sayı 13 - ODA Sanat

Transkript

sayı 13 - ODA Sanat
ODA
NİSAN - MAYIS 2009
13. SAYI
!
Bir Hindistan rüyası: Milyoner,
Varoşların Köpeği.
Editörden
Alper Bilgili- İstem.......................................................................................................... 4
Mürvet Sarıyıldız- Bulutların Yıkadığı Şehir..................................................................... 5
Sadık Yemni - Tepe Dünyaya Taklak.............................................................................. 6
Ferya Aydın - Özgür Çocuk............................................................................................ 9
Murat Gür - Siz bu fotoğrafın neresindesiniz?............................................................. 10
Osman Özbaş -Aynadan Yansıyan .............................................................................
11
Sadık Yemni - Sessiz Amerikalı.................................................................................... 13
Şeyda Koç - Hollanda’nın Yazarları.............................................................................. 16
Sadık Yemni - Kayıp Sinema .......................................................................................
19
Şeyda Koç- Bekler seni................................................................................................ 15
Can Çelebi- Slumdog Millionaire................................................................................. 16
Şeyda Koç- Buklesinde Reyhan Kokusu..................................................................... 19
Sinan Tabanlı- En Sevdiğim Günah............................................................................. 21
Sadık Yemni - Atları da Vururlar....................................................................................23
Faysal Apak - Şiirler..................................................................................................... 27
Can Sever- Şiirler.......................................................................................................... 27
Osman Özbaş - Safdil.................................................................................................. 28
Tuğba Cincil - Telgraf II................................................................................................ 28
Handan Kalsın - Allah’a Kafa Tutmak...........................................................................29
Erol Kasırga - Rüya İçinde Hikaye................................................................................31
2
ODA NİSAN - MAYIS 2009
Sevgili Oda Dergisi Okurları,
Zaman tavşan, esin emeğiniz
kaplumbağa oldu ve birlikte 13.
sayıya eriştik.
Öykü odamızda kıpır kıpır 7
öykümüz var. Alper Bilgili’den İstem,
Sadık Yemni’den Tepe Dünyaya
Taklak, Osman Özbaş’tan Aynadan
Yansıyan ve Safdil, Şeyda Koç’tan
Buklesinde Reyhan Kokusu, Handan
Kalsın’dan Allah’a Kafa Tutmak ve
Erol Kasırga’dan Rüya İçinde Hikaye.
Anlam Ayrılıklarda Gizlidir ve Selim
Millionaire yazısıyla karşınızda.
Temo, Can Sever’den Ruh Defteri ve
Objektif ve Tuğba Cincil’den Telgraf II.
Tiyatro yazarı Murat Gür soruyor;
Siz bu fotoğrafın neresindesiniz?
Fikir Yongalama odamızda güncel
konular kol geziyor. Sinan Tabanlı’dan
14. sayıda görüşmek üzere.
En Sevdiğim
Günah ve Sadık
Yemni’den Sessiz
Amerikalı ve Trio
Durumları ve
Atları(özneyi)da
Vururlar.
Sinemacı
Şiir odamızda 8 şiir ışıyor. Mürvet yazarımız Can
Sarıyıldız’dan bulutların Yıkadığı Şehir, Çelebi kısa bir
Ferda Aydın’dan Özgür Çocuk, Şeyda ayrılıktan sonra
Koç’tan Bekler seni, Faysal Apak’dan Slumdog
3
Alper Bilgili - İstem
İç Ege'de ova üzerine kurulmuş
kasabalardan birisini getirin aklınıza.
Hatta Menderes'e komşu olsun. Yazı
yaz gibi, kışı kış gibi...
Bu kasabada bir kahvehanenin
önündeyim. Dışarı atılmış
sandalyelerden birine kurulmuşum.
Sandalyenin sırt kısmını oluşturan
tahtalar bile huzurumu kaçırmaya
yetmiyor.
Burası Ege. Burada zaman yavaş
akıyor.
İnsanlar tasasız.
Öğleden sonra...
İtfaiye toz kalkmasın diye
sokakları suluyor. Serinlik
oturanlara biraz enerji verir
gibi oluyor. Tavla
oynayanlar pulları daha
bir sert çarpıyorlar. Yan
masadaki ihtiyar,
Kore'de nasıl esir
düştüklerini
anlatıyor gururla.
Söz bir türlü
karşısındakine
gelmiyor.
Amcamın oğluna
dönüp "Artık eve gitmem
gerekiyor" diyorum. Umursamıyor.
Koreli kızlar daha çok ilgisini çekiyor
o an. Kalkıyorum. O Koreli kız
hikayesinden bir şey çıkmayacağını
bildiğim için tereddüt de etmiyorum.
Bisikletimin sağ pedalını yukarı
gelecek şekilde ayarlayıp itfaiyenin
ısladığı sokaklarda yavaşça
ilerliyorum.
Çamur kokusu yol boyunca
peşimi bırakmıyor. Rahatsız
olmuyorum. Ağır ağır kayıyorum
yolun üzerinde.
Kerpiç evler azalıyor. Bu azalma
kasabanın eski merkezinin sonuna
geldiğimi gösteriyor. Yeni yapılan
evler kasabanın dışında ve yeni
oldukları için hepsi tek tip,
betonarme. Nedense kasabanın
merkezinde oturanlar kerpiç evlerden
vazgeçemiyorlar. Babam misal. O
kadar söyledik. “Daha güvenli, daha
sağlıklı, daha güzel, daha…” dedik.
Ama kar etmedi. Aslında hiçbir zaman
“Olmaz!” demiyor. Her seferinde
"Hele bu sene bir çıksın." gibi
cümleler kuruyor. Ama belli ki o da
yaşıtları gibi yeni evinde kendini
yabancı hissetmekten korkuyor.
Haksız mı? Yabancısı olduğun
bir yerde ölmek ne kötü
bir histir...
Şimdi
etrafımda
tek bir kerpiç ev
yok. Yol tamamen
toprak oldu. Az sonra sağa
dönüp eve yöneleceğim. Bacaklarım,
ellerim bile ezbere biliyor ne zaman
döneceğimi. Onlara güveniyorum.
Ama hayret! Nasıl oluyorsa
kaçırıyorlar doğru girişi.
Onlara hükmetmesini
söylüyorum. Kime mi? Bilmem. Kime
söylenirse ona...
Olmuyor. Bacaklarım daha
hızlanıyor. Ellerim gidonu sıkıca
kavramış. Dümdüz ilerliyorum.
Allahtan yol boş ve düz.
p1180465_bikeDoğrudan,
uzuvlarımla konuşmayı mı denesem?
Nasıl bir fiil kullanmalı?
"Durun!"
Sessizler. İşlerine, yani bana
isyan etmeye o kadar konsantre
olmuşlar ki...
"Size diyorum be! Beni
dinlemeniz gerekiyor!"
"Neden?"
Bu alaycı soru hangisinden
geliyor bilmiyorum. Sanırım az sonra
bükülüp hızımı artıracak olan belim
olabilir bana meydan okuyan.
Korkum, heyecanım ve merakım
artıyor. Hangisi diğerlerini nasıl
etkiliyor şu an düşünecek
durumda değilim.
Boğazım kurudu. Biraz
da midem bulanıyor. Bari
sen yapma diyorum.
Dinliyor sanki. Şaşıyorum.
"Ama nasıl olur? Seni kontrol
edebilmem..."
Eğer bu bir kabus değilse
düpedüz bir yanlışlık var olup
bitende. Mideme söz geçirebilmem
bir mucize. Yani, bu, istemim dışında
çalışması gereken düz kaslarımı
kontrol edebiliyorum demek. Buna
karşılık çizgili kaslarım yani ellerim,
kollarım, bacaklarımdaki kaslar
kontrolümden çıktı. Pek karlı bir
alışveriş gibi görünmüyor. En azından
şimdilik...
Bir köy öğretmeninden daha
fazlasını beklememeli. Çaresini
bulamadım ama en azından hastalığı
teşhis ettim değil mi?
"Durun! Yapmayın!"
4
Dinlemiyorlar. Çok hızlandık. Çok uzaklaştık. İşte,
Menderes de görüş alanıma girdi. Neyse ki beynim hala
benimle. Aklıma yine midemi kullanmaktan başka bir çare
gelmiyor. Ondan kusmasını istiyorum.
"Ama öyle bir kusmalısın ki Menderes'e düşüp
boğulmamı planlayan organlarım benim kolay teslim
olmayacağımı anlasınlar."
Sözümü dinliyor. Sadece ağzımdan değil burnumdan
da bir şeyler çıkıyor. Sallanan vücudum dengesini
kaybedip yere çakılıyor.
Şimdi iki ihtimal var.
Kaslarım bu işten kendilerinin de zararlı çıkacağını
anlayıp sözümü dinlemeye başlayabilirler.
Ya da ne olduğunu umursamayıp...
İkincisi oluyor.
Ellerim az ilerideki taşa uzanıyor.
Taşlı el, kafama üç kez ard arda, tereddüt etmeden
iniyor.
***************
Mürvet Sarıyıldız Bulutların Yıkadığı Şehir
Tutunamamıştım bana gösterilen
Ve öğretilen bütün kimliklere
Ruhumun avazı çıplak
Düşerken çöle
Benimseyemediğim yıldızlı geceler
Vardı penceremde
Dalgalandığım bütün denizlerin
Gemileri batmıştı
Bütün yüküyle düşümde
Aklında.
Düşünüp giderdin caddenin köşesinden
Ve caddeler bütün kırıntılarını toplardı
Umutlarımın.
Ayaklar altında kıvranmanın dehlizlerinde
Kaybolurdu gölgen.
Şehrin üstüne bir bulut gelip dururdu.
Ustayla çırak arasında
Kavgayla başlardı geleneğin aktarımı.
Mısralarla konuşmayı öğrendiğinde çocuk
Bulutlar çoktan şehri yıkamış olurdu.
Sana küsen şiirler dökülürdü şehrin kaldırımlarına
Güvercinler gagalarıyla toplardı
Savrulan rüzgârın peşinde
Cümlelerini alıp giderdi, akşamüstleri.
Ve akşamüstleri hep gözlerimde kızıllığıyla
Kalırdı.
Kaderin yalan söylediğini öğrendiğimde
Vakit çok geç dediler
Geçtim o günden sonra bütün yoksunlukların
Sokağından
Hepsinin de ışıkları sönmüş,
Duvar dibine çökmüş
Yalnızlıkların adımları vardı.
Yankılanan, yankılandıkça
Yaraları bir daha bir daha baştan
Kanatan.
Şehrin üstüne bir bulut gelip dururdu.
Ustayla çırak arasında
Kavgayla başlardı geleneğin aktarımı.
Mısralarla konuşmayı öğrendiğinde çocuk
Bulutlar çoktan şehri yıkamış olurdu.
Örselenmiş yamalı günler ödünçtü bana
Kelimelerimin çizdiği yalnızlık
Açmamış papatya da fal tutmak
İsterdi gönlünce.
Takılıp bir bulutun gölgesine
Uzanıp güneşin çıplak tenine
İzlemek vardı seni
Örsün altında ezilen düşüncelerimin
Dişlerinin arasından dudağına değen
Tümcelerin sonunda
Vurulduğunu görürdüm her defasında
Her defasında ağlayan kalbimi
Susturmak bana kalırdı.
Açlığımı dindirecek bir tokluk yoktu
Gözlerinin parıltısında
Uzandığında mevsimler saçlarına
Başkalarının öğrettiği hayaller olurdu
5
Sadık Yemni
Tepe Dünyaya Taklak
Mert Kesir onu ilk kez bir
mağaza vitrininin yansısında
gördü ve hayatı tepetaklak
oldu.
Camekâna konmuş en yeni
cep telefonlarına bakıyordu.
Kaldırım kalabalıktı. Gelip
geçenler nedeniyle cama
iyice yaklaşmıştı. Bu nedenle
görmesi biraz gecikmişti. Aklı
ve hevesinin bütçesi için çok
tuzlu olan telefonlardan
yansıdaki şeye dönmesi
saniyeler aldı. Sağ eli yıldırım
hızıyla kısa saçlarını yaladı
geçti. Sanki başında duran
zehirli bir böceği fırlatıp
atmak ister gibiydi. Başında
duran şey diğer bir baştı.
Yüzü kendisininkiyle tıpatıp
aynıydı. Beden ve kıyafet
olarak da benzeriydi. Saçı
saçına değecek şekilde ters
olarak kafasının üzerinde
dimdik durmaktaydı.
Saçlarını yalayarak geçen
karete darbesi gibi hızlı el
haraketleri yapması gelip
geçenlerin dikkatini çekmişti,
ama Mert’in panik ve
şaşkınlıktan buna aldıracak
hali yoktu. Başının tepesini
iten bir ağırlık
algılayamıyordu. Eliyle o
şeye dokunamıyordu, ama
ters duran ikizini görmeye
devam ediyordu.
Mert delirdim, beynimde
tümör var, belki de ölmek
üzereyim cinsinden
düşüncelerle telefoncunun
yanındaki lahmacuncuya
yöneldi. İçerisi kalabalıktı.
Yanlarında dört yaşında,
uzun bukleli sarışın, yaramaz
bakışlı bir kız çocuğu olan
genç bir çift dışarı
çıkmaktaydılar. Mert onların
gitmesini bekledi ve
vitrindeki aksine baktı.
Oradaydı Allah belasını
versin. Boyunu tam
göremiyordu, ama yüzü,
kıyafeti, vücut tipi falan
tıpatıp kendisiydi.
Mert Kadıköy’ün en
kalabalık caddesi boyunca
yürüdü. On beş yirmi
camekânda kendine bakmış
durmuştu. O şey, ikizi
tepesindeydi. Ağırlığını
hissetmiyordu, ama her
saniye tepesinde dikilmiş
durmaktaydı. İlk panik hali
yerini ağdalı bir
şaşkalozluğa, bir çeşit
yılgınlığa bırakmıştı. Garip
hareketler yapmazsa kimse
ona bakmıyordu. Kafasında
ters duran ikizini
görmüyorlardı.
Çizim: Altuğhan Aydınoğlu
Kendi kendine yarım yamalak
bildiği birkaç duayı okuyarak,
tanrıya hayırsız kulunu şimdi
hemen şuracıkta daha fazla
delirtmemesi için yalvararak
ve ara sıra saçlarını
yoklayarak minübüs
durağına doğru yürüdü.
Duraktakilerden hiçbiri ona
özel bir merak bakışı
yapıştırmadı. Memur emeklisi
tipli şişmanca kadın, saçlarını
hoş bir kırmızı renge boyamış
uzun boylu kız, durmadan
filmlerden bahseden yaşıtı iki
delikanlı, o durağa gelirken
ne irkildiler, ne de sinsi bir
şekilde düşüncelerini saklar
tavır aldılar.
Mert bir yetmiş dört
boyunda, sıradan giyimli,
yüzü başarı ışımayan bir
gençti. Yirmi beş yaşına
basalı dört gün olmuştu.
Gecikmiş yaşgünü hediyesi
kafasına yapışmış bu
yaratıktı. Moralini iyice
çökertmek için kendi kılığına
bürünmüştü. Minibüsten
Suadiye’de indi. Tepesindeki
belayı vitrinlerde bularak,
beton duvarlarda kaybederek
yürüdü. Uzaktan bir tanıdıkla
selamlaştı. Liseden
arkadaşıydı. Elinde gitar aşırı
havalı görünmek için biraz
fazla çabalamış hissi veren
hoş bir kızla beraberdi. Kızın
kumral uzun saçları içini
çekmesine neden olmuştu.
Kendisinin kız arkadaşı yoktu
şu sıralar. Gitarı, yakışıklı bir
yüzü ya da arabası olmadığı
için belki de. Bir şeye dikkat
etmişti. Mevcut kız
arkadaşları yeni yıl, 3 ocak
doğumluydu, yaklaşırken
ilişkilerini bitiriyorlardı. Son
üç ilişkisi böyleydi. Mart
nisanda başlama, eylül
ekimde final. Kasımda son
uzatmalar.
Atlas apartmanının kapıcısı
Behim abisi kapıda durmuş
etrafı kesmekteydi. Havanın
soğuğuna rağmen gri
anorağının önü açıktı. Kalın
ekose gömleğinin yakasının
bittiği yerde göğüs kılları
fışkırmıştı. Eğri burnundan
çıkanlarla buluşmaya çalışır
bir halleri vardı. Kendinde
dışa açık bir farklılık varsa
Behim’in keskin gözlerinden
kaçmazdı.
“Naber Behim abi?”
“İyilik Mert. Erkencisin
bugün.”
“Öyle.”
6
“Asansör bozuk. Tamirci
hemen şimdi gelicem demişti.
İki saat önce.”
Mert beşinci katın
basamaklarını çıkarken
sorununun dışarıdan
görünmeyen cinsten
olduğuna karar verdi.
Besim’in yüzünde 25’inde
hâlâ üniversitenin ikinci
sınıfında olan, haftada iki gün
dayısının üçüncü sınıf
lokantasında çalışa çalışa
nihayet bu mesleğe geçmesi
mukadder olan birine
yönelmiş bakışlar vardı.
Sonunda lokanta
çalıştıracaksan niye işletme
okuyorum diye
böbürleniyorsun demek
istiyordu. Pratik bir adamdı.
Haticeye değil neticeye
bakıyordu. Dayısı daha
şimdiden seneye burayı sen
işletirsin artık demeye
başlamıştı. Bodrum’da bir evi
vardı. Oraya yerleşmeye
hazırlanıyordu.
Mert’in kalbinde üstünkörü
teyelli duran tanınmış bir
işletme profesörü olmak,
sanat kollarından birinden iyi
anlamak, aklıyla alengirli bir
işler başarmak gibi idealleri
kötürümleştiren gelişmelerdi
bunlar.
Evde kimse yoktu. Babası
iki yıldır emekliydi. Hafta sonu
hariç hergünün on iki ile altı
arasını kendi gibi emekli
mühendislerin takıldığı
lokalde geçiriyordu. Annesi
işteydi. Uzak akrabalarının
şirketinde muhasebecilik
yapıyordu. Emekliliği çoktan
gelmişti. Kadın son beş yıldır
çalışma hayatımın son yılı
diyordu. Mert bunun en az
beş yıl daha süreceğinden
emindi. Annesi iş hayatını,
çalışmayı seviyordu. Evde
zaman geçirebilecek bir tip
değildi. Ablası da onun
gibiydi. Çalışma hayatını
neredeyse hiç sekteye
uğratmadan iki çocuk
yapmıştı. Küçük kızı üç
yaşına gelmişti bile. Kreşe
gidiyordu ablasıyla birlikte.
Tepetaklak ikizi bütün
aynalarda mevcuttu. Kalan
ömrüne arka plan olmak
üzere kâbus perdesi şeklinde
yeni yeni inmekteydi. Belanın
kalıcılığının bakır pası tadını
hissetmekteydi dilinde.
Başkaları için şeffaf olan bir
delilik maskesi takmıştı.
Kimse yardım için müdahale
edemesin diye.
“Kimsin sen lan? Ha!
Konuşsana ulan. Benmişim
numarası yapma götlek.
Konuşsana be…”
Banyo aynasından beline
kadarki kısmı gördüğü ikizinin
yüzü kıpırtısızdı. Yüz ifadesi
donuktu, ama vardı.
Söyleyeceği şeyi aklından
geçiren birinin ifadesi
diyeceği geliyordu. Eliyle
kimbilir kaçıncı kez saçlarını
yokladı. Aynada hem elini,
hem de başına monte edilmiş
diğer başı görebilmekteydi.
Eli tepetaklak ikizinin başının
içinden geçmiyordu. Kendi
saçlarına değiyordu sadece.
Bunu yaptığında aynı yerde
birbirlerine değmeden
varkalmaya devam
ediyorlardı. Optik bir felaket
söz konusuydu yani.
Gözyaşları yanaklarını
ıslatırken ikizinin kuru
yanakları tek bir his kıpırtısı
vermedi.
Hıçkırıkları donmuştu adeta.
Başını ayna karşısında belli
bir konumda tuttuğunda ilk
kez ikizinin ayaklarını
görmüştü. Ayakların
dokunduğu bir zemin de
vardı. Çözünürlüğü az bir
fotoğraf gibiydi. Hatları,
ayrıntıları şeçilemiyordu, ama
bir zemin vardı. O da bir yere
basıyorsa ve bu banyonun
zemini değilse neresiydi
acaba?
Bilimkurgu filmlerini hiç
kaçırmazdı. Eskiden
muntazaman okuduğu
devirler de vardı. Şimdi kitap
isimleri tutmakla yetiniyordu
aklında. Okumadığı kitaplar
hakkında hiç de fena değil,
ilginç bir çizgisi var vb.
cinsinden kısa görüşler
verdiği de oluyordu. İki Mert
boyunda bir koridorda
başaşağı durumda
yürümekte olduklarını hayal
etmek çok zordu. Kafaların
tepesindeki tavanlar, mavi
gökyüzü, bulutlar, yıldızlar
neredeydiler?
*
10 Ocak Pazar günü saat
19.02’de Mert arı gibi çalışan
lokantanın işlerine
odaklanmıştı. Milletin ne
yiyeceğini sormak ve bunu
servis etmek sayesinde her
dakika tepesindeki ters duran
şeyi düşünemiyordu. Böyle
anlarda her aynaya bakışta
üç günlük tepetaklak
makamındaki hayatını
yeniden hatırlıyordu.
İlk günkü sıklıkta saçlarını
yoklamayı bırakmıştı. Sokakta
yürürken her vitrine bakmayı
da. Normal yürürse hiç
kimsenin dikkatini
çekmiyordu. Yeni durum
üzerinde etkili olmuştu
haliyle. Bir tür miskinlik hali
denebilecek yavaşlığından
sıyrılmıştı.
Yüzü gözü de biraz başka
türlü ışıyor olmalıydı. Bu
sabah annesi iyi
görünüyorsun bugün
değerlendirmesi yaptığında
babası başıyla onaylamıştı.
Eski manitalarından biriyle
karşılaştığında kız aşık mısın
bu sıralar diye sormuştu?
Müşteri bayanlardan alıcı
gözle bakanların sayısı
farkedilecek kadar artmıştı.
Dayısı bile dün roket gibi
çalışırken enerji içeceği mi
içtin yoksa diye takılmıştı.
Duruma alışması, dışarıya
enerjik bir hal sergilemesi ve
kimsenin bir çakmaması
olumlu bir şeydi, ama bütün
bunlar bu sorunun geçiciliği
üzerine kuruluydu. Önündeki
muhtemel elli yılı tepesindeki
şeyle geçiremezdi. Evlenince
bir de bu tür çocukların
babası olursa ne yapardı?
Sezgileri tepesindeki
durumun uzun sürmeyeceğini
fısıldamaktaydı. Etkisi ömür
boyu sürecekti yalnız. Çünkü
son nefesine kadar aynalara
ya da görüntü yansıtan
7
herhangi bir şeye asla normal
gözle bakamayacaktı. Şimdi
cesaret edip hiç kimseye söz
edememişti. Bu şey çekip
giderse bir gün mutlaka birine
anlatacak ve belki de
arkadaşları arasında yeni bir
lakaba kavuşacaktı.
Fanilasına kalbi hizasında
iğnelenmiş muskası bile vardı
artık. Dün babaannesine gidip
bilumum belalara karşı muska
yaptırırken, az kalsın kadına
her şeyi anlatacaktı. İyi ki
yapmamıştı. Bizim torunu cin
çarpmış diye yedi aleme
duyururdu anında.
“Size bir izah borçluyum.”
Mert sonradan en şanslı açı
diyecekti. Boşalmış masadan
tabakları, bardakları
toplamaktaydı. Sol masadaki
iki delikanlı sohbete
dalmışlardı. Sağındaki
masada iki çocuklu bir aile
oturmaktaydı. Sekiz yaşındaki
oğlan hiçbir yemeği
beğenmediği için ona peynirli
tost yapmışlardı. Boyunlu sarı
bir kazak giymiş, testi göğüslü
annesi salataya yağ koymayın
diye üç kez tembih etmişti.
Altı yaşlarındaki mavi yün
elbiseli cin bakışlı kız da bir
saat içinde beş kez tuvalete
gitmişti. Aralarında etkin
müşteri dedikleri gruptandılar.
Mert bu sözü yakınlardaki
müşterilerden kimin ettiğini
kestiremediği için, kendi
aralarında konuşuyorlar diye
değerlendirmeye karar verdi.
Elinde altı tabakla mutfağa
vardığında ses bu defa
kulağında patladı.
“Size bir izah borçluyum.”
Elindeki tabakları az kalsın
yere fırlatacaktı. Kendini güç
tuttu ve eyveye koydu. Ahçı
Ömer ve yamağı Mustafa harıl
harıl çalışmaktaydılar. Özellikle
hafta sonları saat altıyla sekiz
arası çok yoğun iş olurdu.
Kafası hızla çalışmıştı bu
arada. Pantolonun sağ
cebindeki telefonu çıkartıp
kulağına götürdü ve “Kimsin?”
dedi.
“Adım önemli değil. Aynı
bilinç diliminde değiliz.”
“Nesin yani? Cin misin?”
“Hiç cin görmedim şimdiye
kadar.”
Mert yoğun çalışma
temposuna falan boş vererek
depo olarak kullandıkları arka
bölmeye geçti. Ömer merakla
arkasından bakmış, ama bir
şey dememişti. Kalbi
hızlanmıştı. Eğer iyice
delirmiyorsa çok önemli bir
aşamaya ulaşmıştı. Sirke
kokan depodaki yağ
tenekelerinden birinin üstüne
oturdu.
“Niye tepemde duruyorsun?”
“Sen de benim tepemde
durmaktasın. Benim
ayaklarım da yere basmakta.”
“Nasıl yani?”
“Tamam, paradoksal, ama
öyle. Boyut geçişlilliği
sayesinde.”
Mert, ne yapıyorsun burda
ya?”
Dayısının iri yarı bedeni depo
kapısını iyice doldurmuştu.
Mert heyecandan hâlâ
telefonunu elinde tuttuğuna
şükretti. “Tel… telefon…
Önemli. Bir arkadaş.”
“Evden mi?”
“Değil.”
“Hemen gel içeri. Müşteri
bastı yine.”
“Tamam.”
Dayısı görmüş geçirmiş
insan sarrafı biriydi. Zekiydi
de. Kız tavlamaktaki marifet
derecesini, çok samimi
arkadaşlara sahip olmadığını
falan iyi biliyordu. Evde de bir
sorun yoksa iş maratonu için
bütün şartlar yerinde demekti.
Adam kapıyı aralık bırakıp
çıkınca Mert hızla kararını
verdi ve deponun arkadan
kilitli kapısını açarak yan
sokağa çıktı. Üzerinde sadece
fanila ve beyaz bir gömlek
olduğu için üşeyecekti, ama
buna aldırdığı falan yoktu.
Sokak tenhaydı. İyice ilerideki
bir restoranın önünde bir
araba durmuştu. Taksiydi.
Müşteri indiriyordu.
Elindeki telefonu kulağına
götürdü ve “Anlat şimdi. Nesin
sen?”
“Zeka taşıyan bir canlıyım,
ama sana zerre kadar
benzemiyorum. İkizin mikizin
değilim. Türkçe de bilmezdim
az öncesine kadar. Dünya
dediğiniz gezegeni tanıyorum
haliyle. Transport hatlarımızın
üstündedir. Ama hiç
sokaklarında gezmedim. Üst
düzey ilgi alanımızın
dışındasınız.”
Mert’in beynindeki soruların
yığışması yüzlerce karıncanın
bir şeker kübüne üşüşmesi
gibiydi. Kübe ilk varan
karıncanın sorusu çok
mantıklıydı.
“Niye benim tıpa tıp aynımsın
o zaman?”
“Gördüğün ben değilim ki?
Senin tependen fışkıran üst
ışıma hokkana oturmuş çok
seyreltik olan zeki ve özerk
kopyamın marifeti. Sizden bir
nedenle hoşlanmış olmalı.
Yoksa ikiziniz gibi görünmezdi.
Aslında bu hokka çok suret
barındırır, ama bunları
göremiyorsunuz henüz. Beni
göremediğiniz gibi.”
“Sen nerelisin peki?”
“Henüz varlığından bihaber
olduğunuz, gezegen dediğiniz
cinsten bir yerdenim. Bu
galaksidenim. Bir şey…
Konuşabilme zamanımız çok
sınırlı. Sizler oralarda ışık
hızına oranla çok yavaş
devinen kimselersiniz. Biz
ışığın 1056,6 katı hızla
yolculuk yapabilmekteyiz.
Buna rağmen size varabilmem
üç dünya günümü aldı. Bana
en çok merak ettiğiniz şeyi
sorun.”
Mert 3 x 86400 x 300000 x
1056,6 sayılarının çarpımını
kafadan sonuçlayamazdı, ama
muhatabının bayağı uzakta
ikamet ettiği belliydi.
“Bu son konuşmamız mı?”
“Evet. Birazdan beni
göremeyeceksin. Bir de… Bir
şey itiraf edeceğim. Biz ağır
donukları, yani sizin insan
dediğiniz yaratıkların
enerjilerini kullanarak ileriye
doğru sıçrarız. Zararsız bir
işlemdir. Bu yüzden uzak
kopyamı görebildiniz. Çok
nadir raslanan bir arızadır.
Milyarda bir neredeyse. Sizi
üzdüm. Özür dilerim.
Metanetli çıktınız yine. İyi
dayandınız. Birazdan gözden
silineceğim. Buradan köşeyi
dönüp ön kapıdan içeri girin.
Enerjinizi kısa bir süre
destekleyeceğim.Telafi olarak.
Hoş…”
“Ne telafisi?”
8
Mert sorusunu birkaç kez
yineleyip cevap alamayınca
içini çekerek etrafına baktı.
İlerideki taksi gitmişti. Sigara
içen yaşı belirsiz biri başı
önüne eğik karşı kaldırımdan
geçmekteydi. Sol elinde
duran telefonu pantolon
cebine tıkıp köşeye doğru
yürüdü. Soğuğu
hissetmiyordu hâlâ
heyecandan. Başaltı adlı
lokantaya girdiğinde küçük bir
şokla sarsıldı. Oturan ya da
ayakta duran herkesin
tepesinde tıpatıp benzeri bir
ikizi vardı. İnsanları Hızır kadar
hızlı yaratıklar tarafından
seviliyor görmek ne kadar
ferahlık verici bir şeydi.
Bir müşteriye servis yapan
dayısı neredesin lan sinyalli
bakınca az kalsın
kahkahalarla gülecekti.
Tepesinde kendi gibi iri yarı
ikiziyle gözüne çok komik
görünmekteydi.
Hızlı adımlarla mutfağa
doğru yürürken bir şeyi
farketti. İçeride yirmi kadar
müşteri vardı. Sadece bir
kişinin tepesinde kendi ikizi
yoktu. O da iki arkadaşıyla
birlikte oturan bir genç kızdı.
Bir yerden gözü ısırıyordu,
ama hemen çıkaramadı.
Uzunca düz siyah saçlı, orta
boylu, hoş bir kızdı.
Üniversiteli tipli kızlardılar.
Birden onlarla bir kez daha
konuştuğunu hatırladı. Yine
üç kız gelmişlerdi. Bir ay
kadar önce. O zaman iri ela
gözleri ve minicik burnuyla
biraz bebek yüzlü olan kız ona
yeşil sinyal yakmış gibi
gelmişti. Şimdi emindi. Çünkü
tepesinde duran şey kızın
kendisinin değil, Mert’in
ikiziydi.
*
Mert hızla servise girişti.
Kızlar daha yeni gelmişlerdi.
Pilav üstü az kuru
yiyeceklerdi. Ve de ayran.
Servisi yaparken iki şeyden
emin oldu yeniden. Kız
kendisine meyilliydi. Ve
müşterilerin hiçbirinin
tepesinde artık tepetaklak
duran tipler görmediğine
bakılırsa tepede ikiz görme
hastalığı iyileşmişti.
Tuvalet aynasında başının
üstünü boşalmış görme
anında hissettiklerini izah
etmek zordu. Sağ eli
gömleğin üstünden kalbi
hizasındaki sertliğe dokunur
durumda dakikalarca aksini
izledi. O aşırı hızlı varlıklar
görünmez ve hissedilmez
oldukları sürece ne
yaptıklarıyla hiç mi hiç
ilgilenmemekteydi.
Arka arkaya yaşadığı
durumlar ve de belki biraz
enerji desteğiyle eski
tutukluğunu aşmıştı. Kızlarla
seviyeli şakalaştı ve
giderlerken telefonunu yazdığı
pusulayı kapıyı açıyor
bahanesiyle gözlere hedef
olmadan kızın eline
tutuşturdu. Kızın eli hiç
şaşmamıştı buna.
Dudaklarındaki sırlı bir
gülümsemeyle çıkıp gitmişti.
Aradan yarım saat falan
geçmişti. Mert tuvalette çişini
yapıyordu. İçerde iki müşteri
vardı. Bütün masalar
toplanmıştı. Saat ona
yaklaşıyordu. Kızlar arka
arkaya üçer çay içerek bayağı
uzun oturmuşlardı.
Mert eliyle tepesinin
boşluğunu kutsarcasına
saçlarına dokundu.
Lokantadan çıktığında yazdığı
kağıdın buruşturulmuş bir
şekilde kaldırımın üstünde
durduğunu göreceğini hayal
eden yanı basbağırdı.
Telefonu mesaj geldi sinyalini
çalınca yıldırım gibi davrandı.
Adım Ceylin.
Mert kalbi gümbür gümbür
atarak ekranda numarası
görünen kıza Biliyorum.
Duydum arkadaşlarınızdan
yazdı ve sildi.
Benimki de Mert.
Mesajı yollayınca saçlarına
bir kez daha dokundu ve
memnuniyetle sırıttı.
Uzaklarda oturan isimsiz
dostu iyi bir kıyak geçmişti
doğrusu. Kızı çok beğenmişti.
Üç günlük deliliğe değerdi
yani. Eğer Ceylin’le
önlerindeki 358 günü
çıkarabilirlerse kıza küçük bir
itirafta bulunacaktı. Yaş günü
pastasının mumlarını
üfledikten sonra ama. Daha
önce asla olmazdı.
Ferda Aydın
Özgür Çocuk
Ben özgür çocuk,
uçmak istiyorum kuşların kanatlarında,
ben özgür çocuk,
esmek istiyorum dağların zambak kokan
yamaçlarında,
ben özgür çocuk,
yaşamak istiyorum sonsuzluğun gizemli
kollarında.
Ben özgür çocuk, uyumak istiyorum, silah
sesleri olmadan, yeryüzünün cennet
kucağında.
9
Murat Gür - Siz bu fotoğrafın neresindesiniz?
Siz bu fotoğrafın neresindesiniz?
Bir tiyatro oyunu üzerine
“Siz bu fotoğrafın neresindesiniz?”
sorusu bana Velazquez’in Las Meninas
tablosunu hatırlatıyor.
Acılar Şenliği’nde dünyayı
değiştirmek adına yola çıkmış, üç
gencin fotoğrafı zamanı mühürlüyor.
Bozuk ve zorba düzenin yasalarının, bu
üç genci ve fotoğrafı çeken sokaktaki
adamı, çarklarında nasıl liğme liğme
ettiğini, savurduğunu ve toplumsal
vicdanı dumura uğrattığını anlatıyor.
Hiçkimselerin yaşadığı insanlar mı
olmuştur toplum?
Kadın bütün içtenliği, sevgisi ve
”gelecek güzel günlere” olan inancıyla
solmuş bu fotoğrafı avuçlarında
tutarak, “eşi ve doğmamış kızı”
olduğunu söylediği Che’nin doğum
gününe, eski bir yoldaşını götürebilmek
için yola düşer. Bu arayış, vicdanın
ölmediğine ilişkin bir duyumsama, bir
sorgulamadır. Umuttur, gerçekliktir.
Üç gençten biri işadamı olmuştur.
“Pireler kendilerine köpek almak için
düşler kurarmış.” Sömürüyle, ortak
çıkarlar peşindedir. Kapitalistdemokrasilerde, anımsamak korkusu
yüzünden bunaklara dönüştürülen,
hiçkimselerden bir kimsedir artık.
Kadının kapısını çaldığı 2. genç;
baskılar, tutuklamalar, işkencelerin
sürdüğü, kısacası terör kültürünün
yaşamın gerçekliği haline getirildiği ve
özellikle sola yöneltildiği bir toplumda,
devrimci dergilerden birinin
yöneticisidir. Yaşamın sürek avına
dönüştürüldüğü bir sahne
gösterimdedir. Hücrede intihar ettiği
için Che, yoldaşlarının tarih
sayfasından silinmiştir ve ”cenaze
töreninde dosta düşmana karşı matem
marşı” okunmamıştır. Che’nin doğum
gününü kutlayacak vicdanı bulamayan
kadın, Nazım’ın Lodos şiirindeki gibi
kalakalmıştır.
Kimbilir kaç milyon ton ağırlığında
ummanda çalkalanmakta su.
En yalnız dalganın üzerinde
boş bir konserve kutusu.
Bu bağlamda gösterilen yoğun(!)
fotoğraflar insanlığımızın çağ atlaya
atlaya nereye atladığının, ilerleye
ilerleye ne kadar ileriye gittiğinin bir
göstergesidir. Bu yoğunluğun, seyrimi
zaman zaman engellediğini de
belirtmeliyim.
Yönetmenimiz Özkan Schulze
ülkemde son zamanlar rastlanmayan
yaratıcı bir oyun sahneye koymuştur.
“Gelişigüzel” sahneden kovulmuş ve
detayları algılamanın verdiği keyifle
oyunu seyrettim.
Seyirci olarak az kişi olmamıza
karşın, alkışlarımız kocaman bir çığlık
kopardı. Bu kucaklaşmanın çığlığıydı.
Oyun hakkında daha fazla bilgi
www.aramatiyatrosu.com
Kadın “Vicdan, nerdesin vicdan”
diye gücünü tüketirken, sokağın adeta
ironik ve alaycı maskesi sarhoş,
paçavraya dönüştürdüğü bu vicdanla
alay eder ve omurgasız “yüzer
gezer”çoğunluklardan oldukları için,
birlikte intihara doğru yol alırlar.
Sokaktaki adamın Sheakspeare’in
sonesini ezgili yüreğiyle söylemesi,
benliklerimize yaşamın dağarcığında
dünyanın dönüşebileceğine dair
umudu, bu yeniden doğumu aşılar.
Oyunun yazıldığı dönem 12 Eylül
darbecilerinin resmi geçidinin
süregittiği ve dünyanın bir sinevizyon
gösterisine dönüştürüldüğü 90’lı
yıllardır. Liberalleşme, sivilleşme,
demokratikleşme, ( kimin eliyle? ),
özgürleşme ( insanın özgürlüğüne
karşı, paranın özgürlüğü), köleleşme,
kalleşleşme ve daha bilimum “leş”
lerle…
10
Osman Özbaş - Aynadan Yansıyan
Polis arkadaşına, telsiz anonsu
yaptınız mı? diye sordu. Sonra ona
döndü; ‘’Bak delikanlı, herşeyi
anlatmazsan içerde çürür gidersin.’’
Memur sıkıntıyla konuşuyordu.
Devam etti: ‘’Sen buradan çıkmak
istemiyor musun? Hayır mı?.. Bak
buraya neden geldiğini, binayı neden
kazımaya çalıştığını söylemiyorsun,
varsayalım ki
amacını
unuttun, olur
ya, ama
kimliğin
yok, tanıdık
bildik
kişilerin
adını
adresini
ver
oradan
Bir türlü beklenilen açıklamalar
gelmiyordu. Genç adam arada bir
kakülleriyle oynayarak etrafı araştırıcı
gözle süzüyordu. ‘’Gerçeğinin hemen
hemen aynısı,’’ dedi. Polis, ‘’ne
diyorsun,’’ dedi, ‘’söyle,
duyabileceğim sesle konuş,
mırıldanma.’’
çalışma,’’ dedi. ‘’postane istasyonu
burası; bakın, resmi yapanın boyu şu
kadarcıkmış.’’
Amir, ‘’Dalgamı geçiyorsun
bizimle,’’ dedi, ‘’ sinirle, ‘’atın şunu
kodese, salak bu,’’ dedi, ‘’ne hali
varsa görsün.’’
’‘Amirim.’’
Genç adam
‘’Ne var, götür şunu dedim ya.’’
‘’Biliyorsunuz burası bir
zamanlar postane
binasıymış; hani karakol
yerleşmeden önce.’’
‘’İyi; seni de onunla birlikte
kodese mi atayım yani,
birlikte resim yaparsınız
ha.’’
‘’Yok o değil de, bir haftadır
aynı yere gelip duvarı kazıyor.
Bir yerlerde rakam olacakmış,
onu arıyordu.’’
araştıralım
diyoruz yine söylemiyorsun. Tüm
bunlar zaman ve eleman işi. Bize
yardımcı olmayacak mısın hâlâ... Bak
sonra külâhları değişiriz ama.’’ Sonra
masanın üstünde, raspayı, üç tane
yağlıboya fırçasını gösterip zoraki
gülümsedi, bakışları bir suç delili arar
gibi bir poşete bir yeniyetme çocuğa
dönüyordu. Delikanlının tişörtü iyice
yıpranmış, göğsü tenin
yumuşaklığından hafif titreyişlerle inip
kalkıyordu. ‘’Öyle susup oturacaksan
kodese tıkayım seni, çürür gidersin
kimsenin de ruhu duymaz, anladın
mı,’’ dedi.
yavaşça
yerinden kalktı. Çevresindekiler
hareketlerini izlemeye almıştı. Biraz
geri çekildi. Kafasındaki resmin
koordinatını hesap eder gibi
kompozisyonunu tablosuna
yerleştirdi. Hayalindeki şövalenin
ayaklarını dikti, ağız rafına tuvali
oturttu. Kafası bir kapıya bir tabloya
döndü. Tablodaki ışık üzerine
söyleyecekleri var gibi, orada sanki
bir şeye dikkat çekmek istiyordu.
Pencereye yaklaşıp gözleri yarı
şaşkın, bilmecemsi bir konuyu tartar
gibi kapıya bakıp, ‘’Güzel bir
‘’İşimiz kalmadı, bunlarla
uğraşacağız değil mi? Ee’’
‘’Hani kazsın diyorum; o da rahat
eder, biz de eğleniriz biraz.’’
Amir La Havle çekerek
sandalyesinin arkasına yaslandı.
Arkadaşına kulağını yaklaşmasını
işaret ederek. ‘’Ne haliniz varsa
görün,’’ dedi, ‘’ama çocuğu sonra
buraya getirme, sal gitsin.’’
Üç polis ve genç dışarı çıktılar.
Kazı yapacağı duvara gideceği
sanılırken o açığa yürüdü. Biri ellerini
11
oynatarak deli işareti yaptı.
Ressam ise işine
yoğunlaşmıştı, kafası bir
İstasyon binasına bir de
hayalindeki tabloya
dönüyordu. Bir çocuğun
gözünden kapıya
yoğunlaşan ışık oyunlarıyla
hedef tutulan bir
kompozisyondu!.. Evet
evet, resmin konu aldığı
mekân şu an avlusunda
bulundukları postane
binasından başka yer
değildi! Özellikle binayı
alttan gören açı dikkatini
çekiyordu. Yetmiş,
yüzyıllık
ağaçlar
Dolunayda İstasyon binası
daha da karanlık
görünüyordu. Sonra duvara
doğru hızla koştu,
peşindeki polislerden
yaşlıca olanı, ‘’Çalışmana
başlarım senin,’’ deyip bir
küfür salladı.
‘’Bu köşe değil, öteki
köşede, simetriyi unuttum.’’
Biri iyice sinirlenerek
‘’ben bu
mesleğin
içine
Genç adam iki eliyle
raspasını hırsla ayak
boyuna yakın
hizada
‘’Ben sana bir yumruk
çakarım, simetriyi görürsün
sen, defol hadi, yürü.’’
Bazen düşünürüm, o
‘delinin’ tüm mücadelesi
salt ‘haklı çıkmak’ üzerine
miydi, ya da ‘anlamak’
mı?...
Çünkü sonraki günlerde
de o genç adam birkaç
kez karakola geldi ama
duvara
yaklaştırılmadı.
Kovalanmadan
önce hep ‘bir
şans daha’
vermeleri
için
yalvarıyordu.
resmedilmiş,
gar kapısı ön
planda tutulmuş,
resmin yapım
konumuna çok yakın
hizada yapraklar
siyahlaşıyor, çizgilerin
netliği kapı yönünde
belirsizleşiyor. Sonra kenar
yapılarını inceledi. Binayı
işaret ederken gözü
tuvaldeki bir ayrıntıyı
dikkatle ölçüyordu, bir
noktaya yürüyüp çömeldi.
Fırçasını çatıya doğru
götürüp baca yaptı.
ederim,’’
dedi, ‘’it
kopuklarla bir
yana bir de deliler
başımıza bela.’’
Düşünüyorum da belki
hayatta en tehlikeli ve belki
en baskın olan şey bir
aynadan yansıyan olabilir.
Siz siz olun simetriyi
gözden uzak tutmayın.
Genç adam tekrar
sürtüyordu.
tekrar, ‘’Baca öteki tarafta,
Kazıdıkça
dolunay bu yanda, simetriyi
ümitlendi, ve aniden durdu. unuttum!’’ diyordu.
Etrafındaki polisler, ‘’Şimdi
ne oldu,’’ dedi.
12
Sadık Yemni - Sessiz Amerikalı
Orta yaşlı İngiliz Fowler’ı, Michael
Redgrave ve Vietnamlı dilber
Phuong’u da Giorgia Moll
canlandırdılar.
Sessiz Amerikalı ve Trio Durumu
Ünlü İngiliz yazar Graham Green,
Quiet American adlı kitabını 1955’de
yayımlandığında anti-Amerikancılık
yapmakla suçlanmıştı. İngiliz Gizli
servisiyle ilişkisi üzerine çok
spekülasyon yapılmış olan Greene,
sonradan İkinci Dünya savaşı
sırasında MI6 için çalışırken gizli
servisin başı Kim Philby’le yaşam
boyu arkadaşlık kurduğunu basına
açıklayacaktı. Bir ara Komunist
partiye de üye olan yazar çok seyahat
etti ve dünyanın sorunlu olarak
tanımladığı yerlerinde geçen eserler
verdi. Indochina savaşı sırasındaki
Vietnam, Mau Mau yıkımı sırasındaki
Kenya, Stanilist Polonya, Castro’nun
Kübası ve Duvalier’in Haitisi bunların
arasındadır.
bir üçüncü dünyalı, oryantal bir ruhtur.
Biraz da bitmemeye kararlı gibi
görünen savaş ortamı nedeniyle
kendini garantiye almak için bir
Batılıyla evlenmeye şartlanmıştır.
Sessiz Amerikalı’nın konusu
Fowler sadece memleketteki henüz
kısaca şöyledir: 1952 Saygon,
evli olduğu karısı nedeniyle değil,
Vietnam savaşı sürüyor. Yardım
kadının İngiltere’de mutsuz olacağını
kuruluşları adına orada bulunan Alden düşündüğü için de Phuong’u oraya
Pyle adlı bir Amerikalı London Times
götürmeyi istemez. Oysa bir göçmen
gazetesi için çalışan Thomas
ülkesi olan Amerika, Pyle’ın gözünde
Fowler’la arkadaş olur. Fowler
kadın için ideal bir yerdir.
Vietnamlı metresini adama tanıştırınca
aralarında üçlü bir ilişki başlar. Gizli
İngiliz tarafsızlık adı altında
sırlar ortaya dökülür ve sonu ölümle
savaşta pasif kalırken Amerikalı
biter.
büyük bir gayretle doğru bildiği
şeyleri yapmaktadır. Amerika yavaşça
büyük bir kıyıma neden olacağı ve
ağır bir hezimet yaşayacağı savaşa
İki emperyal ve Phuong
doğru çekilmektedir. Pyle öncüdür.
Thomas Fowler, eski, deneyimli
ve biraz da yorgun bir emperyaldir.
Alden Pyle, genç, çocuksu, hevesli
yeni emperyali sembolize eder.
Fowler Phoung adlı yerli bir kadında
sembolleşen üçüncü dünyayı Pyle’la
kaptırmamak için ahlaki bir bahane
bulur. Kıskançlık daha çok
metafordur. Avanta anaforunu
gizlemek için ortaya salınmıştır.
Üstlerinin kuklası da olsa Amerikalı
daha dürüsttür. Tehlike anında
Fowler’ın hayatını kurtarmakta
tereddüt etmez. İngiliz bunu bir çeşit
hakaret ve alçalma olarak algılar. Bu
tavrı İngiltere’nin artık Amerika’nın
hamisinde, liderliğinin gölgesinde
kalacağı devrin geldiğini muştular.
Sessiz Amerikalı (Quiet American)
kitabı 1958 yılında Joseph L.
Phuong çocuksu, saf, kendini
Mankiewicz tarafından filme çekildi.
üsluplu bir şekilde peşkeş çektiren,
Genç Amerikalı Pyle’ı, Audie Murphy,
Her gece çektiği afyon sayesinde
Saygon’daki yaşamına tahammül
edebilen Fowler’ı için için çileden
çıkartan bir haldir bu. Dünyaya kendi
menfaatine uygun bir şekil verme
serüveninde ipler başkasının eline
geçmiştir. Kendisi yaşlanmakta ve
yolunu yalnızlık beklemektedir. Bu
nedenle Phuong türünde genç, güzel,
kendisine ömür boyu hizmet edecek,
aşkını sunacak, emansipe olmamış,
doğası bozulmamış bir kadına
ihtiyacı vardır. Aynı şeyi bir İngiliz
kadınla gerçekleştirmesi mümkün
değildir. Amerikalının değiştirmek
istediği dünya Phuong türü kadınların
varlığını da sona erdirecektir. Pyle’ın
sonunu getiren süreçte bunların da
rolü vardır. Amerikalının Phuong’a
13
aşık olduğunu itiraf ettiği sahneye bir
bakalım.
“Bundan sonraki hamlen ne olacak?”
Pyle doğrulup sırtını sandıklara
dayadı. “Şimdi sen öğrendiğine göre her
şey değişmiş görünüyor. Ona evlenme
teklif edeceğim, Tom.”
“Bana Thomas desen daha iyi olur.”
“Aramızda bir seçim yapmak zorunda
kalacak, Thomas. En adil çözüm bu.”
Öyle miydi gerçekten? İlk kez
hissettim yalnızlığın vaat ettiği soğukluğu.
Olanlar akıl almaz şeylerdi, ama yine de.
Zavallı aşık olabilirdi ben de zavallı bir
adamdım. Oysa onun elinde saygınlığın
sonsuz serveti vardı.
Pyle soyunurken gençliği de var diye
düşündüm. Pyle’ı kıskanmak ne acıydı.
“Onunla evlenemem.” Dedim.
“Memlekette karım var. Beni asla
boşamaz. Kilisesine çok bağlıdır bilirsin.”
---“Thomas bu olayı kabul etmenle ilgili
ne düşünüyorum biliyor musun?
Müthişsin, müthiş!”
“Teşekkür ederim.”
“Sen dünyayı benden çok görmüş bir
insansın. Boston biraz sıkıcıdır, biliyor
musun? Hatta adın Lovell ya da Cabot
olsa bile. Bana öğüt vermeni isterdim,
Thomas.”
“Ne hakkında?”
“Phuong.”
“Yerinde olsam vereceğim öğütlere
pek güvenmezdim. Ben taraf tutarım. Onu
elimden kaçırmak istemiyorum.”
“Senin dürüst, katıksız dürüst bir
insan olduğunu biliyorum. Sonra ikimiz de
kızın iyiliğini düşünüyoruz.”
Birden onun bu çocuksuluğuna isyan
ettim. “Onun iyiliği beni ilgilendirmiyor. “
dedim. “Onun iyiliğini sen düşünebilirsin.
Ben onun vücudunu istiyorum. Yatakta
onu yakınımda istiyorum. Onun çıkarlarını
gözetmektense onunla yatıp onu
hırpalamayı tercih ederim.”
“Ah.” Dedi karanlıkta zayıf bir sesle.
“Sen yalnızca onun iyiliğini
düşünüyorsan, Tanrı aşkına rahat bırak
kızı. Diğer bütün kadınlar gibi o da esaslı
bir…” Bir havan mermisinin düşmesi
Pyle’ın Boston kulaklarını kaba bir
Anglosakson sözcüğünden kurtardı.
--“Ben de bedene düşkün bir insanım ,
Thomas. Ancak Phuong’u mutlu etmek
için her zevkimden seve seve
vazgeçerdim.”
“Ama mutlu o.”
“Olamaz… bu durumda mutlu
olamaz. Çocuk sahibi olmaya ihtiyacı var. “
“Sen onun ablasının anlattığı
saçmalıklara
gerçekten
inanıyor
musun?”
“Bir
abla kimi
zaman daha
iyi bilir.”
“Senin
daha çok
paran
olduğu için
bir fikri sana
satmaya
çalışıyordu
o, Pyle.
Bunu
gerçekten
başardı
demek.”
“Benim
aylığımdan
başka param yok.”
“Eh, hiç olmazsa döviz kuru daha
yüksek.”
Sessiz Tanık Vigot
Fowler’ın Pyle’ın ölümü olayını
araştıran Fransız polis Vigot’la
konuşmaları da çok şey açıklar
durumdadır. Fransızlar Vietnam’da
kaybeden taraftır artık. Bu nedenle
belki de Pyle’yi tanımlayan ve kitaba
başlık olan Sessiz Amerikalı deyimini
tedavüle Vigot sokar. Sonunda sessiz
bir işbirliğini vurgulayan sahne bunu
destekler gibidir. Fransız, Amerikalının
ölümündeki İngiliz entrikasına sessiz
kalır. Yıl 1952. Fransızlar çekilecek ve
Vietnamdaki savaş bataklığına
Amerika gömülecektir.
Yıl 2002. The Quiet American yine
popüler
The Quiet American, 2002 yılında
Philip Noyce yönetiminde yeniden
filmleştirildi. Fowler’ı o rolle oskara
aday gösterilen Michael Caine, Pyle’ı
Brendan Fraser ve Puhong’u Do Thi
Hai Yen canlandırmaktaydı.
İkiz kulelerin vurulmasından sonra
artık yeni Vietnam Orta Doğu’ydu.
Körfez savaşları yapılmıştı. Amerika
terörle mücadele bahanesiyle Irak’ı
işgale hazırlanıyordu. Öykünün ruhu
inanılmaz derecede canlıydı hâlâ.
Sadece Puhong gitmiş yerine Pakize
gelmişti. Diğer iki aktör aynıydı.
Kitabın arka kapağında bulunan
açıklayıcı metinden birkaç satıra göz
atalım.
Alden Pyle çevresindekilerin saf,
utangaç ve sessiz bir adam olarak tanıdığı
genç bir Amerikalıdır. Fransız ordusu ile
Vietminhlerle(Việt Nam Ðộc Lập Ðồng
Minh Hội’nin kısaltılmışı) kıran kırana
savaşırken Pyle, ‘Üçüncü Güç’ün bölgeye
demokrasiyi getireceğine dair ütopik bir
inançla General The’ye mali yardım
sağlamaktadır.
Bir yere demokrasi götürmek
amacıyla müdahale etmek altmış yıl
önce de bayağı popülermiş.
14
Trio Durumları
1991 de vefat eden Graham Greene Irak işgalini ve
bunda İngilizlerin, Blair’in oynadığı trio rolünü göremedi.
Ama şu anda Vigot(Fransız), Hans(Almanya), Kader(İran),
Osman(Türkiye) ve İvan(Rus) da bundan sonraki filmde rol
almak istemekteler. Pakize’nin rolü bu nedenle biraz
karmaşıklaşmış durumda.
Sessiz Amerikalı adlı kitap elli küsur yıl sonra dahi
hem eğlencelidir, iyi kurgulanmıştır, hem de bize
bugünlerin gözde dümenlerini faş eden pasajlarla yüklü
olması açısından bilinç parlatıcı bir özelliğe sahiptir.
The Quiet American’ın Mehmet Harmancı’nın keyifli
diliyle yapılan çevirisi Everest
yayınları tarafından 2003’de
basıldı. Yarım yüzyıl sonra
kitabın verdiği mesajın zerre
kadar eskimediğini görmek
şaşırtıcı gelmemeli. Ne de
olsa uzun soluklu hesaplar
bunlar.
Politik polisiye yazmak
isteyenler için ideal bir
adrestir Graham Greene. Len
Deighton, John le Carre ve
daha bir çok tanınmış yazara
Şeyda Koç - Bekler
Seni
Mavi saçlı gönül gözlü kız
Araf kokuları estirdin yüreğime
Koca bir yürek şimdi bende bıraktığın
Sen anlatmıştın ben dinlemiştim
Bildirmiştin ama bilememiştim
Yorgun şarkıları beraber söylemiştik
Beraber o gölün seyrine dalmıştık
Beraber uçurumda oturup
Balık tutma hayellerine dalmıştık
Balık tutma mevsimi çoktan geçti
şarkılarda artık yorulmuyor
Kelimeler mevsimlere döndü artık
Yazda kışı kışda seni görür oldum
Uçurumda balık tuttugum kız!…
Hala balık bekliyor musun?..
Neredesin şimdi bilmem!..
Özler seni koca yürek ,çıkıp gelsen
Söylenmemiş şarkılarla coşsak yeniden…
esin kaynağı olmuştur.
NOT: 1 - Fowl: Kuş, kümes hayvanı anlamına geliyor. Faul
okunuyor. Bizde fol yok yumurta yok derler ya. Bu fol, o
fowl olmasın? Pyle’de de Pilon, direk, kule tınısı var sanki.
2 - Henry Graham Greene 1904’de Berkhamsted,
Hertfordshire’de doğdu. Altı kardeşten dördüncüsüydü.
Gençliğinde çok duyarlı ve utangaçtı. Sporu sevmezdi ve
Rider Haggard ve R. M. Ballantyne türü yazarların serüven
öykülerini okumak amacıyla okulu sık sık ekerdi. Bu eserler
üzerinde çok etkili olmuş ve yazım üslubunu
şekillendirmesinde rol oynamıştır. Birkaç intihar
girişiminden sonra on beş yaşında okulu bırakan Greene’i
tedavi eden psikoloğu onu yazmaya özendirdi ve edebiyat
çevrelerine tanıştırdı. Bayağı hayırlı bir iş yapmış psikolog.
------------------------------
15
Can Çelebi - Slumdog Millionaire
Bir Hindistan rüyası: Milyoner, Varoşların Köpeği.
Danny Böyle adına:
Vizyona girmesinden
aylar önce konuşulmaya
başlanan ve bu yıl dağıtılan
oscar ödüllerinden onuna
aday olup sekizini kazanan
Slumdoğ Millionaire’in
kendine özgü,
sıradışı bir anlatımı
var. Yıllarca
Ankarada yaşamış –
neredeyse anadili
gibi Türkçe konuşan
bir konsolosluk
görevlisi olan Vikas
Swarup’un bestseller
olmuş, başarılı kitabından
uyarlanmış, güçlü ve
oldukça zekice, tabiri
yerindeyse oya gibi ince
ince işlenerek kurgulanmış
bir senaryoya sahip.
İnanır mısınız aslında filmi
yarattığı gürültüden çok
Danny Boyle adına duyduğum
hayranlıktan dolayı izlemek istedim.
Daha önceki tüm filmlerinde beni
Filmin kunyesi:
kendisine
hayran bırakan bu İngiliz
Orjinal Adı: Slumdog Millionaire
sinema ustası, bu filminde de yine
Yönetmen: Danny Boyle, Loveleen
ustalığını ve yeteneklerini
Tandan
konuşturmuş. Sinematoğrafisinden
Senaryo: Simon Beaufoy, Vikas
hafızalarımıza kazınmış bir çok
Swarup (Kitap)
filminde olduğunun tersine Slumdoğ
Oyuncular: Irfan Khan, Anil Kapoor,
Millionaire Boyle nin yaptığı en geniş
Mia Drake, Imran Hasnee, Madhur
bütçeli film olarak adlandırılıyor.
Mittal, Dev Patel, Freida Pinto,
Azharuddin Mohammed Ismail, Ayush Filmin kurgusu muhteşem, Danny
Boyle başarılı olmaktan öte, son
Mahesh Khedekar, Rubiana Ali,
derece yaratıcı bir yönetmen.
Sheikh Wali, Jira Banjara
(Shallow Grave (1994), Trainspotting
Tür: Aksiyon / Dram / Komedi /
(1996), The beach (2000), 28 days
Romantik / Suç
later (2003),Milions (2004) Şunshine
Yapım: 2008, ABD / İngiltere /
(2007)………….) Boyle bu sefer bizi
Hindistan, 120 dak.
bir Hindistan rüyasıyla (yoksa
kabusumu demeliydim) ters köşeye
yatırıyor.
Filmin konusu:
Hindistan’ın izlenme rekorları
kıran “Kim Milyoner Olmak İster?”
adlı televizyon şovunda kaçınılmaz
karar anı ... Yakıcı stüdyo ışıkları
altında nefeslerini tutan izleyiciler,
18 yaşındaki yetim sokak
çoçuğü Jamal Malik’in 20
milyon rupi kazanmak için son
soruyla vereceği cevabı
heyecanla beklemektedir
Programın sunucusu Prem
Kumar, sıfırdan zengin olacak bu
sokak çocuğunun tüm soruları
bilebilme ihtimaline inanmaz ve onu
hile yaptığı iddiasıyla polise ihbar
eder. Şova ara verildiğinde, polisler
Jamal’ı hile yapmak suçuyla
tutuklarlar.
Gece boyunca sorguya çekilen
yarışmacının karşısına soruları tekrar
çıkarırlar. Jamal her sorunun doğru
cevabını nasıl bulduğunu anlatmaya
başlar. Bunun sonucunda, genç
çocuğun inanılmaz yaşam hikayesi
gün yüzüne çıkacaktır...
Bir Filmi başarılı yapan nedir?
Bir filmi bence başarılı yapan ilk
ve en önemli şey atmosfer
yaratmadaki başarısıdır. Bir film, eğer
sizi uzun metraj bir film süresi içinde,
ki bu bazen 70 bazen de 120 dakikayı
bulabiliyor, daha uzun ve kısaları da
denenmiştir; başka bir dünyanın içine
sokup o ilizyonu iliklerinize kadar
hissetmenize neden oluyorsa, o film
başarı için ilk basamağı aşmış
demektir. Görüntü yönetmeni
koltuğunda “28 Gün Sonra”(2002)
“Dogville”(2003) ve “Just Like
Home”(2007) gibi filmlerden
16
tanıdığımız ünlü bir usta, Anthony
Dod Mantle var. Daha önceleri Lars
von Trier’le yaptığı başarılı çalışmaları
hala hafızalarımızdaki yerini korurken
bu filmedeki atmosfer yaratma
yeteneği ve başarısı bir kez daha
takdire değer.
Buradan bakınca Slumdoğ
Millionaire daha ilk dakikalarında sizi
hemen sarıp sarmalıyı veriyor. Boyle
nin filmlerinde sık sık kullandığı
koşma- kovalamacayı kamerayla
takip etme olayı burada çevrenin,
sosyo-kültürel kartını çıkartma
açısından oldukça işlevsel kullanılmış
ve yönetmenin Trainspotting filmini
akla getirir nitelikte.
Filmin bütçesinden kaynaklansa
gerek – bu sefer sadece şarjo
yardımıyla değil uçaktan yapıldığı
izlenimi veren muhteşem kuşbakışı
görüntüler de zaman zaman
karşımıza çıkıyor.
Pis sularda burunları hizmalı
rengarenk sarileriyle çamaşır yıkayan
kadınlar, girişi ve çıkışı olmayan balcık
içindeki kirli sokaklar, yüzlerinden
eksik olmayan gülücükleriyle varosun
yoksul itleri - çocukları, derme
çatma, üst üstü alt alta gecekondular,
yokluk ve sefalet görüntüleri ve bu
görüntülerin üzerine düşen çocuk
çığlıklarıyla beslenen nefes nefese bir
müzik.
Hoşgeldiniz!
Hindistandaşınız, dahası
Hindistanın varoşları ete kemiğe
bürünmüş, çapcanlı karşınızda
duruyor. Arkanıza yaşlanın 120 dakika
boyunca iyisiyle kötüsüyle acısıyla
tatlısıyla hiçbir yabancılaşmaya izin
verilmeden orada,öylece, o insanların
hayatına ortak olacaksınız.
Bütün bir hayatın özeti sadece 15
soru?
Hani hepiniz bilirsiniz canım, biz
küçükken dilden dile bir tekerleme
gibi dolaşan bir cümle vardı? Hani
okulda çok başarılı olanlara, kitap
kurtlarına, okuya okuya şişe dibi
gözlük sahibi olanlara inceden bir
dokundurmayı da içinde saklayan bir
cümle.
Şöyle bakayım « Çok okuyan mı
yoksa Çok gezen mi daha iyi- çok
bilir ».
Tabiiki hepimizin cevabı aynıydı.
Çok gezen.İşte bu film boyunca hep
bu cümleyi evirip çevirdim zihnimde.
’Çok okuyan mı yoksa çok
yaşayan mı bilir?’
Jamal in tanık olduğumuz hayat
hikayesi bize yaşamın ne büyük bir
öğretmen olduğu gerçeğini kanıtlıyor.
15 soru 15 anektot – flashback lerle
soruların doğru cevaplarının
arkasındaki sırlar. İşte bu ! Bir hayat,
bir varoluş mücadelesi, sadece ve
sadece 15 soru…
Her ne kadar Jamal in yağane
amaçı para değil, yalnızca sevdiği
kızın, güzeller güzeli Latika nın
kendisini görmesini sağlamak olsa
da, tüm bu sorulara verilen doğru
cevapların sonunda kazanç 20 milyon
rupi. Bu sadece yarışma mükafatı
değil aynı zamanda çile dolu
hayatının bir özürü, bir hediyesi –
telafisi de olmalı!
Düşman kardeşler. Jamal kadar
doğru, Salim kadar inandırıcı:
Aynı aileden gelen iki kardeşin
birbirine tıpatıp benzeyen aynı şeyleri
yaşayarak farklı farklı yolları tercih
etmelerindeki neden, filmin içinde
dikkat çeken neredeyse üzerine
kuram kitapları yazılacak bir felsefi
tartışmanın da fitilini ateşliyor. İnsanı
iyi ya da kötü yapan şey nedir?
Doğuştan getirdiğimiz kişilik
özelliklerimizin burada ki rolü içine
doğduğumuz şartların ve kültürün
rolünden daha mı çok etkilidir ?
Ya da bambaşka bir bakış açısıyla
Tüm yaşamımız aslında yaptığımız
seçimlerimiz midir?
Ben film boyunca Salemin yaptığı
hatalı seçimlerini daha inandırıcı
buldum desem yalan olmaz. Bir
insanın o şartlar içinde varolurken
Jamal kadar doğru (¡)kalması bence
pekte mümkün değildi.
İşte burada insan ister istemez;
galiba bizi tetikleyen, seçimlerimizi
yaparken feyz aldığımız biyolojik bir
takım etkenler de yok değil diyor.
Film içinde iki kardeşin kişilik
özellikleri öylesine güzel işlenmiş ki
ortaya sinema dünyasının kolay kolay
unutamayacağı iki karakter çıkmış.
Duygusal ve naif, sevgi arayışı içinde
olan fakir ama gururlu, kendi
doğrularına sıkı sıkıya bağlı olan
Jamal ile tüm duygularını içine
gömmuş, güçlü olmak ve kolay
paraya ulaşmak için mafyanın
tetikçiliğini yapan- insanları
öldürmeye gitmeden önce namaz
kılıp Allah’tan özürdileyen ama yine
de öldüren, gözü yükseklerde,
bencil,öfkeli ve hırslı Salem. Kaderin
kendisine ördürdüğü ya da kendisinin
kaderine yardım ederek beraber
ördükleri simsiyah bir örümcek ağı
üzerinde, Fight Club benzeri bir
“Sahip olmak istediklerin bir şekilde
sana sahip olurlar ve sen onların esiri
olursun.” Önermesini aslında hayatı
boyunca yaşıyor.
Çocukluklarında sokaklarda –
çöplüklerde yaşarlarken Latika, Jamal
ve Salimi kaçıran dilenci mafyasının
elinden kaçarlarken iki kardeşin
bindikleri trene yetişmeye çalışan
zavalli Latika nin tuttuğu elini
burakarak ondan öçalan Salem böyle
böyle, zaten ilerisi için bu karmaşık
kişiliğinin tohumlarını seyircinin
zihnine ekiyordu. Kardeşini kör
olmaktan, ömür boyu dilencilik
yapmaktan kurtaranın da, Latikayla,
Jamal’in kendi hayatını feda ederek
birleşmelerini sağlayanın da aynı
17
Salem olduğuna inanmakta güçlük
çekmiyor insan.Var bu tür insanlar,
Salem de onlardan biri işte diyor,
yadırgamıyor, kolayca
kabulleniveriyor.
Filmin bu bölümlerinde City of
God yansımaları yok değil. Bazen ya!
Bu kadar da benzerlik olmaz
diyebiliyorsunuz ama sonuçta her iki
film de
varoşlardaki
insanların
etkileyici ve
çarpıcı varolma
hikayelerini dile
getiriyor. Bir
farkla City of God
bir başyapıtken,
Slumdog
milionair ne yazık
ki onun bire bir
ölçekte, biraz da
arabesk
denebilecek bir
kıvamda
sulandırılmış hali.
Buna rağmen
çok şey söylüyor
Slumdoğ
Millionaire.
Kapitalizmi
sorgulayip,
kapitalizmin
kaynağı olduğu
bütün toplumsal
çarpıklıkları ,
hindistandaki etnik kavgaya dayalı
ayrımcılığı ve şiddeti, kast sistemini
ve o sistemin hatalarını, bir bir reyting
düşkünü popüler kültürün mısır
patlaklağı tadıyla, seyircisinin
boğazına dize dize yediriyor.
Bir hindistan rüyası:
Paran olmasada, en alttan
gelsende, boka batmış, dibe vurmuş
olsan da; aşk ve paraya
ulaşabileceğin bir çağda yaşıyorsun.
Alın size Amerikan rüyası. Geçtim
rüyayı, ekonomik krizi de dillendirip
“mucizesi” diyeceğim artık. Politik
filmleri göz ardı ederek, popülist
yaklaşımlara çanak tutarak amaçtan
uzaklatıkları ve taraflı oldukları
gerekçesiyle sık sık eleştiri
bombardımanına tutulan Academy de
görevli üyelerin bu filme 10 da 8 ödül
( İnsan hemen rahmetli Ömer
Kavur’un aynı temayı rüyalara –
mucizelere sığınmadan daha sade,
daha entellektüel bir bakış açısıyla
anlattığı “Yusuf ile Kenan" adlı filmini
içini çeke çeke hatırlıyor.Böylesi de
yapılmıştı ne haber diyesi geliyor.)
Filmin konuşulmaya değer bir
başka yanı da oyuncu
kadrosunun büyük bir
bölümünün amatörlerden
oluşturulması.
Profesyonel bir kaç isimden
biri olan başrol oyuncusu
Dev Patel’in performansı
çok başarılı ve etkileyici ama
bunun yanında
kahramanların çocukluklarını
oynayan isimler olağan üstü.
Gerçek hayatta tam da
filmde anlatıldığı gibi bir
çevreden geliyorlar ve
neredeyse filmde kendi
hayatlarını oynamışlar.
Sahnelerin ruh halini en iyi
şekilde destekleyen işlevsel
olarak, dozunda kullanılmış
müzikler harika, etnik,
sımsıcak, kişilikli ve insani
sarıp sarmalıyor.
120 dakika boyunca hayata
bambaşka bir pencereden
bakmanızı sağlayan, yürek
burkarken düşündüren, masalsı bir
hikaye. Bu yılın en başarılı
filmlerinden biri.
yağdırmasının altında kesinlikle filme
sinmiş bu ideolojik düşünce yatıyor.
Filmi görünce- ya da gördüyseniz
eminim sizde bana katılacaksınız.
Filmin Kim milyoner olmak ister gibi
Bir takım negatif yanlarıkapitalizmin çirkin yüzlerinden biri
olan popüler bir tv programını eleştirel eksiklikleri görmezden gelebilirsek
bence kaçırılmaması gereken bir film.
bir gözle didikleyip alaycı bir üslupla
kullanıyor olması bence film için bir
İyi seyirler.
artı puan. Anaparacı düzenin bireyler
üzerindeki korkutucu etkisini
vurgulamak açısından iyi bir
gönderme.
18
Şeyda Koç - Buklesinde Reyhan Kokusu
Kapıyı çaldı adam ve kadın
açmaya gitti…
- Nerde kaldın?
- Üst kattaydım, çamaşır falan
- Yok ya? bu saatte çamaşır mı
kalır… ?
- Yine çarşı Pazar gezdin değil
mi?
Kadın yorulmuştu bu sorulardan.
Senelerdir giydiği bir çift ayakkabısına
takıldı gözleri… Ayakkabılıkta öylece
duruyordu, bu yarı sarhoş eve gelen
adama ne diyebilirdi ki! On beş sene
çalışmıştı. Doktor böbreklerinde
sorun olduğunu söyleyene kadar ilaç
fabrikasında çalışmaya devam etti.
Ama çocukluğundan beri süre gelen
bakımsızlık sonunda orta yaşlarına
doğru ortaya çıkmış ve kadın gelen
hastalık karşısında yenik düşmüştü.
Bir böbreğinin alınması söz
konuşuydu. Kocası Kemal, geçmiş
yemek masasına çoktan oturmuştu…
- Peh… Kadına bak, Yemek diye
yutturacak bunları!
- Ama Kemal, bu çocukların da
senin de en sevdiğin yemek değil
mi… Neden ki bu huysuzluğun?
Hiddetle baktı Kemal!...
- Kes lan beğenmedim işte.
Kadın olsan aynı yemeği pişirip pişirip
önüme koymazsın!
Gözleri dolmuştu Nermin’in,
yıllarını verdiği Kemal severek
evlendiği, gurbete bir heves, adeta
koşa koşa geldiği kocası yıllarca
sıkıntılı ve küfürvarî konuşmalardan
başka iki güzel çocuk verebilmişti .
Haline şükrediyordu ama her gün
bitmeyen, yıllar geçtikçe de artan
hakaretler karşısında artık ruhu da
dayanamıyordu, üstüne üstelik birde
bu hastalık onu iyiden iyiye moralsiz
kılıyordu…
- Ya kalk şuradan kadın, ya
önüme geçme, işin yok mu senin, aç
şu televizyonun sesini.
Televizyonda evlenmek isteyen
insanların başvurusuyla hazırlanmış
olan program yayınlanıyordu…
Televizyona şöyle bir baktı, kadınlar
evlenerek birilerine birilerini
yakıştırıyordu, işin tuhaf yanı bu
yakıştırmaları yapıp baş göz eden
seyircinin çoğu spikerde dahil evli
değildi (!)
- Kemal unutmadın değil mi?
yarın doktorda randevumuz var.
- Şu gavur memleketinde bir işini
yapamadın gitti. Benim ne işim var
doktorda, gidicen görünücen...
Oğlanla git, işim gücüm var benim.
Metinler bekliyo...
Nermin ne diyebilirdi ki, böylesi
bir durumda bile yarın arkadaşları ile
yapacağı maçı düşünen kocasına,
demedi o da… Diyemedi. Kalktı,
yemek masasını toparlarken kapıdan
henüz içeri giren oğlunu gördü;
- Anne hazır mı yemeğim?
- Hazır, oğlum
Birazdan diğeri de gelirdi. Diğer
akşamlardan çok da farkı yoktu yine
o akşamın… Her zaman olduğu gibi
mutfağını temizledi. Nermin kadın,
içeriden gelen bağırış sesleri arasında
hemen anladı, belli ki heyecanlı bir
maç vardı televizyonda… seslerden
anlaşılıyordu. Temiz kapları da
yerlerine yerleştirdi… Sancısı çoktan
başlamıştı… Çaresiz artık çok da
faydası olmayan ilacından aldı.
Dengesi zorlaşan bacaklarıyla,
doğruca odasına gidip kendini yatağa
attı… yattığı yerden gelen kocasının
sesini duydu en son
‘’Yattı yine iki bulaşık sonra yatak,
iki gün sonrada toprak” diyerek
peşinden gülüyordu kocası...
Sabahında çıktı evden. Önce
alışverişini yaptı, memleket ürünleri
satan bakkaldan. Buranın bir yeşili,
bir yağmuru meşhurdu ya hani…
Bugün ona yağmur tarafı düşmüştü
gurbetin…Biraz ıslandı ama sabahın
o çiğ kokusunu da teneffüs etmiş
oldu… Sabah koşuşunu yapanları,
köpeğini gezdirenleri, çocuğunu
okula götürenleri işe yatişmeye
çalışanları tramvay bekleyen
öğrencileri gördü… Evdekiler hala
yatıyordu ama dışarıda adeta savaş
öncesi hazırlık vardı. Bu manzarayı
birde tatil günleri başlamadan görmek
mümkündü, sonrasında derin bir
sessizlik hakim olurdu, yağmurlu
caddelerde çoğu yalnız beklediği
akşamlarının gündüzünden çok farkı
olmazdı o zaman Nermin’in…
Yerden iri siyah çakıl taşını alırken
yerden... Anıları depreşti.
*****
Anası arkadan bağırdı:
‘’Kız Nermin geldiler, koy kahveyi
ocağa, geç mutfağa çabuk!.’’
Bir haftadır köyde komşuların
konuştuğu tek şey kendisiydi.
“Alamancılar istemiş Nermin´i
duydunuz mu?..” diyor birisi diğerine.
Çeşme başında en çok bu konu
konuşuluyor diğer analar kıskanç
19
bakıyorlar, Nermin´in iri ela gözlerine
…Kızlar kıkırdıyor:
“Kız Nermin amcanlara mı gelin
gidicen, kız Nermin!...”
Bütün kızlar gülüşüyor…Nermin
mahcup …Bir haftadır sokağa
utancından çıkamaz olmuştu Nermin.
Yazları gördüğü amcaoğlu, delikanlı
olduktan sonra çok da gelmemişti
köye ama yengesi oğlunu gelip
gittikçe methetmişti. Köyün
komşularına kendi akrabalarına…
Nermin’de hayallemedi değildi,
zaman geçtikçe oda merak eder
olmuştu. Gelip de onu istediklerinde.
Evlilik adımının ilk heyecanını duymuş
artık büyüdüğünü anlamıştı.
- Yaptın mı kahveyi kızım, istediler
seni anan kurban olsun sana
Alamanya’ya gelin gidicen.
- Orası nasıl güzel mi bizim köy
gibi anacım?
- Güzel diyorlar artık kendin
gidince görecen. Biraz hasratlık olcak
ama napalım senin istikbalin,katlanırız
helbet…
Nermin, tuzlu fincanı da tepside
eksik etmeden hazırlamıştı. Salona
servise çıktı. Yengesini ilk gördü
ama…ama…O kadar! Genç biri yoktu
ortada, bir amcasına bir halaya
derken kahvelerini dağıttı. Amcası
uzanırken fincana mecburen “o değil
amca öbürü” diye seslendi. Tuzsuz
fincanı işaret etmişti.
Bir acı kahvesini dahi tutacağı,
servis yapacağı damat yoktu ortada.
Hasta denmişti .Yol yorgunu
denmişti…Denmişti de gelmemişti
işte.
Bukle bukle saçları, geri bağladığı
eşarbının altından sallanırken yün
çorapları ayağındaydı. Çatıya giden
merdivenin altındaki mutfağına geçti
Nermin…
Kara taşı fırlattı ilerdeki ağacın
dibine gurbet kadını Nermin... Bir
köyü düşüyordu aklına, bir yeni gelin
geldiği yıllar gurbet eline.
Yıllar sonra öğrenmişti kendisi de
o gün damat olacak gencin diğer
amca oğlu ile kasabaya sözde kız
tavlamaya gittiğini.
Sonra ilk gözağrısı evladına sütü
dahi yetmediği bulamadığı acı dolu
yıllar:
“Ben mi istedim kızım seni,
kendin koştun geldin’’…dedi kocası..
‘’mecbursun bu evde beni
beklemeye, karnın doyuyor ya ona
şükret.”
“Ama Kemal, çocuk aç kaldı sütü
bitmişti. Ağlamasına Alman karısı
dayanamadı yine süt vereceğdi…
Sen öncekinde kavga ettin diye
veremedi.Eh ben napam evde bir şey
olmayınca çocuk bu”?
“Kes lan, duyanda aç bıraktık
sanıcak.”
Yıllar ne çabuk geçiyordu. Okul
yıllarında da çocukların okuluna
gidemedi, kocasından sonra
çocukları istemedi onu.Ya kıyafeti ya
yürüyüşü hep bahaneydi yavruları için
“Bu kadar mı vebalıyım çocuğum
neden utanır benden, şuradan
sınıfına baksaydım” diye
düşünürdü… Şimdi o çocuk
büyümüş de bir fabrikaya işçi de
olmuştu çoktan. Alaman bir kızla da
yaşar olmuştu, utandığı anasına
sadece yemeğe uğradığı oluyordu,
ara sıra o kadar.
Yirmi beş senenin ardından
fırlattığı taşa bakarken o taş kadar
değerinin kalıp kalmadığını
düşündü…
Köyde kalsaydı…
Köyden yine isteyen biri vardı…
Halil’di ismi gencin. Ona varsaydı ne
olurdu? diye düşündü. Belki ondada
farklı sıkıntı çekerdi, kader bir değil
miydi sonuçta…Ama yine de
çocukları ondan utanmazdı. Alaman
kadınları gibi makyajlı olmadığı için
Almancayı bülbül gibi şakımadığı için
güzel yemeklerini yiyip de bir
fotoğrafa bile girmekten çekindikleri
bir anaları olmadığı için
utanmazlardı… Sonraları duymuştu ki
‘Halil’ sağlık binasına hademe
olmuştu. Şimdilerde emekli olacaktı.
İki kızı bir oğlu olmuştu…Köydeki eş
dost muhabbetinde evlendikten yedi
sene sonra gittiği baba ocağında
duymustu. Yine de şimdi ki haline
şükretti Nermin, göğe yüzünü kaldırıp
‘’çok şükür Rabbim’’ derken. İki oğlu
da canı ciğeriydi, onlarda anlayacaktı
zamanla cahilliklerini ,varsın şimdi
gençlik telaşlarını sürsünlerdi..
Aniden sancısı tuttu. Amaliyat
günü de yaklaşıyordu..Tedirgindi ama
önce Allah’a sonra kendine
güveniyordu. Sık sık dile döküyordu
bu duasını ameliyattan sonra ilk iş
köyüne dönecekti. Kararlıydı. Reyhan
kokularını özlemişti köyünün.
Anasının babasının bakımsız evinde
kalmaya razıydı. Buradaki hizmetçiliği
de nasıl olsa artık eskisi gibi ise
yaramıyacaktı... Çocuklar da
büyümüştü. Kararlıydı köyüne
dönecekti.
Ama şimdi eve gidip kahvaltıyı
hazırlayıp kocasını küçük oğlunu
kaldırmalıydı. Kafasında planları gönül
gözünde köyünün dağları,
bahçesinde saçlarını taradığı baba
evi,burnunda reyhanların kokusu
vardı.
****
İçeri girince seslendi;
- Haydın kemal !…. Mesut !…
Masa hazır.Geç kalmayın!
- Allah belanı versin kadın, ne
bağırıyorsun sabah sabah!
- Aman mama! Bir öğrenemedin
doğrudürüst uyandırmayı… yavv..ne
bağırıyorsun baykuş gibi!
20
Sinan Tabanlı - En Sevdiğim Günah
"Kibir... Kesinlikle en sevdiğim
günah."
göre. Fakat imtihan bu ya; Azâzil
sadakatinin sınanmasında başarısız
oldu ve isyan bayrağını çekiverdi.
Devil's Advocate'in Şeytan'ı oynayan Dumansız ateşten yaratılan varlık,
aktörü Al Pacino'nun filmdeki son
çamurdan halkedilmiş olanın önünde
sözleriydi bunlar.
eğilemezdi. İtaatsizliğin cezası,
büyüklük taslamanın
mukabilinde sürüldü
Huzûr-u İlahî'den. Şeytan
sıfatıyla muttasıf oldu.
Sûr'a dek sürecek olan
yeminini etti. Varlık tarihinin
en büyük andını içti.Tek
misyonu vardı: Adem ve
neslinin kendisinden üstün
olmadığını kanıtlamak.
Bu uğurda, insanın içine
ekilmiş her kötü tohumu
yeşertmeye çalışacak ve
vazifesini layıkıyla ifa edip
hegemonyasını kuracaktı
kötülüğe meyilli
insanoğullarında. Bugün
dahi, kâhir ekseriyette
insanın en zayıf ve Şeytan
için en işlek kavşağı
konumunda bulunan yeri
Azâzilînkine müşabih
enaniyet duygusudur.
Şeytan'ın bizzat kendisine sorsak
daha farklı bir cevap alamazdık
sanırım. Yalan konuşmayacaksa tabî.
-İslam inancına göre- Azâzil yani
Şeytan, Allah'a ubudiyetini ifâ eden,
O'nu en iyi şekilde ta'zim ve tesbih
eden bir cindi. (Yanlış bilinenin aksine
Azazil bir melek değil cindi.) Ta ki
Adem yaratılasıya kadar. Azâzil'den,
Allah'tan başka birinin üstünlüğünü
kabul etmesi istenince buna razı
olmadı. Allah vardı, sonra o. Bu
ikisinin arasına birisi giremezdi ona
Ben, ene, ego, hôd.
Benlik, enaniyet, egoizm,
hôdfüruşluk.
Tevâzu ile yollarımız kısa süren bir
birlikteliğin ardından Kâbil Hâbil'i
katlettiğinde ayrılmış oluyordu.
Ve nadiren araya köprüler kursak da,
bu yollar bir daha hiç birleşmedi.
Maddî sebepler yüzünden Azâzilîn
düştüğü hataya düşüyoruz.
İnsanın gözüyle gördüğüne olan
inancı hissettiğine olana nazaran
daha büyüktür. Herhangi birşeye karşı
olan yakînimiz işittikçe, hele ki görüp
bizzat müşahede ettiğimizde kesret
kazanır.
Bu şekilde sarsılmaz bir duvar öreriz
o inancın etrafına. Bu insandaki en
tabî algılardan biridir aynı zamanda, ki
yadsınamaz zaten.
Bunun gibi, doğruyu ve yanlışı
ayırdedebilme hususunda beş
duyumuza hitap eden maddi ve gözle
görülür sebepler daha kolay idrak
edilirler. Örneğin, ateşin etinizi
yaktığını anlamanız için kibritle
yapılacak küçük bir deney bu
tecrübeye kolayca erişmeniz için
kâfidir.Alevin vücutla direkt olarak
temas etmemesi gerektiği bilgisi
basitçe elde edilir. Akıl ve mantık ile
eksiksiz bir uyum içerisinde çalışan 5
duyumuzdan gelen bilgiler beyinde
hemen kategorize edilebilirler.
Bu ana kadar bir hayvan
metabolizması ile insan vücudu, zekadaki eşitsizlik yoksayılarak- aynı
kefeye konulabilir. Bunda bir beis
olmasa gerek.
Lakin insan iki yönlü yaratılmış ve
varolmuştur. Bedeni ile alakalı olan
kısmı olduğu gibi, bir de gönül ve his
dünyasına ait latifeleri de vardır.
Sevme, öfkelenme, kıskanma,
umursama gibi birçok manevi his de
barındırır. İnsan hayatına yön
vermede bu hissiyatın da çıkarları
gözetilerek davranılır. Fakat, manevi
duyular akıl potasında mantık
süzgecinde dolaylı olarak geçtikleri
için çözümlemeleri daha zor yapılır.
Korkmanın saçma olduğu bir şeyden
bir hayat boyu korkabilir, mantıksız bir
şekilde, çirkin ve vefasız bir yâre
gönül çeldirip Kays gibi bir dağ delisi
olup çıkabilirsiniz. Bu duyuların da
21
kendi içlerinde esnekliği ve bir tarafa
çekilebilirliği vardır. Birşeylerden
nadiren korkan biriyseniz bu sizi
cesur, aşırı korkan biriyseniz de
korkağın teki yapabilir.
Sevgi, hayatınızın değişmez bir
parçasıysa eğer kutlu bir insan,
önemsiz bir yere haizse duygusuz biri
oluverirsiniz.
Bu şekilde ilerleyerek, hissiyat
koridorumuzdaki kapıları birer birer
yokladığımızda karşımıza “gurur”
kapısı çıkar ki, insandaki manevi
hastalıkların nirengi noktası belki de
burasıdır.
televoleleşmekten enaniyeti yalama
yapmış kolpa sanatçılarımız vardır.
Diz çökmenin ve acziyeti kabul
etmenin sembolü olan namazda,
tilavetinin güzelliğiyle tüm cemaati
büyülediğini sanıp göğüs geren imam
efendilerimiz eksik değildir.
Marifet bilip hata kabul etmeyen
zeytinyağı karakterlilik şiarımızdır.
Hitabet ve ikna yeteneğini her yerde
gururu ve egosu için işlettiren zeki
şeytanlarımız da mevcut.
Ne acıdır ki, mezartaşına dahi ölen
babasının askeri rütbesini kazıtan
akılalmaz insan zihniyetleri de yaşıyor
hala. Üstelik sivil kabristanlarda.
Gurur, hisler arasında kendisini en az Misalleri çoğalttıkça çoğaltın asla
belli eden, nadiren renk veren, kainatı tükenmeyecekler. Ve sen bu satırların
doldurduğu söylenen esîr maddesi
okuyucusu, kendini ve bu satırları
gibi her an bizimle olan fakat hiç
yazanı şu yukarıdaki insanlardan gayrı
yokmuş gibi duran bir şey.
görme. Düşün ki, her lahzâ, içinde
Derinlemesine dikkat kesilin. Gün
hürriyet ve vitrinlik olmak için
boyu her yerde beraber olduğumuzu tepişmekte olan gururun seni böyle
görebiliriz. Yaptığımız işlerde, uzun ve biri olmak için zorluyor. İstisnasız.
kısa vadeli her girişimimiz de
belirleyici bir etken. Lafı
İnsan varoldukça haddini hiç
gevelemektense örneklendirmek
bilmeyecek, benlik duygusu dahilinde
daha mı mantıklı ne?
korunması gereken sınır olan özgüven
Mesela çocukken, her zaman küçük
haddini mütemadiyen aşacaktır. İyilik
kardeşin ekmek almaya gitmesi
yaptığını zannederken kendisine,
gerektiğini düşünen ağabeyizdir biz.
mutsuz sona varışını hızlandıracaktır.
Bazen sohbet meclislerinde küçüğe
Çözümü oldukça zor olan bu tür
laf düşürmeyen yaş-saygı oranı
manevi marazların ruhumuzda çarpık
meraklıları, bazen de mesleğindeki
kentleşmesi ve buna bağlı olarak
rütbeyi ev kapısında isminin yanına
yaşadığımız tatminsizlikler, kaotik
yazdıran gösteriş budalalarıyız.
ruhsal ortam. Neticesinde karmaşa ve
İşyerinde hal-hatır sormada protokol
karakterdeki ipi kopukluktan neşet
gözettiğimiz de olur bizim, hiçbir
eden, dışa vurulmuş süslü ve boyalı
ücret ödemeden sahip olduğumuz
soytarılıklar.
fizikî güzelliğimizin diğer bir
hemcinsimizinkinden üstün olduğunu Bütün bunlar beni ütopik bir dünya
belli etmeye çalıştığımız da.
hayaline yönlendiriyor. Ne ezikliğin,
Zaman zaman azarlanırız,
ne de büyüklüğün olmadığı. Sevginin,
Başkonsolosa konsolos diye hitap
alçakgönüllülüğün ve
ettiğimiz için. Televizyonda her gün
yardımseverliğin esas alındığı bir yer,
karşılaştığımız pohpohlanmaktan ve
bir ada.
Etrafı güven denizi ile çevrili olan.
Gökyüzünden şefkat akan ve kayaları
mertlik taşından yapılmış.
Bu dünya Diyojen'e elinde fenerle
sokakta güpegündüz insan arattığı
gibi, bu asırda da tiksinti uyandırıp
içinde boğulduğu manevî vebadan
yüz çevirtiyor. Kimimizi dağlara
kaçırtırken, bazımızı da bir insan
olmaktan utandırıp ölüme şafak
saydırtıyor. Terhis olmak için gün
bekletiyor dünyadan.
Daha ironik olanı da bu kibirli ve
benmerkezci adamlardan bir din
mensubu olanların sıkça bulunması.
Kulluğu ve tevazuyu emreden dinlerin
kendi mensuplarının o akîdeye ihaneti
söz konusu. Bütün amacı beni
ortadan kaldırıp O'na ulaştırmak olan,
benliği yok edip fenafillaha,
yani Hakk'ta yokolmaya erdirmek
olan tasavvuf mesleği dahi,bugün
sözde sufîlerin ellerinde içi
boşaltılarak acıyla kıvrandırılmaktadır.
Eyyüb peygamberin vücudunun her
yeri hastalıklı idi. Derisindeki
yaralardan vücuduna kurtlar girip
çıkıyordu.
Biz bu kadar manevi rahatsızlığa
sahipken, içimiz dışımıza çevrilseydi,
acaba Eyyüb peygamberden daha mı
sağlıklı görünürdük?
22
Sadık Yemni - Atları (özneyi) da Vururlar
Sadık Yemni’nin uyarlamasıyla
Wallerstein’dan (Son Gerçek)
konferans: Jeopolitika, ekonomik
kriz ve kapitalizm çökerken özne
olmak
Sonunda kriz yaratacağı çok
aşikâr olan Neo Liberal sistemlerde
ve krizlerin içinde özne kalabilmek
mümkün mü?
1969 yapımı bir film hakkındaki
bilgilerimizi tazeleyip Wallerstein’in
sözlerine kulak verirsek bu soruya
ciddi bir cevap bulabileceğiz.
Son Gerçek 1969 ABD yapımı
dramatik dönem filmidir.Özgün adı
They Shoot Horses, Don't They?
dir.Senaryosunu James Poe ve
Robert E. Thompson’un Horace
Mccoy’un 1935 yılında yazdığı aynı
adlı romanından birlikte uyarladıkları
filmin yönetmeni Sydnel Pollacktır.
Filmin Önemli rollerinde Jane Fonda,
Michael Sarrazin, Susannah York, Gig
Young, Red Buttons ve Bruce Dern
oynamışlardır. Film TRT
Televizyonunda Atları da Vururlar adı
ile gösterilmişti. Filmde ABD'de
1930'larda yaşanan "büyük ekonomik
bunalım" sırasında çaresiz bir grup
yarışmacının para ödüllü bir dans
maratonunda onurlarını çiğnetmek
pahasına da olsa ölümüne yarışmaları
anlatılmaktadır.
1930 'lu yıllarda ABD 'de Büyük
Ekonomik Buhran hüküm sürerken
fakirlik ve çaresizliğin pençesindeki
işsiz milyonlarca insandan biri de
Gloria Beatty (Jane Fonda)'dir. Sürekli
Hollywood hayalleri kuran, geçmişte
hep aldatılmış, gençlik yılları çok
gerilerde kalmış hayalperest ve
tatminsiz bir kadın olan Beatty
uğradığı sayısız ihanetlerden birinin
sonucunda intahara teşebbüs etmiş,
hastanede yatarken eline geçen bir
dergide büyük para ödüllü bir dans
yarışmasının ilanını görmüştür. Bu
yarışma o yıllarda kitlelerin dikkatini
ekonomik buhrandan başka yönlere
çekmek için yapılan sayısız
çılgınlıklardan sadece biridir. Sıradan
bir yarışma değildir bu, bir
maratondur adeta. Arada verilen çok
kısa molalar haricinde yarışma
haftalarca hatta aylarca sürecek, en
son ayakta kalan çift yarışmayı
kazanacaktır. Ödül o yıllar için küçük
bir servet sayılabilecek bir miktar olan
1500 dolardır. Yarışma tabii ki
radyodan da naklen yayınlanacaktır.
Gloria partneri olarak film yönetmeni
olma hayalleri kuran bir aylak olan
Robert Syverton (Michael Sarrazin)'i
seçer. Diğer yarışmacılar ise yaşlı ve
bıkkın bir bahriyeli olan Harry Kline
(Red Buttons), gebe bir çiftçi kızı olan
Ruby (Bonnie Bedelia) ve onun kocası
James (Bruce Dern)ve gözü
yükseklerde bir aktris olan (Susannah
York)'tur. Tabii bir de kendi çıkarları
için yarışmayı manipüle eden şikeci
antipatik sunucu Rocky (Gig Young)
vardır.
Yarışma ikinci ayına girdiğinde
yarışmacılar arasında esen kuşku,
belirsizlik ve güvensizlik rüzgarları
olayları kontrolden çıkarır. Bu eziyetli
maraton Gloria'nın zaten dengesiz
olan ruh halini iyice bozmuştur. Her
geçen gün umutsuzluğu daha da
artan Gloria çevresine karşı daha
saldırgan olur ve partneri Robert 'tan
yaşadığı bu ızdıraba son vermesi için
kendisini vurmasını ister. Zaten
sakatlanan ve ızdırap çeken atları da
bu şekilde vurmuyorlar mı?
Film en fazla sayıda dalda
Akademi ödülüne aday gösterildiği
halde (9 dalda aday gösterilmişti) En
İyi Film Akademi Ödülüne aday
gösterilmeyen tek film budur. Film
sadece En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
Akademi Ödülünü kazanabilmişti.
Wallerstein’dan konferans: Jeopolitika,
ekonomik kriz ve kapitalizm çökerken
özne olmak –Sendika.Org
13 Mart 2009 - Immanuel Wallerstein
23
Geçen yıl yaşamını yitiren tarihçi Faruk
Tabak anısına 6-8 Mart tarihlerinde
Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen
Küresel Perspektifle Tarih
sempozyumunun ilk günü Immanuel
Wallerstein’ın ‘Jeopolitika ve Dünya
Ekonomisi – Bir Dönüşümün Krizi’
başlıklı konferansına ayrılmıştı.
Wallerstein, iki salon dolusu
dinleyiciyle ABD’nin gerileyişi ve
ekonomik krizin açığa çıkardığı tablo
üzerinden analiz ve öngörülerini
paylaştı. Wallerstein’ın konferansını
Sendika.Org okurları için izledik.
Sistem yapısal bir kriz içinde
belirten Wallerstein, bu avantajın
temel olarak 1940’lar ile 1960’lar arası
dönem için geçerli olduğuna dikkat
çekti. Daha sonra da Avrupa ve
Japonya’nın öne geçtiğine işaret
ederek, “60’ların sonundan itibaren
bu dayanak ortadan kalktı” dedi.
Wallerstein, ABD hegemonyasının
ikinci temel dayanağı olarak
tanımladığı askeri güç konusunda ise
şunları söyledi: “ABD’nin kendisinden
sonra gelen 10-15 gücün toplamını
Wallerstein, iki yıl önce
medyada uzmanların her
şeyin iyiye gittiğinden
bahsettiğine ancak şimdi
ise “her şey felaket”
dediklerine dikkat çekerek,
bugün yaşanmakta olan
krizin sistem açısından
yapısal bir kriz olduğunu
ifade etti.
“ABD hegemonyasının
ertesindeyiz. ABD geriliyor.
Kondratief 1 evresinin
sonundayız. Bu çok
görüldü. Şimdi sistemin
yapısal krizi yaşanıyor”
diyen Wallerstein, ABD’nin
gerilemesinin 40 yıllık bir
geçmişi olduğunu, yavaş
bir şekilde açığa çıkan bu
gerileyişin şimdi
hızlandığını belirtti.
aşan bir askeri gücü var. Ama bir
sorun var. 1990’lı yıllarda Clinton
döneminde Beyaz Saray’da bir
konferans yapılıyor. Madeleine
Albright Balkanlar’da bir şeyler
peşinde. Colin Powel buna direniyor.
Albright ‘kullanmayacaksak o kadar
övündüğümüz bu askeri gücümüz
neye yarar’ dedi. Powel, kullanırsanız
kazanamayacağınızı biliyordu.
ABD’nin ekonomik gücünün dünyanın Albright bilmiyordu.” Wallerstein, ABD
geri kalanına göre daha çok ve daha
hava gücünün askeri operasyonlarda
ucuza üretim yapabilmesi olduğunu
yetersiz kaldığı ve yeni
“ABD, 50’ler-60’larda gücünün
doruğundaydı ve istediğinin %95’ini
yapabiliyordu” diyen Wallerstein, ABD
hegemonyasının ekonomik güç,
askeri güç ve doların rezerv para
olmasına dayandığını şimdi ise bu
dayanakların büyük ölçüde
zayıfladığına dikkat çekti.
operasyonların kara harekatlarını
gerektirdiğine dikkat çekerek, ABD
askeri gücünün eski önemini
yitirdiğini belirtti.
Wallerstein daha sonra ABD gücü
gerilerken iktidara gelen George W.
Bush yönetiminin, ABD
hegemonyasının gerileyişini durdurma
çabasının ters teptiğini söyledi.
“George W. Bush iktidara gelince bir
teori vardı. ABD hegemonyası
geriliyordu. ‘Bunun nedeni liderlik’
diyorlardı. Ben buna ‘tek
taraflı maço militarizm’
diyorum. ABD
hegemonyasını yeniden
kurmak yerine
gerilemeyi hızlandırdı.
Avrupa, Rusya, Çin
ABD’den uzaklaştı. Nükleer
programlar hızlandı. Irak’ın
işgal edilmesinin nedeni
nükleer silahlarının
olmamasıydı. Kuzey Kore
ve İran bundan gerekli
dersi çıkardılar.”
“Son dönemde bir
istihbarat raporu var. 20 yıl
sonra ABD eskisi gibi
olmayacak. Peki ne
olacak?” diyen Wallerstein,
çok taraflılık ve
bölgeselleşme eğilimlerine
dikkat çekti. “Şimdi çok
taraflı bir duruma giriyoruz.
Batı Avrupa, Rusya, Çin,
Hindistan, Japonya, Brezilya, G.
Afrika, İran… Bunlar özerk güç
merkezleri…”
Türkiye’nin durumuna ise ayrıca
değinen Wallerstein, Türkiye dış
politikasının da 20 yıl öncesine göre
oldukça farklılaştığını belirtti. “Türkiye
dış politikası 20 yıl öncesinden çok
farklı. Kollarını çok çeşitli yönlere
uzatıyor… Jeopolitik gücünü artırmak
istiyor. ABD’ye kafa tutuyor. Irak’a
Türkiye üzerinden asker
24
göndermesine direndi. 10-20 yıl önce
böyle olmazdı. ABD’ye karşı çıkamaz
ama engel çıkarabilir.”
Wallerstein ayrıca bundan sonraki
sürecin de dengeleri sarsılmış ve bu
nedenle de öngörüde bulunmayı
zorlaştıran bir süreç olduğuna dikkat
çekti. “Ortada kaotik bir gerçek var.
Afganistan ve Pakistan’da neler
yapılabileceğini bilemiyorum.
Çöküntüleri öngörmek zor…”
“Obama’nın politik gücü ABD’nin
gücünün bir türevidir”
Obama’nın karizmatik ve zeki bir lider
olarak iktidara geldiğini ifade eden
Wallerstein, yeni başkanın ABD’nin
gerileyişini durdurabileceğini
düşünmediğini söyledi. Wallerstein,
artık ABD’nin uluslararası alanda tüm
dünyanın uyacağı kurallar belirleme
gibi bir pozisyonu olmadığını
belirterek, Obama’nın politik gücünün
de ABD’nin politik
gücünün bir türevi
olduğunun altını çizdi.
“10-15 yıl sonrası için çok
şey söylenebilir ama çok
ihtimal var” diyen
Wallerstein, Obama
döneminde de gerilemenin
sürmesini beklediğini ifade
etti.
Dünya ekonomisi
Dünya ekonomisinin
400-500 yıldır döngüsel bir
harekete sahne olduğunu
belirten Wallerstein, bu
döngüyü şu şekilde tarif
etti: “Önce genişliyor,
büyüyor. Belli ürünler bir
süre gelişiyor, geliştiriyor,
bir süre sonra tıkanıyor. Bir
üründen birileri kar ediyor,
sonra diğerleri dahil olup
tekeli kırıyor, paylaşıyor.
Kar göz kamaştırıcılığını
yitiriyor. Artık burada evre
B Kontradief’tir. B evresinde üretim
yer değiştiriyor. Fabrikalar düşük
maliyete gidiyor. 1945 sonrasında
fabrikalar ABD, Avrupa ve
Japonya’dan diğer ülkelere akıyor.
Ama gerçekte olan, düşük gelirli
üretimin bu ülkelere gitmesidir. Bu
ülkeler kalkınıyor ama bu sorunlu bir
kalkınma. (…) Fabrikalar yer
değiştirince işsizlik oluyor. Bunun
üzerine işsizlik ihraç edilmeye
çalışılıyor. ABD, Avrupa, Japonya
birbiri arasında bunu yapıyor. Üretim
zayıfladıkça para sahibi parasını
üretimden çekip, spekülasyona
yatırıyor. Bu sürece finansallaşma
deniyor. Bu yeni değil, daha önce de
çok kez yaşandı. Kontradief B’nin
karakteri bu.”
Wallerstein bu süreçte, üretimin 3.
Dünya Ülkelerine kaydığını, gelişmiş
kapitalist ülkelerin 3. Dünya’ya borç
verdiklerini, ardından 1980’lerin borç
krizinin yaşandığını ve sonra da çöp
tahviller döneminin geldiğini, sonunda
onun da çöktüğünü belirtti. Bu
sürecin sonunda ABD’nin en büyük
borçlu haline geldiğini, aynı şekilde
ABD’li tüketicilerin de borçlandığını
belirten Wallerstein, bunun da bu
borç balonunun patlamasıyla
sonuçlandığını belirtti. “Bu inanılmaz
borç, Kondradief B evresinde patlıyor.
Çöküş yaşanıyor. Bu, eskilerden daha
büyük. Burada bir fasit daire çıkıyor.
Bankalar kredi vermiyor, hükümetler
istiyor ama bankalar doğal olarak
vermiyor. Fabrikalar kapanıyor, işsizlik
oluşuyor, işler daha da kötüleşiyor.”
“En az birkaç yıl daha buradan
çıkmayacağız” diyen Wallerstein,
yönetime geldikten birkaç hafta sonra
“Durum sandığımızdan da kötü”
diyen Joe Biden’ın da, Wall Street’in
de bunun farkında olduğunu ifade
etti.
“Obama ne yapabilir?”
Wallerstein, Obama’nın ne
yapabileceği konusunda
ise şunları söyledi: “Fazla
bir şey yapamaz. Bu aşağı
gidişi durdurabileceğini
sanmıyorum. Hasar
denetimi yapabilir. Nasıl?
Pek çok ülke başkanı
ayaklanmadan korkuyor.
Sarkozy de neoliberal bir
liderdi ama geri adım
atıyor. Fransa
sömürgelerinde halk
sokaklara dökülüyor.
Guadulop’ta halkın %10’u
sokaklara döküldü ve
kazandı. Bu dalga
Martinik’e de sıçradı,
Reunion’a da gidebilir.
Fransa tarihinde 68 dahil
böyle bir isyan yaşanmadı.
Rusya da aynı durumla
karşı karşıya, Çin de, ABD
de aynı…”
“Leap Europe adlı Avrupalı
bir think-tank kuruluşunun
25
2-3 ay önce yayınlanan raporuna göre
bu gelişmiş ülkelerde iç savaşa kadar
gidebilir. Halkın silaha erişimi ne
kadar kuvvetli ise o kadar tehlikeli.
ABD’de iç sorun çok büyük.”
“ (…) Obama yoksullara yardım
etmeye çalışacak. ben de bundan
yanayım. Bunu yapmayan hükümetler
ayakta kalamayacak. Ama bu da
çözüm değil. Ekonomi
düzelmeyecek. Sadece yoksulların
yaşamı biraz daha çekilir hale
gelecek.”
Kapitalist dünya sona
yaklaşırken…
Jeopolitika ve ekonominin çok kötü
olduğuna değinen Wallerstein,
geçmişte de böylesi durumlarla
karşılaşıldığını ve krizdeki
hegemonyacı gücün yerinin yeni bir
hegemonyacı güçle doldurulduğunu
ancak henüz böylesi bir yeni
hegemonyacı gücün kendini ortaya
koyamadığını belirtti.
Bugün dünya ekonomisinin girdiği
krizin kapitalist ekonomik sistemin
yapısal krizi olduğunu belirten
Wallerstein, “bir sistemin tarihinde tek
bir kriz vardır. O da bu evre” diyerek
tartışmanın odağında kapitalizmin
yerine neyin geçeceği sorusu
olduğunu vurguladı.
Mevcut krizi anlayabilmek için
400-500 yıllık geçmişe bakmak
gerektiğini söyleyen Wallerstein, 1945
sonrası alım gücünün artırıldığı 20-25
yıllık verimli
ettiğini belirten Wallerstein, bu süreci
500 yıl öncesine uzattığınızda da aynı
döngüsel yükselişin adım adım
gerçekleşmesinin görüleceğini ve
nihayetinde de bu döngünün sınıra
dayandığını söyledi.
yaptığımız çok önem taşıyor. Berbat
bir keşmekeş içindeyiz. Alışıldığın
dışında…” diyerek bugün yürütülecek
öznel/iradi çabaların geçmişe nazaran
çok daha etkili sonuçlar
doğurabileceğini ifade etti.
Sistem çökerken özne olmak
***
Wallerstein krizden nasıl çıkılabileceği
konusunda ise şunları söyledi:
“Teknik olarak iki farklı çözüm
olabiliyor. Biz yeni bir sistemi
oluşturmaya ilerliyoruz. İki ihtimal var.
Sistem gereği gibi işleyemiyor.
Kapitalizm yerine geçecek olan
nedir? Ya daha iyi, ya da daha kötü
bir sistem. Bilemeyeceğimiz bir
şeyden söz ediyorum. 30 yıl sonrası
belirsiz. Bu bir aşamada tek bir
kanala gelip oturacak. Bunu
biliyorum.”
Bu iki olasılık arasındaki farkı “Davos
ruhu ile Porto Alegre arasındaki fark”
şeklinde tarif eden Wallerstein,
“Davos hiyerarşik, sömürgeci bir
sistem. Porto Alegre demokratik,
insancıl. Gerçekleşecek olan nasıl bir
şey bilmiyorum, kimse bilemez” dedi.
Feodalizmin çözüldüğü “1450
yıllarında da yeni sistem neye
benzeyecek diye bir tartışma vardı,
kimse bilmiyordu” diyen Wallerstein,
ancak bu durumun bizi çaresiz
duruma düşürmeyeceğini ifade etti.
Bugünkü esas meselenin “özne
olmak” olduğunu belirten Wallerstein,
tartışmanın determinizm ile özgür
irade arasındaki, ‘kader mi irade mi’
tartışması olduğunun altını çizdi. “Bir
bir döngü ve emeğe saldırıyla
sistem normal bir evresinde iken
geçen 1980-2000 arasındaki
deterministtir. Siz ne yaparsanız
neoliberal dönemin ardından
yapın, denge noktasına çekilir. Rus ve
kapitalist sistemin bir sınıra geldiğini
Fransız devrimlerinde insanlar
ifade etti. Kapitalist açısından üç
dünyayı değiştirmek için çok çalıştı
temel maliyet kaleminin, yani işçi
ama sistem denge noktasına çekildi”
ücreti, girdi maliyeti ve vergilerin
diyen Wallerstein bugüne ilişkin ise
1980’e kıyasla düşük olsa bile 1945’le daha umutlu bir tespitte bulundu.
kıyaslandığında arttığını, döngüsel
“Ama kriz ortamında birdenbire bir
olarak yükselen bir eğriye işaret
özgürlük anı yaşanıyor. Bugün ne
Ek:
Sunumunun ardından dinleyicilerin
sorularını yanıtlayan Wallerstein, Karl
Marx’ın bugünkü okuma listesinin üst
sıralarında bulunduğunu ama Marx’ın
başkalarının alıntıları ve yorumları
üzerinden değil, doğrudan kendi
eserlerinden okunmasını tavsiye
ettiğini söyledi.
ABD’nin yerine ortaya çıkacak yeni
hegemon gücün hangi devlet
olabileceği sorusuna ise, gerilemesi
1870’lerde başlayan İngiltere’nin yerine
ABD’nin geçmesinin 75 yıl sonra,
1945’te gerçekleştiğine dikkat çekerek,
ABD gücündeki gerilemenin hemen
bugün yeni bir hegemon gücün ortaya
çıkacağı anlamına gelmeyeceğini
belirtti. Bugünkü muhtemel adayların
gelecekte varlıklarını sürdürüp
sürdürmeyeceklerinin bile tartışmalı
olduğunu belirten Wallerstein, en olası
yeni hegemon gücün 2075’te ya da
2100’de Doğu Asya’dan çıkabileceğini,
bunun da Çin ya da Japonya değil, Çin,
Japonya ve Kore dahil bütün bir Doğu
Asya’yı kapsayan bir yapı olabileceğini
söyledi.
------------------------------
26
Faysal Apak Anlam Ayrılıklarda Gizlidir
Anlam ayrılıklarda gizlidir
Kaç parça oldum bilemezsin
Herkes bir yarım
Yarım eklendi kendine ben hala yarım
Parça kaldım kendimde
Anlam ayrılıklarda gizlidir dediler
Anlama böldüler beni
Bir anlam taşımıyorken ben
Hala boşluktayken
Kimi göstereyim kimi
Kimse yok ki
Anlam içi boş bir yağmur tanesi
Kadar parçalı ve boş
Bir ayrılıkta gizlidir
Anlam ayrılıkta gizlidir dediler
Ve anlama böldüler beni
Artık ben bir anlam taşımıyorken
Selim Temo
Selim Temo bir geç kalmışlık
Dallarda as- kılı kalmış gözleri
Yirmi iki meridyende Ahmed Arif gibi
Eski bir fuzulidir Kürtçe’nin
Selim Temo yırtık hüzünleri Surlara asılı
Van gölü gibi deniz olmaya aday
Büyümemiş bir iç dondur şimdilik
Ermeni keşişlerin tabakalarında
En çok içilen esrar gibi
Temo Erzurum’dan kaç Batmanlık
Eski bir divançedir
İki kardeş nehrin yakasını tutmuş
Sağ Selim
Bir öğle sonrası uyku gözler
Meridyeni kırılmış ülkenin
Can Sever Ruh Defteri
deliler hastanesinin ilk konuğu ruh
bedenden aykırı haykırışların yatağı
iç ülkesinde her köşe başı uçarı
lakin,
üst üste geçtikçe sıradanlaşan yıllar
gözlerimde eski çocuk.kırılgan…
gözden düşecek kadar…
eski çocuk eski kadın eski sevgili
hayatımda ne yoksa eski!
tezatın tetiğinin hali hazırdaki hali
gibi yıkımlara açık tutku
ülkesinin kıyısından çekilen
su,
gövdeden çıkıntı akıntıların yatağı…
kayıp şeyler ülkesinin sahibi
ey ruh!
geldiysen;
delidefterine dipnot olarak düş beni!…
Objektif
gözümüzdeki tek kadraj hayat
içine sığabilseydik ne mutlu bize
dudak mesafesinde donuk zaman
aşk motor diyecek kabahatli tarihimize!
başrolleri hediye ettiğimiz melekler öldü
cesetler kayıp.
bütün yerlerin yerle bir kulağı var
sustuklarımız suç
konuştuklarımız ayıp.
sorgusuz kalbimizi kanatacak yavru celladlar
içim içine sığmıyor
eski şiir gözyuvalarımda gizli
sahi,
içine sığamadığınız şiir hangisi?
27
Osman Özbaş - Safdil
Cevapların yanıltıcı olmasından kuşkulanıyorum hep; bir bilmece
oyununda gibiyim. Bazen kendimi kıskanıyorum; bazen
kararsızlığımı yenmek ve başımı çevirip gitmek istiyorum. Adımı
andığım an çıplak bir kol uzanıyor omzuma, yalınayak biri, ‘’Haydi
şerefimize içelim,’’ diye bağırıyor, bembeyaz küpler cirit atıyor
çevremde, insan kendi kendisiyle nasıl çarpışır? ‘’Niyetini kimseye
belli etmiyordun, değil mi…
‘’Kenara çekil; dans edemiyorum. Ve şu bulmacayı çöz.’’
Hilem kendime; belki de soruları yanlış soruyorum, çünkü
harfleri kutucuklara zaten ben yerleştirdim. Yukarıdan aşağıya
‘yalnızım’; parlak yüzünü görürsün: Sevgili. Kendinden saklarsın:
Çocuk. Meslek hanesi: Sekreter. Adım aralığı: Sene. Kalem:
Tükenmez…
Mutludur: Acı. Basitlik: -Bu işte bir terslik var.- Yol: Kaygı.
Zaman: Bir daha hiç gelmeyecek. Eski dilde Aşk:? Konuşmadığım bir konu değil, dert etme.- Müzik: -Işıkları karartın;
düşünmek bile istemiyorum.- Başka bir dilde ‘sürpriz’. Önümde bir
siyah kare.
Şaşkınım; sözcüklerin dengesi o kadar değişken ki. Ama bu
siyaha söz geçiremiyorum, karanlık sanki kafama düşüyor.
Kaşıntı: Uyuz musun?.. Yanlış, kesişen harf yok. Direnç:
Sezgilerinde görürsün. –Doğru, bak uydu; demek rast gele atınca da
oluyor.- Tatlı mı tatlı: Ekşi. Ansiklopedik bir not ekle istersen. Ekşi
anlamına gelen ‘acı’ sözcüğü en eski Türkçe sözcüklerdendir.
Sadece bu bilgiyi vermek için büfenin üzerinde, artık bir köşeye
kaldırıp attığın kolileri açmak zorunda kaldın; sen manyak mısın!
Cevap dört harfli. ‘Evet.’
‘Hayır diyeceksin diye ummuştum. Neyi kanıtladın şimdi. Dürüst
olduğunu mu?’ Son iki cümleyi özetleyen doğru anlam
aşağıdakilerden hangisidir. a- görev, b-boşalma, c- diş… d-haklı
çıkma; e- tuzak, z, hiçbiri. Bir kutucuk fazla. Siyahın üstüne
oturdum, şimdi isteğin gibi yazabilirsin. ‘Diş geçiremiyorsun değil
mi? Boşal; aksın, dürüst ol. Haklısın. Ve sen kesinlikle tuzak
kurmazsın.’ Kutucuğun boyutları hiç önemli değil biliyorsun; siz:
sen; süt rengi beyaz. Bu kutucuk işaretlenmemiş. Şarap: günah…
Açıklama: Aşağıdaki cümle içinde doğru cevap saklıdır.
‘İnsanın hileleri vardır, bazıları tıpkı şarap tadı gibi ilk günahın
cezasından inanca bir köprü kurup arınmaya çalışır. Bazıları ise bir
damlası haram olan şaraba parmağın ucunu değdirip ıslaklığı atıp
sonra içer. O bir katre eksilmeyle günahtan arınmıştır artık.’
Yorum: Sana ne.
Yine de parçalı sözcüklerden bir anlamlı cümle oluşturabilirsin:
’Tuhaf, şey.’
‘’Şey… Tuhaf.’’
Sahi yukarıdaki şu sekreter karşılığı nereden çıktı?
‘’Ben dikte ettirenin yalancısıyım.’’
Tuğba Cincil
Telgraf II
ben sana düzenli olarak telefon ediyorum
sonra seni cinayetler işlerken görüyorum
ben görüyorum ustam görüyor dünya görüyor
kendi gerçekliği içinde yaşayan arzu jesti üzerine
bulaştığı bedeni rüya olarak algılarmış
senin adam öldürmenle benim bedii estetik zevk
dürtüm yerlerini değiştiriyorlar
ben sen oluyorum
öldürmek istediğim ben
istediğim sen
iyi ki varsın diyorum
yoksun ama varsın
yoksa kendi kendime yayın yapan bir radyodan
farkım olmazdı
senin yakın planını tasavvur ediyorum
pikseli büyüyen fotoğraf gibi yakından genele
büyüyosun
bu sefer çok yakından bakınca senden çok uzağa
düşüyorum
koşarken kendiliği geçmek hiçliğin
koşarken kendiliğin gerisinde kalmak herşeyin
kendilikle aynı hızda koşmak gerçekliğin ve
koşarken aniden durmak kendiliğin
güvercin kendiliği koşamazken, yapabildikleri
havada yüzmek olduğu için anlayamazlar
bu astral seyahetimi
bak ne diyor ustam;
acı kolektif bir duyumdur hüsrana takıldığı anda
yalnızlığa dönüşür.. hazzın karşıtında acı değil
sadece yalnızlık vardır.. yalnızlığın erojen bölgesi
bakıştır.. ne kadar okşarsanız okşayın
boşaltamazsınız onu; rengi tan kırmızısı, kokusu,
galaksi mavisidir..
28
Handan Kalsın - Allah’a Kafa Tutmak
Zaman geçmek bilmiyor,
neredeyse bir saat oldu ve otobüsüm
bakıyorlar. Meymenetsiz adamın hâlâ
bana baktığını görüyorum ve sinirle
Hayatın sıradan seyri esnasında
hala gelmedi. Bir okul arkadaşımla
karşıya bakıyorum. Yan gözümde
gerçekleşen paranormal olaylar yok
değil. Birkaç sene önce mucizeleri
karşılaşıp ayaküstü sohbet ediyoruz.
Uzun zamandır otobüs bekliyorum ve
jeepte, çünkü ne inen var ne binen,
varsa yoksa şöför mahallinde sırıtan
zihnimde sorgularken başıma gelen
işin tuhafı durağa ard arda dizilmesi
bir pişmiş kelle sözde yakışıklı jöleli
olaylar zincirini solumanızı istiyorum.
gereken farklı hatlara ait otobüslerden taranmış saçlı bir adam. Ilık bir esinti
bile bir iki tane geçti. İki saati
oluyor ve gayri ihtiyari göz açıp
Göz açıp kapayıncaya kadar
gerçekleşme deyimini bilirsiniz.
doldurduğumdan eminim fakat
anlamadığım duraktaki insanların
kapıyorum. Anaaaaaa! Araç yok!? Lan
koskoca jeep nereye gitti?! Sağa sola
Bunun eskiden beri gizemli olaylar
şikayetsiz sakin tavırları. Herkes
aceleyle bakınıyorum, önümden geçip
için kullanıldığını birçoğumuz
duymuşuzdur. Güzel bir yaz günü ve
gözünü otobüsün geleceği tarafa
dikmiş tek kelime konuşmadan
gitse dümdüz yol görmezmiyim? Tam
kafayı sıyırma durumu. İnsanlara
Beşiktaş her zamanki gibi kalabalık.
Sahil yolu üzerindeki durak tıklım
beklemekte. Her zaman geldiğimde
bakıyorum nasıl bıraktıysam öyleler.
Kafalar otobüs güzergâhına dönük,
Fantastik bir dünyada değiliz.
tıklım. Üzerimde hayatın olağanlığının
çok sesli orkestra desibelinde
susmak bilmeyen bir dolu insanın
verdiği bezginlik, ayaktayım ve yarım
saatte bir geçen otobüsümü
beklediği bu durakta nedenini
bilmediğim bir sessizlik aryası hakim.
bekliyorum. Akşamdan beri
Artık trafik de durgunlaştı, oysa bu yol biniyorum ama her şey her zamanki
her daim kalabalıktır. Otobüsten ümidi haline dönüveriyor. Sıradan bir
düşündüğüm bir şey var. Mucizeler
kestim karşımdaki parka
ruhlar bezgin ve sönük. Birine sorsam
mı sormasam mı demeye kalmadan
otobüsler geliyor. Mecburen
Beşiktaş günü oluveriyor. Neden
bakıyorum ,ama yan gözüm sonra şöföre otobüs niye bu kadar
hâlâ otobüs yolunda. Topu gecikti diye sormak aklıma geliyor.
topu üç şeritlik yolun orta
Adam ne gecikmesi abla erken bile
şeridine simsiyah bir jeep
yanaştı. Dönüp bu
geldik, saat daha dört. Ne? Ben en az
iki saat bekledim orada yahu saat altı
münasebetsizin yüzüne
değil mi? Yahu iki saat bu boru değil
ya, insan zaman mefhumunu bu
bakıyorum. Bir de
utanmadan bana bakıp
sırıtıyor, emin olmak için
yeniden bakıyorum. Evet o
kadar mı yitirir diye düşünerek
şaşkaloz bir biçimde otobüsteki
yerimi alıyorum…
haylaz gülümsemenin
anlatılırken göz açıp kapayıncaya
kadar oldu derler eskiler. O kısacık
anda sizce de biraz abartı yok mu?
Yaşadığımız tekdüze hayatta bunun
mümkün olduğunu sanmak delilik
değilse ne?...
hedefi benim. Duraktaki
insanlara bakıyorum kimse
Eve varıyorum ama delireceğim.
Düşün,düşün gerçekten işim bok.
jeepe bakmıyor. Tuhaf, insanımız lüks
araçlara meraklıdır. Hiçbir şey olmasa
Ben durağa zaten dörtte geldim; sırf
okul arkadaşıma rastlamadan önce
orta şeritte durup yolu tıkama
bir saat geçmişti, zamanda bir şeyler
ihtimaline çoktan birkaç kafadan
homurtu çıkmalıydı. Herkes
mi oldu? Yok canım olmaz öyle şeyler
de o araç nasıl kayboldu göz açıp
anlaşmışçasına aracı yok sayıp
istiflerini bozmadan tam gaz sola
kapayıncaya kadar..Anam her şey
falso. Elle tutulur ne yanı var ne de
29
açıklaması. Bizimkilere anlatıyorum,
göz yanılması diyip geçiyorlar. Atma
ona soracağım dede geçti mi
geçmedi mi böylece Allah’ın foyası
Takip eden günlerde ufak tefek
ortalıktan yok olma durumları
Recep din kardeşiyiz misali ortada
ortaya çıkacak haşa. Adam yaklaşıyor gözümün önünde gene göz açıp
kalakalıyorum. Resmen neye elimi
atsam elimde kalıyor zihnimde. Ah
bakar mısınız demeye kalmadan eliyle kapayıncaya kadar geçen süre içinde
koluyla işaretler yapıyor, hem sağır
cereyan ettiyse de çevremdekilerin
diyorum duraktakilere sorsaydım ah
hem dilsiz. Olduğum yere
sana öyle gelmiştir telkinleriyle görüp
eşek kafa!...
çivileniyorum, ürperiyorum resmen.
Sen misin bit kadar aklınla Allah’a
de görmezden gelmeyi başardım.
Şimdi geçmişe dönüp baktığımda
Sabah oldu ve bizim mezarlığın
oradaki sakin durakta otobüs
kafa tutan oh olsun. Ardından da iki
yaşlı kadın geliyor ama Allah onlarla
kendimi zorla bana öyle gelmiştirlere
yarım yamalak inandırdığımdan olsa
bekliyorum bir yandan deli gibi jeep
kimseyi göz göze getirmesin sanki bu
gerek, olayların üzerinde fazla
görme korkusu ve merakıyla etrafa
bakınıyorum. Ama Allahtan az önce
dünyadan değiller. Öyle bir bakıp
geçip gidiyorlar ki höt deseler altıma
durmuyorum. Bildiğim tek şey paralel
evrenlerin, mucizelerin bir şekilde var
geçen jeep durmuyor, içi de
görünmüyor.
yapıp üstüne oturacağım. Kadınlar
olduğu…
Yoksa
kafayı
yerdim.
Önümden
bastonlu
ihtiyar bir
amca
geçiyor, yol
veriyorum,
ama
kaldırıma
çıkmadan
devam
ediyor.
Gözüm
takılıyor; o
gidiyor ben
bakıyorum,
ben
bakıyorum,
o gidiyor.
Derken pat diye yok olmasın mı? Hay
salak ne baktın ardından, ne kaşındın
oh olsun sana. Yolun ortasına kadar
geçiyorum dede yok. Yahu nasıl olur,
akıl var mantık var. Yok arkadaş bu
sefer işimi garantiye alacam, içimden
Allah’a kafa tutuyorum haşa sen mi
soğuklar bildiğin soğuk, geçerken
resmen yanından soğuk hava kütlesi
geçiyor. Morgdan kaldırıp insan
getirsen ancak bu kadar olur. Gerisini
siz düşünün. O korkuyla siteye gerisin
geri üçbuçuk ata ata nasıl koştuğumu
varın siz düşünün.
akıllısın ben mi misali. Dedenin
istikametinden bir adam geliyor. Şimdi
30
Erol Kasırga - Rüya İçinde Hikaye
Hemen soğuk ve karanlık
pencereye koştum; Gökyüzündeki
bulutlar aşağıya inmiş gibi, koyu bir
sisin içindeki kaldırımda, polis
müdürünün giderek uzaklaşan ayak
sesini dinledim sessizce. Bu hayatın
içinde tek başıma yapayalnız
kaldığımı, hayatın anlamsızlığını,
suskunluğumu, çaresizliğimi, bütün
ruhumu sonuna kadar kaplayan
suçluluk duygusunu, korkaklığımı,
nerede hata yaptığımı düşündüm ve
düşündükçe neyi düşünmem
gerektiğini düşündüm ama bir süre
sonra aklım körleşti, düşünemez
oldum.
Melek yüzlü karım, beni
yapayalnız bırakıp bu hayattan çekip
gitmişti, geride kalan gün çiçeği
kokusu ve elimde Beatrice’in yıllar
önce çekilmiş esrarlı gölgelerin
titreştiği siyah beyaz resmi,
pencerenin önünde ölüm sessizliği
içinde neyi düşüneceğimi bilemeden
öylece kalakaldım. Düşünmeye
başlayınca, İsimsiz’in bu şehre ne
amaçla geldiğini, Beatrice’le nasıl
tanıştığını, nasıl kandırdığını
düşündüğümü anladım ve
düşündükçe ona olan öfkem, hiç
hafiflemeden tam tersi yalnızlığımla
beslenerek, dayanılmaz bir nefrete ve
kıskançlığa dönüşmeye başlamıştı.
Nefret duygusu ve kıskançlık
uçurumlardan süratle sürüklenip,
önüne gelen her şeyi içine alıp yutan
bir yaratık gibi, bütün korkunçluğuyla
ruhuma tamamen yayılmaya başladı.
Daha sonra, hayalimde ona orta
çağın en korkunç işkencelerini
yaparken, nefretim daha da çok
büyüdü ve içime sığmaz olunca, onu
defalarca öldürdüm ama içimdeki
nefret duygusu, kanayan yüreğime
daha çok acı vermeye başlamıştı.
Karmakarışık düşünceler aklımı iyice
körleştirmiş, onu bulmak için çıkmam
gereken, sonu meçhul yolculuğu ve
şehrin içindeki kayıp gölgeleri
düşünürken, ne yapmam gerektiğini
bilmediğimi anladım ve birden hayatın
içinde kaybolmuş gibi hissettim
kendimi. Bu düşünceler, kıskançlıklar,
şüpheler ve tedirginlikler arasında
yavaş yavaş parçalanıp eridiğimi
hissederken, üçlü koltuğa kıvrılıp
uyuyakaldım ve tuhaf bir rüya
gördüm.
Rüyamda, yarı karanlık bir odanın
içinde, büyük bir pencerenin önünde,
bir koltukta oturuyordum. Camın
arkasından, gökyüzündeki kızıl
bulutlara bakarak, aylarca
düşündükten sonra, kapalı kapı
ardında yazı masasında yalnızlık
içinde hikâye yazmaya başlayan bir
yazar gibi, bir hikâyenin ilk bölümünü
düşlemeye başlamıştım. Daha sonra,
düşlediğim hikâyenin ilk bölümünü
camda bir film gibi seyretmeye
başladım.
garındaki bütün renkler soluklaşarak,
trenin geride bıraktığı beyaz dumanın
içinde eriyip aynı rengi aldıktan
hemen sonra, bütün sesler birdenbire
silinip, derin bir sessizliğe büründü
ama uzaklaşan trenin sesi halen
duyuluyordu.
Heykeltıraşın ruhunda, trende göz
göze geldiği kadının melek yüzü
canlanmıştı, artık iki canı vardı, bir
tarafı aşk yolculuğuna çıkmak
isterken, diğer tarafı da buna karşıydı
ve içindeki diğer canla konuşurken
yolculuğa çıkma kararını çoktan
verdiğini, heykeltıraşın yüzündeki
şaşkın bir çocuk ifadesinden
anlamıştım. Göz göze geldiği kadının
gittiği şehre, başka bir trene binerek
geri dönüşü olmayan bir yolculuğa
çıkan biri gibi, aşk yolculuğuna çıkan
heykeltıraşın başını kaldırıp şöyle bir
gardaki saate hüzünle baktığını
görünce, aynı hüznü bende hissettim
yüreğimde.
İlk bölümü seyrettikten sonra,
hikâyenin devamını düşlemeye
başladım ve hemen arkasından
görüntüleri seyretmeye koyuldum.
Heykeltıraş, adı bilinmeyen şehre
gelince, trenden inip dar sokaklarda,
Camdaki görüntüde, genç bir
renk renk ışıklı vitrinleri olan
heykeltıraşın tren garında bir
dükkânların sıralandığı caddelerde,
arkadaşını yolcu ettikten sonra,
rüzgârın istediği gibi estiği geniş
hareket etmeye başlayan bir trenin
meydanlarda ve hüzünlü gölgelerin
penceresinde genç ve güzel bir
dolaştığı renksiz kaldırımlarda ve her
kadınla göz göze geldiğini gördum
yerde trende gördüğü melek yüzlü
ama ilginç olan heykeltıraşın
kadını aradığını ama insanların
hissettiklerinin aynısını, sanki genç
gözlerinin altındaki hep aynı hüzünlü
kadınla göz göze gelen benmişim gibi gölgeyi görünce, ümitsizliğe
hissediyordum. Heykeltıraş uzaklaşan kapıldığını ve aşkı yitirmenin korku ve
trenin arkasından karmakarışık
telaşı içinde, önceden
duygularla bakarken, bir anda tren
düşünemeyeceği kadar huzursuz
31
olduğunu gördüm. Gecenin kör
karanlığında dar bir sokaktan
geçerken, birden heykeltıraşın
karşısına yüzlerinde korku fırtınaları
esen, karanlık yüzlü üç kişinin çıktığını
görünce, her şeyin düşlediğim gibi
olduğunu anladım ve büyük bir yazar
gibi hissettim kendimi.
Adamlardan iri yarı olanı kim
olduğunu, uzun boylu olan adam ne
aradığını ve yüzünde yara izi olan
adam ise nereye
gittiğini sorunca,
heykeltıraş
hareket etmeye
başlayan bir trenin
penceresinde
güzel bir kadın
gördüğünü,
kadına âşık
olduğunu ve onu
aramak için bu
şehre geldiğini
anlatırken,
adamların
bakışlarından
niyetlerinin kötü
olduğunu da
anlamıştı.
Yüzünde yara izi
olan adam
karanlığın içinde
patlayan
kahkahalarla
güldükten sonra
“Cenneti gözünün
önüne getir, âşık
olduğun kadını
görürsün.” dedi ve
hemen arkasından
“Bunu bir kitapta
bende
okumuştum.” dedi
uzun boylu adam, İri yarı adamın
gözlerinde, yanıp sönen ateş kırmızısı
ışığı gören diğer adamlar,
Heykeltıraşa birden saldırmaya
başladılar. Karanlık yüzlü üç adam,
Heykeltıraşı bayıltana kadar
dövdükten sonra, bütün parasını alıp,
üçünün de gözlerinde ateş kırmızısı
görünce, nedense suçlu hissettim
ışık, zifiri karanlığın içinde kayboldular kendimi.
sessizce.
Ertesi gün, yaşlı adam bir kumaş
İkinci bölümü camda seyrettikten mağazası olduğunu, eğer isterse
sonra, hikâyenin devamını düşledim
orada çalışabileceğini, trende
hemen. Heykeltıraş kanlar içinde
gördüğü kadınla mağazada bir gün
soğuk kaldırımda yatıyordu ki, birden mutlaka karışılacağını ve mağazanın
yanı başında beyaz sakallı yaşlı bir
arkasında yatabileceğini söyledi.
adamın onu yerden kaldırmaya
Çünkü şehirdeki bütün kadınlar,
çalıştığını gördüm. Yaşlı adam, evine
kumaş almak için, yılda bir kere de
getirdiği heykeltıraşın yaralarını
olsa, mutlaka yaşlı adamın
mağazasına gelirlerdi.
Heykeltıraş kumaş
mağazasında çalışmaya
başladı ve kadın müşterilere
renk renk kumaşlar açarken,
hangi renk kumaşın daha
güzel olduğunu soran
kadınlara, ten ve göz
renklerine yakışan renkleri
tavsiye ediyordu. Şehirdeki
kadınlar arasında,
heykeltıraşın renkleri ve
renklerin anlamını çok iyi
bildiği o kadar çok
konuşulur ki, dükkân kadın
müşterilerle dolup taşmaya
başlayınca, hemen
hikâyenin devamını
düşlemeye başladım.
Camda, heykeltıraşın renk
renk kumaşların arasında
acısını zaman zaman
unuttuğunu ama yalnız
kaldığı zamanlarda, trende
gördüğü melek yüzlü kadını
bulamadığı için çok üzgün
olduğunu ve her gün yeni
bir umutla trende gördüğü
kadını beklediğini görünce
ona acıdım.
sardıktan sonra, başına neler geldiğini
sordu ama Heykeltıraş yaşadıklarının
hepsini anlatamadan, bitkin bir halde
uykuya dalmıştı. Yaşlı adamın çaresiz
bir hastalığa yakalanmış birine bakar
gibi acıyarak heykeltıraşa baktığını
Birdenbire camdaki
görüntüler değişmeye başladı ve
Heykeltıraş düşlediğimden tamamen
farklı davranmaya başladı. Camdaki
görüntüde, mağazaya gelen bir
kadına bir yandan beyaz renk
kumaşlar gösteriyor, bir yandan da
kadının gözlerine büyülenmiş gibi,
32
aşkla bakıyordu. Camda
gördüklerimden tamamen farklı,
trendeki kadını hayal ederek
sokaklarda dolaşırken düşledim ama
o düşlediğimin tam tersi kendi
başına, kendi istediği gibi
davranmaya devam ediyordu.
Düşlediklerim başka, camdaki
görüntüler bambaşkaydı artık. O an,
elinden oyuncağı alınan bir çocuk
gibi, çok mutsuz hissettim kendimi.
Görmek istemediği bir filmi seyretmek
zorunda kalan biri gibi, huzursuzdum
ama çaresiz camdaki görüntüleri
seyretmeye devam ettim. Heykeltıraş
karşısındaki kadına aşkla bakarken,
trende göz göze geldiği kadının güzel
yüzünün, artık onun belleğinden
silinmiş olduğunu anladım. Daha
sonra heykeltıraş ve kadın birlikte
yaşamaya başladılar.
Camdaki görüntüler hızla akmaya
başlayınca, aradan uzun bir zamanın
geçtiğini ve heykeltıraşın ilk başta
âşık olduğunu zannettiği kadına âşık
olmadığını, bunun bir kaçış, bir
yanılsama olduğunu anlayıp,
pişmanlık içinde acılar çektiğini
görünce, yeniden düşlediklerimin
yaşanacağını anladım sevinçle.
Heykeltıraşın hafızasının karanlık
köşelerinde, trendeki kadının yüzünü
yeniden aramaya başladığını ama
beyaz bir boşluktan başka bir şey
göremediğini hissediyordum.
Heykeltıraşı şehrin tren garında bütün
gün gelip geçen yolcululara bakarak,
unuttuğu kadının yüzünü arayıp,
akşam olunca istasyondaki ahşap bir
bankta yarı aç uyurken görünce, ona
acıdığımı hatırlıyorum. Yaşlı adamın,
bir bankın üstünde üstü başı perişan
avurtları çökmüş, gardaki
çalışanlarının verdiği kuru ekmeği
yerken gördüğü heykeltıraşı, alıp
evine götürdüğünü görünce, şefkat ile
sevinç duygusu kapladı içimi.
dinledikten hemen sonra, içeriye
Marie diye seslenince, içeriye genç ve
güzel bir kadının girdiğini gördüm ve
heyecanla olacakları düşledim.
Heykeltıraş genç kadını görünce,
şaşkınlıktan yüreği duracak gibi
olmuş, karşısındaki kadının trende
gördüğü kadın olduğunu anlamıştı ve
o an bütün bunların bir rüya
olabileceğini düşünmeye başlamıştı.
Yaşlı adam, onu ilk gördüğünden beri,
kızına âşık olduğunu ve onu aradığını
bildiğini ama aşkının gerçek mi,
yoksa yanılsama mı olduğunu
anlamak için, kızıyla birlikte aylarca
beklediklerini anlatıyordu o sırada.
Yaşlı adamın “cenneti gözünün
önüne getir, âşık olduğun kadını
görürsün” dediğini duydum ve birden
Yaşlı adam, neden böyle perişan guguklu saatin korkunç sesiyle kan
bir halde tren garında yaşadığını daha ter içinde uyandım.
sormadan, heykeltıraş trendeki
kadına benzeyen bir kadını mağazada
Pencereden karanlık sokağa
bakarken, bu tuhaf rüyayı gerçekten
karşısında görünce, içindeki ikinci
beni dinlediğini ve kadına âşık
gördüm mü diye düşünmeye
olduğunu zannettiğini ve bu yüzden
başladım.
trendeki kadının yüzünü unuttuğunu,
ruhunda birikmiş bütün gözyaşlarını
dökerek anlatmaya başlamıştı bile.
Yaşlı adam, heykeltıraşı sessizce
ODA SANAT - WWW.ODASANAT.ORG
HOLLANDA
1. Türkçe Yazarlar Platformu
Platform dergisi 2008 ve 2009 yılında her ay Hollanda’da
yaşayan ve Türkçe yazan bir yazarımızın portresini ve
eserlerinden örnekleri okuyucularına tanıttı. Bu süreçten
aldığımız ilhamla Hollanda’da yaşayan yazarlarımızı bir
araya getirmeyi düşündük.
3 Mayıs Pazar günü Amsterdam’da Karel Doormanstraat
125 adresinde, 1. Türkçe Yazarlar Platformu
düzenlenecektir. Öykü, Şiir, Anlatı(meddahlık) ve müzik yüklü
programın içinde, Platform dergisinin düzenlediği 2008 yılı
Avrupa Şiir Yarışması’nın sonuçları da açıklanacak ve
kazananların ödülleri verilecektir.
33