlik tedbirlerini değişen şartlara uygun hale getirmekle yükümlüdür. Ayrıca, işyerinde alınan iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerine uyulup uyulmadığını izleme, denetleme ve uygunsuzlukları gidermek, risk değerlendirmesi yapma, işçileri yasal hak ve sorumlulukları konusunda bilgilendirmek ve gerekli iş sağlığı ve güvenliği eğitimini vermek zorundadırlar.’ Peki, o zaman neden yükümlülükler yerine getirilmiyor? İşin başından bir ihale veril- İş Sağlığı Güvenliği Kanunu madde 4’ te “işverenin yükümlülüklerinin herbir kelimesi yüksek önem taşımaktadır”. diği zaman sadece imalat ücretleri hesaba alınıyor, işçi sağlığı ve iş güvenliği maliyetleri hesaba alınmadığı için bu bahanenin arkasına çok rahat sığınmaya çalışılıyor. Falçata ile kesi sonucu dikiş atılarak 4 gün raporlu olan bir işçinin geçirdiği iş kazası üzerine yaptığımız maliyet analizine göre direkt maliyetler (revir, hastane, yol, iş kaybı) 2.673 TL’ dir. İndirekt maliyetleri (kaza olduğunda çalışanların etkilenmesinden ve ilkyardım ve raporlamada geçen süreden iş kaybı, malzeme kaybı) içine alınınca National Safety Council (1998)’a göre direkt maliyetlerin 5-10 katı etkisi olmaktadır1. İş güvenliğine uygun bir iskele ve el aletine yapılacak harcama 1.600 TL ‘dir. Bu iş kazasında çalışanın elleri çalışma bölgesine rahat erişebilseydi ve kesiye uygun (kesmeye dayanıklı sınıfta) eldiven ve de güvenli kesme aleti kullanılmış olsaydı bu kadar maliyeti firma harcamayacaktı. Falçata ile kesi sonucu işçinin parmağı çalışmaz duruma gelseydi işveren tazminat ödemek zorunda kalacaktı ve bu takdirde 10.000 TL veya 26.000 TL miktarından çok daha fazla harcamalar, ödemeler olacaktır. Bunun yanı sıra işverenin yükümlülükleri yerine getirmesi halinde işçi kendi yükümlülüğünde olan aletleri, gereçleri, kişisel koruyucuları amacına uygun olarak devamlı kullanmalıdır. ‘Ben alışkınım, ustayım kaç yıldır bir şey olmadı bana’ diyerek yükümlülüklerini çiğnemek için çaba göstermemelidir. Daha önemlisi işçi haklarını bilmeli; …işçinin sağlığını bozacak veya vücut bütünlüğünü tehlikeye sokacak yakın, acil ve hayati bir tehlike ile karşı karşıya kalan işçi, iş sağlığı ve güvenliği kuruluna başvurarak durumun tespit edilmesini ve gerekli tedbirlerin alınmasına karar verilmesini talep edebilir ve çalışanlar ciddi ve yakın tehlikenin önlenemez olduğu durumlarda birinci fıkradaki (İSG Kanunu, mad.13) usule uymak zorunda olmaksızın işyerini veya tehlikeli bölgeyi terk ederek belirlenen güvenli yere gider. Çalışanların bu hareketlerinden dolayı hakları kısıtlanamaz. İş sözleşmesiyle çalışanlar, talep etmelerine rağmen gerekli tedbirlerin alınmadığı durumlarda, tabi oldukları kanun hükümlerine göre iş sözleşmelerini feshedebilir. Toplu sözleşme veya toplu iş sözleşmesi ile çalışan kamu personeli, bu maddeye göre çalışmadığı dönemde fiilen çalışmış sayılır.… (İK mad. 83 ve İSG Kanunu mad. 13/3,4) ve bildiğini işverene ‘lisan-ı münasip’ bir şekilde anlatmalıdır. Kullandığı aletin arızalanmasını, bulunduğu ortamın sağlık koşullarını olumsuz etkilemesi, beden bütünlüğünün tehlikeye uğrayacağı yerlerde işveren / işveren vekillerine bildirebilmelidir ve gerekli tedbirleri isteyebilmelidir. Çalışanın iş kazası durumunda oluşan maddi kayıplar ile olayın boyutunu biraz açıklamaya çalıştım. Fakat en önemlisi geri gelmeyen sağlık, uzuv, organ ve bu dünyadan ayrılan ruh. O canın ardından perişan olan ailesinin halinin maddi hesabı yapılamaz. Ailenin üzüntüsü, aile yapısının bozulması hesaplanamayacak kadar yüksek bir maliyettir. Yapılacakları kağıt üzerinde ve kanunlarla dile getirmek kolay gelir. Ancak kanunlara sığınarak bir İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği kültürünü, İs Güvenliği Uzmanları ve konuyla ilgili diğer kişiler yerine getirebilir. İSİG Kültürünü oluşturmak tek başına İş Güvenliği Uzmanlarının/ Birim çalışanlarının başarabileceği bir oluşum değildir. İşçisi, işvereni, teknik sorumluların ve İSG Birimi çalışanlarının katılımlarıyla olabilir. Ancak, işverenin işçiye görev verirken, işçinin sağlık ve güvenlik yönünden işe uygunluğunu göz önüne alması, işçinin iş sağlığı ve güvenliği alanındaki yükümlülükleri, işverenin sorumluluklarını etkilemediğine ilişkin (İSG Kanunu, mad.4/ç, d) yükümlülüğünü aklından çıkarmaması gerekir. Yine de; Eğitimlerde işçilere, toplantılarda ve detaylı raporlarla işveren tarafını bilgilendirmeli ve her iki tarafı birbiriyle ilişkilendirmelidir. 1)Öğr. Gör. YTÜ Oktay TAN, Yüksek Lisans Tezi “İş Kazası Oluşmadan Alınacak Önlemlerin Maliyeti ile İş Kazası Oluştuktan Sonraki Harcama Maliyetlerinin Analizi ve Karşılaştırması, 1999”, YTÜ. Ocak - Şubat 2013 95 MAKALE Ger Endülüs olmasa ziyâdâr, Mağriplilerden çok dostum oldu. Bence Kim Avrupa’yı ederdi bidâr İspanya’ya doğru düşünmeyi öğreten onlardır! (Eğer Endülüs ışık saçmasaydı, Avrupa’yı bilgisizlik Cervantes uykusundan kim uyandırırdı?) Ziyâ Paşa YUNUS EMRE TOZAL Harita Mühendisi Kurtuba'da Yükselen Endülüs Medeniyeti Devletler ve milletler yıkılır; geriye onların ilim ve sanat eserleri, onların yaşayışlarını, nizam ve münasebetlerini anlatan tarihleri; yani medeniyetleri kalır. 2 Ocak tarihi, Endülüs Medeniyetinin, Kurtuba'nın somut bir devlet olarak yıkılışının tarihidir. 2 Ocak 1492'de Endülüs'ün ve Gırnata'nın bilge emiri Ebu Abdullah, şatafatlı bir törenle şehrin anahtarlarını Aragon kralı Ferdinand ile Kastilya kraliçesi İsabelle teslim eder. Kendisi de eşini ve aile fertlerini alarak görkemli El-Hamra'nın üst tarafında ve Sierra Nevada dağlarının eteğindeki kayalık tepeye çekilir ve bugün İspanyolların "El-Ultimo Suspiro del Moro" (Mağrib'linin son iç çekiş yeri) dedikleri yerden teslim ettiği hazineyi gözyaşlarıyla seyreyler. Kurtuba… Zihin dünyamızda keşfedilmeyi bekleyen bir nutfe… Yüzlerce kütüphanenin oluşturulduğu, en ince mimari estetik ile yapılmış yüzlerce caminin, sarayın yapıldığı, hadis, tefsir, kelam, astronomi, matematik, botanik, filoloji, mimari, tıp, eczacılık alanlarında binlerce âlimin yetiştiği, bir o kadar eserin üretildiği, yüzlerce medresenin kurulmuş olduğu İslam Medeniyetinin gözü yaşlı beşiğidir Endülüs. Endülüs Tarihi kitabının yazarı Ziya Paşa, sadece Kurtuba şehrinde 200.000 hane, 600 cami-i şerif, 500 hastane, 800 medrese, 9 hamam bulunduğunu belirtir. Nüfusun da buna göre tahmin edilebileceğini ifade eder.1 Medreseleri, eserleri, kütüphaneleri, kervansarayları, sokakları, mimari estetiğiyle yaptıkları sarayları ve camileriyle Batı’nın 700 yıl sonra ulaşabildikleri imkânları, düşünsel açılımları, Kurtuba’da yükselen Endülüs Medeniyeti o dönemde yakalamıştı. “Convivencia” yani insani değerlere bağlı kalarak yaşama sanatının tarihte en güzel örneğini uygulayan Endülüslü Müslümanlar, üç asır boyunca içinde yaşadığımız medeniyetin anneliğini yapmıştır. 2 Müslümanların gayrimüslimlere hoşgörülü davranışları konusunda Batılı bir 96 Mimar ve Mühendis düşünür olan Chatfield şunları söylemektedir: “Araplar, Türkler ve başka Müslümanlar, Hıristiyanlara karşı batılı milletlerin, yani Hıristiyanların uyguladıkları muamele ve gaddarlığın aynısını yapmış olsalardı, bugün Doğu’da tek bir Hıristiyan bile kalmazdı.”3 Arapların ve Berberilerin oluşturduğu Endülüs Emevileri 756’dan 1031’e kadar iki yüz yetmiş beş sene büyük bir devlet olarak hüküm sürdüler. İbn Haface’nin Divanı’nda geçen şu dizeler bu medeniyetin parlak günlerine dair söylenmiştir: “Ey Endülüs sakinleri! Ne mutlu size ki sulara, nehirlere, ağaçlara ve gölgelerine sahipsiniz. Cennet bahçesi sizin diyarınızdan başka bir yerde değil ve şayet seçebilecek olsaydım, bu diyarda kalmayı seçerdim. Yarın cehenneme düşmekten korkmayın, çünkü cennet nimetlerini tatmış olan hiç kimse ateşe sokulmamıştır.” Devletler ve milletler yıkılır; geriye onların ilim ve sanat eserleri, onların yaşayışlarını, nizam ve münasebetlerini anlatan tarihleri; yani medeniyetleri kalır. 2 Ocak tarihi, Endülüs Medeniyetinin, Kurtuba'nın somut bir devlet olarak yıkılışının tarihidir. 2 Ocak 1492'de Endülüs'ün ve Gırnata'nın bilge emiri Ebu Abdullah, şatafatlı bir törenle şehrin anahtarlarını Aragon kralı Ferdinand ile Kastilya kraliçesi İsabelle’ye teslim eder. Kendisi de eşini ve aile fertlerini alarak görkemli el-Hamra'nın üst tarafında ve Sierra Nevada dağlarının eteğindeki kayalık tepeye çekilir ve bugün İspanyolların "ElUltimo Suspiro del Moro" (Mağrib'linin son iç çekiş yeri) dedikleri yerden teslim ettiği hazineyi gözyaşlarıyla seyreyler. Bir İngiliz yazarı (Stanley Lenpol) Kurtuba'yı şöyle anlatır: "Sarayları, bahçeleriyle pek güzel olan Kurtuba’nın ilim müesseseleri insanı hayrette bırakırdı. Kurtuba müderrisleri ve muallimleri, memleketlerini batının bilgi hazinesi haline getirmişlerdi. Kurtuba’ ya Avrupa’nın her tarafından talebe akını olurdu. Hekimlik, Endülüs bilginlerinin buluşlarıyla “Galinos” devrinden beri ulaşamadığı yüksekliğe çıkmıştı. Astronomi, Kimya, Coğrafya, Biyoloji gibi bilgiler Kurtuba’da bütün ihtişamıyla İspanya'nın Cordoba şehrinde bulunan Kurtuba Camii, 1523 yılında katedrale çevirilmişti. gösterildi. Edebiyat ise, Avrupa’da hiçbir zaman bu kadar ileri gidememişti."4 İSLAM KÜLTÜR VE MEDENİYETİNİN BATIYA AÇILAN KAPISI Miladi 710 yılına kadar Kuzey Afrika’nın birçok bölgesini kontrol altına alan Müslümanlar, Akdeniz’i aşarak Avrupa topraklarına geçmişler, Tarık bin Ziyad’ın öncü birliğiyle İspanya topraklarına ayak basmışlardı. Müslümanlar karşılarına çıkan Rodrigo komutasındaki Vizigot ordusunu mağlup ederek, Malaga, Elvira, Cordoba ve Vizigotların başşehri Toledo’yu ele geçirdiler. Diğer tarafta Musa b. Nusayr da 712 yılında Kuzey Afrika’dan ordusuyla harekete geçerek Sevilla, Carmona, Niebla, Meyrida gibi önemli İspanyol merkezlerini zapt edip Toledo’da Tarık Bin Ziyad ile birleşir. Bu iki gücün birleşmesiyle bir yıl içinde Leon, Gali- cia, Lerida, Barcelona ve Zaragoza şehirleri ele geçirilerek, Endülüs’te Batı Avrupa’yı hedef alan yeni akımlar başladı.5 I. Abdurrahman sürgününde Kurtuba’ya gelmiş ve Endülüs Emevi Devletinin başkenti olarak da Kurtuba’yı seçerek etkisi yıllarca sürülecek, Muhyiddin İbn Arabî, İbn Cebirol, İbn Bâcce, İbn Tufeyl, İbn Rüşd gibi büyük düşünürlerin, filozofların yetişmesine ortam sağlayacak bir medeniyet inşasına başladı. Maria Rosa Menocal, Endülüs Medeniyetinin gelişme aşamasını şöyle ifade ediyor: “Görkemli Kurtuba şehri ve bu şehri başşehir yapmış olan Endülüs yönetimi, Batının kültürel, maddi ve entelektüel refahının kara deliğini doldurmuştu. 1000 yılını izleyen ilk asır içerisinde her türden yan yollar açılacak ve nasıl bir yaşamın var olabileceği ve bir kültürün neler elde edebileceği ile ilgili olarak dikkatler uzak kuzeydeki eteklerde yer alan toprakla- rın dış köşelerine ulaşmaya başlayacaktı.”6 Washington Irwing, Arapların ve Asyalı göçebelerin, Endülüs’e doğunun hikmet ışığını saçtıklarını, diğer memleketlerin solgun talebelerinin Araplardan ilim tahsil ettiklerini, derin antik bilgileri öğrenmek için Toledo, Kurtuba, Sevilla ve Gırnata Üniversiteleri’ne devam ettiklerini belirtir.7 Irwing, bu büyük ordunun Endülüs’ü fethederken Tours Ovaları’nda durdurulmamış olsaydı, bugün Paris ve Londra’nın mabetlerinde ‘hilal’in yükseliyor olabileceğinden bahseder. Sezai Karakoç da Çıkış Yolu I adlı kitabında Washington Irwing’in tespitine nazaran şu önemli tespiti yapar: “Endülüs bizden imdat istediği zaman, biz henüz Akdeniz hâkimiyetini bile kurmuş değildik. Eğer Timur’un Anadolu’yu istilası olmasaydı, İstanbul’un fethi daha önce müyesser olacak ve Endülüs’ün imdadına yetişecektik. Ocak - Şubat 2013 97 MAKALE Gırnata Üniversitesi’nin kapısında şöyle yazar “Dünya dört temel üzerine yükselir: Faziletli kişilerin ilmi; büyüklerin adaleti, salihlerin duası, yiğitlerin cesareti. 98 Mimar ve Mühendis Endülüs’ün imdadına yetişseydik ne olurdu? Bu, tarihin toptan değişmesi olurdu. Çünkü Endülüs Avrupa’nın batısındaydı, Osmanlı ise doğusunda: Avrupa iki taraftan kıskaç altına alınmış demekti. Bir medeniyet, yani bizim medeniyetimiz, İslam medeniyeti Avrupa’yı doğudan ve batıdan kuşatmış durumdaydı. Ve bu medeniyet, bir gün belki orta yerde,Viyana’da buluşacaktı. İşte o zaman tarih tümüyle değişecekti.”8 Irwing, irfanın Müslümanların oluşturdukları hikmet evini şöyle tarif eder: “İspanya’daki Müslüman imparatorluğu, dikildiği toprakta iyice kök salamayan, dışarıdan gelme şahane bir bitki gibi oldu. Bütün Batı komşularıyla aralarında aşılmaz dini engeller ve gelenekler bulunan ve doğulu hemcinslerinden de çöl ve denizlerle ayrılmış olan İspanya Mağriplileri tecrid edilmiş bir halk olarak kalıyorlardı. Onların bütün hayatı, gasp edilen bir memlekette ayakta durmak için uzun, yiğit ve kahramanca bir mücadele haline geldi. Onlar İslam’ın öncülüğünü yapıyorlardı. İslam’ın yayılma prensibinden vazgeçtiler, İspanya’da huzurlu ve devamlı bir hâkimiyet kurmaya çalıştılar.”9 Tarihî kaynaklar Endülüslü âlim Abbas Bin Firnas'ın da uzun çalışmalar sonunda yeni bir keşifte bulunup bir cihaz yaptığını, üzerine kumaş geçirip kanat yerine büyük kuşkanatları taktığını ve bu aleti çalıştırarak havalanıp uçtuğunu kaydeder. Üstelik havada uzun süre kuşlar gibi süzüldüğünü, daha sonra da yavaşça yere indiğini söyler. Endülüslü âlim Abbas Bin Firnas, laboratuarlarda suni bulutla gök gürültüsü ve yıldırım meydana gelişini gösterecek kadar, yüksek ilmî seviyeye ulaşmıştı. Nobel ödüllü ünlü Fransız fizikçi Pierre Curie “Endülüs’ten bize 30 kitap kaldı. Atomu parçalayabildik, eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı elimize ulaşmış olsaydı, bugün çoktan uzayda galaksiler arasında seyahat ediyor olacaktık”demişti.10 HİKMET KIVILCIMLARI Kurtuba’da düşünsel planda yükselen Endülüs medeniyeti, filozofların din ve bilimin, akıl ve imanın birbiriyle uygunluğu hakkında çalışmalar yaparak, eserler vermesine şahit olmuş. Hür düşüncenin gelişmesine zemin hazırlanmış ve ilmin ve hikmetin doruk noktasına tırmanılmaya çalışılmış. Yetiştirdiği sûfî, filozof, muhaddis, âlim ve ilim adamlarıyla yüzyıllar boyu ilim ve kültür merkezlerinin, düşünce dünyasının kandili olmuştur. Din ilimlerinde özellikle fıkıh, hadis ve tefsir alanlarında yetişen âlimler, muhteşem bir kültür mirası bırakmışlardır. Eserleriyle muhaddis ve ilk fakihlerden Bâki b. Mahled Kurtubî ve Muhammed b. Vaddah ile Muhammed b. Abdusselam el Huşeni dikkat çekmişlerdir. Muhyiddin İbn-i Arabî, Muvahhidun döneminde İspanya’da doğmuş bir Endülüslü âlim olarak, metafizik, kozmoloji, ahlak, İslami ilimler, psikoloji gibi çok geniş bir perdede eserler vermiş, “Vahdet-i Vücud Teorisi”ni sistemleştirmesi ve böylece kendinden sonrakiler için büyük bir kolaylık sağlaması ile kendinden sonraki gelenlere ışık olmuştur. Endülüslü astrolog Zerkali, Toledo’da bir rasathane kurmuş ve eserleriyle bu uzay biliminde öncülük etmiştir. Batıda "abubacer" adıyla bilinen İbn Tufeyl, İşraki felsefesinin Endülüs’teki en önemli temsilcilerindendir. Uğraştığı ve önemli eserler verdiği başlıca konular, tıp felsefe ve gökbilimi idi. Günümüze ulaşan ve bütün dünyada tanınmasını sağlayan eseri ise Hayy bin Yakzan ya da diğer adıyla Esrarü’lHikmeti’l-Meşrikiye’dir. Issız bir adada büyümüş olan Hayy İbn Yakzân adındaki bir çocuğun büyüyüp düşünmeye alıştıktan sonra, akıl ve sezgi yoluyla Tanrı'ya ulaşabileceğini Hayy İbn Yakzân adlı felsefî romanında göstererek, Batının Robinson'ununa ilham vermiştir. Dünyada felsefi romanın ilk örneği ve ilk “robinsonad” olan Hayy bin Yakzan, 14. yüzyıldan başlayarak dünyanın belli başlı tüm dillerine çevrilmiş, başta Robinson Crusoe’un yazarı Daniel Defoe olmak üzere birçok Batılı sanatçı ve düşünürü etkilemiştir. İbn Cübeyr, Endülüs asıllı şair ve yazar olarak ün yapmıştır Kurtuba’da. Tarih felsefesinin hatta sosyolojinin kurucusu olarak görülen Endülüslü filozof İbn Haldun, Tunus’ta doğmuş ama İspanya’daki son Müslüman krallığı Gırnata’da, Endülüs Medeniyeti’nde çalışmalar yapmıştı. Yine ünlü Arap filozofu, tasavvuf felsefesinin kurucusu İbn Messere Endülüs asıllıdır. Tarihçi, tıp âlimi ve ediplerinden İbn Hâtime, tıp âlimi İbn Zühr, ilim dünyasında tarımdan bahseden ve sadece İslam âleminde değil, bütün dünyada kendi sahasında kullanılan “Kitab-ül Felaha”nın yazarı botanik âlimi İbn Avvâm da Endülüs âlimlerindendir. İbn Rüşd’ün takipçisi Endülüslü filozof Musa bin Meymun’dan ve İbn Bâcce’den etkilenenler arasında Albertus Magnus, Duns Scottus, Spinoza ve Immanuel Kant, Kastilya Leon Kralı X. Alfonso, Dante, Bacon gibi isimler sayılır. Medeniyet tasavvurlarıyla birçok sanatçıyı etkilemiş, hem dini hem de pozitif bilimlerde ilerleme kaydedilmiş, inşa edilmiş Kurtuba, Emevi Devleti’nin bir uzantısı olarak göründüğünden İslam dünyasında ilk başlarda beklediği etkiyi bulamadı. Abbasilerin zayıflamasıyla varlığı tekrar gündeme oturan dünyanın en zengin ve entelektüel şehri olmaya aday Endülüs, ilmin, irfanın, hikmetin ve bilimin beşiği haline gelmişti. Abdurrahman, Kurtuba’ya geldiğinden beri tek düşündüğü doğuştan sahip olduğu hakkı sürgününde iddia ettiği andan beri İslam’ın Evi’nin gerçekte tek bir yönetim altında olmadığını alenen dile getirmişti. Ancak. I. Abdurrahman’dan iki kuşak sonrasında torunu III. Abdurrahman ile Yahudi veziri olan Hasdai başlattığı saltanat akımıyla, halifeliğin Kurtuba’da olması gerektiği konusunda görüş birliğine vardılar ve bunu tüm İslam âlemine ilan ettiler. III. Abdurrahman görkemli “Medinetü’z Zehra” şehrinin inşasını bitirerek yüksek binalardan dünyaya mağrur bakışlar yöneltmekte ve gittikçe seküler bir hayata kollarını açmaktaydı. Batı literatürüne göre “reconquista” olarak adlandırılan bir hareket başladı, Alfonso’nun önderliğindeki orduyla 1085’de Toledo’yu fethederek başlandı yıkıma. Zaten Kurtuba da daha fazla dayanamadı, 951 yılında yarım asırlık süren saltanatı sona erdi. Müsrifçe tutumlar sergilendikçe, Kurtuba kendi kendisini çökertiyordu. İbn Hazm gibi edebiyatçıların bu içler acısı durumda çırpındıkları bu karışık durumda, Endülüs gittikçe kan kaybediyordu; sancısını, aşkını, duruşunu kaybetmiş bir şehirdi artık. İbn Hazm böylesine bir medeniyet inşa etmiş bir devletin yıkılmasına tahammül edemiyor ve farklı alanlarda uzmanlaşarak yılmadan çabalıyordu. Nitekim İbn Hazm’ın veludluğu, kendisini Endülüs tarihinin göze çarpan bir aydını kıldı.11 Endülüs’ün dağılma zaman diliminde entelektüel çevrelerde İbn Rüşd ve “ikinci Musa” ismiyle anılacak Maymodines (Musa İbn Meymun) Müslümanlarla birlikte Yahudilerin de iştirak ettikleri güçlü felsefe geleneğini geleneksel dindarlığa özgü tutumla reddetmişlerdi. Endülüs filozoflarının Antik Yunan felsefesini açıklama girişimleri her ne kadar Avrupa’da takdirle karşılansa da, getirdiği akımlar, ideolojiler ve yeni yaşam biçimleri sebebiyle Avrupa’da yıllardır özellikle İbn Rüşd kitapları okutulmadı, yasaklandı. Zaten Avrupa’nın İslam dünyasıyla ilk ciddi temasları da Endülüs ile başlar. Haçlıların Müslümanlardan intikam alma girişimlerinin de ilk örneklerinin Endülüs’te yaşandığına şâhit oluyoruz. 1071'de Anadolu'nun Türkler tarafından fethi, 1453'te İstanbul'un fethi, belki de Hıristiyanları çileden çıkarmış, İslâm dünyasının aralarındaki siyasî mücadelelerle zayıf duruma düşmesi, Endülüs'ü yeniden Hristiyanlaştırmak isteyen Avrupalılara cesaret vermişti. Endülüs, yıkıldıkça kıymeti anlaşılacaktı belki de… Öyle de oldu. Maria Rosa Menocal, “Bu hoşgörü kültürü nasıl ne niçin parçalandı? Siyasi düşmanların ve dinî rakiplerin mimarisini veya şiirini son derece kolay bir şekilde sevip benimseyebilen, iyi kitapların hangi kütüphanelerden geldiğine bakılmaksızın okumaya son derece istekli olan bir kültür nasıl oldu da parçalandı?” sorusuna “Belki de kesin olarak söylenebilecek yegâne şey, bu tarihin gözler önüne serdiği olağandışı başarılardan ve başarısızlıklardan müteşekkil terkipte hem uyarı hem de teşvik öykülerinin yattığıdır” cevabını verir. Yapılan savaşlarda Medinetü’z Zehra’nın güzellikleri parça parça edildi, binlerce kitaplar, yüzlerce kütüphaneler yakıldı. Her doğan insan gibi ölecekti Kurtuba, çünkü ilim, irfan ve hikmet köpüğün altında kalmıştı. Hak olanı, suyu göremeyen Kurtubalı idareciler, iddialarıyla tüm fitne akımlarını üzerlerine çekiyorlardı. İspanya’da Kurtuba’da ikamet eden, hem dini hem de seküler yaşamda fasih Arapçayı çok iyi konuşan Yahudiler bile Berberi Savaşları sonucunda etkilenmişler ve Kurtuba’da yeşermeye başlayan ırkçılık akımlarına kapılmışlardı. Yapılan savaşlarda tahmini rakamlara göre 100.000 Yahudi öldürülmüştü. 9 aylık bir muhasaradan sonra, 1492 yılı Ocak Ayı'nın ikinci günü sabahı Kardinal Don Pedro de Mendoza, El-Hamra Sarayı'nın Alcazaba denilen baş kulesine gümüş haçı dikerek İspanya'da Müslüman Ocak - Şubat 2013 99 MAKALE egemenliğinin sona erdiğini ilan etti. 500 bin nüfusu ile Avrupa Kıtası'nın en büyük şehri olan Gırnata, o gün İspanyollara teslim oldu. Kaçanlar kurtuldu, kaçamayan Müslümanlar da kitleler halinde öldürüldü. Hâlbuki taraflar arasında imzalanan ahitname gereği Müslümanların can ve malına dokunulmayacaktı. Ama kral şehre girdiği gün, daha ahitnamenin mürekkebi kurumadan sözünü çiğnemişti. Papa'nın müsaadesiyle, Engizisyon Mahkemesi kuruldu. Hıristiyanlığı kabul etmeyenler yakıldı; malları yağma edildi. Kısa zamanda İspanya'da tek bir Müslüman bırakılmadı. Tarihçilerin belirttiğine göre Engizisyon Mahkemesi, 18 sene içinde 24.000'den fazla Müslüman'ın idamına karar verildi. Endülüs’ün başına gelen birkaç asır öncesine kadar Hind’in ve Mısır’ın da başına gelmiş olmasına rağmen, Endülüs bir daha toparlanamamış, kendisine gelememiştir. Endülüs tecrübesini fotoğrafın bütününe baktığımızda görürüz; diğer coğrafyalarda vuku bulan “geri dönüş”, Endülüs’te vuku bulamamıştır. Batı dünyası “geri dönüş”ü içeren her ne olursa engellemiş, yanlış tarih bilinci yayarak Endülüs Medeniyeti’nin de üzerine konmuştur. Yahudi ve Araplar geniş bir işbirliği çalışması gerçekleştirmiş ve birkaç dile hâkim olan Yahudiler Arapların bilimsel eserlerini Avrupa dillerine çevirmiş, Batılılar da bu eserleri kendi uygarlıklarını inşa etmede kullanmışlardır.12 Londra’daki British Museum’un İslam bölümünün açılış cümlesinde şöyle denmektedir: “1492’de evlilik yoluyla bir araya gelen Aragon Kralı Ferdinand ve Kastilya Kraliçesi İzabella, İspanya’yı yüzyıllardır işgal altında tutan saldırgan Müslümanlardan kurtardılar.” Batı dünyası, Endülüs Müslümanlarının adalet sanat eşitlik üzerine inşa ettikleri medeni100 Mimar ve Mühendis yetin, tüm dünyayı aydınlatacak oluşumun ve düşünsel sitemin temellerini attıklarını görmezden gelerek, Endülüs Müslümanlarını “saldırgan ve işgalci” olarak tanımlar. ENDÜLÜS’TEN BİZE KALAN NEDİR? DERİN BİR İÇ ÇEKİŞ VE HÜZÜN MÜ? Endülüs dünyasının günümüz dünyasında gözlemlenebilecek çok sayıda kalıntısı mevcuttur. O dönemlerden kalma eşyaların birçoğu şu anda bizim dünyamızı süslemektedir mimaride. Endülüs’teki İbranî şairlerin, İbranice’nin gelişmesinde, halk dili olarak kullanılmasında önemli rolleri vardır. Menocal bu olayı şöyle ifade eder: “Endülüs deneyimi, bir yandan arzularımız ile kültürel tutarlılık arasında gerilimlerin kaçınılmaz olduğunu ortaya koyarken, diğer yandan kendimizdeki ve aramızdaki çelişkilerin heyecan ve canlılık sağlayıcı unsurlar olabileceklerini de ortaya koymaktadır. Endülüs deneyimi, üç büyük tek tanrıcı dinin birbirine hoşgörü gösterme sorunuyla başarılı veya başarısız mücadeleleriyle geçen uzun ve olağandışı bir tarih safhamızı gözden geçirmemize imkân tanımaktadır.” Endülüs sadece insanı ile değil; tarihi, kültürü, sanatı ve ilmî eserleriyle, zengin kütüphaneleriyle, cami ve medreseleriyle beraber tarihten silindiği için, akıllara geldiğinde hüznü de beraberinde getirir. Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların seslendirdiği ortak bir şarkıdan geriye kalan bir ağıttır Endülüs. Engizisyon Mahkemesi'nin kararıyla Gırnata'da 1 milyon cilt kitabın yakılması, insanın yüreğini ağlatır. Endülüs bugün bize yitik bir medeniyet perspektifi olarak sunulmakta… Avrupa’ya bizim de bir medeniyetimizin tarihte vuku bulduğunu söylemek, hatta Batı’nın üzerine konduğu medeniyetin temelini Endülüs’ün oluşturdu- fethine karşı verilmiş bir cevap olarak değerlendirilerek Batı dünyasını sevince boğmuştur. Hıristiyan krallıklar İspanya’nın tamamen ele geçirilmesi projesi olan “reconquista”nın son adımını da gerçekleştirmişlerdir. Muhammed İkbal, Salih bin Şerif, Yahya Kemal ve Mehmet Akif gibi, Müslümanların dertlerini kendisine dert edinmiş nice bağrı yanık yazarlarımız ve şairlerimiz, ağıtlar yakmış Endülüs için. M. Akif bu olayı şöyle yorumlar: “Bu sizin ağlamanız benzedi bir diğerine: Endülüs tâcı elinden alınan bahtı kara, Savuşurken o güzel mülkü veripte ağyâra, Tırmanır bir kayanın sırtına etrâfa bakar; Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar, Başlar ağlatmaya bîçâreyi hüngür hüngür! Karşıdan Vâlide Sultan bunu pek haklı görür, Der ki: “Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla; Şimdi, hiç yoksa kadınlar gibi ağla!”13 Umarım, bu yitik coğrafyamızda inşa edilen medeniyete, o medeniyeti inşa eden ruha tekrardan sahip oluruz. Tekrardan zihin dünyamızda bilinçlenerek dimağımızı aydınlatırız. ğunu iddia etmek, tekrar böyle bir medeniyet inşa edebilme istidadına sahip olduğumuz anlamına geliyor. Ancak belki de unuttuğumuz ya da üzerinde durmadığımız bir nokta çok önemlidir. Endülüs muhteşem medeniyetine rağmen çökmüş ve kendisini tekrar var olmayı mümkün kılamamıştır. Endülüs’ün zenginlikleri ne kadar muhteşem olursa olsun, kendini var edecek bir yapıya sahip olmadığı aklımızdan çıkmamalıdır ki, bir medeniyetin beşikliğini yapmış İstanbul’un önemini kavrayabilelim. Endülüs, bize elimizde bulunan medeniyet birikiminin ne derece önemli olduğu bilincini hatırlatmalı, üzerinde yaşadığımız kültür katmanında neleri barındırdığımızın idrakini vermeli… Medeniyetin temellerinin atıldığı İstanbul, ancak İstiklal Savaşı gibi Tarık Bin Ziyad’a gemileri yaktıran ruh ile tarih sahnesinde “var” kalabilmiş, o ruh ile Çanakkele’de geçit verilmemiş. Geri dönüşü eğer arıyorsak, Endülüs’ün temellerini atan o ruhu aramalıyız. Unutmamalıyız ki, Endülüs’ü inşa eden o ruh, “geri dönüş”ü ve “varoluş”u içeren ruhtur. Endülüs’ün temellerini atan ruh, Gırnata emiri Ebu Abdullah’a şehrin anahtarlarını teslim edilmesiyle titremiştir. 2 Ocak 1492’de Gırnata emiri Ebu Abdullah şatafatlı bir törenle teslim eder anahtarları. Eşi ve aile fertleriyle El Hamra’nın üst taraflarına Sierra Nevada dağlarının eteğindeki kayalık tepeye çekilmiştir. Tarihi kaynaklarda teslim ettiği şehri-mülkü-toprağı ve hazineyi buradan seyrederken gözünden yaş geldiği anlatılır. Annesinin “Bir erkek gibi savunamadığın şehrin için şimdi bir kadın gibi ağlıyorsun” dediği söylenir. Ebu Abdullah’ın son kez dönüp “elveda bakışı” yaptığı kayalık tepeye “El-Ultimo Suspiro del Moro: Arabın son iç çekiş yeri” denmektedir. 800 yıldır dalgalanan hilalin yerini haç almıştır. Gırnata’nın teslimi, bir bakıma İstanbul’un REFERANSLAR 1. Endülüs Tarihi, Ziya Paşa, Selis Kitaplar, s. 503 2. Reconquista: Endülüs’te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri, Lütfi Şeyban, İz Yayınları, s.427 3. Tarihin Anlattıkları, Ahmet Seven, Suffe Yayınları, s. 22 4. M. Zekai Konrapa, Endülüs Mersiyesi Nizami Tercümesi ve Endülüs Tarihine Kısa Bir Bakış 5. Reconquista: Endülüs’te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri, Lütfi Şeyban, İz Yayınları 6. Dünyanın İncisi Endülüs Modeli, Maria Rosa Menocal, s. 37, Etkileşim Yayınları 7. Elhamra Endülüs’ün Yaşayan Efsanesi, Washington Irwing, İz Yayınları 8. Çıkış Yolu 1, Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları, s. 65 9. Elhamra Endülüs’ün Yaşayan Efsanesi, Washington Irwing, İz Yayınları, s. 53 10. Genç Beyin Dergisi, Yıl: 6 Sayı: 67 11. Dünyanın İncisi Endülüs Modeli, Maria Rosa Menocal, Etkileşim Yayınları s. 116, 12. Mudejares & Sefarades: Endülüslü Müslüman ve Yahudilerin Osmanlı'ya Göçleri, Lütfi Şeyban, İz Yayınları, s. 63 13. Süleymaniye Kürsüsünde, Safahat, Mehmet Akif Ersoy Ocak - Şubat 2013 101 KISA... KISA... HENDESE "ŞEHİR ve MEDENİYET" İLE "MERHABA" DEDİ Teknik Elemanlar Derneği (TEKDER), Hendese dergisini yayın hayatına kazandırdı. Hendese’nin ilk sayısında "Şehir ve Medeniyet” konusu işleniyor. M ühendis kelimesinin Arapça kökü olan “Hendese” kavramından hareketle dergi ismini belirleyen Teknik Elemanlar Derneği (TEKDER) Hendese’nin, Türkiye’de mühendislere ve alan dışındaki okurlara hitap eden, uzun soluklu bir dergi olmasını istediklerini belirtiyor. Hendese ilk sayısında "Şehir ve Medeniyet"i gündeme getiriyor. Aynur Can, “Laleyi Öldürdük” başlıklı yazısıyla Lale’nin Osmanlı Medeniyeti’ndeki ve günümüzdeki konumları arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Semih Akşeker, "Şehir-MülkiyetRant" başlığında, Osmanlı mülkiyet anlayışının nasıl olduğunu ve rantı nasıl önlediğini açıklıyor. Sadettin Ökten ile yapılmış bir röportaj ile "Şehir ve Medeniyet" konusuna derinlemesine bir giriş yapılıyor. Röportaj, şehirden, medeniyete, resimden, sanata, Van Gogh'dan, Salvador Dali'ye, Fuzuli'den Baki'ye oradan da Galip'e renkli bir tabloyu sunuyor. Ökten röportajında, eski İstanbul’da yaşayan insanların şehirle alakalı nasıl bir prensip belirlediklerini ve bu prensiplerin eski İstanbulluların hayatını nasıl şekillendirdiğini vurguluyor. Murat Şentürk; "Tarihi Kent Merkezlerinin Değişimi" başlıklı yazısında, tarihi kent merkezlerinde sadece turizme odaklamanın ne gibi sorunları do- ğuracağını çapıcı bir şekilde ifade ediyor. Şentürk, tarihi mekânları koruma amacıyla yapılan müdahalelerin o mekânlarda yapacağı tahribata da dikkat çekiyor. Fatih Gündoğan "Şehirleri mi Trafiğe Uydurmalıyız, Yoksa Trafiği mi Şehirlere?" başlıklı yazısında, ulaşıma getirilen çözümlerin şehirlerde ne gibi problemlere yol açtığını ve problemlerin kaynağına inerek çözüm önerilerini sunuyor. Abdullah Karadağ; "Değişen Dünyada Yerellik ve Yerlilik Kavramı" yazısında, insanları kendi başlarına üretime sevk edecek bir anlayışı metnin merkezine alıyor. Fevzi Birinci "Meydanlar İçinde" de, meydan kavramı üzerinde duruyor ve meydanın yalnızca fiziki mekânı ifade etmediğini söylüyor. Birinci, okuyucuyu Times'dan Tianmen'e oradan da Eminönü'ne ve Beyazıt'a götürüyor. Alpaslan Kuzucuoğlu "Çevresel Risklerin Etkileri ve Kent Ölçeğinde Yapılabilecekler" yazısında, şehir yönetiminde çevre korumanın önemine vurgu yapıyor. Yakup Yıldız "Koca Bir Kent"te çarpıklaşmaya başlayanın ilk önce şehirler değil insanlar olduğuna dikkat çekiyor. Hendese, www.tekderistanbul.org adresinden ücretsiz üyelik kaydıyla takip edilebiliyor. Derginin Mayıs 2013’te yayımlanacak ikinci sayısının konusu “Bilim Tarihi” ÇEKÜD’TEN ÇEVRECİ PROJELER Ç evre Kuruluşları Dayanışma Derneği (ÇEKÜD), 2012 yılında çeşitli kurumları ve halkı da içine alan bir dizi sosyal sorumluluk projesi gerçekleştirdi. 40’a yakın ilde ağaçlandırma faaliyetinde bulunan dernek, 2012 yılında gönüllüleriyle birlikte 15 binin üzerinde fidanı toprakla buluşturdu. ÇEKÜD, “Her Bebeğe Bir Fidan” kampanyasıyla hastanelerle de işbirliği yaparak her yeni doğan bebek için fidan dikiyor. 2012 yılı içinde birçok seminere de ev sahipliği yapan dernek, 102 Mimar ve Mühendis çevre sorunlarına ilişkin birçok organizasyon düzenledi, ayrıca 31 Mayıs 2013’e kadar ‘ÇEKÜD Gönüllüsü Olun’ kampanyasına devam edecek. http://www. cekud.org.tr/gonullu_form.asp adresindeki formu dolduran çevre gönüllüleri arasında, en fazla referans gösterilenler arasından birinci olan bonzai, ikinci olan anthurium scherzerianum flamingo çiçeği, üçüncü olan da orkide çiçeği ile ödüllendirilecek. Ödüller, 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde düzenlenen etkinlikte sahiplerine sunulacak. olarak belirlendi. Hendese, “Bilim Tarihi” ile ilgili yazıları 31 Mart 2013’e kadar değerlendirmek üzere kabul edecek. Hendese Dergisi'nin iletişim bilgileri şöyle: E-posta: [email protected], Web: www.tekderistanbul.org Tel: 0212 532 03 75 Adres: Oğuzhan Cad. Oğuzhan İş Merkezi No:17/5 Fatih İstanbul DOĞAYLA ÖZDEŞLEŞMENİN YOLU PERMA KÜLTÜRDEN GEÇİYOR Perma Kültür'ün temel amacı; bitki, hayvan ve insanları üretim amaçlı biraraya getirerek, bakımı kolay, sürdürülebilir ve kendi kendine yeten bir düzeni mümkün olan en küçük alanda oluşturmaktır. Kaynak kullanımına bağlı olarak, çevre ile ilgili daha kapsamlı düşünmeyi ve buna yönelik uygulamaları kapsayan Perma Kültür'ün ana teması, doğadan ilham alarak "ürün yetiştirilen ekolojik alanlar" tasarlamaktır. Perma Kültür'ün altyapı ve sosyal sistemler başlığında temel bileşenleri bulunmaktadır. Perma Kültür ve Bileşenleri Nedir? Perma Kültür kendi kendine yetebilen, sürdürülebilir sistem tasarımıdır. 'Perma Kültür'de doğayı taklit etmek, doğayla uyum ve doğaya minimum müdahale esastır. Doğayla yeniden bağlantı kurmak ve kendimizi doğanın içine yerleştirmek temeldir. Batı dünyasının doğa ile ilişkisi kesilmiştir. ABD’de yeni bir evde 2500 değişik kimyasal malzeme bulunmaktadır (plastikler, tutkallar, boyalar, vb). Büyük şehirlerde artık toprağa erişilemiyor. Ancak askeri alan, mezarlık gibi yerlerde yeşillikler var. Doğa ile bağlantıyı oluşturmak için derin bir nefes alıp gözlem yapalım. Dokunalım, görelim, duyalım, koklayalım, tadalım ve deneyimleyelim. Düşüncelerden uzaklaşıp duygularımıza bakalım. 'Perma Kültür'ün görünen ve görünmeyen iki bileşeni vardır: Altyapı olarak tanımlayabileceğimiz yapılar, bitki sistemleri, hayvanlar ve arazi 'Perma Kültür'ün görülen unsurlarını, sosyal sistemler olarak tanımlayabileceğimiz kültür, arazi kullanımı, yasalar ve eğitim ise 'Perma Kültür'ün görülmeyen unsurlarıdır. Altyapı olmadan yaşayamayız. Kültür gibi görülmeyen etkenler de var. Neyin kabul edilebilir, neyin kabul edilemez olduğunu küresel boyutta düşünmemiz gerekir. Perma Kültür tasarımının temel amacı nedir? Doğayla yeniden ilişki kurmamıza ihtiyacımız var. Tabağına bak! Ne yiyorsun? Dünyaya sanki banka hesabımız gibi davranıyoruz. Sürekli bir şeyleri alıp yerine bir şey koymuyoruz. Artık tükenme (depletion) belirtileri ortaya çıktı. Bizim de dünyaya geri vereceklerimiz olmalı. Pratikte her boyutta yapabileceklerimiz var (kültür, iklim, kentsel, tarım, coğrafya vb). İnsanla- rın katkısıyla bolluk içinde, sağlıklı, dirençli, zengin, verimli ekosistemleri yaratabiliriz. Bir şeyi idare etmek onu kontrol etmek değildir. İnsanlar doğadan ayrı değildir. Her organizma kendi bahçesini yaratır. Virüsler sonunda konakladıkları organizmayı öldürebilir. Bir sürdürülebilir sistemde, iş yükü en aza indirilmiş, atıklar kaynak şekline dönüştürülmüş ve verim en üst düzeye çıkartılmıştır. Bu ilkeler; tüm bölgelerde, çiftlikler arasında, bireysel evlerde, bir ölçekte yoğun kentsel yerleşmeler arasında, herhangi bir ortamda uygulanabilir. Perma Kültür tasarımının temel amacı; bitki, hayvan ve insanları üretim amaçlı bir araya getirerek, bakımı kolay, sürdürülebilir ve kendi kendine yeten bir düzeni “mümkün olan en küçük alanda” oluşturmaktır. Kaynak kullanımına bağlı olarak, çevre ile ilgili daha kapsamlı düşünmeyi ve buna yönelik uygulamaları da kapsayarak; doğadaki örneklerden ilham alır. Perma Kültür'ün ana teması "ürün yetiştirilen ekolojik alanlar" tasarlamaktır. Perma Kültür Seçimi: Hatırla, Geriye dön, Geliş, Yaratıcılığını kullan, Ekolojik okuryazar ol. Permakültür eğitimcisi Goeff Lowtan Dünyanın sorunlarının bahçe ile çözülebileceğini ifade etmektedir. Perma Kültür Prensipleri ve Etiği Yeryüzünü korumak İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak Tüketimi ve nüfusu sınırlandırmak Fazlalığı paylaşmak ya da yeniden yatırım yapmak Holmgren Permakültür Prensipleri • Gözlemle ve etkileşime gir • Enerjiyi yakala ve muhafaza et (biriktir) • Verim alın. • Kendi kendinizi yönetin ve geribildirim kabul edin. • Yenilenebilir kaynakları ve hizmetleri kullanın ve değerlerini bilin. • Atık üretmeyin. • Kendini tekrar eden modellerden detaylara doğru tasarım yapın. • Ayırmaktansa tümleştirin. • Küçük ve yavaş çözümleri kullanın. • Çeşitliliği kullanın ve değerini bilin. • Kenarları kullanınve marjinal olanın değerini bilin. • Değişime yaratıcı şekilde yanıt verin ve değişimden istifade edin. Not: Bu yazı Perma Kültür Araştırma Enstitüsü'nden alınmıştır. http://permakulturplatformu.org/wp-content/uploads/PennyPastoral_ rapor.pdf Ocak - Şubat 2013 103 BİZDEN HABERLER EPDK KURUL ÜYESİ FATİH DÖNMEZ ANKARA SOHBETLERİ'NİN KONUĞU OLDU M MG Ankara Şubesi’nin düzenlemiş olduğu “Ankara Sohbetleri” etkinliğinin 3 Aralık 2012 konuğu, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu Kurul Üyesi Fatih Dönmez oldu. Yoğun katılımlı davette “Enerji Piyasalarındaki Gelişmeler” konulu sunumu kapsamında katılımcılara bilgiler sunan Dönmez, sunumu sonrası davete katılanlardan gelen soruları yanıtladı. Salondan gelen soruların cevaplanması sırasında EÜAŞ Genel Müdür Halil Alış ve Başkent Doğalgaz Genel Müdürü İbrahim Halil Kırşan’da söz alarak programa katkı sağladılar. MMG Ankara Şubesi’nin “Ankara Sohbetleri” etkinliğine ayrıca; Ak Parti Bingöl Milletvekili Eşref Taş, Ak Parti Merkez Disiplin Kurulu Üyesi Vahdettin Bahadır, EÜAŞ Genel Müdürü Halil Alış, Başkent Doğalgaz Genel Müdürü İbrahim Halil Kırşan, EPDK Kurul Üyesi Abdullah Tancan, Altyapı Yatırımları Genel Müdürlüğü Demiryolu Yapım Dairesi Başkanı Kazım Özgür, Şehir ve Medeniyet Derneği Genel Başkanı Altan Özkanlı, Enerji Bir-Sen Genel Sekreteri Zahit Borak,Kalkınma Bankası Genel Müdür Yardımcısı Zekai Işıldar, Tedaş Genel Müdür Yardımcıları Ömer Sami Yapıcı,Necat Tur, Fatih Gökkaya , Mustafa Taşdemir , Enerjisa İcra Kurulu Başkan Yardımcısı Ömer Faruk Gültekin, MMG Şube üyeleri ile çok sayıda konuk da katıldı. 104 Mimar ve Mühendis SAVUNMA SANAYİ MÜSTEŞAR YARDIMCISI DR. FARUK ÖZLÜ "SAVUNMA SANAYİNDE STRATEJİK GELİŞMELER'İ ANLATTI Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG) Ankara Şubesi’nin düzenlediği "Savunma Sanayiinde Stratejik Gelişmeler" konulu Ankara Sohbetleri etkinliği, 14 Ocak’ta, Savunma Sanayi Müsteşar Yardımcısı Dr. Faruk Özlü’nün de katılımıyla gerçekleşti. D Ankara Sohbeti etkinliğinde yer alan Dr. Faruk Özlü, savunma sanayinin tarihini ve son 10 yıldaki gelişmeleri anlattı. Özlü, "Müsteşarlığımız 2000’li yıllara kadar ortak üretim programlarıyla, daha sonra ise özgün yurt içi tasarım ve yurtiçi üretim sistemleriyle, TSK’nın modernizasyonuna ve gelişimine önemli katkılarda bulunmuştur. Geleceğe dönük uygulanan doğru stratejiler sonucunda Milgem, Altay Ana Muharebe Tankı, Meltem Deniz Karakol Uçağı, Kasırga TR-300 Füzesi, Milli Piyade Tüfeği, İnsansız Deniz Aracı, Atak Helikopteri ve İnsansız Hava Araçları gibi çok sayıda projenin savunma sanayiimiz tarafından başarıyla yürütülmesi sağlanmıştır. Özgün Yurt İçi Geliştirmeyle, savunma sanayimizi özgün yurt içi çözümler sunabilecek ve uluslararası alanda rekabet edebilecek şekilde yapılandırıyoruz. Yan Sanayi ve KOBİ Yaklaşımıyla da, savunma sanayi faaliyetlerine yerli sanayinin katılımı çerçevesinde, KOBİ’lerin teşvik edilmesini sağlıyor ve bunu çok önemli görüyoruz. KOBİ’lerin yaratıcı, esnek ve dinamik yapısı sektörü güçlendirecek, yerlileştirme hedeflerine ulaşılmasında önemli katkılar sağlayacak ve nihayetinde sektörde verimliliği arttıracaktır. Savunma ürünü ihracatına yönelik teşvik ve offset imkanlarının KOBİ’lerin istifadesine açılması amacıyla da ihtiyaç duyulan konularda ilave tedbirler alınacaktır" ifadelerini kullandı. Özlü, 'Kendi tasarımlarımızı yapıyoruz, kendi ürünlerimizi üretiyoruz. Eskiden kolaydı, lisans alıp burada üretip, teslim ediyorduk. Şu anda kendi mühendislerimiz, kendi işçilerimiz tasarımları, üretimleri yapıyor. Türkiye dönüşü olmayan bir yola girdi. Bundan sonraki hedefimiz kendi askeri jet uçağımızı yapmak, biliyorsunuz geçtiğimiz haftalarda kendi uydumuzu fırlattık, kendi helikopterimizin tasarımını yaptık uçurduk, kendi fırkateynlerimizi kendimiz yapıyoruz''diye belirtti. Katılımcıların yoğun ilgisiyle karşılaşan Özlü, Ankara Sohbetlerinin sonunda konukların sorularını cevapladı. Programa Ak Parti Merkez Disiplin Kurulu Üyesi Vahdettin Bahadır, Etkb Bakan Müşaviri Murat Akkaya, Taı Direktör Yılmaz Güldoğan, Epdk Kurul Üyesi Fatih Dönmez, Shgm Gnl. Md. Yrd. Bahri Kesici, Aygm Demiryolu Dairesi Bşk. Kazım Özgür, Ankara Büyükşehir Belediyesi İç Teftiş Kurulu Bşk. Doğan İşçi, Karayolları Teftiş Kurulu Bşk. Vacip Mert, Mmg Şube Üyeleri İle çok sayıda konuk katıldı. Ocak - Şubat 2013 105 BİZDEN HABERLER TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman Bursa MMG'deydİ MMG Bursa Şubesi'nin düzenlemiş olduğu kahvaltılı toplantıya katılan TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman, TCDD hakkında bilgiler verdi. İ nşaatı devam eden 3434 km tren yolun bulunduğunu belirten Karaman, dünyada her ülkede yollara yatırım yapıldığını, dünyadaki yatırım toplamının 2020 yılına kadar 1 trilyon ABD doları olması planlandığını söyledi. Adapazarı ve Çankırı hızlı tren fabrikası, Sivas modern beton travers fabrikası, fay bağlantı elemanları, Kardemir Karabük ile ray imalatı, MKE ile tekerlek imalatının yapıldığını ve yerli imalatlara önem verildiğini kaydeden Süleyman Karaman, Tren yolları üzerinde sürekli kaza haberlerine konu olan hemzemin geçitlerin kaldırılaca- ğını, yerine alt geçit-üst geçit yolların yapılacağını söyledi. 2023 yılı tren yollarının yatırım planı; 10000 km normal hat ve 4000 km yüksek hızlı tren hattı ve toplamda 25940 km tren hattından bahseden Karaman, Batı , Kuzeydoğu, güneydoğu ve güney yönünde hizmet ağları ile ülkelerarası bağlantıların sağlanacağını kaydetti. Kendimize ait yerli sinyalizasyon sistemimizin TÜBİTAK ve Üniversitelerimizin işbirliği ile yapıldığını kaydeden Karaman, gelecekte ulaşımın çok daha yönlü ve çeşitli olabileceğini belirtti. AYDIN AĞAOĞLU TÜKETİCİ HAKLARINA DİKKAT ÇEKİYOR T üketiciler Birliği Onur Kurulu Başkanı Aydın Ağaoğlu, Bilgi Üniversitesi Kuştepe Kampüsü’nde düzenlenen Bizbize Konuşmalar etkinliğinde, katılımcıları tüketici hakları konusunda bilgilendirdi. Aydın Ağaoğlu; tüketicilerin haklarının farkında olmadığını ve bu konuda her tüketicinin bilinçlendirilmesi gerektiğinin altını çizerek; hangi konularda tüketicilerin haklarını araması gerektiği ve hak arama süreçleriyle ilgili bilgi verdi. Ağaoğlu; küçük meblağlarla da olsa haksızlığa uğrayan kişilerin kaybettiği paraların toplamda büyük bir ciro sağladığını söyledi. Ayıplı mallar hakkında da bilgi veren Ağaoğlu, satın alınan ürünlerin ambalajında, etiketinde, tanıtma ve kullanma kılavuzunda bulunan eksik ya da hataların ürünün ayıplı olduğunu gösteren özellikler olduğunu ve satın alındığı tarihten itibaren 30 gün içinde iade edilebileceğini, ayıbın neden olduğu değer kaybının bedelden indirilebileceğini veya tazminat hakkı kazanılabileceğini kaydetti. Ağaoğlu ayrıca Kredi kartı aidatları, sayaçsız elektrik kullanımı ve kayıp kaçak konuları üzerinde de durdu. MMG'DEN OĞUZHAN YILDIZ'A ZİYARET M imar ve Mühendisler Grubu; Ankara Şube Başkanı Yılmaz Ada, MMG Bursa Şubesi Üyelerinden Dr. Müh. Mustafa Uysal ve MMG Kayseri Şubesi Denetleme Kurulu Asil Üyelerinden oluşan bir grupla, İller Bankası İhale Dairesi Başkan Vekili Olarak Atanan Oğuzhan Yıldız’ı 26 Aralık 2012 tarihinde makamında ziyaret ederek hayırlı olsun dileklerini ilettiler. 106 Mimar ve Mühendis UZAY MÜHENDİSLERİNİN HEDEFİ TÜRKİYE'NİN İLK ROKETİNİ GELİŞTİRMEK T eknik Üniversitesi Uçak Uzay Mühendisliği Kulübü üyeleri Kadir Efe, Samet Öztürk,Yağmur Ateşcan ve Coşkun Fırat Dursun, kulüp bünyesindeki takımlar, yapıları ve çalışmaları hakkındaki bilgileri MMG ile Bizbize Konuşmalar'da paylaştılar. Hibrit motorlu ilk yüksek güç roketini üretmelerinin kendilerine büyük özgüven verdiğini ifade eden grup üyeleri, destek verilmesi halinde Türkiye'nin ilk roketini geliştirmek istediklerini belirttiler. Ayrıca Haziran ayında ABD’de düzenlenecek bir yarışmada; hibrit motoru ve 7 farklı sensörüyle 7000 metre irtifaya çıkarmak istedikleri Mars Robotu ile yarışacaklarını aktardılar. CanSat, BDF gibi uluslararası havacılık yarışmalarında birincilikler ve önemli dereceler alan grup üyeleri, Takımlar halinde kazandıkları başarıları da katılımcılarla paylaştılar. Grup, bu arada 2013’ün Nisan ayında düzenlenecek olan Formation Workshop ile Türkiye’de havacılık ve uzay bilimleri alanında önemli bir projeye imza atmayı planlıyor. MMG ve ÇEVRE ŞEHİRCİLİK İZMİR İL MÜDÜRLÜĞÜ KENTSEL DÖNÜŞÜMÜ KONUŞTU M MG İzmir Şube Başkanı Ünal Özturkut, Ethem Tatar, Süleyman Tatar, Yrd. Doç. Dr. Ayhan Nuhoğlu, Akif Kahya, Abdullah Borca, Hüsamettin Dalga'nın yer aldığı MMG İzmir Şubesi'nden bir heyet, Çevre ve Şehircilik İzmir İl Müdürü M.Ata Erpolat’ı makamında ziyaret etti. Kendisinin de İnşaat Mühendisi olduğunu ifade eden Erpolat, 5203 ve 5216 sayılı kanunlar ile Bayındırlık bünyesinde yapılan işler hakkında bilgiler verdi. Kentsel dönüşüm konusunda Türkiye ve İzmir’deki mevcut durum hakkında görüşlerini MMG heyeti ile paylaşan Erpolat, gelecek dönemde MMG İzmir Şubesi ile Kentsel Dönüşüm ve mevzuatı hususunda bir seminer düzenleyeceklerini söyledi. MMG, GEMİMO'YU ZİYARET ETTİ M MG Genel Başkanı Avni Çebi, Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi, Yönetim Kurulu üyesi Şenol Arslan ve ElektrikEnerji Komisyonu Başkanı Doç. Dr. İbrahim Güneş'ten oluşan grup üyeleri, TMMOB Gemi Makineleri İşletme Mühendisleri Odası’nı (GEMİMO) ziyaret etti. TMMOB Gemi Makineleri İşletme Mühendisleri Odası adına Yönetim Kurulu Başkanı Feramuz Aşkın ile Yönetim Kurulu Üyelerinden Alper Kılıç, Mehmet Akça, Murat Akpınar ve GEMİMO Genel Sekreteri Salih Bilal'ın ev sahipliğinde gerçekleşen ziyaret sırasında MMG ve GEMİMO’nun çalışmaları hakkında bilgi alışverişinde bulunuldu. Gemi mühendisliğinin üniversitelerde ve mühendislik dalları arasındaki tarihsel gelişiminin de konuşulduğu toplantıda, iki grubun ne tür işbirliği yapabileceği kouları istişare edildi. MMG Genel Başkanı Avni Çebi, öğrenciler ve odalarla ortak çalışmalar yapılarak, önemli etkinliklere imza attıklarını, ayrıca teknik konuların yanında insani konularda da üzerlerine düzen görevleri yerine getirdiklerini ifade etti. Genel Merkezi İstanbul’da bulunan GEMİMO Başkanı Feramuz Aşkın da, oda olarak yönetim kurulu ve üyeler arasında güçlü bir bağın olduğunu belirtirken, TMMOB kurulduktan sonra ilk kurulan odaya yakışır şekilde gerekli durumlarda birbirlerine sürekli yardım ellerini uzattıklarını ve bütünlük içerisinde çalışmalarına devam ettiklerini ifade etti. Mezun ve üye sayılarının birçok odaya göre az olduğunu kaydeden Aşkın, butik bir oda olduklarını ve farklı görüşler olsa dahi hep bir arada uyumla çalıştıklarına dikkat çekti. Aşkın, GEMİMO olarak mesleklerini tanıtmak için okullarda tanıtım konuşmaları yaptıklarını da söyledi. Ocak - Şubat 2013 107 BİZDEN HABERLER MMG ANKARA SOHBETLERİ'NİN İLK KONUĞU BİLAL EKŞİ M MG Ankara Şubesi’nin ayda bir gerçekleştirilen MMG Ankara Sohbetleri programının ilk konuğu Sivil Havacılık Genel Müdürü Bilal Ekşi oldu. Yaklaşık 100 kişi eşliğinde TEDAŞ Misafirhanesi Salonu’nda gerçekleştirilen toplantıda Ekşi, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nün sivil hava araçlarında düzenleme yapan, mevzuatı uygulayan, denetleyen, uluslararası sözleşmelere tabi bir kuruluş olduğunu belirterek, uluslararası arenada Chicago Konvansiyonu’na dahil bir oluşum içinde olduklarını söyledi. Yeni oluşumun, uçakların ve diğer hava araçlarının tanımlanmış kurallar dahilinde rahatça hareket etmesini sağlayacağını sözlerine ekledi. TAI'YE TEKNİK GEZİ DÜZENLENDİ M MG Ankara Şube Başkanı Yılmaz Ada’nın da aralarında bulunduğu, bir ekip , 26 Aralık 2012 tarihinde TAI’yi ziyaret ederek, teknik gezi yaptı. TAI personeli tarafından karşılanan MMG ekibi, düzenlenen kokteylde üst düzey yöneticilerle tanıştı. TAI Strateji ve Teknoloji Yönetimi Başkanı Yılmaz Güldoğan, TAI’yi tanıtan bir sunum gerçekleştirerek; şirketin tarihçesi, piyasa payı, projeleri, gelişimi, organizasyon yapısı, bölümleri gibi çeşitli bilgileri ve istatistiksel verileri paylaştı. Toplantının ardından ekip, üretim ve ARGE tesislerinde yapılan turlar ile yürütülen projeleri yerinde görme fırsatı buldu. 108 Mimar ve Mühendis AFET VE ACİL DURUM YÖNETİMİNE HAZIR MIYIZ? İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu, bizbize konuşmalar kapsamında, “Yerel Yönetimler İçin Afet ve Acil Durum Yönetimi” konusunda bir sunum gerçekleştirdi. M MG Genel Merkez Binası’nda düzenlenen etkinlikte Kadıoğlu; deprem, sel, yangın gibi acil müdahale edilmesi gereken durumda yapılması gerekenleri anlatırken, ülkemizin hala afetlere hazırlıklı olmadığını ve halkın bu konudaki bilincinin yetersiz olduğunu belirtti. Kadıoğlu, afet yönetiminin bir kalkınma problemi olduğunu söyleyerek, bu konunun sadece arama kurtarma bazında düşünülmemesi gerektiğinin altını çizdi. Bölge bölge risk haritalarının belirlendiği Bütünleşik Afet Yönetimi Projesi’ne de değinen Kadıoğlu, afet sonrası alınacak önlemlerin nasıl planlanması gerektiği konusunda da açıklamalar yaptı. Kadıoğlu, Japonya’nın Kobe kentinde meydana gelen depremle ilgili videolar da izletti ve afetler hakkında katılımcılara teknik bilgiler verdi. Ayrıca afet öncesi ve sonrasında yapılması gerekenleri açıkladı. Kadıoğlu, inşa edilecek yapıların sadece depreme dayanıklılık ölçüsüyle değil, büyük sel felaketleri için subasman seviyeleriyle de değerlendirilmesi gerektiğine vurgu yaptı. Büyük sel felaketleri ve depremler sonrasında oluşacak tsunamilerde subasman seviyesini bilmenin ve buna göre önlem almanın hayati önemine dikkat çeken Kadıoğlu, bilinçlendirme çalışmalarının önemine dikkat çekti. Kadıoğlu, Türkiye’de acı şekilde son bulan sel olaylarının büyük çoğunluğunun dere veya sel yataklarının bilinmemesi sonucu ortaya çıktığını dile getirdi. Türkiye’de köprü yönetmeliğinin de olmadığını vurgulayan Kadıoğlu, Türkiye’de dere üzerindeki bazı köprülerin suyun akışını engelleyebilecek özelliklere sahip olduğunu belirterek, taşkınların birçoğunun bu nedenden dolayı olduğunu söyledi. AFET SONRASI ÖNLEMLER NASIL PLANLANMALI? Türkiye’de afet sonrası yaşanacaklar için çalışmaların yeterli olmadığını dile getiren Kadıoğlu, afet sonrası özellikle İstanbul’da halkın toplanacağı boş alanların olmasının önemini vurguladı. Herhangi bir deprem sonucunda halkın okullarla birlikte kamu alanlarına da akın edeceğinin altını çizen Kadıoğlu, bu yerlerde hiçbir hazırlığın olmadığını, Japonya’da halkın toplanacağı düşünülen park ve bahçelerde 3 günlük ihtiyacı karşılayacak temiz su tanklarının bulunduğunu ifade etti. Afet sonrası acil müdahale edebilmenin mümkün olabilmesi için şehir ve çevre planlamasının da önemli olduğunu aktaran Kadıoğlu, ada bazında düşünülerek afet sonrası müdahale planlamaları yapılabileceğinden ve yangın vb. konularda müdahalenin hızlandırılabileceğinden bahsetti. TAKSİM’İN YAYALAŞTIRILMASI PROJESİ TARTIŞILDI Mimar Mühendisler Grubu Yönetim Kurulu Üyesi Murat Özdemir ile Mimar ve Kentbilimci Prof. Dr. Ahmet Vefik Alp, Samanyolu TV’nin konuğu oldu; Taksim’in yayalaştırılması projesini konuştu. Y eryüzü Mühendisleri Yönetim Kurulu Başkanı ve Mimar Mühendisler Grubu Yönetim Kurulu Üyesi Murat Özdemir ile Mimar ve Kentbilimci Prof. Dr. Ahmet Vefik Alp Samanyolu Haber kanalında Taksim’in yayalaştırılması ile ilgili proje hakkında görüşlerini dile getirdiler. “İSTANBUL’DA YEŞİL SADECE MEZARLIKLARDA OLMAMALI” İnsanların meydanlardan faydalanabilmeleri açısından yayalaştırma konusunun önemli olduğunu dile getiren Özdemir, Taksim’deki projenin sadece o bölgeyi ilgilendiren değil İstanbul’un genelini ilgilendiren bir proje olduğunu kaydetti. Taksim’in trafiğe kapatılarak yayalaştırılması konusundaki çalışmalarda en önemli noktalardan biri olarak, yayalaştırılan alanların yeşil alanlara da dönüştürülmesini gösteren Özdemir; yayalaştırılan bölümün granit taşlarla kaplı ve insanların banklarda oturduğu değil, yeşil alanların bol olduğu ve insanları meydanda tutabilecek özelliklere sahip olması gerektiğini belirtti. Yeşil alan konusunda halkla ve uzmanlarla istişare edilmesi gerektiğinin altını da çizen Özdemir; “Yeşil alanlara ihtiyacımız var; çünkü İstanbul’da ciddi olarak alan, park ve meydanlarda yeşil alan sıkıntısı var. İstanbul’da yeşil mekan- lar ağırlıklı olarak ölülere ait. Dolayısıyla bu tarz yayalaştırma, kamuya açma konusunda yeşili, park dokusunu korumak, düşünmek lazım; çünkü normal haliyle Taksim Meydanı insanların geldiği zaman geçirdiği değil, bir sirkülasyon meydanı. İnsanlar Taksim Meydanı’na geldikten sonra ya İstiklal Caddesi’ne ya da diğer taraflara geçiyor. Kısacası fonksiyonel olarak insanları orda tutabilecek özellikler olmalı” dedi. “BEN YAPTIM OLDU DÜŞÜNCESİNDE OLMAMAK GEREKİR” Araç trafiğinin yeraltına alınmasının ardından trafiğin rahatlayıp rahatlamayacağı polemiği hakkında da görüşlerini belirten Özdemir, öncelikli amacın trafiğin rahatlatılmasından ziyade vatandaşlara hizmet eden bir meydan inşa etmek olması gerektiğini söylerken, Tarlabaşı bölgesindeki ışıkların kaldırılmasıyla trafiğin daha da akıcı bir özellik kazanacağını sözlerine ekledi. Hayata geçirilecek projede eleştirilere ve alternatif önerilere açık olunmasının proje için faydalı olacağına dikkat çeken Özdemir, “ben yaptım oldu” düşüncesi yerine ortaklaşa halkın yararlanabileceği ve faydalı bir proje ortaya koymak gerektiğini belirterek sözlerini noktaladı. MMG ve GIDA MÜHENDİSLERİ ODASI ORTAK PROJELERE İMZA ATMAK İSTİYOR M MG Genel Başkanı Avni Çebi, Yönetim Kurulu üyesi Şenol Arslan, Yeryüzü Mühendisleri Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı ve MMG Yerbilimleri Komisyonu Başkanı Şehmus Yıldırım ve MMG Sekreteryası'ndan Yunus Emre Tozal MMG adına TMMOB Gıda Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’ni ziyaret etti. TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Sedat Kuru ile Yönetim Kurulu Üyelerinden Sadık Göneş, Nuri Şahin, Gökhan Dik ve Emre Dikmen'in ev sahipliğini yaptığı gezi sırasında yapılan görüşmelerde, MMG Genel Başkanı Çebi, mühendislik odalarıyla ortaklaşa çalışmalar yaptıklarını ve bu doğrultuda Gıda Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’yle gelecekte ortak projelere imza atmak istediklerini belirtti. Şehmus Yıldırım da afet bölgelerine yapılan teknik ve insani desteklerde gıda mühendislerine ihtiyaç duyulduğunu ve bu bağlamda ortak çalışmalar yapabileceklerini kaydetti. Başkan Kuru, TMMOB Gıda Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi olarak aktif bir şekilde çalışarak gıda mühendisliği alanında faydalı projeler gerçekleştirmek istediklerinin altını çizerek, oda bünyesinde düzenledikleri eğitimler ile gıda mühendislerinin bilgilendirildiğini ve aktif olarak çalışmaların yapıldığını söyledi. Kuru, eğitimler devam ederken oda bünyesindeki üyeler, diğer gıda mühendisleri ve üniversiteler ile birlikte daha birçok proje geliştirmek istediklerini ifade etti. Ocak - Şubat 2013 109 KİTAPLIK YENİDEN GIDA RAPORU & YEDİKLERİMİZ, İÇTİKLERİMİZ HELAL Mİ, HARAM MI? DÜNYAYI GÜZELLEŞTİRMEK: TURGUT CANSEVER'LE KONUŞMALAR Yazar: Dr. Müh. Hüseyin K. Büyüközer Kişisel Yayınlar Yazar: Beşir Ayvazoğlu Timaş Yayınları Dr. Hüseyin K. Büyüközer; 25 yıllık birikimi ile hazırladığı, “Yeniden Gıda Raporu” kitabı ile insanları gıda üzerine yeniden düşünmeye, hayatı sorgulamaya, yedikleri ve içtiklerini analiz etmeye çağırıyor. Gıda sanayisi üzerine gelişen teknolojiyi doğru yorumlamanın gerektiğine dikkat çeken kitap, tarih boyunca manevi değerlerle uyumlu, yaşama sevincini tekrar kazandıracak yeniden sağlıklı bir yaşam tarzına dönüş yapılmalı savını destekliyor. Kitaba göre; doğal ve organik yaşam unsurlarını tekrar gün ışığına çıkarmak çok zor olmamalı. Yeni yaşam tarzı kabul gördükçe kısa zamanda güçlü bir harekete ulaşacak. Beşir Ayvazoğlu'nun "Turgut Cansever'le Konuşmalar" kitabı, kâh Turgut Cansever’in çok az bilinen çocukluk ve gençlik zamanlarında, kâh babası Doktor Hasan Ferit Cansever’in Türk Ocaklarını kurmak için verdiği mücadelelerin içinde geçiyor. Turgut Cansever’in “Dünyayı Güzelleştirmek” olarak özetlediği mimarî felsefesine, sanat görüşüne ve bütün dünyada kısa sürede müthiş bir hızla gelişen şehirleşmenin Türkiye’de nasıl tezahür ettiğine dair görüşlerini kendisiyle sohbet ediyormuş gibi okuyacaksınız. Beşir Ayvazoğlu Turgut Cansever'in güzelliğe bakışını ve hakikati arayışını; "dünyayı güzelleştirmek" şeklinde özetliyor. MİMARİ VE FELSEFE, SİNEMA VE FELSEFE, SANAT VE FELSEFE Yazar: Dücane Cündioğlu Kapı Yayınları Dücane Cündioğlu Sanat ve Felsefe, Mimarlık ve Felsefe, Sinema ve Felsefe kitaplarında farklı disiplinleri bir araya getirerek insanın mekanla olan ilişkisini sorguluyor. Küreselleşen dünyada “şehir ve şehirleşme” kavramlarının değişmesiyle birlikte oluşan çoğulcu düzen karşısında klasik çağlarda oluşmuş dini terminolojinin, eleştirel bir düşünce faaliyetine ihtiyacı olduğu görünmektedir. Artık bilgi toplumuna dönüşen şehirlerde, bir taraftan mekânın anlamı değişirken diğer taraftan zaman hızlanmaktadır. Şehirleşme bağlamında gelişimini sürdüren yeni algı biçimleriyle dini bilimlerin ve pratiklerin, “dünyaya şehirden bakabilmeyi” başardığını söylemek oldukça güç olsa gerektir. YEDİKLERİNİZİN İÇİNDE NE VAR? Yazar: Kemal Özer Hayy Kitap Kemal Özer'in son kitabı "Yediklerinizin İçinde Ne Var?", beslenme ve gıda alanında gündeme etki eden GDO ve katkı maddelerini tartışmaya açtı. Özer’e göre ürünlerin raf ömrünü uzatmak için besinlere radyasyon veriliyor, ama bu işlemin adına ‘ışınlama’ deniliyor. Yapmanız gereken, 110 Mimar ve Mühendis KAYIP RENK Yazar: Hüseyin Tunç Nesil Yayınları Daha önce "Biz Aslında Neyiz ?" deneme kitabını ve katılım bankacılığı sektörü için temel kaynak niteliğinde olan "Katılım Bankacılığı Felsefe Teorisi ve Türkiye Uygulaması" isimli kitaplarını yayın hayatına sunan Hüseyin Tunç, bu defa bir romanla karşımıza çıkıyor. Kayıp Renk’te toplumsal ve ekonomik hayatımızda son otuz yıldır hızlanan değişimin bireysel hayatımız üzerindeki etkisi anlatılıyor. Değerlerle çelişen cazibeler, seçilemeyenler, korkular ve umutlar arasında bir hayatın hemen her yönü… Eğitim, askerlik, iş, aş, aşk, korkanlar ve korkutanlar... Roman, varoluşa, psikolojiye, sosyolojiye ve tasavvufa dair gözlem ve tespitlerle örülü ve okuyucu kendi içinde bir yolculuğa çıkartacak. son kullanma tarihi uzun olan besinlerden uzak durmak. İşlemin ilk olarak 1957 yılında Batı Almanya’da baharatlar üzerinde denendiğini vurgulayan Özer, ülkemizde de Türk Gıda Kodeksi Yönetmeliği’nce uzun bir zamandır uygulandığını savunuyor. Daha önce kaleme aldığı “Deccal Tabakta”, “Şeytan Ye Diyor” ve “Müslüman’ın Diyeti” kitapları ile Medya Etik ödülü sahibi olan Özer, başta devlet eliyle yapılan bu uygulamayı büyük bir yanıltmaca olarak nitelendiriyor. AJANDA EURASİA RAİL AVRASYA BOAT SHOW 2013 Fuar Yeri: İstanbul Fuar Merkezi Fuar Tarihleri: 15.02.2013- 24.02.2013 Sektör: Denizcilik We: www.cnravrasyaboatshow.com UNICERA Fuar Yeri: İstanbul Tüyap Kongre ve Fuar Merkezi Fuar Tarihleri: 27.02.2013- 03.03.2013 Sektör: Seramik, banyo, mutfak Web: http://www.unicera.com.tr/ BURSA EĞİTİM FUARI Fuar Yeri: Bursa Tüyap Fuar Tarihleri: 09.03.2013- 17.03.2013 Sektör: Eğitim Web: bursaegitimfuari.com Fuar Yeri: İstanbul Fuar Merkezi Fuar Tarihleri: 07.03.2013- 09.03.2013 Sektör: Altyapı, Lojistik, Demiryolu Web: www.eurasiarail.eu EUROPORT İSTANBUL Fuar Yeri: İstanbul Fuar Merkezi Fuar Tarihleri: 20.03.2013- 23.03.2013 Sektör: Denizcilik Web: www.europort-istanbul.com WIN AUTOMATİON Fuar Yeri: İstanbul Tüyap Fuar ve Kongre Merkezi Fuar Tarihleri: 21.03.2013- 24.03.2013 Sektör: Otomasyon Web: http://www.win-fair.com PENCERE CAM VE KAPI FUARI Fuar Yeri: İstanbul Tüyap Fuar ve Kongre Merkezi Fuar Tarihleri: 13.03.2013- 16.03.2013 Sektör: Pencere, cam, kapı Web: http://www.istanbulpencerefuari.com/ Ocak - Şubat 2013 111 ÇİZGİ YORUM YAKUP GÜLER 112 Mimar ve Mühendis Binlerce yıllık Kültürel Mirasımız olan eserleri geleceğe taşıyoruz Kariye Müzesi Restorasyonu Evliya Çelebi Mah. Kıblelizade Sok. Tepe Han. No:1/12 Beyoğlu / İSTANBUL T: 0212 251 43 01 F: 0212 292 15 82 M: [email protected]