PDF İndir - Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi ISSN: 2148-872X
Transkript
PDF İndir - Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi ISSN: 2148-872X
ELEKTRONİK SOSYAL BİLGİLER EĞİTİMİ DERGİSİ Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr Aksaray Üniversitesi Eğitim Fakültesi Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 1 Medya’nın Gündem ve Kamuoyu Oluşturma Etkilerinin Toplumsal - Siyasal ve Yönetsel Eksende Tartışılması Öğr.Gör. Orhan ALAV* Dr. Eray GÜÇLÜER** Özet Çalışmamızda kitle iletişim araçları olan medyanın birey ve toplum üzerindeki toplumsal etkileri “gündem” ve “kamuoyu“ oluşumu ile birlikte değerlendirilmiştir. Medya’nın toplumsal etkileri kompleks bir konsept yapılanması içerisinde değerlendirilmelidir. Medya, birey ve topluma ileti/mesajlarını iletirken “gündem” ve “kamuoyu” oluşturarak doğrudan veya dolaylı olarak iletir. Medya birey ve toplum üzerinde; farkındalık, siyasi, demokratik, despot/vandalist, sevgi, şefkat, insan hakları, ekonomi, eğitim, kültür, birliktelik, ötekileşme, spor, eğlendirme, dinlendirme ve haber verme gibi etkiler yapar. Medya, birey ve topluma etki ederken bu enstrümanları bir dublör vasıta olarak kullanır birey ve toplumu şekillendirmeye çalışır. Medya etkileşim sürecinde Devlet erki ve Devlet organları üzerinde de, doğrudan veya dolaylı bir etki gücüne sahiptir. Medya isterse; “savaşın dilini barışın dili ile barışın dilini de savaşın dili ile ” verebilmektedir. Çalışmada, kitle iletişim araçları olan medyanın yapmış olduğu yayın/yayımların niteliği ve niceliği, sübjektifliği ve objektifliği birçok paradigma açısıyla değerlendirilerek medyanın birey ve toplum üzerindeki toplumsal etkileri sosyolojik yönüyle değerlendirilmiştir. Anahtar kelimeler: Medya, kitle iletişim araçları, birey ve toplum, sosyoloji, gündem ve kamuoyu Discussion of the Effects of Madia’s Agenda and Public Opinion In Point of Social-Political and Administrative Axis Abstract In our study, the social effects of mass media on individual and society are evaluated with the formation of agenda and public. The social effects of media should be assessed within a complex concept structuring. Media transmits messages to individual and society directly and indirectly molding agenda and public opinion. In other words, media influences individual and society directing awareness, politics, democracy, despotism/vandalism, love, compassion, human rights, economy, education, culture, association, discrimination, sports, entertainment, relaxation and information. Media tries to shape individual and society using these instruments in question as dubbers. During the interaction process, media has the capacity to influence state power and government agencies directly or indirectly. If media demands, it might discuss a war with the language of peace and vice versa. Finally, in our study the quality, the quantity, subjectivity and objectivity are evaluated in view of many paradigm and the social effects of media on individual and society are discussed in a sociological point of view. Key words: Media, mass media, individual and society, sociology, agenda and public opinion. *Öğr.Gör. Süleyman Demirel Üniversitesi, E-posta: [email protected] **Dr. Dokuz Eylül Üniversitesi, E-posta: [email protected] Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 2 Giriş Kitle iletişim araçları olarak ifade edilen medya; gelişen teknoloji, değişen ve gelişen toplum yapılarıyla birlikte günümüzde eskiye oranla daha fazla öneme sahip bir yapıya gelmiştir. Günümüz toplumu ve kitle iletişim araçları gelişen teknolojiye parelel olarak çoklu medya formatında işlev görerek geleneksel medyanın tek yönlü iletisine göre karşılıklı ileti ve etkileşim içerisinde gelişim göstermektedirler. Medya, Dünya toplumlarının vazgeçemediği bir kitle iletişim aracı olmuştur. İnternet’in ve televizyonun hızlı (anlık/eşzamanlı) iletişim aracı olarak çoklu ortamda bilgiyi/enformasyonu servis etmeleri ile gündemi hızlı bir şekilde oluşturmakta ve kamuoyuna etki gücü olarak yansımaktadırlar. Medya sayesinde yerel bir haber önem derecesine göre çok kısa bir sürede yerellikten ulusallığa, ulusallıktan da uluslararası boyuta taşınabilmektedir. Günümüz kitle iletişim araçları ile Dünya toplumları eşzamanlı olarak haberleşerek birbirleriyle etkileşir hale gelmişlerdir. Medya’nın servis etmiş olduğu bilginin niteliği ve niceliği önemli hale gelmiştir. Medya; savaşın dilini barışın dili ile barışın dilini de savaşın dili ile verebilmektedir 1 Bu bağlamda medyanın sunmuş olduğu enformasyon, bilgi kirliliğinden ve sübjektiflikten filtre edilerek reel bilgiye ulaşılabilinir, aksi takdirde sosyal altyapı olarak yeterli eğitim ve kültürel bilgi birikiminden yoksun birey ve toplumlar sanal bilgilerle yoğun bilgi kirliliğine tutulurlar ve gerçek olan düşünceden uzaklaştırılarak medyanın istediği gibi düşünen toplumlara dönüşürler. Bunun sonucunda ise, medya; kendi egemenliğini ilan ederek birey ve toplumları istediği gibi yönetir ve yönlendirebilir konuma gelebilirler. 2 Ancak günümüz toplum yapıları gelişen teknoloji ile birlikte aşırı bilgiye maruz kalmakta ve anlık etkileşimli medya araçları ile karşılıklı bir etkileşim göstermektedirler. Her ne kadar medya toplumsal yapılarda dördüncü erk olarak sıralamada yerini alıyor gibi görünse de günümüzde medya, neredeyse toplumları yöneten ve yönlendiren birincil erk durumuna gelmiştir. Medya; görsel işitsel etkileme sihir gücü ile birey ve toplumlar üzerinde baskın bir etki ve taraf olmaya yönelik enformasyon bombardımanı yapmaktadırlar. Kaplan, Yusuf, “Medyanın Saldırganlığı, Her Şeyi Kontrol Etme Güdüsü”, Aktaran; Orhan ALAV, Kitle İletişim ve Yerel Medya, Fakülte Kitabevi, Isparta, 2001, s. 126. 2 Raymond J. Pingree, Effects of Media Criticism on Gatekeeping Trust and Implications for Agenda Setting, Journal of Communication 63 (2013) p.352,2013. 1 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 3 Medya’nın birey ve toplumlara sunduğu yayın/yayımların sübjektifliğinin anlaşılması ise çok zordur. Bu zorluğu anlayabilmek ve aşabilmek için Orhan Türkdoğan’ın “Türk toplumunda aydın sınıfın anatomisi” isimli eserinde de belirttiği gibi, toplumun en az yarıdan fazlasının standart üst düzey eğitim sürecinden geçmiş olması 3 ve bireylerin ve toplumun farkındalık bilinci içerisinde olması gerekiyor. Farkındalık bilincinde olan birey ve toplum her türlü etkiden minimum düzeyde etkilenir ve rasyonel ortak kamu vicdanında buluşularak toplumun sosyal dönüşümüne katkı sağlanabilir. Medya, demokratik toplumlarda; siyasi liderleri, siyasi partileri, yargı organlarını, ekonomik şirketleri, sivil toplum örgütlerini, birçok alanı, birey ve toplumu, Devlet ve Devlet organlarını doğrudan olmasa bile dolaylı olarak kontrol edebilme ağlarına sahip. Medya; siyasi ve ekonomik gücü oranında etki ve kontrol gücüne sahiptir. Kitle iletişim araçlarının olmazsa olmazı; birey ve toplum olup, birey ve toplumların da olmazsa olmazı; kitle iletişim araçları olmuştur. Medya’nın birey ve içinde bulunduğu toplum üzerindeki etkileri; gündem ve kamuoyu oluşturma gücü inkâr edilemez bir realitedir. Çünkü artık medya bireylerin ceplerine kadar girerek karşılıklı anlık interaktif iletişim halindedir. Çalışmanın Amacı ve Kullanılan Yöntem Çalışmamızda olayların neden sonuç ilişkilerini inceleyen betimleme yöntemi kullanılmıştır. Bu yöntem ile mevcut olayların, daha önceki olay ve koşullar ile ilişkileride dikkate alınarak, durumlar arasındaki etkileşimler açıklanmaya çalışılmıştır. 4 Betimleme yöntemine dayanarak çalışmamızda daha çok yüzey incelemesi ve gözlem teknikleri kullanılarak bir durum tespiti analizi yapılmıştır. Çalışmamızda Medya türleri ve algısal etkileşim, medyanın kamuoyu ve gündem oluşturma etkileri toplumsal yapı ekseninde ve siyasal yönetişime etkileri literatür araştırmaları ile desteklenerek değerlendirilmiştir. 3 4 Türkdoğan, Orhan, Türk Toplumunda Aydın Sınıfın Anatomisi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2003, s. 55-80 Kaptan S., Bilimsel Araştırma ve İstatistik Teknikleri, Tekışık Ofset, Ankara, 1995, s.63. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 4 Medya Türleri ve Algısal Etkileşim Medya, kavram olarak yapısal anlamda benzer tanımları ifade etmesine karşın işlevsel anlamda ise farklı içeriklerle karşımıza çıkmaktadır. Genel anlamda medya; haber ve bilgi sunan bir enformasyon kaynağı iken özel anlamda düşündüğümüzde; ekonomi, siyaset, gündem, haber, eğlence, spor ve birey ve kitleleri açıktan ya da kapalı olarak yönlendiren bir iletişim vasıtasıdır. Medya kavramına tanımdan çok içerik olarak bakmak ve değerlendirmek gerekir. Medya, işlevsel olarak hangi fonksiyonlara sahip, kimler medyayı ne amaçla elinde tutmaktalar, medyadan kimler etkilenmekte veya etkilendirilmektedir? Soruları medyanın işlevsel yapısında anlam bulmaktadır. Günümüz dünyasında medya iki farklı yapısal fonksiyonda karşımıza çıkmaktadırlar. Bunlar; geleneksel medya ve sosyal medya. Şekil olarak her iki medya da haber ve gündemi etkileyen medyalar olmalarına karşın tek yönlü ileti sunan geleneksel medyadan farklı olarak sosyal medya çok daha farklı bir etki ve etkileme gücü olarak karşımıza çıkmaktadır. Sosyal medyayı geleneksel medyadan farklı kılan pek çok dinamiksel yapı söz konusudur. Sosyal medyada birey tek yönlü değil çift yönlü etkileşim halindedir, diğer bir ifade ile birey, haber sürecinin içinde olup aldığı iletiden etkilenmekte ve etkilendiği iletiyi de etkilemektedir. Sosyal medyada bir konu üzerinde mesajı hazırlarken kendi ideolojisi, düşüncesi veya faydasına hizmet eden bir kodlama tekniği değil ilgili mesajın alternatiflerinin de hazırlanarak alıcıya verilmesi önemlidir, böylece alıcı aynı konu üzerinde aynı kanaldan farklı mesajları alacağından vereceği tepkiler de yönlendirilmiş tepki olmaktan ziyade üzerinde düşünülmüş bireysel tepkiler5 olup bu yönü ile sosyal medya geleneksel medyalara göre daha dinamik ve çekicidir. Medya’nın birey ve toplumsal yapı bağlamında en büyük gücü habere bağlı olarak gelişen veya oluşturulan gündem ve kamuoyu gücüdür. Medya ekseninde kamuoyu belli bir toplum içerisinde yaşayan insanların belli bir duygu, düşünce, arzu, inanç ve beklentilerine ilişkin ortak bir birliktelik kanaat yargısıdır. Kamu kavramında, yalın anlamda açıklık ve/veya effaf olma durumu söz konusudur. Çoğunluğun kanaati olarak belirtilen kamuoyunun alt unsurunu teşkil eden kamu kavramında, kanaat ve eylemler belirli bir zaman içerisinde gerçekleşmektedir. Burada önemli olan eylemin mesaj özelliği ve hayat süresidir. Eylem birey ve bireylerin önceden var olan bir durum ya da olaylar dizisinde bir değişiklik yaratma 5 Sarı, Hasan., Sosyal medya ve Uygulamarının On-line Halkla İlişkiler Açısından Değerlendirilmesi, URL: http://www.hasansari.com.tr/upload/98603353.pdf , 16 Nisan 2013, s.3 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 5 yeteneği olup, eylem bir değişiklik yaratma, yani bir biçimde güç uygulayabilme yeteneğidir.6 Eylemde önemli olan kamuoyu tepkisinin ortaya konabilmesi ve kamu menfaatidir. Kamu menfaati, belirli bir zaman içerisinde gerçekleşen kanaat ve eylemler, kamu toplumlarının kendi içerisindeki etkileşimleri ve baskın fikirlerin kamu içerisinde çoğunluk kararıyla ortak noktada birleşmesidir. Kamu menfaatinin birleşmesi sonucunda da farklı yapılarda kamuoyları oluşur.7 Kamuoyu kavramında oy kavramı önemli olup, bu kavram kamu vicdanı, kamu kanaatini belirleyen toplumsal eğilimin fikri çoğunluğunun düşünce, kanaat ve tutumlarını ifade eder. Oy, esnek bir kavram olup, tutum ve kanaatler zamana göre değişiklik değerleri gösterebilir. Zaman sürecine bağlı olarak değişebilen eylem, fikir ve düşünceler güçlenebilir veya zayıflayabilir. Toplumsal kamuoylarının mikro sosyal düşüncelerini oluşturan oy düşüncesi/fikiri ve kanaati süreç içerisinde güçlenebilir, değiştirilebilir, izleri tamamen silinebilir. Toplumun bilinçaltına itilerek silindiği izlenimi verilebilir8. Bu süreçteki oy kavramı ile gündeme bağlı olarak şekillenen kanaat ve fikirlerin rafine edilmiş son hali ortaya çıkarak toplumsal kamuoyu şekillenmektedir. Elisabeth Neumann’a göre kamuoyu sürecinin altyapısını oluşturan oy/oydaşlaşma toplumsal bir ortaklığı içermektedir.9 Burada ki toplumsal ortaklıkta, içinde bulunduğu toplumun üyeleri olan bireyler ve sosyal grupların fikir ve kanaatleri belirli bir zaman sürecinde şekillenerek kamuoyları oluştururlar. Kamuoyu sürecinde sosyal grupların içinde bulundukları alt gruplar üzerindeki oy hakimiyeti ve ortak etkileşim kamuoyu oluşumunda ön plana çıkarak, birey, gruplar ve kamusal ortak kanaat/kararlar kamuoyu fikri olarak ortaya çıkar. Bu süreçte kitle iletişim araçları olan medya, kamuoyu fikirlerin oluşumunda sürece; olumlu veya olumsuz hızlı bir etki yapar. Medya’nın gündem oluşturma algısında önemli olan nokta toplumsal yapıda medyanın gerçek gündem ve kanat oluşturma sürecinde objektif yaklaşımıdır. Bu yaklaşımda medya ve etkisinde kalan hedef kitlesi ile aralarındaki güven duygusu çok önemli bir bağ oluşturmaktadır aksi takdirde medya güven dışına çıktığı zaman toplumsal cehalet, yeni problemler ve bekçilik görevleri ile karşılaşabilir.10 Buradaki bekçilik kavramı kamuoylarına sahip çıkma kamuoylarını destekleme anlamında gelişirse olumlu bir güven etkisi ortaya koyar, aksi takdirde medya kendisi ve hizmet ettiği efendinsin bekçisi olur. Bu bağlamda, Giddens Anthony, çev., Hüseyin Özel, Toplumun Kurtuluşu, Bilim ve sanat yayınları, 1.bs., Ankara, 1999, s.56 Mutlu, Erol, İletişim Sözlüğü, Ark Yayınları, Ankara, 1998, s.148. 8 Karakoç, Enderhan, Basının Kamuoyu Oluşturma Fonksiyonu (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Gazi Üniversitesi, Ankara, 1998, s.53 9 Neumann, Elisabeth N., Kamuoyu: Suskunluk Sarmalının Keşfi, çev.: Murat Öztürk, Dost Kitabevi, Ankara, 1998, s.84 10 Raymond J. Pingree, Effects of Media Criticism on Gatekeeping Trust and Implications for Agenda Setting, Journal of Communication 63 (2013) p.352. 6 7 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 6 kitle iletişim araçlarının gündem belirleme fonksiyonu, bu araçların insanların ne hakkında düşünecekleri ve neyi önemli olarak algılayacaklarını etkileme eğilimi olarak tanımlanabilir.11 Gündem ve kamuoyu; birbirlerini aynı sosyal yörüngede etkilemektedirler. Gündem ve kamuoyu birbirlerini tamamlayan aynı sosyal eksenin tamamlayıcılarıdır. Gündem sürecinde etkileşim en yakın zaman diliminde zihinsel ve eylemsel etkileşim olarak gerçekleşir. Gündemin belirlenmesinde ise medya; sanat ve hünerini ortaya koyarak birey ve toplumları istediği yönde etkileme, şekillendirme ve yönlendirme gücüne sahiptir. Medya gerçek anlamda kamuoylarının sesi ve gücü olmalıdırlar aksi takdirde koşullu medya ve etkileri ortaya çıkar. Bu durumda birey ve toplumun bilişleri üzerinde, duygularında, tutum ve davranışlarında, inanç ve fizyolojilerinde bireysel farklılıklar ve sosyal yapılarında değişkenlikler gelişebilir.12 Medya, toplumsal yapının neredeyse tamamına yakınını etkiler ve etkileşim sürecine çeker. Medya toplumsal yapıda; bireyi, toplumu, sanatı, siyaseti, sporu, ekonomiyi, yargıyı ve daha birçok özel ve tüzel kişiliği doğrudan yada dolaylı olarak etkilemektedir. Medya’nın birey ve toplumsal yapıyı etkileme sürecinde algı yönetimi kullanılarak etkileyeceği hedef kitlenin öncelikli olarak zihinsel benliği hazır hale getirilerek istenilen mesaj iletileri kabul edecek hale getirilir. Böylece birey ve toplum medyanın algı yönetimi ile yönlendirilerek yönetilmiş olur. Türkiye’deki son on yıla baktığımızda Siyasi iktidarların ya da siyasi iktidarları kontrol eden güçlerin kendi erk kontrollerini sağlayabilmek için algı yönetim tekniği kullanılarak hayali gündemler oluşturularak Devlet ve toplumsal yapı manipüle edilerek yönetime ortak oldukları görülmüştür. Bu sürece örnek olarak Türkiye’deki algı yönetimi ile gündem oluşturularak yürütülen hayali davalar olan Ergenokon, Balyoz, Askeri casusluk vb. buna örnek gösterilebilir. Medya’nın Gündem Etkisi Toplumsal hayatın demokratik bir toplum hayatı niteliği kazanabilmesinde dayanak alınan kamuoyu kavramı için tartışma özgürlüğü büyük önem taşımaktadır. Bu tür bir ortamda oluşturulan ve biçimlendirilen düşünce ve kanaatler toplumdaki iktidar kurumları içinde realize 11 12 edilirler. Alav, Orhan, Kitle İletişim ve Yerel Medya, Fakülte Kitabevi, Isparta, 2001, s.28 Patti M. Valkenburg, The Differential Susceptibility to Media Effects Model, Journal of Communication 63 (2013) p. 223. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 13 http://esosbil.aksaray.edu.tr 1 Bu süreçte medya toplumun bütününde toplumsal kamuoyu ve demokratikleşme sürecinde etkin bir vasıta konumunda konuşlanmış olabilirler. Kitle iletişim sürecinde en önemli unsurların başında iletiyi ileten kitle iletişim araçları olan medya ve gelen iletiden etkilenen alıcı konumundaki birey ve toplum başat gelmektedir. Toplumun sosyal katılımcı rol ve fonksiyonunda demokrasinin üst düzeye çıkarılmasında birey, toplum ve iktidar seçkinlerinin birbirlerini iyi anlamaları ve sentezlemeleri sonucunda güçlü bir kamuoyu oluşabilir. Güçlü bir kamuoyu içinde bilinçli bireyler ve bilinçli bir toplum yapısının oluşması gerekir. Bu süreçte medya hızlandırıcı bir sosyal katalizör görevi görür. Toplumun demokratikleşmesinde iktidar seçkinleri ileti/mesajlarını olumlu olarak gündem ve kamuoylarına taşırlar ve pozitif ortak bir nokta bulurlar ise iki yönlü pragmatik bir gelişim sağlanmış olur. Bu süreçte hızlandırıcı katalizör görevi gören medya’nın tavrı ön plana çıkmaktadır. Toplumlarda gündem ve kamuoyu oluşumunda tetikleyici unsur mesaj iletisidir. Gelen ileti birey ve toplumun değerlerine göre paralel veya karşıt bir ileti ise, gündem ve kamuoyu oluşum süreci ve etkileşim düzeyi de gelen iletinin anlamsal etkisi ve şiddetine göre değişecek ve şekillenecektir. Bu süreçte iletiyi, mesajı veren aktör ve aktörler de önemlidir. Kamuoyunu oluşturan unsurlardan bir diğeri de kanaatlerdir. Kamuoyu etkileşim sürecinde önemli bir argüman olan kanaat unsurunu üç faktör etkilemektedir: Birey, bireyin içinde yaşadığı çevresi, birey ile çevresi arasındaki etkileşim 14 . Bu etkileşim sürecinde medyanın kamuoyu oluşuma etkisi, hedef kitlesinin eğitim, kültür ve fikirsel donanım altyapısına bağlı olarak değişiklik gösterecektir. Bu süreçte; algı, iletinin propagandası, güdülenme, yansıma, tutum ve kanaatler kamuoyu oluşumunda çok etkindirler. İletinin propagandası gündem ve kamuoyu oluşumunda başat bir role sahiptir. Propaganda bir nevi sosyal psikolojiyi işleme sanatı olup algı yönetim aracıdır. Propagandanın hedefine ulaşabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için; propaganda aracı ile, toplumla ters düşmeyecek bir zemin yaratılarak sanki toplumun değerleriyle örtüşen ve kamu yararı yapılıyormuş gibi bir algısal görüntü verilip, verilen görüntünün altında asıl hedefine örtük bir şekilde gizlenerek ulaşmak emeli vardır. Başarılı bir propaganda da; toplumların dikkatleri çekilir, toplumun güveni kazanılır umut ve beklentilere alternatifler sunularak toplum harekete geçecek hale getirilir.15 Propagandanın kitlelere yayılmasında günümüzde medya çok etkin bir konumdadır. Medya vasıtasıyla propaganda mesajı aynı an/zaman diliminde milyonlarca kişiye ulaştırılabilmektedir. Burada mesajın etkili olabilmesi için varlığın ezilenden yana Mills, Wright, çev., Ünsal Oskay, İktidar Seçkinleri, Bilgi Yayınevi, 1.bs., Ankara, 1974, s.418 Sezer, Duygu, Kamuoyu ve Dış Politika, Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, Ankara, 1972, s.11 15 Özsoy, Osman, Propaganda ve kamuoyu oluşturma, Alfa yayınları, 1.bs., İstanbul, 1998, s.110-111 13 14 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 2 örgütlenmesi çabası 16 kamuoyu adına topluma örtük görüntü olarak sunulmaktadır. Bu durumun sonucunda birey ve toplumun sosyal donanımı medya’nın iletileri karşısında kendi öz değerlendirmesinden geçerek maksimum veya minimum etkileşimle kanaat ve kamuoyu süreci etkilenecek ve şekillenecektir. Sağlıklı bir kamuoyu oluşum ve etkileşim sürecinde medya’nın vermiş olduğu mesaj/iletinin objektifliği ve doğruluğu çok önemlidir. Medya; içinde bulunduğu toplumu iletileriyle etkilerken neye göre etkilediği kuramsal ve işlevsel yönleriyle irdelenmelidir. Medya, kamuoylarında nasıl bir pozisyonda yer almaktadır, görünen ve görünmeyen asıl amacı nedir? Bunların iyi anlaşılması gerekir. Medya’nın konjektürel yapısı, konumu ve aktörler reel anlamda gündem ve kamuoyu oluşumunu şekillendirecektir. Medya’nın Kamuoyuna Etkisi Medya, toplumsal yapının tamamını etkiler veya etkileme sürecine alır. Bu süreçte önemli olan medyanın açık ya da gizli bir erk rolü oynayıp oynamadığı sorulması gereken en önemli sorudur. Toplumsal yapıda reel anlamda iki büyük güç vardır. Devlet örgütü / siyasal güç ve ekonomi. Medyalar ekonomik güç üzerine kurulu bir yapıya sahip konumdadırlar. Medya eğer ki, siyasi erki de ele geçirirse işte o zaman tehlike başlıyor. Bu bağlamda medyanın çok farklı etki ve etkileşim gücü vardır. Öyle ise medya ya şu soruları sormak lazım: 1- Medya/lar, gerçek anlamda haber ve bilgi sunan objektif bir araç mıdır? 2- Medya, ekonomik bir vasıta gücümüdür? 3- Medya, erki yönlendirme ve kullanma gücümüdür? 4- Medya, gündem belirleyen ve amaçlarını gerçekleştirmek için iletileriyle açıktan veya gizli olarak birey ve toplumları algı yönetimi ile yöneten bir güç müdür? 5- Medya, kamuoylarını kendi isteği doğrultusunda yönlendiren/yöneten bir güç müdür? 6- Medya, toplumların demokratik özgürlüklerinin savunucu teminat vasıtası mıdırlar? 7- Medya, toplumları birleştiren mi, ötekileştirerek ayrıştıran mıdır? 8- Medya, gerçek anlamda insan hakları savunucuları mıdır? 9- Medya/lar, patronlarının düşüncelerini beyaz cama yansıtan sihirli bir kutu mudur? 10- Medya/lar, sermayeyi kontrol eden, yöneten ve yönlendiren güçlerin bir aracı mıdır? 11- Medya/lar, siyasi gücün otoritesini sağlayan bir vasıta mıdır? 16 Çoban, Barış, Yeni Toplumsal Hareketler: Küreselleşme çağında toplumsal muhalefet (küreselleşme, direniş ve ütopya), Kalkedon Yayınları,, İstanbul, 2009, s.192 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 3 12- Medya, Devletlerin ve rejimlerin sesi midir? 13- Medya, birey ve toplumlar üzerinde doğrudan veya dolaylı bir baskı aracı mı yoksa özgürlüklerin temsilcisi/sesi midir? 14- Medya/lar, ideolojilerin propaganda aracı mıdır? 15- Diğer… Kitle iletişim araçları olan medya yukarda ifade ettiğimiz sarmal özelliklerin tamamını içeren bir bütündür. Burada önemli olan medyanın iletileriyle etkilediği hedef kitlesi olan birey ve toplum üzerindeki kanaat ve tutumlarının farklılaştırılmasındaki algısal etkisidir. Medya bunu yaparken de toplumsal yapının kamuoylarını gündem oluşturarak etkileme sürecine girer. Böylelikle toplum içerisinde gündem ve kamuoyu oluşumlarında medya’nın iletisi ve iletiye maruz kalan birey ve toplumun iletiyi kanaat ve değerleriyle birlikte değerlendirmesi/işlemesi sonucunda ortaya çıkan değerler gerçek anlamda gündem ve kamuoyu sürecini etkileyecektir. Medya iletisine maruz kalan birey ve toplum, gelen iletinin işlenmesi sonucunda sayısal çoğunluk olarak çoğunluğun önünde bir refleks veya eylemsel tepki ortaya koyabiliyorlarsa gerçek veya sanal anlamda gündem ve kamuoyları oluşturuluyordur. Bu süreçte iki ana unsur çok önemlidir: 1- Medya/lar, gündem ve kamuoyunu kendisi mi oluşturuyor? 2- Medya/lar, birey ve toplumun doğruları ve değerlerine göre gündem ve kamuoylarını oluşturabiliyorlar mı? Toplum da medya, gizli veya açık iletileriyle birey ve toplumu etkileyerek kendi isteğine göre gündem ve kamuoyu oluşturuyorsa, medya kamuoyunu etkiliyor, şekillendiriyor ve yönetiyor realitesi ortaya çıkmaktadır. Aksi bir durum söz konusu ise; birey ve toplum medya üzerinden gündem ve kamuoyu oluşturuyor ve medyayı iletişim vasıtası olarak kullanıyor yönetiyor tezi savunulabilir. Bunların dışında birde; hem medyanın birey ve toplumu etkileme, hem de birey ve toplumun medyayı etkileme süreci söz konusudur. Her iki durumda da etkileşim söz konusudur. Mesaj alıp vermeye dayalı bu sistemde birey ve toplumların etkileşimleri, eğitimleri, ekonomik yapıları, kültürleri, sosyal yaşantıları, modernleşmeleri, endüstriyel gelişmeleri ve anlayışları gibi unsurlar medya etkileşiminde önemli unsurlardır. İletişim unsuru nerede gerçekleşirse gerçekleşsin temel fonksiyonunda birey yani insan faktörü aynıdır. 17 Önemli olan medyanın birey ve topluma iletmiş olduğu iletinin açık ve gizli niceliğidir. Çünkü kitle iletişim araçları, birey ve toplumun tutum ve kanaatlerine; yazılı, 17 Alav, Orhan, a.g.e., s.48. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 4 sözlü ve görsel propaganda ile müdahale ya da etki ederek, birey ve toplumun tutum ve kanaatlerini kendi yayın/yayımları doğrultusunda algı yönetimi kullanarak görünmezlik iksiri ile ikna etme ve değiştirme yoluna gitmektedirler. Medya bu işlemi yaparken de çoğu zaman birey ve topluma hissettirmeden masumane ve dolaylı bir şekilde iyi bir zamanlama ile yazılı, sözlü ve görsel propaganda ile gerçekleştirmektedirler. Medya birey ve toplumu etkilerken önceliği birey ve toplumun psikolojik davranışları, tutumları ve alışkanlıkları hedeftir. Medya’nın birey üzerindeki ilk hedefi bireylerin kendi özgür düşünce ve değerlerin psikolojik olarak yön değiştirme ve değişime uğramasını sağlamaktır. Değişim psikolojik bir sürecin, herhangi bir değer yargısıyla bir nesne veya duruma ilişkin olarak bireyin olumlu mu yoksa olumsuz mu duygusal tepki göstereceğini tayin eden az çok sürekliliği olan bir hazır olma durumudur. Böylelikle medya, bireyin içinde yaşadığı toplumla bütünlüğün ürünü olan tutumu etkileyip/değiştirerek birey ve toplumu kendi kontrolü altına almak isteyerek işe ilk olarak bireyin tutumları üzerinden başlamaktadır. Tutumlar, toplumsal etkinliğe bağlı olarak bireylerde şekillenir. Bireylerde şekillenen ve toplumda mevcut olan tutumların değişmesinde, şekillenmesinde olumlu ve olumsuz eylemlere dönüşmesinde kitle iletişim araçlarının yapmış olduğu yayın/yayımların büyük tesiri vardır. Fertlerin objektif bir durum karşısında o durumla ilgilenmeleri sonucunda kendi davranışlarını belirleme tarzı olan tutumları kitle iletişim araçları tarafından yapılan yayın/yayımlarla etki altına alınır. Etkileşimin boyutu etkiye maruz kalan birey iyi bir eğitim, sağlam bir karakter ve objektif bir kıstas anlayışına ve değerlendirmesine bağlı olarak değişecektir. Eğer ki, kitle iletişim araçları bireylerin objektif görüş ve hissini, yapmış oldukları yayın ve yayımlar doğrultusunda eyleme dönüştürebiliyorsa birey ve toplumun tutumlarını rahatlıkla etkileyebiliyor ya da değiştirebiliyor diyebiliriz.18 Medya bu işlemi yaparken açıktan ve daha çok örtülü/gizli olarak propaganda yaparak odaklandığı birey ve toplum üzerinde etki etmeye çalışır. Sosyolojik olarak propaganda, birey ve toplumlar üzerinde etkili bir bilinçaltına inme eylemi ve algı yönetimidir. Kitle iletişim araçları propagandalarını çoğu kez örtülü/gizli yürüttüğü için çoğunlukla birey ve toplum algı yönetiminin farkına bile varamazlar, aslında bu bir nevi maskeli medya terörüdür. Medya; propaganda yöntemi ile birey ve toplumun bilinçaltını ele geçirme, işletme ve yönetmeyi hedefler. Toplumsal yapıya sosyolojik olarak bakıldığında propaganda da esas amacın; propaganda yapanlar ya da propaganda yapan kitle iletişim araçlarınca belirli bir konuda bireylerin, grupların ve toplumun tutum, kanaat, fikir ve düşüncelerinin etki altına alınarak 18 Alav, Orhan, a.g.e., s.76-77. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 5 kendi istekleri doğrultusunda değiştirilmesi olduğu görülüyor. Bu değişim; semboller, söz, hareket, jest, resim, müzik ve diğer araçlar yardımı ile kişilerin düşünce, davranış, tutum, inanç değer ve tavırlarına bazı suni araçlar ve manevralarla etki yapmak metoduyla 19 gerçekleştirilir. Medya, propaganda sürecinde çoklu etkileşim argümanlarını kullanarak birey ve toplumun farkındalık bilincini ele geçirerek, bireylerin kanaat ve tutumlarını algısal olarak esir alıp değiştirerek gerçekleştirirler. Bu değişimde en önemli unsur birey ve toplumu ötekileştirmektir. Ötekileştirmek; insanlığın alt eşiğinde kalan şeylerdir (farklılıklar). 20 Sosyolojik anlamda kavram olarak ötekileşme, kendisi dışındaki diğerleri yani ötekidir. Medya’nın ötekileştirmesi ise, kendi zihniyetinin dışındakileri dışlamasıdır yani aynı haberin farklı medyalarca farklı şekilde sunulması bir ötekileşmedir. Medya ötekileşmeyi yaratmaya çalışır ise o zaman gerçek amacından çıkarak birey ve toplumu kaos ortamına sürükler ve bu ciddi bir tehlikedir. Medya, toplumda şeffaf/açık bir yapıda mı, yoksa örtük/maskeli bir yapıda mıdır? Bu çok önemlidir. Maskeli medya çok tehlikelidir. Maske çok şey ifade eder ve daha fazlasını saklar. Medya maske kullanım halindeyken ona dokunulamaz. Maske, belirsizliğin dehşetiyle yüklüdür, örttüğü şey asla bilinmez.21 Medya’nın maskeli/örtük veya açık olması birey ve toplumu etkileme sürecinde çok önemlidir. Çünkü niyetler/amaçlar buna göre şekillenecektir bu süreçte medya maskesiz olarak ileti ve mesajlarında ötekileştirme bilincinden çok toplumsal farkındalık ve yurttaşlık bilincini ön plana çıkarırsa faydalı olacak ve hedef kitlesiyle birlikte yaşamaya devam edecektir. Medya’nın Toplumsal Eksende Siyasal ve Yönetsel Etkileri Kitle iletişim araçları olan medya; bugün itibariyle dünden daha güçlü ve fonksiyonel bir etki gücüne sahip olmuştur. Medya’nın topluma başat etkileri, moral, haber, eğlence, ticari, eğitim/kültür ve ahlaki değer etkileridir. Egemen laik toplumlarda, toplumun ortak idealleri ve hedefleri açısından ahlaki ve moral değerleri kamusal bir meşrutiyet sağlama ve akılcı bir yol olarak görülmektedir.22Bu öngörüde medyanın etkin ve yaygın bir etkisi vardır. Gelişen teknolojiye bağlı olarak birey ve toplumların sosyal DNA’ları değişime/ evrime uğramıştır. Birçok etkileşim doğallıktan çıkarak teknolojinin suni etkisiyle şekil ve Dönmezer, Sulhi, Sosyoloji, Savaş Yayınları, Ankara, 1984, s. 397. Gasset, Ortega Y., çev.Neyire Gül Işık, İnsan ve Herkes, Metis Yayınları, 3.bs., İstanbul, 2007, s.43 21 Canetti, Elias, çev., Gülşat Aygen, Kitle ve İktidar, Ayrıntı yayınları, 1.bs., İstanbul, 1998, s.371 22 Thompson, Kenneth and Anita Sharma, Secularization, Moral Regulation and the Mass Media, The British Journal of Sociology, vol. 49, No. 3 (Sep.,1998), p. 435 19 20 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 6 yön değiştirmiştir. Geleneksel aile ve toplum yapıları hızla evrim geçirmektedir. Bu evrimde değişen koşullar, gelişen teknoloji, değişen ekonomik ve sosyal yapı birey ve toplumu âdeta yeniden dizayn etmektedir. Bu dizaynda birey ve toplumun yanında her şey yeniden şekillenmektedir. Bu süreçte medya başat konumdadır. Günümüzde, devlet anlayışı bile yeniden gözden geçirilmekte, demokrasi ve kurumsal değerler farklı bir profilde yer almaktadırlar. Bu değişimin temel nedeni gelişen teknoloji ve teknolojiye bağlı olarak ortaya çıkan hızlı iletişim ve çoklu medyadır. Medya, bireyden başlayarak toplum ve devletleri etki altına alarak bir anafor yörüngesinde tutmaktadır. Bu etkileşimin olumlu ve olumsuz yanları söz konusu olsa da kitle iletişim araçları olarak simlendirilen medya, açıktan ya da örtülü/gizli olarak devlet ve birey egemenliği üzerinde dominant bir konuma gelmiş durumdadır. Medya’nın etkileri çok yönlü bir anafor haline gelmiştir. Birey ve toplum hatta devletler neredeyse tehdit edilir hale gelmişlerdir. Medya, birey ve toplum üzerinde etkisini her alanda göstermekte ve âdeta Devlet ve toplumsal yapının egemenliğe müdahale eder hale gelmiştir. Medya: yasama, yürütme, yargı erkleri ve devletin diğer kurumları üzerinde doğrudan veya dolaylı olarak baskı uygulayabilmekte yapmış olduğu yayın/yayımlarla açıktan veya gizli/örtük olarak zaman zaman bir şantaj/tehdit unsurları kullanarak toplum üzerinde etkili bir canavar haline de dönüşebilmektedirler. Medya, toplum ve devlet kurumlarının yanında, ekonomik varlıkların pozisyonlarında, kültür değerlerinin yüceltilmesi veya yozlaştırılmasında, spor endüstrisinde, reklam sektöründe, eğitimde, siyaset ve politikada hatta etnik ayrıştırıcılık yapılanmasında patrimonial devşirme bir zihniyet içerisine de girebilmektedirler. 1970’li yıllarda Amerikalı yazar, George Creel, Sovyetler Birliği’nin silah ile değil kitle iletişim araçları vasıtası ile yıkılacağını “kağıttan mermiler” 23 sözü ile ifade etmişti. Günümüz kitle iletişim araçlarının gücü sanırız ki, George Creel’in kağıttan mermiler sözünü doğrular duruma gelmiştir. Medya, günümüz dünyasında her alanda yer almakta ve adeta Dünyanın yönetimini ele geçirme ironisi içerisine girmiş bulunmaktadır. Medya/lar yapmış oldukları bilinçli örtülü yayın/yayımlarla birey ve toplumlara kendi fikri düşüncelerini aşılamakta/empoze etmektedir. Böylelikle medya/lar, tek tip düşünen insan modeli yaratma ütopyası içerisine girmiş bulunmaktadır. Toplum yapılanmasında toplumu yeniden dizayn etmede medya en önemli silah ve argüman haline gelmiştir. Günümüzde toplumların silah zoru ile işgal edilmeleri çok zorlaşmıştır ancak medya vasıtası ile toplumlar birkaç on yılda etkisiz hale getirilmekte olup; açık toplum, demokrasi, barış ve özgürlük gibi birey ve topluma hoş gelen sloganlar ve 23 Akgün, Nafiz, “Kitle Haberleşme Araçları Üzerine Kritik”, Meydan Dergisi, Şubat-Mart 1976, İstanbul, s.38 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 7 masum eylemlerle toplumlar sosyal çözülmeye itilmekte, önce doğal müttefik olarak sonrasında da kültürel ve fiili işgale uğramış hale getirilmektedir. (kadife ve turuncu devrimler ve Arap baharı vb.) Medya, bunu yaparken de öncesinde birey ve toplumun davranışlarını değiştirecek sosyal zemini hazır hale getirerek gerçekleştirir. Davranış ve yaşantı, kendi unsurlarına bölünemez ancak unsurlar arası ilişkilerin vurgulanması ve bunların etkileşimlerinin dikkate alınması gerekmektedir. 24 Medya birey ve toplum üzerinde etki silahını kullanırken ilk önceliği bireylerin davranışlarını değiştirerek işe başlar. Medya isterse aynı/benzer düşündürür isterse de farklı/çatışmacı düşündürür. Medya her ne kadar kendi gündem ve kamuoylarını oluşturarak bireyleri ve toplumları etki altına alsa da tek başlarına birey ve toplumları değiştirme gücüne sahip değildir ancak, değişim sürecini zamana yayarak bireyleri etkilemeye olgunlaştırılmış bir ortam hazırlarlar. Kitle iletişim araçlarının asıl görevleri; haber verme, gündem oluşturma, kamuoyu oluşturma, siyasal sürece ve demokrasiye katılma, toplumsal bütünlüğe katılma, eğitim, eğlenme, dinlenme gibi konularda yayın/yayımlar ile katkı yapmaktır. 25 Ancak medya, yayın/yayımlarını objektif ve bir sivil toplum bilinci içerisinde bireye, topluma ve demokrasiye katılım ve katkı olarak yaparsa olumlu bir değer anlayışı ortaya çıkar. Aksi takdirde çatışmacı ve örtük bir yayın/yayım anlayışı ile karşıt/muhalif birey ve toplum yaratılmasına katkı yapar. Medya, hedef kitlesi olan; içinde bulunduğu toplum ve bireylere objektif haber ve bilgi aktarma görevini yürütürse sağlıklı bir toplum oluşumuna katkı sağlamış olur. Toplumda, Devlet organlarında ki olumsuz ve negatif yapılanmanın ve yanlışların medya vasıtasıyla toplumda pozitif propaganda yapılmasıyla olumsuz durumların hızla değişerek olumlu şartların oluşması da mümkündür. Medya’nın asli görevlerinden birisi de içinde bulunduğu hedef kitlesi olan toplumun sosyal, eğitimsel, ekonomik, kültürel ve demokratik olarak gelişmesi, aydın bir sınıf ve toplum şuurunun oluşmasına ve gelişmesine katkı yapmaktır. Çünkü medya isterse; savaşın dilini barışın dili ile, barışın dilini de savaşın dile anlatır.26 Medya, ekran ve sinemanın büyüsü ile toplumda üyeleri olan bireylerin neredeyse tüm yaş gruplarına kadar ulaşmakta ve ulaştığı beyinleri örtülü olarak kendisi gibi düşünmeye alıştırmakta ve toplumu belirli bir zaman sürecinde kendisine göre dönüştürme çabası gütmektedir. 24 25 26 Eroğlu, Feyzullah, Davranış Bilimleri, Beta yayınları, İstanbul, 1998, s.24 Alav, Orhan, a.g.e., s.216 Kaplan, Yusuf, y.e.g.e, s.2-3 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 8 Günümüzde Dünyada ve Türkiye’de farklı her düşüncenin farklı medyaları mevcuttur. Her medya, sahibinin düşüncesine göre fikirlerini ortaya koymaktadır. Medya günümüzde birey ve toplumları ve Devletleri örtülü olarak dolaylı yeri geldiği zamanda açıktan tehdit eder hale gelmiştir. Bunu yaparken de medya sürekli olarak iletişimsel bir algı yönetimi eylemi içerisinde bulunmaktadır. Medya’ya göre; iletişimsel eylemlerin anlaşılması ile rasyonel yorumların yaklaşımı arasında temel bir bağlantı vardır. Bu bağlantıda iletişimsel eylemler öncelikle olgusal akışları içinde anlaşılıp ancak bundan sonra ideal tiplere ilişkin bir akış modeliyle karşılaştırılmak gibi iki aşamalı bir biçimde yorumlanamaz. Medya betimsel kavramları ve mesajlarını hedefe çoğu zaman görünenin arkasında bir yaklaşımla iletir. İletişimsel eylemde bulunanlar her etkileşim dizisiyle birlikte normatif olarak yapılanmış bir toplum görüşünü yenilerler; ama aslında anlık bir sorunsal görüş birliğinden bir sonrakine sıçrarlar öyle ki, birden fazla eylem dizisi üzerinden bir süreklilik görüşünü, ancak her defasındaki bağlamla bağlantı kurularak güvencelenebilir.27 Medya böylelikle egemenliğini iletileri üzerinden hedef kitlesine iletir ve hissettirir böylece medya; yeni bir egemen elit sınıf oluşturmuş olur. Bu süreçte medya hem nazik bir tavır hem de zorba bir iletişim silahı ile aynı kapsül içerisinde egemenliğini ve varlığını sürdürür. Çünkü medya sahibi olduğu sermaye, ideoloji ve siyasi yapının kapsülünde varlığını ve gücünü sürdürebilir. Günümüzde medya sermaye ve iktidar seçkinleri ile iç içe bir yapıdadır. Bu durum iki yönlüdür, bu yapı medyanın kendi sermayesi ve medyanın sermayeyi dolaylı yönlendirmesi ile açıklanabilir. Medya, erki kontrol ederken bunu örtük /maskeli ve dolaylı olarak yapar. Maske çok şey ifade eder ve daha fazlasını saklar. Medya maske kullanım halindeyken ona dokunulamaz. Maske, belirsizliğin dehşetiyle yüklüdür, örttüğü şey asla bilinmez 28 Medya, erk olarak içinde bulunduğu devlet ve toplumun demokratik yapısına göre konuşlanır doğrudan veya dolaylı olarak sistemin organlarını denetler yada kontrol eder. Medya, kamuoylarını doğrudan kendi isteklerine göre uygun ortamı oluşturmadan veya oluşmadan manipüle edemezler. Sosyolojik olarak değerlendirdiğimizde medya, içinde bulunduğu toplumu doğrudan olmasa bile ötekileştirebilir veya birleştirebilir. Özetle, güçlü medyayı kim elinde bulundurur ise o güce göre medya konuşlanır açıktan ya da gizli olarak kendi erkini ilan eder. Toplumları belirli bir rejime bağlı siyasal yönetimler yönetir ve organize eder ancak kitle iletişim araçları olan günümüzün interaktif çoklu medyaları büyük etki güçleri ile önce bireyleri sonrasında toplumları ve Devletleri (Arap baharı, Ukrayna devrimleri, Türkiye’deki Habermas, Jürgen, çev.:Mustafa Tüzel, İletişimsel Eylem kuramı (1.cilt: Eylem rasyonelliği ve toplumsal rasyonelleşme- 2.cilt: İşlevselci aklın eleştirisi üzerine), Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1996, s.151 28 Canetti, Elias., çev. Gülşat Aygen, Kitle ve İktidar, Ayrıntı yayınları, 1.bs., İstanbul, 1998, s.371 27 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 9 Gezi olayları, Fransa-Paris’de ki Charlie Hebdo gösterileri gibi …) değişim, gelişim ve erozyona uğratabilmektedirler. Medya, günümüzde birey ve toplumlar üzerinde dominant bir yapıya gelmiştir. Medya gerçek anlamda görevini yaptığı takdirde; haber verme, gündem oluşturma, kamuoyu oluşturma yolu ile siyasal sürece ve demokrasiye katılıma veya ayrışmaya büyük etkisi söz konusudur. Günümüzde medya vasıtaları ister geleneksel medya olsun ister sosyal medya olsun siyasi yapıları kökünden sallayan bir fırtına gibi esmekte ve hedef kitlelerini etkileme gücüne sahip olabilmektedirler. (Kadife devrimler ve Arap baharı gibi…) Her siyasi iktidar medya gücüne sahip olmak ister. Günümüzde medya demek güç demektir. Medya sayesinde toplumun her kesimine anlık zaman dilimlerinde ulaşılabilmekte istenen mesajlar/iletiler sunulabilmektedir. Modern dünyamızda medya çok büyük bir güç ve silah haline gelmiştir. Dünyadaki devletlere baktığımızda iktidar sisteminin geçirdiği değişiklikler, genellikle, siyasal, ekonomik ve askeri güç çerçevesinde şekillendiği görülmektedir.29 Medya ise bu üç güç ile doğrudan ilişki içerisindedir. Son dönemlerde ise medya daha çok kendi varlığını yaratan ekonomik güç ve gücü devam ettirecek olan siyasal iktidar ile çok daha girift ilişkiler içerisindedir. Bu ilişkide sosyal medyayı geleneksel medyalardan ayırmak lazım, çünkü sosyal medyanın dinamizmi ve iletişimi geleneksel medyalardan çok daha farklı bir konsepte yer almaktadır. Kitle iletişim araçları böylelikle bulunduğu toplumda siyasal yapıya ve demokrasiye katkı yaparak toplumu yönetenleri etkileme, yönlendirme ve kamuoyu adına denetleme görevini üstlenmektedirler. Küreselleşen dünyamızda birey ve toplumlar sosyolojik olarak birbirlerinden etkilenmekteler, benzer yaşam tarzları ve benzer duyarlılıklar ortaya çıkmaktadır. Bu gelişimde kitle iletişim araçları çok etkili olmuştur. Bu etkileşimde medyanın olumlu veya olumsuz niyeti önemlidir. Dünya toplum yapılarına baktığımız zaman; değişen, gelişen ve erozyona uğrayan değerler toplumları şekillendirmektedir böylece yeni bir toplum modeli ortaya çıkmakta globalleşme/küreselleşme terimi ile açıklanan bu yapılanmada bir yerde ortaya çıkan olumlu veya olumsuz dalgalanma bütün dünya toplumlarını eş zamanlı olarak etkilenmektedirler. Bu etkileşim sürecinde medya’nın iletişim ve propaganda gücü birinci derecede etkili olmaktadır. Demokratik çağdaş toplumlarda bireysel ve sosyal etkileşim birbirlerini tetiklemekte olup sivil toplum örgütleri ve medya desteği ile hızlı bir gündem ve kamuoyu oluşumu yaratılmaktadır. Toplumları ve Devletleri yöneten kişilerin yönetim eksenlerinde medya görünmeyen sihirli birincil güç durumundadır. Medya desteği ile propagandalarını yürüten 29 Mills, C. Wright, Çev. Ünsal Oskay, İktidar Seçkinleri, Bilgi yayınevi, Ankara, 1974, s.374. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 10 siyasi partiler ileti programlarını hedef kitlesi olan toplum ve seçmenlerine medya vasıtası ile anlık zaman dilimi içerisinde ulaştırabilmektedirler. Medya’nın gücünü bilen siyasiler genelde medya ile çatışmaktan kaçınırlar zorunlu olmadıkça medya ile tartışma ortamına girmezler. Medya, böylelikle toplumu yöneten yöneticileri ve toplumdaki olumsuzlukları da takip ederek gündemlerine taşıyarak etkili kamuoyları yaratarak toplum adına denetleme görevi yaparak demokrasiye katkı sağlamaktadırlar. Bu süreçte en önemli unsur medya’nın bağımsızlığıdır. Eğer ki medya bağımsız değilse objektif de olamaz. Objektif olamayan bir medyanın toplumsal görevlerini sağlıklı yapmaları mümkün değildir. Medya, siyasi bir erkin veya başka bir misyonun temsilcisi ise, bağımsız yayın/yayım yapma, toplum ve demokrasiye katkısı sınırlı veya hiç olmayacaktır. Yanlı bir medya bir süre sonra sübjektif yayın/yayımlar yaparak ileti mesajlarında örtük ve karartma uygulayarak etkisinde kalmış olduğu erk veya yandaş grupları koruma ve kollama görevi içerisine girerek asli görevinden uzaklaşacaktır. Her alanda tam bağımsız bir medya ile demokratik ve toplumsal fayda ortaya çıkacaktır ancak bağımsız ve objektif bir medya paradigmayı yerinden oynatabilir. Medya’nın büyüsü haber verme ve ikna etme yapısallığından kaynaklanmaktadır. Bu süreci bilen siyasiler ve medya patronları medyayı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadırlar. Böylece medya imparatorluğu denen yeni bir burjuva sınıfı doğmuş oluyor. Medya bir endüstri olup bunu hangi alanda kullanırsanız o alanın gelişimi veya yıkımında etkin rol oynar. Medya aynı zamanda ekonomik, siyasi, demokratik, özdeş, karşıt güç, eğitim, kültür, eğlence, haber, propaganda aracı ve gücüdür. Önemli olan bu gücün; nerde, nasıl, kimler tarafından ve ne amaçla kullanıldığıdır. Sonuç : Medyanın Toplumsal Yapıya Etkilerinin Yorumlanması Çalışmamızda, medyanın günümüzdeki değişimi, etkileşimi ve gücü birey, toplumsal yapı, Devlet, iktidar seçkinleri olan siyasiler, ekonomi patronları ekseninde değerlendirilmiştir. Çalışmamız esasında tek yönlü durağan medyadan çoklu etkileşimli medyanın ortaya çıkması ile birey, toplumsal yapı, siyasal yapı, ekonomik yapı gibi birçok paradigmamın nasıl değiştiği ve etkileşim halinde olduklarını yüzey/survey ve gözlem yolu ile ortaya koymaya çalıştık. Çalışmamızda konuyla ilgili birçok bilimsel yayın incelenmiştir, konumuza yakınlığı yönü ile ve bakış açımızın karşılaştırılması açısından Wright Mills ve “İktidar Seçkinleri” isimli eseri ile 50 yıl önceki Amerikan toplum yapısının medya ilişkileri ve etkileşimleri günümüzün internet teknoloji destekli çoklu medya olarak ifade ettiğimiz sosyal medya ve yeni nesil televizyon medyacılığı benzer yapıda yukarıda ifade edildiği gibi birey, toplumsal yapı, Devlet, iktidar seçkinleri olan siyasiler, ekonomi patronları ekseninde değerlendirilmiştir. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 11 Dünya toplumlarını etkisi altına alan kitle iletişim araçları olan günümüzün çoklu medya aygıtları çok etkin bir konuma gelmiş durumdalar. Medya; içinde bulunduğu birey ve toplumları en alt değerden başlayarak en üst değer ve konjektürel yapıya kadar etkilemektedir. Medya, bu etkileşim sürecinde sadece birey ve toplumu değil aynı zamanda devlet ve devlet organlarını da etkileme ve yönlendirme gücüne kavuşmuş durumdadır. Medya, nasıl ve hangi alanda kullanılırsa o alanda etkin oluyor? Medya; ileti yayın/yayımlarıyla olumlu veya tahrip edici bir etki gücüne sahip konuma gelmiştir. Kitle iletişim araçları olan medya birey ve toplumların sosyal kodlarını etkileyen, yönlendiren ve yer yer değiştirebilen bir etki gücüne sahip olmuşlardır. Çalışmamızın değerlendirilmesinde medya’nın çok yönlü bir etki gücünün varlığı görülmektedir, önemli olan bu etki gücünün objektif veya sübjektif, olumlu veya olumsuz olarak kullanılmasıdır. Medya’nın asli görevi birey ve toplumu kendi ekseninde şekillendirmesi değildir. Medya’nın asli görevi; birey ve toplumu haberdar etme, objektif olarak bilgilendirme, eğlendirme, dinlendirme, eğitim ve kültür hayatına katkı sağlamak, ekonomiye dolaylı katkı sağlamak, demokrasi ve üniter devlet yapısına, milli bütünlüğün devamına ve hayatın her alanında katkı sağlayarak, bireylerin birbirleriyle ilişkilerini, davranış biçimlerini yönlendirmesi ve farkındalık yaratması önemlidir. Medya ile insanlar sürekli iletişim ve diyalog halinde olarak daha kültürlü, daha bilgili daha haberli, birbirlerinin hassasiyetlerini bilebilen, birbirlerine karşı daha hoşgörülü, akılcı ve organize bir toplum modeli30 geliştirebilir. Medya’nın demokrasi sürecindeki etkilerine baktığımızda karşımıza önemli bir girift ilişki ağı çıkmaktadır. Demokrasiler hukuk devleti’nin bir aracı olarak bir değer ve anlam taşır. Medya’da demokrasilerin vasıtası olarak bir anlam ifade eder31. Hukuk Devletinin aracı olmayan demokrasiler nasıl ki anlam ifade etmezler ise medya da, demokrasilerin vasıtası ve demokrasilerin gelişimlerine katkı sağlamaz evrensel hukukun yerine özel/şahsi hukuk yaratılmasına çalışırlar ise bir anlam ifade etmezler. Medya her ne kadar maddi olarak şahısların malı olsa da, reel anlamda içerik ve iletişimin sağlanmasında fonksiyonel olarak kamuya mâlolmuş halkın malıdırlar. Cem, İsmail, “Daha kültürlü, bilgili, haberli olabilmek” Yeni Türkiye (Medya Özel Sayısı), sayı:11, Ankara, 1996, s.19 31 Hatemi, Hüseyin, “Medya alanında yeniden yapılanma gereği” Yeni Türkiye (Medya Özel Sayısı), sayı:11, Ankara, 1996, s.23 30 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 12 Günümüz döneminde, birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de demokrasinin değil de neredeyse medya’nın demokrasisi mevcut hale gelmiştir. Bu anlayış ve yapılanmaya medyanın siyasileri, iktidarı ve ekonomisi de eklenebilir. Bunun yanında ekonomi patronlarının, siyasilerin de medyaları mevcuttur. Medya konsepti; sahibinin fikrine ve isteğine göre yayın/yayım yaparak sözde ya da özde bireylere, topluma ve de demokrasiye katkı sağlamış olurlar. Medya eğer ki kendisini; yasama, yürütme ve yargı erklerinin önünde görürse feodal ve totaliter bir medya demokrasisi ortaya çıkar bu da toplumda kargaşa neden olur. Medya’nın reel anlamda demokrasiye, siyasete, hukuka ve diğer alanlara katkısı; vicdani ve ahlaki duyarlılığa sahip olmasından geçer aksi takdirde reel katkıdan bahsedemeyiz. Medya’nın ekonomiye etkilerine bakarsak bu alanda da girift sarmal bir ilişki karşımıza çıkmaktadır. Medya, varlığını sürdürebilmesi için ilk önceliği maddi anlamda bir güce sahip olması gerekir ki varlığını sürdürebilsin. Dünya ekonomileri birbirlerinden etkilenmektedirler ve birbirlerine zincirleme bağlıdırlar. Borsa, istihdam, iş, işveren, çalışanlar, pazar ve reklam süreçleri birbirlerini tamamlarlar. Bu süreçte ürünlerin pazarlanması iyi bir prezantasyona dayanmaktadır. Ürün ve sektörler ne kadar iyi tanıtılırsa iş, işgücü ve kazanç o derece verimli olacaktır. Bu sürece endüstriyel bazda etkiyi reklam propagandası yapmaktadır. Kitle iletişim araçlarının tamamı olan medya burada etkin bir rol oynamaktadır. Ekonomiye endüstriyel bazda dolaylı borsa etkisi yaparak birçok endüstriye vizyon sağlamaktadır. Medya, ekonomiye toplam kalitede devasa bir işgücü etkisi yaratmaktadır. Zaman, para, işgücü, kaliteli eleman, ürün, yeni istihdam alanları ve pazar alanlarına en kısa sürede doğrudan veya dolaylı olarak etki ederek topluma ve iş gücü sektörlerine katma değer yaratılmasında etkin bir vasıta rolünü üstlenebilmektedirler. Medya’nın toplumsal yapıya olumlu ve olumsuz etkilerinden bir diğeri de, şiddet ve şiddetsiz bir toplum yaratılmasındaki katkısıdır. Toplumsal yapıda medyanın çok fonksiyonlu bir etki etkileşim gücü ve cazibesi vardır. Medya, çoğu zaman farkında olmadan veya örtük farkındalık bilinci ile birey ve toplum üzerinde şiddet uygulayabilmektedir. Birey ve toplumlar üzerinde medya’nın şefkat ve şiddet etkisi vardır. Medya isterse; “savaşın dilini barışın dili ile barışın dilini de savaşın dili ile anlatabilmekte” (KaplanY.), bu yüzden medya, yaşam alanına kendisinin dışında başka bir gücün girmesini istemez bu durumda çoğu zaman varlığını sürdürdüğü toplumun değerleri ile ters düştüğü zaman kendi çıkarları için toplumsal Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 13 değerleri tehdit algılar ve topluma sunduğu yayın/yayımlarda ahlaki bir bariyer 32 uygulayabilmektedir. Medya yapay sosyal zeka kullanarak, aldatıcı ticari tekniklerle; soyut, mantıkdışı ve mide bulandırıcı abartmalarla dolu seks ve şiddet öğeleriyle şişirilmiş boş haber anlayışlarıyla birey ve toplum üzerinde olumsuz etkiler de yaratabilmektedir. Bu süreçte, medyanın yapay sosyal zekaya endeksli yayın/yayımlarının nicel ve niteliği anlaşıldıkça zamanla etki gücünü yitirecek ve çöküş başlayacaktır. Böylelikle medya, büyük kentlerin varoşlarından başlayarak hızla güven ve okur-izleyici yitirecek ve Hükümetlerin dolaylı dolaysız baskıları ve yasal sansürleri bu hızlı çöküşü daha da süratlendirecektir. 33 Medya üzerinden servis edilen şiddet ve porno yayın/yayımlar çocuklar, aile ve kadınlar üzerinde travma yaratmakta ve sağlıklı toplum yapısının kodlarını bir virüs gibi kemirmekte zarar verebilmektedir. Özellikle görsel-işitsel medya olan televizyon ve internet şiddet ve porno yayın/yayımcılıkla birey ve toplum üzerinde olumsuz etkiler bırakmaktadır. Çocuk ve ailenin korunması konusunda Devlet zorunlu ve yeterli hukuksal cezai yaptırımlar getirmedikçe bunlarla başa çıkmak zorlaşacaktır. İletişim ve medyanın sınır tanımaz teknolojik ileti üstünlüğü bir yerde birey, toplum ve devletleri de zor durumda bırakmaktadır. Medya ve şiddet konusunda şiddet uygulayan tarafın çoğunluğunu medya oluşturuyor olsa da, bazen de siyasi iktidar ve rant güçleri tarafında medya şiddete maruz kalabilmektedir. Bunun sonucunda da farklı doktirinel ve farklı bakış açılarında farklı endüstriyel medyalar doğmaktadır ve endüstriyel (reklam) şiddetini uygulayarak üretmeyen tüketici bir toplum modeli yaratma hedeflenmektedir. Medya isterse her alanda şiddet uygulayabilmektedir bunu yaparken de masum bir görünümde gerçekleştirir. Medya’nın eğitim ve kültüre etkilerine baktığımız da karşımıza kompleks bir konsept çıkmaktadır. Şöyle ki, birey ve toplumların iyi eğitilmesi ve kültürel düzeylerinin yükselmesinde temel ve örgün eğitimin yanında yaygın eğitim olarak medya önemli bir misyona sahiptir. Birey ve toplumun bilgi toplumu olmasında toplumun standart üst eğitim seviyesine kavuşabilmesi ve toplumun dönüşebilmesi için medya hedef kitlesi olan birey ve topluma; kültürel, sanatsal, sportif, haber, eğitici ve dinlendirici yayın/yayımlarıyla doğrudan veya dolaylı olarak katkı sağlayabilir. Medya, kısa, orta ve uzun vadede birey ve toplumun eğitilmiş kültürel düzeyine olumlu katkı sağlayabilir veya olumsuz etki de yapabilir. 32 Hunt, Arnold, 'Moral Panic' and Moral Language in the Media, The British Journal of Sociology, Vol. 48, No. 4 (Dec., 1997), pp. 630-631. 33 Özkan, Tuncay, “Medya nereye?”, Yeni Türkiye (Medya Özel Sayısı), sayı:11, 1996, s.34 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 14 Medya’nın eğitim ve kültürel sosyal yapı üzerindeki etkisi birinci derecede yaygın eğitim modeli ile servis edilmektedir. Bu kimi zaman doğrudan kimi zamanda yaptığı yayın/yayımlarla dolaylı olarak sunulur. Önemli olan bu etkileşimde olumlu katkının yapılmasıdır. Medya’nın birey ve toplum üzerinde eğitim ve kültürel etkisinde ana unsur medyanın yapmış olduğu yayın/yayımların nicel ve nitel içeriğidir. Medya’nın güvenilirliği de bu içerikte gizlidir. Medya haber kaynağı ile en son tüketicisi olan birey ve toplum arasında güven sorunu da yaşamaktadır. Birey ve toplum medyanın sunmuş olduğu yayın/yayımların güvenilirlik derecesi nedir sorusunu kendi zihninde değerlendirmekte, iletileri akıl ve zihin süzgecinden geçirmekte ve sonucunda medyanın güvenilirliğini değerlendirir hale gelmiştir. Medya’dan sunulan ve iletilen her mesaj/iletinin doğruluk derecesi nedir, sübjektif veya objektif bir enformasyona mı maruz kalınıyor artık bunlar düşünülür hale gelmiştir. Yoğun enformasyon ve bilgi kirliliği karşısında kamuoyu, gündemi takip edebileceği güvenilir kaynaklar aramaya başlıyor. Her ne kadar teknolojik gelişmeler hatta devrimler haberleşmenin mecrasını, formatını değiştirse de özüne dokunamazlar34 işte bu öz birey ve toplumun öz belleğinde ve akıl süzgecinden geçerek filtre edilerek medya iletilerinin güvenilirliğini oluşturmaktadır. Günümüz toplum yapılarında çok çeşitlenen medyaların yapmış olduğu yayın/yayımlara olan güven aralığı ise daralmış durumda. Artık medyaların yapay olarak servis ettikleri haber ve iletiler gündem ve kamuoyu oluşumlarına güven ekseninde sorgulanır duruma gelmiştir. Türkiye’de ve Dünya’da medya, birey ve toplumu yeni bir dizayna tabi tutmaktadırlar. Medya yeni bir yaşam tarzı ve adına “etik” denen yeni bir ahlak oluşturma peşindedir bunu yaparken de tekelleşme peşindedir. Tekelleşme sansürün ikiz kardeşidir.35 Medya bir taraftan etik değerlerden bahsedecek diğer taraftan da kartelleşerek birey ve toplum üzerinde güven derecesini düşürmektedir. Medya’nın toplumdaki asli görevi bilgi toplumu oluşumuna katkı sağlamak ve bilginin topluma ulaşmasında objektif ve demokratik konumu ile aracılık etmesi ve katkı sağlamaktır. Medya, asli görevlerinin dışına çıktığı zaman güven aralığı değerleri de düşmektedir. Medya; konsepti, hedef kitlesi, patronu, ekonomisi, siyaseti, iktidarı ile birey ve toplumu sosyo-ekonomik ve diğer etkilerle zincirleme bağlamlarla, domino etkisi yaratacak şekilde etkilemektedir. Medya’nın örgütsel yapılanması ve konsepti içerisinde yeni bir 34 35 Berberoğlu, Enis, “Geleceğin Medyası”,Yeni Türkiye (Medya Özel Sayısı), sayı:11, 1996, s.57 Bilgin, Nazmi, “Medya ve Etik”, Yeni Türkiye (Medya Özel Sayısı), sayı:11, 1996, s.134 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 15 revizyonist hareket ortaya çıktı. Bu yeni revizyonizm kendisini sıklıkla geleceğin zincirlerini parçalayan orijinal ve yenilikçi, özgürleşirci bir hareket olarak sunar.36 Medya’nın bu tavrı aslında görüntüde pragmatist bir yaklaşımı ortaya koyuyor olsa de kendi iç konseptinde ve yapılanmasında bu görünümün tersine daha muhafazakâr bir anlayış söz konusu aksi takdirde varlığı ve yaşamsal alanı tehdit altına girecektir. Hiçbir medya kendi zincirlerini kırarak başkalarının özgürlük alanlarına doğrudan giremez ve hedef kitlesi olan toplumu karşısına alamaz. Nasıl ki, medyanın kendi sınırları var ve toplumların sınırları ile bağlı ise, toplumlarında kendi sınırları olmasına rağmen diğer yaşam sınırları ile birbirlerine bağlıdırlar.37 Günümüz toplum yapılanması içerisinde medya’nın etkisi azımsanamaz. Medya her ne kadar örtük yayın anlayışı içerisinde güven zedelemiş olsa da birey ve toplumların hâla vazgeçilmez ve vazgeçemeyecekleri iletişim araçlarıdır. Kaynakça 1- AKGÜN, Nafiz, “Kitle Haberleşme Araçları Üzerine Kritik”, Meydan Dergisi, Şubat-Mart 1976, İstanbul,1976. 2-ALAV, Orhan, Kitle İletişim ve Yerel Medya, Fakülte Kitabevi, Isparta, 2001 3-BERBEROĞLU, Enis, “Geleceğin Medyası”,Yeni Türkiye (Medya Özel Sayısı), sayı:11, Ankara,1996 4-BİLGİN, Nazmi, “Medya ve Etik”, Yeni Türkiye (Medya Özel Sayısı), sayı:11, Ankara, 1996 5-CANETTI, Elias, çev., Gülşat Aygen, Kitle ve İktidar, Ayrıntı Yayınları, (1.bs.), İstanbul, 1998 6-CEM, İsmail, “Daha kültürlü, bilgili, haberli olabilmek” Yeni Türkiye (Medya Özel Sayısı), sayı:11, Ankara,1996 7-CURAN, James, çev. Mehmet Küçük, Medya İktidar İdeolojisi: “Kitle iletişimi araştırmasında yeni revizyonizm: Bir yeniden değerlendirme çabası” (2.bs.), Ark Yayınları, Ankara, 1999 8-ÇOBAN, Barış, Yeni Toplumsal Hareketler: Küreselleşme çağında toplumsal muhalefet Curan, James, çev. Mehmet Küçük, Medya iktidar ideolojisi: “Kitle iletişimi araştırmasında yeni revizyonizm: Bir yeniden değerlendirme çabası” 2. bs., Ark Yayınları, Ankara, 1999, s.397 37 Polama, Margaret M., çev.,Hayriye Erbaş, Çağdaş sosyoloji kuramları “* Persons’un genel kuramı” Eos Yayınevi, Ankara, 2007, s.165 36 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 16 (küreselleşme, direniş ve ütopya), Kalkedon Yayınları, İstanbul, 2009 9-DÖNMEZER, Sulhi, Sosyoloji, Savaş Yayınları, Ankara, 1984 10-EROĞLU, Feyzullah, Davranış Bilimleri, Beta Yayınları, İstanbul, 1998 11- Estima Araştırma, “Medyaya duyulan güven (alan araştırması)”, 02.19.2010 URL:http://www.devadim.com/pagelist/konu.php?id=8017&sayfa=1#lastMessag (20.06.2010) 12-GASSET, Ortega y, çev., Neyire Gül Işık, İnsan ve Herkes, Metis Yayınları, (3.bs.), İstanbul, 2007 13-GIDDENS, Anthony, çev., Hüseyin Özel, Toplumun Kurtuluşu, Bilim ve Sanat Yayınları, (1.bs.), Ankara, 1999 14-GÜNDÜZ, Uğur, editör. Suat Gezgin, Türkiye’de Yerel Basın ,“Kurtuluş Savaşında Yerel Basının Rolü”, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları, İstanbul, 2007 15-HABERMAS, Jürgen, çev.:Mustafa Tüzel, İletişimsel Eylem Kuramı (1.cilt: Eylem rasyonelliği ve toplumsal rasyonelleşme- 2.cilt: İşlevselci aklın eleştirisi üzerine), Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1996 16-HATEMİ, Hüseyin, “Medya alanında yeniden yapılanma gereği” Yeni Türkiye (Medya Özel Sayısı), sayı:11, Ankara,1996 17-HUNT, Arnold, 'Moral Panic' and Moral Language in the Media, The British Journal of Sociology, Vol. 48, No. 4 (Dec., 1997) 18- KAPLAN, Yusuf, “Medyanın Saldırganlığı, Her Şeyi Kontrol Etme Güdüsü. Kaynakça: İnternet, 2000 19)- Kaptan S., Bilimsel Araştırma ve İstatistik Teknikleri, Tekışık Ofset, Ankara, 1995 20-KARAKOÇ, Enderhan, Basının Kamuoyu Oluşturma Fonksiyonu (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Gazi niversitesi, Ankara, 1998 21-MILLS, Wright, çev., Ünsal Oskay, İktidar Seçkinleri, Bilgi Yayınevi,(1.bs.),Ankara, 1974 22-MUTLU, Erol, İletişim Sözlüğü, Ark Yayınları, Ankara, 1998 23-NEUMANN, Elisabeth N., Kamuoyu: Suskunluk Sarmalının Keşfi, çev.: Murat Öztürk, Dost Kitabevi, Ankara, 1998 24-ÖZKAN, Tuncay, “Medya nereye?”, Yeni Türkiye (Medya Özel Sayısı), sayı:11, Ankara,1996 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 17 25-ÖZSOY, Osman, Propaganda ve Kamuoyu luşturma, Alfa yayınları, (1.bs.), İstanbul, 1998 26-POLAMA, Margaret M., çev.,Hayriye Erbaş, Çağdaş Sosyoloji Kuramları “Persons’un genel kuramı” Eos Yayınevi, Ankara, 2007 27- Patti M. Valkenburg, The Differential Susceptibility to Media Effects Model, Journal of Communication 63 (2013) 28- Raymond J. Pingree, Effects of Media Criticism on Gatekeeping Trust and Implications for Agenda Setting, Journal of Communication 63 (2013) 2013 29- Sarı, Hasan.,Sosyal Medya ve Uygulamarının On-line Halkla İlişkiler Açısından Değerlendirilmesi, URL: http://www.hasansari.com.tr/upload/98603353.pdf , 16 Nisan 2013 30-SEZER, Duygu, Kamuoyu ve Dış Politika, Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, Ankara, 1972 31-THOMPSON, Kenneth and Anita Sharma, Secularization, Moral Regulation and the Mass Media, The British Journal of Sociology, Vol. 49, No. 3 (Sep.,1998) 32- Türkdoğan, Orhan, Türk Toplumunda Aydın Sınıfın Anatomisi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2003 33- Mills, C. Wright, çev. Ünsal Oskay, İktidar Seçkinleri, Bilgi yayınevi, Ankara, 1974 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 18 YEREL AĞIZLARDA COĞRAFİ KAVRAMLAR (AKSARAY İLİ ÖRNEĞİ)* GEORAPHICAL TERMS IN DIFFERENT LOCAL ACCENTS(AKSARAY SAMPLE) Tahsin YILDIRIM* Enes TARIM* ÖZET Bilindiği üzere coğrafya kendi içerisinde farklı terimler barındıran bir bilim dalıdır. Bilimsel çalışmalarda kullanılan bu terimlerin Anadolu da farklı yöresel karşılıkları bulunmaktadır. Günümüzdeki kırsal ilişikler ağının değişmesi, yerel coğrafi terimlerin ortadan kalkmasına yol açmıştır. Yaşayan kültürel miras niteliğindeki bu terimlerin gelecek nesillere aktarılamayacak olması, yerel kültür değerlerinin yavaş yavaş kaybolmasına neden olacaktır. İç Anadolu bölgesinin Konya bölümünde yer alan tarih boyunca Aksaray birçok kültür çevresinden etkilenmiş, aynı zamanda sayısız kültürel değeri de ortaya çıkarmıştır. Coğrafi kavramların yerel ağızda şekillenmesi, kültüre mayalanması, keşfedilmesi gerekli olan bir hazinedir. Bu araştırmada bazı coğrafi terimlerin Aksaray ilindeki yöresel karşılıklarına yer verilmiştir. Araştırmanın verileri mülakat (yüz yüze görüşme) yöntemi ile elde edilmiştir. Elde edilen veriler sonucunda Kaybolmaya yüz tutan bu terimlerin bir kültür değeri olarak gelecek nesillere aktarılmasının önemine vurgu yapılarak bir farkındalık oluşturmaya çalışılmıştır. Anahtar kelimeler: coğrafya, coğrafi kavramlar, kavram öğretimi Abstract As is known, geography is a scientific field which encompasses differing terms/ concepts in itself. Used for scientific research, these terms also have different local representations across Anadolu. It is observed that some geographical terms are stil in use today while many others have been forgotten or about to be forgotten. That these terms, which feature existing local cultural inheritance, will not be able to be passed on to upcoming generations means gradual loss of cultural values. Located in Inner Anatolia Region, Aksaray has been influenced by many cultural sources. The city of Aksaray has been home to many cultures throughout history. Living in close guarters with the nature, people of Aksaray has a huge amount of cultural refinement. Considering the recent history, people of Aksaray have represented geographical events not only with scientific terms but also with religious and traditional terms. İn this study, local eguivalents of some geographical terms in Aksaray province have been identified. The data have been obtained via interviews(face to face). Using the data obtained, we aim to raise a consciousness on the importance of passing on these cultural values to future generations. Key words: geography, geographical concepts, concept teaching *Bu çalışma 23-24 Ekim 2014 tarihlerinde düzenlenen Unikop 2014 Sempozyumunda sunulan bildirinin genişletilmiş halidir. 1 Aksaray Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, İlköğretim Bölümü [email protected] 1 MEB Somuncubaba Anadolu lisesi Okulu, Aksaray, [email protected] Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 19 GİRİŞ Birincil sözlü kültür, sosyal bilim araştırmalarında genellikle ihmal edilir. Coğrafi bilgiyi ölçen, coğrafi yapının insan yaşantısındaki rolü ve etkisini ortaya koyan çalışmalar sınırlıdır. Bununla birlikte Sesli söylem ile yapılan çalışma neredeyse yok gibidir. Bilindiği üzere sesli söylem dinamiktir ve söylemin içinde yer alan coğrafi muhteva sır gibi örtük kalır. İnsan ve toplumlar coğrafi mekân üzerinde yaşar ama bu mekânın yansıttığı gerçeklikler ortaya çıkartılması, bir şekilde ihmal edilmektedir. Hayat deneyimi yüksek olan insanlar (yaşlı nüfus) dünyayı algılamaya başladıkları günden itibaren çevrelerinde gerçekleşen doğal ve kültürel olayların birincil şahididirler. Yaşadıkları dönem ve mekânın teknolojik kısırlığı bu şahitliği kaydetmelerini neredeyse imkânsız kılmıştır. Bu bağlamda yaşadıkları mekândaki insan çevre etkileşiminin birçok ayrıntısı sadece onların hafızasında kayıtlıdır. Ömürlerinin son dönemlerini yaşayan bu insanların mekândaki şahitliklerinin, deneyimlerinin, algılarının kaydedilmesi ve bunların sonraki nesillerin eğitiminde kullanılması elzemdir. Hızla yaşanan tarihin içinde durmadan değişen ve yok olan değerlerin, anıların ve diğer maddi kültür unsurların karşısında elini çabuk tutmak ve bu yaşanmış geçmişin tarihini kaydetmek isteyen ilgili meraklıların çabaları hızla değişen yasam koşulları ve teknolojik gelişmelerin yarattığı sorunlara yenik düşmektedir. Özellikle yakın geçmişte sindirilmeden yaşanan tarihin birçok kaynağının ya hiç var olmadan veya kısa zamanda yok olmasının getirdiği belge eksikliği yakın geçmişin tarihini yazmak isteyenlerin karsısında en önemli engeli oluşturmaktadır. Günümüzde yakın tarihle ilgili birçok tarih bilgisi gelişim ve değişimin hızına bağlı olarak ya çabucak uçup gitmekte veya hiç var olmamış gibi hiçbir iz bırakmadan yok olmaktadır. Buna çoğunlukla teknolojik gelişmeler sebep olmaktadır. İletişim teknolojisindeki hızlı değişimin yol açtığı azalan belge sorunu artarak devam etmektedir. Bilgi ve fikirlerin uçucu olduğu; mektubun, telgrafın yerini telefonun; kitap ve gazete gibi yazılı metinlerin yerini tv, sinema, mültivizyon, kaset-çalar gibi görmeye ve işitmeye dayalı cihazların; klasör ve dosyaların yerini internet sayfalarının aldığı günümüzde yerel veya genel tarihin azalan kaynaklarını yeni bilgi toplama yolları geliştirerek asması gerekmektedir. Ancak aynı teknolojik gelişmeler, uzak ve yakın geçmişe ait birçok tarih malzemesini yaşatabilmemize ve koruyabilmemize imkânlar sağlamaktadır (Sarı,2007,17–18). Türkler tarihleri boyunca beş farklı takvim kullanmışlardır. Bu takvimler içinde hicri takvim ay yılı esaslı olan tek takvimdir. 12 Hayvanlı Türk takvimi Türklerin oluşturduğu ilk takvimdir. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 20 TAKVİM GÜNEŞ YILI AY YILI 12 HAYVANLI HİCRİ TAKVİM CELALİ TAKVİM RUMİ TAKVİM MİLADİ TAKVİM Türklerin kullanmış olduğu takvimler 12 Hayvanlı Türk Takvimi: Türklerin oluşturduğu bir takvimdir. Çin medeniyeti de bu takvimi Türklerden görüp kullanmışlardır. Bu takvimde her yıla bir hayvan adı verilir. Güneş yılı esasına göre hazırlanmıştır. 1. yıl = fare yılı (sıçan yılı) 2. yıl = sığır yılı 3. yıl = aslan yılı (pars yılı) 4. yıl = tavşan yılı 5. yıl = balık yılı (ejderha yılı) 6. yıl = yılan yılı 7. yıl = at yılı (yılkı yılı) 8. yıl = koyun yılı (koy yılı) 9. yıl = maymun yılı (bicin yılı) 10. yıl = tavuk yılı (takık yılı) 11. yıl = köpek yılı (it yılı) 12. yıl = domuz yılı Celali Takvim: Büyük Selçuklu hükümdarı Celaleddin Melikşah döneminde düzenlenmiştir. Güneş yılı esaslıdır. Takvimin başlangıcı Hicret olayıdır. Melikşahın ölümünden sonra takvim kullanılmamıştır. Bu takvimin kullanılmasındaki asıl sebep mali işlerdir. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 21 Mart - 20 Nisan Ferwerdin Hamal 21 Nisan - 21 Mayıs 22 Mayıs - 21 Haziran 22 Haziran 22 Temmuz 23 Temmuz 22 Ağustos 23 Ağustos 22 Eylül 23 Eylül - 22 Ekim 23 Ekim - 22 Kasım 22 Kasım - 21 Aralık 22 Aralık - 20 Ocak Ordibeheşt Savr: 21 Ocak - 19 Şubat 20 Şubat - 20 Mart http://esosbil.aksaray.edu.tr 21 Nevruz Yılbaşı ve baharın başlangıcı Hordâd Jawza Tir Saratan Yazın başlangıcı Mordâd Asad Şehrivar Sünbüle Mehr Mezan Sonbaharın başlangıcı Âbân Akrep Âzar -kavs Daî -jaddi Kışın başlangıcı Behman -Dalav İsfand -Hüt Artık yıl düzenine göre Tablo-1 Celali takvimde ay isimleri Rumi Takvim: Tanzimat Dönemi'ne kadar Osmanlı Devleti'nde Hicrî takvim her sahada resmi takvim olarak kullanılıyordu. Yılbaşı 1 Muharrem'di. Tanzimat Dönemi'nde, 13 Mart 1840 Miladi tarihi, 1 Mart 1256 Cuma günü olarak Rumi takvimin yılbaşı kabul edildi. Bu tarihten sonra çift takvim uygulaması başladı, aynı anda hem Hicri takvim hem de Rumi takvim 1870 miladi yılına kadar birlikte uygulandı. Hicri takvim ay yılına göre, Rumi takvim ise güneş yılı esaslı hesaplandığı için, Hicri takvimde senenin son günü rumi takvimin çakışan senesinden her yıl 11 gün daha geriye düşüyordu. İkililiğin önlenmesi için o tarihten sonra artık sadece Rumi takvim kullanılmaya başlandı. Rumi takvim, Batının kullandığı Gregoryen miladi takvimden 13 gün gerideydi. Rumi ile miladi arasında -her iki takvim de güneş yılı esasına göre düzenlendiği için- aradaki 13 günlük fark sabitti, böylece Hicri takvimin aksine mevsimlerin hep aynı aylara denk gelmesi temin edilmiş oldu, yıl farkı da takvimin başladığı zamanki fark olan 584 yıla sabitlenmiş oldu. Bu fark; Rumî Takvim'in Jülyen Takvimi'ni, Miladî takvimin ise Gregoryen Takvimi'ni esas almasından ileri gelir. 8 Şubat 1332 tarih ve 125 sayılı kanunla Jülyen esaslı Rumî takvim yürürlükten kaldırılarak Gregoryen esaslı Rumi takvime geçildi. Bu değişiklik Miladi takvimde 1917 senesine denk gelir.(Unat,2004) Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 22 Malî Osmanlıca Gün sayısı Kânûn-ı Sânî 31 Şubat 28 3 Onbirinci Ay Onikinci Ay Birinci Ay Mart 31 4 İkinci Ay Nisan 30 5 Üçüncü Ay Dördüncü Ay Beşinci Ay Mayıs 31 Haziran 30 Temmuz 31 Ağustos 31 Eylül 30 Ay 1 2 6 7 8 9 10 11 12 Altıncı Ay Yedinci Ay Sekizinci AY Dokuzuncu Ay Onuncu Ay Teşrin-i Evvel Teşrin-i Sânî Kânûn-ı Evvel 31 30 31 Tablo-2 Rumi takvime göre ay isimleri Hicri Takvim: Ay yılı esasına göre hazırlanmıştır. Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye Hicret'i (göç) başlangıç olarak kabul edilmiş ve Hz. Ömer döneminden itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Miladi takvim ile Hicri takvim arasında 622 yıllık bir fark bulunmaktadır. Türklerin İslamiyet'i kabul etmesinden sonra bu takvim Türk Devletleri tarafından da kullanılmaya başlanmıştır. Hicri takvim Türkiye Cumhuriyeti'nde 1 Ocak 1926'da yürürlükten kalkmıştır. Günümüzde sadece dini gün, gece ve ayların belirlenmesinde kullanılmaktadır.(Unat,2004) AYLAR İSİMLERİ 1. Muharrem 7. recep 2. Safer 8.şaban 3. Rebiyülevvel 9. Ramazan 4. Rebiülahir 10.şevval 5. Cemaziyülevvel 11.zilkade 6.Cemaziyelahir 12. zilhicce Tablo-3Hicri takvimde 12 ay bulunmaktadır Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 23 Miladi Takvim: Miladi takvim ya da Gregoryen takvim, Jülyen takviminin yerine Papa XIII. Gregory tarafından yaptırılan takvim. Milad'ı tarih başlangıcı ve Dünya'nın Güneş etrafındaki dönüş süresi olan 365 gün 6 saatlik zamanı "1 yıl" olarak kabul eder. 1 2 3 Ocak Şubat Mart 31 28 veya 29 31 4 Nisan 30 5 6 7 8 Mayıs Haziran Temmuz Ağustos 31 30 31 31 9 Eylül 30 10 Ekim 31 11 Kasım 30 12 Aralık 31 Tablo-4 Miladi takvime göre ay isimleri Halk Takvimi: Halk takvimi; Bir bölge insanının kültürel miras olarak kazandığı doğal olgularla, toplumsal kurumlar ve olgular arasındaki uzun süreli deneyimlere dayalı ilişkilerin kurulduğu tarihsel, töresel, dinsel, eğitsel, inançsal, hukuksal, tarımsal, siyasal, ekonomik bağın anımsama ve anımsatma görevini üstlenmiş olan zaman-hayat ikilisinin bir dizgesi olarak tanımlayabiliriz. (Gönen, 2006) Aksaray da halk takvimine göre ay isimlerinin en çok kullanılan karşılıkları Ay İsimleri Ocak Şubat Mart Nisan Gücük Mart Abrul Mayıs Haziran Temmuz Ağustos Mayıs, Kiraz, Orak Ağustos Eylül İlk güz, Ekim Kasım Orta güz Songüz Aralık Ay İsimlerini Karşılıkları Zemheri Deli küçük Gücüğün körpesi Karıyı kazana koyan ay Bostanın dikildiği ay Arpaların irdiği ay Ekimin irimi Harmanın kalktığı ay Tapanların çekildiği ay Tohumun ekildiği ay Bostanların bozulduğu ay Karakış Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 24 Tablo 5’den anlaşılacağı üzere, Aksaray yöresinde yaşayan denekler ayları farklı yerel adlarla adlandırmalardır. Bu adlandırmaların farklı olmalarında yaşadıkları çevrenin ve etkilendikleri kültürle coğrafi şartlarının farklı olduğu ortaya çıkmaktadır. Herhangi bir yöre insanının temelde kültürel miras olarak edindiği, uzun süreli deneyimlere dayanan zaman-hayat ikilisinin bir dizgesi olarak tanımlanmaktadır (Erginer 1984). Halk arasında tecrübelerle ortaya konan zaman dilimleri; yılları oluşturan aylara, ayları oluşturan günlere, günleri oluşturan belirli vakitlere kadar ayrılmış, saat kullanımının olmadığı bu dönemlerde yine güneş belirleyici görevi üstlenmiştir. Ayrıca yıl, mevsimlere ayrılmış, özellikle iki temel mevsim ortaya çıkarılmıştır. Bunlar yaz ve kıs mevsimleridir. Bunun yanında mevsimler de zemheri, gücük, cemre, vb. çeşitli zaman dilimlerine ayrılmıştır. Halkın uzun gözlem ve deneyimlerine dayanarak ortaya çıkan bu takvime halk takvimi adı verilmiştir (Gönen, 2006) Türkçede gün isimlerinin kaynağına baktığımızda; Pazar: Farsça’daki “bazar”‘dan (yiyecek, öteberi satılan yer, pazar) geliyor. “pazar yerinin kurulduğu gün” anlamında adını almış. Pazartesi: “pazar-ertesi”, yani pazarın kurulduğu günden sonraki gün anlamına gelir, farsça bazar ve Türkçe irte(ertesi) kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuştur. Salı: Farsça’daki “salis”ten (üçüncü demek) geliyor, “haftanın 3. Günü anlamına gelmektedir. Çarşamba: Farsça’daki “çehar” (dört) ve “şenbe”den (gün) geliyor. Perşembe: Yine Farsça: “penç” (beş) ve “şenbe”den geliyor. Cuma: Arapça’daki “cem” (toplanma) kökünden “cum’a”… (cem, cami, cuma, cumhur, cumhuriyet, cemaat, cemiyet, vb. hep aynı kökten türemiştir) Müslüman toplumlarda toplanma günü, cuma. Cumartesi: “Cuma-ertesi”, toplanma gününden sonra gelen gün anlamına gelmektedir. (Aşçı ve Yastı,2008) AMAÇ Bu çalışmanın amacı; Bazı coğrafi terimlerin Aksaray yöresinde yerel ağızlardaki karşılıklarını ortaya koymaktır. Bu çalışmada, resmi olarak kullanılan takvim, ay isimleri ve coğrafi terimlere Aksaray ili ve çevresinde hangi anlamlar yüklendiği, bu değerlerin günümüze nasıl taşındığı, gelecek nesillere kültürleri hakkında bir bilgi ortaya koymak amaçlanmıştır. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 25 YÖNTEM Bu araştırma da birebir görüşme yöntemi uygulanmıştır. Yaş grubu olarak 40 yaş üstü kişilerle çalışma yapılmıştır. Çalışmada Aksaray yöresinde yaşayan 40 yaş üstü toplam 30 kişi ile görüşme yapılarak veriler elde edilmiştir. BULGULAR AKSARAY DA HALK TAKVİMİNE GÖRE GÜN İSİMLERİ Tablo 6: Yerel Ağızlarda Gün İsimlerinin En Çok Kullanılan Karşılıkları Gün Gün İsimlerinin Karşılıkları İsimleri Pazartesi Açıkpazar(10) Giray(6) Salı Salı(15) Gula Pazar ertesi(15) Çarşamba Erba(30) 30 Perşembe Cuma akşamı(30) 30 Cuma Mübarek gün(30) 30 Cumartesi Erti(20) Boş gün(10) 30 Pazar Gerey(12) Kapalı Pazar(18) 30 Toplam Gula pazarı(5) İsrain(9) Toplam 30 30 30 Tablo-6’den anlaşılacağı üzere, gün isimlerine günümüz karşılığından farklı isimler verildiği görülmüştür. Bu isimlere yine farklı ortamlarda yaşayan bireyler farklı adlandırmalar yaptığı görülmüştür. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 26 Yerel Ağızlarda Coğrafi Terimlerin Karşılıkları COĞRAFİ YEREL AĞIZLARDAKİ KARŞILIKLARI TERİMLER RÜZGÂR Talas, Yel, Aşağı Yel(Konya Yöresinden Esen Rüzgar) Hasan Yeli( Hasan Dağından Esen Rüzgar), Ekecik Yeli(Ekecik dağından Esen Rüzgar), Tuz Yeli(Tuz Gölünden Esen Rüzgar) DOLU Yuvarlak Dene KAR Beyaz Örtü YAĞMUR Karabulut Yağışı Nisan Ayı: Abrulun seli, Koca karı yağışı Şubat Ayı: Cemile yağışları Mart Ayı: Leylak yağışları Haziran Ayı: Yaz yağmuru MEVSİM İlkbahar: Hıdrellez Mevsimi Yaz: Gün Dönümü Sonbahar: Güz Mevsimi Kış: Zemheri Mevsimi Tablo-7’den anlaşılacağı üzere, coğrafi kavram isimleri, yağış adlandırmaları, rüzgârlara verilen adlandırmalar çevredeki koşular neticesinde değiştiği görülmüştür. AKSARAY YÖRESİNDE COĞRAFİ OLAYLARA YÜKLENEN ANLAMLAR Aksaray yöresinde görüşülen kişiler şu bilgileri aktardı; Kişi-1 Yaz yağmuru yağarsa bereketli olmadığına inanılırmış, inanca göre yazın yağmur yağarsa kurt doğuruyor anlamına geldiğini söylüyor. Yazın yağan yağmurun mahsule zarar verdiğini söyleyen arife hanım bu zaman da yağan yağmurun zararından korunmak için yağmurun akışını kesmek için çamurdan yoğurulan bir kurbağa kıbleye bakan bir duvarın deliğine konursa yağmurun kesileceğine inanılırmış. Ayın donuk görünmesinin pek hayra alamet olmadığını ayın bu görüntüye sahip olduğunda köyde birinin öleceğine inanılırmış. Ay bu görüntüye sahip olduğunda yola çıkılmaz ve iş yapılmazmış. Sonbahar yağmurları yağmaya başlandığı zaman çift sürme başlandığını söylüyor genellikle erkeklerin tarların ne zaman ekileceğine başlanacağına karar vereceğini anlatan arife hanım yaşlıların toprağa dokunarak ne zaman ekileceğine karar verildiğini söyledi. Ekilen tarlaların imkânı varsa sulanır ama her tarlanın sulanamadığı söylüyor tarlaların hayvanlarla sürüldüğü önceden köyde çok halk vardı bu sıralar kimse yok, aylarca tarlaların sürüldüğünü otların koparılıp tarların temizlendiğini söyledi. Sürülen tarlalar 9 ay gibi birçok uzun bir bekleme süresinden sonra biçileceğini söyledi. Temmuz ve ağustos da ekileceğini söyledi. KİŞİ-2 Günleri takip ediş şeklini şu şeklide anlattı şafak vaktini güneşin doğmadan önceki halini bilip güneş doğmadan önce kalkardık yaz aylarını genellikle yaylalarda geçirdiğini söyleyen arif bey öyle güneşin tam tepeye dikildiğinde öğlenin geldiğini gölgemizin artık boyumuzu geçmeye başladığı anın ikindi vakti olduğunu biliyorduk, akşam ise güneşin batma havanın soğumaya başladığı dönem olduğunu söyledi. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 27 Tarların imece usulü ekimin ve hasadın yapıldığını söyleyen arif bey cevizlerin dökülmeye başladığı zaman ekime başlandığını söylüyor genellikle ağaçlara ve doğaya bakarak tarlaların ekilip hasat edildiğini söyleyen arif bey ekinlerin sararması da bize yardımcı oluyor dedi yıllarca tarla ektiği için artık taneye bakarak hasadın ne zaman olacağını anladığını söyledi. Ekim ayı geldiğinde davulla zurna ile hasadın yapıldığını bir gün şenlik havasında geçtiğini ertesi gün ise hasadın bağ bozumlarının başlandığını söyledi. KİŞİ-3 Saat hesaplamalarında köyün ortaya bir direk dikerlermiş, etrafını taşla çevirip onun gölgesinden saati anlarlarmış. Günümüzde teknolojinin gelişmesi ile bu alışkanlıkların ortadan kalktığını söyledi. Eskiden mevsimlere aylara farklı isimler verdiklerini söylüyor; Koca karıyı kazana koy ayı havaların iyi olduğu yaz aylarından biri olduğunu söylüyor, bu ayda kazan ile çamaşır yıkamaya çıkan bir kadının havanın bir an da soğuması ile kadın kazanı ters çevirerek altında kalmış ve yaşamını yitirmiş. Bu yüzden bu aya bu ismi vermişler. Koyunların kuzulamaya başladığı dönemde baharın geldiğini söylenirdi yağmurun yağacağını Karaca dağdan anlarlarmış ve hava bulandı mı gök gürledi mi rüzgar tozu dumana kattığında yağmurun yağacağını anlarlarmış. KİŞİ-4 Rüzgârlarla ilgili bazı bilgiler veriyor, rüzgara biz yel diyorduk, soğuk olan kuzeydoğudan esen rüzgara poyraz, Hasan dağından esen rüzgara hasan yel, Ekecik dağından esen rüzgara ise Ekecik yeli, yeşil ovanın güneyinden esen rüzgara da aşağı yel ismi verilmiş. Kaba yel ise ılık olduğunu kışın estiğini söyledi. Yağmurlara ekin kırkikindi yağmurları ismi verildiğini tarlaların yeşerip olgunlaşması için gerekli olduğunu söyledi; Ekin yağmurları; nisan ayları Gökdelen yağmurları: yaz yağmurları Mayıs sonunda esen rüzgâra kabak meltemi ismini verdikleri söylenirdi. Sıcak geçen yaz aylarına pastırma yazı ismini vermişler. KİŞİ-5 Yazın güneyden esen sıcak rüzgâra sıcaklığı ve kavuruculuğundan dolayı tuz yeli denilirdi. Nisan ve Mayıs aylarında görülen ve kemen hemen her akşama doğru görülen yağış biçimine kırkikindi yağışları ismi verilirdi. Kış ayının ilk aylarına karakış, ortasına zemheri ve son aylarına da gücük denilirdi. Karakışta yağmur yerini kara bırakırdı. Zemheride ise bu hal devam eder ara ara yerini yağmura bırakırdı. Baharın gelmesi ile ağaçların çiçek açtığı zamanlarda mahsulü etkilemesi ile bu aylarda dolu yağışları hoş karşılanmaz, bu yağışın durması için bir avuç dolu alınıp üzerine dualar okunup küçük çocuğun koynuna konulurdu. Amaç dolu yağışının durması ve tarlaların zarar görmesini engellemekti. Mayıs ayında yağan yağışlar esnasında eğer sert rüzgârlar oluşuyorsa bu da iyi karşılanmazdı çünkü bu tarz yağışlar ekilen ekinlerin yatmasına ya da kırılmasına neden olurdu. Tarlaların zarar görmemsi için veya yağışın yağmadığı aylarda dualar okunurdu. Depremler olduğunda veya deprem olduğunu duyduğumuz zaman büyüklerimiz bize dünyanın koca buynuzlu bir öküzün buynuzları arasında olduğunu ve öküzün kafasını sağa sola salladığında o esnada deprem olduğunu söylerlerdi. KİŞİ-6 Eskiden bozkır iklimine kıraç iklim toprağa kıraç toprak denilirdi. Bitkilere de bozkır denilirdi. Eskiden doğum tarihi ya da özel günler yerine ekinler işlenirken gibi kavramlar kullanırdı. Zaman kavramlarını güneşin durumuna göre tayin ederdik. Güneş tam tepede iken saat 12 olurdu. Rüzgar kavramına da yel ismini verirdik. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 28 KİŞİ-7 Bizim köyde mart ayında yağan yağışlara gürcük denir. Güneyden esen rüzgara halk tarafından karşı yeli ismi verilmiştir. Eskiden büyüklerimiz takvimin olmadığını güneşten yararlanıldığını benim zamanım ise radyoların olduğunu ramazan ayının radyo aracılığı ile öğrenildiğini söyledi. Armutlu köyünde birinci aya zemheri ayı denir. Birinci aydan sonra karakış gelir. Bu ayda sıcaklıklar düşer kar yağışı artardı. Şubat ayında cemile havaya suya ve toprağa düşer sekizinci aya sağır ayı denir bu ayda sıcaklıklar çok yüksek olduğu için rüzgâr esmezdi. Güneş doğduktan 45 dk sonra kuşluk vakti olur. Tam tepeye geldiğinde öğle vakti, batıya doğru eğildiğinde ise ikindi vaktinin geldiğini anlardık. KİŞİ-8 Günlerin hala yaşlılar tarafından eskisi gibi kullanıldığını vurguluyor, konuşmalar sırasında gençlerin bunları duyunca şaşırdığını ve günümüzde ki karşılığının ne olduğunu vurguluyor. Yörelerinde sultan hanında günlere şu isimlerin verildiğini söylüyor; Kişi-9 Aratol kasabasında oturan bir kişi ile birebir görüşmemizde ay isimlerinede oda diğer Aksaraylılar gibi hemen hemen aynı isimleri vermiştir. Aktardığı bilgilere göre bazı coğrafi kavramlara şu isimler verildiğini söyledi; Rüzgâr; Talas, yil Dolu; yuvarlak dene Kar; beyaz örtü Yağmur, kara bulut yağışı Kişi- 10;Aksaray’ın Alayhan köyünde oturan kişi bize coğrafi bazı inanışlardan dolayı isimlerin verildiğini söylüyor; Kış mevsimine “İbrahim ağanının kışı” denildiği söyledi, bunun sebebi sorulduğunda eskilerde İbrahim ağanın yaşadığını ve bir kış mevsiminin çok soğuk geçmesinden dolayı insanların ve bir ağın o mevsimde ölmesinden dolayı o kışa İbrahim ağa kışı denilirdi. İlkbaharda havanın açık olduğu döneme “gelin aldatan güneşi” denirdi. Bunun sebebini anlattığında gelin havayı biraz güneşli görünce ırmak kenarına çamaşır yıkamaya gitmiş, çamaşırları yıkarken yağmur başlamış ırmak taşmış ve gelin ırmak kenarında ölü olarak bulunmuş bu yüzden gelin aldatan güneşi ismi verilmiştir. SONUÇ VE TARTIŞMA Tarih boyunca birçok devlete, kültüre ve dine ev sahipliği yapan Aksaray bu kültür mozaiklerinden etkilenmiştir. Aksaray ili bunun yanı sıra çevresinden de büyük göçler almıştır. Kısa mesafelerde bile yapılan birebir görüşmelerde aylara günlere farklı isimler verildiğinin görülmesi bunun nedenidir. Halk takvimleri oluştukları doğal ve kültürel ortamın ürünüdürler. Yerel takvimlerdeki zamanı noktalama ya da bölümlemeler, bazen düzenli bir biçimde yinelenen doğa olaylarına bağlı olurken, bazen de dinsel törenler, toplumsal ortamı etkileyen diğer toplumlarla ilişkiler, topluma getirilen bir yenilik, saygın bir kişinin ölümü gibi bir olaya bağlı olarak da belirmektedir. Halk takvimlerinin oluşumunda yer alan temel öğelerden pek çoğunu üretim türü ve buna bağlı olan toplumsal yapının kimi unsurları, kimi kurumları olarak sayabiliriz. Toplumsal yapıyı belirleyen ekonomik uğraş, toplumda ağırlıklı üretim öğesi çevresinde kümelenen uygulamalar, bunlarla ilgili olgular ve inanç sistemi halk takvimlerinin iskeletini belirlemiştir. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 29 Gönen’e göre; Yaygın olan bir inanca göre uzun süreli deneyim ve bilgi birikiminin ürünü olan halk takvimlerine uymamak, onun gösterdiği doğrultuda hareket etmemek bireyin büyük zararlara uğramasına neden olur. KAYNAKÇA Aşçı, U,D. Yastı, M. (2008). Derleme Sözlüğü’nde Kullanılan Gün Adları. Turkish Studies, 3: 3 Erginer, G. (1984) Uşak Halk Takvimi, Halk Meteorolojisi. Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara. Gönen, S. (2006). Batı Türklerinin Manzum Atasözleri Üzerine Bir Araştırma, Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,Konya Unat, Y. (2004). "İslâm’da ve Türklerde Zaman ve Takvim." Türk Dünyası, Nevruz Ansiklopedisi, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Editör: Öcal Oğuz, Ankara (2004): 15-24. İNTERNET KAYNAKLARI www. aksaray.gov.tr www.kultur.gov.tr/ www. tr.wikipedia.org/ur http://turkoloji.cu.edu.tr/ Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 30 Çevre Sorunları ve Tüketim Kültürü Kenan ARIBAŞ* Eren YÜRÜDÜR** Özet Çevre sorunlarının varlığı, doğa ile insan arasındaki ilişki, ekonomik ve sosyal nedenler ile her geçen gün karmaşık ve çözümü zorlaşan bir alana kaymaktadır. Hem doğal kaynakların bilinçsiz tüketimi hem de ortaya çıkan çeşitli kirlilik biçimleri ile yaklaşık 200 yıldan beri süren doğa - insan çatışması, dünya eko-sistem düzenini bozmaktadır. Çevre sorunları coğrafyası, insanla doğa etkileşiminin ortaya çıkardığı sorunların sebep - sonuçları ve dağılımı ile ilgilenir. Birçok çalışmada, çevre sorunlarının hem oluşması hem de devamlılık göstermesinde ülkelerin nüfus oranları sürekli en önemli etken olarak aktarılmıştır. Bu çalışmada bu düşünceyi göz ardı etmemekle beraber, Dünya nüfusunun %15, 5’ine sahip olan Avrupa Birliği ülkeleri, Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri’nin, Dünya mal ve hizmet tüketimin ortalama olarak %75’ni tükettiğine dikkat çekilmektedir. Bu tüketim oranının yanı sıra Küreselleşme içinde Çok Uluslu Şirketlerin dünya mal ve hizmet ile finansal piyasalarına egemen olmaları, nüfusu fazla olan gelişmekte olan ülkelerin tüketim hızlarını azaltmaktadır. Buna ek olarak, gelişmekte olan ülkelerin, gelişmiş ülkelere borçları sürekli bir artış göstermektedir. Bu borç sarmalı gelişmekte olan ülkelerin tarım, madencilik ve sanayilerini de, çeşitli politik uygulamalarla, Çok Uluslu Şirketlerin kontrolüne vermektedir. Çok uluslu şirketler dünya piyasasını denetlemekle beraber, mal ve hizmetlerin tüketilmesi konusunda da, dünya genelinde homojen bir strateji uygulamaktadırlar. Mal ve hizmetlerin tüketimi, kültürel bir donanım ile piyasaya sunulmaktadır. Böylece meydana gelen tüketim kültürü, insanı, kültürel yaşantının sadık bir uygulayıcısı olarak mal ve hizmetlerin yoğun bir tüketimine teşvik etmektedir. Bu yoğunlaşma ile en fazla çevre etkilenir. Çevre sorunları oluşumunda temel neden tüketim kültürüne bağlanabilir. Anahtar Sözcükler: Çevre sorunları, Küreselleşme, Tüketim Kültürü, Key Words: Environmental Problems *Doç. Dr. Aksaray Üniversitesi, : [email protected] ** Doç. Dr. Gaziosmanpaşa Ü. Eğitim Fakültesi Tokat, [email protected], Tüketim Toplumu, Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 31 Giriş İnsanın doğa ile ilişkisinin tarihi, insan türü olarak ortaya çıkışıyla başlamıştır. İnsanı, zoolojik bir varlık olmaktan çıkarıp sosyal bir varlık haline getiren, doğaya müdahale yeteneğidir. Buna koşut olarak doğa da insanın bilinçli müdahalesine uğradığı ölçüde, artık doğal olmaktan uzaklaşmakta, toplumsalın etki alanına girmektedir. Fakat insanın her türlü müdahalesi, doğada sorun olarak nitelendirilebilecek bir etkiye yol açmamaktadır. Aksi söz konusu olsaydı, doğal dengenin korunması, insanın bütünüyle antropolojik bir varlık olarak kalmasını gerektirirdi. İnsanın doğaya müdahalesinin her zaman bir soruna yol açıyor oluşu, bugün yaşanan ekolojik bunalımın tarihselliğine de işaret etmektedir (Önder, 2003, 15). Sosyal bilimler doğaya artan oranda saygı gösterme yönünde yol alırken, Fen bilimleri de, evreni istikrarsız ve öngörülmez olarak görme, dolayısıyla onu, bir biçimde doğanın dışında bir yere yerleştirilmiş olan insanların egemenliğine tabi bir otomat değil, etkin bir gerçeklik olarak algılama yönünde yol aldılar. Fen ve Sosyal bilimlerin yakınlaşması, her ikisinin de, gelecekteki gelişmelerin zaman-içinde-geri-dönüşsüz süreçlerin sonucu olduğu karmaşık sistemlerle uğraşmaları ölçüsünde, giderek artmaktadır (Gulbenkıan komisyonu, 1998, 26). Sosyal ve Fen bilimleri arası etkileşiminin sonuçları, somut veriler ile kendini göstermektedir. Çevre Sorunları Coğrafyası da bu perspektifin bir sonucu olarak algılanmalıdır. Önce çevre biliminin amacını belirtmek gerekir. Çevre bilimi; yerküre içindeki sistemlerin yani ekosistemlerin nasıl işlendiğini ve zamanla nasıl değiştiklerini anlamaya çalışır. Ayrıca, ekosistem içinde mevcut olan dengenin bozulması sonucunda yaşanan felaketleri gözler önüne serer ve bu felaketlere karşı çözüm bulmaya çalışır (Özey, 2001, 19). Doğal ve sosyal bilimlerin kesiştiği ve çevresel sorunları tetikleyen, sorunlara süreklilik kazandıran, sonucunda çözüm çabasında bulunan, özelde insan merkezli, genelde ise toplumsal bir gerçeklik söz konusudur. Toplumun içinde ve sosyal, kültürel ve ekonomik değişimin kontrolünde yaşam sürdüren birey, değişimin içeriğine bağlı kalarak çevresini de etkilemekte ve doğanın aslından kopmasını sağlayan çaba içerisinde olmaktadır. Özellikle aydınlanma sonrası, kartezyen rasyonel aklın doğayı anlamlandırma ve adlandırma süreci, 18 yy sonu ile 19 yy’daki sanayi toplumunun oluşmasıyla birlikte insanların mal ve hizmetler desenindeki isteklerinde, geçmiş yüzyıllara oranla önemli bir artış meydana getirmiştir. Elbette bu durum sadece ekonomik yaşantı ile sınırlı kalmayıp, toplumsal ve siyasal yapıya da sirayet ederek, bireyi kuşatan ve bireyin toplumsal rollerini biçimlendiren bütün kuramlar için de geçerli olmuştur. Sanayi devrimiyle birlikte dünya halklarını zenginleştirme düşüncesi, sanayinin gereksinimi olan hammadde temini, sanayi işletmelerinde kullanılan enerjinin üretim biçimi ile fabrikalardan çıkan atıkların varlığı çevreye bir baskı oluşturmaya başlamış ve ilk örnekleri İngiltere’de görülen sanayiye bağlı bir kirlenme süreci başlamıştır (Ponting, 2000, 314–336) Çevrenin tahrip edilmesini sağlayan faktörlerin başında, modern ve post-modern değerlerin bireyi adlandırma ve isteklerini biçimlendirme sürecine girmeleri ve bireyi bir mühendislik hizmeti bağlamında denetim altına alma politikaları bulunmaktadır. Her iki sosyolojik dönemde da birey genellikle çevre dışı söylem ve uygulamalar ile ilgilenmiştir. Örneğin; modernliğin kuramsal boyutunda, ilk kez enformasyon ve toplumsal denetlemenin kontrolü, kapitalizm içinde rekabetçi emek ve ürün piyasaları bağlamında sermaye birikimi, savaşın endüstrileşmesi bağlamında şiddet araçlarının kontrolü ve endüstriyalizm içinde doğanın dönüştürülmesi, yapay çevrenin gelişimi (Giddens, 1994, 58) gibi yeni toplumsal örüntüler, çevrenin toplumsal anlamda unutulmasına yol açmıştır. Birey çok çeşitli üretim modelleri ile tüketim arasına sıkışarak, genelde ekonomik gelişimin rehberliğinde kendini gerçekleştirmiştir. Buna göre, kapitalist ekonominin rekabetçi ve meta eksenli birey ve toplumu tanımlama süreci içinde, çevre sorunlarının yeri neredeyse yok gibidir. Modernizmin genel özelliklerinin belirginleştiği dönemde, çevresel sorunların varlığını sürdüren ve algılanmasını güçleştiren iki durum söz konusudur. Bunlardan ilki hızlı nüfus artışıdır. Dünya nüfusu, (aslında bu ifade içinde kuzey yarım küre ülkelerini belirtmek daha doğru olacaktır) Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 32 klasik bir J eğrisi çizerek artmıştır. Eski çağlardan 1800’lü yıllara kadar bir milyara ulaşan dünya nüfusu, Malthus’un kuramını doğrular biçimde, 2014 yılına kadar geometrik bir artış izleyerek, yedi milyara ulaşmıştır (Kışlalıoğlu-Berkes, 1997, 120). Bu durum, nüfusun ana gereksinimlerinden lüks gereksinmelerine kadar binlerce çeşit mal ve hizmetlerin üretilmesine yol açmıştır. Bu gelişme kıt çevresel olanakları ve eko-sistemin korunmasını zorlaştırmıştır. Dünyada küreselleşmeye bağlı olarak, tüketim ve tüketim kültürünün toplumlar tarafından benimsenmesi, çevreyi korumakta tasarruf ve bunun etrafında gelişen toplumsal refleksleri ortadan kaldırmıştır. Bu durum çevre sorunlarının azalmasına yönelik insan davranışları stoğunun kullanılmasını engellemektedir. Çevrenin bozulmasını önlemede, öncelikli görevi olan bilimsel disiplinlerin modern dönemde oluşmaya başlaması ve hukuksal alt yapının henüz kurulmaması önemli bir eksiklik olarak adlandırılabilir. Örneğin ekoloji sözcüğü ilk kez 1869’da Alman bilim adamı Ernst Haeckel tarafından kullanılmıştır. Haeckel ekolojinin biyoloji biliminden ayrılması gerektiğini savunmuş ve bu tezi ancak 1900 yılında kabul görmüştür. 1903 yılında ilk defa Cold Spring, hayvan ekolojisi üzerinde araştırmalar yapmıştır. Daha Sonra 1909 yılında Warming bitki sistemleri ve hayvan toplulukları arasında bağlantı kurmuş, Sheifrd 1907-1908’de çevrenin önemini vurgulamış, İngiliz ekolojist Tansley’de ilk defa ekosistem terimini kullanmıştır (Özey, 2001, 17). Bunlara koşut olarak, çevre biliminin deneysel ve matematiksel bir hal alması 1960’da biyokimya dalındaki gelişmeler sonrasında gerçekleşti (Kışlalıoğlu-Berkes, 1990, 34). Ancak çevre sorunlarının teşhis ve çözümü için kurulan laboratuarlar böylesine bir gelişme eğilimi yaşamasına rağmen, ne yazık ki hukuk alanında böyle bir gelişme olmamıştır. Bu yüzden çevresel koruma önlemleri, hukuki yaptırımlar anlamında etkisiz olmuş, çevresel tahribatın yasal engelleme yolları zayıf kalmıştır. Bu konuda her devletin soruna farklı yaklaşım tarzları benimsemeleri, çevre sorunlarına yönelik alınacak önlemlerin çeşitliliği ve gücünü zayıflatmıştır. Çevre sorunların araştırılması ve çözümüne yönelik bu ampirik düzenlemelerin yanı sıra vurgulanması gereken bir diğer durumda, kapitalist sistemde kâr marjının düzenli artmasına yönelik bir piyasanın varlığıdır. Bu sistem her türlü mal ve hizmetin kısa sürede kâr haline dönüşmesi için, etik değerleri umursamayıp, piyasa da kâr eksenli bir yaşam biçimi oluşturmuştur. Belki de tüketimin en yoğun yaşandığı, toplumsallaştığı, kendi kültürel yörüngesini kurduğu dönem, post-modern dönemdir. Bu dönemde, post-modern olguların kitleleşmesi sonucu; hizmetler sektöründeki nüfusun arttığı, post-fordist ekonomik modelin hâkim olduğu, taklidin hakikatin yerini aldığı, imajın ön plana çıktığı, amacın yerini oyunun aldığı, aşkınlığın içkinliğe dönüştüğü ve metafizikten ironiye geçildiği (Harvey, 1997, 59) bir süreç ortaya çıkmıştır. Küresel ekonomide şirket egemenliğinin ön plana çıkması ve bu egemenliğin ülkelerin kültürel yaşantılarını neredeyse tek tip hale getirdiği görülmektedir. Bu küresel kültürel yaşantıda, post-modern değerler uluslar tarafından ortak yaşam biçimi olarak kabul edilme eğilimdedir. Bu durumun en ilginç yönü de tüketim kültürü içinde değerlerin inşasında kullanılan bir kalıbının var olmasıdır. Kültür artık zamanla gelişen ve değişen bir organik alandan kopup, imal edilen bir inorganik alana kaymıştır. Bireysel ve toplumsal tüketimin klasik olarak barınma, giyim ve gıda tüketiminden, küresel ekonomi içinde aşırı tüketime kaçan bir hal alması, 20 ve 21. yy’a özgü çevre sorunlarının meydana gelmesine yol açmıştır. Örneğin; Floroklorakarbon gazlarının ozon tabakasını delmesi, küresel ısınma, kentsel kirlilik ve gecekondulaşma, yeraltı sularının hızla boşalması, su kirliliği ve çölleşme ile toprağın kimyasallarla kirletilmesi ormanların aşırı tahribi, doğal balık yataklarının aşırı kullanılması, biyo-çeşitliliğin yok olması ve çöp dağlarından söz edilebilir. Aşağıdaki satırlarda da vurgulanacağı gibi, bu sorunların kökeninde tüketim kültürünün alışkanlıklar dünyası bulunmaktadır. Amaç Buna göre çalışmamızda, bireyin yaşantısının tüketim kültürü içinde biçimlendirilmesi ve aşırı tüketimin teşvik edilmesi üzerinde durulacaktır. Çok Uluslu Şirketlerlerin (Ç. U. Ş.) küreselleşme içinde bireyi ve toplumu tüketim aracı, pazar ya da müşteri gibi gördüğü, insani değerleri dikkate almadığı ortaya konulmaya çalışılacaktır. Bu durumda, mal ve hizmetlerin insanlar tarafından hızla talep edilmesi şirket reklâmları tarafından sağlanırken, aşırı arzın doğal kaynakların hızla tüketilmesine ve aşırı tüketimin de dünyanın yoğun bir kirlilik ile kuşatılmasına yol açması Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 33 üzerinde durulacaktır. Fakat çevre sorunlarının oluşumuna, genellikle, ulusların aşırı nüfuslanmasının neden olduğu kanısına belirli noktalarda itiraz edilecektir. Çünkü gelişmiş ülkelerin, dünya sermaye dağılımını kontrol ettiğini, aynı şekilde birçok sosyal, ekonomik, siyasal ve askeri uluslararası örgütlenmede söz sahibi olduğu vurgulanacaktır. Buna koşut olarak, gelişmekte olan ülkelerin aşırı borç yükü nedeniyle doğal kaynaklarını kendi çıkarları lehine kullanmakta zorlandıkları ortaya konulacaktır. Tüketim kültürünün yeni bir değer olarak, hatta yeni ideoloji olarak, Ç. U. Ş’lerin kontrolünde ve politik bir sistemle birlikte birçok ulus tarafından yaşandığı açıklanacaktır. Hem tüketim kültürünün oluşum şekli, hem hangi tür bireysel ve sosyal refleksleri felç ettiği, hem de çevre sorunlarını nasıl arttırdığı belirtilecektir. Böylece ortaya koyduğumuz bulgular, çevre sorunlarına yönelik çeşitli kitaplar biçimlenirken, tüketim kültürü kavramının genel geçer ifadeler yerine, çevre sorunlarının oluşmasındaki en önemli nedenler arasında gösterilmesi gerektiği düşünülmektedir. Böylece lisans düzeyindeki Sosyal Bilgiler ve Coğrafya Eğitimi alan öğrencilere yönelik hazırlanan kitaplarda, Tüketim Kültürünün bir ünite olarak ele alınması gerektiği ortaya konulacaktır. Coğrafi Metodoloji ve Coğrafya’nın ilkeleri Coğrafî düşünce, araştırma ve ifade yöntemleri diye ikiye ayrılır. Araştırma metotları, coğrafî çevrenin tasvirini yapmaya, sorunun çözümüne yardımcı olmaya ve belirli sonuçları coğrafyanın ilkeleri çerçevesinde yorumlamaya olanak tanır. Genellikle coğrafya çalışmalarında, örnekleme, anket, monoğrafi ve karşılaştırma metotları uygulanır. Yöntemlerin ortaya çıkardığı bulgular, coğrafyanın ilkeleri çerçevesinde değerlendirilir (Doğanay, 1993, 16). Coğrafyanın üç önemli ilkesi; dağılım, bağlantı ve nedensellik (Doğanay, 1993, 20-24) coğrafya merkezli çalışmaların hareket alanını belirler, ancak bu çalışmada konuların açıklanmasında yukarıdaki ilkeler yanı sıra, perspektifçilik (perspectivizm) ve göreceliğin (relativizm) de öne sürdüğü yaklaşım tarzlarından da yararlanılacaktır. Dağılım ilkesinin konuların haritalanmasına yönelik prensibi konularımız teorik içerikli olacağı için ihmal edilecektir. Ancak, olaylar arasındaki ilişkilendirmeyi bağlantı ilkesinin nezaretinde, sorunun, niçin, nasıl olduğu ve çözüm önerilerini de nedensellik ilkesi çerçevesinde ele alacağız. Bununla birlikte, konulara kavramsal boyutta baktığımız için; Perspektifçi olmaya çalışacağız. Böylece, bütün bilgilerin özde perspektifsel karakter taşıdığı düşüncesini, yani bilgi iddialarının ve bunların değerlendirilmesinin, daima, dünyanın tarif ve tasfih edildiği kavramsal kaynakları tedarik eden bir çerçeve içinde gerçekleştiği düşüncesini vurgulayacağız (Fay, 2001, 105). Bununla birlikte, görecelik, deneyim (epistomolojik görecelik için) ya da gerçekliğin (ontolojik görecelik için), belli bir kavram sisteminin fonksiyonu olduğunu gösterir. Nitekim epistemolojik görecelikte, bilişsel, etik ya da estetik inanç, sav, deneyim ya da eylemlerin içeriği, anlamı, hakikati, doğruluğu ve de mantıklılığı, ancak belli bir kavram sistemi içinde belirlenebilir. Epistemolojik göreceliğe göre, bir çerçeveden bakılarak başka bir çerçevedekilerin yargılanması olası değildir. Ontolojik görecelikte ise, gerçekliğin kendisinin bu gerçekliğin içinde yaşayanların kendi kavram sistemleri tarafından belirlendiği düşünülüyor (Fay, 2001, 112). Bu nedenle tüketim kavramı kendi gerçekliğini bir ekonomik sistem çevresinde somutlaştırırken, ekonomik yaşantının uzantısı ya da belirlediği sosyal yaşantı da, birey ve toplumsal normların kuluçkasını meydana getirmektedir. Buna göre, perspektifçilik ve göreceliğin bize katkı sağladığı tüketim kavramını anlama çabamız, Coğrafyanın bağlantı ve nedensellik ilkeleri ile çevre sorunlarına ilişkilendirilecektir. 2. Küreselleşme ve Tüketim Çevre sorunlarının günümüze ve geleceğe yönelik maliyeti belirsizlik içerir ve belirsizliğin kargaşası, politikacı ve diğer düzen kurucularda da kararsızlık oluşturur. Çevreye yönelen tehdit çeşitliliğine karşı akademik ya da sivil başkaldırı, resmi yönetim kademelerinde sonuçsuz eylemlere dönüşmektedir. Günlük konuşmada genelde birbirleriyle karıştırılan belirsizlik ve karasızlığın sözlük anlamları, ayrı olmaktan çok birbirlerine yakın olsa da; belirsizlik (ambiguity) birden çok anlam içermeyi belirtirken, karasızlık (ambivalence) daha çok birbiriyle çelişen ve iki uç arasında gidip gelen durumları belirtmektedir. Dolayısıyla, belirsizlik değişik nedenlerle –fonetik benzerlikler, değişen bağlamlar, kültürel çeşitlilik, kaçamaklı erekler ya da hüsnütabir-birden çok anlama gelse de, Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 34 o kadar düzenli bir biçimde kararsızlığın yan ürünü olarak ortaya çıkmaktadır ki, öznel olarak ondan ayırt edilemez (Davis, 1997, 44). Postmodernizmin iki başat kavramı çeşitli sorun tiplerinin, ki bunlar arasında çevre sorunları da bulunmaktadır, teşhis ve çözümüne yönelik kitlesel eylemleri ya da hukuki düzenlemelerin gerçekleşme olasıklarını azaltmaktadır. Buna göre, belirsizlik ve kararsızlığın eylemsizlik alanından kurtulmak yani, küresel sorunları çözmek için küresel işbirliğine ihtiyaç vardır. Örneğin, hükümetlerin emisyon miktarlarını azaltmanın yollarını bulmak amacıyla son zamanlarda sürdürdükleri uluslar arası müzakerelere rağmen, bu yönde verilen sözlerin nasıl tutulacağının detayları üzerinde ne yazık ki ortalama bir insanı kat kat aşacak, çok karmaşık bir noktaya ulaşılmıştır. İklim müzakerelerinde ABD, Japonya, Kanada, Avrupa Birliği ülkeleri ve Avustralya gibi ülkelerin bildikleri yolda ilerlemeye devam etmeleri ve hiçbir esneklik göstermemeleri kesintiye yol açmaktadır (Godrej, 2003, 13). Aslında bu örnek, kapitalist ekonomideki çıkar ölçeğinin gücünü sert bir biçimde ortaya koymaktadır. Küresel iklim dengesinin yapay etkenlerle bozulmasına yol açan nedenler ilgili gelişmiş ülkeler tarafından bilinmektedir. Buna rağmen belirsizlik ve karasızlığın meydana getirdiği kaos, her ne kadar ekosistemi tehdit etse de, Ç. U. Ş’lerin sonsuz kar amaçları ve hegamonik devletler tarafından, Jeopolitik eksene oturtulan yeni sömürgeci hareketlerin kazançları yanında dikkat çekici görülmemektedir. Belirsizlik, küresel ekonominin başat kavramlarından birisidir. Çünkü küresel ekonominin özellikleri arasında belirsizlikten kazanç sağlayan bir ekonomik yapının oluştuğu, paradoksal bir ortam meydana gelmiştir. Bu durumdan gelişmiş ülkeler sermayenin önünün açılması şeklinde faydalanmaktadır. Gelişmekte olan ülkeler sonu belli olmayan borsa oyunları, döviz kurları, faiz oranları, bütçe açıkları, petrol fiyatları ve gümrük kotaları ile kuşatılmıştır. Böylece uluslar, hem ülke içinde ekonomik gelişme açısından güvende değildir, hem de hangi tür finansal araçla yollarına devam edeceklerini kestirmekte zorlanmaktadırlar. Ortaya çıkan zayıf ekonomi yönetimi, spekülatif haberlerle dahi kırılmakta ve ulusların ekonomik yapısındaki istikrarsızlıklardan gelişmiş ülkeler çeşitli platformlarda faydalanmaktadır. Küresel ekonominin büyümesi dikkate alındığında parasal hacim ve şirketlerin uluslar arası yatırım portföyündeki çeşitlilik her geçen gün artmaktadır. Buna göre, dünya ekonomisi 1950’de 6 trilyon dolar olan mal ve hizmet çıktısı 2000’de 43 trilyon dolara ulaşmıştır. Eğer dünya ekonomisi %3 büyümeye devam ederse, 2050 yılında mal ve hizmet çıktıları dört misli artacak ve 172 trilyon dolara yükselecektir. Böylece çevre üzerindeki arz ve talep baskısı artacaktır. Küresel ekonomik yapının en önemli öğelerinden biri olan şirketlerin; hem ulus ötesi yatırımları hem de dünya iktidar tarihi içinde yeni bir iktidar modelini uluslara kabul ettirmeleri açısından da bir milat içinde olunduğu anlaşılır. Yani 19 yy’da krallıklar, 20 yy’da ideoloji merkezli ulus yönetim biçimlerinin yerini, artık 21 yy’la birlikte Ç. U. Ş’lerin egemen olduğu yönetim yapıları almıştır. Yeni ekonomi içinde, ortaya çıkan rekabet biçimleri ve katlanılabilir yatırım riskleri için çok sık şirket evlilikleri yapılmaktadır. Birleşmelerin bir kaçı aşağıda gösterilmiştir. Bu dünya tarihinde ilk kez bu tarzda ülkeler birbirine bağımlı hale gelmiştir. Buna göre; Anheuser-Busch, Japonya’nın en büyük bira fabrikası Kirin’den bir hisse, Çin’in Tsingtao’sundan %5 hisse satın alınırken, Brezilya’nın önde giden birası Antarctica’nın %10’unu satın alıyor. Alman Siemens, Çek Cumhuriyeti’nde buharlı türbin imal etmek için Skosa Plenzen ile ortaklık kuruyor. Volvo, (İsveç) tur otobüsleri yapan Çin’li firma Xian yakınlarında bir montaj hattı açıyor. Taiwan Aeroscape Corparation, sorunlu Amerikan Şirketi McDonell Douglas’ın önemli miktarda hissini satın almayı düşünüyor, derken bir başka zayıf firma ile Britisch Aerospace’le pazarlık yapmaya karar veriyor. İsviçre’nin Roche’u ABD’nin ilaç şirketi Syntex için 5, 3 milyar dolar teklif ederken, Smith-Kline Beecham, bir başka Amerikan şirketini 2, 3 milyar dolara satın alıyor. Japon elektronik devi NEC, çok uluslu Kore şirketi Samsung’la muhtemelen Portekiz’deki bir fabrika’da DRAM bellek yongaları imal etmek için Avrupa pazarına 5 milyar dolar aktarmak üzere işbirliği anlaşması yapıyor (Greıder, 2003, 22–29). Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 35 Küreselleşmenin temel mekanizması, dış ülkelere sermaye yatıran, mevcut varlıkları satın alan ya da fabrikalar kuran şirketlerin son on beş yıl içinde patlayıcı biçimde hızlanmasıdır. Doğrudan satışla yatırım hacmi 1980’lerde neredeyse dört kat artarken 1990’larda 2 trilyon dolara ulaşmıştır (Greıder, 2003, 22–29). Sınır ötesi doğrudan yatırım, 1990’ların ortasında yaşanan büyük resesyonlar sırasında bir kaç yıl yatıştı, ancak yeniden başladığında, en büyük sermaye akışı farklı bir yön izleyerek gelişen Asya pazarlarına, Latin Amerika ve Doğu Avrupa’nın seçilmiş uluslarındaki yeni üretim alanlarına kaydı. Aslında, bir başka tarihsel ilişkinin koptuğu görüldü: Yoksul ulusların zenginlere olan mutlak bağımlılığı, bu kez, ileri ekonomiler yavaşlar ya da resesyona giderken, yoksul ekonomiler birliği görülmemiş bir yatırım atılımından yaralanmaktaydı (Greıder, 2003, 22–29). Dünyanın en büyük 500 çok uluslu şirketinin satışları, son otuz yıl içinde yedi kat artmıştır. Ancak bu küresel firmaların dünya çapındaki istihdamı 1970’lerin başından bu yana yaklaşık 26 milyon kişiyi izleyen düz bir çizgiyi izlemiştir. Belli başlı Ç. U. Ş’lerin satışı 1971’de 721 milyar dolardan, 1991’de 5, 2 trilyona çıkmıştır. Bu rakamlar ticaret payının sürekli büyüdüğünü (toplam mamul ihracatında üçte bir, meta ticaretinde dörtte üç, teknoloji ve yönetim hizmetleri alanında beşte dört) gösterir. Bununla birlikte işgücü sayısında azalma söz konusudur. Ancak küresel para piyasalarında 1989’da 640 milyar dolar günlük olarak dolaşırken, bu miktar 1990’ların başında 1, 2 trilyon doları aşmıştır (Greıder, 2003, 22–29). Para piyasalarında hacim arttıkça, küresel mali piyasalar gittikçe daha güçlü ve daha çok istikrarsız bir duruma geldi. Duygular ve fiyatlar aniden, keskin biçimde değişebilir ve masum seyircileri, yani sınır ötesi ticaret için döviz değerlerinin tahmin etmek zorunda kalan çok uluslu şirketlerin ya da küresel finansın iç faiz oranlarını yükseltmesini ya da kendi paralarının değerini düşürmesini çaresizce izleyen ulusal hükümetleri inanılmaz zarara uğratır. Kriz aşırı kullanılan bir sözcük haline gelmiştir. Piyasa iktisatçıları daha nazik bir sözcük kullanarak, buna huzursuzluk derler (Greıder, 2003, 22–29). Küreselleşme konusuna tekrar dönülecektir. Ancak küresel sermaye, uzak kavramını nerdeyse coğrafyadan çıkarmak üzeredir. Şirketler bir yandan; şirket evlilikleri ya da alımı ile ürün ve sermaye tekelleşmesine yönelirken bir yandan da kendisine rakip olan milli devletin egemenlik alanına müdahale ederek, ekonomik yapısında zayıflığa yol açmaktadır. Dünyadaki sermaye birikiminin belirli şirketlerde toplanması, şirketin müşterisi durumundaki bireyin, sürekli ve çok hızlı bir şekilde mal ve hizmet tüketimini sağlayacak bir güdülenmenin profesyonelce yapılmasını sağlamaktadır. Şirket kârlarının sürekliliği, bireye koşulsuz tüketme baskısı yaratacak, dolayısıyla sisteme hammadde sağlanması ve fabrika atıklarının akıbeti dünya nüfusunu radikal bir belirsizliğe hapsedecektir. Tüketimin toplumsallaşması, bireyin yeni ve yeniden ama tüketim anındaki düşünme ameliyesi silinerek, şuursuzca tüketime yönelmesini sağlamaktadır. Küresel sermaye ve üretim piyasasını kontrol eden şirketler, Gayri Safi Milli Hâsıla (GSMH) rakamları ile artık ülkeler ile boy ölçüşecek büyüklüğe ulaştılar (tablo–1). Şirketlerin genellikle çok uluslu yatırım (ÇUŞ) tarzını benimsemeleri, hem ülkeler arası hukuk boşlukları, vergi avantajları ve ucuz iş gücü imkânlarından faydalanmalarına yol açmakta hem de, gelişmekte olan ülkelerde sermeye kaçışını nispeten bir tehdit unsuru gibi göstererek, bu ülkelerden çeşitli yatırım, işletme ve pazarlama konularında tavizler koparmaktadırlar. Bu da şirketlerin çevresel sorunlardaki etkilerinin sağlıklı bir tahlilinin yapılmasını zorlaştırmaktadır. Ülkeler ile çok uluslu şirketler arasında ekonomik yarışın bile neredeyse olanaksızlaştığı aşağıdaki toplada gösterilmektedir. Buna göre, Exxen Mobil, Arjantin’in GSMH’dan daha fazla satış rakamlarına sahiptir: Shell firması Tayvan’dan, ABD’nin ünlü alış veriş zinciri ve 2 milyondan fazla insanın çalıştığı WAll-Mart ise Avustruya’nın GSMH’ından daha çok satış rakamlarına ulaşmıştır. Benzer durum; Sinopec Güney Afrika Cumhuriyeti, BP, Danimarka’dan ve Çin’in petrol devi China National Petrolium’da Mısır’ın GSMH’dan yüksek satış rakamlarını yakalamıştır (tablo–1). Böylece şirketlerin ekonomik gücünün klasik devlet hukuku ve politik davranışları ile engellenemeyeceği ortaya çıkmaktadır. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 36 Tablo-1. Dünyanın Altı Büyük Şirketlerinin Brüt Satışlarının Bazı Ülkelerin GSMH’sı ile Karşılaştırılması, 2012 GSM irket Adı atışları (milyar H’na yaklaşık olarak dolar) denk düştüğü ülke Arjan xxon Mobil 82. 295 tin (475, 2 MD) Tayv chell 81. 700 an (474, 1 MD) Avust allmart 69. 162 urya (394, 5 MD) Güne inopec 41. 365 y Afrika C. (374. 3 MD) Dani P 88. 285 marka (314, 9 MD) Mısır hina Natiaonel 78. 025 (256, 7 MD) Petroleum C. Kaynak: Fortuna Global-2013, TC Kalınma Bakanlığı, Uluslararası Ekonomik Göstergeler, 2013, Ankara, s. 13 Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Standard & Poor’s (S&P) verilerine göre; yaşlanan nüfus ve kamu maliyesini eriten finansal krizle mücadele maliyeti nedeniyle dünyanın en büyük bazı ekonomilerinde kamu borçlarının "patlama yolunda" olduğu dikkati çekmektedir. S&P’nin raporuna göre, mevcut mali politikalar temel alındığında, 2050 yılı itibariyle dünya nüfusunun üçte ikisinden fazlasını oluşturacak 49 ekonominin ortalama net borç oranı, Gayri Safi Yurtiçi Hâsılalarının (GSYH) yüzde 245’ine ulaşacak. Bu oran, 2007 yılında yüzde 148 düzeyindeydi. Bu kuruluşun kamu borçlarının "patlama yolunda" olduğu raporu dünyanın en borçlu ülkelerinin hangileri olduğunu akla getirirken, kamu ve özel sektörün toplam dış borç miktarını gösteren "dış borç sıralamasında" ilk sırada dünyanın en büyük ekonomisi ABD’nin yer aldığı görülüyor. Dünya Bankası ve IMF’nin Ekim ayı “Dünya Ekonomik Görünümü 2010” raporuna göre, 2010 yılı ilk çeyrek itibariyle ABD’nin 13 trilyon 917 milyar dolar toplam dış borcu (devlet ve özel sektör dış borç toplamı) bulunuyor. ABD’yi 9 trilyon 123 milyar dolarla İngiltere, 5 trilyon 123 milyar dolarla Fransa ve 4 trilyon 969 milyar dolarla Almanya izlemektedir (tablo–2). Toplam dış borcun GSYH’ye oranına bakıldığında ise en kötü durumdaki ülkenin İrlanda olduğu görülüyor. İrlanda’nın milli gelirinin 11 katı kadar dış borcu (toplam dış borcun GSYH’ye oranı yüzde 1. 102) bulunuyor. Türkiye ise toplam dış borcun GSYH’ye oranına bakıldığında, değerlendirmeye alınan 32 ülke arasında yüzde 36, 4 ile 26’inci sırada yer alıyor. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 37 Tablo-2. Dünyanın en Borçlu Dokuz Ülkesi ve Türkiye’nin Borçluluk Görünümü Kişi Borcun Ülk B G Başına Borç GSMH’ e Adı orç SMH (bin ye Oranı Dolar 1ABD 2İngiltere 3Fransa 4Almanya 5Hollanda 6İspanya 7İrlanda 8İtalya 9Japonya 10Türkiye 1 3. 917, 0 9. 123, 0 5. 123, 0 4. 969, 0 2. 439, 0 2. 409, 0 2. 250, 0 2. 456, 0 2. 038, 0 2 66, 0 1 4. 624, 0 2. 258, 0 2. 555, 0 3. 305, 0 7 70, 0 1. 374, 0 2 04, 0 9 2. 036, 0 5, 390, 0 7 29, 0 95, 1 44. 893 404, 0 146. 620 200, 5 81. 375 150, 3 60. 892 316, 7 146. 971 175, 3 52. 349 1. 102, 503. 018 120, 6 40. 793 37, 8 16. 000 36, 4 3. 724 Kaynak-http://www. milliyet. com. tr/iste-dunyanin-en-borclu-ulkeleri/ekonomi/sondakika/12. 10. 2010/1300514/default. htm (Erişim Tarihi 1. 10. 2014) Yukarıdaki tablo bir başka soruyu da akla getirmektedir. Peki özellikle devletlerin bir başka ifade ile kamunun borçları kime aittir? Bu borçlar büyük bankalar ve büyük ÇUÇ’ların kredi sağlayan birimleri, ilgili ülkelerin açıklarını finanse etmektedir. Bu çerçevede CUŞ’ların üretim oranları, karlılık değerleri küresel bir ekonomik döngü sağlamaktadır. CUŞ’lar kazandıkça, devletlerin borç yükünü hafifleten bir sistem ortaya çıkmıştır. Nüfus artışının çevre sorunlarının en önemli mimarı olarak tanıtılması, aslında derin bir küresel yanılsamadan başka bir şey değildir. Çünkü hem tablo 1 ve 2’de belirtildiği gibi gelişmiş ülkelerin dünya mal ve hizmetler sektörlerine yönelik yüksek orandaki baskıları, nüfus artışının çevre sorunlarındaki öneminin ikinci plana itilmesi gerektiğini gösterir. Alan Durning, “Ne Kadarı Yeterli ?” (How Much is Enough) isimli çığır açan kitabında sanayi ülkelerindeki ortalama bir insanın, kalkınmakta olan bir ülke insanına göre 3 kat fazla su, 10 kat daha fazla enerji ve 19 kat daha fazla alüminyum kullandığını belirtmektedir. Nüfusları toplam dünya nüfusunun %25’i olan sanayi ülkeleri, toplam enerji üretiminin %80’ini tüketirler. Dünya nüfusunun sadece %5’ini barındırdığı halde fosil yakıtların %22’sini kullanan ABD, karbondioksit emisyonunun %24’inden sorumluydu, üretilen plastik ve kâğıdın %33’ünü kullanıyordu. Ortalama bir ABD’li evinde günde 185 galon su kullanıyor, bir Senegalli 8 galonla yetiniyordu. Bir ABD’li mal ve hizmetlerden bir Çin’linin 53 katı daha fazla yararlanıyordu. ABD’de doğan bir bebeğin yaşam boyunca neden olduğu çevre zararı, Bir Brezilya’lı bebeğinkinin 13 katı, Hintli bir bebeğin 35 katıydı (Hertsgaard, 2001, s. 175). Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 38 Dünyada nüfusu 100 milyonu geçen çeşitli ülkelerle G. Afrika Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfusları, GSMH ve yoksulluk sınırındaki nüfusun oranı bazında ele alındığında, gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki fark oldukça dikkate değerdir. Buna göre Japonya’nın 127 milyonluk nüfusuna karşılık, kişi başına düşen GSMH’sı 32. 350 dolardır. Keza yoksulluk sınırı altında kimse bulunmamaktadır. Benzer rakamlar, ABD ve Almanya için de geçerli iken, özellikle dünya nüfusunun %36’sına sahip Çin ve Hindistan’da rakamlar oldukça kötü bir gelir dağılımını karşımıza çıkarmaktadır. Çin dünyanın en kalabalık ülkesidir. Yaklaşık 1. 265 milyonluk nüfus içinde, kişi başına GSMH’sı 750 dolardır. Ve nüfusun yaklaşık olarak %53, 7’si, yani 679 milyonu, günlük iki doların altında kazanmaktadır (tablo–2). Aynı oranlar Hindistan’da daha kötü sonuçlar vermektedir. 1. 006 milyon nüfuslu Hindistan’da kişi başına düşen GSMH yaklaşık olarak 440 dolardır ve nüfusun %86, 2’si, yani 867 milyon insan, yoksulluk sınırı altındadır. Sadece Çin ve Hindistan’da toplam 1. 546 milyon kişi ki bu rakam dünya nüfusunun %24, 9’una denk düşer, günlük 2 doların altında geçimlerini sağlamaktadırlar. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 39 Tablo–2. Seçilmiş Bazı ülkelerin Nüfus, Kişi Başına Düşen GSMH ve Geliri Günlük 2 Doların Altında Olan Nüfusun Dağılımı. Böl Nüf Kişi Geliri Günde 2 ge us Başına GSMH Doların (20 (1998Altındaki Nüfus 00-milyon) dolar) (1993-1999) Japo 127 32. 350 nya AB 29. 240 276 D Alm 82 26. 570 anya Bre 170 4. 630 17. 4 zilya Gün 43 3. 310 35. 8 ey Afrika Rus 145 2. 260 25. 1 ya Çin 1. 750 53. 7 265 End 212 640 66. 1 onezya Hin 1. 440 86. 2 distan 006 Kaynak: Dünyanın Durumu-2001, Tema yay. İstanbul, s. 5-7 Gelişmekte olan ülkelerin, gelişmiş ülkelere borçlanmaları, bu ülkelerin ekonomik yatırımlarını azaltmaktadır. Dolayısıyla ülkelerin gelirlerinde azalışlar gözlenmektedir ve nüfusun tüketim oranında ciddi düşüşler söz konusudur. Buna karşın, Çin gibi hızla gelişen ve tüketim pazarına birden giren ülkeler, dünyadaki mal ve hizmetlerin kullanımını artırarak, çevresel felâketlerin hızı açısından risk oluşturacaktır. Bunun için, Çin’de günümüzde ve ileride olacak mal ve hizmetler sektörlerindeki talep artışları, Çin’in dünyadaki diğer ülkelerden daha çok çevresel tahribata yol açacağının göstergesidir. Yan’a göre Çin’de dört toplumsal grup tüketim kültürünün yaygınlaşmasına yol açmaktadır. 1-Ulus ötesi şirketler ve Çin’e kültürel ürün ihraç eden, aynı zamanda bunların üreticisi de olabilen yabancı aracılar. 2- Kültür pazarını denetim altında tutarak yabancı kültür akışını yöneten Çin devleti. 3-Kültürel küreselleşmenin hem yorumcuları, hem de uygulayıcıları olarak işlev gören Çinli aydınlar ve öbür kültürel seçkinler. 4-İthal kültürün en sadık ve hevesli tüketicilerini oluşturan Çin gençliği (Yan, 2003, 45). Küreselleşmenin ekonomik ve kültürel kalıbına ayak uydurmaya çalışan Çin, yıllık %8 büyüme oranı ile dünya ekonomik güç dengelerini yerinden sarsacak bir performansa ulaşmıştır. Yukarıdaki örneği bir başka tehlikeli gıda değişim örneği ile de güçlendirelim. Son yıllarda et gereksinmeleri için domuz etinden sığır etine yönelen Çinliler’in kişi başına sığır eti tüketimini ortalama ABD’lilerin seviyesine yükseltmek için 49 milyon ton fazladan sığır eti gerekiyor. Sığırların besi çiftliklerine konması ile temin edilebilmesi için yıllık 343 milyon ton tahıla ihtiyaç vardır. Bu ABD’nin tahıl hasadının tümüne eşittir (Brown, 2003, 17). Japonya’da ekonomik kalkınmanın bir aşamasında nüfus baskıları artınca, Japonlar hayvansal proteinleri elde etmek için denizlere başvurdular. Japonya 2002 yılında 10 milyon tona yakın deniz ürünü tüketti. Eğer Çin, Japonya’nın 100 misli nüfusuyla benzer bir yol izlemeye kalksa, 100 milyon ton deniz ürünü gerekecekti. Bu tüm dünya da avlanan balık miktarıdır (Brown, 2003, 17). Çin 1994’de otomobil merkezli bir ulaşım sistemi geliştirmeye ve otomobil endüstrisini ekonomik büyümenin lokomotiflerinden biri yapmaya karar verdi. Eğer bu uygulama başarılı olsaydı, Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 40 her Çinlinin garajında iki araba bulunacaktı ve ABD fiyatı ile benzin tüketilseydi, Çin günde 80 milyon varil benzine ihtiyaç duyacaktı. Bu rakam, dünyanın günde ürettiği 74 milyon varilden biraz fazladır. Gerekli yollar ve otoparklar için 16 milyon hektar alanı asfaltlayacaktı. Oysa aşağı yukarı bunun 2 misline denk gelen 31 milyon hektarlık alanda bugün ülkenin temel gıda maddesi olan pirinç üretimi yapılıyor ve yıllık 132 milyon tona ulaşılmaktadır (Brown, 2003, 17). Aynı şekilde, kâğıdı ele alalım. Çin modernleştikçe kâğıt tüketimi artıyor. Kişi başına 35 kg’lık yıllık kâğıt tüketimi 342 kg’lık ABD seviyesine ulaşsa, Çin Dünyada üretilen kâğıttan daha fazla kâğıda gereksinim duyacaktır ( Brown, 2003. s. 17). Çin’in dünya mal ve hizmetler pazarındaki muhtemel gelişim senaryolarını genelleştirip diğer gelişmekte olan ülkelere modellediğimizde, dünyanın taşıma kapasitesini çok geçen bir kaosla karşılaşacağımız görülmektedir. Şu ana kadar ortaya konan veriler gelişmekte olan ülkelerin ekonomik yapılarını kabaca açıklamakta ve gelişmiş ülkelerin dünyadaki mal ve hizmetlere dayalı ürünlerin çoğunu tükettiğini göstermektedir. Bunu sağlayan tüketim kültürünün evrenselleşen şablonlarıdır. Çin gibi kademeli, sanayileşmesi gerekli olan ülkelerin dahi aşırı talep patlamasına paralel olarak kontrolü kaybettiğini anlıyoruz. Gerçi değerlendirmemizin çelişki içerdiğini fark etsek te şu noktayı vurgulamamız gerekmektedir: Çin 1990’lı yıllara kadar çizdiği dengeli büyüme ritmi ile (nüfusunun büyük bir kısmının yoksul olması pahasına) dünya çevre sorunlarına, nispeten gelişmiş ülkeler kadar tehdit olmamıştır. Ancak küreselleşmenin ortak değerlerini bütün ulusların bir şekilde kabul etmeleri ve küreselleşmenin hareketini sağlayan, dev bir tekerleğin bilyelerine benzeyen, tüketim kültürü ulusların zaman ve mekân açısında sıkışmalarına yol açacaktır. Yani tarım, otlak, balıkçılık ve orman sahalarının daralması, insanların stratejik yaşam alanlarını daraltmakta; atmosferin, su kaynaklarının kirletilmesi ve sürdürülebilir olmayan kullanımları ise dünyanın yaşam sağlayan ömrünün kestirilebilmesini güçleştirerek geleceğin süresinin daralmasına yol açmaktadır. Şimdi çevresel sorunların büyümesine yol açan tüketim kültürü ele alınacaktır. 3. Tüketim Kültürü Genel olarak “insan türüne özgü bilgi, bilinç ve davranışlar bütünü ile bu bütünün parçası olan maddi nesneler” şeklinde tanımlanan kültür kavramı toplumsal yaşamın “dil, düşünce, gelenek, işaret sistemleri, kurumlar, yasalar, aletler, teknikler sanat yapıları gibi her türlü maddi ve tinsel ürününü” kapsamına almaktadır. Bu bağlamdan hareketle kültürün, “toplumsal yaşamın bir ürünü olduğu, işlevinin de toplumsal pratikleri anlamlandırmak olduğu kendisi de ancak toplumsal yaşamın başka yönleriyle ilişkisi içinde anlam kazandığı düşünülür”. Öyle ki artık kültür, insanın düşünce niyet ve amaçları doğrultusunda ve yine insen eliyle yaratılmış her şey için kullanılır (Subaşı, 2003– 2004, 136). Kültürün, toplumsal yaşantıyı kuşatan özelliğinin varlığı ve insanın karar verme süreçlerine etkisi, kültürün küresel şirketler tarafından müşterilerine yönelik iletişim ve pazarlama tekniği olarak kullanılmasına yol açmıştır. Küreselleşme bütün dünya da, bireyin sosyal ve ekonomik anlamda benzeşmesini hedefler ve bu bağlamda kültür, bu benzeşmenin ana taşıyıcısı rolünü üstlenir. Kültür, küreselleşme ile birlikte tarihsel tanımından kopmaktadır. Daha çok imal edilen değerler silsilesini düşünmek gereklidir. Kültürün yönetilebilir ve yönlendirilebilir hal alması, bireyin kültürel şablonlar arasına sıkışmasını ve firmaların denetimindeki kültürel üretimin kodları belirli davranışları tekrar edilmesine yol açar. Böylece, çevre sorunları başta olmak üzere, ÇUŞ’ların tüketim dengesini bozacak her şey, farklı kültürel manipülasyonlar ile yok edilebilir. Tüketim kültürü, toplumun zamanla ürettiği maddi ürünler yerine, şirketlerin kontrolünde şekillenen, anlık ve yapay içeriği olan ve imajla çerçevesi belirlenmiş, mal ve hizmetlerin şölensel tüketilmesi olarak değerlendirebiliriz. Çok uluslu şirketlerin dünya ekonomisinde söz sahibi olması ve dünya da ortak tüketim kalıbı ve motivasyonu için uyguladığı bir reklâmsal süreçtir. Bu özellik içinde “küreselleşme” kavramı gerçekleşmiştir ve küreselleşme ekonomik değerlerin daha fazla olduğu, dinsel, ırki ve milli kotların kültür içindeki katkılarının çok azaldığı yeni bir ortak kültür ürünleri oluşturmuştur. Kültürün küreselleşme için önemi, kültürün, karmaşık bağlantılılık sürecinin tamamının temel bir unsuru olması nedeniyle küreselleşme için önemlidir. Kültürün, kültürel biçimlere ve ürünlere içkin olan hareketlilik sayesinde ve kolaylıkla “esneyebiliyor” olması nedeniyle Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 41 küreselleştirici özelliği vardır. Bu özellikliler küresel-modern dünyada kültürün düşünümselliği (reflexivity) fikrini ortaya çıkarır. Düşünümsellik kuramlarının merkezinde, “toplumsal hareketin kendisini yenileyen tabiatı” bulunur. (Tomlinson, 2004, 40–42). Kültürünün tekrarı kutsama özelliği, mal ve hizmetler sektörlerine ait ürünlerin kutsanmasına yol açar. Böylece dünya da ortak tüketim bayramları, ortak nesneler ve imajlar tüketilerek kutlanır. Kültür, şirketler için küresel iletişim aracı haline gelir. Kültür, bir tarafta tüketimi artırıcı özellik sergilerken diğer tarafta mal ve hizmet üreten işçilerin durumları ile doğal kaynak ve sanayi atıklarının görülmesini gölgeler. Bunu daha iyi açıklayabilmek için Giddens’in “yerel ile küresel arasındaki diyalektik”e ilişkin ortaya atmış olduğu bir iddiayı ele alabiliriz. Giddens yerel yaşam biçimlerindeki alışkanlıklar küresel sonuçlar doğurmaya başladı. Bu nedenle her herhangi bir giysi alırken yaptığımız seçimin sadece uluslar arası işbölümü üzerinde değil, aynı zamanda dünya eko-sistemi üzerinde bir takım etkileri söz konusu diyor. Bu ne şekilde doğru olabilir? Öncelikle küresel giyim endüstrisi, piyasada kendilerini modanın kültürel kodları aracılığı ile ifade eden aktörlerin biçimlerine göre ayarlanan, son derece düşünümsel bir kurumdur. Bir Cumartesi günü öğleden sonra Avrupa’daki bir alış veriş merkezinde o gece dans kulübüne giderken giyecekleri kıyafetleri seçmeye çalışan bir grup gencin yapacağı kültürel seçimlerin sonuçlarının izini sürelim. Filipinlerde küçük bir atölyede çalışan bir işçinin istihdam olasılıklarına kadar gidebilecek bir bağlantılılık düzeyi ortaya çıkar. İkinci olarak, Giddens’in burada kast ettiği bağlantılılık, giysi tercihlerinin tüm tüketim tercihleri gibi, giysinin üretimi sırasında doğal kaynakların kullanılması ve endüstriyel üretim süreçleri nedeniyle küresel ekolojik sonuçlar doğurmasıdır (Tomlinson, 2004, 42). O halde karmaşık bağlantılılığın olduğu bu dünya (küresel bir pazar, uluslararası moda kuralları, uluslar arası iş bölümü, paylaşılan bir eko-sistem) milyonlarca insanın sayısız gündelik eylemleri ile uzakta yaşayan ve tanımadıkları ötekilerin kaderini, hatta gezegenimizin muhtemel kaderini birbirine bağlamaktadır. Bütün bu bireysel eylemler, giyinme kuralarının ve modadaki ince farklılıkların, kişisel ve kültürel kimlikleri kurduğu bu yerel ve gündelik yaşam ortamlarının kültürel olarak anlamlı olması bağlamında gerçekleşmektedir. Bu “kültürel eylemlerin” sonuçlarının küresel olması, kültürün küreselleşme içinde önem taşımasının ana nedenidir. Bu sonuçlar zincirinin karmaşıklığı tabii ki küreselleşmenin siyasi, ekonomik ve teknolojik boyutlarını eş zamanlı olarak beraberinde getirecektir. Fakat burada asıl önemli nokta karmaşık bağlantılılığı yorumlarken kültürel olanın vazgeçilmezliğidir (Tomlinson, 2004, 42). Küresel tüketim zincirinin her halkası, tüketimin devamı için farklı teşvik unsurları ile hareket etmektedir. Küresel olarak adlandırdığımız değerlerin kültüre dönüşmesi, firmaların temel hareket alanını oluşturmakta, dünya geneline kültürel aşılar yapılmaktadır. İnsanların yerleştikleri mekânların değişmesi ve gezici kültür ürünlerinin, yerel sahalar arasında kurduğu küresel ilişkilerin, uluslararası kültürel benzerliğin gücünü koruyacağı ve geliştireceği açıktır. Çünkü hem küresel şirketler ve politikacılar hem de Küreselleşmeye muhalif grupların tavırları kültürel küreselleşmeyi ya da küreselleşmenin kültürel ayağını engelleyememektedir. Bu durumda çalışmamamızın ana konusu olan tüketim kültürünün uluslararası bir benzeşmeyle uygulandığı bir tekrarlar dünyası inşa edilmiş ya da edilmektedir. Ancak, kültür sorgulamayı red eder. Tüketim kültürü yaşam biçimlerine uyan toplum ya da birey de sorgulama yetisini kaybetmiş ya da kaybetmek üzeredir. Sadece tüketimin gerçekleşmesi gerekmektedir. Diğer gerçekler bu kültürü bozar. O halde tüketimi engelleyici çalışmalar kültürü bozucu hareketler olarak algılanır ve tarz hareketlere ya soğuk davranılır ya da dışlanılır. Kültürü bozan bütün anomaliler gibi. Tüketim kültürünün inşasında küresel kalıpların etkisi yanı sıra simülakr da tüketim kültürünü gerçekleşmesine ilginç bir destek sağlar. Bu sürecin temelinde “Sanayi Devrimi”yle birlikte ortalığı yeni bir gösterge ve nesneler kuşağı sarıp sarmalaması bulunur. Bunlar kast geleneğini tanımayan, statü kısıtlamalarından asla haberi olamayacak göstergelerdir. Bu yüzden de taklit edilmeleri söz konusu değildir. Artık göstergelerin istisnai özellik ve de özgünlükleri diye bir şey olmayacaktır. Çünkü kendilerini üreten teknik sayesinde, sınaî bir simülakr olmayı başardıkları ölçüde, bir anlam sahip olabileceklerdir. Bir başka deyişle seri özelliği taşıyan, yani birbirlerinin aynısı olabilen iki ya da sonsuz sayıdaki nesneye benzemektedirler. Onların arasındaki ilişki asılla kopyası arasındakine Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 42 benzeyen, analoji ya da yansıma türünden bir ilişki değil; eşdeğerli, aynılık üzerine oturtulmuş bir ilişki biçimidir. Seri olayında nesneler birbirlerinin sonsuz sayıdaki simülakrlarına benzemektedirler. Nesnelerle birlikte doğal olarak onları üreten insanlar da birbirlerinin simülakrına dönüşmektedirler. Genel bir eşdeğerlikler yasası ancak özgün referansın sönüp gitmesi, yani üretilebilme olasılığıyla mümkün olabilmektedir (Baudrillard, 2002, 86). Üretimle sonsuz denecek malın üretilmesi, tüketicininde (bütün dünya nüfusunun) aynı malı talep etmesi, benzer tüketme biçimlerinin doğması ve tüketimi kollayıp geliştiren şirketler vasıtasıyla ürünün nasıl tüketileceğinin öğretilmesi, belki de dünyadaki bu zamana kadar yaşanmış en önemli kitlesel eğitim seferberliği ile karşı karşıya kaldığımızı gösterir. Adam Smith’in 18. yüzyılda kaleme aldığı Milletlerin Zenginliği isimli eseri ile başlayan dönemsel itiraz ya da müdahalelere rağmen günümüze kadar ulaşan serbest piyasa ekonomisi ile şirketlerin rekabetinin kutsanması ve maksimal kârın elde edilmesi (Skousen, 2003, s. 13-47) için (bir çeşit) törel değerlerin ihmal edilmesinin öğütlendiği liberal (ve de neo-liberal) ekonomik anlayış dünya çevre sorunlarının artışını ve hukukun da neredeyse eridiği (Kyoto Prokolünü imzalamayan ABD gibi) bir süreci de tetiklemiş oldu. Ekonominin kutsal mekânı olana piyasanın sağlıklı işleyebilmesi ve tam rekabetin sağlanabilmesi için biraz ülkelerin iktidar gücünün devamı, biraz da merkantalist ekonomiden kaynaklanan metanın (altın-gümüş) zenginliğe yol açtığı kanısı, uluslar ve post savaş aygıtları şirketler arasında yoğun bir rekabetin oluşmasını sağlamıştır. Ki bu rekabetin, her ne kadar çeşitli ideolojiler yeterince mazeret üretse de, birinci ve ikinci dünya savaşlarının oluşum nedenleri arasındaki ağırlığı tartışılmaz bir gerçektir. Ekonomiden doğan değerlerin dünyayı kuşatması ve kültürel değerleri imal etmesi, bireyin homo-economis olarak tasnif ve tasvir edilmesine yol açtı. Bu durum toplumsal sınıfların mesleklere göre adlandırılmasını sağladı (örneğin emekçiler, burjuva gibi). Böylece yaşam hangi tarihte ve hangi ülkede olursa olsun, din, gelenek ya da kültürel değerlerin yerine, ekonomik kodlar toplumsal ve bireysel yaşantının anlamlaştırılmasını sağladı. Tüketim toplumunun kuluçka yatağını da işte ekonominin inşa ettiği bu evren oluşturdu. Bu durum özellikle batılı kapitalist ülkelerde neredeyse simgesel algılamadan uzak bebeklere kadar uzanmış olup, birey çeşitli tüketim mekânları ile çocukluktan itibaren oldukça profesyonel bir tüketici halini almaktadır. Hayatının neredeyse her kademesinde tüketen birey, çevresel değerleri sadece hobi ya da belirli ders saatleri ile sınırlı olarak görüyor. Medya ise çevreyi sadece bir belgesel, değişik bir mekânın keşfi (yapay farklılık) ya da can çekişen bir hayvan olarak bir dizi filmin senaryolaşmış karesinde anlamlandırıyor. Levi-Staruss’un antropolojik çalışmalarında belirttiği şekilde, doğa ve kültür gibi iki tüketim süreci (Bocock, 1997, s. 94) arasındaki toplumsal öncellerden kültür, doğanın bilinç ve bilinçaltındaki öneminden daha çok ön plana çıkmaktadır. Küreselleşen kültürel yaşantı, yaşadığımız çağda mal ve hizmetler tüketiminin disiplinli bir şekilde yapılmasını sağlayan dinsel, tüketme katedrallerine (Ritzel, 2000, s. 29) sahiptir. Genelde büyük alış-veriş merkezleri bu özelliğe sahip olup tüketim kültü bu mabetler ekseni etrafında inşa edilmektedir. Tüketim kültürü, incelenirken iki temel vurgu önemlidir. Bunlarda ilki günde onlarca kalem mal ve hizmet tüketen bireyin farkında olmadan Brezilya’daki ormanlar, Pasifik balıklarına ya da Türkiye’deki doğal su kaynaklarına verdiği zarar. Diğeri de Baudrillard’ın bolluk toplumunda anomi olarak adlandırdığı tepkisizlik çeşitlerini ya da bireyin çeşitli şiddet ve şiddetin alt türleri ile (Baudrillard, 1997, s. 214–224) kendine verdiği zarardır. Bu durumda birey tepkisizleşmekte ya da nasıl tepki vereceğini bilememektedir. Veya kitlesel başarı elde edilmesi imkânsız çevre sorunlarının önlenmesine karşı, toplum ve birey küçük tepki darbeleri göstermekte, eğlence kültürü ya da gündelik hayatın kaotik yapısı içinde boğulup gitmektedir. Bu da toplumsal duyarlılığı fakirleştiren unsurlar arasındadır. Çevre sorunlarına sadece belirli birkaç gönüllü kuruluş (sivil toplum kuruluşları) dışında fazla dikkatin çekilememesi, ekonomik yaşantının baş aktörlerinden şirketler ve potansiyel müşterileri arasındaki gizli anlaşmanın ya da karşılıklı bağımlığın ortaya çıkardığı kronik bir tehdidi söz konusu yapmaktadır. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 43 Tüketim kavramı post-modern dönem içinde, en çok tasarrufun ortaya çıkardığı anlam yörüngesine darbe vurmuştur. Adeta, tasarruf ve tasarrufu uygulayacak birey tipi ve toplumsal örüntü modelleri tüketim toplumu içinde hep ölü doğmaktadır. Çünkü fakir olmak suçtur ve imaj her şeydir. Elbette imajın maliyeti, bilinmeyen hatta cevabı aranmayacak bir sorudur. Bu anlamda tüketim toplumunda tahammülsüz bireyin, (çünkü her şey hızdır) tasarrufun bir düşünme mesaisi gerektiren dinlenme sürecine ihtiyaç yoktur. Bizler dinlenirken de; çeşitli koleksiyonlar yaparak, müzik dinleyerek ya da yoğun rekabetli maçlarda yerimizi alarak tüketmeye devam ederiz. Sofistike düşünme mekânlarına ya da topluluklarına, ortak yardım kuruluşlarına çalışma eğlence için bir anlamı olmayan uğraşlardır. Her birey nihilist tepkinin bir üyesidir. Modern tüketiciler fiziksel olarak değil ama zihinsel olarak çok meşguldür. Tüketim her zamankinden fazla kafada çözülmesi gereken, beyinsel ve zihinsel bir olgudur. Yalnızca, vücudun gereksinmelerini (fizyolojik, biyolojik ihtiyaçlar kastediliyor) doyuran basit bir süreç olmaktan çıkmıştır. Bu şekilde, yabancılaşma ve uzaklaşma modern kalıplarına da girmiştir (Bocock, 1997, s. 58). Yabancılaşmanın doğası, mekâna, topluma ve bireyin kendisine yabancılaşması ve kitlesel yabancılık, bir nevi gerçeklerden göç edilme biçimi, belki de tüketim kültürüyle ortaya çıkan sorunların çözümsüzlüğünü artıran en önemli faktörler arasındadır. Bu nedenle, dünyadaki biyoçeşitliliğin azalmasına, tonlarca toprağın erozyona maruz kalması vb. çevresel sorunları yöneticilerin (kurumsal tükenmişlikte dahil) fazla dikkate almamalarına neden olmaktadır. Bu durum aslında bilgi toplumu içinde bir paradoksu bize gösterir. Çünkü bilgi ve bilim planlama ve uygulamalara yönelik stratejileri birey ve topluma kazandırmasına rağmen, çevresel sorunların her geçen gün artması ve çevre örgütlerinin sayı ve eylem açısından güçsüzleşmesinde tüketim kültürünün bireyi etkisizleştirmesini de dikkate almak gerekir. Tüketim toplumu; Baudrillard’a göre, tüketimin öğrenildiği toplum, yeni üretim güçlerinin ortaya çıkmasıyla ve yüksek verimlilik taşıyan ekonomik sistemin tekelci yeniden yapılanmasıyla orantılı yeni ve özgül bir toplumlaştırma çalışmasıdır (Baudrillard, 1997, s. 90). Tüketim toplumuna özgü kurumları, kültürü ve birey tipolojisi vardır. Yılmaz Odabaşı Tüketim Kültürü adlı eserinde, Belk’in tüketim kültürü tanımına yer verir. Buna göre, tüketim kültürü tüketicilerin çoğunluğunun, yararcı olmayan statü arama, ilgi uyandırma, yenilik arama gibi özelliklerle öne çıkan ürün ve hizmetleri arzuladıkları hatta peşine düşüp, edinip sergiledikleri bir kültürün tanımıdır (Odabaşı, 1999, s. 25). Birey ve toplumun zorunlu ihtiyaçlarını aşıp imaj, eğlence ve haz merkezli mal ve hizmetleri tüketmesiyle oluşan tüketim kültürünün yedi özelliği bulunmaktadır. Bu özelliklerin hepsi çevre sorunlarının çözümü ya da anlaşılmasına yönelik bir içeriği bulunmaz. 1-Tüketici kültürü tüketimin kültürüdür. 2-Tüketici kültürü Pazar toplumunun kültürüdür. 3-Tüketici kültürü, özgürlüğü özel yaşam ve özel seçim ile özdeşleştirir. 4-Tüketici ihtiyaçları ilke olarak sınırsız ve doyurulmazdır. 5- Tüketim kültürü post-geleneksel toplumda kimlik ve statü belirlemede ayrıcalıklı bir ortamdır. 6-Tüketim kültürü, çağdaş güç deneyiminde kültürün öneminin artışını temsil eder. Bununla birlikte tüketim kültürü, aşırılığı sürekli ön plana çıkarması, toplum değerlerini örselemesi, toplumdaki gerçek konuları bir talk show mantığı ile ele alması, hedonizmi (hazcılık) toplumsal ilişkiler dünyasında ön plana çıkarması açısından eleştirilir (Odabaşı, 1999, s. 22-31). Tüketim kültürü ve artık bu kültürün yaşam ve istila alanı olarak sanal dünya, coğrafi kavramların değişmesine de neden olur. Bugünkü coğrafi yeniden yapılanma ve şekillenmenin sonucu belirsiz olmakla birlikte, bu sürecin bazı önemli öğelerini şimdiden tanımlamak mümkündür. Ortaya çıkmakta olan şey, artan uluslar-ötesileşme ve birikime bağlı olarak uzamsal ölçeklerin yeni bir ifadesidir. Ticari faaliyetin dünya çapında örgütlenmesi ve bütünleşmesi, küresel ve yerel uzamların doğrudan eklemlenmesini mümkün kılmaktadır. Belirli yerler, kentler, uluslararası ağların mantığı Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 44 içerisine girmektedir. Küreselleşmenin ileri biçimleri, birbirine bağlı üretim komplekslerinin stratejik olarak kurulmasını içerir, bunların her biri de çeşitli bölgesel ve toplumsal özellikler için uygundur ve bölgeler arası bir şebekede stratejik bir kavram doğrultusunda dağıtılırlar ve bölgesel ekonomilerin hayatiyeti, küresel bir ortamda tutarlı bir örgütsel varlık gösterebilmelerine bağlıdır (Morley-Robins, 1997, s. 109). Burada belirtilmesi gereken durumlardan biri de postmodern coğrafyaların oluşumunda teknolojinin rolüdür. Gerçi teknoloji bu coğrafyaların oluşumunda belirleyici ve nedensel bir faktörden ziyade, yeni bilgi ve iletişim teknolojileri, yeni uzamsal yapıların, ilişkilerin ve yönelimlerin ortaya çıkışında güçlü bir rol oynamaktadır. Ticari iletişim ağları, elektronik bir bilgi akışı doğurmuştur. Yeni medya devleri, yeni görüntü mekânı yaratmaktadır ki bu, vatandaşlık ya da kültürü tanımlayan güçler coğrafyasını, toplumsal hayat ve bilginin coğrafyasını aşan bir aktarım mekânıdır. Yeni bir coğrafi varlık olarak bunun kendi egemenliği ve garantörleri vardır (MorleyRobins, 1997, s. 110). Tüketim coğrafyası küresel değerlerin içinde, sosyal, siyasal ve ekonomik iktidar kalıplarının şirket merkezli değiştiği yeni bir yönetim tarzına doğru yönelmektedir. Nasıl Fransız ihtilali (1789) dünyadaki sosyal, ekonomik ve siyasal yapıyı yeniden yapılandıran bir kırılma noktası ise 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren böyle bir sosyo-ekonomik kırılma yaşanmaktadır. Fransız ihtilalinin evrensel değerleri olan eşitlik ve özgürlük artık yerini imaj ve markaya bırakmıştır. Tüketim mekânlarının coşkulu, karnavalsı yapısı, büyülü mekânlar enformasyonunun yoğunlaştırılmış iletişim bombardımanı altındaki birey ve toplum tarihin birikimlerinden arındırılarak, her gün dinç ve güncel tüketime hazır hale gelmektedir. Modern dönemin direnen, eyleme hazırlanan birey tipi vasfını kaybetmiş, yerini imaj kazanımları ve imaj paylaşımının terkisinde yer alan birey almıştır. Burada her geçen gün daha çok haber ve bilgiye karşın giderek daha az anlamın üretildiği bir evrende yaşıyoruz. Baudrillard’ın belirttiği gibi anlam artık için için kaynamakta ve patlamaktadır. İletişimin anormal boyutlara ulaşan görüntüsünün gerisinde iletişim araçları ve haber bombardımanının toplumsal yapıyı bozmaları engellenememektedir. “Haber, hem anlam hem de toplumsalı aşırı yeniliğin tam tersi sayılabilecek mutlak antropiye benzemeye mahkûm ettiği bir nebula aracılığı ile anlamsızlaştırmaktadır. Keza, iletişim kurmak yerine sahneye koyduğu iletişim oyunu içinde kaynayıp gitmektedir. Anlam üretmek yerine sahneye konulan anlam üretimi oyunu içinde kaynayıp gitmektedir. Bu simülasyon adlı devasa süreci göstermektedir. ” (Baudrillard, 1998, s101-105). Dünyada tele-gözetimin ufuk ötesi-optik özelliği, yirmidört saat, yedi gün tele-varolan bir dünyanın (Virilio, 2003, s. 17-18) anlamı ya etkisiz eleman olarak varlığını devam ettirmesini sağlamakta, hızla değer kaybı yada aşırı haber yükü altında çökelerek kısa sürede tortulaşmasına yol açmaktadır. Böylece tarih olarak adlandırdığımız zaman ölçü birimi, maziyi geçmiş yılların birikiminden ayırıp, günlük hatta anlık değişimlerin kutsanmasına yol açmaktadır. Böylece hızlı bir unutuşun işlerliği yaşanmaktadır. Tüketim toplumunda gerçekleşen hızlı unutuş, imaj ve markanın reklâmlar vasıtası ile sürekli korunmasını sağlarken, çevre sorunlarının günlük hatırlanmasını sağlayacak medya portföyü oldukça dardır. Yani çevre sorunlarına oluşturulacak toplumsal duyarlılığı artırmak için tüketim toplumunun anlık hatırlama biçimine uygun olarak, çevre sorunlarına yönelik eğitici-öğretici kuramlar ile eylemlerin anlık tekrarının sağlayacağı yeni bir perspektifin oluşturulması gerekmektedir. Böylece, eğlence toplumunun kontrolünde gerçekleşen 14 Şubat sevgililer gününün etkisi küresel bir bayram olarak bütün dünyada coşkuyla kutlanırken, 5 Haziran çevre günüyle ilgili olarak anlık hatırlatma ile geçiştirilir. . Tüketim toplumunun, çevresel sorunlara yönelmedeki bu isteksizliğini sağlayan özelliklerinin yanı sıra belirtilmesi gereken bir durum da tüketim araçları neredeyse güncel olarak yenilenirken, tüketimin yol açtığı çevre sorunlarına karşı yeterli hızda bir duyarlılık yenilenmesinin söz konusu olmamasıdır. Tüketim araçları, mal ve hizmetlerle ilgili daha geniş bir olgular kümesinin bir parçasıdır: üretim, dağıtım, reklâm, pazarlama, satış, bireysel beğeni, stil, moda. Biz alıcılar ile satıcılar arasında mal ve hizmetler için para alışverişine (ya da çek, elektronik banka kartları ya da kredi kartı Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 45 hesapları vb. gibi eş değerine) yol açan ya da belki bunu içeren süreçlerle ilgileniyoruz. Bu çoğunda alış-veriş başlığı altında ele alınır. Ama bizim ilgi alanımız, bundan daha geniş ve tüketicinin yalnızca mağaza ve alışveriş merkezlerini değil, konulu parklar, kumarhaneler ve yolcu gemileri ile daha somut yeni tüketim araçlarına şaşırtıcı derecede benzemeye başlayan stadyumlar, üniversiteler ve müzeler gibi öteki ortamları içine alıyor (Ritzer, 2000, s. 25). Çok sayıda tüketilen mal ve hizmetin birçok tüketim aracı tarafından (ki bunlara dinsel bir anlam yüklenip tüketim katedralleri olarak adlandırılmaktadır). Adeta ayinleşen ritüellerin egemenliğinde hipermarket müritlerinin uysal tüketimi devam eder. Ürün pazarlayan merkezlerin rekabet ya da eskimeden dolayı müşteri potansiyelini kaybetmesi, müşteri karşısında cazibelerini korumak için stratejileri, büyüsü bozulmuş dünyayı yeniden büyülemenin değişimi içinde gerçekleşir. Bu durum gittikçe kronikleşen bir şekilde bireyin hakikatten kopup (kendisi ve çevresini somutlaştırmakta zorlanması) simülasyona hapis olmasına yola açar. Hatta bir zamanlar ticari dünyanın hamlelerinden kaçış yeri olan evlerimiz dahi artık, tüketim dünyasının bütünsel parçası haline gelmiştir. Artık ticarileşmeden kurtulma çabasıyla evimizin güvenli ortamına kaçamayız. Ve evimize de kaçamıyorsak, hiçbir kaçış yeri yoktur (Ritzer, 2000, 220). Konutlarımız artık televizyon sayesinde tüketim biçimlerinin formüle edildiği, öğretildiği ve uzaktan eğitimin bütün derslerinin gösterildiği küçük sınıflara (vitrinlere) ya da mağazalara dönüşmüştür. Bu mağazalarda bize çevreyi koruma şekilleri öğretilmez sadece tek bir ideolojiye sadık kalmamız yani tüketmemiz ama sınırsızca tüketmemiz öğretilir. Tekno-kült toplumunda, tüketim toplumunun inorganik şekillenişi, imal edilen kültürel öğelerin, toplumu disipline etme biçimi ve kullandığı yöntemlerin sıra dışı yapısını frenlemek, birçok yönetim biçimini aşan vasfa sahiptir. Çünkü 21. Yüzyılda değişimin trendleri ve dinamiklerinin tüketim toplumunun korunması ve devamına yönelik yapıyı ve hukuki düzenlemeleri koruduğunu ya da geliştirdiğini görmekteyiz (Aktan, C. A., 2003, 431-485). Örneğin 7 Eylül 1993’ yılında Al Gore, Devletin yeniden yapılandırılması hakkında Gore raporu ( The Gore report on reinventing government) adlı çalışmasında kamu yönetiminde vatandaşları müşteri olarak ele almak gerektiği üzerinde durmaktadır. Ki raporun devamında da müşteri isteklerinin karşılanmasına yönelik birçok yeni kamusal oluşumdan bahsedilmektedir (Aktan, 2003, 432–441). Bu durum, birçok gelişmiş ülkede örneği görüldüğü gibi, Anayasal vatandaş haklarından müşteri haklarına geçişin yaşandığı 2000’li yıllarda da, çevresel sorunların ele alınmasında tüketim kültürünün izin verdiği algı kalıpları ile sınırlı kalınacağını bize göstermektedir. Böylece çevreyi korumak için yapıldığını düşündüğümüz, örgütlü ya da bireysel eylemler dahi hedefine ulaşamayacaktır. SONUÇ ve ÖNERİLER Bilim adamları, artan doğal felaketlerden dolayı insanların yaşam alanlarının daralacağından bahsetmektedir. Doğal çevrenin gelecekteki durumu için iyimser tahminler yapılamamaktadır. Yani yaşam için bir zaman mekân sıkışması söz konusudur. Bu tip sorunların çözümüne yönelik çalışmalara ışık tutan kaynak eserler, daha yaşanır bir dünyanın ipuçlarını da bize vermektedir. Bunun için Çevre Sorunlarına yönelik yapılacak ve akademik hayatı hedef alan kitaplara, tüketim kültürü adı altında bir ünite konmasını öneriyoruz. Böylece Tüketim Kültüründeki bireyin mal ve hizmetler tüketiminde aşırılaşan rolleri tanımlanıp, çevre tahribatına yol açan post-sömürgeci hegemonyanın uyguladığı taktikler kavrandığı gibi; birey, toplum ve devletin bu totaliter ve çevre tanımaz yapı karşısındaki yeri de anlaşılabilir. Çevre sorunlarının oluşumunda nüfustan ziyade tüketim kültürünün ilk sırayı aldığı dikkate alındığında daha çok tasarruf yapan birey ile bireyi tutsak eden imaj ve marka bağımlığından, kurtulup çevrenin hem tahribinin engellenmesi hem de korunmasına yönelik stratejiler geliştirilebilir. Bu bağlamda Çevre Sorunları Kitaplarındaki Tüketim kültürü ünitesinde şu alt başlıkları koymak mümkündür. a-Tüketimin tanımı ve ekonomideki yeri b-Küreselleşme ve Çok uluslu şirketler İktidarı Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 46 c-Kültürün tanımı ve tüketim kültürünün özellikleri d-Çevre sorunlarının oluşumunda postmodernizm ve tüketim kültürünün yeri e-Çevre sorunlarının çözümünde tasarruf kültürünün oluşturulması Bu başlıklar toplumsal değişimde tüketim kültürünün vasıflarının tanınmasını sağlayabilir. Böylece, küresel şirketler kaynaklı Jeopolitik, Jeo-ekonomik ve Jeo-çevresel manipülasyonlar fark edilebilir. Böylece 21. yüzyıl uluslarının toplumsal ve ekonomik güvenliğinde küresel ısınma, çölleşme ya da erozyona bağlı olarak değişik bir güvenlik konsepti oluşacaktır. Bu kavram vatandaşlar tarafından en iyi olarak eğitimle anlaşılır. Çevre sorunları Coğrafyası çalışmalarında tüketim kültürünün yeterince izah edilmesi, hem post-kolonyal eylemlerden ulusların korunması ve bağımsızlığını devam ettirmesinin anlaşılması açısından önemlidir, hem de değişecek olan ve çevre sorunları merkezli kuramsallaşacak olan Jeopolitik güvenliğin kavranmasına da imkân tanınacaktır. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 47 Kaynakça Adda, J., 2002, Ekonominin Küreselleşmesi, İletişim yay. İstanbul. Aktan, C. C., 2003, Değişim Çağında Devlet, Çizgi yay., Konya. Baudrillard, J., 1997, Tüketim Toplumu, Ayrıntı yay., İstanbul. Baudrillard, J., 1998, Simülakr ve Simülasyon, Dokuz Eylül yay. İzmir Baudrillard, J., 2002, Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm, Boğaziçi Üniversitesi yay. İstanbul. Bauman, Z., 1999, Küreselleşme, Ayrıntı yay. İstanbul. Bauman, Z., 2000, Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları, Ayrıntı, Yay. İstanbul Bocock, R., 1997, Tüketim, Dost yay., Ankara Brown, L. R., 2003, Eko-Ekonomi, Tema yay, İstanbul. Cohen, D., 2000, İstanbul. Dünyanın Zenginliği Ulusların Fakirliği, İletişim Yay. Çukurçayır, M. A., 2003, Küresel Sistemde; Siyaset, Yönetim, Ekonomi, Çizgi yay, Konya. Davis, F., 1997, Moda, Kültür ve Kimlik, Y. K. Y., İstanbul Doğanay, H., 1993, Coğrafya’da Metodoloji, M. E. B. yay., İstanbul Douglas, M-Isherwood, B., 1999, Tüketimin Antropolojisi, Dost yay., Ankara Ellwood, W., 2002, Küreselleşmeyi Anlama Kılavuzu, Metis Yay, İstanbul Fay, B., 2001, Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi, Ayrıntı yay. İstanbul Featherstone, M., İstanbul 1996, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, Ayrıntı yay. Giddens, A., 2000, Elimizden Kaçıp Giden Dünya, Alfa Yay, İstanbul Godrej, D. 2003, Küresel İklim Değişimi, Metis yay, İstanbul Güney, E., 1997, Çevre Sorunları, Bizim gençlik yay. No:17, Kayseri Hertsgaarrd, M., 2001, Yeryüzü Gezgini, Tema yay., İstanbul Hırst, P-Thompson, G., 1996, Küreselleşme Sorgulanıyor, Dost Yay. Ankara Kadıoğlu, M., 2001, Bildiğimiz Havların Sonu, Güncel yayıncılık, İstanbul Kaplan, A., 1999, Küresel Çevre Sorunları ve Felaketleri, Mülkiyeliler Birliği Vakfı yay., Tezler Dizisi:3, Ankara Keleş, R-Hamamcı, C., Çevrebilim, İmge Yay., Ankara Kışlalıoğlu, M-Berkes, F., 1997, Çevre ve Ekoloji, Remzi Kitapevi, İstanbul Morin, E. -Kern, A. B., 2001, Dünya Vatan, İletişim yay. İstanbul Odabaşı, Y., 1999, Tüketim Kültürü, Sistem yay. İstanbul Önder, T., 2003, Ekoloji, Toplum ve Siyaset, Odak Yay, Ankara Özey, R., 2001, Çevre Sorunları, Aktif Yay. İstanbul Özey, R., 2001, Günümüz Dünya Sorunları, Aktif Yay. İstanbul Pontıng, C., 2000, Dünyanın Yeşil Tarihi, Sabancı Üniversitesi Yay., İstanbul. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 48 Roodmen, D., M., 2001, Borç Krizin Bitirmek, Dünyanın Durumu-2001 Tema yay. İstanbul. Ritzer, G., 2000, Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek, Ayrıntı yay. İstanbul. Şahin, C-Sipahioğlu, Ş., 2002, Doğal Afetler ve Türkiye, Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, Ankara Skousen, M., 2003, Modern İktisadın İnşası, Liberte Yay. Ankara. Subaşı, N., 2003-2004, Kültürel Mirasın çeşitliliği ve Seçicilik Sorunu, DoğuBatı Dergisi, Yıl-7, Sayı-25, Ankara Şişli, M. N., 1999, Ekoloji, Gazi Kitapevi, Ankara Tümertekin, E. -Özgüç, N., 1997, Ekonomik Coğrafya, Çantay yay. İstanbul Virilio, P., 2003, Enformasyon Bombası, Metis yay, İstanbul Urry, J. 1999, Mekanları Tüketmek, Ayrıntı yay. İstanbul Wallerstein, İ., (Gulbekıan Komisyonu), (1998), Sosyal Bilimleri Açın, Metis yay. İstanbul Wallerstein, İ., 2004, 21. YY’da Siyaset, Aram Yay., İstanbul Yan, Y., 2003, Yönetimli Küreselleşme, Bir küre Bin Bir Küreselleşme, Kitap yayınevi, İstanbul Yıldız, K. -Sipahioğlu, Ş. -Yılmaz, M., 2000, Çevre Bilimi, Gündüz Eğitim ve Yay. Ankara. Yılmaz, A., 2004, İkinci Küreselleşme Dalgası, Vadi Yay., Ankara Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 49 BÖLÜM PLANI YANLIŞ ARAZİ KULLANIMI Dr. Ali Ekber GÜLERSOY Dokuz Eylül Üniversitesi, Buca Eğitim Fakültesi, Sosyal Bilgiler Eğitimi Anabilim Dalı [email protected] AMAÇLAR: Bu bölümü çalıştıktan sonra yanlış arazi kullanımı hakkında bilgi sahibi olacaksınız. Ayrıca yanlış arazi kullanımının kısa tarihçesi, dünyada ve ülkemizde hâlihazır arazi kullanım durumu, yanlış arazi kullanımının nedenleri ve süreçleri, sonuçlarını inceleyecek ve arazilerin nasıl kullanılması gerektiği hakkında özlü bilgiler öğreneceksiniz. İÇİNDEKİLER: YANLIŞ ARAZİ KULLANIMI 1) GİRİŞ 2) GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ARAZİ KULLANIMINA BİR BAKIŞ Antik Çağda Yanlış Arazi Kullanımı Sanayi Devrimi Sonrası Yanlış Arazi Kullanımı 3) DÜNYA’DA ve TÜRKİYE’DE ARAZİ KULLANIMINA GENEL BİR BAKIŞ 4) YANLIŞ ARAZİ KULLANIMININ NEDENLERİ ve SÜREÇLERİ Yanlış Arazi Kullanımının Genel Olarak Nedenleri Yanlış Arazi Kullanımının Süreçleri A) Yanlış Arazi Kullanımının Fiziksel Süreçleri B) Yanlış Arazi Kullanımının Kimyasal Süreçleri C) Yanlış Arazi Kullanımının Biyolojik Süreçleri 5) YANLIŞ ARAZİ KULLANIMININ SONUÇLARI 6) İDEAL ARAZİ KULLANIMI (Arazi Yetenek Sınıflandırması) 7) SONUÇ-TARTIŞMA 8) KAYNAKLAR ÇALIŞMA ÖNERİLERİ: Bu bölümü çalışırken elinizin altında herhangi bir coğrafya, doğa bilimleri sözlüğü olmalı, konular okunurken harita ve atlasla birlikte çalışılmalıdır. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 50 YANLIŞ ARAZİ KULLANIMI Yanlış arazi kullanımı başlığı altında ele aldığımız bu çalışmada, kavramsal açıklamalar ardından, arazi kullanımının tarihsel geçmişi ele alınmış devamında dünyada ve ülkemizde arazi kullanım durumuna kısaca değinilmiştir. Bu açıklamalar ardından yanlış arazi kullanımının nedenleri ve süreçleri açıklanmaya çalışılmış, akabinde yanlış arazi kullanımının sonuçları global ölçekte belirtilip ideal arazi kullanım planlaması (arazi kabiliyet sınıflandırması) hakkında özlü bilgiler verilmiştir. Doğal ortamın arz ettiği doğal kaynaklar, sonsuz insan ihtiyaçları ve artan nüfus karşısında yetersiz kalmaktadır. Malthus’un değindiği gibi aritmetik dizi şeklinde artan doğal kaynaklar, geometrik dizi şeklinde artan nüfusu ve insan ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır. Başka bir deyişle “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” mantığı ile hareket eden kapitalist ekonomik modelin “sürekli tüketim” ve “doğal kaynakların sürekli işlenmesi gerektiği” mantığı doğal kaynakların dejenerasyonunu hızlandırmıştır. Ekosistemi oluşturan canlı ve cansız unsurlar arasındaki enerji ve madde dolaşımı insan ve faaliyetleri sonucunda sekteye uğramaktadır. Günümüzde, “Çevre Sorunları” başlığı altında incelenen enerji-madde dolaşımının bozulması, insanlığı ve bütün dünyayı tehdit edecek boyutlara ulaşmıştır. Şekil 1: Ekosistem unsurları Ekosistemin en önemli unsurlarından olan toprak, yenilenememesi ve insan ve canlı yaşamının vazgeçilmez mekânı olması yanında, primer vejetatif üretimin, otçul, etçil canlıların yaşamını sürdürmesini ifade eden besin zincirinin de devamını sağlaması açısından oldukça önemlidir (Şekil 1). Diğer doğal ortam unsurları içerisinde toprak, alınıp satılabilmesi, rant edilebilmesi açısından daha ciddi sorunlarla yüzleşmektedir. Yüzeysel bakımdan arazi kavramını karşılayan toprak ve anamateryal özellikleri, küresel, bölgesel ve yerel ölçekte etüt edilmeli ve disiplinlerarası bir yaklaşımla korumakullanma-geliştirme prensipleri çerçevesinde kullanılmalıdır. Böylesi öneme sahip olan arazi (toprak) ile ilgili genel kavramları açıklamakta yarar vardır. 1) GİRİŞ Yanlış arazi kullanımı arazilerin kabiliyet yeteneklerine göre kullanılmamasıdır. Başka bir deyişle arazilerin jeolojik, jeomorfolojik (eğim, bakı vb.), vejetasyon, hidrolojik ve toprak özelliklerinin dikkate alınmadan kullanılmasıdır. Doğal ortam potansiyelinin bilinçsiz ve aşırı değerlendirilmesini ifade eden “yanlış arazi kullanımı”nın ortaya çıkışında nüfus baskısı yanında siyasi otoritenin aldığı kararlar da etkili olmuştur. Arazi: Arapça bir sözcük olup, yer ve yeryüzü anlamındaki arz sözcüğünden türetilmiştir. Genel olarak Arz'a (Dünya’ya) ve yeryüzüne ait alanlar anlamına gelen arazi Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 51 sözcüğü, kara ve su alanlarını bütünüyle içine almaktadır. Başka bir ifadeyle arazi; iklim, toprak, su, mineral maddeler ve canlıların fonksiyonel etkisi altında, biyo-üretken doğal bir varlık olup, hayatın sürdürülmesi veya kolaylaştırılması için ihtiyaç duyulan pek çok şeyin üretildiği yegâne doğal kaynaktır (Özçağlar, Tarihsiz, 1). Arazi, doğal ortamda iklimin, hidrografyanın ve tüm canlıların etkisi altında bulunan jeolojik-jeomorfolojik-pedolojik oluşumların tümünü kapsayan yeryüzü parçasıdır (Özçağlar, Tarihsiz, 1). Coğrafi ve ekolojik açıdan içinde üretim süreçleri devam eden, doğal olarak varlığını korumuş bulunan ve kültür yapılan saha. Orman arazisi, tarım arazisi gibi (Atalay, 2004: 23) Sürdürülebilir kalkınmanın gerçekleştirilmesinde ekolojik, ekonomik ve toplumsal birçok fonksiyonu olan arazi, sınırlı bir kaynak olup onun kullanımı bulunduğu yerin iklim, toprak, jeolojik ve jeomorfolojik yapısı ile sınırlıdır. Doğal olaylar ve insan aktivitelerine karşı hassas olup, dikkatsiz kullanıldığında kolayca bozulmakta ve birçok fonksiyonunu yitirmektedir. Arazi kullanımı (land use): "doğal ortamla insan arasındaki karşılıklı etkileşimlere bağlı olarak insanların yeryüzünden yararlanma biçimi" veya “belirli bir arazi örtü tipi üzerinde yapılan tüm düzenlemeler, faaliyetler ve girdilerin tamamı; arazinin sosyal ve ekonomik amaçlar için yönetim seçimi” şeklinde tanımlanmaktadır. Diğer bir deyişle belirli bir arazi örtü tipi üzerinde yapılan tüm düzenlemeler, faaliyetler ve girdilerin tamamıdır. Arazinin sosyal ve ekonomik amaçlar için yönetim seçimidir (yani otlatma, kereste üretimi ve koruma gibi). (Özçağlar, Tarihsiz, 1). Arazi kullanımı, dar anlamda araziden, özellikle topraktan tarım ve ormancılık için yararlanma iken geniş anlamda, yerleşim alanı yapma, ulaşım için yararlanma, ticaret, sanat, endüstri ve tatil zamanlarını değerlendirme ve hammadde kazanma dâhil olmak koşuluyla araziden her türlü yararlanma (Çepel, 1996: 8). Güney, arazi kullanımının sürdürülebilir kalkınma açısından önemine değinirken “arazi kullanımı, sürdürülebilir kalkınma için, doğal kaynakları örselemeden, bozmadan verimli, akılcı kullanma ilkeleri. Çağdaş dünyada her ülke arazi kullanımı kavramına farklı yaklaşmaktadır. Ancak ortak olan bir yön vardır. Doğal kaynakların tüketilmeden, daha da geliştirilerek gelecek kuşaklara miras bırakılması. Nerede tarım yapılacak; nerede hayvan otlatılacak, neresi ormanlaştırılacak, nereye çöp dökülecek? Bunlar belirlenir. Böylece yenilenebilir kaynaklar zarar görmez. Tarım toprakları üzerinde yeni bir kent kurulmaz; yeni bir mahalle ortaya çıkmaz. Ağaçlandırılması gereken bir dağ eteği, yerleşmeye açılmaz. Arazi kullanım planları büyük önem taşır ve kesinlikle uygulanır. Bu nedenle, modern dünyada doğal afetlerin dışında, insan kaynaklı (antropojen) felaketler görülmez. Fakat Üçüncü Dünya ülkelerinde arazi kullanımı pek önemsenmez. Sonuçta, doğal felaketler, açlık, göç, sığınma hareketleri sürer gider.” (Güney, 2003: 29) Arazi kullanım değişikliği (land use change): Arazinin örtüsünde değişikliğe yol açabilecek, arazinin kullanım veya yönetiminde insanlar tarafından yapılan değişikliklerdir. Arazi yetenek sınıflaması: Toprak bozulmasına neden olmayacak şekilde arazinin en uygun kullanım şeklini belirlemek için kullanım ve koruma verilerini bir araya getirerek temel toprak etütlerine ve iklim koşullarına dayalı yapılan plânlamalara yönelik arazi sınıflamasını ifade eder. Arazi kullanım kararı geliştirme: Bir sahadaki arazi kullanımına dair uygulamaların geçmişini ve bugününü inceleyerek mevcut potansiyele göre gelecekte nasıl olması gerektiğinin bilimsel çalışmalarla belirlenip somut bilgi ve verilere dayalı olarak ortaya konulması, bir anlamda arazi kullanım planlamasının temelini oluşturmaktadır. Arazi kullanım planlaması yapılacak alanlarda yapılan doğal ve beşeri kaynak tespiti doğrultusunda mevcut arazi kullanımının yapılacak analizlere (SWOT) bağlı olarak en uygun şekliyle nasıl olacağı hususunda somut öneriler sunmak “arazi kullanım kararı geliştirme” olarak tanımlanmaktadır. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 52 Arazi kullanım plânlaması: Her ölçekte plânlamaya temel oluşturmak üzere, toprağın ve diğer çevresel kaynakların bozulmasını önlemek için ekolojik, toplumsal ve ekonomik şartlar gözetilerek sürdürülebilirlik ilkesine uygun, farklı arazi kullanım şekillerini oluşturmaya yönelik toprak ve su potansiyelinin belirlenip, sistematik olarak değerlendirilmesini ve birbirleri ile olan ilişkilerini ortaya koyan rasyonel arazi kullanım plânlarını ifade eder. Arazi toplulaştırması: Arazilerin doğal ve yapay etkilerle bozulmasını ve parçalanmasını önlemek, parçalanmış arazilerde ise doğal özellikleri, kullanım bütünlüğü ve mülkiyet hakları gözetilerek birden fazla arazi parçasının birleştirilip ekonomik, ekolojik ve toplumsal yönden daha işlevsel yeni parsellerin oluşturulmasını ve bu parsellerin arazi özellikleri ve alanı değerlendirilerek kullanım şekillerinin belirlenmesini, köy ve arazi gelişim hizmetlerinin sağlanmasını ifade eder (Özçağlar, Tarihsiz, 1). Konsolidasyon (arazi toplulaştırma), arazi yapısı, mülkiyet, altyapı yatırımları, değişik kullanım amaçları gibi nedenlerle parçalanmış arazilerin daha üretken biçimde yönetilmesine olanak tanıyabilecek şekilde biraraya getirilmesine yönelik iş ve işlemler bütünüdür (Güney, 2003: 29). Yanlış arazi kullanımı: Doğal ortamın cansız öğesini oluşturan anamateryal, topoğrafya, iklim ile canlı öğesini meydana getiren toprak, flora, fauna ve insan karşılıklı bir denge içerisindedir. Bu denge dâhilinde düzenli olarak enerji ve madde dolaşımı olmaktadır. Ortamın potansiyelini ise iklim özelliklerine bağlı olarak fotosentez, toprak ve su arasındaki ilişkiler belirlemektedir. Doğal ortamlarda doğal vejetasyonun çeşitli nedenlerle ortadan kaldırılması veya tahrip edilmesi sonucu, toprak-bitki-su arasındaki hassas denge bozulmaktadır. Özellikle kendi başına ayrı bir canlı ortam meydana getirerek, bitkilerin beslenmesini sağlayan ve onlara durak vazifesi gören toprak; aşınmaya ve taşınmaya uğramaktadır. Tüm canlıların hayat bulduğu toprakların erozyona uğraması, bazı ülkelerin, uygarlıkların tarih sahnesinden silinmesine dahi yol açmıştır. Erozyon olayı, doğal denge şartlarının son derece hassas olduğu engebeli ve yüksek dağlık alanlarda ve kurak-yarıkurak bölgelerde kendini hemen hissettirmektedir. Aşınma sonucu tamamen çıplak kalmış ve doğal vejetasyonu tahrip edilmiş olan sahalarda güneşten gelen enerji boşa gitmektedir. Bitkiler güneşten gelen enerjiyi dokularında tutarak sebze, meyve, odun hammaddesi gibi çeşitli organik madde üretimi yaparlar. Bir sahada bitki olmayınca, o sahada bitkisel üretim olmamakta, güneş enerjisi boşa harcanmakta ayrıca eveporasyon yükselmektedir. Kısaca arazi degradasyonu, erozyon sonucu yıllık kaybımızın parasal değeri milyarlarca liraya mal olmaktadır (Atalay, 2011: 371). Bunların yanında yerleşim ve ikincil konut alanlarının tarım ve orman-meşe-maki alanları aleyhine gelişmesi, doğal ortam şartları dikkate alınmadan yapılan tarımsal faaliyetler yanlış arazi kullanımının diğer örnekleridir. Güney, arazi yetenek sınıfının dışında arazi kullanılması olarak tanımladığı yanlış arazi kullanımını; “VII. sınıfa giren orman alanında ya da VI. sınıfa giren otlak alanında tarım yapılması gibi. Türkiye yanlış arazi kullanımını sancılarını, sıkıntılarını yaşayan ve ileride yaşayacak bir ülkedir. Çukurova’nın alüvyal topraklarının sulanması ve yüksek nitelikli verim alınması için Seyhan Barajı yapılmış; sulama kanalları çekilmiştir. Fakat aynı topraklara endüstri yapıları kondurulmuş; böylece tarımsal verimlilik yok edilmiştir. Bu durum bütün iç ovalarda, Ege grabenlerinde ve Trakya’da Ergene Havzası’nda da görülmekte ve önlenememektedir. Metalürji için gereksinilen bazı cevherler; tuğla-kiremit sanayisi için kil, en verimli tarım alanlarından sağlanmaktadır. Sonuçta, Türkiye, birçok tarım ürününü artık dışarıya satmak yerine, yakın komşularından ve uzak ülkelerden satın almak zorunda kalmaktadır. Tarımda dışa bağlılık giderek artmaktadır” şeklinde ifade etmektedir (Güney, 2003: 401). Arazi bozulması (Arazi degradasyonu): 1. Doğal bitki örtüsünün tahribi ve toprakların aşınması sonucu arazinin doğal verim gücünü kaybetmesi ve arazi kabiliyet sınıfının düşmesi. 2. Erozyonla arazi yüzeyinin alçalması. 3. Aşırı yıkanmadan dolayı toprağın değişime uğraması (Atalay, 2004: 23). Toprak: Çeşitli kayaların fiziksel yönden parçalanması, kimyasal olarak çözülmesi, ayrışması sonucunda oluşan, bitkilere durak teri olan ve besin maddesi sağlayan, kara yüzeyini birkaç mm ile birkaç m derinliğinde saran ve ayrıca bünyesinde solucandan bakterilere varıncaya kadar çeşitli toprak flora ve faunası barındıran canlı bir ortamdır (Atalay 2006: 1). Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 53 2) GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ARAZİ KULLANIMINA BİR BAKIŞ İnsanoğlu 1,5-2 milyon yıllık serüveni boyunca doğal ortamı tanımaya ve yaşamını sürdürebilmek için ondan yararlanmaya çalışmıştır. 70 000 yıl kadar önce insanların (Homo sapiens) Doğu Afrika Göller Yöresi’nden dünyaya yayılmaları doğal peyzajın kültürel peyzaja dönüşmesinin ilk habercisidir. İnsanın topluluk olarak yaşaması, en büyük ekosistemde yani yerküre üzerinde geniş ölçekte değişikliklere neden olmuştur. Neolitik döneme kadar büyük ölçüde avcılık-toplayıcılıkla yaşamını sürdüren insan toplulukları yaklaşık 10-12 000 yıl önce yabani bitkilerin ve hayvanların ehlîleştirilmesi ile toprağa bağlanmış (Birinci Tarım Devrimi: Bitkilerin ve hayvanların ehlileştirilmesi, M.Ö. 70008000), başka bir deyişle yerleşik yaşama geçmiştir (Doğanay, 2007: 12-19; Tümertekin & Özgüç, 2012: 125). Sedanter yaşama geçilen Neolitik dönemden bu yana insanoğlu, doğal ortamın önemli bileşenlerinden biri olan toprağı (araziyi) ve üzerinde/altında yer alan kaynakları kendi yararına kullanmaya başlamıştır. Yerleşik yaşama geçişle birlikte tarım ve hayvancılık faaliyetleri hızlanmış uygun yerlerde köyler, kentler kurulmuştur. Bu süreçte doğal kaynaklar değişik ihtiyaçlar için kullanılmış niteliği ve niceliği değiştirilmiştir. Önceleri insanın ekosistemlere müdahalesi orman alanlarını çeşitli ihtiyaç ve tarım alanı açma amacıyla tahrip etmesi şeklinde iken, nüfusun henüz etkili bir şekilde artmış olmamasından dolayı insanoğlu çevreyi etkilemekten çok, çevreden etkilenen bir pozisyonda idi. Ancak insanoğlu, iklim ve coğrafi şartların optimum olduğu sahalarda sosyal, ekonomik ve kültürel faaliyetlerini geliştirme imkanı bulunca, artan nüfusa bağlı olarak sınırlı bölgelerde oldukça etkili müdahalelerde bulunmaya başladı. Bol debili akarsuların kenarlarında veya denize döküldükleri kısımlarda, verimli alüvyal sahalar hızlı nüfus artışına sahne olurken genellikle liman özelliği taşıyan koy ve körfezlere açılan bu bölgeler, günümüzden yaklaşık 5000-4000 yıl kadar önce şehir devletleri ve çeşitli uygarlıkların ulaşım yoluyla birbirleriyle ticaret yaptıkları alanlar haline geldi. Böylece kapalı ekonomi sistemleri, hızlı bir değişimle çeşitli uygarlıkların kültürel ve ticari alışverişlerinin sağlandığı, etki alanları genişleyen bir biçime dönüşmeye başladı. Bu şekilde ticari mal üretimi için doğal kaynakların kullanımı da hızla arttı. Artan yerel nüfusun ve uzak alanların taleplerine yönelik olarak doğal kaynak kullanımı, sınırlı alanlarda belirgin değişimlerle kendini hissettirdi. Öyle ki, son 10 bin yıllık dönemi kapsayan "Holosen"in başlarından ortalarına kadar devam eden bol yağışlı "Klimatik Optimum" devresinde artan nüfusun tarım alanı açma, gemi yapımı ve seramik eşya vb. yapımı gibi çeşitli amaçlarına yönelik orman alanlarının tahribi, erozyonun şiddetlenmesine yol açtı (Semenderoğlu, 1992: 15). Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 54 Şekil 2: 8000 yıl öncesinden günümüze ve 20 yıl sonrasına dünya arazi kullanımında (doğal vejetasyon alanları aleyhine) görülen değişim. Kaynak: http://maptd.com adresinden yararlanılarak hazırlanmıştır. Antik Çağda Yanlış Arazi Kullanımı: Günümüzden 7000 yıl önce ortaya çıkan “yer değiştirmeli tarım” faaliyetleri orman alanlarının hızla tahribatına neden olmuştur. Bunun yanında 6000 yıl önce tekerleğin icadı ve madenlerin kullanılmaya başlanması da doğal ortam-arazi kullanım faaliyetleri etkileşiminde önemli dönüm noktalarıdır. 5000 yıl önce, orman alanlarının aleyhine, ateşin arazi açmak için kullanılması, küllere tokum ekmeye ve açılan arazide oluşturulan çayırlarda hayvanların otlatılmaya başlanması arazi kullanımı açısından bir diğer kırılma noktasıdır. Esas itibariyle yerleşik yaşama geçişle birlikte “Çevresel Dönüşüm” süreci de başlamıştır (Tümertekin & Özgüç, 2011: 512; Tümertekin & Özgüç, 2012: 129). Mezopotamya, Mısır, Çin ve Orta Amerika bölgeleri tarımın yeryüzünde ilk geliştiği ve buna bağlı olarak ilk uygarlıkların oluştuğu alanların başında gelmektedir. Nitekim bu alanlardaki Neolitik yerleşmeler, verimli toprakları, zengin su kaynakları ile tarıma en elverişli yörelerde kurulmuştur. Tarım toplumu öncesinde belli topluluklar halinde yaşayan insanlar, kötü hava koşulları karşısında büyük kayıplar ve zorluklar yaşamışlar, buna karşılık iyi günlerde zenginleşmişler ve nüfusları avcılık-toplayıcılık faaliyetleriyle geçinemeyecek boyutlara ulaşmıştır. Hızla artan nüfusun beslenmesi, yaşadıkları çevrede kuraklık ve aşırı soğuklar gibi doğa olaylarına karşı yiyecek sıkıntısı yaşamamak ve doğal çevredeki avcılardan korunmak için yerleşik hayat, insanlık için bir dönüm noktası olmuştur. İlk çiftçiler, ekinlere bakmak ve ürünleri toplamak için belli bir yere bağlanmışlardır (Montogomery, 2010: 42-43). Yerleşik hayata geçtikleri alanlarda elde ettikleri tarımsal başarılar, insanların hayatlarını kısa sürede değiştirmiş ve yavaş yavaş yeryüzünde bildiğimiz ilk uygarlıkların temeli atılmaya başlanmıştır. Yukarıda belirtildiği gibi ilk uygarlıklar verimli topraklarda Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 55 doğmuştur. Verimli topraklarda doğan bu uygarlıkların çöküşünde yanlış arazi kullanımı en önemli rolü üstlenmiştir. Bu bilgiler çerçevesinde ilk uygarlıklarda arazi kullanımı ve erozyon konusuna değinmekte yarar vardır. En önemli neolitik tarım merkezleri; 1. 10000-9000 yıl önce Suriye-Filistin’de oluşan ve kolayca Verimli Hilal’e yayılan Yakın Doğu merkezi, bu merkezlerin en önemlileri Mezopotamya ve Mısır’dır. 2. 9000-4000 yıl önce Orta Amerika tarım merkezi, 3. İlk olarak 8500 yıl önce Kuzey Çin’de, Sarı Irmak’ın orta havzasında oluşan, daha sonra, 8000-6000 yıl önce kuzeydoğu ve güneydoğuya doğru yayılan Çin merkezi (Mazoyer & Roudart 2010: 89’a göre Sönmez, 2011: 715). Mezopotamya’nın da içinde bulunduğu Yakın Doğu bölgesi, üç tarafı dağlarla çevrilmiş bir hilal şeklindedir. Verimli toprakları ve zengin su kaynaklarına sahip olan bu bölgeye, aynı zamanda bereketli, verimli hilal anlamına gelen “Münbit Hilal” de denilmektedir. Kuzeyi dağlık olan bölgenin güney kesimleri ise düz bir ova karakterindedir. Bölgenin güneye göre serin, kuzeye göre ise sıcak olması, su kaynaklarının bolluğu, yörenin insanlar için sürekli bir yaşam alanı olmasında etkili olmuştur. Nitekim yeryüzünde bilinen ilk tarım toplumu, Zağros Dağları’nın yamaçlarında, bugünkü İran ve Irak arasında kalan arazilerde yani Mezopotamya’da ortaya çıktığı bilinmektedir (Montgomery, 2010: 38). Mezopotamya’nın bilinen ilk çiftçileri Sümerlerdir. Buradaki ilk çiftçiler kanallar açmayı öğrenmiş, böylece ırmak taşkınlarında önce suyu tarlalara doğru yönlendirebilmiş, sonra da toprakta tuz birikmesine engel olmak için tarlalardaki suyu boşaltabilmişlerdir. Irmakların uzağındaki tarım arazilerine su taşımak amacıyla kanal ağını yavaş yavaş genişletmişlerdir (Davis, 2010’a göre Sönmez, 2011: 716). Hızla artan üretim sayesinde, boş zaman artmış, iş bölümü genişlemeye başlamış ve ilk ticari faaliyetler ortaya çıkmıştır. Üretimin arttırılmasına yönelik planlamaların yapılması, tarımsal aletlerin üretilmesi, kanalların tasarlanması ve elde edilen artı ürünün korunması gibi gereksinimler belli bir denetim, düzen ve yönetimin oluşmasını sağlamıştır. Böylece Mezopotamya’daki ilk tarım yerleşmeleri zamanla büyüyerek önce büyük köylere ve daha sonra Sümer kent devletlerine dönüşmüştür. Bilindiği gibi, eğer sulama suyuyla taşınan tuz tarlada birikirse, bitkiler suyu daha güçlükle emebilmekte, toprağın dokusu zarar görmekte, verimlilik ve hâsıla düşmekte ve arazinin terk edilmesi gerekmektedir. Sümer’de tuz birikimi, ilk başlarda, sulama sınırlanarak ve arazi dönüşümlü ekilip-biçilerek kontrol altında tutulmuştur. Fakat savaşlar ve arazi üzerindeki nüfus baskısı aşırı sulama ve sürekli ekim zorunluluğunu doğurmuştur. Bu uygulamalar da M.Ö. 2400 ile 1700 yılları arasında tuzlanmayı arttırmış ve Sümer’in düşüşünde nedensel faktör olmuştur. Önceleri az tuzlu topraklarda arpa kültürü yapan insanlar, tuzlanmanın (çoraklaşma) ilerlemesi ile Yukarı Mezopotamya'ya çekilmek zorunda kalmışlardır (Tümertekin & Özgüç, 2011: 528-529; Semenderoğlu, 1992: 15). Defalarca yağmalanan ve tekrar inşa edilen Babil, tarlaların sulanması çok güçleşince terk edilmiştir. Binlerce yıl sonra, eski sulama kanallarının hala 10 metre yükseklikte alüvyon ile dolu olduğunu görmek mümkündür. Basra Körfezi’ne akan nehirlerin taşıdığı alüvyon, Sümer devrinden beri, her yıl ortalama olarak 30 metre yeni arazi oluşturmuştur. Bir zamanların liman kenti olan ve İbrahim Peygamber’in doğduğu yer olarak bilinen Ur kentinin harabeleri şimdi denizden 240 kilometre içeride bulunmaktadır (Montgomery, 2010: 49-50, Atalay, 2011: 313). Benzer olaylar M.Ö. 2000 yıllarda Lübnan’da da yaşanmıştır. Çöllerden Akdeniz kıyısına gelip kıyı ovalarındaki dar tarım arazilerine yerleşen Fenikeliler, tarıma uygun düz alanların çok az olduğu sedir ormanlarıyla kaplı bölgede Mezopotamya tarımının yöntemlerini uygulamıştır. Düz araziler yetersiz gelince, Fenikeliler, yeni tarım alanı açmak Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 56 ve kereste elde etmek için yamaçlardaki ağaçları kesmişlerdir. Böylece tarım yamaçlara yayılmaya başlamış ve yörede sedir ormanlarının tahribiyle erozyon hız kazanmıştır (Montogomery 2010: 91-92; Lowdermilk 2000: 18-19). Buna rağmen, M.Ö. 1000 yıllarına doğru Lübnan hala doğal potansiyelini korumuştur. Tevrat’ta vaat edilen Kenan Ülkesi olarak nitelenen bu topraklara gelip yamaçlara yerleşen İsrailliler, ormanları tarıma açarak, çevredekiler ne yetiştiriyorsa aynı yöntemlerle yetiştirmeye başlamışlar ve böylece kısa sürede verim alınarak önemli bir uygarlığın oluşumunu sağlamışlardır. Söz konusu topraklar yeni tarım araçlarıyla yoğun kullanılmış ve felaket boyutlarda erozyon meydana gelmiştir. Binlerce yılda oluşan orman topraklarıyla birlikte sedir ormanları da yok olmuştur (Montogomery, 2010: 94; Lowdermilk, 2000: 17-20). Günümüzden yaklaşık 4000-5000 yıl kadar önce bugünkü Filistin topraklarında bulunan Petra şehri, yörede aşırı şekilde keçi otlatılması sonucu doğal dengenin bozulması ile yıkılmıştır (Atalay, 2011: 313). Akdeniz'in kuzey kesimi ile ülkemizin Ege ve Akdeniz kıyılarını kapsayan kıyı bölgelerinde çok kısa sayılabilecek bir zaman aralığında akarsu kenarlarında ve nehirlerin ağız kısımlarında oldukça kalın alüvyal klastik malzeme birikimleri saptanmıştır. Hatta akarsuların denize döküldükleri verimli alüvyal sahalarda yer alan deltalarda gelişen kentlerin (Efes, Milet gibi) hızlı alüvyal birikim sonucunda kara içinde kalmaları ve liman özelliklerini kaybetmeleri nedeniyle değerlerini yitirmelerinde bu durumun da etkili olduğu sanılmaktadır (Semenderoğlu, 1992: 15). İnsanoğlu doğal ortamı daha esaslı olarak 3000-4000 yıl önceden itibaren bozmaya başlamıştır. Anadolu'da Beyşehir gölü civarında etkileri net olarak bilinen bu dönem "Beyşehir Occupation Phase" olarak bilimsel literatüre geçmiştir ve dünyanın diğer bölgelerinde tarihi devirler içinde saptanan doğal ortam bozulması örnekleri artık "Beyşehir Occupation Phase" ile karşılaştırılmaktadır (Atalay, 2011: 313). Sulamalı tarım Mezopotamya’da olduğu gibi eski Mısır’ın da artık ürünlerini ve toplumsal organizasyonunun temelini oluşturmuştur. Nil Nehri’nin taşması o kadar yumuşak, zaman ve büyüme mevsimiyle o denli uyum içerisinde olmuştur ki, bu nedenle Heredot Mısır’ı “Nil’in hediyesi” olarak nitelendirmiştir (Brown, 1979’a göre Sönmez, 2011: 716). Gerçekten de Nil’in taşkın ovası sürdürülebilir tarım için idealdi. Sümer tarımının tuzlanmaya yenik düşmesine karşın, Mısır tarımı 7 bin yıl boyunca önce firavunları, sonra Roma İmparatorluğu’nu ve Arap uygarlıklarını yaşatmayı başarmıştı. Bunun sırrı, Nil’in yaşam bağışlayan taşkınlarının tarlalara çok az tuz ve çok zengin alüvyon taşımasıydı (Montgomery, 2010: 52). Çin’in ilk yerleşik tarımcı köy kalıntıları (yontma taş devri), süslü çömlekleriyle bilinen Yang Shao uygarlığına aittir. Bu köyler, Orta Sarı Irmak’ın (Huangho) kısmen kuru yüksek taraçalarındaki löslü topraklarda kurulmuştur. En eskileri günümüzden 8500 yıl öncesine dayanır ve Kuzey Çin merkezinin kurulduğu Henan’da bulunur. Bu merkez daha sonra Şanşi’de (günümüzden 7000 yıl önceki Yang Shao köyleri) kuzeydoğuya, Gansu’da (6500 yıl önce) doğuya ve Hebei’de (6000 yıl önce) güneydoğuya doğru yayılacaktır (Mazoyer & Roudart, 2010’a göre Sönmez, 2011: 717). Sulama projeleri Çin’de de uygulanmış ve önemli başarılar elde edilmiştir. Nitekim bunun bir neticesi olarak Çin uygarlığı doğmuş ve tarımsal üretimin en yüksek olduğu dönemlerde sosyal, ekonomik ve kültürel anlamda bir altın çağ yaşanmıştır. XX. yüzyılın başlarında aynı bölgede tarıma elverişli olmayan toprakların fazlalığı, Richthofen ve Hungtington tarafından iklimdeki sık değişimler ve kuraklığa bağlansa da Lowdermilk (2000) “Toprağın 7000 Yıllık Öyküsü” adlı çalışmasında, bu durumun nedeni olarak aşırı tahribata dikkat çekmektedir. Lowdermilk, bitki örtüsü tahrip edilip tarıma açılmış ve bugün erozyon yüzünden kullanılamayan bu sahalar ile tapınak ormanlarının bulunduğu alanlarda erozyon ölçümleri yaparak birbirleriyle Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 57 karşılaştırmıştır. Elde edilen verilere göre, tahrip edilen alanlardaki erozyon, korunmuş alanlara göre daha fazla olmuştur. Dolayısıyla doğal şartlarda kendi kendine yetebilen bu topraklar insanların çevreyi aşırı tahribatı nedeniyle verimsizleşmeye başlamış, Çin’in bu bölgesinde yozlaşma ve çöküş dönemi baş göstermiştir (Lowdermilk, 2000: 22). Anadolu da 400 000 yıl önceye giden yerleşim tarihi boyunca yoğun arazi kullanımına sahne olmuştur. Yerleşik yaşama geçişle hızlanan arazi degradasyonu Anadolu doğal bitki örtüsünün büyük ölçüde tahrip olmasına neden olmuştur. Nitekim Van Gölü çevresinde dönemin en gelişmiş uygarlığını yaratan Urartular, Asurların istilâ ve baskınları nedeniyle çökme sürecine girmiş ve bu dönemde sık meşe ormanları ile kaplı olan Van yöresi, önemli ölçüde tahrip edilmiştir. Nitekim Asur kralının diktiği kitabe üzerinde yer alan “güzel fidanlıkları dağıttım, üzüm bağlarını geniş ölçüde tahrip eyledim, sazlık kadar sık ormanlıkları kestirdim..” ibaresi bu durumu açıkça ortaya koymaktadır (Atalay, 1989: 93). M.S. 1. yüzyılda Meksika’nın Teotihuacan kentinin ve Peru’nun kıyı bölgesindeki ilk şehir devletlerinin çöküşünün, aşırı sulama ve buna bağlı olarak tarımsal sistemin bozulması olduğu tahmin edilmektedir (Özey, 2001: 29). Roma İmparatorluğu döneminde M.Ö. 300 yıllarında İtalya ve Sicilya bütünüyle ormanlık alanlarla kaplı iken, artan toprak ve kereste talebi ormanların hızla tahrip olmasına dolayısıyla erozyonun hızlanmasına neden olmuştur. Sediment yükü artan akarsular limanların işlevlerini kaybetmesine yol açmıştır (Güney İtalya’da ki Paestum Limanı gibi). Yine bu dönemde yoğun bir tahribata sahne olan Kuzey Afrika, çöl alanı haline gelmiş, Anadolu Yarımadası’nın doğal kaynakları da aşırı kullanılmıştır (Özey, 2001: 28). M.S. 700-1300 yılları arasında tarım alanlarında demir sabanın kullanımı, atın kullanımı, üçlü ve dörtlü rotasyon sistemi “İkinci Tarım Devrimi” olarak nitelenmektedir (Tümertekin & Özgüç, 2012: 131). Bu süreç arazi kullanımı açısından büyük bir dönüşümü ifade etmektedir. M.S. 500-1000 yılları arasında Batı ve Kuzey Avrupa’da ormanlar tahrip edilmiş, şehirler-kasabalar kurulmuş ve nüfus yaklaşık üç katına çıkmıştır. Bu dönemde Avrupalı köylülerin tarıma uygun olmayan arazilerde, elverişsiz iklim şartları altında yetersiz aletlerle tahıl yetiştirmesi, hayatta kalma mücadelesi yanında büyük arazi sahiplerinin (ağaların) ve ayrıcalıklı din adamlarının bitmeyen taleplerinin karşılamasıyla ilgiliydi. Kuzey Avrupa’da demir sabanın ve atın tarımda kullanılmaya başlanması, büyük yerleşmelerin yakınındaki hamlet 38lerin terkedilmesine 100’den fazla ailenin yaşadığı köylerin artmasına neden olmuştur. Bu yer değiştirme süreci kırlardan şehirsel yaşama geçişin temelini atmıştır. Söz konusu süreç ormansızlaşmanın hızlanmasına, yerleşim birimlerinin irileşmesine, yenilerinin ortaya çıkmasına ve nüfusun hızla artmasına neden olmuştur. Avrupa’da doğal ortama kitlesel saldırının ilk aşaması 21. yüzyılda başlamıştır. Bu dönemde köylüler mevcut köylerin çevresinde tarım yapılan alanları genişletmeye, diğer köylülerle ortak kullanılan otlakları tarım alanına dönüştürmeye başladılar. Ormanlık alanlarda odun kömürü yapanlar, çobanlar, demirciler büyük bir tahribat süreci başlatmışlardır. Avrupa’nın doğal yapısının bozulmasındaki ikinci aşama seçkin toplumsal liderlerin örgütlediği yerleşmeci grupların yeni köyler kurmasıdır. Bu bozulma sürecinin üçüncü ve son aşaması yeni köylerde ve dağınık çiftliklerde yaşayanların boş arazileri doldurmasıdır (Tümertekin & Özgüç, 2011: 512-513). İspanya’da Ortaçağ’ın en güçlü loncalarından biri olan Mesta’nın devasa koyun sürüleri, aşırı otlatma sonucunda, ülkenin büyük bir bölümünde düşük kaliteli otlarla kaplı geniş arazilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur (Özey, 2001: 28). Tek tek konutların belirli bir amaç çerçevesinde bir araya geldiği, evlerin ve konut olmayan yapıların bir arada örgütlendiği yerleşmeler çeşitli tiptedir. Bunların, bir düzine kadar bina içeren en küçüklerine İngiltere ve A.B.D. gibi ülkelerde hamlet denilir (Tümertekin & Özgüç, 2011: 381). 38 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 58 Böylesi bir süreç arazi degradasyonunu da hızlandırmıştır. Nitekim XIV. yüzyılda Avrupa’da baş gösteren kıtlığın temel sebeplerinden biri tarım topraklarının verimsiz olması ve erozyonun yüksek boyutlara ulaşmasıdır. Bu dönemde Avrupa’da önemli tarım toprakları kilisenin elinde bulunmaktaydı. Bu nedenle halk ormanları keserek veya mera alanlarını çitle çevirerek tarıma uygun olmayan marjinal toprakları ekip-biçmeye başlamıştır. Aynı dönemde iklimdeki soğumanın etkisiyle zaten düşük olan tarımsal verim hızla düşmüş ve halkın büyük kısmı yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalmıştır. İngiltere’de köylerin yaklaşık % 20’si (belgelenen terk edilmiş köy sayısı 2263), Almanya da 170 000 köyün 40 000’i (yaklaşık % 24) bu dönemde terk edilmiştir (Gimpel, 2005’e göre Sönmez, 2011: 717). Sanayi Devrimi Sonrası Yanlış Arazi Kullanımı: Esas itibariyle doğal ortamın ve içerdiği zenginliklerin yoğun olarak kullanılmaya başlanması kolonyal (sömürgeci=yayılmacı) Coğrafî Keşifler’le (15-16. yy arası) başlamış, Sanayi Devrimi (1760) ile de hız kazanmıştır. Kömür, su (su buharı), demir üçlüsü işbirliği ile el emeğinin yerini atölyeler, lokomotifler vb. almış, doğal ortam yoğun olarak kullanılmaya ve değiştirilmeye başlanmıştır. Doğal ortamın değişimindeki ikinci kırılma noktası, “Bilimsel dönüşüm” süreci olarak nitelenen Sanayi Devrimi’dir. Bu süreçte araziler geniş bir alanda yoğun olarak kullanılmaya başlanmıştır. O güne kadar geçimlik ve ticari tarım faaliyetleri yapılan araziler sanayi faaliyetleri için kullanılmaya başlanmıştır. Arazi kullanımında bir dönüşüm sürecini ifade eden Sanayi Devrimi, tarımdaki ilerlemeler (makineleşme vb.) yanında ticari tarımın arazi kullanımında ön plana geçmesini ve dev tarlaların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Sanayi Devrimi’ne kadar nüfus artışı, çevrede global ölçekte köklü değişimlere yol açacak şekilde hızlı tırmanma göstermemiştir. Endüstri ve kültür çağının başlarına kadar henüz dünyanın geniş bölgeleri boş ve seyrek durumda olduğundan insanların problem olarak niteleyip dikkate alacakları sorunlar da henüz fark edilecek düzeyde değildi. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Endüstri Çağı'nın başlamasıyla ve sanayileşmenin yayılmasıyla beraber hızlı nüfus artışları da olmuş, artan nüfus, göçlerle dünyanın henüz boş ve el değmemiş doğal çevre potansiyeline sahip alanlarına dağılmıştır. Teknolojik gelişmeler o zamana kadar yerleşmeye uygun olmayan sahaların da insan toplulukları tarafından işgaline neden olmuş ve buralarda da nüfus hızla artmıştır. Öte yandan tıpta meydana gelen gelişmelerle doğum/ölüm oranı da değişmiştir. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 59 Şekil 3: Dünya nüfusunun M.S. 1 yıldan 2020 yılına kadar yeryüzüne dağılışı. Kaynak: www.cia.gov Şekil 4: Tarih boyunca dünya nüfusunun gelişimi (solda), Sanayi Devrimi sonrası gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde nüfus gelişimi (sağda). Dünya nüfusu bir dönüm noktası konumundaki 1750 yılından (728.000.000) 1850 yılına kadar olan süreçte % 60,9 artışla 1.171.000.000'a ulaşmış, 1850 den 1950 yılına kadar olan zaman aralığında ise % 113,1 artışla 2.495.000.000'a kadar ulaşırken 100 yıl içerisinde iki katını geçmiştir. 1950'den 2010 yılına kadar 60 yıllık dönemde ise dünya nüfusu % 176,3’lük bir artışla tam bir nüfus patlaması göstererek 2.495.000.000 dan 6.894.600.000'a tırmanmıştır. Görüldüğü gibi 1750'lere kadar büyük ölçüde doğal ortam kontrolünde olan insan, Sanayii Devrimi’nden sonra hızla genişleyen yerleşim alanları, yollar, sanayii bölgeleri, fabrikalar, barajlar, dev rafineriler, maden ocakları, hızla genişleyen tarım alanları vb. gibi Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 60 faaliyetleri sonucu doğal çevre ve fiziki ortamda esaslı değişimlere yol açarak çevre ünitelerine büyük ölçüde hâkim olmuştur. Sanayi Devrimi sonrası süreçte arz-talep dengesinin değişmesi arazi kullanımını da şekillendirmiştir. Örneğin, 19. yüzyılın başında, Avrupa’ya ihraç için pamuk tarımı yapma arzusu, Nil civarında yıl boyunca aşırı sulama yapılmasına neden olmuştur. Buna bağlı olarak, binlerce yıl önce Mezopotamya’da olduğu gibi, topraklarda tuzlanma başlamıştır. Böyle olmakla birlikte, Nil nehrine baraj yapmanın olumsuz sonuçları tuzlanma sorununu gölgede bırakmıştır. 1964 yılında yapımına başlanan Aswan Barajı nedeniyle Nil, binlerce yıldır genişleyen deltasına artık alüvyon taşımamakta ve delta gün geçtikçe küçülmektedir. Gerçi baraj sayesinde çiftçiler suni sulama yaparak yılda iki üç kez ürün alabilmektedir. Ama artık su, alüvyon değil tuz taşımaktadır. Nil deltasındaki toprakların onda birinin rekoltesi tuzlanma yüzünden gerilemiş durumdadır. Nil’i zincirlemekle dünyadaki en güvenilir tarımsal mekânın dengesi bozulmuştur. Yedi bin yıldır ilk defa, insanlığın en dayanıklı bahçesine sahip olan Mısır, yiyeceğinin çoğunu ithal etmek zorunda kalmıştır (Montgomery, 2010: 54). Doğal ekosistemlere hâkim olmak için gerçekleştirilen ağır müdahalelerle kendi içinde dinamik bir denge halinde olan ekosistemlerin esneklik sınırı büyük ölçüde zorlanınca, doğal ortam ile ilgili değişimler sadece alan daralması ve insanın çevre hâkimiyetini ele geçirmesi ile kalmamıştır. "Arazi degradasyonu" gibi insan hayatını olumsuz yönde etkileyen bir dizi sorunlar ortaya çıkmıştır. Sanayileşme ve nüfus artışı paritesi ile beraber ortaya çıkan arazinin doğal potansiyelini yitirmesi, doğal olarak sanayileşmenin daha önce başladığı Batı Avrupa ve Anglo-Amerika’da kendini göstermiş, kısa zamanda gelişmekte olan ülkelere de sıçramıştır (Semenderoğlu, 1992: 16). 20. yüzyılda, özellikle ikinci yarısında yeryüzünün fiziksel özellikleri ve fonksiyonları üzerinde insanların etkisi artık küresel bir boyut kazanmıştır. Nitekim 1950’den günümüze, gelişmekte olan ülkelerdeki nüfus artışının yüksek olması doğal ortam üzerindeki baskıyı daha da artırmıştır. Arazilerin yoğun ve yanlış kullanımı doğal özelliklerini yitirmesine ve “antropojen biyom”ların oluşmasına neden olmuştur. 1960’lardan günümüze biyoteknolojinin tarımda kullanımı veya bilinen adıyla “Üçüncü Tarım Devrimi (Yeşil Devrim)”dir. Yeşil Devrim, daha fazla ürün elde etmek amacıyla tohum ıslahı, makineleşme, pestisit, herbisit, kimyasal gübre ve sulama gibi çeşitli teknolojilerin tarımda kullanılmasını ifade eder. Yeşil Devrim’in olumlu sonuçları yanında olumsuz sonuçları da vardır: *Yüksek miktarda gübre ve pestisit kullanımı yabani ot yetişmesine ve suların kirlenmesine neden olur, *Aşırı sulama toprakta tuzlanmaya neden olabilmektedir. Böylece verimli tarım alanları kaybedilmektedir, *Kullanılan tohumlar topraktaki azotu daha fazla tükettiğinden, toprak geleneksel tohumlara göre daha hızlı bir şekilde fakirleşmektedir, *Traktör, tohum, gübre ve pestisit alamayan çiftçiler ya da tarım işletmeleri, 1 hektardan küçük olan toprak sahipleri genellikle fakirleşmişlerdir. Böylece zengin ve fakir çiftçiler arasındaki uçurum Yeşil Devrim’le birlikte iyice büyümüştür (Tarım alanlarının parçalı olması), *Makineleşmenin yaygınlaşmasıyla daha geniş alanların tarıma açılması erozyonu artırmıştır (Tümertekin & Özgüç, 2012: 135-136). 1980-1990 döneminde yaşanan iletişim-bilişim devrimi ve 1990’lardan günümüze uzanan enformasyon (teknoloji) devrimi süreciyle birlikte arazi kullanım faaliyetleri farklı bir nitelik kazanmıştır. İhtiyaçların artması ve çeşitlenmesi ile gelişen teknikler, insanın litosfer üzerinde sınırlı olan faaliyetlerinin, hidrosfer ve atmosfer sınırları içine yayılmasını da kolaylaştırmıştır. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 61 3) DÜNYA’DA ve TÜRKİYE’DE ARAZİ KULLANIMINA GENEL BİR BAKIŞ Yeryüzünde karaların % 17'si çöller, % 12'si dağlar, % 29'u buzullar, daimî karlar ve tundralardan oluşmaktadır (Doğanay, 2002: 345-346). Yeryüzünün % 25’i yerleşmeye uygun iken karaların ancak % 15’i yerleşim alanı olarak değerlendirilir. Yerleşim alanları çevresinde yürütülen tarım, hayvancılık, ormancılık vb. faaliyetleri dikkate alındığında yeryüzünün yoğun bir kullanıma sahne olduğunu söylemek mümkündür. Şekil 5: Yeryüzünün % 25’i ökümen (yerleşmeye uygun) alanlardan oluşmaktadır. Buna karşın özellikle Sanayi Devrimi’yle birlikte karalar ve dolayısıyla denizler yoğun bir kullanıma sahne olmuştur. Genel olarak yeryüzünde arazi kullanımının yatay sınırı Kuzey Yarım Küre’de 80-85° N (Kuzey), Güney Yarım Küre’de ise 60-65° S (Güney) enlemlerine kadar çıkabilmektedir. Arazi kullanımı üst sınırında en yüksek değerlere (mutlak sınıra) ekvatoral bölgede değil, dönenceler arasındaki kurak bölgelerde varılmaktadır. Nitekim arazi kullanımının dikey sınırı Tropikal kuşakta 3500-4000 m olup kutuplara gidildikçe deniz seviyesine doğru alçalmaktadır. Otlak hayvancılığına dayanan arazi kullanım şekilleri daha yükseklere (özellikle And Dağları’nda) çıkabilmektedir. Dünyanın çatısı olarak nitelenen Tibet’te ise ziraata dayanan arazi kullanımı en yüksek sınırı 4000 m’ye, otlaklara dayanan arazi kullanım şekli ise 4600 m’ye kadar ulaşmaktadır. Bu sınır ülkemizde Batı Anadolu’da 1000 m’yi pek aşmazken, Doğu Anadolu’da 2500 m’nin üzerine (Erzurum-Narman, Kürdikan köyü, 2650 m) kadar çıkmaktadır (Tanoğlu, 1966: 66-68; Denker, 1977: 15-22; Atalay, 2011b: 71-73) . Dünya genelinde arazilerin % 10’u tarım, % 30’u orman, % 25’i çayır-mera, % 15’i yerleşim alanları olarak değerlendirilirken % 20’si ise kullanılmayan diğer alanlar (tarıma elverişsiz alanlar, çıplak kayalıklar gibi) şeklindedir. Ülkemizde arazilerin % 35’i tarım, % 28’i orman, % 22’si çayır-mera, % 1’i yerleşim alanları şeklinde kullanılırken % 14’lük bir arazi ise kullanılmayan diğer alanlardan ibarettir (www.fao.org, www.cia.gov, www.tuik.gov.tr; 2010 yılı verileri). Tablo 1: Dünyada ve Türkiye’de güncel arazi kullanım durumu ARAZİ KULLANIMI (2010)* Tarım Alanı Orman Alanı Çayır-Mera Alanı Yerleşim Alanı Diğer Alanlar (Dağlık, bataklık, kayalık-taşlık, kumluk, su yüzeyleri vb.) TOPLAM DÜNYA % 10 % 30 % 25 % 15 % 20 TÜRKİYE % 35 % 28 % 22 %1 % 14 % 100 % 100 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 62 Kaynak: Dünya: www.fao.org, www.cia.gov; Türkiye: www.tuik.gov.tr, 2010 yılı verileri. Şekil 6: Dünyada ve Türkiye’de güncel arazi kullanım durumu Kaynak: Dünya: www.fao.org, www.cia.gov; Türkiye: www.tuik.gov.tr, 2010 yılı verileri. Dünyada arazi kullanımının günümüzdeki görünümünü kazanmasında iklim, toprak, topoğrafya, doğal bitki örtüsü gibi doğal ortam özellikleri yanında sosyo-ekonomik-kültürel faktörler (gelenekler, işgücü ve ulusal-uluslararası sermaye, ulaşım ve pazarlama, rekabet, ulusal ve küresel yasalar ve diğer düzenlemeler vb.) de etkili olmuştur. Arazi kullanımını doğal ortam özellikleri tayin ederken sosyo-ekonomik-kültürel faktörler kontrol altına almaktadır. Böyle olmasına karşın 21. yüzyılla birlikte hızlanan küresel baskı arazi kullanım desenlerini oldukça değiştirmiştir. Ülkemizde ise topraklarımızdan faydalanma oranı daha çok iklim, toprak ve yer şekilleri özelliklerine bağlıdır. Yüksek dağlık kesimler geniş alan kaplarken arazilerimizin % 46’sında eğim değerleri % 40’dan fazla, % 80’inde çoğunda ise % 15’den fazladır (Atalay, 2011a: 19-20). Buralarda topraktan faydalanma çok kısıtlıdır. Marshall Planı çerçevesinde yapılan yardımlarla 1950’li yıllarda başlayan ve günümüze dek uzanan tarımdaki makineleşmenin etkisiyle çayır ve otlakların alanı daralırken, tarım alanlarımız genişlemektedir. Bu baskı orman alanları için de söz konusudur. Arazi kullanım türlerinin kompozisyonu ülkeden ülkeye büyük farklılık göstermektedir. Nitekim doğal ortam içinde çok farklı arazi kullanım şekilleri ortaya çıkabilmektedir. Başka bir anlatımla, herhangi bir alan üzerinde birden fazla kullanım olanağı bulunabilmektedir. Ancak bu durumun doğru bir kullanım olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Belirtilen durumun ortaya çıkmasında insanların kısa vadeli tercihleri etkili olmuştur. Tarım yapılan toprakların yerleşim alanları ve ikincil konutların inşası için kullanılması, orman alanlarının tahrip edilerek tarım ve mer’a alanı olarak kullanılması bunlara en iyi örneklerdir. Tarım, küresel ölçekte çevresel etki açısından en önemli arazi kullanım şeklidir. Örneğin, modern tarımsal uygulama ve teknik tarımsal üretimin niteliğini ve miktarını değiştirmekle birlikte, doğal ortamda bir takım olumsuzluklara da yol açmaktadır. Tarımın niteliği değiştikçe, tarımsal arazinin de niteliği de değişmektedir (Mather,1992: 65-116). Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 63 Kısaca belirtmek gerekirse, arazi kullanımı çok kompleks bir yapı olup, arazinin ne şekilde kullanılacağı doğal ortam şartlarının belirlediği bir takım özelliklere göre şekillenmekte ve kullanım biçiminde en son kararı insan vermektedir. Başka bir deyişle sosyal, siyasi, kültürel nedenlerle ortaya çıkan insan kararları arazi kullanımında oldukça etkili olmaktadır. Şekil 7: Dünya arazi kullanım haritası Kaynak: http://www.wcs.org Şekil 8: Türkiye arazi kullanım haritası Kaynak: Atalay, 2011: 284’den değiştirilerek. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 64 Tablo 2: Bazı ülkelerde 2010 yılı itibariyle arazi kullanım durumu (%) ARAZİ KULLANIMI (2010)* ABD Almanya Arjantin Avustralya Bangladeş Birleşik Arap Emirlikleri Birleşik Krallık Brezilya Çin Danimarka Demokratik Kongo Cumhuriyeti Endonezya Finlandiya Fransa Gabon Gana Güney Afrika Cumhuriyeti Güney Kore Hindistan Hollanda İran İspanya İsrail İsviçre İtalya Japonya Kanada Kazakistan Kolombiya Kongo Kosta Rika Küba Meksika Mısır Nepal Nijerya Pakistan Polonya Rusya Sao Tome ve Principe Singapur Suriye Şili Tayland TÜRKİYE Ukrayna Uruguay Venezuela Yemen DÜNYA Ekili Alanlar (%) 19 34 12 6 61 1 25 7 12 57 3 12 7 33 1 19 12 16 53 32 10 25 14 10 24 12 5 8 2 1 4 34 13 3 16 41 26 41 7 9 1 26 2 30 31 56 9 3 2 9 Dikili Alanlar (%) 0 1 0 0 6 2 0 1 1 0 0 8 0 2 1 13 1 2 4 1 1 10 4 1 9 1 1 0 1 0 6 4 1 1 1 3 1 1 0 47 0 5 1 7 4 2 0 1 1 1 Çayır- Orman Diğer Mera (%) (%) Alanlar (%) 26 22 33 14 32 19 11 41 36 19 26 49 5 11 17 4 4 89 12 15 48 23 7 62 22 22 43 6 13 24 7 22 68 6 22 52 0 20 73 18 29 18 13 0 85 22 9 37 8 10 69 1 18 63 3 23 17 25 11 31 18 7 64 21 8 36 6 7 69 28 31 30 12 31 24 0 18 69 2 58 34 1 22 69 7 35 55 29 4 66 25 14 51 25 26 11 14 39 33 0 0 96 12 25 46 10 4 42 6 2 65 10 30 18 6 38 49 1 28 15 0 3 96 3 21 45 19 22 56 2 24 37 22 28 15 14 17 11 10 6 75 20 24 52 1 54 42 25 30 35 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr Kaynak: www.fao.org, www.oecd.org, www.worldbank.org. 65 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr Şekil 9: Bazı ülkelerde 2010 yılı itibariyle arazi kullanım durumu (%) 66 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 67 Kaynak: www.fao.org, www.oecd.org, www.worldbank.org. Arazi kullanım şekilleri ülkeden ülkeye farklılık gösterebilmektedir. Nitekim yukarıdaki tablo incelendiğinde Bangladeş (% 61), Çin ve Danimarka (% 57), Ukrayna (% 56), Moldova (% 55), Hindistan (% 53), Ruanda (% 52) ve Macaristan (% 51) ekili alanların geniş yer tuttuğu ülkeler olarak dikkat çekmektedir. Türkiye’de ekili alanlar toplam arazinin % 31’ini oluşturmaktadır. Geniş nüfus kitlelerinin besin ihtiyacı yanında iklim ve toprak özelliklerinin tarım faaliyetlerine uygun bir ortam oluşturması, ülkelerin ihracatında tarım ürünlerinin önemli bir paya sahip olması vb. gibi nedenler ekili alanların söz konusu ülkelerde ön plana çıkmasına neden olmuştur. Sömürge politikaları da arazi kullanımını şekillendirebilmektedir. Nitekim dikili alanlar içerisinde en yüksek oranla dikkat çeken (% 47) ve 500 yıl Portekiz sömürgesi altında kalan Gine Körfezi kıyısındaki Sao Tome ve Principe’de 19. yüzyılda kakao ve kahve plantasyonları kurulmuş ve 1908'de Sao Tome dünyanın en büyük kakao üreticisi konumuna gelmiştir (Güner ve Ertürk, 2005: 305, www.cografya.gen.tr). Dikili alanların nispeten geniş yer tuttuğu diğer ülkeler ise sırasıyla Komorlar (% 30), Dominika (% 21), Filistin (% 19) ve Malezya (% 18)’dır. Bu ülkeler de uzunca bir süre sömürge olarak kullanılmıştır. Hindistancevizi, baharat, muz, kahve ve vanilya yetiştirilen Komorlar’da Avrupalılar toplam kullanılabilir arazinin % 35’ine sahiptir ve bunlardan sağladıkları gelirleri de dışarıya götürmektedirler. Türkiye’de dikili alanlar toplam arazinin % 4’ünü oluşturmaktadır. Çayır-Mera alanlarının yeryüzünde ülkelere göre dağılımı incelendiğinde şu ülkeler dikkat çekmektedir; Suudi Arabistan (% 79), Uruguay (% 75), Moğolistan (% 74), Kazakistan, Somali ve Güney Afrika Cumhuriyeti (% 69), Eritre (% 68), Lesotho (% 66), Türkmenistan (% 65), Madagaskar (% 64). Suudi Arabistan’da çöl alanlarında uzanan cılız bitki örtüsüne sahip otlaklarda Bedevî Araplar’ca sürdürülen göçebe deve ve küçükbaş hayvancılığı yaygındır. Uruguay’da ise geniş pampalarda sığır ve koyun yetiştirilmektedir. Türkiye’de ise çayır-mera alanları toplam arazinin % 22’sini oluşturmaktadır. Orman alanlarının ülkelere dağılımı büyük ölçüde iklim şartlarına bağlıdır. Nitekim orman alanlarının geniş yer tuttuğu ülkeler (Amerikan Samoası % 89, Seyşeller % 88, Gabon % 85, Solomon Adaları % 79, Guyana % 77, Finlandiya % 73, Gine-Bissau ve Brunei Sultanlığı % 72, İsveç, Japonya ve Bhutan % 69, Demokratik Kongo Cumhuriyeti % 68) nemli-yarınemli kuşaklarda yer almaktadır. Japonya’da heyelanların önlenebilmesi için orman alanları korunurken (ülke ihtiyacı ithalatla karşılanmaktadır), Finlandiya’da orman alanları yeşil altın olarak görülmektedir. Türkiye’de ise orman alanları toplam arazinin % 28’ini oluşturmaktadır. Diğer alanlar başlığı altında toplanan ve kullanılmayan dağlık, bataklık, kayalık-taşlık, kumluk, su yüzeyleri vb. gibi alanların ülkelere dağılımına bakıldığında geniş çöl alanlarının bulunduğu Ortadoğu ülkelerinin ilk sıralarda (Mısır % 96, Umman ve Katar % 95, Kuveyt % 91, Birleşik Arap Emirlikleri % 89, Ürdün ve Bahreyn % 88) yer aldığı görülmektedir. Singapur (% 96) kent devleti niteliğiyle hemen tamamı yerleşim alanlarından oluşan bir ülkedir. Türkiye’de diğer alanlar toplam arazinin % 15’ini oluşturmaktadır. Dünya genelinde tarımsal alanların % 20’sinde (306 247 290 ha) sulu tarım faaliyetleri sürdürülmektedir. 2008 yılı verilerine göre dünyada ekili araziler içerisinde en fazla sulama alanına sahip ülkeler sırasıyla Pakistan % 66, İran % 39, Hindistan % 32, İtalya % 18, Türkiye % 11, Çin ve Tayland % 10, Fransa % 9, Meksika ve ABD % 6, Rusya % 2, Avustralya % 1 şeklindedir (www.fao.org). Dikili alanların % 1’lik bir yüzdeye sahip olduğu dikkate alınırsa dünya tarım arazilerinin % 79’unda kuru tarım yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu oran ülkemizde de nadas alanlarıyla birlikte % 79’dur. Ülkemizde dikili alanların tarım arazileri içerisindeki payı % 10’dur (www.tuik.gov.tr). Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 68 Dünyada tarımsal alan kullanımı ürün deseni açısından irdelenirse ilk sırada % 46’lık bir oranla tahılların (buğday %15, pirinç % 11, mısır % 10, diğer tahıllar % 10) yer aldığı görülmektedir. Yağ çıkarılan tohumlar % 18,1’lik bir oranla ikinci, aralarında pamuğun da (% 2,3) bulunduğu gıda dışı ürünler % 6’lık bir oranla üçüncü, taneliler (bezelye, fasulye vb.) % 5,1’lik bir oranla dördüncü ve köklü-yumrulu bitkiler (daha çok patates) ise % 3,5’lik bir oranla beşinci sıradadır (Tümertekin ve Özgüç, 2012: 137). Türkiye’de ise 2009 yılı itibariyle, nadas alanları hariç tutulursa, toplam tarım alanları içerisinde ekili alanlar açısından ilk sırayı tahıllar (% 78,5) alırken onu baklagiller (% 8,2), endüstri bitkileri (% 5,7), yağlı tohum bitkileri (% 5,6) ve yumrulu bitkiler (% 2) takip etmektedir. Ürün bazında değerlendirilirse ilk sırayı buğday (% 40) alırken onu arpa (% 15), mısır (% 2,9), ayçiçeği (% 2,8), fiğ (% 2,3), nohut (% 2,2), pamuk (% 2,1), şekerpancarı (% 1,6), mercimek (% 1,1) ve patates (% 0,7) izlemektedir (www.tuik.gov.tr, Güngördü, 2011:160-161). 4) YANLIŞ ARAZİ KULLANIMININ NEDENLERİ ve SÜREÇLERİ Doğal ortamın cansız öğesini oluşturan anamateryal, topoğrafya, iklim ile canlı öğesini meydana getiren toprak, flora, fauna ve insan karşılıklı bir denge içerisindedir. Bu denge dâhilinde düzenli olarak enerji ve madde dolaşımı olmaktadır. Ortamın potansiyelini ise iklim özelliklerine bağlı olarak fotosentez, toprak ve su arasındaki ilişkiler belirlemektedir. Doğal ortamlarda doğal vejetasyonun çeşitli nedenlerle ortadan kaldırılması veya tahrip edilmesi sonucu, toprak-bitki-su arasındaki hassas denge bozulmaktadır. Özellikle kendi başına ayrı bir canlı ortam meydana getirerek, bitkilerin beslenmesini sağlayan ve onlara durak vazifesi gören toprak; aşınmaya, taşınmaya, sıkışmaya, kabuklaşmaya, drenaj (yaşlık) problemi yaşamaya, tuzlaşmaya, alkalileşmeye, asitleşmeye, kirlenmeye, verim değerini yitirmeye uğramaktadır. Aşağıda doğal ortam özellikleri-insan faaliyetleri ile arazi kullanımı arasındaki ilişkiler şematik olarak gösterilmiştir. Şekilde de görüldüğü gibi arazi potansiyeline uygun olmayan kullanım “yanlış arazi kullanımı” olarak nitelenmiştir. Yanlış arazi kullanımı süreciyle birlikte arazi verim değerini yitirmekte başka bir deyişle “arazi degradasyonu” meydana gelmektedir. Bu çerçevede yanlış arazi kullanımı nedenlerinin arazi degradasyonu ile ilişkilendirilerek ele alınması daha yararlı olacaktır. Yanlış arazi kullanımı ve onun sonucu olarak arazi degradasyonu, çeşitli nedenlerle arazi potansiyelinin zayıflaması veya eksilmesi ile araziden yararlanmanın giderek sınırlanması başka bir deyişle arazinin fiziksel, kimyasal ve biyolojik yönlerden bozularak verimliliğinin yüksek bir statüden daha alçak bir statüye sürekli veya kesintili olarak gerilemesini ifade eder. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 69 Şekil 10: Doğal ortam özellikleri-insan faaliyetleri ile arazi kullanımı arasındaki ilişkiler. Şekil 11: Kara yüzeylerinde insan etkisi (human footprint). Kaynak: http://geoserver.isciences.com Yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi (kırmızı renk) insan etkisi veya insan ayakizi (human footprint) yeryüzünün kalabalık nüfuslu alanlarında daha yoğundur. Arazilerin de doğal potansiyeline uygun kullanılmadığı bu alanlar ekstrem ölçüde bir insan baskısı ile karşı karşıyadır. Özellikle yarıkurak-kurak alanlarda yürütülen tarım ve hayvancılık faaliyetleri oldukça kırılgan olan bu ekosistemlerde degradasyonu hızlandırmaktadır. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 70 Şekil 12: Yeryüzünde kırılgan ekosistemlerde yaşayan nüfusun bölgesel dağılımı, 2003. Kaynak: www.worldbank.org Nitekim Sahra-Altı Afrika ülkeleri nüfusunun % 39’u, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri nüfusunun % 37’si, Doğu Asya ve Pasifik ülkeleri nüfusunun % 25’i, Güney Asya ülkelerinin % 24’ü, Latin Amerika ve Karayip ülkeleri nüfuslarının % 13’ü, Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkeleri nüfuslarının % 12’si, OECD ülkeleri nüfuslarının % 11’i, diğer ülkelerin nüfuslarının % 7’si oldukça hassas kullanılması gereken kırılgan ekosistemlerde yaşamaktadır (www.worldbank.org). Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 71 Şekil 13: Global ölçekte arazi degradasyonunun başlıca nedenleri ve kıtalara göre dağılımı (%). Kaynak: www.isric.org Global ölçekte yanlış arazi kullanımının ve onun en ileri aşaması olan arazi degradasyonunun başlıca nedenleri, International Soil Reference and Information Centre (ISRIC)’a göre; sanayi faaliyetleri, tarımsal faaliyetler, aşırı-erken otlatma, yakacak odun için aşırı kullanım ve ormansızlaştırma olarak belirtilmektedir. Sanayi faaliyetlerinin arazi degradasyonundaki payı en fazla olan kıta % 9 ile Avrupa iken bu oran Dünya genelinde % 1’dir. Diğer kıtalarda sanayinin arazi degradasyonundaki etkisi oldukça sınırlıdır. Tarımsal faaliyetlerin arazi degradasyonundaki payı en fazla olan kıta % 66’lık oranla Kuzey Amerika iken en az pay % 8 ile Okyanusya’ya aittir. Dünya genelinde bu oran % 28’dir. Aşırı-erken otlatmanın arazi degradasyonundaki payı en fazla olan kıta % 80’lik oranla Okyanusya iken en az pay % 15 ile Orta Amerika’ya aittir. Bu oran dünya genelinde % 35’dir. Yakacak odun için aşırı kullanımın arazi degradasyonundaki payı en fazla olan kıta % 18’lik oranla Orta Amerika iken en az pay Kuzey Amerika, Avrupa ve Okyanusya’ya aittir. Bu oran dünya genelinde % 7’dir. Ormansızlaştırmanın arazi degradasyonundaki payı en fazla olan kıta % 41 ile Orta Amerika iken en az pay % 4 ile Kuzey Amerika’ya aittir. Bu oran dünya genelinde % 30’dur. Sonuç olarak arazi degradasyonunun dünya ölçeğinde birinci sorumlusu aşırı-erken otlatma (% 35) iken onu ormansızlaştırma (% 30), tarımsal faaliyetler (% 28), yakacak odun için aşırı kullanım (% 7) ve sanayi faaliyetleri (% 1) izlemektedir. Böyle olmakla birlikte yanlış arazi kullanımının başlıca nedenlerini genel olarak belirtmek ve kısaca açıklamak gereklidir. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 72 Yanlış Arazi Kullanımının Genel Olarak Nedenleri 1. Aşırı ve kontrolsüz nüfus artışı sonucu araziler üzerindeki baskının artması: 1800 ile 1930 yılı arasında 130 yıllık sürede dünya nüfusu ancak 1 milyar artmışken, günümüzde aynı miktar nüfus artışı 11 yılda gerçekleşmektedir (Tümertekin ve Özgüç, 2011: 231). 1950’de 2.495.000.000 olan dünya nüfusu % 176,3 artışla 2010’da 6.894.600.000'a tırmanmıştır. 1950’lerden sonra dünya nüfus artış hızının özellikle kalkınma çabası içindeki üçüncü dünya ülkelerinde olağan üstü boyutlara ulaşması doğal kaynaklar özellikle araziler üzerindeki baskıyı ekstrem derecede arttırmıştır. Miras yoluyla tarımsal arazilerin parçalanması da araziler üzerindeki baskıyı daha da artırmıştır. Son yapılan değerlendirmelere göre dünyanın toplam kara yüzeyindeki orman, tarım ve otlak alanlarının ortalama % 70 kadarının tahribat ve bozulmaya uğratıldığı görülmektedir (Semenderoğlu, 1992: 16). Bugün dünyada yaklaşık 1 milyon hektar arazi ekstrem derecede degrade olmuş yani tekrar ıslah edilmesi ve kazanılması neredeyse imkansız bir hale gelmiştir (Ponniah, 2000: 3). Foto 1: Doğal kaynakların “ulusal ve küresel ölçekte, belli güçler elinde yoğun olarak işletilmesi”, batı dünyasında alışılagelmiş “tüketim toplumu çılgınlığı”, kuzey ülkelerinin refah toplumuna karşılık, güney ülkelerinin özellikle Afrika’nın Sahel bölgesinde süregelen açlık. Yüzyıllardır yağmalanan doğal kaynaklar ve araziler, bugün 7 milyara ulaşan dünya nüfusunu besleyememektedir. Yeni bir “arazi kullanım kalıbı” ve “yaşam biçimi” şekillenmeli ve özellikle ekosistemleri kırılgan olan bölgelerde ısrarla uygulanmalıdır. Dünya Bankası’nın verilerine göre yeryüzünde karaların ancak % 6,6’sını oluşturan 8 543 500 km2’lik kısmı koruma altındadır (www.worldbank.org). Nitekim global ölçekte yanlış arazi kullanımı ve onun ileri aşaması veya sonucu olan arazi degradasyonu hızlanmakta ve giderek genişlemektedir. 2. Global ölçekte bazı ülkelerde gelir düzeyinin ve eğitim seviyesinin düşük olması: Kişi başına düşen milli gelir bakımından Okyanusya (19 308$) ilk sırada yer alırken onu Avrupa (17 695 $) ve Amerika (17 325 $) izlemektedir. Bu miktar Asya’da 4733 $ iken Afrika’da 2126 $’dır. Afrika (% 2,4), Orta ve Güney Amerika (% 1,6) ve Asya’da ki (% 1,4) nüfus artışının yüksekliğine karşılık diğer kıtalarda (Avrupa % 0,0), Kuzey Amerika (% 0,6), Okyanusya (% 1,3) bu oran oldukça düşüktür. Dünya ticaretinin % 62’sini elinde bulunduran Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinde araziler daha bilinçli kullanılırken sözü edilen ülkelerin 400-500 yıl sömürgesi altında kalan Güney Amerika, Afrika, Asya ve bazı Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 73 Okyanusya ülkelerinde arazi yağması söz konusudur. Nüfus artışının yüksek olduğu kıtaların kişi başına düşen milli gelir bakımından da iyi durumda olmamaları bu kıtalardaki insanların istihdam olanaklarının yetersiz olmasıyla birlikte mevcut araziler üzerindeki baskıyı artırmalarına, tarıma-hayvancılığa uygun olmayan alanlarda bu faaliyetleri yürütmelerine neden olmaktadır. Nitekim Afrika ülkelerinde özellikle arazi degradasyonunun şiddetli olarak yaşandığı Sahel bölgesinde okuma-yazma oranı genel olarak % 50’nin altındadır. Bu oran Sahra-Altı Afrika için en fazla % 70 civarında iken Orta Amerika’da % 60-80, bazı Ortadoğu ülkelerinde % 60-80 arasındadır. Dünya genelinde degradasyona uğramış alanların bölgelere dağılımına bakıldığında durum daha iyi anlaşılmaktadır. Buna göre Asya (747 milyon ha) ilk sırada yer alırken onu Afrika (494 milyon ha), Latin Amerika ve Karayipler (306 milyon ha), Batı Asya (287 milyon ha), Avrupa (218 milyon ha), Avustralya ve Pasifik (103 milyon ha) ve Kuzey Amerika (96 milyon ha) izlemektedir (Baı vd., 2008a: 224) Yanlış arazi kullanımının ve onun sonucu olarak arazi degradasyonunun daha çok kurak-yarıkurak ekosistemlerde yer alan, kişi başına düşen milli gelirin ve okuma-yazma oranının düşük ve hegemonik güçlerce yüzyıllarca sömürülen ülkelerde (sömürgecilik politikasının doğal kaynaklar ve araziler üzerindeki baskısı) etkili olması tesadüfi olmasa gerektir. 3. Hatalı tarım ve kalkınma politikaları: Ülkelerin ve uluslararası şirketlerin hatalı tarım ve kalkınma politikaları yanlış arazi kullanımının ve arazi degradasyonunun bir diğer nedenidir. Amuderya ve Siriderya nehirlerinin beslediği Aral Gölü, son 30-40 yıl boyunca eski Sovyetler Birliği döneminde izlenen tarım politikaları gereğince Özbekistan ve Kazakistan’daki geniş tarım alanlarının dev sulama projeleri ile sulanması için kullanıldı. Başlangıçta Sovyet uzmanlar yaptıkları fayda-maliyet hesaplarında Aral Gölü havzasını projede öngörülen şekilde kullandıklarında 100 kat daha fazla ekonomik getirinin sağlanacağını hesaplamışlardır. Ancak ortaya çıkabilecek çevresel sorunlar önemsenmemiş, çevresel etki ve sonuçlar derinlemesine düşünülmemiştir. Pamuktan başka tarımsal faaliyet yasaklanmış, monokültür nedeniyle Sovyetler Birliği’nde hektar başına ortalama 3 kg olan pestisit kullanımı havzada 50 kg’a kadar yükselmiştir. Çok sulama, ilaçlama ve gübre kullanımı gerektiren geniş pamuk tarımı sahalarında yarı-kurak iklim şartlarında kısa zamanda kimyasal (tuzlanma-çoraklaşma, toprak ve su kirliliği) ve fiziksel degradasyon (kabuklaşma) ortaya çıkmıştır. Son 30 yıl içinde göl alanının % 40’ı daralarak gölün çekildiği alanlardan zaten tarım ilaçları ile kirlenmiş tuzlu ince materyal rüzgârlarla taşınmış çevredeki tarım alanlarının kumullarla işgal edilmesine neden olmuştur. Sonuçta sahada giderek etkisini arttıran arazi degradasyonu çok geniş alanların çölleşmesiyle sonuçlanmıştır (Çepel, 2003: 18–19). Foto 2: Aral Gölü’nün soldan sağa 1973, 1986, 1999 ve 2004 yılları arasındaki değişimi. Kaynak: Citron, 2006: 30’dan değiştirilerek. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 74 Hatalı tarım ve kalkınma politikalarının arazi degradasyonunu başlatması ve hızlandırmasına bir örnek de ülkemizden verilebilir. Konya-Ereğli arasında Eski Pleyistosen göl tabanına tekabül eden geniş mer’a alanları 1950’li yılların başında dış yardım da alınarak (Marshall Yardımı) geniş çapta tarıma açılmıştır. Bu durum tarımda mekanizasyon ve özellikle traktör sayısında artışla mümkün olmuştur. Tarım alanlarını genişleterek ekonomik kalkınmayı amaçlayan hükümet mer’a alanlarının tarıma açılmasını teşvik ederek yanlış arazi kullanımına yol açmıştır. Ayrıca yörede hayvancılık da teşvik edilmiş, daralan mer’a alanları üzerinde aşırı bir otlatma baskısına yol açılmıştır. Sonuçta kısa zamanda bir kaymak tabakası ile kaplı, stabil hale gelmiş siltli, killi ve kumlu eski göl depoları açığa çıkmış bu sahalar su ve rüzgâr erozyonu ile degrade olurken, oluşan kumullar çevredeki tarım alanlarını hatta köyleri işgal ederek degradasyonun boyutlarını arttırmıştır. Buna ek olarak sulu tarıma açılan mer’a alanları birikim horizonundaki tuzlu ve jipsli maddelerin kapilarite ile yüzeye taşınması sonucu tuzlanmaya uğramıştır. Sahel; 11 ülke sınırları içinde kalan B. Sahra çölünün güney kenarında yarı-kurak bir bölgedir. Seyrek ağaç ve küçük çalılardan oluşan doğal bitki örtüsünün hâkim olduğu bölgede belli dönemlerde extrem kuraklık şartları yaşanmaktadır. 1950’lere kadar vadi boylarında sınırlı olan geleneksel tarım ve göçebe hayvancılık faaliyetleri çevre koşulları ile dengeli bir şekilde yürütülmekteydi. 1950’lerden ve1960’lı yılların başlarına kadar ortalamadan fazla olan yağışlar yanında iyileştirilen sağlık koşulları bölgede insan ve hayvan nüfusunu arttırmış, kuru tarım hatta sulu tarım alanları geleneksel göçebe hayvancılık yapılan arazilere yayılmıştır. 1960’ların ikinci yarısında yıldan yıla şiddetlenen kuraklıkla birlikte artan nüfus, geleneksel tarımın yerini ticari tarımın alması, kalan alanlarda aşırı otlatma, yakacak oduna aşırı talep (yemek pişirme ve ısınma gereksinimleri için) ortamın taşıma kapasitesinin aşılmasına neden olmuştur. Sonuçta toprak, bitki, su ve besin maddesi dengesi bozulan saha hızla çölleşmeye başlamış son 50 yılda Sahra çölü güneye doğru 650.000 km2 sahasını genişletmiş, günde 6-7 m gibi büyük bir hızla ilerleyerek 1975 yılından sonraki 13 yıl içinde 1.5 milyon km2 mer’a alanının çölleşmesine neden olmuştur (Tümertekin ve Özgüç, 2011: 519-521; Güney, 2002: 108; Özey, 2001: 72). Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 75 Şekil 14: Kurak ve yarı-kurak ortamlarda ekosistem, başka bir deyişle doğal denge özellikle yağış yetersizliği nedeniyle son derece hassastır. Bu ortamlar bitki-toprak-su dengesi korunduğu takdirde ormanlar ve birçok canlının hatta insan topluluklarının varlığını sürdürmesine uygundur. Ancak bu ortamlar taşıma kapasiteleri sınırlı olduğundan doğal vejetasyonun tahribi, aşırı otlatma ve yanlış arazi kullanımı sonucu kısa zamanda şiddetli degradasyona uğrayarak çölleşir. Kaynak: Leopold, 1972: 177’e göre Semenderoğlu, Gülersoy ve İlhan, 2007: 96. Foto 3: Sahel bölgesinde yanlış arazi kullanımının son aşaması çölleşme. Rüzgâr erozyonunun şiddetini artırmasıyla kum yığınları tarım alanlarını tehdit etmektedir. Ülkemizde her ne kadar erozyon kontrol erozyon kontrolünü amaçlayan çalışmalar mevcutsa da, bu çalışmalar etkili bir devlet politikası haline getirilmediği için çok şiddetli bir toprak ve anamateryal aşınması hızla devam etmektedir. Böylesi bir durum Pakistan, Hindistan, Afganistan, İran gibi birçok ülke için de geçerlidir. Ülkemiz açısından erozyonun devasa bir tehdit olduğu gerçeği siyasilerce hep göz ardı edilmiştir. Oysa ülke yüzölçümünün % 25 kadarı verimli toprağımız elden çıkmıştır. Nitekim Alman iktisatçısı Fritz Baade, Türkiye arazisinin kabiliyet sınıflarına göre kullanılmadığını hazırladığı raporda açıkça belirtmiştir (Atalay, 2011: 321). Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 76 Finlandiya’da kesilen her ağacın yerine yenisinin dikilmesi bir devlet ve halk geleneğidir. Böylesi bir uygulamanın başta ülkemiz olmak üzere yarıkurak-kurak hatta yarınemli iklimlere sahip ülkelerde uygulanması oldukça elzemdir. Yasal yollarla orman dışına çıkarılan arazilerle (2/B) ilgili Ege Bölgesi kıyı kesiminde Ege Ormancılık Araştırma Müdürlüğü’nce 40 köy ve 180 tarım işletmesinde gerçekleştirilen bir çalışmada (2006), tarımsal üretim ve otlatma amaçlı kullanılan 2/B arazilerinin önemli bir kısmının arazi yetenek sınıflamasına göre tarımsal amaçlı kullanımlara uygun olmayan V. sınıf ve daha düşük vasıflı araziler olduğu ve orman arazileri niteliği taşıdığı belirtilmiştir. Yine bu çalışmada 2/B uygulamalarının orman suçlarını azaltıcı bir etkisi olmadığı, aksine diğer köyler ve ormancılık çalışmalarına olumsuz etki ve baskıları bulunduğu üzerinde durulmuştur. Bu durumun kırsal kalkınma açısından büyük bir risk olması yanında tamamıyla toprağa bağlı bir tarımsal ekonominin imkânsız göründüğünün belirtildiği araştırmada gelecekte bu arazilerin tarımsal amaçlar dışında kullanılma olasılığının yüksek olduğu dile getirilmektedir (Bilgin, 2006: 1-90). 4. Tarım alanlarının yerleşime açılması ve sanayi tesisi vb. kurulması: Tarım alanlarının amaç dışı kullanımı arazi degradasyonunun bir çeşidi olarak değerlendirilebilir. Hava alanlarının alüvyal, I. sınıf tarım arazilerine yapılması, I. ve II. sınıf tarım alanlarının amaç dışı kullanımı (baraj, yol, fabrika, tünel, kanal vb.) arazi degradasyonunun başka bir deyişle verimlilik düşüklüğünün başlıca nedenleridir. Türkiye topraklarının ancak % 33’lük bölümünün tarım için kullanılabileceği göz önünde tutulursa, bu doğal ortam unsurunun dikkatle korunması ve kullanım savurganlığının önlenmesi gerektiği daha iyi anlaşılmaktadır. Ancak ülkemizde sanayi tesislerinin bir bölümü, uygun sahalar olmasına karşın tarımsal değeri yüksek olan düzlük alanlara yapılmaktadır. Yine kentsel yerleşim alanlarının da plansız ve düzensiz biçimde mevcut yerleşim bölgelerinin çevrelerindeki verimli tarım alanlarına yayıldıkları gözlenmektedir. Bunun en çarpıcı örnekleri Çukurova, Bursa, Bornova (İzmir), Adapazarı, Malatya ovaları ve Trakya’nın birçok kesimlerinde görülmektedir. Çağdaş tarım uygulamalarının yapıldığı ve genellikle I. sınıf tarım alanlarından oluşan bu alanlarda amaç dışı kullanım giderek yaygınlaşmaktadır. Örneğin, 1970’lerde 575.000 ha olan yerleşim alanları, 1990’da 1000.000 ha’ı aşmıştır (Sayın, 1986: 33). 2000’li yıllarda bu alanların 1.500.000 ha’ı aştığı tahmin edilmektedir. Tarım alanlarının kentsel alana dönüştürülmesi (Bursa Ovası, Çukurova ve İzmir Bornova ve Narlıdere vb.) daha çok geriye kalan tarım sahalarının ortaya çıkan çevre sorunları nedeniyle verim değerini kaybetmesi veya rant beklentisi nedeniyle tarımsal faaliyetlere son verilmesi şeklinde gerçekleşmektedir. Toprak sanayi için toprak alımı da dolaylı olarak arazi degradasyonuna yol açar. Özellikle Turgutlu, Salihli, Erbaa, Çorum civarlarında verimli tarım alanları niteliğinde olan arazilerden killi toprak alımı derin ve geniş çukurların oluşmasına, taban suyunun bu çukurlardan evaporasyonla kaybına, erozyonun başlamasına, parçalanan arazinin rentabl bir şekilde işlenmesini engelleyerek arazi degradasyonuna yol açmaktadır. Nitekim toprak sanayinin tarım dışı bıraktığı arazi miktarı tüm amaç dışı kullanımın % 18’ini oluşturmaktadır (Sayın, 1986: 50). Tarım değeri yüksek toprakların yapı malzemesi imal etmek için kullanılması verimli tarım toprakları zaten az olan Türkiye gibi ülkeler için korkunç bir olaydır. Çukurova’da 20 000 hektara yakın I. sınıf tarım toprakları üzerinde çeşitli sanayi tesisleri kurulmuş ve yerleşime açılmıştır. İzmir’in sebze-meyve bahçesi konumundaki Bornova Ovası dâhil 5000 hektarın üzerindeki tarımsa arazide konut ve sanayi tesisleri kurulmuştur. Bornova-Turgutlu arasındaki verimli tarımsal alanlar, Ege kıyılarında Gümüldür, Seferihisar, Çeşme, Marmaris ve Alanya’da ki I. sınıf tarım arazileri elden Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 77 çıkmıştır ve bu sahalar yerleşmeye açılarak çirkin görünümlü birer beton yığını haline dönüştürülmüştür (Atalay, 2011: 321). Son yıllarda Türkiye’de gelişen turizm aktivitelerinin etkilerini Urla-Çeşme yarımadasında da görmek mümkündür. Nitekim Alaçatı Körfezi’nin batı kıyılarında turizm yapılaşması oldukça ivme kazanmıştır. Turizm yapılaşması hem kıyı gerisinde erozyonun hızlanmasına hem de kıyılarda (turizm potansiyelini tehdit eden) kanalizasyon atıkları ve katı atıklar, kirliliğe neden olmaktadır. Bilindiği gibi organik maddelerin suya karışması sonucu yosunlar hızla üremekte, bunları ayrıştırmak isteyen bakterilerde sudaki erimiş oksijeni tüketmekte dolayısıyla bir süre sonra bu sularda yaşam tamamıyla durmaktadır. Böylesi bir durum ileride Alaçatı kıyılarında turizm faaliyetlerini olumsuz etkileyebilecektir. Alaçatı güneyindeki II. sınıf tarım alanlarının ikincil konutlarla ve hayvan barınaklarıyla işgal edilmesi veya Kuşadası, Çeşme ve Marmaris örneğinde olduğu gibi kıyı şeridi ve gerisindeki alanın ikincil konutlarla ve turizm tesisleriyle dolması hem arazilerin degradasyonuna hem de tarım, otlatma, orman amaçlı kullanımların aleyhine alan kaybına neden olmaktadır. Foto 4: Kınık yakınlarında zeytinlikler ve tarlalar arasında faaliyet gösteren kireç fabrikası. Böylesi yatırımlar olumlu olmakla birlikte tarım alanları çevresinde kurulmaları yanlış arazi kullanımına ilginç bir örnektir. Kaynak: Gülersoy, 2008. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde önemli tarım arazileri yerleşme, ulaşım ve sanayi amaçlı kullanılmaktadır. Buna karşılık, kullanım kabiliyeti tarıma uygun olmayan araziler ise ekip-biçmede kullanılmaktadır. Adıyaman il sınırları dâhilindeki 8 köyün arazi kullanım haritalarının da incelendiği bir çalışmada, bu köylerin hepsinde aynı sorunla karşılaşılmış ve köy arazilerinin % 90’nın tarıma uygun olmayan VI. ve VII. sınıf arazilerden meydana geldiği tespit edilmiştir. Bu durum Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne özgü olmayıp Türkiye genelindeki ekili-biçili arazilerin % 23’ünü teşkil etmektedir. Bölgede, günümüzde tarım yapılan alanların bir kesimi geçmişte ormanlık alan durumundaydı. Nitekim 1731 yılında İstanbul’dan Bağdat’a gönderilen zahire, top ve cephanenin taşınmasında kullanılacak gemilerin Birecik iskelesinde yapılabilmesi için gereken kerestenin Antep ve çevresinden elde edilmesi buyrulmuştur. Bu durum bölgenin bugünkü görünümünde olmadığını ve artan nüfus ile beraber yeni tarım alanları açmak için orman alanlarının büyük oranda tahrip edildiğini göstermektedir (Sönmez, 2011: 718). Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 78 5. Tarıma ve yerleşmeye uygun olmayan alanların tarıma ve yerleşime açılması: Tarıma uygun olmayan eğimli sahaların (mer’a alarak kullanılması gereken V. ve VI. sınıf araziler ile orman olarak kullanılması gereken VII. sınıf araziler) tarıma açılması, otlatma yapılması erozyonu hızlandırmakta, dolayısıyla toprak-bitki-su dengesi alt üst olmaktadır. Böylesi sahalarda erozyon verim değerini azaltmakta, hatta anamateryalin sert olduğu yerlerde kayalıkların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu durum söz konusu sahanın tarım, ormancılık ve hayvancılık açısından işe yaramaz VIII. sınıf arazilere dönüşmesine neden olmaktadır. Bunun yanında ancak özel toprak koruma önlemleri gerektiren III. ve IV. sınıf arazilerde kontrolsüz tarımsal faaliyetler toprakların erozyonla aşınması ve taşınmasına yol açmış ve geniş alanlarda ana materyal açığa çıkmıştır. Halen ülkemizin % 8’ini oluşturan 6 milyon hektardan fazla tarıma uygun olmayan alanda tarım yapılmakta ve eğimli yamaçlardaki topraklar eğim yönünde sürülmektedir (Atalay, 2011a: 199). Ülkemizde eğimli, yüksek dağlık alanlar da yanlış arazi kullanımı sonucu mer’aların ve ormanlık alanların degradasyona uğramaktadır. Bunun yanında yüksek ve eğimli sahalardan aşınan malzemeler aşağı havzalarda, ova tabanlarında, dağ eteklerindeki birikinti koni ve yelpazeleri üzerinde siltasyon ve taşlılaşmaya yol açarak bu arazilerin verim değerinin düşmesine neden olmuştur. Nitekim ülkemizde yaklaşık 2,7 milyon hektarlık alan sürekli olarak taşkın, millenme ve yaşlık sorununun etkisi altındadır (Atalay, 1989: 99). 6. Fosil yakıtlardan kaynaklanan asit yağmurları, sanayi, maden, evsel ve nükleer atıklardan vb. toprakların kirlenmesi: Fosil yakıtlardan kaynaklanan asit yağmurları, sanayi ve evsel atıklardan toprakların kirlenmesi vb. arazinin kimyasal ve biyolojik açıdan degradasyona uğramasına neden olmaktadır. Bitkiler için değerli besin elementleri durumundaki katyonların yıkanarak topraktan uzaklaştırılmasına, bazı ağır metallerin (Al, Fe, Mn, Zn. Cd vb) serbest kalarak bitkiler ve diğer canlılar için toksik düzeylere ulaşmasına, Ca, K, Mg ve Mo gibi bazı bitki besin elementlerinin bitkiler tarafından alınmasının engellenmesine, bitkilerin zararlılara ve hastalıklara duyarlılığının artmasına neden olarak kimyasal arazi degradasyonuna yol açan asitleşme, ülkemizde ve dünyada oldukça yaygın bir arazi degradasyonu çeşididir. Fosil yakıtlara bağlı asit yağmurlarının yol açtığı asitleşme sonucu Yatağan çevresinde pamuk, tütün ve zeytin rekoltelerinin büyük oranda düşmüş ve orman ağaçları zarar görerek ormanlar kendini yenileyemez hale gelmiştir. Samsun ve Gelemen’de bakır izabe tesisleri ve azotlu gübre sanayinin çevresinde geniş tarım alanlarında asitleşme sonucu tütün üretim alanları büyük zarar görmüştür. Benzer durum Murgul (Göktaş) bakır fabrikası civarında da ortaya çıkmıştır. Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki çay üretim alanlarında amonyum sülfatlı, Nevşehir ilinde patates üretim alanlarında azotlu gübrelerin aşırı ve bilinçsiz kullanımı geniş alanlarda asitleşmenin tehdit edici boyutlara ulaşmasına neden olmuştur. Çeşitli kaynaklardan (endüstriyel ve evsel atıklar, tarımsal ilaç ve gübreler, petrol ürünlerinin depolandığı tanklar ve boru hatları ile makine ve araçlardan sızıntılar vb) toprağa ulaşan kirleticiler çeşitli çevre sorunlarına yol açtığı gibi yüzey, taban ve yer altı sularının tarımsal amaçlı olarak kullanılamaz hale gelmesine, ürün kaybına, ürün deseninin daralmasına, toprağın niteliğini bozarak arazinin verim değerinin düşmesine yol açmaktadır. Örneğin özellikle endüstriyel atıklardan kaynaklanan Cd, Hg, As, Ni, Ag ve Pb gibi ağır metaller fitotoksik etki yanında, bazı besin maddelerinin bitkiler tarafından alınmasını engelleyerek, ölü örtünün ayrışmasını dolayısıyla madde döngüsünü engelleyip yavaşlatarak arazi degradasyonuna yol açmaktadır. Bunun gibi nükleer serpinti ve sızıntılardan kaynaklanan özellikle uzun yarılanma ömrüne sahip Sezyum 137 ve Stronsiyum 90 gibi radyo aktif kirleticiler tarımsal ve hayvansal üretimi en azından uzun bir süre engelleyerek arazi degradasyonuna neden olmaktadır. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 79 Maden ocakları, maden işleme tesislerinin atıkları arazilerin kirlenmesine neden olan ağır metallerin en önde gelen kaynaklarındandır. Nitekim Karadeniz kıyıları kömür ocakları tarafından kirletilirken, doğal dengenin bozulmasına da neden olmaktadır. İstanbul KliyosKaraburun arasında bulunan kömür ocakları, kıyı kuşağının kirlenmesine büyük ölçüde yol açmaktadırlar (Güney, 2004: 99). Yer yüzeyinin tahrip edilmesi madenleri harekete geçirmekte ve bunlar yeraltı sularına karışarak daha sonra yüzeye çıkmaktadırlar. Mekanik ve hidrolik yöntemlerle sürdürülen madencilik faaliyetleri olumsuz sonuçlara neden olmaktadır. Breziya’da daha çok binlerce küçük işletmeci tarafından yapılan hidrolik altın madenciliği, kullanılan kimyasal maddeler nedeniyle, aşağı çığırda şiddetli sedimantasyona ve yaşayan halk arasında sağlık sorunlarına neden olmuştur. Aynı durum Bergama, Efemçukuru (İzmir), Kütahya ve Kazdağları için de geçerlidir. Global ölçekte maden izabe faaliyetleri sonucundaki kirlenme biyolojik atık alanları oluşturmaktadır. Bunlar içerisinde dikkat çeken dünyanın en büyük madenlerinden olan Ontario’da Sudbury’deki nikel izabe tesisi çevresindeki 10 400 hektarlık alandır (Tümertekin ve Özgüç, 2011: 547). Başta çimento fabrikaları olmak üzere sanayi tesisleri çevredeki tarım alanlarının kuraklaşmasına neden olmaktadır. Çardak (Denizli) ilçesindeki sodyum sülfat tesislerinden çıkan asidin, bölgedeki 80 000 hektarlık alanı çoraklaştırdığı belirtilmektedir. Kayseri, Fethiye (Muğla), Soma (Manisa), Yatağan (Muğla), Göktaş-Murgul (Artvin), Malatya, Konya, Eskişehir ve Çukurova (Adana) topraklarının tarımsal ve çevredeki fabrikalardan dolayı süratle kirlendiği gözlenmekte ve kaygıyla izlenmektedir (Güney, 2004: 99). 7. Orman alanlarının çeşitli nedenlerle (Yakacak için aşırı kullanım, tarım alanı açma, orman yangınları vb.) tahrip edilmesi (Ormansızlaştırma): Doğal ve sosyoekonomik etkenlerle ormansızlaştırma veya bitki örtüsünün tahribi bu sahalarda kısa zamanda doğal dengenin bozulmasına neden olmaktadır. Hızlı nüfus artışı, tarım ve hayvancılığa uygun olmayan marjinal sahalardaki doğal vejetasyonun tahribini giderek arttırırken, bu sahaların verim değeri ve üretkenliği (prodüktivitesi) azalmaktadır. Sonuç olarak tarımın ve hayvancılığın artık mümkün olmadığı, doğal vejetasyonun kendini yenileyemediği hatta ortadan kalktığı çölleşmiş sahalar ortaya çıkmaktadır. Dünya Bankası verilerine göre 1998 yılında arazi degradasyonundan dolayı yer değiştirenlerin sayısı ilk defa savaş mağduru mültecilerin sayısını aşarak 25 milyona ulaşmıştır. BM Çevre Programı’na göre dünyada her yıl 21 milyon hektar arazi çölleşmektedir (Tümertekin ve Özgüç, 2011: 520). Dünyada arazi degradasyonunun son safhası olan çölleşmenin tehdidi altındaki sahalara örnek olarak G. Afrika, Orta Doğu, Hindistan, Batı Çin, Şili ve Peru, GB ABD, Meksika, Orta Asya ve K. Afrika’daki çölleşme bölgeleri gösterilebilir. 1950’lere kadar tropikal yağmur ormanları yeryüzünün % 15 kadarını kaplarken bu oran 1975’e doğru % 12’ye düşmüştür. Bu ormanlarda 16. yüzyılda İspanyolların sömürgeleştirme süreciyle başlayan tahribat asıl itibariyle 1950’lerde olmuş ve Orta Amerika ormanlarının % 75’i ortadan kaldırılmıştır; 1980’lerde bölgenin yıllık orman kaybı % 2,5 (4140 km2) idi. Yapılan araştırmalar, dünyadaki nemli tropikal ormanların yılda 2 milyon hektar dolayında (toplam nemli ormanların % 1,2’si) azaldığını göstermektedir. Brezilya’da yılda 19 000 km2 gibi bir hızla yok olmaktadır. Filipinler’de ki mangrov ormanlarının % 67’si yok olmuştur. Daha çok tarım alanı elde etmek için tahrip edilen bu ormanlar Güneydoğu Asya’da hızla azalmaktadır. Bengal Körfezi’nde Bangladeş kıyılarını tuzlanmadan ve tsunami baskınlarından koruyan Sundarbans mangrov ormanları büyük ölçüde odun kömürü elde etmek, inşaat amaçlı kullanmak ve tarımsal alan açmak için çoktan ortadan kaldırılmıştır. Dünyada her saniyede bir futbol sahasından daha büyük bir orman alanının ortadan kalkması, bir dakikada tropik ormanların 6 hektarının yok edilmesi ormansızlaştırmanın vahim boyutunu açıkça göstermektedir (Tümertekin ve Özgüç, 2011: 521-522). Dünya üzerinde Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 80 1978-2000 yılları arasında mevcut 2,5 milyon hektar sık ormanın % 40’ı yok olmuştur. Malezya (20 yıl) ve Endonezya (30 yıl) ormanları ise yok olma riskiyle karşı karşıyadır. Foto 5: Santa Cruz (Bolivya)’da 1975, 1986 ve 2003 yılları arasında meydana gelen ormansızlaştırma Kaynak: Citron, 2006. Dünya yüzeyinin % 6’sını kaplayan 800 milyon hektar tutarındaki tropikal yağmur ormanları; göçebe tarım, ormandan fazla ağaç kesilmesi, orman alanlarının tarım alanına dönüştürülmesi, yerleşmelerin ve sanayi tesisi kurulması sonucu sürekli olarak azalmaktadır. Örneğin 1990-1995 yılları arasında 56,3 milyon hektar orman alanı tahrip edilmiştir. 19902007 yılları arasında dünyada toplam olarak 137,4 milyon ha orman alanı tahrip edilmiştir. Bunun anlamı yılda yaklaşık 8 milyon hektar orman alanının tahrip edilmesidir. 1990-2007 yılları arasında otlak ve tarım alanına dönüştürülen orman alanı Brezilya’da ki Amazon ormanlarında 50 milyon ha, Endonezya’da 31,8 milyon ha, Sudan’da 10 milyon ha, Kongo’da 7,5 milyon ha, Hindistan’da 1,5 milyon hektardır. Ayrıca Avustralya, Peru, Meksika, Kolombiya, Angola, Bolivya, Venezuela, Zambiya, Arjantin, Myanmar, Kamerun, Paraguay, Zimbabve, Tayland, Laos, Madagaskar, Etiyopya, Mali, Çad, Botsvana, Ekvator ve Nijerya da orman tahribine uğrayan ülkelerdir. Tahribatın çok şiddetli olduğu ülkelerde halkın büyük kısmı sefalet içindedir (Atalay, 2011: 316). Latin Amerika’da tropikal ormanlık alanlarda topraksız halka arazi açmak adına tahrip edilen sahalarda yürütülen tarım ve otlatma faaliyetleri yalnızca 2-3 yıl içinde topraktaki değerli besinlerin kaybı, erozyon vb. nedenlerle verimlilik azalması nedenleriyle terk edilmektedir (Tümertekin ve Özgüç, 2011: 522). Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 81 Foto 6: Rondonia (Brezilya) 1975 ve 2001 yılları arasında meydana gelen ormansızlaştırma. Kaynak: Citron, 2006. Günümüzde Afrika’nın çöl ve yarı çöl bölgelerinin bütünüyle kumullar ve kayalıklarla (çöl kaldırımı) kaplı olmasının asıl nedeni çok zayıf olan bitki örtüsünün ortadan kaldırılmasıdır. Aynı şartları gösteren Avustralya çöllerinde ise koyun otlatılmaktadır. Yarıkurak bölgelerde orman tahribatı, antropojen bozkırların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Orta Asya, Tibet Platosu, Arjantin’in Pampa sahası, Orta Avrupa bozkırlarının bir bölümü antropojen karakterdedir. Yani burada daha önce var olan ağaçlı bozkır veya kuru ormanların tahribi, yazın sararan kuru ot topluluğunun yayılmasına neden olmuştur. Akdeniz Bölgesi’nin bir bölümündeki maki ve garig (diz boyu yüksekliğindeki çalı topluluğu), kızılçam ormanlarının tahribi ile ortaya çıkmıştır. Başka bir ifadeyle kızılçam ormanlarının altında yetişen çalılar, kızılçamın ortadan kaldırılmasıyla yaygınlaşmıştır (Atalay, 2011: 315). Türkiye, ormanların en fazla tahrip edildiği ülkelerin başında gelmektedir. Doğal ortam özelliklerine göre ülkemizin % 70 kadarının ormanlarla kaplı olması gerekmektedir. Oysa bu oran günümüzde % 28 olup bunun üçte ikisi (2/3) bozuk karakterdedir. Orman alanları; a) verim güçlerinin üzerinde servet alınması, b) sürekli olarak hayvan otlatılması, c) tarım alanlarına dönüştürülmeleri, d) hava, su, toprak kirleticilerinin etkileri, e) yakılmaları (1939-1987 yılları arasında 1.4 milyon hektar orman alanı yakılmıştır) sonucunda tahrip edilmektedir. Ormanların büyük bir bölümünün tahrip edilmesiyle İç, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin yarıdan fazlası antropojen bozkırlarla kaplanmış; verimli gür ormanlar ülkemiz yüzölçümünün % 10-12 gibi çok az bir kesimini kaplar hale gelmiştir (Atalay, 2001: 315). Alaçatı körfezi ve çevresinde hüküm süren Akdeniz ikliminin klimaks ağacı kızılçam (Pinus brutia)dır. Ancak, bu sahada uzun yıllar öncesine dayanan tahribat (yangınlar, tarla açma, yakacak temini, aşırı otlatma vb.) nedeniyle kızılçam ormanları tamamıyla ortamdan kaldırılmıştır. Nitekim bakiyeler halinde kızılçam ağaçlarına rastlanmıştır. Tahrip edilen ve ortadan kaldırılan kızılçam ormanlarının yerini diğer maki türleri ve diz boyunu geçmeyen garig/frigana formasyonları regresif süksesyon olarak almışlardır. Ancak, ne yazık ki “tahrip edilen sahaların tahribatı” olarak niteleyeceğimiz bir tahribat sonucu özellikle volkaniklerden ve volkano-sedimanterlerden oluşan eğimli ve çok eğimli alanlarda makiler hatta garigler ortamdan kaldırılmıştır. Söz konusu sahalarda toprak-bitki-su dengesi son derece hassas olduğu için doğal vejetasyonun yok edildiği alanlarda toprak tamamen erozyonla süpürülmüş hatta anamateryal dahi ortamdan uzaklaştırılmıştır (VIII. sınıf). Degradasyona uğrayan Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 82 belirtilen alanlar sürdürülen aşırı otlatma faaliyetleri sonucu VIII. sınıf arazilere dönüşmektedir. Ormanların tahribiyle sadece ağaç örtüsü yok olmamaktadır. Nitekim ormanda yaşayan omurgalı hayvandan böceğe, kuşa ve mikroorganizmaya varıncaya dek çok çeşitli canlı türleri ortadan kalkmaktadır. Doğal bitki örtüsünün tahribi biyolojik çeşitliliği zayıflatmaktadır. Dünyada toplam olarak 1157 hayvan türü, 789 bitki türü tehlike altında ve yok edilmeyle karşı karşıyadır. Doğal vejetasyonun ve otlakların doğal niteliğini kaybettiği alanlarda meydana gelen erozyon yalnızca toprak kaybı olarak değerlendirilmemelidir. Nitekim erozyonla toprak ile onun içinde ve altında yaşayan flora ve fauna yeniden gelemeyecek derecede azalmakta ya da ortadan kalkmaktadır. Hibritleme, aşılama yoluyla geliştirilen çeşitli meyve, tahıl ve sebzelerin yabani türleri, erozyon sonucunda ortadan kalkmaktadır. Bu durum biyolojik zenginliğin fakirleşmesine neden olmaktadır. Orman yangınları da yanlış arazi kullanımının önemli nedenleri arasındadır. Nitekim 1997’de Endonezya’da Doğu Kalimatan’da ormanlık alanda çıkan yangınların çok önemli kısmı palmiye yağı plantasyonu kurmak için küçük çiftçiler tarafından çıkarılmıştır. Yine 1997-1998’de aynı bölgede çıkan yangınlarda 6,5 milyon hektar alan yangından etkilenmiştir. Bölgede 1999-2000 sezonunda uydulardan 23 000 yangın gözlenmiştir. 2000 yılında Ekvator’un güneyinde Afrika savanlarında 200 milyon hektar alan yanmıştır. Türkiye’de de % 97’si insan eliyle (yalnızca 3 tanesi yıldırım düşmesi sonucu) çıkan yangınların 1990-1997 arasında sayısı 18 876 olmuş ve 93 569 hektarlık bitki örtüsü yanmıştır. Günümüzde Akdeniz Havzası’nda ki yıllık ortalama yangın sayısı 50 000 dolayındadır (yanan orman alanı 600 000 ha). Bu sayı 1970’lerin iki katıdır. Örneğin İspanya’da yıllık ortalama yangın sayısı 1970’lerde 1900’den günümüzde 8000’ei İtalya’da 3000’den 10 500’e, Yunanistan’da 700’den 1100’e ve Türkiye’de ise 600’den 1700’e çıkmıştır (Tümertekin ve Özgüç, 2011: 517-518). Foto 7: Orman yangınları da yanlış arazi kullanımının önemli nedenleri arasındadır. 8. Aşırı ve erken otlatma: Arazi degradasyonu özellikle hassas doğal dengeye sahip olan dağlık, yarı-kurak sahalarda geniş alanlarda etkili olabilmektedir. Bu bölgelerde yağış yetersiz ve düzensiz olduğu gibi sık sık şiddetli kurak dönemler yaşanmaktadır. Bazı yıllar tarımsal üretim hiç olmamakta veya yetersiz kalmaktadır. Bu durum insan topluluklarını ister istemez asıl geçim kaynağı olarak hayvancılığa yöneltmektedir. Ancak yarı-kurak ve engebeli sahalar tarıma pek uygun olmadığı gibi aşırı ve kontrolsüz hayvan otlatılmasına da Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 83 uygun değildir. Sonuçta doğal ortam ve özellikle zaten zayıf olan doğal vejetasyon üzerinde taşıma kapasitesinin üzerinde büyük bir baskı ortaya çıkmaktadır. Meralarda verim gücünün üzerinde aşırı (hayvanların otları toprak seviyesine kadar yemesi) ve erken (otlak tam büyümeden otlatmaya açılması ve ot örtüsünün zayıflaması) otlatma yapılması; hayvanların sevdiği otların giderek azalmasına ve tercih etmedikleri dikenli ve acı türlerin ortama hâkim olmasına yol açmaktadır. Bu şekilde doğal bitki örtüsünün seyrelmesi ve tür kompozisyonunun bozulması doğrudan arazinin verim değerinin düşmesine yol açmaktadır. Öte yandan arazinin doğal vejetasyonun koruyucu etkisinden mahrum kalması, yoğun hayvan trafiği ile toprağın sıkışması erozyonun şiddetlenmesine dolayısıyla fiziksel olarak degradasyona uğramasına neden olmaktadır. Bunun gibi orman alanlarında otlatma yapılması, ormanların doğal yolla gençleşmesini engellemiş, yakacak/yapacak temini ve yangınlarla ormanlar tahrip edilmiştir. Orman ağaçlarının ibre ve yaprakları hayvanlara yedirilmesi sonucunda geniş alanlarda doğal denge bozulmuştur. Böylece geniş arazi parçalarında toprak/su/bitki dengesi bozularak arazi degradasyonu meydana gelmiştir (Atalay, 1989: 97-98). Bu durum dünyanın yarıkurak bölgelerinde ve Anadolu’da tüm açıklığıyla görülmektedir. Dünyada özellikle yarıkurak bölgelerde yapılan aşırı otlatma sonucu hem otlakların verim gücü düşmüş hem de erozyon olayları giderek artmıştır. Örneğin Çin’den Orta Asya bozkırlarına varıncaya kadar olan geniş bir kuşak adeta yarı çöl haline dönüşmüştür. Orman ve otlakların doğal karakterini kaybettiği alanlarda oluşan toprak erozyonu, önemli bir sorundur. Toprakların aşınması veya erozyon, toprak ile onun içinde ve altında yaşayan flora ve faunanın yeniden gelmeyecek derecede ortadan kalkması, kaybolması ve son derece azalması demektir. Günümüzde Kuzey Anadolu’daki bazı alpin otlakların dışında tüm otlak alanlarımız bozulmuş ve yer yer önemli ölçüde erozyona uğramıştır. Nitekim ülkemizin tüm otlak alanlarının az çok verim özelliğini yitirmesi hayvancılığın gerilemesine, geçimini hayvancılıktan sağlayan kırsal kesimin geçim sıkıntısına düşmesine neden olmaktadır. Örneğin sadece Hakkâri ile Kars, Konya ile Kayseri arasındaki otlaklarda aşırı otlatma sonucu hayvanların sevdikleri otlar önemli ölçüde ortadan kalkmış, bunun yerine acı ve dikenli olan sütleğen, sığır kuyruğu ve geven gibi otlar yaygınlaşmıştır. Başka bir deyişle bu otlaklarda hayvanlar, yiyecek ot bulamamaktadır (Atalay, 2011: 320). Sahra’nın güneyinde Nijer, Mali, Etiyopya, Çad gibi ülkelerdeki otlaklarda aşırı hayvan otlatılması sonucu rüzgâr erozyonu başlamış ve daha önce tarım yapılan ve hayvan otlatılan sahalar elden çıkmıştır. Bu nedenler yağışın az olduğu yıllarda açlık tehlikesi baş göstermekte ve bazı yıllar yüz binlerce insan açlıktan ölmektedir (Atalay, 2011: 315). Alaçatı körfezi ve çevresinde geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlayan yöre halkı yıllardır özellikle toprak-bitki-su dengesinin oldukça hassas olduğu volkanik ve volkanosedimanterlerden oluşan sahalarda erken ve aşırı otlatma yapmaktadır. Öte yandan yöredeki çobanlar makilerin taze sürgün vermeleri için yangın çıkarmaktadır. Bu olaylar söz konusu alanlarda erozyon sürecini hızlandırarak arazi degradasyonuna neden olmuştur. 9. Madencilik faaliyetleri sonucunda toprağın çıplak kalması ve hafriyatın başka alanlarda tepeler halinde biriktirilmesi vb.: Madencilik amaçlı kazılar ve buralardan çıkarılan hafriyatın gelişigüzel bir şekilde arazilere, özellikle orman, otlak ve tarım arazileri üzerinde biriktirilmesi yanlış arazi kullanımının nedenleri arasındadır. Madencilik amaçlı kazılar sonrası açılan kuyuların, galerilerin vb. kapatılmaması, doğal bitki örtüsünü kaybeden toprağın su ve rüzgâr erozyonuna maruz kalması olumsuz sonuçlara neden olabilmektedir. Madenciliğin neden olduğu arazi degradasyonunun etkisi çok büyüktür ve geri dönülemez sonuçlara yol açmaktadır. Nitekim 20. yüzyılın son çeyreğinde madencilik sektöründen 156 milyon hektar alanın zarar gördüğü tahmin edilmektedir. Bergama-Ovacık Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 84 altın madeni alanından çıkartılan hafriyat İzmir-Çanakkale karayolu güzergâhındaki tarım alanları çevresinde tepeler halinde biriktirilmiştir. Bu tepeler rüzgâr ve su erozyonuna uzunca süre kaynak sahası olmuş, yeraltı ve yüzey suları hafriyat içerisindeki kimyasallarca kirletilmiştir. Foto 8: Ovacık (Bergama) altın madeninden Koza Altın İşletmesi’nce çıkartılan hafriyat İzmir-Çanakkale yolu kenarında biriktirilmektedir. Kaynak: Gülersoy, 2008. Foto 9: Papua-Yeni Gine’de maden alanlarının 1990-2004 yılları arası genişlemesi ve arazi degradasyonu. Kaynak: Citron, 2006. 10. Yanlış tarımsal uygulamalar: Tarımsal amaçlı ilaçlama-gübrelemenin aşırıbilinçsiz yapılması, aşırı-bilinçsiz sulama, yanlış ekipman kullanımı, anız yakımı vb. gibi nedenlerle araziler kirlenmekte; sıkışmakta, kabuklaşmakta, tuzlulaşmakta, alkalileşmekte, asitleşmekte; erozyona açık alanlar haline dönüşmektedir. Düşük düzeyde tuzlu veya alkali sahalarda, alkali ve tuzlu maddelerin alt toprakta veya taban suyunda bulunduğu topraklarda bilinçsiz ve aşırı sulamayla üst toprağa taşınarak tuzlaşmaya yol açması sonucunda toprağın verim değerinin düşmesi, kimyasal arazi Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 85 degradasyonu olarak değerlendirilir. Üstelik doğal nedenlerle normalden fazla tuzluluk, alkalilik, asitlik özelliğine sahip sahalarda bu durumlar yörede binlerce yıldır hüküm süren ekolojik koşulların ürünü olup sahaları sınırlıdır. Ayrıca alansal boyutları ve etkinlik dereceleri açısından değişimleri insan ömrünün ötesinde çok uzun zamanlar alır. Oysa insan ve faaliyetlerinden kaynaklanan kimyasal arazi degradasyonu birkaç veya birkaç on yıl gibi çok kısa zaman aralıklarında ve hızla ortaya çıkarak geniş alanları etkileyebilmektedir. Kontrolsüz, aşırı ve bilinçsiz sulama, gübreleme ve tarım ilacı kullanımı vb. arazinin kimyasal ve biyolojik açıdan degradasyona uğramasına neden olmaktadır. Kimyasal arazi degradasyonu çeşitlerinden tuzlaşma ve alkalileşme dünyada geniş tarım alanlarında etkili olmuştur. Tuzlaşma ve alkalileşme en çok kurak ve yarı-kurak bölgelerdeki kapalı havzalarda ve delta ovalarında görülmekle beraber tropikal ve nemli iklim bölgelerinde de görülebilmektedir. Dünya’da en çok tuzlaşma ve alkalileşmenin etkili olduğu sahalar sırasıyla Avustralya, Kuzey ve Orta Asya ile Hazar Gölü’nün kuzey ve kuzeybatı kesimleri, G. Amerika, Güney Asya, Afrika ve Kuzey Amerika’dır. Örneğin Aral Gölü havzasının çölleşmesinde çok fazla sulama, ilaçlama ve gübreleme gerektiren pamuk ekim alanlarının genişletilmesi sonucunda 30-40 yıllık bir zaman zarfında tuzlaşma, çoraklaşma ve kirlenme şeklinde ortaya çıkan kimyasal arazi degradasyonu çok etkili olmuştur. Ülkemizde hafif tuzlu alanlar aşırı ve kontrolsüz sulama suyu veya tuzlu sulama suyu kullanıldığında degradasyona uğrama riski yüksek sahalardır. Hafif tuzlanmanın en çok alan kapladığı havza Büyük Konya Kapalı havzası (111 131,8 ha) olup havzanın % 23,1’inde görülmektedir. Bundan başka B. Menderes, Fırat, Seyhan ve Asi Nehri havzalarında çeşitli derecelerde tuzlaşma ve alkalileşme görülen sahalarda hafif tuzlaşmanın payı % 47,4 ile % 81,9 arasında değişmektedir. Tuzluluğun alan olarak en çok görüldüğü havza yine Büyük Konya Kapalı havzası olup çeşitli derecelerde tuzluluk ve alkaliliğin etkili olduğu toplam alanın % 63’ünde (303 811 ha) tuzluluk görülmektedir. Bu alanlar doğal nedenler ve hatalı sulama sonucu tarımsal potansiyelini tamamen veya büyük ölçüde yitirmiş olan sahaları kapsamaktadır. Seyhan, Gediz, B. Menderes ve Meriç-Ergene havzalarında da tuzlanmanın görüldüğü sahalar büyük alanlar kaplamaktadır. Tuzlu-alkali alanlar ise doğal ve insan faaliyetleri nedeniyle tamamen veya geniş çapta tarım dışı kalmış, daha çok mer’a olarak kullanılabilen sahalar durumundadır. Hafif tuzlualkali sahalar tarım ve otlatma için halen kullanılmakta olup hatalı sulama söz konusu olduğunda ciddi boyutlarda degradasyona uğrama riski altındadırlar. Ülkemizde hafif tuzlualkali sahaların en yaygın olduğu alanların başında Kızılırmak, B. Menderes, Aras Nehri havzaları ile Van ve Konya kapalı havzaları gelir. Değişebilir sodyum oranı yüksek ve çözünebilir tuz oranının düşük olduğu alkali topraklarda, toprağın fiziksel ve kimyasal özellikleri büyük ölçüde bozulduğundan doğal vejetasyon ve kültür bitkilerinin yetişmesi ve gelişmesi büyük ölçüde engellenmiştir. Bir başka deyişle bu sahaların prodüktivitesi ciddi boyutlarda düşmüştür. Türkiye’de alkalileşmenin en etkili olduğu sahaların başında Ceyhan, Kızılırmak ve Doğu Akdeniz havzaları gelmektedir. Alaçatı körfezi çevresinde tarımsal amaçlı olarak yeraltısuyunun aşırı kullanımı yeraltısuyunun tuzlulaşmasına dolayısıyla tarımsal toprakların da tuzlaşmasına neden olmaktadır. Nitekim denizden 2,5-3 km içeride aşırı tuzlu ortamlarda yetişen salicornialara (aslında deniz kenarlarında yetişmektedir) rastlanması bunun göstergesidir. Bunun yanında tarımsal prodüktiviteyi arttırmak için potasyumlu gübrelerin kullanılması da tuzlanmaya neden olabilmektedir. Arazinin verimliliğinde son derece önemli rol oynayan bitki besin elementlerinin kaybı, fiziksel veya mekanik yollarla (erozyon, ağaç dal ve yapraklarının hayvanlara yedirilmesi vb. sonucu) olduğu gibi kimyasal olarak ta ortaya çıkabilmektedir. Bunların Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 86 dışında yılda birden fazla hasat yapılan verimliliği yüksek kültür bitkileri ile dal, yaprak ve gövdesi hasat edilen türler, monokültür, anız yakılması, yakacak olarak tezek kullanılması, aşırı ve erken otlatma bitki besin elementlerinin topraktan uzaklaşmasına, organik maddenin azalmasına veya madde döngüsünde kayıplara yol açmaktadır. Topraktaki bitki besin elementlerinin aşırı ve kontrolsüz sulamayla üst topraktan alt toprağa ve oradan da yer altı suları ve akarsulara taşınarak ortamdan uzaklaştırılması, kimyasal erozyon olarak nitelenmektedir. Sekonder asitleşme ile de bitki besin elementleri durumundaki katyonların yıkanarak uzaklaştırılması süreci hızlanır. Ayrıca toprakta mevcut besin maddelerinin bitkilerce alınmasının engellenmesi de bitki besin maddelerinin kaybı olarak değerlendirilir. Tuzlaşma, asitleşme ve toprak kirleticileri (özellikle ağır metaller) Ca, Na, Mg, K, Fe, Mn ve Zn gibi bir çok bitki besin elementinin bitkiler tarafından alınmasını engeller. Alkalileşme sonucu toprakta yarayışlı demir oranı azalır. Toprak kolloidleri sodyum ile fazla miktarda doyduğunda toprak kolloidleri bitki köklerinden kalsiyum çektiğinden bitkiler kalsiyum yetersizliğinden gelişemez. Petrol ürünleri ve mineral yağlar toprak kolloidlerini kaplayarak iyon alış verişini engeller. Normal seviyelerin üzerine çıkan bakır ve petrol türevleri ile kirlenme topraktaki yararlı mikroorganizmaları öldürdüğü için organik maddenin mineralizasyonu sekteye uğrar. Sonuç olarak topraktaki bitki besin elementlerinin azalmasına yol açan birçok faktör vardır. Örnek olarak asitleşme, tuzlaşma, alkalileşme ve toprak kirliliği her biri farklı kimyasal arazi degradasyonu çeşitleri olmasına karşın aynı zamanda bitki besin maddelerinin azalmasına yol açar veya bitki besin maddelerinden bitkilerin yararlanmasını engelleyebilirler. Genel olarak topraktaki mikro ve makro organizmaların aktivitelerinin yanlış tarımsal uygulamalar vb. nedenlerle sınırlandırılması ve tür kompozisyonlarının bozulması, toprakta besin maddesi kaybı ile besin maddelerinin bitkiler tarafından alınmasını engelleyerek arazide verim kaybına neden olur. Ayrıca istenmeyen türlerin aşırı artması veya yararlı türlerin azalması verim değerinin düşmesine neden olan çeşitli hastalıkların ve zararlıların çoğalmasına yol açar. Toprağın verimliliğinde son derece önemli rol oynayan toprak canlılarının ve işlevlerinin ortadan kaldırılması veya engellenmesi biyolojik arazi degradasyonuna yol açmaktadır. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde arazilerin küçük ve parçalı olması önemli bir sorun teşkil etmektedir. Özellikle küçük tarım işletmeleri, elde edilen gelirin düşüklüğü nedeniyle boş bırakılmaktadır. Böylece tarlalar, yıl boyunca hem su hem de rüzgâr erozyonuna açık hale gelmektedir. Kaldı ki çoğu zaman nadas sisteminin uygulanması ve her yıl aynı ürünün tercih edilmesi, toprağın hem kimyasal hem de fiziksel özelliklerini olumsuz etkilemektedir. Nadas nedeniyle topraklar erozyona açık hale gelmektedir. Bunlara ek olarak bölge genelinde anızın yakılması da erozyon gelişimi için önemli bir sorun teşkil etmektedir. Bu olay, yüzeyin bitki örtüsünden yoksun olmasına neden olmakla kalmamakta, aynı zamanda toprak için gerekli olan birçok mikro organizmanın da yok olmasına sebebiyet vermektedir (Sönmez, 2011: 718719). 11. Yolların verimli tarım alanlarından geçirilmesi: Karayollarının düz ovalardan, vadi tabanlarından geçirilmesi yanlış arazi kullanımının nedenleri arasındadır. A.B.D.’nde yapılan bir araştırmaya göre otomobilin ulaşımda egemen olduğu ülkede her 1 kilometrekare arazi başına 0,6 km karayolu düşmektedir (Tümertekin ve Özgüç, 2011: 545). İdeal arazi kullanım planlamasına göre yollar, yerleşmelerle birlikte düzlük alanlar ile dağlık alanların kesişme noktalarında (heyelan, toprak kayması, deprem riski taşımayan yamaçlar) yer almalıdır. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 87 Foto 10: Solda, Kasım 1995, Kavaklıdere vadisinde dere yatağına yapılan kaçak yapılar. Selin son derece etkili olduğu bu kesimde, çok sayıda bina yıkılmış ve can kaybı olmuştur. Bu durum, selin etkisini ağırlaştıran temel faktörün kaçak yapılaşma olduğunu açıkça göstermektedir. Sağda, Kasım 1999, Kavaklıdere vadisi. Selin birçok can aldığı yatak içinde sel sırasında yıkılan yapılar temizlenmiş olmakla birlikte, yatağın kenarındaki yapılar henüz ortadan kaldırılmamıştır. Kaynak: Mutluer ve Işık, 2000: 65. 12. Yerleşim alanlarının (kır-kent) belirli bir planlama dâhilinde kurulmaması vb.: Yerleşim alanlarının ulusal ölçekte uygulanması gereken arazi kullanım planlama ilkelerine göre kurulmaması yanlış arazi kullanımının bir diğer nedenidir. Geçmişten günümüze uzanan kentlerin mevcut dokusunu ve gelişim yönünü planlaması ve rehabilite etmesi gereken siyasi organlar ve yetkililer bu konuda yetersiz ve ilgisizdirler. Özellikle Türkiye gibi dağlık, engebeli ve eğimli bir topoğrafyaya sahip olan ülkelerde yerleşim sayısı oldukça fazladır (ülkemizde 81 il, 850 ilçe, 667 bucak (belde), 36 699 köy ve tahminen 70 000 civarında köyaltı yerleşmesi mevcuttur). Böylesi bir durum doğal ortam üzerindeki baskıyı daha da arttırmaktadır. Uzunca bir süre bulunduğu doğal kaynakları ve özellikle araziyi yoğun olarak kullanan halk, toprağın verim değerinin düşmesi, miras yoluyla tarım topraklarının parçalanması vb. nedenlerle kentlere akın etmekte ve gecekondu (slum) semtlerini oluşturmaktadır. 4 Kasım 1995 Cumartesi günü İzmir'de meydana gelen şiddetli yağış, güneyde Narlıdere, kuzeyde ise Karşıyaka ve çevresinde büyük bir sel felaketine yol açmıştır. Bu selden, kentin en çok etkilenen bölümü, kuzeydeki volkanik Yamanlar kütlesinin güneyinde kalan yoğun yerleşim alanları olmuştur. Batıda Harmandalı'dan başlayan ve doğuya doğru Küçük Çiğli, Büyük Çiğli, Örnekköy, Büyük ve Küçük Yamanlar ile Karşıyaka çevresinde, 61 kişi yaşamını kaybetmiş, 560 ev yıkılmış ve yaklaşık 10 000 ev sular altında kalmıştır. Akarsuların yukarı kesimlerinde meydana gelen yıkım hasarı ve bunun sonucunda ortaya çıkan can kaybının tek nedeni, dere yataklarının içine konut yapılmasıdır. Bu konutların dere yatağının içine yapılmasında vatandaşın bilinçsizliğinin yanı sıra, yerel yönetimlerin etkili bir şekilde denetim yapmamaları ve kaçak yapılaşmaya adeta göz yummaları etkili olmuştur (Mutluer & Işık, 2000: 58, 61). Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 88 Foto 11: Solda 1973 Mexico City, sağda 200 Mexico City. Gittikçe çökmekte olan bir havzada yer alan Mexico City şehri giderek kalabalıklaşmakta ve araziler üzerindeki baskı artmaktadır. Kaynak: Citron, 2006. 13. Katı ve sıvı çöplerin gelişigüzel arazilere bırakılması (vahşi depolama): Katı ve sıvı çöplerin gelişigüzel arazilere bırakılması (vahşi depolama) da yanlış arazi kullanımının nedenleri arasında olup arazinin verim değerini yitirmesinde etkili olabilmektedir. Ülkemizde yerleşim birimlerinin atıkları, genellikle rastgele depolanmakta hatta doğal ortama gelişigüzel bırakılmaktadır. Nitekim 28 Nisan 1993 tarihinde İstanbul’un Ümraniye ilçesi Hekimbaşı Çöplüğü’nde biriken metan gazının patlaması sonucu meydana gelen faciada 27 kişi ölmüş, 12 kişi kaybolmuştur. Patlama yaklaşık 4,5 yıl boyunca çöplerin kontrolsüz bir şekilde biriktirilmesi nedeniyle meydana gelmiştir. Çöp patlaması İstanbul’un çöp depolama alanlarındaki sorunu gün yüzüne çıkarmış ve 1994 Türkiye yerel seçimlerinde birçok siyasi parti öncelikli olarak İstanbul’un çöp sorununu çözeceği vaadiyle seçimlere girmiştir. Alaçatı güneyinde yer alan Liman Ovası’nda (İzmir-Çeşme Otobanı kenarı) olduğu gibi ova yüzeyine rastgele dökülen moloz ve çöpler arazilerin değerinin düşmesine ve atıl durumda kalmasına yol açmaktadır. Yanlış Arazi Kullanımının Süreçleri Yanlış arazi kullanımının başlıca fiziksel süreçleri su ve rüzgâr erozyonu ile toprakta kayıplar ve diğer olumsuz değişikliklerin meydana gelmesi (erozyonla verimli üst ve alt topraktan kayıplar, su ve rüzgâr erozyonu ile ince toprak materyalinin taşınarak toprağın taşlılaşması, su ve rüzgâr erozyonu ile aşağı havzalardaki verimli toprakların siltasyon, taş, çakıl ve kumul örtüleri ile işgali) toprağın sıkışması, kabuklaşması ve suya aşırı doygun hale gelmesidir. Bunun dışında göçme ve heyelan gibi kütle hareketleri ile orman, mer’a ve tarım alanlarının kaybı, işlenmesinin güçleşmesi ya da kayan kütlenin verimli tarım alanlarını işgal ederek verim değerini düşürmesi fiziksel süreçlerdir. Yanlış arazi kullanımında kimyasal süreçler; tuzlanma, alkalileşme, asitleşme, kirlenme ve nütrient maddelerin azalması veya tükenmesi şeklindedir. Biyolojik süreçler ise toprakta organik maddenin azalması, vejetasyonun tahribi ile mikroorganizma ve faunanın aktivitelerinde azalma şeklinde özetlenebilir (Ponniah, 2000:1’e göre Semenderoğlu, Gülersoy ve İlhan, 2007: 76). A) Yanlış Arazi Kullanımının Fiziksel Süreçleri 1. Toprağın sıkışması: Toprağın çeşitli şekillerde mekanik olarak ezilerek sıkıştırılması sonucu toprak taneciklerinin arasındaki mesafe, dolayısıyla toprak boşlukları Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 89 azalır. Genel olarak aşırı otlatma yapılan mer’alarda, hayvan ve insanlar tarafından üzerinde çok gezilen veya makinelerle ezilen tarım alanlarında bu durum görülmektedir. Aşırı otlatma birim alandan kapasitenin üzerinde yararlanılması, otlakta düzensiz ve çok sayıda hayvanın beslenmesini ifade eder. Böylece otlaklar, biçenekler zorlanır; sonuçta yozlaşır ve aşınım sonucu otlak, fonksiyonunu yitirir (Güney, 2003: 35). Ülkemizde aşırı otlatma yaygın bir olaydır ve yanlış arazi kullanımının en önemli nedenleri arasında yer almaktadır. Şekil 15: Aşırı otlatma yapılan ve hayvanlar tarafından daha çok çiğnenerek sıkışan toprağın infiltrasyon kapasitesi büyük ölçüde düşmektedir. Kaynak: Strahler, 1975’e göre Atalay 1986: 8. Toprağın sıkışmasının arazi degradasyonuna yani toprağın verim değerinde düşmesine yol açması üç şekilde olur. Öncelikle mekanik sıkışma nedeniyle toprak gözenekliliğinin azalması, infiltrasyon (sızma) kapasitesini azalttığından yağışlardan yüzeysel akışa geçiş süresi kısalırken yüzeysel akış miktarı artmakta, erozyon da şiddetlenmektedir. Yani verimli üst toprak taşınarak ortamdan uzaklaşmaktadır. Özellikle kurak ve yarı-kurak bölgelerde ise toprağın sıkışması ile zaten kıt olan yağışlardan suyun toprağın derinliklerine intikali (infiltrasyon) daha da azaldığından kurak dönemde toprakta su ve nem açığı yani kuraklık etkisi daha da artmaktadır. Son olarak toprağın sıkışması aynı zamanda üst bitki örtüsünün ezilmesine, özellikle yüzeysel köklerin zarar görmesine, tohumların çimlenmelerinin engellenmesine yol açmaktadır. Özellikle silt (toz) ve kil gibi ince tanecikler bakımından zengin balçık bünyeli topraklar sıkışmaya eğilimlidir. Bu topraklar nemli iken ağır makinelerle ezilirse infiltrasyon azaldığı gibi toprak bünyesine giren suyun yer çekimi ile aşağı yönde hareketi (perkolasyon) de azalmaktadır. Sonuçta yüzeydeki çukurluklarda toprak işleme makinelerinin açtığı arıklarda su birikmesi oluşmaktadır. Bu durum toprakta su ve hava dolaşımını olumsuz etkilediği gibi bitki köklerinin ve toprak organizmalarının solunumunu da güçleştirerek toprağın verimini düşürmektedir (Semenderoğlu, Gülersoy ve İlhan, 2007: 76-77). 2. Toprağın Kabuklaşması: Toprağın kabuklaşması mekanik ve kimyasal süreçlerle olmak üzere iki farklı çeşitte olabilmektedir. Mekanik etkilerle kabuklaşma; toprak yüzeyinde yoğun insan ve hayvan trafiği ile makinelerin toprağı sıkıştırması yoluyla olmaktadır. Aşırı ve bilinçsiz sulama sonucu meydana gelen tuzlanma da kabuklaşmaya yol açar. Tuzlu taban suyunun yükselmesi ile çeşitli tuzlar toprağın üst kısımlarına hatta yüzeye kadar taşınır, bilahare buharlaşma sonucu bu kısımlarda tuzlar çökelerek veya kristalleşerek bir kabuk tabakası oluşturabilmektedir. Tuz tabakası yeterince sert ve kalın olması durumunda tuz kabuğundan (salt pan) söz edilir. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 90 Toprağın çeşitli seviyelerinde meydana gelen kabuklaşma kök gelişimini ve çimlenmeyi engelleme yanında sert ve geçirimsiz kabuk tabakası ile yüzey arasındaki toprak hacmini azalttığından toprağın infiltrasyon dolayısıyla su tutma kapasitesini de düşürmektedir. Ayrıca yüzeysel akışa geçen su miktarını arttırdığından erozyonun şiddetlenmesine de neden olur. Bundan başka düz ve düşük eğimli sahalarda yağışlı mevsimde infiltre olamayan su birikintileri toprağın uzun süre yaş kalmasına yani yaşlılık sorununa da yol açabilmektedir. Toprağın uzun süre yaş kalması işlenmesini ve ekimi de geciktireceğinden arazi veriminin düşmesinde önemli etkilerde bulunur (Semenderoğlu, Gülersoy ve İlhan, 2007: 77-78). 3. Toprağın suya aşırı doygun hale gelmesi (Toprakta Yaşlık): Toprak yaşlığı ya da toprak ıslaklığı, toprak gözeneklerinin geçici veya sürekli olarak suya doygun halde kalması durumudur. Toprak yaşlığının doğal ve insan kökenli nedenleri vardır. Toprak yaşlığının bir yanlış arazi kullanım türü veya degradasyon olarak kabul edilmesi için olayın insan ömrü dâhilinde izlenebilecek bir zaman aralığında olması ve toprağın önceki verimine göre daha niteliksiz hale gelmesi ayrıca genel olarak insan etkinliklerinden kaynaklanması gerekir. Bunun yanında yaşlık sorununun dönemsel, periyodik veya sürekli olması da beklenir. Yaşlık sorununun dolaylı olarak insan etkisiyle ortaya çıkması genellikle eğimli yamaçların bulunduğu yukarı havzalarda yanlış arazi kullanımı (VI. ve VII. sınıf arazilerin tarıma açılması, aşırı ve erken otlatma, eğimli yamaçlarda toprağın eğim yönüne paralel sürülmesi, toprak koruma önlemleri alınmaması vb.) ve doğal vejetasyonun tahribi ile ilgilidir. Bunun sonucunda eğimli yamalarda erozyon hızlanır, toprak derinliği azalır. Eğimli yamaçların gerek toprak derinliğinin azalması gerekse toprak üstü yapılarıyla yüzeysel akışı engelleyen veya yavaşlatan koruyucu bitki örtüsünden mahrum kalması toprağın ve ana materyalin infiltrasyon kapasitesini azaltır. Bu arada bitki örtüsünün tahrip edilmesi ile interserpsiyon da azalır. Bütün bunlar yüzeysel yağıştan yüzeysel akışa geçiş süresini kısalttığı gibi yağıştan yüzeysel akışa geçen su miktarını da büyük ölçüde arttırır. Sonuçta aşağı havzalardaki akarsularda özellikle uzun süreli sağanak yağışlar ve kar erimelerinin birlikte yaşandığı ilkbahar dönemlerinde taşkın frekansı artar. Daha sık ve uzun süreli taşkına uğrayan tarım alanlarında yaşlık sorunu tehdit edici boyutlara ulaşır (Semenderoğlu, Gülersoy ve İlhan, 2007: 79-80). Ancak doğal olarak geçici veya sürekli sular altında kalan bataklık, tuzlu bataklık (marş) ve sazlık alanlar degrade olmuş arazi şeklinde değerlendirilmemelidir. Sulak alanlar (wet lands) olarak nitelenen bu alanlar biyolojik üretim açısından en yüksek verimli sahalar olmaları yanında bir dizi çevre sorununun azaltılmasında büyük rol oynar. Sulak alanlar taşkın sularının olarak toplandığı doğal rezervuar rolü üstlenir. Pestisit ve organik atıkların arıtıldığı doğal arıtma tesisi şeklinde çalışırlar. Kontrollü kullanılmak şartıyla su ürünleri açısından büyük ekonomik öneme sahiptirler. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 91 Şekil 16: Dünya arazi degradasyon haritası. Harita, büyük ölçüde su ve rüzgâr erozyonunun, ormansızlaştırma ve aşırı-erken otlatma baskısının yoğun olduğu alanları ifade etmektedir. Kaynak: www.ecowalkthetalk.com. 4. Su erozyonu ile toprağın aşınması: Su erozyonu; damla erozyonu, yüzey erozyonu (tabaka erozyonu), parmak erozyonu (selcik yarıntısı erozyonu), oyuntu-yarıntı erozyonu şeklindedir. Bunların yanında akarsuların yamaçlardan toprak ve anamateryal sökerek aşındırarak taşıması, kıyılarda dalga ve akıntıların yol açtığı erozyon (kıyı erozyonu) da su erozyonu kapsamında ele alınmaktadır. Önlem alınmadığı takdirde yüzey erozyonu parmak erozyonuna, parmak erozyonu da oyuntu-yarıntı erozyonuna dönüşmektedir. Su erozyonunun başlaması için toprağın infiltrasyon (toprağın su alması, suyun sızması) kapasitesinin aşılması ve yağış sularının yüzeysel akışa geçerek toprak taneciklerini eğim yönünde sürüklemesi gerekir. Yüzey erozyonu veya tabaka erozyonu eğim ve toprak yüzeyinin homojen yapıda olduğu işlenen sahalarda yaygındır. Yavaş seyrettiği ve oluşan küçük akış çizgileri toprağın işlenmesi sırasında giderilerek belirgin bir yüzey arızası oluşturmadığı için çiftçiler tarafından geç fark edilir. Birikim horizonunda (B horizonu) kireç ve diğer katyonların biriktiği kurak ve yarıkurak, yarı nemli bölgelerde kızıl-kahverengi üst toprağın (Gaziantep-Urfa platosu), İç ve Batı Anadolu’da rendzina topraklarının, İç Anadolu’da kahverengi step ve kestane rengi toprakların bulunduğu sahalarda koyu renkli üst toprağın sıyrılması ile açığa çıkan B horizonu, kireçli beyaz renkli açıklıklar halinde yüzey erozyonuna işaret eder. Alt toprağın pulluk tabakasına karışması, etek yamaç veya tabanda taşınmış ince materyal birikimi, küçük yüzey akış çizgileri yüzey erozyonunun diğer delilleridir. Yüzey erozyonu, organik madde bakımından fakir, zayıf strüktürlü, killi ve yüzey altında geçirimsiz bir tabaka olan topraklarda yaygındır (Bahtiyar, 2000: 45). Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 92 Şekil 17: Türkiye’de yanlış arazi kullanımının karakteristik göstergesi erozyondur. Ülkemiz yüzeyinin % 79’unda orta şiddetli ve çok şiddetli derecede erozyon meydana gelmektedir. Ülkemizde 1 mil2’den 1500 ton toprak/anamateryal taşınmaktadır. Oysa dünya standartlarına göre, bu oran 500 tonu aştığında o sahanın felaket derecede aşınmaya uğradığı kabul edilmektedir. Kaynak: www.tema.org.tr. Su erozyonunun ilerlemesi sonucu küçük akış çizgileri gelişip birleşerek derinliği 2–3 cm’den 20–25 cm’ye varan selcik yarıntılarına (parmak erozyonu) geçilir. Derinleşmiş yarıntılar toprak işlemesi sırasında yüzey erozyonu kadar maskelenemezse de verimli üst toprak önemli ölçüde taşındığından arazi degradasyonunun daha ileri boyutlara ulaştığına işaret eder. Bundan başka killi ve işlenmesi daha güç alt toprak veya B horizonu açığa çıkar. Genellikle % 6’dan çok eğimli, çıplak satıhlarda şiddetli yağışlardan sonra bol ve hızlı, yüksek enerjili yüzeysel akış sırasında meydana gelirler. Hatalı toprak işleme (eğim yönünde karıklar açılması), hayvan ve insanların ayak izlerinin oluşturduğu çukurluklar, traktör vb. tekerlek izleri yüzeysel akışa geçen suların buralarda toplanması ve kanalize olmalarına neden olarak parmak erozyonunu hızlandırmaktadır. Oyuntu erozyonu (gully erozyonu) ise parmak erozyonunun bazı durumlarda ilerlemesi ile gelişir. Gevşek, kırıntılı ve kohezyonu düşük unsurların bulunduğu erozyona son derece hassas arazilerde meydana gelen oyuntuların genişliği ve derinliği 30 cm’den onlarca metreye kadar olabilir. Birbirinden keskin sırtlarla ayrılan oyuntular üzerinde yürümesi güç arazi oluşturduğundan morfolojide bu tip alanlar için badlands topoğrafyası terimi kullanılır. Oyuntu erozyonu, büyük çapta toprak ve bitki besin maddesi kaybına, toprağın su tutma ve infiltrasyon kapasitesinin azalmasına yol açar. Oyuntu erozyonunun en önemli zararı ise yarıntı ve oyuntuların yer yer toprağın işlenmesini önlemesi, tarım yapılabilir sahanın daralması hatta tarlanın bazı parçalarının zorunlu olarak işlenememesine yol açmasıdır (Çepel, Bahtiyar vd., 2000: 47). Ülkemizde Aydın dağlarının güney, Bozdağlar’ın kuzey yamaçlarındaki kumlu, milli, çakıllı tmolos depoları, İç ve Batı Anadolu’daki killi, siltli, kumlu ve çakıllı neojen göl depoları, Çankırı ve Kızılırmak yayı içinde kalan tuz, jips ve Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 93 anhidritten oluşan Oligosen yaşlı evaporit depolar oyuntu erozyonunun en çok geliştiği alanlardır. Su erozyonunun ortaya çıkmasında ve kabul edilebilir sınırların aşılmasında rol oynayan sosyo-ekonomik nedenler yani insanın etkileri; doğal vejetasyonun çeşitli nedenlerle tahrip edilmesi, orman alanlarının (VII. Sınıf arazilerin) tarım alanı veya mer’a olarak kullanılması, mer’a olarak kullanılması gereken alanların tarıma açılması, aşırı ve erken otlatma, tek yıllık ürün çiftçiliği ve tarımda monokültürün dünyada yaygın olması, anız yakma, yüzeysel akışın yetersiz yönetimi şeklinde özetlenebilir. Sosyo-ekonomik nedenler genel olarak insan etkilerini kapsayan ve yanlış arazi kullanımı çerçevesinde değerlendirilen uygulamalardır. Foto 12: Madagaskar’da yağmur ormanlarının tahribatı sonucunda erozyonun hızlanması ve “lavaka” adı verilen gully (yarıntı) oluşumu. Kaynak: Casper, 2010: 72. Bilindiği gibi toprak, ana kaya veya ana materyalin aşındırılarak taşınması anlamına gelen erozyon, milyonlarca yıldır yeryüzünün şekillenmesinde rol oynayan doğal bir olaydır (jeolojik erozyon/doğal erozyon). Her türlü iklim, ana kaya/toprak, doğal vejetasyon ve topoğrafya şartlarında toprak, su, bitki örtüsü ve bitki besin maddeleri arasında erozyon hızını kontrol eden doğal bir denge vardır. İnsan doğal bitki örtüsünü tahrip ederek, yanlış toprak işleme teknikleri uygulayarak, orman ve mer’a olarak kullanılması gereken sahaları tarıma açarak (yanlış arazi kullanımı) bu dengeyi bozmakta ve korumasız kalan toprak hızla aşındırılarak taşınmaktadır. Hızlandırılmış erozyon olarak tabir edilen bu durum çeşitli hız ve şiddette devam ederek toprağın en üretken kesimi olan üst toprağı yerine göre daha derin kısımlarını aşındırarak verim değerinin düşmesine yani arazi degradasyonuna yol açmaktadır. Erozyon ekstrem derecede ilerlediğinde ana kaya üzerindeki tüm toprak horizonları (solum katı) taşınmakta ve arazi çıplak VIII. sınıf arazilere (tarım, orman ve mer’a olarak kullanılamayan işe yaramaz arazi) dönüşmektedir. Bu duruma gelerek prodüktivitesini Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 94 kaybeden arazilerde çözülen ana kaya/ana materyal erozyonla taşınmaya devam etmektedir. Su erozyonu diğer erozyon çeşitleri arasında (rüzgâr erozyonu, buzul ve dalga erozyonu, çığ ve kütle hareketleri vb.) arazi degradasyonuna yol açan en etkili ve yaygın erozyon çeşididir. Orman örtüsü, çalılık veya mer’a olarak kullanılan step toplulukları gibi doğal vejetasyonun geniş çapta ortadan kaldırılması, arazinin su erozyonuna karşı korumasız kalmasına neden olmaktadır. Ormanların ticari amaçla aşırı olarak kesilmesi (özellikle traşlama kesim), özellikle ayrıştığında kumlu materyal veren ana kayaların bulunduğu eğimli sahalarda su erozyonunun etkisinin şiddetlenmesine neden olmaktadır. Ormanların ve çalılıkların tarla açma, otlak sahası temin etme, turizm yapılaşması gibi nedenlerle yakılarak ortadan kaldırılması sık rastlanan bir durumdur. Şekil 18: Bozdağlar ve Bozdağlar’ın güney yamaçlarındaki tmolos depoları üzerinde doğal dengenin bozulmadan önceki durumu. Kaynak: Semenderoğlu ve Çukur 2004: 177. Şekil 19: Aynı arazide doğal vejetasyonun tahribi ve yanlış arazi kullanımı sonucu hızlanan su erozyonu ve kütle hareketleri ile doğal dengenin bozularak arazinin degradasyona uğraması Kaynak: Semenderoğlu ve Çukur 2004: 177. 5. Su erozyonu ile alt havzada siltasyon ve taşlılaşma: Yoğun vejetasyon tahribatının görüldüğü dik, eğimli yüksek alanlardan havza ve ovalara, erozyonla taşınan kaba (çakıl, blok vb) ve ince (kum, kil, silt) malzemeler dağ eteklerinde ve ova tabanlarında birikmektedir. Bu şekilde aşağı havzada veya ovadaki verimli tarım alanları taş, moloz, kum, Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 95 kil ve siltlerle kaplanarak arazinin verim değeri düşmekte, işlenmesi güçleşmektedir. Dağlık alanlarda hayvancılık ve yakacak temini gibi insan faaliyetleri sonucu artan erozyon ve sellenme, havza tabanlarında II. ve III. sınıf arazilerin yer yer V., VI. sınıf arazilere dönüşmesine yol açmıştır (Atalay, 2000: 202). Barajların, liman ve haliçlerin siltasyon ile dolması ve ekonomik ömürlerinin kısalması da yanlış arazi kullanımının bir sonucudur. Su erozyonu sonucu meydana gelen taşlılaşma aşağı havza kenarlarından başka yukarı havzanın eğimli yamaçlarında da ortaya çıkabilmektedir. Bu sahalarda doğal dengenin bozulması nedeniyle ince materyal erozyonla taşınmakta, sonuçta toprak iskeletini oluşturan çakıl ve taşlardan ibaret yüzey malzemesi kalmaktadır. Flişlerden oluşan arazilerde, eğimli yamaçlarda bitki örtüsünün tahribi ve yanlış arazi kullanımı sonucu hızlandırılmış erozyon etkisiyle ince materyaller (kum, silt, kil) taşınır ve saha; orman, mer’a ve tarım alanı olarak değer taşımayan taş ve çakıllarla kaplı (litosol) VIII. sınıf işe yaramayan arazilere dönüşür. Pedojenezin çok yavaş seyrettiği dolomit, dolomitik kireçtaşı, kristalize kireçtaşı, kuvarsitler ile aglomera ve konglomeralarlardan oluşan araziler üzerindeki vejetasyonun tahribatı, yanlış tarım uygulamaları vb. çözülme ürünü olan ince malzemelerin erozyonla taşınmasına ve geriye taşı-çakıllı bir yüzeyin kalmasına neden olmaktadır. Fiziksel ve kimyasal ayrışmanın güç ve yavaş gerçekleştiği yüzey volkanitlerinden andezit, dasit, trakit ve riyolitler üzerindeki eğimli sahalarda doğal denge bozulduğunda, yüzeyde volkanik litosollerden ibaret taş ve çakılların bulunduğu verimsiz sahalar meydana gelmektedir. Bu durum Ege, Akdeniz ve İç Anadolu bölgelerindeki volkanitler üzerinde sıkça görülmektedir. Örneğin Çeşme-Alaçatı ve Yamanlar Dağı’nda andezitlerle kaplı sahalar yoğun tahribat nedeniyle ileri derecede degradasyona uğramış, yağış 650 mm’nin üzerinde olmasına karşın bu sahalar adeta taş çölüne dönüşmüştür (Semenderoğlu, 1999: 148). 6. Rüzgâr Erozyonu ile İnce Tanelerin Uzaklaştırılması: Rüzgâr erozyonu esasen kurak ve yarı-kurak bölgelerde kum, kil ve silt boyutunda ince malzemenin rüzgârla aşındırılarak, yerinden sökülerek taşınması ve uygun yerlerde biriktirilmesi şeklinde tarif edilebilir. Kıyı kumulları bir yana bırakılırsa, rüzgâr erozyonu dünya üzerinde yüksek basınç koşulları altında, çok az yağış alan, bitki örtüsünden yoksun gerçek çöllerde oluşmaktadır. Ancak rüzgâr erozyonu yanlış arazi kullanımı ve iklim değişiklikleri nedeniyle kurak ve yarıkurak alanlar haricinde de kendini gösterebilmektedir. Rüzgâr erozyonu ile toprak taneciklerinin taşınması ve aşınmanın meydana gelebilmesi için sahanın düz veya düze yakın az eğimli, zeminin kuru ve gevşek ayrıca koruyucu bitki örtüsünden yoksun olması gereklidir. Bundan başka civarda deflasyon için kaynak oluşturan bolca ince, uçucu malzeme (kil, silt, kum) içeren eski göl depoları, lös depoları, akarsu yatak depoları, kıyı kumulları ve sürülüp ekilmemiş nadas alanlarının bulunması gerekir. Kuru zemin şartları kurak ve yarı kurak bölgelerde yaygın olmakla birlikte yarı nemli hatta nemli bölgelerde de kurak yaz mevsimi rüzgâr erozyonu için İstanbul yakınlarında Terkos-Durusu, Ağaçlı, Sinop-Sarıkum, Karapınar (Konya), Akhisar kumul sahalarında olduğu gibi uygun şartlar hazırlayabilir (Günay, 1997: 76). Bitki örtüsünün tahribi, yanlış arazi kullanımı nedeniyle koruyucu kabuğun parçalanması Konya-Karapınar örneğinde olduğu gibi deflasyonu şiddetlendirir. Silt ve kil boyutunda ince malzemelerin bulunduğu yarı-kurak bölge topraklarında toprağın yaz döneminde özellikle makinelerle işlenmesi, toprağın fazlaca ufalanması ve gevşek, düz bir zemin oluşturulması nedeniyle rüzgâr erozyonunu şiddetlendirmektedir. Bu sahalarda doğal bitki örtüsünün de tahrip edilmesi toprakları rüzgâr erozyonuna karşı iyice savunmasız bırakmaktadır. Toprağın üst kısmında deflasyonla malzeme taşınması, öncelikle rüzgâr erozyonunun yerinde yani kaynak sahasında arazinin verim değerinin düşmesine ya da arazi degradasyonuna yol açmaktadır. Üst toprak, toprağın humus ve besleyici maddeler Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 96 bakımından en zengin kısmıdır. Uygun şartlarda, havza tabanlarında, havza ve ovaların kenar kesimlerindeki arızalı sahalarda yanlış arazi kullanımı şeklinde insan faaliyetleri, sahada toprak-bitki-su dengesinin bozulmasına yol açarak rüzgâr erozyonu ile üst toprağın taşınmasını başlatır veya hızlandırır. Bu şekilde kaynak sahasındaki toprağın veya arazinin verim değerinin düşer. Anız yakılması da toprağın rüzgârla temasını arttırdığından rüzgâr erozyonunu hızlandırmaktadır. Arazinin verim değerinin düşmesi başlangıçta verimli üst toprağın taşınması şeklinde iken, ileri safhalarda toprak kütlesinin giderek taşınması mineral kayıplarına yol açtığı gibi sığlaşan toprağın üzerinde doğal bitki türleri ve yetiştirilebilir ürün deseninin sınırlanmasına neden olur. Toprak sığlaştıkça su tutma kapasitesi ve infiltrasyon kapasitesi de azalacağından yüzeysel akışla (su erozyonu ile) toprak kaybı hızlanmaktadır. Kurak, yarı-kurak iklim sahalarında toprak iskeletinin yoğun olduğu çakıllı, taşlı topraklarda çeşitli nedenlerle doğal denge bozulduğunda (bitki örtüsünün tahribi vb) deflasyonla kum, kil ve silt boyutundaki ince malzemeler ortamdan uzaklaştırılır sonuçta geriye çakıl ve taşlardan oluşan bir yüzey örtüsü ortaya çıkarak arazinin verim değeri düşer. 7. Rüzgâr erozyonu ile verimli tarım alanlarının kumullarla işgali Rüzgâr erozyonu ile ince malzemenin taşınarak verimli alanları işgali arazinin verim değerinin düşmesine hatta tamamen elden çıkmasına yol açabilmektedir. Kurak ve yarı-kurak sahalarda özellikle kumlu topraklarda doğal vejetasyonun tahribi, aşırı ve erken otlatma, yanlış tarım uygulamaları vb sonucu bitki örtüsünün koruyuculuğu ortadan kaldırıldığında rüzgâr erozyonu için son derece elverişli şartlar oluşur ve deflasyonla havalanan kil, silt ve kum boyutundaki materyal çalı, taş vb herhangi bir engelin gerisinde birikerek kumullar oluşturur. Hareketli olan kumullar hâkim rüzgâr yönünde ilerleyerek verimli tarım alanlarını hatta yerleşim alanlarını işgal ederler. Konya-Ereğli arasındaki eski Pleistosen gölü tabanında bulunan üzeri koruyucu kaymak tabakası ve doğal bitki örtüsü ile kaplı ince siltli-killi ve kumlu materyal yanlış arazi kullanımı sonucu rüzgâr erozyonu için çok uygun bir kaynak sahası haline gelmiş ve oluşan hareketli kumullar geniş tarım ve mer’a alanlarını işgal etmiştir. Foto 13: Konya-Karapınar rüzgâr erozyonuyla kumul oluşumu. Konya-Ereğli arasında Eski Pleyistosen göl tabanına tekabül eden geniş mer’a alanları, 1950’li yılların başında tarımda makineleşmenin hızlanmasıyla tarım alanlarına dönüştürülmüştür. Aşırı otlatma faaliyetlerinin de devam etmesi rüzgâr ve su erozyonunun şiddetlenmesine ve arazinin degrade olmasına neden olmuştur. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 97 Kumul işgali özel durumlarda kurak ve yarı-kurak sahaların dışında da görülür. Örneğin Kum Çayı havzasında yıllık ortalama yağış 600–800 mm arasında olmasına rağmen rüzgâr erozyonu ve kumul işgali görülmektedir. Gediz depresyonunun yan kolu halindeki Akhisar havzası ovalarından birini oluşturan Akselendi ovasındaki kumul oluşumu, çok eskiden başlamış olmakla birlikte, özellikle 1950’li yıllarda Kumçayı’nın Çömlekçi köyü yakınlarında Gölmarmara depresyonuna çevrilmesi sonucunda, kumul alanının gelişmesinde belirgin bir hızlanma gözlenmiştir. Kumul alanı çevresinde aşın hayvan otlatılması ve yine eski yatak üzerinde kum ocaklarının açılması da kumul oluşumunu hızlandırmıştır. Son 8-10 yıldır gerek su kullanımının artışı ve gerekse yağış miktarındaki nispi azalmaya bağlı olarak Kumçayı’nın ovadaki bölümüne hiç su verilememiştir. Bu nedenle, Kumçayı eski yatağındaki deflasyona uygun alüvyal malzeme, daha fazla kumul oluşumuna katılmıştır. Söz konusu kumulun kaynağı olarak görülen Kumçayı yatağının güneye çevrilmesi kumul hareketini durduramamış, aksine belirtilen nedenlerden dolayı daha da hızlanmıştır. Hareketli kumullar civardaki bağlar ve diğer tarım alanlarını yılda 10–15 m’yi bulan bir hızla işgal etmiştir. Kumulların istilâ ettiği tarım alanları her geçen gün biraz daha artmakta, ekonomik kayıplar büyümektedir. (Öner & Mutluer, 1993: 133-160). Foto 14: Gediz depresyonunun yan kolu halindeki Akhisar havzası ovalarından birini oluşturan Akselendi ovasındaki kumul oluşumu. Bu sahadaki kumul oluşumu eskiden başlamış olmakla birlikte, özellikle 1950’li yıllarda Kumçayı’nın Çömlekçi köyü yakınlarında Gölmarmara depresyonuna çevrilmesi sonucunda, kumul alanının gelişmesinde belirgin bir hızlanma gözlenmiştir. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 98 Foto15: Rüzgâr erozyonu ile çölleşen alanlara örnekler. Görüldüğü gibi Sahra Çölü’nün genişlemesi tarım alanlarını, yerleşim alanlarını tehdit etmekte ve birçok yerleşim birimi terk edilmektedir. İklim kriterleri açısından kumul oluşumu sahalarının dışında görülen kıyı alanlarında da kumul oluşumu ve kumul hareketlerinden doğan kumul işgalleri görülmektedir. Kıyı alanlarındaki kumullar turizm ve kentleşme için inşaat malzemesi temini vb. amaçlarla deforme edildiklerinde alttaki gevşek kumlar tekrar deflasyonla harekete geçebilmekte ve civardaki tarım alanlarını işgal edebilmektedir. Bu süreç Çukurova, Göksu, K. Menderes, Eşen Çayı, Sakarya ve Yeşil Irmak deltaları kıyıları, Kilyos-Terkos arası, Side-Sorgun kıyıları ve Şile çevresi kumullarında yer yer yaşanmaktadır. 1965-1990 yılları arasında yapılan değerlendirmede, ülkemizde sadece Cihanbeyli, Ereğli (Konya), Iğdır, Karaman, Karapınar, Konya, Nallıhan ve Niğde yarıkurak-çok kurak sınırında bölgeler olarak göze çarpmaktadır. 1991-2007 arasında ise yukarıdaki alanlara ek olarak kurak bölgeler Aksaray’ı da içine alarak genişlemiştir. Sonuç olarak; çölleşmeye açık yarı-kurak alanlara sahip risk bölgeleri son yıllarda Konya Ovasından Doğu Akdeniz’ e doğru bir yayılma göstermektedir (Ceylan vd., 2009: 7). 8. Diğer Erozyon Çeşitleri ve Etkileri: Su ve rüzgâr erozyonundan başka çığ ve buzulların aşındırma biriktirme faaliyetleri, kütle hareketleri, kıyılarda dalga ve akıntılar erozyona yol açabilmektedir. Bunlar içerisinde yanlış arazi kullanımı sonucu etki alanları ve şiddet dereceleri artanlar kütle hareketleri ve kıyılardaki dalga ve akıntılardır. Yamaçlarda doğal vejetasyonun tahribatı, yol yapım çalışmaları, bina vb. yapıların inşası vb. gibi nedenlerle doğal dengenin bozulması ile meydana gelen kütle hareketleri nitelikli arazilerin kaybına veya arazi degradasyonuna neden olmaktadır. Kütle hareketleri yamaçlarda, özellikle vadi yamaçlarında jeolojik kütle veya çözülme ürünü olan enkaz mantosunun yanlış arazi kullanımı sonucu yamaç dengesinin bozulması sonucu kütle halinde, hızlı veya yavaş kayması/akması şeklinde özetlenebilir. Kurak bölgelerde kütle hareketlerine ender rastlanırken nemli ve yağışlı bölgelerde sık rastlanması suyun rolüne işaret eder. Yamaçtaki enkaz mantosunun özelliği de kütle hareketlerinde belirleyicidir. Killi depolar suya doygun ve kuru iken hacim değişimine uğradığından kütle hareketlerine en uygun malzemelerdir. Fliş, marn gibi anakayalar üzerinde killi enkaz mantosu oluştuğundan kütle hareketleri sık gerçekleşirken, kalker ve bazaltlar üzerinde ender olarak gerçekleşir (Erinç, 1982: 359). Anakayanın serpantinit ile diğer ultrabazik kayaçlardan ve killi neojen tortullardan oluştuğu nemli, yarı-nemli bölge yamaçlarında ayrışma ürünleri killi olduğundan kütle hareketlerine sık rastlanmaktadır. Yanlış arazi kullanımı sonucu etki alanı ve şiddet derecesi artan heyelanlar kaya, enkaz mantosu veya toprak kütlelerinin yer çekimi etkisiyle yerlerinden koparak yer Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 99 değiştirmesi şeklindeki kütle hareketleridir. Tabakaların yamaç eğimine paralel olması, tabakalar arasında killi seviyelerin bulunması veya enkazın altında killi bir yüzey bulunması heyelanları kolaylaştırır. Heyelan adı altında toplanan kütle hareketleri; asıl heyelanlar, göçmeler ve toprak kaymaları şeklinde üç grupta toplanabilir. Bunlardan asıl heyelanların oluşumunda su daha çok hazırlayıcı bir etmendir. Ülkemizde Doğu Karadeniz Bölgesi’nde bu tip heyelanlara sık rastlanır. Bu tip heyelanlar olmadan günler önce kopma bölgesinde dik ve derin yarıklar oluşur. Ancak asıl heyelan birkaç dakikada hızlı, gürültülü ve şiddetli bir şekilde vuku bulur. Heyelan sırasında milyonlarca metreküp malzeme yer değiştirebilir ve heyelan yüzlerce metre boyutlarında alanları etkileyebilir. Göçmeler heyelanın bir başka tipidir. Ancak göçmede altta kütlenin kaymasını sağlayan killi bir seviye bulunmaz. Bunun dışında görünüş olarak asıl heyelanlarla aynı yapıdadır. Yol yapımı vb. ile yamaç dengesinin bozulması göçmelerin başlıca nedenidir. Göçmeler genellikle yamaç dengesinin bozulması sonucunda ağır ve gevşek depolardan oluşan kütlelerin basamaklı dilimler halinde kaymasıdır. Gevşek kumlu, siltli ve killi neojen depoları üzerinde sıkça rastlanır. Kütle hareketlerinden çamur akıntıları ise bitki örtüsünden yoksun kurak ve yarı-kurak bölgelerde görülmektedir. Ancak yarı kurak-yarı nemli alanlarda ender de olsa meydana gelebilen çamur akıntıları özellikle eğimin azaldığı etek ve düzlüklerdeki nitelikli arazilerin prodüktivitesinin azalmasına neden olabilmektedir. 13 Temmuz 1995 tarihinde Senirkent’te meydana gelen sel ve çamur akıntısı buna örnek verilebilir. Olaydan birkaç gün önce yağışlarla suya doymuş olan malzeme, olay günü rekor düzeyde artan yağışların akabinde yüzeysel sellenmeler (sheetflood) ile aşağılara sürüklenmiştir. Yamaçlardaki yamaç döküntüleri (talus), zirve bölgesinden kaynaklanan moren depoları başlangıçta sulu karakter gösteren sel sularına karışarak eğimli yamaçlardan aşağıya yönelmiş ve çamur akıntısına dönüşmüştür. Çamur akıntıları vadilere kanalize olmuş ve bir birikinti konisi üzerine kurulmuş olan Senirkent’e ulaştığında 4 kola ayrılmış kollardan biri Senirkent’e girmiştir (Ertek, 1995: 127). Dev kaya bloklarını sürükleyecek güçte olan çamur akıntısı Senirkent’te evlerin yıkılmasına ve ölümlere neden olmaktan başka Senirkent ovasında yer alan tarım alanlarının büyük bir bölümünün çamur, çakıl ve kaya blokları ile örtülmesine dolayısıyla arazi degradasyonuna yol açmıştır. Çünkü tarımsal potansiyeli yüksek alüvyal topraklar, tarımsal potansiyeli olmayan veya çok az olan çamurlu çakıl ve kaya blokları ile örülmüştür. Aynı şekilde Senirkent’in gerisindeki yamaçlar çıplak anakayaya göre prodüktivitesi daha yüksek olan enkaz mantosu ve sığ topraklarını da kaybettiğinden daha da degrade olmuştur. Senirkent seli veya çamur akıntısı tamamen yanlış arazi kullanımının sonucudur. Son 80–100 yıl boyunca Senirkent’in gerisindeki dağlık alanda sedir ağaçlarının yakacak ve yapacak olarak aşırı kullanımı ve hayvanlara yedirilmesi eğimli yamaçların bitki örtüsünün korumasından mahrum kalmasına yol açmış ve felaketin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Yanlış arazi kullanımı sonucu meydana gelen kütle hareketlerinin görüldüğü alanlar genellikle VI. sınıf veya orman olarak kullanılması gereken VII. sınıf, çok eğimli araziler olduğundan kütle hareketlerinden sonra iyi bir orman alanı olarak kullanılma özelliğini de kaybederek degrade olur (VIII. sınıf arazilere dönüşürler). Kütle hareketleri orman sahalarının daralmasına ve kalitesinin düşmesine neden olabilmektedirler. Enkaz mantosu veya toprağın kütle hareketleri sonucunda sıyrılması ile ağaç kökleri açığa çıktığı gibi bu sahalar degrade olarak doğal veya insan eliyle yeniden ağaçlandırılması çoğu kez imkânsız hale gelir (Sür, 1977: 141). Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 100 Foto 16: Yanlış arazi kullanımı felaket oluşumuna zemin hazırlamaktadır. Nitekim, 13 Temmuz 1995 tarihinde Senirkent’te sel ve çamur akıntısı meydana gelmiştir. Olaydan birkaç gün önce yağışlarla suya doymuş olan malzeme, olay günü rekor düzeyde artan yağışların akabinde yüzeysel sellenmeler ile aşağılara sürüklenmiştir. Çamur akıntıları önüne kattığı dev kaya bloklarıyla Senirkent’e ulaşmış ve 74 vatandaşımızın hayatını kaybetmesine, 209 evin oturulamaz hale gelmesine neden olmuştur. Toprak kayması nispeten düşük eğimli ve ince malzeme oranı yüksek yamaç depoları ve topraklar üzerinde meydana gelebilmektedir. Genellikle tarım alanı olarak kullanılan bu sahalarda verimli üst toprak kaybı sahanın prodüktivitesini düşürerek arazi degradasyonuna yol açabilmektedir. Batı ve Orta kıyı bölümünde eğimli yamaçlarda yoğun orman örtüsünün ortadan kaldırılarak yerine doğal ormanlara göre seyrek fındık bahçeleri tesis edildiğinde sığ köklü kültür bitkileri sürünme ve toprak kayması gibi kütle hareketlerine engel olamamaktadır. Ancak Doğu Karadeniz Bölümü’nde heyelanlar bitki örtüsünün tahribi ile ilgili görülmemektedir. Burada yamaç dengesinin bozulması daha çok yüksek eğim, litoloji ve aşırı yağışlarla ilgilidir. Çünkü kütle hareketleri çoğu kez ağaç kök seviyelerinin çok altındaki seviyelere inmektedir. Ancak daha az yağış alan bölgelerde orman ve diğer bitki örtüsünün koruyuculuk etkisi daha çok geçerlidir (Pekcan, 1996: 140). Kütle hareketleri özellikle göçmeler bazen çok daha verimli arazilerin alansal kaybına ya da işlenemez hale gelmesine neden olarak degradasyona yol açabilir. Örneğin son derece verimli tarım alanları olan alüvyal dolgu taraçaları veya tabanlı vadilerin alüvyal dolguları, özellikle mendereslerin dış bükey yamaçlarının alttan oyulması ile yatak kenarı boyunca göçerek taşınmaktadır. Bu durum daha çok yukarı havzadaki doğal vejetasyonun tahribi ile doğal dengenin bozulması sonucu, daha sık ve etkili duruma gelen sel ve taşkın zamanlarında olduğundan insanın neden olduğu bir degradasyon çeşidi olarak kabul edilebilir. Dalgalı yüzey ve tatlı eğimli yamaçlar oluşturan yumuşak neojen tortulları killi, siltli, kumlu, kireçli az pekişmiş arazilerden oluşur. Katyon değiştirme kapasitesi yüksek ve üzerinde nitelikli tarım alanlarının bulunduğu rendzina toprakları yaygın olan bu arazilerde Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 101 yanlış arazi kullanımı nedeniyle sık sık kütle hareketleri meydana gelmektedir. Heyelan ve göçmeler sırasında rotasyon hareketi ile ters eğimli dilimler halinde kayan araziler, küçük boyutlu ancak sık toprak akması ve göçmeler ile oluşan çukur ve tümsekler nedeniyle işlenebilme özelliğini büyük ölçüde kaybederek degrade olmaktadır. B) Yanlış Arazi Kullanımının Kimyasal Süreçleri 1. Tuzlaşma (Salinizasyon) veya Çoraklaşma: Tuzlaşma özellikle kurak ve yarıkurak bölgelerde, Akdeniz iklimi gibi uzun kurak dönemi olan bölgelerde, taban suyunun yüksek, drenajın ise yetersiz olduğu kapalı havza tabanlarında görülmektedir. Bunun dışında deniz kenarlarındaki kıyı veya delta ovalarında, denize yakın alüvyal kesimlerde tuzlaşma görülmektedir. Çoraklaşma sorunu ülkemizde en çok İç Anadolu Bölgesi ve alüvyal kıyı ovalarında; alüvyal, hidromorfik alüvyal ve organik topraklar ile az da olsa vertisollerde görülmektedir. Tuzlaşma da doğal nedenler hazırlayıcı nedenler olarak nitelenebilir. Bunlar; iklim (özellikle şiddetli evaporasyonun olduğu uzun kurak devreli kurak ve yarı-kurak iklim şartları), etrafı yüksek alanlarla çevrili kurak ve yarı-kurak sahalardaki havza tabanları (playalar), yüksek ve tuzlu taban suyu, yetersiz eğim ve drenaj şartları, tuz içeren anakaya ve ana materyal şeklindedir. Ancak, tuzlaşmanın arazi degradasyonuna yol açması, doğal şartların oluşturduğu riskli alanlarda yanlış arazi kullanımı, hatalı tarımsal teknikler ve tarımsal tercihler, hatalı sulama vb gibi insan faaliyetleri ile ilgilidir. Tuzlaşma yoluyla insan kaynaklı arazi degradasyonunun nedenleri 5 madde altında toplanabilir. Bunlar; *Kış döneminde özellikle şehir dışındaki yollara buzlanmayı önleme amacıyla tuz atılması, *Tuzlaşmaya neden olan gübre kullanımı, *Yanlış ve bilinçsiz sulama teknikleri, *Tuzlu sulama suyu kullanılması, *Yukarı havzada bitki örtüsünün tahribi sonucu havza tabanında tuzlu taban suyunun yükselmesi. Kış hatta bahar dönemlerinde özellikle soğuk ve karlı iklim bölgelerinde buzlanmayı önlemek için şehir dışındaki kara yollarında tuz (NaCl, MgCl2) yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu şekilde karayollarında metre başına 12-50 kg kadar tuz atılabilmektedir. İlkbaharda eriyen kar suları ve yağmur suları ile tuzlar yolun her iki yakasında 300-400 m’ye kadar geniş şeritlerde etkili olmaktadır. Yolun her iki yakasında 5-10 m’lik şeritlerde m2 başına yılda 1 kg’a kadar tuz birikebildiği hesaplanmıştır (Çepel, 1997: 100). Bu olayın yıllarca sürmesi sonucunda, yolların kenarlarındaki tarım alanlarına önemli miktarda tuz birikimi olmaktadır. Bu durum yol çevresindeki arazilerin verim değerlerinin düşmesine yol açmaktadır. Sulu tarım yapılan yerlerde eriyik halde gübre türlerinin özellikle potasyumlu gübrelerin aşırı ve kontrolsüz bir şekilde kullanımı yine toprakta tuzlaşmaya yol açmakta ya da toprakta diğer nedenlerden dolayı var olan tuzlaşma sorununu arttırmaktadır. Bu sahalarda potasyum tuzları içeren su buharlaşırken tuzlar toprakta giderek birikmekte ve toprak-tuz dengesi bozulmaktadır. Yanlış ve bilinçsiz sulama teknikleri de özellikle kurak ve yarı-kurak bölgelerde tuzlaşmaya yol açabilmektedir. Aynı nedenden kaynaklanan tuzlaşma uzun kurak dönem içeren Akdeniz iklim bölgelerinde de görülür. Yüzlerce hatta binlerce yıl boyunca tarım yapılan sahalarda hatalı ve bilinçsiz sulama sonucunda alt toprakta birikmiş olan tuzlar kapilarite ile yüzeye çıkmakta, suyun buharlaşmasından sonra satıhta zamanla tuz birikmektedir. Bu şekilde giderek arazinin verim değeri düşmekte hatta bu topraklar üzerinde Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 102 kurulmuş olan tarıma dayalı uygarlıkların ortadan kalkmasında etkili olmaktadır. Örneğin Pakistan’ın bazı bölgelerinde 100 yıl kadar süren sulu tarım uygulamasından sonra üst toprakta biriken tuzlar nedeniyle verim büyük ölçüde azalmış ve bir çok tarlalar terkedilmiştir. Örneğin Pakistan’ın batısında, Aşağı İndus havzasında geniş alanlar sulamaya alınmış, tuzlu taban suyunun yılda 30 cm’ye varan yükselmesi sonucu toprağın üst kesimleri suya doygun hale gelmiş ve kapilarite ile üst toprakta tuzlaşma sonucu 40 000 ha tarım alanı verim değerini büyük ölçüde yitirerek degrade olmuştur (Atalay, 1989: 259). Bunun gibi Mezopotamya’da eski sulama kanallarının yakınlarındaki son derece verimli topraklar tuzlaşma nedeniyle tamamen elden çıkmıştır. Mezopotamya’daki uygarlıkların çöküşünde iklim değişimleri yanında yanlış sulama tekniklerinin yol açtığı tuzlaşmadan kaynaklanan arazi degradasyonunun rol oynadığı bilinmektedir (Erinç, 1984: 122). Ege ovalarında (B. Menderes, K. Menderes, Gediz, Edremit-Burhaniye-Gömeç ovaları), Konya Havzasında, Çukurova’da, Diyarbakır ve Birecik havzası ile Altınbaşak (Harran) ovalarında uzun yıllar süren yanlış sulama neticesinde ortaya çıkan tuzlaşma görülmektedir. Tablo 3: Türkiye’de tuzlanmadan çeşitli derecelerde etkilenen topraklar. TUZLULUK GRUBU ALAN (ha) Hafif tuzlu Tuzlu Sodik (alkali) Hafif tuzlu-alkali Tuzlu-alkali TOPLAM 614 657 504 603 8641 123 863 264 956 1 518 722 Türkiye yüzölçümüne oranı % 0,8 0,6 0,01 0,2 0,3 2 Kaynak: Akalan, 1992: 7 ve Dizdar, 1993: 27’den yararlanılmıştır. Yanlış sulama ile ortaya çıkan tuzlaşma sorunu kuraklık ve sıcaklıkla birlikte evapotranspirasyonun şiddetine bağlı olarak çok hızlı seyredebilmektedir. Örneğin Urfa’nın güneyinde Suriye sınır yakınındaki Akçakale Ovası’nda 1970’li yıllarda açılan kuyularla başlayan sulu pamuk tarımı neticesinde alt toprakta bulunan tuzlar şiddetli evaporasyon ve kapilarite ile yüzey topraklarının 25-30 yıl gibi kısa zaman içinde tamamen kullanılmaz hale gelmesine yol açmıştır. Özetle sulama suyu çözülmüş tuz içermese dahi toprağın alt katlarında ve üst toprakta heterojen bir şekilde dağılım gösteren çeşitli tuzlar, sahanın sulu tarıma açılması ve bilinçsiz sulama nedeniyle tuzlaşmaya neden olabilmektedir. Sulamadan sonra alt seviyelere inen tuzlar şiddetli buharlaşma sonunda kapilarite ile yüzeye doğru taşınmakta, yüzeyde ise bünyesine bol miktarda çözünmüş tuz alan suyun buharlaşması ile tuz birikimi sonucunda arazinin verim değeri düşmektedir. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde GAP ile beraber sulama imkânları artmıştır. Fakat çiftçilerin sulama uygulamalarında yeterli bilgiye sahip olmaması ve tarlalarda yeterli sulama altyapısının geliştirilmemiş olması, bölgede sulamanın zamansal kullanımı ve miktarını önemli ölçüde etkilemiştir. Bu nedenle bölgede sulama, suyun bulunduğu dönemlerde sürekli ve salma sulama şeklinde yapılmaktadır. Bu durum yüksek buharlaşma nedeniyle toprak altındaki tuzların kapilariteyle yüzeye çıkmasına neden olmakta ve toprakta tuzlanma meydana gelmektedir. Bölgede Akçakale ve Harran gibi ovalar başta olmak üzere birçok yerde tuzlanma, Mezopotamya uygarlığında olduğu gibi önemli bir sorun halini almıştır. Yapılan araştırmalara göre 1995-2003 yılları arasında Harran ovasında 120.000 hektar alan sulamalı tarıma açılmıştır. Bugün ovada yaklaşık 30.000 (toprakların % 25’e yakını) hektar tarım alanı tuzlanıp, üretim ve kullanım dışı kalmıştır (Yenmez, 2005: 202). Tuzlu sulama suyu kullanılması da zamanla üst toprağın tuzlaşmaya uğrayarak verim kaybına yol açabilmektedir. İç bölgelerde ve denize yakın kıyı ovalarında çözülmüş tuz içeren Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 103 yüzey ve yer altı suları ile yapılan sulama toprakta tuz birikimine yol açmaktadır. Bitkilerin hasadıyla bu tuzun çok azı ortamdan uzaklaşır. Esasen topraktaki tuz ile sulama suyundaki tuz arasında bir denge olması gerekir. Sulama suyundaki tuz miktarı drenaj suyundaki tuz miktarından az ise toprakta giderek tuz birikiyor demektir. Bu nedenle drenaj suyundaki çözülmüş toplam tuz miktarı, sulama suyundaki toplam tuz miktarına kabaca eşit veya fazla olmalıdır. Bu şekilde tuzlanmaya kıyı ovalarının veya delta ovalarının kıyıya yakın kesimlerinde sıkça rastlanır. Özellikle Akdeniz ve Ege sahillerindeki kıyı ovalarında, uzun kurak yaz döneminde gerek tarımsal sulama gerekse ikincil konutların su gereksinimleri için açılan kuyulardan emniyetli verim sınırının çok üzerinde su çekilmekte ve bu durum yer altı suyuna tuzlu suyun girişim yapmasına yol açmaktadır. Tuzlu yer altı suları ile yapılan sulama ise yüzeydeki topraklarda tuzlaşmanın artmasına neden olarak arazinin verim değerinin düşmesine yol açmaktadır. Tuzlu taban suyunun yükselmesi dâhili tuzlanmaya neden olduğundan özellikle kurak ve yarıkurak sahalarda etrafı dağlarla çevrili havza tabanı ve ovalarda yamaçlardaki bitki örtüsü çeşitli şekillerle tahrip edildiğinde, havza tabanındaki taban suyu da yükselebilmektedir. Havza yamaçlarında bitki örtüsünün ortadan kaldırılması, yüzeysel akışın artmasına, havza tabanına kontrolsüz ve fazla su gelmesine dolayısıyla taban suyunun yükselmesine yol açmaktadır. Şekil 20: Türkiye’nin tuzluluk ve halofit haritası. Kaynak: Kapur vd., 2003: 311. Aşırı veya kontrolsüz sulama da derinlerde olan tuzlu taban suyunun yüzeye doğru yükselmesine bilahare kapilarite ile yüzeyde tuzlaşmaya neden olmaktadır. Taban suyu Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 104 anakaya/anamateryale veya alt kesimlerdeki tuzlu seviyelere bağlı olarak tuzlu olduğunda bu durum yüzeyde daha önce mevcut olmayan tuzlanma sorununa yol açmakta veya az olan tuzlanmayı şiddetlendirerek arazi degradasyonuna yol açabilmektedir. Ülkemizdeki tarım alanlarının % 3,6’sında taban suyu ve drenaj sorunu olması (Ergene, 1997: 463) tuzlaşma sorununun ortaya çıkmasında önemli bir etkendir. Tablo 4: Türkiye’de büyük havzalarda toplam değerlere göre ilk 10 sırada yer alan en yüksek tuzluluk ve alkalilik dağılışı. Tuzluluk-alkalilik (ha) % Tuzlu% alkali Havza Adı Hafif tuzlu % Tuzlu % Konya kapalı Kızılırmak B. Mend. Seyhan Sakarya Gediz Aras Fırat Ceyhan Akarçay Diğer 111131,8 23,1 303811,1 63 Hafif tuzlualkali 10899,1 16768,1 46201,8 36547,3 48621 12610,4 21763,5 37975,9 9582 12989,4 105035,3 17 47,4 52,1 73,3 20,6 37,2 70,4 18,4 29,6 39,1 12086,7 28262,1 7455,8 18124 5765,6 5073 62,5 30514,4 12,4 40,3 11,2 29,6 9,9 9,4 0,1 11,4 15058,7 146333,6 1669 5405,3 6908,3 12397,2 6744,3 1170,8 3819,1 31800,7 Alkali % Toplam 2,3 51396,7 10,7 4866,8 1 482105,5 15,3 15 2,9 8,1 11,3 21,2 12,5 2,2 8,7 11,8 37001,8 24351,3 1965 4212,4 23569,2 18506,7 4147 1603,6 5951,1 36178,5 37,6 25 2,8 6,3 38,5 31,7 7,7 3,1 13,5 13,5 29658,3 115,1 1690,9 659,3 84,4 39772 21103,1 65000,7 30,1 0,1 2,4 1 0,1 76,3 48 24,2 98487,9 97388,4 70134,3 66353,8 61296,3 58433 53940,4 52128,3 43925,2 268529,6 Kaynak: http://www.khgm.gov.tr/Kutuphane/COLLESME/COLLESME.HTM’den yararlanılmıştır. Özellikle evaporit çökellerden oluşan ana materyal üzerinde ve drenaj problemi olan sahalarda hatalı sulama sonucunda tuzluluk-alkalilik sorunu ortaya çıkmaktadır. Örneğin Oltu-Kömürlü-Narman havzasında, Aras Nehri havzasında yer alan Kötek-Tuzluca-Kağızman arasında, Iğdır Ovası’nda, İspir ve Şebinkarahisar dolaylarında, Ulukışla, Sivas-Çankırı arasında, Burdur Gölü’nün güneyinde, kıyı kesimlerden örnek olarak Antalya-Serik Ovası’nın denize yakın kesimlerinde tuzluluk-alkalilik sorunu görülmektedir (Atalay, 1989: 404-405). Şekil 21: Avrupa’da tuzlaşmaya uğrayan sahalar Kaynak: Szabolcs’a göre Barrow, 1991:190’dan tadilen. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 105 Bor içerikli sulama sularının kullanılması sonucu meydana gelen kimyasal degradasyona Gediz Grabeni’nin doğusundaki alçak ova tabanları örnek gösterilebilir. Gediz Grabeni’nde Alaşehir Ovası’nın batısında çözülmüş bor bileşikleri içeren yüzey ve yer altı sularının sulamada kullanılmasından kaynaklanan kimyasal degradasyon, hem tmolos depoları arasındaki vadi taraçalarında hem de graben tabanındaki alüvyal sahada belli alanlarda arazinin verim değerinin düşmesine yol açmıştır. Bor bileşikleri jeotermal akışkanlardan yüzey ve yer altı sularına karışmaktadır. Bu durum gözetilmeksizin jeotermal akışkanların karıştığı dere suları ve yer altı suları ile yapılan sulama, toprak yüzeyi civarında özellikle taban suyunun yükseldiği zamanlarda bor tuzlarının birikmesine yol açmaktadır. Salihli’de Caferbey, Hasalan ve Çaltılı köyleri civarında bor bileşiklerinden kaynaklanan kimyasal degradasyon sonucu 2500 da alanda nar ağaçları kurumuş, bağlar sökülmüş ve sebzecilik neredeyse sona ermiştir (Salihli İlçe Tarım Müdürlüğü). Bu durum tmolos depoları içindeki vadi taraçalarında ve dere kenarlarındaki tarım alanlarında Çamurhamam’dan dere sularına ve yer altı sularına karışan bor bileşikleri içeren sulama suyu kullanılması nedeniyle ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde Alaşehir’in batısında tmolos kuşağı dahilindeki kırık sistemlerine bağlı olarak Göbekli köyü hamamlarından Göbekli çayına karışan borlu sularla yapılan sulama; Dereköy, Göbekli, Hacılı, Köseali, Yeşil Kavak, Yeşilova yerleşmelerinin bağ alanlarında 2000 da bağ alanının kurumasına yol açmıştır. Ayrıca Alaşehir’in kuzeybatısında Mevlütlü köyü civarında geniş bağ alanları yer altı sularının kullanımına başlanmasından sonra bor zararı ortaya çıkmış ve bağlar kurumaya başlamıştır. Bu durum Göbekli hamamlarından sulamada kullanılan yer altı sularına bor bileşiklerinin karışması sonucu ortaya çıkmıştır. Bilindiği gibi Kütahya-Emet ve Balıkesir arasında 200 km uzunluğunda, 70-120 km genişliğindeki bor cevheri çıkarılmaktadır. Bor cevherinin çıkarıldığı kuşakta bol miktarda bor içeren cevherin yıkama suları çevredeki akarsulara karışmaktadır. Bu nedenle sulama suyu temin edilen Simav Çayı ve Ulubat Gölü sularının bor içeriği tehdit edici boyutlara ulaşmıştır. Simav Çayı su toplama havzasındaki toprakların 9400 hektarı bor içeren sularla sulandığından, Balıkesir Ovası, Kepsut Ovası, Susurluk-Karacabey kesimlerindeki topraklarda arazinin verim değerini düşüren bor zararı ortaya çıkmıştır (Çepel, 1997: 54). 2. Alkalileşme (Solonizasyon): Alkalileşme de tuzlaşmanın bir türü sayılır. Ancak alkalileşmeden (solonizasyon) söz etmek için ortamda diğer tuzlara nazaran fazla miktarda sodyum tuzlarının (değişebilir Na+ iyonlarının) bulunması gerekir. Özellikle iç kesimlerde kurak ve yarı-kurak bölgelerde buharlaşma nedeniyle tuzların konsantrasyonu artar. Toprakta sodyum iyonlarının çoğalması toprak reaksiyonunu etkiler ve pH’nin yükselmesine neden olur. Alkalileşme toprak geçirgenliğini (infiltrasyon) azaltır ve toprağın işlenmesini güçleştirir. Toprak strüktürü bozulur, su ve hava dolaşımının engellenmesi nedeniyle bitki kökleri gelişemez. Bu durum değişebilir sodyumun fazla olmasından kaynaklanır. Belirtilen nedenlerle sodik veya alkalen topraklar drenajı bozuk ve kuruduğunda çok sertleşen topraklardır (Ergene, 1997: 113-114). Ortam yoğunluğunun (osmotik basıncın) artmasına neden olduğundan bitkilerin topraktan osmoz yoluyla su almasını güçleştirir, besleyici elementlerden biri olmasına karşın fazla olduğunda bitkilerde toksik etki yapar. Alkalileşmenin bir diğer degradasyonal etkisi ise toprağın yarayışlı demir içeriğini azaltmasıdır. Çünkü toprakların pH’si arttıkça bitkiler için yarayışlı demir içerikleri azalmaktadır. Alkalileşme ülkemizde Karadeniz Bölgesi dışında bütün bölgelerde görülmektedir (Kantarcı, 1987: 289). 3. Asitleşme: Toprağın asit özellikte oluşu, kısaca toprak çözeltisinde serbest hidrojen iyonlarının konsantrasyonunun OH (hidroksil) iyonlarından fazla olması anlamına gelir. Bu durum yağışlı iklim bölgelerinde ya da ortamda daimi veya uzun süreli su birikimi görülen Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 106 drenaj durumu bozuk sahalarda ortaya çıkar. Asit topraklar bazların (katyonların) yıkanarak topraktan uzaklaştırıldığı ve bunların yerini alan hidrojen iyonlarınca zengin ancak bitki besin maddeleri açısından fakir topraklardır. Toprak asitliği çeşitli nedenlerle artarsa (drenaj şartlarının bozulması, hatalı gübreleme vb.) topraktaki bitki besin maddelerinin bitkiler tarafından kullanılabilirliği önemli ölçüde azalabilmektedir. Hatta hidrojen iyonu konsantrasyonunun aşırı artışı, asitliğe toleransı olmayan veya düşük olan bazı bitki türleri için toksik etki yapmaktadır. Aynı şekilde toprak asitliğinin fazla artması, bazı elementlerin toprak çözeltisinde fazlalaşmasına neden olarak, bitkilerde dolaylı yoldan toksik etki yapabilmektedir. Aşırı sulama sonucunda daha önce toprakta mevcut olan bor, manganez, alüminyum ve bakır gibi iz elementler aşırı asitleşme sonucunda toksik çözeltiler oluşturabilmektedir. Yüksek verimli ürün hasadı da toprağın asitleşmesine neden olur ya da asitleşmeyi hızlandırır. Çünkü, bitkiler beslenmeleri için topraktan Ca++ gibi katyonları almak durumundadır. Ürün hasat edilip tarladan kaldırıldığında bitki bünyesindeki asitliği tamponlayacak bazik elementlerin bir kısmı kaybolur ve toprak asitliği artar. Yani verimin artışı topraktan daha fazla bazik elementin kaldırılışına neden olmaktadır. Taneli bitkilerin hasadı topraktan daha az bazik elementin uzaklaşmasını sağlar. Bunun nedeni tanelerin yaprak ve dallardan daha az bazik maddeler içermesidir. Yonca gibi yüksek verimli yem bitkileri toprağın asitliğini en çok arttıran kültür bitkilerindendir (Anonymous, 2003: 90). Asitleşmenin bir degradasyon olarak ortaya çıkması daha çok “sekonder asitleşme” yani toprak asitliğinin doğal olarak geçmişten beri süregeldiği (primer asitleşme) çok yağışlı bölgeler dışında kalan toprak reaksiyonunun belli bir dengede olduğu yerlerde söz konusu olmaktadır. Örneğin nötr ve hafif asit reaksiyon gösteren toprakların çeşitli nedenlerle hidrojen iyonu konsantrasyonunun artarak orta ve kuvvetli asit reaksiyon gösteren topraklara dönüşmesi, doğal dengenin bozularak bir dizi ekolojik sorunun ortaya çıkmasına yol açmakta böylelikle arazinin verim değeri düşmektedir. Asitleşme tehdidi altındaki topraklarda tarımsal amaçla toprağa amonyum sülfat ve süper fosfat verilmesi toprağın asitliğini daha da arttırır (Çepel, 1988: 358). 1958-1960 yılları arasında Doğu Karadeniz Bölgesi’nde pH’in 4’ten az olduğu çay tarımı yapılan alanların toplama oranı % 0,12 düzeyinde iken, amonyum sülfatlı gübrelerin kullanılmaya başlamasından sonra 1981 yılında % 40’a, 1989’da ise % 85’e ulaşmıştır (Şekil 3). Azotlu gübrelerin aşırı ve kontrolsüz kullanımı da toprağın asitleşmesine yol açmaktadır. Örneğin Nevşehir ili çerçevesinde, patates yetiştirilen alanlarda aşırı ve bilinçsiz azotlu gübre kullanımı nedeniyle asitlik oranı 100 kat artmıştır (DPT, 1998’e göre: Anonymous, 2003: 92). Hava kirliliğinin ürünü olan asit yağmurlarını toprakta asitleşmeye dolayısıyla degradasyona yol açtıkları için, yanlış arazi kullanımı çerçevesinde, kısaca açıklamakta yarar vardır. Asit yağmuru endüstriyel tesislerden ve özellikle fosil yakıt kullanımından atmosfere salınan nemli veya kuru asit malzemenin yağması şeklinde tanımlanabilir. Nemli asit malzeme yağmur, kar ve kar erimesi, çiğ, kırağı ve sis şeklide yer yüzüne ulaştığı gibi kuru şekilde yani gaz ve partikül olarak ta yeryüzüne inebilmektedir. Asit yağmurları toprağın kimyasal yapısını bozduğu gibi, doğal vejetasyona (özellikle ormanlara) ve kültür bitkilerine, toprağın fiziksel ve kimyasal dengesinde ve verimliliğinde önemle rol oynayan toprak organizmalarına, iç sular (göller ve akarsular) ve iç sularda yaşayan canlılara zarar vermektedir. Azot oksitleri toprak suyu ile birleştiğinde kuvvetli bir asit olan nitrik asit oluşur. Bu nedenle asit yağmurları ile topraktaki azot bileşiklerinin miktarı artarken toprak da giderek asitleşmektedir. Ayrıca toprakta azot ve amonyum azotunun artması, iyon antagonizması nedeniyle Ca ve Mg’nin bitkiler tarafından alınması engellenmektedir. Bu yüzden toprağa azotlu gübre atılırken dikkat edilmesi gerekir (Çepel, 1997: 49). Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 107 Şekil 22: Çeşitli şekillerde asitleşme nedeniyle kimyasal arazi degradasyonu tehdidi altındaki toprakların bulunduğu sahaların yayılışı. Kaynak: C. J, Barrow 1991’e göre Semenderoğlu, Gülersoy ve İlhan, 2006: 28. Avrupa’nın hemen hemen tamamı, Japonya ve Kuzey Amerika’nın doğu yarısı pH 4 ile 5 değerlerinde asit yağmurları almakta iken Türkiye pH 5,5 değerinde asit yağmuru alan kuşak dahilinde bulunur. Asit yağmurlarının degradasyonal etkisi iç sular ve toprak bünyesinde olduğu gibi özellikle çok yıllık kültür bitkileri ve orman vejetasyonu dahilinde de gerçekleşebilir. Yağış sularındaki asit bitkilere zarar verip fotosentezi olumsuz etkilediği gibi topraktaki besleyici tuzların yıkanıp gitmesine de neden olmaktadır (Whelpdale, 1983’e göre Berkes ve Kışlalıoğlu, 1990: 144). Aynı şekilde D. Karadeniz Bölümü kıyı kesiminde, çay tarımı yapılan sahalarda, anamateryal ve toprağın kireç içermemesi, soğuk ve nemli iklim koşulları ve amonyum sülfatlı gübre kullanımı asitleşmenin tehdit edici boyutlara ulaşmasına zemin hazırlamıştır. Buna karşın Almanya’da ve Türkiye’de kireçli kayalar geniş alanlar kapladığından hem iç sular hem de topraklar asit yağmurlarından daha az etkilenmektedir. Ancak Almanya’nın güneybatısındaki Kara Ormanlar jeolojik yapı ve konuma bağlı olarak asit yağmurlarından en çok etkilenen ormanlık alanların başında gelir. 1985 yılında Kara Ormanların % 50’sinden fazlasının asit yağmurları nedeniyle çok kötü etkilendiği bildirilmiştir (Tümertekin ve Özgüç, 2011: 549). Asit yağmurlarından kaynaklanan asitleşme Türkiye’de bazı lokal alanlar dışında ciddi boyutlara ulaşmış değildir. Ancak Ergani bakır madenlerinin civarında, Murgul (Göktaş) Bakır Fabrikası, Samsun ve Gelemen’de bakır izabe ve azot gübresi fabrikaları ve Yatağan termik santralleri civarında lokal alanlarda asit yağmurlarından kaynaklanan degradasyona rastlanmaktadır (Berkes ve Kışlalıoğlu, 1990: 146). Örneğin Murgul civarından alınan toprak örneklerinde, pH değerinin 3,5’e kadar düştüğü yani toprağın aşırı derecede asitleştiği görülmüştür (Güney, 2002: 29). 4. Kirlenme (Polüsyon): Toprağın veya arazinin verim değerinin düşmesine, niteliğinin bozulmasına yol açan bir diğer yanlış arazi kullanım şekli de toprak kirlenmesidir. Toprak kirliliği genel olarak havadan, sudan kaynaklanan kirleticiler ve tarımsal faaliyetlerden kaynaklanmaktadır. Çevre sorunlarından biri olan toprak kirlenmesi aynı zamanda toprağın verim değerini düşürdüğünden bir arazi degradasyonu çeşidi olarak değerlendirilir. Toprak kirliliğine yol açan faktörler; tarım alanlarında bilinçsiz ve aşırı Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 108 tarımsal ilaçlar ya da pestisitler (herbisit, insektisit, fungisit vb) ile suni gübre kullanımı, endüstriyel atıklar (katı, sıvı ve gaz) ve madencilik uygulamaları sırasında çıkan toksik maddelerdir. Toprakta ağır metaller (Cu, Zn, Fe, Cd, Hg, As, Ni, Ag, Pb vb.) ve iz elementlerin fitotoksik düzeyde artışı vejetasyon ve kültür bitkilerinin gelişimini engellemekte ve verimin azalmasına yol açmaktadır. Ağır metallerin en önde gelen kaynakları doğrudan jeolojik formasyonlar, maden ocakları, maden işleme tesislerinin atıkları, kanalizasyon suları, endüstriyel tesislerin atıkları, egzos gazları, gübre ve zararlı organizmalarla mücadele amaçlı kullanılan tarım ilaçları (pestisitler) vb. şeklindedir. Ağır metaller humus dahilinde daha çok tutulduğundan üst toprakta daha fazla birikir. Ayrıca kil ağır metallerin absorbsiyonunda etkilidir. Ancak asit topraklarda ağır metal iyonları serbest kaldığından alt toprağa hatta yer altı sularına taşınabilir. Ağır metallerle toprak kirlenmesinin degradasyonal etkileri fitotoksik etkiler yanında bitkilerin bazı besin maddelerini almalarının engellenmesi, ölü örtünün ayrışmasını yavaşlatması nedeniyle madde döngüsünün sekteye uğratılması şeklindedir. Ağır metaller toprakta giderek birikir ve yıkanmayla uzaklaştırılması çok zordur. Ayrıca ağır metaller besin zinciri yoluyla insan sağlığını da tehdit etmektedir (Eruz, 1992: 78). Örneğin nikelin toprakta bulunuşu 600 ppm’i aştığında toksik etki yapar. Atık sulardan ve arsenik içeren pestisitlerden toprağa karışan arsenik, toprağın 10-15 cm’lik üst kısmına fikse olarak özellikle kumlu topraklarda yetişen bitkilerde fitotoksik etki yapar, yaban ve kültür hayvanlarının zehirlenmesine neden olur. Mikroorganizmalar ve bitkiler için önem taşıyan kobalt ile molibden ve çinko önemli eser elementler olmalarına karşın, toprakta normal bulunuş seviyelerinin üzerine çıkmaları, örneğin kobaltın 100-150 ppm’in üzerine çıkışı toprakta kuvvetli toksik etkiye neden olmaktadır. Toprakta 10-20 ppm düzeyinde bulunan kobalt bazı bitkisel mikroorganizmalar için de önemlidir. Bakır da (Cu) bitkiler için önemli bir iz element olmasına karşın, toprağa havadan ve tarımsal ilaçlardan geçerek normal bulunuş oranlarını aştığında, toprak kirliliğine yol açar. Özellikle meyve bahçelerinde ve bağlarda yaygın olarak kullanılan CuSO4 (bakır sülfat/göz taşı) pestisit olarak uygulandığında toprakta birikerek yararlı mikroorganizmalara toksik etki yapar. Bu şekilde toprakta humus oluşumunu kısıtladığından toprağın organik yönden zayıflamasına neden olur. Bakırın özellikle asit karakterli topraklarda zararlı etkileri daha çok görülür. Bitkilerde (özellikle narenciye bahçeleri ve bağlarda) demir ve fosfor eksikliğine ve kloroza hastalığına neden olur (Çepel, 1997: 38). Çinko ve kadmiyum doğada birlikte bulunmakta ve çinko işletilen madenler, çinkolu alaşım ve kaplama yapılan endüstri sahaları ile üretimlerinde çinkonun kullanıldığı tesisler civarında atık sulara karışarak toprakta yoğunlaşmaktadırlar. Fosforlu gübrelerde eser halinde bulunan kadmiyum özellikle süperfosfat gübresi uygulanan topraklarda aşırı oranlarda birikebilir. Bitkiler için az miktarda gerekli bir iz element olan çinko toprakta birikimi belirli oranları aştığında fitotoksik etki yapmaktadır. Bitkiler için gerekli mikro besin elementleri olan molibden ve selenyum da sanayi faaliyetlerin yoğun olduğu yerlerde atık sularla toprakta birikebilmekte, toprakta konsantrasyonu yükseldiğinde fitotoksik ektide bulunmaktadır Benzinin katkı maddesi olan kurşun özellikle karayolları civarında bulunan tarım alanlarında birikmektedir. Öncelikle üst toprakta biriktiğinden yüzeye yakın seviyede gelişen turp, şeker pancarı ve marul gibi kültür bitkilerinin bünyelerinde fazla birikir. Bitkilere fitotoksik etkide bulunmamasına karşın bunları yiyen hayvan ve insanların vücudunda birikerek ölümcül toksik etkide bulunabilir. Toprakta konsantrasyonu artan kurşun bileşikleri, karbonat, fosfat ve sülfat gibi zor çözünen bileşiklere dönüştüğünden mobilitesi azalır ve yıkanmayla uzaklaşması güçleşir. Civa da bitkiler için toksik etki yapmamasına karşın hayvanlar ve insanların vücut dokularında birikerek ciddi toksik etkide bulunan ağır metallerdendir. Bir kısmı toprak yüzeyinden buharlaşan civa bileşikleri özellikle humus dahilinde birikmektedir. Toprağa sanayi faaliyetlerinden, tarımsal alanlarda kullanılan fungusidler ile kömür ve yağların yanması Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 109 sonucunda ulaşır. Endüstriyel alanlar özellikle çelik ve alaşım endüstrisi sahalarından, ultrabazik kayaçların olduğu sahalardan kaynaklanan nikel ise toprakta normal olarak 50-100 ppm düzeyinde bulunur. Topraktaki konsantrasyonu 100 ppm’in üzerine çıktığında fitotoksik etki yapar. pH değeri düşük asit topraklarda nikel birikimi daha fazla olmaktadır (Mater, 1986: 150-153). Zararlı hayvansal, bitkisel organizmalar veya mikroorganizmalara karşı kullanılan tarım ilaçları (pestisitler); organik, doğal, sentetik-organik kimyasal bileşiklerden oluşmaktadır. Bunlardan suda çözünmeyip yağda çözünen yani doğal ortamda geç çözündüğü için (2-5 yıl) biriken pestisitler, kimyasal açıdan klorlu hidrokarbonlar grubundandır. Biyolojik ve kimyasal ayrışmaya dayanıklı olan bu pestisitlerin başlıcaları DDT ve PCB (Poliklorürlü bifeniller) grubundandır. Fotokimyasal ayrışma ise toprak yüzeyi ile sınırlıdır. Pestisitler genel olarak kolloidal kısımlarda (2 mikrondan küçük kil, humus parçacıkları) tutulurlar. Suda çözünen pestisitler yıkanma ile toprağın alt katlarına taşınıp kısa zamanda uzaklaştırılabilir. Pestisitlerin yıkanma ve uzaklaştırılma durumları; yıkanma şiddeti, pestisitlerin çözünme derecesi ile kil fraksiyonları ve toprak kolloidleri tarafından absorbe edilme derecelerine bağlı olarak değişir. Genel olarak herbisitler, fungusit ve insektisitlere göre toprak profilinde daha hareketlidir. Suda çözünürlüğü az olan pestisitler ise toprak yüzeyinde biriktiklerinden daha çok rüzgârla ve yüzeysel akışla taşınabilirler. Pestisitler, hedeflenen zararlıların dışında toprak organizmalarının da zarar görmesine neden olur. Pestisitlerin ayrışma ürünleri ise bazen kendisinden daha fazla zararlı olabilir. Özellikle belli pestisit türlerinin sürekli kullanımı sonucunda toprak organizmalarının tür çeşitliliği azalmakta dolayısıyla toprağın verim değeri düşmektedir. Yararlı organizmaların azalması, pestisitlere dayanıklı veya bağışıklık kazanan organizmaların çoğalması ekolojik dengeyi bozar. Bu arada arılar da öldüğünden önemli bir ekonomik etkinlik olan arıcılık zarar görür. Bundan başka nesli tükenmeye yüz tutmuş bir çok canlı türü (kuşlar, böcekler, memeliler, bazı bitki türleri vb) özellikle besin zinciri yoluyla etkilenerek yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Sonuç olarak bilinçsiz, aşırı ve sürekli tarımsal ilaç kullanımı arazinin verim değerinin düşmesinde oldukça etkili olabilmektedir (Eruz, 1992: 79-80). Toprağın verimini arttırmak için yaygın olarak kullanılan suni gübreler, bir ya da daha fazla besin maddesi (azot, fosfor, potasyum vb) içeren kimyasal bileşiklerdir. Ancak tarımsal gübrelerin özellikle azotlu ve fosforlu gübrelerin yanlış ve aşırı kullanımı bir dizi çevre sorunları yanında arazinin verim değerinin düşmesine de neden olmaktadır. Daha çok amonyum nitrat ve amonyum sülfat bileşiminde toprağa verilen azotlu gübreler fazla kullanıldığında beklenen yararı sağlamadığı gibi ortaya çıkan zararlı azot bileşikleri besin zinciri yoluyla toprak organizmalarına hatta insanlara zarar vererek çevre sorunlarına yol açmaktadır. Amonyum azotu toprakta absorbe edilebilirken nitrat azotu absorbe edilemez. Bu nedenle nitrat azotu infiltrasyonla toprağın alt katlarına ve taban suyuna oradan da yüzey sularına karışmaktadır. Ancak topraktaki amonyum azotu nitrifikasyonla nitrat azotuna dönüşebilir (Çepel 1997: 70). Toprağa gübreleme yoluyla doğrudan katılan ya da diğer azotlu bileşiklerin bazı mikroorganizmalar aracılığıyla oksidasyona uğramasıyla, azot bileşiklerinden türeyen nitrat iyonları, toprak tarafından absorbe edilemediğinden yüksek mobiliteye sahiptir. Azotlu gübreler özellikle silisli ana kaya ve kumlu topraklarda asitleşmeye yol açar. Örneğin asit topraklara amonyum sülfat gübresi verildiğinde asitlik derecesi yükselir. Bu durum topraklarda bazı besin maddelerinin bitkiler tarafından alınamamasına, asit katyonların toksik etki yapacak kadar artmasına, mikroorganizmalar ve faaliyetlerinin sınırlanmasına yol açarak toprağın verim değerinin düşmesine neden olur. Bundan başka hayvanlarda üreme güçlüğü, düşük, süt üretiminin azalmasının sulardaki azot yoğunluğu ile yakından ilişkili olduğu bilinmektedir (Haktanır, 1987’e göre Çepel, 1997: 72). Bu nedenle Avrupa’da bazı ülkelerde toprağın azotlu gübrelerle gübrelenmesinde 20 kg/ha/yıl şeklinde sınırlandırmalar Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 110 getirilmiştir. Bu değere bir çok bölgede atmosferik azot depolanmasıyla toprakta kendiliğinden ulaşıldığından azotlu gübrelemenin gerekmediği düşünülmektedir (Çepel 1997: 71). Su ortamında ise azot konsantrasyonunun 0.3 mg/lt’nin altında olması gerekmektedir. Litrede 50 mg’den fazla nitrat bulunan sular süt çocuklarının ölümüne yol açmaktadır (Eruz, 1992: 80). Fosforlu gübreler ise ortamdaki Fe, Al ve Ca iyonları ile çözünmez bileşikler oluşturduğu gibi kil mineralleri ile oksitler tarafından absorbe edildiğinden nitratlar gibi mobil değildir. Sızma ile alt katlara geçmesi, taban suyuna taşınması önemsiz düzeydedir. Ancak erozyonla ve yüzeysel akışla yüzey sularına taşınarak azotlu bileşiklerden çok daha fazla çevresel sorunlara yol açabilir. Su ortamlarında fosfor konsantrasyonunun 0.01 mg/lt’yi aşmaması gerekmektedir (Eruz, 1992: 80). Süper fosfat gübreleri de bilinçli kullanılmadığı takdirde toprakta asitleşmeye yol açabilir. Bitkiler tarafından kullanılmayan fosfor gübresi güç çözünen fosfor bileşiklerine dönüşmektedir. Alkalen reaksiyonlu topraklarda, çözünmez kalsiyum fosfat; asit reaksiyonlu topraklarda ise çözünmez demir ve alüminyum fosfat şeklinde bağlanır. Ayrıca fosfatların önemli bir bölümü biyolojik olarak da bağlanmaktadır (Çepel, 1997: 72). Bilindiği gibi radyoaktif elementlerin çekirdekleri çevreye beta ve gama ışınları yayar ve belirli bir süre sonunda (yarılanma süresi) yeni bir denge haline ulaşarak başka bir radyoaktif veya radyoaktif olmayan elemente dönüşürler. Nükleer denemeler, nükleer santral kazaları, nükleer atıklardan sızıntılar ve nükleer bombalardan doğal ortama giren radyoaktif maddeler, konsantrasyonlarına ve kalış sürelerine bağlı olarak olumsuz çevresel etkilere yol açar. Özellikle uzun ömürlü radyoaktif maddeler besin zincirine girerek canlıların hücre yapısında bozulmalara yol açmaktadır. Radyoaktif kirlilikten etkilenen tarım alanlarında tarımsal ürünlerden, mer’alarda ise hayvansal ürünlerden (et, süt vb) uzunca bir süre yararlanılamaması arazi degradasyonu olarak değerlendirilebilir. Nitekim Avrupa’da bazı bölgelerde hayvanların sütü ve etleri kullanılmamaktadır. Bu sahalardaki otlaklarda otlatılan hayvanlarda anormal yavru doğumlarına sık rastlanmaktadır (Çepel, 1997: 89, Eruz, 1992: 80-81). Öte yandan, bazı araştırıcılar radyoaktif kirliliğin sanıldığından daha kısa süre dahilinde etkili olduğunu belirtmektedir. Buna neden olarak nükleer serpintide bitkilerin toprak üstü kısımları ile radyoaktiviteden doğrudan etkilendiği, toprakta uzun süre kalan Sezyum 137’nin sonradan yetişen bitkiler tarafından alınmadığı, dolayısıyla tarım ve mer’a bitkilerinde radyoaktivitenin etkisinin azalarak önemsiz derecelere indiği bildirilmiştir (Çepel, 1997: 90). Petrol ürünleri ve mineral yağlar da toprak kirliliğine dolayısıyla arazi degradasyonuna yol açabilmektedir. Petrol türevlerinin yol açtığı kirliliğinin kaynakları; taşınma ve nakledilmeleri ile depolanmaları esnasında (tankerler, boru hatları vb), ham petrolün işlenmesi ve değerlendirilmesi, petrol kuyularından petrol çıkarılması sırasında çevreye sızmalar şeklindedir. Tarım ve ormancılık faaliyetleri sırasında tarım araçlarından benzin, mazot ve mineral yağların sızması, herbisit ve insektisitlerde taşıyıcı ve çözündürücü madde olarak dizel yağların kullanılması da zamanla toprakta tehdit edici boyutlarda birikmeye sebep olmaktadır. Ayrıca kullanılmış motor yağları ve mineral yağ sanayinin atık maddeleri de önemli kaynakları oluşturur. Petrol ürünleri ve mineral yağları, ayrışmalarının çok güç olması nedeniyle toprakta yıllarca kalmakta ve birikmektedir. Benzin ve gaz yağı 4-7, mineral yağlar 30-40, petrol ise 70 yıldan daha fazla ayrışmadan toprakta kalabilir. Bunların mekanik, kimyasal ve fiziksel yöntemlerle topraktan arındırılmaları son derece güçtür. Petrol ürünleri (hidro karbonlar) ve mineral yağlar, toprak taneciklerinin yüzeyini sarar ve bitki kılcal kökleri ile besin maddeleri arasında madde alış verişini engeller. Böylece bitki beslenmesi ve yaşamını tehdit eder. Bundan başka toprak faunası ve mikroorganizmalarına dolayısıyla toprak ekosisteminin işleyişine zarar verir. Petrol türevleri toprak kırıntılarını dağıtarak toprak Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 111 strüktürünü bozduğu gibi toprak gözeneklerinin petrolle dolması hava ve su dolaşımını sekteye uğratır. Topraktaki katyon ve anyonları taşıyan toprak kolloidlerinin mineral yağlarla kaplanması iyon alış verişini de engeller. Toprak mikroorganizmalarının ortadan kalkmasıyla organik maddenin mineralize olması da engellenir. Bunlar toprağın fiziksel, kimyasal ve biyolojik dengelerini bozar. Petrolün arazi degradasyonuna yol açmasına örnek olarak ülkemizden Adıyaman-Gerger-Güzelsu civarında TPAO’nun yaptığı sondaj çalışmalarının sonuçları gösterilebilir. Bu sahada çevreye yayılan petrol atıkları ekili alanlarda ürün kaybına ve toplu hayvan ölümlerine neden olmuştur (Güney, 2002: 99). Öte yandan taban suyuna karışan hidrokarbonlar ve mineral yağlar içme ve kullanma sularını kullanılmaz hale getirirler. Örneğin 1 lt mineral yağ veya benzinin 1 000 000 lt içme suyunu kullanılmaz hale getirdiği bildirilmiştir (Çepel, 1997: 83-84). Toksik kirleticiler tarımsal alanlarda ürün kaybına, ürün deseninin daralmasına, otlaklarda hayvanların zehirlenmesi ve hastalanması sonucu ortaya çıkan verim kaybına, yüzey, taban suyu ve yer altı sularında kirlenmeden kaynaklanan diğer bir dizi çevre sorununa yol açmaktadır. Petrol türevleri ve mineral yağlar ile bazı pestisitler özellikle herbisitler ve klorlu hidrokarbonlar; bitki, faydalı mikroorganizma, böcek ve diğer hayvanların doğal yaşam alanlarının kısmen veya tamamen bozulmasına yol açmaktadır. Üst toprakta yoğunlaşan ağır metaller toprak kolloidleri tarafından fikse edilerek toprakta birikir. Ağır metallerin bitkiler ve diğer canlılar için toksik etkileri yanında ilkel toprak faunası (solucanlar, böcekler vb.) ile toprak mikroorganizmalarının faaliyetlerini engellediğinden organik maddenin mineralizasyonu yavaşlar. Bu durum toprağın sürdürülebilir verimliliğinde son derece önemli olan ekolojik dengenin bozulmasına, toprak dahilindeki biyokimyasal süreçlerin sekteye uğramasına yol açar. Aşırı ve bilinçsiz azotlu ve fosforlu gübre kullanımı toprağın kimyasal dengesini bozmakta başka bir deyişle pH’ını normalden uzaklaştırmaktadır. Örneğin, daha önce belirtildiği gibi aşırı ve kontrolsüz amonyum sülfatlı ve azotlu gübrelerin kullanımı sonucu Doğu Karadeniz Bölümü’nde çay tarımı yapılan sahalarda ve Nevşehir ili çevresinde patates yetiştirilen sahalarda asitlik derecesi tehdit edici boyutlarda artmıştır. Ayrıca aşırı ve bilinçsiz azotlu ve fosforlu gübre kullanımı topraktaki biyoaktivite dengesini bozarak, bitkilerde gelişimi engelleyen fizyolojik ve fizyonomik bozukluklara yol açarak arazinin verim değerinin düşmesine ve bazı çevre sorunlarına neden olur. Öte yandan özellikle yüzey erozyonu görülen az eğimli sahalarda gübre kullanımı, erozyonla verim kaybını maskeleyerek arazi degradasyonunun geç fark edilmesine neden olmaktadır (Barrow, 1994: 194). 5. Nütrient Maddelerin Azalması/Tükenmesi: Bitki besin maddeleri (nütrient maddeler), bitkilerin yetişmesi ve yaşamsal faaliyetleri için gerekli olan element veya bileşiklerdir. Bitki besin maddeleri normal şartlarda organik ve inorganik maddelerin ayrışması ile meydana gelirler. Genel olarak topraktaki nütrient maddelerin azalması fiziksel ve kimyasal yolla olmaktadır. Buna toprakta var olan besin maddelerinin bitkiler tarafından alınmasının engellenmesi (inhibe edilmesi) de eklenebilir. Bu yollarla bitki besin maddesi kaybı; aşırı sulama, aşırı ve yanlış gübreleme, monokültür uygulamaları, ağır metallerle kirlenme, tuzlaşma, toprağın asitleşmesi ve erozyon gibi etkenlerden kaynaklanmaktadır. Tuzlaşma toprak reaksiyonunu değiştirdiği gibi besin maddesi dengelerini de bozmaktadır (Ergene, 1997: 114). Bilindiği gibi nemli-yağışlı iklim bölgelerinde yıkanma ile besin maddeleri durumundaki Ca, Na, Mg ve K gibi katyonların yerini hidrojen iyonları alır ve toprak asitleşir. Azotlu gübrelerin bilinçsiz ve aşırı kullanımı ve asit yağmurları sekonder asitleşmeye yol açmaktadır. Bu şekilde topraktan yararlı besin tuzlarının uzaklaşması hızlanmaktadır. Yüksek verimli tarımsal bitkiler özellikle baklagillerin hasadıyla (bilhassa yonca, korunga gibi defalarca biçilen yem bitkileri) toprakta asitleşme meydana gelebilir. Çünkü bu şekilde bitkilerin bol miktarda aldıkları besin elementleri topraktan kaldırılmış olur. Bu durum asitleşmeyi arttırır. Asitleşme ile Ca, Mg, K ve Mo gibi besin elementlerinin de Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 112 alınması güçleşir veya engellenir. Özellikle SO2 emisyonundan kaynaklanan sülfirik asit, asit yağmurları sonucu toprağa ulaşarak katyonların yıkanması ve uzaklaşmasına, Al, Cd ve Mn gibi ağır metallerin serbest kalmasına yol açar. Özellikle serbest kalan Al bitki kökleri tarafından tutularak bitkilerin Ca ve Mg gibi besin elementlerini almasına engel olur. Bunun gibi asit yağmurları ile toprağa ulaşan azot oksitleri (NOX) toprak suyu ile birleşerek nitrik asite dönüşmekte, toprakta azot ve amonyum azotunun artmasıyla iyon antagonizması nedeniyle bitkilerin Ca ve Mg almaları yine engellenmektedir. Ayrıca, hava kirliliğinden kaynaklanan asit yağmuru bitkilerin fotosentez yapmalarını engelleyerek verim kaybına yol açmaktadır. Özellikle kireçli ve alkalen reaksiyonlu topraklarda demir, suda güç çözünen bileşikler halinde bulunduğu için bitkilerin topraktan demir alımı zorlaşmaktadır. Demir bitkiler için özellikle klorofil yapımında dolayısıyla fotosentez için gerekli bir besin elementidir. Eksikliğinde yapraklarda sararma (kloroz) görülür (Kantarcı, 1987: 246). Bu nedenle alkalileşme toprakta bitkiler için yarayışlı demir içeriğini azaltarak arazinin verim değerinin düşmesinde rol oynayabilmektedir. Ağır metallerle toprak kirlenmesi fitotoksik etkiler yanında bazı bitki besin maddelerinin alınmasını da engellemektedir. Örneğin toprakta bakır içeriğinin fazlalaşması özellikle narenciye bahçeleri ve bağlarda demir ve fosfor eksikliğine yol açtığı gibi kloroz hastalığına neden olur. Topraktaki bitki besin maddelerinin mekanik/fiziksel yolla uzaklaştırılması erozyon sonucu gerçekleşir. Bu yolla özellikle verimli üst toprakta bulunan nütrient maddeler olan N, P2O5, K2O ve organik maddeler de toprakla beraber taşınmaktadır. Ülkemizde erozyonla bitki besin maddesi kaybı 90 milyon ton kadardır (TÇV, 1999: 253). Yağışlı iklim bölgeleri dışında, aşırı ve kontrolsüz sulama ile çoğu bitki besin maddesi olan elementlerin yıkanarak üst topraktan alt toprağa ve oradan yer altı sularına karışarak topraktan uzaklaşması, kimyasal yolla bitki besin maddelerinin azalmasına yol açmaktadır. Bu arada asit yağmurları sonucu toprağın asitleşmesi, aynı şekilde nütrient özellikte katyonların topraktan uzaklaşmasına yol açmakta (kimyasal erozyon) veya bu süreci hızlandırmaktadır. Monokültürde sürekli aynı kök derinliğine ve aynı besin isteklerine sahip tek türün tarımı yapıldığından toprak yorgunluğu ortaya çıkmakta ayrıca zararlılar sahaya yerleştiğinden arazinin verim değeri giderek düşmektedir. Bundan başka aşırı ve erken otlatma, doğal vejetasyondan aşırı yararlanma bitki ve toprak arasında besin döngüsünde aksaklıklar yaratabilmekte ve bazı temel besin maddelerinin ortamda azalmasına neden olarak arazi degradasyonuna yol açabilmekte ya da hızlandırabilmektedir. Örneğin Doğu ve G. Doğu Anadolu’da meşe yapraklarının sürekli hayvanlara yedirilmesi sonucu toprakta makro besin elementlerinin özellikle potasyumun önemli ölçüde azaldığı ve arazinin verim değerinin düştüğü bildirilmiştir (Atalay, 1994: 177). Genel olarak ölü bitki dokularının kalıntılarını ifade eden organik madde, az miktarda bulunmasına rağmen toprağın fiziksel ve kimyasal özelliklerini önemli oranda etkiler. Organik madde ve humusu birlikte organik madde adı altında değerlendirmek uygun olacaktır. Organik maddenin toprağın iyileşmesindeki önemli rolü bilinmektedir. Bunlar, katyon değiştirme kapasitesini arttırması, özellikle killi topraklarda toprağın kırıntılaşmasını sağlaması, infiltrasyon kapasitesini arttırması ve erozyonun etkisini azaltması, su ve hava dolaşımını iyileştirmesi, toprak ısısını düzenlemesi, mineral döngüsünün önemli bir safhasını teşkil etmesi vb. şeklinde özetlenebilir. Tarım topraklarında kültür bitkilerinin hasattan arta kalan kök ve gövde, dal, yaprak gibi parçaları (anız) organik maddenin kaynaklarını oluşturur. Tahıl tarımı yapılan topraklarda anız, toprak üzerinde 150-250 kg/da organik madde bırakmaktadır. Türkiye’deki tarım topraklarının yaklaşık 2/3’sinde organik madde içeriğinin az veya çok az olduğu göz önüne alınırsa, anız yakmanın arazinin verim değeri açısından zararı daha iyi anlaşılır. Organik maddenin azalması özellikle biyomas üretiminin az olduğu Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 113 kurak ve yarı-kurak sahalarda ciddi sorunlara neden olur. Ayrıca anız yakılması toprak mikroorganizmalarının sayısını azaltarak topraktaki biyolojik dengenin bozulmasına yol açtığı gibi anızın hayvanlar için yem olarak kullanılma olanağı da ortadan kalkar. Öte yandan anız yakma orman yangınları açısından risk yaratır. Bundan başka hayvan dışkılarının tezek olarak ısıtmada kullanılması organik madde dolayısıyla verim kaybına yol açmaktadır. Ülkemizdeki tarım topraklarının % 21.5’inde organik madde çok az, % 43.8’inde az, % 22.6’sında orta, % 7.6’sında iyi ve % 4.6’sında yüksektir (Anonymous, 2003: 91). Organik madde miktarı % 2’nin altına düştüğünde erozyon çok kolaylaşmaktadır. Bu nedenle organik madde oranı, arazi degradasyonunun izlenmesinde önemli bir indikatör olarak değerlendirilir (Barrow, 1994: 181). C) Yanlış Arazi Kullanımının Biyolojik Süreçleri 1. Mikro ve Makro Fauna Aktivitelerinin Azalması: Toprağın biyolojik degradasyonu, topraktaki mikro ve makro organizmalarda azalma veya bu organizmaların toprağın verim değerinde etkili olan etkinliklerinin sınırlandırılması ile ortaya çıkar. Buna bağlı olarak ekolojik kontrol mekanizmaları da bozulmakta, patojenler ve asalaklarda artış ortaya çıkmaktadır. Toprak kirleticilerinin toprağın fiziko-kimyasal yapısında yol açtığı olumsuz değişiklikler bunda en büyük etken olarak görülmektedir (Domzal, 1994’e göre Aydınalp, 1998: 53). Toprağın orta derecede asitli olduğu topraklarda toprak solucanları, mikroorganizmalar ve özellikle bakteriler en yüksek biyolojik aktivitelerini gerçekleştirirken bu arada organik maddenin ayrışması ve toprak strüktürünün gelişimi hızlanır. Buna karşın toprak asitleştiğinde (pH 5,5) aerob bakterilerin çoğu ortadan kalkar, 5 pH’nin altında solucanlar yaşayamaz, 3 pH’nin altında ise sadece bazı mantarlar yaşayabilir. Karınca, köstebek, solucan vb. toprak canlılarının ortadan kalkması, toprak havalanmasını daha da yetersiz hale getirmektedir (Çepel, 1988: 365). Toprağın kimyasal ve fiziksel yapısı bozulduğunda yararlı organizmaların faaliyetleri sınırlandırılır hatta ortadan kalkar. Örneğin toprak yaşlığı durumunda toprak gelişimi ve veriminde son derece önemli olan, nitrat oluşturan ve bağlayan bakteriler ile kükürt bakterileri gibi yararlı mikroorganizmalar yerlerini toksik ürünler oluşturan anaerobik bakterilere bırakır, denitrifikasyonla azot kaybı oluşur. Toprak yaşlığının toprağın kimyasal bozulmasına neden olması, toprakta pH dengesini bozarak asitleşmeye yol açması ve bitkiler için toksik etki yapan bazı bileşiklerin ortaya çıkmasıyla meydana gelir. Bu durum yararlı organizmaların faaliyetleri ve tür kompozisyonunu olumsuz etkileyerek biyolojik degradasyona da yol açmaktadır. Toprak yaşlığına bağlı olarak yetersiz havalanma koşulları ortaya çıkar, aerobik mikroflora (nitrat oluşturan, azot bağlayan bakteriler ve kükürt bakterileri gibi) ve toprak faunasının aktiviteleri sınırlanır, bu canlılar toksik maddeler salgılamaya başlar. Anaerobik mikroorganizmaların artan faaliyeti karbondioksit, metan ve bazı organik asitlerin ortaya çıkmasına neden olur (Mater, 1986: 107-108). Ayrıca H2S, sülfürler, Fe ve Mn iyonları gibi toksik maddeler oluşur. Oksijen yetersiz olduğundan özellikle Ca, Mn, ve Fe bitkiler tarafından alınamaz ve beslenme noksanlıkları meydana gelirken denitrifikasyonla azot kaybı oluşur (Çepel, 1988: 327). Bağ ve bahçelerde pestisit olarak kullanılan CuSO4 (bakır sülfat/göztaşı) topraktaki yararlı mikroorganizmalar için toksik etki yaparak toprakta humus oluşumunu kısıtlamakta ve toprağın organik bakımdan fakirleşmesine neden olmaktadır. Orman ve çalılıklarda çıkan yangınlar ile anız yakılması toprakta mikro ve makro organizmalara zarar vererek etkili olabilmektedir. Yangının şiddetine ve süresine göre toprak yüzeyinde sıcaklığın 200 C°’yi aşabildiği saptanmıştır. Yangın toprağın 0-7.5 cm’lik üst kısmında organik maddenin % 88 gibi büyük oranda azalmasına neden olur. Bundan başka yangın, mineral toprağın sertleşmesine, gözenekliliğinin azalmasına ve toprak strüktürünün bozulmasına yol açar. Buna Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 114 bağlı olarak nem tutma kapasitesi azalır, yüzeysel akış artar ve yangından sonra erozyon şiddetlenir (Çepel, 1988: 371-372). 2. Ötrofikasyon: Göl, nehir ve bazı denizlerde ortaya çıkan ve besleyici mineral kirlenmesinden doğan, aşırı bitki üretimi olayı. Bu olay “fosfat kirlenmesi” olarak da bilinir (Berkes ve Kışlalıoğlu, 1990: 337). Başka bir ifadeyle ötrofikasyon olayı özellikle durgun suların ya da yavaş akışlı akarsuların organik atıklarla kirletilmesi sonucu (kanalizasyon vb.) kirlilik oluşumudur. Organik madde nütrient nitelikte olduğu için bu sularda yosunlar için gübre vazifesi görmekte sonrasında aşırı derecede yosun oluşmaktadır. Ölen yosunlar dibe çökerek birikmekte ve bakteriler tarafından ayrıştırılmaktadır. Ayrışma sırasında sudaki çözünmüş oksijen miktarı azaldığı için buradaki canlıların yaşamı tehlikeye girmektedir. Böylesi bir ortamı, oksijensiz ortamlarda dahi yaşayabilen kurbağa ve kaplumbağalarda terk edecektir. İleriki safhalarda ise oksijen bittiği için belirtilen sahalar bataklığa dönüşecektir. Bu sular toprak kirliliğine yol açtığı gibi yeraltısuyu kirliliğine de neden olmaktadır. Ayrıca, ötrofikasyon olayı (sulak alanları doğal arazi kabul edersek) sulak alan ekosistemlerini bozarak burada yaşayan kuş, balık ve diğer canlıların azalmasına ya da yok olmasına neden olmaktadır. 5) YANLIŞ ARAZİ KULLANIMININ SONUÇLARI Önceki bölümlerde yanlış arazi kullanımının ve arazi degradasyonunun nedenleri, süreçleri irdelenirken yeri geldikçe sonuçlarına da değinilmiştir. Böyle olmakla birlikte yanlış arazi kullanımının sonuçlarını global ve ulusal ölçekte, örneklerle, değerlendirmekte yarar vardır. Esas itibariyle yanlış arazi kullanımı süreçleri (erozyon, kütle hareketleri, tuzlulaşma, asitleşme vb.) çölleşmeye başka bir ifadeyle arazinin verim değerinin düşmesine, arazi degradasyonuna neden olmaktadır. Şekil 23: Yanlış arazi kullanımı sonucunda, arazinin belirli aşamalardan geçerek verim değerini yitirmesi ve tarım, ormancılık, hayvancılık açılarından işe yaramaz alanlara (VIII. sınıf arazilere) dönüşmesi. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 115 Global ölçekte ele alındığında arazi degradasyonunu yanlış arazi kullanımının sonucu olarak değerlendirmek mümkündür. Yukarıda şematize edilen süreç daha karmaşıktır. Ancak ayrıntıya girmek, verilmek istenen asıl mesajı gölgede bırakabilir. Bu çerçevede aşağıdaki tabloda dünya ölçeğinde arazi degradasyonu türlerinin kıtalara göre etki alanları ve dereceleri belirtilmiştir. Tablo 5: İnsan kaynaklı arazi degradasyonun global değerlendirmesi (GLASOD), (milyon ha). Degradasyon türü Su erozyonu Rüzgâr erozyonu Besin maddelerinin azalması Tuzluluk Kirlenme Fiziksel Diğer Toplam Dünya Asya Batı Asya Afrika 1178 440 84 227 Latin Amerika ve Karayipler 169 Kuzey Amerika Avustralya ve Pasifik Avrupa 60 83 115 694 222 145 187 47 35 16 42 141 124 21 86 10 2251 15 53 2 12 3 747 6 47 4 1 287 45 15 18 2 494 72 4 13 1 306 1 96 1 2 1 103 3 4 19 36 2 218 Kaynak:Bai vd., 2008a: 224. Şekil 24: İnsan kaynaklı arazi degradasyonun global değerlendirmesi (GLASOD), (milyon ha). Kaynak: Bai vd., 2008a: 224. İnsan kaynaklı arazi degradasyonun global değerlendirmesine (GLASOD) göre; dünya karalarının % 15’i degradasyona uğramıştır. En yüksek oranlar Avrupa (% 25), Asya (% 18) ve Afrika (% 16)’ya aittir. Dünya degrade alanlarının % 52’sinde su erozyonu, % 31’inde rüzgâr erozyonu, % 6’sında besina maddelerinin azalması, % 5,5’inde tuzluluk, % 4’ünde fiziksel, % 1’inde kirlenme ve % 0,5’inde diğer degradasyon türleri görülmektedir. Su erozyonunun en fazla etkili olduğu kıta Asya (% 37) iken en az etkili olduğu kıta Kuzey Amerika (% 5)’dır. Rüzgâr erozyonunun en fazla etkili olduğu kıta Asya (% 32) iken en az etkili olduğu kıta Avustralya ve Pasifik (% 2)’tir. Besin maddelerinin azalmasının en fazla olduğu kıta Güney Amerika ve Karayipler (% 52) iken Kuzey Amerika kıtası ve Avustralya ve Pasifik bölgesinde hiç görülmemektedir. Tuzluluğun en fazla olduğu kıta Asya (% 43) iken Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 116 Kuzey Amerika’da hiç görülmemektedir. Kirlenmenin en fazla olduğu kıta Avrupa (% 90) iken diğerlerinin payı oldukça azdır. Fiziksel degradasyonun en fazla olduğu kıta Avrupa (% 42) iken en az etkili olduğu kıta Kuzey Amerika (% 1,2)’dır. Diğer degradasyon türlerinin en fazla etkili olduğu kıta Asya (% 30) iken en az etkili olduğu kıta Kuzey Amerika’dır (Bai vd., 2008: 224). Şekil 25: Dünya Arazi Degradasyon Haritası Kaynak: http://www.terramanustech.com. Tablo 6: Bazı ülkelerde degrade alanlar (km2) ve degradasyondan etkilenen nüfus (%). ÜLKE ABD Almanya Degrade Alanlar (km2) Degrade Alanların Ülke Arazine Oranı (%) 20,6 9,1 Degrade Alanların Dünya Karaları İçerisindeki Oranı (%) 7,935 0,144 1 983 886 32 479 Degradasyondan Etkilenen Nüfus (%) Degradasyondan Etkilenen Nüfus (kişi) 10,79 6,97 31 144 568 5 676 882 Angola 828 029 66,42 2,37 60,74 9 263 348 Arjantin Arnavutluk Avustralya Bahamalar Bangladeş Bhutan Brezilya Burundi Cezayir Cibuti Çin 902 438 2334 1 994 268 4130 68 422 27 011 1 881 702 13 516 63 475 6107 2 193 697 32,62 8,12 25,94 29,63 47,52 57,47 22,11 48,56 2,67 27,76 22,86 3,13 0,009 6,182 0,009 0,199 0,073 5,381 0,037 0,196 0,017 7,627 36,95 4,29 11,31 32,01 49,12 54,99 26,67 52,09 22,45 59,3 34,71 14 455 278 137 861 2 187 493 19 029 72 728 775 1 332 662 46 595 573 3 881 071 7 168 600 282 700 457 202 031 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 Dominik Cumhuriyeti Ekvator Ginesi El Salvador Endonezya Etiyopya Fas Fildişi Sahili Filipinler Finlandiya Fransa Gabon Gine Gine-Bissau Guatemala Guyana Güney Afrika Haiti Hindistan Japonya Kamboçya Kanada Kazakistan Kenya Kolombiya Komorlar Kongo Kore Cumhuriyeti Kore Halk Cumhuriyeti Küba Laos Lesotho Liberya Malawi Malezya Meksika Mısır Mozambik Myanmar (Burma) Namibya Nepal Nijer Nijerya Pakistan Papua Yeni Gine Paraguay Polonya Rusya Sierra Leone Singapur Svaziland Tanzanya Tayland TÜRKİYE Uruguay Vietnam Yeni Zelanda Zaire Zambiya Zimbabve DÜNYA 18 507 15 376 5585 1 028 942 296 812 67 399 117 595 132 275 27 779 46 691 172 865 91 415 18 851 55 884 93 448 351 555 11 821 592 498 130 563 77 958 1 985 085 487 033 104 994 291 295 181 201 614 54 091 60 959 32 430 133 395 10 344 50 500 30 869 175 817 487 804 36 514 226 567 358 887 288 945 54 704 22 563 91 443 20 644 205 500 66 704 41 514 2 802 060 35 902 243 16 533 386 256 309 245 30 851 87 566 134 026 147 014 1 346 914 454 630 180 125 35 058 104 37,98 54,81 26,54 53,61 26,33 15,09 36,47 44,09 8,24 8,54 64,58 37,18 52,19 51,32 43,47 28,82 42,6 18,02 34,56 43,06 19,9 17,93 18,02 25,58 8 58,95 54,93 50,57 29,25 56,33 34,08 45,34 26,05 53,32 24,73 3,65 28,26 52,89 35,01 38,85 1,78 9,9 2,57 44,4 16,4 13,28 16,41 50,04 37,5 95,22 40,87 60,16 3,95 49,69 40,67 54,72 57,43 60,41 46,12 23,54 http://esosbil.aksaray.edu.tr 117 0,054 0,037 0,016 2,703 0,843 0,201 0,331 0,362 0,178 0,19 0,471 0,262 0,048 0,163 0,257 1,124 0,034 1,751 0,451 0,225 11,575 2,041 0,294 0,818 0,001 0,569 0,182 0,226 0,095 0,382 0,033 0,123 0,089 0,475 1,474 0,112 0,651 1,053 0,875 0,182 0,062 0,256 0,073 0,564 0,2 0,188 16,519 0,102 0,001 0,051 1,081 0,895 0,111 0,294 0,387 0,545 3,76 1,312 0,531 100,000 43,43 45,39 16,76 40,52 29,1 35,71 36,33 42,75 3,46 10,48 35,85 46,51 43,43 30,46 26,49 38,14 34,56 16,5 24,2 24,03 17,69 13,31 35,59 36,02 21,5 54,93 31,81 45,08 28,31 55,13 44,49 38,12 19,89 46,39 34,3 13,92 26,36 47,86 35,87 48,93 6,61 13,33 3,58 40,58 66,97 14,37 6,2 39,33 55,95 98,77 39,48 56,66 5,08 33,03 35,27 30,97 53,49 50,07 39,51 23,89 3 843 087 171542 1 139 730 86 656 550 20 650 316 11 278 600 6 252 711 33 064 628 171 458 6 159 286 468 972 4 108 349 536 156 3 936 416 198 445 17 041 101 2 823 765 177 437 809 29 666 795 3 583 464 5 509 584 2 131 386 11 803 311 16 309 420 135 144 1 895 981 14 364 205 10 124 419 3 050 838 3 304 253 941 131 1 441 085 2 486 085 10 401 113 36 234 761 10 100 710 5 155 480 23 608 512 670 983 13 332 932 844 506 17 035 650 5 838 072 2 019 646 4 071 629 5 505 161 8 588 604 2 103 046 2 017 090 947 510 15 300 003 36 991 080 3 571 290 1 058 877 28 085 074 1 015 925 32 081 359 5 789 865 5 424 488 1 537 679 148 Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 118 Kaynak: Bai vd., 2008: 24-27. Yanlış arazi kullanımı, arazinin doğal potansiyelini yitirmesine başka bir deyişle arazi degradasyonuna neden olmaktadır. Nitekim 1981-2003 yılları arasını kapsayan bir araştırmada aşağıdaki sonuçlara ulaşılmıştır: Degrade Alanlar (km2): 1. Rusya (2 802 060), 2. Çin (2 193 697), 3. Avustralya (1 994 268), 4. Kanada (1 985 085), 5. ABD (1 983 886), 6. Brezilya (1 881 702), 7. Zaire (Kongo Demokratik Cumhuriyeti) (1 346 914), 8. Endonezya (1 028 942), 9. Arjantin (902 438), 10. Angola (828 029); Degrade Alanların Ülke Arazine Oranı (%): 1. Svaziland (95), 2. Angola (66), 3. Gabon (64), 4. Tayland (60), 5. Zambiya (60), 6. Tayland (60,2), 7. Andorra (60), 8. Kongo (59), 9. Bhutan (58), 10. Zaire (Kongo Demokratik Cumhuriyeti) (57); Degrade Alanların Dünya Karaları İçerisindeki Oranı (%): 1. Rusya (16,5), 2. Kanada (11,6), 3. ABD (7,9), 4. Çin (7,6), 5 Avustralya (6,2), 6. Brezilya (5,4), 7. Zaire (3,8), 8. Arjantin (3,1), 9. Endonezya (2,7), 10. Angola (2,4); Degradasyondan Etkilenen Nüfus (%): 1. Svaziland (99), 2. Paraguay (67), 3. Angol (61), 4. Cibuti (59), 5. Tayland (57), 6. Singapur (56), 7. Laos (55), 8. Bhutan (54,9), 9. Kongo (54,9), 10. Zaire (Kongo Demokratik Cumhuriyeti) (54); Degradasyondan Etkilenen Nüfus (milyon kişi) 1. Çin (457), 2. Hindistan (177), 3. Endonezya (86), 4. Bangladeş (72), 5. Brezilya (46), 6. Tayland (37), 7. Meksika (36), 8. Filipinler (33), 9. Zaire (Kongo Demokratik Cumhuriyeti) (32), 10. ABD (31); Organik Madde Verimliği Kaybı (milyon ton): 1. Kanada (94), 2. Endonezya (68), 3. Brezilya (63), 4. Çin (59), 5. Rusya (57), 6. Avustralya (47), 7. ABD (40), 8. Angola (38), 9. Meksika (24), 10. Myanmar (Burma) (23,6) (Bai vd., 2008: 24-27). Şekil 26: Haritada görüldüğü gibi “hektar başına vejetasyon (primer) üretim verimliliği”nde merkezi Afrika, Güneydoğu Asya, Latin Amerika’nın merkezi kesimlerinde belirgin bir düşüş görülmektedir. Bu durumun ortaya çıkmasında ormansızlaştırma, aşırıerken otlatma vb. oldukça etkili olmuştur. Kaynak: Bai vd., 2008: 230. Aşağıdaki tablo incelendiğinde yukarıdaki haritanın anlamlılığı artmaktadır. Nitekim 1990-2005 yılları arasında orman alanlarındaki yıllık değişimin en fazla olduğu kıta Afrika’dır. Onu Güney Amerika izlemiştir. Avrupa’daki ormanlaştırma çalışmaları dikkat Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 119 çekicidir. Primer orman alanları bakımından yıllık değişimin en fazla olduğu kıta Güney Amerika’dır. Onu Asya izlemektedir (www.fao.org). Tablo 7: Ormansızlaştırma ve orman degradasyonu (1990-2005). BÖLGE AFRİKA ASYA AVRUPA KUZEY-ORTA AMERİKA OKYANUSYA GÜNEY AMERİKA DÜNYA Orman alanlarının yıllık değişimi (1000 ha) -4263 -194 805 -329 -417 -3952 -8351 Primer orman alanlarının yıllık değişimi (1000 ha) -270 -1510 956 -545 82 -3297 -5848 Kaynak: www.fao.org. Ülkemizde havza bazında sürdürülen bazı çalışmalarda arazilerimizin yanlış-bilinçsiz kullanıldığı tespit edilmiştir. Gömeç (Balıkesir) Ovası’nda yürütülen bir araştırmada ova ve çevresinde tarıma uygun olmayan arazilerin % 10’unda tarım yapıldığı belirtilerek bu arazilerin orman örtüsü altında olması gereken VII. sınıf araziler olduğu gerçeği dile getirilmiştir. Söz konusu çalışmada su sıkıntısı çekilen ovada yeraltısuyunun aşırı çekim sonucu tuzlulaşma eğilimi gösterdiği; marş (bataklık) sahasının ikincil konut yapılaşmasına açıldığı ve ova gerisindeki degrade alanların aşırı otlatma sonucu VIII. sınıf arazilere dönüştüğü belirtilmektedir (Gülersoy, 2001: 214-226; Gülersoy ve Buldan, 2003: 252-253). Bakırçay Havzası’nda yürütülen bir çalışmada ise arazi kullanım türleri ile arazi yetenek sınıfları arasında bir uyumun söz konusu olmadığı belirlenmiştir. Bu araştırmaya göre I. sınıf arazilerin % 3,6’sı mera ve % 2,8’i yerleşim; II. sınıf arazilerin % 10,9’u mera ve % 8’i yerleşim ve VII. sınıf arazilerin % 26,1’i tarım alanı olarak kullanılmaktadır. Havzanın % 70’inde şiddetli ve çok şiddetli erozyonun etkili olduğu ve bunun da arazilerin doğru kullanılmadığının göstergesi olduğu belirtilen çalışmada Bakırçay Havzası arazilerinin % 55’inin yanlış-bilinçsiz kullanıldığına dikkat çekilmektedir (Gülersoy, 2008: 394-395; Gülersoy ve Buldan, 2009: 100-101). Yanlış arazi kullanımının dünya ve ülkemiz açısından ne gibi sonuçlar doğurduğunu erozyon-çölleşme bağlamında ele almak mümkündür. Bilindiği gibi doğa koşullarında 1 cm kalınlığında bir toprak tabakasının oluşması için genel olarak 100 yıl gerekmektedir. 100 yılda oluşmuş bir toprak tabakası erozyonla 10 yılda kaybolmaktadır. Teknoloji kullanılarak toprak üretmek mümkün değildir. Dünyada 20 yıl içinde tarım alanlarının % 20’si toprak erozyonu ile kaybolacaktır. Yine Afrika’da Sahra’nın güneyinde 50 yıl içinde 650 000 km2 kadar alan çölleşecektir. Türkiye, dünyada toprak rezervi kalmayan 19 ülkeden biridir. Yine son 20 yılda kişi başına düşen tarım toprağı üçte bir düzeyinde azalmıştır. Ülkemiz yüzeyinin % 79’unda orta şiddetli ve çok şiddetli derecede erozyon meydana gelmektedir. Ülkemizden erozyonla 1 km2 alandan taşınan toprak miktarı Avrupa ülkelerinden 7 kat daha fazladır. Bu nedenlerle topraklarımızı çok dikkatli ve doğru kullanmak zorundayız. Ülkemizde, akarsularca deniz, göl ve komşu ülke topraklarına yüzer halde taşınan katı madde miktarı, yılda ortalama olarak 500 milyon tondur. Bu oran ülkemizin 13 kat büyüklüğündeki Avrupa’da 320 milyon tondur. Normalde 1 km2’lik bir alandan 100 ton toprak/anamateryal taşınırken, bu oran ülkemizde 600 tonun üzerindedir. Başka bir anlatımla ülkemizde 1 mil2’den 1500 ton toprak/anamateryal taşınmaktadır. Oysa dünya standartlarına göre, bu oran 500 tonu aştığında o sahanın felaket derecede aşınmaya uğradığı kabul edilmektedir. O halde Türkiye’de felaket sınırının üç misli üzerinde erozyon gerçekleşmektedir. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 120 Ülkemizde 6 milyon hektar arazi (ülkemizin % 8’i) yanlış-bilinçsiz kullanılmaktadır. Bunların sonucunda kırdan kente göç hızlanmıştır. Nitekim kırdan kente göçün yoğun olarak yaşandığı ülkemizin Doğu, Kuzeydoğu ve Kastamonu ve çevresini kapsayan Kuzey Anadolu’nun orta kesimleri şiddetli erozyona uğrayan alanların başında gelmektedir. 6) İDEAL ARAZİ KULLANIMI (ARAZİ YETENEK SINIFLANDIRMASI) Sanayi Devrimiyle birlikte insanoğlunun toplumsal, kültürel, ekonomik istekleri daha da artmıştır. Öte yandan hızla artan nüfus karşısında mevcut doğal kaynakların en iyi şekilde değerlendirilmesi, yeni ziraat alanları açılması, kentler kurulmasına vs. ihtiyaç duyulmuştur. Bu durum var olan arazinin bilimsel esaslara dayanarak kullanılması gerçeğini gündeme getirmiştir (Gülersoy, 2008: 255). 1920’li yıllarda A.B.D.’de gündeme gelen Land Use kavramı üç başlık halinde incelenmiştir; I. Land Use İnventory (arazinin hâlihazır kullanım tarzının tespiti) II. Land Use Capability Classification (arazinin değer bakımından sınıflandırılması) III. Land Use Planning (arazi kullanım tarzının planlanması) 1930 Amerika’sının mahalli planlamaları, 1922 İngiltere’sinin “Land Use Survey” çalışmaları, 1941 yılında yayımlanan SCOTT raporu, Colemans’ın, Geresmou’nun çalışmaları doğal ortamın kullanılışı ve nasıl kullanılması gerektiğini ortaya koymak için yapılmıştır (Gülersoy, 2008: 255). Arazi kullanımı için altyapıyı oluşturan arazi sınıflandırma sistemi çeşitli doğal ortam özelliklerine sahip arazilerden en verimli şekilde yararlanmayı amaçlar. Buna göre arazi tarım, otlak (mer’a) ve orman sahası olarak belli ölçütlere göre en uygun kullanım türlerine ayrılır. Üzerinde doğal bitki örtüsü ve hiçbir tarım ürününün yetişemediği tuzlu, kayalık, kumluk, bataklık alanlar işe yaramaz araziler olarak belirlenmektedir. 1930’lu yıllarda Amerika Toprak Koruma Teşkilatı’nın uygulamaya başladığı ülkemizde de 1970’li ve 1999’lı yıllarda uygulanan arazi yetenek sınıflandırması metodunda arazi belirli ölçütlere göre 8 sınıfa ayrılmaktadır. Her biri Romen rakamları ile ifade edilen arazi sınıfları üç ana grup halinde incelenmektedir. 1) Sürüme elverişli, tarım yapılabilen araziler (I., II., III., IV. sınıf araziler) 2) Sürüme elverişli olmayan araziler (V., VI., VIII. sınıf araziler) 3) Tarım, ormancılık ve hayvancılık açısından değer taşımayan araziler (VIII. sınıf araziler). Arazi yetenek sınıflandırma metodunda biyomların verimlilik açısından değerlendirilmesinde üç ana doğal ortam kriterine göre hareket edilir. Bunlar; a) iklim b) topoğrafya (eğim, yükselti, bakı) c) anakaya ve toprak özellikleridir (bünye, taşlılık, çakıllılık, tuzluluk, pH vs.). Bunların yanında sınıflandırmanın yapılacağı sahanın sosyo-ekonomik özellikleri de dikkate alınmalıdır (Gülersoy, 2008: 259). Arazi yetenek sınıflaması yönteminin amacı doğal potansiyeli korumak ve araziden en yüksek verimi almaktır. Bu sınıflamaya aykırı kullanım arazinin verimini düşürdüğü gibi arazinin doğal potansiyelinin de bozulmasına hatta daha düşük sınıflara dönüşmesine neden olmaktadır. Örneğin, orman olarak kullanılması gereken eğimli, arızalı alanlarda tarla açma veya bu alanların mera olarak kullanılması, erozyonla üst toprağın taşınmasına arazinin VIII. sınıf, işe yaramaz araziye dönüşmesine neden olmaktadır. Yine arazi sınıfına uygun fakat aşırı kullanılan sahalarda da benzer sonuçlar görülebilmektedir. Örneğin mer’a (VI. sınıf arazi) olarak belirlenen bir sahada aşırı ve erken otlatma erozyonu şiddetlendirmektedir. Bu sınıflandırmaya göre, iklim şartlarının uygun olduğu düz ve hafif engebeli sahalar, tarıma uygun sahalar olarak sınıflandırılır. Ağacın yetişmediği yarıkurak ve yüksek sahalar otlak olarak kullanılmaya elverişlidir. İklimin uygun olduğu eğimli sahaların ormanlarla kaplı olması gerekmektedir (Gülersoy, 2008: 262-263). Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 121 Tablo 8: Arazi yetenek sınıfları ve kullanılış biçimleri. SINIF I II III IV SINIF V VI VII VIII TARIMA UYGUN ARAZİLER (İşlenebilir araziler) Her türlü ürünün yetiştiği düz, iyi drene olmuş (suyun topraktan uzaklaştığı), kolay işlenebilir, derin ve verimli araziler. Az da olsa sorunların bulunduğu araziler (toprağın sığ oluşu, hafif tuzlanma vb.) Tarım ürünlerinin yetişmesinde kısıtlamalara yol açan belirgin sorunların olduğu (erozyona hassasiyet, taşlılık vb.), bazı toprak koruma önlemleri gerektiren araziler. Toprak derinliği, taşlılık, drenaj ve eğim yönünden şiddetli sınırlayıcılar vardır. Ancak ciddi toprak koruma önlemleri uygulanabildiğinde (teraslama, kısa sürelerle drenaj gibi) tarım yapılabilen araziler (Sınırlı tarım). TARIMA UYGUN OLMAYAN ARAZİLER (İşlemeye uygun olmayan araziler) Taşlı araziler (birikinti konileri, zaman zaman taşkına uğrayan çakıllı, kumlu sahalar). Yerine göre ağaçlı tarım (bağ-bahçe, zeytinlik, incir), mera veya orman şeklinde isteğe bağlı kullanım türlerine ayrılabilir. Eğim, toprak sığlığı gibi aşırı sınırlayıcılar mevcuttur. Otlak (mera) olarak kullanıma uygun araziler. Toprak sığlığı, taşlılık, eğim, erozyon gibi şiddetli sınırlayıcılar mevcuttur. Orman olarak kullanılması gereken araziler. Kayalık, bataklık, çok tuzlu alanlar gibi tarıma, orman ve otlak olarak kullanıma uygun olmayan araziler. Turizm ve rekreasyon (eğlence-dinlence) alanları ve av hayvanları barınağı vs. olarak değerlendirilebilir. Kaynak: Gülersoy, 2008: 261. Şekil 27: Arazi yetenek sınıfları doğal ortam potansiyelinin rasyonel kullanımını ifade etmektedir. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 122 Şekil 28: Mevcut arazi kullanımı (Yanlış arazi kullanımı). Bu temsili şekilde arazi doğal potansiyeline uygun kullanılmamıştır. Şekil 29: Olması gereken (ideal) arazi kullanım şekilleri. Bu temsili şekilde arazi doğal potansiyeline uygun kullanılmıştır. 7) SONUÇ-TARTIŞMA 4,6 milyar yıl yaşındaki Dünya’nın son 1,5-2 milyon yıllık sürecinde ortaya çıkan insan 10-12 000 yıl öncesine kadar doğal kaynaklardan doğrudan beslenmiş ve yaşamını idame ettirmiştir. Yerleşik hayata geçiş ve toprağa bağlanma süreci, arazilerin yanlış kullanımında önemli bir milat olmuştur. Sanayi öncesi toplumda geçimlik tarımdan ticari tarıma geçiş yapan insan toplulukları (özellikle Avrupalılar) tarımdan elde ettikleri artı değerle gözünü ülkelerinden uzakta bulunan dünya kaynaklarına dikmiş Haçlı Seferleri ve akabinde Coğrafi Keşiflerle gücüne güç katmıştır. Coğrafi Keşiflerle yeryüzünü büyük ölçüde parselleyen Batılı güçler, gittikleri yeni karalarda yeraltı-yerüstü kaynaklarını talan etmişler, arazilerin ve diğer doğal kaynakları aşırı-bilinçsizce kullanmışlar, yağma politikasıyla kendi ülkelerine getirmişlerdir. Bu birikimin ivmesiyle sanayileşme sürecini başlatmışlardır. Bu yeni ekonomik model yeryüzünün geri dönülemez dönüşümünün de habercisidir. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 123 1750’li yıllarla birlikte hızlanan Sanayi Devrimi, yanlış arazi kullanımı açısından ikinci kırılma noktasıdır. O güne dek savaşlarla, alan kavgalarıyla yeryüzünü şekillendiren insan toplulukları artık yeraltındaki kaynaklara da el atmış, fosil yakıtları ve demiri kullanarak yeni bir yaşam biçimi oluşturmuştur. Fabrikaların kurulması işçi ihtiyacını artırmış bu çerçevede fabrikalar etrafında yeni kentler, yaşam alanları oluşturulmuştur. 1800’lü yılların ortalarından itibaren hızlanan nüfus artışı araziler üzerindeki baskıyı daha da artırmış, bu baskı emperyal emellerle birleşerek I. Paylaşım Savaşı’nın patlak vermesinde etkili olmuştur. I. Dünya (Paylaşım) Savaşı sonrası yeniden parsellenen dünya kaynakları yine hoyratça kullanılmış, dünya sahnesinde yer almak isteyen bazı ülkeler işgal ettikleri ülke arazilerinde, daha önce Batılı komşularının uyguladıkları yöntemleri hayata geçirmişlerdir. Nüfus baskısı, doğal kaynaklar ve arazi üzerindeki baskıyı artırdıkça, hâkim güçler sürtüşmeye başlamış ve II. Paylaşım Savaşı patlak vermiştir. Bu savaşla iyice hırpalanan dünya karaları ve denizleri (elbette diğer doğal kaynaklar), savaş sonrası Çokuluslu güçlerin, şirketlerin yönlendirmesiyle yeniden paylaşılmıştır. Araziler üzerinde yaşayan halk, onunla birlikte düşünülmüş ve bir meta olarak görülmüştür. Sözü edilen dönemden günümüze % 176 oranında artan dünya nüfusu tarımda yeni kullanmaya başladığı kimyasal ilaç (pestisit, herbisit) ve gübrelerle tarımsal verimi artırsa da bunun faturası çok ağır olmuştur. Söz konusu kimyasal ilaç ve gübreler arazilerin hemen altında veya akiferlerde birikmiştir. Aşırı-bilinçsiz sulamayla birlikte topraklar kapilarite ile tuzlanmış (daha önce Mezopotamya’da olduğu gibi), asitleşmiştir. Yorgun düşen toprağın verimi azalmış hatta Sahel gibi yağışın son derece az olduğu kırılgan ekosistemlerde çöl alanları genişlemeye başlamıştır. Soğuk Savaş’la birlikte hızlanan kalkınma ve dünyaya hâkim olma yarışı arazilerin de yanlış-bilinçsiz kullanımını hızlandırmıştır (SSCB- Aral Gölü örneği). 1970’li yıllarla birlikte (Dünyaya hâkim olan muhalif akımların da etkisiyle) dünya kaynaklarının sonsuz olmadığı fark edilmiş ve yeni bir kalkınma modeli olarak “korumakullanma dengesi”, “tüketmeden kullanma” ilkeleri çerçevesinde “sürdürülebilir bir kalkınma”dan söz edilmeye başlanmıştır. O güne hatta günümüze dek sorgusuz-sualsiz dünya doğal kaynaklarını ve onun en önemli unsuru olan arazileri kullanan Batılı devletler, bu yeni oluşuma destek vermiş ancak pratikte yaptığı sınırlı parasal ve ayni (gıda, araç-gereç vb.) yardımlar dışında samimi davranmamıştır. 1990’lı yıllarla birlikte hızlanan iletişim-bilişim devrimi uzakları yakın etmiş, bu süreç dünyada yaşayan halkları yakınlaştırdığı gibi küresel şirketlerin de dünya doğal kaynaklarını ve arazilerini merkezi bir sistemle (internet) yönetebilme imkânını sağlamıştır. Günümüzde postmodern bir yaşam modelini dünyaya dayatan Batı dünyası, sanayi (modern) toplumu arazi kullanım modelini de büyük ölçüde değiştirmiş, ülkelerin tarımsal üretim sistemlerini, ürün desenlerini çeşitli müdahalelerle şekillendirmeye başlamıştır. Günümüzde dünya arazilerinin % 15 kadarı çeşitli nedenlerle degradasyona uğramış durumdadır. Başka bir ifadeyle verim ve kullanım değerlerini büyük ölçüde yitirmişlerdir. Doğal kaynakları sınırsız olarak gören yaklaşımlar, politikalar, insan ihtiyaçlarının sınırsızlığı ve artan nüfusun baskısı karşısında arazi degradasyonu hızlanmış, etki alanını genişletmiştir. Aşırı-erken otlatma (% 35), ormansızlaştırma (% 30), yanlış-bilinçsiz tarım uygulamaları (% 28), yakacak için aşırı ağaç kesimi (% 7) ve sanayileşme (% 1) faaliyetleri arazi degradasyonun dünya ölçeğinde başlıca nedenleridir. Bunlar yanında tarım, otlak ve orman arazilerinin yerleşim ve sanayi amaçlı kullanılması, katı, sıvı çöplerin gelişigüzel depolanması, hatalı kalkınma-tarım politikaları vb. arazi degradasyonunda etkili olmaktadır. Yukarıda kısaca özetlenmeye çalışılan kapitalist ekonomik model dünyaya refah getirememiştir. Bunun karşıtı sosyalist uygulamalarda pratikte doğal kaynakların dejenerasyonunu hızlandırmıştır. Arazilerin dolayısıyla toprağın kendisini yenileyemediğini dikkate almayan ülke ve uluslararası kurum, kuruluşlar ve hegemonya araçlarının yetkilileri Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 124 ve politikaları başarısız olmuştur. O halde ekolojik-coğrafi temelli bir yaklaşımla doğal kaynakları, kırılgan ekosistemleri dikkate alan, ulusal hatta uluslararası havza bazında kalkınma modellerine ihtiyaç vardır. Söz konusu “havza kalkınma uygulamaları” coğrafyacılardan ziraatçılara, sosyologlardan tarihçilere, temel bilim uzmanlarından mühendislere dek geniş bir meslek yelpazesinde şekillenmeli, araştırmalar ve analizler sonucunda ulaşılan kararlardan asla taviz verilmemelidir. DEĞERLENDİRME SORULARI: 1. Geçmişten günümüze yanlış arazi kullanım nedenleri hakkında özlü bilgi veriniz. 2. Günümüzde dünya karaları nasıl kullanılmaktadır? Bu kullanım doğal ortam potansiyeline uygun mudur? 3. Ülkemiz arazisinin kullanımı hakkında genel bilgiler vererek bu kullanımın ülkemiz doğal ortam potansiyeline uygunluğunu sorgulayınız. 4. Yanlış arazi kullanımının başlıca nedenlerine değinerek günümüzdeki etki alanları ve boyutlarını tartışınız. 5. Yanlış arazi kullanımı ile arazi degradasyonu arasında nasıl bir ilişki vardır? 6. Yanlış arazi kullanımının süreçleri hakkında özlü bilgi veriniz. 7. Yanlış arazi kullanımı, erozyon ve çölleşme arasında nasıl bir ilişki vardır? 8. Global ölçekte, yanlış arazi kullanımının sonuçlarını ülkemizle kıyaslayarak tartışınız. 9. Doğal ortam potansiyeli “ideal arazi kullanım ilkeleri” çerçevesinde nasıl değerlendirilmelidir? 10. Doğal kaynakların sınırlı, insan ihtiyaçlarının sınırsız olduğu ve nüfusun hızla arttığı bir dünyada gelecek nasıl şekillenmelidir? Bir sosyal bilimci olarak yorumlayınız. 11. Yanlış arazi kullanımı ve arazi degradasyonu ile sömürgecilik arasında nasıl bir ilişki söz konusudur? Tartışınız 12. “Havza bazında kalkınma planları” deyince ne anlıyorsunuz? Yorumlayınız. 13. Kırsal kalkınma ve tarım reformu ile arazi kullanımı arasında nasıl bir ilişki vardır? Tartışınız. 8) KAYNAKLAR AKALAN, İ., (1992), Türkiye’nin Toprak Kaynakları, Bunların Sorunları ve Çözüm Yolları. Türkiye Coğrafyası Dergisi, S 1, s 1-14, Ankara ANONYMOUS, (2003), Türkiye Toprak Su Kaynakları ve Çölleşme. Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü APK Dairesi Başkanlığı, Ankara ATALAY, İ., (1986), Uygulamalı Hidrografya, E.Ü. Basımevi, Bornova, İzmir. ATALAY, İ., (1989), “Türkiye’de kır yerleşmelerinin arazi degradasyonu üzerindeki etkileri”, Atatürk K.D. ve Tarih Y. Kurumu. Coğr. Bil. ve Uyg. Kolu. Coğr. Arş. Derg., Cilt 1, Sayı: 1, s. 91-101. Ankara. ATALAY, İ., (2004), Doğa Bilimleri Sözlüğü, Meta Basımevi, İzmir. ATALAY, İ., (2011a), Türkiye Coğrafyası ve Jeopolitiği, Meta Basımevi, İzmir. ATALAY, İ., (2011b), Genel Beşeri ve Ekonomik Coğrafya, Meta Basımevi, İzmir. AYDINALP, C., (1998), Toprak Degradasyonunun Nedenleri ve Etkileri. Anadolu J. of AARI. Yıl 2, s 8, sy.: 51-54. BAI, Z.G, DENT, D.L., OLSSON, L. & SCHAEPMAN, M.E. (2008a), Proxy Global Assessment Of Land Degradation, Soil Use and Management, September 2008, 24, 223-234, British Society of Soil Science, England. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 125 BAI, Z.G, DENT, D.L., OLSSON, L. & SCHAEPMAN, M.E. (2008b), Global Assessment of Land Degradation and Improvement 1. Identification by remote sensing, FAOISRIC PR 35852, ISRIC-World Soil Information, Wageningen, Netherlands. BAHTİYAR, M., (2000), “Toprak erozyonu, oluşumu ve nedenleri”, Tema Eğitim Seminer Notları, 26, 33-51, İstanbul. BARROW, C., J., (1994), Land Degradation. Cambridge University Pres. ISBN 0 521 46615 6, London. BAYKUT, F., AYDIN, A., BAYKUT, S., (1987), Çevre Sorunları ve Korunma. İ.Ü. Yay. No: 3449, İstanbul. BERKES, F., KIŞLALIOĞLU, M., (1990), Ekoloji ve Çevre Bilimleri. Remzi Kitapevi, No: 95, ISBN: 975-14-0187-9, İst. BİLGİN, F., (2006), Ege Bölgesinde Tarımsal Amaçlar İçin Yasal Yollarla Orman Dışına Çıkarılan Alanların Kullanım Sorunları, T.C. Çevre Ve Orman Bakanlığı Ege Ormancılık Araştırma Müdürlüğü, Teknik Bülten No:32, İzmir. CASPER, J.K., (2010), Changing Ecosystems: Effects of Global Warming, Facts On File, Inc. An Imprint of Infobase Publishing, ISBN 978-0-8160-7263-7, New York, USA. CEYLAN, A., AKGÜNDÜZ, S., DEMİRÖRS, Z., ERKAN, A., ÇINAR, S. ve ÖZEVREN, E., (2009), Aridity Index Kullanılarak Türkiye’de Çölleşmeye Eğilimli Alanlardaki Değişimin Belirlenmesi, I. Ulusal Kuraklık ve Çölleşme Sempozyumu, 16-18 Haziran 2009, s. 1-8, Konya. CITRON, B., (2006), The Human Impact on Planet Earth, Foundation For the Future, “Humanity and the Biosphere: The Next Thousand Years” UNESCO, Paris. ÇEPEL, N., (1988), Orman Ekolojisi. İ. Ü. Orm. Fak. Yay. No: 399, ISBN 975 404 061 3, İstanbul. ÇEPEL, N., (1996), Çevre Koruma ve Ekoloji Sözlüğü, TEMA Vakfı Yayınları No: 6, İstanbul. ÇEPEL, N., (1997), Toprak Kirliliği Erozyon ve Çevreye Verdiği Zararlar. Tema Vakfı Yay. No: 14, İstanbul. ÇEPEL, N., Bahtiyar, M. vd., (2000) Erozyonla Mücadele, Tema Eğitim Notları, Tema Vakfı Yay. 26. DELİBACAK, S., TUNCAY, H., (1996), Aydın İli Germencik Ovası Topraklarındaki Tuzluluk, Alkalilik ve Bor Kirliliği. E.Ü. Ziraat Fak. Derg. Cilt 33, S 2-3, ss. 49-56, İzmir DENKER, B. T., (1977), Yerleşme Coğrafyası-Kır Yerleşmeleri. İ. Ü. Coğr. Enst. Yay. No: 93, İstanbul. DİZDAR, M. Y., (1993), Yurdumuzda Toprak Degradasyonu, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Dergisi, S: 88, s 25-27, Ankara. DOĞANAY, H., (2002), Ekonomik Coğrafya 1 Doğal Kaynaklar, Aktif Yayınevi, İstanbul. DOĞANAY. H., (2007), Ekonomik Coğrafya 3: Ziraat Coğrafyası, Aktif Yayınevi, İstanbul. ERDOĞMUŞ, E., (2004), Borun Canlılara ve Çevreye Etkisi. Ekoloji Magazin Derg. S 2, sy 28-34, İzmir. ERGENE, A., (1997), Toprak Biliminin Esasları. Öz Eğitim Basım Yay. Dağt, Ltd. Şti. Konya ERİNÇ, S., (1982), Jeomorfoloji I, İst. Ün. Ed. Fak. Yay., 2931, İstanbul. ERİNÇ, S., (1984), Ortam Ekolojisi ve Degradasyonal Ekosistem Değişiklikleri. İ.Ü. Deniz Bil. ve Coğr. Enst. Yay. No: 1, İstanbul. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 126 ERTEK, T., A. (1995), “Senirkent Seli (13 Temmuz 1995 Isparta)”, Türk Coğr. Derg,. 30, 127-141, İstanbul. ERUZ, E., (1992), Toprağın Kirlenme Sorunları. İ. Ü. Den. Bil. Ve Coğr. Enst. Blt. S 9, s 75-85, İst. GEF-IFAD PARTNERSHIP, (2002), Tackling Land Degradation and Desertification, Printed by GMS Grafiche, Rome, Italy. GÖRCELİOĞLU, E., (2002), Peyzaj Onarım Tekniği. İ.Ü. Orman Fak. Yay. No: 4351, İstanbul. GÜLERSOY, A.E., (2001), Gömeç Ovası’nda Bugünkü Arazi Kullanımı ile Arazi Sınıflandırılması Arasındaki İlişkiler, D.E.Ü. Eğit. Bil. Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir. GÜLERSOY, A.E. ve BULDAN, İ., (2003), “Gömeç Havzası’nda (Balıkesir) Arazi Kullanımı ile Sınıflandırılması Arasındaki İlişkiler”, Sırrı Erinç Sempozyumu (11-13 Eylül) 2003 Coğrafya Genişletilmiş Bildiri Özetleri, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, s. 249-254, İstanbul. GÜLERSOY, A.E., (2008), Bakırçay Havzası’nda Doğal Ortam Koşulları ile Arazi Kullanımı Arasındaki İlişkiler, D.E.Ü. Eğit.Bil.Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İzmir. GÜLERSOY, A.E ve BULDAN, İ., (2009), “The Misuse Land Use and Results in Bakırçay Basin (NW Anatolia, Turkey)” The 6th Romanian-Turkish Geographical Seminar, Present-Day Environmental Changes in Romania and Turkey, Bucharest, Romania, 05-14 June, 2009. GÜNAY, T. (1997), Orman, Ormansızlaşma, Toprak, Erozyon. TEMA Vakfı Yay. 1, 4. Bası. GÜNER, İ. ve ERTÜRK, M., (2005), Kıtalar ve Ülkeler Coğrafyası, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara. GÜNEY, E. (2002a), Genel Çevre Kirlenmesi, Çantay Kitabevi, İstanbul. GÜNEY, E., (2002b), Türkiye Çevre Sorunları. Çantay Kitapevi, İstanbul. GÜNEY, E., (2003), Toprak-Bitki-Ekocoğrafya Sözlüğü, Çantay Kitabevi, İstanbul. GÜNEY, E., (2004), Çevre Sorunları, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara. GÜNGÖRDÜ, E., (2011), Üniversiteler İçin Türkiye’nin Beşeri ve Ekonomik Coğrafyası, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara. HAKTANIR, K., CANGİR, C., ARCAK, Ç., ARCAK, S., Toprak Kaynakları ve Kullanımı. http://www.zmo.org.tr/etkinlikler/5tk02/08.pdf (29 Mayıs 2012). KANTARCI, M.D., (1987), Toprak İlmi. İ.Ü. Orm. Fak. Yay. Yay. No: 387, İstanbul. KAPUR, S., AKÇA, E., ÖZDEN D.M., SAKARYA, N., ÇİMRİN, K.M., ALAGÖZ, U., ULUSOY, R., DARICI, C., KAYA, Z., DÜZENLİ, S. ve GÜLCAN, H., (2003), The Jrc Enlargement Action, Contributions to the International Workshop, “Land degradation”, 5-6 December 2002, Ispra, Italy, Robert J. A. Jones Luca Montanarella (eds.), Italy. LOWDERMİLK, W. C., (2000), Toprağın 7000 Yıllık Öyküsü, Tema Vakfı Yayınları No: 22, İstanbul. LEOPOLD, A. S. (1972), The Desert Time Inc. U.S.A. MATER, B., (1986), Toprak Coğrafyası. İ. Ü. Yay. No: 3465, İstanbul. MATHER, A.S., (1992), Land Use, Longman UK, London. MONTOGOMERY, D. R. (2010), Toprak: Uygarlıkların Erozyonu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul. MUTLUER, M. & IŞIK, Ş., (2000), Kasım 1995 Karşıyaka-Çiğli Sel Felaketi Sonrasında Yapılan Çalışmalar Üzerine Bazı Gözlemler, Ege Coğrafya Dergisi, Sayı: 11, s. 55-74, İzmir. Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 http://esosbil.aksaray.edu.tr 127 OVERSEAS DEVELOPMENT GROUP, (2006), Global Impacts of Land Degradation, University of East Anglia, Norwich. ÖNER, E. & MUTLUER, M., (1993), Akselendi Ovasında Kumul Oluşumu ve Buna Bağlı Çevre Sorunları, Ege Coğrafya Dergisi, Sayı: 7, s. 133-160, İzmir. ÖZÇAĞLAR, A. (Tarihsiz), Arazi Kullanımı (Land Use) Ders Notları, Ankara Üniversitesi, DTCF Coğrafya Bölümü, Ankara. ÖZEY, R. (2001), Çevre Sorunları, Aktif Yayınevi, İstanbul. PEKCAN, N.Y., (1996), “Karadeniz heyelanları ve önlenmesi yolunda önerilerimiz”, İ.Ü. Ed. Fak. Coğr. Böl. Coğr. Derg. 4, 137-143, İstanbul. PONNIAH, W., D. (2000), “Land Degradation”, http://www.ecaned.net/Idegrade.html. SAYIN, S. (1986), Türkiye’de Tarım Dışı Amaçla Arazi Kullanımı İçinde Toprak Sanayinin Yeri ve Erbaa Örneği. K.H.G.M. Yay. 136, Ankara. SEMENDEROĞLU, A., (1992), Tarih Boyunca Çevre ve İnsan, Ekoloji ve Çevre Dergisi, I, 3, ss. 15-17, İzmir. SE MENDEROĞLU, A. (1999), Urla-Çeşme Yarımadası’nda Doğal Ortam İle Sosyoekonomik Faaliyetler Arasındaki İlişkiler, Basılmamış Doktora Tezi, D.E.Ü. Sos. Bil. Enst. İzmir. SEMENDEROĞLU, A., ÇUKUR, H. (2004), “Missuse of the land and land degradation on the tmolos depozits in the northern slope of the bozdag mountains”, Symposium of Global Change and Relation between People and Environment, Romanian Academy Institute of Geography on 8 November 2003, 171-182, Bucaresti-Romania. SEMENDEROĞLU, A., GÜLERSOY, A.E. & İLHAN, A., (2006), Kimyasal ve Biyolojik Arazi Degradasyonu, Türk Coğrafya Dergisi, Sayı: 45, s. 15-40, İstanbul. SEMENDEROĞLU, A., GÜLERSOY, A.E. & İLHAN, A., (2007), Fiziksel Arazi Degradasyonu, Türk Coğrafya Dergisi, Sayı: 47, s. 75-98, İstanbul. SÖNMEZ, M.E., (2011), Uygarlıkların Çöküşünü Hazırlayan Hatalı Arazi Kullanımı, Toprak Erozyonunun Tarihsel Gelişimi ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki Yansımaları GAP VI. Tarım Kongresi, 09-12 Mayıs 2011, Bildiriler Kitabı, ss. 714-719, Şanlıurfa. SÜR, Ö. (1977), “Heyelan olaylarının ekonomiye etkileri”, A.Ü. Dil ve Tarih Coğ. Fak. Coğr. Araştırmaları Derg. 8, 137-151, Ankara. TANOĞLU, A., (1966), Beşerî Coğrafya Nüfus ve Yerleşme Cilt I, İ.Ü. Yay. No: 1183, İstanbul. TAYSUN, A., (1989), Toprak ve Su Korunumu, E.Ü. Ziraat Fak. Teksir No: 92-III, İzmir T.C. ORM. BAK. AGM GEN. MÜDÜRLÜĞÜ, (1999), Erozyon Kontrolü uygulamalarında Dikkate Alınacak Hususlar. AGM Yay. No: 14, Ankara. TÇV, (1999), Türkiye’nin Çevre Sorunları. Yay. No: 131. ISBN: 975-7250-47-7, Ankara. TÜMERTEKİN, E., & ÖZGÜÇ, N. (2011), Beşeri Coğrafya İnsan, Kültür, Mekân, Çantay Kitabevi, İstanbul. TÜMERTEKİN, E., & ÖZGÜÇ, N. (2012), Ekonomik Coğrafya Küreselleşme ve Kalkınma, Çantay Kitabevi, İstanbul. YENMEZ, N., (2005), Ova Topraklarının Tuzlanmasına Yeni Bir Örnek: Harran Ovası, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 8 (14), 199-236, Balıkesir. İnternet Kaynakçası: http://maptd.com www.fao.org Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi Cilt 1 Sayı 2 www.cia.gov www.tuik.gov.tr http://www.wcs.org http://geoserver.isciences.com www.oecd.org www.worldbank.org www.ecowalkthetalk.com. www.khgm.gov.tr/ www.terramanustech.com www.cografya.gen.tr www.isric.org www.tema.org.tr www.wcs.org www.zmo.org.tr www.ecaned.net http://esosbil.aksaray.edu.tr 128