faşizme karşı güçleri birleştirelim!

Transkript

faşizme karşı güçleri birleştirelim!
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
EYLÜL/EKİM 2016/05 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X183
NE ASKERİ DARBE, NE OHAL!
FAŞİZME KARŞI GÜÇLERİ
BİRLEŞTİRELİM!
15 TEMMUZ BAŞARISIZ DARBE
GİRİŞİMİ:
NEDENLER VE SONUÇLAR…
FEDA EYLEMLERİ
ÜZERİNE!
ULUSLARARASI DURUM VE
GELİŞMELER
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Merhaba
Yeni bir sayı ile birlikteyiz.
15 Temmuz Fettullahçı darbe girişimini fırsata
çeviren AKP; sadece Fettullahçı yapıya yönelmiyor,
yanı sıra Kürt Ulusal Hareketine, devrimcilere,
sosyalistlere de yöneliyor. AKP hükümeti
15 Temmuz’dan önce de faşizm, faşist terör
uyguluyordu. Kuzey Kürdistan’da savaş yürütüyor,
devrimcilere, sosyalistlere yönelen faşist terör
uyguluyordu. Değişen faşizmin, terörün daha da
azgınlaşmasıdır.
Hükümet, devlet OHAL faşizmi uyguluyor. Kırıntı
düzeyinde olan hak hukuk da rafa kaldırılmış
durumda. Hükümet KHK’ler çıkarıyor. KHK’lerin
hükmü kesin. Bu hükme karşı yasal alanda yapılacak
hiçbir şey yok.
Yasal alanda KHK’lere karşı yapılacak şey yok, ama
pratik alanda yapılacak çok iş var. Kuzey Kürdistan/
Türkiye’de faşizm, faşist terör ilk defa uygulanmıyor.
T.C devleti kuruluşundan bu yana faşist ola geldi.
Mücadelenin yükselmesine bağlı, çeşitli nedenlere
bağlı olarak faşizmin tonunda değişiklikler oldu.
Günümüzün en acil görevi bu anlamda AKP
faşizmine, faşist devlete karşı mücadeledir.
Kürt Ulusal Hareketi, devrimciler, sosyalistler,
demokratlar; faşizmin geriletilmesi, burjuva
demokrasisinden çıkarı olan tüm toplumsal güçlerin
bir araya gelmesi, güçlerini birleştirme çağrısı
yapıyoruz. Faşizme karşı demokrasi cephesinde
güçlerimizi birleştirelim! Faşizme karşı birleşelim,
ortak mücadele edelim!
Okurlarımızı bu yönde mücadele etme, faşizme
karşı demokrasi cephesi çalışmalarına katılmaya
çağırıyoruz.
Faşizme, faşist teröre karşı verilecek tek yanıt:
mücadele ve örgütlenmedir!
Gelecek sayımızda buluşmak üzere… Hoşça kalın!
Ağustos 2016
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
HEMEN, KAYITSIZ KOŞULSUZ; ELLER TETİKTEN ÇEKİLSİN!
SAVAŞA HAYIR! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
15 TEMMUZ BAŞARISIZ DARBE GİRİŞİMİ:
NEDENLER VE SONUÇLAR… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
OHAL’E HAYIR!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13
SOSYAL MEDYADAN…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15
GÜNCEL
İSTANBUL ATATÜRK HAVALİMANI KANA BULANDI!. . . . . . . . . . . . . 19
NURETTİN DEMİRTAŞ’IN ERMENİ
SOYKIRIMINA YAKLAŞIMI HAKKINDA…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21
TÜRKİYE’DE EKONOMİK GELİŞMELER. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24
İŞÇİ VE EMEKÇİ HAREKETİN DURUMU. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
YENİ KADIN DÜNYASI
TACİZ, TECAVÜZ, HER TÜRDEN CİNSEL ŞİDDET... ÇÖZÜM ERKEK
EGEMENLİĞİNE KARŞI MÜCADELEDE!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 28
GÜNCEL
FEDA EYLEMLERİ ÜZERİNE!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31
ULUSLARARASI DURUM VE GELİŞMELER. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 33
PANORAMA
FRANSA: OHAL SÜRÜYOR! İŞÇİLERE SALDIRI YASASI
YÜRÜRLÜKTE! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 45
BÜYÜK BRİTANYA: REFERANDUMDAN “AB’Ye
HAYIR” ÇIKTI!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 51
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
“BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR DEVRİMİ ÜZERİNE” (IV) . . . . . . . . . . . . 56
OKURLARIMIZDAN
SİLAHLANMA YARIŞINDA NATO ZİRVESİNİN ROLÜ. . . . . . . . . . . . . . 64
CHP’NİN İZMİR DEMOKRASİ VE CUMHURİYET MİTİNGİ. . . . . . . . . . 66
İZMİR’DE“DARBELERE HAYIR, DEMOKRASİ
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hüseyin Gül • Yönetim Yeri ve Adresi: Sultaniye Mah. Doğan Araslı Bul.
Hanplus İş Mer. No: 150 Kat: 12 Ofis No: 316 Esenyurt/İstanbul• Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 183· Eylül/Ekim 2016 • ISSN 1301-692X183• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye
Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli •
www.ydicagri.com • [email protected][email protected] • facebook.com/YeniDunyaIcinCAGRI•twitter.com/ydicagri
2
gündem
HEMEN, KAYITSIZ KOŞULSUZ;
ELLER TETİKTEN ÇEKİLSİN!
SAVAŞA HAYIR!
“All we are saying is give peace a chance”
“All we are saying is give peace a chance
All we are saying is give peace a chance”
(“Tüm dediğimiz barışa bir şans verin
Tüm dediğimiz barışa bir şans verin”)
Başlığı atarken amacımız, “Barış talebini bir kez de
İngilizce söyleyelim, belki daha fazla dikkate alınır”
gibi bir düşünce değildi... Hayır, sözler John Lennon
ile Yoko Ono’nun barışla ilgili meşhur şarkılarının
bir bölümüdür... Onlar şarkılarıyla “barışa bir şans
verilmesini” dile getiriyorlardı ve bu istek savaşların
sürdüğü günümüz dünyasında da, günümüz Türkiyesinde de güncel, aktüel...
Öyle ki, hava kadar, su kadar gerekli barış!
Hayır, abartmıyoruz; dünya üzerinde savaşlardan
etkilenen; ölen, yaralanan, mülteci olarak yerini yurdunu terkeden... milyonlarca insanın yaşamlarını
aklımıza getirdiğimizde barışa vurgu yapmanın ne
denli önemli olduğunu da kavrayabiliriz...
Konuyu irdeleyeceğiz ama önce bir noktanın altını
çizmek gerekiyor...
Burjuvazi sahtekârdır…
Adına ister burjuvazi deyin, ister hakim sınıflar
deyin, ister ötekiler deyin, yönetenler deyin... nasıl
adlandırırsanız adlandırın, işte onlar... biz burjuvazi diyelim, geçen yüzyılın başlarından itibaren onlar
ilerici olarak çıktıkları tarih sahnesinde bu özelliklerini yitirdiler... Onlar, evet ilericiliklerini de işçi sınıfına, proletaryaya bıraktılar, gericileştiler.
Ama ne gam?!
Onlar bunu kitlelerden gizlediler, gizleyebiliyorlar...
Örnek mi istiyorsunuz? Verelim:
Örneğin, eşitlik ve özgürlüğü ele alalım...
Burjuvazi tarih sahnesine çıktığında gerçekte feodalizme karşı eşitlik ve özgürlük talebiyle ortaya
çıktı. Eşitliği feodal derebeylerine eşitlik olarak, özgürlüğü feodal despotluk altında ezilen köylülüğü
topraktan kopararak mülksüzleştirmek ve bu yolla
emek gücünün serbestleşmesini sağlamak istiyorlardı. Bu talepler karşılık buldu, kitleleri kendi peşine
taktı, iktidarını kurdu. “Burjuva demokrasisi” denilen şeyi kurdu. “Burjuva demokrasisi” feodalizme
3
gündem
4
göre ilericiydi şüphesiz...
Sonra?
Sonra burjuvazi iktidarlarını kurdu, pekiştirdi... O
ana kadar bayraktarlığını yaptığı, ilericiliğinin simgeleri olan eşitlik ve özgürlük kavramları rafa kaldırıldı. Çünkü egemen sınıfın eşiti olmayacağı gibi,
üretim araçlarından yoksun bulunan emekçilerin
özgürlüğe de ihtiyacı yoktu. Böylece demokrasinin
sınırları da çizilmiş oluyordu!
“Eşitlik ve özgürlük” ile peşinden koşturduğu yığınları sömürmede her iki edime de ihtiyacı kalmadı; tersine bunlar ayakbağı olmaya başladı... Sonuçta
burjuva demokrasisi bir yere kadar işlevini gördü ve
ama ayakbağı olmaya başladığı noktada yerini baskıcı yöntemlere, faşizme vs. bıraktı. Eşitlik rafa kaldırıldı, özgürlük lafta kaldı... Burjuvazi “ilerici barutunu
tüketti”... Artık burjuvazi ilerici olma niteliğini de
yitirmişti; yükselen sınıf proletaryaydı, ilericilik bayrağı onun ellerindeydi, ellerindedir!
Burjuvazi için artık eşitlik, özgürlük, demokrasi,
adalet... kapitalist sömürü ve soygun düzenini gizlemeye yarayan, kitleleri kandırmanın bir aracı oldu.
Dünya üzerinden buna birçok örnek verilebilir ama
fazla uzağa gitmeyelim: Kuzey Kürdistan-Türkiye’de
yaşanan son darbe girişimi sonrasında egemenlerin
“demokrasi” şovları burjuvazinin sahtekarlıklarına
çok iyi bir örnektir...
Daha düne kadar -ve bugün de- “demokrasiyi” hiçe
sayan, onu gerçek hedefe giderken kullanılacak bir
“araç” olarak değerlendirenlerin darbe girişimi karşısında “demokrasi” diye halkı meydanlara çağırmaları, sahneye çıkıp şov yapmaları sahtekârlığın danis-
kasıdır!
“Adalet” konusunda da durum aynıdır. Hakim sınıflar açısından “hukuk” işlerine geldiği biçimde kullanılan, kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece baştacı
edilen, çıkarlarıyla çatıştığı noktalarda çiğnenmekte
bir sakınca görülmeyen, isteğe ve çıkarlara göre yorumlanabilen, değiştirilebilen bir manzumeler silsilesidir. Ama onlar her zaman kendilerini kitlelere
“hukuk devleti savunucuları” olarak tanıtırlar!
“Demokrasi”, “kardeşlik”, “insan hakları savunuculuğu”... vb. konularda da burjuvazi, hakim sınıflar,
“çemberin diğer tarafında olanlar”... sahtekârdırlar,
kitleleri kandırmada pek yeteneklidirler! Onların
sahtekârlıktaki hünerlerini gösterdikleri en önemli
konulardan birisi de “barış”a yaklaşım konusudur.
Lafta onlar “barışsever”dirler... Ama gerçekte
onlar savaş çığırtkanıdırlar! Çünkü savaştan çıkarları
vardır! Eldekini tutmak, yayılmak, yeni alanlara girmek, daha fazla sömürmek... vs. vb. savaş sürdürmeyi
de gerektirir çoğunlukla... Bunun için siyaset yanında savaş aygıtına da ihtiyaç duyarlar. “Savaş siyasetin başka araçlarla” (şiddet araçlarıyla) “devamıdır.”
(Carl von Clausewitz) Çıkarlar sözkonusu olduğunda
savaş herşeydir, gerisi teferruattır!
Yine uzağa gitmeyin, bölgemize ve ülkelerimizde
yaşananları gözönüne getirin yeter...
“Barış” ağızlarında çiğnedikleri sakızdır...
Gerçekte savaşın bizzat kendisi onlar için sermayelerini büyütmek, daha fazla kazanmak için başvurulan yollardan birisidir. Bu konuda dünyada ve
bölgemizde “savunma sanayi” (Bir sahtekârlık da bu
adlandırmadadır! Gerçekte “savaş sanayisi” “savunma sanayisi” olarak gösterilerek sözümona “barışçıl”
görünülmekte, ülkeyi savunma adı altında savaşa
ayrılan payı gözlerden gizlemektedirler!) adı altında
savaşa, saldırganlığa, silahlanmaya ayrılan bütçelere/
rakamlara bir kaç örnek bile bu konuda sahtekarlığı
ortaya koyacaktır..
SIPRI listesine göre askeri harcamalar, 2015’te bir
önceki yıla göre yüzde bir artışla 1,7 trilyon dolara
yükseldi. “Savunma” harcamaları genellikle birçok
ülkede, toplam kamu harcamaları içinde çok önemli bir oranda olup, eğitim ve sağlık harcamalarından
nispi olarak daha fazla paya sahiptir.
Bu noktada rakamların büyüklüğünü göstermek
için bir istatistik verelim...
2015 verilerine göre ilk 18 ülkenin “savunma” (siz
savaş olarak okuyun!) sanayisine ayırdıkları pay ve
bunun gayrisafi milli hasılaya oranı aşağıdaki gibidir:
Ülke
Amerika Birleşik Devletleri
Çin
İngiltere
Fransa
Rusya
Almanya
Japonya
Suudi Arabistan
İtalya
Hindistan
Güney Kore
Brezilya
Kannada
Avusturalya
İspanya
İran
Türkiye
Yunanistan
DÜNYADAKİ ASKERİ HARCAMALAR (ilk 18 Ülke) Kaynak: Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü. (http://books.sipri.org/files/FS/SIPRIFS1602.pdf (http://www.hurriyet.com.tr/kureselsilah-harcamalari-artti-40081760)
(Ayrıca konuyla ilgili dergimizin 182. sayısında yayınladığımız “Türk savunma sanayisi üzerine” başlıklı inceleme yazımıza bakılmasını öneririz.)
İstatistikte görüleceği üzere dünyanın büyükleri,
en büyük emperyalist güçler “savunma sanayisine”
oldukça büyük miktarlar yatırıyorlar. Peki gerçekten
ülkelerini savunmak için mi? Elbette hayır!!! Dünyanın yeniden paylaşılması dalaşında daha fazla pay
elde edebilmek için!
“Barış”ı dillerine pelesenk etmişlerdir... Gerçekte halkları birbirine düşürmek, işçilerin, emekçilerin cephesini parçalayarak kendi iktidarlarına karşı
bir tehlike olmaktan çıkarmak isterler. Aynı durum
sadece ülke içinde uygulanmaz, uluslararası emek
cephesini de savaş üzerinden parçalamaya çalışırlar.
Emekçileri kendi bayrakları altında “düşman”a karşı
seferber ederken bir yandan, diğer yandan “barış” lafını ağızlarından düşürmezler: “Yurtta sulh, cihanda
sulh!” düsturlarıdır sözde... “En kötü barış savaştan
daha hayırlıdır!”, onlar “savaşa karşı”, “barışı tesis etmek için çırpınır durular” güya!
“Barış” palavraları ile savaşın gürültüsünü
bastırmaya çalışırlar... Tüm sahtekârlıkları, iki-
Askeri harcamalar
687,000,000,000
114,800,000,000
69,271,000,000
67,316,000,000
61,000,000,000
48,022,000,000
46,859,000,000
39,257,000,000
37,427,000,000
36,600,000,000
27,130,000,000
27,124,000,000
20,564,000,000
20,109,000,000
19,409,000,000
18,000,000,000
15,634,000,000
13,917,000,000
%GSMH 2015
4.3%
2.0%
2.5%
2.3%
3.5%
1.3%
0.9%
8.2%
1.7%
2.6%
2.8%
1.5%
1.3%
1.8%
1.2%
2.0%
2.2%
3.6%
yüzlülükleri ile onlar, evet savaşları hazırlayanlar,
halkları birbirlerini kırması için cepheye sürenler, savaş yürütmek için milyarlarca dolar kaynağı savaş sanayisine yatıranlar, savaş yürütmek için ordular oluşturan, besleyen, çarpıştıranlar... Bunlar hemen her yıl
gelenekselleşmiş bir şekilde savaş karşıtı aktiviteler
sergilemekten de geri durmazlar. Bir bölümü 1 Eylüllerde “barış şovları”nda boy gösterirler, bir bölümü
için “barış bezirganlığının” tarihi 21 Eylüldür... Özellikle bu günlerde edilen barış lafları ile savaş kışkırtıcılığı gözlerden gizlenir. Yığınlar “barış” palavrasına
inandırılıp, “barış”ın sürmesi için, “kalıcı barış” için
yalanları eşliğinde gerektiğinde onları cephelere sürebilmenin yolu yapılır bu günlerde. Dünya çapında
yapılır üstelik bu şovlar... Birleşmiş Milletler “barış”ın
dillendirilmesi için özel bir gün bile belirlemiştir.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1981’deki 57.
birleşiminde, “Genel Kurul’un açılış günü olan her
Eylül’ün üçüncü salı gününü “Uluslararası Barış
Günü” ilan etmiştir. Daha sonra “Barış Günü”nün
tarihi 21 Eylül olarak belirlenmiştir.
Peki amaç?
Söylenen şu: “Birleşmiş Milletler, Barış Günü’nde,
dünya çapında çatışmaların önlenmesi ve barışın tesisi yolunda bilinçlenmeyi amaçlar.”
Evet, her 21 Eylül’de dünya halklarının “barış”
konusunda “bilinçlenmesi” için, Birleşmiş Milletler
Merkezi’ndeki “Barış Çanı”da çalınır. (Bu çan savaş-
gündem
Sıra
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
5
gündem
lardaki insani kıyımın anısına Japonya tarafından
yaptırılmıştır, dünyanın tüm kıtalarından çocukların bağışladıkları bozuk paralarla üretilmiştir. Çanın
üzerine, “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazısı kazınmıştır.)
(Bilgiler internetten: https://tr.wikipedia.org/wiki/
Dünya_Barış_Günü)
Gerçekte olan emperyalist barbarlığı “barış şovları” incir yaprağı ile kapatma çabasından başka bir şey
değildir. Sonuçta yapılanlar da sahtekârlığın parçalarıdır!
Lennon ve Ono’nun şarkısıyla başladık, onunla devam edelim... Durum şarkıda şöyle hicvedilir:
“Let me tell you now
Everybody’s talking about
Revolution, evolution, mastication
Flagellation, regulation, integrations
Meditations, United Nations
Congratulations”
(“İzin ver anlatayım sana şimdi
Herkes hakkında konuşuyor
İhtilal, gelişme, mastikasyon
Flajelasyon, düzen, entegrasyon
Tefekkürler, Birleşmiş Milletler
Tebrikler”)
6
Yeni paylaşımda daha fazla pay için...
Sahtekârlıkları sıkılan kurşunların, atılan bombaların sesini bastıramamaktadır ama... Evet, bugün
dünya üzerinde bir çok bölgede savaşlar yürütülmektedir. Kimileri yayılmacılık temelinde, kimileri din
görünümlü, kimileri milliyetçilik soslu... ama büyük
çoğunluğu emperyalist çıkarlar için, haksız, gerici bir
temelde yürüyor bu savaşlar... Çeşitli ulus ve milliyetlerden emekçiler emperyalistlerin yayılmacı emelleri için birbirlerini boğazlamak için cepheye sürülüyor, ölmeleri, öldürmeleri isteniyor! Ve onlar da sınıf
kardeşlerini öldürüyor, sınıf kardeşleri tarafından
öldürülüyorlar! Emekçiler kendilerinin olmayan, olmayacak olan “vatanlar kurtarıyorlar”, birileri nüfuz
alanlarını genişletsinler diye dünyadaki varlıklarını
kurban ediyorlar, kan döküyorlar, can veriyorlar, can
alıyorlar...
Emperyalistler kendi aralarında, dünya hegomonyası konusunda dalaşıyor. Bu dalaşmalar, çeşitli
alanlara temsilci savaşları olarak yansıyor. Bugünkü
dalaş, emperyalist dünya savaşı olarak yürümüyor.
Ama dünyanın bir dizi alanında emperyalistler işbirlikçileri aracılığı ile karşı karşıyadır. Emperyalistler o
ülkelerdeki iç güçlere de dayanarak savaş yürütüyor.
Bunun en açık yaşandığı alan Ortadoğu’dur.
Anda Orta Avrupa’dan Afrika’ya, Ortadoğu’dan
Uzak Doğu’ya kadar bir çok bölgede yürüyen savaşların bilançoları haksız savaşların yıkıcılığını gözler
önüne seriyor.
Bu bağlamda örneğin Suriye’de yürüyen savaşa ilişkin verilere göz attığımızda şunları görüyoruz:
— ‘Suriye İnsan Hakları İzleme örgütünün, 22 Şubat 2016’da yayımladığı son raporda yer alan verilere
göre; Suriye’de son beş yılda sadece sivil kayıpların
toplamı 122 bin 997 kişiye ulaştı. Bu kuruluşa göre;
13 bin 597 çocuk iç savaşta yaşamını yitirdi. İç savaş
nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı da 370 bin kişiye yükseldi.
— Suriye’de kayıpları araştıran bir başka sivil toplum kuruluşu olan Suriye Politik Araştırma
Merkezi’nin, Şubat 2016’da yayımladığı verilere göre
ise Suriye’de 400 bin kişi, savaşa bağlı çeşitli saldırılar,
şiddet ve şiddete bağlı nedenlerle yaşamını kaybetti.
70 bin kişide sağlık, açlık, bulaşıcı hastalık, susuzluk
gibi temel insani ihtiyaçların eksikliğinden öldü. Suriye Politik Araştırma Merkezi’ne göre Suriye’de 470
bin kişi iç savaşta hayatını kaybetti, iki milyona yakın
kişide yaralandı.
— Suriye halkı iç savaşın getirdiği ekonomik krizle
de baş etmek için yoğun çaba sarf ediyor. Sadece geçtiğimiz yıla göre tüketiciler temel ihtiyaçlarını yüzde
53 oranında zamlı olarak satın almak zorunda kaldı.
Suriye’de sadece 2015 yılında fakirlik oranı yüzde 85
arttı. Yaklaşık 14 milyon Suriyelinin işini kaybettiği
ülkede iç savaşın maliyetinin yaklaşık 255 milyar dolar civarında olduğu ifade ediliyor.
— Ülke nüfusu yüzde 21 oranında azaldı. Nüfusun
yüzde 45’i yaşadığı yerlerden başka yerlere göç etmek
zorunda kaldı. Tahmini rakamlara göre 6 milyon kişi
Suriye içindeki daha güvenli yerleşim merkezlerine, 4
milyonun üzerinde Suriyeli de başka ülkelere mülteci
olarak gitmek zorunda kaldı.
— Birleşmiş Milletler’e bağlı üç ayrı kuruluş Aylan
bebeğin cansız bedeninin Bodrum kıyılarına vurduğu Eylül 2015’den bu yanda günde ortalama iki çocuğun boğularak öldüğünü ve Aylan bebekten sonra
tam 340 çocuğun onun gibi öldüğünü açıkladı.
Tüm bu veriler “Amerika’nın Sesi” internet haber
sitesinin 27 Şubat 2016 tarihli haberinde aktarılan verilerdir... (http://www.amerikaninsesi.com/a/suriyede-savasin-aci-bilancosu/3211012.html)
Evet haksız savaşlar dünyanın hemen her bölgesinde sürüyor ve her geçen gün daha da tırmanma
Sömürgecilerin savaşı...
Ülkelerimizde yaşanan savaşı düşündüğümüzde
barış talebinin ne denli yakıcı olduğu ortaya çıkıyor.
Evet, 30 yıldan fazladır süren bir savaş yaşanıyor
Kuzey Kürdistan-Türkiye’de... Kimi zaman ateşkesli, kimi zaman şiddetli, kimi zaman “çözüm” görüşmeleri ile durdurulan, kimi zaman tüm barbarlığı ile
gözler önünde olan bir savaştır süren savaş.
Son günlerde yaşanan darbe teşebbüsünün gölgesinde kalsa da savaş tüm yoğunluğu ile devam ediyor. Geçtiğimiz yılın 24 Temmuz’undan bu yana
Kürdistan’da şiddetli bir savaş yürüyor.
Peki hazır görüşmeler başlamışken, savaşı durdurma, Kürt sorununa çözüm bulma adına durmuşken
neden tekrar başlandı, şiddetlendi bu savaş?
Bu savaş faşist devlet, devleti bugün yöneten AKP
hükümeti ve Recep Tayyip Erdoğan tarafından planlı
olarak kışkırtılan, başlatılan ve sertleştirilerek yürütülen bir savaştır.
AKP, 7 Haziran seçimlerinde 13 yıllık tek başına çoğunluğu kaybetti. HDP’nin barajı yıkarak 80 vekille
meclise girmesi, AKP’nin, RTErdoğan’ın hiç hoşuna
gitmedi. Bütün kirli oyunlar devreye sokuldu ve savaş yeniden başlatıldı. Bu savaşla amaçlanan; MHP’ye
giden milliyetçi oyları geri almak, HDP’yi PKK’nin
uzantısı göstererek Erdoğan düşmanlığı temelinde
HDP’ye verilen desteğin geri çekilmesini sağlamak,
bu yolla siyasi istikrasızlığın ne gibi sonuçlara yol açtığını gösterip AKP oylarını artırmak ve tek başına
hükümet olmaktı.
Bunun için savaş yeniden başlatıldı, yükseltildi...
Elbette sadece bu değil!
“Çözüm süreci” döneminde güçlenen PKK şehir
yapılanmasını, PKK kamplarını, askeri kuvvetlerini
askeri olarak verilebilecek en büyük zararı vermek,
PKK’nin savaş gücünü zayıflatmak için de devlet savaş yürütüyor.
Genelkurmay başkanlığı hergün basın bültenleri
ile savaşın bilançosunu açıklıyor. Bu savaşta, her iki
taraftan da yüzlerce ölü, binlerce yaralı var. Sömürgeci devlet, Medya Savunma Alanları ve Rojava’yı da
bombalıyor. ‘Özyönetim’ ilan edilen il ve ilçeler yakılıp, yıkılıyor. Sur, Varto, Cizre, Silopi, Nusaybin, Silvan, Dargeçit, Lice, İdil... hayalet şehirler haline getirildi, sırada diğer şehirler var... Binlerce Kürdistanlı
göç yollarına düşüyor. Sömürgeci devlet, ordusu/polisi/JÖH’ü/PÖH’ü ile evleri tank/top atışı ile yerle
bir etti. Sömürgeciler, yıktıkları evlerin “teröristler
tarafından üs olarak kullanıldığını”, yıkılan evlerde
hiçbir sivil vatandaşın olmadığını açıklıyor! Kuzey
Kürdistan’da sesini çıkaran, devlet zulmüne direnenler öldürülüyor. Öldürülen siviller ve HDP aktivistlerine “terörist” etiketi yapıştırılıyor.
gündem
eğilimi taşıyor. Çünkü savaşın esas kaynağı olan emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşma dalaşı
sertleşmektedir. Daha fazla silahlanma, evet, nükleer
silahlanma bu emperyalist dalaşın “doğal” sonuçlarından birisidir.
Bir örnek verelim...
Geçtiğimiz aylarda İngiliz The Guardian gazetesinde bir haber yayınlandı. Habere göre, Güney Çin
Denizi’nde sık sık karşı karşıya gelen ABD ve Çin
arasında Pekin yönetimi yeni bir adım atarak nükleer füzeler taşıyan denizaltılarını ilk kez Pasifik
Okyanusu’na göndermeye karar verdi.
Washington yönetimi ise, son olarak ay ortasında iki Çin savaş jetinin uluslararası hava sahasında seyreden bir ABD keşif uçağına 15 metre kadar
yaklaştığını duyurdu. Pentagon, pilotun çarpışmayı
önlemek için ani bir manevrayla yaklaşık 100 metre
alçalmak zorunda kaldığını belirtti. (Aktaran Milliyet gazetesi, http://www.milliyet.com.tr/cin-pasifike-nukleer-denizaltilar/dunya/detay/2252062/default.
htm, 26.05.2016)
Bunun ardında dünya devi büyük emperyalist güçlerin ABD ve Çin emperyalizminin hegemonya dalaşı
olduğunu söylememize gerek yok sanırız!
Evet, Çin, Güney ve Doğu Çin denizlerinin büyük
bölümünde hak iddia ediyor. Güney Asya Denizi’ndeki diğer ülkeler de zengin kaynaklara sahip olduğu
düşünülen bölgede hak iddiasında bulunuyor.
Washington Çin’i, Güney Çin Denizi’ni ‘askerileştirerek’ gerginliği artırmakla suçluyor! Çin ise ABD’nin
Asya’da deniz ve havada yaptığı devriyelerin sayısını
artırdığı gerekçesiyle Washington’ı eleştiriyor, vs. vb.
Kısacası anda dünyanın bu bölgesinde de yayılmacı ve talancı emperyalist dalaş artarak sürüyor.
Dünyanın büyük emperyalist güçleri dengesiz ve
sıçramalı gelişme sonucu ortaya çıkan duruma göre
yeniden dünyayı şekillendirme ve pazardan, hammadde kaynaklarından daha fazla elde etmek için bir
siyaset yürütüyorlar. Anda silahlı olarak cephelerde
karşı karşıya gelmiyorlar. Hayır, anda böyle bir savaş
yerine temsilci savaşları üzerinden sonuç alma, diş
gösterme, güç deneme yolunu seçiyorlar. Örneğin,
Ortadoğu’da, Suriye topraklarında yürüyen savaş
esasta böyle bir savaş...
7
gündem
8
Faşist devletin sürdürdüğü bu barbar savaş, Kürt
ulusunun haklı taleplerinin bastırılması, gözlerden
gizlenmesi çabasıyla birlikte sürdürülüyor. Sömürgeci faşist devletin Kuzey Kürdistan‘da yürüttüğü savaş
“terörizme karşı savaş“ olarak gösterilmeye çalışılıyor. Böylelikle Kürt ulusunun haklı ulusal talepleri
görmezden geliniyor.
Kuzey Kürdistan’da 32 yıldan beri sürüp giden bir
savaş var. Kürt ulusunun andaki en örgütlü ve silahlı
mücadelenin öncü gücü Kürt ulusunun ulusal haklarını savunduğu noktada haklı konumdadır. Bu haklı
konum tarafımızdan desteklenmektedir. Bu gücün
onaylamadığımız ve eleştirdiğimiz görüşleri de vardır. Yer yer dergi sayfalarımızda bu eleştirilerimize de
yer veriyoruz. Evet Kürt Ulusal Hareketi silahlı şiddet
kullanmaktadır. Yer yer kimi yanlış, sivil halkı da vuran “terör eylemleri” de yapmakta ve bu gibi eylemleri
de sahiplenmektedir. Tek bir sivilin dahi ölümüne yolaçacak olan bu gibi eylemlerden derhal vazgeçilmeli
ve bu gerçek bir özeleştiriyle ilan edilmelidir!
Kürt Ulusal Hareketi’nin belirleyici özelliği onun
silahlı eylemler yapması değildir.
Kuzey Kürdistan/Türkiye’de ezilen Kürt ulusunun
haklı ulusal taleplerini savunan siyasi bir örgüt olmasıdır. Şiddete başvurma/silah kullanma, savaşma ulusal hareketin tercihi değil, şartların dayatmasıdır. Sömürgeci devlet, Kürt ulusunun haklı taleplerini dile
getiren her örgütü silahlı şiddet kullanarak ezmeye
çalışmaktadır.
Kürt Ulusal Hareketi, en geri demokratik haklarını elde edebilmek için savaşa başvurmak zorunda
kalmaktadır. Sömürgeci devletin tarihi katliamlarla
doludur. Kürt Ulusal Hareketi’nin mücadelesi sonucu, bu ülkede Kürtlerin olduğu kağıt üzerinde de olsa
kabul edildi. Kürt Ulusal Hareketi’nin mücadelesinin
“terör” olarak gösterilmesi, savaşın ‘terörizme’ karşı
savaş olarak gösterilmesi açık bir çarpıtma, yalan,
demagojidir. Savaş, Kürt ulusunun haklı ulusal taleplerini savunan Kürt Ulusal Hareketi’ne karşı yürütülmektedir. Eğer terörizmden bahsedilecekse, en
büyük terörizmi sömürgeci devletin uyguladığı unutulmamalıdır.
Bu devlet sömürgeci bir devlettir. Bu devletin Kuzey
Kürdistan’da yürüttüğü savaş, barbar, gerici, sömürgeci bir savaştır. ‘Özyönetim’ ilanları ve ilan edilen
‘özyönetim’ alanlarında bunların savunulması için
yürütülen savaş, ezilen Kürt ulusunun ulusal özgürlük taleplerinin savunulması noktasında haklı bir savaştır. Kürt ulusunun kendi kaderini kendisinin tayin
etmek istemesi onun en tabii hakkıdır. Kürtler, nasıl
yaşayacaklarına kendileri karar vermelidir. Uluslar
ve halklar arasında gerçek bir birlik, ancak eşitler arasında gönüllü bir birlik olduğu zaman sözkonusudur.
Onun dışındaki bütün birlikler yıkılmaya mahkumdur. Bu yüzden halkların özgürce karar vereceği bir
ortamın yaratılması belirleyici önemdedir.
Savaşın gelinen aşamasında sömürgeci devletin
sözcüleri “Son terörist bertaraf edilene kadar sürecek bir savaştan” bahsediyorlar. AKP hükümeti, sömürgeci faşist devletin fabrika ayarlarına geri dönmüş durumdadır. Kürt Ulusal Hareketi’nin Kürt
ulusu içinde önemli bir tabanı vardır. Kürt Ulusal
Bu savaş son bulmalıdır…
Bu savaşın sonlanması, ülkelerimizde yaşayan
halklar açısından ve savaşın ağır yükünü taşıyan
Kürt ulusu açısından olumlu ve gereklidir. Bu savaşın
sonlanması, bir bütün olarak sınıf mücadelesi açısından gereklidir.
Savaşın sürmesi demek, Kuzey Kürdistan’da ilan
edilmemiş olağanüstü halin sürmesi, kitlesel tutuklamaların sürmesi, ülkelerimizde “teröre” karşı mücadele adına her türlü demokratik hakkın ayaklar altına
alınması, faşizmin katmerli bir şekilde sürdürülmesi,
faili meçhul cinayetlerin ve ölümlerin giderek artması, Türk şovenizmi ve Kürt milliyetçiliğinin daha da
güçlenmesi, halkların birlikte yaşama imkanının ortadan kaldırılması demektir.
Halkların çıkarına olmayan ve halklara büyük acılar yaşatan, yıkım/ölüm getiren bu savaş sonlandırılmalıdır. Halkların çıkarına olmayan bu savaş sonlandırılmalı ve eller derhal tetikten çekilmelidir.
We shall overcome, some day!
(“Üstesinden gelmeliyiz, bir gün”)
Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın derhal
sonlandırılması, silahların susması ve bir barış
hareketinin yaratılması temel talebimizdir. Barış hareketinin yaratılmasının ve başarılmasının
önkoşulu işçi ve emekçilerin barış talebine sahip
çıkmasıdır.
Unutulmasın: Biz, bugün savaşın sonlandırılması sonucu oluşacak bir barışın, kapitalizm
şartlarında, sömürgeci devletin varlığı şartlarında yalnızca yürüyen savaşın durması anlamında,
geçici ve güvenilmez bir barış olacağının bilincindeyiz.
Buna rağmen bugün Kuzey Kürdistan’da bütün
yoğunluğuyla yürüyen savaşın sonlanması, ülkelerimizde yaşayan halklar açısından ve savaşın
ağır yükünü taşıyan Kürt ulusu açısından olumlu
ve gereklidir. Bu savaşın sonlanması, bir bütün
olarak sınıf mücadelesi açısından gereklidir.
Bugün direnen Kürt halkına en büyük destek,
büyük kitlesel bir barış hareketini yaratmak için
ciddi bir şekilde çalışmakla olur.
Yıllar öncesinden Joan Baez’in ünlü barış şarkısında bahsettiği gibi;
We shall live in peace,
We shall live in peace,
We shall live in peace, some day.
(...)
We shall overcome,
We shall overcome,
We shall overcome, some day.
(...)
(“Barış içinde yaşamalıyız
Barış içinde yaşamalıyız
Barış içinde yaşamalıyız, bir gün
(...)
Üstesinden gelmeliyiz
Üstesinden gelmeliyiz
Üstesinden gelmeliyiz, bir gün
(...)”)
Üstesinden geleceğiz...
Bir gün...
Ama mutlaka!
15.08.2016
gündem
Hareketi’nin yalnızca Kuzey Kürdistan’da değil,
Kürdistan’ın bütün parçalarında var olan, mücadele
yürüten, Kürdistan’ın bütün parçalarında önemli bir
kitle tabanı olan bir harekettir.
Kürtler, dünyanın birçok ülkesine yayılmış etkin
bir diaspora örgütüne sahiptir. Kürt Ulusal Hareketi,
güçlü bir silahlı örgüte, savaş içinde oldukça yetkinleşmiş bir gerilla ordusuna sahiptir. Kadın örgütlenmesi en geniş ve en gelişmiş olan örgütlerden biridir.
Kürt Ulusal Hareketi, Rojava’da örgütlüdür. Rojava,
Türkiye’nin müttefiki olan batılı emperyalist güçler
tarafından “bölgede IŞİD’e karşı en etkin mücadeleyi
yürüten, seküler, demokratik güç” olarak değerlendirilmekte ve açıktan desteklenmektedir. Böyle bir örgütün yok edilmesi mümkün değildir.
Sömürgeci devlet de, Kürt Ulusal Hareketi’ni yok
edemeyeceğini çok iyi biliyor. Sömürgeci devletin
sözcüleri pragmatisttir. Bugün böyle konuşuyorlar
yarın tersini söyleyebilirler.
Kürt Ulusal Hareketi’ni yoketme iddiasıyla yeniden
savaş yürüten sömürgeci devletin gerçek hedefi Kürt
silahlı güçlerini mümkün olduğunca zayıflatmak ve
eninde sonunda yeniden kurulması kaçınılmaz olan
pazarlık masasına daha güçlü pozisyonda oturtmaktır.
Her savaşın bir sonu vardır.
Ve her savaş, savaşan tarafların masada anlaşmasıyla son bulur. Kürt Ulusal Hareketi açısından da
bu savaş, yeniden kurulacak pazarlık masasında elini
güçlü tutmak için yürütülen bir savaştır. Savaş taraftarlarının savundukları siyaset açısından savaşın sürdürülmesi, kurulan pazarlık masasında elini güçlendirmek dışında bir mantığı yoktur.
9
güncel
15 TEMMUZ BAŞARISIZ DARBE GİRİŞİMİ:
NEDENLER VE SONUÇLAR…
15 Temmuz akşamı başlayan askeri darbe girişimi
16 Temmuz sabah saatlerine kadar bastırıldı.
Darbe girişimi esas olarak Gülen Cemaati ile AKP
arasındaki iktidar dalaşının bir parçası idi.
Darbenin planlayıcı ve uygulayıcıları Gülen
Cemaati’nin TSK ve Jandarma teşkilatı içindeki örgütleridir.
Darbeye “ne olursa ve nasıl olursa olsun RTE sistemi yıkılmalıdır” düşüncesinde olan kimi Kemalist
unsurların katılmış olması da muhtemeldir. Fakat
bunlar darbede belirleyici bir rol oynamamıştır. Darbeye damgasını vuran Fettullahçı askerlerdir.
Darbe girişimi ve sonraki gelişmeler şu gerçekleri
açıkça göstermiştir:
Fettullahçı örgütlenmenin, Emniyet içinde ve yargıda yaşadığı ve süren tasfiyelerden sonra TSK içindeki
örgütlenmesi ‘son kale’ durumuna gelmiştir.
Bu ‘son kale’nin temel ayakları Hava Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri ve Jandarma içinde en tepedeki
komutanlar seviyesi altındaki komuta kademesidir.
Özellikle Hava Kuvvetleri’nde Fettullahcı örgütlenme
belirleyici konuma gelmiştir.
TSK ve devlet örgütleri içinde Fettullahçı örgütlenme, yaverler, özel kalem müdürleri, sekretarya vb.
olarak yerleştirdiği kadrolar üzerinden siyasi iktidarın ve güvenlik bürokrasisinin karar alıcılarının en
yakınına kadar sızmıştır.
10
Darbenin kanlı ve fakat başarısız bir girişim olarak kalmasında şunlar rol oynadı:
Darbe girişimi TSK’nin andaki komuta kademesinin büyük bölümünün desteğini almayan, ‘emir komuta zinciri’ içinde gerçekleşmeyen, bu anlamda ordunun küçük bir azınlığının desteğini arkasına alan
bir girişimdi.
Bütün veriler planlamanın, 15 Temmuz’da ‘tanklar sokağa inmeden’ önce Genelkurmay’ın ve kuvvet
komutanlarının ele geçirilmesi ve RTE’nın devre
dışına çıkarılması, kimi siyasetçilerin esir alınması,
bütün bunlar gerçekleştirildikten sonra, 16 Temmuz
sabahı saat üçten itibaren tankların sokağa salınması, 16 Temmuz sabahı ‘iktidara millet adına el
konulduğu’nun açıklanması, sıkıyönetim ve sokağa
çıkma yasağının ilan edilmesi biçiminde planlandığını gösteriyor.
Darbe girişimcileri planlarının erken deşifre olması sonucu, planlarını tam olarak uygulama imkanı
bulamadılar. 15 Temmuz saat 16.00’dan itibaren devletin darbeci olmayan kesimlerinin karşı tedbirleri
darbecileri erken hareket etmeye zorladı. Darbe ilanı
öncesi yapılması planlananlar yapılamadan harekete
geçilmesi darbenin başarısızlığının önemli faktörlerinden biri oldu.
Darbenin başarısız bir girişim olarak kalmasının
en önemli nedeni onun toplumsal destek temelinin
güçsüzlüğüdür. Fettullahcı örgütlenme evet devlet
bürokrasisi içinde 40 yılı aşkın planlı, programlı illegal kadro yetiştirme ve yerleştirme yoluyla büyük bir
güce kavuşmuştur. AKP siyasi iktidarının 2003- 2010
yılları arasında Gülenci örgütlenmeye verdiği açlık
destek de bu güçlenmede büyük rol oynamıştır. Devlet kadroları içindeki bu büyük güç, toplumsal destek
bazında yoktu. Bu en geç AKP/Gülen cemaati koalisyonu yerini bunlar arasındaki açık iktidar dalaşına
bıraktığından sonra yapılan seçimlerde gösterdi. Görüldü ki Gülen cemaatinin seçmenler bazında toplumsal desteği % 2-3 ü geçmemektedir. Yani darbe
girişiminin doğrudan destek temeli %2-3 ü geçmeyen bir destekti.
Darbeciler bu zaafın bilincinde, darbenin toplumsal destek tabanını genişletmek için yaptıkları açıklamada Türkiye/Kuzey Kürdistan’da anti Tayyip
Erdoğan cephesinin tüm temel tezlerini darbenin
gerekçesi olarak saydılar.
Görünen odur ki, darbeciler hesaplarını toplumun
‘Demokrasinin zaferi’ mi?
Darbe girişiminin bastırılması burjuva medyanın
hemen tümünde ( bu arada Fettullah medyasında da)
‘demokrasinin zaferi’ markası altında sunuldu.
Bu sunum bir sahtekarlıktır. Askeri darbenin ‘demokrasinin yeniden tesisi’ markası altında sunulması
ne kadar sahtekarlık ise, bu da o kadar sahtekarlıktır. Türkiye /Kuzey Kürdistan’da var olan egemenlik
hiç bir zaman -burjuva anlamda bile- demokratik
olmamıştır. Bugün de Türkiye’deki rejimin adı hala
faşizmdir.
Evet küçük bir azınlığın askeri darbe girişimi –
en başta halkın bir bölümünün direnişi sonucu- geri
püskürtülmüştür. Evet halkın bir bölümü seçilmiş
bir hükümetin bir askeri darbe sonucu devrilmesini,
bir askeri faşist diktatörlüğü engellemiştir. Bu çok
önemli bir olumluluktur. Sonuçta halka rağmen, ne
adına olursa olsun kurulacak bir askeri diktatörlük,
burjuva anlamda demokrasi açısından, halkın çoğunluğunun desteğine sahip sivil bir hükümete göre
kötüler içinde daha kötü olandır.
Fakat bu ne kadar doğru ise, faşizmin bugün de seçilmiş, sivil bir yönetim altında sürdüğü ülkelerimizde darbenin engellenmesinin ‘demokrasinin zaferi’
olarak sunulması da o kadar gerçeklere terstir.
güncel
‘ne olursa ve nasıl olursa olsun RTE rejimi devrilmelidir’ diye düşünen yarıya yakın kesiminin en azından pasif desteğini alabilecekleri üzerine kurmuşlardı. Bu hesap eğer darbeciler planlarını planladıkları
biçimde gerçekleştirebilselerdi; ordunun bütünlük
içinde yaptığı başarılı bir darbe algısı yaratılabilseydi, tutabilirdi de.
Darbenin kaderini, AKP’nin ve RTE’nın en başından itibaren takındığı, kitleleri darbeye karşı sokağa
çağırma tavrı ve en başta AKP’nin tabanının örgütlü
olarak bu çağrıya uyarak sokaklara inmesi belirledi.
Hem darbenin ordunun küçük bir kesiminin bir
harekatı olduğunun görülmesi, hem daha önce Fettullahçılardan büyük ölçüde temizlenmiş olduğu
polis teşkilatının darbecilere karşı tavır alması ve
öncelikle AKP tabanının sokağa çıkması, darbenin
başarı şansının sıfır olduğunu gösterdi.
Sırası ile MHP, CHP ve HDP de darbeye karşı tavır aldılar. Darbecilerin hesaplarının yanlışlığı çıktı
ortaya. Canice cinayetler ertesi darbecilere teslim
olmaktan başka yol kalmadı.
Bizim açımızdan darbenin önlenmesinde yeni ve
önemli olan kitlelerin bir bölümünün darbeye karşı
sokaklara çıkmış olması ve silahların, tankların üzerine ‘ordu kışlaya’ sloganları ile ölümü de göze alarak
yürümüş olmasıdır.
11
gündem
Gösteriler ‘Demokrasi şenlikleri’ mi?
AKP ve RTE darbeye karşı halkı direniş için sokaklara çağırdı. Ve darbe püskürtüldükten sonra da
kitleler sokağa çıkmaya ‘demokrasi nöbeti’ne çağırıldı. Ve öncelikle de AKP’nin tabanı bu çağrıya uydu.
Belediyeler gösterilerin görkemli olması için taşıma
hizmetlerini ücretsiz sundu.
Bu çağrıya uyup, günlerce coşkulu bir şekilde meydanları dolduran kitlelerin ‘demokrasi şöleni’ olarak
gösterilen kitle toplantılarında attıkları temel sloganlar şunlar:
“Recep Tayyip Erdoğan!, Ya Allah Bismillah, Allahü Ekber!, Apo’nun piçleri, yıldıramaz bizleri!, Şehitler ölmez, vatan bölünmez!, İdam isteriz, İdam İsteriz!, Tek vatan, Tek millet, Tek Bayrak, Tek Devlet!”
Burada atılan sloganlar içinde demokrasi talebi
yoktur! Bu gösteriler genel görünümü ve içerikleri
itibariyle AKP’nin güç gösterileridir. AKP’nin zafer
şölenleridir.
İdam konusu:
Darbe ertesinde öncelikle AKP ve MHP tabanından
yoğun bir şekilde ‘İdam İsteriz’ sloganları yükseliyor.
Erdoğan ‘demokrasilerde halkın isteğine kulak kapatılamaz’ diyerek bu talebe sahip çıkıyor. Önümüzdeki kısa dönem içinde bu bağlamda bir Anayasa değişikliği önerisinin gündeme getirilmesi muhtemeldir.
Bu konuda bilinmesi gereken şudur: Bu konuda idam
cezasını yeniden mümkün kılan bir yasa geriye doğru işletilemez. Yani idam cezasını öngören bir yasa
da halkın bir bölümünün darbecilere istediği idam
talebini karşılamaz. Siyasetçilerin bu konudaki söylemleri demagojidir, halkın gözünü boyamadır.
12
Ve geniş çapta tasfiyeler:
Darbe girişimini yapanların amacı belli: AKP yönetimini devirmek. Yerine ‘demokrasiyi yeniden tesis etme’ adına Gülen Cemaatinin iktidarını kurmak.
Fakat sonuç AKP ve Erdoğan iktidarının güçlenmesi oldu. (Kimileri bu sonuçtan yola çıkarak aslında bu
darbe girişiminin AKP/Erdoğan’ın düzenlediği bir
tiyatro olduğunu savundu, savunuyor. Öncelikle Fettullah medyası bu komplo teorisini yaygınlaştırıyor.
Epey inanan da buluyor bu teori. Bu teori Erdoğan ve
ekibine adeta olağanüstü güçler vehmediyor.)
AKP’nin şimdi bürokrasinin Kemalist kesimiyle ittifak içinde Fettullah örgütlenmesini devletin bütün
kurumlarından bütünüyle tasfiye etme işine girişti.
Başarısız darbe girişimi AKP/Erdoğan için altın bir
fırsat olarak kullanılıyor. Binlerce on binlerce asker
sivil bürokrat, açığa alındı. Doğrudan darbe hareketi içinde yer alanlar ve yer aldıkları tahmin edilenler
gözaltına alınıyor, tutuklanıyor.
Fettullah medyası bu geniş çaplı tasfiye hareketini
‘asıl darbe budur’ diyerek teşhir ediyor.
Bu tasfiye hareketinde AKP/Erdoğan yönetiminin
burjuva anlamda hukuku da ayaklar altına aldığı
açık. Daha önce Fettullahçıların yürüttüğü Ergenekon, Balyoz davalarında onların kullandığı kimi
yöntemler şimdi onlara karşı kullanılıyor.
Bu bağlamda biz dün olduğu gibi bugün de
Türkiye’de egemen olan hukukun guguk olduğunu
söylüyoruz. Egemenlerin her bölümünün kendi savcıları, kendi yargıçları vardır. Hukuk’un üstünlüğü
vb. lafları boş laflardır.
Sol’un tavrı:
Bir darbe yaşandı. Solun genel tavrı yokluk oldu.
Yapılması gereken solun bütün gücüyle gerçek bir
demokrasi programıyla ve savaşa karşı barış talebiyle
meydanları doldurması, egemenlerin demokrasi havarisi maskelerini indirmek için çalışmaktı. Bu yapılmadı. Yapılamadı.
Kurtuluş devrimde!
Egemen sınıflar arasındaki iktidar mücadelesinde
taraf tutmak zorunda değiliz.
Egemenlerin iktidar mücadelesinden bağımsız,
hastalıklı bir hal alan kutuplaşmadan bağımsız siyaset izleyelim, mücadele edelim, örgütlenelim!
Demokrasinin, adaletin, özgürlüğün gerçek anlamıyla sermayenin/burjuvazinin egemenliği şartlarında, sınırsız bir şekilde gerçekleşmesi/yaşanması
mümkün değildir. Demokrasi, adalet, özgürlük işçi
sınıfı önderliğinde demokratik halk devrimiyle gerçekleşecek olan halk iktidarında sağlanacaktır. İşçiler, emekçiler demokrasiyi, özgürlüğü sınırsız bir şekilde kendi iktidarlarında yaşayacaklardır.
Darbeleri, darbe girişimlerini engellemenin yolu,
bu faşist düzenden kurtulmanın yolu; işçi sınıfı önderliğinde sosyalizmin yolunu açacak olan demokratik halk devrimidir.
Ne faşist askeri darbe, ne İslam soslu muhafazakar
AKP diktatörlüğü! Kurtuluş demokratik halk devriminde, halk iktidarında!
Faşizme ölüm tek yol devrim!
Temmuz 2016
Fettullahçı darbe girişiminin bastırılması ardından
Cumhurbaşkanı RT Erdoğan ‘’MGK ve Bakanlar Kurulu toplantısında önemli bir kararı açıklayacağız’’
açıklaması yapmıştı. Bu kararın ne olduğu üzerine
kamuoyunda tahminler, tartışma yürütüldü.
20 Temmuz günü Milli Güvenlik Kurulu ve Bakanlar Kurulu toplantıları yapıldı. Toplantıların ardından gece geç saatlerde kameralar karşısına geçen RT
Erdoğan “önemli kararı” açıkladı.
Cumhurbaşkanı RT Erdoğan, Anayasanın 120.
maddesi uyarınca 3 ay süreyle olağanüstü hal ilan
edildiğini açıkladı.
Anayasanın 120. maddesi şöyle:
“MADDE 120. – Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan
kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait
ciddî belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları
sebebiyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması
hallerinde, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan
Bakanlar Kurulu, Millî Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra yurdun bir veya birden fazla
bölgesinde veya bütününde, süresi altı ayı geçmemek
üzere olağanüstü hal ilân edebilir.”
3 ay süreyle devam edecek olan olağanüstü hal
(OHAL) kararı Resmi Gazete’de yayımlandı.
AKP hükümeti 12 Eylül faşist Anayasasını tepe tepe
kullanıyor. Anayasanın kendisine verdiği yetkiye dayanarak şimdi OHAL ilan ediyor. OHAL kararının
‘darbe’ olarak adlandırılması yanlıştır.
RT Erdoğan konuşmasında OHAL kararını şöyle
gerekçelendirdi: “MGK olarak yaptığımız kapsamlı değerlendirme
kapsamında darbe girişiminde bulunan terör örgütünün bertaraf edilmesi için anayasamızın 120. Mad-
gündem
OHAL’E HAYIR!
13
gündem
14
desi kapsamında olağanüstü hal ilan edilmesi tavsiye
kararını aldık. Bakanlar Kurulumuz da 3 ay süreyle
olağanüstü hal ilan edilmesini kararlaştırdık.
Olağanüstü halin amacı ülkemizde demokrasiye,
hukuk devletine, vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerine yönelik bu tehdidi ortadan kaldırmak için gereken adımları en etkin ve hızlı şekilde atabilmektir.
Bu uygulama kesinlikle demokrasiye, hukuka ve
özgürlüklere karşı değildir. Yaşadığımız darbe girişimi, kimlerin canları pahasına demokrasi ve hukukun
yanında olduğunu, kimlerin diktatörlük peşinde olduğunu açıkça ortaya koymuştur.”
AKP hükümeti darbe girişiminin bastırılması ardından Gülen Cemaati mensuplarını ordu, emniyet,
yargı, bürokrasi, devlet kurumlarından temizlemek
için harekete geçti. Bu temizliğin rahat yapılması için
de OHAL ilan etti.
OHAL’in amacı cemaat tehdidini “ortadan kaldırmak için gereken adımları en etkin ve hızlı şekilde
atabilmektir” şeklinde gerekçelendirilse de, OHAL
Kürt Özgürlük Hareketine, devrimci harekete de yönelecektir.
OHAL’in demokrasiye, hukuka, özgürlüklere karşı olmadığının belirtilmesi sahtekarlıktır. OHAL’in
kendisi zaten bu ülkede gerçek anlamda olmayan, sınırlandırılmış kişi hak ve hürriyetlerinin iyice sınırlandırılması, ortadan kaldırılmasıdır. Bu ülkede gerçek anlamıyla hiçbir zaman demokrasi olmadı. T.C
devleti kuruluşundan bu yana faşist olageldi. Hukuk
gerçek anlamıyla hiçbir zaman hukuk olmadı. Hukukun guguk olduğu, parlamentoda çoğunluğu olan
siyasi partinin, hukuku istediği gibi kullandığı bu ülkenin gerçekliğidir. Özgürlük keza bu ülkede sınırsız
bir şekilde hiçbir zaman yaşanmadı.
Demokrasinin, adaletin, özgürlüğün gerçek anlamıyla sermayenin/burjuvazinin egemenliği şartlarında, sınırsız bir şekilde gerçekleşmesi/yaşanması
mümkün değildir. Demokrasi, adalet, özgürlük işçi
sınıfı önderliğinde demokratik halk devrimiyle gerçekleşecek olan halk iktidarında sağlanacaktır. İşçiler, emekçiler demokrasiyi, özgürlüğü sınırsız bir şekilde kendi iktidarlarında yaşayacaklardır.
Hak hukuk yok! Dizginsiz faşizm var!
AKP hükümeti ülkeyi KHK’ler (Kanun Hükmünde Kararname) ile yönetiyor. KHK’lerin temel
özelliği hak, hukuku tamamen ortadan kaldırması,
KHK’lerin hükmünün kesin olmasıdır. Hükümetin
bugüne kadar çıkardığı KHK’lerin sonuçları kısaca
şöyle:
“Fetullahçı Terör Örgütü’ne aidiyeti, iltisakı
veya irtibatı” olduğu iddiasıyla; Kara Kuvvetleri
Komutanlığı’ndan 87 general, 726 subay, 256 astsubay,
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan 32 amiral, 59 subay, 63 astsubay, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan
30 general, 314 subay, 117 astsubay olmak üzere toplam bin 684 asker, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ihraç
edildi.
Aynı gerekçe ile başka bir KHK ile TSK’dan 125
subay, 68 astsubay, Jandarma’dan 1196 asker olmak
üzere toplam 1389 asker ihraç edildi.
Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları,
Milli Savunma Bakanı’na bağlandı. YAŞ’ın yapısı değiştirildi. Harp akademileri, askeri liseler ve astsubay
hazırlama okulları kapatıldı. Milli Savunma Üniversitesi kuruldu.
GATA ve askeri hastaneler Sağlık Bakanlığı’na devredildi.
Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde Milli Savunma Üniversitesi adıyla yeni bir üniversite kuruldu.
Milli Savunma Üniversitesi, rektörlüğe bağlı olarak,
kurmay subay yetiştirmek ve lisansüstü eğitim vermek amacıyla yeni kurulan enstitülerden kara, deniz
ve hava harp okullarından, astsubay meslek yüksekokullarından oluşacak.
FETÖ’nun olduğu gerekçesiyle 18 televizyon, 3 haber ajansı, 23 radyo, 45 gazete ve 15 dergi, 35 sağlık
kuruluşu, 934 okul, 109 öğrenci yurdu, 104 vakıf,
1125 dernek, 15 üniversite ve 19 sendika kapatıldı.
FETÖ ile irtibatlı olduğu iddiasıyla 80 bini aşkın
kamu çalışanı açığa alındı. Açığa alınanlar içinde
FETÖ ile ilgisi olmayan KESK üyesi kamu çalışanları
da var.
AKP hükümeti baş düşmanı olan FETÖ’yü devlet
aygıtı içinden temizleme çalışması yürütürken, bununla yetinmemekte Kürt ulusal hareketine, devrimcilere, sosyalistlere de yönelmekte, açık terör, dizginsiz faşizm uygulamaktadır.
Özgür Gündem gazetesi kapatıldı. Gazeteciler gözaltına alındı. Dernekler, gazete büroları, evler basılıyor, sokaklarda insanlar gözaltına alınıyor, devlet
hükümet dizginsiz faşist terör estiriyor.
Devletin, hükümetin saldırılarına, faşizme, faşist
teröre karşı güçleri birleştirip mücadele etme dışında
başka seçeneğimiz yok!
Faşizme karşı omuz omuza!
17.08.2016
YDİ Çağrı’nın Facebook sayfasında çeşitli güncel
konularda takınılan tavırları yayınlıyoruz. Okurlarımızı facebook.com/YeniDunyaIcinCAGRI sayfamızı
takip etmeye çağırıyoruz.
CHP’NİN TAKSİM MİTİNGİ ÜZERİNE
CHP 24 Temmuz Pazar günü 15 Temmuz darbe girişimine karşı Taksim Meydanı’nda “Cumhuriyet ve
Demokrasi” mitingi düzenledi.
Mitinge on binlerce kişi katıldı.
Mitinge CHP kitlesi, ulusalcı kitlenin yanı sıra,
KESK, DİSK, TMMOB, TTB, Halkevleri, Haziran Hareketi, EMEP, EHP, TÖPG vs. de katıldı.
Mitingde öne çıkan noktalar; “demokrasi, laiklik,
cumhuriyet, sivil darbe” vurgusudur.
CHP iktidarda olan AKP ile iktidar mücadelesi yürütüyor.
CHP’nin demokrasi anlayışı parlamenter maskeli
faşist diktatörlüktür.
Sahip çıktıkları Cumhuriyet işçi, emekçi, halkların
düşmanı Kemalist faşist cumhuriyettir!
Diyanetin devlet kurumu olması, İslam’ın bir yorumu olan Sünniliğin din diye öğretilmesi, din derslerinin zorunlu olması vb. CHP laikliğidir.
Kısaca CHP, laik, demokrat bir parti değildir. CHP
gerçekte sömürü düzenini savunan Kemalist faşist bir
partidir. Bu parti ile darbeye karşı demokrasiyi savunmak mümkün değildir.
AKP iktidarını yıkmak için 15 Temmuz’da gerçekleşen başarısızlığa uğrayan darbe girişimi, Fettullahçıların değil de, emir komuta zinciri içinde gerçekleşen
gündem
SOSYAL MEDYADAN…
bir darbe olsaydı, CHP bu darbenin destekçisi olurdu.
Bu nedenle CHP’nin “demokrat” kesilmesi inandırıcı
değildir.
15 Temmuz akşamı darbe girişime karşı biz “egemenler arasındaki iktidar dalaşının parçası olmadan”
mücadele etme, sokağa çıkma çağrısı yaptık.
Darbe girişimine, darbelere karşı ne AKP’nin tabanıyla, ne CHP’nin, ne de ulusalcılarla mücadele edilemez. Bunların hiçbirisi demokrat değildir. Yapılması
gereken AKP’den, CHP’den bağımsız sokağa çıkmak,
mücadele etmektir.
15 Temmuz darbe girişimine karşı devrimci hareket,
genel olarak sol sokağa çıkmadı. Sol sınıfta kaldı!
HDP İstanbul’da 23 Temmuz’da Gazi’de miting
yaptı. 24 Temmuz’da solun bir bölümü CHP mitingine
katıldı. Bu kadar!
Oysa yapılması gereken solun bütün gücüyle gerçek
bir demokrasi programıyla ve savaşa karşı barış talebiyle meydanlara çıkmasıydı. Egemenlerin demokrasi
havarisi maskelerini indirmek için çalışmaktı. Bu yapılmadı, yapılmıyor.
Belirttiğimiz nedenlerden ötürü 24 Temmuz’da
CHP’nin düzenlediği “Cumhuriyet ve Demokrasi” mitingine katılmayı, bu mitingin parçası olmayı doğru
bulmuyoruz.
AKP ve anti AKP cephesi dışında bağımsız mücadele etmeliyiz…
25.07.2016
SOYKIRIM SÜRÜYOR!
Türkiye’de Ermenilere yönelik düşmanlık, ırkçılık
çeşitli vesilelerle hep yeniden açığa çıkıyor. Bunun bir
örneğini Richard Demirci şahsında yaşadık.
Türkiye ile ticaret yapan Fransa vatandaşı Ermeni
Richard Demirci Atatürk Havalimanı’nda pasaport
kontrolünde polisin Türk olup olmadığı sorusuna
Ermeni olduğu cevabını veriyor. Ondan sonra başına
gelmedik şey kalmıyor.
Richard Demirci gözaltına alınıyor. Kumkapı Yabancılar Şube Müdürlüğü’ne götürülüyor. Hakkında
dava açılıyor. Sınır dışı ediliyor. 5 yıl süreyle Türkiye’ye
girmesi yasaklanıyor.
Richard Demirci’nin tek suçu Ermeni olmak!
15
gündem
16
Ermenilere yönelik bu düşmanlık, kin, ırkçılık soykırımın sürdüğünün kanıtıdır.
Ermenilere yönelik düşmanlığa, ırkçılığa karşı mücadele edelim!
Kahrolsun ırkçılık ve şovenizm!
Hepimiz Ermeniyiz!
02.08.2016
“DEMOKRASİ VE ŞEHİTLER MİTİNGİ” ÜZERİNE
RT Erdoğan, AKP kendilerinin siyasi iktidarını yıkmayı hedefleyen 15 Temmuz Fettullahçı darbe girişimini bastırdıktan sonra ‘demokrasi’ havarisi kesildi.
Darbe gecesi sokağa çağrılan halkın “ikinci bir emre
kadar” sokakları terk etmemeleri istendi.
RT Erdoğan, AKP, Başbakan darbe girişimi bastırıldıktan sonra söylem değişikliğine gitti. Sert söylemlerin, uzlaşmaz tavırların yerini, yumuşak, uzlaşır
tavırlar aldı.
Darbe girişimi bastırıldıktan sonra AKP, MHP,
CHP tekçi cephede birleşti. Bu birleşmenin son halkasını Yenikapı Mitingi oluşturuyor.
Cumhurbaşkanı RT Erdoğan’ın ev sahipliğindeki “Demokrasi ve Şehitler Mitingi” 7 Ağustos Pazar
günü Yenikapı Meydanı’nda yapıldı. Mitinge medyada
5 milyon kişinin katıldığı ifade ediliyor.
Egemen sınıf partileri olan AKP, MHP, CHP bir cephede buluştu. Buluştukları cephe tekçi cephedir. Tek
millet cephesidir. Bu partilerin hiç birisi demokrat değildir. Savundukları demokrasi öyle bir demokrasi ki,
bu demokraside Kürtlere yer yok! Türk olmayan milliyetlere yer yok!
“Tek devlet, tek vatan, tek bayrak, tek tek ....” ırkçı,
şövenist söylemi hepsini buluşturan temeldir.
Sahiplendikleri T.C devleti tarihinde hiçbir zaman
burjuva anlamda demokratik olmamıştır. T.C devleti
hala faşist bir devlettir.
T.C devletini yöneten AKP, savaş yürüten, faşizmi
uygulayan, ülkelerimizde açık faşist terör uygulayan
bir partidir. MHP, CHP nitelik olarak AKP’den farklı
olmayan faşist partilerdir.
AKP’nin, CHP’nin, MHP’nin demokrasi savunusu
sahtekarlıktır. Kendileri demokrat olmayanların demokrasiyi savunması mümkün değildir.
İşçilerin, emekçilerin demokrasisi, gerçek demokrasi egemen sınıfların partilerinin iktidarı ile gelmez!
Gerçek demokrasi işçi sınıfı önderliğinde demokratik
halk devrimi ile halk iktidarı ile gelecektir.
Görev bunun için bıkıp usanmadan kitleler içinde
bilinçlendirme, örgütleme çalışması yürütmektir.
08.08.2016
“HAKİMİYET MİLLETİN”Mİ?
15 Temmuz darbe girişimi bastırıldıktan sonra çok
sık duyduğumuz, afişlerde, pankartlarda yer alan, çok
sık vurgu yapılan, neredeyse her tarafa asılan söz bu:
“Hakimiyet milletindir!” Kulağa hoş geliyor…
Hakimiyet gerçekten milletin mi?
Türkiye’de 4 yılda bir parlamento seçimleri yapılıyor. Milletvekili adayları egemen sınıfların partileri genel başkanları tarafından belirleniyor/seçiliyor.
“Millet” tanımadığı, parti genel başkanı tarafından
belirlenen vekil adayına sandığa gidip oy veriyor. Seçtiği –gerçekte seçtirilen- milletvekili adayı parlamentoya gittiği zaman parti genel başkanın isteği doğrultusunda parmak kaldırıyor. Bu döngü –erken seçim
olmazsa- 4 yıl sonra tekrarlanıyor.
Sadece bu açıdan bakıldığında “Hakimiyet milletindir!” sözünün gerçek olmadığı, palavra olduğu, sahtekarlık olduğu açığa çıkıyor.
Kapitalizmde “Hakimiyet milletindir!” değil, gerçekte hakimiyet sermayenindir!
Hakimiyetin gerçekten milletin olması için:
Doğrudan demokrasi olması gerekir. En küçük yerleşim biriminden başlayarak aşağıdan yukarıya halk
tarafından seçilen, görevini yapmayanın geri çağrıldığı bir yönetim sistemi, Sovyet sistemi olması gerekir.
Bu sistemin kapitalizmde olması mümkün değildir.
Önemli konularda halka danışılması, önemli konularda halkın tartışma içine çekilmesi gerekir. Bunun yolu
ise referandumdur. Sovyet sistemi ancak burjuva devlet aygıtını parçalayacak devrim sonrası kurulabilir.
08.08.2016
ERDOĞAN MOSKOVA’DA!
Türkiye Rusya ilişkileri, Türkiye’nin Suriye sınırında, Rusya’ya ait bir savaş uçağını düşürmesiyle bozuldu. İlişki kopma noktasına geldi. RT Erdoğan’ın Rusya
karşısında “dik” duruşu uzun sürmedi. Bozulan ilişki
başta turizm olmak üzere ekonomiye yansıyınca, RT
Erdoğan “dik” duruşundan çark etti.
Ankara-Moskova ilişkilerinde yeni dönem RT
Erdoğan’ın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e
gönderdiği “özür” mektubu ile başlamıştı. Erdoğan ve
Putin, krizin ardından bugün ilk kez Moskova’da bir
araya geldi.
Cumhurbaşkanı RT Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Putin, yaptıkları görüşmenin ardından ortak ba-
HDP’YE YÖNELİK SALDIRILARA SON!
10 Ağustos Çarşamba akşamı Diyarbakır Sur ve
Mardin Kızıltepe’de, medyada yer alan haberlere göre
9 sivil insanın, 1 polisin ölümü, 22 sivil ve 10 polisin
yaralanmasına neden olan bombalı eylemlerin ardından devlet HDP’ye yöneldi.
Polis hiç kimsenin olmadığı bir saatte, saat 03.00
sıralarında HDP İstanbul il binasına kapıları kırarak
girip arama yaptı.
HDP Esenyurt, Bağcılar, Başakşehir gibi İstanbul
ilçe örgütleri binaları kapılar kırılarak girip arama yapan polis 17 kişiyi gözaltına aldı.
HDP’ye yönelen saldırıları kınıyoruz.
HDP bu ülkenin yasalarına göre kurulmuş, parlamenter mücadeleyi temel alan siyasi bir partidir.
Hukuksuz temelde HDP’ye yapılan saldırılara son
verilmelidir!
Kahrolsun faşizm!
11.08.2016
EMEK VE DEMOKRASİ İÇİN GÜÇ BİRLİĞİ KURULDU
Sendikalar, meslek örgütleri, siyasi parti ve örgütler;
11 Ağustos Perşembe günü Ankara’da Alba Otel’de
bir basın açıklaması yaparak Emek ve Demokrasi İçin
Güç Birliği’ni oluşturduklarını ilan ettiler.
Basın toplantısında Emek ve Demokrasi İçin Güç
Birliği’nin deklarasyonunda yer alan dokuz madde
okundu. Bu maddeler şunlar:
“FAŞİZME, DARBELERE VE OHAL’E KARŞI
GÜÇLERİMİZİ BİRLEŞTİRİYORUZ
1. Emekçilere yönelik güvencesizleştirme, taşeronlaştırma, yoksullaştırma politikalarına, işçi ve emekçilerin örgütlenme, toplu pazarlık, siyasi hak ve özgürlüklerinin önündeki engellere ve iş cinayetlerine karşı
güvenceli çalışmayı ve insanca yaşamı savunmak için,
2. OHAL ve Kanun Hükmünde Kararnameler ile
yeni baskı yasalarıyla demokrasinin, temel hak ve özgürlüklerin yok edilmesine, dikta arayışlarına karşı
gerçek demokrasiyi savunmak için,
3. Gerici, tekçi, otoriter, mezhepçi ideolojinin devlet eliyle toplumu teslim alma çabalarına karşı inanç
özgürlüğünü de kapsayan gerçek laiklik mücadelesini
büyütmek için,
4. İçeride ve dışarıda yürütülen savaş politikalarının
durdurulması, Kürt sorunun birlikte ve eşit yaşam temelinde barışçıl, demokratik yol ve yöntemlerle siyasal çözümü için,
5. Emperyalizmin ortak geleceğimize karşı bölge
ve ülkemizdeki müdahalelerine, faşizme ve darbelere
karşı ortak ve birlikte mücadele için,
6. Kadın emeği, kimliği, bedeni ve iradesine yönelik
her tür eril, faşist ve gerici politikalara karşı kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelesini yükseltmek için,
7. Aleviler başta olmak üzere toplumun tüm inanç
gruplarına, kültürel farklılıklara yönelik tekçi, mezhepçi, ayrıştırıcı politikalara ve saldırılara karşı bir-
gündem
sın toplantısı düzenledi.
Zirvenin ardından ortak basın toplantısı düzenleyen Putin ve Erdoğan, ikili ilişkileri “krizden önceki
seviyeye getirmek” amacıyla bir dizi karar aldıklarını
açıkladı. Yaptırımları adım adım kaldıracaklarını ifade eden Putin, “Ticari ve ekonomik işbirliğini canlandırmak için önümüzde zahmetli işler var. Süreç başladı ama zaman alacak” diye konuştu.
Bozulan ilişkilerin tamir edilmesi, kriz öncesi seviyeye getirilmesi konusunda Putin ve Erdoğan anlaştı.
Bu doğal olarak zaman alacak.
15 Temmuz darbe girişiminin bastırılmasının akabinde RT Erdoğan Batı’dan istediği desteği alamadı.
Darbecilerin mahkum edilmesi, Erdoğan yönetimine
destek verilmesi, Erdoğan’a destek ziyaretlerinin yapılması vb. konularında Batılı emperyalistler yaptıkları açıklamalar dışında Erdoğan’ın istediği düzeyde
kendisine destek vermediler. Bunun temel nedeni ise
Batılı emperyalistlerin Erdoğan yönetiminden rahatsız olmalarıdır.
RT Erdoğan’ın istediği destek Rusya’dan geldi. Görüşmede Erdoğan Putin’e darbe girişime karşı takındıkları tavırdan dolayı Rusya’ya teşekkür etti.
Emperyalizme bağımlı burjuva siyasetçilerinin emperyalist ülkelerle ilişkilerde “dik” duruş sergilemesi
mümkün değildir. Emperyalizmde belirleyici olan çıkarlardır. Her emperyalist güç, emperyalist dünyada
emperyalizme bağımlı olan güçler kendi çıkarlarına
göre hareket eder. Çıkarların gereği yapılır. Türkiye’de
Ortadoğu’da bölgesel büyük güç olarak kendi çıkarlarının mücadelesini veriyor, büyümeye, emperyalizme
bağımlılıktan kurtulmaya çalışıyor. Bu durum Batılı
emperyalistlerin hiç mi hiç hoşuna gitmiyor.
Rusya’da bu çelişkiyi kendi çıkarları açısından kullanmaya çalışıyor.
Türkiye’nin Batılı emperyalistlerle yaşadığı sorunlar
dolayısıyla yönünü Doğu’ya çevirip çevirmeyeceğini,
eksen değişikliği olup olmayacağını gelişmeler gösterecek.
09.08.2016
17
gündem
likte mücadele etmek için,
8. Kentlerimize, doğamıza ve yaşam alanlarımıza
sahip çıkmak için,
9. Hangi siyasal görüş, kimlik ve inançtan olursa olsun ezilenlere, emekçilere, gençliğe ve tüm ötekileştirilenlere yönelik her tür saldırı, baskı ve şiddete karşı
birlikte durmak için,
Emek, barış ve demokrasiden yana güçler olarak
gelecek güzel günlere duyduğumuz inançla umudu,
dayanışmayı ve mücadeleyi büyütmek için yan yana
geldiğimizi, omuz omuza verdiğimizi, Emek ve Demokrasi için Güç Birliği’ni oluşturduğumuzu duyuruyoruz.”
Emek ve Demokrasi İçin Güçbirliği’ni Oluşturan
Kurumlar:
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK),
Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu
(KESK), Türk Mimar ve Mühendis Odaları Birliği
(TMMOB), Türk Tabipler Birliği (TTB), Demokratik
Bölgeler Partisi (DBP), Devrimci Parti (DP), Emek
Partisi (EMEP), Emekçi Hareket Partisi (EHP), Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP), Halkların Demokratik
Partisi (HDP), Sosyalist Emekçi Partisi (SEP), Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP), Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (YSGP), Halkların Demokratik Kongresi
(HDK), Haziran Hareketi, Halklevleri, İnsan Hakları
Derneği (İHD), Hacı Bektaş-ı Veli Vakfı, Pir Sultan
Abdal Kültür Dernekleri, Alevi Bektaşi Federasyonu,
Demokratik Alevi Dernekleri.
Faşizme, darbeye, savaşa, Ohal’e karşı, geniş yelpazede güç birliğinin kurulması olumludur.
Güç birliği egemenler arasındaki iktidar dalaşında şu veya bu kliğin yedeğine düşmemeli, kliklerden
bağımsız mücadele yürütmelidir. Siyasi çizgileri birbirinden çok farklı olan güç birliğini oluşturan parti,
sendika, örgüt, dernekler vb. eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbestlik ilkesi temelinde hareket etmelidir.
12.08.2016
18
MENBİC ÖZGÜR!
Menbic Suriye’nin Halep kentine bağlı en büyük ilçe.
2014 yılından bu yana IŞİD’in kontrolünde olan ve
IŞİD’in ‘Avrupa kapısı’ olarak gördüğü Menbic artık
özgür!
IŞİD’in Suriye’de Rakka’dan sonra en önemli merkezi olan Menbic, 12 Ağustos Cuma günü saat 17.00
itibariyle tamamen IŞİD’ten alındı. Menbic merkezi ile
birlikte yaklaşık 200 köy de IŞİD’den temizlendi.
1 Haziran’da, YPG’nin de bileşeni olduğu Demokratik Suriye Güçleri (QSD) ve Menbic Askeri Meclisi’nin
başlattığı ve havadan da Koalisyon güçlerinin destek
verdiği operasyon kapsamında Menbic merkezi tamamen kontrol altına alındı.
Menbic’te 73 gün sonra gelen zaferi, kent halkı sokaklara dökülerek sevinçle karşıladı.
Emperyalizmin sömürgeci siyasetinin ürünü olan
IŞİD’in barbarlığı yenilmez değildir. Menbic’de olduğu gibi barbarlık yenilecek, direnen halklar kazanacak!
13.08.2016
ÖZGÜR GÜNDEM İLE DAYANIŞMAYA!
Özgür Gündem gazetesi, İstanbul 8. Sulh Ceza Hakimliği tarafından, “terör örgütü propagandası yaptığı” iddiasıyla kapatıldı. Karar gazeteye tebliğ edilmeden önce, havuz medyası tarafından yayınlandı.
Beyoğlu’nda bulunan gazete binasını abluka altına
alan polis Özgür Gündem gazetesi binasına baskın
düzenledi. Gazeteciler darp edilerek gözaltına alındı.
Gazetenin bulunduğu sokak geçişlere kapatıldı.
Bu kararı verenler bakın tarihe:
Yayın hayatına başladığından bu yana Özgür Gündem bombalandı. Çalışanları, gazetecileri öldürüldü.
Gözaltına alındı, tutuklandı. Baskılar, toplatmalar,
hapis cezaları, sansür vb. Özgür Gündem’in yayın hayatına devam etmesini engelleyemedi, engelleyemeyecek!
AKP’nin Ohal’i Kürt ulusal hareketine, devrimcilere, sosyalistlere de yöneliyor.
AKP iktidar mücadelesi yürüttüğü Gülen cemaatini
devlet içinden tasfiye ederken, diğer muhalif kesimlere
de yöneliyor...
Guguk olan hukuk zaten yok!
Özgür Gündem’in kapatılmasını kınıyoruz.
Özgür basın susturulamaz!
Kahrolsun faşizm!
Faşizme karşı omuz omuza!
16.07.2015
Yine insan ve insanlık düşmanı kör bir terör eylemi...
29 Haziran 2016’da saat 21:22 sularında, İstanbul
Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali’nde meydana gelen terör saldırısı sonucu 43 kişi hayatını kaybetti, 238 kişi ise yaralandı. Basına yansıyan bilgilere
göre; hayatını kaybedenlerden 28’inin Türkiyeli olduğu, 10’unun yabancı uyruklu ve üçünün çifte vatandaş olduğu açıklandı.
Eylemin yapılış biçimi IŞİD/DAİŞ’i işaret ediyor.
Bu eylem kim tarafından ve hangi amaç ve saiklerle
yapılmış olursa olsun, objektif olarak egemen sınıflara, emperyalizme, gericilere hizmet eden, halka,
emekçilere karşı düşman bir eylemdir. Havalimanı
saldırısı terörist bir eylemdir. Bu eylemi lanetliyoruz.
Bu eylem, işçi/emekçi yığınları korku içinde egemen
sınıfların “terörizme karşı mücadele”sinin kuyruğuna takmaktan öte bir şey değildir. Havalimanı’nda insanları hedefleyen bir eylemin başka bir işleve sahip
olmasını beklemek de abesle uğraşmaktır. Masum
sivil insanların hedef alınmasını/katledilmelerini kı-
nıyor, lanetliyoruz.
Havalimanı’nda patlatılan bombaların ertesinde
başbakan Binali Yıldırım
İstanbul’da, “Amacı, hedefi
ne olursa olsun, hangi cenahtan gelirse gelsin ülkemiz bu alçakça saldırıların
üstesinden gelecek güce ve
kararlılığa sahiptir” açıklamasını yaptı. “Saldırıların
üstesinden gelecek güce”
sahip olanların, bu terörist
saldırıyı neden önlemedikleri sorusu sorulmalıdır.
Atatürk Havalimanı’ndaki
bombalı saldırının siyasi
sorumluluğu AKP hükümetine aittir. Her bombalı saldırı ertesinde kendilerine
toz kondurtmuyorlar. Ülkeyi onlar yönetiyor, bütün
sorumluluk onlarda. Hep güçlüyüz mesajları ile kendi iktidarlarına karşı çıkanları tehdit etmekten geri
durmuyorlar.
Saldırı ertesinde RTE yayımladığı yazılı açıklamada, “Saldırı, terör örgütlerinin masum sivilleri hedef
alan karanlık yüzünü bir kez daha ortaya koymuştur.
Bu saldırının, herhangi bir sonuç elde etmeyi değil, sadece ve sadece masum insanların kanı ve acısı
üzerinden dünyaya ülkemiz aleyhinde propaganda
malzemesi üretmeyi hedeflediği açıktır” diyor. RTE,
Türkiye’nin uluslararası planda imajının zedelenmesinden yakınıyor! Uluslararası planda Türkiye’nin
imajının kötü olduğu RTE’nin uyguladığı politikalardan zaten bilinmektedir.Türk hakim sınıflarının
sözcüleri saldırı ertesinde saldırıyı kınamakta birleşirken, saldırıyı yorumlama konusunda değişik yaklaşımlar sergilediler. Hükümet kanadı, teröre karşı
birlik olunmasını öne çıkarırken, muhalefet partileri
güncel
İSTANBUL ATATÜRK HAVALİMANI
KANA BULANDI!
19
güncel
20
de Türkiye’de meydana gelen terörist eylemlerin AKP
hükümetinin politikalarının bir sonucu olduğunu
belirtmektedir.
Sömürgeci devletin sözcüleri, her ağzını açtıklarında mutlaka birlik, beraberlik edebiyatından dem
vurmakta ve Türkiye’nin önlenemez yükselişinden
bahsetmektedir! Güvenlik önlemlerinin üst düzeyde
alındığının söylenmesine karşın her patlama sonrasında aynı cümleler tekrarlanmaktadır. “Güvenlik
zaafiyeti” yoktur deniliyor. Bombalar patlatılıyor.
Canlı bombalar kendilerini havaya uçuruyor. Ardından yayın yasağı getiriliyor, internet yavaşlatılıyor ve
devreye AKP hükümetinin sözcüleri çıkıp konuşmaya başlıyor. Bizim dışımızda yapılan açıklamalara itibar etmeyin diyorlar. Gerçeklerin ortaya çıkmasından korkuyorlar.
Havalimanı eylemini tüm egemen sınıf sözcüleri
kınıyor ve kendilerine göre yorumlarken, hepsinin
birleştiği ortak bir nokta var: Terörizm dünyanın baş
belasıdır! Terörizme karşı uluslararası alanda mücadele yürütülmelidir! Bugün “terörizme karşı uluslararası savaş”tan söz edenler, ikiyüzlü sahtekârlardır.
İstanbul’daki terör eyleminin kurbanları konusunda
egemenlerin döktüğü gözyaşları, timsah gözyaşlarıdır. Türk egemenlerin terörizm konusunda ahuvah
etmeye hakları yoktur.
Kuzey Kürdistan’da yakılan, yıkılan yerleşim alanları. Sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurulan insanlar. Bodrumlarda katledilen insanlar. Zırhlı araçlara
bağlanıp sürüklenen cesetler. Tutsaklara işkenceler.
Kırsal alanların sürekli bombalanması. Bunlar terörizm değil mi? Sömürgeci devlet, Kürt halkına, devrimcilere, kendi politikalarını kabul etmeyen tüm insanlara karşı açık faşist terör uygulamaktadır.
Havalimanı saldırısı dünyanın her yerinde egemen
sınıfların sözcüleri tarafından lanetlendi! Kendileri
dünya egemenliği uğruna halklara, emekçilere kan
kusturan savaşların, terörist eylemlerin düzenleyicisi, sorumlusu, suçlusu olanlar, utanmazca terörizme
lanetler yağdırıp, bu ‘insanlık dışı’, ‘insanlığa karşı’
eylemleri kınıyor! Bugün uluslararası alanda terörist
ilan edilen örgütlerin büyük bölümünün kurucusu,
destekçisi ve kullanıcısı bizzat emperyalist ve gerici
devletlerin kendileridir. Bu anlamda şimdi emperyalist efendiler kendi kontrollerinden çıkan terör eylemleri karşısında gözyaşı döküp kurbanlara üzüntülerini bildirirlerken sahtekârlık yapmaktadır. Onlar
bu bağlamda yarattıkları canavarı kontrol edemez
durumda kalan Frankenstein konumundadır. Ege-
menlerin terörizme lanetleri, kendi kontrollerinde
olmayan, kontrol dışına çıkmış şiddet eylemlerini lanetlemelerinden başka bir şey değildir. Egemenlerin
“terörizme karşı mücadele” dedikleri gerçekte halka
karşı saldırıdır.
Devrimci şiddet/devrimci terör gereklidir, kaçınılmazdır! Devrimsiz bir kurtuluş mümkün değildir.
Devrim şiddeti gerektirir. Dişine tırnağına kadar silahlı, faşist devlet aygıtı, devrimci şiddet tarafından
sökülüp atılmadan, karşıdevrimci devlet aygıtları
şiddete dayalı devrimlerle paramparça edilmeden
kurtuluş olamaz. Bu anlamda devrimci şiddetten,
devrimci terörden yanayız. Bunların gerekli ve kaçınılmaz olduğunu söylüyoruz. Devrimci şiddet, kendini korumaya yönelik meşru savunma eylemleri
dışında; esasta işçi ve emekçi kitlelerin bugünkü ve
yarınki çıkarları uğruna giriştikleri şiddet eylemleridir. Devrimci şiddet, devrimci terör bilinçli olarak,
kendine karşı silahlı saldırıda bulunmayan işçi ve
emekçi kitleleri hedef almaz, alamaz. Hedef gözetmeden, daha doğrusu işçi ve emekçi kitleleri de hedefleyerek yapılan intihar eylemleri devrimci şiddet
eylemleri değildir.
Ülkelerimizde terörizme karşı mücadelede adına,
her türlü demokratik hak daha da kısıtlanacak, işçilere-emekçilere, devrimcilere karşı baskılar daha da
arttırılacaktır. Anda ülkelerimizde AKP hükümeti
açık faşist terör uygulamaktadır. Faşizmin uygulanması katlanarak devam edecektir. Buna karşı uyanık
olmak, egemenlerin oyununa gelmemek, onların hiçbir kesiminin kuyruğuna takılmamak, demokratik
hakların kısıtlanmasına, faşist saldırıların yoğunlaştırılmasına karşı mücadele etmek hepimizin görevidir. İşçilerin/emekçilerin, egemen sınıfların halka karşı yürüttüğü savaşın adı olan “terörizme karşı
mücadele”de onlarla ortak hiçbir yanı yoktur. Bizim
gerçek düşmanımız, onların düşman dedikleri değil,
egemen sınıfların kendisidir.
Bizim düşmanımız emperyalizmdir. Bizim baş
düşmanımız kendi ülkelerimizdedir. Kuzey Kürdistan/Türkiye’de baş düşmanımız sömürgeci T.C. devletidir. Şimdi bu devlet bizi, kendisine yönelen “terörist saldırılara karşı” mücadelede devlet etrafında
kilitlenmeye çağırmaktadır, çağıracaktır. Bu çağrıya
verilecek tek cevap vardır:
Sınıf mücadelesini yükseltmek.
Devrim için, devrim yolunda örgütlenmeye ve mücadeleye hız vermek!
30.06.2016
Ermenilere yönelik yapılan soykırımdan 101 yıl
sonra, Alman Parlamentosu, 2 Haziran 2016‘da
Ermenilere yönelik soykırımı “soykırım” olarak tanımladı. Alman Parlamentosu’nun aldığı karara
karşı birçok çevreden olumlu/olumsuz tepkiler gelmeye başladı. Alman Parlamentosu’nun aldığı karardan yedi gün sonra, Demokratik Toplum Partisi
(DTP) Eski Genel Başkanı Nurettin Demirtaş’ın 9
Haziran 2016’da, Yeni Özgür Politika gazetesinde
“Ermeni milliyetçiliğinin Kürt düşmanlığı” başlıklı
bir yazısı yayınlandı.
Nurettin Demirtaş, “Devletler tanısın ya da tanımasın bu soykırımın yaşandığından zerrece kuşku
yoktur. Soykırımda Kürtlerin de kullanıldığı bir gerçektir“ açıklamasını yaptıktan sonra, esas meselenin
“soykırım var mıdır yok mudur tartışmalarından ziyade, soykırım kurbanlarının anısına, yeni soykırımları önleyecek çalışmalar önem kazanmış bulunuyor”
demektedir. N. Demirtaş, 101 yıl önce Ermenilere
yönelik yapılan soykırımın gerçekliğini kabul ediyor.
Hatta bu soykırımda “Kürtlerin de kullanıldığı”nın
bir gerçek olduğunu belirtiyor! Demirtaş, Ermeni soykırımının yapıldığını kabul ediyor, ama esas
meselenin “soykırım varmı dır yok mudur tartışmalarından ziyade” yeni soykırımları önlemenin daha
önemli olduğunu belirtiyor. 101 yıl önce yapılan soykırım ile bugün yapılacak, yapılabilecek soykırımları karşı karşıya konulması doğru bir tutum değildir.
Soykırımın tarihi bir gerçeklik olarak kabul edilmesi önemli bir adımdır. Fakat Kürtlerin sorumluluğu sözkonusu olduğunda, Kürtlerin kullanıldığının belirtilmesi, soykırımda Kürtlerin oynadığı
rolün küçümsenmesine yol açar. Kürt işçi ve emekçilerinin, köylülerinin soykırımdaki sorumluluğunun
kabul edilmesi ve bilince çıkarılması gerekir. Ermenilerden özür dilenmesi, diaspora Ermenilerinin
başta Batı Ermenistan olmak üzere, soykırımdan
önce yaşadıkları yerlere dönme ve yerleşme hakkı-
güncel
NURETTİN DEMİRTAŞ’IN ERMENİ
SOYKIRIMINA YAKLAŞIMI HAKKINDA
21
güncel
22
nın savunulması gerekir.
Ermeni katliamlarının yapıldığı her bölgede, o yörenin halkı katliamda yer almıştır. Bu tarihsel bir olgudur. Sorumluluk denince, tüm Kürt ulusunun ya
da Kürt ulusunun her ferdinin soykırımda yer aldığı
ve sorumlu olduğu düşüncesi sözkonusu değildir.
Sözkonusu olan Kürt ulusunun soykırımda yer alan
kesimidir. Soykırımın yapıldığı bölgelerde Kürtlerin büyük bölümü soykırıma katılmış, Osmanlı/
Türk devletinin barbarlığına ortak olmuştur.
Kürtlerin Ermenilere yapılan soykırımda yer aldığı tarihsel bir gerçektir. Bu tarihsel gerçekleri bir
kenera bırakarak Ermenilere yapılan soykırımda
Kürtlerin kullanıldığını söylemek, Kürtlerin oynadığı rolü hafifletmekten başka bir işlev görmemektedir. Ermeni ulusuna karşı bu tarihi gerçekliği, en
başında Kürt ulusundan demokratların, devrimcilerin ve de komünistlerin kabul etmesi ve kendilerinin
tarihi sorumluluklarına uygun davranması, tarihi
görevleridir, sorumluluğudur. Buna uygun davranmayanların inkarcı, şövenist ve milliyetçi konumda
oldukları asla unutulmamalıdır.
Devamla N. Demirtaş şöyle diyor: “Almanya gerçekten ne yapmak istiyor? Demokrasiyle alakaları olmayanların amaçları Türkiye’yi demokrasiye duyarlı
hale getirmek olabilir mi? Yoksa Türk ve Ermeni milliyetçiliğini kızıştırma konsepti mi devrededir? Bunları hiç sorgulamadan Almanya’ya alkış tutmak aydın
tavrı olamaz.”
Öncelikle şunu açıklamamızda fayda var:
Ermenilere yönelik soykırımında sorumluluğu bulunanların 101 yıl sonra soykırıma “soykırım” demeleri olumludur. Bu bağlamda, Alman
Parlamentosu’nun aldığı kararı olumsuzlamak ya
da kınamak bizim açımızdan söz konusu değildir.
Almanya’ya alkış tutmakta bizim tavrımız olamaz.
Alman Parlamentosu’nun aldığı kararın arkasında
elbette emperyalist çıkar ve hesaplar vardır. Alman
Parlamentosu’nun aldığı karar, Ermeni işçi ve köylülerinin çıkarlarını savunmak için alınan bir karar
değildir. Alman Parlamentosu’nun 101 yıl sonra Ermeni soykırımına “soykırım” demesinin perde arkasında Alman emperyalizminin çıkarları yatmaktadır.
N. Demirtaş, “Almanya ya da Ermeni devleti milliyetçilik üretmede diğer ulus-devletlerle aynı zihniyeti
paylaşmaktadırlar” diyor. Ermenilere yönelik yapılan
soykırımın esas sorumlusu Osmanlı/Türk devleti,
İttihat ve Terakki iktidarıdır. Alman İmparatorluğu
da soykırımda esas sorumlulardan biridir. Alman
İmparatorluğu’nun Osmanlı ile ittifakı ve yardımı
olmasa idi soykırım yapıldığı biçimiyle gerçekleştirilemezdi! Bu anlamda N. Demirtaş, soykırımın
mimarlarından biri ve Alman İmparatorluğu’nun
devamı olan Alman devleti ile mağdur olan Ermenistan devletini aynı kefeye koymakta ve değerlendirmesini bu temel üzerinden yapmaktadır.
N. Demirtaş, “KCK Eşbaşkanı Bese Hozat çok isabetli şekilde, milliyetçi-komplocu lobi faaliyetlerinin
tehlikesine dikkat çektiğinde HDP içindeki aydınlardan bile negatif tepki geldiği akıllardadır” diyor!
KCK eşbaşkanı Bese Hozat, Paris’te Sakine Cansız’ın
katledilmesinin birinci yıldönümünde Fırat Haber
Ajansı’na verdiği mülakatta şöyle demişti:
“Türkiye’de resmi devletin dışında bir de oluşan paralel devletler vardır. Mesela F. Gülen cemaati paralel bir devlettir. İsrail lobisi, yine milliyetçi Ermeni ve
Rum lobileri paralel birer devlettir. Paralel devletlerin
birbiriyle ortaklaştığı ciddi bir çıkar ilişkisi vardır.
Paralel devletlerin resmi bir hukukları, anayasaları
yoktur. Görünürde resmiyete kavuşmuş bir orduları
da yoktur ama resmi olandan daha güçlü ve örgütlü bir güce sahiptirler. Özel Harp Dairesi ve JİTEM
gibi güçler paralel devletin vurucu güçleridir, şimdi
buna resmi kimlikli emniyet, polis ve yargı güçleri de
eklenmiştir. Bunların bağlı kaldıkları hiçbir hukuk ve
kural yoktur. Tüm savaş kurallarını kendileri belirleyip uyguluyorlar, kimseye de bir hesap vermiyorlar.
Paralel devletin korkunçluğu esas burada ortaya çıkıyor. Paralel devlet Gladyo devletidir, NATO destekli
cemaatin ve lobilerin illegal devlet örgütlenmesidir.
Asıl amacı, Türkiye’nin demokratikleşmesini engellemektir.” Bese Hozat’ın söylemlerini daha önce Abdullah
Öcalan’da dile getirmişti. Öyle anlaşılıyor ki; N. Demirtaş da Bese Hozat’ın söylemlerini onaylamaktadır.
Bir iddia ortaya atılıyor, ama bu iddia ispatlanmıyor, ispatlanamıyor. Paralel devlet yapılanmalarına
Ermeni ve Rum lobileri ekleniyor. Güya bu paralel
yapılanmaların zinciri NATO ve Gladio’ya kadar
uzanıyor! Bu iddialar KK/T’de Ermeni nefretini artırmaktan başka bir işe yaramıyor. Ülkelerimizde
kala kala 60 bin Ermeni kaldı. Ülkelerimizde azınlık
konumunda bulunan ve müslüman olmayan azınlıkların düşman gösterilmesi ile Kürt sorunu çözülemez.
Abdullah Öcalan/Bese Hozat ve N. Demirtaş’ın
amlardan sömürgeci devlet sorumludur. Sömürgeci
devlet, katliamları planlamış ve yaptırmıştır. Güya
Ermeniler Hakkari’de birçok Kürt aileyi imha etmiştir! Buradaki ima bile çok tehlikelidir. Kuzey
Kürdistan’da yaşanan katliamlarda “Ermeni milliyetçiliğinin” de payı olduğu, olabileceği anlamına
gelecek böyle bir analizin olgularla hiçbir ilgisi yoktur. Türk komandoları veya PKK gerillası kılığına
girerek yüzlerce cinayetin işlendiği kayıtlıdır denmektedir. Bu cinayetleri işleyen sömürgeci devletin
ta kendisidir.
Demirtaş, milliyetçi Ermenilerin Kürt düşmanlığından bahsetmektedir. Ancak bu düşmanlığı açıklayan somut bir veri sunmamaktadır. Elbette Ermeniler arasında Kürtlere sempati duymayan, hatta
nefret eden milliyetçiler vardır. Kürtler arasında da
Ermenilere sempati duymayan, nefret eden Kürtlerin sayısı az değildir. Ermeni örgütlerinin Kürtleri
aşağılayan, eleştiren kamuoyuna açıkladıkları bir
açıklamaları varsa bu eleştirilmelidir.
Nurettin
Demirtaş, Ermenistan sınırını kaçak yollardan geçerken yakalanan bazı Kürtlerin hapiste uğradıkları
baskıları ve hakaretleri, Ermenilerin Kürt düşmanlığı yaptıklarının kanıtı olarak göstermektedir. Bu
iddialar doğru olsa bile bunun Ermenilerdeki Kürt
düşmanlığına kanıt olarak gösterilmesi yanlıştır.
Sömürgeci devletin elindeki en etkili silahlardan
biri Ermeni düşmanlığıdır. Ülkelerimizdeki işçi ve
köylüler, 101 yıl önce Ermenilere yapılan soykırımın
sorumluluğunda pay sahibidir. Ermeni düşmanlığı
işçi ve emekçi yığınlar içinden sökülüp atılmadıkça,
Kuzey Kürdistan/Türkiye’de çeşitli milliyetlerden
proletaryanın enternasyonalist temelde birliği sağlanamaz. Ermeni düşmanlığının sökülüp atılması
ise pratik olarak Ermeni soykırımının lanetlenmesi
ve diasporadaki Ermenilerin Batı Ermenistan’a yerleşme haklarının tutarlı bir şekilde savunulması ile
mümkündür.
Ermeni ulusundan işçilerin ve köylülerin Kürt/
Türk ulusundan işçilere ve köylülere duyduğu güvensizlik, ancak Türk/Kürt işçi ve köylülerinin sömürgeci devletten değişik tavır takındıklarını göstermeleri temelinde ve ortak düşmana karşı ortak
mücadele pratiği içinde ortadan kaldırılabilir. Bunun olmadığı yerde, Ermeni milliyetçiliğinin Ermeni işçileri ve emekçileri arasında taban bulması ve
proletaryanın bölünmüşlüğünün derinleşmesi kaçınılmazdır.
27.06.2016
güncel
Ermenileri, Rumları, Yahudileri, Özel Harp, JİTEM, NATO gibi güç odaklarıyla ilişkilendirmesi
ciddi bir siyasi analiz sığlığına işaret ediyor. Kürt
hareketinin, Anadolu’dan kökü kazınan halkların
yaşadıklarına karşı ciddi bir hesaplaşma ve yüzleşme çabası içerisine girmek yerine, Ermeni ve Rum
paranoyasına sarılması vahim bir durumdur. N.
Demirtaş, Bese Hozat’tın “milliyetçi-komplocu lobi
faaliyetlerinin tehlikesinden” söz eden açıklamasını kendisine rehber edinmiştir. Bugün T.C. devleti,
Kuzey Kürdistan’da barbar savaş yürütmektedir.
AKP hükümeti ülkelerimizde açık faşist terör uygulamaktadır. Demokratikleşmenin önündeki esas
güç, sömürgeci devletin kendisidir. Bese Hozat, demokratikleşmenin önünde asıl engelin paralel yapılanmalar olduğunu belirtmektedir! Bu anlamda
asıl hedef alınması gereken devlet aygıtı bir kenera
konulmaktadır.
N. Demirtaş, Ermenistan cezaevlerinde yaşandığını öne sürdüğü bazı vakaları anlatıyor. Anlattığı
olaylar doğru da olabilir. Demirtaş’ın anlatımları
Ermenistan cezaevlerinden çıkan mahkûmların
söylemlerine dayanmaktadır. Okuyucuların olayların gelişiminden haberi yoktur. Varsayalım ki, Ermenistan yetkilileri yanlış yapmıştır. Basit bir sınır
ihlalinden dolayı insanların dört yıl hapiste tutulmalarının anlaşılır bir yanı yoktur. Bugün Ermeni
devleti eleştirilebilinir, eleştirilmelidir de. Her olay
kendi özgülünde değerlendirilmelidir. Ermeni sınırını geçme sorununu, Ermeni soykırımı ile ilişkilendirmek ve bundan hareketle bir sonuca varmak
doğru bir tutum değildir. N. Demirtaş, Ermeni milliyetçiliğini eleştiriyor! Ama kendisi de milliyetçi
söylemlere başvurmaktan geri kalmıyor!
N. Demirtaş, Ermenistan cezaevlerinden tahliye
olan Kürt siyasi tutsakların anlatımlarına yer veriyor. Kürt tutsaklara, ”gözaltı, mahkeme ve cezaevi
süreçlerinde Ermeni yetkililer” şöyle demiştir:
“Hakkari taraflarında en küçük çocukları dahil
birçok Kürt aileyi imha ettik, daha da öldürmeye
devam edeceğiz. Ağrı, Van ve diğer yerleri elinizden
alacağız!” Demirtaş devamla, “Boşuna bu sözü sarf
etmedikleri son 30 yıl içinde yaşanan katliamlardan
bellidir: Gerek PKK gerillası kılığına girerek, gerekse
bizzat Türk komandoları adıyla yüzlerce cinayet işlendiği kayıtlıdır.”
Demirtaş açıkça Ermeni düşmanlığı yapmaktadır. Bu açıklamalar iyi niyetle yapılmış açıklamalar
değildir. 32 yıllık savaş süreci içerisinde, tüm katli-
23
güncel
24
TÜRKİYE’DE EKONOMİK GELİŞMELER
Sol sürekli ekonomik bir krizin varlığından sözediyor. Bu bağlamda, sabit fiyatlarla 2008 temel fiatlarına göre, o temel alındığında KK/T’de (Kuzey
Kürdistan/Türkiye) son üç yılın büyüme rakamları
şöyledir: 2012: %2,1, 2013: %4,2, 2014: %3, 2015: %4
büyüme gerçekleşti. Son dört yılın ortalama büyüme
hızı %3,3 civarındadır. Bu büyüme hızı Türkiye’nin
2023’e kadar ilk on ekonomi arasına girme iddiası
olan bir ülke için düşük bir hızdır. Bu büyüme, dünya ekonomisinin ortalama büyümesinin üzerindedir. Avrupa ülkelerinin büyümesinin çok üzerinde
bir büyüme hızıdır. 2015 büyüme hızına bakıldığında, KK/T’de savaş vardı. Turizm sektörü ağır bir
yara aldı. Buna rağmen KK/T’de %4’lük bir büyüme ekonomik bir krizin işareti değildir. Türkiye,
2009’da %-7 küçülme yaşadı. Ama bu ekonomik küçülmeyi takip eden yıllarda, ekonomik çöküşü aşan
ve bugün kalkınma aşamasında olan bir ülke konumundadır. 2016’nın ilk çeyreğinin büyümesi, sabit
fiyatlarla %4,8’dir. Bu olguların olduğu yerde Türkiye ekonomisi batıyor gibi söylemler, kendi isteğini
gerçeğin yerine koymaktır. Kuşkusuz tek başına büyüme rakamları, halkın durumunun çok iyi olacağı
anlamına gelmez. Türkiye’de açlıktan ölen hiç kimse
yok. Defakto durum budur. Açlığında değişik kategorileri vardır. Bu değişik kategoriler ele alındığında
Türkiye bir Afrika ülkesi değildir. Türkiye esasında
gelişmekte olan bir ekonomiye sahip ve normal ekonomik devrevi krizleri yaşayan, şu anda ekonomik
kriz devresinde kalkınma aşamasında olan bir ülkedir. Büyük ihtimalle 2017’nin 3-4 çeyreğinde ekonomik büyüme %5’i aşar duruma gelecektir. Ondan
sonra yeniden bir gerileme başlayacaktır. Normal
gelişme budur.
Bu arada dünya çapında bir mali çöküş yaşanırsa, Türkiye’ye negatif yansır ama Türkiye’ye negatif yansıması, birçok ülkeye negatif yansımasından
daha az zarar verici olur. Çünkü Türkiye’deki banka
sistemi, sigorta sistemi yani mali alan, mali alanın
kendi öz sermayesinin %10’nun daha fazlasıyla spekülasyon yapma imkanı vermiyor. Yasalar böyle. Bu
yüzden mesela 2009 krizinde çöken banka olmadı.
Türkiye’de sendikalar, açlık/yoksulluk sınırı araştırmaları yapıyor. Yapılan hesaplara göre; Türkiye
nüfusunun yarısından fazlası açlık sınırında yaşıyor.
Bu hesabın çıkış noktası şudur: Dört kişilik bir aile
temel alınıyor. Dört kişilik ailede bir kişi çalışıyor!
Çalışan kişi ise asgari ücretle çalışıyor. Ondan sonra deniliyor ki; Türkiye nüfusunun yarısından fazlası açlık sınırında yaşıyor! Böyle hesap yapılmaz.
Bu hesap kendi kendini kandırma hesabıdır. Bugün
Türkiye’de, iki çocuklu bir aile sadece asgari ücretle
geçinmiyor. O asgari ücret çoğaltılıyor. Enflasyona
göre açlık sınırı hesaplanıyor. Sonuç olarak ne kadar
yoksul gösterilirse o kadar ekonominin kötü olduğunu göstermiş olacaklar! Gerçekten öyle bir durum
olsa, insanlar isyan eder. Yaşama imkanı olmayan,
ölümle karşı karşıya olan insanlar başkaldırır. Ama
insanlar isyan etmiyor. Bu sadece şükretmek ile
açıklanamaz! Türkiye’de dört kişilik ailede çalışanın
sadece bir kişi olduğu aileler oldukça azınlıktadır.
Türkiye’de dört kişilik ailede genelde iki kişi çalışır.
Çocuklar eğer büyükse bir ailede üç kişi çalışır. Yan
gelirler elde edilir. Bugün Türkiye’de çok gelişmiş bir
devlet yardım sistemi var. Cemaatlerin yardım kurumları var. Belediyeler yardım ediyor. Bütün bunlar
sendikaların yaptıkları yoksulluk araştırmalarında
hiç görülmüyor. Hep anlatılan Türkiye’deki insanların ekonomik durumunun kötüleştiğidir. Defakto
insanların ekonomik durumları hep kötüleşmiyor.
Ekonomik kalkınma/büyüme verileri, toplumun
tümünün birlikte büyüdüğü anlamına gelmiyor. Kapitalist toplum herkes için bir refah toplumu değildir.
Kapitalist toplum, zenginlerin sürekli pastadan daha
fazla pay aldıkları, büyümenin öncelikle zenginlere
yaradığı bir toplumdur. Pastanın büyüme oranına
göre halka da kırıntılar düşmektedir. Türkiye’de de
olan budur. Ekonomik büyümenin halka yansıması,
halkın durumunda çok göreceli, ufak tefek iyileşmeler şeklindedir. Türk burjuvazisi için durum gayet
iyidir. Esasında Türkiye’de burjuvazinin beklentisinin üzerinde bir büyüme söz konusudur. TUSİAD’ın
2015 için büyüme beklentisi %3,6 idi. TUSİAD, 2015
yılının sonunda büyüme rakamını 3,8’e çekti. Mart
2016’nın sonunda 2015’in büyüme rakamları açıklandı. Sonuç Türkiye ekonomisi 2015’de %4 büyümüştür. Ekonomik durum gösterildiği gibi, ekonomik
kriz içerisinde olan ve çok kötü, çöküyor durumunda
güncel
değildir.
Kişiler baz alındığında, Türkiye’de şu anda üç milyonun üzerinde geri dönmeyecek kredi kartı borcu
var. Üç milyonun üzerinde insan bu durumdadır.
Bunun çözümü, kredi kartı veren bankaların kredi
kartı borçlarını sıfırlamasıdır. Böyle yapılmasının
sonuçları kötü olabilir. Onun için bankalar bunu
yapmıyor. Esasında bu ekonomik olarak taşınabilir
bir durumdur. Kredi kartı borçlarının geri dönmemesi ile herhangi bir banka batmaz. İsteseler sıfırlayabilirler. Sıfırladıkları zaman kredi kartı alanların
bundan sonrada böyle davranması gayet normal olur.
Çünkü nasıl olsa affedilecek beklentisi oluşur. Kredi
kartlarını geri alacaklar. Borcu silmiyorlar ama çok
uzun vadeye yayarak, küçük küçük miktarda geri
ödemenin imkanlarını sağlıyorlar. Ama eskisi kadar
enflasyonist kredi kartı verme siyasetinden yavaş yavaş geri çekiliyorlar. Yaptıkları şey budur.
Türkiye’de taksitle satın alma olayı oldukça yaygındır. Tişört/pantolon bile taksitle satın alınabiliniyor. Bu sistem insanları tüketime teşvik etmeye
yaramaktadır. Kimilerinin cebinde parası yok ama
kredi kartları var. Gerçekten de Türkiye’de bir tüketim çılgınlığı yaşanıyor. Evet insanlar borçlu. Ama
bu durum insanları isyana teşvik edecek bir durumda değil.
Türkiye’nin borcu, özel sermayenin dış borcu açısından soruna yaklaşıldığında, Türkiye’nin bir bütün
olarak devlet/özel şirketlerin yurtdışına olan borçlarının, toplam borcun Türkiye’nin Gayri Safi Yurt
İçi Hasılası’na oranı %40 civarındadır. Bu bağlamda
Türkiye, en az borçlu ülkelerden biri konumundadır. Bu da esasında ekonominin sağlam olduğunu
göstermektedir. Bütün bunlar, esasında Türkiye’de
halk neden ayaklanmıyorun ekonomik temelleridir.
Solun ajitasyonuna bakıldığında, esasında Türkiye
ölmüş bitmiştir! İnsanlar açlıktan ölüyor! Ekonomi
yerlerde sürünüyor ama kimse ayaklanmıyor! Çizilen bu resim gerçekçi bir resim değildir. Burjuvazi
açısından, sadece Türk burjuvazisi açısından değil,
aynı zamanda yabancı yatırımcı açısından Türkiye,
en kârlı ülkelerden biri konumundadır. Türkiye, en
fazla sıcak paranın girdiği ülkelerden biridir. Yüksek faiz verilen ülkeye para akıyor. O faizle kendini
çoğaltıyor. Türkiye’de şu anda, vadeli paranın faizi
%7,5-8 civarındadır. Avrupa’da faiz nerde ise negatif faizdir. Para bankaya yatırıldığında, banka faiz
vermiyor, hatta bankada para tutulduğu için para
sahibinden para alınıyor. Negatif faiz bu demektir.
Sıcak para, Türkiye’ye aktığı için döviz zorlukları da
yoktur. Borç ödemede, Türkiye’nin andaki durumda
herhangi bir zorluğu yoktur. Uzun vadede borç ödeme sıkıntısı görünmüyor. Ekonomik durum, halkın
ekonomik nedenlerle neden ayaklanmadığını gösteren bir durumdur.
Ağustos 2016
25
güncel
26
İŞÇİ VE EMEKÇİ HAREKETİN DURUMU
2013’te greve çıkan işçi sayısı 16 bindir. Kaybolan
işgünü sayısı 307 bindir.
2014’de 6850 işçi greve çıkmış, ama kaybolan gün
sayısı 364 bin 411’dir. 2014’de daha uzun grevler oldu.
2015 yılında, kamu sektöründe üç ve özel sektörde
24 olmak üzere toplam 27 grev yapıldı. Greve katılan işçi sayısı toplam 7490’dır. Toplam 27 grevde 7490
işçi greve katılmıştır. Toplam grevlerde kaybolan işgünü sayısı 128 bin 881’dir. Kaybolan işgünü sayısı
ile bakıldığında, gerileyen işçi grevleri söz konusudur. Giderek gerileyen bir işçi hareketi var. 2015’de
metal işçilerinin grevine ‘metal fırtına’ dendi. ‘Metal fırtına’ya rağmen kaybolan işgünü sayısı 128 bin
881’dir.
2015’deki işçi hareketlerini daha detaylı araştırmasını yapan, Emek Çalışmaları Topluluğu adlı bir
kurum var. Bu kurumun 2015 yılı değerlendirmesi şöyledir:
“2015 yılında basına yansıyan 1.116
işçi sınıfı eylemi tespit edilmiştir. Bir
başka deyişle 2015 yılında günde ortalama 3,1 basına yansıyan işçi sınıfı
eylemi gerçekleşmiştir. Bunlardan 31’i
dayanışma eylemi, 95’i ise genel eylem
niteliğindedir. Kalan 990 eylemin bazıları aynı işyerinde aynı sorun ya da
talepler etrafında gerçekleştirilmiştir.
Bu türden eylemleri birleştirdiğimiz
takdirde 628 adet “işyeri temelli eylem” olarak adlandırdığımız kimi birkaç saat, kimiyse aylar süren eylemler
ile karşılaşmaktayız.
“Bu rapor asıl olarak 628 işyeri temelli eylem üzerinedir. En çok işyeri
temelli eylemin gerçekleştiği ay, 127
eylemle Ocak ayıdır. Metal Fırtına’nın
zirve yaptığı Mayıs ayı 117 sayısıyla
ikinci sırada gelir. Eylemlerin sayısı, seçimlerin ve yükselen çatışmanın
ülke gündemine damgasını vurduğu
yılın ikinci yarısında keskin bir şekilde düşmüş ve Temmuz sonrasında 50 bandının altında seyretmiştir.
628 işyeri temelli eylemin, % 45’ini özel sektöre çalışan kadrolu işçiler, % 17’sini kamu taşeronu işçiler,
% 17’sini memurlar, % 14’ünü ise özel sektör taşeronu işçiler gerçekleştirmiştir. % 43’ünde işverene yönelik basın açıklaması, % 24’ünde fiili grev, % 19’unda
kamuoyuna yönelik basın açıklaması, % 16’sında
ise işyeri önünde kalıcı direniş gerçekleştirilmiştir. %
31’inde işten atma, % 21’inde işteyken ücret gaspı, %
19’unda toplu iş sözleşmesi, % 15’inde sendikalaşma,
% 13’ünde düşük ücret, % 10’unda ise sendikaya tepki
eylem nedenleri arasında yer almıştır. % 58’i birgün
veya daha az bir süre içerisinde gerçekleşmişken, % 5’i
dört aydan uzun süre sürmüştür. Tüm işyeri temelli
eylemlerin ortalama süresi 20 gündür. % 28’inde en az
bir (resmi ya da fiili) grev gerçekleşmiştir. Grevlerin ortalama süresi 9 gündür. Resmi grevlerde ortalama süre
güncel
30 güne çıkarken, fiili grevlerde
bu süre 3 gündür. Özel kadrolu
işçilerin yaptıkları eylemlerin %
44’ünde üretimi durdurma ya da
yavaşlatmaya yönelik bir eylem
yapılmışken, aynı oran kamu işçilerinde % 16’ya düşmektedir.
Kamu taşeronu işçilerin eylemlerinin % 46’sında işçiler var olan
haklarını geliştirmeyi % 54’ünde
ise var olan haklarını savunmayı
hedefemişlerdir. Bu oranlar özel
sektör taşeronu işçilerde sırasıyla
% 12 ve % 88’dir.”
Bu bağıntıda burada yapılan
tespitler önemlidir. 24 Temmuz
2015’de, Kuzey Kürdistan’da savaş başladı. Bu savaş hâlâ devam
ediyor. Savaşın işçi hareketi bağlamında oynadığı rol, işçi hareketi savaşı desteklemeyi, desteklememeyi bir kenera bıraktığı
gibi, kendi mücadelesini de bir
kenera bırakmıştır.
Bu raporda açık/detaylı dökümler var. Sonuç ne? Egemen
sınıflar için hiçbir tehlike arzetmeyen bir işçi sınıfı hareketi var.
2015’in ikinci yarısında, savaşın
başlaması ile sınıfın eylemleri düşüşe geçmiştir. 2015 yılının işçi sınıfı hareketi
açısından en önemlisi budur. Savaşa karşı barış politikasının, esasında KK/T’de sınıf mücadelesinin geliştirilmesi için evet bu savaşın durması gerekir. Bir
bütün olarak ele alındığında, yapılan eylemler savunma eylemleridir. Hak kaybına karşı mücadele eylemleridir. Ve bunlarda, esasında işçi sınıfının tümünü
ele aldığında gayet küçük bir kesimin katıldığı ve sistemi hiçbir şekilde sorgulamayan eylemlerdir. Şu ya
da bu işverene yönelik eylemlerdir.
Genel demokratik hareketin durumuna bakıldığında, işçi hareketinin durumuna benziyor. Esasında
genel demokratik hareket yerlerde sürünüyor. Genel demokratik hareketin gelişmesi için çok önemli
bir neden var. Kuzey Kürdistan’da savaş var. Savaşa
karşı büyük bir potansiyel var. Savaşa karşı potansiyel olmasına rağmen hareket yok. Hareket, örgütlü
devrimcilerin hareketidir. Defakto, kitlenin devrimcilerin örgütlü hareketine katılma durumu yok. Ge-
nel demokratik hareketin gelişmesi için yeter sebep
olduğu halde, hareket yok. Gerçek anlamda kitlesel
demokratik hareket yok. Sonuçta yapılan eylemler,
örgütlü devrimcilerin yaptığı eylemlerdir.
İşçi sınıfı içinde yoğunlaşmadan ve işçi sınıfının
öncüsünü komünist saflarda birleştirmeden, sınıfın
öncüllüğü hayaldir. Sosyalist hareketin, işçi sınıfı
hareketi ile birleştirilmesi can alıcı bir görevdir. Özgürlük ve demokrasi, ekonomik hakların elde edilmesinin önşartıdır. Bunun için esas mücadele devrim mücadelesi olmak zorundadır. İşçi sınıfı, kendi
rolünü oynayabilmesi için kendi öncü örgütüne ihtiyacı vardır. İşçi sınıfı, kendi öncü örgütünü yarattığı
ölçüde, onun önderliğinde birleştiği ölçüde, işçi sınıfı
hareketi burjuvazinin kontrolü dışına ve onun çizdiği sınırlar dışına çıkar. Uyuyan devi uyandırmak,
sosyalizmi işçi sınıfı içerisine taşımak sosyalistlerin/
komünistlerin görevidir.
Ağustos 2016
27
yeni kadın dünyası
28
TACİZ, TECAVÜZ, HER TÜRDEN
CİNSEL ŞİDDET... ÇÖZÜM ERKEK
EGEMENLİĞİNE KARŞI MÜCADELEDE!
Kamuoyunda “hadım yasası” olarak tartışılan
“Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlarda Hükümlü
Olanlara Uygulanacak Tedavi ve Diğer Yükümlülükler Hakkında Yönetmelik” 26 Temmuz 2016’da
Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi.
İktidar partisi bizzat kendi yandaşlarınca “hadım yasası” olarak adlandırılan bu yasayla sözümona kadınlara ve çocuklara yönelik cinsel şiddeti/
tecavüzü önlemeyi planlıyor!!! Kamuoyundaki
tartışmalarda aynı “asmayalım da besleyelim mi?”
bayağılıyla dillendirilen idam cezası talebinde olduğu
gibi, bu konuda da “asalım, keselim, hadım edelim!”
türünden bir linç mantığı gündeme gelmektedir. İşin
tuhaf tarafı, bu tartışmaların birçoğunda söz alanlar
yönetmeliği savunma adına, erkek şovenisti tavırlar
ve sözel şiddet sergilemektedirler. Artık kim kimi
yargılayacaksa!!! Ama tabii ki, bu erkekler (ve bazı
durumda kadınlar da buna dahil) sorunun bizzat
parçası olduklarının farkında değiller!!!
En baştan şunu tespit edelim:
Kadınlara ve çocuklara yönelik tecavüz ve cinsel
şiddet ‘tedavi’ yoluyla iyileşebilecek bir “hastalık”,
münferit sayılabilecek “bireysel sapkınlık” değil,
toplumsal bir kötülüktür.
Bazı ülkelerde de bu tür “kimyasal
tedavi“
programlarına
katılan hükümlülerin koşullu
olarak salıverilmeleri sözkonusudur. Bu yöntemin ne kadar
etkili olduğuna dair şimdiye kadar yürütülen araştırmalarda
bütün veriler kimyasal tedavi
yöntemlerinin uygulanmasının
cinsel suçların tekrarlanmasını
engellemede
diğer
“tedavi
yöntemleri”nden daha etkili
olmadığını göstermektedir. Diğer
tedavi yöntemleri nedir? Psiko-sosyal tedavi programları vb. Bütün
bu programların cinsel suçların azalmasını etkileyebilecek tarzda bir etkisi, caydırıcılığı yoktur. Aksi
olsaydı zaten şaşardık, çünkü en baştan koyduğumuz
gibi cinsel suçların kaynağı bireylerin “sapkınlığı”,
“psiko-somatik” rahatsızlığı vb. değildir ve ancak istisnai durumlarda cinsel dürtünün “kontrol
edilemez”liği sözkonusudur. Kimyasal “tedavi”yle,
en fazlasından organik olarak cinselliği bastırabilirsiniz, ancak zihniyeti değiştiremezsiniz. Cinsel
“iktidarsızlık” erkeğin cinsel şiddete başvurmasının
önünde engel de değildir. Sadece gözaltında-işkencede
değil, erkeklerin toplu tecavüz saldırganlıklarından
tutun, evlilik içinde kimin “erk” sahibi olduğunu
göstermek amacıyla cop, şişe vb. ile gerçekleştirilen
tecavüzler bunun kanıtıdır.
Cinsel saldırının kaynağında toplumsal egemenlik
ilişkisi, erkeğin «güç ve şiddet” yoluyla kadınlar ve
çocuklar üzerindeki iktidarını kullanmasıdır. Bu
egemenlik ilişkisinde kadınlar ve çocuklar ve hatta hiyerarşi merdiveninin daha alt kademesindeki
erkekler egemen erkeklerin malıdır, onları istedikleri
gibi kullanma hakkına sahiptirler. Zihniyet bu olduğu
için, cinsel şiddet suçuyla yargılanan erkeklerin he-
Yönetmelik işe yaramaz, sorun zihniyette…
Yönetmelik ne diyor?
Kamuoyunda yürütülen tartışmaların
seviyesizliklerini
değerlendirebilmek
amacıyla da şimdi resmileşmiş olan
“Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlarda
Hükümlü Olanlara Uygulanacak Tedavi ve Diğer Yükümlülükler Hakkında
Yönetmelik”in içeriğinin ne olduğunu
irdelemekte fayda var.
Yönetmeliğin amacının ne olduğu ilk maddede
şöyle açıklanıyor:
“Amaç
MADDE 1 – (1) Bu Yönetmeliğin amacı, 26/9/2004
tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 102
nci maddesinin ikinci fıkrasında tanımlanan cinsel
saldırı, 103 üncü maddesinde tanımlanan çocukların
cinsel istismarı ve 104 üncü maddesinin ikinci ve
üçüncü fıkrasında tanımlanan reşit olmayanla cinsel
ilişki suçlarından hapis cezasına mahkûm olanların,
cezalarının infazı sırasında ve koşullu salıverildikleri
takdirde denetim süresi içinde tâbi olacakları yükümlülüklerin, tıbbi tedavilerin ve iyileştirme programlarının
belirlenmesi ile bunların uygulanmasına ilişkin usul
ve esasları düzenlemektir.” (http://www.resmigazete.
gov.tr/eskiler/2016/07/20160726-1.htm)
Yönetmeliğin bu ilk maddesindeki açıklamadan
anlaşılıyor ki, hükümetin derdi cinsel suçlardan
hüküm giyenlerin bir bölümünü hapishanelerden
“koşullu salıvermek”tir.
Bu “koşullu salıvermek”in nasıl olacağı konusunda söylenen ise, buna yargı kararıyla yükümlülükler getirileceği ve bu yükümlülüklerin şunlar
olabileceğidir:
“MADDE 6 – (1) Cinsel suçlardan hüküm alanlar hakkında, cezanın infazı sırasında veya koşullu
salıverildikleri takdirde denetim süresi içerisinde, ikinci fıkrada belirtilen tedavi veya yükümlülüklerden
bir veya birkaçına karar verilmesi için Cumhuriyet
başsavcılığı tarafından derhal infaz hâkimliğine
başvuruda bulunulur.
yeni kadın dünyası
men hepsi kendilerini “suçsuz” saymakta, en kötü durumda da “tahrik” bahanesine sığınmaktadırlar. Bu toplumsal
şartlanmada esasen kadınların varlığı
dahi “tahrik” olarak algılanabilmektedir.
(2) Birinci fıkrada bahsedilen yükümlülükler
şunlardır:
a) Tıbbi tedaviye tabi tutulmak,
b) Tedavi amaçlı programlara katılmak,
c) Suçun mağdurunun oturduğu ve çalıştığı yerleşim
bölgesinde ikamet etmekten yasaklanmak,
ç) Mağdurun bulunduğu yerlere yaklaşmaktan yasaklanmak,
d) Çocuklarla bir arada olmayı gerektiren bir ortamda çalışmaktan yasaklanmak,
e) Çocuklar hakkında bakım ve gözetim
yükümlülüğünü gerektiren faaliyet icra etmekten
yasaklanmak.”
(http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/07/20160726-1.htm)
Yönetmeliğin devamında, hakkında tıbbi tedavi
yükümlülüğüne karar verilen ve koşullu salıverilen
hükümlülerin yükümlülüklere uymadıklarında verilecek disiplin cezaları vb. detaylandırılmaktadır.
Yönetmelik esasen Avrupa’da birçok ülkede gündemde olan ”koşullu salıverme“ uygulamalarına
denk düşen türdendir. Ne kadar ince düşünülmüş ve
detaylandırılmış olursa olsun farketmez. Esas mesele
kimler tarafından ve nasıl uygulanacağıdır. Toplum
ne kadar -burjuva anlamda bile- ”demokrasi“den
uzak, erkek-egemen ise, yargı da o kadar cinsiyetçi
olmakta ve uygulanması da buna denk düşmektedir.
Kaldı ki, bu tür ”tedavi programları“ ne Avrupa’da ne
de dünyanın başka bir yerinde cinsel suçlarda düşme
gibi bir sonuç vermemiştir, veremez de!
Yargısıyla, mahkemesiyle, adli tıbbı, polisi ve
gardiyanıyla tümüyle erkek egemen olan T.C. kurum ve kurumlarından cinsel suçlarla mücadele
kapsamında ”olumlu“ bir mücadele tarzı ve sonucu
29
yeni kadın dünyası
30
beklemek olmayacak bir iştir. Bu ülkede, kadınlara
yönelik şiddet ve cinsel şiddet ezici çoğunlukla bırakın
yargıya yansımayı, şikayet dahi edilememektedir. Bunun nedeni de gayet açıktır: Kadınların şikayetlerinin
ciddiye alınacağı ve suçluların cezalandırılacağı konusunda ne yargıya ne de herhangi bir kuruma güveni yoktur. Şikayet ve adliyeye yansıyan birçok ağır
vakada bile taciz ve tecavüzle suçlanan erkekler, tahrik indiriminden vb. faydalanarak hüküm giymekten
sıyrılmakta, kadınların hayatı kararırken bunlar kısa
zamanda ellerini kollarını sallayarak dışarda gezmekte, eski hayatlarına devam etmektedirler.
Durum bu iken, şimdi bu yönetmelikle amaçlanan
hasbel kader hüküm giymiş cinsel saldırı suçlularının
da ”koşullu salıverme“den faydalanıp soluğu dışarda
bulması olacaktır. ”Erkeklik“in, ”cinsel iktidar“ın
son derece önemli olduğu toplumlarda hükümlü
erkeklerin kendi istekleri ile kimyasal yoldan ”cinsel
dürtünün azaltılması“ programına katılmaları da esasen olmayacak iştir. Sözkonusu hükümlüleri bu programlara katılmaya ikna edecek tek dürtü, hapishane
yerine dışardaki hayatlarına devamdır.
AKP hükümetinin cinsel suçlarla mücadelede çok
etkili bir ”yöntem“, ”kökten çözüm“ ”hadım!“ diye
parlattığı ”yönetmelik“in aslı astarı budur. Bu kimyasal tedaviyle kimsenin hadım edileceği falan da yoktur. Kimyasal tedavinin etkisi olsa olsa, geçici bir süre
için –programa katılıp ilacı düzenli olarak aldıkları
süre için– cinsel dürtünün azaltılması şeklindedir.
Kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet ve cinsel
şiddete karşı mücadelede etkin olma bağlamında bu
yönetmelik işe yaramazdır! Kadınların ihtiyaçlarını
karşılamaktan uzaktır ve kadın hareketinin taleplerinin yanından teğet dahi geçmemektedir. Devletin ve işbaşındaki hükümetin görevi kadınların can
ve beden güvenliğini garanti altına almak, kadınları
ve çocukları koruma tedbirleri alırken, onlara yönelik her türden şiddet ve cinsel saldırılara karşı lafta
değil, gerçekten mücadele etmektir. Atılması gereken adımların neler olduğu çoktan yazılı olarak
mevcuttur. T.C. devleti ve onu temsilen AKP hükümeti taahhütlerini “İstanbul Sözleşmesi“ne imza
atarak da tescillemiştir. Yapılması gereken bunun
uygulanmasıdır.
Son olarak şunu bir kere daha vurgulamakta fayda var: Kadınlara yönelik saldırıların kaynağında
toplumsal eşitsizlik durmaktadır. Kadınların ekonomik, hukuksal ve sosyal eşitsizliğini bertaraf etmeden, erkek-egemenliğini bertaraf etmeden taciz
ve tecavüzden, cinsel saldırılardan kurtuluş mümkün değildir. Bunun yolu ise kadınların örgütlenerek
güçlenmesi, özgürlükleri için mücadeleyi kendi ellerine almalarıdır. Erkek hükümetlerden, erkek devletten, erkek kurumlardan bekleyecek bir şeyimiz
yok!
Ağustos 2016
Yeni bir dünya yaratmak için yola koyulanlar, burjuva iktidarı şiddete dayalı devrimle ele geçirilmesini
öngörmektedir. Devrimin öznesi işçi sınıfı ve onun
önderliğindeki emekçi, ezilen halk yığınlarıdır. Komünistler amaca varmak için, devrimi halk adına,
halka rağmen gerçekleştiremez. Komünistlerin görevi, devrimin öncüsü işçi sınıfını, sınıf hareketi ile
komunizmi birleştirmek, işçi sınıfının sınıf olarak
tarihi misyonunu yerine getirebilmesi için, onun öncülerini kendi içinde örgütlemektir. Bu amaca varmak için değişik mücadele ve eylem biçimleri vardır.
Bombalar vucutlara bağlanarak feda eylemleri
gerçekleştiriliyor. Bu bağlamda, değinmek istediğimiz DAİŞ’in yaptığı terör eylemleri değildir. DAİŞ,
ilkel, terörist ve ortaçağ karanlığını temsil eden faşist
bir örgüttür. Kürt Ulusal Hareketi ve DHKP/C gibi
örgütler feda eylemleri gerçekleştirmektedir. Diğer
devrimci sol örgütlerde, bireysel terör eylemlerini
yapmaktadır.
07 Haziran 2016 sabahı saat 08.40’ta İstanbul
Beyazıt’ta Çevik Kuvvet’e dönük bir saldırı yapıldı.
Bu saldırı eylemini TAK üzerlendi. TAK adına yapılan açıklamada şunlar söylendi:
“Fedai tarzda gerçekleşen bu eylem başta Nusaybin
ve Şırnak olmak üzere TC’nin tüm vahşi saldırılarına
karşı gerçekleşmiştir. Yönelimler sürdükçe eylemlerimiz de daha da artarak devam edecektir. Çok sayıda çevik kuvvet elemanın ölümüyle sonuçlanan bu
eylemde sömürgeci T.C. kayıplarını gizlemeye çalışmaktadır. Yaşanan sivil kayıplardan ise Kürt halkına
vahşi bir savaşı dayatan faşist AKP sorumludur. Türk
Halkı sessiz kalarak onayladığı bu savaşın mağduru
olmaya mahkumdur. Türkiye’de bulunan ve gelmek
isteyen yabancı turistleri de tekrar uyarıyoruz! Yabancılar bizim hedefimiz değildir ancak Türkiye onlar için güvenilir bir ülke olmaktan çıkmıştır. Birileri
Barışı Özlemiş Olabilir. Fakat Biz Savaşa Henüz Yeni
Başladık!”
TAK’ın yaklaşımı budur. Savaşa yeni başladıklarını açıklıyorlar! TAK’ın savaşı ne? TAK’ın savaşı, şehirlerde fedai/intikam eylemleri ile polislere saldırmaktır! Savaş budur! Ama polislere saldırdıklarında,
şehir içinde polis dışındakileri hedeflememeleri
güncel
FEDA EYLEMLERİ ÜZERİNE!
mümkün değildir. Şehir içinde bombalar patlatıldığında, oralarda tesadüfen olan her insan bu saldırıların hedefidir. Şehirlerde yapılan terör eylemleri kör
terör eylemleridir. Eğer doğrudan doğruya bu eylemler suikast eylemleri değilse, sivil insanlarında hedef
olacağı çok açıktır. Suikast eylemlerinde bile çıkabilecek çatışmalarda sivillerin vurulma ihtimali vardır.
Ama bombalı bir eylemde sadece polislerin hedeflenmesi hikayedir. TAK yaptığı eylemde, sivillerin yaşamını yitirmesinin gerekçesini de açıklıyor! Savaşın sürmesinden AKP sorumludur ama Türk halkı
da buna dur demediği için onlarda savaşın mağduru
olacaktır!
TAK, Türk halkı AKP’nin savaşını onayladığı için
savaşın mağdurudur, diyor. Bu şekilde bir savunu
vahimdir. PKK’nin buna sahip çıkması vahimdir. Ve
devrimcilerin kendilerini bu savunudan net olarak
ayırmaması da vahim bir durumdur. Büyük şehirlerde yapılan eylemlere tavır takındık, takınıyoruz. Bu
eylemlerin terörist eylemler olduğunu söylüyoruz.
Bizim dışımızda bu konuda tavır takınan, açıklama
yapan devrimci grup yok. Neden? Çünkü, eylem polise yönelmiştir. Kimi devrimci sol gruplarda polise
yönelen eylemler yapmaktadır.
Bugünkü ortamda işçi sınıfı/halkın mücadelesi
hiçbir şekilde, silahlı eylemi dayatmadığı şartlarda,
devrimcilik adına yapılan silahlı eylemler esasında
işe yaramayan, işçi sınıfı mücadelesini ilerletmeyen
eylemlerdir. Bu eylemler yanlıştır. Bu eylemler, ama-
31
güncel
32
ca hizmet etmediği için yanlış eylemlerdir. Bugünkü
dönemde, somut olarak Türkiye’de silahlı mücadele,
mücadelenin esas biçimidir deyip öncü savaşı verenler, gerçekte işçi sınıfı ve emekçilerin bilincini, örgütlenmesini ilerletmiyor. İşçileri/emekçileri devrime
yakınlaştırmıyor. Tam tersine uzaklaştırıyor.
“Proletaryanın öncüsü düşünsel olarak kazanılmıştır. Esas olan budur. Bu olmadan zafere ilk adım bile
atılamaz. Fakat buradan zafere kadar oldukça uzun
bir yol var. Sadece öncüyle zafer kazanılamaz. Bütün
sınıf, geniş kitleler öncüyü ya doğrudan desteklemediği
ya da ona karşı en azından hayırhah bir tarafsızlık
ve öncünün düşmanlarını destekleme konusunda
mutlak bir yeteneksizlik göstermediği sürece öncüyü
tek başına tayin edici savaşa sürmek sadece aptallık
değil, cinayettir.” (“Seçme Eserler”, Lenin, s. 152, İnter
Yayınları, Haziran 1997 İstanbul)
İşçi sınıfından kopuk, halk adına “öncü” savaşı
verme sorunu, sadece günümüze özgü bir durum
değildir. Rusya’da Narodnikler, Sosyal Devrimciler, suikastlerle, bireysel terör eylemleri ile sonuç
alacaklarını düşünüyorlardı! Lenin, bu partilerin bireysel terörünü amaca uymadığı için reddediyordu.
Mücadele biçimlerine yaklaşım, sınıf mücadelesine
yaklaşımın doğrudan ürünü ve devamıdır. Lenin,
yığınların esas alınmasına vurgu yapar. Soruna,
yığınların mücadelesinin biçimleri sorunu olarak
yaklaşır. Marksizm-Leninizm, tek bir özel mücadele
biçimine bağlı kalmaz, bu noktada ilkel sosyalizm
biçimlerinden ayrılır. Marksizm Leninizm, kesin
olarak hiçbir mücadele biçimini reddetmez, yalnızca,
yaşanılan koşullarda varolan, o an için olanaklı
mücadele biçimleri ve onların kabulüyle kendisini
sınırlamaz; en değişik mücadele biçimlerini ilke
olarak kabul eder. Değişik mücadele biçimlerinin
ortaya çıkışı, hareketin gelişimine, yığınların sınıf
bilincinin artışına, iktisadi ve siyasal bunalımlara
ve derinliğine bağlıdır. Mücadele biçimlerinin ayırt
edici özelliği, tarihsel oluşlarıdır. Kitlelerin mücadelesinin nesnel ve öznel toplumsal koşullarının
farklılaşmasına bağlı olarak farklı savaşım biçimleri
öne geçer ve savaşımın başlıca biçimleri halini alır.
Hedefi yönelimi belirsiz eylemleri kökten reddediyoruz. Biz devrimci terörden yanayız. Devrimci
terör aynı zamanda devrimci şiddettir. Devrimci
şiddetin kullanılması, karşı devrimde korku yaratır.
Terör denen eylem, korku, dehşet yaratma yoluyla
amaca ulaşmaktır. Terörizm budur. Şiddetin kullanılması, o şiddetin hedefi olan kitlede belli bir korku
yaratır, dehşet yaratır. Devrimci şiddet eylemi evet
terör eylemidir.
Doğru eylem çizgisi, sınıfın, emekçilerin bilincini
ve örgütlenmesini arttıracak, onu devrime bir adım
daha yaklaştıracak ve egemen sisteme zarar verecek eylemlerdir. Doğru eylem çizgisi budur. Bütün
eylemler bu temelde sorgulanmalıdır. TAK ve diğer
devrimci solun yaptığı eylemlerin amaca hizmet
edip etmediğini sorguluyoruz. Marksist-Leninist
temel yaklaşım, hiçbir eylem biçimini ne ilke haline
getirir ne de ilke olarak red eder. Mücadele biçimlerini belirleyen hareketin yükselmesi ve alçalmasıdır. Buna bağlı olarak, belli dönemlerde militan ve
silahlı eylemler öne çıkabilir. Ama silahlı eylemler,
halk adına yapılan silahlı eylemler değildir. Halkın
hareketi içinden çıkan silahlı eylemlerdir. O zaman
komünistler en önde gider.
Feda eylemi diyorlar. Devrim için kendilerini feda
ediyorlar! Araba ile birlikte kişi kendisini havaya
uçuruyor. Ne oluyor sonra? O kişi esasında devrime
hizmet etmeyen bir eylemde kendini feda ediyor. Neden feda ediyor? Şehit oluyor! Şehitlik! Çünkü devrimcinin varacağı en yüksek mertebe şehitlik! Bu
yaklaşım tam dinci bir yaklaşımdır. Bu açıkça yazılıp çiziliyor. Yoldaşımız şehitlik mertebesine ulaştı,
deniliyor! Bu bir devrimci için en büyük onurdur,
deniliyor! Bir devrimci için, bir komünist için şehitlik diye bir makam yoktur. Yaşam sona erince herşey
bitiyor. Devrimciler intikamcı değildir. Bizim derdimiz intikam almak değildir. İntikamcılık, feodal bir
anlayışın devrimci saflara taşınmasıdır. Devrimciler
intikam almak için devrim yapmıyor. Devrimciler,
dünyayı değiştirmek için devrim yapar.
Bir bütün olarak değerlendirildiğinde, bugün halk
hareketinin seviyesi ayaklanma çağrıları yapacak, silahlı ayaklanma çağrıları yapacak bir seviyede değildir. Halkın mücadelesi bugün devrimcilerin silaha
sarılmasına çağrı yapan seviyede bir halk hareketi
değildir. Bu dönemde yapılan silahlı ayaklanma çağrıları, esas mücadele biçimi silahlı mücadele biçimidir vs. tespitleri ve bu yönde yapılan çağrılar, eylemler, işçi sınıfından, halktan kopuk öncü eylemleridir.
Bu eylemler bizi ilerletmez. Bugünkü ortamda, bu
eylemlerin önemli bir bölümü egemen sınıflar içindeki iktidar mücadelesinde, onun gerisinde de emperyalistlerin iktidar mücadelesinde, bir yanın veya
diğer yanın araçsallaştırabileceği ve araçsallaştırdığı
eylemlerdir.
29.07.2016
Ekonomik Gelişmeler
Dünya ekonomisi andaki durumda yükseliş dönemini yaşıyor. Bu tespitleri yapmamızın nedeni şudur:
2015’de, bütün dünya çapında Gayri Safi Yurtiçi Hasıla %3 büyüme gösterdi. 2016 yılında da bu civarda
bir büyüme beklenmektedir. 2017 yılında ise dünya
ekonomisinin %3,5 büyüyeceği varsayılmaktadır.
Bu büyümede önemli olan temen şey şudur: En gelişmiş ülkelerdeki büyüme hızı, Çin/Hindistan gibi
gelişmekte olan ekonomiler ile karşılaştırıldığında
düşüktür. Gelişmiş ekonomilerin 2015’deki büyüme
hızı %2 civarındadır. Çin’in %6,9, Hindistan %7,3,
bir bütün olarak Asya eşik ülkelerinde büyüme hızı
%4,6’dır. Yani büyümenin motoru, gelişmekte olan
ülkeler dedikleri ülkelerdeki yüksek büyüme hızıdır.
Çin’de son 35 yıllık %10 ortalama büyüme hızından
geriye doğru bir gidiş var. Fakat bu geriye gidiş, en
geride %6’ya kadar gerileyecek bir gerilemedir. Yine
de Çin/Hindistan gibi ülkelerin büyümeleri, büyüme
hızları gelişmiş ekonomilere göre daha yüksektir. Fakat gelişmiş ekonomilerin %2’si, sonuç olarak geliş-
mekte olan ekonomilerin bütün dünya ekonomisine
katkısı gözönüne alındığında onların katkısı daha
düşüktür. Çünkü gelişmekte olan ekonomiler, Çin/
Hindistan gibi ekonomileri dışta tutarsanız, dünya brüt ekonomisine katkısı düşük olan ülkelerdir.
Mesela Türkiye’nin 2015’deki büyüme hızı %4 civarındadır. Ama Türkiye’nin bütün dünya ekonomisine katkısı %1’dir. Gelişmiş ekonomiler dediğimiz
ekonomilerin tümünün dünya ekonomisine katkısı
%44,5’tur. O gelişmiş ekonomiler dediğimiz ekonomiler, emperyalist büyük güçlerin ekonomileridir.
Emperyalist büyük güçlerin dışında, Kanada, Avusturya, İsviçre vb emperyalist ülkelerdir. Dünya ekonomisine bunların katkısı, bunlar dışındaki 160 ülkenin hemen hemen tümünün katkısına eşittir. Hâlâ
gelişmekte olan ülkelerin ekonomileri, gelişmiş ekonomilere göre daha hızlı büyümesi söz konusudur.
Amerikan ekonomisi 2014’ten bu yana büyüme
hızını artıran bir ekonomi konumundadır. 2015’de,
Amerikan ekonomisi %2,4 oranında büyüdü. Gelişmiş ülkelerin ekonomilerinin büyümesinin %2
güncel
ULUSLARARASI DURUM VE
GELİŞMELER
33
güncel
34
olmasında, Amerikan ekonomisinin %2’nin üzerinde olması çok önemli bir rol oynamaktadır. Çünkü
Amerikan ekonomisinin dünya ekonomisindeki
ağırlığı, yani bütün dünya ekonomisine katkısı hâlâ
%20’nin üzerindedir. Dünyada ki ürünlerin beşte
biri, hatta beşte birden biraz daha fazlası Amerika
tarafından üretilmektedir. Bu yüzden Amerika’nın
%2,4’lük büyümesi, dünya ekonomisinin beşte birinin %2,4 artması demektir. Amerikan ekonomisi, bütün gelişmiş ekonomiler ortalamasının üzerinde bir
büyümeye sahiptir.
Avrupa Birliği içerisinde Alman ekonomisinin
ağırlığı %20,9’dur. Bütün Avrupa Birliği ekonomisinin beşte birini Alman ekonomisi karşılamaktadır.
Fransa’nın AB ekonomisi içerisindeki payı %15,3’tür.
Fransa, Almanya’dan geride gelmektedir. Ama
Fransa’nın katkısı ufak tefek bir katki değildir. Fransa ile Almanya arasında %5 fark vardır. Avrupa’daki
devletler içinde, ekonomik büyüklük açısından birinci sırada Almanya gelmektedir. Almanya’yı %16,1 ile
İngiltere izlemektedir. İngiltere’nin arkasından %15,3
ile Fransa yer almaktadır. Fransa’nın ardından %11,6
ile İtalya gelmektedir. İtalya’dan sonra %5,5 ile İspanya, %4,7 ile Hollanda, %3,1 ile İsveç, %2,9 ile Polanya,
%1,9 ile Danimarka yer almaktadır. Ondan sonra gelen ülkeler sıfırlarda dolanmaktadır. Önce bunun bilinmesi gerekir. Gelişme/büyüme hızları bakımından
2015’de Alman ekonomisi %1.5 büyüdü. Dünya ekonomisi bir bütün olarak ele alındığında %3 büyürken,
Alman ekonomisi %1,5 büyüdü. Avrupa’daki büyüme hızları, dünyada ki büyüme hızı ile karşılaştırıldığında, dünya ekonomisinin büyümesini de geriye
çeken bir durumdur. Fransa’nın 2015’deki büyüme
hızı %1,1’dir. Ama şunun da bilinmesi gerekir. Bütün bu devletlerin 2009’daki büyüme hızları eksi idi.
2009’da büyüme değil küçülme sözkonusu idi. Ordan çıkıp buraya geldiler. 2016/2017 için Almanya’da
beklenen bu büyümenin sürmesidir. Bu ekonominin
yükselme trendi içinde olduğunu gösteriyor.
Gelişmiş ekonomileri %2 barajına geri çeken durum, Avrupa ekonomisinin gelişmesinin çok hızlı
olmamasının sonucudur. Avrupa’yı bir bütün olarak
ele aldığımızda ekonomik büyüme 2015’de %1,8’dir.
Avro bölgesinin ekonomik büyümesi ise %1,5’tur.
Yani Amerikan ekonomisine göre AB %0,9 geriden
gelmektedir. Ve bu gelişmiş ekonomilerin büyüme
hızını düşürmektedir. Ama %2’de, 2008’de sıfırın
altına düşen bir büyüme hızı ile karşılaştırıldığında
evet canlanma ve hatta kalkınma anlamına geliyor.
Ekonomik veriler böyle olduğu halde, bütün sol
ekonomik krizin varlığından söz ediyor! Kriz ne anlamda var? Şu anlamda var: Bu büyümenin temelinde özellikle mali alanda, çok büyük ölçüde devletlerin
karşılıksız para basması yani sonuç olarak borçlanması yatıyor. Bugün bütün gelişmiş ülkelerin, borcun
o ülkenin brüt iç ürününe oranı, yani yıllık hizmetler, sanayi ve tarım üretimi yan yana konduğunda,
o brüt iç ürünü ile karşılaştırıldığında devlet borcu
%30’un üzerindedir. AB’ye üye olmak için devlet borcunun milli gelire oranının %30’u geçmemesi şartı
var. Bugün hemen hemen hiçbir Avrupa ülkesinde
%30 oranı yok. En iyi durumda olanlar bile devlet
borcunun milli gelire oranı %70 civarındadır. Büyük
bir bölümü bu oranın üzerindedir. Mesela Belçika/
İtalya bu oranın üzerindedir. Fransa yüzde yüzü aşmış durumdadır. Yani çok önemli ölçüde, mali bakımdan devletler, piyasaların devletlere güvenmesi
sayesinde ayakta durmaktadır. Mali alanda durum
böyledir. Her an yeniden bir mali kriz patlayabilir.
Mali krizin patlaması ise evet gerçek ekonomi alanına yani sanayi üretimine, tarım üretimine, hizmetler
üretimine yansır. Ekonomi alanına yansıması, devletin memuruna maaş ödeyemez duruma gelmesi olayıdır. Bu durum Yunanistan’da yaşandı. O zaman da
nasıl karşılıyorlar? Araya uluslararası finans kurumları giriyor. Onlar yeni borç veriyor! Ekonomi böyle
yürüyor. Bu yüzden kapitalist ekonomi ayakları yere
sağlam basmayan bir ekonomidir. Bu anlamda bir
krizden sözedilebilir. Yoksa andaki brüt sosyal ürünün yani gerçek anlamdaki üretimin, sanayi/tarım ve
hizmetler üretiminin büyümemesi, hızlı büyümemesi anlamında bir kriz sözkonusu değildir.
Dünya ekonomisinin gidiş yönü, bu arada yeni bir
mali kriz çıkmazsa, 2017’de büyüme hızı %3,5 civarında olacaktır. Ondan sonra normal devrevi krizde,
yeni bir kriz evresinin başlaması büyük ihtimaldir.
Ondan önce de başlayabilir. Nasıl başlayabilir? Bir
mali kriz ekonomik gerilemeyi tetikler. Esasında görünen o ki, son elli yılın %3,5’luk ortalama büyüme
hızı dünya ekonomisi açısından bugünkü şartlarda
artık maksimal bir durumdur. Bundan sonraki ortalama büyüme hızları onun altına inecektir. Bu arada belli dönemlerde %5-6’lara varılabilir. Ama o çok
az ihtimaldir. %3,5’tan sonrası yani beklenmelidir ki
geriye doğru gidiş başlayacaktır. Nereye kadar düşer?
Eğer çok büyük bir mali kriz olursa, yeniden sıfırın
altına da büyüme hızı düşebilir. Fakat normal gelişmede %3,5 ile %1 arasında gelip giden bir trend söz-
Uluslararası Alanda Siyasi Gelişmeler
Emperyalist dünyadaki gelişmeleri belirleyen, ona
damgasını vuran temel çelişmeler var. Bu temel çelişmeler 20. yüzyılın başında da vardı. 20. yüzyılın başında olan çelişmeler bugünde varlığını sürdürüyor.
Sosyalist devletlerin yokluğu sözkonusu olduğu için,
sosyalist ve demokratik devletlerle, emperyalizm arasındaki temel çelişme ortadan kalkmış durumdadır.
Nedir o çelişmeler?
Birincisi: Gelişmiş kapitalist/emperyalist ülkelerde
proletarya/burjuvazi çelişmesi. Proletarya/burjuvazi arasındaki temel çelişme, yalnızca emperyalist ve
gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, bugün dünyadaki
bütün ülkelerde vardır.
İkincisi: Ezilen ülkelerin emekçi yığınları ve tüm
Dünyada ki Gelişmeleri Emperyalizmin Kendi
İçindeki Çelişmeler Belirliyor
Bugün dünyaya baktığımızda, dünyadaki gelişmeleri bugün belirleyen nedir? Buna baktığımızda
biz şunu görüyoruz? Esasında emperyalistler arası çelişme, dünya hegomonyası için dalaş, bugünkü
dönemde dünyadaki gelişmeleri belirliyor. Halkların
mücadelesi, işçi sınıfının mücadelesi şu anda belirleyici değil. Şu anda belirleyici olan devrimler, devrimci hareketler değil. Emperyalistlerin kendi aralarında, dünya hegomonyası konusundaki dalaşmaları
belirleyicidir. Bu dalaşmalar, çeşitli alanlara temsilci
savaşları olarak yansıyor. Şu anda dalaş, emperyalist
dünya savaşı olarak yürümüyor. Ama dünyanın bir
dizi alanında evet bunlar karşı karşıyadır. O ülkelerdeki iç güçlere de dayanarak savaş yürütüyorlar. Bunun en açık yaşandığı alan Ortadoğu’dur. Şu andaki
gelişmelerin belirleyicisi emperyalistlerin kendi arasındaki çelişmeler ve dünya hegomonyası dalaşıdır.
Devrimci sol, andaki gelişmelerin belirleyicisi emperyalistlerin kendi arasındaki çelişmeler ve dünya
hegomonyası dalaşı olmadığını söylüyor! Devrimci
sola göre; dünyada sola doğru bir kayış vardır. Eğilim
devrim yönünde gelişmektedir! Bütün veriler, eğilimin sola doğru değil, sağa doğru geliştiğini göstermektedir.
Bugün dünyada gelişmelere damgasını vuran çelişme, emperyalistler arasında dünya hegomonyası
dalaşıdır. Bu, devrimle karşı devrim arasındaki bir
çatışma değildir. Karşı devrimin kendi içerisindeki
bir çelişmedir. Bu çelişmeden ancak yararlanılabilir.
Bu çelişme doğrudan devrime götürmez. Eğer güçlü bir komünist hareket varsa, işçi sınıfı hareketi ile
güncel
konusudur.
Rusya, 2015’deki büyüme hızı %-3,5’tur. Rusya ekonomisi büyümüyor, küçülüyor. Ekonomi %3,5 küçülmüş durumdadır. Rusya ekonomisinin küçülmesi
2016’da da sürecektir. 2017’de Rusya ekonomisinde
artı bekleniyor. Rusya ekonomisi şu anda kriz içindedir. Rusya, ekonomik kriz içinde olan ülkelerden
biridir. Ve ekonomik krizde de esasında depresyon
aşamasındadır. Yani Rusya ekonomisi en dip noktasına vurmuş durumdadır. 2017’den itibaren canlanma
başlayacaktır. Ondan sonra kalkınma aşamasına geçilecektir. Rusya’nın ekonomisi esasında dünya trendinin dışındadır. Dünya trendi şu anda canlanma ve
kalkınma aşamasında iken, Rusya’nın ekonomisi şu
anda depresyon aşamasındadır.
Görüldüğü gibi ekonomik veriler temel alındığında,
dünya ekonomisinin kriz içerisinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Tüm sol ekonomik verileri
bir tarafa bırakıp ideolojik takılmaktadır! Ekonomi
sürekli kriz içerisinde vb. teoriler savunulmaktadır.
Bu yöntemle de siyaset yapıldığında kafalar duvarlara vurulmaktadır.
ezilenleri ile emperyalist devlet ve tekeller arasındaki
çelişme. Bunlar devrimin iki ana akımını oluşturur.
Bu çelişme, emperyalizme bağımlı geri ülkelerde antiemperyalist/demokratik devrimlerle çözülecektir.
Bu çelişmenin emperyalist ülkelerdeki çözümü ise
proleter/sosyalist devrimlerle olacaktır. Onun tabanını işçi sınıfı hareketleri oluşturur. İkincisi de antiemperyalist, demokratik, ulusal devrimlerdir. Bu
çelişmenin bu tarafı bu yönde gelişme sağlar.
Üçüncüsü: Emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişmeler. Bunlar dünya hegomanyası için dalaşır. Bu
dünya hegomanyası için dalaşma belli somut şartlarda doğrudan doğruya dünya savaşına dönüşür. Yani
emperyalistlerin doğrudan doğruya karşı karşıya geldiği bir savaş.
35
güncel
36
güçlü bağı olan bir komünist hareket varsa, o zaman
bundan devrim lehine yararlanabilinir. Böyle güçlü
komünist hareket yok! O zaman şu anda dünyadaki genel trend/gidiş, esasında sağa doğru, daha fazla
karşı devrime doğru ve savaşa doğru bir gidiştir.
Sağa/karşı devrime ve savaşa doğru gidişi engellemenin yolu demokratik/proleter devrimlerdir. Bu gidişe dur diyecek genel bir barış hareketi, genel savaşa
karşı bir hareketin yaratılması gerekir. Çünkü gidiş
yönü budur. Gidiş yönü, daha fazla faşizm, daha fazla ırkçılık, daha fazla savaştır. Gidiş eğilimi budur.
Irkçılık/faşizmin gelişmesi ve savaş tehlikesinin büyümesine karşı geniş bir cephe siyasetine yönelmek
gerekir. Pratik siyaset açısından cephe siyasetine
yönelmek doğrudur. Propaganda açısından ırkçılık/
faşizmin gelişmesi ve savaş tehlikesinin büyümesini
engellemenin alternatifinin ne olduğunu zaten söylüyoruz, söyleyeceğiz. Geniş bir cephe siyasetine yönelme geçicidir. Geniş cephe siyaseti, savaşı önlemek için
bir cephedir. Emperyalizm varolduğu sürece savaşlar
olacaktır. Ve emperyalist dünya savaşı da mümkündür. Emperyalist savaş büyük felaketleri beraberinde
getirir. Ama geniş bir cephe hareketi yaratılabilinirse, savaşı ertelemenin, engellemenin imkanı vardır.
Antisavaş hareketinin tabanı, proleter devrimin tabanından çok daha geniştir. Faşizme karşı cephenin
tabanı, genel olarak kapitalizme karşı mücadelenin
tabanından geniştir. Faşizme karşı, burjuvazinin bir
kesimi de tavır takınabilir. Irkçılığa karşı mücadelenin tabanı, proleter devrimin tabanından daha geniştir. Geniş cephe siyaseti, bugün pratik siyaset açısından gündeme getirilmelidir. Ama bu geniş cephe
siyaseti ancak geçici bir siyasettir. Bu geçici siyasetle
sorunun temeli ortadan kalkmaz. Sorunun temeli kapitalizmin varlığıdır, egemenliğidir. Kapitalizm ortadan kaldırılmadıkça, proleter dünya devrimi gelişmedikçe, geçici olarak şu veya bu savaş engellenebilir.
Geniş cephe siyaseti, faşizme, ırkçılığa ve savaşa
karşı bir cephe siyasetidir. Bu geniş cephe siyasetinin
hedefi, savaşı durdurma, faşizme doğru gelişmeyi
mümkün olduğunca engellemedir. Geniş cephe siyaseti kalıcı değil, geçicidir. Gerçek çözüm devrimlerdir. Gerçek çözüm kapitalizmin varlığına son vermektir.
Emperyalist Metropoller ve İşçi Hareketinin Durumu
Emperyalist dünyanın en büyük gücü Amerika’da
işçi sınıfı hareketi esasında sıfırdır. Amerika’da işçi
sınıfı hareketi yok ama yer yer ırkçılığa karşı gelişen
hareketler var. Ama genel gelişme açısından, kitle hareketleri babında, son dönemde gözlemlenen özellikle de siyahlara yönelen ırkçılığa karşı belli hareketler
oldu. Ama onun dışında bildiğimiz işçi sınıfı hareketi, grevi vb. yok. Irkçılığa maruz kalan insanların,
ırkçılığa karşı hareketleri var. Buna karşı ama özellikle ABD’de başkanlık seçimlerine hazırlık aşamasında şu görüldü: Dünyanın en gelişmiş kapitalist
ülkesinde, açık ırkçı bir insanın başkan olma şansı
var. Herşeyi bir kenera bırakın! Çok açık olarak beyaz ırkçılığı savunan, antiislamcılık temelinde laflar
eden, kadın konusunda, hemoseksüeller konusunda,
azınlıklar konusunda açık faşist laflar eden Donald
Trump Amerika’nın en büyük partisinin başkan adayı olarak seçimlere katılacak. Bu esasında toplumdaki
gelişmenin ne olduğunun da bir göstergesidir. Şimdiye kadar Amerika’da yapılan başkanlık seçimlerinde,
bilebildiğimiz kadarı ile bu kadar açık ırkçılık yapan
bir başkan adayı görmedik. Mesela Cumhuriyetçi
Parti adaylarından en saldırgan olanı Regan ve Bush
idi. Bunlar bile Trump’a göre zemzem suyuyla yıkanmışlardır! Bu kadar açık ırkçı, faşist, seksist bir kişi
başkanlık adayı olabiliyor. Trump’un kazanma şansı da var. Donald Trump ilk defa ortaya çıktığında,
bütün Amerikan basını ve bütün batı basını esasında
gırgır geçiyordu. Başkanlık adaylığı kampanyasında bir iki eyalet seçimi sonrasında düşer denildi. Ne
oldu? Hangi siyasetle bu oldu? Hangi siyasetle Trump
Cumhuriyetçi Parti’nin muhafazakâr tabanını, kendi
başkanlık adaylığı konusunda çoğunluğu ikna etti?
Irkçı, antiislam, güvenlikçi, seksist siyaset üzerinden
muhafazakâr tabanın çoğunluğunu ikna etti! Bu korkutucu bir gelişmedir. Ama aynı zamanda toplumdaki ırkçılığı, sağcılaşmayı da bu gelişmeler göstermektedir.
Amerika’daki siyasi gelişmeyi ne belirliyor? Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasındaki gelişmeler/
tartışmalar belirliyor. Bu iki partinin iktidar mücadelesi belirliyor. İşçi sınıfı/ezilenlerle ezenler arasındaki mücadele belirlemiyor. Amerika’da bunu çok
net görüyoruz. Amerika’daki gelişmenin esasında
ırkçılık/faşizm yönünde olduğunu görüyoruz. Donald Trump, başkan olmasa bile, seçilmese bile evet
bu yönde bir eğilim artıyor.
Başkanlık seçimlerinde büyük ihtimalle Hilary
Clinton seçilir. Ama çok az oy farkı ile seçilir. Varsayalım ki Donald Trump başkan oldu. Donald Trump
başkan olduğunda Amerika faşist olacak, ırkçı olacak
güncel
tezleri savunuluyor! Bu yaklaşım doğru değil. Çünkü
Amerikan başkanları evet siyasette belli bir rol oynuyorlar. Ama sonuçta yerleşmiş bir sistem var. O sistemin dışına çıkamıyorlar. En açık örnek Obama’dır.
Obama ne söz verdi? İlk yapacağım işlerden biri
Guantanamo’yu kapamak olacak dedi. Ne oldu? Guantanamo hâlâ devam ediyor. Guantanamo sadece
bir sembol. Amerika’da başkan evet çok önemli ama
başkan sistemi değiştirmek için hiçbir şey yapamaz.
Amerika’da oturmuş bir sistem var. O yüzden Donald Trump’un gelmesi ile siyaset biraz sağa kayar
ama onun savunduğu ırkçı düşüncelerin pratikte yaşam bulması mümkün değildir.
Dünya ekonomisinde ikinci büyük güç Çin’dir.
Çin’den zaten fazla haber alınamıyor. Ama Çin’de
belli işçi hareketleri var. Bu işçi hareketleri zor ile
bastırılıyor. Çin’de sistem, halk hareketleri veya işçi
sınıfı hareketleri tarafından zayıflatılma durumunda
değildir. Çin’deki gelişmeleri, işçi sınıfı hareketi ile
Çin’in egemenleri arasındaki çelişme belirlemiyor.
Çin’de ekonomide ikili bir sistem var. Bir yandan
gelişen özel kapitalizm var. Diğer yandan da devlet
kapitalizmi var. Özel kapitalizm, devlet kapitalizmi
ağırlığının aleyhinde gelişmektedir. Çin’de esas çelişme, devlet kapitalizmi ile özel kapitalizm arasındaki çelişmedir. Çin’de tek parti iktidarı olduğu için,
bu mücadele tek parti içerisinde yürümektedir. Dışa
karşı hiçbir şey yokmuş gibi görünüyor ama içlerinde bu konuda epey dalaş var. Önümüzdeki dönemde de, görünen bu dalaşın giderek sertleşeceğidir.
Hangisi egemen olacak? Devlet kapitalizmi mi, özel
kapitalizm mi? Şu anda hâlâ devlet kapitalizmi egemenliğini koruyor. Devlet kapitalizmi hâlâ belirleyici
konumda bulunuyor. Ama gelişen özel kapitalizmdir.
Devlet kapitalizmi egemen ama egemenliği geriye
doğru gidiyor. Özel kapitalizm andaki durumda baskın değil ama yavaş yavaş gelişiyor. Çin’de de diğer
ülkelerden farklı olarak, işçi hareketinin güçlülüğü ve
eylemliliği sözkonusu değildir.
Üçüncü ekonomik büyük güç Almanya’dır. Dünya
ekonomisindeki ağırlığı bakımından Almanya üçüncü sıradadır. Almanya’da 2015’de birçok grevler oldu.
Yirmi bin üyesi olan Makinistler Sendikası sürece
yayılan grevler yaptı. Grevle kaybedilen gün sayısı
bakımından Almanya, son yılların grevle kaybedilen
günleri yaşadı. Makinistler Sendikası’nın grevleri,
kesintili olarak yaygın bir şekilde yapıldı. Uzun süren
grevler oldu. Makinistler Sendikası, grevler ertesinde
istediği ücret zammını aldı.
Hizmet sektöründe öğretmenler, bakıcılar, kreş ve
çocuk yuvası eğiticileri sık sık grev yaptılar. Daha
önceki yıllara göre, grevle kaybedilen gün sayısını
yükselten eylemler bunlar oldu. Bu eylemler esasında, sistemi sorgulayan veya sistemi zora sokan grevler değildi. Almanya’da önceki yıllarla karşılaştırıldığında, grev mücadelelerinde bir yükselme yaşandı.
Ama Almanya’daki gelişmeleri, önceki yıllara oranla
yükselen grev mücadeleleri belirlemiyor. Gelişmeleri Almanya’da, göçmen siyaseti konusunda Alman
egemenlerinin kendi arasındaki çatışmalar belirliyor.
Almanya’da esas konuşulan konu göçmenler konusudur. Egemen sınıfların temsilcileri kendi aralarında
İslam düşmanlığının oranı konusunda kapışıyorlar.
Almanya’da gelişmeleri işçi sınıfı hareketi belirlemiyor. Egemenlerin kendi aralarındaki kapışmalar gündemi belirliyor.
Almanya’da, İslam/göçmen düşmanlığı temelinde
Almanya İçin Alternatif hareketi %15-20 arasında
oy alabiliyor. Bu oyları, İslam düşmanlığı ve ‚yeter
bu kadar göçmen‘ diyerek alıyor. Pratik siyaset olarak bu iki konuya odaklanıyorlar. Bu harekete göre;
Almanya’da bir islamlaştırma tehlikesi var! Batının
İslamlaştırılmasına Karşı Yurtseverler Hareketi (Pegida) ve AFD Almanya’nın her tarafında var. Bu hareketin siyaseti ırkçılıktır. Bu hareket, yaptığı ırkçılık
temelinde Almanya’nın bir eyaletinde birinci parti
oldu. Kamuoyu araştırmaları, bu hareketin %15-20
oy alacağını gösteriyor. AFD’nin Almanya’da aldığı
oylar, Sosyal Demokratlar, Hristiyan Demokratlar ve
Sol Parti’den geliyor. Bu neyi gösteriyor? Bu esasında
toplumdaki genel eğilimin sağa doğru kaydığını gösteriyor. Dünya genelinde de eğilim sağa doğru kayıştır. Tek tek ülkelerde değişik durumlar olabilir ama
bu dünya genelindeki durumu değiştirmiyor.
Almanya’da ‘sol’ geçinen örgütlerden biri de Sol
Parti’dir. Sol Parti, emekçi insanların haklı kaygıla-
37
güncel
38
rını dikkate almamız gerekir diyor. Bu görüşü parti
içindeki en sol kesim savunuyor! Bu sol kesimin teorisine göre; Alman egemenleri göçmenleri, Alman
toplumunun en kötü durumunda olan insanların
olduğu yerlere yerleştiriyor! Ve o insanlardan yaptığı kesintileri göçmenlere veriyor! Esasında bu gayet
yanlış bir siyasettir! Ve buna karşı ırkçılığın gelişmesi
gayet anlaşılırdır! Biz, bu anlamda o kötü durumda
olan Almanların kaygılarını dikkate alan bir siyaset izlemeliyiz! Sol kesimin açıkça söylediği, ırkçılık
haklı temelde gelişiyor anlayışıdır. Bu söylemler başka anlama gelmez. Sonuç olarak, Sol Parti ile AFD bir
ırkçılık konusunda yarışa girmiş durumdadır. Diğer
partiler ırkçıları kazanma adına siyasetlerini daha da
sağcılaştırıyor. Almanya’daki bu gidiş iyi gidiş değil.
Fransa’da birçok grevler var, yürüyüşler var. Bu
grevler ve yürüyüşler, Fransa’da kazanılmış hakların geri alınmasını öngören yasalara karşı yapılıyor. Fransa’da ‘islami terörizme’ karşı mücadele
adına haklar budanıyor. 13 Ocak 2016’dan bu yana
Fransa’da olağanüstü hal var. Grev ve yürüyüşlere
karşı da olağanüstü hal yasaları uygulanıyor. Olağanüstü hal, sadece ‘islami terörizm’den duyulan korkunun sonucu değil, aynı zamanda ülkede yapılmak
istenen “reform”ları geçirmenin bir yolu olarak kullanılıyor. Ordu devrededir. Veya istenildiği an devreye sokulabilecek bir durumdadır. Fransa’da ki bütün
Gar’lar, Havaalanları, bütün stratejik noktalar ve turistlerin olduğu bölgelerde doğrudan silahlı askerler
dolaşıyor. Fransa’da asker sahaya inmiş durumdadır.
Fransız burjuvazisinin tüm kesimleri ortak tavır
takınırlarsa grevler bastırılır. Burjuvazinin tüm kesimleri ortak tavır takınmazsa, belki hükümet geri
bir adım atabilir. Bu az ihtimaldir. Şu anda görünen
grev ve yürüyüşlerin bastırılacağıdır. Burjuvazinin
büyük kesimi, Fransa’nın büyümesi için esasında bu
yasaların geçmesini düşünüyor! Fransa’da kazanılmış hakların geri alınması için yasaları getirenlerde,
kendilerine “sosyalist” diyenlerdir. Fransa’da diğer
ülkelere göre şu anda alttan gelen bir işçi hareketi var.
İşçi hareketi haklarını savunma yönünde mücadele
yürütüyor. Bunun yanında bir de, geceyi fethetme
diye bir hareket var. İşte biz gecede burdayız diyorlar.
Esasında gençliğinde içinde yer aldığı küçük burjuva
bir hareket var. Onlarda geceleri sokağa çıkıp, aynı
zamanda terörizmden korkmadıklarını da göstermek
istiyorlar. Bunlar yan yana gelip çeşitli konularda tartışıyorlar. Fransız burjuvazisi şimdilik bu harekete de
göz yumuyor. Ama büyük yürüyüşlerde siyah bloka
saldırıyorlar. Fransa şu anda diğer ülkelere göre, sokak hareketinin en gelişmiş olduğu ülke konumundadır.
Fransa’da başka bir gelişmede var. Fransa’da faşist
parti birinci parti olma konumundadır. Marine Le
Pen’in başkanı olduğu parti, Fransa’da yapılan en son
yerel seçimlerde birinci parti olarak çıktı. Başkanlık seçiminde, Marine Le Pen’in herhalükârda ikinci
tura kalacağı garantidir. Yani bunu engelleyecek bir
durum yoktur. İkinci turda büyük ihtimalle Marine
Le Pen’e karşı olan aday kazanacaktır.
Fransa’da da genel eğilim, bu kadar işçi hareketine rağmen sağa kayıştır. Hareket, toplumun küçük
bir bölümünün hareketidir. İşçi hareketi içinde evet
işçi hareketinin bir bölümü siyasi olarak Marine Le
Pen’e oy veriyor. Amerika’da, Almanya’da gelişmekte
olan ırkçı/milliyetçi eğilimin en önemli siyasi söylemlerinden biri de, varolan sisteme karşı olmasıdır.
Irkçılar, elitlere karşı olduklarını, elitlere karşı küçük
insanların çıkarlarını savunduklarını söylüyorlar!
Bunu hem Almanya’da AFD, hem de Amerika’da
Trump söylüyor. Aynı argümanları Marine Le Pen’de
kullanıyor. Biz bu sisteme karşıyız diyorlar! Yer yer
antikapitalist laflar ediyorlar! Almanya’da ana akım
medya aynı zamanda yalancı basındır. Halkın bir bölümü ana akım medyayı bir ve aynı değerlendiriyor.
Bir değişiklik ihtiyacını da istiyorlar ama değişiklik
ihtiyacı daha çok sağa doğru isteniliyor. Daha otoriter, daha milliyetçi, daha ırkçı bir yöne doğru eğilim
giderek artıyor.
Fransa’da şu anda açık terör uygulanıyor. Fransa’daki grev ve yürüyüşlere bakılarak toplumun sola
kaydığı tespitlerini yapanlar var. Fransız toplumu,
Marine Le Pen’e %35 oy verdi. Bu durumu tespit etmemiz, kötümserlikten kaynaklanmıyor. Olgu ne
ise onu ortaya koymamız gerekir. Eğer biz varolanı
değiştirmek istiyorsak, önce varolanın ne olduğunu
doğru tespit etmemiz gerekir. Kendi kendimizi kandırmamamız lazım. Ve solun geneli itibarı ile yaptığı
(kuraldışılar olabilir) kendi kendini kandırmadır.
Avrupa’daki ülkeler açısından Fransa/İngiltere islami terör açısından en tehlikeli olan ülkelerdir. Bu
iki ülkede de Müslüman nüfus çok uzun süreden beri
var. Bu ülkelerdeki Müslüman nüfus, diğer ülkelere
göre daha örgütlüdür, aynı zamanda daha fazladır. Bu
yüzden bu ülkelerde, anti İslamizm üzerinden insanları faşizme alıştırmak, yakınlaştırmak diğer ülkelerden daha kolaydır. Ama iki ülkede tehlike de daha büyüktür. Ama bu tehlike, ne Fransa’da, ne İngiltere’de
Askeri gücün güçlü olmadığı koşullarda, dünya siyasetinde belirleyici rol oynanamaz. Almanya/Japonya,
şimdi askeri güçlerini geliştiriyor.
Rusya, Putin’e %70 oy veren bir toplumdur. Putin
saldırgan, açık Rus milliyetçisi, despot bir kişidir.
Evet Putin halka dayanıyor, halkın çoğunluğundan
oy alıyor. Rusya’da toplumun sola kaydığı tespiti yapılamaz. Toplum esasında Rusya’nın büyümesinden
yana ve emperyalist bir Rusya’dan yana bir toplumdur. Rusya’nın giderek faşizme yüzünü döndüren bir
siyasi yapısı var. Emperyalist büyük güçlerdeki durum kısaca böyledir.
Solun umut bağladığı Yunanistan’da Syriza vardı. Syriza iktidara geldiğinde ilk olarak Yunanistan
halklarını köleleştiren, onları yoksulluğa mahkum
eden Troika (Avrupa Merkez Bankası/Dünya Bankası/Uluslararası Para Fonu) ile pazarlığı kesecek, Troika ile görüşmeyecek, Troika’nın dayattığı “reform
programı”nı uygulamayacaktı.Troika’nın dayatmalarına hayır diyecekti! Syriza, halka verdiği vaatler ile
iktidara geldi. Troika ile yapılan pazarlıklarda, AB
hiçbir noktada geri adım atmadı. Sadece Troika’nın
ismi kurumlar olarak değişti. Syriza, AB’ye bağımlılığı seçti. Syriza örneği bize bilinen bir gerçeği birkez
daha doğrulattı. Kapitalist sistem içinde yer alarak,
kapitalizmi dönüştürmek mümkün değildir. Sistem
içinde yer alarak, kapitalizm kökten değiştirilemez.
Kapitalizmi kökten değiştirmenin yolu bellidir: İşçi
sınıfı önderliğinde devrim! Bu olmadan kapitalist sistemi kökten değiştirmek mümkün değildir.
Solun umut bağladığı İspanya’da Podemos var.
İspanya’da 26 Haziran 2016’da genel seçimler yapıldı.
Podemos’un iktidara geleceği varsayılıyordu. Podemos, parlamentonun 350 koltuğundan ancak 71 koltuk alabildi. Yani genel seçimlerle Podemos üçüncü
parti oldu. Sağcı Popülist Parti (PP) oylarını artırarak sandalye sayısını 123’ten 137’ye çıkardı. Unidos
Podemos için bu sonuç büyük bir hayal kırıklığıdır.
Syriza/Podemos gibi reformist hareketler ancak muhalif oldukları sürece, muhalefette kaldıkları sürece
sol takılabilirler. İktidara geldikleri andan itibaren
evet sağcılaşmaları kaçınılmazdır. Çünkü emperyalist sistemde güç belirleyicidir. İspanya/Yunanistan/
Portekiz/Türkiye gibi ülkeler, yani belli bir anlamda bağımlı ülkeler sonuçta evet elleri mahkûmdur.
İsteselerde, istemeselerde belli sağ siyasetler gütmek
zorundadırlar. Ve kim iktidara gelirse gelsin bu böyle olacaktır. O yüzden esasında sol olmak isteyenin
bugün iktidardan çok en radikal parti olması gerekir.
güncel
ne de herhangi bir Avrupa ülkesinde, gerçek anlamda
bu ülkelerin İslamlaşması ve buralarda şeriatın iktidara gelmesi şeklinde bir tehlike değildir. Ve olması
da imkansızdır. En fazla Müslüman nüfusun olduğu
ülkede bile, Müslüman nüfus %10 oranını geçmiyor.
Bu ülkelerde, bu ülkelerin islamlaşması ve islamlaşma üzerinden demokrasinin kalkması, şeriata gidilmesi yaratılmış bir tehlikedir. Bu ülkelerde, İslami
terörizm ile bu ülkelerde iktidarın devrilme ihtimali sıfırdır. Ama bu tehlike varmış gibi gösteriliyor!
Irkçılığın geliştirilmesi ve faşist tedbirleri almak için
gerekçeler yaratılıyor. Fransa’da olağanüstü hal ilan
edildi. Olağanüstü hale karşı sendikalardan herhangi
bir tepki gelmedi. Sendikalar olağanüstü hale karşı
çıkmıyor ama hakların budanmasına karşı grev, yürüyüşler yapıyor.
AB içerisinde İngiltere’nin özel bir konumu vardı.
İngiltere ekonomik olarak Avrupa büyümesinin üzerinde bir ekonomik büyümeye sahiptir. Kendi para
birimi var. İngiltere kendi ekonomisini kendi belirliyordu. Cameron Brüksel’e gitti ve AB Komisyonu
ile yaptığı görüşmelerde, İngiltere için özel tavizler
istedi. Cameron’un istediği özel tavizler AB Komisyonu tarafından verildi. Bu anlamda İngiltere’nin
AB üyeliği özel bir üyelikti. AB’nin hiçbir ortak kararı İngiltere’yi bağlamıyordu. 23 Haziran 2016’da
İngiltere’de referandum yapıldı. Referandum sonucunda, seçmenlerin %51,9’u AB’den çıkması yönünde oy kullandı. İngiltere 28 üyeli AB içinde
ABD emperyalizmi ile birlikte hareket ediyordu.
İngiltere’de yapılan referandumdan AB’den çıkma
kararının çıkması, AB’nin geleceği için önemlidir.
İngiltere’yi başka ülkeler takip edebilir. Emperyalizmde belirleyici olan güç ve çıkarlardır. AB üyesi
28 ülkenin çıkarlarının bir ve aynı olması emperyalizm koşullarında mümkün değildir. AB’nin tek
birleşik devlete doğru gelişmesi mümkün değildir.
İngiltere’nin AB’den çıkması, AB için büyük bir yenilgidir. AB’yi kuracağız, bir devlete doğru gideceğiz
diyenler açısından büyük bir hayal kırıklığıdır.
Rusya ekonomi açısından İtalya/Fransa ie aynı seviyede olan bir ülkedir. Rusya, potansiyel güç olarak,
askeri güç olarak Almanya ve Çin’den daha güçlü bir ülkedir. Amerika’dan sonra ikinci askeri güç
Rusya’dır. Rusya’yı emperyalist büyük güç yapanda
esasında askeri gücüdür. Emperyalizmde belirleyici
olan güçtür. O güç sadece ekonomik güç değil aynı
zamanda askeri güçtür. İstenildiği kadar ekonomi
güçlü olsun sonuçta belirleyici olan askeri güçtür.
39
güncel
40
İlle iktidara gelecekler ve güya sistemi değiştirecekler! Öyle olmadığını pratik gösteriyor.
Blok olarak ele alırsak, Amerika ve batılılar var.
Avrupa batılıların içindedir. Öbür tarafta Rusya, Çin
ve İran üçlüsü var. Türkiye henüz nerede olacağına karar vermiş durumda değildir. Türkiye batının
müttefikidir ama esasında güvenilmez bir müttefiktir. Türkiye’de batıya güvenmiyor, batı da Türkiye’ye
güvenmiyor. Bloklaşma böyle bir bloklaşmadır. Bu
bloklaşma ama geçici bir bloklaşmadır.
Latin Amerika’daki Gelişmeler
Emperyalistler arası çelişmeler/dalaşmalar bağlamında, Latin Amerika’da geçen yüzyılın son yıllarında ve 2000’li yılların ilk on yılında ilginç gelişmeler
yaşandı. Bu gelişmeler esasında, Amerikan emperyalizminin bu ülkelerde belli bir biçimde gerilemesi,
diğer emperyalist güçlerin özellikle de Çin, Almanya
ve Fransa’nın ilerlemesi biçiminde kendini gösterdi.
Amerika birazda başka alanlara yoğunlaşması nedeniyle, Latin Amerika’da biraz seviye kaybetti. Latin Amerika’da, Amerika’nın geri dönüşü yaşanıyor.
Amerika, Latin Amerika’ya geri dönüyor. Amerika
dışındaki emperyalist güçlerin Latin Amerika’da
güçlenmesi, bu ülkelerde ‘sol’ iktidarların işbaşına gelmesi ile baş başa yürüdü. Venezuella’da Chavez, Arjantin’de Kirchner, Şili’de Michelle Bachelet,
Brezilya’da Lula, Kolombiya’da Juan Manuel Santos
Calderón ve Bolivya’da Evo Morales iktidara geldi.
Bu aynı zamanda Amerika’nın gücünün kırılması,
geri çekilmesi anlamına geliyordu. Bu ülkeler Rusya,
İran ve Çin’le ilişkileri geliştirdiler. Kendi aralarında ilişkiler geliştirip ALBA diye Latin Amerika Birliği Örgütü’nü kurdular. Amerika, Latin Amerika’da
oldukça zayıfladı. Amerika bu arada ne yaptı? Amerika bu arada kendi güçlerini demokratik yollarla
iktidara gelmesi konusunda desteklemeye başladı.
Amerika’nın şimdiki stratejisi işbirlikçilerini darbelerle iş başına getirmek değil, ülkelerde belli bir
hoşnutsuzluğu kullanarak, burjuva partilerinin halk
çoğunluğunu kendi yanlarına çekmesi, demokrasi,
kalkınma adına ortaya çıkmaları ve seçimlerle işbaşına gelerek varolan iktidarları devirme ve Amerika’nın
yeniden geri dönüşünü sağlamaktır. Ve bu strateji bayağı son dönemde işe yaradı.
Brezilya, Latin Amerika’nın en büyük ülkesidir.
Dilma Rousseff, %52 oyla başkan seçildi. Daha sonra
yapılan seçimlerde sağ partiler, parlamento da üçte
iki çoğunluğu elde ettiler. Parlamentonun normal
üçte iki çoğunluğu belli bir süre başkanın yetkisini
elinden almak ve mahkemeye verme hakkını kullandı. Yüksek bir çoğunlukla Dilma Rousseff’i görevden
aldılar. Yardımcısını, muhalif partinin başındaki
Michel Temer’i başkan yaptılar. Önümüzdeki on ay
içerisinde Dilma Rousseff yapılan suçlamalar nedeniyle mahkemeye çıkartılacak. Mahkemenin sonucuna göre, ya aklanıp başkanlığa geri dönecek. Ya da
büyük ihtimalle mahkûm olacak. Rüşvet, yiyicilik vb.
yüzünden mahkûm olursa başkanlık hakkını kaybedecek. Yeni başkanlık seçimleri yapılacak. Yani şu
anda Brezilya elden gitmiş durumdadır.
En solcu hükümetin olduğu yer Venezuella idi.
Venezuella’da şu anda muhalefet parlamentoda çoğunlukta. Fakat üçte iki çoğunluğa sahip değil. O
yüzden başkan Maduro’yu görevden alma imkanları
yok. Sokak eylemleri yapıyorlar. Üçte iki çoğunluk
olsa bile başkanın gitme durumu yok. Maduro ne
olursa olsun ben gitmem diyor. Ama Maduro halkın
çoğunluğunu kaybetmiş durumdadır. Bu yüzden de
şimdi sıkıyönetimle idare etmeye çalışıyor.
Şili’de yine sağ iktidara geldi. Arjantin’de seçimlerle Kirchner gitti, sağ bir iktidar geldi. Esasında sol iktidarın kaldığı tek yer Bolivya’dır. Latin Amerika’nın
tek yerli halkın çoğunlukta olduğu ülkesi Bolivya’dır.
Onun dayanağı da oradaki yerli halktır.
Küba’da hâlâ sol, komünist parti önderliğinde bir
iktidar var. Komünist partisi iktidarda olsa bile, Küba’daki görev kapitalizmin geliştirilmesidir. Ve zaten
yaptıkları da odur. Kapitalizmin geliştirilmesi demek
eninde sonunda “komünist partisi”nin iktidardan
uzaklaştırılması demektir. Amerika’nın Küba ile ilgilenmesi boşuna değildir. Küba, daha önce görüşmeler için ve barışma yönünde adımlar atılması için
ambargonun kaldırılmasını şart olarak getiriyordu.
Ama ambargo defakto kaldırılmış durumda değil.
Obama, ambargonun kaldırılmasının sözünü bile
verebilecek durumda değil. Sözünü verse yapacak
durumda değil. Umut bağlanan Avrupa’da Syriza,
Podemos, Latin Amerika’daki ‘sol’ iktidarlar esasında birer birer düştü, düşüyor. Dünyada genel eğilim, sağ, ırkçılık, faşizm vb.dir. Latin Amerika’daki
durumda o yüzden önemlidir. Çünkü özellikle Avrupa’daki bir dizi solcu Latin Amerika’ya umut bağlamıştı. Latin Amerika 21. yüzyılın sosyalizmi idi!
Latin Amerika’daki gelişmelerle ilgili Avrupa’daki
legal solun tavrı, Amerika darbe yapıyor anlayışıdır.
Mesela Almanya’da yayınlanan Genç Dünya gazetesi sürekli darbeden söz ediyor. Darbe, halk çoğunlu-
Filipinler’de İlginç Gelişmeler
Uzakdoğu’da ilginç bir gelişme Filipinler’de yaşanıyor. Filipinlerde esasında şimdiye kadar, Filipin
elitlerinin iki ailesi iktidarda el değiştiriyordu. Marcos ve Aquino ailesi. İki tane aile var. Bunlar seçimlere iki ayrı parti olarak giriyorlardı. Biri gidiyor öteki
geliyordu. Aquino takımı biraz daha sol görünümlü
idi. Fakat özünde bunların ikisininde savunduğu
ekonomi politikası, zenginlerin, burjuvazinin siyaseti idi. Biri yoksullara biraz daha fazla pay veriyordu. Öteki daha az pay veriyordu. Ama sonuçta ikisi
de Amerikancı idi. Çünkü diğer emperyalist güçlerin Filipinler’de fazla etkileri yok. Amerika’nın sonuçta pasifikteki en önemli dayanağı Filipinler’dir.
Amerika’nın Filipinler’de doğrudan askeri üsleri var.
Amerika, uzak doğuda egemen olmak için en önemli
dayanağı Filipinler’dir. Bu anlamda iki ailede Amerikancı, iki aile de burjuvazinin çıkarlarını savunuyordu. Ve bu iki aile sürekli el değiştiriyordu. 9 Mayıs
2016’da yapılan seçimlerde, seçimlere bu iki ailenin
partilerinden ayrı olarak giren Rodrigo Duterte kazandı.
Duterte seçim kampanyasında, bunların hepsinin para yiyici, rüşvetçi olduğunun propagandasını
yaptı. Duterte, rüşvetçiliği ortadan kaldıracağını ve
güvenliği sağlayacağını söyledi. Çünkü Filipinler’de
gerilla hareketleri var. Bu hareketler bugüne kadar
bastırılmış hareketler değil. Bir yandan Filipinler
Komünist Partisi’nin Yeni Halk Ordusu var. Diğer taraftanda Müslümanların iki tane büyük örgütü var.
Abu Sayyaf ve Moro Kurtuluş Cephesi. Bu iki örgütte
silahlı güçlerdir. Filipinler’de binin üzerinde ada var.
Bu adaların bir bölümünde devlet değil, silahlı güçler
egemendir. Önemsiz olan adaları devlet zaten bırakıyor. Ötekilerde ise savaş yürütüyor. Duterte, bu silahlı güçler meselesini çözeceğini ve rüşveti ortadan
kaldıracağını söyledi. Duterte bu söylemler ile başkan
seçildi. Bu arada bütün batı basını Duterte’yi faşist,
kadın düşmanı vb. olarak tanıttı.
Duterte, kadınları aşağılayan söylemleri var. Duterte; para yiyen, rüşvet alanları duvara dizip hepsini ben temizleyeceğim diyor. 1989’da, Davao şehrinde hapishanede isyan çıkar. İsyanda mahkûmlar,
Avusturalyalı Jacqueline Hamill’e önce tecavüz eder,
ardından da kadını öldürürler. Duterte, öldürülen
kadından bahsederken “Ama çok güzeldi. Belediye
başkanına öncelik tanımalılardı…“ der. Kendisi de
Davao kentinin belediye başkanıdır. Batı basını bunları öne çıkarttı. Ve başkan seçildikten sonra yaptığı ilk iş Filipinler Komünist Partisi’nin kurucusu ve
MK’nın başkanı olan Sison’un Filipinler’e giriş yasağını kaldırdı. Duterte, FKP’yi hükümette yer almaya
çağırdı. Diğer gerilla gruplarına da çağrı yaptı. İşte
Filipinler’in çıkarları için oturalım, federasyon meselelerini tartışalım, dedi. FKP, Duterte’yi solcu olarak değerlendiriyor. Fakat görüşmeler, hükümette yer
alıp almama bağlamında FKP’nin önşartı genel affın
çıkarılmasıdır. Genel affın çıkarılıp çıkarılmayacağını önümüzdeki aylarda göreceğiz. FKP, öncelikle hapiste olan üyelerinin serbest bırakılmasını talep ediyor. Batı basınının Duterte hakkında yazdıkları ile,
Duterte’nin uygulamaları arasında farklar var. Faşist
olarak değerlendirilen bir kişinin, FKP’ye hükümette
yer alması çağrısını yapması ve federasyonu konuşma
önerisi ilginçtir. Faşoların genel tavrı, ülkenin milliyetçilik temelinde bölünmezliğidir. Sison, Filipinler’e
henüz dönmedi. Genel affın çıkarılıp çıkarılmamasını bekliyor. FKP, yoldaşlarımızın serbest bırakılması
koşullarında görüşmelere varız tavrını takındı. Şu
anda FKP silahlı eylemlerini durdurmuş durumdadır. Ona karşıda ama devlet de saldırmıyor. Defakto
karşılıklı bir ateşkes söz konusudur. Filipinler’deki bu
gelişme ilginç bir gelişmedir. Duterte hiç hesapta olmayan bir adamdı. Hiç kimsenin seçileceğine de şans
vermediği bir kişi idi.
Afrika’da Kimi Gelişmeler
Afrika’da bir dizi ülkede savaş var. Fildişi Sahili,
Kongo, Mali ve Libya’da savaş sürüyor. Bu savaşlarda, emperyalistler işbirlikçileri aracılığı ile egemenlik savaşı yürütüyor. Buralarda eski sömürgeci güçler
(Fransa) var. Yarısömürge konumunda olan ülkelerde
güncel
ğuna dayanmayan, halkın çoğunluğuna rağmen bir
takım askeri araçları kullanarak iktidara gelmektir.
Darbe budur. Halk çoğunluğuna dayanılarak, seçimlerle işbaşına geliniyorsa, bunun adına darbe demek
darbeye su katmaktır. Burdaki mantık ne? Solcular
iktidardan gidiyor. Solcuların iktidardan gittiği her
ülke esasında darbedir! Darbenin adına da sivil darbe
diyorlar! Bütün bunlar darbe denilen sistemin sulandırılmasıdır. Çaresizliğin ifadesidir. Gerçek durumu
kabul etmemenin ifadesidir. Gerçek durum nedir?
Bütün bu ülkelerde evet emperyalist batılı güçler, halkın çoğunluğunu kendi siyasetlerine çekebilecek bir
siyasetle, kendilerine yakın güçleri iktidara getirmeyi
başarmışlardır. Defakto durum budur. Bu olguyu kabul etmek gerekir.
41
güncel
42
egemen olan devletler var. Mesela Etiyopya’da Amerika egemendir. Sudan’ın Güney’inde Amerika, Kuzey’inde Çin egemendir. Tanzanya, Zambia Angola
ve Mozambik’te Çin egemendir. Esas egemenlik dalaşı, eski sömürgeci güçlerlerle, Amerika ve Çin arasında yürüyor. Bu durum da kendisini savaşlarla vb.
gösteriyor. Eskiden sömürgeleştirme veya yarısömürgeleştirme savaşlarında kaynakların zarar görmemesine dikkat ediliyordu. Çünkü o kaynakları ele geçirmek için savaşlar yapılıyordu. Şimdiki savaşlarda,
kaynakların diğerlerin eline geçmemesi önemli olarak görülüyor. Gerekirse kaynaklar rakiplerin eline
geçmemesi için yok ediliyor. Bu önemli bir gelişmedir. Bununda ekonomik gerekçesi var. Şu anda Kongo
dışındaki Afrika ülkelerinde çok önemli kaynaklar
yok. Kongo’da bugün yeni teknikte kullanılan bir takım madenler var. Bunun dışındaki yerlerde, mesela
Libya’da petrol var. Petrole Amerika’nın ihtiyacı yok.
Amerika kendi kendini idare edecek durumdadır.
Amerika kendi enerji ihtiyacını karşılayacak ve dışa
satacak güçtedir. Bu yüzden mesela petrol sahibi ülkelerde, ille de o ülkeyi ele geçiremeyecek durumda
olanlar, petrol kaynaklarını havaya uçurma, ötekinin
eline geçmemesi için yoketmeye de varlar. Irak’ta da
belli bir anlamda bunu yaşıyoruz. Sadece amaçları
kaynaklara el koyup sömürmek değil, aynı zamanda
rakibi olarak gördüğünün o kaynakları ele geçirmemesi içinde savaş yürütüyorlar. Şu anda dünya hegomonyası konusunda en yoğun savaşların yaşanıldığı
alanlardan biri (Ortadoğu dışında) Afrika’dır. Kongo’daki savaşta ölü sayısı altı milyondur.
Ortadoğu’daki Gelişmeler
Ortadoğu, esasında şu anda emperyalistler arası
yeniden paylaşım dalaşının en yoğun yaşandığı alanlardan biridir. KK/T’ye yakın olduğu için, dünyanın
merkezi bizim açımızdan Ortadoğu imiş gibi görünmektedir. Tabii ki Kongo’dan bakıldığında başka
türlü görünüyor. Ama KK/T’den baktığımızda Ortadoğu bize önemli bir bölge görünüyor. Ortadoğu’da
daha önce de tespit ettiğimiz gibi sınırlar yeniden
çiziliyor. Ve çizilmek zorunda. Çünkü Ortadoğu’nun
siyasi mimarisi, emperyalistler tarafından yapılmış
bir mimari idi. Bu mimarinin çıkış noktasında Kürt
ulusu, dört devlet arasında parçalanmış durumdaydı. Bu mimari de bir Kürt devleti yoktu. Ama kimine göre kırk milyon, kimine göre elli milyonluk bir
nüfus söz konusudur. Bu dünyada bir milyon nüfusu
olan onlarca devlet var. Kürt meselesi yüzünden sınır-
ların herhalükârda yeniden çizilmesi gerekir. Sadece
Kürt meselesi nedeniyle değil, Filistin’de sınırların
yeniden çizilmesi gerekir. İsrail/Filistin sorununun
çözülmesi lazım. Araplar babında da sınırların yeniden çizilmesi gerekli. Sınırların yeniden çizilmesi sorunu, bugün olmasa yarın kendisini dayatmak
zorundadır. Ulusal devletlerin bugünkü toplumsal
örgütlenmenin ana biçimi olduğu sürece, devletine
sahip olmayan ulusların hele bunlar nüfus bakımından büyükçe uluslarsa, ulusal devletlerini kurmaları
anlaşılır ve esasında kaçınılmazdır. Bu ise, bugünkü
Ortadoğu’da sınırların yeniden sorgulanmasını beraberinde getirmektedir.
Ortaya çıkan bir fonemen var. O da, büyük toplulukların kendilerini din/mezhep üzerinden tanımlamaları ve din/mezhep üzerinden uluslaşmanında
ifade edilmesidir. Kendini onun üzerinden ifade eden
toplulukların devletleşme istekleri, ya da bu yönde
eğilimleri var. Bunlar ister istemez bu çelişmelerin
çok yoğun olarak yaşandığı coğrafyalarda çatışmaları beraberinde getiriyor. Bunun için emperyalistlerin karıştırmaya ihtiyaçları yok. Zaten bu çelişmeler
var. Ortadoğu’da şu an yaşanan savaşta, Irak ve Suriye parçalanma durumundadır. Irak ve Suriye’de
merkezi hükümetler var. Ve fakat bu hükümetlerin
egemenlik alanları sadece kendi kontrol edebildikleri dar bir coğrafi alanla sınırlıdır. Irak’ta merkezi
yönetimin, merkezi devletin kontrol edebildiği alan
ve sözünü geçirebildiği alan esasta Şii Arapların çoğunlukta olduğu Basra ve çevresi ve Bağdat’ın etrafı
kale gibi çevrilmiş yeşil bölgesidir. Onun dışında Irak
merkezi devletinin gerçek anlamda iktidarının söz
konusu olduğu yer yoktur. Irak’ta şu anda üçlü iktidar alanları var. KDP’nin önderliğindeki Güney Kürdistan esasında yarı bir devlettir. Güney Kürdistan’da
Irak merkezi devletinin sözü geçmiyor. Ancak bölgesel Kürdistan yönetimi ile merkezi devlet bir konuda
anlaşabiliyorlarsa, o zaman birlikte hareket ediyorlar.
Anlaşamadıkları konularda ise bölgesel yönetimin
dediği oluyor. Merkezi devletin kontrol ettiği iktidar
alanları var. Üçüncü iktidar alanı da, IŞİD’in kontrol
ettiği iktidar alanlarıdır. IŞİD, kontrol ettiği alanlarda, Saddam yönetiminin kadrolarına dayanmaktadır. IŞİD, Irak’ta işgal ettiği alanlarda aynı zamanda
feodal çevrelere ve klanlara da dayanmaktadır.
Suriye’de de benzer bir yapı var. Suriye’de de
merkezi devletin iktidar alanı Şam’ın bir bölümü,
Lazkiye ve Akdeniz’e açılan kıyı bölgeleridir. Batı
Kürdistan’da PYD/YPG’nin kontrol ettiği bir alan
aynı zamanda kullandıkları bir örgüttür de. Esasında DAİŞ’in baş düşman ilan edilmesi, emperyalizmin
halkları kandırmasıdır. DAİŞ gerçek anlamda evet ilkeldir, faşisttir, geriye götürmedir. Ama emperyalizmin barbarlığı ile karşılaştırıldığında DAİŞ bir hiçtir.
Gerçek anlamda bir tehlike değildir. Bugün dünyada
gerçek barbarlığın kaynağı emperyalizmin kendisidir. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki; yetmiş adamın
elindeki zenginlik, dünyanın yarısının elindeki zenginliğe eşittir. Ondan sonra DAİŞ’in dünyanın baş
düşmanı olduğu söyleniyor! DAİŞ, ilkeldir, faşisttir,
İslamcı faşizmdir. Selevi sunniliğin en radikali, yöntemleri itibarıyla en korkutucu, en barbar örgütüdür.
DAİŞ’in, ne emperyalizmi yıkma, ne sistemi gerçek
anlamda tehdit etme tehlikesi vardır. Emperyalizm,
boyutları gösterdiği gibi değildir. Ne yapabilir DAİŞ?
DAİŞ, sunniliğin yoğun olduğu ülkelerde belli bir
taban bulabilir. Ve bu ülkelerde terörist örgüt olarak
varlığını sürdürebilir. Devletlerin devlet olmaktan
çıktığı Irak/Suriye gibi yerlerde, evet belli alanları da
ele geçirip, ben devletimi ilan ettim diyebilir. Bugünkü şartlarda İslam devletini büyütmek, geliştirmek ve
dünyaya doğru genişletme imkanı sıfırdır.
Ortadoğu’da dini ve mezhepsel çelişmeler var. Bu
temelde çatışmalar var. Ve bu çatışmalar kaçınılmazdır. Irak/Suriye merkezi devleti dağılmış durumdadır. Ve yeniden bir merkezi devletin kurulma şansı
eski biçimiyle hemen hemen sıfırdır. Federasyonlar
çıkabilir. Onun adı birleşik devlet olsa bile ama sonuçta herkes kendi bölgesinin egemeni olacaktır. Ve
bugünkü savaş, esasında bu egemenliğin sınırları
içindir. Yani Kürtlerin egemenliğinin sınırı ne kadar
olacak? Selefi sünnilerin egemenliği ne kadar olacak?
Esad rejiminin egemenliğinin sınırları ne kadar olacak? Ilımlı müslümanların, müslüman kardeşlerin
egemenlik alanları ne kadar olacaktır? Savaş bunun
için yürüyor. Bölgedeki güçler açısından savaş bunun
için yürüyor. Bölge dışı emperyalist güçler açısından
ise, bu alanlarda hangisinin egemen olacağı savaşı
yürütülüyor. Rusya, Amerika’nın egemenlik alanı
ne kadar olacak? Fransa, Almanya’nın ne kadar sözü
geçecek? Yürüyen savaş bu anlamda, Ortadoğu’nun
yeniden paylaşılmasında güç savaşıdır. Bu savaşta
halkların çıkarı var mı? Bugüne kadar ezilen ve kendi devleti olmayan halklar açısından iktidar alanları
açılıyor. Bu anlamda eğer bunlar bağımsız kalabilirlerse gayet iyidir. Bağımsız kalmasalar bile eski durumlarından daha iyi bir duruma gelebiliyorlar. Şu
anda yürüyen savaş bağlamında, gerçek anlamda sa-
güncel
var. IŞİD’in kontrol ettiği iktidar alanları var. Bunun
dışında ÖSO çatısı altında buluşan ılımlı İslamcı diyebileceğimiz gruplardan oluşan ve bunların kontrol
ettiği alanlar var. Yani Suriye’de dört iktidar alanı
var. Esasında Irak ve Suriye’de merkezi devlet parçalanmış durumdadır. Bu merkezi devletlerin yeniden
bu biçimde geri gelme şansı yoktur.
Batılı emperyalistler açısından da, Rusya açısından
da IŞİD baş düşmandır. Neden IŞİD? Çünkü IŞİD,
diğerlerinin tersine (ÖSO, PYD/YPG, Şam rejimi)
hiçbir şekilde emperyalistlerle bir işbirliği ve bir ortaklaşmayı öngörmüyor. Tam tersine IŞİD diyor ki;
bizim düşündüğümüz biçimde İslamı kabul etmeyen
herkes bizim düşmanımızdır! Ve bizim amacımız esasında dünya çapında, İslamı egemen hale getirmektir.
Bu anlamda da bunlar bir anlamda evet bugün emperyalizmin her şeyi belirleme siyasetine karşı, belli
bir baş kaldırmanın özellikle de selefi müslümanlar
içinde bir baş kaldırmanın ifadesidir aynı zamanda
IŞİD. Ve bu örgüt kontrol dışındadır. Ne anlamda
kontrol dışında? Bunları kullanmaları anlamında,
eylemlerini kendi çıkarları için kullanmada, bunları
şeytanlaştırarak kendi işlerini yapmaları anlamında
kontrol dışında değil. IŞİD, sonuçta emperyalizme
hizmet ediyor. Emperyalizme karşı en fazla savaşan
gibi görünüyor ve savaşıyorda. Ama güçler dengesi
öyle bir güçler dengesi ki, IŞİD’in yaptığı terörist eylemler sonuç olarak emperyalistler tarafından kullanılıyor. Fransa’da yapılan bir terörist eylemin Fransa
devletine verdiği fazla bir zarar yok. Tam tersine bu
terörist eylemler, Fransa’da demokrasinin kısıtlanması için kullanılıyor. Suriye/Irak’ta IŞİD’in varlığı,
esasında emperyalistlerin demokrasi adına, özgürlükleri savunma adına, batı değerlerini savunma
adına, bu ülkelere müdahalesinin bir aracıdır. Rusya
ise, Suriye meşru devletinin çağrısı üzerine oraya gelmesinin gerekçesidir. Uluslararası hukuka göre meşru bir devlet var. Bu devlet Rusya’yı yardıma çağırdı.
Rusya, gitti Esad’a yardım ediyor! Kime karşı? IŞİD’e,
ÖSO’ya karşı. IŞİD, bütün dünyanın baş düşmanıdır.
IŞİD, emperyalistler açısından kullanışlı bir araçtır.
Bugünkü güç dengesinde bu böyledir. Emperyalistler
yine de korkuyor. Kendi ülkelerinde IŞİD kendilerini de vurabilir. Vucuduna bambayı bağlayıp kendini havaya uçurmaya hazır insanlar, evet egemen sınıflar içinde tehdittir. Korkuları, düzenin değişmesi
şeriatın gelmesi korkusu değildir. Kamuoyunu öyle
aldatıyorlar. Evet kişisel olarakta korkuları var. Bu
anlamda IŞİD kontrol edilemez bir örgüttür. Ama
43
güncel
44
vaşan güçler içinde emperyalizmden kopup kendi bağımsız iktidarını kurabilecek herhangi birgüç yoktur.
Yani emperyalizmle bağını koparma bugünkü şartlarda mümkün görünmüyor. Zaten savaşan güçlerin
hiçbiri de (DAİŞ dışta tutulursa) emperyalistlerle bağını koparma programına da sahip değildir. DAİŞ, en
başta biz herkese karşıyız, diyor. Hiçbir emperyalist
güçle işbirliği içinde olmayız, diyor. Ama DAİŞ’in gelecek toplum tahayyülünün ilericilikle ilgisi yoktur.
Dinci, faşist bir gelecek tahayyülü var. Onun ilericilik, antiemperyalizm adına savunulacak bir yönü
yoktur. DAİŞ’in gelecek tahayyülü, yani kuracakları
sistem esasında emperyalizmin ötesine geçen, emperyalizmi reddeden bir sistem değildir. DAİŞ’in gelecek
toplum tahayyülü ortaçağa geri götürmedir. Bu yüzden de antiemperyalizm adına DAİŞ’in desteklenecek
hiçbir yanı yoktur.
Kürtler Rojava’da, biz kendi kendimizi yöneteceğiz
dediler. Özerk yönetimler ilan edildi. Suriye devleti
Kürtlere saldırmadı. DAİŞ, Kürtlere saldırdı. Esad ve
Kürtler DAİŞ’e karşı mücadele ediyor. DAİŞ, Esad’ın
da baş düşmanıdır. Bu anlamda Suriye devletinin
YPG/PYD ile çatışmasının mantığı yoktur. İkisinin
de baş düşmanı aynıdır. DAİŞ, Kobane’ye saldırdı ve
Kobane halkı Türkiye’ye aktı. Kobane’de kalan savaşçılar, DAİŞ’e karşı savaştılar. Amerika’nın devreye girmesi, Türkiye’nin koridoru açıp peşmergelerin
ağır silahlarla geçmesine izin vermesi Kobane’nin
düşmesini engelledi. Kobane’nin kurtarılması, Türkiye, Amerika ve Barzani işbirliğinin de sonucudur.
Yalnızca PKK, PYD/YPG’nin Kobane’yi kahramanca
savunmasının sonucu değildir. Gelinen yerde, PYD/
YPG batılı emperyalist güçlerce de, Rus emperyalistleri tarafından da desteklenmektedir. Rus emperyalistleri/Esad rejimi açısından da baş düşman DAİŞ’tir.
PYD/YPG’de DAİŞ’e karşı mücadele ediyor. Onun
için Rusya, PYD/YPG’yi destekliyor. Mantık bu. Batının mantığı ne? Batının mantığı için de DAİŞ baş
düşmandır. Ve DAİŞ’e karşı mücadelede, esasında
kendi askerlerini doğrudan savaşın içerisine sokmak
istemiyorlar. Irak’taki gibi zorluklarla karşılaşacaklarını biliyorlar. Onun için DAİŞ’e karşı zaten aşağıda
savaşan var. Onun için havadan destek veriyorlar. Silah yardımı yapıyorlar. Az sayıda bunlara savaşmayı
öğreten uzman askerler gönderiyorlar.
PYD/YPG, Batı Kürdistan’da egemenliğini kurmak
istiyor. PYD/YPG’nin mantığına göre; bana yardım
eden hoşgelmiştir mantığıdır. Bu egemenlik mücadelesinde PYD/YPG, DAİŞ, Esad ve Türkiye ile tek
başına kalırsa, zorlukları biliyor. O yüzden kendisine yapılan her yardıma ve desteğe sıcak bakıyor.
Rojava’lı Kürtler kendi mücadelelerini veriyor. Bunda
bir yanlışlık yok. Ve bu mücadelelerinde, emperyalistlerinde kendi çıkarları için onları kullanmaya çalışmasının da emperyalistler açısından anlaşılır tarafı
var. Bu noktada esas sorun şu:
PYD/YPG, kendi tabanını, bu emperyalist güçlere
karşı nasıl eğitiyor? Ya da emperyalist güçler konusunda nasıl eğitiyor? Eğer şunu diyorsa, ya biz savaş
veriyoruz, yalnız kaldığımızda yok olup gideceğiz.
Bu yüzden gelen her yardım iyidir. Ama, bunlar bizi
kendi çıkarları için kullanmaya çalışıyorlar. Biz bunun farkındayız, siz de farkında olun. İnsanlarına
eğer bu eğitimi veriyorlarsa problem olmaz. Problem, bu eğitimi veriyorlar mı, vermiyorlar mı? Esas
sorun burada. Kendi içlerinde tam olarak ne yaptıklarını bilmiyoruz. Dışa yansıyan şey, herhangi bir
biçimde emperyalizmi doğrudan karşılarına alan bir
ajitasyon propaganda yapmıyorlar. Türkiye’ye karşı,
Türkiye’nin siyaseti ile ilgili propaganda yapıyorlar.
Emperyalizme, Amerikan, Alman emperyalizmine
karşı propaganda yapılmıyor. Birleşmiş Milletler’e,
Amerikan emperyalizmine, neden Türkiye’ye baskı
yapmıyorsunuz çağrısı yapılıyor. Emperyalistlere, siz
sahtekârsınız, kendi ülkelerinizde hakları kısıtlıyor
ve baskı uyguluyorsunuz demiyorlar. Bunlara baktığımızda, yaptıkları işin pek doğru olmadığını ve bunun gelişme içinde esasında yarısömürge bir yapıya
doğru gelişmesinin kartlarının döşendiğini söyleyebiliriz.
Rojava’daki yapı nasıl olacak? Bağımsız bir yapı mı
olacak? Problem burada yatıyor. Kürt meselesinin
gündeme getirilmesi ve adımlar atılması bağlamında,
düne göre ileri bir adımdır. Fakat, böylesi bir çözüm
bizim istediğimiz bir çözüm değildir. Kürdistan’ın
çözümü bağlamında da gerçek bir çözüm değildir.
Kürdistan’daki milli çözüm, gerçekten bağımsız milli
devletlerin kurulmasıdır. Ama bugünkü dünya şartları buna da elvermiyor. Komünistlerde bunu yapacak güçte değil. Ama bu olanı ne ise öyle adlandırmak gerekir. Bu durum sadece Kürtlerin suçu değil,
aynı zamanda komünistlerin de zayıflığının sonucudur. Ama bu Kürdistan kuruldu, bağımsız devlet
oldu anlamına gelmiyor. Sonuçta emperyalistlerin
denetiminde yarısömürge bir yapı ortaya çıkacaktır.
Rojava’daki durum, düne göre iyidir ama bu gerçek
çözüm değildir.
30.07.2016
panorama
OHAL SÜRÜYOR!
İŞÇİLERE
SALDIRI YASASI
YÜRÜRLÜKTE!
-FRANSA-
“Fransızları koruma” adına yürürlükte olan sıkıyönetimin, gerçekte Fransız
halkına da karşı olan bir uygulama olduğu gerçeğinin üzerini ne yazık ki milliyetçi
yaklaşımlar temelinde örtebilmektedirler, özellikle de “islamcı terörizm” adına
anti-İslam propagandayla kitlelere de yutturabilmektedirler.
13 Kasım 2015 tarihinde Paris’te gerçekleştirilen
terörist saldırılar bahane edilerek olağanüstü hal/
sıkıyönetim ilan edildi. Süresi ise 26 Şubat 2016’ya
kadar diye belirlendi. BM İklim Konferansı (COP 21/
CMP 11) 30 Kasım – 12 Aralık 2015 tarihlerinde sıkıyönetim altında yapıldı ve iklim konferansına karşı
protestolar yasaklandı. Konferansın güvenliğini sağlama adına Paris’te 115.000 polis ve asker görevlendirildi. 26 Şubat 2016’da sıkıyönetimin son bulacağını
umanlar yanıldı, daha Ocak ayında sıkıyönetimin
süresi üç aylığına (26 Mayıs’a kadar) uzatıldı; Avrupa
Futbol Şampiyonası gerekçe gösterilerek yeniden üç
aylığına (26 Temmuz’a kadar) uzatılan sıkıyönetim,
15 Temmuz 2016 tarihinde Fransa’nın Nice kentinde
bir TIR şoförünün gerçekleştirdiği katliam (TIR’la
84 kişiyi öldürdü) sonrasında yeniden uzatıldı. Hükümet yeniden üç ay uzatmayı planladı ama Ulusal
Meclis’teki tartışmalarda Hükümet, eski Başkan
Sarkozy’nin önerisini kabul etti ve Ulusal Meclis 20
Temmuz 2016 tarihinde sıkıyönetimi 6 ay daha uzattı. Buna göre eğer yeniden uzatılmazsa, sıkıyönetim
2017 Ocak ayı sonuna kadar sürecektir. Buna paralel olarak Fransa, Avrupa Konseyi’ne gönderdiği bir
mektupla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni askıya
aldığını bildirdi.
13 Kasım 2015 saldırıları sonrasında Başkan Hollande “Fransız ulusunu koruma” adına Anayasa’da
değişiklik yapılmasını savundu. Buna göre, güvenlik
güçleri başta olmak üzere devlet yetkililerine daha
fazla yetki verecek, kısacası sıkıyönetimi keyfi biçimde kullanma yetkisi verecek bir değişiklik isteniyordu. Buna bağlı olarak da “terörist eylemden ceza
alanların” Fransız vatandaşlığından çıkarılmasını
öngören ikinci bir değişiklik de gündeme getirildi.
Bu tartışmaların yürütüldüğü ortamda Adalet Bakanı Christiane Taubira istifa etti. 10 Şubat 2016 tarihinde Ulusal Meclis sözkonusu anayasa değişikliğini oy çokluğuyla kabul etti. Bunun yasalaşması için
45
panorama
46
Senato’nun onaylaması ve bundan sonra da Başkan’ın
onayı gerekiyordu. Bu arada Başkan, Meclis ile
Senato’nun anlaşması durumunda bir Kongre çağrısı
yapma ve sözkonusu Kongre’de değişikliği onaylama
durumu da vardı. Fakat bu değişiklik gündeme gelen
tepkiler ve çelişkiler sonucu gerçekleştirilemedi.
Tartışmalardaki esas çelişki, sonradan Fransız vatandaşı olup çifte pasaporta sahip olanların “terörist”
eylem ya da saldırı nedeniyle ceza alması durumunda vatandaşlıktan çıkarılması ya da yurtdışı edilmesi
değildi. Bu zaten andaki yasalarla yapılabilmektedir.
Esas çelişki, taslağa yapılan itirazlar –özellikle de
ayrımcılık yapıldığı itirazları- sonrasında, çifte vatandaşlığa yapılan atıfın silinmesi sonucu, doğuştan
Fransız (vatandaşı) olanların da herhangi bir “terörist” eylemden, saldırıdan ceza alması durumunda
vatandaşlıktan çıkarılması konusundaydı. Meclis
bu değişikliği onaylamıştı ama Senato karşı çıktı ve
kendisinin doğru bulduğu bir formülasyonla, vatandaşlıktan çıkarmayı çifte pasaportlularla sınırlamayı
savundu. Mart ayı sonunda Başkan Hollande tasarıyı
geri çekmek zorunda kaldı ve anayasal değişiklik tartışmasına son verdi.
Bu tartışmaya paralel olarak Başkan Hollande 11
Şubat 2016 tarihinde kabine değişikliği de gerçekleştirdi. Verilen bilgilere göre altı bakanlıkta değişiklik
yapıldı ve bakanlıkların sayısı çoğaltıldı. Bu konuda
Başkan Hollande ile yapılan bir söyleşide, kendisine
yöneltilen, 2017’de yapılacak başkanlık seçimlerini
gözönüne alarak mı kabine değişikliğini yaptınız,
yoksa Fransa’yı reforme etmek için mi sorusuna Hollande şu cevabı verdi: “Hayır, bu harekete geçmesi
gereken, reforme etmesi gereken, ilerlemesi gereken
bir hükümettir.” Buna bağlı olarak da kendisinin
üç önceliği olduğunu belirtti. Buna göre “Fransızları korumak, isdihdam alanı açmak ve Paris İklim
Konferansı’na uygun olarak çevreyi korumayı ilerletmek.” öncelikleriydi. Bu üç önceliği anlaşılır dile
çevirdiğimizde karşımıza, Fransızları koruma adına
sıkıyönetim, toplumun militarize edilmesi, ordunun
da iç güvenlikte devreye sokulması, kısacası iç faşistleşmenin ilerletilmesi; isdihdam alanı açma, işsizlere
çalışma imkanı sağlama adına, patronların işçileri
istedikleri gibi çalıştırıp sömürebilecekleri koşulların
yasalarla da sağlanması, bunun için de yeni bir Çalışma Yasası’nın çıkarılması vb. çıkmaktadır. Çevreyi
koruma adına da atom santrallerinin çalıştırılmasını
sürdürmenin yanısıra fosil enerjinin kullanılmasını
sürdürme durumu devam etmektedir. Fransız ordu-
sunun özellikle Afrika’da, ama Suriye ve Irak’da da
yürüttüğü savaşlarda, bombardımanlarda çevreyi
katlettiği olgusu ise zaten gözardı edilmektedir.
“Fransızları koruma” adına yürürlükte olan sıkıyönetimin, gerçekte Fransız halkına da karşı olan
bir uygulama olduğu gerçeğinin üzerini ne yazık ki
milliyetçi yaklaşımlar temelinde örtebilmektedirler,
özellikle de “islamcı terörizm” adına anti-İslam propagandayla kitlelere de yutturabilmektedirler.
Adı üzerinde: Olağanüstü Hal/ sıkıyönetim! OHAL
ya da sıkıyönetim ilan edilmişse, sözkonusu ülkede,
eğer bu ilandan önce burjuva demokrasisi var ise, bu
demokrasinin de rafa kaldırıldığı bir durum sözkonusudur. Bunun ne kadar dar ya da ne kadar geniş
ölçüde uygulandığı somut duruma, özellikle de egemenlere karşı var olan mücadelenin güçlülüğüne ya
da zayıflığına da bağlıdır. Eğer egemenler var olan
mücadeleyi daha az baskıyla bastırabileceklerini düşünürlerse, kimi demokratik hakların güdük de olsa
kullanılmasına izin vermekten kaçınmazlar. Böylesi durumları da kendilerinin ne kadar “demokrasi
yanlısı” olduklarının propagandası için kullanırlar,
kullanmaktadırlar. “Terörizme karşı mücadele” dendikten sonra her şey mübah görülmektedir. Aslında
böylesi durumlarda burjuva demokrasisinin işçilere,
emekçilere karşı diktatörlük olduğu gerçeği, daha çok
görünebilir bir hale bürünmekte, “demokrasi” örtüsü
baskı, zor mekanizmasını örtmeye yetmemektedir.
Mesele, işçilerin emekçilerin bu gerçeğin bilincine
varmasıdır.
OHAL/ sıkıyönetim sürecinde yaşanan baskıların,
uygulanan yasakların ortaya konması makalemizin
sınırlarını aşmaktadır. Binlerce ev ve dairelerin basılarak arandığı (gece ve gündüz fark etmiyor), binlerce
insanın gözaltına alındığı (çoğu kısa sürede serbest
bırakılsa da), yüzlercesinin ev hapsine mahkum edildiği, polisin keyfi davranışlarının ve şiddetinin tavan
yaptığı, yürüyüşlerde gözyaşartıcı gaz saldırısından
korunmak için yanında limon taşıma nedeniyle bile
tutuklanmaların yaşandığı, yüzlercesi hakkında dava
açıldığı, ya da sivil giyimli polislerin saldırısına karşı
direnme nedeniyle sekiz ay hapis cezasının verildiği,
yürüyüşlerde onlarca kişinin yaralandığı, hatta somut bir durumda gözaltında ölümün yaşandığı bir
durum sözkonusudur. Kısacası OHAL/ sıkıyönetim
işçiler, emekçiler için hukuksuzluk demektir! Baskı
ve zulüm demektir! Emperyalistlerin temsilcilerinin
insan haklarından, demokrasiden dem vurması sahtekarlıktır! İnsan haklarını en fazla ayaklar altına alıp
panorama
çiğneyenler onlardır! Onlar için sözkonusu olan azami kardır, insan ve insanlık değil!
YENİ ÇALIŞMA YASASI...
Yeni Çalışma Yasası’nın çıkarılması ve buna
karşı mücadele, Mart-Temmuz ayları döneminde
Fransa’nın esas gündemlerinden biriydi. Sözkonusu
yasa egemenlerin “reform ajandası” dedikleri planın
bir parçasıydı. Bu Çalışma Yasası, daha 2000 yılında
patronların örgütü olan MEDEF tarafından gündeme getirilen yasa değişikliği talebinin yerine getirilmesiydi. Bu süreçte kuşkusuz birçok yasa değişikliği
gerçekleştirildi. Ama egemenler için yetmiyordu!
Başbakan Valls 12 Aralık 2014 tarihinde “2015-2017
Reform ajandası”nı tanıtırken diğer şeylerin yanısıra
şunları da öne çıkardı:
“Dünya değişiyor ve bizi beklemiyor. Fransa bu yeni
gelişmeye ayak uydurmak zorundadır. (...) Fransa’yı
yeniden harekete geçirmek zorundayız. Bu, reforme
etme demektir. (...)Bunu yapmak için Fransızların bizim tarafımızda olmasına ihtiyacımız var, ne yapılmak
istendiği onlara anlatılmak zorundadır. (...)
Fransa önemli üstünlüklere sahip: coğrafik, ekonomik, bilimsel, teknolojik, yaratıcı ve herşeyden önce
insani. Bunlar Fransa’yı Dünya’nın beşinci ekonomik
gücü yapmaktadır. Bu mevkiyi koruyabilmek için, kendisini yeni küresel oyuna uydurmak, kendi işverenlerine kazanç sağlamak, onlara yardım etmek, kaybedilen
oyun sahalarını geri ele geçirmek zorundadır, bununla
yatırım yapabilsinler ve iş alanı sağlayabilsinler. Da-
yanışma ve sorumluluk anlaşmasının anlamı budur.”
Evet, Fransa Başbakanı Valls “reform ajandası”nı
açıklarken kime hizmet ettiklerini, ne yapmak istediklerini açıkça dile getirmektedir. Gerçi Dünya’nın
beşinci ekonomik gücü olma durumunu koruyamadılar ve altıncı sıraya düştüler ama kendilerini “küresel oyuna” uydurmaya ve “Fransa’yı yarının dünyasına hazırlama”ya tüm güçleriyle çalışmaktadırlar.
2015 yılı yaz ayları süresince Çalışma Yasası bağlamında yapılan çalışmalar Haziran ayında kitap formatında tanıtıldı, daha sonra Eylül ayında ise “Araştırma Raporu” adı altında Başbakan Valls’a sunuldu.
Yazarları eski Adalet Bakanı Robert Badinter ve eski
Çalışma Hukuku Profesörü Antoine Lyon-Caen ve
sözkonusu uzmanlar komisyonunun diğer üyeleriydi.
İstisnasız hepsi de sermayedarların çıkarlarının savunucularıydı.
Çalışma Yasası’nın taslağı hazırlandıktan sonra
9 Mart 2016 tarihinde Çalışma Bakanı Myriam El
Khomri tarafından Hükümete sunulacağı ve Hükümet tarafından tartışılıp kararlaştırılacağı haberi
kamuoyuna yansıdı ama Çalışma Yasası tasarısının
görüşmeleri 9 Mart’ta yapılmadı. “Sosyal ortaklar”
dedikleri sendika temsilcileriyle pazarlıklar için iki
hafta ertelendi. Sonuçta 24 Mart 2016 tarihinde Çalışma Bakanı El Khomri tasarıyı Hükümete sundu.
El Khomri daha tasarıyı Hükümete resmen sunmadan önce (Şubat ayı ortalarında), Hükümetin yeniden
Anayasa’nın 49-3. Maddesi’ne başvurabileceğini ilan
ediyordu. Sözkonusu Madde, Hükümete yasa tasarı-
47
panorama
48
sını Ulusal Meclis’te oylama yapılmadan kabul edilmesi hakkını vermektedir. Bunu engellemenin tek
yolu Hükümete karşı gensoru önergesi verip, güvenoyu oylamasında çoğunluğu sağlamaktır. Aksi halde tasarı kabul edilmiş oluyor. 2006 yılında andaki
Başkan Hollande, Anayasa’nın sözkonusu bu maddesini, “Zorbalıktır”, “Demokrasiyi reddetmektir” diye
tanımlıyordu. Bugün ise kendileri bu maddeyi devreye sokmaktadırlar. Çalışma Bakanı El Khomri’nin
açıklaması, esasında egemenlerin bu yasayı çıkarmaya kararlı olduklarının ilanıydı. “Sosyal ortak”larıyla
yapılan görüşmelerde tasarının temel yaklaşımının
değiştirilemez olduğu da açıkça ilan edildi. Sonuçta
kimi kozmetik düzeltmeler yapıldı ama özünde herhangi bir değişiklik yapılmadı.
Medyaya yansıdığı kadarıyla Çalışma Yasası tasarısında öne çıkan kimi saldırılar şunlardır.
Saldırıların başında çalışma saatlerinin, izin kurallarının ve işçilere çıkış vermenin patronların isteklerine uygun olarak esnekleştirilmesi gelmektedir. Örneğin formel olarak haftada 35 saatlik çalışma
süresine dokunulmamaktadır. Önceki yasaya göre
yıllık ortalama hesabına göre haftada 35 saatlik çalışma süresi geçerliydi. Yani bir haftada 35’ten daha
çok saat çalışılabilir ama ortalaması yıllık olarak 35
saati geçmeyecekti. Fazla çalışma saatleri izin kullandırılarak hallediliyordu. Günde en fazla 10 saat olan
çalışma süresi 12 saate kadar ve haftada da 60 saate
kadar uzatılabiliyor. Haftada 35 saatlik çalışma süresi
bir yıl yerine üç yıl olarak hesaplanmaktadır. Buna ek
olarak mesai saatlerinin ücretinin ödenmesi de değiştirilmektedir. Örneğin mesai saatlerine % 25 fazla
ücret ödeme yerine %10 ödenecek.
Patronlar işçileri kendilerinin iş kapasitesine göre
çalıştırma hakkına yasal olarak kavuşmaktadırlar. Bu
da keyfi uygulamayı garantilemektedir. Yani her patron canı istediğinde, sözkonusu işçiye, işçinin istediği tarihte izin vermeyebilir ve haftada 60 saate kadar
çalıştırabilir.
İşine gelmediğini düşündüğü işçiyi, işçileri de, işyerinin ekonomik durumunu, rekabet gücünü artırmayı, yeniden yapılanmayı vb. gerekçe göstererek
işten çıkarabilir. Sözleşmesinin yenilenmesini isteyen
işçiler de kendilerini kapıdışında bulabilecekler... İşyerinin durumunu gerekçe gösteren “haksız işten
çıkarmalar” konusundaki düzenlemede ise, eskiden
ödenecek tazminat alt sınır olarak belirlenirken, şimdi üst sınır belirlenmektedir. Eskiden alt sınır en az
altı aylık ücretin ödenmesini içerirken, şimdi basa-
maklı üst sınır belirlenmektedir. En az iki sene çalışanlara üst sınır üç aylık ücrettir. Yani üç aylık ücret
yerine bir aylık ya da iki haftalık ücretin tazminat
olarak ödenmesi mümkündür. İki ile beş sene arası
çalışanlara altı aylık, yirmi sene çalışanlara da en fazla onbeş aylık ücret tazminat olarak öngörülmektedir.
Sendikal temsile ya da toplu sözleşmelere saldırılar
da genişletilmekte ve esasında İşyeri Temsilciliği ile
pazarlık alanını genişletme temelinde, sendikaların
sözkonusu iş dalında (branşta) toplu sözleşme yapmasının temeli oyulmaktadır. Örneğin herhangi bir
branşta sendika ile işverenler arasında kabul edilen
ve geçerli olan toplu sözleşme, işyerinde, herhangi bir
şirkette İşyeri Temsilciliği ile yapılan anlaşma tarafından devredışı bırakılmaktadır. Her işyerine özgü
bir sözleşme gündeme getirilmektedir. Bu da esasında işçilerin sendikal örgütlülük temelindeki birliğini
de ortadan kaldırmaktadır. Aynı şekilde sözkonusu
işyerinde işçilere daha fazla baskı yapılmasının ortamı sağlanmakta, patronun taleplerini yerine getirmeyenlerin işten atılması kolaylaştırılmakta ve sonuçta
patronların keyfi yönetimi egemen kılınmaktadır.
Böl parçala, hükmet prensibi, burada kendisini farklı
biçimde gündeme getirmektedir.
Tüm bu konularda durum daha detaylı ortaya konabilir. Ama özde bir şey değişmiyor. Yeni Çalışma
Yasası işçilere, emekçilere toptan saldırı yasasıdır.
Egemenler o kadar sahtekar ki, tüm işçi düşmanı
saldırılarının üzerini örtmek için, “işçiler lehine kuralların genişletilmesi” adı altında kimi değişiklikler
yapmaktadırlar. Örneğin işçiler isterse maaşlarının
digital olarak hesaplanması, ödenmesi işlemi yapılabilecek... Ya da işçiler rizikolu meslekler dışında mecburi sağlık kontrolünden feragat edebilirler. Hatta ve
hatta, iş saatleri dışında, işle ilgili e-posta yazışmalarını takip etmek zorunda değiller!!! Ne büyük bir hak
değil mi? İş saatleri dışında iş yapmama hakkı veriliyor! Önce çalışma koşulları iyice kötüleştiriliyor, iş
saatleri dışında da işle ilgili e-posta üzerinden çalışmaya zorlanıyor, sonradan da bu zorunluluk ortadan
kaldırılarak işçilere, bakın sizin durumunuzu iyileştiriyoruz!!! diyerek genel saldırıların üzeri örtülmeye
çalışılıyor!
...VE BU YASAYA KARŞI MÜCADELE
Çalışma Yasası’nın taslağı hazırlanıp 9 Mart 2016
tarihinde Çalışma Bakanı Myriam El Khomri tarafından Hükümete sunulacağı ve Hükümet tarafından tartışılıp kararlaştırılacağı haberi kamuoyuna
da ise esas zayıflık, sözkonusu grevlerin birbirinden
bağımsız ve kısa süreli olmalarıydı. Kimi grevler ise
devletin kolluk güçleri tarafından baskıyla, zorla engellendi. Grevlerin daha güçlü olmasını engelleyen
esas faktör, tüm protesto çağrılarına rağmen sendikaların “sosyal ortaklık” siyaseti ve buna bağlı olarak
grevleri bir genel greve dönüştürmekten kaçınmalarıydı. Genel grevin lafı edildi ama kendi aralarında
anlaşamadılar. İşçiler için işi zora sokan durumlardan biriyse, Fransa’da grev süresince işçilerin herhangi bir ücret/ maaş almama durumuydu. Onlar
için her grev günü aynı zamanda kaybedilen gelir
anlamına geliyordu. Bu olgu işçilerin durumunu zora
sokuyordu ama yapılan dayanışma kampanyalarıyla
yüzbinlerce Avro’nun toplandığı gerçeği gözönüne
alındığında, esas engelin sendikaların yönetimleri olduğu ortaya çıkmaktadır.
Mayıs ayı ortalarından itibaren “gece ayakta” eylemlerine katılım gerilemeye başladı. Temmuz ayı
başlarından itibaren “yaz tatili” gerekçe gösterilerek
protesto eylemleri de düşük seviyeye indirildi. Buna
göre son durum, yaz tatili süresince düşük katılımlı
ve yerel protesto eylemlerinin sürdürülmesi, Ağustos
ayı sonunda sendikaların temsilcilerinin biraraya gelerek sonraki eylemler konusunda tavır belirlemesi ve
15 Eylül için 14. “ulusal çapta eylem”in gerçekleştirilmesi konusunda tutum belirlenmiştir. 15 Eylül’deki
eylemde artık tasarının değil yasanın geri alınması
için mücadele sözkonusudur.
EGEMENLERİN PROTESTOLARA TEPKİLERİ...
Yasa tasarısına karşı çıkanların verdiği bilgilere göre
Fransa’da halkın çoğunluğu bu tasarıya karşıdır. Hükümet ve patronların temsilcileri ise karşı çıkanları
“küçük bir azınlık” olarak gösterme taktiğine başvurdu. Başbakan Valls 17 Mayıs’ta protestocuları kriminalize etme taktiğini tehditlerle birleştirerek protestocuların “demokrasiyi sevmediklerini, kurallarına
uymadıklarını” anlatarak onların “devletin, polisin
ve adaletin en büyük kararlılığıyla karşılaşacakları”nı
ilan etti. Valls protestolara katılan sendikaları, özellikle de CGT’yi eleştirirken, “kendi azınlık tutumları
için halkı rehin aldılar” tavrını takındı ve daha sonra
ise sendikalara büyük protestoları sonlandırma çağrısını yapmaktan geri kalmadı. Patronların örgütü
MEDEF’in Başkanı Pierre Gattaz da, protestocuları
“teröristler”, “dolandırıcı” olarak damgaladı.
14 Haziran’daki eylemlerde polisin eylemcileri te-
panorama
yansıdıktan sonra, yavaş yavaş da olsa protesto etme
çağrıları ve protesto eylemleri gündeme geldi. Yasa
tasarısını protesto etmek için ilk çağrı gençlik ve öğrenci birlikleri tarafından yapıldı. Gençler, öğrenciler
9 Mart’ta protestolara çağrı yaparken, 23 Şubat 2016
tarihinde biraraya gelen sendika konfederasyonları
ve toplu sözleşme yapma hakkı olmayan kimi küçük
sendikal örgütlerin temsilcileri ortak bir karar alamıyordu. Fransa’nın en güçlü sendikası olduğu söylenen
CGT (Genel İşçi Konfederasyonu) 31 Mart’ta protestoya çağrı yaptı. Tartışmalar, eleştiriler, sendikaların
önemli bir kesiminin 9 Mart’taki eyleme destek vermesini ve katılımını beraberinde getirdi. Böylece 9
Mart 2016 tarihi protestoların başlangıcı olarak kabul
edildi. 31 Mart’ta yapılan eylemlerle birlikte “Meydan
İşgali Hareketi” de denen protesto eylemleri de gündeme geldi. Bu eylemler Türkçeye “Gece ayaktayız”
ya da “Gece ayakta” diye çevrildi. Bu eylemciler son
yıllarda yaşanan “İşgal et” hareketinden etkilendiklerini ve Çalışma Yasası tasarısına karşı protestolarını
bu eylem biçimiyle de göstermeye çalıştıklarını ifade
etmekteydiler.
Çalışma Yasası tasarısının geri alınması için verilen mücadele, değişik alanlarda ve değişik eylem
biçimleriyle yürütüldü. Grevler, yürüyüşler, mitingler, blokade eylemleri ve “gece ayakta” eylemleriyle
meydanların işgali vb. vb. eylem biçimleri gerçekleştirildi. Sendikaların tümü bu protestolara katılmadı.
Örneğin sağ sosyaldemokrat olarak değerlendirilen
ve Fransa’nın ikinci güçlü sendikası olduğu belirtilen
CFDT (Fransa Demokratik İşçi Birliği /Federasyonu)
ve CFTC (Fransa Hristiyan İşçiler Birliği/ Federasyonu) gibi sendikalar protestolara katılmadı.
Sendikaların gençlik ve öğrenci birlikleri ve “gece
ayakta” eylemcileri, Mart ile Temmuz aylarında değişik tarihlerde “ulusal çapta eylem” adını verdikleri
13 (onüç) protesto eylemi, yürüyüş ve miting gerçekleştirdiler. Yasa tasarısının geri alınması için birçok iş
dalında grevler de gerçekleştirildi. Demiryolları iletişiminden, uçuş kontrol görevlileri ve pilotlara kadar,
çöplerin toplanmamasından enerji dalından özellikle
rafinerilerde ve atom santrallerindeki grevlere kadar,
rıhtım çalışanlarının grevlerinden özellikle gençlerin
otoyolları ve garları bloke etme eylemlerine kadar değişik protestolar gerçekleştirildi.
“Ulusal çapta eylem”lere onbinlerce insan katıldı.
Katılımın en yüksek olduğu eylem ise 14 Haziran’da
gerçekleşti. Kimi verilere göre 1,3 Milyon ile 2 milyon
arası insan protestolara katılmıştı. Grevler bağlamın-
49
panorama
50
rörize ve kriminalize etme yönlü saldırılarından
kaynaklı yaşanan kimi çatışmalar bahane edilerek
protesto eylemlerinin yasaklanması gündeme getirildi. 21 Haziran’ı 22 Haziran’a bağlayan gece/sabah,
Paris’te 23 Haziran için örgütlenen protesto yürüyüşünün yasaklandığı ilan edildi. Bu yasak ilanı, Cezayir savaşından sonra, 1962’den beri Fransa’da sendikaların desteklediği bir yürüyüşün yasaklanmasının
ilk örneğiydi. Protestolar karşısında geri adım atılmak zorunda kalındı ve İçişleri Bakanı eyleme izin
verildiğini açıkladı. Bu karar sendika temsilcileriyle
yapılan görüşmelerden sonra verildi. Ama sözkonusu
izin, yürüyüş rotasının gidişinin 500 metre, toplam
gidiş-dönüş rotasının 1,5 kilometrelik bir izinle sınırlıydı. Sendika temsilcileri bu uzlaşmayı utanmazca
“eylem hakkının kullanılması” ve bir başarı olarak
lanse ettiler. 23 Haziran’daki yürüyüş kimi gazeteciler tarafından haklı olarak “kafes yürüyüşü” olarak
adlandırıldı. Bastille Meydanı’nda yapılacak yürüyüşe katılımları engellemek için meydanın çevresini daire biçiminde saran dört ayrı noktada sıkı kontroller
yapıldı, meydana yakın iki metro istasyonu kapatıldı
ve yüzlerce insanın katılımı engellendi. Tüm terörize
etme uygulamalarına karşın eyleme 60.000 kadar insanın katıldığı belirtildi. Tarafların karşılıklı olarak
eylemcilerin sayısını yüksek veya düşük gösterdiği
bir durumda katılımın 30 ile 40 bin arasında olduğu
öngörülebilir.
Eylemlerde kolluk güçlerinin yoğun saldırıları hemen her seferinde gündemdeydi. Sıkıyönetimin uygulanması pratikte kendisini protestoculara karşı sert
biçimde gösteriyordu.
Bu arada 10 Haziran ile 10 Temmuz tarihleri arasında yapılan Avrupa Futbol Şampiyonası da bahane
edilerek “güvenlik önlemleri” yoğunlaştırıldı. Maçların oynanacağı 10 şehirde toplam 103.000 polis, asker, özel güvenlik güçleri vb. görevlendirildi. Fransa
İçişleri Bakanı futbolseverlere politika hakkında konuşmayı bile yasaklamaya çalıştı. Davranış kuralları
olarak açıklanan tavırda, futbolseverlerden, “politik,
ideolojik, hakaret eden ve ırkçı söylemlerden” kaçınmaları talep ediliyordu. Protestolar sonrasında bu
ifade “hakaret edici, ırkçı, seksist ve dinci” mesajlar
vermeme biçiminde değiştirildi.
TASARININ YASALAŞTIRILMASI
Egemenlerin Çalışma Yasası’nı çıkarmakta kararlı
olduklarını yukarıda yazdık. Bu kararlılık tüm protestolara rağmen geriletilemedi. Başbakan Valls, 10
Mayıs’ta Ulusal Meclis’te tasarının ele alınması gündemdeyken Anayasa’nın 49/3. Maddesi’ni işleme koydu. Bunun gerekçesini açıklamaya çalışırken “çünkü
bu reform sonuçlandırılmak zorundadır, çünkü bu
ülke ilerlemek zorundadır” tavrını takındı. Bu maddenin işletilmesine karşı gensoru önergesi verildi ve
12 Mayıs’ta yapılan güvenoyu oylamasında çoğunluk
sağlanamadığı için tasarı kabul edilmiş oldu.
Tasarının yasalaşması için Senato’nun ve ondan
sonra da Başkan’ın onayı gerekiyordu. Senato 28
Haziran’da kimi değişiklikler yaparak tasarıyı onayladı. Buna bağlı olarak tasarının Ulusal Meclis’te
yeniden ele alınması gündeme geldi. Tasarılar farklı
olduğu için Başkan tarafından onaylanması sözkonusu değildi. Ulusal Meclis 5 Temmuz’da toplandığında, daha oturumun başlangıcında Başbakan Valls
Anayasa’nın 49/3. maddesini uygulayacağını ilan etti.
Gensoru verilip verilmeyeceğinin ortaya çıkması
için bir gün zaman geçmesi gerekiyordu. Bu sefer de
“sol” kesim (içlerinde FKP, yeşilciler ve kimi sosyaldemokrat milletvekillerinin bulunduğu “sol”) gensoru için gerekli olan 58 imzayı toplayamadı (56 imza
toplandı) ve gensoru veremedi. Sarkozy’nin partisi ve
genelde “tutucu” olarak adlandırılanlar ise bu sefer
gensoru vermedi. Bunun sonucunda 6 Temmuz’da
tasarı yeniden kabul edilmiş oldu. Kabul edilen tasarı, Senato’nun değiştirdiği tasarı değil, hükümetin
tasarısıydı. Yapılan kimi kozmetik değişikliklerle 21
Temmuz’da yapılan oylamayla tasarının kabul edildiği bir kez daha ilan edildi.
Kimi milletvekillerinin Anayasa Mahkemesi’ne
başvurusu sonucunda Anayasa Mahkemesi, Hükümetin yaptığının Anayasa’ya uygun olduğunu belirterek onayladı. Başkan Hollande’nin de onaylaması
ve 8 Ağustos’ta resmi gazetede yayınlanmasıyla yeni
Çalışma Yasası yürürlüğe girdi.
Sendikalar ve diğer protestocu kesimlerin 31
Ağustos’tan itibaren yapmayı planladıkları protestolarla bu yasayı geri aldırmalarının mümkün olup
olmadığı, protestoların ne kadar tutarlı ve güçlü olduğuna, katılımcıların gücüne ve militanca mücadelesine bağlıdır. Verilere ve gidişata bakıldığında bu
yasanın geri alınmayacağını, egemenlerin işçilere,
emekçilere karşı saldırılarını sürdürmekte kararlı
olduklarını tespit etmek -üstüne üstlük protestolara,
mücadeleye önderlik edecek devrimci, komünist bir
önderliğin olmadığı koşullarda-, gerçeğe daha yakın
görünüyor.
21.08.2016
panorama
REFERANDUMDAN
“AB’Ye
HAYIR” ÇIKTI!
-BÜYÜK BRİTANYA-
İster Brexit kararı işleme konsun, isterse de halkın çoğunluğunun iradesi hiçe
sayılarak AB üyesi olarak kalmaya karar verilsin – ki bu olasılık var olsa da,
gerçekleşmesi olasılığı düşük görünüyor-, her iki durumda da işçilere ve emekçilere
saldırılar devam edecektir. Bu olasılıklara dikkat çektikten sonra referandumun
sonucunun açığa çıkmasından sonraki kimi gelişmelere kısaca bakabiliriz.
Adına Brexit de denen Büyük Britanya’nın Avrupa
Birliği’nden çıkması meselesi hakkındaki tartışmalar
son birkaç yılda sık sık gündeme geldi. Büyük Britanya ile AB’nin diğer ülkeleri arasındaki çelişkiler,
AB’yi ilgilendiren kimi önemli konularda her seferinde gündemdeydi. Örneğin Büyük Britanya Avro’yu
kendi para birimi olarak kabul etmedi ve böylece
Avro Bölgesi denen bölgeye dahil olmadı. Şengen
Anlaşması’nı kabul etmedi. “Fiskalpakt” dedikleri ve
öncelikle mali konuları ilgilendiren anlaşmayı onaylamadı vb. vb.
Bunlara karşın özellikle ekonomi alanında neoliberalizmin kimi temel yaklaşımlarını içeren, sermayedarların daha yoğun sömürüsüne ve karlarına hizmet
eden konularda, örneğin AB içpazarında metaların,
hizmet sektörüne ait hizmetlerin, sermayenin ve “insanların”, gerçekte ise meta olarak işgücünün “ser-
best” dolaşımı konusunda diğer emperyalist güçlerle
-özellikle Almanya ile- aynı konumdaydı.
AB’nin iç pazarında “dört temel özgürlük” dedikleri işçileri emekçileri daha fazla sömürme, soyma
siyaseti Büyük Britanya’nın egemenleri tarafından
sınırlamasız uygulandı. Bunun sonucunda, ucuz işgücü olarak hesaplanan AB içpazarındaki işgücünün
serbest dolaşımı sonucunda en az 3 milyon işçinin
Büyük Britanya’ya göçü gerçekleşti. Ucuz işgücü ile
tekeller, holdingler kasalarını şişirirken, yerli işçiler
arasındaki işsizlik oranı da giderek yükseldi, ücretleri
azaldı, yaşam koşulları giderek kötüleşti.
Milliyetçi, ırkçı kesimler, kapitalist-emperyalist sistemin yol arkadaşı olan işsizliği, işçilerin, emekçilerin
sömürülmesi olgusunu, sanki AB’ye üye olmaktan
kaynaklıymış gibi göstererek Büyük Britanya işçilerini, emekçilerini, genelde yabancı kökenli ama özel-
51
panorama
52
likle de AB’nin diğer ülkelerinden gelen işçilere karşı
milliyetçi, ırkçı siyaset temelinde kışkırttı ve işsizliğe,
yaşam koşullarının kötüleşmesine karşı çözümü, Avrupa Birliği’nden çıkmak olarak sundular.
Kendisine “sol” diyen kesimler, örneğin Britanya
Komünist Partisi, AB’ye karşı sendikacılar ve kimi
sosyal demokratlar da haklı olarak AB’nin büyük
sermayenin çıkarlarını temsil ettiği için AB’ye karşı
çıktılar. Bu haklı karşı çıkış ama doğru bir siyasetle
birleştirilemedi. “Ulusal bağımsızlık” adına, Büyük
Britanya egemenlerine karşı davranma adına devrim
propagandası yapmadan Brexit savunuculuğunu yapma konumuna düştüler. Esas mücadeleyi “kendi” sömürücülerine karşı, onların iktidarını yıkmaya değil,
AB’ye karşı yönelttiler. Kuşkusuz emperyalist bir birlik olan AB’ye karşı mücadele etmek doğrudur, doğruydu, ama bu mücadele, Büyük Britanya egemenlerinin iktidarını devrimle yıkma mücadelesine bağlı
olarak ele alınmadığı için yanlış bir konuma düşüldü.
İşsizliğin, ücretlerin düşmesinin, yaşam koşullarının kötüleşmesinin esas sorumlusu olarak sömürü
düzeni değil de AB gösterildiği koşullarda ırkçı faşist
UKİP (Birleşik Krallık Özgürlük Partisi) AB’ye karşı propaganda da giderek güç kazandı. 7 Mayıs 2015
tarihinde yapılan parlamento seçimlerinde aldığı oy
baz alındığında, Muhafazakar (Tories) ve İşçi Partisi (Labour) ardından üçüncü güçlü parti konumuna
geldi.
Daha 2013 yılında Muhafazakar’ların lideri ve Başbakan Cameron, gelecek seçimlerde (Mayıs 2015) yeniden seçilebilmek için, halka yeniden seçildiğinde
Avrupa Birliği’nden çıkıp çıkmama hakkında referanduma gideceği sözünü verdi. 7 Mayıs 2015 tarihinde yapılan parlamento seçimlerini Muhafazakar’lar
kazandı ve Cameron başbakanlık görevini sürdürdü.
Cameron verdiği sözü tuttu ve AB üyesi olarak kalıp
kalmama konusunda referandumu gündeme getirdi.
17 Aralık 2015 tarihinde Kraliçe Elizabeth’in onayıyla karar resmileştirildi. Referandum tarihi ise 23 Haziran 2016 olarak belirlendi.
Referandum tarihi belirlendikten sonra bu konudaki tartışmalar da yoğunlaştı. Hükümet AB yanlısı tavır takınırken, Muhafazakar milletvekillerinin
önemli bir bölümü de UKİP gibi Brexit yanlısıydı.
İşçi Partisi ise önceden sahip olduğu AB karşıtı tavrını, kendi içindeki çelişkiler nedeniyle değiştirerek AB
yanlısı tavır takındı. Sözkonusu çelişkiler çekingen
bir AB yanlısı propagandaya yolaçtı. Tartışmalar sadece Büyük Britanya’da değil AB çerçevesinde ve AB
ile ilgilenen AB dışındaki kesimler tarafından da yürütüldü. AB yanlısı kesimlerin propagandaları, esas
olarak işçileri, emekçileri Avrupa Birliği’nden çıkarsanız durumunuz çok kötüleşir diyerek korkutmak,
tehdit etmek temelinde yürütüldü. Bu propagandaların da temel yaklaşımı, sömürü düzeninin işçilere,
emekçilere düşman karakterinin üzerini örtmekti.
Böylece hem AB yanlıları hem de karşıtları -farklı sonuçlara varsalar da- ortak bir noktada birleşiyorlardı:
Sömürü düzenini savunmak!
Hükümet 14 sayfalık broşürle -broşür Britanya çapında her eve gönderildi- AB içinde kalmanın “yararlarını” propaganda etti. Britanya Sendikalar Birliği (TUC) ise üyelerine gönderdiği yazı/ mektupla, AB
içinde kalmanın prpagandasını yaptı ve Brexit durumunda işçilerin durumunun kötüleşeceğini, izin
parasının, ebeveyn zamanı süresince ödenen paranın
kesileceği, işyerlerinin daha çok saldırıya maruz kalacağı, işsizliğin yükseleceği tehditlerini yaygınlaştırdı. Brexit’ten yana olan sendikalar ise Demiryolları
Sendikası RMT ile Fırıncılar Sendikası BFAWU idi.
ABD’nin kimi temsilcileri de Britanya halklarına
Brexit’e karşı olma, AB içinde kalmaya karar vermeleri çağrısı yaptı. Sözkonusu çağrıda “ABD ile birlikte
jeopolitik ve ekonomik olarak önümüzdeki yıllarda
meydana gelecek meydan okumalarla başa çıkmak
için” “güçlü ve birleşik bir Avrupa’ya ihtiyaç vardır”,
Brexit durumunda “Büyük Britanya’nın dünyadaki
nüfuzu azalır ve Avrupa tehlikeli biçimde zayıflar”
vb. düşünceler savunuldu. Brexit’i engellemek için
AB yanlılarına destek olarak en az 8 Milyon Sterlin
“bağış”ladılar.
AB içindeki AB yanlıları, özellikle de atanmış yöneticileri ise, Brexit’in gidilebilecek bir yol olarak
kimi diğer AB üyesi devletlere -Hollanda, Danimarka, Polonya vd.- örnek olmasını engellemek için ellerinden geleni yapmaya çalıştılar. Kimileri Brexit
durumunda AB’nin geleceğinin tehlikede olduğunu,
bunun için de Brexit’in engellenmesi gerektiğini açıkça propaganda etti. Emperyalist Alman devletinin savunucuları da Büyük Britanya’nın Almanya’nın ekonomisi için ve neoliberal siyasetin AB içinde egemen
kılınmasında çok önemli bir partner/ ortak olduğunu
savundular. Buna paralel olarak Brexit durumunda
en fazla kayıp yaşayacak devletin Büyük Britanya
olduğu, örneğin AB’nin iç pazarındaki “dört temel
özgürlük”ten (metaların, hizmetlerin, sermayenin
ve işgücünün serbest dolaşımı) yoksun kalınacağı da
yaygın biçimde propaganda edildi. Hatta Brexit du-
panorama
rumunda İskoçya’nın ve Kuzey İrlanda’nın Büyük
Britanya’dan ayrılmaya karar vereceği de tehditkar
biçimde hatırlatıldı... Kimi Alman medya mensupları ise Almanya’nın emperyalist karakterinin üzerini
örtmek ve sosyal bir devlet olarak göstermek için Büyük Britanya’yı, “Büyük Britanya için her şeyden önce
ekonomik çıkarlar sözkonusudur” biçiminde suçladılar. Böylece AB’nin, özellikle de Alman emperyalizmi
için ekonomik çıkarların sözkonusu olmadığı yalanını yaygınlaştırmaya, kitlelerin bilincini karartmaya
çalıştılar. Bu arada muhafazakarından sosyaldemokratına kadar birçokları, emperyalist AB projesini bir
“barış projesi” olarak kitlelere yutturmaya çalıştılar
ve Brexit durumunda bu projenin tehlikeye gireceğini empoze ettiler.
AB yanlısı olan kimi medya mensupları, Büyük
Britanya’nın AB üyeliği sürecinde ortak bir yaklaşım
geliştirmenin, entegrasyonun önünde engel tavırlar
takındığı yönlü değerlendirmelerini, Brexit’in AB’nin
entegrasyonu için bir şans olabileceğini, böylece ortak bir dış siyasetin de oluşturulabileceğini savunmaya kadar vardırdılar.
Tüm bu tartışmalar, propagandalar arasında
AB’nin andaki dayatmacı, bürokratik vb. konumunu
eleştiren ama Brexit’e de karşı olan ve “Bir başka Avrupa mümkündür” adı altında ittifak kuran bir kesim
de vardı. Bunlar Büyük Britanya “sol”u içindeki kimi
kesimlerden Yunanistan’ın eski Maliye Bakanı Gianis
Varoufakis’e, Almanya’da Sol Parti’nin (Die Linke)
temsilcilerine kadar, kısacası AB üyesi ülkelerde “sol
reformist” kesimi oluşturanlardı.
Bunlara göre AB’nin kendisini reforme etmesi gerekir. Üye ülkelere, örneğin Troika gibi baskı yapan
bir yapılanmaya son vermesi, katı tasarruf siyasetini
değiştirmesi gerekir. İşçilerin, emekçilerin durumunu daha da kötüleştirme yerine “adil önlemler” alması gerekir vb. vb. Sonuçta emperyalistlerin işçiler,
emekçiler üzerindeki baskı ve sömürü araçlarından
biri olan AB’nin reforme edilebileceği ve sömürü
düzeninin varlığını sürdürdüğü koşullarda “insani”
“adil” bir Avrupa’nın mümkün olduğunun propagandasını yapmaktadırlar. Bunların sömürü düzeninin
“sol”dan savunucuları olduğu açıktır. İşçi ve emekçi
kitleleri bu reformist propagandayla düzene bağladıkları bir durum sözkonusudur.
Referandumdan önce durum kısaca böyleydi. So-
53
panorama
54
nuç hakkındaki tahminler esasta az bir farkla da
olsa AB yanlısı kesimlerin referandumu kazanacağı,
Büyük Britanya’nın AB üyesi kalacağı yönündeydi.
Hatta 23 Haziran akşamı referandumun ilk tahmini açıklamasında oyların %52’sinin AB’den yana
%48’inin Brexit’den yana kullanıldığı haberi verildi.
Brexit yanlısı ırkçı faşist UKİP lideri Nigel Farage bile
referandum günü AB yanlılarının kazanacağını açıklıyordu...
REFERANDUM VE SONUCU
Referanduma katılma hakkına sahip, kayıtlı seçmen sayısı 46,5 milyon olarak açıklandı. Seçme
hakkına sahip öğrenci kesimin %30’unun (600.000
kadar) kayıt yapmadığı da verilen haberler arasındaydı. Referanduma katılım oranı %72,2 idi. %51,9’luk
oranla Brexit kararı verildi. AB yanlılarının oy oranı
%48,1’de kaldı. Buna göre tam sayı olarak yazıldığında, 17.410.742 seçmen Brexit’ten yana, 16.141.241 seçmen de Brexit’e karşı oy kullanmıştı.
Kalifiye işçilerin, işçilerin ve dar gelirlilerin %64’ü
Brexit’ten yana oy kullanmıştı. Orta tabakanın alt
kesimi olarak sayılanların da %51’i Brexit’e oy vermişti. Üst tabaka ve orta tabakanın üst kesimi olarak sayılanların %57’si Brexit’e karşı oy kullanmıştı.
Bu veriler sınıfsal olarak hangi tabakanın Brexit’ten
yana hangi tabakanın Brexit’e karşı olduğunu bilmek
için önemlidir. Üst tabakanın, yani burjuvazinin çoğunluğu AB yanlısıdır. Ve bu olgu hükümetin Brexit
kararını işleme sokup sokmayacağı konusunda gözönüne alınması açısından önemlidir.
24 Haziran sabahı, oyların sayılması işi bittiğinde
seçmenlerin çoğunluğunun Büyük Britanya’nın AB
üyeliğinden çıkmasından yana tavır belirlediği kesinleşmişti. Fakat bu sonuç bağlayıcı değildi. Yani
bu sonuçla otomatikmen AB üyeliğinden çıkma sözkonusu değildir. AB üyeliğinden çıkmak için hükümetin Lizabon Anlaşması gereği çıkış kararını yazılı
olarak AB’ye, tabii ki yetkili kurumlarına, bildirmesi
gerekiyor. Bu bildirim yapıldıktan sonra “boşanma”
işlemleri başlatılıyor ve bu süreç en az iki sene sürüyor. Tarafların oybirliğiyle bu süreç daha da uzatılabiliyor. Formel işlem böyledir.
Fakat bu işlemin başlatılıp başlatılmayacağının garantisi yoktur. Örneğin Büyük Britanya Hükümeti
parlamentoda yapılacak bir oylamayla referandumun
sonucunu “ulusal çıkarlar” adına kabul etmediğini ve
AB’ye çıkış bildiriminde bulunmayacağı yönünde karar verebilir.
Mesele bunu yapacak hükümetin, somutta da Muhafazakar Parti’nin bunu göze alıp alamayacağıdır.
Bu konuda bir yandan AB yanlısı egemen kesimlerin
çıkarlarının savunulması, diğer yandan da bir dahaki seçimlerde oy kaybının göze alınıp alınmaması
önemli rol oynamaktadır. Anda görünen, Brexit kararını sürüncemede bırakma, gelişmelere göre karar
verme yönündedir. İşlemi başlatma sürecini uzatma
taktiğine rağmen Brexit kararı işleme konduğunda
ise, egemenlerin karlarını güvenceye alabilmek için
pazarlıklar yapmaya, buna uygun anlaşmaları sağlamaya çalışmak yönünde bir gelişme yaşanacaktır.
İster Brexit kararı işleme konsun, isterse de halkın
çoğunluğunun iradesi hiçe sayılarak AB üyesi olarak kalmaya karar verilsin – ki bu olasılık var olsa
da, gerçekleşmesi olasılığı düşük görünüyor-, her iki
durumda da işçilere ve emekçilere saldırılar devam
edecektir. Bu olasılıklara dikkat çektikten sonra referandumun sonucunun açığa çıkmasından sonraki
kimi gelişmelere kısaca bakabiliriz.
KİMİ TAVIRLAR, GELİŞMELER...
Referandumun sonucu belli olduktan sonra Başbakan Cameron “İngiliz halkı AB’den çıkma kararı verdi ve bu karara saygı gösterilmeli. İngiliz halkı başka
bir yol izlemek için çok açık bir karar aldı. Ülkeyi bu
yola sokacak yeni bir liderliğe ihtiyaç var. Bence Ekim
ayındaki Muhafazakar Parti kongresinde yeni bir başbakana sahip olmayı hedeflemeliyiz.” (Hürriyet, 25
Haziran 2016) diyerek istifasını açıkladı.
Buna bağlı olarak Cameron’un yerine geçecek kişinin kim olacağına yönelik tartışmalar gündeme
geldi. Referandum öncesinde yoğun bir Brexit yanlısı
propaganda yapan Boris Johnson başbakanlığa aday
olmayacağını açıklayınca yeni isimler ortada dolaşmaya başladı. Aday olanların ikisi kısa sürede geri
çekilince geriye tek aday kaldı: Theresa May! Theresa May son altı senenin İçişleri Bakanı idi. Başka
adayın olmaması durumu ve AB yetkililerinin bir an
önce yeni başbakanı belirleyin ve çıkış bildirimini
yapın yönündeki dayatmaları üstüste binince, yeni
başbakanın belirlenmesi için Muhafazakar Parti’nin
Ekim ayındaki kongresine kadar beklenilmedi. May
13 Temmuz 2016 tarihinde başbakanlık görevini
Cameron’dan devraldı ve 14 Temmuz’da da yeni hükümeti kurdu. Yeni hükümette başbakanlığa aday olmayan Brexit’ci Boris Johnson Dışişleri Bakanı oldu.
Bu durum, kimi AB yetkililerinin tepkisini çekti. Bu
tepkiler, Büyük Britanya yetkililerince Boris Brexit
AB’nin başını çeken emperyalist güçlerin temsilcileri “çatlak ses” istemiyordu. Brexit’e karşı katı tutum
takınarak yeni çıkış referandumları yanlısı tavırları
engellemeye çalıştılar ve şimdilik başarılı görünüyorlar. Merkel”AB’nin Büyük Britanya’nın çıkışını kaldırabilecek güçte” olduğunu ve “Bir ülkenin AB ailesinin bir üyesi olmak istemesiyle istememesi arasında
hissedilebilir bir fark olmak zorundadır ve olacaktır.”
tavrını takınarak, Brexit’e karar verdiyseniz bunun
ceremesini de çekersiniz dercesine, Brexit görüşmelerinde de sert davranacaklarını ilan ediyordu.
Bu tartışmalar, tepkiler arasında öne çıkan iki gelişme de şöyleydi: Referandumun hemen ertesinde
Almanya ve Fransa Dışişleri Bakanları’nın ortak bir
tavrı kamuoyuna açıklandı. Sözkonusu tavrın başlığı “Güvensiz bir dünyada güçlü bir Avrupa” idi. Bu
tavırda AB’nin uluslararası düzeyde dünyayı yeniden paylaşımda gerekli gördükleri ve çıkarları için
başka ülkelere müdahale edebilecek sürekli bir AB
Ordusu’nun ideolojik gerekçelendirmeleri sözkonusuydu. Açıkça militaristleşme savunulmaktaydı.
Bu düşünceler kamuoyuna yansıdığı dönemde 2829 Haziran’da Brüksel’de yapılan toplantıda 2003
yılında kabul edilen “Avrupa Güvenlik Stratejisi”nin
(ESS) yerine geçirilen ve bu sefer adı “AB-Küresel
Stratejisi” (EUGS) olarak konan strateji kabul edildi.
Kısacası Brexit tartışmaları arasında AB’nin daha da
militaristleşmesinin kararı alındı. Bu da, kimileri tarafından şimdiye kadar Büyük Britanya’nın bu konuda engel çıkardığı ve Brexit’in bunun için fırsat olarak kullanıldığı biçiminde yorumlandı.
Gelişmelerin hangi yönde olacağını göreceğiz. Brexit konusunda söylenmesi gereken esas şey, bu olgunun, bir kez daha, AB’nin emperyalistlerin bir ittifakı
olduğunu, bunun görece uzun sürmesine rağmen geçici bir ittifak olduğunu, bu ittifaktan çokca propaganda edildiği gibi “Birleşik Avrupa Devletleri” diye
bir devletin çıkmayacağını gösterdiğidir.
Britanya Komünist Partisi’nin (KPB) Brexit kararının Büyük Britanya’nın egemen kapitalist sınıfına karşı, onların emperyalist müttefiklerine, AB’ye,
ABD’ye, İMF’ye ve NATO’ya karşı yönelen bir şamar
olduğu yönlü değerlendirmesi ise gerçeklerin tersyüz
edilmesidir. Bu yaklaşımla ve komünist olma adına
Brexit’i selamlamak da yanlış bir siyasetin sonucudur. Avusturya Komünist Partisi (KPÖ) ve Alman
Komünist Partisi (DKP) gibi örgütler de KPB gibi
yanlış tavır takınanlar arasındaydı.
23.08.2016
panorama
görüşmelerini yürütmeyecek, bu görüşmeler için özel
bir bakanlık oluşturduk ve AB’nin bu görüşmelerde
muhatabı David Davis olacak vb. açıklamalarla dindirilmeye çalışıldı.
İşçi Partisi (Labour) cephesinde ise andaki “solcu”
diye lanse edilen parti lideri Jeremy Corbyn’e karşı
açık bir mücadele başladı. Muhalefet Corbyn’i “işçi sınıfını AB üyesi olarak kalma konusunda ikna etmek
için yeteri kadar çaba” göstermedi diye suçlamaktadır. Brexit’ten çok kendi kendileriyle uğraşmaktadırlar.
Sermayedarların savunucusu Financial Times’ın
şef ekonomisti ise yazdığı makalede Brexit’i “Büyük
Britanya’nın savaş sonrası tarihinin en kötü olayı” ve
“21. yüzyılın köylü isyanı” olarak değerlendirdi.
Yeni kurulan hükümet de, Başbakan May da AB
yetkililerinin tüm baskılarına rağmen, Brexit bildirimini ne zaman yapacaklarına kendilerinin karar
vereceğini, 2016 yılında bildirimin yapılmayacağını
açıkladı.
Borsa veya mali cephede ise Brexit’e ilk tepki olumsuz oldu. Borsalarda düşüş yaşandı, DAX geçici de
olsa neredeyse %10 kayıp verdi. Sterlin’in değerinin
1985’den beri en düşük seviyeye düştüğü açıklandı.
AB cephesinde ise, kendileri biz bunun da hesabını yaptık deseler de, bir şaşkınlık sözkonusuydu. Bu
şaşkınlık ama Brexit’in başka üye devletlere etkide
bulunmaması için sert tavırlar takınılmasına engel
değildi. Daha referandum gününde AB Komisyon
Başkanı Juncker “dışarı çıkan çıkar” diyerek Brexit
durumunda müzakere masasına dönülemeyeceğinin
tehditini savuruyordu. Bu arada Cameron’la yapılan
pazarlıklarla sağlanan ama yürürlüğe girmesi referandumun sonucuna bağlanan anlaşmadan daha iyi
bir anlaşmanın sözkonusu olamayacağını da vurguluyordu.
Referandumun sonucu belli olduktan sonra AB
cephesinde yoğun bir diplomasi trafiği yaşandı. Bu
konuda özellikle Almanya motor rolünü oynadı. İlk
önce Avrupa Ekonomi Topluluğu’nu kuran altı devletin -Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika ve
Luxemburg’un- Dışişleri Bakanları Berlin’de toplandı. Almanya Başbakanı Merkel, Fransa Başkanı Hollande, İtalya Başbakanı Renzi ve AB Konseyi Başkanı
Tusk ile görüşmeler gerçekleştirdi. 28-29 Haziran tarihlerinde ise AB üyesi devletlerin başları Brüksel’de
toplandı. Brüksel’de hem Cameron’un katıldığı 28
üye devletin hem de Cameron’suz 27 devletin toplantısı yapıldı.
55
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
56
“BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR DEVRİMİ
ÜZERİNE” (IV)
‘Kültür Devrimi’ Öncesi Dönem Ve Yürütülen
Kampanyalar
1 Ekim 1949’da, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşu ilan edildi. Bu dönemde Çin’in nüfusu 540
milyondur.1949’da çoğunluğu sahil bölgelerinde olmak
üzere sadece 3 milyon 800 bin sanayi işçisi vardı. Devrim, antiemperyalist ve antifeodal bir karektere sahipti. Demokratik devrim henüz sosyalist devrim değildi.
Fakat demokratik devrim, sosyalizmin yolunu açmıştı.
Devrimle birlikte ciddi bir kamulaştırma kampanyası
başlatıldı. Ancak bu kamulaştırma tüm özel sektörü
kapsamıyordu. Kamulaştırma hareketiyle birlikte devlet bir çırpıda ülkedeki sermayenin % 59’unu kontrol
eder hale geldi. Aynı zamanda stratejik sektörler de
devletin kontrolüne geçmeye başladı. Varolan elektrik
üretme kapasitesinin % 67’si, çelik üretiminin % 90’ı,
demir dışı metal sanayisi ve tekstil endüstrisinin % 60’ı
devlet yönetimine geçti.
1949’da Çin’in ulusal gelirinin %90’ı tarımdan, %10’u
ise sanayiden sağlanıyordu. Birinci Beş Yıllık Plân’da
(1952-1957) sanayileşmeye, başta da ağır sanayiye belirgin bir öncelik tanındı. Plânda tarıma yapılacak yatırımlara ancak %6’lık bir kaynak ayrılmıştı. Plânın
temel amacı sanayi üretimini arttırmaktı. Sanayi üretiminin iki katına çıkarılması ve milli gelirin %43 arttırılması hedefleniyordu.
Birinci Beş Yıllık Plân, dört yıl içinde demir çelik üretimini dört kat arttırdı. Aynı sürede kömür ve çimento
üretimi de ikiye katlandı. 1954-1957 arasında ortalama
%12’lik bir büyüme sağlandı. Birinci Beş Yıllık Plan’ın
sonunda Çin’in ekonomik yapısında köklü bir dönüşüm sağlandı.
Tarımda önemli adımlar atıldı. 1952’de 59 bin hane
kooperatiflerde örgütlü idi. 1953’te kooperatiflerde örgütlenen hane sayısı 275 bine çıktı. 1954’te ise bu rakam 2 milyona ulaştı. 100 milyon hanelik Çin köylüsü
içinde bu rakam ancak %2’lik bir kesimi ifade ediyordu.
Daha gidilecek ve yapılacak çok iş vardı. 1955’de kooperatif sayısı 650 bine ulaştı ve 16 bin 900 hane bu kooperatiflerde örgütlendi. Tarım reformunun yarattığı
üretim artışı, kooperatif hareketiyle yükselerek devam
etti. 1956 yılı hasadı 165 milyon tona ulaştı. Beş yıllık
planda 35 bin 800 kooperatifin kurulması öngörülmüştü ancak bu rakam 100 bini aştı.
1950‘li yılların ortalarına gelindiğinde, Çin Halk
Cumhuriyeti‘nde demokratik devrimin görevleri esas
olarak yerine getirilmişti. Devrimi ilerletmek ve sosyalizme doğru ilerleyebilmek için burjuvazinin tümüyle
iktidardan temizlenmesi ve proletarya diktötürlüğünün kurulmasının imkanları gelişmişti. Ama bu yol
izlenmedi. Çin‘deki burjuvaziyle işbirliği içinde „sosyalist dönüşüm“ün yapılabileceği yanlış tezleri savunuldu! Ve sonuç itibariyle revizyonist çizginin hakim
olmasında Marksist-Leninistlerin hatalarının büyük
rolü oldu.
Mao önderliğinde, önce öğrenci ve gençlik hareketi
biçiminde başlayan ve kısa zamanda toplumun tüm
kesimlerini kapsayan “Büyük Proleter Kültür Devrimi”
(BPKD) modern revizyonist çizgiye karşı, Marksist-Leninist çizginin hakim kılınması için muazzam bir kitle
eylemi, bir siyasi devrim olarak gündeme geldi.
Çin Halk Cumhuriyeti kurulduktan sonra, kampanyalar ve beş yıllık plânlamalarla demokratik devrimin
görevleri yerine getirilmeye başlandı. “Kültür Devrimi” döneminde, kapitalist yolculara karşı başlatılan
kampanyaları anlatmadan önce, 8. Parti Kongresi ve
sonrasında yapılan kimi kampanyaları ve sonuçlarını
hatırlamakta fayda var.
ÇKP 8. Parti Kongresi
ÇKP 8. Parti Kongresi, 15-27 Eylül 1956’da Pekin’de
toplanır. Bu kongre iktidarın ele geçirilmesinden sonra
yapılan ilk Parti Kongresi’dir. Kongre’ye 10 milyon 730
bin parti üyesini temsilen 1.026 delege katılır. Mao Zedung, Kongre’nin açılış konuşmasını yapar. ÇKP MK
adına politik raporu Liu-Şao-çi sunar. Çu Enlay, ulusal
ekonominin geliştirilmesi için İkinci Beş Yıllık Plân’la
ilgili öneriler içeren raporu okur. Deng Siao-ping, parti
tüzüğünün ve örgütsel yapısının gözden geçirilmesi ve
değiştirilmesi üzerine bir rapor sunar. Yüzden fazla delege Kongre’de konuşur.
8. Parti Kongre’sinde, Çin’de “proletarya ile kapita-
zülmesini hedeflediği vurgulanır.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Parti İçi Hataları Düzeltme Kampanyası
Partinin çalışma tarzının düzeltilmesi sorunu, 8.
Parti Kongresi’nde tartışılan bir konudur. Düzeltme
kampanyası, halk içindeki çelişmelerin doğru biçimde
nasıl ele alınacağı konusuna odaklanır. Halk yığınları ile hükümet ve ÇKP arasındaki çelişkiler yoğun bir
biçimde kendisini gösterir. ÇKP üyelerinin eğitilmesi,
kitlelerin bilincinin yükseltilmesi hedeflenir. Bireysel
çıkarlarla, kolektif çıkarların bütünleştirilmesi ilkesi
temelinde, kitlelerin sosyalist bilincinin geliştirilmesi amaçlanır. Partinin düzeltme kampanyası özellikle
parti yönetimi ile kitleler arasındaki çelişmelerin giderilmesine odaklanır.
1956 sonbaharında batıdaki halk demokrasisi ülkelerinde ortaya çıkan çeşitli istikrarsızlık öğeleri Çin’i
de etkiler. Haziran 1956’da Polanya/Poznan’da grevler,
gösteriler ve ayaklanmalar meydana gelir. Aynı yılın
Ekim/Kasım aylarında Macaristan’da, grevler, gösteriler ve ayaklanmalar olur. Çin’de de ekonomik ve siyasi
yaşamda belirsizlikler baş gösterir. 1956’nın ikinci yarısında birçok şehirde tahıl, et ve günlük ihtiyaç maddelerinde kıtlık meydana gelir. On bin işçi greve gider.
Öğrenciler işçilere destek verir. Kırsal alanda köylülerin kooperatiflerden çıkması için kışkırtmalar yapılır.
1957, yoğun fikir tartışmalarının yaşandığı, birçok
ideolojik grubun ortaya çıktığı bir yıldır. Şubat 1957’de,
1800’den fazla kadronun katıldığı genişletilmiş Yüksek
Devlet Konferansı’nda Mao Zedung, “Halk İçindeki
Çelişkilerin Doğru Biçimde Ele Alınması Üzerine” başlıklı konuşmasını yapar. (“Seçme Eserler”, Cilt V, Mao
Zedung, s. 441-482, Aydınlık Yayınları, Kasım 1978, İstanbul) Mao Zedung, bu konuşmasında, burjuvazi üzerinde diktatörlük uygulanmadan, yani proletaryanın
gerçek diktatörlüğü olmadan milli burjuvazinin de dahil olduğu “halk diktatörlüğü” ile sosyalizmin inşasını
mümkün görür. Mao’ya göre; Çin’de milli burjuvazi
siyasi olarak halk saflarındadır! Milli burjuvazi sosyalizmin inşasına katılmaktadır! Burjuvazi ile proletarya
arasındaki çelişme her ne kadar antagonist bir çelişme
ise de, Çin şartlarında bu çelişme doğru yöntemlerle
ele alınırsa antagonist olmaktan çıkartılabilir! 1957’de
Mao Zedung’un iddiasının tersine bütün alanlarda sosyalist sistem yoktu. Tam tersine bu dönemde kapitalist
sömürü ve burjuvazi vardı. Burjuvazinin siyasi iktidarda pay aldığı ve henüz proletarya ditatörlüğünün
kurulmamış olduğu bir sisteme sosyalizm denemezdi.
Mart 1957’de, Parti Merkez Komitesi Propaganda
✒
list sınıf arasındaki çelişkilerin esas olarak çözüldüğünü,
birkaç bin yıllık tarihi olan sınıfsal sömürü sisteminin temelde sona erdiğini ve sosyalizmin toplumsal ekonomik
sisteminin ülkemizde esas olarak kurulmuş olduğunu
gösteriyor” (“ÇKP Tarihi”, s. 384, Canut Yayınevi, Temmuz 2012, İstanbul) tespitleri yapılır. Demokratik devrimin zafere ulaşmasından yedi yıl sonra, proletarya ile
burjuvazi arasındaki çelişkilerin çözülmesi ve sömürünün ortadan kaldırıldığı tespitlerinin yapılması gerçeği
yansıtmıyordu. Parti Kongresi, temel çelişmeyi “halkın
gelişkin bir sanayi ülkesi kurulması yönündeki talebi ile
Çin’in hali hazırda geri bir tarım ülkesi olması durumu
arasında”ki çelişme olarak tespit ediyordu. Kongre,
aynı zamanda Üçüncü Beş Yıllık Plân döneminde ya
da daha uzun bir sürede bütün sanayi sisteminin esas
olarak inşa edilmesi için bir stratejik plânı da ortaya
koydu. Kongre, 1962’ye kadar tamamlanacak olan ‘Ulusal Ekonominin Gelişmesi İçin İkinci Beş Yıllık Plân
(1958-1962) Üzerine Önerileri de kabul etti. Plâna göre,
ülkenin toplam sanayi ve tarım üretim değeri, beş yıl
içinde yaklaşık %75 artırılmalıydı.
ÇKP 8. Parti Kongresi, SBKP 20. Parti Kongresi, sonrasında yapılan bir Kongre’dir. Kongre’ye damgayı vuran modern revizyonizmdir.
Kongre ertesinde Merkez Komitesi’ne 97 kişi seçilir.
Sekizinci Merkez Komitesi’nin Birinci Oturumu’nda,
Siyasi Büro’ya onyedi asil ve altı yedek üye seçilir. Mao
Zedung, Parti Merkez Komitesi başkanlığına, Liu Şaoçi, Çu Enlay, Chu Deh ve Chen Yun, Parti Merkez Komitesi başkan yardımcılıklarına, Deng Siao-ping de
Parti Merkez Komitesi genel sekreterliğine seçilir. Ve
bu altı kişi aynı zamanda Siyasi Büro Daimi Komitesi’ni
oluşturur.
8. Parti Kongresi’nden sonra serbest pazar gözle görülür bir biçimde gelişme kaydeder. Bireysel sanayi ve
ticaret işletmelerinin sayısında belirgin bir artış olur.
Şanghay’da Eylül 1956’da, bireysel el sanatıyla uğraşan
1661 aile vardır. Bu sayı Ekim 1956’da 2885’e yükselir.
Bu sayı 1956’nın sonunda 4236’ya çıkar. Bireysel işletmelerin giderek çoğalması sosyalizmin ruhuna aykırıydı.
8. Merkez Komitesi’nin Üçüncü Toplantısı, 1957 sonbaharında yapılır. Bu toplantıda, sanayinin, ticaretin
ve maliyenin geliştirilmesi için Chen Yun önderliğinde
hazırlanan reform paketi kabul edilir. Reform paketine
göre; idari yetkilerin merkezlerden, bölgelere ve yereldeki işletmelere aktarılması gerektiği belirtilir. Ekonomik işleyiş mekanizmalarının ve ekonomik ilişkilerin
yeniden düzenlenmesi, halk içindeki çelişmelerin çö-
57
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
58
Bölümü tarafından Merkezi Parti Konferansı Propaganda Çalışması konulu bir toplantı düzenlenir. Bu
konferansa, 800’den fazla partili ve partili olmayanlar
katılır. Mao Zedung, bu konferansta yaptığı konuşmada, partinin aydınlarla ilgili değerlendirmelerini daha
ayrıntılı bir şekilde ortaya koyar. Mao’ya göre; aydınların ezici çoğunluğu sosyalist sistemi desteklemektedir!
Aydınların küçük bir bölümü sosyalist sisteme karşıdır
ama onlar da yurtsever duygular taşımaktadır!
27 Nisan 1957’de, ÇKP Merkez Komitesi “Düzeltme
Kampanyası Üzerine Talimatlar” yayınlar. Bu talimatlarda şunlar söylenir:
“Partimiz tüm ülke çapında iktidarı ele geçirdikten ve
geniş halk yığınlarının desteğini elde ettikten sonra birçok yoldaş, var olan sorunları basit idari emirlerle halletmeyi benimsemiş görünüyor. Sağlam bir bakış açısı
edinememiş bazıları, eski toplumun çalışma biçiminin
kalıntılarına kapılıp belli özel ayrıcalıklarının olduğuna
ilişkin düşünceler geliştirerek yozlaşma eğilimi içine giriyor, hatta kitlelere karşı misillemeci mantıkla hareket
ediyorlar. Dolayısıyla tüm parti kademelerinde bürokratizme, hizipçiliğe ve öznelciliğe karşı köklü ve bütünsel
bir düzeltme kampanyasının yürütülmesi bir zorunluluk
halini almıştır. Bu düzeltme kampanyası, uygun eleştiriler ve özeleştirilerin yapıldığı bir hareket olmanın yanı
sıra, bir dizi ciddi ideolojik eğitim hareketiyle birlikte,
özenli bir biçimde yürütülmelidir.” (“ÇKP Tarihi”, s.
392, Canut Yayınevi, Temmuz 2012, İstanbul)
Düzeltme kampanyası, bürokratizme, hizipçiliğe
karşı yönelir. Kampanya eğitim hareketiyle birlikte ele
alınır.
Düzeltme hareketi talimatlarının yayınlanmasının
ertesinde, parti ve hükümet örgütleri, partinin yüksek
öğretim kurumlarındaki örgütleri, bilimsel araştırma
kurumları ve kültür/sanat grupları kendi içlerinde tartışma toplantıları düzenler. ÇKP Merkez Komitesi Birleşik Cephe Bölümü, 8 Mayıs-16 Haziran 1957 tarihleri
arasında, partili olmayanların da katıldığı 38 forum
düzenler. Bu forumlarda birçok eleştiri ve öneriler ortaya konur. Parti içi düzeltme hareketine bağlı olarak
“Yüz Çiçek Açsın, Yüz Düşünce Birbiriyle Yarışsın”
kampanyası da yürütülür.
“Yüz Çiçek Açsın, Yüz Düşünce Birbiriyle Yarışsın” Kampanyası
“Yüz çiçek açsın” kampanyasının bir çok yönü var.
“Yüz çiçek açsın” kampanyası sadece “bilim ve kültür”
alanı ile sınırlandırılmış bir kampanya değildi. Mao
Zedung, bürokratik yöntemlerle kitlelerin eğitileme-
yeceğini, yönetilemeyeceğini biliyordu. Mao Zedung,
kitlelerin ikna edilmesi gerektiğini, ikna ve eğitimin
şiddet uygulayarak elde edilemeyeceğini de görüyordu.
“Yüz çiçek açsın” kampanyası esasında bürokratizmi
hedef alan bir kampanya olacaktı. Mao Zedung’un bu
bakış açısı doğruydu ancak milli burjuvazinin karşıdevrimci saflarda görülmemesi, burjuvazi üzerinde
proletarya diktatörlüğünün kurulmaması bağlamında
yanlış görüşlere sahipti.
Mao Zedung, Ocak 1957’de yaptığı bir konuşmada
şöyle diyordu:
“Yüz çiçek açsın; bence buna izin vermeye devam etmeliyiz. Bazı yoldaşlar sadece güzel kokan çiçeklerin
açmasına izin verilmesini, zehirli otların yaşamasına
ise izin verilmemesini savunuyorlar. Bu yaklaşım, yüz
çiçek açsın, yüz düşünce birbiri ile yarışsın siyasetinin
iyi kavranmadığını gösteriyor. Genel olarak, karşıdevrimci görüşlerin dile getirilmesi kuşkusuz yasaklanacaktır. Fakat bu görüşler karşıdevrimci bir biçimde değil de,
devrimci bir kılığa bürünerek ileri sürüldüğünde, buna
izin vermemiz gerekir. Bu sayede bu sözlerin gerçek niteliğini kavrayacak ve onlara karşı mücadele edebileceğiz.”
(“Seçme Eserler”, Cilt V, Mao Zedung, s. 411, Aydınlık
Yayınları, Kasım 1978, İstanbul)
Burada Mao’nun halk nezdinde karşı devrimci nitelikleri henüz teşhir olmamış, devrimci maske altında
savunulan yanlış görüşlere ‘izin verilmesi’ni savunmasındaki amaç bellidir: Bu yanlış görüşlere karşı mücadele içinde kitlelerin eğitilmesi; yanlış görüşlere karşı
sistemli, tutarlı bir ideolojik mücadele yoluyla doğrunun kitlelelere taşınması, kavratılması gerekir. Bu düşünce ve amaç kuşkusuz doğrudur.
“Yüz çiçek açsın” kampanyasının bir temel görüşü
de; halk içinde demokratik yöntemlerin uygulanması,
halk kitleleri içindeki yanlış görüşlere karşı ikna, tartışma yöntemleriyle mücadele etmektir. Bu doğru olan
bir düşüncedir. Ancak 1957’de yürütülen “Yüz çiçek
açsın” kampanyasında doğrularla, yanlışlar içiçedir.
1957 yılı yoğun tartışmaların yaşandığı, birçok ideolojik grubun ortaya çıktığı bir yıldır. “Yüz çiçek açsın”
kampanyası Mao tarafından ortaya atılmasına rağmen,
kampanyanın Mao tarafından kontrol altında tutulduğu söylenemez. Her tür ideolojik görüş, kendini ifade
etmeye ve gruplar arasında sert mücadeleler yaşanmaya
başlanır. “Yüz çiçek açsın” kampanyasının önemli özelliklerinden biri de başta öğrenciler olmak üzere aydın
tabakanın kol emeğiyle çalışmaya özendirilmesidir.
Öğrenciler köylere gönderilirken fabrikalarda müdürler, uzmanlar ve işçiler arasında bir ittifak politikası
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
tadaki unsurların kendilerinden yana olduğunu ve komünist partisinin önderliğini izlemeyeceğini sanıyorlar,
ama bu aslında boş bir hayalden başka bir şey değildir.”
(...) “Bir süre için sağcıların kudurmuşcasına sağa sola
saldırmasına ve saldırganlıklarının doruğa ulaşmasına
izin vereceğiz. Ne kadar çok kudururlarsa bizim için o
kadar iyidir. Bazıları bir balık gibi oltaya yakalanmaktan, bazıları da içeri çekilerek kuşatılıp yok edilmekten
korktuklarını söylüyorlar. Şimdi çok sayıda balık kendiliğinden suyun yüzüne çıktığına göre oltaya yem takmaya bile gerek kalmamıştır. Bunlar öyle sıradan balık
değil, keskin dişli adam yiyen köpek balıklarıdır.” (...)
“Bugün sürdürülmekte olan eleştiri ve düzeltme hareketi
komünist partisi tarafından başlatılmıştır. Beklediğimiz
ve umduğumuz gibi, zehirli otlar güzel kokulu çiçeklerle
yan yana boy atmakta, hortlaklar ve canavarlar periler
ve meleklerle birlikte gözükmektedir.” (“Seçme Eserler”,
Cilt V, Mao Zedung, s. 507-510, Aydınlık Yayınları, Kasım 1978, İstanbul)
8 Haziran 1957’de Merkez Komitesi, “sağcıların saldırılarını bertaraf etmek için güçlerin örgütlenmesi”
ile ilgili parti içi bir talimat yayınlar. Sağcılık karşıtı
kampanya tüm ülkeye yayılır. Sağcılara karşı serbest
konuşma uygulamaları, düşüncelerin özgürce ortaya
konulması yöntemi, büyük tartışmaların düzenlenmesi
ve büyük harflerle posterlerin yazılması yöntemleri uygulamaya konur. 1957 yazının sonlarında ve sonbahar
başlarında parti, çabalarını esas olarak sağcılara karşı
mücadelenin genişletilmesine ve buna önderlik etmeye
ayırır. 11 Temmuz 1957’de, ÇKP MK “halk içinde sol,
orta ve sağ kanat biçiminde bölünmeler” olduğundan
söz eder. Birkaç gün sonra Merkez Komitesi, burjuva
sağcılar ile halk arasındaki çelişkinin düşmanlar arasındaki bir çelişki olduğu sonucuna varır. Bu tespitin
yapılmasının ardından sağcılara karşı kampanya genişletilir. Sekizinci Merkez Komitesi Üçüncü Oturumu
Eylül sonu ile Ekim 1957’de toplanır. Bu MK oturumunda Mao Zedung bir konuşma yapar. Mao yaptığı konuşmada; Çin toplumunda temel çelişkinin hâlâ
proletarya ile burjuvazi arasında, sosyalist yol ile kapitalist yol arasında olduğunu belirtir. Mao’nun yaptığı
bu tespitler 8. Parti Kongresi ile çelişen tespitlerdir.
8. Merkez Komitesi Üçüncü Oturumu şu kararı alır:
“Düzeltme hareketi ve sağcılara karşı mücadele deneyimi, birkez daha bütün bir geçiş dönemi boyunca, yani
sosyalist inşanın henüz tamamlanmadığı süre boyunca,
proletarya ile burjuvazi arasındaki ve sosyalist yol ile
kapitalist yol arasındaki mücadelenin Çin’in temel iç
çelişkisi olduğunu kanıtlamıştır” (“ÇKP Tarihi”, s. 397,
✒
geliştirilir. Müdürler ve uzmanların haftada iki gün
işçiler gibi çalışarak halkla ilişkilerini güçlendirmesi
öngörülür.
Mao Zedung, 1957’de baş tehlike olarak revizyonizmi görmektedir. Revizyonizme karşı mücadele çağrıları yapmaktadır. Diğer yandan burjuvazi üzerinde
proletarya diktatörlüğünü savunmaması onun temel
yanlışıdır. Marksizm-Leninizm ile modern revizyonizm arasındaki mücadelenin ana sorunu, proletarya
diktatörlüğü, onun sağlanması ve sağlamlaştırılması
sorunudur. Mao’nun 1957’de modern revizyonizme
karşı mücadelesi, kendisi de kimi revizyonist görüşler
savunduğu için tutarlı Marksist-Leninist bir mücadele
değildir.
Parti içi hataları düzeltme ve “yüz çiçek açsın” kampanyası sırasında “zehirli otlar” ortalığa saçılır. Bu
kampanya ortamından faydalanan sağcılar, partiye,
ÇHC’ye karşı dizginsiz bir saldırı kampanyası başlatır. ÇKP’nin önderlik konumuna karşı “partinin ülke
çapındaki topyekûn hakimiyeti” suçlamasıyla saldırıya
geçerler. Daha sonra sağcılar, partinin hükümet dairelerinden, okullardan ve ortak kamu/özel işletmelerindeki devlet temsilciliği konumlarından çekilmesini
talep etmeye başlar. Sağcılar, sadece bu talepleri ileri
sürmekle yetinmez. Bankaların yönetimini ve partinin yönetimini devralma taleplerini de ileri sürer. Bu
sağcılar, partiye ve devlete düşmanlık besleyen burjuva
aydınlardı. Sağcılığın gelişmesi parti içerisinde bir uyanışa neden olur.
Parti Merkez Komitesi, sağcıların doğru olmayan ve
zararlı ifadelerinin yayınlanmasına ve düşüncelerinin
gazetelerde müdahale edilmeksizin basılmasına karar
verir. 19 Mayıs 1957’de, Pekin’deki bazı kolejlerde ve
üniversitelerde büyük harflerle yazılmış sağcı posterler ortaya çıkar. Buna karşı Merkez Komitesi, büyük
harflerle yazılmış olan posterlerde sorunu ve sağcıları anlatarak kitleleri yatıştırmaya çalışan bir yol izler.
Yüksek öğretim kurumlarında ve kamu kuruluşlarında
tartışmalar düzenlenir ve büyük harflerle posterler yazılmaya başlanır.
“Durum Değişmeye Başlıyor” başlıklı Mao’nun bir
makalesi yayınlanır. Bu makale sağcılara karşı değişikliği ortaya koyan bir makaledir. Makale, devam eden
kampanyanın yönünü halk içindeki çelişkilerin doğru
ele alınmasından, düşmana karşı mücadeleye çeviriyordu. Mao şöyle diyor:
“Demokratik partilerdeki ve yüksek öğrenim kurumlarındaki sağcılar, son günlerde, son derece kararlı ve
son derece kudurgan olduklarını ortaya koydular. Or-
59
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
60
Canut Yayınevi, Temmuz 2012, İstanbul)
Üçüncü MK Oturumu’nda ayrıca, Çin’de “iki sömürücü sınıf ve iki çalışan sınıfın” var olduğu ilan edilir.
Sağcılar, devrilmiş olan komprador ve toprak sahipleri
sınıfları ve diğer gericiler, sömürücü sınıfların birinci
kolu olarak tanımlanır. Milli burjuvazi sömürücü bir
sınıf olarak adlandırılır. İşçiler/köylüler iki çalışan sınıf olarak belirtilir. Sağcılar, devrilmiş olan komprodor
ve toprak sahipleri sınıfları, gericiler ve sömürücü sınıfların kolu olarak tanımlanır. Milli burjuvazi ve onun
aydınları ise ikinci sömürücü sınıf olarak adlandırılır.
Bu görüşler doğru görüşler idi. Sağcılara karşı kampanya 1958 yazında sonlandırılır.
Büyük İleri Atılım dönemi (1958-1961)
Büyük İleri Atılım, 1958’den Çin’de sanayi ve toplumsal dönüşümü hedefleyen atılımdır. Büyük İleri
Atılım, toplumsal dönüşümlere yol açtığı gibi, halkın
sosyalist bilincini de yeni bir seviyeye taşımayı amaçlıyordu. Büyük İleri Atılım dönemi mülkiyet biçimi
olarak devlet mülkiyetinin belirlediği bir ortak çerçeve
içinde, Birinci Beş Yıllık Plân’dan farklı şekilde yürürlüğe konuldu. Ekonomik kararların alınmasında merkeziyetçilik, yerel birimlerin ağırlığının arttırılmasıyla
sınırlandı. Her kooperatif elde ettiği gelirden tüketime
ve makinalaşmaya ayıracağı payı kendi belirleme hakkına sahipti. Bu uygulamaya tarım vergilerinde yapılan indirimler eşlik etti. %15 olan tarım vergisi %10’a
indirildi.
Kooperatiflerin kendi plânlamalarını yapabilmeleri
için yeterli fonları bulabilmesi amaçlanıyordu. Böylece her köy kendi kendine yetebilecek bir yapıya kavuşabilecekti. Büyük İleri Atılım sırasında, aydınların,
uzmanların ve öğrencilerin kol emeğiyle çalışması eşitlikçiliğin simgesi olarak görüldü.
Büyük İleri Atılım’ın merkezinde demir ve çelik üretiminin arttırılması vardı. Bu esas görevin yanı sıra,
enerji, taşımacılık, su tutma projeleri ve bir dizi kültürel
ve eğitsel faaliyetler planlanmıştı. 1958 sonuna kadar
Çin’de 11.08 milyon ton çelik üretildi. Üretilen çeliğin
ancak sekiz milyonu standartlara uygundu. Yatırımlar
bir önceki yıla oranla %87,7 artmıştı. Tüm ülkede devlette çalışan işçilerin ve yönetim görevlilerin sayısı %66
artmıştı. Bu durum devlet bütçesine ek yük getiriyordu.
Büyük İleri Atılım, belirli yönlerden gerçekten de
bir ileri atılımı simgeliyordu. Tarımsal üretim Halk
Komünleri’nin kurulması ve bu komünlerde devlet
eliyle makinalaşmanın sağlanmasıyla önemli ilerlemeler sağlandı. 1958 yılının sonuna kadar 740 bin tarımsal
kooperatif, 26 bin halk komününe dönüştürüldü. Genel
olarak her ilçede bir halk komünü kurulmuştu. Halk
komünlerinin örgütlenme biçimi askeri örgütlenmeye
benziyordu. Emek gücü, askeri kuruluşlarda olduğu
gibi mangalar, müfrezeler, taburlar ve alaylar biçiminde örgütlenmişti. Bu komünler oldukça geniş çaplı örgütlenmelerdi. Bunlar sayesinde sulama sistemlerinin
ve sellere karşı setlerin inşası ve bölüştürülmemiş toprakların halka dağıtılması gibi projeler için çok sayıda
köylü kolaylıkla bir araya getirilebiliyordu. Komünlerin
denetimindeki atölyelerde tarım araçları yapılıyor ve
tamir ediliyordu. Her yerellikte tahıl işleme rafinerileri
inşa edilmişti. On milyonlarca kadın ilk kez ev işlerinin dışına çıkmış; evin dışındaki üretim faaliyetlerine
de katılmıştı. Kadınların üretim sürecine katılmalarını sağlamak için, her komünde kreşler ve anaokulları
vardı. Kırsal alanlarda da eğtimi üretim ile birleştiren
ortaokullar ve liseler açılmıştı.
1970’lerin sonunda Çin’de çalışmakta olan dört büyük sanayi kuruluşundan üçü bu dönemde kuruldu.
Küçük ölçekli işletmelerin sayısı ise 800 bine ulaştı. Ancak sayılardaki bu sıçrayışın hayattaki karşılığı her zaman istendiği gibi olmadı. Demir ve çelik üretimi ülke
sathına yayıldı ve çok sayıdaki küçük işletme bu iş için
seferber edildi. Bu çerçevede 600 bin ocak açıldı. Demir
çelik sanayisi, üretimde istenen sonucu verdiğinde bile
ulaşım altyapısının yetersizliği nedeniyle büyük çapta
israf yaşanıyordu. Üretim kararlarının ve plânlamanın
yerelleştirilmesi ise başta üretim birimlerinde olumlu
yönde bir motivasyon yarattıysa da, birimlerden gelen
raporların gerçekle uyuşmaması dolayısıyla plânlama
büyük zaafa uğruyordu. Tüm birimler üretimlerini
merkeze bildirirken abartma, gerçek olmayan rakamlar
öne çıkıyordu. Böyle olunca da merkezi plânlama tamamen gerçek dışı verilere dayanılarak yapılmaya başlandı. Merkezin gözüne girmek isteyen yerel bürokratlar,
başarılı olduklarını gösterebilmek adına köylünün yaşaması için gerekli olan ürünlere bile el koydular.
Büyük İleri Atılım döneminde, kısa sürede komünizme geçiyoruz düşüncelerini savunan ve halk komünlerinin bu işleve sahip olduklarını savunanların sayısı
az değildi. ÇKP Sekizinci Merkez Komitesi Geniş Katılımlı Altıncı Oturumu, 1958 Kasım ve Aralık aylarında
Wuchang’da toplanır. Bu toplantıda, “Halk Komünlerinin Bazı Sorunları Üzerine Karar” adlı bir belge kabul edilir. Bu belgede, tüm halkın mülkiyetine ve komünizme geçmek için gösterilen aşırı gayretkeş çabalar
şeklindeki hatalı eğilimlere karşı tavır geliştirilir ve
şöyle denir. “Kolektif mülkiyet ile tüm halkın mülkiyeti
ÇKP 8. Merkez Komitesi’nin Onuncu Oturumu
Ağustos 1962’de ÇKP 8. Merkez Komitesi, Beidaihe’de
bir çalışma konferansı düzenler. Mao Zedung, çalışma
konferansında, sınıflar sorunu, genel durum ve çelişkiler konusunun tartışılmasını önerir. Mao’nun önerisi
kabul edilir. Mao, bu çalışma konferansında Kruşçev’in
görüşlerini eleştirmenin yanı sıra, Çin’deki sınıf müca-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
milyon dönümden fazla toprak yüzyılın en kötü kuraklığının pençesine düşer. Şandong’da oniki ana ırmağın
sekizi tamamen kurur. Bu Çin’de yaşanan en büyük
kuraklık dönemidir. Ardından sel taşkınları gelir. İkiyüz milyon dönüm daha tahrip olur. 1960’da toplanan
tahıl miktarı 143 milyon tondur. Ülke çapında yaşanan
felaketin boyutlarını gösteren rakamlar Polit Büro üyelerinden bile saklanır. 1959/1960’da yaklaşık 20 milyon
köylü açlıktan ölür. 15 milyondan az çocuk dünyaya gelir. 1961’de beş milyon insan açlık yüzünden yok olup
gider.
Aslında Büyük İleri Atılım siyaseti öncelikle Sovyetler Birliği’ndeki revizyonist gelişmelere, bunun Çin’deki
yansımalarına karşı, öncelikle Mao Zedung’un geliştirdiği ve Çin’in SB’ye bağımlılığını ortadan kaldırmaya
yönelik bir siyasettir. Yapılan kimi sol hatalar, sağcıların sabotajları ve olumsuz dış şartlar (yüzyılın en büyük kuraklığı) nedenleriyle başarılı olamamıştır.
1960’lardan itibaren Çin-Sovyet anlaşmazlığı giderek şiddetlenir. Hindistan ve Çin Halk Cumhuriyeti
arasında sınır çatışmaları başlar. Büyük İleri Atılım’a
SSCB’nin tepkisi Hindistan’a yardımlarını arttırmak
şeklinde olur. SBKP, ÇKP’ye 1960 Temmuz’unda 1390
Sovyet uzmanını geri çekeceğini, 343 sözleşme ile 257
projenin askıya alınacağını bildirir. SSCB’nin bu tutumu almasıyla birlikte Çin ekonomisinde merkezi
plânlama yönünde sürekli bir ağırlık yaratan Sovyet etkeninde bir zayıflama ortaya çıkar. Sovyetlerin defacto
ambargosu Çin sanayisini son derece olumsuz etkiler.
Özellikle Mançurya’da yoğunlaşan ağır sanayi tesislerinde üretim durma noktasına gelir. Bu durumdan çıkış yolu, 1961/1964 yılları arasında yapılan ekonomik
reformlarda bulunur. Bunlar sınırlı piyasa reformları
şeklindedir. Artık kârlılık sağlamayan sanayi işletmeleri hemen kapatılır. Parça başı ücret sistemi benimsenir. Devlet işletmeleri üç yıl boyunca işçi alınımını
durdurur. Sermaye yatırımları ancak verimliliğin ve
kârlılığın yüksek olduğu alanlarda yapılır. Ekonomik
kararların ademi merkezileştirilmesiyle daha önce yatırım yapmış birçok yerel komünün sanayi işletmeleri
kârlı olmadığı için kapatılır.
✒
arasında, özellikle de sosyalizm ile komünizm arasında
net ve açık bir ayrım yapılması gereklidir. Halk komünü,
esas olarak hâlâ kolektif mülkiyet koşullarında var olan
bir ekonomik örgütlenmedir. Tarımsal kooperatiflerin
halk komünlerine dönüştürülmesi, kolektif mülkiyetin
bütün halkın mülkiyeti anlamına gelmemektedir ve hiçbir biçimde sosyalizmin üzerinden atlayıp komünizme
geçmeyi temsil etmez. “Herkese emeğine göre” genel ilkesini zamansız bir zorlama ile yadsıyarak bu ilkeyi “herkese ihtiyacına göre” ilkesiyle değiştirme girişimleri, yani
olgunlaşmamış koşullarda komünizme geçme çabası,
ütopik bir düşünce olup gerçekleştirilmesi olanaksızdır.”
(“ÇKP Tarihi”, s. 408, Canut Yayınevi, Temmuz 2012,
İstanbul)
8. Merkez Komitesi’nin Altıncı Oturumu’ndan sonra halk komünleri çalışmalarının düzeltilmesi çabaları
tüm Çin’de yürütülmeye başlanır. Koşullar olgunlaşmadan tüm halkın mülkiyetine ve komünizme geçiş
konusunda aceleci çabalar durdurulur.
MK Altıncı Oturumu’nda 1959 yılı ekonomik plân
taslağı tartışılır. Yapılacak yatırımların 36 milyar
Yuan’dan 26-28 milyar Yuan’a düşürülmesi kararı alınır. 1959 yılı ekonomik plân ile ilgili yüksek hedefler
değişmeden kalır. Çelik üretim hedefi hâlâ 18 milyon
tondur. İkinci Ulusal Halk Kongresi’nin Birinci Oturumu, Pekin’de 18-25 Nisan tarihleri arasında toplanır.
1959 Ulusal Ekonomi Plânı onaylanır. Liu Şao-çi Çin
Halk Cumhuriyeti devlet başkanlığına seçilir.
1959’un ortalarına doğru ekonomideki dengesizliklerin ciddi sonuçları daha da görünür hale gelir. Tarımda
durum kötüdür. Tohum ekilen alanlar, bir önceki yıla
göre %20 azalır. Bunun nedeni, 1958 tahıl üretiminin
olabileceğinden yüksek tahmin edilmesi ve “daha küçük bir alandan daha fazla ürün almaya çalışmak ve
büyük hasat elde etmek” sloganının öne çıkartılmasıdır. Yazın elde edilen tahıl üretimi ve yağlı bitkilerin
üretimi büyük oranda düşer. Her yerde sebze, et ve diğer gıda ürünleri sıkıntısı başlar. Demir ve çelik üretim
hedeflerine de ulaşılamaz. Plâna göre; 1959’un ilk dört
ayında altı milyon ton çelik üretilmesi gerekiyordu.
Ancak gerçekleşen üretim 3,36 milyon tondur. Halkın
günlük ihtiyaçları için yapılan hafif sanayi üretiminde
büyük düşüşler meydana gelir. Her yerde kıtlık görülmeye başlanır. MK sürekli toplantılar yapar. Hedefler
düşürülür vb.
1960 yılına kuraklıkla giren Çin yurtdışından tahıl
ithal etmek zorunda kalır. Temmuz 1960’da, hasadın
önceki yıla göre daha kötü olacağı anlaşılır. Bütün ekilebilir toprakların üçte birinden fazlasını oluşturan 400
61
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
62
delesi ve sınıf sorunlarına değinir. Onuncu oturumda
şöyle denilir: “Sosyalist toplum oldukça uzun bir tarihi
dönemi kapsar. Sosyalizmin bu tarihi dönemi boyunca,
sınıflar, sınıf çelişkileri, sınıf mücadeleleri hâlâ vardır, iki
yol arasındaki, sosyalizm ve kapitalizm yolu arasındaki
mücadele devam eder ve kapitalist restorasyon tehlikesi
var olmaya devam eder. Bu mücadelenin uzun süreli ve
karmaşık olduğu kavranmalıdır. Uyanıklık artırılmalı ve
sosyalist eğitim yapılmalıdır. Sınıf çelişkileri ve sınıf mücadeleleri doğru kavranmalı ve ele alınmalı; bizimle düşman arasındaki çelişkilerle halk içindeki çelişkiler doğru
bir şekilde birbirinden ayrılmalı ve ele alınmalıdır. Aksi
taktirde bizimki gibi sosyalist bir ülke zıddına dönüşür,
yozlaşır ve restorasyon olur. Bu sorun hakkında oldukça
serinkanlı bir anlayışa ve marksist-leninist bir çizgiye sahip olabilmemiz için, bundan sonra her yıl, he ray hatta
hergün bunun üzerine konuşmalıyız.“ (“Büyük Proleter
Kültür Devrimin Önemli Belgeleri“, s.22-23, Aktaran
Bolşevik sayı 20, Temmuz 1987) Bu görüşler Mao’nun
ML görüşleridir. Burada ortaya konulan görüşlere bağlı
kalınsaydı Çin’in gelişimi daha farklı olabilirdi.
Mao, parti içinde görüş farklılıklarını ve kendi görüşlerinden farklı düşünceleri sınıf mücadelesinin bir
yansıması olarak ele alıyordu. Mao, ekonomik reformlar adı altında piyasaya sürülen görüşlerin revizyonist
görüşler olduğunu belirtiyordu. Bütün bunlar “bireysel
çiftçiliğe özenen zararlı bir rüzgar”a ve “geçmiş olumlu kararların tersine çevrilmesi” olarak açıklanıyordu.
Mao, bazı insanların durumu bütünüyle karamsar gördüğünü, bu karamsar düşünce sahiplerinin ideolojik
olarak karışıklık içine düştüklerini, kendilerine olan
güvenlerini yitirdiklerini, parlak geleceği göremediklerini, buradan hareketle sosyalizmin iyi birşey olmadığı
sonucuna vardıklarını ve bireysel çiftçiliği, tek seçenek
olarak gördüklerini söyledi. Mao Zedung, 1959’da sağ
sapmaya karşı alınan tedbirlerin tersine çevrilmesinden oldukça rahatsız olduğunu dile getirir.
Mao Zedung bir yıl sonra 1963’te de , revizyonist
yozlaşma tehlikesi konusunda uyarıyordu. Sovyetler
Birliği’ndeki yozlaşmanın korkunç tecrübelerini göz
önünde bulunduran Mao Zedung, işçi sınıfını ve halk
kitlelerini hiçbir zaman sınıf mücadelesini unutmamaya çağırıyordu.
“Sınıf mücadelesi, üretim mücadelesi ve bilimsel deney
mücadelesi, güçlü bir sosyalist ülke inşa etmek için üç
büyük devrimci harekettir. Bu hareketler, komünistlerin
bürokrasiden özgür ve revizyonizme ve doğmatizme karşı bağışıklı olması için ve ilelebet yenilmez kalmaları için
emin bir garantidir. Bunlar, proletaryanın geniş emekçi
kitlelerle birleşebileceğinin ve demokratik bir diktatörlüğü gerçekleştirebileceğinin güvenilir bir garantisidir.
Eğer bu hareketlerin yokluğunda, toprak ağaları, zengin
köylüler, karşıdevrimciler, kötü unsurlar ve her türden
umacılar her yanda yuvalarından çıksalar ve bizim kadrolarımız da tüm bunlara gözlerini kapatacak ve birçok
durumda düşmanla bizi bile ayrıştıramayacak ama düşmanla işbirliği yaparak yozlaşacak ve ahlaksızlaşacak
olsalardı, eğer kadrolarımız bu şekilde düşman kampına sürüklenecek veya düşman bizim saflarımıza sızacak
olsaydı ve işçilerimizin, köylülerimizin, aydınlarımızın
pekçoğu düşmanın hem yumuşak hem de sert taktikleri
karşısında savunmasız kalacak olsalardı, ülke çapında
bir karşıdevrimci restorasyonun kaçınılmaz bir şekilde
vuku bulması, marksist-leninist partinin hiç şüphesiz
revizyonist bir parti veya faşist bir parti haline gelmesi
ve tüm Çin’in rengini değiştirmesi fazla uzun sürmezdi, ancak birkaç yıl veya bir onyıl, ya da en fazlasından
birkaç onyıl sürerdi.” (“Kadroların Bedensel Çalışmaya
Katılmasına İlişkin Çekiang Eyaletinde İyi Yazılmış
Yedi Belge”ye Not, Mao Zedung, 7 Mayıs 1963, aktaran
“Polemik”, “Kruşçev’in Sahte Komünizmi, Proletarya
Diktatörlüğünün Tarihsel Dersleri” başlıklı dokuzuncu
yorum. Bkz. “Uluslararası Komünist Hareketin Genel
Çizgisi Hakkında, Polemik”, İnter Yayınları, s. 527-528,
Temmuz 1988, İstanbul)
Partinin ve ülkenin renginin değişmemesini garanti
altına almak için, yalnızca doğru bir çizgiye ve doğru
siyasete sahip olmak yeterli değildir. Aynı zamanda
proletarya devrimi davasını sürdürecek milyonlarca selef eğitmek ve yetiştirmek gerekir. Sosyalizmde, bürokratizme, revizyonizme ve doğmatizme karşı mücadele
hayati önemdedir. Mao Zedung, ülkenin rengini değiştirmesinin sonuçlarının nereye varacağını çok doğru
olarak tahlil etmektedir. Ne yazık ki; Mao Zedung’un
1963’te uyarıda bulunarak işaret ettiği tehlikeli görünüm gittikçe daha fazla endişe verici bir hale geldi.
‘Kültür Devrimi’ buna karşı başlatıldı.
“Dört Temizlik” ve “Beş Kötülüğe Karşı” Kampanya
ÇKP MK Onuncu Oturumu’ndan sonra Merkez Komitesi, Şubat 1963’te sosyalist eğitim hareketini başlatır. Kentler ve kırsal alanlarda büyük ölçekli sınıf mücadelesinin yürütülmesine karar verilir. Kırsal alanda,
dört temizlik olarak anılan defter tutma, depolama,
mülkiyet ve işlikler konusunda bir kampanya başlatılır. Kentlerde ise, yozlaşma, hırsızlık, spekülasyon, vurgunculuk, aşırı tüketim ve israfa karşı “beş kötülük”
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
doğrudan katılır. Bu belgede, “dört temizlik” hareketinin sonuçları, sosyalist inşa çalışmalarına yansıyan biçimleri değerlendirilir. Belge, “dört temizlik” hareketinin partiyi kapitalist yola sokmaya çalışan iktidardaki
partili kişileri hedeflediğini belirtir. Bu hareketin sosyalizm ile kapitalizm arasındaki mücadeleyi yansıttığına vurgu yapılır. Bu belgede kullanılan sloganlar daha
sonra ‘Kültür Devrimi’nin ana sloganları haline gelir.
1962 Sonbaharı’nda Mao Zedung’un eşi Çiang Çing,
“Hayalet Oyunu” adlı operayı eleştirir. “Hayalet Oyunu” adlı operanın yazarı Li Huiniang’tır. Çiang Çing’e
göre; “Hayalet Oyunu” operası sosyalizmle bağdaşmamaktadır. Çiang Çing’in “Hayelet Oyunu” operasını
eleştirmesi ile edebiyat ve sanat çevrelerinde gergin bir
ortamın ortaya çıkmasına neden olur. Aralık 1963’te
Mao Zedung şöyle der:
“Tiyatro, halk şarkıları, müzik, güzel sanatlar, dans,
sinema, şiir ve edebiyatın her alanında birçok sorun var
ve birçok insan bu konularla ilgili; bu alanlarda sosyalist dönüşümde bugüne kadar elde edilen başarılar çok
az. Birçok komünistin, sosyalist sanatı değil de feodal
ve kapitalist sanatı geliştirmek için çoşkuyla çalışmaları
saçma değil mi?” (“ÇKP Tarihi”, s. 451, Canut Yayınevi,
Temmuz 2012, İstanbul)
Mao Zedung’un bu değerlendirmelerinin ardından,
Kültür Bakanlığı ve sanat/edebiyat çevreleri, Mao’nun
görüşleri doğrultusunda çalışmalarını düzeltmek için
bir kampanya başlatır.
Haziran 1964’te Mao Zedung, “Çin Edebiyat ve Sanat
Çevreleri Birliği’nin Yönetiminde Yürütülen Düzeltme Kampanyasının Durumu Üzerine Rapor Taslağı”nı
okuduktan sonra şöyle der: “Son onbeş yıl içinde sanat
ve edebiyat birliklerinin yayınlarını (bunların içinde iyi
olanların sayısı çok azdır) hazırlayan insanların çoğu
(elbette hepsi değil), partinin politikalarını uygulamadı.
Bu insanlar, yüksek ve güçlü bürokratlar gibi davrandılar; işçilerin, köylülerin ve askerlerin arasına gitmediler,
eserlerinde sosyalist inşayı ve sosyalist devrimi yansıtmadılar. Son yıllarda bunların çoğu, sağa kaydılar ve
revizyonizmin eşiğine geldiler.” (age. s. 451)
Mao Zedung’un bu tespitleri yapmasının maddi temelleri vardı. Mao Zedung, ‘Kültür Devrimi’ öncesinde tekrar tekrar dikkatleri düşmanın yeni imkanlarına
ve restorasyon tehlikesine dikkat çeker. Mao Zedung,
revizyonist yozlaşma konusunda uyarılarda bulunur.
1963-1964’te uyarıda bulunarak işaret ettiği tehlikeli
görünüm gittikçe daha fazla endişe verici bir hale gelir.
Bundan dolayı, revizyonizmin egemenliğine ve kapitalist yolda gidenlere karşı ‘Kültür Devrimi’ başlatılır.
✒
olarak adlandırılan bir sosyalist eğitim hareketi kampanyası başlatılır.
Mayıs 1963’te Hangzhou’da “Mevcut Kırsal Çalışmamızdaki Bazı Sorunlar Üzerine ÇKP Merkez Komitesi
Karar Taslağı” ile ilgili çalışmaları Mao Zedung bizzat
kendisi yönetir. Bu çalışma, birinci on maddelik karar
olarak da bilinir. Bu karar taslağında; Çin toplumunda keskin sınıf mücadelesinin ortaya çıkmış olduğuna
işaret edilir. Taslakta “Dört temizlik” hareketi ve “beş
kötülüğe karşı” hareket, “kapitalist güçler tarafından
başlatılan yoğun saldırının ezilmesi için başlatılan
devrimci sosyalist bir karşı saldırı” olarak tespit edilir.
Taslak çeşitli bölgelere acilen kadroları eğitme çağrısı
yapar ve yaygın bir sosyalist eğitim hareketinin başlatılması için hemen ilgili bölgelerde denemeler yapmak
için hazırlıkların tamamlanmasını ister. Eylül 1963’te
yapılan denemelerde ortaya çıkan bazı sorunlar ışığında ÇKP Merkez Komitesi, ikinci on maddelik karar
olarak bilinen, “Kırsal Alandaki Sosyalist Eğitim Hareketinde Bazı Özel Politikalar Üzerine Düzenlemeler
Taslağını” formüle eder. Birinci on maddelik kararı
onaylayan Merkez Komitesi, ikinci on maddelik karardaki, “sınıf mücadelesini asıl kavranacak halka olarak
ele alma” ilkesini kabul eder. (“ÇKP Tarihi”, s. 448, Canut Yayınevi, Temmuz 2012, İstanbul)
Şubat 1963’ten 1964 İlkbahar’ına kadar “dört temizlik” hareketi, ülkenin her yanında kırsal alandaki komünlerde ve üretim ekiplerinin çoğunda uygulanır.
“Beş kötülüğe karşı” hareket az sayıda kentte deneme
olarak uygulanır.
1963 Sonbaharı’ndan itibaren SBKP ile ÇKP arasındaki polemikler giderek şiddetlenir. Mao Zedung, ÇKP
içerisinde revizyonizmin ortaya çıktığını açıktan savunmaya başlar. “Dört temizlik” hareketi ve “beş kötülüğe karşı” harekete, revizyonizmi önlemek ve revizyonizmin ülke içindeki köklerini yok etmek bakımından
çok önemli stratejik önlemler olarak bakılır. Merkez
Komitesi, ikinci on maddelik kararı gözden geçirir.
Değerlendirmede, revizyonist düşmanların kadroları
baştan çıkarmaya ve yozlaşmaya çalıştıklarını, ikili bir
iktidarın oluştuğunu ve bu durumun düşman tarafından benimsenen temel bir taktik olduğu vurgulanır. Bu
dönemde Merkez Komitesi çok sayıda belge yayınlar.
Yayınlanan bütün belgelerde, iktidarın yeniden ele geçirilmesine vurgu yapılır.
1965’in başlarında Merkez Komitesi bir çalışma konferansı düzenler. Mao Zedung, bu konferansa başkanlık eder. “Kırsal Alanlaraki Sosyalist Eğitim Hareketinde Ortaya Çıkan Bazı Sorunlar” üzerindeki çalışmalara
63
✒
okur mektubu
64
OKURLARIMIZDAN:
SİLAHLANMA YARIŞINDA NATO
ZİRVESİNİN ROLÜ
8-9 Temmuz tarihlerinde 28 ülkenin devlet başkanları ve eş düzey yöneticilerini bir araya getiren NATO
zirvesi Polonya’nın başkenti Varşova’da gerçekleşti.
Zirveden Rus dış politikası ve Rusya’nın işgal ettiği
bölgelerdeki Rus hakimiyeti zirve gündeminin ana
konusu oldu. Rusya’nın Kırım ve Ukrayna’ya yönelik silahlı müdahalesi ve bu müdahalelerin batıdaki
etkisi, Rusya’nın askeri tatbikat ve mevzilerini genişletme hamlelerinde soğuk savaş dönemini aratmayan
güç gösterisi ve NATO’nun bu gelişmeler karşısında
başta askeri düzeyde olmakla birlikte yeni tedbirlerin alınması zirvede öne çıkan konular oldu. Rusya
bu durumdan rahatsızlığını sert bir dille ifade etse de
silahlanma yarışında Rusya’nın bölgede oluşturduğu
tehdit kadar, alınan kararlarda önemli rol oynuyor.
Bu doğrultuda NATO Genel Sekreteri Stoltenberg
NATO’nun Doğu Avrupa’da askeri varlığını artırması yönünde karar aldıklarını açıklayarak Letonya, Litvanya, Estonya ve Polonya’ya çok uluslu askeri
birlikler konuşlandırılacağını söyledi. Konuşlandırılacak bu çok uluslu birliklerde Kanada’nın Letonya,
Almanya’nın Litvanya, Birleşik Krallık’ın Estonya ve
ABD’nin Polonya’da öncü rol üstleneceğini ifade etti.
Stoltenberg’in bu kararı duyurmasından hemen
sonra Rus parlamentosunun üst kanadı Federasyon Konseyi Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Kosaçev,
“NATO, bugünkü kararlarıyla Avrupa’nın Berlin’den
sonra ikinci olan duvarının temelini attı” dedi.
NATO’dan çıkan bu kararın Rusya’nın çembere
alınması ve Doğu Avrupa’da geri adım atması için
Putin yönetimine soğuk terler döktürse de, Rusya
bölgesel varlığının ve askeri gücünün verdiği cesaretle alınan kararlar karşısında savaşmayı dahi gündeme getirebileceği söylenebilir. Öyle ki parlamentonun sert tepkisi ve Duma’nın Savunma Komitesi
Başkanı Vladimir Komoyedov’un “savaş durumunda
ABD’nin savunma kalkanını deler geçeriz” şeklindeki açıklamaları NATO’nun Rusya üzerinde beklediği
okur mektubu
Türkiye bu konuda İD geçişleri dışında rahatsızlığını hiç dile getirmedi. Dolayısıyla güvenlik meselesi
Türkiye’nin “istemem yan cebime koy diyerek” beklediği bir karar oldu. Birde buna AWACS ile Suriye’de
konuşlanan Rusya ve İran’ın askeri hareketliklerinin
takip edilmesi de eklenince Türkiye’nin içinde komşularla ilişkiler meselesinde acınası durumu daha iyi
özetler oldu. Öyle ki Rusya ile gerilmelerin normal
seviyesine inmesi için son günlerde Türk devleti tarafından atılan adımları boşa çıkaracak bir karar.
Varşova’dan Türkiye’ye yansıyan bu gelişmeler
önümüzdeki dönem Karadeniz ve Akdeniz’i çevreleyen askeri hareketliliğin nelere gebe olabileceğini resmederken Türkiye’de NATO ve Ortadoğu gündeminin dışında önemli bir gelişme yaşandı. Bu gelişme 15
Temmuz’da gerçekleşen darbe girişiminin kendisiydi. Bu darbe girişimi kuşkusuz Rusya-Türkiye ilişkilerinde etkili bir yere sahip olabilir. Zira Türkiye’nin
Rus savaş uçağının düşürülmesi sonrasında ilişkiler
bozulmuş, önceden planlanmış birçok anlaşmalar
rafa kaldırılmıştı. Öyle ki her an bir savaş krizi sinyal
veriyor durumu hakimdi. Fakat Başbakan Yıldırım’ın
komşularla ilişkilerin gözden geçirilmesi söylemiyle
başlayan ve Erdoğan’ın Rusya’dan özür dilemesi ilişkilerin normalleşmesi için atılan bir adım olmuştu.
Darbe girişimi sonrasında ise uçak düşürülme olayında darbecilerin parmağı olduğu soruşturma tutanaklarına yansıyınca Rusya’nın tepkisi beklenen
normalleşme sürecine olumlu yansıdı. Bir diğer konuşulan konuda darbeye karşı ilk olarak Rusya’dan
iletilen ve Türkiye’nin yanında oldukları mesajıydı.
İran’ın “hükümetin yanında oldukları” mesajı da
NATO çerçevesinde Türkiye’nin rolünde hem Türk
devleti açısından hem de müttefik NATO ülkeleri
açısından soru işaretleri getirebilir. Suriye’de içe sıkışmış sorun Rusya ile ilişkilerin seyrini belirlese de
15 Temmuz’dan sonra Türkiye’nin dostları listesine
ilk giren ülke Rusya oldu diyebiliriz. Fakat Tüm bu
belirtiler emperyalist devletlerin silahlanma yarışında yürüttükleri manevralar barışın korunması için
değil daha çok krizin ve bölgesel savaşların habercisi olduğu yönündedir. Emperyalist silahlanmanın
gölgesinde katliamlar ve sefalet kaçınılmazdır. Buna
karşı verilebilecek tek mücadele bütün dünya işçi ve
emekçilerinin, ezilen halklarının bir bütün olarak
emperyalist sisteme karşı ortak mücadele edebilmesidir.
24.07.2016
YDİ Çağrı okuru
✒
etkiyi uyandırmayacağını da gösteriyor. Durum bu
kadar keskin bir hal almışken Doğu Avrupa’da ki silahlı birliklerin artarak devam etmesi durumunda ve
buna karşılık Rusya’nın etkisiyle bölgede yaşanacak
kırmızı alarm durumunu da buna eklersek; evet silahların gölgesinde geçecek geniş bir gündem bizleri
bekliyor. Buna tarafların füze savunma sistemlerini
aktif hale getirmesi durumu da eklendiğinde Doğu
Avrupa halkları başta olmak üzere silahlanma yarışının bölge halklarına yönelik siyasi yaptırımları ve
ekonomik zararları sıcak savaş koşullarını da arattırmayacaktır.
NATO zirvesinden çıkan sonuç Rusya’ya askeri
alanda geri adım attırır mı bunu zaman gösterecek.
Fakat doğu kanalında bunlar konuşulurken güneyde
yaşanan vekalet savaşının sonuçları NATO zirvesinde çok fazla yer edinmedi. Bunun gerekçesi kuşkusuz Suriye’deki emperyalist planları zamana yaymak
ve “vekaletler” üzerinden sürdürülen savaşın devam
etmesini bekleyip sonuçlarını görmek olduğu söylenebilir. Rus gücü her ne kadar Suriye’nin kaderi hakkında özelikle Birleşmiş Milletler’de (BM) ve NATO
kararlarında etkin rol oynasa da bu güç kendisi hakkında alınan kararlarda henüz caydırıcı olamıyor.
NATO üyesi olan Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ve “Türk”
heyeti de yer aldı. Bu dönem Türkiye’nin sıcak gündemi sayılan Esad’ın bir an önce “götürülmesi” meselesi
NATO zirvesinde yerini tam bulamadı. Suriye’de rejime karşı silahlı müdahale, tampon bölge ve Demokratik Birlik Partisi (PYD), Halk Savunma Birlikleri
(YPG) ve PKK’nin terörist örgütler listesine alınması
için yürüttüğü gayret de fayda etmedi. Türkiye dolayısıyla zirveden elini yeterince doldurmadan dönmek zorunda kaldı. Fakat bir NATO üyesi olması ve
NATO üyesi ülkeler içerisinde ki askeri gücünün rolü
Türkiye’yi önemli kılıyor. Bu doğrultuda Türkiye’ye
Ortadoğu’dan başta İslam Devleti (İD) olmak üzere
gelebilecek saldırılara yönelik yeni tedbirlerin alınması NATO açısından önemli. Yeni süreçte NATO’ya
bağlı AWACS radar sistemlerinin konuşlandırılması
ile Türkiye’ye yönelik olası saldırıları önceden bildirmek ve askeri istihbarat toplaması için Türkiye, Suriye ve Irak hava sahasının izlenmesi kararlaştırıldı.
Güvenlik konusunda NATO’dan uzun süredir yeteri
kadar destek görmeyen Türkiye’nin güvenlik meselesi oldukça tartışmalı bir konu. Zira sınırların radikal
İslamcı, cihatçı örgütlerin rahatlıkla giriş çıkış yaptıkları, hemen her kesimin dillendirdiği bir konu ve
65
✒
okur mektubu
66
CHP’NİN İZMİR DEMOKRASİ VE
CUMHURİYET MİTİNGİ
Gündoğdu Meydanı’nda yüz bine yakın kitlenin
katıldığı mitingde Kemal Kılıçdaroğlu hep aynı şeylerin tekrarı olan uzun bir konuşma yaptı. Konuşmanın sonunda önce Taksim’de okunan 10 maddelik
manifestoyu tekrarlayıp kitlelere onaylattı, ardından
da Nazım Hikmet’i de kullanmayı ihmal etmeyip,
Nazım’ım meşhur ‘Kurtuluş Savaşı Destanı’ndan
mısralar okudu.
Türkiye’de faşizmin aksiyomu CHP’dir. Evet, CHP
faşist midir/değil midir diye soru sormaya, tartışmaya gerek yok! Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişi ve
bugününe damgasını vuran CHP’nin Atatürkçülüğüdür. Türkiye’de hangi egemen güçler hükümet oldularsa bu gerçek değişmemiş, zaman zaman da bu
katıksız faşizm her türlü gericilik ile desteklenmiştir.
Buna en son ve en radikal örnek de AKP’dir.
Bugün TBMM’ni oluşturan AKP, CHP, HDP, MHP
partilerinden faşist olmayan, demokrat olan yegane
parti HDP’dir. HDP‘yi diğer partilerden ayıran onu
demokrat yapan en temel özellik ise Kürt ulusunun
ve diğer azınlık ulus ve milliyetlerin ulusal haklarını
kayıtsız şartsız korkusuzca savunabilmek olgusudur.
Bu hakların ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı olan ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı da dahil olmak üzere, tüm hakların manifestolarına yazılması
ve pratikte de savunulması gerekir. İzmir Gündoğdu Meydanı’nda mangalda kül bırakmadan atıp tutan Kılıçdaroğlu AKP ve MHP gibi sadece ve sadece
✒
okur mektubu
kitlelerin vahşi milli ve dini duygularına hitap edip
bu darbe girişimini bir fırsat bilerek ‘oy’ avcılığı yapmaktadır.
Onun ‘Taksim manifestosu’ diye böbürlene böbürlene öne sürüp de aldatılmış kitlelere onaylattığı 10
maddelik manifestosunda bugün kan gölüne çevrilmiş Kuzey Kürdistan’dan tek sözcük yoktur. Oradaki yaşanan vahşet, katliam, yok edilmeye çalışılan
binlerce yıllık kültürel değerler, en önemlisi de Kürt
ulusuna karşı işlenen açık aleni katliamlar bırakın
manifestolarının en önemli maddesi olarak yazılmayı, manifestolarının kenarından bile geçmemektedir.
Yine onun manifestosunda bugün sendika haklarının neredeyse tamamı ellerinden alınmış, taşeron
firmalara peşkeş çekilmiş yarı aç yarı tok çalışan
milyonlarca işçi sınıfından tek kelime dahi bahsedilmemektedir. Onun derdi-başı Türk ordusu, Türk
devleti, özgürlükçü demokrasi (artık neyse)Türkiye
Cumhuriyeti gibi beylik laflardır. Anladık ..Biraz da
bizden bahsedilse? Biz ezilenlerden, en alttakilerden,
Biraz da Kürt’ten, Ermeni’den,Yezidi’den ha!
Bu darbelere karşı demokrasi ve cumhuriyet mitingleri giderek partilerin kendi ideolojilerini kitleler
üzerinde egemen kılmaya ve sapık ideolojilerinin kıskacına almayı gaye edinmiş birer şartlandırma hedefine dönüştü. Bunda da hayli başarılı oldular.
Kitleler onların ne idüğü belirsiz demokrasilerini
kabullenmiş görünüyorlar.
Kitleler giderek şövenistleştirildi.
Kitlelerde ilkel Türk milliyetçiliği akımı giderek
derinleşti.
Türk olmayan milliyetlere düşmanlık giderek keskinleşti, keskinleşiyor. (Özellikle Suriyelilere, Kürtlere, Ermenilere karşı.)
Kitleler giderek dinin etkisi ile gericileşiyor, gericileşti.
Laiklik Türkiye’de hiçbir zaman uygulanmadığı
için giderek iş çığırından çıktı ve bu güne gelindi.
Şimdi Kılıçdaroğlu çıkmış konuşuyor, diyor ki: “Bu
Fetö terör örgütü var ya, efendim ‘Bunlar devlete sızmışlar’ deniyor. Devlete sızmadılar, adım adım planlı
bir şekilde devlete yerleştirildiler.”
Eeee peki muhalefet olarak siz ne yaptınız? Bununla ilgili olarak elle tutulur bir muhalifliğiniz, itirazınız, uyarınız vb. oldu mu?
Yok! Olmadı!
Çünkü biliyordunuz ki parti olarak böyle cesurane
bir çıkış yapacak olursanız HDP’nin uğrayacağı gazaba uğrama olasılığı ağır basıyordu. Ayrıca ‘oy’ kay-
betme kaygusu önemli bir faktördü! Bundan dolayı
böyle bir risikoya asla giremezdiniz, girmediniz de!
NASIL BİR DEMOKRASİ? NASIL BİR CUMHURİYET?
Bu partilerin (AKP, CHP, MHP) şimdi tutup da ileri sürdükleri istedikleri, aradıkları demokrasi nitelik
olarak eski demokrasilerinden farkı olmayan, aynı
temel üzerinde yapılacak göz boyayıcı birkaç tamirattan geçirilmiş yamalı, hala her yanı aksıyan bir
demokrasi olacaktır. En geri burjuva demokrasisi bile
olamıyacak bir demokrasi!
Çünkü başka ulusları ve milliyetleri ezen bir ulusun demokrasisi aksayan ,eksik, dökülen, ilkel bir demokrasi ancak olabilir. Başka da şansı yoktur.
Şimdi egemen güçler darbe girişiminden sonra demokrasi mavalı okuyorlar. Göreceğiz! Bir arpa boyu
yol alıp alamadıklarını göreceğiz.
Şimdi tutup özgürlükten bahsediyorlar. Başka ulusları ezen, köleleştiren ve özgürlüğünü elinden alan bir
ulus asla özgür olamaz.
Göreceğiz! Özgürlük konusunda bir arpa boyu yol
alıp almadıklarını göreceğiz!
Burjuvazinin sunduğu demokrasi ve özgürlük sadece kendileri için vardır!
Ezilenlere, emekçilere, halklara gerçek demokrasi
ve özgürlük ancak demokratik devrim, sosyalizm,
komünizm ile gelecektir.
Bütün dünyanın işçileri, bütün dünyanın emekçileri ve ezilen halklar birleşiniz!
05.08.2016
İzmir/YDİ Çağrı okuru
67
FAŞİZME KARŞI
OMUZ OMUZA!