Zlatan - Hayatım Futbol

Transkript

Zlatan - Hayatım Futbol
27MART2
01
5-SAYI
1
7
0
Yayın Koordinatörü
Zlatan
İlker Yılmaz
Zlatan Ibrahimovic’in manşetten düştüğü bir dönem olmuş mudur?
Düşündük, futbolun tatilde olduğu dönemleri bir kenara koyarsak
(ki o dönemlerde bile manşetleri sık sık süsledi) 1 hafta boyunca
konuşulmadığı hiçbir zaman olmamış olabilir. Futbolu, attığı golleri,
yaşantısı, medyaya verdiği demeçleriyle Zlatan her zaman medyaya
önemli malzemeler verdi. O her yönüyle bir süperstar. Hayatım Futbol’un
170. sayısında Ibrahimovic’in aykırı kişiliği, yetişme tarzı ve bunun futbola
yansımasını ele aldık.
Yazarlar
Bahadır Bozkurt
Burak Sağlam
Emre Çelik
Fırat Topal
Sercan Ergün
Serkan Akkoyun
Uğur Karakullukçu
Varol Döken
Bu hafta ayrıca; Ege’nin üç takımı, Manisaspor, Denizlispor ve
Bucaspor’un PTT 1. Lig’de yaşadığı zor dönemleri, savaşı atlatmaya
çalışan Ukrayna’dan çıkan Dnipro’nun Avrupa Ligi yürüyüşünü,
Ibrahimovic’in kendisi gibi sıra dışı menajeri Mino Raiola’yı ve
Üsküdar’dan yeni keşif, İmparator Birahanesi’nda maç izleme keyfini
bulabilirsiniz.
Keyifli okumalar,
İlker Yılmaz
[email protected]
[email protected]
#168 BU SAYIDA
Zlatan Ibrahimovic
Buzdolabını Sürekli Dolu Tutan Adam
Taktik Analiz
Jag Är Zlatan
Oyuncuyu Paraya Dönüştüren Adam
Nedved’den Balotelli’ye Lukaku’dan Ibrahimovic’e… O bu işi biliyor!
Ukrayna’da Mavi Devrim
Silahların gölgesinde Dnipro’nun Avrupa Ligi yürüyüşü
Ege’de Sular Isınıyor!
Onlar bir dönem Süper Lig’deydiler. Şimdiyse PTT 1. Lig’den
düşmemeye çalışıyorlar
Maç Bahane
Üsküdar’da ‘nerede o eski birahaneler’ diyebileceğiniz bir mekan
Fırat Topal
Futbol Kültürü HF170
BEN ZLATAN IBRAHIMOVIC
2013 yılında İngilizceye çevrilip uluslararası
piyasadaki okuyucularla buluştuğunda hemen
herkesin büyük beğenisiyle karşılaştı Zlatan
Ibrahimovic’in otobiyografisi, “Jag Är Zlatan
Ibrahimović”. İsveçli futbolcunun Milano’da,
vatandaşı gazeteci David Lagercrantz’a verdiği
100 saate ulaşan röportajının kurgulanmasıyla
ortaya çıkan kitap İsveç edebiyat tarihinin en hızlı
satılan kitabı oldu ve ülkede piyasaya sürüldüğü
Kasım 2011’den Noel dönemine kadar 500 bin
kopya sattı. Simon Kuper, kitap için “son yıllarda
bir futbolcu üzerinden yazılmış en güzel kitap”
ifadesini kullanırken dünya üzerindeki bütün
okuyucular, Bosna-Hırvat asıllı futbolcunun
kitabına övgüler yağdırdılar, üstelik buna onun
saha içi ve saha dışındaki karakterini sevmeyenler
de dahildi. Örneğin kitabın satışta olduğu Amazon.
com’da yapılan eleştirilerin neredeyse tümü
olumlu ve okuyucuların hemen hemen yarısı 5
üzerine 5 yıldızı vermekten çekinmemiş. Bunda
kitapta kullanılan dilin sadeliği, Zlatan’ın kendisini
dürüstçe açığa vurması ve karakterini aynen kitaba
yansıtmasının da büyük etkisi var. Bir okuyucunun
yorumunda olduğu gibi, kitabı okurken Zlatan
sizinle konuşuyor gibi hissediyor, onun sesini
duyuyorsunuz.
Kitabın açılış cümleleri şöyle. “...Bu kitabı ayrıca
etrafından yanlış sebeplerle dışlanmış, toplum
tarafından kendisine farklıymış muamelesi yapılan
bütün çocuklara gönderiyorum. Başka insanlara
benzememek kötü bir şey değildir. Kendinize
inanmaya devam edin. Sonuçta, bakarsanız, işler
benim için yolunda gitti...”
Bundan sonrası kitapta ismi geçen kahramanları
tanıtmayla geçiyor ve ardından dakika 1 gol 1
diyerek başlıyorsunuz kitaba, zira Zlatan kitabın
ilk bölümünü Barcelona’da Guardiola ile yaşadığı
olaylara ayırmış, hatta kitabın gerçek anlamda
ilk başlangıç kelimeleri şunlar “Pep Guardiola”.
Bu hızlı girişin ardından Zlatan, çocukluk yılları,
Malmö’yle tanışması, babasının o zamanki
menajeri Hasse Borg ile olan çekişmesi, Ajax’a
gidişi, şimdiki menajeri, kendi deyimiyle “mafioso”
Mino Raiola ile tanışması, Juventus yılları, Inter’de
Roberto Mancini ile ilişkisi, Jose Mourinho’ya
olan büyük hayranlığı ve bu hikayeler arasında
ulusal takımdaki maceralarına yer veriyor. Tabii
özel hayatıyla da ilgili birçok güzel anektod var,
ancak kitabı okumaya başladığınız andan itibaren
Zlatan’ın futbol sahasında olup biten olaylara ilgili
anlattıklarının size sayfaları çevirmeye motive
ettiğini farkediyorsunuz. Örneğin Barcelona’daki
ilk günlerini anlattığı kısımdan bir paragrafı sizlerle
paylaşalım:
“...Daha ilk başta Barcelona’nın ufak bir okul ya
da ona benzer bir kurum olduğunu anlamıştım.
İyi oyunculara sahiptiler, onlarla ilgili hiçbir
sorunum yoktu, zaten Ajax ve Inter’den takım
arkadaşım Maxwell de benimle birlikteydi. Ama
dürüst olmak gerekirse hiçbir oyuncu süperstar
gibi davranmıyordu ki bu, bana garip gelmişti.
Messi, Xavi, Iniesta, aslında bütün hepsi öğrenci
gibi davranıyordu. Dünyanın en iyi oyuncuları
antrenman sahasında toplanmış başları önde
söylenilenleri dinliyordu. Oldukça gülünç bir
durumdu. Eğer İtalya’da teknik direktör oyunculara
“zıplayın” derse, oyuncular ona bakıp ‘bu nereden
çıktı, neden zıplıyoruz ki?’ derler.....”
Böyle bir adamın biyografisinin de sıradan
olmasını bekleyemezsiniz. Kitapta Guardiola başta
olmak üzere, Hasse Borg, Malmö yönetimi, Rafael
van der Vaart, Louis van Gaal, Marco Materazzi,
Ogechi Onyewu, Lars Lagerback ve daha birçok
isim onun eleştiri oklarından nasibini alıyor ama
Zlatan hadiselerin üzerinden yıllar geçmişken geri
dönüp olayları yorumlamak yerine daha çok o
anlarda hissettiklerini anlatıyor ki kitabın insanları
kendisine bağlayan samimi havasında da bunun
büyük önemi var.
Kitap henüz Türkçe’ye çevrilmiş değil, bu sebeple
İngilizce versiyonunu internet üzerinden elde
etmeniz gerekiyor. Her ne kadar kitabın İngilizceye
çevrilmesi sırasında Zlatan’ın kullandığı bazı
kelimelerin anlamını kaybettiği söylense de genel
olarak tatmin edici bir çeviri olduğunu belirtmek
mümkün. Şu anda internet üzerinde posta
masrafları hariç 25 TL civarına bulabileceğiniz
kitap, 21. yüzyılda, yeşil sahaların en nev-i şahsına
münhasır kişiliklerinden birisinin kendisine
ayna tutmasına şahit olmak için mükemmel bir
fırsat. Küstah, megaloman, saygısız, arıza ama
aynı zamanda spektaküler, sürprizlerle dolu,
karizmatik, eğlenceli bir adamın 266 sayfalık
hikayesi.
Serkan Akkoyun
BUZDOLABINI
SÜREKLi DOLU
TUTAN ADAM
Büyüdüğümüzü anladığımızda,
hayatımızı yönlendiren her şeyin
çocukluğumuzda yaşadıklarımız
olduğunu anlıyoruz. Bu yazı da o
büyüyenlerden birisinin öyküsü…
Profil HF170
“Burada herkes birbirini tanır. Gelip sokakta öylece
duramazsınız ya da birine bir şey soramazsınız.
Karşınızdaki kişinin yaşı önemli değil.” Bu sözler bir
mahalle için söylendi. İsveç’in Malmö kentinde yer
alan Rosengard bölgesi. Çok uluslu yapısı, soğuk
ve gri havasının dışında İsveç’in en tehlikeli yeri
olarak biliniyor. Çetelerin bol olduğu, suçun kol
gezdiği mahalleleri ile ünlü. Ama yaklaşık 10 yıldır,
Rosengard denince akla tüm bunların dışında bir
isim daha geliyor: Yazının başında yer alan sözlerin
sahibi: Zlatan Ibrahimovic.
Ibrahimovic’i birçok kişi kibirli, kendini beğenmiş,
egolu hatta kavgacı, sorunlu gibi sıfatlarla
tanımlayabilir. Kendilerine göre haklı gerekçeleri de
olabilir. Zlatan’ın hayat hikâyesine baktığımızda
ise karşımıza birçok olgun insanın altından
kalkamayacağı sorunlarla, çocuk yaşta yüzleşmiş
ve bunlara karşı kendince refleksler geliştirmiş
birisi çıkıyor. Hatalar yapıyor; yaptığı hataları
kabul ediyor. Ama sorun; hata yapmaktan
hiç kurtulamıyor. Peki, her şey nasıl başladı?
Rosengard’a doğru gidelim…
Hırsız ve kabadayı
Bosna’daki savaştan kaçan Şefik Ibrahimovic,
İsveç’e sığınıyor. Sırplar, Bosnalı Müslüman
Şefik’in neyi var neyi yoksa yok etmiş. O da çareyi
anavatanını terk etmekte bulmuş. Çünkü hayatta
kalmasının tek yolu bu. Ancak yaşadıklarını hayatı
boyunca atlamamış. İsveç’e geldiğinde artık
hiçbir şeyi olmayan bir adam ve aynı zamanda bir
alkolik. Şefik bu sırada kendisi gibi göçmen olan
Hırvat asıllı Jurka Grevic’le tanışmış. Jurka’nın da
ondan farkı yok. İki yoksul, birbirlerine âşık olarak
‘bari gönüllerimizi zenginleştirelim’ diyerek yuva
kurmuş. İşte Zlatan bu yuvanın bir mahsulü.
2001’de Ajax’a transfer olana kadar Rosengard’da
babası ile birlikte apartman dairelerinde
yaşıyordu ama zamanının çoğunu annesine
ayırıyordu. Annesi ve babası ayrı yaşıyordu. İkisi
ile de arası iyiydi ancak anne-baba şefkati içinde
büyümemişti. “Evde, ‘Zlatan ödevlerine yardım
ister misin’ ya da ‘Zlatan günün nasıl geçti?’ gibi
sorular duymadım” diyordu. Büyüyünce anlıyordu,
çocukken ondan nelerin mahrum bırakıldığını.
Aslında derdi ödevlerinde yardım edilmesi ya da
gününün nasıl geçtiğinin sorulması değildi. Zira
öyle olsaydı okulda çıkardığı kavgalar ya da gün
içinde yaptığı hırsızlıkları ailesine anlatması zor
olurdu. İlkokuldaki okul müdiresi, “33 yıldır bu
okulda görev yapıyorum ve Zlatan gördüğüm en
kural tanımazlar listesinde ilk 5’e girer. Okulun
1 numaralı problem çocuğuydu. Gerçek bir
baş belası çocuk nasıl olur derseniz onu örnek
gösterebilirdiniz” diyordu. Zlatan da buna katılıyor:
“Kabadayıydım. Mental sorunlarım vardı. Zor
zamanlar geçirdim.”
Yaşadığı bölgenin geri kalmışlığı, mahalledeki
kavgalar, dövüşler, yoksulluk Zlatan’ın
çocukluğunda kişiliğini belirleyen faktörler
oluyordu. Burada, ortaokul çağına kadar ‘yakalı
gömlek’ giymiş insan görmeyen birisinden
bahsediyoruz. Belki de 6 yaşında babasının
tanıştırdığı top olmasaydı hapishanede olacaktı.
Çünkü dedik ya, ailesine anlatmakta güçlük
çekebileceği kriminal işlere de bulaşıyordu.
En büyük zevklerinden birisi bisiklet çalmaktı.
Malmö altyapısındayken idmanlara çaldığı
bisikletler ile gidiyordu. Karnını doyurmak için
de aynı çareye başvuruyordu: “Bir şeye ihtiyaç
duyduğumuz zaten markete gider ve çalardık. Bu
yüzden bisikletle iyi bir ilişkim vardı. Bir keresinde
bir postacının bisikletini çaldım. Harika bir bisikletti,
askeri bir şeydi.”
O dolap hep dolu olacak
Hırsız ve kabadayı Zlatan evde ise ailesine bağlı
ancak mesafeli bir ilişki izliyordu. Babası ona
futbol konusunda çok destek veriyordu. Babası
alkol konusunda her ne kadar sorunlar yaşasa ve
Zlatan’ı birçok şeyden mahrum bıraksa da ona
asla kin ya da nefret duymuyordu: “Bir keresinde
çocukken biraz para biriktirmişti. Bu parayla bana
IKEA’dan yatak aldı. Ama taşıma için ödeyecek
parası kalmamıştı. Beraber gittik ve eve kadar biz
taşıdık. O zaman bu benim için fantastik bir şeydi.
Bir defasında da takımla kampa katılabilmem için
bana bütün parasını verdi. Evin kirasını ödeyemedi
ama beni o kampa gönderdi.”
Zlatan’ın babası ile ilişkisini belirleyen isim
aslında ağabeyiydi. Kız kardeşi Sanella, üvey
kız kardeşleri Monika ve Violetta, küçük erkek
kardeşi Alexander’ın yanı sıra onun için en farklı
isim abisi Sapko olmuştu. 40 yaşında hayata
gözlerini yuman Sapko, babası ile ondan daha
yakın ilişki içerisindeydi. Zlatan babası, abisi ve
abisinin ölümünden sonra babası ile arasında
geçen konuşmayı şöyle anlatmıştı: “Abim,
babam için bir referans noktasıydı. Onlar sürekli
konuşurdu. Abim öldükten sonra babam ilk defa
benimle Bosna’daki ailesi hakkında konuştu.”
Balkan Savaş’ı babası için çok şey ifade etse de
Zlatan bu konuyla ilgili hiçbir bağ hissetmiyordu.
Ailesi onu babasının eski öykülerinden ve savaş
hikâyelerinden korumuştu. Çocukken bazı
günler -ki bunlar anma törenleriydi- annesinin
ve kız kardeşlerinin neden simsiyah giyindiğini
anlayamıyordu. Bunu bir moda akımı olarak
düşünüyordu.
Okul kitaplarında anlatılan türden bir aile değillerdi
ama büyük trajediler de yoktu evlerinde. “Evde
bira seansları, Yugoslav müzikleri, Balkan savaşına
dair bir şeyler olurdu. Başka da bir şey yok” diyen
Zlatan’ın en büyük derdi ise boş buzdolabıydı.
Çocukluğunda ne zaman dolabı açsa boş görmesi
onun için adeta hayatta neden kazanması
gerektiği mesajını veriyordu. Belki de henüz
18 yaşında başlayan kariyeri boyunca sadece
buzdolabını doldurmak için çalışmıştı: “Evdeki tek
prensibim budur. Eşime sadece bunu yapmasını
söylerim; ‘Buzdolabını sürekli dolu tut’ Dünyadaki
her insan buzdolabını açınca istediği her ne ise onu
alabilmeli. Çünkü dolabı açtığınızda boş görürseniz;
bu çok zor bir şeydir. Açlık dünyadaki en kötü
durumdur.”
‘Zlatan, ne yaptın sen?’
Açlıkla sınanan bir çocukluk, sokaklarda kavgalar
ve suçla dolu geçen bir erken gençlik. Zlatan’ın
öğrenmeye, okula, etrafını tanımaya ayıracak
vakti yoktu. Bir an önce para kazanmalı, hayat
standardını yukarı çekmeliydi. Malmö’de oynadığı
dönemde hayalini, “Bir Diablo. Lamborghini
marka arabanın Diablo modeli. Mor renkte ve
metalik. Evet, hayalim bu…” diyerek anlatıyordu.
Göçmenlerden kurulu FBK Balkan takımında
başlayan altyapı kariyerini Malmö’ye taşıyor ve
1999’da henüz 18 yaşında A Takım formasını da
sırtına geçiriyordu. Sadece 2 sene yetti. Herkes
Zlatan’ın nasıl bir futbolcu olduğunu anladı.
Takım arkadaşlarından birisi, “Bazen çok boş
pozisyonda olsak da bize pas vermiyor. Bencil
oynamayı seviyor. Ama çoğu zaman sonunda
gol atıyor” diyerek anlatıyordu onu. 2001’de
ise Ajax’ın teklifine evet diyordu. Rosengard’ın
hırsız kabadayısı 8 milyon euro bonservis bedeli
ile Ajax’a gidiyordu. Annesi onun bu transfer
haberini gazetede gördü. İsveççesi iyi olmadığı
için anlamadı ne yazdığını. Gazeteyi alıp koşarak
eve geldi. “Ne yaptın sen. Neden gazetelerde
fotoğrafın var?” dedi. Zlatan ise, “Ajax’a
transfer oldum. Hollanda’nın en büyük futbol
takımı.” cevabını verdi ve kazandığı, kazanacağı,
kazanacakları paradan bahsetti. O ana kadar
annesine artık çalışmaması gerektiğini,
kendisinin ona bakabileceğini söylüyor ancak ikna
edemiyordu. Şimdi eline hem Diablo’yu alabilecek
hem de annesini çalışmamasına ikna edecek
kadar para geçmişti. Malmö taraftarlarının
‘Superzlatan’ı Ajax’a attığı imzadan sonra büyük
bir yıldıza dönüşüyordu.
İsveç’i tanımıyor
Zlatan’ın futbol kariyerini Ajax’ta bırakalım
ve biz onun hayatına geri dönelim. Ajax’tan
sonra neler yaptıklarına dair bilgilere ulaşmak
zor değil; İtalya, İspanya, Fransa. Toplamda
5 ülke kazanılan 11 lig şampiyonluğu! Özetle;
gittiği her takımda şampiyon oldu. Ancak aynı
başarı seviyesine milli takım ile ulaşamadı.
Bosna kökenliydi, annesi Hırvat’tı ama o doğup
büyüdüğü ve vatandaşı olduğu İsveç için
oynuyordu. Yalnız sadece oynuyordu. Hiçbir şey
hissetmiyordu: “Çocukken İsveç milli takımını
izlemedim. Aslında o zamanlar onları hiç
izlemezdim. Brezilya’yı seviyordum. Farklı şeyler
yapıyorlardı. Topa farklı dokunuyorlardı. Sanki bir
hokey maçında pakı sürer gibi. Büyüleyiciydiler.”
Sadece futbol anlamında değil, sosyal ve kültürel
anlamda da İsveç’e uzaktı: “Hayatımda ilk defa
İsveç filmi izlediğimde 20 yaşımdaydım. İsveç’in
önemli tarihi kişileri kimdir bilmiyordum. Ne
sporcularını ne de yıldızlarını tanımıyordum.”
Sanılmasın ki bunlardan yoksulluk nedeniyle
mahrum kaldı, hayır! Onlar Rosengard’da İsveç’in
bambaşka bir yüzünü yaşıyorlardı. Mahallerinde ya
da komşu sokaklarda yerli İsveçli yoktu. Somalili,
Türk, Yugoslav, Polonyalı, Kuzey Afrikalılar vardı.
Evde ise ailece Amerikan filmleri izliyorlardı.
Özellikle Bruce Lee ve Jackie Chan’in filmleri. Belki
de bu yüzden gençliğinde tekvandoya merak
salmış, siyah kuşak bir tekvandocu olmuştu.
Aynı zamanda babası geceleri Muhammed Ali ve
George Foreman’ın boks maçlarının videolarını
izliyordu. Kavgacı bir çocukla izlenebilecek en
güzel şeyler değil mi? Pedagojik bir vaka’ adan
söz etmeyeceğim ancak Zlatan’ın şu sözlerini de
sizlere aktarmadan geçemeyeceğim. Kararı siz
verirsiniz:
“Benimki gibi geçmişe birisinin başarılı olması
çok zordu. Mesela bir keresinde altyapıda takım
arkadaşıma kafa attım. Çok sinirli bir genç
adamdım. Beni takımdan kovmak için dilekçe
imzalamışlardı. Çok hatalar yaptım.”
Dışarıda Zlatan evde baba
Kendisi sorunlu bir çocukluk yaşasa da elindeki
imkânlar sayesinde çocuklarına iyi bir hayat
ve ağzına kadar dolu bir buzdolabı sunmaya
çalışıyor. 2005 yılında Juventus forması giyerken
eşi Helena ile tanıştı. Kendisinden 11 yaş büyük
olmasına rağmen dönemin ünlü mankenlerinden
Helena’ya ilk görüşte âşık oluyordu. Helena
içinse Zlatan ilk başlarda, ‘Hızlı arabası olan,
altın saat takan, gürültülü müziklerle dans
eden sefil bir Yugoslav’dı. Helena’nın, Zlatan’ı
beğenmemesi normaldi çünkü o İsveç’in
güneyinden, Lindesberg’dendi. Burası İsveç’in
tarihi kentlerinden birisi ve bu olgun sarışın da
İsveç’in elit mankenlerinden hem de hatırı sayılır
ailelerinden birisinin kızıydı. Ancak hayatta neyi
istediyse elde eden Zlatan, Helena’ya da kendisini
kabul ettiriyordu. Helena öylesine âşık olur ki, ona
bir kadehle şarap nasıl içilirden çatal, bıçak nasıl
kullanılıra kadar her şeyi öğretiyordu. Tabiri-i caizse
Helena, Zlatan’a adam eder. 2 de çocukları olur:
Maxilimilian Ibrahimovic ve Vincent Ibrahimovic.
Zlatan için çocuklarının disiplini çok önemli.
Onların, kendisinin şöhreti nedeniyle şımarmalarını
istemiyor. ‘Asla geldiğim yeri unutmadım’ diyerek
her fırsatta çocukken yaşadığı zorlukları hatırlıyor
ve çocuklarının hayat denen bu yolda adım
adım yürürken karşılarına çıkacak engelleri nasıl
aşmaları gerektiğini bilmelerini istiyor: “Benim için
disiplin ve saygı her şeydir. Çocuklarım 18 yaşına
geldikten sonra kendi kararlarını verebilirler. Ancak
o zamana kadar benim kontrolümdeler ve benim
kurallarım işler. Ibrahimovic’in kim olduğunu
anlamaya başladıklarında da onların babaları
olduğumu bilmelerini istiyorum. Bilirsiniz işte bana
‘Zlatan’ denmesi... Ben onlar için bir fotoğraf olmak
istemiyorum. Bazen şaka bile olsa bana Zlatan
diyorlar ve bundan hoşlanmıyorum. Bana kesinlikle
baba demeliler. Mantıklı olan bu. Menajerimle
kulübe gittiğimde tamam, Zlatan Ibrahimovic’im
ama eve geldiğimde babayım, %100 o ailenin bir
parçasıyım. Zlatan olmak istemiyorum.”
Belki de o da sıkıldı kendisine biçtiği rolü
oynamaktan ve ‘gerçek’ haline bürünmek için eve
adım atmayı bekliyor. Belki de futbol dünyasının
Abuzer Kadayıf’ı, Zlatan Ibrahimovic’tir.
Son söz
Zlatan için son sözü çocukluğumu tekrar
bölümleriyle de olsa şenlendiren Cosby Ailesi
dizisinin yazarlarından ve aynı zamanda başrol
oyuncusu olan William Henry Cosby JR. Nam-ı
diğer Bill Cosby’ye bırakıyorum:
“Başarının sırrını bilmiyorum ama başarısızlığın
yolu herkesi memnun etmeye çalışmaktan geçer.”
MEDYADAKi ZLATAN
“Kendimin ne kadar mükemmel olduğunu
düşününce gülesim geliyor.”
“Eğer tekvandoyu seçseydim muhtemelen şu anda
birkaç Olimpiyat madalyam olurdu.”
“Beni satın alıyorsanız bir Ferrari alıyorsunuz
demektir. Eğer bir Ferrari alıyorsanız deposuna en
iyi benzini koyarsınız, otobana çıkıp gazı köklersiniz.
Guardiola ise depoya dizel koyup patikada spin
atıyordu. Bir Fiat almalıydı!”
“Arsene (Wenger) bana ünlü kırmızı-beyaz formayı
verdi, arkasında 9 numara Ibrahimovic yazıyordu ve
ben o kadar mutlu olmuştum ki formayla fotoğraf
bile çektirmiştim. Bana gerçekten ciddi bir teklif
yapmadı, daha çok ‘Senin ne kadar iyi olduğunu,
ne tür bir oyuncu olduğunu görmek istiyorum. Bir
deneme yapalım’ der gibiydi. İnanamıyordum,
aklımdan şu geçiyordu: ‘ASLA, ZLATAN DENEME
YAPMAZ’.”
“Kaleci dahil 11 pozisyonda da oynayabilirim çünkü
iyi bir oyuncu her yerde oynar.”
“Şu anda Paris’te benim için bir apartman
bakıyoruz. Eğer bulamazsak oteli satın alacağım
herhalde.”
“İsveç stili? Hayır. Yugoslav? Tabii ki hayır. Zlatan
stili olmalıydı!”
“Carew’in futbol topuyla yaptıklarını ben bir
portakalla bile yaparım.”
“Sakatlanmış bir Zlatan her takım için ciddi bir
sorundur”
“Eşime hediye mi? Hiçbir şey almayacağım, o zaten
Zlatan’a sahip.”
“Fransa’daki oyuncular hakkında pek bir şey
bilmediğim doğru ama onlar kesinlikle benim kim
olduğumu biliyorlar!”
Zlatan: “Kimin turu geçeceğini sadece Tanrı bilir.”
Muhabir: “Ona sormak biraz zor.”
Zlatan: “Zaten kendisiyle konuşuyorsun.”
Taktik Analiz HF170
Bahadır Bozkurt
ZLATAN VARSA
HERŞEY TAMAM
Onun konuşulmasını sağlayan medyayla diyaloğu ve spektaküler golleri bir yana
Ibrahimovic’in komple bir forvet olduğu su götürmez bir gerçek. Uzun boylu, hava
toplarına hakim, teknik ve gerektiğinde bir sahte 10 numara. Daha ne istersiniz…
Futbol zamanla beraber evrilerek başka bir yere
doğru gidiyor. Şimdilerde Marsilya’nın teknik
patronu olan Marcelo Bielsa futbolcular yerine
robotları oynatma şansı olsa hiç yenilmeyeceğini
düşünenlerden. Bielsa’ya dair bu delice/dahice
fikir Emre Çelik-Kaan Kavuşan tarafından
Hayatım Futbol’un 147’inci sayısında uzun uzadıya
tartışılmıştı. Bielsa’nın bu fikrinin rasyonel
anlamda gerçekleşmeyecek bir ütopik düşünce
olduğunu düşünsek de futbol geçirdiği evrim
sonrasında bugün daha biyonikleşen, daha hızlı
bir oyun haline dönüşmüş durumda. Artık her
futbolcu daha çok efor sarf etmeli ve oyunu iki
yönlü oynamak zorunda. Bu değişimin en büyük
temsilcisi olan Pep Guardiola’nın Barcelonası
uzun süren bir projenin mevyesi olarak “uzay
futbolunun” öncüsü olmuştu. Oyunun geçirdiği
evrim elbette futbolcuları da değiştirmek
zorundaydı, Lionel Messi ve Cristiano Ronaldo
gibi daha süratli, dengeli ve güçlü oyuncularla
makineleşen futbol yapısının yeni bir yöne doğru
gittiğini izlemekteyiz. Ve bu gelişimin son 10 yıl
içerisinde büyük bir atılım yaptığını söylemek
güç değil. Modern orta saha oyuncuları Pirlo’dan
Pogba’ya doğru evrilirken, oyunun gelişimini
kaleciler de dahi -Neuer örneğinde olduğu gibigörmek güç değil. Eski pivot santraforlardan
2000’li yılların başında oynayan Jan Koller’i ele
alırsak, uzun boylu fiziğinin yanında iyi ayaklara
sahip hantal yapıda bir isim iken şimdilerde
Zlatan’la bu mevkiinin de gelişimini görebiliriz.
Ibrahimovic’in en önemli silahlarının başında
teknik anlamda üst düzey bir futbolcu olması
geliyor. Takımın hucüm varyasyonları içerisinde
pas dağıtabilen ve çevresel görüşü çok yüksek
bir futbolcu olması onu sadece topun atılığı
duvar olan bir forvetten daha çok sahte bir on
numaraya çevirebiliyor. Bu özelliği onu sadece
hava toplarında güçlü bir figür olmak yerine
oyun içerisinde takımın hücum aklına katkı
sağlayan özel bir oyuncu olmasında en büyük
etken. Çocukluğunda heves ettiği tekvando
sporu sayesinde estetik vuruşlar yapabilmesinin
aynı zamanda topun şiddetini ayarlarmasındaki
en büyük nedenlerden biri olduğunu kendisi de
dile getiriyor. Güçlü vucüt yapısı onunla eşleşen
stoperler için tam bir bela. Statik bir forvet
olmaması, kendisine alan açmak için yaptığı
koşular, ceza sahası içi ve dışında topla buluşmalar,
defansif zaaflara yer açabiliyor. Eskiden stoperlerin
kucağına oturan pivot santraforlar hava topu için
mücadele ederken, şimdilerde taç çizgisine kadar
gidip oyunu açan çilingir bir modeli oluşturabiliyor.
Her forvet biraz bencildir. Gol atma isteği kimi
zaman takımın çıkarlarıyla çatışmak pahasına
bastıralamayacak seviyeye gelebilir. Zlatan da
bu “virüsün” taşıyıcılarından. Hatta bu “virüs”,
Zlatan’ın Şampiyonlar Ligi kupasını kaldırmak
istediği için gittiği Barcelona’da başına bela oldu.
Guardiola felsefesinin kaleye neredeyse yürüyerek
giren forvet tipi olması, İsveçli golcünün oyun
felsefesiyle ters düştü. Gol atmak için yakaladığı
pozisyonlarda oyunu devam ettirmeyip kaleye
yönelmesi Guardiola ile arasındaki en büyük
problemdi. Guardiola Zlatan’ın bu hastalığını
yenemeyeceğini düşündüğü için takımdan
uzaklaştırdı. Modern takım oyununda Zlatan gibi
sadece oyunun tek yönünü düşünmesi Barça
kariyerini sekteye uğratan tek, fakat en önemli
nokta. Özellikle PSG kariyeri ile birlikte önce
attığı gollerle kendini ispat eden İsveçli yıldız,
takım oyununa daha fazla katkı vermeye başladı.
PSG’nin aşama kaydedebilmesi için hucümdaki
defansif etkinliğini daha önce oynadığı takımlara
göre arttırdığını istatistiklerden de görebiliyoruz.
İkili mücadele kazanma, rakip sahada etkinliğini
artırtma gibi silahları donanmaktan geri durmadı.
İsveç Milli Takımı’nda ise durumlar biraz daha
farklı. Kulüp kariyerinde oynadığı tüm liglerde
şampiyonluk kupasına öpücük kondurmayı
başaran bir “winner” iken, İsveç Milli
Takımı’nda kadro kısıtlı olması nedeniyle iyi
bir lider konumunda. Liderlik özelliği egosuyla
birleştiğinde sahanın ortasında arkadaşlarına
fırça çeken eli sopalı, öğretici bir profil ortaya
çıkıyor. Zlatan’ın bu imajı bir zamanlar İsveç
basını tarafından çok eleştirilse de, sahada
oynayan arkadaşları, konuyu Zlatan’la oynamanın
sorumluluğu olarak ele alıyor. Zlatan gibi figüre
sahip olmak İsveçlilerin gurur kaynağı. İsveç Milli
Takımı 94 Dünya Kupası’ndaki altın jenarasyonu
yakalamanın ne kadar güç olduğunu bilse de
Ibrahimovic gibi bir yıldızın varlığı bu özlemi biraz
olsun dizginlemiş durumda.
Gelişen futbolda, Ibrahimovic de bir yapı taşı. Artık
oyun içerisinde daha hızlı olmak, teknik anlamda
daha üst seviyelerde olmak pivot santraforların
en büyük ilkesi. Bunun yanında liderlik vasfını
oyun içerisinde ortaya koymak ve defansif
anlamda yapacakları katkı bu tip oyuncuları elit bir
kategoriye çıkartacak. Bu yolun yolcusu olan Diego
Costa, Ibrahimovic’ten bayrağı teslim alacağa
benziyor. Portekiz ve İspanya’da mutlu sona
uzanan Brezilyalı oyuncu şimdilerde İngiltere’de
kupayı kucaklayacak muhtemel takımın önemli bir
parçası. Costa için soru şurada başlayacak Zlatan
kadar uzun soluklu bir “winner” olabilecek mi?
Profil HF170
Emre Çelik
OYUNCUYU PARAYA DÖNÜŞTÜREN ADAM
MINO RAIOLA
Zlatan Ibrahimovic denince akıllara ilk gelen isimlerden biri de hiç şüphesiz en az Ibra
kadar kibirli ve nevi şahsına münhasır Mino Raiola
“Üzerime deri Gucci marka ceketimi giydim. Kaba
biriymişim gibi bir imaj bırakmaya niyetim yoktu.
Altın saatimi taktım ve Porsche’umu da tam
restoranın önüne park ettim.” Zlatan Ibrahimovic
önce o dönem aynı takımda oynadığı Maxwell’in
aracılığıyla kendisiyle görüşme ayarlamak isteyen
fakat telefonda dahi anlaşamadığı, sonunda
araya gazeteci Thijs Slegers’in araya girmesiyle
kabul ettiği Mino Raiola ile yapacağı ilk buluşmayı
kitabında bu sözlerle anlatıyor. “Bu adamın
temsilci olması gerekmiyor muydu? Kot ve t-shirt
giymiş, kocaman bir göbeği olan biri. Kim bu herif?
Böyle göbeği olan futbolcu temsilcisi olabilir mi?
Peki ne mi sipariş etti? Avokado ve karides ile
birlikte suşi mi? Hayır, masaya bir yığın yemek geldi.
Beş kişiye yetecek kadar. Ve hepsini bir anda mideye
indirdi.”
Raiola, 2003’teki ilk buluşmalarında
Zlatan’ı sadece kodaman görüntüsü ve
Amsterdam’daki Okura Hotel’de sanki 1 haftadır
aç yaşıyormuşçasına yemeklere saldırmasıyla
etkilemeyecekti. Zlatan daha ilk şaşkınlığını
atlatamadan “Masaya üzerinde isimler ve
numaralar olan bir A4 çıkardı. Christian Vieri 27
maçta 24 gol, Inzaghi 25 maçta 20 gol… ve Zlatan
Ibrahimovic 25 maçta 5 gol. Ardından da can alıcı
soruyu patlattı ‘Sence bu istatistiklerle seni satabilir
miyim? Çok klas olduğunu düşünüyorsun, değil mi?
Saatin ve Porche’un ile insanları etkileyebileceğini
düşünüyorsun ama etkileyemezsin. Bence hepsi
değersiz şeyler. Bana şunun cevabını ver; Dünyanın
en iyisi olmak ve daha fazla kazanmak istiyor
musun?’ Evet deyince de ‘Dünyanın en iyisi olursan
diğerlerini zaten kazanacaksın. Fakat paranın
peşinde koşarsan hiçbir şey elde edemeyeceksin.
Biliyorsun değil mi?’ Düşün ve bana kararını
bildir. Fakat şunu da unutma. Benimle çalışmak
istiyorsan söylediklerimin hepsini yapmak
zorundasın. Arabalarını, tüm saatlerini satmak ve
şu ankinden üç kat daha fazla çalışmak zorundasın
çünkü istatistiklerin b*k gibi.”
Ibra-Raiola ortaklığı, İsveçli oyuncunun ifadeleriyle
bu şekilde başladı. Raiola olmadan da Ibrahimovic
belki adından söz ettirebilirdi ama şu anki
konumuna gelebilir miydi bilinmez. Belki de
Raiola’nın dediği gibi adından söz ettirmesine
rağmen anca orta sıra bir Premier League
takımının yolunu tutardı. Bu açıdan düşününce
Ibrahimovic için Raiola’nın önemini “kariyerine
gerçekten start veren adam” şeklinde tanımlamak
çok da yanlış olmaz. Ki Ibra, anlattığı bu diyaloğun
ardından da işlerin güllük gülistanlık gitmediğini,
ekstra çalışmaya başlamasına rağmen Raiola’nın
sürekli şikayet edecek bir şeyler bulduğunu
belirtiyor. Ama Ibra, “harika şişko aptal” diyerek
tanımladığı Raiola ile sonunda aynı frekansa
ulaşıyor. Gerisi zaten herkesin malumu. Fakat
bu hikâyenin ana kahramanı Ibrahimovic değil
Carmine “Mino” Raiola.
1967’de Nocera Inferiore’de doğmasına rağmen,
Raiola ailesinin, hemen akabinde Hollanda’nın
Haarlem kentine göçü Mino’nun da kaderini
çizecektir. Mekaniker olan baba Raiola, ardından
küçük bir sandviç dükkanı açar ama sermaye
büyüdükçe küçük dükkan önce bir pizzacıya
döner. Raiolaların pizzaları tuttukça da restoran
gittikçe lüks, üst kesimin uğrak noktası gelir.
Tıpkı her cuma restorana uğrayan HFC Haarlem’in
başkanı ve eşi gibi. Ticareti restoran için İtalyan
firmalarıyla yapılacak anlaşmaların pazarlıklarını
yaparak öğrenen Mino Raiola, aslında futbola da
savunma oyuncusu olarak Haarlem’in altyapısında
oynayarak giriş yapmıştır. Ama her buluşmadan
“Sen futboldan hiç anlamıyorsun” dediği kulüp
başkanı genç Mino Raiola’ya “Tamam gel
altyapının başına geç” dediğinde Mino henüz
19’undayken kendini tam anlamıyla futbolun
içinde buldu. Yıllar sonra koltuğa oturduğu gün
için “Olmayan parayla takımı geliştiremeyeceğimi
fark ettiğimde çok kötü hissetmiştim” diyecekti.
Nitekim Haarlem’de çok kalmadı ve Rob Jansen’in
Sport-Promotion’una kapağı attı. Fakat o yıllarda
bu işin babaları Gullit’i Milan’a götüren Coster Cor
ve Appolonius Konijnburg’dü. Raiola’nın piyasadaki
ilk kayda değer hamlesi Sport-Promotion’a bağlı
Dennis Berkgamp’ı 1991’de en sevdiği kulüp olan
Napoli’ye önermek oldu. Corrado Ferlaino’yu arayıp
dönemin parasıyla 700 milyon lire’e transferin
gerçekleşeceğini belirtmişti ama Napoli’den
resmen “Berkgamp da kim?” yanıtını aldı.
Raiola için bu olmayan transferin önemi, bu işte
duygusallığa yer olmadığını anlaması olmuştu
ve intikamını da 1993’te, sadece iki sene sonra
Napoli’nin Dennis Berkgamp için Inter’den daha
fazla para koymasına rağmen yaklaşık 18 milyar
lire’e oyuncuyu Inter’e göndererek aldı.
Raiola, Sport-Promotion’da çok durmadı. 1996’da
Euro 96’dan hemen sonra PSV ile anlaşan Pavel
Nedved’i adeta Hollanda ekibinin elinden çalıp
Çizme’ye transferini gerçekleştirdi. İlk bağımsız
transferiyle hem Nedved’i Lazio tarihinin en
pahalı oyuncusu yaptı hem de kendi ününü
biraz da lâkaplarından biri olan “mafya”yı hak
edercesine artırmayı başardı. İşin garip yanı,
Raiola kağıt üzerinde Pavel Nedved’in menajeri
bile değildi. Raiola oyuncuyu mutlu etmesini
biliyordu, başta Ajax ve İtalyanlar olmak üzere
kulüplere kazandırıyordu ve hepsinden de
önemlisi kendisi de kazanıyordu. Nedved’i
2001’de Juventus’a rekorla gönderirken de kağıt
üzerinde yine Nedved’in temsilcisi değildi ama
bu transfer gündeme geldiğinde Lazio, Juventus
ve Nedved’den sonra akıllara ilk gelen Raiola’dan
başkası değildi. İşler öyle bir hal aldı ki başı sıkışan
kulüp, hatta teklifler karşısında ne yapacağını
şaşıran oyuncu temsilcileri bile Raiola’yı arayıp
“Şu işe bir el atsana” diyordu. Tıpkı Maxwell’e 8 yıl
gayriresmi temsilcilik yaptığı, 2010’da İspanya’ya
dönmesi kuvvetle muhtemel karşılanan
Robinho’nun temsilcisi olmamasına rağmen alıp
Milan’a imza atmasını sağladığı gibi.
Raiola işin sırrını “oyuncuyu mutlu etmek en
önemli faktördür” diyerek açıklıyor. Nedved
konusunda Moggi ile neredeyse 10 sene boyunca
tek bir kelime bile konuşmadığını ama konu “iş”
meselelerine gelince masaya koşarak oturduğunu
anlatıyor. Tıpkı Ibra’yla buluşmadan önce Ibra’nın
“artist” tavırlarından sonra kallavi bir laf savurup
“seninle mi uğraşacağım” dediği ama ardından
o buluşmayı bir şekilde ayarladığı gibi. Ve doğru
zamanda transferden kaçmamaya… “Napoli,
ben satalım dediğimde Hamsik’i elden çıkarsaydı
en az 60-70 milyon euro kazanırdı. Şu an o
paraların yanına yaklaşamaz” ve “Bence bir oyuncu
takımdan ayrılmak istiyorsa uzatmanın alemi yok.
O oyuncuyu satmak gerek. Devam etmesinin ne
takıma ne de kendisine faydası dokunur” sözleri
Raiola’nın yaklaşımını açıkça ortaya koyuyor.
Bu arada belirtmek şart; Hamsik de Raiola’nın
oyuncularından birisi değil ama menajeri “ben
artık ne yapacağımı şaşırdım” deyip Raiola’yı
arayanlardan. Ne Napoli ne Hamsik’in temsilcisi ne
de Raiola kazanamadı ama kaybeden belki de ‘o
son adımı atmayı başaramayan’ Hamsik oldu. Tabi
bunları söylese de isminin nasıl telaffuz edildiğini
soran gazetecilere “Bana para verdikten sonra ne
dediğinizin hiç önemi yok” diyen birinin gerçekten
oyuncuyu düşünüp düşünmediği de sonuna kadar
sorgulanabilir.
“Bay %5”, PSG ile yaptığı “efsanevi” sözleşmenin
ardından son dönemde Ibrahimovic ile değil
daha çok Pogba ve Balotelli ile gündeme geliyor.
Ibrahimovic’in Inter’de oynadığı dönemde keşfedip
Raiola’ya yönlendirdiği, “Bay %5”in de “sana
üç Ballon d’Or kazandıracağım” dediği Balotelli.
Fakat her ne kadar inatçı ve mafyavari bir imaj
çizse de Raiola güne adapte olabilenlerden.
Belki de onu başarılı kılan en önemli faktör bu.
Yıllarca savunmasına karşın “Artık 24 yaşında.
Tecrübesizliğin, gençliğin arkasına sığınabilecek
durumda değil. Liverpool’da da olmazsa bir
daha büyük kulübe transfer yapamaz. Liverpool
bu açıdan Mario’nun son şansı” sözlerini açıkça
söyleyebiliyor. Belki de Balotelli’nin “bir türlü
tutmaması” çıkıp hemen hemen her gün Salvador
Dali portresine benzettiği Pogba hakkında
konuşmasının tek sebebi. “Juve Şampiyonlar Ligi’ni
kazanmak istiyorsa Pogba’yı takımda tutmalı
ve ardından Ajax’tan Kishna’yı, Everton’dan
Lukaku’yu, Elche’den Jonathas’ı almalı” ile yaptığı
zamanında beceremediği futbol direktörlüğü
değil, elbette oyuncularını piyasa yapıp bir yandan
da kulübe gözdağı vermek. Lukaku ve Kishna’nın
temsilcisinin Raiola olduğunu söylemeye heralde
gerek yok. Gerçi Jonathas örneğinde olduğu gibi
Raiola’nın bir oyuncudan kâr etmesi için o ismin
resmi temsilcisi olmasına da gerek yok
Raiola “Bu iş yorucu. Sabahın köründe uyanmak,
yıl boyunca 300 gün seyahat etmek zorunda
kalıyorum. Hayalim bir futbol takımı alıp kendi
işimi yapmak” dese de görünene göre Pogba’nın
ve elindeki birçok genç yıldızın ekmeğini yemeden
bu işi bırakacağını düşünmek saflık olur.
Anlayacağınız birçoklarına göre sert, patavatsız,
eski kafalı Raiola’nın dâhil olduğu haberlere uzun
yıllar daha şahitlik edeceğiz. Ha, futbol kulübü
kurmak temsilcilikten daha karlı bir hal alırsa o
başka!
*Ağırlıkla Paolo Crecchi’nin Raiola ile yaptığı
röportaj ve Martin Domin’in Daily Mail’e yazdığı yazı
kaynak olarak kullanılmıştır.
Burak Sağlam
Türkiye HF170
EGE’DE SULAR ISINIYOR!
Bir zamanlar Süper Lig’de mücadele etmiş üç Ege takımı Bucaspor, Denizlispor ve Manisaspor
şimdilerde PTT 1. Lig’de düşmeme mücadelesi veriyor. Durumları hiç de iç açıcı değil!
Ege’de sular bu kez it dalaşı için değil, Birinci
Lig’den düşme korkusu nedeniyle ısınıyor. Üç
sezon art arda Süper Lig’e veda eden üç Ege
takımı Bucaspor, Manisaspor ve Denizlispor 25’inci
haftasını geride bıraktığımız PTT 1. Lig’de, ligin
dibine demir atan Orduspor’un üstünde 15’inci,
16’ncı ve 17’nci sırada yer alıyor. Son dokuz hafta
öncesi Orduspor ile oynayacakları maç dışında
hiçbir maça favori olarak çıkmayacak olan üç ekibin
yakasını bırakmayan yönetimsel beceriksizlikler
ve maddi sıkıntılar, bu sezon onları nakavt etmeye
çok yaklaştı. Peki kulüpler bu duruma nasıl geldi?
Tzvetan Genkov
attığı 8 golle
takımını kümede
tutmaya çalışıyor.
Denizlispor’un
diğer
oyuncularından
3 gole ulaşan bile
yok.
Denizlispor
Denizlispor taraftarlarının söylediği popüler
bestelerden biri “Simsiyah gecenin ardından
yemyeşil umutlarım doğar” cümlesiyle başlıyor.
Süper Lig’den düşmek için istikrarlı bir şekilde
olumsuz performans çizen Denizlispor, aynı
sahneyi PTT 1. Lig’de de sergiledi. Ligdeki ilk dört
sezonunda olduğu gibi, bu sezon da taraftarlarına
güzel günler geçirtemeyen Horozlar, karanlığa
doğru gitmeye devam ediyor. Yeşil-siyah tablonun
yeşili tükenmek üzere, siyaha direnmeye çalışıyor.
Biraz eskiye dönelim. 1999/2000 sezonunda
Ersun Yanal ile Süper Lig’e çıkan yeşil-siyahlılar,
2002-2003 sezonunda UEFA Kupası’nda önemli
ekipleri eleyerek dördüncü tura kadar yükselmişti.
2005’e kadar her şeyin güzel gittiği Denizlispor,
2005-2010 arası ise bir sezon dışında kötü
sezonlar geçirdi. Kötü geçen senelerde Denizli
adına en güzel şeyi belki de Kratochvil’di. Süper
Lig’de 2008/09 sezonunun devre arasında
gazetelerde yer alan bir haberde, “Denizlispor’un
teknik direktör Ümit Kayıhan’ın almak istediği
yabancılara kontenjan açmak için Roman
Kratochvil’in sözleşmesini feshettiği” yazıyordu.
Birçok maçta kurtarıcı olan, kaptanlığa kadar
yükselip oyuncular yetiştiren ve Türkiye’de pek
rastlamadığımız bir durum olarak yaklaşık sekiz
sene giydiği Denizli formasıyla 200 üzeri maça
çıkan Slovak oyuncu komik bir nedenle takımdan
gönderilmişti. O sezon takım üçlü averajla ligde
tutunmayı başarmıştı. Devre arasında takımdan
gönderilen ve Konyaspor’a imza Kratochvil’in,
sezonun ilk yarısında Konya deplasmanında yeşilsiyahlı formayla 85’te skoru 1-1’ getiren golü; sezon
sonunda eski takımı Denizlispor’u ligde tutmuş,
yeni takımı Konyaspor’u ise küme düşürmüştü.
Onu takımdan gönderen Ümit Kayıhan ise
sezonun ikinci yarısında oynadığı ilk iki maç sonrası
çoktan görevden alınmıştı bile…
Ertesi sezon Denizlispor berbat bir ilk yarı
performansı sergiledi. Devre arası bazı transferler
yapıldı. Bu transferlerden biri de Youla’ydı.
Denizlispor tarihinin en önemli olayı olan UEFA
Kupası’nda elde edilen başarının mimarı Rıza
Çalımbay’a “sahtekar” dediği için mahkeme
tarafından cezaya çarptırılan Youla, Denizlispor’a
kurtarıcı olarak gelmişti. Takım o sezon küme
düştü. Kratochvil ve Youla olayı gibi vefasızlıkların
yanında birçok yanlış karara imza atan yönetimin
uzun uğraşları sonucu Denizlispor küme
düşmüştü.
Denizlispor, Birinci Lig’de oynadığı her sezon
bir önceki sezondan daha geriye gitti. Sezon
başlarında Süper Lig hedefinden daha çok
mali problemler kulübün gündeminde oldu.
Horozlar, 2012/13 sezonunun son dört haftasında
aldığı 10 puanla ligde kalmayı başarmıştı fakat
ligin bitiminin ardından sıkıntılar gün yüzüne
çıktı. Basın toplantısı düzenleyen futbolcular
yönetimden alacaklarını isterken; o sezon teknik
ekipte yer alan eski futbolculardan Levent
Kartop, yönetimin takımın taktik düzenine dahi
karıştığından bahsediyordu.
Bu sezon başında da kulüpte öncelikli konu maddi
sıkıntılardı. Baştan aşağı değişen takımla girilen
sezona Özcan Bizati ile başlayan Horozlar, ilk
yarıda 16 maçta 16 puan topladı. Devre arası Engin
İpekoğlu başa geldi. İpekoğlu çıktığı dört maçta da
puanla tanışamayınca yerine Mehmet Altıparmak
getirildi. Buraları oynamayı iyi bilen Altıparmak
çıktığı ilk beş maçta dört puan toplamış olsa
da Denizli’nin zayıf bir kadrosu olduğunu
düşündüğümüzde, küme düşmeme yarışında
takımın en çok güveneceği isim yine o olacak.
İki hafta önce Boluspor’u yenerek sezonun ilk
deplasman galibiyetine imza atan Denizlispor’un
kalan dokuz haftada lige tutunmak için daha
fazlasına ihtiyacı olacak.
Sezon başında
Orduspor’dan
transfer edilen
Branimir Subasic
25 maçın 24’ünde
sahada olmasına
karşın sadece 3 golde
kalarak taraftarlarını
hayal kırıklığına
uğrattı. Subasic, gol
atamadığı dönemde
yönetimle konuşup
“performansından
memnun olmadığını”
söylemiş ve aldığı
peşinatı geri vermek
istemişti.
Manisaspor
Süper Lig’de 2011/12 sezonuna Kemal Özdeş
ile fırtına gibi giren Tarzanlar, ligin başlarında
yakaladığı galibiyet serisiyle 3. sıraya kadar
yükseldi. Takım daha sonra inişli-çıkışlı grafik
sergilese de ilk yarıyı 24 puanla kapadı. İkinci
yarının başındaki maçlarda alınan istenmeyen
sonuçların ardından teknik direktörlük koltuğunda
Kemal Özdeş-Ümit Özat değişikliği oldu.
Takımın başında sadece 6 maça çıkan Özat, beş
mağlubiyet yüzü görünce takım dipleri gördü.
Ümit Özat 28. hafta sonunda “kovulmadan teknik
direktör olamazsın” diyerek takıma, Manisaspor
da 32. hafta sonunda lige veda etti.
Bucaspor ile
Süper Lig’e
çıkma sevinci ve
Süper Lig’den
düşme üzüntüsü
yaşayan kaptan
Zafer Çevik’e
kalan haftalarda
çok iş düşüyor.
PTT 1. Lig’deki ilk sezonuna, Süper Lig kadrosunun
önemli bölümünü koruyarak başlayan Manisaspor
sezon sonunda 5. sırada yer aldı. Play-off
finalinde Konya’ya karşı kaybedip Süper Lig’in
kapısından dönen ekip, 2013-14 sezonunda da
yedinci basamakta yer aldı. Geçen sezon kulüpte
ekonomik sıkıntı baş gösterdi. Borç yarası, önemli
futbolcuların satışıyla kapatılmaya çalışıldı.
Altyapıdan Hikmet Balioğlu’nun satışından
gelen parayla aylardır parasını alamayan kulüp
personelinin maaşları ödendi. Sıkıntılı bir sezon
geçirileceğinin sinyalleri verilmişti.
arayacağımızı düşünmüyorum” dese de, hala
açık ara takımın skora en çok etki eden önemli
bir parçasının devre dışı kalması büyük sıkıntılara
neden oldu.
Temmuz’da sezon hazırlıklarına başlayan
Manisa’nın ilk antrenmanında 27 futbolcu
bulunurken, bu futbolcuların 21’i altyapıdandı.
Teknik direktör Tahir Karapınar “zor bir sezon
geçireceklerini” söylerken, kulüp başkanı Abdullah
Mergen aynı gün mikrofonlara şu açıklamayı
yapıyordu: “15-16 futbolcu transfer yapmayı
düşünüyoruz. Hedefimiz Süper Lig.” Başkanın
açıklamasının gerçekçilikten uzak olduğu maçlar
başladıkça ortaya çıktı. Takım Nenad Milijas ve
Nikolai Dimitrov ile ayakta kalmaya çalışsa da,
ikilinin çabaları yeterli olmuyordu. İlk yarının
sonunda takım 17 puanla düşme potasının hemen
üzerinde yer aldı. Devre arasında Çağdaş Atan
gibi bazı önemli takviyeler olsa da, Milijas’ın
Çin’e satılması Manisaspor için büyük kayıp
oldu. Başkan “Geri kalan haftalarda Nenad’ı
25. hafta geride kalırken Manisaspor 23 puanla
düşme potasında yer alıyor. Takımın sürekli
değişen kadrosu nedeniyle istikrar bir türlü
sağlanamıyor. Gol yedikten sonra demoralize
olup, çok çabuk teslim oluyorlar. Büyük umutlarla
alınan forvet Branimir Subasic birçok maçta
sahada olmasına rağmen şu ana kadar sadece
3 gol atabilmiş durumda. Son iki haftada
oynanan Karşıyaka ve Şanlıurfaspor maçlarında
futbolcular arasındaki büyük bir kopukluk
vardı ve mağlubiyetler kaçınılmaz oldu. Bir
diğer kopukluk da taraftar ile takım arasında.
Karşıyaka mağlubiyeti sonrası takımı tesislerde
protesto eden taraftarın baskısı kalan haftalarda
futbolcuların üzerinde olacak. Orduspor maçı ile
rahat bir nefes almayı uman Manisaspor’u sancılı
bir dönem bekliyor.
Bucaspor
Üç takım arasında eleştiriyi en az hak eden
takım Bucaspor. Son 10 yıla baktığımızda İzmir’in
tartışmasız en başarılı kulübü olan Bucaspor
kentten hak ettiği ilgiyi göremedi. 1997’de
başkanlığı bırakıp, altyapı ve tesisleşmenin başına
geçen Seyit Mehmet Özkan’ın önderliğinde kulüp
her geçen yıl büyüdü. İki yıl sonra görevi ayrılıp
2007’de tekrar kulübe dönen Özkan, aynı yıl
Bucaspor Futbol Akademisi’ni kurdu. 2008/09’da
2. Lig şampiyonluğu yaşayan Bucaspor, 2009/10
sezonunda o zamanki ismiyle Bank Asya 1. Lig’de
mücadele ettiği ilk yılında mütevazı kadrosuyla
sezonu ikinci tamamlayarak tarihinde ilk kez adını
Süper Lig’e yazdırmayı başardı. Başarılı hamlelerin
sonunda gelinen yerler Bucaspor’a parlak bir
gelecek vaad ediyordu. Ama öyle olmadı…
Süper Lig’e çıktıktan sonra teknik direktörlüğe
Bülent Uygun’un getirilmesi, 87 yıllık Bucaspor
tarihinin en önemli hatalarından biri oldu. 22
futbolcu gönderen Bucaspor onların yerine 23
futbolcu transfer ediyordu. Yedinci haftada
kulübü yüzüstü bırakan Uygun, kulübün hala
sıkıntısını çektiği borçlarla Bucaspor’u baş başa
bıraktı. Yönetimdeki herkes gibi bunda hatası
olan Özkan bu durumu “Gökdelen inşa etmek için
yola çıktık ancak müteahhit işi apartman yaptık”
şeklinde özetliyordu. Sağlam temellerini yok sayan
Bucaspor geldiği gibi Süper Lig’e veda etti. Hem de
cebindeki borçlarla birlikte...
bu sezon öncesi kötü haberlerle takım sarsıldı.
Bülent Uygun transferlerinden Dady’nin alacakları
yüzünden, Fırtına’ya FIFA tarafından iki yıl süreyle
transfer yasağı konuldu. Diğer yabancı oyuncuların
dosyalarıyla da kulübün ileriki sezonlarda küme
düşürülme tehlikesi yaşayacağı haberleri gündeme
yansıdı. Arka arkaya gelen kötü haberler, saha
içine de yansıdı. Sait Karafırtınalar yönetimindeki
Bucaspor sezonun ilk yarısında sadece 15 puan
toplayabildi.
Neyse ki altyapı devredeydi. O sezonu 12. bitiren
Bucaspor, sezon bitiminde borçlar yüzünden Salih
Uçan gibi yetiştirdiği bazı oyuncuları göndermek
zorunda kaldı. Salih’in transferinden gelen
paranın bir kısmının altyapıya aktarılmaması
nedeniyle S.Mehmet Özkan ile Bucaspor
Başkanı Mehmet Bektur’un arası açıldı ve Özkan
kulüpten ayrıldı. Eski oyunculardan Mehmet
Batdal’ın da geri geldiği 2012/13 sezonunu beşinci
tamamlayan Bucaspor, play-offlarda Süper Lig
hedefine ulaşamadı. Geçtiğimiz sezonda düşme
korkusunun uzağında orta sıralarda kapatan
sarı-lacivertliler, Süper Lig sonrası bodoslama
düşüş yaşayan bazı takımlar gibi olmamıştı fakat
İkinci yarıya Mustafa Bahadır ile başlayan İzmir
ekibi 25 hafta sonunda 24 puanla düşme hattının
bir puan üzerinde bulunuyor. Atılan 27 golün
14’ünde İskender Alın’ın imzası var. Bucaspor
ikinci bir skorer bulmakta zorlanıyor. Ömer
Kahveci ve Çağlar Şahin Akbaba gibi genç ama
ligin iyi iki kalecisine sahipler fakat defans hatları
yeterli seviyede değil. Önümüzdeki beş hafta
Bucaspor’un çıkartabileceği kadar puan çıkartması
gerek çünkü son üç haftada Süper Lig hedefindeki
Samsunspor, Adana Demirspor ve Osmanlıspor
ile karşılaşacaklar. Sarı-lacivertlileri hem bu sezon
hem de kategorisi ne olursa olsun gelecek sezon
parlak bir tablo beklemiyor.
Sercan Ergün
Analiz HF170
UKRAYNA’DA MAVi DEVRiM
Ukrayna’da sessiz bir devrim yaşanıyor. Silahların gölgesinde futbolun oynanmaya
devam ettiği ülkede Dnipro varlığını iyiden iyiye hissettirmeye başladı
Ukrayna ve Rusya arasında devam eden savaş,
özellikle Kırım bölgesini etkilemeye devam ediyor.
Bu yıla kadar ligin tek hâkimi konumunda bulunan
Shaktar, Donetsk’de devam eden çatışmalar
nedeniyle zor günler geçiriyor. Ligde ezeli rakipleri
Dinamo Kiev’in arkasındalar, Şampiyonlar Ligi’nde
ağır bir hezimete uğradılar ancak onların asıl rakibi
bu sezon yaptığı çıkışla ses getiren Dnipro.
Dnipro Dnipropetrovsk, ismini Dinyeper nehrinden
alan köklü bir kulüp. Lakabı ‘’Işığın Savaşçıları’’
olan takım, Privat Group’un elinde bulunuyor.
Bankacılık, enerji, kimya ve çelik gibi önemli
sektörlerde faaliyet gösteren şirket aynı zamanda
Ukrayna Basketbol Ligi’nde mücadele eden
Budivelnyk Kyiv’in de sahibi. Son şampiyonluğunu
1988 yılında -o zamanlar Sovyet Ligi’nde
oynuyorlardı- yaşayan Dnipro, 1988 yılında kurulan
Ukrayna Ligi’nde henüz mutlu sona ulaşamadı.
Altın çağlarını 80’li yıllarda yaşayan mavibeyazlılar, geçen sezona kadar ligde ilk iki sıra ve
dolayısıyla Şampiyonlar Ligi bileti kovalayan bir
ekip olmaktan uzak bir görüntü çiziyordu. Geçen
sezon ligi Dinamo Kiev ve ezeli rakibi Metalist
Kharkiv’in üzerinde ikinci sırada bitiren Dinyeper
ekibi Şampiyonlar Ligi vizesi aldı, ancak onları
rüyadan uyandıran Kopenhag oldu.
Özellikle Avrupa Ligi’nde giderek yükselen bir
grafik çizen takım, geçtiğimiz iki sezonda sırasıyla
son 32 ve son 16’ya kalarak dikkatleri üzerine
çekti. Asıl çıkışını bu yıl yapan mavi-beyazlılar,
Şampiyonlar Ligi ön elemesinden elendikten sonra
Hajduk Split’i geçerek UEFA Avrupa Ligi gruplarına
kaldı. Inter ve Saint-Etienne gibi güçlü rakiplerin
olduğu F Grubu’nu ikinci sırada bitirerek son 32
takım arasına kaldılar (Grupta ilk üç maçlarında 1
puan toplayabilmişlerdi.) Şampiyonlar Ligi’nden
elenen Olimpiakos’u 2-0 ve 2-2’lik skorlarla
geçerek son 16’ya kaldıklarında herkes onlar için bu
sezon Avrupa macerasının sona erdiğini düşündü.
Güçlü Ajax ile eşleşmişlerdi, onları da Amsterdam
Arena’da yıldız oyuncuları Yevhen Konoplyanka’nin
deplasman golüyle elediler ve bir diğer sürpriz
ekip olan Belçika Ligi lideri Club Brugge ile
eşleştiler. Ligde Shakhtar’ın ensesindeler, Nisan
sonu geldiğinde Avrupa Ligi yarı final bileti almış
olabilirler ve yerel kupada da çeyrek finaldeler.
Artem Fedetskiy, Ruslan Rotan, Roman Zozulya
ve Yevhen Konoplyanka takımın önemli Ukraynalı
oyuncuları. Takımın bu sezon skor yükünü Hırvat
Nikola Kalinic attığı 14 golle çekiyor, bu gollerden
4’ü ise Avrupa Ligi’nde geldi. 96 doğumlu orta
saha oyuncusu Valeriy Luchkevych bu sezon
dikkat çeken isimlerden. Genç oyuncuya tecrübeli
teknik adam Myron Markevych tarafından Inter ve
Ajax karşısında fırsat verildi. Brezilyalı savunmacı
Douglas Silva, eski Deportivo’lu forvet Bruno Gama
takımın dikkat çeken yabancıları. Takımın yıldızı
1989 doğumlu Yevhen Konoplyanka. Dinyeper
ekibinin Shakhtar ve Dinamo Kiev’e nazaran
daha yerel ağırlıklı bir kadrosunun olduğunu da
söylemek gerekiyor.
Kim bu Kolomoyiskiy?
Peki Dnipro’nun yükselişinin sırrı ne? Bu konuda
görüşlerini aldığımız Futbolgrad.com Genel
Yayın Yönetmeni Manuel Veth’e göre bu yıllardır
yapılan yatırımların karşılığının nihayet alınmaya
başlanması: “Kolomoyiskiy Ukrayna’nın en zengin
ve en güçlü işadamlarından biri. Bu kadroya
yıllardır bir yatırım yapıyor, sonunda yukarıdaki
ikili Shakhtar ve Dinamo Kiev’e yetişmek için bir
hamle yapma şansına kavuştu. Takıma yapılan
yeni takviyeler ve teknik kadronun iyileştirilmesi ile
bunun ödülünü almaya başladı. Tutarlı bir politika
yürütüyor ve elindeki yıldızları satma konusunda
çok aceleci değil.” Takımın 10 numarası ve milli
Igor Kolomoisky
takımın yıldızı Konoplyanka bu yaz Liverpool’un
kapısından döndü. Üstelik Kırmızılar onun için 15
milyon pound’u gözden çıkarmaya hazırken.
Ihor Kolomoyiskiy Ukrayna’nın en zengin
oligarklarından biri. Ekonomi, petrol, metal
endüstrisi gibi birçok alanda faaliyet göstererek
yaklaşık 6 milyar dolarlık bir servete sahip olan
bir işadamı. Kolomoyiskiy, SSCB’nin dağılmasının
ardından kurulan ve şu an Ukrayna’nın en büyük
bankası olan PrivatBank’ın sahibi. Dnipro kentinin
merkezinde yer aldığı ve 90’ların başından bu yana
yaptığı iş anlaşmaları ile bir futbol imparatorluğu
kuran Yahudi kökenli Kolomoyiskiy, özellikle
Dnipropetrovsk Bölgesel Yönetimi Başkanı
olduktan sonra etkisini daha da arttırdı. ‘Donetsk
klanı’ olarak adlandırılan ve Shakhtar Donetsk’in
sahibi Akhmedov’un başını çektiği grupla
rekabete giren 52 yaşındaki işadamı, federasyon
seçimlerinde de istediği adayı seçtirerek önemli
bir kazanım elde etti. İnsan hakları ihlalleri yapan
gönüllü Ukrayna birliklerini finanse ettiği iddia
edilen Kolomoyiskiy, bugünlerde Ukrayna’nın en
dikkat çeken isimlerinden biri.
Şu meşhur Yevhen Konoplyanka
Baştan söylemekte fayda var. Dnipro
Dnipropetrovsk çok golcü bir takım değil. Lig, kupa,
Şampiyonlar Ligi ön elemesi ve UEFA Avrupa
Ligi’nde oynadıkları 34 maçta yalnızca 49 gol
atabildiler (Ligde yaşanan iç savaş nedeniyle takım
sayısının 16’dan 14’e düşürülmesini de göz ardı
etmeyelim.) Yevhen Konoplyanka gibi skorer orta
saha oyuncuları işte tam bu sebepten çok değerli.
Tüm turnuvalarda 27 maçta 6 gol, 5 asistlik bir
performansa imza atan Ukraynalı oyuncu her
an skoru değiştirebilecek kapasiteye sahip. Asıl
pozisyonu sol açık olan oyuncu, 2010 yılından bu
yana da milli takım formasını terletiyor. Ülkesinde
3 kez yılın futbolcusu seçilen Yevhen, 2012 yılında
da UEFA Avrupa Ligi karmasına seçilme onuruna
erişmişti.
Yevhen Konoplyanka
Konoplyanka’nın Dnipro’daki geleceği ise hayli
belirsiz. Zira Ukraynalı oyuncunun kontratı 30
Haziran’da sona eriyor. Yaz aylarında dilediği
takıma imza atabilecek olan oyuncunun, Shakhtar
Donetsk ile sözleşme imzalama ihtimali taraftarı
korkutuyor. Bu transfer güç dengesinin tekrar
Donbass klanına dönüşü anlamına gelebilir.
Basında Lucescu’nun onu Inter’e tavsiye ettiği
yazıp çizilirken; Liverpool, Chelsea ve Roma gibi
büyükler de onun için tetikte. Alman basınına
göre ise o, Bayern Münih’in Marco Reus yerine
düşündüğü önemli bir alternatif. Ukrayna
futbolundaki belirsizlik muhtemelen onu Batı
Avrupa semalarında bir transfere sevk edecektir.
Hangi takımla imzalarsa imzalasın, Yevhen
Konoplyanka transferi bu yaz Avrupa transfer
borsasını hayli meşgul edecek gibi görünüyor.
Varol Döken
Maç Bahane HF170
iMPARATOR OLMAK KOLAY,
iNSAN OLMAK ZOR
Çok uzun süredir yeni bir mekân yazısı
yazmıyordum. Köşenin amacı futbol izlenebilecek
yerler yazmaktı aslında ama konsepti yıllar içinde
esnettik ve genişledik. Kötü de olmadı, güzel
gezi yazıları oldu, Son Baskı’yı tanıttık falan ama
artık öze dönmenin zamanı geldi. Dönüşüm de
hakikaten muhteşem oluyor. İşte karşınızda yeni
imparator!
Doldur hancı tebaan olalım
İmparator, gerçekten benim tam hayalimdeki
meyhanelerden. Bu köşede bu tür mekânlara çok
yer verdim. Salaş, sade, samimi, ucuz, ayak üstü,
müdavimleri olan, yemekleri güzel, patatesi el
yapımı. İmparator, bu şıkların hepsine uyuyor.
Aslında ben bu sokaktaki Şadırvan’a defalarca
gitmiş, Maç Bahane’nin 3. sayısında da yazmıştım.
İmparator’un önünden defalarca geçtiğim
için de burayı biliyordum. Ama daha önce hiç
denememiştim. Geçen hafta Çarşamba akşamı
Son Baskı ile Beylerbeyi’nde yaptığımız maçtan
sonra Tuncay hadi iki bira atalım diyince, aklıma
Şadırvan geldi en yakın. Ama orası çok boştu, ben
de Maç Bahane’ye yazarım diye burayı denemek
istedim. İyi ki de istedim.
Nasıl gidilir?
Avrupa tarafından geliyorsanız, Kabataş, Eminönü
veya Beşiktaş’tan atlayın vapura. Hopp Üsküdar.
Yenilenmiş muhteşem! Üsküdar Meydanı’nı geçin,
Kadıköy minibüslerinin yanından yukarı doğru
çıkarken Uncular Caddesi tabelasını göreceksiniz.
Tek yön yazıyor tabelada. Dalın oraya. Bir 250
metre sonra solda göreceksiniz İmparator
Meyhanesi’ni. Anadolu’dan geliyorsanız Kadıköy
minibüslerine binin dediğim gibi. Marmaray’a da 5
dakika mesafede. Ulaşımı kolayda yani.
Bulmamanız imkansız, üzmeyin beni. En kötü Son
Baskı’nın bir maçına seyirci olarak gelin, ben sizi
ellerimle götürürüm, söz.
Nasıl bir mekân?
Yukarıda saydım. Salaş bir birahane burası. Düz
giriş, arkaya doğru genişliyor. Ayak üstü 4-5
masası var, iki de yanda masa var, küçük bir de
asmakatı var, daha ne olsun? Ayakta 50-60,
oturarak da 20 kişi kadar alır tahminim.
Girişte ve dükkanın arkasında birer, bir de yanda
olmak üzere 3 büyük TV var. Görüntüde hiçbir
sıkıntı yok yani. Biz Şampiyonlar Ligi maçı izledik,
Digiturk var mı yok mu çok emin değilim. Zaten
bizim ligin izlenecek bir yanı kalmadı, siz oturun
Barcelona’yı Juventus’u izleyin.
Ne yenir, ne içilir?
Daha yazarken yine o patatesi geldi gözümün
önüne. Vay arkadaş diyorum. Elle kesilmiş taze
patates gibisini yiyeceğiniz kaç mekân kaldı ki
diyorum. Buradan ustaya selam söylüyorum,
ellerinden öpüyorum. Anlayacağınız daha merhaba
demeden bir duble patates çek diyeceksiniz.
Biralar Efes. Fıçıdan olunca idare ediliyor ama
şişede Efes sevmiyorum ben artık. Hoş öyle bir
patatesin yanına su koysan gider be kardeşim.
Tavuk şiş, çoban kavurma ve ciğer de denedik.
Bir de patlıcanlı meze. Hepsi de iyi ama ciğerde
patates gibi bayram var. Boşu yok yani mekânın.
Sizi üzecek bir yemeği yok. Kapayın gözü, daldırın
çatalı kaşığı…
Bira dedik, rakı da var elbet, biz içmedik, içene
afiyet olsun kan şeker olsun. Ötesine geçmedim
daha, geçersem onun da notunu düşerim.
Benim adım David Luiz, ben bu
oyunu bozarım
Bizim İmparator’da olduğumuz akşam ChelseaPSG maçı vardı. 10 kişi kalan PSG, David Luiz ve
Thiago Silva’nın golleriyle rakibini elemeyi başardı.
Ben Mourinho’yu severim ama ona fena kapak
oldu bu maç. Gerçi ben patatesime bakarım
arkadaş, David Luiz mi ödüyor bizim biraları?
Aylar sonra bir mekân yazısıyla burada olmak
güzeldi. Bir iki geri bildirim alsam, bir ‘‘abi, gittim,
yedim, içtim, çok beğendim!’’ duysam daha
nereler yazarım size ama, hiççç. Neyse okuyana
okumayana, gidip deneyip mutlu olana, hiç
gitmeyene, yazının ilk paragrafında ulan gene mi
yazmış bu diyenine kadar herkese selam olsun;
pommesfrites satılan süslü sosyete salonları sizin,
elle patates doğranan meyhaneler bizim olsun.
İmparator Bira Salonu: Aziz Mahmut Hüdayi
Mah. Uncular Cad. No:59/A Üsküdar 0216 5325203

Benzer belgeler

uğur tütüneker hf107

uğur tütüneker hf107 yaşantısı, medyaya verdiği demeçleriyle Zlatan her zaman medyaya önemli malzemeler verdi. O her yönüyle bir süperstar. Hayatım Futbol’un 170. sayısında Ibrahimovic’in aykırı kişiliği, yetişme tarzı...

Detaylı

röportaj - WordPress.com

röportaj - WordPress.com Düşündük, futbolun tatilde olduğu dönemleri bir kenara koyarsak (ki o dönemlerde bile manşetleri sık sık süsledi) 1 hafta boyunca konuşulmadığı hiçbir zaman olmamış olabilir. Futbolu, attığı goller...

Detaylı