sayi 31 k - Sağlik Ve insan Dergisi

Transkript

sayi 31 k - Sağlik Ve insan Dergisi
YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ
AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ
Prof. Dr. Ahmet Oğul ARAMAN
İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Ahmet SERPER
Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Ali İhsan DOKUCU Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Cerrahisi
ve Çocuk Ürolojisi Klinik Başkanı
Bülent AKARCALI
Eski Sağlık ve Sosyal Güvenlik Bakanı
Eski Turizm Bakanı
Prof. Dr. Bülent ZÜLFIKAR
İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Pediatrik Hematoloji-
Onkoloji Bilim Dalı Başkanı / Türkiye Hemofili Derneği Başkanı
Prof. Dr. Cevdet ERDÖL
Ankara Milletvekili
Esra KAZANCIBAŞI ÖZTEKİN
Sağlık Editörü / Yazar / Yayıncı
Prof. Dr. Hasan Fevzi BATIREL
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Haydar SUR
Biruni Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. İskender PALA
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu Üyesi
Prof. Dr. Metin DOĞAN
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. M. İhsan KARAMAN
Türkiye Yeşilay Cemiyeti Başkanı
Prof. Dr. Murat TUNCER
Hacettepe Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Mustafa SOLAK
Afyon Kocatepe Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR
TBBM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı Adana Milletvekili
Prof. Dr. Nesrin DİLBAZ
Üsküdar Üniversitesi Öğretim Üyesi
Osman GÜZELGÖZ
Sağlık Bakanlığı İletişim Koordinatörü
Öznur ÇALIK
TBMM Nüfus ve Kalkınma Grubu Başkanı
Malatya Milletvekili
Prof. Dr. Sabahattin AYDIN
Medipol Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi Hastanesi Başhekimi,
Hasta Hakları ve Sağlıklı Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı
Prof. Dr. Tuncay DELİBAŞI
Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şefi
®ISSN: 2146-829X Prof. Dr. Uğur DİLMEN
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi
ÜCRETSİZDİR.
Prof. Dr. Yunus SÖYLET
İstanbul Üniversitesi Rektörü Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Üyesi Üniversite Hastaneleri Birliği Derneği Başkanı
Yıl: 3 Sayı: 31 • TEMMUZ 2014
EsasMedya Ltd. Şti. adına
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü
M. Suat GÜZELGÖZ
Yayın Koordinatörü
Ayşe AYDIN
Hukuk Danışmanı
Av. Bekir EREN
Kurumsal İletişim ve Reklam
Ensar ÜSTÜN
Görsel Yönetmen
Mustafa HORUŞ
Grafik Tasarım
EsasMedya Tasarım
Yayın İdare Merkezi
Aşağı Öveçler 1328. Sokak 15/3
Çankaya / Ankara
Tel : 0312 472 44 63
Faks: 0312 472 44 83
www.saglikveinsandergisi.com
[email protected]
Yayın Türü
Yaygın Süreli
Basım Yeri
İmaj İç ve Dış Ticaret A.Ş.
Macun Mah. 3. cad.
No: 2 (A Girişi) İstanbul Yolu 6. km.
Yenimahalle / ANKARA
Tel : 0312 397 91 40
Basım Tarihi
TEMMUZ 2014, ANKARA
Kaynak gösterilmeden yazılar iktibas
edilemez, alıntı yapılamaz. Yazılar
yayınlansın, yayınlanmasın yazarlarına
iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir.
Hukuki sorumluluk yazarlarına aittir.
Yayınlanan reklamların hukuki sorumluluğu
reklamverenlere aittir.
Destek ve katkıları için
SAĞLIK BAKANLIĞI’na teşekkür ederiz.
/saglikinsandrg
/saglikveinsandergisi
www.saglikveinsandergisi.com
Türkiye Biyoteknolojik
Gelişmelere Ayak Uyduruyor
Günümüzde adını sıkça duyduğumuz bir terim olan
“biyoteknoloji”, gelişen teknoloji ile doğa bilimlerini
harmanlayarak ortaya çıkan gelişmeleri modern yaşamda uygulamayı hedefliyor. Bu anlamda biyoteknoloji, ilaç endüstrisinde de kullanılabilir olmasıyla
sağlık alanı için de vazgeçilemez bir unsur haline
geliyor.
Son yıllarda ortaya çıkan biyoteknolojik gelişmeler
ülkemizde de ilgi ve dikkatle takip ediliyor. Amerika
Birleşik Devletleri’nde yerleşik biyoteknolojik sanayi
kuruluşlarının üye olduğu BİO tarafından (Uluslararası Biyoteknoloji Sanayi Organizasyonu) her yıl düzenlenen BİO Konferansına Türkiye de 2012 yılından
bu yana katılım sağlıyor.
Bu yıl Haziran ayında gerçekleşen BİO Konferansına
Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz beraberinde Sağlık
Bakanlığı Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Başkanı
Saim Kerman ve ilaç endüstrisi temsilcilerinden oluşan bir heyetle katıldı.
Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu’nun,
Türkiye’nin biyoteknolojik gelişmelere bakışını değerlendirdiği açıklamasını, İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Başkanı Saim Kerman’ın “İnovasyon ve Biyoteknoloji” konulu yazısını, biyoteknolojik ürünler
hakkında hazırlanan bilgilendirici çalışmaları ve ilaç
endüstrisinin biyoteknoloji konusunda görüşlerini
içeren yazıları da “biyoteknoloji” kapak dosyamızda
bulabileceksiniz.
Bu sayımızla birlikte değerli Hocalarımız İstanbul
Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Oğul Araman ve İstanbul Üniversitesi Onkoloji
Enstitüsü Pediatrik Hematoloji-Onkoloji Bilim Dalı
Başkanı Prof. Dr. Bülent Zülfikar Yayın Danışma Kurulu ailemize katıldı. Bu vesileyle Hocalarımıza hoş
geldiniz diyor, teşekkür ediyoruz…
Sağlıktaki gelişmeleri ve sağlığımız için bilmemiz
gerekenleri derlediğimiz “sağlıklı” haberlerle sizlere
sunduğumuz Temmuz sayımızı ilgiyle okuyacağınızı
umuyor, sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz….
Biz de bu gündemden yola çıkarak kapak dosyamızı
Biyoteknolojiye ayırdık. BİO Konferansının ayrıntılı
haberini ilgi çekici ve bilgilendirici içeriklerle hazırladığımız kapak dosyamızda sizlere sunduk.
Ayşe Aydın
06
Türkiye Biyoteknolojik
Gelişmelere Ve Yatırımlara Hazır
14
18 Biyoteknoloji ve Biyobenzer Ürünler
4
Kan Bağışı Hakkında
Merak Edilenler
58SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
Biyofarmasötiklerde Yan Etki
ve Etkililik Çalışmaları
34
Novo Nordisk ve İnovasyon:
90 Yıllık İnovasyon İle Diyabette Lider
70
Fethiye
72
Yıldız Teknik Üniversitesi
37,500’ü
• Son on yılda yıllık ortalama %5.1’lik nominal GSYİH • Avrupa, Kafkaslar, Orta Asya, Orta Doğu ve
artışı ile Avrupa’nın en hızlı büyüyen ekonomisi ve
Kuzey Afrika’ya erişim
dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri
(2004-2013)
• Kamu- özel sektör işbirliğinde 1.1 trilyon $ GSYİH
ile dünyanın 16. büyük ekonomisi (IMF 2013)
• Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD)
ülkeleri arasında %5.2 ortalama yıllık büyüme
beklentisiyle en hızlı büyüyen ekonomi
(OECD 2012-2017)
• Yüksek rekabete dayalı yatırım teşvikleri ve özel
Ar-Ge desteği
• Yarısı 30.4 yaşın altında olan 76.6 miyonluk nüfus
• Yılda yaklaşık 610.000 üniversite mezunu
haber
Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu:
“TÜRKİYE BİYOTEKNOLOJİK
GELİŞMELERE VE YATIRIMLARA HAZIR”
Günümüzde artık ilaç pazarı egemenliğinin, kimyasal ürünlerden
organizmalar ve canlı sistemlerden
üretilen biyolojik ürünlere geçmekte
olduğunu belirten Sağlık Bakanı Dr.
Mehmet Müezzinoğlu; Türkiye’nin biyoteknolojik gelişmeleri hassasiyetle
izlediğini ve bu konuda yapılacak her
türlü yatırıma hazır olduğunu ifade
etti.
Biyoteknolojik
gelişmeler
ve
Türkiye’nin konuya bakışı ile ilgili bir
açıklama yapan Sağlık Bakanı Müezzinoğlu şunları kaydetti:
“Sağlıklı bir toplum, sağlıklı yaşamın toplumun her kesimi için temin
edilebilmesi ile sağlanır. Çok sayıda
faktöre bağlı bu konunun en önemli
unsurlarından biri de; tedavide yeni
ilaçların hastalara temininin hızlı bir
şekilde sağlanması ve bu ilaçların
uluslararası normlara uygun şekilde
üretildiğinin denetlenmesidir.
6
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
Yasal mevzuat ile oluşturulan rasyonel ilaç politikaları sayesinde ilaç endüstrisinin gelişimini desteklemek,
kaliteli, etkin, güvenli ilacın en ekonomik şartlarda hastaya teminini sağlamak da biz politika yapıcıların ve sistemi yürüten bürokratların görevidir.
biyolojik yolakların tanımlanması,
tıbbi testler için diyagnostik ajanların geliştirilmesi, kalıtsal hastalıkların
tıbbi semptomlarının düzeltilmesi
veya tedavi edilmesi için geliştirilecek gen tedavileri gibi konular ile ilgili önemli bir disiplindir.
Bu konuda son gelişmeler, multidisipliner bir bilim olan biyoteknoloji
kavramı ile ilişkilidir. Bilindiği üzere,
geniş bir tanıma sahip olan biyoteknoloji, genel olarak, ticari ürünlerde
veya bu ürünlerin üretiminde biyolojik sistemlerin (örneğin; hücreler veya
dokular) ya da biyolojik moleküllerin
(örneğin; enzimler veya antikorlar)
kullanılmasıdır.
Günümüzde artık ilaç pazarı egemenliği, kimyasal ürünlerden organizmalar ve canlı sistemlerden üretilen biyolojik ürünlere geçmektedir.
Diğer yandan, patent süresi biten
referans biyoteknolojik ürünlerin jenerik versiyonları olan biyobenzer
ürünler pazara girmektedir.
İlaç keşfi ve geliştirilmesi alanında en
yeni disiplinlerden biri olarak gelişen
biyoteknoloji, bu alanda biyoteknolojik ilaçların yani biyofarmasötiklerin de geliştirilmesini sağlamıştır. Günümüzde, farmasötik biyoteknoloji,
yeni terapötik ilaçların tasarımı, yeni
Geçmişte, biyoteknolojinin farmasötik dalı sadece fermantasyon ve
rekombinant terapötik proteinlerin
üretimi ile sınırlı iken, günümüzde
“farma” ön eki genetikten moleküler
biyolojiye, moleküler biyolojiden diyagnostiklere kadar tüm yaşam bilimleri yaklaşımları için kullanılabilir
hale gelmiştir.
Kalıtsal veya kalıtsal ve bulaşıcı olmayan hastalıkların teşhis veya tedavisinden, sağlık bakım uygulamalarındaki değişikliklere kadar geniş
bir yelpazede ürün biyoteknoloji ile
geliştirilebilir.
Ülkelerin ekonomik gelişimlerine olabilecek katkıları göz önüne
alındığında başta ilaç olmak üzere
gıda, savunma ve enerji gibi sanayi
dallarında biyoteknolojinin fazlası
ile önemsendiği görülmektedir. Bu
alanlarda yeniliklere öncülük etmesi ve diğer ülkelerdeki yenilikleri
de izlemek adına Amerika Birleşik
Devletleri’nde yerleşik biyoteknolojik
sanayi kuruluşlarının üye olduğu BİO
tarafından (Uluslararası Biyoteknoloji
Sanayi Organizasyonu) her yıl düzenlenen BİO Konferansa Türkiye olarak,
kamu ve özel kurumlarımız ile birlikte
katılım sağlıyoruz.
ilaç sanayi yatırımlarını çekmek adına ülkeler arasında ciddi rekabet yaşanmaktadır.
Türkiye’de yerli ve yabancı sermayeli
ilaç üretiminin artırılması için Bakanlığımız ve Ekonomi Bakanlığı tarafından geliştirilmiş teşvik politikaları
uygulanmaktadır. Cari açığın kapatılması amacıyla 02.11.2011 tarihli ve
663 Sayılı “Sağlık Bakanlığı ve Bağlı
Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri
Hakkında Kanun Hükmünde Kararname” ile Sağlık Serbest Bölgeleri
ve tıbbi ürün ve hizmetlerin üretiminin teşvik edilmesi ile ilgili 49. ve 50.
maddeler düzenlenmiş ve bu yolla
Türkiye’de ileri teknoloji gerektiren
ilaç üretimini ve sanayiciyi teşvik politikalarının geliştirilmesi hedeflenmiştir.
İlaç sektörü, araştırma ve geliştirmeye dayalı bilgiye bağlı olmasından
dolayı uluslararası öneme haiz, aynı
zamanda geniş ticarete konu bir sektördür. İlaç sanayi, araştırma ve geliştirme harcamalarının ciroya oranı
itibarıyla (% 15.9) en fazla ar-ge harcaması yapılan sektördür.
Biyoteknolojik ilaç, onkoloji ilaçları ve
kan ürünlerinin yerli üretiminin teşviki için Ekonomi Bakanlığı tarafından
yayınlanan 2012/3305 Sayılı Karara
İlişkin Mevzuatta, bu ürünlere ilişkin
yatırımcıların 5. Bölgede uygulanan
bölgesel desteklerden faydalanabileceği belirtilerek bu ürünlere ilişkin
yatırımlar öncelikli yatırımlar kapsamında değerlendirilmiştir.
Günümüzde Ülkemiz ilaç pazarı
dünyada 16. Avrupa Birliği ülkeleri arasında 6. sıradadır. Hem katma
değer yaratan niteliği hem de halk
sağlığını korumak bakımından stratejik öneme haiz olması nedeni ile
Bu amaçla Bakanlığımız tarafından
da 19 Aralık 2012 tarih ve 119775
sayılı Yönerge (“Yatırımlarda Devlet
Yardımları Hakkında Karar Kapsamındaki Biyoteknolojik İlaç, Onkoloji
İlaçları ve Kan Ürünleri Üretimi Proje
Onayları Hakkında Yönerge”) yayımlanmıştır.
TBMM’ce kabul edilip 1 Ocak 2014
itibariyle yürürlüğe giren 10’uncu 5
yıllık Kalkınma Planımız kapsamında
bir eylem planı hazırlanmaktadır. .
Sağlık endüstrilerinde yapısal dönüşüm programı eylem planı başlığıyla
anılan bu plana göre uzun vadede
Türkiye’nin küresel bir ilaç Ar-Ge ve
üretim merkezi olması, ilaç ve tıbbi
cihaz alanında rekabetçi bir konuma
ulaşması hedeflenmiştir.
Bu programla yüksek katma değerli
ürün üretebilen, küresel pazarlara
ürün ve hizmet sunabilen ve yurtiçi
ilaç ve tıbbi cihaz ihtiyacının daha
büyük bir kısmını karşılayabilen bir
üretim yapısına geçilmesi amaçlanmaktadır.
Bu kapsamda orta vadede yerli üretim kapasitesinin artırılması, Ar-Ge ve
girişim ekosisteminin geliştirilmesi,
uzun vadede yeni molekül geliştirebilen, daha yüksek katma değerli ilaç
ve tıbbi cihaz üretebilen bir yapıya
kavuşarak küresel değer zincirlerinde etkinliğin artırılması öngörülmektedir.
Bu çerçevede Bakanlığımız ve bağlı
kuruluşları yeni yapıları, uluslar arası standartlarda mevzuatları ve iyi
yetişmiş insan gücü ile uluslararası
alanda global olarak yer almaya, işbirliği yapmaya ve yatırımcıları davete hazırdır.”
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
7
kapakkonusu
2014 ULUSLARARASI BİYOTEKNOLOJİ
KONFERANSI GERÇEKLEŞTİ
Türkiye’nin, T.C. Başbakanlık Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı koordinasyonunda bu
yıl 3. kez katıldığı fuarda Türk heyetine Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz başkanlık etti.
Fuara Türkiye’den kamu ve özel sektörden 70’in üzerinde temsilci katıldı.
Bu yıl 24-26 Haziran 2014 tarihleri
arasında ABD’nin Kaliforniya eyaletinin San Diego şehrinde gerçekleşen
2014 BIO Uluslararası Konferans ve
Fuarı (BIO International Convention),
dünyada biyoteknoloji alanında düzenlenen en büyük uluslararası fuar
olarak kabul edilmektedir. 1993 yılından beri düzenlenen bu organizasyonda, değişik ülkelerden 19.000’in
üzerinde firma temsilcisi biyoteknoloji alanındaki gelişmeleri paylaşmak, stratejik ortaklıkların ilk adımlarını atabilmek ve yüzlerce eğitim
paneline katılmak amacıyla bir araya
gelmektedir.
Türkiye’nin, T.C. Başbakanlık Yatırım
Destek ve Tanıtım Ajansı’nın koor8
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
dinasyonunda bu yıl 3. kez yer aldığı fuarda, Türk heyetine Kalkınma
Bakanı Cevdet Yılmaz başkanlık etmiştir. Fuarda 250 metrekarelik bir
stant alanında 70’in üzerinde devlet
ve özel sektör temsilcisi, Türkiye’nin
sektördeki çalışmaları ve sektörün
gelişmesi açısından sahip olduğu
potansiyel ve olanakları katılımcılara
tanıtmışlardır.
ve İzmir Kalkınma Ajansı; sektörel
dernekler, Araştırmacı İlaç Firmaları
Derneği (AİFD), İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası (İEİS), Klinik Araştırmalar Derneği ve Türkiye İlaç Sanayi
Derneği; araştırma kuruluşları, Argefar, Depark ve Inovita’dır. Fuarda özel
sektörü temsilen yaklaşık 15 firma
hazır bulunmuştur.
Fuara katılan kamu kurumları, Kalkınma Bakanlığı, Ekonomi Bakanlığı,
Sağlık Bakanlığı, Maliye Bakanlığı,
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı,
Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Sosyal Güvenlik Kurumu, Hazine
Müsteşarlığı, TÜBİTAK, T.C. Başbakanlık Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı
Türkiye, BIO organizasyonlarına ilk
kez 2012 yılında Boston’da Bilim,
Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat
Ergün’ün başkanlık ettiği bir Türk
heyetiyle katılmıştı. 2013 yılında
Chicago’da düzenlenen fuara katılan heyete ise Sağlık Bakanı Mehmet
Müezzinoğlu başkanlık etmişti.
Türkiye’nin fuara katılmasının temel
amacı, ülkemizde bir biyoteknoloji
kümelenmesi oluşturulmasıdır. Bu
çerçevede, teşvik sistemi içinde de
bu sektördeki yatırımlar stratejik yatırımlar olarak desteklenmektedir. Son
derece cazip teşvikler sunan Türkiye,
Orta ve Doğu Avrupa’daki en büyük
ilaç pazarına sahiptir. Türkiye ayrıca,
klinik araştırmalar alanında bir merkez olabilecek potansiyele sahiptir.
Ülkemizde biyoteknoloji alanındaki
çalışmalar, üniversiteler, teknoparklar, TÜBİTAK, Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, biyoteknoloji firmaları
ve dernekleri tarafından yürütülmektedir. TÜBİTAK tarafından hazırlanan
Biyoteknoloji ve Gen-Teknolojisi
Stratejisi Raporu sağlık, tarım, hayvancılık ve endüstriyel teknolojiler
olmak üzere dört ana sektöre odaklanmaktadır.
Türkiye’nin biyoteknoloji yatırımlarını çekmek açısından sahip olduğu
başlıca avantajlar, artan nüfus, gelişen sağlık bilinci, kalifiye iş gücü, ülkedeki siyasi ve ekonomik istikrarın
yanı sıra barındırdığı yatırım potansiyeli ile doğru orantılı olarak artan
uluslararası yatırımlar, Ar-Ge teşvikleri, son 11 yılda gerçekleştirilen sağlık
reformları ve pazar düzenlemelerinin
AB standardına uyumlu hale getirilmesi olarak sıralanabilir.
Bu kapsamda, Türkiye’nin sektör için
2023 yılı hedefleri aşağıdaki gibidir:
• Türkiye’nin yaşam bilimlerinde ArGe yetkinliğini geliştirerek, ulusal
ve uluslararası yatırımları artırmak,
kalifiye insan gücü yetiştirmek ve
Ar-Ge’de Türkiye’nin öncü sektörü
haline gelmek
• Türkiye’de
katma değeri yüksek
ürün gruplarının üretimini artırarak bölgesel/küresel tedarikçi haline gelmek ve net ihracatçı olmak
• İlaç ve biyoteknoloji sektöründe
bölgesel bir yönetim ve hizmet
merkezi haline gelerek Türkiye’nin
ekonomik gelişmesine katkıda
bulunmak ve bölgesel etkinliğini
artırmak
BİYOTEKNOLOJİ VE TÜRKİYE
Türkiye, son 10 yılda ortalama %
5,3’lük bir büyüme oranı yakalayarak
önemli bir başarıya imza atmıştır ve
bu büyümenin içerisinde sağlık sektöründeki gelişmeler önemli bir yer
tutmaktadır.
Türkiye’de Ar-Ge harcamalarının şirket gelirine oranla en fazla olduğu
sektör ilaç ve biyoteknolojidir. Bu
durum ilaç sektörü yatırımları için
Türkiye’nin uluslararası arenada ilgi
odağı olmasını sağlamaktadır. Uz-
man mühendis ve kalifiye iş gücüne
sahip, jeo-stratejik konumu ile yaklaşık 25 trilyon dolarlık bir GSYİH’nın
merkezinde bulunan Türkiye, birçok
sektörde olduğu gibi biyoteknoloji
sektöründe de avantajlı bir konuma
sahiptir. Türkiye’de faaliyet gösteren
yaklaşık 300 ilaç firmasından 134’ü
yabancı sermayelidir. Aynı zamanda
Türkiye’deki 53 üretim tesisinin 14’ü
uluslararası şirketlere ait olup, sektör
yaklaşık 25.000 kişilik istihdam sağlamaktadır. Türkiye, dünyanın 14.,
Avrupa’nın ise 6. büyük ilaç pazardır.
Son yıllarda gerçekleşen hızlı büyüme rakamlarına rağmen, Türkiye bu
pazarda hak ettiği noktaya henüz
ulaşmamıştır. Kuruluşunun 100. yıldönümü için kendisine iddialı hedefler koyan Türkiye Cumhuriyeti,
2023 yılında, yani bundan tam 11 yıl
sonra dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olmayı, ihracatını 500
milyar dolara, kişi başına düşen milli
gelirini 25.000 dolar düzeyine çıkarmayı hedeflemektedir. Bu çerçevede,
GSYH’ye oranı yaklaşık % 1’e tekabül
eden toplam Ar-Ge harcamalarının,
2023 yılı hedefleri doğrultusunda
% 3’e çıkarılması planlanmaktadır.
Bu plan dâhilinde de önümüzdeki
beş yıl içerisinde ilaç sektöründe 60
milyon dolar civarında gerçekleşen
Ar-Ge harcamalarının iki katına çıkarılması hedeflenmektedir.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
9
FUAR ÇALIŞMALARI
Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, 25
Haziran tarihinde fuar çalışmaları
kapsamında, Türk basını ile kahvaltı
programı, Türkiye standının açılışı,
Türk firmalarla görüşme ve fuar alanı
ziyaretinin ardından, “Küresel Pazarlarda Yeni Fırsatlar” başlıklı forumda
Türkiye Paneli’inin açılış konuşmasını
yapmıştır. 10. Kalkınma Planı çerçevesinde Türkiye’nin biyoteknoloji ve
ilaç sektörü ile ilgili politikalarını değerlendiren Bakan Yılmaz, akşam da
Los Angeles Konsolosluğu tarafından
düzenlenen resepsiyona katılmıştır.
Yine 25 Haziran günü, moderatörlüğünü T.C. Başbakanlık Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı Başkanı İlker
Aycı’nın yaptığı “Türkiye’nin Biofarma
Yenilikçilik Politikası” paneli çerçevesinde, Türkiye’nin biyoteknoloji ve
ilaç endüstrilerinin özellikle yenilikçi
gelişim özelliği ile ekonomiyi 2023
yılı hedeflerine ulaştırabilmesindeki
rolünü incelenmiş, Türkiye’nin kendi
tecrübeleri, endüstrinin en iyi örnekleri ve başka ülkelerin başarı öykülerinin gözden geçirilmesi suretiyle
Vizyon 2023’e doğru bir yol haritası
sunulması amaçlanmıştır.
Öğleden sonra, “Biyoteknolojide
Yenilikçi Ekosistemlerin Yaratılması” konulu panelde global biofarma
10
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
fonlarının sınırlı kaynaklar olmasına
ve yatırım çekmek isteyen ülkeler
arasında yoğun bir rekabet yaşanmasına rağmen Türkiye’nin uluslararası
firmalardan yatırım çekmeyi başardığı vurgulanmıştır. Her geçen gün
artan küresel rekabet içerisinde, bu
yatırımların ülkeye girişinin devam
etmesi konusunda neler yapılması
gerektiği, gelişen ekonomik kalkınma stratejileri, yenilikçilik temelli
politikaların geliştirilmesi ve serbest
ticaret anlaşmalarının artırılmasını da
içeren Türkiye’nin önündeki fırsatlar
değerlendirilmiştir. Panelin moderatörlüğünü Amerikan Ticaret Odası
Temsilcisi yapmıştır.
26 Haziran Perşembe günü düzenlenen Scientific American WorldView Super Session’da ise küresel
platformda biyoteknoloji ve yaşam
bilimlerinde yaşanan gelişmeler ve
tüm dünyanın çaresini bilimde aradığı önemli sorunlar ele alınmıştır.
Televizyon ve radyo habercisi David
Brancaccio tarafından yönetilen bu
panelde her yıl fuar sonunda yayınlanan “worldview scorecard”ı da içeren
“Scientific American Biotechnology”
sayısına değinilerek ana başlıklar tartışılmıştır. Kalkınma Bakanı Cevdet
Yılmaz yine söz konusu panelde bir
konuşma yapmıştır.
Fuar çerçevesinde ilaç sektöründe
faaliyet gösteren uluslararası firmaların üst düzey temsilcileriyle görüşmeler yapan ve bazı üretim tesislerini ziyaret eden Bakan Yılmaz,
açılış konuşmasını yaptığı panelde,
sağlık reformuyla elde edilen başarıyı ilaç sektörüne de taşımak istediklerini, ilaç sektöründe hedefin
biyoteknolojik ürünlere dayalı bir
üretimle katma değeri daha yüksek
ilaç üreten ve ihracatta rekabetçi
güce sahip bir sektör dönüşümüne
imza atmak olduğunu belirtmiştir.
Bakan Cevdet Yılmaz, bu bağlamda
10. Kalkınma Planı çerçevesindeki
Sağlık Endüstrilerinde Yapısal Dönüşüm Programı’nın, öncelikli reform
alanlarından birini oluşturduğuna
dikkat çekmiştir. Küresel ekonomik
krize rağmen Türkiye’nin araştırma ve
geliştirme (Ar-Ge) harcamalarının artarak devam ettiğini belirten Yılmaz
Bakan, 2000 yılından bu yana Ar-Ge
harcamaları açısından OECD ülkeleri
arasında Türkiye’nin bu alana en fazla
kaynak aktaran ülkelerden biri haline
geldiğini ifade etmiştir. Biyoteknoloji
alanında dünyanın en önemli organizasyonlarından biri olarak değerlendirilen BIO Uluslararası Konferans
ve Fuarı, bu alanda faaliyet gösteren
binlerce kurum ve kuruluşu bir araya
getirirken, sektörde yatırım bağlantıları kurmak açısından sunduğu fırsatlara işaret etmiştir.
kapakkonusu
İLAÇTA İNOVASYON
VE BİYOTEKNOLOJİ
Dr. Saim KERMAN
Sağlık Bakanlığı
Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Başkanı
“Dünya nüfusu ve yaşam süreleri giderek artarken, nüfusun yaşlanması,
hastalık paternlerindeki değişimler,
yeni tedavi yöntemlerinin gelişmesi,
artan farkındalık ile kalite beklentilerinin yükselmesi sonucunda sağlık
hizmetlerine ve ilaca olan ihtiyaç da
artış kaydetmektedir.
İlaçlar stratejik değeriyle ilişkili biçimde politik değer de taşıyan önemli
endüstriyel ürünler arasında yer almaktadır. Bu anlamda ilaç sektörü
tüm kamu kurumları nezdinde ve
kamu tarafından yayınlanmış belgelerde öncelikli, stratejik sektörler arasında yer almakta ve ülkemiz politikalarında her türlü teşvik kapsamına
alınmıştır.
Türkiye AR-GE harcamalarının GSYİH
içindeki payına bakıldığında, söz
konusu rakamın diğer ülkelere göre
oldukça düşük oranda olduğunu görebilmekteyiz.
Buna bağlı olarak ülkemizin 2023
hedefleri içerisinde Ar-Ge’ye yapılan
harcamaları GSYİH’nin %3’üne çıkarmak vardır.
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti,
belirlemiş olduğu Vizyon 2023 hedefleri doğrultusunda, 2023 yılında
Türkiye’nin küresel ilk 10 ekonomi
arasına girmesini, 500 milyar dolar
ihracat hacmine ulaşmasını, GSYİH
içinde Ar-Ge payının %3’e çıkmasını
hedeflemektedir. Ayrıca, Türkiye Sanayi Strateji belgesinde, ülkemizin
“Orta ve yüksek teknolojik ürünlerde
Avrasya’nın üretim üssü olması” ideali ortaya koyulmuştur.
Ülkemizde temel eczacılık ürünleri
adı altında yapılan Ar-Ge harcaması,
son yıllar itibariyle 70 milyon Dolar
12
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
düzeyinde gerçekleşmiş, bilgisayar
programlama, motorlu taşıt imalatı
ve mimarlık gibi sektörlerin arkasında kalarak en çok Ar-Ge harcaması
yapılan on birinci sektör olmuştur.
(Kaynak:TÜİK)
Uygulanan ilaç politikalarıyla beraber
hazırlanan yasal mevzuatlar çerçevesinde ilaç endüstrisinin gelişimini
desteklemek, kaliteli, etkin, güvenli
ilacın en ekonomik şartlarda hastaya
teminini sağlamak da biz bürokratların önemli görevleri arasındadır.
Kurumumuzca bu konuda son gelişmeler takip edilerek desteklenmektedir. Bu konuda öne çıkan kavram
ise, multidisipliner bir bilim olan biyoteknoloji ile ilişkilidir.
Biyoteknoloji ‘bilginin, ürünlerin ve
hizmetlerin üretimine yönelik canlı
veya canlı olmayan materyalleri değiştirmek üzere bilimin ve teknolojinin canlı organizmalara, bunların
parçalarına, ürünlerine ve modellerine uygulanması’ şeklinde tanımlamaktadır. İnsanoğlu biyoteknolojiyi
asırlar öncesinde kullanmaya başlamışsa da biyoteknoloji 21. Yüzyıla ait
olan ve tarımdan sağlığa, çok geniş
bir uygulama alanına sahip yeni ve
önemli bir kavramdır. Günümüzde
biyoteknoloji terimi geçmiş yüzyıl
içerisindeki gösterdiğimiz ilerlemeye
bağlı bilimde vardığımız son noktayı
gösteren ilerlemenin ürünüdür. Yani
başka bir deyişle, biyoteknoloji, hücresel ve biyomoleküler yöntemler
kullanılarak sorunların çözülmesi ve
faydalı ürünlerin eldesi şeklinde tanımlanabilir.
İlaç geliştirme çalışmalarının başarısı,
öncelikle laboratuvarlarda potansiyel yeni ilaç moleküllerinin tanımlanmasının ardından bu moleküllerin
önce hayvanlar sonrasında insanlar
üzerinde denenmesi ve sonuçta otoriteden izin alınarak pazara çıkmasını
içeren bir dizi sürecin tamamlanması
demektir.
Bugün,
biyoteknoloji sağlık, zirai
gıda ve endüstriyel
olmak üzere 3 ana
sektörde çözümler
sunan anahtar bir
platformdur. Günlük
hayatımıza giren birçok
öğe aslında biyo-teknik
süreçler kullanılarak üretilmektedir. Her gün kullandığımız
peynirden antibiyotiklere
diyabette kullanılan
insülinden antikor
yapısındaki kanser
ilaçlarına kadar biyoteknoloji hayatımızın
içindedir.
Pozitif bilimlerin öncülerinden biyoteknoloji de süratle gelişmektedir.
Yakın bir zamana kadar hayvanlardan elde edilen insülin ve birçok antikor bugün rekombinant teknolojiyle üretilmektedir. Yakın
bir gelecekte organ
transplantasyonu yerine
süreçleri doğru yönetmeye çalışmaktadır. Biyolojik ürünlerin doğası gereği başvuru dosyalarının değerlendirilmesinde otoriteler, esnek, bilime
dayalı vaka bazlı değerlendirmeler
yapmaktadır.
Bu kadar genel ifadelerle bahsettiğim bu süreçlerin her biri için ayrı
ayrı zaman, bütçe, kalifiye insan gücü
ve üretim için gerekli alt yapının olması gerektiği açıktır. Bu ürün grupları tedavi seçenekleri arasında ileri
teknoloji ve yüksek maliyetle dikkat
çekmektedir. Ancak tedaviye ve hastaların yaşam kalitesine sağladığı faydalar da tartışmasızdır.
350 milyondan fazla hasta, biyoteknoloji ve gen teknolojisi aracılığı ile
üretilen ilaçlardan fayda görmüştür.
Hali hazırda 650’den fazla yeni biyoteknoloji ilacı ve aşısı, kanser, diyabet, Alzheimer, AIDS, nadir hastalıklar dâhil 100’den fazla hastalık için
test edilmektedir.
2,5 milyon immünizasyonla her yıl
önlenen çocuk ölümlerinin sayısıdır.
Biyoteknolojiyle üretilen ilaçlar, diyabet, anemi, romatizmal hastalıklar
immün sistem hastalıkları ve birçok
kanser türünün tedavisinde kullanılmaktadır.
2050 itibariyle Dünya nüfusunun 9,3
Milyara ulaşacağı, 65 yaş üzeri nüfusun oranının ise % 16 olacağı tahmin
edilmektedir.
kök
hücreden
üretilen doku ve
organlara bırakacaktır.
Aslında tıbbi ürün
ister küçük moleküllü, isterse biyolojik
kaynaklı olsun temel ve
ortak amaç; etkin, kaliteli ve güvenli ürünlerin pazara arzını
sağlamaktır. Elbette ki bunun için ulusal otoriteler,
başvuru sahiplerinden
tıbbi ürüne has gereklilikleri talep etmekte ve
bilimsel komisyonlarıyla
Nüfus artışı, yaşlanma, kaynakların
yetersizliği gibi faktörlerin etkisi ile
artan ihtiyaçlara cevap olarak biyoteknoloji hayatın birçok alanında hızla yaygınlaşmaktadır.
2030 yılında biyoteknolojik ürünler tahminen kimyasal ve endüstri
ürünlerinin %35’ini, ilaç ve tanı ürünlerinin %80’ini, tarım ürünlerinin ise
%50’sini oluşturacak ve OECD toplam GSYH’sinin % 2,7’sine ulaşacaktır.
Ülkemiz son yıllarda üretim yapısı ve
ihracat kompozisyonunda yaşadığı
değişimle düşük teknolojili bir yapıdan orta teknolojiye geçiş yapmıştır.
Fakat ileri teknoloji payı hala çok düşüktür. Küresel hastalık trendleri ve
bunların tedavi yöntemleri incelendiğinde ilaç sanayinde biyoteknolo-
Dr. Saim KERMAN
Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Başkanı
jinin öneminin giderek arttığı görülmektedir. Türkiye için de orta ve uzun
vadede hedef bu anlamda teknoloji
transferini ve geçiş sürecini tamamlamak olacaktır.
Gelişmekte olan ekonomilerin pazar
potansiyelinin de artmasıyla ilaç üreticileri için daha çekici hale gelmeleri,
sektörde yaşanan önemli bir gelişmedir. Bu bağlamda, yabancı yatırımları
çekmek kadar yatırımın niteliğinin de
tartışılması gerekmektedir.
Türkiye’nin, yatırımcıların daha düşük katma değerli yatırımları yapmak
için seçtiği bir pazar olma konumunu değiştirip yüksek katma değerli
yatırımları çekmek için ilaç sanayini
ilgilendiren tüm politikaların gözden
geçirilerek hazırlanan Sağlık endüstrilerinde yapısal dönüşüm programı
eylem planı başlığıyla anılan 10.kalkınma eylem planı hazırlanmıştır. Bu
eylem planına göre yüksek katma
değerli ürün üretebilen, yeni molekül geliştirebilen, daha yüksek katma
değerli ilaç ve tıbbi cihaz üretebilen
bir yapıyla küresel pazarlara ürün ve
hizmet sunabilen ve yurtiçi ilaç ve
tıbbi cihaz ihtiyacının daha büyük
bir kısmını karşılayabilen bir üretim
yapısına geçilmesi amaçlanmaktadır.
Bu çerçevede kurumumuzun yeni
yapısıyla, yeni yasal düzenlemeler
desteği ile uluslararası alanda aktif
rol alarak, işbirliği yapmaya ve yatırımcılara rehberlik yapmaya devam
edecektir.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
13
kapakkonusu
BİYOFARMASÖTİKLERDE YAN ETKİ
VE ETKİLİLİK ÇALIŞMALARI
Sağlık Bakanlığı
Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu
Biyoteknolojik
(biyofarmasötik)
ilaçlar canlı organizmalardan rekombinant DNA (rDNA) teknolojisi,
kontrollü gen ekspresyonu, antikor
metodları gibi biyoteknolojik yöntemler kullanılarak elde edilen protein ya da polipeptid yapıda biyolojik
tıbbi ürünlerdir.
Basitçe yerine koyma tedavisi sağlayan proteinler olan ve “birinci jenerasyon biyofarmasötik ilaçlar”
olarak da anılan bu ilaçlar arasında
hormonlar, büyüme faktörleri, sitokinler, monoklonal antikorlar, aşılar,
otolog-allojenik-ksenojenik hücre,
doku ve organlar bulunmaktadır. Bu
ilaçlar anemi, diyabet, kanser, hepatit ve multiple skleroz gibi pek çok
14
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
hastalığın tedavisinde kullanılmaktadır ve yaklaşık yirmi yılı aşkın süredir
piyasada bulunmaktadır. Tahminlere
göre dünya çapında neredeyse 500
milyon hasta biyoteknolojik ilaçlardan fayda görmüştür. Öte yandan,
2000’li yılların başlarında protein mühendisliği yoluyla ikinci jenerasyon
biyofarmasötikler üretilmeye başlanmıştır. Pek çok birinci jenerasyon biyofarmasötiğin patent süresi bitmiş
ya da bitmek üzeredir. Bu durum, bu
gibi ürünlerin noninnovatif versiyonları olan ve “biyobenzer ilaçlar” olarak adlandırılan yeni bir pazar oluşturmuştur. Biyoteknolojik ilaçların
üretim metotlarının kompleks olmasından dolayı, biyobenzer ilaçlar referans ilaçlarla sadece bileşim olarak
benzerdir fakat özdeş değildir. Günümüzde biyobenzerler ile ilgili tecrübe
oldukça kısıtlıdır ve immünojenisite
de dâhil olmak üzere uzun dönem
güvenlik verileri bulunmamaktadır.
Öte yandan, biyoteknolojik ilaçların
gelişmiş ülkelerde bile ekonomiye
önemli oranda yük getiriyor olması,
sağlık otoritelerini biyobenzer ilaçlar
hakkında çeşitli düzenlemeler yapmaya zorunlu kılmıştır.
Geleneksel jenerik bir ilacın ruhsat
alarak piyasaya çıkması için, referans
ilaçla aktif madde, dozaj formu, etkililik, veriliş yolu, nitelik, performans
karakteristikleri ve kullanım amaçlarının aynı olduğunun gösterilmesi,
kısaca farmasötik eşdeğer ve biyoeşdeğer olarak belirlenmiş olması,
klinik etkililik ve güvenlilik çalışmalarına gerek olmaksızın terapötik eşdeğer olarak kabul edilmesi için yeterlidir. Fakat biyoteknolojik ilaçların
patent süreleri bittiği zaman özdeş
kopyalarının yapılması teknik olarak
mümkün değildir. İnnovatif biyolojik
ürünle aynı süreçler kullanılsa bile,
biyobenzer ilaçlarda aktif madde
canlı organizmalardan elde edilen
büyük protein veya polipeptidler
olduğundan özdeş ürün olarak üretilememektedir. Bu ilaçların yapımı,
stoklanması ve transportu sırasında
oluşabilecek olumsuz şartlar proteinlerin denatürasyonu, agregasyonu veya degradasyonuna yol açarak
terapötik sonucu etkileyebilir.
Hatta aynı firmanın ürettiği seriler arasında
bile farklılıklar
olabilir. Bu
yüzden
biyo-
farmasötik ürünün özdeş bir kopyasını üretmek imkansızdır, çünkü üretim
sürecindeki değişiklikler molekülün
yapısında değişikliklere neden olmaktadır. Bu değişiklikler, etkililiğin
farklı olmasına ve daha da önemlisi,
hastada zararlı immün cevapların tetiklenmesine neden olabilmektedir.
Avrupa İlaç Ajansı, biyobenzer ilaçları değerlendirmek üzere ilk kurulan
düzenleyici sistemi oluşturmuştur.
Ülkemizde de 2008 yılında yayımlanan “Biyobenzer Tıbbi Ürünlere
İlişkin Kılavuz” ile EMA tarafından
yayımlanan “Guideline on Similar
Biological Medicinal Products (Benzer Biyolojik Tıbbi Ürünlere İlişkin
Kılavuza)” uyum sağlanmıştır. Söz
konusu Kılavuza göre, biyobenzer
ilaçlarda kalite, güvenlik ve etkinlik
açısından karşılaştırabilirlik çalışmaları yapılması gerekmektedir. Yeni
biyobenzer ve seçilen referans tıbbi
ürün arasındaki yapı/bileşim, kalite,
güvenlilik ve etkililiğin benzerliğini
kanıtlamak için karşılaştırmalı kalite,
pre-klinik ve klinik çalışmaların biyobenzer üretici tarafından sağlanması
gerekmektedir. Ayrıca toksisite açısından oluşabilecek farklılıkları tespit
etmek için yeterli sürede farklı doz
uygulayarak toksikolojik çalışmalar
yapılmalıdır. Klinik etkililiğin karşılaştırılması; klinik farmakokinetik ve
farmakodinamik çalışmalarla gösterilmelidir. Klinik güvenlilik açısından
yan etki profili ve immunojenisite,
karşılaştırmalı klinik çalışmalarla değerlendirilmelidir. Ayrıca söz konusu Kılavuz ile farmakovijilans ve risk
yönetim planları sunma zorunluluğu
getirilmiştir. Bu amaçla, 2011 yılında
“Risk Yönetim Sistemleri Kılavuzu”
yayımlanmıştır. 15 Nisan 2014
tarihinde yayımlanan “İlaçların
Güvenliliği Hakkında Yönetmelik” ile de biyoteknolojik
ilaçlar ve biyobenzer ilaçlar için ilave risk mini-
mizasyonu etkinliklerinin gerekliliği
tespit edilmiş jenerik ilaçların ruhsat
başvurusu sırasında, biyoteknolojik
kaynaklı veya biyobenzer ruhsatlı
ilaçlar için yeni üretim işlemi kullanılması durumunda risk yönetim planı
sunulması zorunlu hale getirilmiştir.
Ayrıca Kurumumuzda biyoteknolojik ürünlerin risk minimizasyonuna
ilişkin yürütülen bir diğer faaliyet de
“ilaç güvenlik izlem formu” ve “hasta
onay formu” uygulamasıdır. Bu uygulamalar, TNF alfa blokerleri olarak bilinen grup ilaçların (infliksimab, adalimumab, etanercept, kanakinumab,
abatacept, ustekinumab, golimumab, tosilizumab ve sertolizumab)
risklerini minimize etmek amacıyla
yürütülmektedir. İlaç güvenlik izlem
formu söz konusu ilacın kullanımına bağlı oluşabilecek riskleri ve bu
riskleri minimize etmekte etkili olabilecek testlere dikkat çekmekte,
hastanın durumuna ilişkin değerlendirmenin üç uzman hekim tarafından incelenmesinin sağlanmasını
hedeflemektedir. İlacın bu formla
reçete edilmesi koşulu ile geri ödemesi yapılabildiğinden ilacın kullanımında söz konusu form kullanılmak
zorundadır. Ayrıca, yeni yayımlanan
Yönetmelikle ruhsat sahiplerinin,
plazma kaynaklı biyolojik ürünler
ve aşılarla meydana gelen şüpheli
advers reaksiyonları TÜFAM’a bildirirken her olguya ait seri numarasını
bildirmesi zorunlu hale getirilmiştir.
Ülkemizde bir biyobenzer ilacın ruhsatlandırılabilmesi için, biyobenzer
ürünün etkin maddesi referans tıbbi
ürünün etkin maddesine moleküler
ve biyolojik açıdan benzerlik göstermelidir. Biyobenzer tıbbi ürünün
farmasötik formu, gücü ve uygulama
yolu referans ürün ile aynı olmalıdır.
Farmasötik formu, gücü ve uygulama yolunun aynı olmaması halinde
karşılaştırma çalışmaları kapsamında
ek veriler sunulmalıdır. Biyobenzer
tıbbi ürün ile referans tıbbi ürün arasındaki herhangi bir farklılığın
uygun çalışmalarla vaka bazında değerlendirilmesi
gerekir.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
15
kapakkonusu
BİYOTEKNOLOJİ NEDİR?
Hücre ve doku biyolojisi kültürü,
moleküler biyoloji, mikrobiyoloji,
genetik, fizyoloji ve biyokimya gibi
doğa bilimleri yanında mühendislik
ve bilgisayar mühendisliğinden yararlanarak, DNA teknolojisiyle bitki,
hayvan ve mikroorganizmaları geliştirmek, doğal olarak var olmayan
veya ihtiyacımız kadar üretilemeyen yeni ve az bulunan maddeler
(ürünleri) elde etmek için kullanılan
teknolojilerin tümüne biyoteknoloji denilmektedir. Başka bir tanıma
göre ise biyoteknoloji; Bitki, hayvan
veya mikroorganizmaların tamamı
ya da bir parçası kullanılarak yeni
bir organizma (bitki, hayvan yada
mikroorganizma) elde etmek veya
var olan bir organizmanın genetik
yapısında arzu edilen yönde değişiklikler meydana getirmek amacı
ile kullanılan yöntemlerin tamamına
denilmektedir.
Biyoteknoloji, temel bilim buluşlarını kısa sürede yararlı ticari ürünlere
dönüştürebilmesiyle bir anlamda
kendi talebini de yaratabilir. Bu yönüyle de diğer teknolojilerden ayrılır. Örneğin sıcak su kaynaklarında
yaşayan bakterilerin birinden elde
edilen yüksek sıcaklığa dayanıklı bir
enzim, günümüzde uygulama ve te16
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
mel bilim çalışmalarının ayrılmaz bir
parçası olan PCR’nin önemli bir girdisidir. Biyoteknoloji uygulamaları;
mikrobiyoloji, biyokimya, moleküler
biyoloji, hücre biyolojisi, immünoloji, protein mühendisliği, enzimoloji ve biyoproses teknolojileri gibi
farklı alanları bünyesinde toplar. Bu
nedenle de biyoteknoloji birçok bilimsel disiplinle karşılıklı ilişki içinde
gelişir.
Bitki, hayvan veya mikroorganizmaların tamamı ya da bir parçası kullanılarak yeni bir organizma (bitki,
hayvan ya da mikroorganizma) elde
etmek veya var olan bir organizmanın genetik yapısında arzu edilen
yönde değişiklikler meydana getirmek amacı ile kullanılan yöntemlerin tamamına Biyoteknoloji denmektedir.
Biyoteknoloji, insan, hayvan ve bitki
hücrelerinin fonksiyonlarını anlamak
ve değiştirmek amacıyla uygulanan
çeşitli teknikleri ve işlemleri tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Canlıların iyileştirilmesi ya da endüstriyel
kullanımına yönelik ürünler geliştirilmesini, modern teknolojinin doğa
bilimlerine uygulanmasını kapsar.
Biyoteknolojinin uygulamaları nelerdir?
1- İnsan sağlığına yönelik olarak
proteinlerin üretilmesi.
2- Kanser, Aids gibi birçok hastalığın
tedavisi ve önlenmesinde kullanılacak genetik ürünler elde edilmesi.
3- Çok zor şartlara sahip çevrelerde
(sıcak, kurak, tuzlu) yaşayan organizmaların enzimlerini ve biyomoleküllerini saflaştırarak bunların sanayide kullanılması.
4- Büyüme geriliği gibi sorunlara
çare olacak ya da bulaşıcı hastalıklara karşı koyacak proteinlerin
üretimi.
5- İnsandaki zararlı genlerin elemine edilmesi.
6- Rekombinant ilaç ve aşıları sentezleyecek transgenik bitkilerin
geliştirilmesi.
7- Bazı hormon, antikor, vitamin ve
antibiyotik üretilmesi.
8- Aşı, pestisit, tıbbi bitki üretimi.
9- Hasar görmüş beyin hücrelerinin
ve omuriliğin onarımı.
10- Yeni sebze ve meyve üretimi.
11-Organik atıkları metabolize edecek bakterilerin elde edilmesi.
kapakkonusu
BİYOTEKNOLOJİ
VE BİYOBENZER ÜRÜNLER
Sağlık Bakanlığı
Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu
Biyoteknoloji 21. Yüzyıla ait olan ve
tarımdan sağlığa, çok geniş bir uygulama alanına sahip hayatımızda yeni
ve önemli bir kavramdır. Günümüzde biyoteknoloji terimi geçmiş yüzyıl
içerisinde gösterdiğimiz ilerlemeye
bağlı olarak bilimde vardığımız son
noktayı gösteren ilerlemenin ürünüdür. Yani başka bir deyişle, biyoteknoloji, hücresel ve biyomoleküler
yöntemler kullanılarak sorunların
çözülmesi ve faydalı ürünlerin eldesi
şeklinde tanımlanabilir.
İlaç geliştirme çalışmalarının başarısı, öncelikle lab.’da potansiyel yeni
18
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
ilaç moleküllerinin tanımlanmasının
ardından bu moleküllerin önce hayvanlar sonrasında insanlar üzerinde
denenmesi ve sonuçta otoriteden
izin alınarak pazara çıkmasını içeren
bir dizi sürecin tamamlanması demektir.
Bu ürünlerin regülasyon basamakları,
ulusal farklılıklar olsa da temel olarak
dünyada benzer uygulamaları barındırır. Aslında tıbbi ürün ister küçük
moleküllü, isterse biyolojik kaynaklı olsun temel ve ortak amaç etkin,
kaliteli ve güvenli ürünlerin pazara
arzını sağlamaktır. Elbette ki bunun
için ulusal otoriteler, başvuru sahiplerinden tıbbi ürüne has gereklilikleri
talep etmekte ve bilimsel komisyonlarıyla süreçleri doğru yönetmeye
çalışmaktadır. Biyolojik ürünlerin doğası gereği başvuru dosyalarının de-
ğerlendirilmesinde otoriteler, esnek,
bilime dayalı vaka bazlı değerlendirmeler yapmaktadır.
Genel ifadelerle bahsedilen bu süreçlerin her biri için ayrı ayrı zaman,
bütçe, kalifiye insan gücü ve üretim
için gerekli alt yapının olması gerektiği açıktır. Bu ürün grupları, tedavi
seçenekleri arasında ileri teknoloji ve
yüksek maliyetle dikkat çekmektedir.
Ancak tedaviye ve hastaların yaşam
kalitesine sağladığı faydalar da tartışmasızdır.
Tıbbi ürünün pazara arzından önce
temel amaç, etkinlik ve güvenliğine
dair gerekli bilimsel verilerin etkin
şekilde değerlendirilmesidir. Bunun
için hammaddeden final ürün eldesine kadar tüm parametrelerin,
spesifikasyonların, yöntem validas-
yonlarının ve üretim akış şemaları
ile güvenli başlangıç dozun tespiti,
tekrarlanan doz şemasının güvenlik
profilinin çıkarılması, hedef organda
herhangi bir toksisiteye neden olup
olmadığının tespiti ve eğer böyle bir
toksisite mevcut ise geri dönüşümlü
olup olmadığı ve güvenlik parametrelerinin takibi olarak özetlenebilir.
Biyofarmasötikler, terapötik proteinler, aşılar, ileri tedavi tıbbi ürünleri
içeren çok geniş bir tedavi grubunu
bünyesinde barındırmaktadır. Molekül ağırlıkları büyük, heterojen ve
karmaşık yapıda olmaları sebebiyle
kararsız ve dayanıksız olan bu bileşiklerin üretim süreçleri final ürünü
etkilemektedir.
Bu ürünler için kararsız yapıda olmaları nedeniyle daha önceden de söylediğim gibi üretim süreçlerinin her
adımının takip edilmesi gerekmektedir. Tüm üretim prosesinin kontrol altında tutulması, final ürünün güvenlik ve etkinliğinin garantisidir. Üretim
basamaklarında yapılacak olan ufak
bir değişiklik dahi biyofarmasötiklerin klinik profilini değiştirebilmekte
ve güvenlikle ilgili sıkıntılara neden
olmaktadır.
Bu gibi nedenlerden dolayı, her bir
inovatörün geliştirdiği biyofarmasötiklerin kendine has olduğu ve bu
ürünlerin benzerleri için jenerik teriminin kullanılamayacağı bilimsel
olarak vurgulanmış ve biyolojik ilaçların jenerikleri için biyobenzer tanımı geliştirilmiştir. Biyobenzer ilaçlar
2006 yılından bu yana pazarda yer
almaktadır.
Hal böyleyken, biyobenzer ürünlerin
ruhsat başvuru dosyaları da ürüne
has gereklilikleri bünyesinde taşımalıdır. Buna göre bu ürünler için kalite
verisi tam dosya olarak ve ilaveten
referans ürünle fitokimyasal kıyaslama çalışmalarını içermesi gerekirken
modül 4 ve 5 verilerinin kısaltılmış
ancak yine referans ürünle kıyaslama
çalışmalarını içerecek şekilde planlanması gerekmektedir.
Yani biyolojik ürünlerle aynı riskleri
taşıyan biyobenzer ürünlerde, başvuru sahibinin modül 4 ve 5 de belirtilen tüm gereklilikleri sağlaması
elbette ki biyobenzer bileşiklerin doğası gereği gerekmemektedir. Ancak
referans ürünle karşılaştırma çalış-
maları mutlaka dosya bilgilerinde yer
almalıdır.
Tüm otoritelerin ve bilim insanlarının
belirttiği gibi bu ürünlerin, benzer
ancak aynı ürünler olmadığı ve minör
değişikliklerde bile klinik ve güvenlik
profillerinin etkilenmesi söz konusuysa, bu ürün gruplarının pazar sonrası takibi büyük önem taşımaktadır.
Peki biyofarmasötikler güvenlikle ilgili ne tip riskler taşımaktadır?
1. Kontaminasyon riski- ürünün kalite modülüne bağlı bir risktir.
2.İmmunojenisite
3. Yerine kullanma
2.ve 3. Parametreler tamamen farmakovijilans konularının kapsamında
değerlendirilmesi gereken parametrelerdir.
İmmunojenisite; ürüne ( izoform,
yapı, uzaydaki yapısı gibi), hastaya
(yaş, hastalık öyküsü, hassasiyet, genetik durum ve arka arkaya kullanmak zorunda olduğu ilaçlar ve tedaviler) ve sağlık profesyonellerine
bağlı ( doz, tedavi süresi, hazırlama,
uygulama, yerine başka benzeri kullandırma) takip edilmesi gereken
önemli bir yan etkidir.
İşte bu süreçler göz önüne alındığında bu ürünlerin pazar sonrası takibine özel önem verilmesi gerektiği
açıktır.
Biliyoruz ki, ilaçların pazar sonrası takibi, Faz 4 olarak tanımlanmakta ve
ilacın özellikle yan etki ve ilaç etkileşimlerine yönelik hedef popülasyondan daha fazla sayıda hastanın vaka
incelemesi sonrası bu yan etkilerden
korumaya yönelik çalışmalar bütünüdür. Üretim basamaklarındaki ufak
bir değişikliğin dahi güvenlik ve etkinlik profilinin değişmesine neden
olduğu ispatlanmış olan biyofarmasötiklerde ve özellikle biyobenzerlerde bu süreç çok daha sıkı kurallarla
yönetilmesi gereken bir alandır.
Klinik çalışmalarda daha küçük bir
popülasyon üzerinde ilaçların denenmesi, uzun süreli kullanımlardaki
mevcut verilerin yetersizliği, belli bir
popülasyon üzerindeki tedavi protokollerinin uygulanması ile elde edilen veriler bütünü biyofarmasötiklerin güvenlik ve etkinlik çerçevesini
çizememektedir; çünkü tıbbi ürün
pazara çıktığında farklı dozlarda ve
farklı tedavi protokollerinde kullanılabilmektedir. Kullanıcı hasta sayısında artış ve değişiklik gözlenmektedir.
Hastaların farklı kronik hastalıklarının
olması nedeniyle farklı tedaviler ve
tıbbi ürünleri kullanma olasılığı da
ilaçlarda hedeflediğimiz yarar/risk
dengesinin olumsuz yöne doğru kayma ihtimalini yükseltmektedir.
Bahsedilen tüm endişeleri diğer sağlık otoritelerinin de paylaştığı açıktır.
Ki bu nedenle dünya uygulamalarına
bakıldığında pazar sonrası bu ilaçların takibinin etkin bir şekilde yapılabilmesi için kılavuzlar yayımlanmakta ve tüm paydaşlara konuya ilişkin
eğitimler düzenlemektedir.
Tüm bu koşullar göz önüne alındığında raporlama sisteminin güçlendirilmesi ve daha etkin bir şekilde kullanılması gerektiği açıktır.
Risk yönetim planı otoritelerin pazar
sonrası takibinin zorunlu olduğunu
düşündüğü bir grup ilaç için uygulanmaktadır. Biyofarmasötikler de bu
gruba dâhil ürün gruplarıdır. Bu plan
ilacın yaşam döngüsü boyunca devamlılık göstermelidir.
Pazar sonrası takibinde her ne kadar
otoriteler, kılavuzlarda meta analitik
yöntemler, epidemiyolojik çalışmalar,
riski minimize eden hedef plan çalışmalarını içeren risk yönetim planı,
pasif ve aktif farmakovijilans verileri
üzerinden ilaç takibini yapmaya çalışsa da hasta öyküsü, tedavi protokolü
gibi verilerin tatmin edici girilememesi, dokümanların hazırlanmasında
standart tıbbi terminolojinin kullanılmaması, konusuna hâkim sağlık profesyonellerinin farklı bilimsel ve tıbbi
bilgi birikimi gibi nedenlerden dolayı
ürüne ilişkin aksiyon almak ve doğru,
homojen bir değerlendirme yapmak
güçleşmektedir.
Ulusal sağlık otoriteleri, ülkelerinde sağlık çalışanlarının hastalarında
gözlemlediği ilaç etkileşimlerini, yan
etki geri bildirimlerini raporlama ve
kayıt altına almak konusunda cesaretlendirse dahi, bu raporların lokal alanda kalması ve global olarak
paylaşımındaki gecikmeler üzerinde
daha hızlı aksiyon almak için çalışılması gerektiği açıktır.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
19
Bu ürünlerin tedavi süreçlerinde takibinin etkin bir şekilde yapılabilmesi
için otorite ve üretici dışında başka
aktörler de görülmektedir. Hekimler
ve eczacılar.
Bir diğer takibi güçleştiren konu ise
bu ürünlerin hekimler tarafından reçetelendirme süreçlerinde yaşanan
farklılıklardır. Sağlık profesyonelleri,
bu ürünleri INN isimleri üzerinden
reçetelendirdiğinde hangi hastaya
hangi ilacın verildiğinin saptanması
zaman almaktadır. Yine bu ürünlerin
benzer ürünler olarak değerlendirilmesine bağlı olarak, eczanelerde
benzerinin verilebilmesine yönelik
ulusal düzeyde uygulamalar mevcuttur. Yani bir ülkede reçete edilen
ilacın verilmesi esas alınırken, diğer
bir ülkede eczacı kanalıyla benzerinin verilebilmesine imkân tanınmaktadır. Tedaviyi takip eden hekimin,
biyobenzer ürünün eczane kanalıyla
verilmesi hakkında bilgilendirilmemesi de takip sırasında karışıklıklara
yol açmaktadır.
Ülkemizde İTS ve e-reçete uygulamaları ile her ilacın üreticiden hastaya
ulaşana kadarki yaşam döngüsünü
etkin bir şekilde takip edilse de global olarak yan etki geri bildirimlerine
ulaşmaktaki sıkıntı tüm otoriteleri etkilemektedir.
Sağlık profesyonellerinin hasta kayıt
sistemlerini etkin bir şekilde kullanmasının, ürünlerin isimlendirilmesi
ve reçetelendirilmesi aşamalarında
detaylı bilgilerin yer almasının ve
ruhsat sahibinin farmakovijilans raporlaması sırasında kullandığı terminolojinin global ölçekte harmonizasyonuna ihtiyaç duyulduğu açıktır.
Buna yönelik çalışmalar Sağlık Bakanlığımızca takip edilmektedir.
AÇIKLAMALAR
Biyofarmasötiklerin en kritik güvenlik
sorunu immunojenisitedir. Tüm biyofarmasötikler biyolojik olarak aktif
moleküller olduğundan immün sistemi uyarabilmektedir. Her ne kadar
biyofarmasötiklerin
immunojenik
potansiyeli, kimyasal ve yapısal analizlerle tahmin edilemese de pek çok
faktörün ürünün immunojenik potensiyelini etkilediği bilinmektedir.
20
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
Final üründeki safsızlıklar, üretim prosesleri ve saklama koşullarına bağlı
yapısal modifikasyonlar safsızlıklara
neden olmaktadır. Biyofarmasötiklerin uygulama yolu da immunujenisiteyi etkilemektedir. IV uygulamalar, IM veya subkutan uygulamalara
nazaran daha az immunujenik etki
göstermektedir. Klinik çalışmaların
önemi biyofarmasötiklerin güvenlik
profili açısından çok anlamlıdır. Burada başarının anahtarı bu ürünlerin
düzgün ve ayırt edici isimlendirilmesinin yapılmasın sağlamaktır. Jenerik
ürünler için kullanılan isimlendirme
sistemi, biyofarmasötiklere uygulanamaz. INN yanında ticari isimlerinin
kayıt altına alınması, yan etki geri
bildirimlerinin ve ilaç takibinin etkin
şekilde yönetilmesini sağlamaktadır.
Bu ürünlerin farmakovijilans takibi
de bir diğer gri alan olarak tanımlanmaktadır. Her ne kadar otoriteler biyobenzer üreticilerinin pazar sonrası
devamlı takibi konusunda uyarsa da
etkin bir planlama olmadığı gözlemlenmektedir.
neden olabilir ( geri çekme, ruhsatlandırma reddi gibi)
Risk yönetim planı; Sinyal tespiti,
gözlemsel çalışmalar ve riski azaltan stratejileri içermektedir. Burada
amaç, tıbbi ürünün riskine bağlı tespit yapmak, ilacın güvenliği için yeni
yöntemler geliştirmek, klinik kullanımda riski azaltmak olarak sıralanabilir.
Risk Yönetim planının içeriği
Bölüm 1. Ürüne genel bakış
Bölüm 2. Güvenlik spesifikasyonları
a. Endikaasyonun ve hedef populasyunun epidemiolojisi
b.Güvenlik
spesifikasyonlarının
non-klinik bölümü
c. Klinik araştırmalar
d. Klnik araştırmalarda çalışılmayan
popülasyon
e. Pazar sonrası deneyim
f. Güvenlik spesifikasyonları için ilave gereklilikler
AB kılavuzunda risk yönetim planı
gerektiren haller;
g. Potensiyel risklerin belirlenmesi
1.Yeni bir etkin madde içeren tıbbi
ürün
Bölüm 3. Farmakovijilans Planı
2.Biyobenzerler
3.Jenerik/hibrit tıbbi ürün- referans
ürünle kıyaslandığında güvenlik
şüphesine bağlı ilave risk azaltan
aktivitelerin yapılması gereken
ürünler
h. Güvenlik şüphesinin özeti
Bölüm4. Pazar sonrası etkinlik çalışma planları
Bölüm 5. Riski azaltma ölçümleri
Bölüm6. Özet
Bölüm 7. Ekler
4.Ruhsatlı üründe belirgin değişiklikler- yeni doz, yeni uygulama
yolu, biyoteknolojik ürünlerde
yeni üretim prosesi, endikasyonda
belirgin değişiklik gibi
Amerika ve Japonya’da da hatta
Hindistan’da biyoteknolojik ürünlerin Pazar sonrası takibi kılavuzlarla
açıklanmış olup sorumluluk süreçteki tüm paydaşlara dağıtılmıştır.
5. Yeni popülasyon ve yeni endikasyon
Ruhsatlama sonrası reçeteleme ve
eczane aşaması ülkeden ülkeye değişiklik göstermektedir. İspanya, Fransa
ve Almanya’da reçetede yerine vermek uygulanmaz. Ancak eğer INN
ismi ile reçetelendirildiyse İngiltere
ve İsveç’de yerine vermek uygulanabilir. İtalya’da enjektabl biyolojiklerde benzeri verilebilir. Avusturya’da
benzerini
vermek
mümkün.
Danimarka’da resmi listede yer alan
biyobenzerler dışında benzeri verilebilir. Ancak bu ülkelerde eğer ticari
Bu gibi durumlarda kılavuzda pazar
sonrası farmakovijilans verilerinin ne
şekilde sunulması gerektiği detaylı
bir şekilde anlatılmıştır.
Pasif farmakovijilans, spontan raporlamaya dayanır. Sinyal, alert, KÜB’de
değişiklik gibi parametreleri içerir.
Ancak güvenlik şüphelerini giderilmesinde yeterli olmayabilir. Ve otoriteden ekstrem kararların çıkmasına
isimle reçetelendirildiyse o zaman
reçetedeki tıbbi ürün verilmek zorundadır. Japonya’da Pazar sonrası
takip sürecinde yerine vermek kabul
edilmez.
Risk Yönetimi Dairesinde Yürütülen
Biyoteknolojik Ürünlere İlişkin Faaliyetler
1.“Biyobenzer Tıbbi Ürünlere İlişkin
Kılavuz”da biyobenzer ürünler için
risk yönetimi planı sunma zorunluluğu getirilmiştir. Bunun üzerine
“Risk Yönetim Sistemleri Kılavuzu”
hazırlanmış ve 10.05.2011 tarihinde yayımlanmıştır.
2.
“İlaçların Güvenliliği Hakkında
Yönetmelik” 15 Nisan 2014 tarih
ve 28973 sayılı Resmi Gazete’de
yayımlanmıştır. Söz konusu yönetmelik ile ruhsat sahibinin;
a) Yeni bir etkin madde içeren ilaçlar,
biyoteknolojik ilaçlar, biyobenzer
ilaçlar ve orijinal ilaç için ilave risk
minimizasyonu etkinliklerinin gerekliliği tespit edilmiş jenerik ilaçların ruhsat başvurusu sırasında,
b) Biyoteknolojik kaynaklı veya biyobenzer ruhsatlı ilaçlar için yeni
üretim işlemi kullanılması durumunda,
c) Ruhsat öncesi veya ruhsat sonrası
Kurum tarafından istenmesi halinde,
ç) Bir ilacın yaşam döngüsünün herhangi bir evresinde tespit edilen
bir güvenlilik sorunu olduğunda,
başvuru/ruhsat sahibinin girişimiyle risk yönetim planı sunması
zorunlu hale getirilmiştir.
3. Risk Yönetimi Dairesi’nde biyoteknolojik ürünlerin risk minimizasyonuna ilişkin yürütülen bir diğer
faaliyet de “ilaç güvenlik izlem
formu” ve “hasta onay formu” uygulamasıdır. Bu uygulamalar TNF
alfa blokerleri olarak bilinen grup
ilaçların (infliksimab, adalimumab,
etanercept, kanakinumab, abatacept, ustekinumab, golimumab,
tosilizumab ve sertolizumab) risklerini minimize etmek amacıyla yürütülmektedir. İlaç güvenlik izlem
formu söz konusu ilacın kullanımına bağlı oluşabilecek riskleri ve
bu riskleri minimize etmekte etkili
olabilecek testlere dikkat çekmekte, hastanın durumuna ilişkin değerlendirmenin üç uzman hekim
tarafından incelenmesinin sağlanmasını hedeflemektedir. İlacın bu
formla reçete edilmesi koşulu ile
geri ödemesi yapılabildiğinden
ilacın kullanımında söz konusu
form kullanılmak zorundadır.
4.Yeni yayımlanan Yönetmelik’e
göre ruhsat sahibinin enfeksiyon
ajanının ilaç aracılığı ile bulaştığı
şüphesi varsa söz konusu bilginin
alınmasını takiben derhal Kuruma
bildirmesi gerekmektedir.
5.Yeni yayımlanan Yönetmelikle
ruhsat sahiplerinin, plazma kaynaklı biyolojik ürünler ve aşılarla
meydana gelen şüpheli advers
reaksiyonları TÜFAM’a bildirirken
her olguya ait seri numarasını bildirmesi zorunlu hale getirilmiştir.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
21
kapakkonusu
İEİS, 2014 ULUSLARARASI BİYOTEKNOLOJİ
KONVANSİYONUNDA YER ALDI
Biyoteknoloji alanında dünyanın en önemli organizasyonlarından biri olan ve her yıl Amerika Birleşik
Devletleri’nde düzenlenen Uluslararası Biyoteknoloji Konvansiyonu, bu yıl 23–26 Haziran tarihlerinde
San Diego’da gerçekleşti. İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası Türkiye Pavilyonu’nda yerini aldı.
Konusunda dünyanın en büyük organizasyonlarından birisi olarak nitelendirilen Uluslararası Biyoteknoloji Konvansiyonu, biyoteknoloji
alanında faaliyet gösteren binlerce
kurum ve kuruluşu bir araya getirerek, ikili ilişkileri geliştirmek ve çeşitli yatırım bağlantıları kurmak açısından önemli fırsatlar sundu. İlaç
sektörünün etkin ve geniş kapsamlı
şekilde yer aldığı BIO 2014 Uluslararası Konvansiyonu’na Türkiye,
Kalkınma Bakanı Sayın Cevdet Yılmaz
Başkanlığı’nda bir heyetle, Başba-
Turgut Tokgöz
İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası Genel Sekreteri
22
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
kanlık Yatırım ve Destek Ajansı koordinasyonunda üçüncü kez katıldı.
Türkiye Pavilyonunda, geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi yer alan İEİS standında, Sendika üyesi firmalar ile Türkiye İlaç İhracatçılar Platformu’nun
tanıtımı yapıldı.
“Hedefimiz; Dünyanın önde gelen ilaç
üreticilerinden ve ihracatçılarından birisi
konumuna gelmek ve Ar-Ge yetkinliğimizi
artırmak”
İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası
Genel Sekreteri Turgut Tokgöz yaptığı açıklamada; “Türkiye ilaç endüstrimizde, uzun yıllara dayanan
uluslararası kalite standartlarında
üretim deneyimi mevcuttur. Kaliteli
insan gücü ve yüksek teknolojisi ile
gelişmiş ülkelerle rekabet edebilecek
potansiyele sahip olan endüstrinin
ürünleri, 150’den fazla ülkeye ihraç
edilmektedir. İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası olarak, endüstrimiz için,
dünyanın önde gelen ilaç üreticilerinden ve ihracatçılarından birisi konu-
muna gelmek ve Ar-Ge yetkinliğimizi
artırmak hedeflerini belirledik. Son
yıllarda, ilaç firmalarımız Ar-Ge alanında yatırımlara yönelmektedir.
Endüstrimizde akredite edilmiş ArGe merkezi sayısı hızla artmaktadır.
Ar-Ge merkezlerinin teşviklerinden
yararlanabilmesi için gereken 50
tam zaman Ar-Ge personeli sayısının
önerilerimiz doğrultusunda Bakanlar
Kurulu tarafından 30’a indirilmesiyle
bu sayı önümüzdeki süreçte daha da
artacaktır. Ar-Ge alanı doğru stratejik
planlamalarla desteklenirse ülkemiz
katma değerli eşdeğer ürünler ve biyobenzer ürünler üretmekle kalmayacak aynı zamanda bu ürünleri ihraç
eden bir konuma gelmesi sağlanabilecektir.” dedi.
Biyoteknolojik ürünlerin Dünya ilaç pazarındaki yeri güçleniyor...
Biyoteknolojik ürünler; dünya ilaç
pazarındaki yerini gittikçe güçlendirdiğini ve Türkiye’de de dünyadaki
gelişmelere paralel olarak biyotekno-
lojik ilaçların üretimine geçilmesinin
zorunlu göründüğünü ifade eden
Tokgöz “Biyoteknoloji alanı, özellikle
uzun yıllara dayanan üretim kültürümüzün bulunduğu konvansiyonel
ilaç alanına göre, birikimimizin göreceli olarak daha az olduğu ve yetkinliklerimizin hızla geliştirilmesi gereken bir alandır.
Bildiğiniz üzere, Başbakanımız Sayın
Recep Tayyip Erdoğan da, medikal
biyoteknolojiyi ülkemizin geleceğini şekillendirecek en kilit alanlardan
birisi olarak değerlendirdi. Ülkemizin
hedefini, Sendikamızın da hedefleriyle örtüşür şekilde, biyoteknolojik/
biyobenzer ürünler başta olmak üzere daha yüksek katma değerli ilaçlar
üreten rekabetçi bir yapıya kavuşmak olarak açıkladı.
Biyoteknolojik ilaçlar kimyasal bileşimler yerine biyolojik yöntemlerle,
organizmalardan ve canlı sistemlerden üretilen ürünlerdir. Biyobenzerler ise referans biyoteknolojik ürünlerin patent süresi dolduktan sonra
üretilen versiyonlarıdır.
Biyoteknolojik ürünler; dünya ilaç
pazarındaki yerini gittikçe güçlendirmektedir. 2000 yılında dünya
ilaç pazarının %10’una sahip olan
bu ürünlerin payları bugün %20
’lere yaklaşmış durumdadır. Sentez
kimyasıyla üretilen ürünler gittikçe
azalıyor, birçok firma biyoteknoloji alanına girmek için adım atıyor.
Türkiye’de biyoteknolojik ürünlerin
toplam pazar büyüklüğü 1,7 milyar
TL’ye ulaşmış olup, bu rakam toplam
ilaç pazarının yaklaşık %13’ünü oluşturuyor. Biyobenzer ilaçların bu pazar
içindeki payı %1,4 gibi düşük bir rakam olsa da hızlı büyüme kaydettiği
gözleniyor.
Firmalarımız bu alanda çalışmalara
başlamıştır. Kamunun destek mekanizmaları da bu alanın gelişimi açısından son derece olumludur. Üretim ve
Ar-Ge yatırımlarına verilen teşviklere
ek olarak Sosyal Güvenlik Kurumu
politikaları da yurtiçinde geliştirilen
ve üretilen ürünleri destekleyici yönde olmalı ve bu yönde adımlar atılmalıdır.” dedi.
Türkiye’de biyoteknolojik ürünler, toplam
ilaç pazarının yaklaşık %13’ünü oluşturuyor.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
23
kapakkonusu
İNOVASYON
Türkçede İnovasyon kelimesi ” yenilik, yenileme, yenileşim” gibi kelimelerle karşılanmaktadır. Lakin bu karşılanmalar tam olarak doğru sonucu
vermemektedir. inovasyon ile yeniliğin birbirinden farklı değerler yarattığına inanılmaktadır.
İnovasyon dünya ekonomisinde bulunan şirketler için her zaman önemli
bir öneme sahipti lakin son dönemlerde önemini kat ve kat arttırmıştır.
“Yeni bir fikrin değer yaratan uygulaması” olarak tanımlanabilecek inovasyon, işletmelerin farklılaşmalarını,
kara geçmelerini, diğer işletmeler ile
rekabet etmeleri açısından önemli
bir unsurudur. Bir şeyin gerçek anlamda inovasyon olabilmesi için üç
temel ögeyi içermesi gerekmektedir.
• Özgün olmalıdır.
• Bir değer yaratmalıdır.
• Değiş tokuş değeri bulunmalıdır.
İnovasyon özgün olmalıdır; İnovasyon gerçekleştirildiği esnada, bunun
dünyada farklı bir örneğinin bulunmaması, tamamen özgün olması gerekmektedir.
Bir değer yaratmalıdır; Gerçekleştirilecek olan inovasyonun müşteri tarafında değer yaratıyor olması oldukça önemlidir. İşletmenin kendisinin
ürünlerinin ya da hizmetlerinin insan
yaşamasında pozitif bir değer yaratması gerekmektedir.
Değiş Tokuş Değeri Olmalıdır; Tüm
bu çalışmaların sonunda müşteri tarafında yaratılan değer algılanacak,
ürünü tercih edecek bu durumda
şirkete kazanç ve yarar sağlamış olacaktır. Bu durumda genellikle parasal
değiş tokuş gerçekleşecektir.
24
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
İnovasyonun tıbba kazandırdığı
en önemli 10 yenilik
Dijital, robotik ve 3D yazıcı teknolojilerinin birçok yenilik sunduğu tıp,
inovasyon sayesinde geçmişte mümkün olmayan tedavileri geçerli kılarken, tedavi süreçlerini ciddi ölçüde
kısaltıyor. İnovasyon, gelişen teknolojilerin tıbba uygulanmasını ve birçok yeni tedavi geliştirilmesi adına
en önemli rolü oynuyor.
3D yazıcılarda üretilen protezler, hasta bilgi ve rötgenlerinin birkaç dakika
içinde cerrahlara iletilmesini sağlayan dijital teknolojiler ve ameliyatların başarı oranını artırdığı gibi sürelerini kısaltan robotlar, tıp dünyasına
çok büyük katkılarda bulunuyor.
Ancak hastanelerden polikliniklere
ve araştırma laboratuvarlarına kadar
tüm sağlık sistemine katkıda bulunan değişimler, inovasyon sayesinde
atılıyor. Bilim insanları, yeni aşı yöntemlerinden alçılara kadar her türlü
tedavi alanında yöntem ve araçları
geliştirdiği gibi, programlama ve
operasyon alanında da büyük zaman
ve maliyet tasarrufu sağlanıyor.
İnovasyonun tıbba kazandırdığı en
önemli 10 yenilik şu şekilde sıralanabilir:
1- Kontrol listeleri: Bir hastanın ameliyata hazırlanmasından rutin bir
kontrole girmesine kadar düzenin
mükemmel işlemesi artık mümkün.
2- Davranışsal ekonomi: Kilo kaybetmek için başvurduğumuz teşviklerden, doktorların programlarını
ayarlamasına kadar sağlık alanında yeni bakış açıları doğuyor.
3- Hastalara özel portal: Hastalar, güvenli web sayfalarında randevularını, tedavi süreçlerini görebiliyor,
doktorlarıyla iletişime geçebiliyor.
4- Ödeme yenilikleri: Yapılan işlerin
boyutuna göre değil, başarılı ve iyi
sonuç alınan işlemleri ödüllendiren sistem norm haline geliyor.
5- Kanıta dayalı karar verme: Elektronik tıbbi veriler, doktor ve hemşirelerin belli durumlarda doğru
kararı vermesini sağlıyor.
6- Hasta kontrolü: Doktorlar, hastaları
sadece kendilerine başvurduklarında tedavi etmek yerine paylaşarak koordineli tedavi uyguluyor.
7- Yenilenebilir ilaçlar: Kök hücre tedavisinin başı çektiği yeni çözümler, başta sinir hastalıkları olmak
üzere birçok alanda yeni kapılar
açıyor.
8- Görsel kontroller: Sağlık kontrolleri, telekonferans şeklinde yapılacak ve gerekli değerler ölçülebilecek.
9- Genetik yöntemler: Hastaların genetik profilleri çıkarılarak doktorlara tedavi bulma ve geliştirmede
yeni bakış açıları sunacak.
10- Robotik teknolojisi: Doktorlara
daha hızlı işlem imkanı sağlayan,
başarı oranını artıran ve ameliyat
sürelerini kısaltan robotlar inovasyonun tıbba entegre ettiği en büyük yeniliklerden biri.
kapakkonusu
GE SAĞLIK YAŞAM BİLİMLERİ,
TÜRKİYE’NİN SAĞLIK HİZMETLERİNDEKİ
DÖNÜŞÜM VİZYONUNA DESTEK VERİYOR
GE Sağlık’ın Yaşam Bilimleri bölümünün Doğu ve Afrika Gelişmekte Olan Ülkeler Genel Müdürü
Myra Eskes, Türkiye’nin biyolojik ilaç imalatında yenilikçi ve esnek bir yaklaşım benimseyerek
küresel tıbbi ürünler endüstrisinde ilerleme ve gelişme fırsatına sahip olduğunu belirtti.
Myra ESKES
GE Sağlık/ Yaşam Bilimleri,
Doğu ve Afrika Gelişmekte Olan
Ülkeler Bölgesi Genel Müdürü
Artan yaşlılık oranları ve yaşam tarzına bağlı oluşan hastalıklara karşı geliştirilen umut verici yeni nesil biyolojik ürünlerle yeni ilaçlara, biyobenzer
ürünlere ve aşılara olan talepte coğrafi değişimler meydana geliyor.
Gelişmekte olan pazarlarda biyoloji
bilimi, biyofarmasötik yöntemler ve
kişiselleştirilmiş tıp alanlarının orta26
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
ya çıkışı, sağlık hakkındaki düşünme
biçimimizi ciddi ölçüde dönüştürme
potansiyeline sahip ve GE’nin inovasyon taahhüdünün tam merkezinde
yer almaktadır.
Türkiye hem yerel ihtiyaçları, hem de
küresel talebi karşılayabilmek için biyolojik üretimde gerçekleşen teknolojik ilerlemelerden faydalanabilecek
mükemmel bir konuma sahiptir.
Epidemiyolojik, sosyal, ekonomik ve
demografik eğilimler, büyük finansal
baskı altında olan sağlık hizmeti sistemlerinin karşılayabileceği fiyatlara
sahip yeni ilaç ve aşılara erişime olan
ihtiyacı değiştiriyor. Dünya Sağlık Ör-
gütü verileri dünyadaki kanser vakalarının %60’ının Asya, Afrika, Orta ve
Güney Amerika’da meydana geldiğini gösteriyor.1 Uluslararası Diyabet
Federasyonuna göre Türkiye, 2035
yılında en çok şeker hastasına sahip
ülkelere ait küresel tabloda 9. sırada
yer alacak (yaşları 20 ve 79 arasında
olan 11,9 milyon hasta)2. Dünya Sağlık Örgütü verileri bunun yanı sıra
aşıların her sene 2 ila 3 milyon kişinin
hayatını kurtardığını da gösteriyor.3
1http://www.who.int/cancer/en/
2http://www.idf.org/sites/default/files/
EN_6E_Atlas_Full_0.pdf
3http://www.who.int/campaigns/immunization-week/2014/en/
Diğer taraftan, günümüzde dünya
üzerinde en çok satılan on ilaçtan yedisinin biyolojik kökenli olduğu gerçeği karşımıza çıkmaktadır. 4 Biyolojik
ilaç devrimi, dünyanın artan hastalık
sayısıyla baş edebilmesi açısından
son derece kritik bir rol oynamaktadır.
Güncel biyolojik esaslı ilaç üretimi
büyük çoğunlukla Batı Avrupa ve
ABD’de gerçekleşmekteyken; demografik koşullar ve hastalık epidemiyolojisi bu ürünlere olan talebin
halihazırda yerel üretim kapasitesine
sahip olmayan ülke ve bölgelerde
arttığınıgöstermektedir. Bu durum
küresel biyolojik kökenli ilaç endüstrisinin “esnek” ve “tek kullanımlık”
üretime doğru kaydığı gerçeği ile
birleştirildiğinde, ister monoklonal
antikorlar, ister aşılar veya insülin
olsun vatandaşlarının sağlık hizmeti
ihtiyaçlarını (makul yatırım seviyeleri ile daha kaliteli tedavi ve aşılara
olan erişimi artırma), esnek ve tek
kullanımlık biyofarmasötik ilaçların
kullanıldığı yerel biyolojik tıbbi ürün
üretimini geliştirerek karşılamak isteyen hükümetler için büyük bir fırsat
doğurmaktadır.
Esnek biyofarmasötik fabrika tek
kullanım teknolojisi, ileri süreç oto4http://www.genengnews.com/insightand-intelligenceand153/the-top-25-bestselling-drugs-of-2013/77900053/
masyonu ve kompakt, temiz odalar
kullanan modüler ve taşınabilir bir
platformdur. Bu fabrikalar önceki
“satış rekorları kıran” ilaçların üretim
ölçeğine ihtiyaç duymayan küçük
pazarlara özgü tıbbi ürünlerin yükselişiyle birlikte daha da önem kazanmaktadır. Bu ilaçlar küçük hasta toplulukları için daha düşük miktarlarda
üretildiklerinden daha etkindir ve
dolayısıyla esnek ve kullan at yaklaşımına sahip olduklarından maliyet ve
zaman açısından da avantajlıdır.
Esnek fabrika platformları risk ve sermaye maliyetlerini düşürürken, hızı
artırarak biyolojik üretim kapasitesinin hayata geçirilmesini de ivmelendiriyor. Bu yaklaşım yeni bir üretim
tesisinin, geleneksel fabrikalara göre
%50 ile %80 arasında daha düşük
maliyetle 9 ile 18 ay arasında (geleneksel teknoloji ile 3 -5 yıl arasında)
faaliyete geçebileceği anlamına gelmekte. Bu sayede nüfusunun artan
sağlık taleplerini karşılayabilmede
biyolojik ilaç üretimi kapasitesini artırmak isteyen bir ülke için önemli bir
seçenek oluşturmaktadır.
Türkiye’de biyolojik esaslı ilaç sektörünün gelişimi için mevcut yerel ilaç
endüstrisinin gücünden yararlanılabilir. GE Sağlık, Yaşam Bilimleri bölümü, Doğu ve Afrika Gelişen Pazarlar
bölgesinin merkezini İstanbul’da
konumlandırdı. GE, yerel ve yabancı
Myra ESKES
yatırımcıları biyofarmasötik ilaç üretimi konusunda desteklemek için
Türkiye’de yatırım yapmakta.
Ortakları ile birlikte ilgili teknolojiler, eğitim ve öğrenim, performans
optimizasyonu, hastane tasarımı ve
uygun maliyetli finansman dahil olmak üzere GE Sağlık portföyünün
tüm olanaklarından faydalanarak çözümler geliştirme ve sunmaya odaklanan GE, Türkiye’nin ortaya koyduğu
2023 hedeflerine paralel olarak tüm
uzmanlık ve yetkinliği ile Türkiye’nin
sağlık hizmetleri alanındaki dönüşüm vizyonuna destek vermeye kararlıdır.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
27
portre
“Tüm sektörlerde
olduğu gibi ilaç
sektöründe de
yenilikçilik büyük
önem taşıyor.”
GÜLDEM BERKMAN
Novartis Türkiye Ülke Başkanı
2013 yılı Türkiye ilaç sektörü için nasıl
geçti?
Türkiye’de 2009 yılında başlayan global bütçe uygulaması ve etkileri devam ediyor. Geçtiğimiz yıllar zarfında
yapılan yoğun fiyat indirimleri ve kur
farkının karşılanmamış olması nedeniyle ilaç fiyatlarının halen olması
gereken değerin çok altında olduğunu söyleyebiliriz. %41 dolayındaki
fiyat indirimlerinin yanı sıra, ilaç fiyatları belirlenirken 2009 yılından bu
yana 1,95 TL seviyesinde uygulanan
Euro/TL kuru ile mevcut kur arasındaki %50’lere varan fark nedeniyle
Türkiye’de ilaç fiyatları Avrupa’nın
%60-70 seviyelerinde daha aşağıda
belirlenmekte. Tüm bu nedenlerle
2013 yılının ilaç sektörü için yine sıkıntılı bir yıl olduğunu söyleyebiliriz.
Mevcut sıkıntılara karşın, Türkiye ilaç
endüstrisinin, hastaların herhangi bir
28
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
şekilde mağduriyet yaşamaması adına büyük bir özveriyle çalışmalarına
devam ettiği görülüyor. Bugün çok
sayıda uluslararası şirketin, bölgesel
merkezlerini Türkiye’ye taşımaları
tüm koşullara rağmen, ülkenin bölgesel gücünü ve değerini göstermesi
açısından olumlu diye düşünüyoruz.
2013 yılı Novartis Türkiye açısından nasıl
geçti? Değerlendirir misiniz?
Novartis olarak 2013 yılında çok
önemli bazı yenilikçi tedavilerimizi
Türk hastalarımıza da ulaştırdık. Türkiye ilaç sektöründe son yıllarda meydana gelen büyük değişimi gereken
tüm yapısal ve stratejik düzenlemeler
ile oldukça iyi yönetmiş olduğumuzu
gördük. İş sonuçlarımızın ötesinde
çalışan bağlılığımız zaten yüksekti,
genel ortalamada 8 puan daha arttı.
Bu global ortalamanın üstünde bir
rakam, bu açıdan çok kıymetli buluyorum.
2013 yılı bizim için bol ödüllü bir yıl
oldu. Great Place To Work® Enstitüsü
“Dünyanın En İyi Çok Uluslu İşyeri Ödülleri”nde en iyi 25 çok uluslu
işveren arasında yer aldık. Bu ödül,
insana değere veren bakış açımızı tescillemiş oluyor. Yine 2013 yılı
içerisinde klinik çalışmalar alanında
en prestijli ödüller arasında yer alan
“SCRS Eagle Awards”ta “En İyi Klinik
Araştırma Merkezi Ortaklığı” alanında ödüle layık görüldük. Novartis olarak araştırma-geliştirmeye çok önem
veriyoruz; dolayısıyla bu tür bilimsel
oluşumların çabamızı takdir etmesi
bizim için çok önemli. Yine son birkaç yıldır dünyanın önemli yayınları
tarafından en beğenilen ilaç şirketi
seçildik; Globalde Fortune Dergisi’ni,
Türkiye’de Capital Dergisini bunlara
bir örnek olarak verebilirim.
140 ülkenin katıldığı Novartis İnsan Kaynakları Ödüllerinin de bu yıl
“Çeşitlilik ve Dahil Etme” ve “ İnovasyon” dallarında 2 ödül birden alarak
büyük bir başarıya imza attık. Satın
alma, Finans ve IT departmanlarımız
da çeşitli global ödüllerle başarılı bulundular. Yine IT bölümümüzün gerçekleştirdiği MIRROR projesi ABD’li
pazar araştırma ve analiz şirketi International Data Corporation’un Türkiye Ofisi tarafından yapılan “Mobil
İş Zekası” yarışmasında sağlık kategorisinde birincilik ödülü aldı. Sağlık
İletişimi alanında da sosyal medya
ve hastalıklara yönelik bilinçlendirme kampanyalarımızla birçok ödül
alarak paydaşlarımız tarafından takdir edildiğimizi görmekten mutluluk
duyuyoruz.
Novartis’in Türkiye’deki yeri nedir ve Novartis Türkiye’nin Novartis Global için
önemi nedir?
Novartis olarak Türkiye’de de ilaç sektörünün lider firmalarından biriyiz.
Türkiye’de yaklaşık 2300 çalışanımız
ile 1955 yılından bu yana üretim pazarlama, ilaç Ar-Ge’si faaliyetlerini
yürütüyoruz. Biri hammadde olmak
üzere 4 üretim tesisimiz bulunuyor.
Aralarında Japonya, İsviçre, Güney
Kore, ABD olmak üzere yaklaşık 100
ülkeye ihracat yapıyoruz ve son 8 yıldır Sandoz ile Türkiye’nin ilaç alanında ilk üç firmasından biriyiz.
Türkiye; coğrafi konumu, üretim ve
yönetimdeki nitelikleri, insan kaynağı ve büyüyen ekonomisi ile global
ilaç endüstrisi için yatırım potansiyeline sahip. Ülkemizin potansiyeli
ve bölgedeki etkin rolü nedeniyle Novartis şirketler grubunda,
Türkiye’nin gelişmekte olan ülkeler içinde stratejik bir yeri bulunuyor. Gelecek yıl Türkiye’deki 60.
Yılımızı kutluyor olacağız. Türkiye’ye
olan 60 yıllık güven ve inancımızla
daha uzun yıllar hastalarımıza mümkün olan en yeni tedavileri ulaştırmak
üzere tüm gayretimizle çalışmaya devam edeceğiz.
toplumun değişen ihtiyaçlarına yönelik sağlık çözümleri sunuyoruz.
Yenilikçi ilaçlar, göz ürünleri, tasarruf sağlayan jenerik ilaçlar, koruyucu
aşılar ve tanı araçları ile reçetesiz ilaçlar ve hayvan sağlığı ürünlerinden
oluşan geniş bir portföye sahip olan
Novartis, bu alanların tümünde faaliyet gösteren önde gelen firmalardan
biri.
Yenilikçiliğe sürekli yatırım yaparak
sağlık ürünleri portföyümüzü güçlendirme stratejisi izliyoruz. Yeni ve daha
iyi ilaçları en çabuk şekilde pazara
ulaştırmayı amaçlayan Novartis’te arge çalışmaları son derece akıcı bir biçimde yürütülüyor. Portföyümüzün;
hastaların ve toplumların farklı ve
genellikle karmaşık yapıdaki ihtiyaçlarına en iyi şekilde yanıt verdiğine
inanıyoruz. Novartis, sağlık alanında
geniş bir yelpazede yenilikçilik alanında liderlik yapmak, paydaşlarımızla yakın işbirliği yapmak ve hastalarımıza yenilikçi çözümler sunmak
için uygun pozisyonda bulunuyor.
Novartis’in stratejisi odaklı çeşitliliğe
dayanıyor. Benzersiz genişlikteki ticari portföyümüz büyüyen, yenilikçiliği
ödüllendiren ve hastaların yaşamlarını iyileştiren, bilimsel inovasyona
dayanan alanlara odaklanıyor.
Novartis olarak Ar-ge yatırımlarınızdan
bahseder misiniz? Ar-ge’ye ne kadar önem
veriyorsunuz?
İnovasyona yaklaşımınız nedir?
Novartis olarak, geniş portfoyümüzle hastalarımızın karşılanmamış ihtiyaçlarına yenilikçi çözümler bulmak
amacıyla çalışıyoruz. Bu çözümlerin
onların hayatını kolaylaştırması ve
yaşam kalitesini artırması bizim için
en değerli ödül. Geliştirme çalışmaları devam eden 140 dolayında
molekül ile sektörün en güçlü ürün
portföylerinden birine sahibiz. 2013
yılında 9.6 milyar doları Ar-Ge yatırımlarına kanalize eden Novartis’in
gelecek ürün portföyünde kanser,
solunum hastalıkları, metabolizma
hastalıkları, enfeksiyonlar, otoimmün
hastalıklar ve göz hastalıklarının tedavisine yönelik ilaçlar yer alıyor.
Novartis olarak inovasyona büyük
önem veriyoruz. Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de, hastaların ve
Novartis, Türkiye’de uluslararası ilaç
firmaları tarafından gerçekleştirilen
Ar-Ge yatırımının %20’sini tek başına
gerçekleştiriyor. Novartis olarak ülkemizin ilaç Ar-Ge’sine katkı sağlamaya
devam edeceğiz.
İstanbul Üniversitesi işbirliği ile Temmuz 2011’de açtığımız İlaç Araştırmaları Birimi ile İstanbul Üniversitesi’nde
yürüttüğümüz klinik çalışma sayısını,
AR-GE yatırımını artırmayı ve Türkiye
çapında araştırmacı eğitim programları düzenlemeyi hedefliyoruz. İstanbul Üniversitesi işbirliğiyle artması
hedeflenen klinik çalışmalar çerçevesinde bu alanda yapılan ödemelerin
iyileştirilmesi konusunda da örnek
bir model oluşturmayı arzu ediyoruz.
Uluslararası Biyoteknoloji Programlarına eğitim amaçlı katılım sağlıyoruz.
1. Ulusal Nadir Hastalıklar ve Yetim
İlaçlar Konferansı sponsoru olarak bu
alanda da desteğimizi ortaya koyduk.
Novartis’in düzenlediği Biocamp projesiyle dünyanın çeşitli ülkelerden seçilen başarılı gençler her yıl Basel’de
yapılan bilimsel etkiniklere katılarak
küresel bir networkün içinde yer
alma ve Novartis’in en üst düzey yönetici ve bilim adamlarıyla tanışma
imkanına erişiyorlar.
İlaç keşif sürecini biraz anlatır mısınız?
Novartis’te yürütülen tüm ilaç keşif
çalışmalarının merkezinde hasta yer
alıyor. Bilim adamları, araştırma çalışmalarında hangi hastalıklara odaklanılacağına karar verirken iki soruya
yanıt arıyor: Hastalığın altında yatan
neden ya da mekanizmaya ilişkin
anlamlı düzeyde bilgiye halihazırda
sahip miyiz ya da elde edebilir miyiz ve bu hastalıkta önemli düzeyde
karşılanmamış bir tıbbi ihtiyaç bulunuyor mu? Eğer her iki soruya da
olumlu yanıt verilebiliyorsa, hastalığı
daha iyi anlama ve etkili tedavi bulmaya yönelik bir araştırma programı
oluşturuluyor. Bilimsel keşif sürecinin
ilk evresinde, gerek kendi keşiflerimiz
gerekse dışarıda iş birliği yaptığımız
tarafların keşifleri kullanılarak hangi
faktörlerin hastalığa neden olduğu
moleküler düzeyde inceleniyor. Gerek hastalıkla ilgili hastaların deneyimlerinde gerekse beşeri biyoloji,
kimya ve genetik alanlarında giderek
artan bilgi düzeyimizin bir parçasını
oluşturan, geçmişe uzanan tıbbi ve
bilimsel bilgi birikiminin özetleri arasında ipuçları aranıyor.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
29
haber
Türkiye’deki Ar-ge çalışmalarını değerlendirir misiniz? Novartis olarak yürüttüğünüz ar-ge çalışmalarının ne kadarı
Türkiye’de yapılıyor?
İlaç sektörü, dünyada yüksek katma
değer yaratan, ulusal ve uluslararası rekabetin yoğun olduğu stratejik
öneme sahip bir sektör. Tüm sektörlerde olduğu gibi ilaç sektöründe de
yenilikçilik büyük önem taşıyor.
Yenilikçiliği teşvik eden, şeffaf, öngörülebilir politikalar oluşturulursa ve
sürdürülebilir bir sistem kurulması
için yapısal reformlar gerçekleştirilirse, Türkiye yakın bir gelecekte ilaç
sektörü için bölgesel bir üs haline gelebilecek potansiyele sahip. Nitekim
bugün baktığımızda çok sayıda şirketin Türkiye’yi yönetim üssü konumuna getirdiğini görüyoruz. Türkiye’nin
inovasyon kapasitesini artıracak
reformlarla bilimsel altyapısını güçlendirmesi, araştırma kuruluşlarının
altyapı ve kaynak imkanlarının geliştirilmesi, Ar-Ge yatırımlarının desteklenmesi ve fikri mülkiyet haklarının etkin biçimde korunması ile bu
alanda gerekli ortamın sağlanması
önemlidir. Bu adımlar atıldıktan sonra Türkiye, global Ar-Ge yatırımları
ve çalışmalarında ciddi bir atılım yapabilecek, önemli bir fark yaratabilecektir. Türkiye’nin, bölgedeki lojistik,
politik ve ekonomik üstünlükleri ile
bölgesel lider kimliğini yatırımlarda
da gerekli ivmeyi sağlayarak ciddi bir
avantaja çevirmesi söz konusu olabilecektir.
AİFD Vizyon 2023 Raporunda belirtildiği üzere yılda 1 milyar dolar dolayında Ar-Ge yatırımı çekme potansiyelimiz bulunmakta. Bunu mutlaka
Türkiye ve hastalarımız adına önemli
bir fırsata çevirmeliyiz diye düşünüyorum. Novartis olarak biz tek başımıza Türkiye’deki ilaç Ar-Ge’sinin %20
sini yürütüyoruz diyebilirim. Bahsi
geçen düzenlemelerin yapılması halinde bu alandaki yatırımlarımızı artırabilmeyi arzu ediyoruz.
30
lıklarının tedavisine yönelik ilaçlara
odaklanıyoruz.
Türkiye’nin biyoteknoloji alanındaki atılımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Son dönemde Başbakanımız Sayın
Erdoğan’ın biyoteknoloji alanında
son derece önemli açıklamaları bulunuyor. Sayın Erdoğan Türkiye’de
2000 yılında 3.4 milyar lira olan Ar-Ge
harcamalarının 2012’de 13 milyarın
üzerine çıktığını açıkladı. Son derece
önemli gelişmelerden söz ediliyor.
Novartis olarak Türkiye’de bu alanda
yapılacak çalışmalarda iş birliği içerisinde olmaktan mutluluk duyarız.
Kişiye özel ilaç konusunda görüşleriniz
neler? Bu konuda ne tür çalışmalar yürütülüyor?
Novartis
olarak
geliştirdiğimiz
T-hücre tedavisi olarak isimlendirilen
tedavi yöntemi son dönemde öne
çıkmakta. Bu tedavi seçeneğini kısaca anlatacak olursak, kanınız alınıyor,
işleniyor ve kanserli proteinlerle savaşmak üzere geri vücudunuza gönderiliyor. Sonuç: İnsan hayatı adına
gerçek bir başarı. Kendi hücreleriniz
kanserli hücrelerle savaşıyor, ve kazanıyor. Bir süre önce lösemi hastası
olan 9 yaşındaki Emily Whitehead
isimli bir hastamızın bu tedavi sayesinde bugün rahatça arkadaşlarıyla
koşup oynaması bu tedavi alternatifi
konusunda umut veriyor. Bu Novartis’teki bilimsel dokunuşun insan hayatına kattığı değerin en elle tutulur
hali diyebiliriz.
Ar-ge aşamasında birçok ilacınızın bulunduğunu belirttiniz? Novartis hangi tedavilere odaklanıyor?
Diğer bir heyecan verici tedavi yaklaşımımız ise Tedavisiz Remisyon
denilen yeni bir yöntem. Onkoloji
alanında çalışan bilim insanlarımız
bu tedavi yaklaşımını hayata geçirmeden önce hastaları ve ihtiyaçlarını dinlediler. Hepsinin ortak ihtiyacı
daha fazla ilaç kullanmamak yönündeydi. Bu tercihe yönelik geliştirilen
tedavi yaklaşımı ise ilaç tedavisine istenilen yanıtı veren hastalarda, tedavisiz olarak hastaların takip edilmesi.
Bugün sadece KML alanında geçerli
olan bu yaklaşımın gelecekte birçok
hastaya umut olması bekleniyor.
Kanser, solunum hastalıkları, metabolizma hastalıkları, enfeksiyonlar,
otoimmün hastalıklar ve göz hasta-
Bilimsel inovasyonda verimlilik son
derece önemli diye düşünüyoruz. Bugün Novartis olarak Ar-Ge’de verim-
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
lilik anlamında her zaman bir adım
önde ilerlemeye çalışıyoruz. Bunun
altında yatan 2 temel yaklaşımımız:
1. Hedefli ve olası tedavi mekanizmalarını belirleyerek tedavilerin kısaltılması yönelik atılım, 2. Farklı terapötik
alanlarda işleyen mekanizmaların
birçok tedavi alanı için paralel yürütülmesi şeklinde açıklanabilir. Bir örnekle açıklamak gerekirse, anti-enflamatuvar bir tedavi seçeneğinin, aynı
zamanda sedef, romatoid artirit ve
astım için de paralel bir şekilde araştırılması olarak ifade edilebilir.
Türkiye’de bulunan 4 üretim tesisinin yanı
sıra farklı yatırımlar yapılması planlanıyor mu? Novartis’in gelecek planlarından
bahseder misiniz?
Kurtköy ve Gebze’de biri hammadde
olmak üzere 4 üretim tesisimiz bulunuyor. Aralarında Japonya, İsviçre,
Güney Kore, ABD olmak üzere yaklaşık 100 ülkeye ihracat yapıyoruz ve
son 8 yıldır Sandoz ile Türkiye’nin ilaç
ihracatında ilk 3 firmadan birisiyiz.
Türkiye Novartis için, Çin, Rusya ve
Hindistan gibi ülkelerin arasında ayrı
bir öneme sahip. İhracat ve yatırım
potansiyeli oldukça geniş bir ülkeyiz.
Dolayısıyla gelecekte Türkiye’deki
üretim kapasitesinin ve Ar-Ge yatırımlarının artırılması yönünde çalışmalarımız devam etmekte.
2014 ilaç sektörü ve Novartis açısından
nasıl geçiyor? Beklentileriniz neler?
Ülkemizde ilaca erişimin kolaylaşması ve nüfusun %98’inin sosyal güvenlik kapsamına alınması ile birlikte
artan ilaç talebi, 2014 yılında da devam ediyor. Dolayısıyla ilaca ayrılan
bütçenin kontrol altında tutulması
hala gündemde. İlaç sektörünün
2014 yılında 2013 yılı ile paralel bir
gelişme göstermesi ve sabit kurla %8
büyüyerek yaklaşık 10 milyar dolara
ulaşması bekleniyor. Hacimsel artışı
kontrol etmeye dair alınacak önlemler sayesinde ilaç birim fiyatlarında
hayati hale gelen kur ayarlamasının
bu yıl gerçekleşmesini bekliyoruz.
2014 yılında da ilaç endüstrisi dünya çapında Ar-Ge’ye yüksek bütçeler
ayırmaya devam ediyor. Umuyoruz ki
pek çok hastalığın tedavisi için yepyeni çözümler üretilecek.
kapakkonusu
AİFD, DÜNYANIN EN BÜYÜK
BİYOTEKNOLOJİ BULUŞMASI
BİYOTEKNOLOJİ KONFERANSINA KATILDI
Araştırmacı İlaç Firmaları Derneği (AİFD), bu yıl Amerika Birleşik
Devletleri’nin San Diego şehrinde düzenlenen ve biyoteknoloji alanında
dünyanın en önemli etkinliklerinden
biri olarak nitelendirilen Uluslararası
Biyoteknoloji Konferansı’na katıldı.
Konferansta Türkiye’yi, Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz’ın başkanlığında
üst düzey hükümet yetkilileri, ilaç
sektörü ve akademisyenlerden oluşan bir heyet temsil etti. AİFD, 3. kez
katıldığı konferansta, 35 kişilik bir heyetle yer aldı.
Konferansın son gününde düzenlenen oturuma konuşmacı olarak
katılan Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, önemli açıklamalarda bulundu.
Türkiye’deki ilaç ruhsatlandırma sürecini hızlandıracak paralel başvuru
uygulamasının devreye alınacağını
açıklayan Bakan Yılmaz, ayrıca Sağlık
Enstitüleri Başkanlığı’nın kurulacağı
kararını da oturuma katılan uluslararası ve Türk katılımcılarla paylaştı.
Sağlık Enstitüleri Başkanlığı’nın kurulmasını öngören kanunun yasalaşmasının ardından ilk 6 ay içinde
Türkiye Kanser Enstitüsü ve Türkiye
Sağlık Akreditasyon Enstitisü’nün
kurulması hedefleniyor. Kronik hastalıklar, anne, çocuk ve ergen sağlığı,
biyoteknoloji, geleneksel ve tamamlayıcı tıp enstitülerinin de 3 yıl içinde
tamamlanmasıyla Türkiye’deki sağlık
Ar-Ge’sine önemli katkılar sağlanacağı öngörülüyor.
İlaç Ar-Ge’si ve Biyoteknoloji’de Türkiye
küresel oyuncu olabilir
“Uluslararası Biyoteknoloji Konferansı’nda AİFD heyetinin de gerçekleştirdiği temasların, hükümet temsilcilerinin yenilikçi ilaç sektörünün
katkılarını değerlendirmek açısından
önemli bir fırsat olduğunu belirten
AİFD Genel Sekreteri ve Yürütme Kurulu Başkanı Osman Kara, Biyotekno32
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
loji Konferansı’nda yaşanan gelişmeleri şöyle değerlendirdi:
“Türkiye ilaç sektörünün Ar-Ge ve
üretimde uluslararası yatırımlardan
daha fazla pay almasının, küresel
rekabet gücüne sahip olabilmesinin
önkoşulu istikrarlı bir yatırım ortamının sağlanması ve Türkiye’nin bu yatırımları çekmek için rekabet etmekte
olduğu diğer ülkelere kıyasla daha
avantajlı koşullar sunacak bir dönüşüm gerçekleştirmesi gerekmektedir.
Uluslararası ilaç Ar-Ge yatırımları için
ülkenin araştırma altyapısı, araştırmacı niteliği ve fikri mülkiyet düzenlemeleri belirleyici olmaktadır. Son
dönemde, kamu tarafından hazırlanan plan ve strateji dokümanlarındaki vizyon ve yaklaşım; konferanstaki
temaslar sırasında yapılan açıklamalar ilaç Ar-Ge’sine daha fazla yatırım
yapan, daha katma değeri yüksek ilaç
üreten ve daha fazla ihracat yapan
bir Türkiye ilaç sektörü geliştirme iradesini açıkça yansıtmaktadır.
Uluslararası ilaç sektörü yatırımlarında Türkiye’nin potansiyelini şimdiye
dek neden gerçekleştiremediğini
tespit edip düzeltebildiğimiz ve yenilikçiliği destekleyen politikaları ivedilikle uygulamaya koyabildiğimiz
ölçüde tablonun Türkiye’nin lehine
gelişeceğine inanıyoruz.
2023 Raporu”nda da önerdiğimiz
eylem planına temel teşkil eden Temel ve Klinik Araştırma Yetkinliği ile
Hizmet İhracatı, Üretim Yetkinliği ile
Ürün İhracatı ve Yönetim Merkezi
Olma ve Hizmet İhracatı hedeflerine
yönelik iyileştirici ve düzenleyici politikalar uygulandığı takdirde, 2023 yılı
itibarıyla 1,3 milyar ABD Doları dış ticaret fazlası veren ve yılda 1,7 milyar
ABD Doları düzeyinde Ar-Ge yatırımı
gerçekleştiren bir ilaç sektörüne sahip olmamız mümkündür.”
İlaç ve Yaşam Bilimleri 20. Yüzyılın En
Önemli Konularından
Biyoteknoloji zirvesi için AİFD Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Emin Fadıllıoğlu şunları söyledi:
Dünyada yaşlı nüfusun artması, ortalama yaşam süresinin uzaması ve sosyoekonomik değişimlere paralel olarak ilaç ve yaşam bilimleri 21. yüzyılın
en önemli konularından biri haline
geldi. Günümüzde sadece moleküler
bazda değil, genetik ve biyoteknoloji
alanlarında bilimin kaydettiği ilerleme ilaç sektörüne, insanlığa hizmet
edecek yeni ilaçlar geliştirmek için
Uluslararası Biyoteknoloji Konferansı, bizim için Türkiye ilaç sektörünün
Ar-Ge ve üretim potansiyeline ve küresel bir oyuncu olacağına inancımızı
yinelemek için önemli bir fırsat oluşturmuş, hükümetimiz tarafından da
yenilikçiliği destekleyecek politikaların uygulamaya konulacağına dair
olumlu mesajların verildiği önemli
bir platform olmuştur. Bu politikalar
uygulandığı takdirde, Onuncu 5 Yıllık
Kalkınma Planı’nın ilaç sektörüne ilişkin hedeflerinin de gerçekleştirilebileceğini düşünüyoruz.
Osman Kara
AİFD’nin “Türkiye İlaç Sektörü Vizyon
AİFD Genel Sekreteri ve Yürütme Kurulu Başkanı
yeni ufuklar açmıştır. Ancak aynı zamanda ilaç Ar-Ge’si eskisine kıyasla
çok daha karmaşık ve maliyetli bir süreç haline gelmiştir. Bu nedenle, ArGe çalışmaları artık sadece şirketlerin
bünyesinde yapılmamakta, üniversiteler ve küçük ölçekli biyoteknoloji
şirketleri tarafından ve/veya onlarla
işbirliği içinde sürdürülmektedir. Bu
dinamikler, yeni iş modelleri ve dolayısıyla Türkiye gibi ülkeler için önemli
fırsatlar sunmaktadır.
Cirosunun ortalama yaklaşık % 15’ini
Ar-Ge yatırımlarına ayıran yenilikçi
ilaç sektörü, tüm sektörleri geride
bırakarak dünya Ar-Ge yatırımlarında
birinci sırada yer almaktadır(1). 2013
yılında yenilikçi ilaç endüstrisinin
tüm dünyada Ar-Ge için yaklaşık 135
milyar ABD doları yatırım yaptığı tahmin edilmektedir(2). Türkiye’de 2013
yılında yapılan klinik araştırma yatırımı 85 milyon USD(3) ile sınırlı kalmış,
bir başka deyişle Türkiye global ilaç
Ar-Ge harcamalarından ise yalnızca
% 0,06 pay alabilmistir.
Türkiye ilaç sektörünün Ar-Ge ve
üretimde uluslararası yatırımlardan
daha fazla pay almasının, küresel
rekabet gücüne sahip olabilmesinin
önkoşulu istikrarlı bir yatırım ortamının sağlanması ve Türkiye’nin bu
yatırımları çekmek için rekabet etmekte olduğu diğer ülkelere kıyasla
daha avantajlı koşullar sunacak bir
dönüşüm gerçekleştirmesidir. Uluslararası ilaç sektörü yatırımlarında
Türkiye’nin potansiyelini şimdiye dek
neden gerçekleştiremediğini tespit
edip düzeltebildiğimiz ve yenilikçiliği destekleyen politikaları uygulamaya koyabildiğimiz ölçüde tablo
Türkiye lehine gelişecek, Türkiye’ye
teknoloji transferi ve uluslararası ilaç
Ar-Ge yatırımlarının çekilebilmesi ve
Türkiye’nin sadece üreten değil teknoloji geliştiren ve katma değer yaratan bir yapıya kavuşturulması mümkün olacaktır.
Türkiye için hedeflerimiz aynı
Son dönemde, kamu kurum ve kuruluşlarınca hazırlanan ve ilaç sektörünün geleceğini belirleyecek plan
ve strateji dokümanlarındaki vizyon
ve yaklaşım da, kamu strateji ve politikalarının ilaç Ar-Ge’sine daha fazla
yatırım yapan, katma değeri daha
yüksek ilaç üreten ve daha fazla ihracat yapan bir Türkiye ilaç sektörü
geliştirme iradesini yansıtmaktadır.
Bu bağlamda, her yıl ABD’de düzenlenen Uluslararası Biyoteknoloji
Konferansı (BIO International Convention) biyoteknoloji konusunda
dünyanın en önemli platformlarından biridir. Türkiye’nin, bu konferansa 2012’den bu yana sırasıyla Bilim,
Sanayi ve Teknoloji, Sağlık ve Kalkınma Bakanları başkanlığındaki üst
düzey hükümet heyetiyle katılım
sağlaması, ülkemizin inovasyon, yenilikçi ilaç ve biyoteknoloji alanındaki niyetini ve hedefini kanıtlayan çok
önemli bir göstergedir.
Önümüzdeki 10 yıl içinde Türkiye’nin
2023’e yönelik çok önemli hedefleri
bulunuyor. İlaç sektörümüz ülkemizin bu hedeflere ulaşmasına katkıda
bulunacak kilit sektörlerin başında
gelmektedir. Ülkemiz ilaç sektörünün daha çok yatırım çeken, daha
fazla üretim ve ihracat yapan, dış ticaret dengesine olumlu katkıda bulunan ve hastalarımıza uluslararası
standartlarda hizmet kalitesi sunan
bir yapıya kavuşmasını istiyoruz.
AİFD olarak, 2012 yılından bu yana
Türkiye delegasyonu ile birlikte katıldığımız Uluslararası Biyoteknoloji
Konferansı’nı, gerek Türkiye’deki ilaç
Ar-Ge ve üretim yatırım potansiyeline dikkat çekmek gerekse özellikle
biyoteknoloji alanında Türkiye’de
gerekli ekosistemi ve şartları sağladığımız takdirde, Türkiye ilaç sektörünün Ar-Ge ve üretim potansiyeline
Dr. Emin Fadıllıoğlu
AİFD Yönetim Kurulu Başkanı
ve küresel bir oyuncu olacağına inancımızı yinelemek için bir fırsat olarak
görüyor ve önemsiyoruz.
İnanıyoruz ki, ülkemizde yenilikçiliği
destekleyen doğru politikalar uygulandığı takdirde, 2023 yılı itibarı ile
1,3 milyar ABD doları dış ticaret fazlası veren ve yılda 1,7 milyar ABD doları
düzeyinde Ar-Ge yatırımı gerçekleştiren bir ilaç sektörüne sahip olmamız
mümkündür.
2015’te tüm ilaçların yarısı biyoteknoloji
ürünü olacak
Biyoteknolojik ilaçların gerek toplum sağlığı gerekse ekonomik açıdan
ciddi katkıları bulunuyor. Bu ilaçların
pazar payı dünyada her geçen yıl artıyor. Tüm dünyada 350 milyondan
fazla hasta biyoteknolojik ilaçlarla
tedavi görüyor, biyofarmasötikler,
ayrıca nadir hastalıklar için tedavi
alternatiflerinin geliştirilmesini sağlıyor. Biyofarmasötiklerin, topluma
sunulan tüm ilaçların yaklaşık %20
’sini oluşturduğu tahmin edilmekte
ve 2015 yılında tüm ilaçların yaklaşık
%50’sinin biyoteknoloji ürünü olması beklenmektedir.
1 Avrupa Komisyonu “2013 EU Industrial
R&D Investment Scoreboard” Raporu
2 Evaluate Pharma, World Preview 2013,
Outlook to 2018
3 AİFD tahmini (2013 yılı 18 AİFD üyesinin
toplam yatırımı 74 milyon USD, bu firmaların yaklaşık payı ise 85%)
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
33
kapakkonusu
NOVO NORDİSK VE İNOVASYON:
90 YILLIK İNOVASYON İLE
DİYABETTE LİDER
Türkiye’nin 2023 yılı itibariyle dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasında
yer almayı hedeflemesiyle birlikte
inovasyon, katma değeri yüksek üretim ve ihracat, orta ve yüksek teknolojili ürünler ,girişimcilik, risk sermayesi gibi kavramları çok daha fazla
telaffuz etmeye başladık.
Geçtiğimiz iki sene içerisinde Bilim
ve Teknoloji Yüksek Kurulu tarafında
sağlığın, yaşam bilimleri ve biyoteknolojinin önceliklendirilmesi bugün
34
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
itibariyle biyoteknolojinin yarattığı
değerin Türkiye’de politik olarak en
yüksek seviyede kabul görmesinin bir
göstergesidir. Alınan kararlar doğrultusunda stratejik projelerin başlatılması, güdümlü projelerin oluşturulması, yeni girişimcilerin ekonomiye
kazandırılması, istihdamın artırılması, yenilikçi ürünlerin geliştirilmesi,
Türkiye’nin ilaç ve aşı alanında Ar-Ge
ve yenilik kapasitesini artırarak biyoteknolojik ürünleri ihraç edecek bir
noktaya gelmesi hedeflenmektedir.
Biyoteknoloji, ekonomik kalkınma
için önemli alanların başında gelmektedir. 21. yüzyılda geliştirilen
yeni tedavilerle dahi iyi sağlık sonuçları alındıkça, sağlık harcamalarında
ciddi bir düşüş olacak ve küresel ekonominin bugüne kadar görmediği
bir büyüme kaydedilecektir.
Biyoteknolojinin sürdürülebilir ekonomik istikrar ve kalkınmadaki güzel örneklerden biri Danimarka’dır.
Danimarka hem temel hem uygulamalı protein araştırmalarında uzun
bir geçmişe sahiptir. Novo Nordisk
Vakfı, Kopenhag Üniversitesi Protein Araştırma Merkezi’ne 150 milyon dolar bağışlayarak Kopenhag
Üniversite’nin dünyanın en önde
gelen araştırma merkezleri arasında
yer almasını sağlamıştır. Böyle bir
merkezin varlığı Danimarka’da kritik
bir yetenek havuzu oluşmasına olanak sağlamakla kalmamış, dünyanın her yerinden bu alanda çalışan
araştırmacı ve akademisyenleri de
Danimarka’ya çekmiştir. Bu girişim,
inovasyonun istihdama, özel sektörüniversite işbirliğinin de inovasyona
katkısının güzel bir örneğidir.
Peki Novo Nordisk olarak biz inovasyona
nasıl katkı sağlıyoruz?
Merkezi Danimarka’da olan Novo
Nordisk 1923 yılından beri diyabet
tedavisi için yapılan araştırmalar ve
başarılarla dolu bir geçmişe sahip,
global bir sağlık şirketidir ve diyabet
bugün en önemli odağımızı oluşturmaktadır.
Bir diğer önemli unsur, hastalar maksimum kullanım kolaylığı istiyorlardı.
Sadece uzun etkili bileşikler değil,
aynı zamanda ajanları tek bir üründe kombine ederek çok sayıda enjeksiyondan kaçınmayı da istiyorlardı. İlave olarak, enjeksiyon yapmak
zorunda oldukları gerçeği hastalar
için büyük bir korku kaynağı haline
gelmişti. Eğer iğneden korkuyorlarsa, insülin tedavisine hastalıklarının,
özellikle tip 2 diyabetin çok geç bir
evresinde başlayacaklardı.
Uzun etkili insan insülini preparatlarından yola çıkıp, ilk kuşak insülin
analoglarına ulaştığımızda hipoglisemi riskini %25-50 azaltmıştık.
Bu nedenle biz Novo Nordisk olarak
çok daha kullanışlı enjeksiyon sistemleri geliştirdik: 1985’te geliştirilen
NovoPen®’ler hastaların tedaviye başlamalarının önündeki enjensiyon korkusu engelini ortadan kaldıran çığır
açan bir innovasyondur. O zamandan
bu yana 5 kuşaktır giderek daha iyi,
daha sağlam ve daha kolay öğrenilen
enjeksiyon sistemleri geliştirdik.
O zaman neden üçüncü adımı da atmayalım? Novo Nordisk olarak biz diyabetli hastların bugün karşılanamayan ihtiyaçlarını sürekli göz önünde
bulundurarak Araştırma ve Geliştirme faaliyetlerimize devam ediyoruz.
Bugün, herkesin gerçekten dört gözle beklediği bir oral insülin tabletini
geliştirmek için önemli miktarda yatırım yapıyor ve kaynak harcıyoruz...
İlk kuşak insülin analoglarından Novo
Nordisk’in henüz geliştirdiği yeni kuşak analoglara geldiğimizde, hipoglisemi riskini yine %25-50 azalttık. Yani
eğer biz “ilk kuşakla çok iyi bir iş yaptık” diye düşünmüş olsak bile, birinci
kuşak analoglardan ikinciye geçerek
daha da iyisini başarabildik.
Novo Nordisk’in diyabet tedavisindeki tecrübesi, fizyoloji alanında Nobel
Ödülü sahibi Danimarkalı August
Krogh’un insülin üretmek için Nordic
Insülin Laboratuvarı’nı kurduğu tarih
olan 1923’lere kadar uzanmaktadır.
20. Yüzyılda inovasyona en güzel
örneklerden biri insulinin keşfidir ve
hastaların ihtiyaçları doğrultusunda
hem insülinler hem de insülinlerin
uygulanmasında kullanılan enjeksiyon sistemlerinin inovasyonuna devam edilmiştir. Yapılan inovasyonlar
her geçen gün daha hasta odaklı olmaya devam etmektedir.
İnsülinin tarihçesine baktığımızda
hastalar ilk insülinlerin çok kısa süreyle etkili olması yüzünden kendilerine çok ama çok sayıda enjeksiyon
yapmak zorundalardı. Dolayısıyla, ilk
önce İkinci Dünya Savaşı sırasında
insülin NPH keşfi ve o zamandan bu
yana bizim firmamızın öncülük ettiği
uzun etkili insülin analoglarının sağladığı ilerlemeyle, insülinlerin etki
profili uzatılarak hastaların günlük
yaşam kalitesi artırılmıştır
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
35
haber
GÖRME BOZUKLUKLARI
MS HASTALIĞININ HABERCİSİ OLABİLİR
“Ani görme kayıpları, puslu ya da azalmış görüntü, gece görüşünde azalma, renklerde değişme gibi
sorunlar yaşandığında göz doktorunun yönlendirmesiyle bir nörolog kontrolünden geçmek önemli”
Doç. Dr. Fatma Çiğdem Doğulu, beklenmeyen görme bozukluklarının
nörolojik olarak da kontrol edilmesi
gerektiğine dikkati çekti. Doğulu,
MS hastalığının ilk belirtileri arasında
görme bozukluklarının geldiğini, bu
sebeple ani görme kayıpları, puslu ya
da azalmış görüntü, gece görüşünde azalma, renklerde değişme gibi
sorunlar yaşandığında göz doktorunun yönlendirmesiyle bir nöroloğun
kontrolünden geçmenin önemli olduğunu belirtti.
Doç. Dr. Doğulu, Multipl Skleroz (MS)
hastalığının, sebebi ve tedavisi henüz bulunamayan önemli bir sinir
sistemi hastalığı olduğunu dile getirdi. Hastalığın, vücudun herhangi
bir bölgesinde belirti verebildiğini
aktaran Doğulu, “Görme bozuklukları, vücudun herhangi bir bölgesinde
kuvvet kaybı, uyuşma veya karıncalanma hissi, duyu kaybı, titreme, mesanenin veya kalın bağırsağın kontrol
kaybı, dengede bozulma, yürüme ve
konuşma bozuklukları ve yorgunluk
hastalığın belirtileri arasında yer alıyor” uyarısında bulundu.
“Sık görülen belirti: görme bozuklukları”
Doğulu, MS hastalığının ilk dönem
36
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
belirtileri arasında görme bozukluklarının sıklıkla görüldüğüne işaret
ederek, şunları kaydetti:
“Hastalığın seyri sırasında bulanık
ya da azalmış görüntü, çift görme,
gece görüşünde azalma, lekeli görüş,
renklerde farklılaşma, nadiren tamamen görme kaybı gibi ciddi görme
bozuklukları meydana gelebiliyor.
Beklenmedik bu bozuklukları MS
atakları sırasında meydana gelebilir
ve nadiren kalıcı olur. MS hastalığının erken tanısı açısından, bu tip ani
bozukluklar yaşayan hastaların göz
doktoruyla birlikte mutlaka nöroloğa
görünmelerinde fayda var. Bu durumda göz doktoruna da önemli bir
görev düşüyor, hastanın bulgularını
değerlendirip konuyla ilgili yönlendirme yapması önemli.”
“Önlemek değil ama
yavaşlatmak mümkün”
MS hastalığının sıklıkla 20-40 yaş
arasında gözlendiğine dikkati çeken
Doğulu, hastalığa ilişkin şu bilgileri
de paylaştı:
“MS özellikle kadınlarda ve sosyoekonomik düzeyi yüksek topluklarda görülen bir hastalık. Dünyada
yaklaşık 2,5 milyon MS hastası var.
Ölümcül bir hastalık değil, hastaların
ortalama yaşam süreleri genellikle
sağlıklı bireylerle aynıdır. Kalıtsal geçişi bulunmuyor. Bulaşmıyor. Önlenebilir bir tedavisi henüz bulunamamakla birlikte erken teşhis ile seyri
yavaşlatılabiliyor. Bunun için modifiye edici tedavi olanakları kullanılıyor.
Seyri yavaşlatan tedavilerin uygulanmaması durumunda tekrarlayan düzelen tip hastalarının yüzde 50’si 10
yılda ilerleyici tipe dönüşüyor ve bu
hastaların yüzde 30’dan fazlası, 20 yıl
içinde tekerlekli sandalyeye bağımlı
hale gelebiliyor.
Belirgin bir neden olmaksızın en az
24-48 saat sürecek şekilde, yeni belirtilerin ortaya çıkması ve uzun zamandır devam eden bir rahatsızlık durumunun kötüleşmesi ‘MS atağı’ olarak
adlandırılıyor. Bir ay içinde olan tüm
belirti ve bulgular aynı atağın parçaları olarak kabul ediliyor. Genellikle
ataklar arasında düzelme dönemleri
görülebiliyor. Bir atağın ne kadar süreceği ve iki atak arasındaki dönemin
uzunluğu saptanamıyor. MS atakları
kişiden kişiye olduğu gibi aynı kişide farklı zamanlarda da belirti ve
zamanlama açısından farklılık gösterebiliyor.”
haber
ÇOCUKLARDA YAZ İSHALLERİ
TEHLİKELİ OLABİLİR
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Metin Karaböcüoğlu, çocuklarda yaz
ishalleri ve tedavi yöntemleri hakkında bilgi verdi.
Prof. Karaböcüoğlu, özellikle yaz
mevsiminde artış gösteren ishalin,
çocukların en sık karşılaştığı sağlık
sorunlarından biri olduğunu söyledi.
İshalin günümüzde çocuk sağlığı için
ciddi bir tehdit unsuru olduğunu belirten Karaböcüoğlu, “3 aydan büyük
bebekler için bir günde 3-5 defadan
daha fazla, sulu ve miktarca daha
bol dışkılama ishaldir. 3 aydan küçük
bebekler için ise, günde 10-12’den
fazla, miktarca bol, bezden taşacak
gibi sulu kakaya ishal olarak tanımlanır. Bez kullanan bebeklerde, bez
kakanın suyunu çekebilmektedir. Bu
nedenle aileler kakanın ne kadar sulu
olduğunu öngöremeyebilir. Böyle bir
durumda çocuk her zamankinden
daha sık, peş peşe kaka yapıyorsa,
bezi her zamankine göre daha ağır
ise bu ishal olarak kabul edilebilir.
Kakada kan olması, sümük olması,
çocuğun ateşli olması, kusmanın eşlik etmesi durumun aciliyetinin göstergesidir.” diye konuştu.
İshalin çocuklarda ölüme varan ciddi
sorunlara neden olmasının ani su ve
tuz kabına bağlı olduğunu kaydeden
Karaböcüoğlu, “Çocukların bünyesi, su kaybını yetişkinlere göre daha
38
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
az tolere edebilir ve suya karşı yetişkinlere göre daha hassastırlar. Bu
nedenle çocuklar su kaybından yetişkinlere oranla çok daha fazla etkilenmekte ve susuzluğun karşılanmadığı
durumlarda ciddi sağlık sorunlarına
neden olabilmektedir.” ifadelerini
kullandı.
yüksek içecekler bağırsaklardan su
kaybını artırmaktadır. Vücudunun ihtiyacından fazla su vermek de çocuğun sağlığına zarar verebilir. Aşırı su
verilmesi çocuğun midesinin bulanmasına ve kusmasına neden olabilir.
Kusma ile mideden su ve tuz kaybı
yaşanabilir.” şeklinde konuştu.
Sıcak havalar ishali tetiklediğini aktaran Karaböcüoğlu, şöyle devam
etti: “Sıcak havalarda gıdaların daha
çabuk bozulması, mikropların daha
kolay üreyebilmesi, terleme ile birlikte vücuttan ani tuz kaybı yaşanması
yazın ishal vakalarında artışa neden
olmaktadır. Bu nedenlere, hijyen
koşullarının yetersizliği, atık suların
içme veya temizlik sularına karışması
da eklenince durum daha da ciddileşebilmektedir.”
Anne sütünün ishalden koruyan
önemli bir besin kaynağı olduğunu
belirten Karaböcüoğlu, şunları kaydetti: “Hasta olduğu zaman anne
sütü alan bebekler daha çabuk iyileşir. İshal kesici ilaçlar ile ishalin durdurulmaması gerekmektedir. Çünkü
vücuttaki toksin ve zehir bağırsaklar
vasıtasıyla dışarı atılır. Eğer ilaçlar ile
ishal durdurulursa bakteri, toksin vücutta normalden daha fazla kalır ve
kana karışıp vücuda zarar verebilir.
İshalin diyeti yoktur. İshal olan çocuğun canı ne istiyorsa o verilmelidir.
Zaten iştahsız olacağı için yağlı ve
şekerli besinlerin verilmemesi gerekir. Genel olarak halk arasında bilinen
patates püresi, yoğurt, peynir, pirinç
lapası doğru besinlerdir ama bunların yanında vücudunun ihtiyacı olan
enerjiyi alabilmesi için istediği besinler de verilmelidir.”
Bazı annelerin ağızdan su verilmesinin sakıncalı olduğuna inanıp çocuklara su içirmediğini belirten Karaböcüoğlu, “Halbuki içebildiği kadar; az
az, sık sık su verilmesi su kaybının
önlenmesi açısından önemlidir. Kola
gibi gazlı ve şekerli içeceklerin ishale
faydalı olduğuna inanılır. Bu düşünce tamamen yanlıştır. Şeker oranı
haber
SAĞLIK BAKANI DR. MEHMET MÜEZZİNOĞLU
TÜRKİYE’NİN 2023 SAĞLIK VİZYONUNU ANLATTI
Sağlık Bakanlığının ‘Sağlıkta 2023 Vizyonu’ çerçevesinde geliştirilen ‘Sağlık
Enstitüleri, Türkiye Sağlık Bilimleri
Üniversitesi ve Şehir Hastaneleri’ projelerini düzenlediği bir basın toplantısı ile açıklayan Bakan Müezzinoğlu ‘
Bu projeleri tamamladığımızda Türkiye bilimsel ve sağlık eğitimi bakımından dünya standartlarını belirleyecek
seviye gelecektir. Ülkemizin hızlı gelişimine paralel olarak sağlık alanında
üniversiteler başta olmak üzere ilaç
sanayi ve tıbbi teknoloji araştırmalarının mükemmeliyet merkezlerinde
daha geniş olanaklarla yapılmasına
imkân sağlayacak Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı’nı hayata geçiriyoruz. İlk aşamada 6 enstitü kuracağız.
Bu yılsonuna kadar Kanser Enstitüsü
ve Sağlık Akreditasyon Enstitüsü hayata geçecektir’ dedi. Bakan Müezzinoğlu geliştirdikleri projeler ile 2023
yılında kendi ürünü ilacı olan, teknolojik gelişmelere öncülük eden ve çeşitli hastalıklarda tedavi yöntemlerini
bulup uygulayan 10 güçlü ülke arasında olacaklarını da kaydetti.
Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu ‘Sağlıkta 2023 Vizyonu’ projesini açıkladığı toplantı öncesinde
Emirgan Korusu’nda halk ve basın
mensuplarıyla ‘Sağlıklı Yaşam Yürüyüşü’ yaptı. Yürüyüş sonrasında basın
mensuplarıyla bir araya gelen Bakan
Müezzioğlu, Türkiye’nin şimdiye kadar sağlık Ar-Ge’sine yeterince pay
ayıramadığını belirterek ‘Ülkemiz
dünyadaki bilimsel gelişmeleri yakından takip eden, ancak tıbbı teknolojiler ile ilaç sanayisinde ithalatçı
bir ülke konumunda. Bu konumdan
çıkmamız lazım. Tükettiğini üreten
ve bunun bir kısmını yurt dışına ihraç
eden bir ülke olmamız lazım. Sağlık
Enstitüleri bu boşluğu önemli ölçüde dolduracaktır. Sağlık Enstitüleri
Bilim Kurulları’nın, üniversitelerden,
ilaç sanayisinden ve tıbbi teknoloji
firmalarından gelecek projeleri inceleyerek, değer bulunan projelere
maddi kaynak ve araştırmalar için
tam donanımlı laboratuar olanakları
sağlayacaktır.’ şeklinde konuştu.
Bakan Müezzinoğlu, Sağlık Enstitüleri ile ilgili kanunun TBMM alt
komisyonunda kabul edildiğini ve
kanunun genel kurula da çok yakında geleceğini belirterek, ‘İlk etapta
Kanser Enstitüsü ve Türkiye Sağlık
Akreditasyon Enstitüsü’nün açılacak.
3 yıl içinde de Kronik Hastalıklar, Bio
Teknoloji, Geleneksel ve Tamamlayıcı
Tıp ve Anne, Çocuk ve Ergen Sağlığı
Enstitüleri hayata geçirmeyi planlıyoruz. Bu enstitüler sağlıkta TÜBİTAK
gibi çalışacak. 6 enstitünün merkezi
İstanbul olacak.’ dedi.
Sağlık Bakanlığı’nın, sağlık enstitüleri, sağlık eğitimi ve şehir hastaneleri
konusuna odaklandığını sözlerine
ekleyen Bakan Müezzinoğlu ‘Enstitülerimiz tarafından geliştirilen dinamiklerin en güçlü olarak uygulanabileceği yer şehir hastaneleridir. 15
şehir hastanesi projesini hayata geçiriyoruz. Bu hastanelerin yatak kapasitesi 24 bin olacak ve dünyanın her
yerinden gelen hastalara hizmet verecektir. Bu konu ile ilgili finansman
ve uluslararası hukuki sözleşmeleri
tamamladık. 1 Temmuz’dan itibaren
15 şehir hastanesi fiilen sorumluluk
üstlenmiş olacak. Ortalama 30 ayda
sağlık alanında hizmet vermeye başlayacaklar.’ diye konuştu.
Sağlık Bilimleri Üniversitesi Açılıyor
Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu, gelişen ve değişen sağlık politikalarının ihtiyacı olan sağlık profes-
yonellerinin yetiştirilmesinde önemli
bir rol oynayacak ‘Türkiye Sağlık Bilimleri Üniversitesi’nin İstanbul’da kurulacağını da açıkladı. Yalnızca sağlık
alanına odaklı ilk devlet üniversitesi
olma özelliğini taşıyan Türkiye Sağlık
Bilimleri Üniversitesi’de Tıp Fakültesi yanında hemşirelik gibi alanlarda
eğitim verecek Sağlık Bilimleri Fakültesi ile master ve doktora eğitimi
amacıyla Sağlık Bilimleri Enstitüsü
olacağını dile getiren Bakan Müezzinoğlu, Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü’nün Türkiye Sağlık
Bilimleri Üniversitesi’ne tahsis edileceğini de sözlerine ekledi.
Bakan Müezzinoğlu, üniversitenin,
öncelikli olarak Birleşmiş Milletler
resmi dillerinde yurt içinde ve yurt
dışında eğitim vereceğini, ülkemizin
bulunduğu coğrafyada sağlık bilimleri eğitimi alanında var olan çekim
gücünü önemli ölçüde güçlendireceğini de söyledi. Müezzinoğlu; ‹Nasıl ki bundan 12 yıl önce vatandaşlarımız yurt dışında çare ararken, şimdi
sınır ötesinden hastalar için çekim
merkezi oldu isek, sağlık bilimleri
eğitimi alanında da 10 yıl içinde çekim merkezi haline geleceğiz’ şeklinde konuştu. Bakan Müezzinoğlu,
kurulacak üniversitenin diğer vakıf
ya da devlet üniversitelerine rakip
olmayacağını da dile getirerek, ‘Türkiye Sağlık Bilimleri Üniversitesi 56
Eğitim Araştırma Hastanesi ile doğrudan bağlantılı olacak. Üniversitemiz, yurtdışında da Eğitim ve Araştırma Hastaneleri açacaktır. Bunun
ilk örneğini Sudan’da gerçekleştirdik.
Somali’de hastane inşaatını bitirdik.
Önümüzdeki hafta Pakistan’da da
hastane açacağız. Kırgızistan’da da
hastane projesi için çalışmalara başladık.’ şeklinde konuştu.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
39
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
41
OECD 2013 VERİLERİ PENCERESİNDEN
TÜRKİYE’NİN SAĞLIK DURUMU
Prof. Dr. Sabahattin AYDIN
Medipol Üniversitesi Rektörü
Kapsamlı bir istatistik yıllığı olan
OECD Sağlık İstatistikleri 2013 (eski
adıyla OECD Sağlık Verileri 2013)
yayımlandı. Bilindiği gibi OECD veri
tabanı; tarım, ekonomi, eğitim, enerji, çevre, sağlık, endüstri, bilgi ve
iletişim, uluslararası ticaret, iş gücü,
nüfus vergiler, kamu harcamaları ve
AR-GE gibi farklı alanlardaki durumu
gösteren 100’den fazla indikatörün
yer aldığı önemli bir uluslararası kaynaktır. Sağlık istatistikleri, araştırmacı
ve politika yapıcılara sağlık durumu
ve sağlık sistemleri açısından ülkeler
arasında karşılaştırma imkânı veren
bilinen en kapsamlı araçlardan biridir. Bu yazının amacı, sözünü ettiğim
42
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
kaynaktan hareketle yayımlanan son
uluslararası veriler penceresinden
Türkiye sağlığına bakmaya çalışmaktır. Özgün bir çalışma olmayıp bir
anlamda mevcut verileri anlamaya
çalışmaktan ibaret bir çabanın sonucudur. Dünya Bankası, Dünya Sağlık
Örgütü ve Türkiye’nin kendi yayımladıkları veriler bu çalışmanın konusu
dışındadır.
Geniş kapsamlı istatistik verilerinin
toplanması, doğrulanması, yayımlanması ve uluslararası kuruluşlar nezdinde kabul görüp veri tabanlarında
yer alması, uzunca bir sürecin eseridir. Veri toplama yöntemi, özellikle
saha araştırmaları, anketler, kayıtların
belli merkezlerde toplanarak konsolide edilmesi, analizi ve yorumlanması
sürecin tabi olduğu zaman aralığını
etkileyen önemli faktörlerdir. Bazı
veriler saha araştırmaları yoluyla ve
belli aralıklarla yapıldığından ancak
birkaç yılda bir veri tabanlarında
güncellenebilmektedir. Ayrıca farklı
ülkelerin bu anlamda kapasite ve yetenekleri aynı olmadığı için ülkelerin
karşılaştırmasında her zaman aynı
zaman dilimindeki verilere ulaşmak
mümkün olmamaktadır. Bu yüzden
en güncel tablolarda bile “mümkün
olan son veri” olarak bazen yıllar öncesine ait veriler yer alabilmektedir.
Bu duruma dayalı olarak bazı verilerin yanında elde edildiği yıl da verilmiştir. Karşılaştırmalarda bu hususun
dikkate alınması gerektiğine işaret
etmek isterim.
Son yıllarda, hayat şartlarının iyileşmesi, halk sağlığı hizmetlerinin
gelişmesi ve sağlık hizmetlerindeki
ilerlemelere paralel olarak OECD ülkelerinde doğumda beklenen hayat
süresinde önemli bir artış gözlenmektedir. Bu ülkeler arasında Türkiye 1960’dan sonra en fazla iyileşme
gösteren ülkelerden biri olmuş ve
beklenen hayat düzeyinde 25 yıla
varan artış gerçekleştirmiştir. Ne var
ki, bu artış dahi henüz bizi arzu edilen düzeye çıkaramamıştır. Türkiye’de
2012 yılında doğumda beklenen hayat süresi 74,6 yıldır. 80 olan OECD
ortalamasının altında olup hala bu
ülkeler arasında en düşüklerden biridir. 1960’ta ortalamanın 20 yıl altında iken bugün 5 yıl altında kalmıştır.
Beklenen hayat süresi kadınlarda
77,2, erkeklerde ise 72 yıldır. OECD
ortalama süreleri ise kadınlarda 83,
erkeklerde 77 yıldır.
rinde olduğunu unutmamak gerekir.
Meksika’dan (13,6) sonra en yüksek
yenidoğan ölüm oranına sahip ülke
Türkiye’dir. Amerika 1.000 canlı doğumda 6,2 ölüm oranıyla Türkiye’ye
en yakın değere sahip ülkedir.
ma metodolojisi farklılığına dikkat
çekilmiştir. Henüz Türkiye verileri
yayımlanmamış olsa da, yayımlanan
veriler arasında 2010 sonrası en düşük kişi başı sağlık harcaması 1.302
dolarla Estonya’da gerçekleşmiştir.
Her zaman tam bir paralellik arz etmese de, beklenen hayat süresinin
uzunluğu, kişi başı sağlık harcamalarının artışı ile de ilişkilidir. Yani sağlık
harcamalarımızın artışını ve özellikle
önümüzdeki yıllarda beklenen artışları bu açıdan da değerlendirmekte
yarar var.
Türkiye’de toplam sağlık harcamasının GSYİH’ya oranı % 6,1’dir (2008).
Ülkemizde sağlık harcaması % 9,5
(2011) olan OECD ortalamasının ve
% 9,0 olan Avrupa Birliği (EU 27) ortalamasının bir hayli altında gerçekleşmiştir. Hesaplama yöntem farklılığından dolayı Meksika’yı istisna
kabul edersek Türkiye, Estonya ile
birlikte sağlığa en düşük oranda harcama yapan OECD ülkesidir. Verilere
göre, OECD dışı ülkelerden mesela
Rusya Federasyonu (% 5,1), Çin (%
5,1), Hindistan (% 4,1), ve Endonezya
(% 2,6) gibi ülkeler GSYİH’ya oranla
Türkiye’den daha düşük oranda harcama yapmaktadır.
Sağlık harcamalarının ülkenin gelirine paralel olarak arttığı bilinmektedir. Türkiye OECD ülkeleri arasında en
düşük GYİH’ya sahip ülke olduğuna
göre (Türkiye 13.563 dolar / OECD
otalaması 31.553 dolar) kişi başı
sağlık harcamasının da 3.339 dolar
(2011) olan OECD ortalamasının yanında 906 dolar gibi düşük olması
şaşırtıcı değildir.
Sağlık durumunun önemli göstergelerinden biri olan yenidoğan ölüm
oranları Türkiye’de 60’lı yıllarda 1.000
canlı doğumda 190 idi. 2002’de 31,5
iken istikrarlı bir şekilde azalmaya
devam ederek 2005’de 21,3 ve 2011
yılında 7,7 oldu. Buna rağmen 4,1
olan OECD ortalamasının hala üze-
Kişi başı yıllık sağlık harcamasında
OECD ortalaması satın alama paritesine göre 3.268 (2008) dolar iken,
Türkiye kişi başı 906 dolar (2008) harcama ile en az harcama yapan ülke
durumundadır. Aynı yıl bir tek Meksika 892 dolar harcamayla Türkiye’nin
altında görülmekte ise de, hesapla-
Bu arada Amerika’nın kişi başı sağlık harcamasının 8.502 dolara (2011)
ulaştığını hatırlatalım. Diğer bir deyişle Amerika’da yılda bir kişiye harcanan para ile Türkiye’de 8 kişi sağlık
hizmeti almaktadır. Amerika Birleşik
Devletleri ekonomisine oranla en
fazla sağlık harcaması yapan ülke
konumundadır. Toplam sağlık harcaması GSYİH’nın % 17,7’sini (2011)
bulmaktadır. Amerika’yı % 11,9 ile
Hollanda takip etmektedir.
Sağlığa ayrılan paranın kaynağı açısından bakıldığında, OECD ülkelerin-
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
43
de Şili, Meksika ve Amerika dışında
kamu sağlık harcamaları ön planda
gelmektedir. Sağlık harcamaları içinde kamunun payı OECD ortalamasında % 72’dir (2011). Türkiye’de 2000
yılında % 63 olan kamu kaynaklı sağlık harcaması % 73 (2008) olmuş ve
OECD ortalamasının az da olsa üzerine çıkmıştır. Kamu sağlık harcamasının yüksekliği ülkenin uyguladığı
sosyal sağlık politikası ile yakından
ilişkilidir. İskandinav ülkeleri, Avusturya, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Çek Cumhuriyeti ve İzlanda gibi
ülkelerde kamu sağlık harcamasının
oranı Türkiye’den daha yüksektir.
Diğer taraftan Şili (% 46,9), Meksika
(% 47,3) ve Amerika (% 47,8) kamu
sağlık harcaması oranı en düşük olan
ülkelerdir.
Sağlık sektörü teknoloji ve bilgi yoğunluklu bir hizmet alanıdır. Yatırım
kadar, hatta daha fazla iyi eğitilmiş
insan kaynağına ihtiyaç duyar. Sağlık
insan kaynağı açısından dikkat çekici
bir durum söz konusudur. Türkiye’de
son yıllarda doktor ve hemşire sayılarında önemli artışlar olmakla birlikte
ülkemiz kişi başı doktor sıralamasında OECD ülkeleri arasında sondan
ikincidir. 2011’de 1.000 kişiye 1,7
doktor düşmektedir. Aynı yıl OECD
ortalaması 3,1 olduğuna göre, doktor yoğunluğunun neredeyse yarısı
düzeyinde olduğu görülmektedir.
44
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
Genel doktor sayısı içinde uzman
doktor sayısının gittikçe artmaktadır.
İrlanda, Norveç ve Portekiz dışında
uzman hekim sayıları pratisyen hekim sayısından fazladır. Bu durum
pratisyen hekime dayalı sağlık hizmet
modellerinden uzaklaşılmakta olduğunu göstermektedir. Klasik birinci
basamak hekimliğinin yerini uzman
hekime dayalı aile hekimliği almakta,
ya da hekim temelli birinci basamak
sağlı hizmeti diğer sağlık meslekleri
yönünde farklılaşmaktadır.
Doktor kaynağının geleceğe yönelik
yönetilebilmesi verilen eğitim kapasitesine bağlıdır. Ülkeler tıp eğitiminde kapasite artırarak veya kapasiteyi
sınırlayarak bu süreci yönetmeye çalışmaktadır. 2010 yılında 100.000 kişi
başına en fazla doktor mezun veren
ülkeler Avusturya (22), İrlanda (17),
Danimarka (16), Yunanistan ve Çek
Cumhuriyetidir (14). Bu arada İrlanda ve Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerde
bu öğrencilerin önemli bir kısmının
yabancı öğrenci olduğunu ve mezun
olunca ülkelerine döndüğünü hatırlamakta yarar var. İsrail (4), Şili (5), Japonya (6) ve Fransa (6) 100.000 nüfus
başına en az mezun veren ülkelerdir.
2010 yılı OECD ortalaması 100.000
kişi başına 10 mezundur. Türkiye ise
yaklaşık 7 mezun vermektedir. Yılda
7.500 mezun verdiğimizde OECD or-
talaması yakalanmış olacaktır. Eğer
mevcut ÖSYM kontenjanları devam
eder ve yılda 12.000 mezun verirsek Danimarka’yı yakalamış oluruz.
Bu sürecin sağlık politikası, yatırım
planlamaları ve alt yapı yatırımları ile
birlikte dikkatli bir şekilde ve amaca
yönelik olarak yönetilmesi gerektiğine dikkat çekmek isterim.
Şili, Türkiye, Meksika ve Yunanistan
kişi başına en az hemşire sayısına sahip OECD ülkelerini oluşturmaktadır.
2011’de ülkemizde 1.000 kişiye düşen hemşire sayısı 1,7’dir ki, bu aynı
yıl OECD ortalaması olan 8,7’nin çok
altında kalmaktadır. Listenin başında yer alan İsviçre ve Danimarka’da
1.000 kişiye düşen hemşire sayısı 15’i
aşmaktadır. Bu arada OECD dışında
öne çıkan Hindistan, Endonezya ve
Brezilya gibi ülkelerde 1.000 kişi başına düşen hemşire sayısının birden
az olduğunu hatırlatmakta yarar var.
Türkiye, Şili ve İtalya’da doktor
başına bir hemşire düşmektedir.
Yunanistan’da ise birden bile azdır.
İtalya ve Yunanistan’da bu oranın düşük olmasının hemşire azlığının yanında doktor fazlalığından olduğunu
unutmamak lazım. OECD ülkelerinde
oran, ortalama 2,8’dir. Finlandiya, Japonya, Danimarka, Kanada ve Amerika gibi ülkelerde ise doktor başına
4’ten fazla hemşire düşmektedir.
Yüz bin kişi başına yıllık hemşire mezun sayısı Türkiye’de 10’un altında
kalmaktadır. Bu haliyle OECD içinde
nüfus başına en az hemşire yetiştiren
ülke olduğumuz anlaşılıyor. Ancak
son yıllarda hemşirelik kontenjanlarının sınırları zorlayarak artırıldığını
biliyoruz. Eğer yılda 30.000 civarında
hemşire yetiştirebilirsek OECD ortalaması olan 100.000 kişi başına 40
hemşireye ulaşmış oluruz. Hemşire
konusunda başı çeken ülkelerden İzlanda ve Danimarka’da 100.000 kişiye 80 civarında, Kore’de ise daha fazla
hemşire mezun verilmektedir.
Nüfus başına düşen yatak sayısı hastane hizmetlerinin kapasitesini gösteren bir ölçüt olarak kullanılmaktadır. Türkiye’de 2011 de 1.000 kişiye
düşen hastane yatağı sayısı 2,5’dir. Bu
rakam 4,8 olan OECD ortalamasının
neredeyse yarısıdır. Trende baktığımızda gelişmiş ülkelerde nüfus başına düşen yatak sayısı oldukça yüksek
olmaya devam etmektedir. Bin kişi
başına 13,4 yatak sayısıyla Japonya
başı çekmektedir. OECD ülkeleri arasında Türkiye’den daha düşük yatak
kapasitesine sahip tek ülke Şili’dir.
Görülüyor ki, sağlık hizmetinde maliyetleri düşürmeye yönelik kısa yatışlı
veya ayaktan hizmetlere doğru bir
eğilim olmakla birlikte, nüfusun yaşlanması, kronik hastalıkların artması
gibi faktörler yatak ihtiyacının azalmasına değil, artmasına yol açmaktadır. Ülkemizde bu yüzden önümüzdeki yıllarda yatak sayısının ihtiyacı
karşılamada yetersiz kalacağını var
saymak yanlış olmayacaktır. Bu açıdan bakıldığında gelecek yıllarda ülkemizde yeni yapılacak hastanelerin
boş kalmayacağını öngörebiliriz.
Bütün OECD ülkelerinde kronik hastalık risk faktörleri olarak tütün kullanımı ve şişmanlık iki önemli sorun
olarak öne çıkmaktadır. Türkiye’de
tütünle mücadele politikalarının etkisi görülmüş ve 15 yaşının üstündeki erişkinlerde günlük içicilerin oranı
1989’da % 43,6 iken 2006’da % 33,4’e,
2008’de % 27,4’e 2010’da 25,4’e ve
nihayet 2012’de 23,8’e (tahmini) gerilemiştir. Ancak bu oran hala % 20
civarında olan OECD ortalamasının
üzerinde bir değeri ifade etmektedir.
Türkiye’ye en yakın ülkeler İtalya (%
22), Kore (% 23,2) ve İspanya’dır (%
23,9). İsveç, İzlanda ve Amerika % 15
in altında erişkin günlük içici oranıyla
tütün kullanımı en az olan ülkelerdir.
Diğer taraftan OECD ülkelerinde nüfusun yarıdan fazlasının (% 53) fazla
kilolu veya obez olduğu bilinmektedir. Türkiye’de erişkinlerde obezite oranı % 16,9 olarak bildirilmiştir.
OECD ortalaması ise % 17,8’dir. Bu
durumda Türkiye kısmen avantajlı
görünmektedir. Türkiye ile birlikte
Şili ve Meksika’da kadınlarda obezite oranının erkeklere göre daha
fazla oluşu oldukça dikkat çekici bir
durumdur. Obez nüfus oranı bakımından Amerika % 35,9 oranıyla başı
çekmektedir. Obezite oranlarının artışı ve bağlı olarak artan kronik hastalıklar ile sağlık harcamalarının artışı
arasında da bir ilişki bulunduğunu
hatırlatmak isterim.
OECD ülkelerinde erişkin nüfus başına yıllık alkol tüketimi ortalama 9,5
litredir. Avusturya, Kore ve Fransa
yıllık 12 litrenin üzerinde tüketimle
başı çekmektedir. İki litrenin altında
tüketimle Türkiye en az alkol tüketen
OECD ülkesidir. Türkiye’nin ardından
İsrail gelmektedir. Dini inancın bu tüketim miktarına oldukça etkili olduğu anlaşılmaktadır. Halk sağlığında
bu faktörün önemli bir araç olduğunu unutmamak gerekir.
Gerekli ya da gereksiz olduğu tartışması bir yana, sağlık hizmetlerinde
teknoloji ağırlıklı tanı araçları kullanımına bir örnek olması açısından
MRI tetkik sayıları Türkiye açısından
dikkat çekici bir sonuç vermektedir.
1.000 kişi başına yılda 102,7 tetkikle
Amerika en fazla MRI tetkiki yapılan
ülkedir. Hemen ardından 1.000 kişi
başına 97,4 tetkik sayısıyla Türkiye
gelmektedir. Avusturya, İsveç, İsviçre
ve İngiltere gibi ülkelerden bu konuda veri alınamamış olması karşılaştırmalı yorumun tam sağlıklı olamayacağına işaret etmektedir. Ancak İsrail
ve Polonya gibi ülkelerde yıllık tetkik
sayısının 20’nin altında olması bu husus üzerinde önemle durulması gerektiğine işaret etmektedir.
Sağlık
durumu
sorulduğunda
Türkiye’de insanların % 67’si iyi durumda olduklarını beyan etmişlerdir.
Halkın sağlık konusundaki olumlu
algı düzeyi, % 69 olan OECD ortalamasına bir hayli yaklaşmış durum-
dadır. Bu soruya verilen cevap oldukça subjektif bir sonuç ifade etse
de, insanların sağlık hizmetini talep
etme göstergesi olması bakımından
önemli bir ölçüt olarak kabul edilmektedir. Bu hususta cinsiyete bağlı algı farklılığı oldukça belirgindir.
OECD ülkelerinde sağlık durumunun
iyi olduğunu ifade eden erkek oranı
% 71, kadın oranı % 66’dir. Türkiye’de
ise memnuniyet erkeklerde %72, kadınlarda % 62 tespit edilmiştir. Yani
cinsiyet farkı kadınlar aleyhine OECD
ortalamasından çok daha belirgin
durumdadır. Sağlık durumunun iyi
olduğu beyanının en yüksek olduğu
ülkeler Amerika (% 89,5), Yeni Zelanda (% 89,3), Kanada (%88,2) ve
Avusturalya’dır (% 85,4). Olumu algının en düşük olduğu ülkeler ise
Japonya (% 30), Kore (% 36,8) ve Portekiz (% 48,7). Oldukça subjektif olan
bu gösterge muhtemelen eğitimden
ekonomiye, iklimden kültüre, coğrafyadan demografiye ve sosyal olaylara kadar birçok sağlık dışı faktörün
etkisi altındadır.
Aslında sağlık göstergelerini değerlendirilirken bu tür çoklu etkenlerin
dikkate alınması gereklidir. Tek başına sağlık hizmetlerinin ve belki daha
geniş anlamda sağlık sektörünün, ya
da organize haliyle sağlık sisteminin
bir toplumun sağlık düzeyini değiştirebilme gücüne sahip olduğunu söylemek zordur. Sağlık politika yöneticilerinin toplum liderliği, bu açıdan
önem kazanmaktadır. Topluma etkili
bütün dinamiklerin sağlık için seferber olmasıyla sonuç alınabilir. Bu yüzdendir ki, Dünya Sağlık Örgütü’nün
“herkes için sağlık” (healh for all)
sloganı, “sağlık için herkes” (all for health) ibaresiyle tamamlanmaktadır.
Kaynaklar
OECD Better Life Index www.oecdbetterlifeindex.org/countries/turkey/ (Erişim tarihi:
10.03.2014)
OECD Health Data 2013 http://www.oecd.org/
health/health-systems/oecdhealthdata.
htm (Erişim tarihi: 10.03.2014)
OECD Factbook 2013, Economic, Environmental
and Social Statistics DOI : 10.1787/factbook2013-en
www.oecd.org/turkey/ (Erişim tarihi: 10.03.2014)
*Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisinden
alıntılanmıştır.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
45
haber
TÜRKİYE UYUŞTURUCUYLA
MÜCADELE EDİYOR
Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu “26 Haziran Uluslararası
Uyuşturucu Kullanımı ve Kaçakçılığı ile Mücadele Günü” dolayısıyla
Türkiye’nin uyuşturucu ile mücadelesinde izlediği yol haritasını anlatan
bir açıklama yayınladı. Açıklamada şu
ifadelere yer verildi:
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun
1987 yılında uyuşturucusuz temiz
bir toplum hedefine ulaşma ve uluslararası alanda eylem ve işbirliğini
güçlendirmek amacıyla 26 Haziran’ı
“Uluslararası Uyuşturucu Kullanımı
ve Kaçakçılığı ile Mücadele Günü”
olarak belirlemiştir.
Madde kullanımı insan sağlığı için
ciddi bir tehdittir ve madde bağımlılığı, tüm dünyada önemli halk sağlığı
sorunlarından biridir. Madde bağımlılığı, sadece sağlık boyutu olan tek
yönlü bir konu değil, kamusal, sosyal,
hukuki ve idari yönleri de olan bir sorundur. Bu nedenle, madde ile mücadele faaliyetlerini de çok yönlü olarak
ele almak gerekir.
Uyuşturucu kullanımı, ölümlerin yanı
sıra, çeşitli fiziksel hastalıklara da neden olmaktadır. Sinir hücrelerinde
doğrudan harabiyete neden olarak
beyin ve merkezi sinir sistemi hastalıklarına yol açabildiği gibi, damar
yoluyla bağımlılık yapıcı madde kullanımı HIV/AIDS, Hepatit B, Hepatit C
gibi kan yoluyla bulaşan hastalıklara
da neden olabilmektedir. Madde kullanımı ayrıca karaciğer ve böbrek yetmezliği, damar hastalıkları ile depresyon ve benzeri ruhsal hastalıklara da
yol açabilmektedir.
46
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
Ceza infaz kurumundaki mahkûmlara
ve çalışan gardiyanlara, madde ile
mücadele ve farkındalık geliştirici
konferanslar verilmektedir.
Madde kullanımının neden olduğu
hastalıkların ve tıbbi yan etkilerin yanı
sıra kullanıma bağlı ortaya çıkan madde ile ilintili suç ve kazalar, bireysel ve
toplumsal sorunları da beraberinde
getirmektedir çünkü madde kullanımı ve buna bağlı ortaya çıkan sorunlar sadece kullanıcıları değil, onların
ailelerini ve çevrelerindeki insanları
da etkilemektedir. Dolayısıyla madde
kullanımı sağlık için tehdit olduğu kadar açtığı toplumsal yaralar sebebiyle de bireyler ve aileleri için de yıkıcı
sonuçlar doğurmakta ve toplumsal
zararlara neden olmaktadır.
Sivil toplum kuruluşları ile işbirliği
çerçevesinde belirlenen okullarda
zararlı alışkanlıklar ve bağımlılık konusunda eğitimler düzenlenerek, bağımlılık yapıcı maddelerle mücadele
kapsamında öğrencilere ve velilere
yönelik bilgilendirme toplantıları ile
bağımlılık yapıcı maddeler ve zararları konusunda resim, şiir slayt gösterileri yapılmaktadır
Bağımlılık Yapıcı Maddeler ve Bağımlılıkla Mücadele kapsamında
hazırlanan Ulusal Eylem Planı doğrultusunda 81 ilde İl Uyuşturucu Koordinasyon Kurulları oluşturulmuştur. Kurullar, ildeki tüm kurum ve
kuruluşların işbirliği ile halka yönelik
koruma, eğitim ve bilgilendirme faaliyetlerini yürütmektedir.
Türkiye’de bağımlılık tedavisi Sağlık
Bakanlığı’na bağlı devlet hastanelerinde, üniversitelerin tıp fakültesi psikiyatri kliniklerinde, kamu ve
üniversite ortaklığında ve bazı özel
hastanelerin ilgili birimlerinde yapılmaktadır. Bağımlılık tedavisi yapan
25 tedavi merkezi bulunmaktadır.
Bakanlığımızca bağımlılık yapıcı
maddeler ve bağımlılıkla mücadele,
önleme faaliyetleri kapsamında aşağıda yer alan faaliyetler gerçekleştirilmektedir:
İlgili kamu kuruluşları ile ilgili sivil
toplum kuruluşları ve madde ile mücadelede etkin uluslararası kuruşlarla
işbirliğimizi artırarak ülkemizde madde ile mücadeleyi etkin ve kapsamlı
bir şekilde yürütmek en büyük hedeflerimiz arasındadır.
Halk Sağlığı Müdürlüklerince eğitim,
konferans ve seminerler kapsamında
madde bağımlılığı eğitimleri gerçekleştirilmektedir.
Çeşitli illerimizde gençleri bağımlılık yapıcı maddelerden uzak tutmak
amacıyla, çocuk ve gençlere yönelik
çeşitli kültürel ve sosyal projeler yürütülmektedir.
Madde bağımlılığı ile mücadele
alanında ilgili kamu ve sivil toplum
kuruluşlarının desteğini ile birlikte
uluslararası kurumlarla da işbirliğini
artırarak, etkin ve kapsamlı çalışmalar yürütülmesi için faaliyetlerimiz
devam etmektedir.
haber
GÜNEŞ IŞINLARI
KALICI
GÖRME HASARI
OLUŞTURABİLİR
Op. Dr. Ersin Kutluçınar, güneşin yüzünü tam olarak gösterdiği yaz mevsiminde güneş ışınlarının şapka ve
güneş gözlüğü takmayan kişilerde kalıcı görme hasarı oluşturabileceğini söyledi. Op. Dr. Ersin Kutluçınar,
“Açık renkli gözlerde az olan melanin pigmenti vücudumuzu ultraviyoleye karşı koruyan bir yapıtaşıdır.
Bu nedenle açık gri ve mavi gözler güneşin zararlı ışınlarından en çok etkilenen gözlerdir” dedi.
Güneş yüzünü iyice gösterdi. Sıcakların da artmasıyla sosyal yaşamını
açık alanlarda geçirenler güneş ışını
tehlikesiyle karşı karşıya. Güneş mor
ötesi yani ultraviyole denilen ışınlarıyla göz ve retina tabakasına zarar
verebiliyor. Kalıcı güneş yanıklarına
sebep olabilen bu yanıklara maruz
kalmamak için ultraviyole koruması
olan güneş gözlüğü kullanmak gerekiyor.
Op. Dr. Ersin Kutluçınar, gözün güneş
ışınlarına karşı korunmadığı zaman
yaşanabilecek zararlı etkileri anlattı.
Gözümüzün ağ tabakasındaki makula denilen görme merkezine direkt gelen güneş ışınlarının görme
merkezini yakabileceğini söyleyen
Dr. Kutluçınar, “Buna Solar Retinopati diyoruz. Özellikle güneş tutulması
gerçekleştiğinde tutulmayı izlemek
için güneşe bakan izleyicilerde bu
durumu sık olarak görüyoruz. Kısacası güneşe devamlı bakan kişilerde
kalıcı görme hasarı gelişebilmektedir” dedi.
Dr. Kutluçınar, güneş gözlüğü kullanılmadığında pterjium, sarı nokta,
göz-kapak kanseri ve katarakt oluşumunun hızlanabileceği konusunda
uyarıda bulundu.
Güneş ışınlarından korunmak için güneş gözlüğünün şart olduğunu ifade
eden Op. Dr. Ersin Kutluçınar, “Güneşin gözümüze dik olarak geldiği saatlerde bu korunma daha da önemlidir.
Yazın güneş ışınları, güneş daha yukarı konumda olduğu için başımızın
üstüne doğru gelirken kısmen göz
korunur, kışın ise göze daha dik gelir.
Fakat yazın beyaz duvarlar ve parlak
yüzeylerden yansıyan güneş ışığı
daha fazla olduğu için gözlerimizde
hassasiyet ve kısılmaya neden olarak
daha çok zarar vermektedir” diye konuştu.
Açık renkli gözlüler tehlikede
Op. Dr. Kutluçınar, güneş ışınları göze
zarar vermişse, gözde sulanma, yanma ve kapaklarda kısılma ile karşısında konuştuğu kişinin yüz hatlarını
net görememe gibi sonuçların olabileceğini vurgulayarak, “Güneşe bağlı
göz hasarında hasta süratle hemen
doktora gitmeli ve acilen müdahalesi
yapılmalıdır” dedi.
Açık renkli gözlere sahip kişilerin
güneş ışınlarından daha fazla etkileneceğini anlatan Op. Dr. Ersin Kutluçınar, şunları söyledi: “Açık renkli
gözlerde melanin pigmenti azdır.
Melanin pigmenti vücudumuzu ultraviyoleye karşı koruyan bir yapıtaşıdır. Bu nedenle açık tenli, açık renk
gözlere sahip kişilerde koruma mekanizması zayıftır. Güneş ve güneş
ışınlarına karşı çok daha fazla hassastırlar. Açık gri, ve mavi gözler güneşin
zararlı ışınlarından en çok etkilenen
gözlerdir.”
Gözlük camları kahverengi olmalı
Güneş gözlüğü seçimi konusuna da
değinen Op. Dr. Kutluçınar, UV filtreli
camla nesnelere baktığımızda nesnenin asıl rengi fazla değişmiyorsa
ve bunun yanında sertifikası varsa
kaliteli bir cam sayılabileceğini ifade
etti. Op. Dr. Kutluçınar, şunları söyledi: “Ultraviyole gözümüz tarafından görülmeyen bir dalga boyudur.
Ultraviyole A daha uzun, Ultraviyole
B daha kısa dalga boyudur ve kalıcı
güneş yanıklarına sebep olabilir. Bu
nedenle güneş gözlükleri bu dalga
boylarını kesen, engelleyen yapıya
sahip olmalıdır. Güneş gözlüklerinde
kahverengi camlar yeşil ve fümeye
oranla bu zararlı ışınları daha etkili
keser. Güneş gözlüklerinde UV koruması yoksa göze fayda yerine zarar
verecektir.”
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
47
haber
12 ADIMDA
HAMİLELİKTE DOĞRU BESLENME
Gebelik oluşmasından 12. gebelik haftasına kadar vücutta pek çok hormon yüzlerce kat artar ve buna
bağlı olarak annede bulantı, kokulara hassasiyet, kusma ve sindirim problemleri görülür. 12. haftadan
sonra ise hormonlar daha sabit seyrettiğinden, bu tip şikâyetler düzelir.
Gebeliğin ilk 3 ayında, bebeğin büyüme ve gelişmesini etkileyen en önemli faktör, sağlıklı kromozomal
bir yapıya sahip olmasıdır. Dolayısıyla, bu dönemde annenin beslenme şekli bebeğin gelişimini etkilemez.
Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Doç. Dr. Faruk Abike 12 adımda sağlıklı beslenmeyi anlattı.
1- İlk üç ay sık ama az miktarlarda beslenin
3- Günlük kaç kalori alacağız?
İlk 3 ayda, anne sık aralıkla az miktarlarda beslenmelidir.
Yağsız, kokusuz, baharatsız ve tuzlu yiyecekler ile kraker,
beyaz leblebi gibi atıştırmalıklar bulantının bastırılmasında
faydalı olacaktır. Bu dönemde anne, istediği her şeyi yiyebilir ancak yeme için zorlanmamalıdır çünkü sağlıklı bir genetik yapıya sahip bebek, bu dönemde annenin beslenmesinden olumsuz olarak etkilenmez. Anne; balık, yumurta,
süt-süt ürünleri ve et ürünleri tüketebilir ancak bunlara karsı bulantı veya isteksizlik varsa yeme için kendini zorlamamalıdır. Raf ömrü uzun olan, katkı maddesi içeren gıdalar
(sosis, salam, hazır meyve suyu vs.) tüketiminden kaçınılmalıdır. Sonuç olarak, ilk 3 ayda anne canı ne isterse tüketmeli, onun dışında faydalı olabileceğini düşünerek istemediği gıdayı almak için gereksiz bir çaba içinde olmamalıdır.
Gebeliğin bu periyodunda, günlük 1600 kcal olan enerji
tüketimi 2200 kcal düzeylerine çıkmaktadır. Dolayısı ile
alım arttırılmalı, 3 ana öğün yanında mutlaka 3 ara öğün
eklenmelidir. Ara öğünlerde sandviç, meyve, süt, yoğurt
tüketilebilir.
2- 3. aydan sonraki beslenme ciddi bir disiplin ister
Gebeliğin 3. ayından sonra hormonların daha sabit seyretmesi nedeniyle, anne hem fiziksel hem de psikolojik
açıdan rahatlamış olacaktır. 3. aydan doğuma kadar ki süreçte beslenme, hem anne hem de bebek açısından, çok
önemlidir ve ilk 3 ayın tersine çok sıkı bir disiplin gerektirir.
48
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
4- Günlük diyet nasıl olmalı?
Günlük diyette mutlaka süt ve süt ürünleri (günde en az
1 bardak süt, bir kâse yoğurt, peynir) olmalıdır ve her gün
düzenli olarak tüketilmelidir. Süt ve ürünleri, protein ve
kalsiyum kaynağı olduğu için bolca tüketilmelidir.
5- Haftada en az iki öğün kırmızı et tüketin
Annenin isteğine göre biftek, köfte veya steak şeklinde
olabilir ancak az pişmiş olmamalıdır. Özellikle et ve et
ürünlerinin iyi pişmiş olmasına dikkat edilmeli, raf ömrü
uzun olan katkı maddeleri içeren gıdaların tüketilmemesine özen gösterilmelidir.
6- Haftada en az 3 gün yumurta tüketin
Yumurta çok kaliteli protein içerir ve hatta mümkünse
daha sık tüketilmelidir.
7- Haftada bir öğün balığı sofranızdan eksik etmeyin
Ancak midye, istiridye, kılıçbalığı, köpek balığı ve kral
uskumru türü balıklar yüksek düzeyde cıva içerebileceğinden, bu balıkların tüketimi sakıncalıdır. Levrek, çipura, somon gibi büyük balıklar tüketilmelidir. Bununla beraber dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da
haftada 350 gramdan fazla balık tüketilmemesi ve suşi
gibi çiğ balık içeren Uzakdoğu yemeklerinden uzak durulmasıdır.
8- Akşam yemeklerinde akdeniz mutfağını tercih
edin
Akşam yemeklerinde bol zeytinyağlı yeşil salata tüketimi
hem vitamin kaynağı açısından hem de bağırsaklar açısından sağlıklıdır.
9- Ceviz, badem, kuru incire evet!
Günlük olarak da, omega yağ asitlerinden zengin olan,
ceviz, badem, kuru incir, kuru kayısı gibi gıdaların tüketimi (birkaç adet olmak üzere) önemlidir. Tatlı, pasta, hamur işi, çikolata gibi gıdalar çok fazla tüketilmemelidir.
10- Günde 3 litre sıvı tüketmeye önem verin (su,
açık çay, süt, ayran, çorba, meyve)
Herhangi bir hastalık ya da gebeliğe bağlı diyabet yoksa
meyveler ve yeşil sebzeler bolca tüketilmelidir. Soda ve
maden suyu yoğun mineral içerir ve tüketilmesi faydalı
içecekler arasındadır. Asitli ve gazlı içecekler midede rahatsızlık yaratabileceği için sık olarak tüketilmemelidir
ancak haftada 1-2 kez tüketilebilir. Günde 3-4 açık çay, 1
fincan kahve (tercihen filtre kahve) tüketilmesinde sakınca yoktur.
11- Gebelikte sigara ve alkole kesin bir HAYIR!
Gebelikte 3. aydan itibaren bu beslenme disiplinine uyulması hem annenin sağlıklı bir gebelik geçirmesi hem de
sağlıklı bebek gelişimi açısından son derece önemlidir.
Gebeliğe başlangıç kilosuna göre değişmekle beraber,
tüm gebelikte ortalama 11-14 kg kilo alımı gerçekleşmelidir. Gebeliğin ilk 6 ayında ayda bir kilogram, 6. aydan itibaren ayda iki kilogram alınması dengelidir.
12- Yürüyün ve yüzün
Gebelik asla sınırsız yemek değildir, kaliteli ve dengeli
beslenme hem rahat bir gebelik süreci hem de sağlıklı bir
doğum sağlar. Gebeliğin 3. ayından itibaren, dengeli ve
disiplinli beslenmeye mutlaka düzenli egzersiz programı
eklenmelidir. Haftada en az 2 gün birer saat yürüme, yüzme, gebeliğe özel yoga, pilates yapılabilir. Ancak tehlikeli
sporlar, ağırlık içeren egzersizler, bisiklet, paten gibi aktivitelerden kaçınılmalıdır.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
49
haber
FİTNESS UYGULAMALARININ
ÖNLENEMEZ YÜKSELİŞİ
Dr. Sertaç DOĞANAY
Tek Doz Dijital ve Social Touch Kurucusu
80’ler, Türkiye dışında, her ülke için
Walkman ile tanışma yılları demekti.
Türkiye’de biraz daha geç başlayan
Walkman döneminin 90’ların sonuna
kadar sürmesi bu yüzdendir ki garip
değildir. Yürürken kulaklık takmış
insanlara alışmaya başladığımız
dönemlerde, bir gün gelip de tüm
bunların çok çok küçüleceğini, hatta
“Kaset ne baba?” diyecek bir neslin
varlığını tahmin edemezdik.
50
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
Walkman fenomeni ile başlamamın
sebebi, spor yapanların müzik aletlerini yanlarında taşıma fikrine herkesten önce aşık olmasıdır. Çünkü aynı
kitle, giyilebilir teknoloji ve uygulamalar konusunda da ön saflarda yer
almış olmalı.
Her geçen gün, dünya devi markaların sağlıklı yaşam tarzını benimseyen kullanıcıları için yenilikler geliştirdiğine şahit oluyoruz. Apple’ın
HealthKit’i ve GoogleFit gibi fitness
uygulamalarını ve giyilebilir teknoloji
ürünlerini bir araya getiren uygulama toplulukları dışında, hatırı sayılır
kullanıcısı olan RunTastic, Nike+ Run,
My Tracks gibi uygulamaların da kullanıcı sayıları her geçen gün artıyor.
Şehir yaşamında sağlıklı kalabilmek
için, spor yapmak isteyen ama kapalı
spor salonlarına ya da çok az sayıda
dış mekân spor merkezlerine gitmek
durumunda olanlar, biraz da kendi
kendilerinin doktoru olmak istedikleri için, bu uygulamaları sıklıkla kullanıyorlar.
ABD’de yapılan yeni bir araştırma,
Apple Store ve Google Play Store’dan
sürekli
gördüğümüz
rakamları
doğrular nitelikte. Flurry Analytics’in
son araştırmasına göre sağlık ve fitness uygulamaları, uygulama pazarının tamamından daha fazla büyüme göstermiş durumda. Aralık 2013
Haziran 2014 arasında %68’lik bir
büyümeyle, büyüme oranı sadece
%33 olan genel pazarı ikiye katlayan
sağlık ve fitness uygulamalarının büyüme hızı ise %86 ile belirtiliyor.
Flurry Analytics araştırmada daha da
derine inerek, yaş grupları ve cinsiyet
gruplarını da incelemiş. Buna göre;
araştırmalar sırasında normalin üç
katı daha fazla fitness uygulaması
kullananların oluşturduğu gruba “fitness fanatikleri” adı veriliyor. Bu fanatiklerin %62’si kadınlardan %38’i de
erkeklerden oluşuyor.
Fitness ve sağlık uygulamalarının
kullanımının bu kadar artması bana
göre deneyimin önemine işaret ediyor. Kendi yaşamlarını kontrol altına
alma fikri, insanları çekiyor. Sonuçta
indirilen uygulamalar, sağlığınızı korumada size yardımcı oluyor.
Giyilebilir teknoloji konusunda son
zamanlarda yaşadığımız hızlı gelişmeler de, bu uygulamaların daha
geniş kitlelerce denenmesine yol aç-
mış olabilir. Giyilebilir teknoloji ürünleri yardımıyla, spor faaliyetlerinizin
kontrolü ve izlenmesi kolaylaşıyor.
Sensörlerin uygulamalar yardımıyla
spor faaliyeti esnasında vücudunuzdan okuduğu verileri saklaması adım
adım gelişmenizi takip etmenizi sağlıyor. Böylece hem nabız kontrollü,
aktif spor yapabiliyorsunuz hem de
gereksiz enerji harcamadan kilo verebiliyorsunuz.
Sağlık ile ilgili konularda, dijital mecraların ve mobilin çok fazla kullanım
potansiyeli var. Spor, uygulamanın
en kolay olduğu alanlardan yalnızca
biri.
Şu anda, giyilebilir cihazların çok da
pratik olmadığını söyleyebiliriz. Ne
var ki, 10 yıl içerisinde giydiğimizi
bile fark ettirmeyecek hafiflik ve
küçüklükte
giyilebilir
teknoloji
ürünlerini görebileceğiz. Tabii ki böylece daha fazla sayıda kullanıcının da
bu ürünleri kullanabileceğini varsaymak yanlış olmaz. Geleceğin dijitale
yatırımdan geçtiğini bir kez daha
görmek için bu araştırmanın önemli
bir fırsat olduğunu düşünüyorum.
Kaynak: http://www.flurry.com/blog/flurryinsights/health-and-fitness-apps-finallytake-fueled-fitness-fanatics#.U6LhLMypolI
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
51
haber
İLAÇTA HEDEF
% 60 YERLİ ÜRETİM
Başbakan Erdoğan, bilim ve teknoloji alanında treni kaçırmaya niyetleri olmadığını
belirterek, “İlaç ihtiyacının % 60’ını yerli üretimle karşılamayı hedefliyoruz” dedi
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Bilim Teknoloji Yüksek Kurulu’na (BTYK)
başkanlık etti. Toplantının gündeminin “Ulusal yenilik sistemi ve medikal
biyoteknoloji” olduğunu belirten Erdoğan, ilaç sektörünü yüksek katma
değerli ürün üreten rekabetçi bir
yapıya kavuşturmayı hedeflediklerini dile getirdi. Erdoğan, “Bunun için
de yurtiçi tıbbi cihaz ve malzeme
ihtiyacının yüzde 20’sini, yurtiçi ilaç
ihtiyacının ise yüzde 60’ını yerli üretimle karşılamayı hedefliyoruz” diye
konuştu. “Bilim ve teknoloji alanında
treni kaçırmaya asla niyetimiz yok”
ifadelerini kullanan Erdoğan, “12 yıl
öncesinin Türkiye’si değiliz. Bilim ve
teknoloji alanında da tarihi bir atılım
içindeyiz” dedi. 2000’de 3.4 milyar lira
olan Ar-Ge harcamalarının 2012’de
13 milyarın üzerine çıktığını belirten
Başbakan Erdoğan, şöyle konuştu:
“Bunun GSYİH’ya oranı 2000’de yüzde 0.48 iken, 2012’de 0.92’ye yüksel52
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
di. Yeterli mi, değil. Özel sektörün ArGe harcaması da 5 kat arttı.”
Yenilenebilir Payı % 30’a Çıkacak
Erdoğan, 2023 yılında elektrik üretimi içinde yenilenebilir enerjinin
payının en az yüzde 30’a çıkarılmasını hedeflediklerini kaydetti. Bilim
ve teknolojiye desteklerle ilgili de
konuşan Erdoğan, “Geçtiğimiz dönemde binin üzerinde okula 6 milyon liralık destek verdik. Öğrencilerin
tamamı için fırsat eşitliği sağlayan
bir altyapı kurarak dersleri video ortamına yaymak suretiyle öğrencilere
sunduk. Girişimcilik ve yenilikçilik,
eko sistemin etkinleştirilmesi başlığı
altında aldığımız kararları uygulamalarının neticelerini elde etmeye
başladık. Girişimcilere yönelik yeni
destek programlarına, genç nesile
girişimcilik ruhunu aşılayacak ders
programlarından akademisyenleri-
mizin girişimci faaliyetlerini teşvike
kadar birçok çalışmayı hayata geçirdik. Öyle ki artık ülkemiz sadece Türk
girişimci ve yatırımcılar için değil,
yabancılar için bile cazibe merkezi
haline gelmeye başladı. Teknoparkların kurulması, geliştirilmesi için TÜBİTAK kararıyla üniversite başına yeni
rakamla 1 milyon, eskisiyle 1 trilyon
destek sağlıyoruz” diye konuştu.
159 Ar-Ge Merkezi Belgesi Verdik
Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı
Fikri Işık, Ar-Ge merkezi kurmak için
gerekli olan personel sayısının 30’a
düşürüldüğünü belirterek, “Şu an
bakanlık olarak 159 firmamıza Ar-Ge
merkezi kurma belgesi verdik. Bu değişiklikle de Ar-Ge merkezi sayısının
önümüzdeki dönemde katlanarak
büyüyeceğini ümit ediyoruz” değerlendirmesinde bulundu.
HEMATOLOJİ
(KAN HASTALIKLARI) HAKKINDA
HER ŞEY
Hematoloji kelime anlamı olarak kan bilimi demektir. Başlıca konusu
kan hastalıklarıdır. Kan sıvı bir dokudur. Bu doku hem damarlarımızda
dolaşan ve içinde alyuvarlar, lökositler, trombositler gibi hücreleri barındıran sıvı doku hem de kanın yapıldığı kemik iliği dokusundan oluşur. Kanın içindeki alyuvarlar dokulara oksijen taşırken lökositler mikroplarla savaşmaktan sorumludur. Lökositlerin bir kolu olan lenfositler
ise bağışıklık sistemimizi oluştururlar. Trombosit denen hücreler ise bir
yaralanma halinde kanamayı ilk durduran hücrelerdir.
Kan hastalıkları denince bu hücrelerin azlığı, çokluğu, hatalı yapımı,
kanserleşmesi gibi bozuklukları içerir. Ayrıca damar içinde sıvı olarak
dolaşan kanın herhangi bir yaralanma halinde pıhtılaşması da kanın
içindeki birçok proteinin birbirini tetikleyerek oluşturduğu bir reaksiyonlar topluluğudur. Kanı sıvı halde tutan mekanizmalar ile pıhtılaşmasını sağlayan mekanizmalar arasındaki dengenin bozulmasıyla
oluşan kanam veya pıhtılaşma hastalıkları da hematolojinin konuları
arasına girer.
Buna göre hematoloji halk arasında kansızlık, bağışıklık yetmezliği, kanamalar, damar içi pıhtı oluşmasına yol açan hastalıklar, kan kanserleri,
lenf bezi hastalıkları, lenfomalar, Hodgkin hastalığı, multiple myeloma
gibi lenf sistemi kanserleri, çeşitli hastalıkların kan üzerinde oluşturduğu kanla ilgili hastalıklar hematolojinin konusudur.
Hematolojik hastalıkların tanısı için tam kan sayımı, periferik yayma,
çeşitli biyokimyasal testler, kan yapımında kullanılan vitamin, mineral
ve hormonların ölçülmesi, kemik iliğinin aspirasyon ve biyopsi yöntemi ile tetkiki, kemik iliği ve kanda çeşitli genetik tetkikler, kromozom
analizleri, immünolojik tetkikler, kanama ve pıhtılaşmayı ölçen testler,
çeşitli görüntüleme yöntemleri kullanılır.
Hematolojik hastalıkların tanısı kadar tedavisi de önemlidir. Bu amaçla
eğer eksikliği varsa kan yapımında kullanılan çeşitli vitamin ve mineraller, kemoterapiler, kan nakilleri, kanamayı ve pıhtılaşmayı önleyen
çeşitli ilaçlar kullanılır. Tabii ki hematolojik hastalığa neden olan etkenlerin ve hastalıkların da tedavisi ilk yapılacak işlerdendir.
Kan Hastalıklarında (Hematoloji) Genel Belirti ve Bulgular
Çarpıntı:
Hastanın kalp atışını hissetmesidir. Kansızlığa (anemiler) ve anemiye
neden olan kötücül hematolojik hastalıklarda ateşe ve anemiye bağlı
olabilir.
Halsizlik ve yorgunluk:
Anemiler, dalak büyüklüğü ile seyreden kan ve lenf bezi hücrelerinin
anormal çoğalması ile seyreden (miyeloproliferatif ve lenfoproliferatif )
hastalıklarda görülür.
54
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
Nefes darlığı:
Anemiye bağlı kalp yetmezliği ve lenf bezlerinin akciğere ve hava borusuna basısı
sonucu gözlenir.
Sarılık:
Kanın vücutta yıkımına bağlı (Hemolitik) anemilerde ve karın içinde büyüyen
lenf bezlerinin karaciğer ve safra yollarına basısına bağlı bilürübin artışı ile deri
ve mukozalarda sarılık gözlenir. Ayrıca B12 ve folik asit eksikliğine bağlı anemilerde (megaloblastik) limon sarısı görünüme yol açan sarılık izlenebilir. Gençlerde sarılık, dalak büyüklüğü (splenomegali) ve safra kesesi taşı olması doğuştan
olan anemilerde görülür.
Solukluk:
Deri ve mukozalarda solukluk anemiler, kemik iliğinde kan hücrelerinin hatalı
ve yetersiz yapıldığı hastalıklarda (kan kanserleri, lösemiler, özellikle akut olanlar, miyelodisplastik hastalık tablosu) görülür.
Tırnak bozuklukları:
Demir eksikliği anemisinde özellikle kaşık tırnak dikkat çekicidir. Kemoterapilere bağlı çizgilenmeler, kök hücre nakli olan hastalarda ise
tırnağın yenilenmesi görülür. İlaçlara bağlı, kemoterapi alan hastalarda, özellikle hidroksiürea kullananlarda deride ve tırnaklarda koyulaşma ve koyu çizgilenmeler meydana gelebilir.
Zayıflama (Kilo kaybı) :
İştahın normal hatta artmış olmasına rağmen kilo kaybı zehirli guatr
ve şeker hastalarında görülür. İştah azlığı ile birlikte kilo kaybı kötü
huylu kan hastalıklarında ve özellikle lenf bezi kanserlerinde (lenfomalar) dikkat çeker. Nüks eden ve dirençli olan hastalarda
genellikle ilaçların yan etkilerine ve hastalığa bağlı aşırı
zayıflama (kaşeksi) görülür. Kemoterapi alan hastalarda
da ilaçların bulantı, kusma ve iştahın baskılanması gibi yan etkilerine bağlı zayıflama olur. Ateş: Ateş birçok hematolojik hastalıkta
görülebilir. Kötü huylu kan hastalıklarında genellikle 38 santigrat
üzerindedir. Enfeksiyonlarda ise yüksek ateşe tansiyon düşüklüğü, çarpıntı ve titreme gibi bulgular eşlik edebilir. Lenf
bezi ve kan kanserleri (Lenfomalar, akut ve kronik lösemiler),
B12 vitamini eksikliği anemisi, hızlı alyuvar yıkımının olduğu
(hemolitik) anemiler, demir eksikliği anemisi ve akyuvar düşüklüğü olan (nötropenik) hastalarda enfeksiyona bağlı ateş olabilir.
Ayak bileği ülserleri:
Orak hücreli, Akdeniz anemisi olan, uzun süre hidroksiürea isimli ilacı kullanan hastalarda da geçmeyen ayak bileği ülserleri meydana gelebilir.
Deri kanamaları:
Deri ve mukozalarda toplu iğne başı büyüklüğünde veya daha büyük kanamalar
görülebilir. Kanımızda pıhtılaşmada görevi olan hücrelerin (trombositler) sonradan
veya doğuştan olan sayısal azlığında(trombositopeni) ve fonksiyonel bozukluklarında görülür. Sonradan veya doğuştan olan pıhtılaşma (koagülasyon) faktörleri
eksikliğine bağlı da oluşabilir.
Eklem içine olan kanamalar (Hemartroz) :
Genellikle pıhtılaşma (koagülasyon) faktörlerinin sonradan veya irsi eksikliklerine
bağlı eklem içine olan kanamalardır. En sık nedeni Hemofili A’dır. En sık diz ekleminde görülür.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
55
Lenf bezlerinde büyüme (Lenfadenopati) :
Safra kesesi taşları:
Bir veya birden fazla lenf bezesinin
çap, sayı ve kıvam dikkate alınarak
anormal bulunması anlamına gelmektedir. Genel olarak 1 cm’den
büyük lenf bezesi anormal kabul
edilir. Hastalarda ağrısız, 2 cm’den
büyük, hareketli, lastik kıvamında
ve yaygın lenf bezi büyümeleri lenfomalarda, bazı kronik kan kanserlerinde görülür.
Doğuştan alyuvar yıkımıyla giden
kansızlıklarda (hemolitik anemiler,
herediter sferositoz, Talasemiler,
Orak hücreli anemi) genç yaşta safra
kesesi taşları olabilir. Genç bir hastada anemi, dalak büyüklüğü ve safra
kesesi taşı varsa bu durum aksi ispat
edilene kadar doğuştan olan alyuvar
yıkımına bağlı kansızlıktır.
Dalak büyüklüğü (Splenomegali) :
Yetişkinlerde dalak boyu yaklaşık 11–
12 cm’dir. Fizik muayenede dalağın
ele gelmesi normalden yaklaşık üç
misli büyüdüğü anlamına gelir. Dalak
büyüklüğüne enfeksiyonlar (Brusella,
Sıtma gibi birçok enfeksiyon hastalığı), romatizmal hastalıklar (Romatoid
artrit, sistemik lupus eritemetazus)
siroz, kalp yetmezliği gibi hastalıkların yanında birçok kan hastalığı neden olabilir. Dalak büyüklüğü yapan;
Akdeniz anemileri (Talasemi), doğuştan olan alyuvar hastalıkları (herediter sferositoz), kronik ve akut kan
kanserleri Kronik lenfositer lösemi,
Kronik miyelositer lösemi) , lenf bezi
kanserleri (Lenfomalar), kan hücrelerinin aşırı yükselmesi ile seyreden
hastalıklar (Miyelofibrozis, Polisitemi
Vera), saçlı hücreli kan kanseri ve doğuştan olan depo hastalıkları sayılabilir.
Karaciğer büyüklüğü (Hepatomegali) :
Hepatomegali; karaciğerin büyümesidir. Karaciğerin büyümesine birçok
hastalık neden olabilir. Kalp yetmezliği, siroz, karaciğerin damarlarında
pıhtı, enfeksiyon hastalıkları (tifo,
sarılık, brusella, sıtma, kala-azar), doğuştan enzim eksikliği sonrası meydana gelen depo hastalıkları, kanserler (lenfomalar, lösemiler, karaciğerin
primer tümörleri, metastatik kanserler, miyelofibrozis, polisitemi vera) en
sık büyüklüğe yol açan hastalıklardır.
56
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
İdrarda kan gelmesi (Hematüri) :
Normalde idrarda erkeklerde her bir
mikroskop alanında bir, bayanlarda
ise dört alyuvar olabilir. Hematürinin
en sık nedeni idrar yolu enfeksiyonlardır. Kan hastalıklarında pıhtılaşma
ile ilgili hücrelerin (Trombosit) sayı
(trombositopeni) ve fonksiyon bozukluğuna bağlı olabilir.
Akut gut atağı:
Kan hastalıklarından hücre yıkım ve
yapımının arttığı (miyeloproliferatif
hastalıklar, lenfoproliferatif hastalıklar, akut ve kronik lösemiler ve kemoterapi sonrası) hastalıklarda kanda
yükselen ürik asite bağlı görülebilir.
Hastaların ayak başparmağında şişlik, yanıcı tarzda ağrı ve kızarıklık
meydana gelir.
Parmakların kızarıklığı ve ağrısı
(Eritromelalji) :
Kılcal damarlarda tıkanma sonunda
meydana gelen iskemiye bağlıdır.
Ellerin ve ayakların kızarık ve yanıcı
tarzda ağrılı olmasıdır. Alyuvarların
anormal artışı (Polisitemi vera), kan
hücrelerinin anormal artışı ile seyreden hastalıklarda (akut lösemiler ve
esansiyel trombositoz) daha sık görülür.
Diş eti şişmesi:
Diş etlerinde şişme dikkat çeker. Akut
kan kanserlerinde (miyelomonositer
ve monoblastik lösemilerde), lityum,
siklosporin, difenilhidantoin ilaçlarını
kullananlarda, gebelik ve diş hastalıklarında görülebilir. Akut lösemilerde diş etlerinde kan kanseri hücrelerinin (monoblastların) tutulumuna
bağlıdır.
Dilin üzerinin düzleşmesi:
Dilimizin üzerinde tad almamızı sağlayan kabarcıklar bulunur. Hızlı hücre
ve doku yapım ve yıkımının olduğu
sindirim sistemizin yüzeyini kaplayan
hücrelerde, B12 vitamini ve folik asit
eksikliğine bağlı meydana gelir. Dil
üzeri düz, kızarıktır. Özellikle megaloblastik anemilerde görülür. Demir
eksikliği anemisi olan hastalarda da
görülebilir.
Atar ve toplardamarlarda pıhtılaşma:
Kan hastalıklarında kan akımının yavaşlaması veya yapısının bozulması
ve damar duvarı bozukluğuna bağlı özellikle toplardamarlarda hayatı
tehdit eden pıhtılaşmalar görülebilir.
Sıklıkla aşağıdaki hastalıklarda görülür.
• Alyuvarların anormal artışı ile karakterize kan bastı hastalığı (Polisitemi vera)
• Kanda anormal protein artışı ile
seyreden hastalıklar (Paraproteinemiler; multipl miyelom, waldenström
makroglobulinemisi,
kriyoglobulinemi)
• Orak hücreli anemi
• Pıhtılaşmayı sağlayan hücrelerimi-
zin anormal artışı ile seyreden hastalık (Primer trombositoz)
• Doğuştan
pıhtılaşmaya meyilli
olunan hastalıklar (Faktör V leiden
mutasyonu, protrombin gen mutasyonu, Protein C ve S eksikliği,
antitrombin eksikliği, Hiperhomosisteinemi)
haber
Kan Bağışı Hakkında Merak Edilenler
Günümüzde tıp ve teknoloji alanındaki tüm gelişmelere rağmen kan,
kan bileşenleri ve kandan elde edilen
ürünlerin yerine geçebilecek bir tedavi aracı bulunamamıştır. Kan, kaynağı insan olan ve elde edilmesi için
başka alternatifi olmayan bir tedavi
aracıdır.
Ülkemizde son yıllarda kan bağışını
teşvik noktasında Sağlık Bakanlığı ve
Türk Kızılayı tarafından dikkat çekici
çalışmalar yapılmaktadır. Kan bağışı
söz konusu olduğunda vatandaşlarda bilgi eksikliği ve bazı önyargıların
varlığı göze çarpmaktadır. İşte kan
bağışı konusunda en çok sorulanlar
ve Türk Kızılayı’nın bu sorulara cevapları:
Kimler kan bağışında bulunabilir?
58
fazla 1 kez olmak üzere kan bağışında bulunabilir.
Kayıt, muayene, kan bağışı ve ikram
işlemleri yaklaşık 30-35 dk. sürmektedir.
Kişi kan bağışı için başvurduğunda
mutlaka sorgulama formundaki kişisel ve sağlıkla ilgili soruları eksiksiz
cevaplandırmak ve bu formu bizzat
onaylamak zorundadır. Sorulan sorular kan bağışımızın ve kanı alacak
hasta sağlığı için büyük önem arz etmektedir.
Kimliğimi bildirmem zorunlu mu?
Kan bağışı sırasında canım yanar mı?
Bağışçılar her kan bağışı işlemi öncesinde isim-soy isim, doğum tarihi
(gün/ay/yıl), TC kimlik numarasını içeren nüfus cüzdanı ve kalıcı adres bilgilerini vererek kendilerini tanıtmalıdır. Kimlik ibrazı Sağlık Bakanlığı’nın
hazırlanmış olduğu Ulusal Kan ve
Kan Ürünleri Rehberine göre zorunludur.
Kullanılan iğnenin kalınlığı uluslararası standartlarda bu işlem için uygulanan kalınlıktadır. Hayat kurtarmak
için alınan kanın içindeki hücrelere
zarar verilmemesi açısından iğnenin
kalın olması gerekmektedir. İğnenin
kalın olması kan alımı sırasında iğne
içinden geçen kan hücrelerinin parçalanmasını engeller, oluşabilecek
hasarı azaltır. Acının az hissedilmesi
için iğne ucu özel bir işlemle lazerle
kesilmiş, silikon ile kaplanmıştır. Personelimiz kan alımı konusunda özel
eğitim almış uzmanlardır.
Kan bağışı ne kadar sürer?
18-65 yaş aralığında 50 kg.ın üzerindeki her sağlıklı birey kan bağışçısı
adayı olabilir. (19 yaşından gün almak, 65’ini doldurmamak gerekir.)
Sorgulama formundaki özel hayatıma
yönelik soruları cevaplamak zorunda
mıyım?
İlk kez kan bağışında bulunacaklar
için üst yaş sınırı: 61 yaşından gün almamış olmalı. Düzenli kan bağışçıları
için üst yaş sınırı: 70 yaşından gün almamış düzenli kan bağışçısı yılda en
Sorgulama formunun içeriği Sağlık
Bakanlığı tarafından belirlenmektedir. Sorgulama Formunun bağışçı tarafından doldurulup onaylanmadan
kan alımını kesinlikle yasaklanmıştır.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
Kan bağışı sırasında hastalık bulaşma
riski var mı?
Kan bağışı işlemi boyunca kullanılan
tüm malzemeler tek kullanımlık ve
sterildir. Sizler için kullanılan malzemeler işlem sonunda kalite standartlarına uygun şekilde imha edilirler. Bu
süreç içerisinde herhangi bir hastalık
bulaşının olması söz konusu değildir.
Kan vermenin yan etkisi var mıdır?
Halk arasında yaygın olan kan bağışının kilo değişimine sebep olduğu,
bağımlılık yarattığı, kansız kalacağı
inancı tamamen yersizdir.
Hangi aralıklarla kan bağışında
bulunabilirim?
Tam kan bağışında; erkekler 90 günde bir, kadınlar 120 gün de bir kan
bağışında bulunabilir.
Sarılık geçirenler kan bağışında
bulunabilir mi?
Hepatit A ve Hepatit E enfeksiyonu
geçirenler tedavi sürecini tamamladıktan sonra 12 ay boyunca kan
bağışında bulunamaz. Hepatit B ve
C geçirenler ise tedavilerini tamamlamış olsalar dahi hiçbir zaman kan
bağışında bulunamazlar.
sisteme kaydedilmektedir. Kayıt işlemiyle beraber flebotmistlerimiz tarafından kan sayımı, tansiyon, nabız,
ateş ve vücut ağırlığı ölçümü yapılır.
3. Doktor muayenesi
Kayıt işlemi sonrasında yapılan sınırlı
fiziksel muayene sonuçları doldurduğunuz forma ve bilgisayar sistemine
işlenir. Doktorlarımız doldurduğunuz
form ve fiziksel muayene sonuçlarını değerlendirir. Bağışçı adayı olarak
kan bağışında bulunmanız ilk olarak
size daha sonrada ihtiyaç sahibine
herhangi bir zarar vermeyecekse kan
bağışı işlemine yönlendirilirsiniz.
4. Kan bağışı işlemi
Kan bağışı işlemi için özel olarak tasarlanmış kan alma yataklarına alınırsınız. Kan bağışı işlemi;
• Konusunda eğitim almış tecrübeli
flebotomistler tarafından gerçekleştirilir.
• Kullanılan
tüm malzemeler tek
kullanımlık ve sterildir.
• Kan alımı işlemi en uygun bölge
olan dirsek çukurunda gerçekleşir.
cuttaki kanın 1/13’ü ) Yine de dikkat
edilecek bazı konular vardır.
• Sigara baş dönmesi ya da mide
bulantısı gibi şikâyetlere yol açabileceği için doktor ya da flebotomistlerimizin önerdiği süre içinde
içilmemesi gerekmektedir.
• Gün içerisinde kan bağışında bu-
lunduğunuz kolunuz ile ağırlık
kaldırmamanız kapanan damar
duvarındaki pıhtının açılmaması
için önemlidir.
• İlk
4 saat boyunca olduğundan
fazla sıvı tüketmeye çalışınız. İlk
öğünden önce alkollü içecekler
almayınız. (alkol vücuttan sıvı atılımını artırdığı için şikâyete yol
açabilir.)
• Sportif faaliyetlerinize bir gün ara
veriniz.
• Gün içerisinde sıvı kaybını artırdı-
ğı için aşırı sıcak ortamlarda (hamam, sauna) bulunmayınız.
• Pilot,
ticari araç şoförleri, tehlikeli makine operatörleri, yüksek
yerlerde bedeni faaliyet gösteren
meslek grupları vb.in kan bağışladıktan sonra 24 saat işlerine ara
vermeleri önerilir.
Kan Bağışı Nasıl Gerçekleşir?
• Kan alma işlemi yaklaşık 4-8 dk • Tüm bu önerilere rağmen baygın-
1. Bilgilendirme ve form doldurma :
• Her kan bağışında sadece 1 ünite
Kan bağışı için kan bağışı merkezlerine başvurduğunuzda size 4 sayfalık
bir form verilir.
Dolduracağınız sorgulama formunda kişisel bilgilerinizin yanı sıra özel
hayatınızla ilgili sorular bulunmaktadır. Ankette özel soruların yer alması
ve sizlerin bu sorulara samimiyetle
vereceğiniz cevaplar “Güvenli Kan
Temininin” ilk adımını oluşturmaktadır. Paylaştığınız tüm bilgiler hem
etik hem de yasal olarak gizli tutulmaktadır. Sorular ve bilgilendirmeler ile ilgili her türlü merak ettiğiniz
konuyu doktorlarımıza ya da flebotomistlerimize (hemşirelerimize) danışabilirsiniz.
2. Kayıt
Kan bağışı işlemi yasal bir süreçtir. Bu
nedenle kimlik ve iletişim bilgileriniz
Türk Kızılayı’nın kullanmış olduğu
sürer.
kan bağışlanmaktadır. 1 ünite kan
yaklaşık 450 ml ±%10 ‘dir.
5. İkram ve istirahat
İşlem sona erdiğinde size belirtilen
süre kadar yatakta ve yine belirtilen
süre kadar ikram alanında dinlenmeniz gerekmektedir. Kan alma yatağında istirahat ederken flebotomistlerin
size gösterdiği şekilde kolunuza bası
yapmanız damar dışına kanama olmaması için önemlidir.
İkram bölümünde sizlere minarel yönünden zengin olduğu için maden
suyu ve bisküvi vb. verilmektedir.
Verilen ikramları tüketmeniz olası sıvı
kaybını önleyecektir.
6. Dikkat edilmesi gerekenler
Gerçekleşen kan bağışı günlük hayatınızı etkilemeyecek miktardadır. (vü-
lık hissi ya da baş dönemsi olursa
bir yere uzanın veya başınızı iki dizinizin arasına alacak şekilde oturunuz.
Ödül/Madalya sistemi
Türk Kızılayı güvenli kanın düzenli
kan bağışçı profili ile gerçekleşeceği
düşünmektedir. Bu anlayışla kurumumuza gönüllü olarak düzenli kan
bağışında bulunana bağışçılarımıza anı olarak kalması için madalya/
ödül sistemi oluşturulmuştur. Türk
Kızılayı’nın Kan Bağışı Merkezi fark
etmeksizin 10 kez bağış yapan bağışçımıza BRONZ MADALYA, 25 kez
bağış yapan bağışçımıza GÜMÜŞ
MADALYA, 35 kez bağış yapan bağışçımıza ALTIN MADALYA, 45 kez bağış
yapan bağışçımıza PLAKET takdim
edilmektedir. Madalya ve plaketleri
hak edilen yılın bir sonraki senesinde 14 Haziran Dünya Kan Bağışçıları
Günü kapsamı etkinliklerinde teslim
edilmektedir.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
59
haber
UYUŞTURUCU BAĞIMLILIĞININ
KORKUNÇ YÜZÜ SERGİLENDİ
Dünyaca ünlü İtalyan fotoğraf sanatçısı Valerio Bispuri’nin, Latin Amerika’da uyuşturucu bağımlılarını
fotoğrafladığı “Paco” sergisi, Türkiye Yeşilay Cemiyeti ev sahipliğinde açıldı. Bispuri; “8-9 yaşında
uyuşturucudan ölen çocuklar gördüm, bunu önlemek hepimizin görevi” dedi.
Birleşmiş Milletler (BM), 1987 yılında
uyuşturucu bağımlılığı ve kaçakçılığına dikkat çekmek amacıyla 26
Haziran’ı “Dünya Uyuşturucu Kullanımı ve Kaçakçılığı ile Mücadele Günü”
ilan etti. Türkiye Yeşilay Cemiyeti,
uyuşturucu ile mücadeleye sanatsal bir bakış açısı getirmek amacı ile
dünyaca ünlü İtalyan fotoğraf sanatçısı Valerio Bispuri’nin “Paco” sergisine ev sahipliği yapıyor.
Valerio Bispuri Latin Amerika’da son
dönemde pek çok gencin ölümüne neden olan bir uyuşturucu türü
“Paco”nun korkunç yüzünü fotoğraflarla yansıtıyor. Bispuri, fotoğraf projelerinde sosyal meseleleri görünür
kılmak için çalışıyor.
23 Haziran’da Sepetçiler Kasrı’nda
gerçekleşen sergi açılışına İstanbul
Valisi Hüseyin Avni Mutlu, İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkan Danışmanı Erman Tuncer, Yeşilay Genel
Başkanı Prof. Dr. M. İhsan Karaman,
Yeşilay Genel Müdürü Savaş Yılmaz,
Yeşilay Yönetim Kurlu üyeleri ve çok
sayıda sanatsever katıldı.
“Sanat ile farkındalık yaratmayı hedefledik”
Açılışta Konuşan İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, bağımlılıkla mücadelede devlet ve sivil toplum
kuruluşlarının, sanatçıların, eğitimci60
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
lerin koordineli bir şekilde çalışması
gerektiğini ifade ederek sergi için
Yeşilay’a ve sanatçı Bispuri’ye teşekkür etti.
Türkiye Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanı Prof. Dr. M. İhsan Karaman son dönemde uyuşturucu kullanım yaşının
dünya genelinde düştüğünü endişe
ile gözlemlediklerini ifade etti. Prof.
Karaman; “Yeşilay olarak bağımlılıkların önlenmesinde ilk adım, farkındalık yaratmaktır. Bunun için şimdiye
dek pek çok etkinlik, seminer, konferans düzenledik. Bu kez de sanatsal
bir bakış açısı ile bağımlılıkların görünmeyen yüzünü göstermek istedik” dedi.
“8-9 yaşında çocukların ölümlerini gördüm”
Valerio Bispuri, fotoğraflarını böyle güzel bir amaç için sergileme
imkânını kendisine verdikleri için
Yeşilay’a teşekkür etti. Bispuri; “8-9
yaşında çocukların ölümlerini gördüm, ailelerinin yaşadıkları acıları
gördüm. Fotoğraf, görünmeyeni görünür kılar… Bu sergi ile bir şeyleri
değiştirebilmeyi tüm kalbimle diliyorum” dedi.
Sosyal Meselelere Ödüllü Bakış Açısı
Valerio Bispuri, 2013 Japonya’nın 9.
Günü, Uluslararası Gazetecilik Ödülü,
2013 ‘Geçici Meseleler’ dalında Sony
Dünya Fotoğrafçılık Ödülü gibi pek
çok ödüllere sahip. Bispuri; hapishaneler, uyuşturucu kullanımının etkileri gibi pek çok sosyal konuda başarılı fotoğraflara imza atıyor.
BM Maddeler ve Suç Birimi (UNODC)
tarafından yayımlanan 2012 Dünya
Uyuşturucu Raporu’nda, dünya genelinde 27 milyon kişinin uyuşturucu
problemi ile yaşıyor. Bu durumdan
yalnızca kendileri değil aileleri, çevreleri ve toplum da zarar görüyor.
Valerio Bispuri, 2 yılı aşkın süredir yürüttüğü proje ile bu gerçeği görünür
hale getiriyor.
“Paco”, içerisinde kokain artıkları,
kimyasal bileşikleri toz ya da cam
parçalarının bulunduğu, yüksek derecede bağımlılık yapan ve Güney
Amerika’da pek çok gencin ölümüne neden olan bir uyuşturucu türü.
Özellikle fakir semtlerde yaşayan
gençler bu uyuşturucunun kurbanı
olmuş durumda. Aileler ucuz olması
nedeniyle hızla yaygınlaşan Paco kullanımına karşı önlemlerin artırılmasını istiyor. Yaklaşık bir asırdır bağımlılıklarla mücadele eden Yeşilay da bu
sergiyle bağımlılık savaşının evrenselliğine ve bu uğurda, sanatın yerinde kullanımına dikkat çekmiş olacak.
Sergi 18 Temmuza kadar Sepetçiler
Kasrı’nda ziyarete açık olacak.
haber
OBEZİTE KADINLARDA
DAHA FAZLA GÖRÜLÜYOR
Türkiye İstatistik Kurumu’nun yaptığı araştırmaya göre, Türkiye’de genç kadınlarda
obezite oranı, erkeklerinkinden fazla görülmektedir.
Türkiye’de gençlerin ortalama kiloları da boyları da yükselirken, genç
kadınlarda obezite, erkekleri geçiyor.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK)
Dünya Nüfus Günü nedeniyle açıkladığı gençlik istatistikleri verilerine
göre, Türkiye’de gençlerin boy ortalamaları 168.2 santimetre, kilo ortalamaları ise 63.2 kilogram düzeyinde
bulunuyor. Genç kadınlarda 2010
yılında 162.1 santimetre boy ortalamaları 2012 yılında 162.8 santimetre
olarak hesaplandı. Aynı dönemde
genç kadınlarda ağırlık ortalamaları
da 900 gram artışla 58.1 kilograma
yükseldi. Aynı yaş grubundaki genç
erkeklerde 2010 yılında 172.7 santimetre boy ortalamaları 2012 yılında
173.5 santimetre olarak hesaplandı.
Aynı dönemde genç erkeklerde ağırlık ortalamaları da bir kilogram artışla
68.4 kilograma yükseldi.
Erkekler Kilolu, Kadınlar Obez
Buradan hareketle, gençlerin vücut
kitle indekslerine göre, 1,000 gençten 692’sinin kilosunun normal değerlerde olduğu belirlendi. Buna
karşılık 1,000 gençten 148’inin fazla
kilolu, 38’inin obez ve 122’sinin de
düşük kilolu olduğu saptandı. Fazla
kiloluk genç erkeklerde, genç kadınları geçti. Buna göre her 1,000 genç
erkekten 163’ü, 1,000 genç kadından
133’ü fazla kilolu olarak belirlen-
di. Buna karşılık, obezlerin sayısı da
1,000 gençten erkeklerde 36’yı, kadında da 40’ı buluyor.
1,000 Gençten 687’si İnternet Kullanıyor
Gençler arasında internet kullanımı
da yüksek oranlara yükseliyor. TÜİK’in
verileri, 1,000 gençten 687’sinin internet kullandığını gösteriyor. İnternet kullanımı, genç erkeklerde 801
kişiyi bulurken, genç kadınlarda 575
düzeyinde kalıyor. Aynı yaş grubundaki gençlerin bilgisayar kullanımı da
1,000 kişide ortalama 706 olarak belirlenirken, genç erkeklerde bu kişiler
820’yi bulurken, kadınlarda ise 595
kişide kalıyor.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
61
haber
SICAK HAVALARDA
BAŞ DÖNMESİNE DİKKAT!
Her geçen gün biraz daha ısınmaya
başlayan havalar önlem alınmadığı
takdirde insan sağlığı üzerinde ciddi
tehlikeler oluşturabilir. Yaşlılar, çocuklar ve kronik hastalığı olanlar başta olmak üzere sağlıklı insanların da
zorunlu olmadıkları müddetçe güneş
ışınlarının en etkili olduğu öğle saatlerinde dışarı çıkmaması gerekiyor.
Prof. Dr. Birsel Kavaklı, sıcak havalarda dikkat edilmesi gerekenler hakkında şu bilgileri veriyor;
Bilinç kaybından komaya kadar gidebilen
ciddi tablolar oluşabiliyor
Küresel ısınmanın sebep olduğu aşırı sıcaklar tüm dünyada olduğu gibi
ülkemizde de pek çok insanın sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir.
Hayati tehlikeye neden olabilen aşırı
sıcaklara karşı bireysel önlem alınması gerekmektedir. Hava sıcaklıklarının
62
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
çok yüksek olduğu günlerde karşılaşılan güneş çarpması, sıcaklığın yükselmesi ile önemli bir tehlike olarak
karşımızda durmaktadır. Yüksek ateş,
terleyememe, komaya kadar giden
sinir sistemi bozuklukları, halsizlik,
baş ağrısı, baş dönmesi, kusma, bulantı, nabız hızlanması ilk belirtiler
olabilirken; algılama ve koordinasyon yeteneğinin bozulması, görme
netliğinde bozulma, göz çukurlarının
belirginleşmesi, bilincin kaybolması
ileri belirtilerdir. Bu durumda vakit
kaybetmeden bir sağlık merkezine
başvurulmalıdır.
11.00-16.00 arası dışarı çıkmayın
Özellikle çocuklar, yaşlılar, hamileler, kalp, şeker ve tansiyon hastaları zorunlu olmadıkça sıcaklığın en
belirgin olduğu 11.00-16.00 saatleri
arasında dışarıya çıkmamalıdır. Kalp
ve tansiyon hastalarının ilaçlarını
yaz aylarına ve sıcak havalara göre
ayarlamasını yapması gerekir. Beyin
kanamalarının önüne geçmek için
tansiyon hastaları ayrıca kendilerine
dikkat etmeli, tansiyonlarını sık sık
ölçtürmelidir. Migren hastalığı olanlar serin ve klimatize edilmiş ortamları tercih etmelidir. İshal ve bağırsak
enfeksiyonlarından korunmak için
hijyen kurallarına çok dikkat edilmeli,
eller sık sık yıkanmalı, temizliğinden
emin olunmayan yiyecekler tüketilmemelidir. Güneş ışınlarının uzun
vadede deri kanserlerine neden olabileceği unutulmamalıdır. Özellikle
güneş ışınlarının dik olarak geldiği
saatlerde şapka gözlük gibi aksesuarlarla korunulmalı, güneş koruyucu
kremler kullanılmalıdır. Kol ve bacaklarda veya karında aşırı sıcaktan
tuz kaybı ile birlikte sıcak krampları
görülebilir. 1-2 bardak tuz içeren sıvı
verilmeli, kramp girmiş kasa masaj
yapılmamalıdır.
Oruç tutanlar sıcak çarpmasından daha
çabuk etkileniyor
Oruçlu iken zaten sıvı alımı yapılamayacağı için sıcak ortamlarda bulunmak, terlemeyi artırarak vücutta
var olan suyun da kaybedilmesine ve
buna bağlı olarak susuzluk hissedilmesine sebep olacaktır. Bunun sonucu olarak kanın akışkanlığı azalıp risk
grubunda olanlarda damar tıkanıklığı yaşanabilmektedir. Aşırı güneşli ve
sıcak havalarda sağlıklı kişilerin bile
mümkün olduğunca dışarı çıkmaması gerekir. Açık havada çalışmak
zorunda kalanların da bazı önlemler alması gereklidir. Bu kişilerin açık
renkli, bol, pamuklu giysiler giymesi,
geniş kenarlı şapka kullanması, baş
ve yüzlerini sık sık soğuk suyla yıkaması ve imkânı olanların gün içinde
duşa girmesi alabilecekleri birkaç önlem olabilir.
Ağır egzersiz hasta eder
Hava sıcaklığının yüksek olduğu günlerde aşırı egzersizden kaçınılmalıdır.
Açık havada çalışmak zorunda olan-
lar mümkün olduğunca güneş altında korunmasız kalmamaya, sık sık bol
sıvı ve mineral almaya dikkat etmelidirler.
Sık sık duş alın, sıvı kaybına dikkat edin
5 dakikalık duş sıcak havaya maruz kalanları hem ferahlatır hem de
olumsuz etkileri önler. Bol su ve sulu
gıdaların tüketilmesi de gerekmektedir. Sindirimi kolay hafif besinler tercih edilmeli, günde en az 2-2.5 lt su
tüketilmeli, gazlı içeceklerden uzak
durulmalıdır. Çok sıcak havalarda ve
aşırı egzersiz durumlarında bu miktar
artırılabilir. Susamamış olsanız bile su
içilmelidir, susamak vücudun su ihtiyacını belirten güvenilir bir işaret
değildir. Kalp hastalığı veya hipertansiyonu olanlar dışında gıdalarla tuz
alımı artırılmalı. Tuz kısıtlaması yapmak zorunda olanlar ise sıvı ve tuz
kaybı konusunda dikkatli olunmalı.
Kalp hastalığı veya hipertansiyonu
olup tuzsuz diyet alan kişiler dışında gıdalarla tuz alımı artırılmalıdır.
Tuz kısıtlaması olanlar ise sıvı ve tuz
kaybı yönünden çok dikkatli olmalı-
Prof. Dr. Birsel Kavaklı
dır. Alkollü içecekler önce serinletip,
sonra vücudun su kaybını artırabileceğinden mümkün olduğunca kullanılmamalı. Ağır ve yağlı gıdalar yerine, hafif yemekler ve sulu yiyecekler
tercih edilmelidir. Çocuklar ve evcil
hayvanlar aşırı sıcaklarda asla park
edilmiş bir araç içinde bırakılmamalı.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
63
haber
Bonzai İle Mücadele İçin Önemli Adımlar Atılıyor:
İLGİLİ BAKANLAR BONZAİ İÇİN TOPLANDI
Hükümet Bonzai isimli sentetik uyuşturucu ile mücadelede yeni ve önemli adımlar atıyor. İlgili Bakanların bir
araya geldiği toplantıda, her hafta bir
gencin ölümüne sebep olan Bonzai
adlı uyuşturucuya karşı alınabilecek
tedbirler değerlendirildi.
Türkiye’de ilk kez 2011’de görülen
Bonzai’nin bir içimlik dozu 1-2 liraya
kadar düşünce tek içişte bile bağımlılık yapan bu madde gençler arasında
korkutucu düzeyde yayıldı. Her hafta bir gencin canını alan bu sentetik
esrara karşı hükümet harekete geçti.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
talimatı ile ilgili bakanlar bir araya
gelerek konuyu değerlendirdi.
Bonzai ile ilgili değerlendirme toplantısı Sağlık Bakanlığında yapıldı.
Toplantıya Sağlık Bakanı Dr. Mehmet
Müezzinoğlu, Adalet Bakanı Bekir
Bozdağ, İçişleri Bakanı Efkan Ala, Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, Aile Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam,
Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay
Kılıç ve TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve
Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı Prof.
Dr. Necdet Ünüvar katıldı. Yaklaşık 4
saat süren toplantıda ilgili bakanlar
Bonzai ile mücadele için yeni tedbirleri, neler yapılabileceğini değerlendirdi.
64
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
Bonzai’ ye Savaş Başladı
Bakanlar Kurulu’nun Resmi Gazete’de
yayımlanan kararıyla uyuşturucu madde ve uyuşturucu madde
elde etmek amacıyla ekilen bitki
yakalamalarında 1 kiloya karşılık verilecek ikramiye tutarları yeniden belirlendi. Daha önce yakalanan uyuşturucu için alınan ikramiye; muhbir
ile ilgili memur arasında yarı yarıya
paylaşılıyordu. İhbarcının olmadığı durumlarda ikramiyenin tamamı
memurlara ödeniyordu. Bakanlar
Kurulu, yeni düzenlemeyle ihbarcının olmadığı durumlarda yakalanacak uyuşturucuyla ilgili ödenecek ikramiye tutarını düşürdü.
İhbar Ödülü Arttı
Karara göre likit eroin, kokain, likit
esrar, baz morfin, toz esrar gibi uyuşturucu maddeler için verilen ikramiye tutarları sabit tutuldu. Toz esrarda
kilo başına 1154 TL ikramiye verilecek, ihbarcı yoksa bu tutar 230 TL’ye
düşecek. 1 kilo bonzaide kilo başına
denecek ikramiye tutarı, 1154 TL’den
4 bin 619 TL’ye çıkarıldı. Bu kararla
birlikte bonzai ikramiyesi, en yüksek
ödüle tabi olan eroinle aynı tutara
yükseltildi. İhbarcının bulunmadığı el koymalarda ilgili memura 923
TL ödenecek. Uyuşturucuyla mücadeleye ilişkin mevzuat kapsamında
olmamasına karşın geliştirilen her
türlü yeni uyuşturucu madde için de
ikramiye verilecek. Bu tür ürünler için
kilo başına 384 TL ödenecek.
Aracı Olana En Az 5 Yıl Hapis,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,
bonzai tehdidine dikkat çekti. Erdoğan, “Şimdi bonzai denilen bir şey
çıktı. Daha ucuz, çok daha yaygın.
Bir neslin yok oluşu söz konusu. Çıkardığımız son yargı yasasında cezai
müeyyideler çok yüksek seviyelere
çıkarılmıştır. Hepsi bedelini ağır ödeyecek” dedi. TCK’da yapılan değişiklikle bonzai
gibi uyuşturucu madde kullanımındaki ceza alt sınırı 1 yıldan 2 yıla çıktı.
Daha önceden 10 yıl olan üst sınır 20
ile 30 yıl arasında hapis cezası olarak belirlendi. TBMM’de kabul edilen
yasa değişikliğiyle artık uyuşturucu
kullanan ya da uyuşturucuya özendirenin de cezaevine girmesi gündeme
gelebilecek. “Uyuşturucu kullanımını
kolaylaştıran, yardım edenler 2 ile 5
yıl arasında hapis cezasına çarptırılıyordu. Artık bu suçu işleyenler en az
5 yıl, en fazla 10 yıl hapis alacak. haber
YAZ AYLARINDA DİYABETLİ BİREYLERİN
DİKKAT ETMESİ GEREKEN NOKTALAR
Diyabetli ve diyabet açısından risk
altındaki hastalara yapılması gereken ilk öneri başlıca sağlıklı beslenme ve düzenli egzersizden oluşan
yaşam tarzı değişikliğidir. Bununla
birlikte bu hastaların özellikle yaz
ayları boyunca daha dikkatli davranmaları gerekir. Artan hava sıcaklığı
ve nem, insan vücudundan önemli
bir miktarda su kaybına neden olur.
Sıvı kaybına bağlı olarak halsizlik,
yorgunluk, kramplar, kalpte ritim
bozuklukları, böbrek yetmezlikleri
görülebilir. Bu nedenle bol su ve sıvı
gıda alınmalıdır. Diyabetli hastalarda
sağlıklı insanlara ek olarak risk faktörleri olduğundan bu durum daha
da önem kazanmaktadır. Bu hastalarda sıvı kaybına bağlı sorunlar
daha sık görülmekte ve daha ciddi
sonuçlara yol açabilmektedir. Diyabetli hastalarda kan şekeri düzeyleri
yüksek olduğunda, şeker idrar yoluyla dışarı atılmaya çalışılır ve normalden daha fazla su kaybı görülebilir.
Ayrıca bu hastaların önemli bir kısmında aynı zamanda hipertansiyon,
kalp hastalığı,dolaşım bozukluğu,
böbrek hastalıkları olabileceğinden,
vücudun susuz kalması kalp krizine,
ritm bozukluklarına, beyin kanamasına yatkınlığa ve böbrek yetmezliğinin hızlı ilerlemesine neden olabilir.
Diyabetli hastaların özellikle dışarıya
çıkarken yanlarına yeterli miktarda
su veya içecek alması önerilir. Ayrıca
fazla miktarda alkol veya kafein daha
fazla sıvı kaybına yol açacağından tüketilmemelidir.
Uzun süre güneşte kalma sonucu gelişen güneş çarpması diyabetli hastalarda daha sık görülmektedir. Güneş
çarpmasının belirtileri halsizlik, yorgunluk, kas krampları, aşırı terleme,
soğuk ve nemli cilt, başağrısı, çarpıntı ve bulantıdır. Önlem alınmazsa bu
durum çok yüksek vücut ısısı, dalgınlık, bilinç kaybı, nöbet gibi daha ciddi
durumlara ilerleyebilir. Bu nedenle
diyabetli hastaların güneş ışınlarının
dik geldiği saatlerde dışarıya çıkmamaları, uzun süre güneş altında kal-
66
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
mamaları önerilir.
Yaz aylarında
kalorisi yüksek
ve lezzetli meyve ve sebzelere ulaşım çok
daha kolaydır.
Bu meyve ve
sebzeler
aynı
zamanda vitamin
ve mineral açısından
zengin
olduğundan
faydalı olmakla birlikte, diyabetli hastaların bunları tüketirken dikkatli olması gerekir. Önemli olan bu meyve
ve sebzelerden ölçülü oranda ve belirli aralıklarla yenmesidir. Bu konuda diyabetli hastaların yaz aylarında
diyetisyenleri ile tekrar görüşmeleri
gerekebilir.
Yine yaz aylarında tatil, arkadaş toplantıları, piknik gibi sosyal aktiviteler
daha sık yapılmaktadır. Bu tür aktiviteler sırasında diyabetli hastaların
uygulamaları gereken beslenme
programının dışına çıkmamaya özen
göstermesi gerekmektedir. Bununla
birlikte diyabetli hastalar tatil, seyahat gibi nedenlerle uzun süre aç
kalmamalı, ana ve ara öğünlerini atlamamalı, dışarıya çıktıklarında mutlaka yanlarında yiyecek bir şeyler bulundurmalıdır.
Diyabetli hastalar için düzenli egzersiz önemlidir. Yaz aylarında egzersiz
için sabah erken saatler, akşam yemeği sonrası gibi günün daha serin
zamanları veya havalandırması olan
serin yerler tercih edilmelidir.
Diyabetli hastaların yaz aylarında
daha dikkatli davranmaları gereken
bir diğer konu ayak bakımıdır. Sıcakta, açık ayakkabı giyme ve ayaklarda
terleme nedeniyle ayaklar yara oluşumuna ve enfeksiyon gelişimine
daha yatkın olabilir. Ayakların devamlı kuru tutulmaya çalışılması ve
günlük ayak kontrolü önemlidir. Yazı
deniz kenarında geçiren diyabetli
hastaların yalnızca kumda yürürken
değil, yüzerken de mutlaka ayakkabı
giymeleri önerilir.
İnsülin kullanan hastaların insülinlerini serin ve kuru ortamlarda tutmaları gerekmektedir. İnsülinler ve
glukoz ölçüm cihazları, glukoz ölçüm
çubukları hiçbir zaman direk güneş
ışığına maruz kalacak şekilde veya
araç içerisinde çok sıcak ortamlarda
bırakılmamalıdır. Uzun süreli dışarıda
taşınması gerektiğinde insülinlerin
soğutucu kasetlerle birlikte veya soğuk muhafaza çantalarında taşınmaları önerilir. Özellikle, insülin kullanan
hastaların tatile çıkmadan önce hem
tedavi düzenlenmesi hem de insülinin muhafaza edilmesi ile ilgili doktorları ile görüşmesi uygun olacaktır.
haber
KLİMA KULLANANLARA
KRİTİK UYARILAR
Yaz ayları, klima kaynaklı hastalıkları
tetikliyor. Uzmanlar klimalı ortamda
bulunulmasından sonra kişide ‘halsizlik, yüksek ateş, kuru öksürük ve
karın ağrısı’ varsa derhal doktora gidilmesini öneriyor. Çünkü rahatsızlığın ilerlemesi halinde sonuç zatürreeye bağlı can kaybı olabiliyor.
Kavurucu sıcaklar klima kullanımını vazgeçilmez kılıyor. Ancak yanlış
kullanım beraberinde ölümle sonuçlanan hastalıklara davetiye çıkarıyor.
Göğüs Hastalıkları uzmanı Prof. Dr.
Duygu Özol, “Dışarısı ve içerisi arasındaki sıcaklık farkının çok fazla olması
ani gelişen ısı değişiklikleri ilk önce
solunum ve dolaşım sistemini etkiler” dedi.
Öldüren Legionella’ya Dikkat
“Bakımı kötü ve yetersiz yapılan klimaların içinde mantar sporları, polen ve bakteriler çoğalır” diyen Prof.
Dr. Özol, bunun boğaz ve solunum
yolu hastalıklarına neden olduğuna
dikkat çekti. Sıcak, nemli ortamlarda
ve su kaynaklarında yaşayabilen bir
bakteri olan ‘legionella’nın klimalar
yolu ile bulaşabileceğinin altını çizen
Prof. Özol, “Bakterinin solunmasıyla
kişide halsizlik, yüksek ateş, kuru öksürük ve karın ağrısı olabilir. Hastalığın tedavi edilmemesi halinde hızla
ilerleyerek nefes darlığı, göğüs ağrısı
ve solunum yetmezliği gelişerek can
kaybı meydana gelebilir” uyarısında
bulundu.
5 Ayrı Hastalık Nedeni
Prof. Dr. Duygu Özol ayrıca sık sık
terleyip, soğumanın ve direkt
klima soğuğuna muhatap olmanın kaslarda
tutulmalara ve yine solunum
yollarında soruna yol açacağına
vurgu yaptı. Prof. Dr. Özol, “Yanlış
klima seçimi astımı tetikleyebilir, zatürreeye neden olabilir, alerjik reaksiyonları artırabilir, kas ağrılarına yol
açabilir ve ciltte kuruluğa sebep olur”
dedi.
Sıcaklık 21-24 Derece Olmalı
Prof. Dr. Özol, bu bakteri dolu havanın sürekli dolaşımda olması sonucu
astım hastalarında atak tetiklemesine, alerjik rinitin alevlenmesine, burun, boğaz ve gözlerde tahriş hissi ve
nezle benzeri şikayetlere rastlanabileceğini anlattı. “Klimaların düzenli
olarak bakımı ve temizliği yapılmalı.
Filtreleri periyodik olarak değiştirilmelidir” diyen
Özol, ortamların metrekaresine göre uygun klimaların yerleştirilmesi gerektiğini ifade
etti. Prof. Dr. Duygu Özol oda havasının 21-24 derece, nem oranının ise
yüzde 60-70 olması gerektiğinin altını çizdi.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
67
haber
DİŞETİ HASTALIKLARI
NASIL ENGELLENEBİLİR
Dişeti hastalıkları bulaşıcı olmayan hastalıklar sınıfında en yaygın hastalık olarak kabul ediliyor.
Dişeti hastalıklarının sebebi ağızda bulunan bakteriler. Bu bakteriler plak dediğimiz bir tabakayı
meydana getiriyor. Plak iyi uzaklaştırılmazsa diş taşına dönüşüyor. Günlük bakımlarda fırçalama ve ip
kullanarak bu plağın uzaklaştırılması amaçlanıyor.
Ağız ve diş sağlığını ilgilendiren en önemli hastalık gruplarından birini oluşturan dişeti hastalıkları
hakkında bilgi veren Dişeti Hastalıkları Uzmanı Dr. Becen Demir, bu konu hakkında merak edilen
soruları yanıtladı:
68
Dişeti hastalıklarının sebebi nedir ve diş
kaybına neden olur mu?
Dişte plak oluşmaması için neler yapılması
gerekiyor?
Dişeti hastalıklarının esas nedeni plak
tabakası. Plak bakterilerin oluşturduğu, dişlere sıkıca yapışık bir tabakadır. Uzaklaştırılmadığı takdirde dişeti
hastalıklarına neden oluyor. Başlangıçta hastalık dişetinde sınırlıdır ve
bu aşamada tedavi edilirse bireye zarar vermez. İlerlediği durumlarda ise
dişi destekleyen ve çene kemiğine
bağlantısını sağlayan çevre dokularda hasar meydana geliyor ve kemik
kaybı oluyor. Bu aşamadan itibaren
dişte sallanmalar başlıyor. Hastalığın
ilerlemesine daha da izin verilirse diş
kaybediliyor.
Ağızda plak oluşumunu tamamen
engellemek mümkün değil. Ancak
dişlerin düzenli fırçalanması ile plak
uzaklaştırılırsa dişeti hastalığı engelleniyor. Bu nedenle dişlerin günde
en az iki defa fırçalanması gerekiyor.
Plak uzaklaştırılmadığı zaman diştaşına dönüşüyor. Diş taşı oluştuğunda
hastanın günlük bakım uygulamaları
ile uzaklaştırılması mümkün değildir.
Dişe sıkıca yapıştığı için dişhekimi
tarafından temizlenmesi gerekiyor.
Diştaşı oluşmaması için evdeki günlük bakımı iyi yapmak ve plak birikimine izin vermemek çok önemlidir.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
• Diş fırçası seçiminde orta sert fırça
kullanımını öneriyoruz. Yumuşak
fırçalar özel durumlarda, hekim
tarafından tavsiye edilirse kullanılmalıdır.
• Diş fırçasının baş kısmının küçük
olması ağzın arka bölümlerine
daha kolay ulaşılmasını sağlar.
• Diş fırçalarken, az miktardaki diş
macununu fırçanın içine sıkmak
gerekir. Macun fırçanın üzerine sıkılırsa ilk temasta macunun tamamı dişe bulaşır ve ağzın diğer bölgelerine etkili biçimde ulaşamaz.
• Fırçayı
ıslatmak kılların yumuşamasına neden olur ve fırçanın etkinliğini azaltır. Fırçanın kuruması
için sabah ve akşam ayrı iki fırça
kullanılabilir.
• Ara
yüzeylerin temizliği dişlerin
diğer yüzeylerinin temizliği kadar
önemlidir. Bu amaçla diş ipi ve ara
yüz fırçaları kullanılabilir.
• Protezi
olan bireylerde uygun
bakım araçları kullanılmalıdır. Bu
amaçla köprü altı ipleri ve ağız
duşları oldukça faydalıdır.
• Diş fırçaları belli aralıklarla değişti-
rilmelidir. Değişim zamanı kişiden
kişiye değişmekle beraber fırça kıllarının şeklinin bozulması önemli
bir göstergedir.
Dişeti kanamaları neden görülüyor?
Dişeti kanaması dişeti hastalığının ilk
belirtisidir. Günlük bakım uygulamaları dikkatli bir şekilde yapılmazsa diş
plağı birikiyor. Plak yoğun olarak bakterilerden oluştuğundan hastanın savunma sistemi buna karşı bir cevap
veriyor. Bu cevaba bağlı meydana gelen doku değişiklikleri sonucunda dişeti kanaması oluyor. Dişeti kanaması
toplumda çok yaygın görüldüğü için
normal kabul edilse de hiçbir şekilde
sağlıklı değildir.
Hamilelikte dişeti kanamaları artıyor mu?
Hamileliğin başından itibaren hormonal değişiklikler başlıyor. Bu değişiklikler dişetinin yapısında bazı
farklılıkların oluşmasına neden oluyor. Hormonal değişiklikler dişeti
hastalıklarına neden olan bazı bakterilerin sayısının artmasına da yol açıyor. Bütün bu değişikliklerle beraber
özellikle ilk aylardaki bulantılara bağlı günlük hijyen alışkanlıklarının iyi
uygulanmaması dişeti hastalıklarının
oluşması için gerekli ortamı yaratmış
oluyor. Bir başka durum ise hamilelik
öncesi var olan ancak hastanın farkında olmadığı dişeti hastalıklarının
yukarıda bahsedilen nedenlerden
dolayı açığa çıkmasıdır.
Son yıllarda yapılan bazı çalışmalarda
hamilelerde mevcut dişeti hastalığının düşük doğum ağırlıklı bebeklere
veya erken doğuma neden olduğuna
dair bulgulara rastlanmıştır. Bütün bu
nedenlerden dolayı hamilelikte ağız
bakımına çok dikkat etmek, mümkün
ise hamilelik öncesinde tüm diş ve dişeti hastalıklarını ortadan kaldırmak,
hamilelik sürecinde ise ortaya çıkan
kanama ve benzeri bulgulara karşı
dikkatli olmak gerekiyor.
Dişeti büyümelerinin nedeni nedir?
Dişeti hastalıklarının bir başka grubunu dişeti büyümeleri oluşturuyor.
Diş eti büyümelerinin nedenlerinden
bazıları arasında dişeti hastalığı sonucunda oluşan büyümeler, bazı ilaçlara bağlı olanlar, genetik büyümeler,
tümör nedeniyle oluşan büyümeler
sayılabiliyor. Bunun dışında sebebi
bilinmeyen büyümeler de olabiliyor.
Dişeti büyümesinde dokunun formu
bozuluyor, plak birikimi kolaylaşıyor
ve dişeti travmalara açık hale geliyor.
Dişeti büyümelerinin tedavisinde öncelikle büyümeye neden olan durum
kontrol altına alınıyor. Bunu takiben
gerekli tedaviler uygulanarak dişeti
olması gereken şekle getiriliyor.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
69
haber
gezelimgörelim
Fethiye
Doğal güzellikleri ve tarihi varlıkları
ile ülkemizin ve dünyanın en popüler
tatil merkezlerinden biri olan Fethiye,
masmavi denizi, tertemiz koyları, bozulmamış bir doğası ve binlerce yıllık
tarihi barındırıyor.
Çok eski çağlardan beri önemli bir
yerleşim merkezi olan Fethiye’ye
Antik dönemde Likyalılar sahip olmuş ve kent ‹Telmessos’ adıyla anılmıştır. Telmessos (Fethiye) M.Ö.545
tarihinde Perslerin egemenliğine
girmiş, M.Ö.333 tarihinde ise Büyük
İskender’e teslim olmuştur. Büyük
İskender’in ölümünden sonra Telmessos bir süre Mısır Kralı Ptalomus’un
egemenliğinde kaldıysa da daha
sonra Roma İmparatorluğu’nun işgaline uğramış ve kentin adı bu
dönemde “uzak diyar” anlamına gelen Meğri (Makri) ismiyle anılmıştır.
Roma İmparatorluğunun ikiye bölünmesinden sonra Fethiye (Meğri)
Doğu Roma/ Bizans İmparatorluğunun sınırları içinde kalmıştır. 1282
yılında Menteşe Beyliği’nin kurucularından Menteşe Bey, Meğri’yi Bizanslıların elinden almıştır. 1424 yılında
ise Osmanlı topraklarına katılmıştır.
70
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
Osmanlı döneminde halk arasında
Beş Kaza diye anılan Meğri (Makri);
1874 yılında Menteşe Livasına bağlı
bir kaza haline dönüştürülmüştür.
Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber
Muğla’ya bağlanan ilçenin ismi 1934
yılında; 1913 yılında Şam’dan havalanarak bir süre sonra Teberiye yakınlarında uçağı düşürülerek şehit olan
ilk pilotlarımızdan Fethi Bey’in ismi
anısına Fethiye olarak değiştirilmiştir.
Gemiler Adası: Ölüdeniz ya da Gemiler Koyu’ndan teknelerle ulaşılan
ada üzerinde M.S. 5 -11. yüzyıllar arası yapılmış Bizans dönemine ait kilise,
şapel ve sivil yapı kalıntıları bulunmaktadır. Hristiyanlığın ilk yayılma
merkezlerinden biri olması nedeni ile
önem taşımaktadır. St. Nicolas olarak
da bilinen ada, Mavi Tur teknelerinin
uğrak yeridir.
Telmessos Antik Tiyatrosu: Antik kaynaklar Telmessos’da büyük
bir tiyatronun olduğundan bahsetmektedir. 1993 yılında Fethiye Müze
Müdürlüğü başkanlığında yapılan
sondaj kazılarında erozyonla dolmuş
olan 3-4 metrelik toprak tabakası altında tiyatronun oturma sıraları bu-
lunmuştur. 1995 yılına kadar sürdürülen çalışmalar sonucu tiyatrodan
kalabilen tüm kalıntılar bugün gün
ışığına çıkarılmıştır. Erken Roma döneminde inşa edilen, M.S. 2. yüzyılda
onarılan tiyatronun 5000 kişi kapasiteli olduğu ve Bizans döneminde
arena olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Şimdiki haliyle 1500 kişinin
kullanımına cevap veren Telmessos
Tiyatrosu’nun onarımı için röleve
projesi tamamlanmıştır.
Likya Kaya Mezarları: Şehir içinde
Likya döneminden kalma M.Ö. 4.yy.
eserleri dikkati çeker. Bunlar, şehrin
simgesi haline gelen doğal kayaya
oyulmuş mezarlardır. Çok sayıda düzgün basamaklarla mezarların en güzel ve en görkemlisi olan Amintas’a
ulaşılır. Bu mezar uzaktan kolaylıkla
görülür ve yaklaştıkça, büyüklüğü
karşısında duyulan hayranlık artar.
İlçede görülmeye değer pek çok lahit
mezar bulunmaktadır. Bunlardan en
önemlisi Likya dönemine ait olanıdır.
Deniz içerisinde yükselen mezarın
ilginç bir görünümü vardır. İki katlı
ön yüzünde dörtgen, ahşap kirişleri
andıran oymalar ve gotik stili kemerli
bir kapağı bulunmaktadır. Kapağın
her iki yanı savaşları resmeden fresklerle bezenmiş olup, bunların, kişinin
yaşamı ile ilgili olduğu sanılmaktadır.
Fethiye Kalesi: Şehrin güneyinde
yükselen kalenin, Aziz John’un şövalyelerine ait olduğu sanılmaktadır.
Duvarlara oyulmuş birkaç yazı, tarihi belirsiz bir sarnıç dışında, tepenin
doğu yüzünde küçük ve basit iki kaya
mezarı bulunmaktadır.
Ölüdeniz: “Dünyaya Bağışlanılan
Cennet” olarak nitelendirilen Ölüdeniz, 3 km’lik bir kumsala sahiptir.
Ölüdeniz’de; açık ve koyu mavinin,
açık ve koyu yeşil ile iç içe girdiği bir
renk harmonisi içinde yüzmenin doyumsuz mutluluğu tadılabilir. Yılın on
ayı ılık ve durgun suyu ile doğal lagün görünümündeki Ölüdeniz; yerli
ve yabancı turistler tarafından en çok
tercih edilen yerlerden biridir.
Kelebekler Vadisi: Ölüdeniz’den 5-7
km. uzaklıkta, etrafı ortalama 350 m.
yükseklikteki dağlarla çevrili bu ilginç
kanyon, adını temmuz - eylül ayları
arasında görülen “Jarsey Tiger” adlı
kelebeklerden almıştır. Yaz kış akan
küçük şelale, geniş kumsal, tertemiz
deniz, pırıl pırıl çakıl taşları ve çevreyi süsleyen pembe zakkum çiçekleri
ile küçük bir yeryüzü cenneti olan
koya ulaşım, Ölüdeniz’den teknelerle
sağlanmaktadır. Dünya gezginlerinin buluşma yeri olan vadide çadırlı
kamp alanı, restoran gibi aktivite
alanları bulunmaktadır.
Saklıkent: Fethiye’ye 50 km. mesafede, Muğla – Antalya il sınırını teşkil eden Karaçay Deresi kenarında,
uzunluğu 18 km., yüksekliği yer yer
600 metreyi bulan muhteşem bir
kanyon içine gizlenmiş eşsiz bir doğa
harikasıdır. Dimdik sarp kayalıkları,
çınar ağaçları, pırıl pırıl akan coşkulu
kaynak suları ile doğa tutkunları için
dağcılık, yürüyüş, yüzme olanakları
sunan eşsiz bir turizm merkezidir.
Göcek: Fethiye’ye 30 km. uzaklıkta,
Fethiye-Muğla karayolu üzerindedir.
Şirin bir balıkçı kasabası görünümünde olan Göcek, son yıllarda yat turizminin en önemli merkezlerinden biri
haline gelmiştir. Doğal limanının yanı
sıra etrafını çevreleyen çamlık tepeleri, yakınındaki ören yerleri, çok sayı-
daki adaları ve koyları ile birçok yerli
ve yabancı turisti ağırlar.
Adalar: Birbirinden güzel sayısız
koylarla süslü Kapıdağı Yarımadası
ve adalardan oluşan, balıkçıların “Karanlık İçi” olarak tanımladıkları bölge mavi yolculukların vazgeçilmez
uğrak yerlerinden biridir. Fethiye ve
Göcek’ten düzenlenen günübirlik
turlarla da ulaşılabilen Yassıca Adalar,
Hamam Koyu, Kurşunlu Koyu, Yavansu, Bedri Rahmi Koyu, Tersane Adası,
Göbün Koyu, Boynuzbükü, Göcek
Adası, Domuz Adası, Zeytin Adası, Kızıl Ada yörede “12 Adalar” olarak da
anılmakta ve önemli bir çekim alanı
özelliği taşımaktadır.
Kleopatra Hamamı: Efsaneye göre
Kleopatra’nın Anadolu’yu ziyaretlerinden birinde yakın arkadaşları,
bu koyda buldukları sıcak su kaynağından dolayı Kleopatra’ya hediye
olarak bir hamam inşa etmeye karar
verirler. İnanışa göre Kleopatra’nın
güzelliğinin ardındaki sır bu sudur.
Bu inanışlarla ve koyun güzelliğiyle
Kleopatra Hamamı’nın bulunduğu
ada, diğer 11 adaya nazaran daha ilgi
çekmektedir.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
71
kampus
YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ
Yıldız Teknik Üniversitesi Hakkında
Uluslararası mevkide önde gelen bir
kurum olma vizyonu ile Yıldız Teknik
Üniversitesi (YTÜ) Türkiye’de eşsiz bir
eğitim, araştırma ve kültür ortamını
temsil eder. YTÜ, üstün bilim, teknoloji ve kültürümüzü miras alarak akademik araştırma, teknoloji ve sanata
açık erişim konusunda öncülük eder.
Türkiye’nin en tanınmış üniversitelerinden biri olan Yıldız Teknik Üniversitesi; toplumun gelişimi ve refahı
için yol göstericidir.
YTÜ lisans ve lisansüstü seviyede,
mühendislik dallarından insan bilimlerine ve sosyal bilimlere kadar
uzanan geniş bir program yelpazesi
sunar. YTÜ aynı zamanda nitelikli öğrencilerin ve akademisyenlerin değişim programlarına katılabilmesi için
olanaklar sağlar.
YTÜ, İstanbul’da üç ayrı kampüsüyle ileri gelen devlet kurumlarından
biridir. 1911’e dayanan tarihiyle Türkiye’deki en eski dördüncü üniversitedir. Aynı zamanda ülkenin en iyi
üniversitelerinden biri olarak addedilir.
Üniversitenin misyonu, eğitim-öğretim alanında üstün profesyonel bilgi
72
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
ve beceri sağlayarak ulusal ve uluslararası seviyede gelişim ve iş birliği
sağlamaktır. Bugün YTÜ, pek çoğu
mühendislik ile ilgili olmak üzere 10
Fakülte, 2 Enstitü, 2 Meslek Yüksekokulu, bir
Yabancı Diller Yüksekokulu ve
35.000’i aşkın öğrenciye sahiptir.
Tarihçe
Kondüktör Mekteb-i Âlisi Dönemi (19111922)
Vilayet Nafıa İdarelerinin “Fen Memuru” (eski adıyla kondüktör, yeni
adıyla tekniker) gereksinimlerini karşılamak amacıyla 1911’de Kondüktör Mekteb-i Âlisi adıyla, Paris’teki
“Ecol De Conducteur”ün müfredat
programı esas alınarak Bayındırlık
Bakanlığı’na bağlı bir okul kurulmuş
ve okula öğrenci kaydına 22 Ağustos
1911’de başlanmıştır.
Nafıa Fen Mektebi Dönemi (1922-1937)
1922’de okulun adı Nafıa Fen
Mektebi’ne dönüştürülmüş, öğrenim
süresi 1926’da 2,5 yıla ve 1931’de 3
yıla çıkarılmıştır.
İstanbul Teknik Okulu Dönemi (19371969)
Türkiye’de imar işlerinin ve teknik
hizmet gereksiniminin artması nedeniyle fen memurları ile yüksek
mühendisler arasında oluşan boşluğu doldurmak amacıyla 19 Aralık
1936 tarihinde yayımlanan ve 1 Haziran 1937 tarihinde yürürlüğe giren
3074 sayılı yasayla Nafıa Fen Mektebi
kapatılarak yerine teknik okul kurulmuştur. 2 yıllık fen memuru ve 4 yıllık
mühendislik bölümleri olan okula Yıldız Sarayı müştemilatından, bugün
de kullanılmakta olan binalar tahsis
edilmiş ve buraya taşınılmıştır.
İlk kuruluşta fen memuru ve mühendislik dalında öğrenci yetiştiren
inşaat ve makine bölümleri varken,
1942 ve 1943 ders yılından itibaren
mühendislik kısmında elektrik ve
mimarlık bölümleri açılmıştır. Okul,
26 Eylül 1941 tarihinde yayımlanan
İstanbul Yüksek Mühendis Okulu ve
Teknik Okulu’nun Maarif Vekâleti’ne
devri hakkında kanun uyarınca Nafıa Vekâleti’nden alınarak Maarif
Vekâleti’ne bağlanmıştır.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın 7 Haziran
1949 tarihli kararıyla, kurumda Hari-
ta ve Kadastro Mühendisliği bölümü
kurulmuş ve Türkiye’de bu dalda mühendis yetiştiren ilk kuruluş olarak
1949–1950 ders yılında öğretime
başlamıştır. 1951-1952 ders yılından
itibaren teknikerlik kısmı kapatılmıştır.
1959-1960 ders yılında İstanbul Teknik Okulu içinde bir ihtisas bölümü
açılarak, bir yıllık öğrenim sonunda
yüksek mühendis ve yüksek mimar
unvanları verilmeye başlanmıştır.
İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi Dönemi (19691982)
Akademi, 3 Haziran 1969 tarihinde
yayımlanan 1184 sayılı Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademileri
yasasıyla, özerkliği olan yüksek dereceli bir öğretim ve araştırma kurumu
olarak kurulmuştur. 1971’de özel yüksekokullar 1472 sayılı yasa ile kapatılmış, bunlardan mühendislikle ilgili
olanları İstanbul Devlet Mühendislik
ve Mimarlık Akademisi’ne bağlanmıştır.
Yıldız Üniversitesi Dönemi (1982-1992)
İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi ile bu kuruma bağlanmış olan mühendislik yüksekokulları, Kocaeli Devlet Mühendislik ve
Mimarlık Akademisi ve Kocaeli Meslek Yüksekokulu’nun ilgili fakülte ve
bölümleri, 20 Temmuz 1982 tarihli 41
sayılı kanun hükmünde kararname
ve bu kararnamenin değiştirilerek
kabulüne dair 30 Mart 1983 tarihli
2809 sayılı yasa ile Yıldız Üniversitesi
adı ile kurulmuştur.
Yeni kurulan üniversite; Fen-Edebiyat,
Mühendislik, Kocaeli’nde bulunan
Meslek Yüksekokulu, Fen Bilimleri
Enstitüsü, Sosyal Bilimler Enstitüsü
ve Rektörlüğe bağlı Yabancı Diller,
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Türk
Dili, Beden Eğitimi ve Güzel Sanatlar
bölümlerinden oluşmuştur.
Yıldız Teknik Üniversitesi Dönemi (1992- )
03 Temmuz 1992 tarih ve 3837 sayılı
yasayla, üniversitemiz Yıldız Teknik
Üniversitesi adını almış; Mühendislik
Fakültesi; Elektrik-Elektronik, İnşaat,
Makine ve Kimya-Metalürji fakülteleri olarak 4 fakülteye ayrılmış ve yeniden yapılandırılmıştır. Ayrıca İktisadi
ve İdari Bilimler Fakültesi, bünyesine
eklenmiştir. Kocaeli Mühendislik Fakültesi ile Kocaeli Meslek Yüksekokulu Üniversiteden ayrılarak Kocaeli
Üniversitesi adı altında yeniden yapılandırılmıştır.
Günümüzde Yıldız Teknik Üniversitesi; 10 fakülte, 2 enstitü, 2 meslek yüksekokulu, yabancı diller yüksekokulu
ve 28. 000’i aşan öğrencisi ile eğitimöğretimini sürdürmektedir.
Akademik Altyapı
Araştırma
YTÜ, tüm iç ve dış paydaşlarının işbirliği ile bilimsel bir yaklaşım ile
yönlendirilen huzurlu bir ortamda
fazladan fayda sağlayacak projelere
dâhil olmayı hedeflemektedir. Ayrıca,
üniversiteye yapılan hizmetin dünyaya hizmet etmek demek olduğu
bilinciyle; bilimsel, sosyal ve kültürel
bakımdan uluslararası üniversitelerle
rekabet edebilir modern bir üniversite kurmayı hedeflemekteyiz.
YTÜ, uluslararası standartlarda kalite
anlayışını yakalamayı amaçlamaktadır. Son yıllarda, modern laboratuvarlar, araştırma merkezleri ve
TeknoPark’ı kurarak modern bir üniversite olma yolunda fazladan efor
sarf etmiş bulunmaktayız. Bu bağlamda, sosyal sorunların üstesinden
gelerek ve çözüm yolları arayarak ülkenin gelişimine şüphesiz bir katkıda
bulunacağımıza inanmaktayız.
YTÜ TeknoPark
YTÜ TeknoPark; üniversite, araştırma
kurumları ve sanayi kuruluşlarının
bir araya gelip Araştırma Geliştirme
faaliyetleri gerçekleştirip yenilikçi
araştırma çözümleri yarattıkları bir
Teknoloji Geliştirme Bölgesidir.
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
73
YTÜ Davutpaşa kampüsünde yer
alan YTÜ TeknoPark, oldukça yüksek
kalitede ofis barındıran 8 adet binadaki toplam 60,000 m2’lik kapalı
alanı ile hâlihazırda İstanbul’daki en
büyük TeknoPark’tır. TeknoPark günümüzde yaklaşık 2000 araştırmacıya iş imkânı sağlayan 150’den fazla
şirkete ev sahipliği yapmaktadır.
Makine Fakültesi
Davutpaşa Kampüsü
• Endüstri Mühendisliği Bölümü
Elektrik- Elektronik Fakültesi
• Makine Mühendisliği Bölümü
• Bilgisayar Mühendisliği Bölümü
• Mekatronik Mühendisliği Bölümü • Elektrik Mühendisliği Bölümü
• Elektronik ve Haberleşme MühenMimarlık Fakültesi
disliği Bölümü
• Mimarlık Bölümü
• Şehir ve Bölge Planlama Bölümü
• Kontrol ve Otomasyon Mühendis-
Milli Saraylar Ve Tarihi Yapılar Meslek
Yüksekokulu
Eğitim Fakültesi
liği Bölümü
YTÜ Yerleşkeler
Yıldız Kampüsü
Gemi İnşaatı Ve Denizcilik Fakültesi
• Gemi inşaatı ve Gemi Makineleri
• Mimari Restorasyon Bölümü
• Eğitim Bilimleri Bölümü (YL)
• Bilgisayar Öğretim Teknolojileri
Bölümü
Mühendisliği Bölümü
Enstitüler
• Yabancı Diller Eğitimi Bölümü
• Gemi Makineleri İşletme Mühen- • Fen Bilimleri Enstitüsü
• Rehberlik ve Psikolojik Danışmandisliği Bölümü
lık Bölümü
• Sosyal Bilimler Enstitüsü
• İktisadi ve idari bilimler fakültesi
• İktisat Bölümü
Fen Edebiyat Fakültesi
• İşletme Bölümü
• Batı Dilleri ve Edebiyat Bölümü
Rektörlüğe Bağlı Bölümler
• Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişki- • Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bö- • Moleküler Biyoloji ve Genetik Böler Bölümü
74
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
lümü
lümü (YL)
• Fizik Bölümü
• İstatistik Bölümü
• Kimya Bölümü
• Matematik Bölümü
• Türk Dili ve Edebiyat Bölümü
• İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü
• İnşaat Fakültesi
• İnşaat Mühendisliği Bölümü
• Çevre Mühendisliği Bölümü
• Harita Mühendisliği Bölümü
Kimya-Metalurji Fakültesi
• Kimya Mühendisliği Bölümü
• Matematik Mühendisliği Bölümü
• Metalürji ve Malzeme Mühendisliği bölümü
• Biyomühendislik Bölümü
Sanat Tasarım Fakültesi
• Sanat Bölümü
• İletişim Tasarımı Bölümü
• Müzik ve Sahne Sanatları Bölümü
Yabancı Diller Yüksekokulu
• Temel İngilizce Bölümü
• Modern Diller Bölümü
Rektörlüğe Bağlı Bölümler
• Türk Dili Bölümü
• Beden Eğitimi Bölümü
• Enformatik Bölümü
Sosyal Olanaklar
Güvenli ve çağdaş kampüslerimizde
öğrencilerimiz için her olanak sunulmaktadır. Barınma için Davutpaşa
Kampüsümüzde yer alan devlet yurtlarını şehir merkezinde yer alan özel
yurtları ve apartları tercih edebilirsiniz.
Üniversitemizdeki
yemekhanede
sağlıklı ve ekonomik bir şekilde yemek yiyebilirsiniz. Bunun yanında,
fakülte kantinleri ve kampüsün içindeki restoran ve kafeleri kullanabilirsiniz.
Yıldız Teknik Üniversitesi’nde sosyal
ve kültürel aktiviteler çoğunlukla
üniversite tarafından desteklenen
40’a yakın öğrenci kulüpleri aracılığıyla yürütülmektedir. Üniversite
bünyesinde bulunan bu öğrenci toplulukları aktif olarak çalışmalar yaparak üniversite hayatını daha keyifli bir
sürece dönüştürmektedir.
Sinema, tiyatro, konser ve sergi salonlarımızda kültürel ve sanatsal
etkinlikleri kolayca izleyebilme, sanatçılarla yapılan söyleşilere katılabilirsin. Ayrıca Üniversitemiz ilgilendiğin sporlar için tenis kortları, spor
salonları, fitness salonları, yarı olimpik kapalı yüzme havuzları ve futbol
sahalarını kullanma olanağı sunuyor.
Yıldız Teknik Üniversitesi Cep Sineması ile filmleri kampüsünde izleyebilirsin.
Sağlık Alanında YTÜ
Dokunma Hissine Sahip Yapay Deri
Türkiye’de ilk kez Yıldız Teknik
Üniversitesi’nde, dokunma hissine
sahip yapay deri geliştirildi. Yıldız
Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi
Mekatronik Bölümü öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Utku Büyükşahin tarafından gerçekleştirilen buluş
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
75
sayesinde uzuv kaybı sonrası takılan
protezlerle de hastalar dokunma hissine sahip olabilecekler. Bilgisayara
aktarılan verilerin insan beynine aktarılması sonucu hastaların, protezlerinde gerçek uzuvları gibi hissetmeleri sağlanacak.
Periferik Damar Görüntülemeye Yeni Bir
Yaklaşım
Günümüzde sağlık alanında kullanılan medikal uygulama ve testler,
genellikle bir miktar kan alınması ve
alınan kan örneğinin analiz yapılmasıyla başlar ve devamında hastaya
bazı sıvılar enjekte edilmesiyle devam eder veya sonuçlanır. Kişilere
madde enjekte edilmesi çoğunlukla
periferik damar yolu açılmasını gerektirir. Kan alma, enjeksiyon gibi deriye iğne veya katater yoluyla girilmesini gerektiren uygulamalar invasiv
teknikler olarak adlandırılır. İnvasiv
tekniklerde en sık rastlanılan sorun
damar yolunun bulunamamasıdır.
Özellikle küçük çocuklar, obezler ve
kemoterapi almış hastalarda damarın hissedilme ve görülmesinin zor
olması invasiv uygulamaları zorlaştırmaktadır. Tüm sağlık çalışanlarınca
uygulanan en temel girişimlerden
biri olmasına rağmen periferik damar
yolu açılması gerek sağlık çalışanla-
76
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
rında gerekse bu uygulamaya maruz
kalacak kişilerde psikolojik baskıya
yol açmaktadır. Özellikle bebekler
ve küçük çocuklarda damar yolunun
kolay bulunamaması ebeveynleri de
strese sokmaktadır. Bu nedenle kan
damarının yerini basit, etkili, hızlı ve
verimli bir şekilde belirleyecek bir
yönteme tarih boyunca ihtiyaç duyulmuştur. Enjeksiyon ve kan alma
işlemleri sırasında damarları görünür
hale getirmek için modern yöntemler geliştirilmiştir. Bu yöntemlerden
en önemlileri ultrason ve kızılötesi
ışınlarından yararlanılarak geliştirilmiş cihazlardır. Fakat gerek ultrason
cihazlar gerekse kızılötesi damar bulma cihazları pahalı ve kullanımları
pratik değildir.
Venöz kan alma uygulaması Son
günlerde damarları görünür hale
getirmek için üzerinde çalışılan yeni
bir alan termokromik hidrojellerdir.
Termokromik hidrojel yapılar, içerisinde ısı değişimiyle renk değiştiren
maddeler ve biyouyumlu polimerler
barındırmaktadır. Günlük hayatta sıklıkla kullanılan invasiv uygulamalar
için ekonomik, taşınabilir ve kullanımı kolay yeni ürün olarak görülmektedir.
Şimdi damar görüntüleme noktasında ortaya çıkan beklentilerin tama-
mını karşılayabilecek bir üründen
bahsedeceğiz. Bu ürün bir damar
görüntüleme spreyi… Damar görüntüleme spreyi deri yüzeyine püskürtüldükten sonra hızla jelleşmekte
ve damarın görüntülenmesini sağlamaktadır. Damar sıcaklığının çevre
dokulardan farklı olmasından dolayı,
damarların geçtiği bölgelerde bulunan jel renginde değişiklik meydana
gelmektedir.
Oluşan bu renk değişimi damarın yerinin belirlenmesini etkin bir şekilde
sağlamaktadır. Önemli bir ayrıntı ise
damarı görüntüleyen bu yapıda kullanılan malzemelerin biyouyumlu ve
suda çözünen yapıda olmasıdır.
Sonuç olarak yeni geliştirilen ve patentlenme aşaması devam eden bu
harika ürün, sprey şeklindedir. Görüntülenmesi istenen damarların
bulunduğu bir bölgeye püskürtüldüğünde, 40-50 saniye içerisinde
jelleşerek damarların görünümünü
sağlamaktadır. Damarlara invasif müdahale için önemli ölçüde kolaylık,
güven ve destek sunmaktadır. İnsan
sağlığına zarar vermeyen özelliklere sahiptir. Jel yapı, deriden kolayca
sökülebilmektedir. Ayrıca suda çözünen bir formata sahip olduğundan,
deri yüzeyinden su ile de temizlenerek kolayca uzaklaştırılabilmektedir.
film
Kış Uykusu
Vizyon tarihi: 13 Haziran 2014
Tür: Dram
Süre: 3 Saat 17 Dakika
Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Nuri Bilge Ceylan’ın diğer filmlerinde
olduğu gibi “Kış Uykusu” da izleyicisine sakin, hüzünlü ve fotografik bir
seyir zevki sunuyor. 3 saat 17 dakikalık film uzun sürmesine rağmen hem
dikkat çekici, derin diyaloglarıyla
hem de Kapadokya’nın özellikle kış
mevsiminde büründüğü şiirimsi halinin seyriyle sıkılmadan izlenebiliyor.
Filmin başkarakteri Aydın emekli bir
tiyatrocudur; oyunculuğu bıraktıktan sonra Kapadokya’ya babasından
yadigâr kalan butik oteli işletmek için
78
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
geri döner. Aydın o günden sonra
başlayan kış uykusu bu gözlerden
ırak otelin içerisindeki gündelikleriyle, kâh yerel bir gazeteye köşe yazıları
yazarak kâh her zaman niyetlendiği
ancak bir türlü başlayamadığı tiyatro tarihi kitabını yazmayı düşünerek
geçer. Tüm bu süreçte hayatında iki
kadın vardır: Kendisine her anlamda
uzak ve soğuk davranan genç karısı
Nihal ve boşandıktan sonra yanlarına
taşınan kız kardeşi Necla... Kışın bastırması ve artan kar yağışı bu küçük
taşrada en çok Aydın’ın sinirlerine
dokunur ve onu uzaklara gitmeye
teşvik eder...
Türk sinemasının Cannes tescilli, bol
ödüllü yönetmeni Nuri Bilge Ceylan’ın
Bir Zamanlar Anadolu’da filminden
sonra hayata geçirdiği ve Cannes’da
büyük ödül Altın Palmiye’ye layık görülen son filmi olan Kış Uykusu’nun
başrolünde Haluk Bilginer yer alırken
kadroda kendisine Demet Akbağ,
Melisa Sözen, Ayberk Pekcan, Serhat
Kılıç, Tamer Levent, Nejat İşler ve Nadir Sarıbacak eşlik ediyor.
Altın Palmiye Kış Uykusu’nun
Cannes Film Festivali’nde dünyanın
en prestijli sinema ödülü Nuri Bilge
Ceylan’ın yönettiği ‘Kış Uykusu’nun
oldu. Ödülünü hayatını kaybeden
gençlere adayan Ceylan, 32 yıl sonra
büyük ödülü kucaklayan ikinci Türk
oldu
67. Cannes Film Festivali’nin dün
gece yapılan ödül töreni Türkiye sinemasının zirve noktalarından biriydi.
Jane Campion başkanlığındaki yarışma jürisi, dünyanın en prestijli sinema ödülü En İyi Film anlamına gelen
Altın Palmiye’ye Nuri Bilge Ceylan’ın
yönettiği ‘Kış Uykusu’nu layık gördü.
Film, ana ödüllerinden bir gün önce
eleştirmenler jürisinden Uluslararası
Sinema Yazarları Ödülü (FIPRESCI)
kazanmıştı.
Güney’den sonra ilk
Nuri Bilge Ceylan sinema dünyasının heyecanla beklediği o anda Altın Palmiye’yi alırken ödülünü Türk
gençliğine adadı: “Bu yıl Türk sinemasının 100. yılı. Jüriye bu kadar uzun
bir filmi destekledikleri için teşekkür
ediyorum. Ödülümü Türkiye’de geçen yıl hayatını kaybedenler dahil
olmak üzere Türkiye’nin gençlerine
adamak istiyorum.” Ceylan, ‘Yol’ filmiyle Altın Palmiye’yi kazanan Yılmaz
Güney’den sonra 32 yılın ardından
büyük ödülü Türkiye’ye getiren ikinci
isim oldu.
Film Aydın (Haluk Bilginer) adlı emekli aktörün etrafındakilerle yaşadığı
hesaplaşmalar üzerinden kendisiyle
hesaplaşma çabasını konu alıyor. Senaryosunu Nuri Bilge Ceylan’la Ebru
Ceylan’ın kaleme aldığı filmin yapımcısı ise dördüncü kez Ceylan’a çalışan
Zeynep Özbatur Atakan. Filmin başrollerinde Bilginer’in yanı sıra Demet
Akbağ ve Melisa Sözen yer alıyor.
Juri başkanı Campion, törenden sonra ‘Kış Uykusu’nun 3 saat 16 dakikalık
seyir süresinden başka korktuklarını
anlattı: Filmin öyle güzel bir ritmi vardı ki birkaç saat daha izleyebilirdim.
Keşke ben de bu kadar merhametsiz
ve dürüst karakterler yaratabilseydim. Filmde her şey çok zekice ve
derin.”
‘Gençler bize çok şey öğretti’
Ceylan, törenden sonra basın toplan-
tısında, “Ödülü gençlere adadık. Özellikle de hayatını kaybedenlere. Çok
sorunlu bir yıl geçirdik. Bu gençler
bize çok şey öğretti. Bazıları hayatını
bizim geleceğimiz için feda etti” dedi.
Ceylan Campion’ın filmin süresiyle ilgili yorumu için ise “Senaryoyu kazarken ticari kaygılarım yoktu ve filmin
ne kadar süreceğini düşünmedim.
Bitirdiğimizde uzunluğunun ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’nın iki katı olduğunu fark ettim, yine de olduğu gibi
çektik” dedi. Ceylan ayrıca filmlerinin
çıkış noktasının insan doğası olduğunu vurguladı: “ Kendime karşı çok
zalimim. Ben motivasyonumu insan
doğasında buluyorum sinema yaparken. Kendi ruhumun karanlığıyla uğraşırken insan doğasını da incelemiş
oluyorum.”
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
79
kitap
İSTANBUL TERAPİSİ
“İstanbul Terapisi» ile İstanbul’un vicdanlı ve terapik bir kent olduğunu keşfedeceksiniz…
Bir yanda iç daraltan gürültülü ve telaşlı İstanbul, diğer tarafta yüreğimize seslenen, yatıştırıcı İstanbul.
İstanbul’u tanımak, Bizans’tan Osmanlı’ya farklı İstanbullularla tanışmak, kentin 7 tepesini tanımak için 7 günlük bir gezinti.
Yazar : Nihan Azizlerli
Yayınevi : Destek Yayınları /
Edebiyat Dizisi
Yayın Tarihi : 2014
Sayfa Sayısı : 136
İstanbul kaderleri ve vicdanlarıyla boğuşan insanların acılarını dindirebilecek
mi?
İstanbul Terapisi yorulan vicdanı sarabilir mi?
Hem tarihi, hem kendimizi tanımak için…..
BİR YOSUNUN PARMAK İZLERİ
Mükemmel her zaman güzel demek değildir. Bazen ufak ihmaller en hayret uyandırıcı güzelliklerin su yüzüne çıkmasını sağlar. Tıpkı en harikaleylakların, yıkık dökük ambarların ve boş barakaların yanında yetişmesi gibi…
Fakir bir İngiliz olan Henry Whittaker ticari zekâsını kullanarak Amerika’nın en
zengin adamlarından biri haline gelir. Kızı Alma 1800’lerde büyük bir lüksün içine doğar. Zeki ve öğrenme açlığıyla dolu olan Alma, önemli bir botanikçi olur.
Yaşamın ardında saklı mekanizmayı anlamaya çalışırken merakı ve araştırmaları onu evrimin gizemlerinin içine çeker. Yazar : Elizabeth Gilbert
Yayınevi : Pegasus Yayınları
Yayın Tarihi : 2014
Sayfa Sayısı : 576
Günün birinde onu bilimin tam zıttı ruhani, ilahî ve büyü dolu bir dünyaya çeken bir adama âşık olur. Fakat o zamana kadar her istediğini elde etmiş olan
Alma için işler yolunda gitmez ve bu, Tahiti’den başlayacak biryolculuğun ilk
adımı olur. Hayatın izlerini takip ettiği bu yolculukta Alma’nın karşısına çıkanlar bambaşka bir dünyanın da var olabileceğini gösterir.
NİYAZİ- İ MISRİ DİVANI VE ŞERHİ
Yazar : M. Efdal Emre
Yayınevi : Gelenek
Yayınları
Yayın Tarihi : 2014
Sayfa Sayısı : 712
80
80
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014
Niyâzî-i Mısrî hazretleri şeriat, tarikat marifet ve hakikatte kemalat sahibi
olup, divanında geçen ilahilerin büyük bir kısmı marifet ve hakikat üzeredir.
Niyâzî-İ Mısrî hazretlerinin çoşkun, akıcı, cezbeli üslubu ile dile getirdiği
divanında her mısra o kadar net ifadelerle anlatılmıştır ki, Yunus Emre’nin
13. Yüzyılda tutuşturduğu mânâ çerağını ondan dörtyüzyıl sonra yeniden
şahlandırarak Hakk nefesini Anadolu topraklarında aleme aşikâr etmiştir.

Benzer belgeler