PDF İndir - Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi ISSN: 2148-872X

Transkript

PDF İndir - Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi ISSN: 2148-872X
ELEKTRONİK SOSYAL BİLGİLER EĞİTİMİ DERGİSİ
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
Aksaray Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
1
Medya’nın Gündem ve Kamuoyu Oluşturma Etkilerinin
Toplumsal - Siyasal ve Yönetsel Eksende Tartışılması
Öğr.Gör. Orhan ALAV*
Dr. Eray GÜÇLÜER**
Özet
Çalışmamızda kitle iletişim araçları olan medyanın birey ve toplum üzerindeki toplumsal etkileri “gündem” ve
“kamuoyu“ oluşumu ile birlikte değerlendirilmiştir. Medya’nın toplumsal etkileri kompleks bir konsept
yapılanması içerisinde değerlendirilmelidir. Medya, birey ve topluma ileti/mesajlarını iletirken “gündem” ve
“kamuoyu” oluşturarak doğrudan veya dolaylı olarak iletir. Medya birey ve toplum üzerinde; farkındalık, siyasi,
demokratik, despot/vandalist, sevgi, şefkat, insan hakları, ekonomi, eğitim, kültür, birliktelik, ötekileşme, spor,
eğlendirme, dinlendirme ve haber verme gibi etkiler yapar. Medya, birey ve topluma etki ederken bu
enstrümanları bir dublör vasıta olarak kullanır birey ve toplumu şekillendirmeye çalışır. Medya etkileşim
sürecinde Devlet erki ve Devlet organları üzerinde de, doğrudan veya dolaylı bir etki gücüne sahiptir. Medya
isterse; “savaşın dilini barışın dili ile barışın dilini de savaşın dili ile ” verebilmektedir. Çalışmada, kitle iletişim
araçları olan medyanın yapmış olduğu yayın/yayımların niteliği ve niceliği, sübjektifliği ve objektifliği birçok
paradigma açısıyla değerlendirilerek medyanın birey ve toplum üzerindeki toplumsal etkileri sosyolojik yönüyle
değerlendirilmiştir.
Anahtar kelimeler: Medya, kitle iletişim araçları, birey ve toplum, sosyoloji, gündem ve kamuoyu
Discussion of the Effects of Madia’s Agenda and Public Opinion
In Point of Social-Political and Administrative Axis
Abstract
In our study, the social effects of mass media on individual and society are evaluated with the formation of
agenda and public. The social effects of media should be assessed within a complex concept structuring. Media
transmits messages to individual and society directly and indirectly molding agenda and public opinion. In other
words, media influences individual and society directing awareness, politics, democracy, despotism/vandalism,
love, compassion, human rights, economy, education, culture, association, discrimination, sports, entertainment,
relaxation and information. Media tries to shape individual and society using these instruments in question as
dubbers. During the interaction process, media has the capacity to influence state power and government
agencies directly or indirectly. If media demands, it might discuss a war with the language of peace and vice
versa. Finally, in our study the quality, the quantity, subjectivity and objectivity are evaluated in view of many
paradigm and the social effects of media on individual and society are discussed in a sociological point of view.
Key words: Media, mass media, individual and society, sociology, agenda and public opinion.
*Öğr.Gör. Süleyman Demirel Üniversitesi, E-posta: [email protected]
**Dr. Dokuz Eylül Üniversitesi, E-posta: [email protected]
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
2
Giriş
Kitle iletişim araçları olarak ifade edilen medya; gelişen teknoloji, değişen ve gelişen
toplum yapılarıyla birlikte günümüzde eskiye oranla daha fazla öneme sahip bir yapıya
gelmiştir. Günümüz toplumu ve kitle iletişim araçları gelişen teknolojiye parelel olarak çoklu
medya formatında işlev görerek geleneksel medyanın tek yönlü iletisine göre karşılıklı ileti
ve etkileşim içerisinde gelişim göstermektedirler.
Medya, Dünya toplumlarının vazgeçemediği bir kitle iletişim aracı olmuştur.
İnternet’in ve televizyonun hızlı (anlık/eşzamanlı) iletişim aracı olarak çoklu ortamda
bilgiyi/enformasyonu servis etmeleri ile gündemi hızlı bir şekilde oluşturmakta ve kamuoyuna
etki gücü olarak yansımaktadırlar. Medya sayesinde yerel bir haber önem derecesine göre çok
kısa bir sürede yerellikten ulusallığa, ulusallıktan da uluslararası boyuta taşınabilmektedir.
Günümüz kitle iletişim araçları ile Dünya toplumları eşzamanlı olarak haberleşerek
birbirleriyle etkileşir hale gelmişlerdir. Medya’nın servis etmiş olduğu bilginin niteliği ve
niceliği önemli hale gelmiştir. Medya; savaşın dilini barışın dili ile barışın dilini de savaşın
dili ile verebilmektedir
1
Bu bağlamda medyanın sunmuş olduğu enformasyon, bilgi
kirliliğinden ve sübjektiflikten filtre edilerek reel bilgiye ulaşılabilinir, aksi takdirde sosyal
altyapı olarak yeterli eğitim ve kültürel bilgi birikiminden yoksun birey ve toplumlar sanal
bilgilerle yoğun bilgi kirliliğine tutulurlar ve gerçek olan düşünceden uzaklaştırılarak
medyanın istediği gibi düşünen toplumlara dönüşürler. Bunun sonucunda ise, medya; kendi
egemenliğini ilan ederek birey ve toplumları istediği gibi yönetir ve yönlendirebilir konuma
gelebilirler. 2 Ancak günümüz toplum yapıları gelişen teknoloji ile birlikte aşırı bilgiye
maruz kalmakta ve anlık etkileşimli medya
araçları ile karşılıklı bir etkileşim
göstermektedirler. Her ne kadar medya toplumsal yapılarda dördüncü erk olarak sıralamada
yerini alıyor gibi görünse de günümüzde medya, neredeyse toplumları yöneten ve yönlendiren
birincil erk durumuna gelmiştir. Medya; görsel işitsel etkileme sihir gücü ile birey ve
toplumlar üzerinde baskın bir etki ve taraf olmaya yönelik enformasyon bombardımanı
yapmaktadırlar.
Kaplan, Yusuf, “Medyanın Saldırganlığı, Her Şeyi Kontrol Etme Güdüsü”, Aktaran; Orhan ALAV, Kitle
İletişim ve Yerel Medya, Fakülte Kitabevi, Isparta, 2001, s. 126.
2
Raymond J. Pingree, Effects of Media Criticism on Gatekeeping Trust and Implications for Agenda Setting,
Journal of Communication 63 (2013) p.352,2013.
1
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
3
Medya’nın birey ve toplumlara sunduğu yayın/yayımların sübjektifliğinin anlaşılması
ise çok zordur. Bu zorluğu anlayabilmek ve aşabilmek için Orhan Türkdoğan’ın “Türk
toplumunda aydın sınıfın anatomisi” isimli eserinde de belirttiği gibi, toplumun en az yarıdan
fazlasının standart üst düzey eğitim sürecinden geçmiş olması 3 ve bireylerin ve toplumun
farkındalık bilinci içerisinde olması gerekiyor. Farkındalık bilincinde olan birey ve toplum
her türlü etkiden minimum düzeyde etkilenir ve rasyonel ortak kamu vicdanında buluşularak
toplumun sosyal dönüşümüne katkı sağlanabilir.
Medya, demokratik toplumlarda; siyasi liderleri, siyasi partileri, yargı organlarını,
ekonomik şirketleri, sivil toplum örgütlerini, birçok alanı, birey ve toplumu, Devlet ve Devlet
organlarını doğrudan olmasa bile dolaylı olarak kontrol edebilme ağlarına sahip. Medya;
siyasi ve ekonomik gücü oranında etki ve kontrol gücüne sahiptir. Kitle iletişim araçlarının
olmazsa olmazı; birey ve toplum olup, birey ve toplumların da olmazsa olmazı; kitle iletişim
araçları olmuştur. Medya’nın birey ve içinde bulunduğu toplum üzerindeki etkileri; gündem
ve kamuoyu oluşturma gücü inkâr edilemez bir realitedir. Çünkü artık medya bireylerin
ceplerine kadar girerek karşılıklı anlık interaktif iletişim halindedir.
Çalışmanın Amacı ve Kullanılan Yöntem
Çalışmamızda olayların neden sonuç ilişkilerini inceleyen betimleme
yöntemi
kullanılmıştır. Bu yöntem ile mevcut olayların, daha önceki olay ve koşullar ile ilişkileride
dikkate alınarak, durumlar arasındaki etkileşimler açıklanmaya çalışılmıştır. 4 Betimleme
yöntemine dayanarak
çalışmamızda daha çok yüzey incelemesi ve gözlem teknikleri
kullanılarak bir durum tespiti analizi yapılmıştır.
Çalışmamızda Medya türleri ve algısal etkileşim, medyanın kamuoyu ve gündem
oluşturma etkileri toplumsal yapı ekseninde ve siyasal yönetişime etkileri literatür
araştırmaları ile desteklenerek değerlendirilmiştir.
3
4
Türkdoğan, Orhan, Türk Toplumunda Aydın Sınıfın Anatomisi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2003, s. 55-80
Kaptan S., Bilimsel Araştırma ve İstatistik Teknikleri, Tekışık Ofset, Ankara, 1995, s.63.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
4
Medya Türleri ve Algısal Etkileşim
Medya, kavram olarak yapısal anlamda benzer tanımları ifade etmesine karşın
işlevsel anlamda ise farklı içeriklerle karşımıza çıkmaktadır. Genel anlamda medya; haber ve
bilgi sunan bir enformasyon kaynağı iken özel anlamda düşündüğümüzde; ekonomi, siyaset,
gündem, haber, eğlence, spor ve birey ve kitleleri açıktan ya da kapalı olarak yönlendiren bir
iletişim vasıtasıdır. Medya kavramına tanımdan çok içerik olarak bakmak ve değerlendirmek
gerekir. Medya, işlevsel olarak hangi fonksiyonlara sahip, kimler medyayı ne amaçla elinde
tutmaktalar, medyadan kimler etkilenmekte veya etkilendirilmektedir? Soruları medyanın
işlevsel yapısında anlam bulmaktadır.
Günümüz dünyasında medya iki farklı yapısal fonksiyonda karşımıza çıkmaktadırlar. Bunlar;
geleneksel medya ve sosyal medya.
Şekil olarak her iki medya da haber ve gündemi
etkileyen medyalar olmalarına karşın tek yönlü ileti sunan geleneksel medyadan farklı olarak
sosyal medya çok daha farklı bir etki ve etkileme gücü olarak karşımıza çıkmaktadır. Sosyal
medyayı geleneksel medyadan farklı kılan pek çok dinamiksel yapı söz konusudur. Sosyal
medyada birey tek yönlü değil çift yönlü etkileşim halindedir, diğer bir ifade ile birey, haber
sürecinin içinde olup aldığı iletiden etkilenmekte ve etkilendiği iletiyi de etkilemektedir.
Sosyal medyada bir konu üzerinde mesajı hazırlarken kendi ideolojisi, düşüncesi veya faydasına
hizmet eden bir kodlama tekniği değil ilgili mesajın alternatiflerinin de hazırlanarak alıcıya
verilmesi önemlidir, böylece alıcı aynı konu üzerinde aynı kanaldan farklı mesajları alacağından
vereceği tepkiler de yönlendirilmiş tepki olmaktan ziyade üzerinde düşünülmüş bireysel tepkiler5
olup bu yönü ile sosyal medya geleneksel medyalara göre daha dinamik ve çekicidir.
Medya’nın birey ve toplumsal yapı bağlamında en büyük gücü habere bağlı olarak
gelişen veya oluşturulan gündem ve kamuoyu gücüdür. Medya ekseninde kamuoyu belli bir
toplum içerisinde yaşayan insanların belli bir duygu, düşünce, arzu, inanç ve beklentilerine
ilişkin ortak bir birliktelik kanaat yargısıdır. Kamu kavramında, yalın anlamda açıklık ve/veya
effaf olma durumu söz konusudur. Çoğunluğun kanaati olarak belirtilen kamuoyunun alt
unsurunu teşkil eden kamu kavramında, kanaat ve eylemler belirli bir zaman içerisinde
gerçekleşmektedir. Burada önemli olan eylemin mesaj özelliği ve hayat süresidir. Eylem birey
ve bireylerin önceden var olan bir durum ya da olaylar dizisinde bir değişiklik yaratma
5
Sarı, Hasan., Sosyal medya ve Uygulamarının On-line Halkla İlişkiler Açısından Değerlendirilmesi, URL:
http://www.hasansari.com.tr/upload/98603353.pdf , 16 Nisan 2013, s.3
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
5
yeteneği olup, eylem bir değişiklik yaratma, yani bir biçimde güç uygulayabilme yeteneğidir.6
Eylemde önemli olan kamuoyu tepkisinin ortaya konabilmesi ve kamu menfaatidir. Kamu
menfaati, belirli bir zaman içerisinde gerçekleşen kanaat ve eylemler, kamu toplumlarının
kendi içerisindeki etkileşimleri ve baskın fikirlerin kamu içerisinde çoğunluk kararıyla ortak
noktada birleşmesidir. Kamu menfaatinin birleşmesi sonucunda da farklı yapılarda
kamuoyları oluşur.7 Kamuoyu kavramında oy kavramı önemli olup, bu kavram kamu vicdanı,
kamu kanaatini belirleyen toplumsal eğilimin fikri çoğunluğunun düşünce, kanaat ve
tutumlarını ifade eder. Oy, esnek bir kavram olup, tutum ve kanaatler zamana göre değişiklik
değerleri gösterebilir. Zaman sürecine bağlı olarak değişebilen eylem, fikir ve düşünceler
güçlenebilir veya zayıflayabilir. Toplumsal kamuoylarının mikro sosyal düşüncelerini
oluşturan oy düşüncesi/fikiri ve kanaati süreç içerisinde güçlenebilir, değiştirilebilir, izleri
tamamen silinebilir. Toplumun bilinçaltına itilerek silindiği izlenimi verilebilir8. Bu süreçteki
oy kavramı ile gündeme bağlı olarak şekillenen kanaat ve fikirlerin rafine edilmiş son hali
ortaya çıkarak toplumsal kamuoyu şekillenmektedir. Elisabeth Neumann’a göre kamuoyu
sürecinin altyapısını oluşturan oy/oydaşlaşma toplumsal bir ortaklığı içermektedir.9 Burada ki
toplumsal ortaklıkta, içinde bulunduğu toplumun üyeleri olan bireyler ve sosyal grupların
fikir ve kanaatleri belirli bir zaman sürecinde şekillenerek kamuoyları oluştururlar. Kamuoyu
sürecinde sosyal grupların içinde bulundukları alt gruplar üzerindeki oy hakimiyeti ve ortak
etkileşim kamuoyu oluşumunda ön plana çıkarak, birey, gruplar ve kamusal ortak
kanaat/kararlar kamuoyu fikri olarak ortaya çıkar. Bu süreçte kitle iletişim araçları olan
medya, kamuoyu fikirlerin oluşumunda sürece; olumlu veya olumsuz hızlı bir etki yapar.
Medya’nın gündem oluşturma algısında önemli olan nokta toplumsal yapıda medyanın
gerçek gündem ve kanat oluşturma sürecinde objektif yaklaşımıdır. Bu yaklaşımda medya ve
etkisinde kalan hedef kitlesi ile aralarındaki güven duygusu çok önemli bir bağ
oluşturmaktadır aksi takdirde medya güven dışına çıktığı zaman toplumsal cehalet, yeni
problemler ve bekçilik görevleri ile karşılaşabilir.10 Buradaki bekçilik kavramı kamuoylarına
sahip çıkma kamuoylarını destekleme anlamında gelişirse olumlu bir güven etkisi ortaya
koyar, aksi takdirde medya kendisi ve hizmet ettiği efendinsin bekçisi olur. Bu bağlamda,
Giddens Anthony, çev., Hüseyin Özel, Toplumun Kurtuluşu, Bilim ve sanat yayınları, 1.bs., Ankara, 1999, s.56
Mutlu, Erol, İletişim Sözlüğü, Ark Yayınları, Ankara, 1998, s.148.
8
Karakoç, Enderhan, Basının Kamuoyu Oluşturma Fonksiyonu (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Gazi
Üniversitesi, Ankara, 1998, s.53
9
Neumann, Elisabeth N., Kamuoyu: Suskunluk Sarmalının Keşfi, çev.: Murat Öztürk, Dost Kitabevi, Ankara,
1998, s.84
10
Raymond J. Pingree, Effects of Media Criticism on Gatekeeping Trust and Implications for Agenda Setting,
Journal of Communication 63 (2013) p.352.
6
7
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
6
kitle iletişim araçlarının gündem belirleme fonksiyonu, bu araçların insanların ne hakkında
düşünecekleri ve neyi önemli olarak algılayacaklarını etkileme eğilimi olarak tanımlanabilir.11
Gündem ve kamuoyu; birbirlerini aynı sosyal yörüngede etkilemektedirler. Gündem ve
kamuoyu birbirlerini tamamlayan aynı sosyal eksenin tamamlayıcılarıdır. Gündem sürecinde
etkileşim en yakın zaman diliminde zihinsel ve eylemsel etkileşim olarak gerçekleşir.
Gündemin belirlenmesinde ise medya; sanat ve hünerini ortaya koyarak birey ve toplumları
istediği yönde etkileme, şekillendirme ve yönlendirme gücüne sahiptir. Medya gerçek
anlamda kamuoylarının sesi ve gücü olmalıdırlar aksi takdirde koşullu medya ve etkileri
ortaya çıkar. Bu durumda birey ve toplumun bilişleri üzerinde, duygularında, tutum ve
davranışlarında, inanç ve fizyolojilerinde bireysel farklılıklar ve sosyal yapılarında
değişkenlikler gelişebilir.12 Medya, toplumsal yapının neredeyse tamamına yakınını etkiler ve
etkileşim sürecine çeker. Medya toplumsal yapıda; bireyi, toplumu, sanatı, siyaseti, sporu,
ekonomiyi, yargıyı ve daha birçok özel ve tüzel kişiliği doğrudan yada dolaylı olarak
etkilemektedir.
Medya’nın birey ve toplumsal yapıyı etkileme sürecinde
algı yönetimi
kullanılarak etkileyeceği hedef kitlenin öncelikli olarak zihinsel benliği hazır hale getirilerek
istenilen mesaj iletileri kabul edecek hale getirilir. Böylece birey ve toplum medyanın algı
yönetimi ile yönlendirilerek yönetilmiş olur.
Türkiye’deki son
on yıla baktığımızda Siyasi iktidarların ya da siyasi iktidarları
kontrol eden güçlerin kendi erk kontrollerini sağlayabilmek için algı yönetim tekniği
kullanılarak hayali gündemler oluşturularak Devlet ve toplumsal yapı manipüle edilerek
yönetime ortak oldukları görülmüştür. Bu sürece örnek olarak Türkiye’deki algı yönetimi ile
gündem oluşturularak yürütülen hayali davalar olan Ergenokon, Balyoz, Askeri casusluk vb.
buna örnek gösterilebilir.
Medya’nın Gündem Etkisi
Toplumsal hayatın demokratik bir toplum hayatı niteliği kazanabilmesinde dayanak
alınan kamuoyu kavramı için tartışma özgürlüğü büyük önem taşımaktadır. Bu tür bir ortamda
oluşturulan ve biçimlendirilen düşünce ve kanaatler toplumdaki iktidar kurumları içinde
realize
11
12
edilirler.
Alav, Orhan, Kitle İletişim ve Yerel Medya, Fakülte Kitabevi, Isparta, 2001, s.28
Patti M. Valkenburg, The Differential Susceptibility to Media Effects Model, Journal of Communication 63
(2013) p. 223.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
13
http://esosbil.aksaray.edu.tr
1
Bu süreçte medya toplumun bütününde toplumsal kamuoyu ve demokratikleşme sürecinde
etkin bir vasıta konumunda konuşlanmış olabilirler. Kitle iletişim sürecinde en önemli
unsurların başında iletiyi ileten kitle iletişim araçları olan medya ve gelen iletiden etkilenen
alıcı konumundaki birey ve toplum başat gelmektedir. Toplumun sosyal katılımcı rol ve
fonksiyonunda demokrasinin üst düzeye çıkarılmasında birey, toplum ve iktidar seçkinlerinin
birbirlerini iyi anlamaları ve sentezlemeleri sonucunda güçlü bir kamuoyu oluşabilir. Güçlü
bir kamuoyu içinde bilinçli bireyler ve bilinçli bir toplum yapısının oluşması gerekir. Bu
süreçte medya hızlandırıcı bir sosyal katalizör görevi görür. Toplumun demokratikleşmesinde
iktidar seçkinleri ileti/mesajlarını olumlu olarak gündem ve kamuoylarına taşırlar ve pozitif
ortak bir nokta bulurlar ise iki yönlü pragmatik bir gelişim sağlanmış olur. Bu süreçte
hızlandırıcı katalizör görevi gören medya’nın tavrı ön plana çıkmaktadır. Toplumlarda
gündem ve kamuoyu oluşumunda tetikleyici unsur mesaj iletisidir. Gelen ileti birey ve
toplumun değerlerine göre paralel veya karşıt bir ileti ise, gündem ve kamuoyu oluşum süreci
ve etkileşim düzeyi de gelen iletinin anlamsal etkisi ve şiddetine göre değişecek ve
şekillenecektir. Bu süreçte iletiyi, mesajı veren aktör ve aktörler de önemlidir.
Kamuoyunu oluşturan unsurlardan bir diğeri de kanaatlerdir. Kamuoyu etkileşim
sürecinde önemli bir argüman olan kanaat unsurunu üç faktör etkilemektedir: Birey, bireyin
içinde yaşadığı çevresi, birey ile çevresi arasındaki etkileşim 14 . Bu etkileşim sürecinde
medyanın kamuoyu oluşuma etkisi, hedef kitlesinin eğitim, kültür ve fikirsel donanım
altyapısına bağlı olarak değişiklik gösterecektir. Bu süreçte; algı, iletinin propagandası,
güdülenme, yansıma,
tutum ve kanaatler kamuoyu oluşumunda çok etkindirler. İletinin
propagandası gündem ve kamuoyu oluşumunda başat bir role sahiptir. Propaganda bir nevi
sosyal psikolojiyi işleme sanatı olup algı yönetim aracıdır. Propagandanın hedefine
ulaşabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için; propaganda aracı ile, toplumla ters düşmeyecek
bir zemin yaratılarak sanki toplumun değerleriyle örtüşen ve kamu yararı yapılıyormuş gibi
bir algısal görüntü verilip, verilen görüntünün altında asıl hedefine örtük bir şekilde
gizlenerek ulaşmak emeli vardır. Başarılı bir propaganda da; toplumların dikkatleri çekilir,
toplumun güveni kazanılır umut ve beklentilere alternatifler sunularak toplum harekete
geçecek hale getirilir.15 Propagandanın kitlelere yayılmasında günümüzde medya çok etkin bir
konumdadır. Medya vasıtasıyla propaganda mesajı aynı an/zaman diliminde milyonlarca
kişiye ulaştırılabilmektedir. Burada mesajın etkili olabilmesi için varlığın ezilenden yana
Mills, Wright, çev., Ünsal Oskay, İktidar Seçkinleri, Bilgi Yayınevi, 1.bs., Ankara, 1974, s.418
Sezer, Duygu, Kamuoyu ve Dış Politika, Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, Ankara, 1972, s.11
15
Özsoy, Osman, Propaganda ve kamuoyu oluşturma, Alfa yayınları, 1.bs., İstanbul, 1998, s.110-111
13
14
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
2
örgütlenmesi çabası 16 kamuoyu adına topluma örtük görüntü olarak sunulmaktadır. Bu
durumun sonucunda birey ve toplumun sosyal donanımı medya’nın iletileri karşısında kendi
öz değerlendirmesinden geçerek maksimum veya minimum etkileşimle kanaat ve kamuoyu
süreci etkilenecek ve şekillenecektir. Sağlıklı bir kamuoyu oluşum ve etkileşim sürecinde
medya’nın vermiş olduğu mesaj/iletinin objektifliği ve doğruluğu çok önemlidir.
Medya; içinde bulunduğu toplumu iletileriyle etkilerken neye göre etkilediği kuramsal
ve işlevsel yönleriyle irdelenmelidir. Medya, kamuoylarında nasıl bir pozisyonda yer
almaktadır, görünen ve görünmeyen asıl amacı nedir? Bunların iyi anlaşılması gerekir.
Medya’nın konjektürel yapısı, konumu ve aktörler reel anlamda gündem ve kamuoyu
oluşumunu şekillendirecektir.
Medya’nın Kamuoyuna Etkisi
Medya, toplumsal yapının tamamını etkiler veya etkileme sürecine alır. Bu süreçte
önemli olan medyanın açık ya da gizli bir erk rolü oynayıp oynamadığı sorulması gereken en
önemli sorudur. Toplumsal yapıda reel anlamda iki büyük güç vardır. Devlet örgütü / siyasal
güç ve ekonomi. Medyalar ekonomik güç üzerine kurulu bir yapıya sahip konumdadırlar.
Medya eğer ki, siyasi erki de ele geçirirse işte o zaman tehlike başlıyor. Bu bağlamda
medyanın çok farklı etki ve etkileşim gücü vardır. Öyle ise medya ya şu soruları sormak
lazım:
1- Medya/lar, gerçek anlamda haber ve bilgi sunan objektif bir araç mıdır?
2- Medya, ekonomik bir vasıta gücümüdür?
3- Medya, erki yönlendirme ve kullanma gücümüdür?
4- Medya, gündem belirleyen ve amaçlarını gerçekleştirmek için iletileriyle açıktan veya
gizli olarak birey ve toplumları algı yönetimi ile yöneten bir güç müdür?
5- Medya, kamuoylarını kendi isteği doğrultusunda yönlendiren/yöneten bir güç müdür?
6- Medya, toplumların demokratik özgürlüklerinin savunucu teminat vasıtası mıdırlar?
7- Medya, toplumları birleştiren mi, ötekileştirerek ayrıştıran mıdır?
8- Medya, gerçek anlamda insan hakları savunucuları mıdır?
9- Medya/lar, patronlarının düşüncelerini beyaz cama yansıtan sihirli bir kutu mudur?
10- Medya/lar, sermayeyi kontrol eden, yöneten ve yönlendiren güçlerin bir aracı mıdır?
11- Medya/lar, siyasi gücün otoritesini sağlayan bir vasıta mıdır?
16
Çoban, Barış, Yeni Toplumsal Hareketler: Küreselleşme çağında toplumsal muhalefet (küreselleşme, direniş
ve ütopya), Kalkedon Yayınları,, İstanbul, 2009, s.192
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
3
12- Medya, Devletlerin ve rejimlerin sesi midir?
13- Medya, birey ve toplumlar üzerinde doğrudan veya dolaylı bir baskı aracı mı yoksa
özgürlüklerin temsilcisi/sesi midir?
14- Medya/lar, ideolojilerin propaganda aracı mıdır?
15- Diğer…
Kitle iletişim araçları olan medya yukarda ifade ettiğimiz sarmal özelliklerin
tamamını içeren bir bütündür. Burada önemli olan medyanın iletileriyle etkilediği hedef
kitlesi olan birey ve toplum üzerindeki kanaat ve tutumlarının farklılaştırılmasındaki algısal
etkisidir. Medya bunu yaparken de toplumsal yapının kamuoylarını gündem oluşturarak
etkileme sürecine girer. Böylelikle toplum içerisinde gündem ve kamuoyu oluşumlarında
medya’nın iletisi ve iletiye maruz kalan birey ve toplumun iletiyi kanaat ve değerleriyle
birlikte değerlendirmesi/işlemesi sonucunda ortaya çıkan değerler gerçek anlamda gündem ve
kamuoyu sürecini etkileyecektir. Medya iletisine maruz kalan birey ve toplum, gelen iletinin
işlenmesi sonucunda sayısal çoğunluk olarak çoğunluğun önünde bir refleks veya eylemsel
tepki ortaya koyabiliyorlarsa gerçek veya sanal anlamda gündem ve kamuoyları
oluşturuluyordur.
Bu süreçte iki ana unsur çok önemlidir:
1- Medya/lar, gündem ve kamuoyunu kendisi mi oluşturuyor?
2- Medya/lar, birey ve toplumun doğruları ve değerlerine göre gündem ve kamuoylarını
oluşturabiliyorlar mı?
Toplum da medya, gizli veya açık iletileriyle birey ve toplumu etkileyerek kendi isteğine göre
gündem ve kamuoyu oluşturuyorsa, medya kamuoyunu etkiliyor, şekillendiriyor ve yönetiyor
realitesi ortaya çıkmaktadır. Aksi bir durum söz konusu ise; birey ve toplum medya üzerinden
gündem ve kamuoyu oluşturuyor ve medyayı iletişim vasıtası olarak kullanıyor yönetiyor tezi
savunulabilir. Bunların dışında birde; hem medyanın birey ve toplumu etkileme, hem de birey
ve toplumun medyayı etkileme süreci söz konusudur. Her iki durumda da etkileşim söz
konusudur. Mesaj alıp vermeye dayalı bu sistemde birey ve toplumların etkileşimleri,
eğitimleri, ekonomik yapıları, kültürleri, sosyal yaşantıları, modernleşmeleri, endüstriyel
gelişmeleri ve anlayışları gibi unsurlar medya etkileşiminde önemli unsurlardır. İletişim
unsuru nerede gerçekleşirse gerçekleşsin temel fonksiyonunda birey yani insan faktörü
aynıdır. 17 Önemli olan medyanın birey ve topluma iletmiş olduğu iletinin açık ve gizli
niceliğidir. Çünkü kitle iletişim araçları, birey ve toplumun tutum ve kanaatlerine; yazılı,
17
Alav, Orhan, a.g.e., s.48.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
4
sözlü ve görsel propaganda ile müdahale ya da etki ederek, birey ve toplumun tutum ve
kanaatlerini kendi yayın/yayımları doğrultusunda algı yönetimi kullanarak görünmezlik iksiri
ile ikna etme ve değiştirme yoluna gitmektedirler. Medya bu işlemi yaparken de çoğu zaman
birey ve topluma hissettirmeden masumane ve dolaylı bir şekilde iyi bir zamanlama ile yazılı,
sözlü ve görsel propaganda ile gerçekleştirmektedirler. Medya birey ve toplumu etkilerken
önceliği birey ve toplumun psikolojik davranışları, tutumları ve alışkanlıkları hedeftir.
Medya’nın birey üzerindeki ilk hedefi bireylerin kendi özgür düşünce ve değerlerin psikolojik
olarak yön değiştirme ve değişime uğramasını sağlamaktır. Değişim psikolojik bir sürecin,
herhangi bir değer yargısıyla bir nesne veya duruma ilişkin olarak bireyin olumlu mu yoksa
olumsuz mu duygusal tepki göstereceğini tayin eden az çok sürekliliği olan bir hazır olma
durumudur. Böylelikle medya, bireyin içinde yaşadığı toplumla bütünlüğün ürünü olan
tutumu etkileyip/değiştirerek birey ve toplumu kendi kontrolü altına almak isteyerek işe ilk
olarak bireyin tutumları üzerinden başlamaktadır. Tutumlar, toplumsal etkinliğe bağlı olarak
bireylerde şekillenir. Bireylerde şekillenen ve toplumda mevcut olan tutumların değişmesinde,
şekillenmesinde olumlu ve olumsuz eylemlere dönüşmesinde kitle iletişim araçlarının yapmış
olduğu yayın/yayımların büyük tesiri vardır. Fertlerin objektif bir durum karşısında o durumla
ilgilenmeleri sonucunda kendi davranışlarını belirleme tarzı olan tutumları kitle iletişim
araçları tarafından yapılan yayın/yayımlarla etki altına alınır. Etkileşimin boyutu etkiye maruz
kalan birey iyi bir eğitim, sağlam bir karakter ve objektif bir kıstas anlayışına ve
değerlendirmesine bağlı olarak değişecektir. Eğer ki, kitle iletişim araçları bireylerin objektif
görüş ve hissini, yapmış oldukları yayın ve yayımlar doğrultusunda eyleme dönüştürebiliyorsa
birey ve toplumun tutumlarını rahatlıkla etkileyebiliyor ya da değiştirebiliyor diyebiliriz.18
Medya bu işlemi yaparken açıktan ve daha çok örtülü/gizli olarak propaganda yaparak
odaklandığı birey ve toplum üzerinde etki etmeye çalışır. Sosyolojik olarak propaganda, birey
ve toplumlar üzerinde etkili bir bilinçaltına inme eylemi ve algı yönetimidir. Kitle iletişim
araçları propagandalarını çoğu kez örtülü/gizli yürüttüğü için çoğunlukla birey ve toplum algı
yönetiminin farkına bile varamazlar, aslında bu bir nevi maskeli medya terörüdür. Medya;
propaganda yöntemi ile birey ve toplumun bilinçaltını ele geçirme, işletme ve yönetmeyi
hedefler.
Toplumsal yapıya sosyolojik olarak bakıldığında propaganda da esas amacın;
propaganda yapanlar ya da propaganda yapan kitle iletişim araçlarınca belirli bir konuda
bireylerin, grupların ve toplumun tutum, kanaat, fikir ve düşüncelerinin etki altına alınarak
18
Alav, Orhan, a.g.e., s.76-77.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
5
kendi istekleri doğrultusunda değiştirilmesi olduğu görülüyor. Bu değişim; semboller, söz,
hareket, jest, resim, müzik ve diğer araçlar yardımı ile kişilerin düşünce, davranış, tutum,
inanç değer ve tavırlarına bazı suni araçlar ve manevralarla etki yapmak metoduyla 19
gerçekleştirilir. Medya, propaganda sürecinde çoklu etkileşim argümanlarını kullanarak birey
ve toplumun farkındalık bilincini ele geçirerek, bireylerin kanaat ve tutumlarını algısal olarak
esir alıp değiştirerek gerçekleştirirler. Bu değişimde en önemli unsur birey ve toplumu
ötekileştirmektir. Ötekileştirmek; insanlığın alt eşiğinde kalan şeylerdir (farklılıklar). 20
Sosyolojik anlamda kavram olarak ötekileşme, kendisi dışındaki diğerleri yani ötekidir.
Medya’nın ötekileştirmesi ise, kendi zihniyetinin dışındakileri dışlamasıdır yani aynı haberin
farklı medyalarca farklı şekilde sunulması bir ötekileşmedir. Medya ötekileşmeyi yaratmaya
çalışır ise o zaman gerçek amacından çıkarak birey ve toplumu kaos ortamına sürükler ve bu
ciddi bir tehlikedir. Medya, toplumda şeffaf/açık bir yapıda mı, yoksa örtük/maskeli bir
yapıda mıdır? Bu çok önemlidir. Maskeli medya çok tehlikelidir. Maske çok şey ifade eder
ve daha fazlasını saklar. Medya maske kullanım halindeyken ona dokunulamaz. Maske,
belirsizliğin dehşetiyle yüklüdür, örttüğü şey asla bilinmez.21 Medya’nın maskeli/örtük veya
açık olması birey ve toplumu etkileme sürecinde çok önemlidir. Çünkü niyetler/amaçlar buna
göre şekillenecektir bu süreçte medya maskesiz olarak ileti ve mesajlarında ötekileştirme
bilincinden çok toplumsal farkındalık ve yurttaşlık bilincini ön plana çıkarırsa faydalı olacak
ve hedef kitlesiyle birlikte yaşamaya devam edecektir.
Medya’nın Toplumsal Eksende Siyasal ve Yönetsel Etkileri
Kitle iletişim araçları olan medya; bugün itibariyle dünden daha güçlü ve
fonksiyonel bir etki gücüne sahip olmuştur. Medya’nın topluma başat etkileri, moral, haber,
eğlence, ticari, eğitim/kültür ve ahlaki değer etkileridir. Egemen laik toplumlarda, toplumun
ortak idealleri ve hedefleri açısından ahlaki ve moral değerleri kamusal bir meşrutiyet
sağlama ve akılcı bir yol olarak görülmektedir.22Bu öngörüde medyanın etkin ve yaygın bir
etkisi vardır.
Gelişen teknolojiye bağlı olarak birey ve toplumların sosyal DNA’ları değişime/
evrime uğramıştır. Birçok etkileşim doğallıktan çıkarak teknolojinin suni etkisiyle şekil ve
Dönmezer, Sulhi, Sosyoloji, Savaş Yayınları, Ankara, 1984, s. 397.
Gasset, Ortega Y., çev.Neyire Gül Işık, İnsan ve Herkes, Metis Yayınları, 3.bs., İstanbul, 2007, s.43
21
Canetti, Elias, çev., Gülşat Aygen, Kitle ve İktidar, Ayrıntı yayınları, 1.bs., İstanbul, 1998, s.371
22
Thompson, Kenneth and Anita Sharma, Secularization, Moral Regulation and the Mass Media, The British
Journal of Sociology, vol. 49, No. 3 (Sep.,1998), p. 435
19
20
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
6
yön değiştirmiştir. Geleneksel aile ve toplum yapıları hızla evrim geçirmektedir. Bu evrimde
değişen koşullar, gelişen teknoloji, değişen ekonomik ve sosyal yapı birey ve toplumu âdeta
yeniden dizayn etmektedir. Bu dizaynda birey ve toplumun yanında her şey yeniden
şekillenmektedir. Bu süreçte medya başat konumdadır. Günümüzde, devlet anlayışı bile
yeniden gözden geçirilmekte, demokrasi ve kurumsal değerler farklı bir profilde yer
almaktadırlar. Bu değişimin temel nedeni gelişen teknoloji ve teknolojiye bağlı olarak ortaya
çıkan hızlı iletişim ve çoklu medyadır. Medya, bireyden başlayarak toplum ve devletleri etki
altına alarak bir anafor yörüngesinde tutmaktadır. Bu etkileşimin olumlu ve olumsuz yanları
söz konusu olsa da kitle iletişim araçları olarak simlendirilen medya, açıktan ya da örtülü/gizli
olarak devlet ve birey egemenliği üzerinde dominant bir konuma gelmiş durumdadır.
Medya’nın etkileri çok yönlü bir anafor haline gelmiştir. Birey ve toplum hatta
devletler neredeyse tehdit edilir hale gelmişlerdir. Medya, birey ve toplum üzerinde etkisini
her alanda göstermekte ve âdeta Devlet ve toplumsal yapının egemenliğe müdahale eder hale
gelmiştir. Medya: yasama, yürütme, yargı erkleri ve devletin diğer kurumları üzerinde
doğrudan veya dolaylı olarak baskı uygulayabilmekte yapmış olduğu yayın/yayımlarla açıktan
veya gizli/örtük olarak zaman zaman bir şantaj/tehdit unsurları kullanarak toplum üzerinde
etkili bir canavar haline de dönüşebilmektedirler. Medya, toplum ve devlet kurumlarının
yanında, ekonomik varlıkların pozisyonlarında, kültür değerlerinin yüceltilmesi veya
yozlaştırılmasında, spor endüstrisinde, reklam sektöründe, eğitimde, siyaset ve politikada
hatta etnik ayrıştırıcılık yapılanmasında patrimonial devşirme bir zihniyet içerisine de
girebilmektedirler. 1970’li yıllarda Amerikalı yazar, George Creel, Sovyetler Birliği’nin silah
ile değil kitle iletişim araçları vasıtası ile yıkılacağını “kağıttan mermiler” 23 sözü ile ifade
etmişti. Günümüz kitle iletişim araçlarının gücü sanırız ki, George Creel’in kağıttan mermiler
sözünü doğrular duruma gelmiştir. Medya, günümüz dünyasında her alanda yer almakta ve
adeta Dünyanın yönetimini ele geçirme ironisi içerisine girmiş bulunmaktadır. Medya/lar
yapmış oldukları bilinçli örtülü yayın/yayımlarla birey ve toplumlara kendi fikri düşüncelerini
aşılamakta/empoze etmektedir. Böylelikle medya/lar, tek tip düşünen insan modeli yaratma
ütopyası içerisine girmiş bulunmaktadır.
Toplum yapılanmasında toplumu yeniden dizayn etmede medya en önemli silah ve
argüman haline gelmiştir. Günümüzde toplumların silah zoru ile işgal edilmeleri çok
zorlaşmıştır ancak medya vasıtası ile toplumlar birkaç on yılda etkisiz hale getirilmekte olup;
açık toplum, demokrasi, barış ve özgürlük gibi birey ve topluma hoş gelen sloganlar ve
23
Akgün, Nafiz, “Kitle Haberleşme Araçları Üzerine Kritik”, Meydan Dergisi, Şubat-Mart 1976, İstanbul, s.38
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
7
masum eylemlerle toplumlar sosyal çözülmeye itilmekte, önce doğal müttefik olarak
sonrasında da kültürel ve fiili işgale uğramış hale getirilmektedir. (kadife ve turuncu
devrimler ve Arap baharı vb.) Medya, bunu yaparken de öncesinde birey ve toplumun
davranışlarını değiştirecek sosyal zemini hazır hale getirerek gerçekleştirir. Davranış ve
yaşantı, kendi unsurlarına bölünemez ancak unsurlar arası ilişkilerin vurgulanması ve bunların
etkileşimlerinin dikkate alınması gerekmektedir. 24 Medya birey ve toplum üzerinde etki
silahını kullanırken ilk önceliği bireylerin davranışlarını değiştirerek işe başlar. Medya isterse
aynı/benzer düşündürür isterse de farklı/çatışmacı düşündürür. Medya her ne kadar kendi
gündem ve kamuoylarını oluşturarak bireyleri ve toplumları etki altına alsa da tek başlarına
birey ve toplumları değiştirme gücüne sahip değildir ancak, değişim sürecini zamana yayarak
bireyleri etkilemeye olgunlaştırılmış bir ortam hazırlarlar. Kitle iletişim araçlarının asıl
görevleri; haber verme, gündem oluşturma, kamuoyu oluşturma, siyasal sürece ve
demokrasiye katılma, toplumsal bütünlüğe katılma, eğitim, eğlenme, dinlenme gibi konularda
yayın/yayımlar ile katkı yapmaktır. 25 Ancak medya, yayın/yayımlarını objektif ve bir sivil
toplum bilinci içerisinde bireye, topluma ve demokrasiye katılım ve katkı olarak yaparsa
olumlu bir değer anlayışı ortaya çıkar. Aksi takdirde çatışmacı ve örtük bir yayın/yayım
anlayışı ile karşıt/muhalif birey ve toplum yaratılmasına katkı yapar.
Medya, hedef kitlesi olan; içinde bulunduğu toplum ve bireylere objektif haber ve
bilgi aktarma görevini yürütürse sağlıklı bir toplum oluşumuna katkı sağlamış olur.
Toplumda, Devlet organlarında ki olumsuz ve negatif yapılanmanın ve yanlışların medya
vasıtasıyla toplumda pozitif propaganda yapılmasıyla olumsuz durumların hızla değişerek
olumlu şartların oluşması da mümkündür. Medya’nın asli görevlerinden birisi de içinde
bulunduğu hedef kitlesi olan toplumun sosyal, eğitimsel, ekonomik, kültürel ve demokratik
olarak gelişmesi, aydın bir sınıf ve toplum şuurunun oluşmasına ve gelişmesine katkı
yapmaktır. Çünkü medya isterse; savaşın dilini barışın dili ile, barışın dilini de savaşın dile
anlatır.26 Medya, ekran ve sinemanın büyüsü ile toplumda üyeleri olan bireylerin neredeyse
tüm yaş gruplarına kadar ulaşmakta ve ulaştığı beyinleri örtülü olarak kendisi gibi düşünmeye
alıştırmakta ve toplumu belirli bir zaman sürecinde kendisine göre dönüştürme çabası
gütmektedir.
24
25
26
Eroğlu, Feyzullah, Davranış Bilimleri, Beta yayınları, İstanbul, 1998, s.24
Alav, Orhan, a.g.e., s.216
Kaplan, Yusuf, y.e.g.e, s.2-3
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
8
Günümüzde Dünyada ve Türkiye’de farklı her düşüncenin farklı medyaları
mevcuttur. Her medya, sahibinin düşüncesine göre fikirlerini ortaya koymaktadır. Medya
günümüzde birey ve toplumları ve Devletleri örtülü olarak dolaylı yeri geldiği zamanda
açıktan tehdit eder hale gelmiştir. Bunu yaparken de medya sürekli olarak iletişimsel bir algı
yönetimi eylemi içerisinde bulunmaktadır. Medya’ya göre; iletişimsel eylemlerin anlaşılması
ile rasyonel yorumların yaklaşımı arasında temel bir bağlantı vardır. Bu bağlantıda iletişimsel
eylemler öncelikle olgusal akışları içinde anlaşılıp ancak bundan sonra ideal tiplere ilişkin bir
akış modeliyle karşılaştırılmak gibi iki aşamalı bir biçimde yorumlanamaz. Medya betimsel
kavramları ve mesajlarını hedefe çoğu zaman görünenin arkasında bir yaklaşımla iletir.
İletişimsel eylemde bulunanlar her etkileşim dizisiyle birlikte normatif olarak yapılanmış bir
toplum görüşünü yenilerler; ama aslında anlık bir sorunsal görüş birliğinden bir sonrakine
sıçrarlar öyle ki, birden fazla eylem dizisi üzerinden bir süreklilik görüşünü, ancak her
defasındaki bağlamla bağlantı kurularak güvencelenebilir.27 Medya böylelikle egemenliğini
iletileri üzerinden hedef kitlesine iletir ve hissettirir böylece medya; yeni bir egemen elit
sınıf oluşturmuş olur. Bu süreçte medya hem nazik bir tavır hem de zorba bir iletişim silahı
ile aynı kapsül içerisinde egemenliğini ve varlığını sürdürür. Çünkü medya sahibi olduğu
sermaye, ideoloji ve siyasi yapının kapsülünde varlığını ve gücünü sürdürebilir. Günümüzde
medya sermaye ve iktidar seçkinleri ile iç içe bir yapıdadır. Bu durum iki yönlüdür, bu yapı
medyanın kendi sermayesi ve medyanın sermayeyi dolaylı yönlendirmesi ile açıklanabilir.
Medya, erki kontrol ederken bunu örtük /maskeli ve dolaylı olarak yapar. Maske çok şey ifade
eder ve daha fazlasını saklar. Medya maske kullanım halindeyken ona dokunulamaz. Maske,
belirsizliğin dehşetiyle yüklüdür, örttüğü şey asla bilinmez 28 Medya, erk olarak içinde
bulunduğu devlet ve toplumun demokratik yapısına göre konuşlanır doğrudan veya dolaylı
olarak sistemin organlarını denetler yada kontrol eder. Medya, kamuoylarını doğrudan kendi
isteklerine
göre
uygun ortamı oluşturmadan veya oluşmadan manipüle edemezler.
Sosyolojik olarak değerlendirdiğimizde medya, içinde bulunduğu toplumu doğrudan olmasa
bile ötekileştirebilir veya birleştirebilir. Özetle, güçlü medyayı kim elinde bulundurur ise o
güce göre medya konuşlanır açıktan ya da gizli olarak kendi erkini ilan eder.
Toplumları belirli bir rejime bağlı siyasal yönetimler yönetir ve organize eder ancak
kitle iletişim araçları olan günümüzün interaktif çoklu medyaları büyük etki güçleri ile önce
bireyleri sonrasında toplumları ve Devletleri (Arap baharı, Ukrayna devrimleri, Türkiye’deki
Habermas, Jürgen, çev.:Mustafa Tüzel, İletişimsel Eylem kuramı (1.cilt: Eylem rasyonelliği ve toplumsal
rasyonelleşme- 2.cilt: İşlevselci aklın eleştirisi üzerine), Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1996, s.151
28
Canetti, Elias., çev. Gülşat Aygen, Kitle ve İktidar, Ayrıntı yayınları, 1.bs., İstanbul, 1998, s.371
27
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
9
Gezi olayları, Fransa-Paris’de ki Charlie Hebdo gösterileri gibi …) değişim, gelişim ve
erozyona uğratabilmektedirler. Medya, günümüzde birey ve toplumlar üzerinde dominant bir
yapıya gelmiştir. Medya gerçek anlamda görevini yaptığı takdirde; haber verme, gündem
oluşturma, kamuoyu oluşturma yolu ile siyasal sürece ve demokrasiye katılıma veya
ayrışmaya büyük etkisi söz konusudur. Günümüzde medya vasıtaları ister geleneksel medya
olsun ister sosyal medya olsun siyasi yapıları kökünden sallayan bir fırtına gibi esmekte ve
hedef kitlelerini etkileme gücüne sahip olabilmektedirler. (Kadife devrimler ve Arap baharı
gibi…) Her siyasi iktidar medya gücüne sahip olmak ister. Günümüzde medya demek güç
demektir. Medya sayesinde toplumun her kesimine anlık zaman dilimlerinde ulaşılabilmekte
istenen mesajlar/iletiler sunulabilmektedir. Modern dünyamızda medya çok büyük bir güç ve
silah haline gelmiştir. Dünyadaki devletlere baktığımızda iktidar sisteminin geçirdiği
değişiklikler, genellikle, siyasal, ekonomik ve askeri güç çerçevesinde şekillendiği
görülmektedir.29 Medya ise bu üç güç ile doğrudan ilişki içerisindedir. Son dönemlerde ise
medya daha çok kendi varlığını yaratan ekonomik güç ve gücü devam ettirecek olan siyasal
iktidar ile çok daha girift ilişkiler içerisindedir. Bu ilişkide sosyal medyayı geleneksel
medyalardan ayırmak lazım, çünkü sosyal medyanın dinamizmi ve iletişimi geleneksel
medyalardan çok daha farklı bir konsepte yer almaktadır.
Kitle iletişim araçları böylelikle bulunduğu toplumda siyasal yapıya ve demokrasiye
katkı yaparak toplumu yönetenleri etkileme, yönlendirme ve kamuoyu adına denetleme
görevini üstlenmektedirler. Küreselleşen dünyamızda birey ve toplumlar sosyolojik olarak
birbirlerinden etkilenmekteler, benzer yaşam tarzları ve benzer duyarlılıklar ortaya
çıkmaktadır. Bu gelişimde kitle iletişim araçları çok etkili olmuştur. Bu etkileşimde medyanın
olumlu veya olumsuz niyeti önemlidir.
Dünya toplum yapılarına baktığımız zaman; değişen, gelişen ve erozyona uğrayan
değerler toplumları şekillendirmektedir böylece yeni bir toplum modeli ortaya çıkmakta
globalleşme/küreselleşme terimi ile açıklanan bu yapılanmada bir yerde ortaya çıkan olumlu
veya olumsuz dalgalanma bütün dünya toplumlarını eş zamanlı olarak etkilenmektedirler. Bu
etkileşim sürecinde medya’nın iletişim ve propaganda gücü birinci derecede etkili olmaktadır.
Demokratik çağdaş toplumlarda bireysel ve sosyal etkileşim birbirlerini tetiklemekte
olup sivil toplum örgütleri ve medya desteği ile hızlı bir gündem ve kamuoyu oluşumu
yaratılmaktadır.
Toplumları ve Devletleri yöneten kişilerin yönetim eksenlerinde medya
görünmeyen sihirli birincil güç durumundadır. Medya desteği ile propagandalarını yürüten
29
Mills, C. Wright, Çev. Ünsal Oskay, İktidar Seçkinleri, Bilgi yayınevi, Ankara, 1974, s.374.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
10
siyasi partiler ileti programlarını hedef kitlesi olan toplum ve seçmenlerine medya vasıtası ile
anlık zaman dilimi içerisinde ulaştırabilmektedirler. Medya’nın gücünü bilen siyasiler genelde
medya ile çatışmaktan kaçınırlar zorunlu olmadıkça medya ile tartışma ortamına girmezler.
Medya, böylelikle toplumu yöneten yöneticileri ve toplumdaki olumsuzlukları da takip ederek
gündemlerine taşıyarak etkili kamuoyları yaratarak toplum adına denetleme görevi yaparak
demokrasiye katkı sağlamaktadırlar. Bu süreçte en önemli unsur medya’nın bağımsızlığıdır.
Eğer ki medya bağımsız değilse objektif de olamaz. Objektif olamayan bir medyanın
toplumsal görevlerini sağlıklı yapmaları mümkün değildir. Medya, siyasi bir erkin veya başka
bir misyonun temsilcisi ise, bağımsız yayın/yayım yapma, toplum ve demokrasiye katkısı
sınırlı veya hiç olmayacaktır. Yanlı bir medya bir süre sonra sübjektif yayın/yayımlar yaparak
ileti mesajlarında örtük ve karartma uygulayarak etkisinde kalmış olduğu erk veya yandaş
grupları koruma ve kollama görevi içerisine girerek asli görevinden uzaklaşacaktır. Her
alanda tam bağımsız bir medya ile demokratik ve toplumsal fayda ortaya çıkacaktır ancak
bağımsız ve objektif bir medya paradigmayı yerinden oynatabilir.
Medya’nın büyüsü haber verme ve ikna etme yapısallığından kaynaklanmaktadır. Bu
süreci bilen siyasiler ve medya patronları medyayı kendi çıkarları doğrultusunda
kullanmaktadırlar. Böylece medya imparatorluğu denen yeni bir burjuva sınıfı doğmuş
oluyor. Medya bir endüstri olup bunu hangi alanda kullanırsanız o alanın gelişimi veya
yıkımında etkin rol oynar. Medya aynı zamanda ekonomik, siyasi, demokratik, özdeş, karşıt
güç, eğitim, kültür, eğlence, haber, propaganda aracı ve gücüdür. Önemli olan bu gücün;
nerde, nasıl, kimler tarafından ve ne amaçla kullanıldığıdır.
Sonuç : Medyanın Toplumsal Yapıya Etkilerinin Yorumlanması
Çalışmamızda, medyanın günümüzdeki değişimi, etkileşimi ve gücü birey, toplumsal yapı,
Devlet, iktidar seçkinleri olan siyasiler, ekonomi patronları ekseninde değerlendirilmiştir. Çalışmamız
esasında tek yönlü durağan medyadan çoklu etkileşimli medyanın ortaya çıkması ile birey, toplumsal
yapı, siyasal yapı, ekonomik yapı gibi birçok paradigmamın nasıl değiştiği ve etkileşim halinde
olduklarını yüzey/survey ve gözlem yolu ile ortaya koymaya çalıştık.
Çalışmamızda konuyla ilgili birçok bilimsel yayın incelenmiştir, konumuza yakınlığı yönü
ile ve bakış açımızın karşılaştırılması açısından Wright Mills ve “İktidar Seçkinleri” isimli eseri
ile 50 yıl önceki Amerikan toplum yapısının medya ilişkileri ve etkileşimleri günümüzün
internet teknoloji destekli çoklu medya olarak ifade ettiğimiz sosyal medya ve yeni nesil
televizyon medyacılığı benzer yapıda yukarıda ifade edildiği gibi birey, toplumsal yapı, Devlet,
iktidar seçkinleri olan siyasiler, ekonomi patronları ekseninde değerlendirilmiştir.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
11
Dünya toplumlarını etkisi altına alan kitle iletişim araçları olan günümüzün çoklu medya
aygıtları çok etkin bir konuma gelmiş durumdalar. Medya; içinde bulunduğu birey ve
toplumları en alt değerden başlayarak en üst değer ve konjektürel yapıya kadar etkilemektedir.
Medya, bu etkileşim sürecinde sadece birey ve toplumu değil aynı zamanda devlet ve devlet
organlarını da etkileme ve yönlendirme gücüne kavuşmuş durumdadır. Medya, nasıl ve hangi
alanda kullanılırsa o alanda etkin oluyor? Medya; ileti yayın/yayımlarıyla olumlu veya tahrip
edici bir etki gücüne sahip konuma gelmiştir. Kitle iletişim araçları olan medya birey ve
toplumların sosyal kodlarını etkileyen, yönlendiren ve yer yer değiştirebilen bir etki gücüne
sahip olmuşlardır. Çalışmamızın değerlendirilmesinde medya’nın çok yönlü bir etki gücünün
varlığı görülmektedir, önemli olan bu etki gücünün objektif veya sübjektif, olumlu veya
olumsuz olarak kullanılmasıdır.
Medya’nın asli görevi birey ve toplumu kendi ekseninde şekillendirmesi değildir.
Medya’nın asli görevi; birey ve toplumu haberdar etme, objektif olarak bilgilendirme,
eğlendirme, dinlendirme, eğitim ve kültür hayatına katkı sağlamak, ekonomiye dolaylı katkı
sağlamak, demokrasi ve üniter devlet yapısına, milli bütünlüğün devamına ve hayatın her
alanında
katkı
sağlayarak,
bireylerin
birbirleriyle
ilişkilerini,
davranış
biçimlerini
yönlendirmesi ve farkındalık yaratması önemlidir.
Medya ile insanlar sürekli iletişim ve diyalog halinde olarak daha kültürlü, daha bilgili daha
haberli, birbirlerinin hassasiyetlerini bilebilen, birbirlerine karşı daha hoşgörülü, akılcı ve
organize bir toplum modeli30 geliştirebilir.
Medya’nın demokrasi sürecindeki etkilerine baktığımızda karşımıza önemli bir girift
ilişki ağı çıkmaktadır. Demokrasiler hukuk devleti’nin bir aracı olarak bir değer ve anlam
taşır. Medya’da demokrasilerin vasıtası olarak bir anlam ifade eder31. Hukuk Devletinin aracı
olmayan demokrasiler nasıl ki anlam ifade etmezler ise medya da, demokrasilerin vasıtası ve
demokrasilerin gelişimlerine katkı sağlamaz evrensel hukukun yerine özel/şahsi hukuk
yaratılmasına çalışırlar ise bir anlam ifade etmezler. Medya her ne kadar maddi olarak
şahısların malı olsa da, reel anlamda içerik ve iletişimin sağlanmasında fonksiyonel olarak
kamuya mâlolmuş halkın malıdırlar.
Cem, İsmail, “Daha kültürlü, bilgili, haberli olabilmek” Yeni Türkiye (Medya Özel Sayısı), sayı:11, Ankara,
1996, s.19
31
Hatemi, Hüseyin, “Medya alanında yeniden yapılanma gereği” Yeni Türkiye (Medya Özel Sayısı), sayı:11,
Ankara, 1996, s.23
30
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
12
Günümüz döneminde, birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de demokrasinin değil
de neredeyse medya’nın demokrasisi mevcut hale gelmiştir. Bu anlayış ve yapılanmaya
medyanın siyasileri, iktidarı ve ekonomisi de eklenebilir. Bunun yanında ekonomi
patronlarının, siyasilerin de medyaları mevcuttur. Medya konsepti; sahibinin fikrine ve
isteğine göre yayın/yayım yaparak sözde ya da özde bireylere, topluma ve de demokrasiye
katkı sağlamış olurlar. Medya eğer ki kendisini; yasama, yürütme ve yargı erklerinin önünde
görürse feodal ve totaliter bir medya demokrasisi ortaya çıkar bu da toplumda kargaşa neden
olur. Medya’nın reel anlamda demokrasiye, siyasete, hukuka ve diğer alanlara katkısı; vicdani
ve ahlaki duyarlılığa sahip olmasından geçer aksi takdirde reel katkıdan bahsedemeyiz.
Medya’nın ekonomiye etkilerine bakarsak bu alanda da girift sarmal bir ilişki
karşımıza çıkmaktadır. Medya, varlığını sürdürebilmesi için ilk önceliği maddi anlamda bir
güce sahip olması gerekir ki varlığını sürdürebilsin. Dünya ekonomileri birbirlerinden
etkilenmektedirler ve birbirlerine zincirleme bağlıdırlar. Borsa, istihdam, iş, işveren,
çalışanlar, pazar ve reklam süreçleri birbirlerini tamamlarlar. Bu süreçte ürünlerin
pazarlanması iyi bir prezantasyona dayanmaktadır. Ürün ve sektörler ne kadar iyi tanıtılırsa iş,
işgücü ve kazanç o derece verimli olacaktır. Bu sürece endüstriyel bazda etkiyi reklam
propagandası yapmaktadır. Kitle iletişim araçlarının tamamı olan medya burada etkin bir rol
oynamaktadır. Ekonomiye endüstriyel bazda dolaylı borsa etkisi yaparak birçok endüstriye
vizyon sağlamaktadır.
Medya, ekonomiye toplam kalitede devasa bir işgücü etkisi yaratmaktadır. Zaman,
para, işgücü, kaliteli eleman, ürün, yeni istihdam alanları ve pazar alanlarına en kısa sürede
doğrudan veya dolaylı olarak etki ederek topluma ve iş gücü sektörlerine katma değer
yaratılmasında etkin bir vasıta rolünü üstlenebilmektedirler.
Medya’nın toplumsal yapıya olumlu ve olumsuz etkilerinden bir diğeri de, şiddet ve
şiddetsiz bir toplum yaratılmasındaki katkısıdır. Toplumsal yapıda medyanın çok fonksiyonlu
bir etki etkileşim gücü ve cazibesi vardır. Medya, çoğu zaman farkında olmadan veya örtük
farkındalık bilinci ile birey ve toplum üzerinde şiddet uygulayabilmektedir. Birey ve
toplumlar üzerinde medya’nın şefkat ve şiddet etkisi vardır. Medya isterse; “savaşın dilini
barışın dili ile barışın dilini de savaşın dili ile anlatabilmekte” (KaplanY.), bu yüzden medya,
yaşam alanına kendisinin dışında başka bir gücün girmesini istemez bu durumda çoğu zaman
varlığını sürdürdüğü toplumun değerleri ile ters düştüğü zaman kendi çıkarları için toplumsal
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
13
değerleri tehdit algılar ve topluma sunduğu yayın/yayımlarda ahlaki bir bariyer
32
uygulayabilmektedir. Medya yapay sosyal zeka kullanarak, aldatıcı ticari tekniklerle; soyut,
mantıkdışı ve mide bulandırıcı abartmalarla dolu seks ve şiddet öğeleriyle şişirilmiş boş haber
anlayışlarıyla birey ve toplum üzerinde olumsuz etkiler de yaratabilmektedir. Bu süreçte,
medyanın yapay sosyal zekaya endeksli yayın/yayımlarının nicel ve niteliği anlaşıldıkça
zamanla etki gücünü yitirecek ve çöküş başlayacaktır. Böylelikle medya, büyük kentlerin
varoşlarından başlayarak hızla güven ve okur-izleyici yitirecek ve Hükümetlerin dolaylı
dolaysız baskıları ve yasal sansürleri bu hızlı çöküşü daha da süratlendirecektir. 33 Medya
üzerinden servis edilen şiddet ve porno yayın/yayımlar çocuklar, aile ve kadınlar üzerinde
travma yaratmakta ve sağlıklı toplum yapısının kodlarını bir virüs gibi kemirmekte zarar
verebilmektedir. Özellikle görsel-işitsel medya olan televizyon ve internet şiddet ve porno
yayın/yayımcılıkla birey ve toplum üzerinde olumsuz etkiler bırakmaktadır. Çocuk ve ailenin
korunması konusunda Devlet zorunlu ve yeterli hukuksal cezai yaptırımlar getirmedikçe
bunlarla başa çıkmak zorlaşacaktır.
İletişim ve medyanın sınır tanımaz teknolojik ileti üstünlüğü bir yerde birey, toplum
ve devletleri de zor durumda bırakmaktadır. Medya ve şiddet konusunda şiddet uygulayan
tarafın çoğunluğunu medya oluşturuyor olsa da,
bazen de siyasi iktidar ve rant güçleri
tarafında medya şiddete maruz kalabilmektedir. Bunun sonucunda da farklı doktirinel ve
farklı bakış açılarında farklı endüstriyel medyalar doğmaktadır ve endüstriyel (reklam)
şiddetini uygulayarak üretmeyen tüketici bir toplum modeli yaratma hedeflenmektedir.
Medya isterse her alanda şiddet uygulayabilmektedir bunu yaparken de masum bir görünümde
gerçekleştirir.
Medya’nın eğitim ve kültüre etkilerine baktığımız da karşımıza kompleks bir
konsept çıkmaktadır. Şöyle ki, birey ve toplumların iyi eğitilmesi ve kültürel düzeylerinin
yükselmesinde temel ve örgün eğitimin yanında yaygın eğitim olarak medya önemli bir
misyona sahiptir. Birey ve toplumun bilgi toplumu olmasında toplumun standart üst eğitim
seviyesine kavuşabilmesi ve toplumun dönüşebilmesi için medya hedef kitlesi olan birey ve
topluma; kültürel, sanatsal, sportif, haber, eğitici ve dinlendirici yayın/yayımlarıyla doğrudan
veya dolaylı olarak katkı sağlayabilir. Medya, kısa, orta ve uzun vadede birey ve toplumun
eğitilmiş kültürel düzeyine olumlu katkı sağlayabilir veya olumsuz etki de yapabilir.
32
Hunt, Arnold, 'Moral Panic' and Moral Language in the Media, The British Journal of Sociology, Vol. 48,
No. 4 (Dec., 1997), pp. 630-631.
33
Özkan, Tuncay, “Medya nereye?”, Yeni Türkiye (Medya Özel Sayısı), sayı:11, 1996, s.34
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
14
Medya’nın eğitim ve kültürel sosyal yapı üzerindeki etkisi birinci derecede yaygın eğitim
modeli ile servis edilmektedir. Bu kimi zaman doğrudan kimi zamanda yaptığı
yayın/yayımlarla dolaylı olarak sunulur. Önemli olan bu etkileşimde olumlu katkının
yapılmasıdır. Medya’nın birey ve toplum üzerinde eğitim ve kültürel etkisinde ana unsur
medyanın yapmış olduğu yayın/yayımların nicel ve nitel içeriğidir. Medya’nın güvenilirliği de
bu içerikte gizlidir. Medya haber kaynağı ile en son tüketicisi olan birey ve toplum arasında
güven sorunu da yaşamaktadır. Birey ve toplum medyanın sunmuş olduğu yayın/yayımların
güvenilirlik derecesi nedir sorusunu kendi zihninde değerlendirmekte, iletileri akıl ve zihin
süzgecinden geçirmekte ve sonucunda medyanın güvenilirliğini değerlendirir hale gelmiştir.
Medya’dan sunulan ve iletilen her mesaj/iletinin doğruluk derecesi nedir, sübjektif veya
objektif bir enformasyona mı maruz kalınıyor artık bunlar düşünülür hale gelmiştir.
Yoğun enformasyon ve bilgi kirliliği karşısında kamuoyu, gündemi takip edebileceği
güvenilir kaynaklar aramaya başlıyor. Her ne kadar teknolojik gelişmeler hatta devrimler
haberleşmenin mecrasını, formatını değiştirse de özüne dokunamazlar34 işte bu öz birey ve
toplumun öz belleğinde ve akıl süzgecinden geçerek filtre edilerek medya iletilerinin
güvenilirliğini oluşturmaktadır.
Günümüz
toplum
yapılarında
çok
çeşitlenen
medyaların
yapmış
olduğu
yayın/yayımlara olan güven aralığı ise daralmış durumda. Artık medyaların yapay olarak
servis ettikleri haber ve iletiler gündem ve kamuoyu oluşumlarına güven ekseninde sorgulanır
duruma gelmiştir.
Türkiye’de ve Dünya’da medya, birey ve toplumu yeni bir dizayna tabi
tutmaktadırlar. Medya yeni bir yaşam tarzı ve adına “etik” denen yeni bir ahlak oluşturma
peşindedir bunu yaparken de tekelleşme peşindedir. Tekelleşme sansürün ikiz kardeşidir.35
Medya bir taraftan etik değerlerden bahsedecek diğer taraftan da kartelleşerek birey ve toplum
üzerinde güven derecesini düşürmektedir. Medya’nın toplumdaki asli görevi bilgi toplumu
oluşumuna katkı sağlamak ve bilginin topluma ulaşmasında objektif ve demokratik konumu
ile aracılık etmesi ve katkı sağlamaktır. Medya, asli görevlerinin dışına çıktığı zaman güven
aralığı değerleri de düşmektedir.
Medya; konsepti, hedef kitlesi, patronu, ekonomisi, siyaseti, iktidarı ile birey ve
toplumu sosyo-ekonomik ve diğer etkilerle zincirleme bağlamlarla, domino etkisi yaratacak
şekilde etkilemektedir. Medya’nın örgütsel yapılanması ve konsepti içerisinde yeni bir
34
35
Berberoğlu, Enis, “Geleceğin Medyası”,Yeni Türkiye (Medya Özel Sayısı), sayı:11, 1996, s.57
Bilgin, Nazmi, “Medya ve Etik”, Yeni Türkiye (Medya Özel Sayısı), sayı:11, 1996, s.134
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
15
revizyonist hareket ortaya çıktı. Bu yeni revizyonizm kendisini sıklıkla geleceğin zincirlerini
parçalayan orijinal ve yenilikçi, özgürleşirci bir hareket olarak sunar.36 Medya’nın bu tavrı
aslında görüntüde pragmatist bir yaklaşımı ortaya koyuyor olsa de kendi iç konseptinde ve
yapılanmasında bu görünümün tersine daha muhafazakâr bir anlayış söz konusu aksi takdirde
varlığı ve yaşamsal alanı tehdit altına girecektir. Hiçbir medya kendi zincirlerini kırarak
başkalarının özgürlük alanlarına doğrudan giremez ve hedef kitlesi olan toplumu karşısına
alamaz. Nasıl ki, medyanın kendi sınırları var ve toplumların sınırları ile bağlı ise,
toplumlarında kendi sınırları olmasına rağmen diğer yaşam sınırları ile birbirlerine
bağlıdırlar.37 Günümüz toplum yapılanması içerisinde medya’nın etkisi azımsanamaz. Medya
her ne kadar örtük yayın anlayışı içerisinde güven zedelemiş olsa da birey ve toplumların hâla
vazgeçilmez ve vazgeçemeyecekleri iletişim araçlarıdır.
Kaynakça
1- AKGÜN, Nafiz, “Kitle Haberleşme Araçları Üzerine Kritik”, Meydan Dergisi, Şubat-Mart
1976, İstanbul,1976.
2-ALAV, Orhan, Kitle İletişim ve Yerel Medya, Fakülte Kitabevi, Isparta, 2001
3-BERBEROĞLU, Enis, “Geleceğin Medyası”,Yeni Türkiye (Medya Özel Sayısı), sayı:11,
Ankara,1996
4-BİLGİN, Nazmi, “Medya ve Etik”, Yeni Türkiye (Medya Özel Sayısı), sayı:11, Ankara,
1996
5-CANETTI, Elias, çev., Gülşat Aygen, Kitle ve İktidar, Ayrıntı Yayınları, (1.bs.), İstanbul,
1998
6-CEM, İsmail, “Daha kültürlü, bilgili, haberli olabilmek” Yeni Türkiye (Medya Özel
Sayısı), sayı:11, Ankara,1996
7-CURAN, James, çev. Mehmet Küçük, Medya İktidar İdeolojisi: “Kitle iletişimi
araştırmasında yeni revizyonizm: Bir yeniden değerlendirme çabası” (2.bs.), Ark
Yayınları, Ankara, 1999
8-ÇOBAN, Barış, Yeni Toplumsal Hareketler: Küreselleşme çağında toplumsal muhalefet
Curan, James, çev. Mehmet Küçük, Medya iktidar ideolojisi: “Kitle iletişimi araştırmasında yeni revizyonizm:
Bir yeniden değerlendirme çabası” 2. bs., Ark Yayınları, Ankara, 1999, s.397
37
Polama, Margaret M., çev.,Hayriye Erbaş, Çağdaş sosyoloji kuramları “* Persons’un genel kuramı” Eos
Yayınevi, Ankara, 2007, s.165
36
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
16
(küreselleşme, direniş ve ütopya), Kalkedon Yayınları, İstanbul, 2009
9-DÖNMEZER, Sulhi, Sosyoloji, Savaş Yayınları, Ankara, 1984
10-EROĞLU, Feyzullah, Davranış Bilimleri, Beta Yayınları, İstanbul, 1998
11- Estima Araştırma, “Medyaya duyulan güven (alan araştırması)”, 02.19.2010
URL:http://www.devadim.com/pagelist/konu.php?id=8017&sayfa=1#lastMessag
(20.06.2010)
12-GASSET, Ortega y, çev., Neyire Gül Işık, İnsan ve Herkes, Metis Yayınları, (3.bs.),
İstanbul, 2007
13-GIDDENS, Anthony, çev., Hüseyin Özel, Toplumun Kurtuluşu, Bilim ve Sanat Yayınları,
(1.bs.), Ankara, 1999
14-GÜNDÜZ, Uğur, editör. Suat Gezgin, Türkiye’de Yerel Basın ,“Kurtuluş
Savaşında Yerel Basının Rolü”, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları,
İstanbul, 2007
15-HABERMAS, Jürgen, çev.:Mustafa Tüzel, İletişimsel Eylem Kuramı (1.cilt: Eylem
rasyonelliği ve toplumsal rasyonelleşme- 2.cilt: İşlevselci aklın eleştirisi üzerine), Kabalcı
Yayınevi, İstanbul, 1996
16-HATEMİ, Hüseyin, “Medya alanında yeniden yapılanma gereği” Yeni Türkiye (Medya
Özel Sayısı), sayı:11, Ankara,1996
17-HUNT, Arnold, 'Moral Panic' and Moral Language in the Media, The British Journal of
Sociology, Vol. 48, No. 4 (Dec., 1997)
18- KAPLAN, Yusuf, “Medyanın Saldırganlığı, Her Şeyi Kontrol Etme Güdüsü. Kaynakça:
İnternet, 2000
19)- Kaptan S., Bilimsel Araştırma ve İstatistik Teknikleri, Tekışık Ofset, Ankara, 1995
20-KARAKOÇ, Enderhan, Basının Kamuoyu Oluşturma Fonksiyonu (Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi), Gazi niversitesi, Ankara, 1998
21-MILLS, Wright, çev., Ünsal Oskay, İktidar Seçkinleri, Bilgi Yayınevi,(1.bs.),Ankara,
1974
22-MUTLU, Erol, İletişim Sözlüğü, Ark Yayınları, Ankara, 1998
23-NEUMANN, Elisabeth N., Kamuoyu: Suskunluk Sarmalının Keşfi, çev.: Murat Öztürk,
Dost Kitabevi, Ankara, 1998
24-ÖZKAN, Tuncay, “Medya nereye?”, Yeni Türkiye (Medya Özel Sayısı), sayı:11,
Ankara,1996
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
17
25-ÖZSOY, Osman, Propaganda ve Kamuoyu luşturma, Alfa yayınları, (1.bs.), İstanbul,
1998
26-POLAMA, Margaret M., çev.,Hayriye Erbaş, Çağdaş Sosyoloji Kuramları “Persons’un
genel kuramı” Eos Yayınevi, Ankara, 2007
27- Patti M. Valkenburg, The Differential Susceptibility to Media Effects Model, Journal of
Communication 63 (2013)
28- Raymond J. Pingree, Effects of Media Criticism on Gatekeeping Trust and Implications
for Agenda Setting, Journal of Communication 63 (2013) 2013
29- Sarı, Hasan.,Sosyal Medya ve Uygulamarının On-line Halkla İlişkiler Açısından
Değerlendirilmesi, URL: http://www.hasansari.com.tr/upload/98603353.pdf , 16 Nisan
2013
30-SEZER, Duygu, Kamuoyu ve Dış Politika, Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, Ankara,
1972
31-THOMPSON, Kenneth and Anita Sharma, Secularization, Moral Regulation and the Mass
Media, The British Journal of Sociology, Vol. 49, No. 3 (Sep.,1998)
32- Türkdoğan, Orhan, Türk Toplumunda Aydın Sınıfın Anatomisi, Timaş Yayınları,
İstanbul, 2003
33- Mills, C. Wright, çev. Ünsal Oskay, İktidar Seçkinleri, Bilgi yayınevi, Ankara, 1974
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
18
YEREL AĞIZLARDA COĞRAFİ KAVRAMLAR
(AKSARAY İLİ ÖRNEĞİ)*
GEORAPHICAL TERMS IN DIFFERENT LOCAL ACCENTS(AKSARAY
SAMPLE)
Tahsin YILDIRIM*
Enes TARIM*
ÖZET
Bilindiği üzere coğrafya kendi içerisinde farklı terimler barındıran bir bilim dalıdır.
Bilimsel çalışmalarda kullanılan bu terimlerin Anadolu da farklı yöresel karşılıkları
bulunmaktadır. Günümüzdeki kırsal ilişikler ağının değişmesi, yerel coğrafi terimlerin
ortadan kalkmasına yol açmıştır. Yaşayan kültürel miras niteliğindeki bu terimlerin
gelecek nesillere aktarılamayacak olması, yerel kültür değerlerinin yavaş yavaş
kaybolmasına neden olacaktır.
İç Anadolu bölgesinin Konya bölümünde yer alan tarih boyunca Aksaray birçok kültür
çevresinden etkilenmiş, aynı zamanda sayısız kültürel değeri de ortaya çıkarmıştır.
Coğrafi kavramların yerel ağızda şekillenmesi, kültüre mayalanması, keşfedilmesi gerekli
olan bir hazinedir.
Bu araştırmada bazı coğrafi terimlerin Aksaray ilindeki yöresel karşılıklarına yer
verilmiştir. Araştırmanın verileri mülakat (yüz yüze görüşme) yöntemi ile elde edilmiştir.
Elde edilen veriler sonucunda Kaybolmaya yüz tutan bu terimlerin bir kültür değeri olarak
gelecek nesillere aktarılmasının önemine vurgu yapılarak bir farkındalık oluşturmaya
çalışılmıştır.
Anahtar kelimeler: coğrafya, coğrafi kavramlar, kavram öğretimi
Abstract
As is known, geography is a scientific field which encompasses differing terms/ concepts
in itself. Used for scientific research, these terms also have different local representations
across Anadolu. It is observed that some geographical terms are stil in use today while
many others have been forgotten or about to be forgotten. That these terms, which feature
existing local cultural inheritance, will not be able to be passed on to upcoming
generations means gradual loss of cultural values.
Located in Inner Anatolia Region, Aksaray has been influenced by many cultural sources.
The city of Aksaray has been home to many cultures throughout history. Living in close
guarters with the nature, people of Aksaray has a huge amount of cultural refinement.
Considering the recent history, people of Aksaray have represented geographical events
not only with scientific terms but also with religious and traditional terms.
İn this study, local eguivalents of some geographical terms in Aksaray province have
been identified. The data have been obtained via interviews(face to face). Using the data
obtained, we aim to raise a consciousness on the importance of passing on these cultural
values to future generations.
Key words: geography, geographical concepts, concept teaching
*Bu
çalışma 23-24 Ekim 2014 tarihlerinde düzenlenen Unikop 2014 Sempozyumunda sunulan bildirinin genişletilmiş
halidir.
1
Aksaray Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, İlköğretim Bölümü [email protected]
1
MEB Somuncubaba Anadolu lisesi Okulu, Aksaray, [email protected]
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
19
GİRİŞ
Birincil sözlü kültür, sosyal bilim araştırmalarında genellikle ihmal edilir. Coğrafi
bilgiyi ölçen, coğrafi yapının insan yaşantısındaki rolü ve etkisini ortaya koyan çalışmalar
sınırlıdır. Bununla birlikte Sesli söylem ile yapılan çalışma neredeyse yok gibidir.
Bilindiği üzere sesli söylem dinamiktir ve söylemin içinde yer alan coğrafi muhteva sır
gibi örtük kalır. İnsan ve toplumlar coğrafi mekân üzerinde yaşar ama bu mekânın
yansıttığı gerçeklikler ortaya çıkartılması, bir şekilde ihmal edilmektedir. Hayat deneyimi
yüksek olan insanlar (yaşlı nüfus) dünyayı algılamaya başladıkları günden itibaren
çevrelerinde gerçekleşen doğal ve kültürel olayların birincil şahididirler. Yaşadıkları
dönem ve mekânın teknolojik kısırlığı bu şahitliği kaydetmelerini neredeyse imkânsız
kılmıştır. Bu bağlamda yaşadıkları mekândaki insan çevre etkileşiminin birçok ayrıntısı
sadece onların hafızasında kayıtlıdır. Ömürlerinin son dönemlerini yaşayan bu insanların
mekândaki şahitliklerinin, deneyimlerinin, algılarının kaydedilmesi ve bunların sonraki
nesillerin eğitiminde kullanılması elzemdir.
Hızla yaşanan tarihin içinde durmadan değişen ve yok olan değerlerin, anıların ve diğer
maddi kültür unsurların karşısında elini çabuk tutmak ve bu yaşanmış geçmişin tarihini
kaydetmek isteyen ilgili meraklıların çabaları hızla değişen yasam koşulları ve teknolojik
gelişmelerin yarattığı sorunlara yenik düşmektedir. Özellikle yakın geçmişte
sindirilmeden yaşanan tarihin birçok kaynağının ya hiç var olmadan veya kısa zamanda
yok olmasının getirdiği belge eksikliği yakın geçmişin tarihini yazmak isteyenlerin
karsısında en önemli engeli oluşturmaktadır.
Günümüzde yakın tarihle ilgili birçok tarih bilgisi gelişim ve değişimin hızına bağlı
olarak ya çabucak uçup gitmekte veya hiç var olmamış gibi hiçbir iz bırakmadan yok
olmaktadır. Buna çoğunlukla teknolojik gelişmeler sebep olmaktadır. İletişim
teknolojisindeki hızlı değişimin yol açtığı azalan belge sorunu artarak devam etmektedir.
Bilgi ve fikirlerin uçucu olduğu; mektubun, telgrafın yerini telefonun; kitap ve gazete gibi
yazılı metinlerin yerini tv, sinema, mültivizyon, kaset-çalar gibi görmeye ve işitmeye
dayalı cihazların; klasör ve dosyaların yerini internet sayfalarının aldığı günümüzde yerel
veya genel tarihin azalan kaynaklarını yeni bilgi toplama yolları geliştirerek asması
gerekmektedir. Ancak aynı teknolojik gelişmeler, uzak ve yakın geçmişe ait birçok tarih
malzemesini yaşatabilmemize ve koruyabilmemize imkânlar sağlamaktadır
(Sarı,2007,17–18).
Türkler tarihleri boyunca beş farklı takvim kullanmışlardır. Bu takvimler içinde
hicri takvim ay yılı esaslı olan tek takvimdir. 12 Hayvanlı Türk takvimi Türklerin
oluşturduğu ilk takvimdir.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
20
TAKVİM
GÜNEŞ YILI
AY YILI
12 HAYVANLI
HİCRİ TAKVİM
CELALİ TAKVİM
RUMİ TAKVİM
MİLADİ TAKVİM
Türklerin kullanmış olduğu takvimler
12 Hayvanlı Türk Takvimi: Türklerin oluşturduğu bir takvimdir. Çin medeniyeti de bu
takvimi Türklerden görüp kullanmışlardır. Bu takvimde her yıla bir hayvan adı verilir.
Güneş yılı esasına göre hazırlanmıştır.
1. yıl = fare yılı (sıçan yılı)
2. yıl = sığır yılı
3. yıl = aslan yılı (pars yılı)
4. yıl = tavşan yılı
5. yıl = balık yılı (ejderha yılı)
6. yıl = yılan yılı
7. yıl = at yılı (yılkı yılı)
8. yıl = koyun yılı (koy yılı)
9. yıl = maymun yılı (bicin yılı)
10. yıl = tavuk yılı (takık yılı)
11. yıl = köpek yılı (it yılı)
12. yıl = domuz yılı
Celali Takvim: Büyük Selçuklu hükümdarı Celaleddin Melikşah döneminde
düzenlenmiştir. Güneş yılı esaslıdır. Takvimin başlangıcı Hicret olayıdır. Melikşahın
ölümünden sonra takvim kullanılmamıştır. Bu takvimin kullanılmasındaki asıl
sebep mali işlerdir.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
21 Mart - 20
Nisan
Ferwerdin Hamal
21 Nisan - 21
Mayıs
22 Mayıs - 21
Haziran
22 Haziran 22 Temmuz
23 Temmuz 22 Ağustos
23 Ağustos 22 Eylül
23 Eylül - 22
Ekim
23 Ekim - 22
Kasım
22 Kasım - 21
Aralık
22 Aralık - 20
Ocak
Ordibeheşt Savr:
21 Ocak - 19
Şubat
20 Şubat - 20
Mart
http://esosbil.aksaray.edu.tr
21
Nevruz
Yılbaşı ve
baharın
başlangıcı
Hordâd Jawza
Tir Saratan
Yazın
başlangıcı
Mordâd Asad
Şehrivar Sünbüle
Mehr Mezan
Sonbaharın
başlangıcı
Âbân Akrep
Âzar -kavs
Daî -jaddi
Kışın
başlangıcı
Behman -Dalav
İsfand -Hüt
Artık
yıl
düzenine
göre
Tablo-1 Celali takvimde ay isimleri
Rumi Takvim: Tanzimat Dönemi'ne kadar Osmanlı Devleti'nde Hicrî takvim her sahada
resmi takvim olarak kullanılıyordu. Yılbaşı 1 Muharrem'di. Tanzimat Dönemi'nde, 13
Mart 1840 Miladi tarihi, 1 Mart 1256 Cuma günü olarak Rumi takvimin yılbaşı kabul
edildi. Bu tarihten sonra çift takvim uygulaması başladı, aynı anda hem Hicri takvim hem
de Rumi takvim 1870 miladi yılına kadar birlikte uygulandı. Hicri takvim ay yılına göre,
Rumi takvim ise güneş yılı esaslı hesaplandığı için, Hicri takvimde senenin son günü rumi
takvimin çakışan senesinden her yıl 11 gün daha geriye düşüyordu. İkililiğin önlenmesi
için o tarihten sonra artık sadece Rumi takvim kullanılmaya başlandı. Rumi takvim,
Batının kullandığı Gregoryen miladi takvimden 13 gün gerideydi. Rumi ile miladi
arasında -her iki takvim de güneş yılı esasına göre düzenlendiği için- aradaki 13 günlük
fark sabitti, böylece Hicri takvimin aksine mevsimlerin hep aynı aylara denk gelmesi
temin edilmiş oldu, yıl farkı da takvimin başladığı zamanki fark olan 584 yıla sabitlenmiş
oldu. Bu fark; Rumî Takvim'in Jülyen Takvimi'ni, Miladî takvimin ise Gregoryen
Takvimi'ni esas almasından ileri gelir. 8 Şubat 1332 tarih ve 125 sayılı
kanunla Jülyen esaslı Rumî takvim yürürlükten kaldırılarak Gregoryen esaslı Rumi
takvime geçildi. Bu değişiklik Miladi takvimde 1917 senesine denk gelir.(Unat,2004)
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
22
Malî
Osmanlıca
Gün
sayısı
Kânûn-ı
Sânî
31
Şubat
28
3
Onbirinci
Ay
Onikinci
Ay
Birinci Ay
Mart
31
4
İkinci Ay
Nisan
30
5
Üçüncü Ay
Dördüncü
Ay
Beşinci Ay
Mayıs
31
Haziran
30
Temmuz
31
Ağustos
31
Eylül
30
Ay
1
2
6
7
8
9
10
11
12
Altıncı Ay
Yedinci
Ay
Sekizinci
AY
Dokuzuncu
Ay
Onuncu
Ay
Teşrin-i
Evvel
Teşrin-i
Sânî
Kânûn-ı
Evvel
31
30
31
Tablo-2 Rumi takvime göre ay isimleri
Hicri Takvim: Ay yılı esasına göre hazırlanmıştır. Hz. Muhammed'in Mekke'den
Medine'ye Hicret'i (göç) başlangıç olarak kabul edilmiş ve Hz. Ömer döneminden itibaren
kullanılmaya başlanmıştır. Miladi takvim ile Hicri takvim arasında 622 yıllık bir fark
bulunmaktadır. Türklerin İslamiyet'i kabul etmesinden sonra bu takvim Türk Devletleri
tarafından da kullanılmaya başlanmıştır. Hicri takvim Türkiye Cumhuriyeti'nde 1 Ocak
1926'da yürürlükten kalkmıştır. Günümüzde sadece dini gün, gece ve ayların
belirlenmesinde kullanılmaktadır.(Unat,2004)
AYLAR
İSİMLERİ
1.
Muharrem
7. recep
2.
Safer
8.şaban
3.
Rebiyülevvel
9. Ramazan
4. Rebiülahir
10.şevval
5. Cemaziyülevvel
11.zilkade
6.Cemaziyelahir
12. zilhicce
Tablo-3Hicri takvimde 12 ay bulunmaktadır
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
23
Miladi Takvim: Miladi takvim ya da Gregoryen takvim, Jülyen takviminin yerine Papa
XIII. Gregory tarafından yaptırılan takvim. Milad'ı tarih başlangıcı ve Dünya'nın Güneş
etrafındaki dönüş süresi olan 365 gün 6 saatlik zamanı "1 yıl" olarak kabul eder.
1
2
3
Ocak
Şubat
Mart
31
28 veya 29
31
4
Nisan
30
5
6
7
8
Mayıs
Haziran
Temmuz
Ağustos
31
30
31
31
9
Eylül
30
10
Ekim
31
11
Kasım
30
12
Aralık
31
Tablo-4 Miladi takvime göre ay isimleri
Halk Takvimi: Halk takvimi; Bir bölge insanının kültürel miras olarak kazandığı doğal
olgularla, toplumsal kurumlar ve olgular arasındaki uzun süreli deneyimlere dayalı
ilişkilerin kurulduğu tarihsel, töresel, dinsel, eğitsel, inançsal, hukuksal, tarımsal, siyasal,
ekonomik bağın anımsama ve anımsatma görevini üstlenmiş olan zaman-hayat ikilisinin
bir
dizgesi
olarak
tanımlayabiliriz. (Gönen,
2006)
Aksaray da halk takvimine göre ay isimlerinin en çok kullanılan karşılıkları
Ay
İsimleri
Ocak
Şubat
Mart
Nisan
Gücük
Mart
Abrul
Mayıs
Haziran
Temmuz
Ağustos
Mayıs,
Kiraz,
Orak
Ağustos
Eylül
İlk güz,
Ekim
Kasım
Orta güz
Songüz
Aralık
Ay İsimlerini Karşılıkları
Zemheri
Deli küçük
Gücüğün körpesi
Karıyı kazana koyan
ay
Bostanın dikildiği ay
Arpaların irdiği ay
Ekimin irimi
Harmanın kalktığı
ay
Tapanların çekildiği
ay
Tohumun ekildiği ay
Bostanların
bozulduğu ay
Karakış
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
24
Tablo 5’den anlaşılacağı üzere, Aksaray yöresinde yaşayan denekler ayları farklı yerel
adlarla adlandırmalardır. Bu adlandırmaların farklı olmalarında yaşadıkları çevrenin ve
etkilendikleri kültürle coğrafi şartlarının farklı olduğu ortaya çıkmaktadır.
Herhangi bir yöre insanının temelde kültürel miras olarak edindiği, uzun süreli
deneyimlere dayanan zaman-hayat ikilisinin bir dizgesi olarak tanımlanmaktadır (Erginer
1984). Halk arasında tecrübelerle ortaya konan zaman dilimleri; yılları oluşturan aylara,
ayları oluşturan günlere, günleri oluşturan belirli vakitlere kadar ayrılmış, saat
kullanımının olmadığı bu dönemlerde yine güneş belirleyici görevi üstlenmiştir. Ayrıca
yıl, mevsimlere ayrılmış, özellikle iki temel mevsim ortaya çıkarılmıştır. Bunlar yaz ve kıs
mevsimleridir. Bunun yanında mevsimler de zemheri, gücük, cemre, vb. çeşitli zaman
dilimlerine ayrılmıştır. Halkın uzun gözlem ve deneyimlerine dayanarak ortaya çıkan bu
takvime halk takvimi adı verilmiştir (Gönen, 2006)
Türkçede gün isimlerinin kaynağına baktığımızda; Pazar: Farsça’daki “bazar”‘dan
(yiyecek, öteberi satılan yer, pazar) geliyor. “pazar yerinin kurulduğu gün” anlamında
adını almış. Pazartesi: “pazar-ertesi”, yani pazarın kurulduğu günden sonraki gün
anlamına gelir, farsça bazar ve Türkçe irte(ertesi) kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuştur.
Salı: Farsça’daki “salis”ten (üçüncü demek) geliyor, “haftanın 3. Günü anlamına
gelmektedir. Çarşamba: Farsça’daki “çehar” (dört) ve “şenbe”den (gün) geliyor.
Perşembe: Yine Farsça: “penç” (beş) ve “şenbe”den geliyor. Cuma: Arapça’daki “cem”
(toplanma) kökünden “cum’a”… (cem, cami, cuma, cumhur, cumhuriyet, cemaat,
cemiyet, vb. hep aynı kökten türemiştir) Müslüman toplumlarda toplanma günü, cuma.
Cumartesi: “Cuma-ertesi”, toplanma gününden sonra gelen gün anlamına gelmektedir.
(Aşçı ve Yastı,2008)
AMAÇ
Bu çalışmanın amacı; Bazı coğrafi terimlerin Aksaray yöresinde yerel
ağızlardaki karşılıklarını ortaya koymaktır.
Bu çalışmada, resmi olarak kullanılan takvim, ay isimleri ve coğrafi terimlere
Aksaray ili ve çevresinde hangi anlamlar yüklendiği, bu değerlerin günümüze nasıl
taşındığı, gelecek nesillere kültürleri hakkında bir bilgi ortaya koymak amaçlanmıştır.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
25
YÖNTEM
Bu araştırma da birebir görüşme yöntemi uygulanmıştır. Yaş grubu olarak 40
yaş üstü kişilerle çalışma yapılmıştır. Çalışmada Aksaray yöresinde yaşayan 40 yaş üstü
toplam 30 kişi ile görüşme yapılarak veriler elde edilmiştir.
BULGULAR
AKSARAY DA HALK TAKVİMİNE GÖRE GÜN İSİMLERİ
Tablo 6: Yerel Ağızlarda Gün İsimlerinin En Çok Kullanılan Karşılıkları
Gün
Gün İsimlerinin Karşılıkları
İsimleri
Pazartesi
Açıkpazar(10)
Giray(6)
Salı
Salı(15)
Gula Pazar ertesi(15)
Çarşamba
Erba(30)
30
Perşembe
Cuma akşamı(30)
30
Cuma
Mübarek gün(30)
30
Cumartesi
Erti(20)
Boş gün(10)
30
Pazar
Gerey(12)
Kapalı Pazar(18)
30
Toplam
Gula
pazarı(5)
İsrain(9)
Toplam
30
30
30
Tablo-6’den anlaşılacağı üzere, gün isimlerine günümüz karşılığından farklı isimler
verildiği görülmüştür. Bu isimlere yine farklı ortamlarda yaşayan bireyler farklı
adlandırmalar yaptığı görülmüştür.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
26
Yerel Ağızlarda Coğrafi Terimlerin Karşılıkları
COĞRAFİ
YEREL AĞIZLARDAKİ KARŞILIKLARI
TERİMLER
RÜZGÂR
Talas, Yel, Aşağı Yel(Konya Yöresinden Esen
Rüzgar) Hasan Yeli( Hasan Dağından Esen
Rüzgar), Ekecik Yeli(Ekecik dağından Esen
Rüzgar), Tuz Yeli(Tuz Gölünden Esen Rüzgar)
DOLU
Yuvarlak Dene
KAR
Beyaz Örtü
YAĞMUR
Karabulut Yağışı
Nisan Ayı: Abrulun seli, Koca karı yağışı
Şubat Ayı: Cemile yağışları
Mart Ayı: Leylak yağışları
Haziran Ayı: Yaz yağmuru
MEVSİM
İlkbahar: Hıdrellez Mevsimi
Yaz: Gün Dönümü
Sonbahar: Güz Mevsimi
Kış: Zemheri Mevsimi
Tablo-7’den anlaşılacağı üzere, coğrafi kavram isimleri, yağış adlandırmaları, rüzgârlara
verilen adlandırmalar çevredeki koşular neticesinde değiştiği görülmüştür.
AKSARAY YÖRESİNDE COĞRAFİ OLAYLARA YÜKLENEN ANLAMLAR
Aksaray yöresinde görüşülen kişiler şu bilgileri aktardı;
Kişi-1 Yaz yağmuru yağarsa bereketli olmadığına inanılırmış, inanca göre yazın yağmur
yağarsa kurt doğuruyor anlamına geldiğini söylüyor. Yazın yağan yağmurun mahsule
zarar verdiğini söyleyen arife hanım bu zaman da yağan yağmurun zararından korunmak
için yağmurun akışını kesmek için çamurdan yoğurulan bir kurbağa kıbleye bakan bir
duvarın deliğine konursa yağmurun kesileceğine inanılırmış.
Ayın donuk görünmesinin pek hayra alamet olmadığını ayın bu görüntüye sahip
olduğunda köyde birinin öleceğine inanılırmış. Ay bu görüntüye sahip olduğunda yola
çıkılmaz ve iş yapılmazmış.
Sonbahar yağmurları yağmaya başlandığı zaman çift sürme başlandığını
söylüyor genellikle erkeklerin tarların ne zaman ekileceğine başlanacağına karar
vereceğini anlatan arife hanım yaşlıların toprağa dokunarak ne zaman ekileceğine karar
verildiğini söyledi.
Ekilen tarlaların imkânı varsa sulanır ama her tarlanın sulanamadığı söylüyor
tarlaların hayvanlarla sürüldüğü önceden köyde çok halk vardı bu sıralar kimse yok,
aylarca tarlaların sürüldüğünü otların koparılıp tarların temizlendiğini söyledi. Sürülen
tarlalar 9 ay gibi birçok uzun bir bekleme süresinden sonra biçileceğini söyledi. Temmuz
ve ağustos da ekileceğini söyledi.
KİŞİ-2 Günleri takip ediş şeklini şu şeklide anlattı şafak vaktini güneşin
doğmadan önceki halini bilip güneş doğmadan önce kalkardık yaz aylarını genellikle
yaylalarda geçirdiğini söyleyen arif bey öyle güneşin tam tepeye dikildiğinde öğlenin
geldiğini gölgemizin artık boyumuzu geçmeye başladığı anın ikindi vakti olduğunu
biliyorduk, akşam ise güneşin batma havanın soğumaya başladığı dönem olduğunu
söyledi.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
27
Tarların imece usulü ekimin ve hasadın yapıldığını söyleyen arif bey
cevizlerin dökülmeye başladığı zaman ekime başlandığını söylüyor genellikle ağaçlara ve
doğaya bakarak tarlaların ekilip hasat edildiğini söyleyen arif bey ekinlerin sararması da
bize yardımcı oluyor dedi yıllarca tarla ektiği için artık taneye bakarak hasadın ne zaman
olacağını anladığını söyledi. Ekim ayı geldiğinde davulla zurna ile hasadın yapıldığını bir
gün şenlik havasında geçtiğini ertesi gün ise hasadın bağ bozumlarının başlandığını
söyledi.
KİŞİ-3 Saat hesaplamalarında köyün ortaya bir direk dikerlermiş, etrafını
taşla çevirip onun gölgesinden saati anlarlarmış. Günümüzde teknolojinin gelişmesi ile bu
alışkanlıkların ortadan kalktığını söyledi.
Eskiden mevsimlere aylara farklı isimler verdiklerini söylüyor; Koca karıyı
kazana koy ayı havaların iyi olduğu yaz aylarından biri olduğunu söylüyor, bu ayda kazan
ile çamaşır yıkamaya çıkan bir kadının havanın bir an da soğuması ile kadın kazanı ters
çevirerek altında kalmış ve yaşamını yitirmiş. Bu yüzden bu aya bu ismi vermişler.
Koyunların kuzulamaya başladığı dönemde baharın geldiğini söylenirdi yağmurun
yağacağını Karaca dağdan anlarlarmış ve hava bulandı mı gök gürledi mi rüzgar tozu
dumana kattığında yağmurun yağacağını anlarlarmış.
KİŞİ-4 Rüzgârlarla ilgili bazı bilgiler veriyor, rüzgara biz yel diyorduk, soğuk olan
kuzeydoğudan esen rüzgara poyraz, Hasan dağından esen rüzgara hasan yel, Ekecik
dağından esen rüzgara ise Ekecik yeli, yeşil ovanın güneyinden esen rüzgara da aşağı yel
ismi verilmiş. Kaba yel ise ılık olduğunu kışın estiğini söyledi.
Yağmurlara ekin kırkikindi yağmurları ismi verildiğini tarlaların yeşerip
olgunlaşması için gerekli olduğunu söyledi;
Ekin yağmurları; nisan ayları
Gökdelen yağmurları: yaz yağmurları
Mayıs sonunda esen rüzgâra kabak meltemi ismini verdikleri söylenirdi. Sıcak
geçen yaz aylarına pastırma yazı ismini vermişler.
KİŞİ-5 Yazın güneyden esen sıcak rüzgâra sıcaklığı ve kavuruculuğundan
dolayı tuz yeli denilirdi. Nisan ve Mayıs aylarında görülen ve kemen hemen her akşama
doğru görülen yağış biçimine kırkikindi yağışları ismi verilirdi.
Kış ayının ilk aylarına karakış, ortasına zemheri ve son aylarına da gücük denilirdi.
Karakışta yağmur yerini kara bırakırdı. Zemheride ise bu hal devam eder ara ara yerini
yağmura bırakırdı.
Baharın gelmesi ile ağaçların çiçek açtığı zamanlarda mahsulü etkilemesi ile bu
aylarda dolu yağışları hoş karşılanmaz, bu yağışın durması için bir avuç dolu alınıp
üzerine dualar okunup küçük çocuğun koynuna konulurdu. Amaç dolu yağışının durması
ve tarlaların zarar görmesini engellemekti.
Mayıs ayında yağan yağışlar esnasında eğer sert rüzgârlar oluşuyorsa bu da iyi
karşılanmazdı çünkü bu tarz yağışlar ekilen ekinlerin yatmasına ya da kırılmasına neden
olurdu. Tarlaların zarar görmemsi için veya yağışın yağmadığı aylarda dualar okunurdu.
Depremler olduğunda veya deprem olduğunu duyduğumuz zaman büyüklerimiz bize
dünyanın koca buynuzlu bir öküzün buynuzları arasında olduğunu ve öküzün kafasını
sağa sola salladığında o esnada deprem olduğunu söylerlerdi.
KİŞİ-6 Eskiden bozkır iklimine kıraç iklim toprağa kıraç toprak denilirdi. Bitkilere de
bozkır denilirdi. Eskiden doğum tarihi ya da özel günler yerine ekinler işlenirken gibi
kavramlar kullanırdı. Zaman kavramlarını güneşin durumuna göre tayin ederdik. Güneş
tam tepede iken saat 12 olurdu. Rüzgar kavramına da yel ismini verirdik.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
28
KİŞİ-7 Bizim köyde mart ayında yağan yağışlara gürcük denir. Güneyden
esen rüzgara halk tarafından karşı yeli ismi verilmiştir. Eskiden büyüklerimiz takvimin
olmadığını güneşten yararlanıldığını benim zamanım ise radyoların olduğunu ramazan
ayının radyo aracılığı ile öğrenildiğini söyledi. Armutlu köyünde birinci aya zemheri ayı
denir. Birinci aydan sonra karakış gelir. Bu ayda sıcaklıklar düşer kar yağışı artardı. Şubat
ayında cemile havaya suya ve toprağa düşer sekizinci aya sağır ayı denir bu ayda
sıcaklıklar çok yüksek olduğu için rüzgâr esmezdi. Güneş doğduktan 45 dk sonra kuşluk
vakti olur. Tam tepeye geldiğinde öğle vakti, batıya doğru eğildiğinde ise ikindi vaktinin
geldiğini anlardık.
KİŞİ-8 Günlerin hala yaşlılar tarafından eskisi gibi kullanıldığını vurguluyor,
konuşmalar sırasında gençlerin bunları duyunca şaşırdığını ve günümüzde ki karşılığının
ne olduğunu vurguluyor. Yörelerinde sultan hanında günlere şu isimlerin verildiğini
söylüyor;
Kişi-9 Aratol kasabasında oturan bir kişi ile birebir görüşmemizde ay isimlerinede oda
diğer Aksaraylılar gibi hemen hemen aynı isimleri vermiştir.
Aktardığı bilgilere göre bazı coğrafi kavramlara şu isimler verildiğini söyledi;
Rüzgâr; Talas, yil
Dolu; yuvarlak dene
Kar; beyaz örtü
Yağmur, kara bulut yağışı
Kişi- 10;Aksaray’ın Alayhan köyünde oturan kişi bize coğrafi bazı
inanışlardan dolayı isimlerin verildiğini söylüyor;
Kış mevsimine “İbrahim ağanının kışı” denildiği söyledi, bunun sebebi
sorulduğunda eskilerde İbrahim ağanın yaşadığını ve bir kış mevsiminin çok soğuk
geçmesinden dolayı insanların ve bir ağın o mevsimde ölmesinden dolayı o kışa İbrahim
ağa kışı denilirdi.
İlkbaharda havanın açık olduğu döneme “gelin aldatan güneşi” denirdi. Bunun
sebebini anlattığında gelin havayı biraz güneşli görünce ırmak kenarına çamaşır yıkamaya
gitmiş, çamaşırları yıkarken yağmur başlamış ırmak taşmış ve gelin ırmak kenarında ölü
olarak bulunmuş bu yüzden gelin aldatan güneşi ismi verilmiştir.
SONUÇ VE TARTIŞMA
Tarih boyunca birçok devlete, kültüre ve dine ev sahipliği yapan Aksaray bu kültür
mozaiklerinden etkilenmiştir. Aksaray ili bunun yanı sıra çevresinden de büyük göçler
almıştır. Kısa mesafelerde bile yapılan birebir görüşmelerde aylara günlere farklı isimler
verildiğinin görülmesi bunun nedenidir. Halk takvimleri oluştukları doğal ve kültürel
ortamın ürünüdürler. Yerel takvimlerdeki zamanı noktalama ya da bölümlemeler, bazen
düzenli bir biçimde yinelenen doğa olaylarına bağlı olurken, bazen de dinsel törenler,
toplumsal ortamı etkileyen diğer toplumlarla ilişkiler, topluma getirilen bir yenilik, saygın
bir kişinin ölümü gibi bir olaya bağlı olarak da belirmektedir. Halk takvimlerinin
oluşumunda yer alan temel öğelerden pek çoğunu üretim türü ve buna bağlı olan
toplumsal yapının kimi unsurları, kimi kurumları olarak sayabiliriz.
Toplumsal yapıyı belirleyen ekonomik uğraş, toplumda ağırlıklı üretim öğesi
çevresinde kümelenen uygulamalar, bunlarla ilgili olgular ve inanç sistemi halk
takvimlerinin iskeletini belirlemiştir.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
29
Gönen’e göre; Yaygın olan bir inanca göre uzun süreli deneyim ve bilgi
birikiminin ürünü olan halk takvimlerine uymamak, onun gösterdiği doğrultuda hareket
etmemek bireyin büyük zararlara uğramasına neden olur.
KAYNAKÇA
Aşçı, U,D. Yastı, M. (2008). Derleme Sözlüğü’nde Kullanılan Gün Adları. Turkish
Studies, 3: 3
Erginer, G. (1984) Uşak Halk Takvimi, Halk Meteorolojisi. Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara.
Gönen, S. (2006). Batı Türklerinin Manzum Atasözleri Üzerine Bir Araştırma, Doktora
Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,Konya
Unat, Y. (2004). "İslâm’da ve Türklerde Zaman ve Takvim." Türk Dünyası, Nevruz
Ansiklopedisi, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Editör: Öcal Oğuz,
Ankara (2004): 15-24.
İNTERNET KAYNAKLARI
www. aksaray.gov.tr
www.kultur.gov.tr/
www. tr.wikipedia.org/ur
http://turkoloji.cu.edu.tr/
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
30
Çevre Sorunları ve Tüketim Kültürü
Kenan ARIBAŞ* Eren YÜRÜDÜR**
Özet
Çevre sorunlarının varlığı, doğa ile insan arasındaki ilişki, ekonomik ve sosyal
nedenler ile her geçen gün karmaşık ve çözümü zorlaşan bir alana kaymaktadır. Hem doğal
kaynakların bilinçsiz tüketimi hem de ortaya çıkan çeşitli kirlilik biçimleri ile yaklaşık 200
yıldan beri süren doğa - insan çatışması, dünya eko-sistem düzenini bozmaktadır.
Çevre sorunları coğrafyası, insanla doğa etkileşiminin ortaya çıkardığı sorunların
sebep - sonuçları ve dağılımı ile ilgilenir. Birçok çalışmada, çevre sorunlarının hem oluşması
hem de devamlılık göstermesinde ülkelerin nüfus oranları sürekli en önemli etken olarak
aktarılmıştır. Bu çalışmada bu düşünceyi göz ardı etmemekle beraber, Dünya nüfusunun
%15, 5’ine sahip olan Avrupa Birliği ülkeleri, Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri’nin,
Dünya mal ve hizmet tüketimin ortalama olarak %75’ni tükettiğine dikkat çekilmektedir. Bu
tüketim oranının yanı sıra Küreselleşme içinde Çok Uluslu Şirketlerin dünya mal ve hizmet
ile finansal piyasalarına egemen olmaları, nüfusu fazla olan gelişmekte olan ülkelerin tüketim
hızlarını azaltmaktadır. Buna ek olarak, gelişmekte olan ülkelerin, gelişmiş ülkelere borçları
sürekli bir artış göstermektedir. Bu borç sarmalı gelişmekte olan ülkelerin tarım, madencilik
ve sanayilerini de, çeşitli politik uygulamalarla, Çok Uluslu Şirketlerin kontrolüne
vermektedir. Çok uluslu şirketler dünya piyasasını denetlemekle beraber, mal ve hizmetlerin
tüketilmesi konusunda da, dünya genelinde homojen bir strateji uygulamaktadırlar. Mal ve
hizmetlerin tüketimi, kültürel bir donanım ile piyasaya sunulmaktadır. Böylece meydana
gelen tüketim kültürü, insanı, kültürel yaşantının sadık bir uygulayıcısı olarak mal ve
hizmetlerin yoğun bir tüketimine teşvik etmektedir. Bu yoğunlaşma ile en fazla çevre
etkilenir. Çevre sorunları oluşumunda temel neden tüketim kültürüne bağlanabilir.
Anahtar Sözcükler: Çevre sorunları,
Küreselleşme,
Tüketim Kültürü,
Key Words: Environmental Problems
*Doç. Dr. Aksaray Üniversitesi, : [email protected]
** Doç. Dr. Gaziosmanpaşa Ü. Eğitim Fakültesi Tokat, [email protected],
Tüketim Toplumu,
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
31
Giriş
İnsanın doğa ile ilişkisinin tarihi, insan türü olarak ortaya çıkışıyla başlamıştır. İnsanı,
zoolojik bir varlık olmaktan çıkarıp sosyal bir varlık haline getiren, doğaya müdahale yeteneğidir.
Buna koşut olarak doğa da insanın bilinçli müdahalesine uğradığı ölçüde, artık doğal olmaktan
uzaklaşmakta, toplumsalın etki alanına girmektedir. Fakat insanın her türlü müdahalesi, doğada
sorun olarak nitelendirilebilecek bir etkiye yol açmamaktadır. Aksi söz konusu olsaydı, doğal
dengenin korunması, insanın bütünüyle antropolojik bir varlık olarak kalmasını gerektirirdi. İnsanın
doğaya müdahalesinin her zaman bir soruna yol açıyor oluşu, bugün yaşanan ekolojik bunalımın
tarihselliğine de işaret etmektedir (Önder, 2003, 15).
Sosyal bilimler doğaya artan oranda saygı gösterme yönünde yol alırken, Fen bilimleri de,
evreni istikrarsız ve öngörülmez olarak görme, dolayısıyla onu, bir biçimde doğanın dışında bir yere
yerleştirilmiş olan insanların egemenliğine tabi bir otomat değil, etkin bir gerçeklik olarak algılama
yönünde yol aldılar. Fen ve Sosyal bilimlerin yakınlaşması, her ikisinin de, gelecekteki gelişmelerin
zaman-içinde-geri-dönüşsüz süreçlerin sonucu olduğu karmaşık sistemlerle uğraşmaları ölçüsünde,
giderek artmaktadır (Gulbenkıan komisyonu, 1998, 26).
Sosyal ve Fen bilimleri arası etkileşiminin sonuçları, somut veriler ile kendini göstermektedir.
Çevre Sorunları Coğrafyası da bu perspektifin bir sonucu olarak algılanmalıdır.
Önce çevre biliminin amacını belirtmek gerekir. Çevre bilimi; yerküre içindeki sistemlerin
yani ekosistemlerin nasıl işlendiğini ve zamanla nasıl değiştiklerini anlamaya çalışır. Ayrıca, ekosistem içinde mevcut olan dengenin bozulması sonucunda yaşanan felaketleri gözler önüne serer ve bu
felaketlere karşı çözüm bulmaya çalışır (Özey, 2001, 19).
Doğal ve sosyal bilimlerin kesiştiği ve çevresel sorunları tetikleyen, sorunlara süreklilik
kazandıran, sonucunda çözüm çabasında bulunan, özelde insan merkezli, genelde ise toplumsal bir
gerçeklik söz konusudur. Toplumun içinde ve sosyal, kültürel ve ekonomik değişimin kontrolünde
yaşam sürdüren birey, değişimin içeriğine bağlı kalarak çevresini de etkilemekte ve doğanın aslından
kopmasını sağlayan çaba içerisinde olmaktadır. Özellikle aydınlanma sonrası, kartezyen rasyonel
aklın doğayı anlamlandırma ve adlandırma süreci, 18 yy sonu ile 19 yy’daki sanayi toplumunun
oluşmasıyla birlikte insanların mal ve hizmetler desenindeki isteklerinde, geçmiş yüzyıllara oranla
önemli bir artış meydana getirmiştir. Elbette bu durum sadece ekonomik yaşantı ile sınırlı kalmayıp,
toplumsal ve siyasal yapıya da sirayet ederek, bireyi kuşatan ve bireyin toplumsal rollerini
biçimlendiren bütün kuramlar için de geçerli olmuştur.
Sanayi devrimiyle birlikte dünya halklarını zenginleştirme düşüncesi, sanayinin gereksinimi
olan hammadde temini, sanayi işletmelerinde kullanılan enerjinin üretim biçimi ile fabrikalardan
çıkan atıkların varlığı çevreye bir baskı oluşturmaya başlamış ve ilk örnekleri İngiltere’de görülen
sanayiye bağlı bir kirlenme süreci başlamıştır (Ponting, 2000, 314–336)
Çevrenin tahrip edilmesini sağlayan faktörlerin başında, modern ve post-modern değerlerin
bireyi adlandırma ve isteklerini biçimlendirme sürecine girmeleri ve bireyi bir mühendislik hizmeti
bağlamında denetim altına alma politikaları bulunmaktadır. Her iki sosyolojik dönemde da birey
genellikle çevre dışı söylem ve uygulamalar ile ilgilenmiştir.
Örneğin; modernliğin kuramsal boyutunda, ilk kez enformasyon ve toplumsal denetlemenin
kontrolü, kapitalizm içinde rekabetçi emek ve ürün piyasaları bağlamında sermaye birikimi, savaşın
endüstrileşmesi bağlamında şiddet araçlarının kontrolü ve endüstriyalizm içinde doğanın
dönüştürülmesi, yapay çevrenin gelişimi (Giddens, 1994, 58) gibi yeni toplumsal örüntüler,
çevrenin toplumsal anlamda unutulmasına yol açmıştır. Birey çok çeşitli üretim modelleri ile tüketim
arasına sıkışarak, genelde ekonomik gelişimin rehberliğinde kendini gerçekleştirmiştir. Buna göre,
kapitalist ekonominin rekabetçi ve meta eksenli birey ve toplumu tanımlama süreci içinde, çevre
sorunlarının yeri neredeyse yok gibidir.
Modernizmin genel özelliklerinin belirginleştiği dönemde, çevresel sorunların varlığını
sürdüren ve algılanmasını güçleştiren iki durum söz konusudur. Bunlardan ilki hızlı nüfus artışıdır.
Dünya nüfusu, (aslında bu ifade içinde kuzey yarım küre ülkelerini belirtmek daha doğru olacaktır)
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
32
klasik bir J eğrisi çizerek artmıştır. Eski çağlardan 1800’lü yıllara kadar bir milyara ulaşan dünya
nüfusu, Malthus’un kuramını doğrular biçimde, 2014 yılına kadar geometrik bir artış izleyerek, yedi
milyara ulaşmıştır (Kışlalıoğlu-Berkes, 1997, 120). Bu durum, nüfusun ana gereksinimlerinden lüks
gereksinmelerine kadar binlerce çeşit mal ve hizmetlerin üretilmesine yol açmıştır. Bu gelişme kıt
çevresel olanakları ve eko-sistemin korunmasını zorlaştırmıştır. Dünyada küreselleşmeye bağlı olarak,
tüketim ve tüketim kültürünün toplumlar tarafından benimsenmesi, çevreyi korumakta tasarruf ve
bunun etrafında gelişen toplumsal refleksleri ortadan kaldırmıştır. Bu durum çevre sorunlarının
azalmasına yönelik insan davranışları stoğunun kullanılmasını engellemektedir.
Çevrenin bozulmasını önlemede, öncelikli görevi olan bilimsel disiplinlerin modern dönemde
oluşmaya başlaması ve hukuksal alt yapının henüz kurulmaması önemli bir eksiklik olarak
adlandırılabilir. Örneğin ekoloji sözcüğü ilk kez 1869’da Alman bilim adamı Ernst Haeckel tarafından
kullanılmıştır. Haeckel ekolojinin biyoloji biliminden ayrılması gerektiğini savunmuş ve bu tezi ancak
1900 yılında kabul görmüştür. 1903 yılında ilk defa Cold Spring, hayvan ekolojisi üzerinde
araştırmalar yapmıştır. Daha Sonra 1909 yılında Warming bitki sistemleri ve hayvan toplulukları
arasında bağlantı kurmuş, Sheifrd 1907-1908’de çevrenin önemini vurgulamış, İngiliz ekolojist
Tansley’de ilk defa ekosistem terimini kullanmıştır (Özey, 2001, 17). Bunlara koşut olarak, çevre
biliminin deneysel ve matematiksel bir hal alması 1960’da biyokimya dalındaki gelişmeler sonrasında
gerçekleşti (Kışlalıoğlu-Berkes, 1990, 34). Ancak çevre sorunlarının teşhis ve çözümü için kurulan
laboratuarlar böylesine bir gelişme eğilimi yaşamasına rağmen, ne yazık ki hukuk alanında böyle bir
gelişme olmamıştır. Bu yüzden çevresel koruma önlemleri, hukuki yaptırımlar anlamında etkisiz
olmuş, çevresel tahribatın yasal engelleme yolları zayıf kalmıştır. Bu konuda her devletin soruna
farklı yaklaşım tarzları benimsemeleri, çevre sorunlarına yönelik alınacak önlemlerin çeşitliliği ve
gücünü zayıflatmıştır.
Çevre sorunların araştırılması ve çözümüne yönelik bu ampirik düzenlemelerin yanı sıra
vurgulanması gereken bir diğer durumda, kapitalist sistemde kâr marjının düzenli artmasına yönelik
bir piyasanın varlığıdır. Bu sistem her türlü mal ve hizmetin kısa sürede kâr haline dönüşmesi için,
etik değerleri umursamayıp, piyasa da kâr eksenli bir yaşam biçimi oluşturmuştur.
Belki de tüketimin en yoğun yaşandığı, toplumsallaştığı, kendi kültürel yörüngesini kurduğu
dönem, post-modern dönemdir. Bu dönemde, post-modern olguların kitleleşmesi sonucu; hizmetler
sektöründeki nüfusun arttığı, post-fordist ekonomik modelin hâkim olduğu, taklidin hakikatin yerini
aldığı, imajın ön plana çıktığı, amacın yerini oyunun aldığı, aşkınlığın içkinliğe dönüştüğü ve
metafizikten ironiye geçildiği (Harvey, 1997, 59) bir süreç ortaya çıkmıştır. Küresel ekonomide
şirket egemenliğinin ön plana çıkması ve bu egemenliğin ülkelerin kültürel yaşantılarını neredeyse tek
tip hale getirdiği görülmektedir. Bu küresel kültürel yaşantıda, post-modern değerler uluslar
tarafından ortak yaşam biçimi olarak kabul edilme eğilimdedir. Bu durumun en ilginç yönü de
tüketim kültürü içinde değerlerin inşasında kullanılan bir kalıbının var olmasıdır. Kültür artık zamanla
gelişen ve değişen bir organik alandan kopup, imal edilen bir inorganik alana kaymıştır.
Bireysel ve toplumsal tüketimin klasik olarak barınma, giyim ve gıda tüketiminden, küresel
ekonomi içinde aşırı tüketime kaçan bir hal alması, 20 ve 21. yy’a özgü çevre sorunlarının meydana
gelmesine yol açmıştır. Örneğin; Floroklorakarbon gazlarının ozon tabakasını delmesi, küresel
ısınma, kentsel kirlilik ve gecekondulaşma, yeraltı sularının hızla boşalması, su kirliliği ve çölleşme
ile toprağın kimyasallarla kirletilmesi ormanların aşırı tahribi, doğal balık yataklarının aşırı
kullanılması, biyo-çeşitliliğin yok olması ve çöp dağlarından söz edilebilir. Aşağıdaki satırlarda da
vurgulanacağı gibi, bu sorunların kökeninde tüketim kültürünün alışkanlıklar dünyası bulunmaktadır.
Amaç
Buna göre çalışmamızda, bireyin yaşantısının tüketim kültürü içinde biçimlendirilmesi ve
aşırı tüketimin teşvik edilmesi üzerinde durulacaktır. Çok Uluslu Şirketlerlerin (Ç. U. Ş.)
küreselleşme içinde bireyi ve toplumu tüketim aracı, pazar ya da müşteri gibi gördüğü, insani
değerleri dikkate almadığı ortaya konulmaya çalışılacaktır. Bu durumda, mal ve hizmetlerin insanlar
tarafından hızla talep edilmesi şirket reklâmları tarafından sağlanırken, aşırı arzın doğal kaynakların
hızla tüketilmesine ve aşırı tüketimin de dünyanın yoğun bir kirlilik ile kuşatılmasına yol açması
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
33
üzerinde durulacaktır.
Fakat çevre sorunlarının oluşumuna,
genellikle,
ulusların aşırı
nüfuslanmasının neden olduğu kanısına belirli noktalarda itiraz edilecektir. Çünkü gelişmiş ülkelerin,
dünya sermaye dağılımını kontrol ettiğini, aynı şekilde birçok sosyal, ekonomik, siyasal ve askeri
uluslararası örgütlenmede söz sahibi olduğu vurgulanacaktır. Buna koşut olarak, gelişmekte olan
ülkelerin aşırı borç yükü nedeniyle doğal kaynaklarını kendi çıkarları lehine kullanmakta zorlandıkları
ortaya konulacaktır. Tüketim kültürünün yeni bir değer olarak, hatta yeni ideoloji olarak, Ç. U.
Ş’lerin kontrolünde ve politik bir sistemle birlikte birçok ulus tarafından yaşandığı açıklanacaktır.
Hem tüketim kültürünün oluşum şekli, hem hangi tür bireysel ve sosyal refleksleri felç ettiği, hem de
çevre sorunlarını nasıl arttırdığı belirtilecektir.
Böylece ortaya koyduğumuz bulgular,
çevre sorunlarına yönelik çeşitli kitaplar
biçimlenirken, tüketim kültürü kavramının genel geçer ifadeler yerine, çevre sorunlarının
oluşmasındaki en önemli nedenler arasında gösterilmesi gerektiği düşünülmektedir. Böylece lisans
düzeyindeki Sosyal Bilgiler ve Coğrafya Eğitimi alan öğrencilere yönelik hazırlanan kitaplarda,
Tüketim Kültürünün bir ünite olarak ele alınması gerektiği ortaya konulacaktır.
Coğrafi Metodoloji ve Coğrafya’nın ilkeleri
Coğrafî düşünce, araştırma ve ifade yöntemleri diye ikiye ayrılır. Araştırma metotları,
coğrafî çevrenin tasvirini yapmaya, sorunun çözümüne yardımcı olmaya ve belirli sonuçları
coğrafyanın ilkeleri çerçevesinde yorumlamaya olanak tanır. Genellikle coğrafya çalışmalarında,
örnekleme, anket, monoğrafi ve karşılaştırma metotları uygulanır. Yöntemlerin ortaya çıkardığı
bulgular, coğrafyanın ilkeleri çerçevesinde değerlendirilir (Doğanay, 1993, 16).
Coğrafyanın üç önemli ilkesi; dağılım, bağlantı ve nedensellik (Doğanay, 1993, 20-24)
coğrafya merkezli çalışmaların hareket alanını belirler, ancak bu çalışmada konuların açıklanmasında
yukarıdaki ilkeler yanı sıra, perspektifçilik (perspectivizm) ve göreceliğin (relativizm) de öne
sürdüğü yaklaşım tarzlarından da yararlanılacaktır. Dağılım ilkesinin konuların haritalanmasına
yönelik prensibi konularımız teorik içerikli olacağı için ihmal edilecektir. Ancak, olaylar arasındaki
ilişkilendirmeyi bağlantı ilkesinin nezaretinde, sorunun, niçin, nasıl olduğu ve çözüm önerilerini de
nedensellik ilkesi çerçevesinde ele alacağız. Bununla birlikte, konulara kavramsal boyutta baktığımız
için; Perspektifçi olmaya çalışacağız. Böylece, bütün bilgilerin özde perspektifsel karakter taşıdığı
düşüncesini, yani bilgi iddialarının ve bunların değerlendirilmesinin, daima, dünyanın tarif ve tasfih
edildiği kavramsal kaynakları tedarik eden bir çerçeve içinde gerçekleştiği düşüncesini vurgulayacağız
(Fay, 2001, 105).
Bununla birlikte, görecelik, deneyim (epistomolojik görecelik için) ya da gerçekliğin
(ontolojik görecelik için), belli bir kavram sisteminin fonksiyonu olduğunu gösterir. Nitekim
epistemolojik görecelikte, bilişsel, etik ya da estetik inanç, sav, deneyim ya da eylemlerin içeriği,
anlamı, hakikati, doğruluğu ve de mantıklılığı, ancak belli bir kavram sistemi içinde belirlenebilir.
Epistemolojik göreceliğe göre, bir çerçeveden bakılarak başka bir çerçevedekilerin yargılanması olası
değildir. Ontolojik görecelikte ise, gerçekliğin kendisinin bu gerçekliğin içinde yaşayanların kendi
kavram sistemleri tarafından belirlendiği düşünülüyor (Fay, 2001, 112). Bu nedenle tüketim kavramı
kendi gerçekliğini bir ekonomik sistem çevresinde somutlaştırırken, ekonomik yaşantının uzantısı ya
da belirlediği sosyal yaşantı da, birey ve toplumsal normların kuluçkasını meydana getirmektedir.
Buna göre, perspektifçilik ve göreceliğin bize katkı sağladığı tüketim kavramını anlama çabamız,
Coğrafyanın bağlantı ve nedensellik ilkeleri ile çevre sorunlarına ilişkilendirilecektir.
2. Küreselleşme ve Tüketim
Çevre sorunlarının günümüze ve geleceğe yönelik maliyeti belirsizlik içerir ve belirsizliğin
kargaşası, politikacı ve diğer düzen kurucularda da kararsızlık oluşturur. Çevreye yönelen tehdit
çeşitliliğine karşı akademik ya da sivil başkaldırı, resmi yönetim kademelerinde sonuçsuz eylemlere
dönüşmektedir. Günlük konuşmada genelde birbirleriyle karıştırılan belirsizlik ve karasızlığın sözlük
anlamları, ayrı olmaktan çok birbirlerine yakın olsa da; belirsizlik (ambiguity) birden çok anlam
içermeyi belirtirken, karasızlık (ambivalence) daha çok birbiriyle çelişen ve iki uç arasında gidip
gelen durumları belirtmektedir. Dolayısıyla, belirsizlik değişik nedenlerle –fonetik benzerlikler,
değişen bağlamlar, kültürel çeşitlilik, kaçamaklı erekler ya da hüsnütabir-birden çok anlama gelse de,
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
34
o kadar düzenli bir biçimde kararsızlığın yan ürünü olarak ortaya çıkmaktadır ki, öznel olarak ondan
ayırt edilemez (Davis, 1997, 44). Postmodernizmin iki başat kavramı çeşitli sorun tiplerinin, ki
bunlar arasında çevre sorunları da bulunmaktadır, teşhis ve çözümüne yönelik kitlesel eylemleri ya da
hukuki düzenlemelerin gerçekleşme olasıklarını azaltmaktadır.
Buna göre, belirsizlik ve kararsızlığın eylemsizlik alanından kurtulmak yani, küresel
sorunları çözmek için küresel işbirliğine ihtiyaç vardır. Örneğin, hükümetlerin emisyon miktarlarını
azaltmanın yollarını bulmak amacıyla son zamanlarda sürdürdükleri uluslar arası müzakerelere
rağmen, bu yönde verilen sözlerin nasıl tutulacağının detayları üzerinde ne yazık ki ortalama bir
insanı kat kat aşacak, çok karmaşık bir noktaya ulaşılmıştır. İklim müzakerelerinde ABD, Japonya,
Kanada, Avrupa Birliği ülkeleri ve Avustralya gibi ülkelerin bildikleri yolda ilerlemeye devam
etmeleri ve hiçbir esneklik göstermemeleri kesintiye yol açmaktadır (Godrej, 2003, 13). Aslında bu
örnek, kapitalist ekonomideki çıkar ölçeğinin gücünü sert bir biçimde ortaya koymaktadır. Küresel
iklim dengesinin yapay etkenlerle bozulmasına yol açan nedenler ilgili gelişmiş ülkeler tarafından
bilinmektedir. Buna rağmen belirsizlik ve karasızlığın meydana getirdiği kaos, her ne kadar
ekosistemi tehdit etse de, Ç. U. Ş’lerin sonsuz kar amaçları ve hegamonik devletler tarafından,
Jeopolitik eksene oturtulan yeni sömürgeci hareketlerin kazançları yanında dikkat çekici
görülmemektedir.
Belirsizlik, küresel ekonominin başat kavramlarından birisidir. Çünkü küresel ekonominin
özellikleri arasında belirsizlikten kazanç sağlayan bir ekonomik yapının oluştuğu, paradoksal bir
ortam meydana gelmiştir. Bu durumdan gelişmiş ülkeler sermayenin önünün açılması şeklinde
faydalanmaktadır. Gelişmekte olan ülkeler sonu belli olmayan borsa oyunları, döviz kurları, faiz
oranları, bütçe açıkları, petrol fiyatları ve gümrük kotaları ile kuşatılmıştır. Böylece uluslar, hem
ülke içinde ekonomik gelişme açısından güvende değildir, hem de hangi tür finansal araçla yollarına
devam edeceklerini kestirmekte zorlanmaktadırlar. Ortaya çıkan zayıf ekonomi yönetimi, spekülatif
haberlerle dahi kırılmakta ve ulusların ekonomik yapısındaki istikrarsızlıklardan gelişmiş ülkeler
çeşitli platformlarda faydalanmaktadır.
Küresel ekonominin büyümesi dikkate alındığında parasal hacim ve şirketlerin uluslar arası
yatırım portföyündeki çeşitlilik her geçen gün artmaktadır. Buna göre, dünya ekonomisi 1950’de 6
trilyon dolar olan mal ve hizmet çıktısı 2000’de 43 trilyon dolara ulaşmıştır. Eğer dünya ekonomisi
%3 büyümeye devam ederse, 2050 yılında mal ve hizmet çıktıları dört misli artacak ve 172 trilyon
dolara yükselecektir. Böylece çevre üzerindeki arz ve talep baskısı artacaktır.
Küresel ekonomik yapının en önemli öğelerinden biri olan şirketlerin; hem ulus ötesi
yatırımları hem de dünya iktidar tarihi içinde yeni bir iktidar modelini uluslara kabul ettirmeleri
açısından da bir milat içinde olunduğu anlaşılır. Yani 19 yy’da krallıklar, 20 yy’da ideoloji merkezli
ulus yönetim biçimlerinin yerini, artık 21 yy’la birlikte Ç. U. Ş’lerin egemen olduğu yönetim yapıları
almıştır.
Yeni ekonomi içinde, ortaya çıkan rekabet biçimleri ve katlanılabilir yatırım riskleri için çok
sık şirket evlilikleri yapılmaktadır. Birleşmelerin bir kaçı aşağıda gösterilmiştir. Bu dünya tarihinde
ilk kez bu tarzda ülkeler birbirine bağımlı hale gelmiştir.
Buna göre; Anheuser-Busch, Japonya’nın en büyük bira fabrikası Kirin’den bir hisse, Çin’in
Tsingtao’sundan %5 hisse satın alınırken, Brezilya’nın önde giden birası Antarctica’nın %10’unu
satın alıyor. Alman Siemens, Çek Cumhuriyeti’nde buharlı türbin imal etmek için Skosa Plenzen ile
ortaklık kuruyor. Volvo, (İsveç) tur otobüsleri yapan Çin’li firma Xian yakınlarında bir montaj hattı
açıyor. Taiwan Aeroscape Corparation, sorunlu Amerikan Şirketi McDonell Douglas’ın önemli
miktarda hissini satın almayı düşünüyor, derken bir başka zayıf firma ile Britisch Aerospace’le
pazarlık yapmaya karar veriyor. İsviçre’nin Roche’u ABD’nin ilaç şirketi Syntex için 5, 3 milyar
dolar teklif ederken, Smith-Kline Beecham, bir başka Amerikan şirketini 2, 3 milyar dolara satın
alıyor. Japon elektronik devi NEC, çok uluslu Kore şirketi Samsung’la muhtemelen Portekiz’deki bir
fabrika’da DRAM bellek yongaları imal etmek için Avrupa pazarına 5 milyar dolar aktarmak üzere
işbirliği anlaşması yapıyor (Greıder, 2003, 22–29).
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
35
Küreselleşmenin temel mekanizması, dış ülkelere sermaye yatıran, mevcut varlıkları satın
alan ya da fabrikalar kuran şirketlerin son on beş yıl içinde patlayıcı biçimde hızlanmasıdır. Doğrudan
satışla yatırım hacmi 1980’lerde neredeyse dört kat artarken 1990’larda 2 trilyon dolara ulaşmıştır
(Greıder, 2003, 22–29).
Sınır ötesi doğrudan yatırım, 1990’ların ortasında yaşanan büyük resesyonlar sırasında bir
kaç yıl yatıştı, ancak yeniden başladığında, en büyük sermaye akışı farklı bir yön izleyerek gelişen
Asya pazarlarına, Latin Amerika ve Doğu Avrupa’nın seçilmiş uluslarındaki yeni üretim alanlarına
kaydı. Aslında, bir başka tarihsel ilişkinin koptuğu görüldü: Yoksul ulusların zenginlere olan mutlak
bağımlılığı, bu kez, ileri ekonomiler yavaşlar ya da resesyona giderken, yoksul ekonomiler birliği
görülmemiş bir yatırım atılımından yaralanmaktaydı (Greıder, 2003, 22–29).
Dünyanın en büyük 500 çok uluslu şirketinin satışları, son otuz yıl içinde yedi kat artmıştır.
Ancak bu küresel firmaların dünya çapındaki istihdamı 1970’lerin başından bu yana yaklaşık 26
milyon kişiyi izleyen düz bir çizgiyi izlemiştir. Belli başlı Ç. U. Ş’lerin satışı 1971’de 721 milyar
dolardan, 1991’de 5, 2 trilyona çıkmıştır. Bu rakamlar ticaret payının sürekli büyüdüğünü (toplam
mamul ihracatında üçte bir, meta ticaretinde dörtte üç, teknoloji ve yönetim hizmetleri alanında beşte
dört) gösterir. Bununla birlikte işgücü sayısında azalma söz konusudur. Ancak küresel para
piyasalarında 1989’da 640 milyar dolar günlük olarak dolaşırken, bu miktar 1990’ların başında 1, 2
trilyon doları aşmıştır (Greıder, 2003, 22–29).
Para piyasalarında hacim arttıkça, küresel mali piyasalar gittikçe daha güçlü ve daha çok
istikrarsız bir duruma geldi. Duygular ve fiyatlar aniden, keskin biçimde değişebilir ve masum
seyircileri, yani sınır ötesi ticaret için döviz değerlerinin tahmin etmek zorunda kalan çok uluslu
şirketlerin ya da küresel finansın iç faiz oranlarını yükseltmesini ya da kendi paralarının değerini
düşürmesini çaresizce izleyen ulusal hükümetleri inanılmaz zarara uğratır. Kriz aşırı kullanılan bir
sözcük haline gelmiştir. Piyasa iktisatçıları daha nazik bir sözcük kullanarak, buna huzursuzluk derler
(Greıder, 2003, 22–29).
Küreselleşme konusuna tekrar dönülecektir. Ancak küresel sermaye, uzak kavramını
nerdeyse coğrafyadan çıkarmak üzeredir. Şirketler bir yandan; şirket evlilikleri ya da alımı ile ürün ve
sermaye tekelleşmesine yönelirken bir yandan da kendisine rakip olan milli devletin egemenlik
alanına müdahale ederek, ekonomik yapısında zayıflığa yol açmaktadır. Dünyadaki sermaye
birikiminin belirli şirketlerde toplanması, şirketin müşterisi durumundaki bireyin, sürekli ve çok hızlı
bir şekilde mal ve hizmet tüketimini sağlayacak bir güdülenmenin profesyonelce yapılmasını
sağlamaktadır. Şirket kârlarının sürekliliği, bireye koşulsuz tüketme baskısı yaratacak, dolayısıyla
sisteme hammadde sağlanması ve fabrika atıklarının akıbeti dünya nüfusunu radikal bir belirsizliğe
hapsedecektir. Tüketimin toplumsallaşması, bireyin yeni ve yeniden ama tüketim anındaki düşünme
ameliyesi silinerek, şuursuzca tüketime yönelmesini sağlamaktadır.
Küresel sermaye ve üretim piyasasını kontrol eden şirketler, Gayri Safi Milli Hâsıla (GSMH)
rakamları ile artık ülkeler ile boy ölçüşecek büyüklüğe ulaştılar (tablo–1). Şirketlerin genellikle çok
uluslu yatırım (ÇUŞ) tarzını benimsemeleri, hem ülkeler arası hukuk boşlukları, vergi avantajları ve
ucuz iş gücü imkânlarından faydalanmalarına yol açmakta hem de, gelişmekte olan ülkelerde sermeye
kaçışını nispeten bir tehdit unsuru gibi göstererek, bu ülkelerden çeşitli yatırım, işletme ve pazarlama
konularında tavizler koparmaktadırlar. Bu da şirketlerin çevresel sorunlardaki etkilerinin sağlıklı bir
tahlilinin yapılmasını zorlaştırmaktadır.
Ülkeler ile çok uluslu şirketler arasında ekonomik yarışın bile neredeyse olanaksızlaştığı
aşağıdaki toplada gösterilmektedir. Buna göre, Exxen Mobil, Arjantin’in GSMH’dan daha fazla satış
rakamlarına sahiptir: Shell firması Tayvan’dan, ABD’nin ünlü alış veriş zinciri ve 2 milyondan fazla
insanın çalıştığı WAll-Mart ise Avustruya’nın GSMH’ından daha çok satış rakamlarına ulaşmıştır.
Benzer durum; Sinopec Güney Afrika Cumhuriyeti, BP, Danimarka’dan ve Çin’in petrol devi China
National Petrolium’da Mısır’ın GSMH’dan yüksek satış rakamlarını yakalamıştır (tablo–1). Böylece
şirketlerin ekonomik gücünün klasik devlet hukuku ve politik davranışları ile engellenemeyeceği
ortaya çıkmaktadır.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
36
Tablo-1. Dünyanın Altı Büyük Şirketlerinin Brüt Satışlarının Bazı Ülkelerin
GSMH’sı ile Karşılaştırılması, 2012
GSM
irket Adı
atışları (milyar H’na yaklaşık olarak
dolar)
denk düştüğü ülke
Arjan
xxon Mobil
82. 295
tin (475, 2 MD)
Tayv
chell
81. 700
an (474, 1 MD)
Avust
allmart
69. 162
urya (394, 5 MD)
Güne
inopec
41. 365
y Afrika C. (374. 3 MD)
Dani
P
88. 285
marka (314, 9 MD)
Mısır
hina
Natiaonel 78. 025
(256, 7 MD)
Petroleum C.
Kaynak: Fortuna Global-2013, TC Kalınma Bakanlığı, Uluslararası Ekonomik
Göstergeler, 2013, Ankara, s. 13
Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Standard & Poor’s (S&P) verilerine göre; yaşlanan
nüfus ve kamu maliyesini eriten finansal krizle mücadele maliyeti nedeniyle dünyanın en büyük bazı
ekonomilerinde kamu borçlarının "patlama yolunda" olduğu dikkati çekmektedir.
S&P’nin raporuna göre, mevcut mali politikalar temel alındığında, 2050 yılı itibariyle dünya
nüfusunun üçte ikisinden fazlasını oluşturacak 49 ekonominin ortalama net borç oranı, Gayri Safi
Yurtiçi Hâsılalarının (GSYH) yüzde 245’ine ulaşacak. Bu oran, 2007 yılında yüzde 148
düzeyindeydi.
Bu kuruluşun kamu borçlarının "patlama yolunda" olduğu raporu dünyanın en borçlu
ülkelerinin hangileri olduğunu akla getirirken, kamu ve özel sektörün toplam dış borç miktarını
gösteren "dış borç sıralamasında" ilk sırada dünyanın en büyük ekonomisi ABD’nin yer aldığı
görülüyor.
Dünya Bankası ve IMF’nin Ekim ayı “Dünya Ekonomik Görünümü 2010” raporuna göre,
2010 yılı ilk çeyrek itibariyle ABD’nin 13 trilyon 917 milyar dolar toplam dış borcu (devlet ve özel
sektör dış borç toplamı) bulunuyor. ABD’yi 9 trilyon 123 milyar dolarla İngiltere, 5 trilyon 123
milyar dolarla Fransa ve 4 trilyon 969 milyar dolarla Almanya izlemektedir (tablo–2).
Toplam dış borcun GSYH’ye oranına bakıldığında ise en kötü durumdaki ülkenin İrlanda
olduğu görülüyor. İrlanda’nın milli gelirinin 11 katı kadar dış borcu (toplam dış borcun GSYH’ye
oranı yüzde 1. 102) bulunuyor. Türkiye ise toplam dış borcun GSYH’ye oranına bakıldığında,
değerlendirmeye alınan 32 ülke arasında yüzde 36, 4 ile 26’inci sırada yer alıyor.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
37
Tablo-2. Dünyanın en Borçlu Dokuz Ülkesi ve Türkiye’nin Borçluluk Görünümü
Kişi
Borcun
Ülk
B
G
Başına Borç
GSMH’
e Adı
orç
SMH
(bin
ye Oranı
Dolar
1ABD
2İngiltere
3Fransa
4Almanya
5Hollanda
6İspanya
7İrlanda
8İtalya
9Japonya
10Türkiye
1
3. 917, 0
9.
123, 0
5.
123, 0
4.
969, 0
2.
439, 0
2.
409, 0
2.
250, 0
2.
456, 0
2.
038, 0
2
66, 0
1
4. 624, 0
2.
258, 0
2.
555, 0
3.
305, 0
7
70, 0
1.
374, 0
2
04, 0
9
2.
036, 0
5,
390, 0
7
29, 0
95, 1
44. 893
404, 0
146. 620
200, 5
81. 375
150, 3
60. 892
316, 7
146. 971
175, 3
52. 349
1. 102,
503. 018
120, 6
40. 793
37, 8
16. 000
36, 4
3. 724
Kaynak-http://www. milliyet. com. tr/iste-dunyanin-en-borclu-ulkeleri/ekonomi/sondakika/12.
10. 2010/1300514/default. htm (Erişim Tarihi 1. 10. 2014)
Yukarıdaki tablo bir başka soruyu da akla getirmektedir. Peki özellikle devletlerin bir başka
ifade ile kamunun borçları kime aittir? Bu borçlar büyük bankalar ve büyük ÇUÇ’ların kredi sağlayan
birimleri, ilgili ülkelerin açıklarını finanse etmektedir. Bu çerçevede CUŞ’ların üretim oranları,
karlılık değerleri küresel bir ekonomik döngü sağlamaktadır. CUŞ’lar kazandıkça, devletlerin borç
yükünü hafifleten bir sistem ortaya çıkmıştır.
Nüfus artışının çevre sorunlarının en önemli mimarı olarak tanıtılması, aslında derin bir
küresel yanılsamadan başka bir şey değildir. Çünkü hem tablo 1 ve 2’de belirtildiği gibi gelişmiş
ülkelerin dünya mal ve hizmetler sektörlerine yönelik yüksek orandaki baskıları, nüfus artışının çevre
sorunlarındaki öneminin ikinci plana itilmesi gerektiğini gösterir.
Alan Durning, “Ne Kadarı Yeterli ?” (How Much is Enough) isimli çığır açan kitabında
sanayi ülkelerindeki ortalama bir insanın, kalkınmakta olan bir ülke insanına göre 3 kat fazla su, 10
kat daha fazla enerji ve 19 kat daha fazla alüminyum kullandığını belirtmektedir. Nüfusları toplam
dünya nüfusunun %25’i olan sanayi ülkeleri, toplam enerji üretiminin %80’ini tüketirler. Dünya
nüfusunun sadece %5’ini barındırdığı halde fosil yakıtların %22’sini kullanan ABD, karbondioksit
emisyonunun %24’inden sorumluydu, üretilen plastik ve kâğıdın %33’ünü kullanıyordu. Ortalama
bir ABD’li evinde günde 185 galon su kullanıyor, bir Senegalli 8 galonla yetiniyordu. Bir ABD’li
mal ve hizmetlerden bir Çin’linin 53 katı daha fazla yararlanıyordu. ABD’de doğan bir bebeğin
yaşam boyunca neden olduğu çevre zararı, Bir Brezilya’lı bebeğinkinin 13 katı, Hintli bir bebeğin 35
katıydı (Hertsgaard, 2001, s. 175).
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
38
Dünyada nüfusu 100 milyonu geçen çeşitli ülkelerle G. Afrika Cumhuriyeti ve Türkiye
Cumhuriyeti’nin nüfusları, GSMH ve yoksulluk sınırındaki nüfusun oranı bazında ele alındığında,
gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki fark oldukça dikkate değerdir. Buna göre
Japonya’nın 127 milyonluk nüfusuna karşılık, kişi başına düşen GSMH’sı 32. 350 dolardır. Keza
yoksulluk sınırı altında kimse bulunmamaktadır. Benzer rakamlar, ABD ve Almanya için de geçerli
iken, özellikle dünya nüfusunun %36’sına sahip Çin ve Hindistan’da rakamlar oldukça kötü bir gelir
dağılımını karşımıza çıkarmaktadır. Çin dünyanın en kalabalık ülkesidir. Yaklaşık 1. 265 milyonluk
nüfus içinde, kişi başına GSMH’sı 750 dolardır. Ve nüfusun yaklaşık olarak %53, 7’si, yani 679
milyonu, günlük iki doların altında kazanmaktadır (tablo–2). Aynı oranlar Hindistan’da daha kötü
sonuçlar vermektedir. 1. 006 milyon nüfuslu Hindistan’da kişi başına düşen GSMH yaklaşık olarak
440 dolardır ve nüfusun %86, 2’si, yani 867 milyon insan, yoksulluk sınırı altındadır. Sadece Çin ve
Hindistan’da toplam 1. 546 milyon kişi ki bu rakam dünya nüfusunun %24, 9’una denk düşer, günlük
2 doların altında geçimlerini sağlamaktadırlar.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
39
Tablo–2. Seçilmiş Bazı ülkelerin Nüfus, Kişi Başına Düşen GSMH ve Geliri Günlük 2
Doların Altında Olan Nüfusun Dağılımı.
Böl
Nüf
Kişi
Geliri Günde 2
ge
us
Başına GSMH Doların
(20
(1998Altındaki Nüfus
00-milyon) dolar)
(1993-1999)
Japo
127
32. 350
nya
AB
29. 240
276
D
Alm
82
26. 570
anya
Bre
170
4. 630
17. 4
zilya
Gün
43
3. 310
35. 8
ey Afrika
Rus
145
2. 260
25. 1
ya
Çin
1.
750
53. 7
265
End
212
640
66. 1
onezya
Hin
1.
440
86. 2
distan
006
Kaynak: Dünyanın Durumu-2001, Tema yay. İstanbul, s. 5-7
Gelişmekte olan ülkelerin, gelişmiş ülkelere borçlanmaları, bu ülkelerin ekonomik
yatırımlarını azaltmaktadır. Dolayısıyla ülkelerin gelirlerinde azalışlar gözlenmektedir ve nüfusun
tüketim oranında ciddi düşüşler söz konusudur. Buna karşın, Çin gibi hızla gelişen ve tüketim
pazarına birden giren ülkeler, dünyadaki mal ve hizmetlerin kullanımını artırarak, çevresel
felâketlerin hızı açısından risk oluşturacaktır. Bunun için, Çin’de günümüzde ve ileride olacak mal ve
hizmetler sektörlerindeki talep artışları, Çin’in dünyadaki diğer ülkelerden daha çok çevresel tahribata
yol açacağının göstergesidir.
Yan’a göre Çin’de dört toplumsal grup tüketim kültürünün yaygınlaşmasına yol açmaktadır.
1-Ulus ötesi şirketler ve Çin’e kültürel ürün ihraç eden, aynı zamanda bunların üreticisi de olabilen
yabancı aracılar. 2- Kültür pazarını denetim altında tutarak yabancı kültür akışını yöneten Çin devleti.
3-Kültürel küreselleşmenin hem yorumcuları, hem de uygulayıcıları olarak işlev gören Çinli aydınlar
ve öbür kültürel seçkinler. 4-İthal kültürün en sadık ve hevesli tüketicilerini oluşturan Çin gençliği
(Yan, 2003, 45). Küreselleşmenin ekonomik ve kültürel kalıbına ayak uydurmaya çalışan Çin, yıllık
%8 büyüme oranı ile dünya ekonomik güç dengelerini yerinden sarsacak bir performansa ulaşmıştır.
Yukarıdaki örneği bir başka tehlikeli gıda değişim örneği ile de güçlendirelim. Son yıllarda et
gereksinmeleri için domuz etinden sığır etine yönelen Çinliler’in kişi başına sığır eti tüketimini
ortalama ABD’lilerin seviyesine yükseltmek için 49 milyon ton fazladan sığır eti gerekiyor. Sığırların
besi çiftliklerine konması ile temin edilebilmesi için yıllık 343 milyon ton tahıla ihtiyaç vardır. Bu
ABD’nin tahıl hasadının tümüne eşittir (Brown, 2003, 17).
Japonya’da ekonomik kalkınmanın bir aşamasında nüfus baskıları artınca, Japonlar hayvansal
proteinleri elde etmek için denizlere başvurdular. Japonya 2002 yılında 10 milyon tona yakın deniz
ürünü tüketti. Eğer Çin, Japonya’nın 100 misli nüfusuyla benzer bir yol izlemeye kalksa, 100 milyon
ton deniz ürünü gerekecekti. Bu tüm dünya da avlanan balık miktarıdır (Brown, 2003, 17).
Çin 1994’de otomobil merkezli bir ulaşım sistemi geliştirmeye ve otomobil endüstrisini
ekonomik büyümenin lokomotiflerinden biri yapmaya karar verdi. Eğer bu uygulama başarılı olsaydı,
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
40
her Çinlinin garajında iki araba bulunacaktı ve ABD fiyatı ile benzin tüketilseydi, Çin günde 80
milyon varil benzine ihtiyaç duyacaktı. Bu rakam, dünyanın günde ürettiği 74 milyon varilden biraz
fazladır. Gerekli yollar ve otoparklar için 16 milyon hektar alanı asfaltlayacaktı. Oysa aşağı yukarı
bunun 2 misline denk gelen 31 milyon hektarlık alanda bugün ülkenin temel gıda maddesi olan pirinç
üretimi yapılıyor ve yıllık 132 milyon tona ulaşılmaktadır (Brown, 2003, 17).
Aynı şekilde, kâğıdı ele alalım. Çin modernleştikçe kâğıt tüketimi artıyor. Kişi başına 35
kg’lık yıllık kâğıt tüketimi 342 kg’lık ABD seviyesine ulaşsa, Çin Dünyada üretilen kâğıttan daha
fazla kâğıda gereksinim duyacaktır ( Brown, 2003. s. 17). Çin’in dünya mal ve hizmetler pazarındaki
muhtemel gelişim senaryolarını genelleştirip diğer gelişmekte olan ülkelere modellediğimizde,
dünyanın taşıma kapasitesini çok geçen bir kaosla karşılaşacağımız görülmektedir.
Şu ana kadar ortaya konan veriler gelişmekte olan ülkelerin ekonomik yapılarını kabaca
açıklamakta ve gelişmiş ülkelerin dünyadaki mal ve hizmetlere dayalı ürünlerin çoğunu tükettiğini
göstermektedir. Bunu sağlayan tüketim kültürünün evrenselleşen şablonlarıdır. Çin gibi kademeli,
sanayileşmesi gerekli olan ülkelerin dahi aşırı talep patlamasına paralel olarak kontrolü kaybettiğini
anlıyoruz. Gerçi değerlendirmemizin çelişki içerdiğini fark etsek te şu noktayı vurgulamamız
gerekmektedir: Çin 1990’lı yıllara kadar çizdiği dengeli büyüme ritmi ile (nüfusunun büyük bir
kısmının yoksul olması pahasına) dünya çevre sorunlarına, nispeten gelişmiş ülkeler kadar tehdit
olmamıştır. Ancak küreselleşmenin ortak değerlerini bütün ulusların bir şekilde kabul etmeleri ve
küreselleşmenin hareketini sağlayan, dev bir tekerleğin bilyelerine benzeyen, tüketim kültürü
ulusların zaman ve mekân açısında sıkışmalarına yol açacaktır. Yani tarım, otlak, balıkçılık ve
orman sahalarının daralması, insanların stratejik yaşam alanlarını daraltmakta; atmosferin, su
kaynaklarının kirletilmesi ve sürdürülebilir olmayan kullanımları ise dünyanın yaşam sağlayan
ömrünün kestirilebilmesini güçleştirerek geleceğin süresinin daralmasına yol açmaktadır. Şimdi
çevresel sorunların büyümesine yol açan tüketim kültürü ele alınacaktır.
3. Tüketim Kültürü
Genel olarak “insan türüne özgü bilgi, bilinç ve davranışlar bütünü ile bu bütünün parçası
olan maddi nesneler” şeklinde tanımlanan kültür kavramı toplumsal yaşamın “dil, düşünce, gelenek,
işaret sistemleri, kurumlar, yasalar, aletler, teknikler sanat yapıları gibi her türlü maddi ve tinsel
ürününü” kapsamına almaktadır. Bu bağlamdan hareketle kültürün, “toplumsal yaşamın bir ürünü
olduğu, işlevinin de toplumsal pratikleri anlamlandırmak olduğu kendisi de ancak toplumsal yaşamın
başka yönleriyle ilişkisi içinde anlam kazandığı düşünülür”. Öyle ki artık kültür, insanın düşünce
niyet ve amaçları doğrultusunda ve yine insen eliyle yaratılmış her şey için kullanılır (Subaşı, 2003–
2004, 136). Kültürün, toplumsal yaşantıyı kuşatan özelliğinin varlığı ve insanın karar verme
süreçlerine etkisi, kültürün küresel şirketler tarafından müşterilerine yönelik iletişim ve pazarlama
tekniği olarak kullanılmasına yol açmıştır. Küreselleşme bütün dünya da, bireyin sosyal ve ekonomik
anlamda benzeşmesini hedefler ve bu bağlamda kültür, bu benzeşmenin ana taşıyıcısı rolünü üstlenir.
Kültür, küreselleşme ile birlikte tarihsel tanımından kopmaktadır. Daha çok imal edilen
değerler silsilesini düşünmek gereklidir. Kültürün yönetilebilir ve yönlendirilebilir hal alması, bireyin
kültürel şablonlar arasına sıkışmasını ve firmaların denetimindeki kültürel üretimin kodları belirli
davranışları tekrar edilmesine yol açar. Böylece, çevre sorunları başta olmak üzere, ÇUŞ’ların
tüketim dengesini bozacak her şey, farklı kültürel manipülasyonlar ile yok edilebilir.
Tüketim kültürü, toplumun zamanla ürettiği maddi ürünler yerine, şirketlerin kontrolünde
şekillenen, anlık ve yapay içeriği olan ve imajla çerçevesi belirlenmiş, mal ve hizmetlerin şölensel
tüketilmesi olarak değerlendirebiliriz. Çok uluslu şirketlerin dünya ekonomisinde söz sahibi olması ve
dünya da ortak tüketim kalıbı ve motivasyonu için uyguladığı bir reklâmsal süreçtir. Bu özellik içinde
“küreselleşme” kavramı gerçekleşmiştir ve küreselleşme ekonomik değerlerin daha fazla olduğu,
dinsel, ırki ve milli kotların kültür içindeki katkılarının çok azaldığı yeni bir ortak kültür ürünleri
oluşturmuştur.
Kültürün küreselleşme için önemi, kültürün, karmaşık bağlantılılık sürecinin tamamının
temel bir unsuru olması nedeniyle küreselleşme için önemlidir. Kültürün, kültürel biçimlere ve
ürünlere içkin olan hareketlilik sayesinde ve kolaylıkla “esneyebiliyor” olması nedeniyle
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
41
küreselleştirici özelliği vardır. Bu özellikliler küresel-modern dünyada kültürün düşünümselliği
(reflexivity) fikrini ortaya çıkarır. Düşünümsellik kuramlarının merkezinde, “toplumsal hareketin
kendisini yenileyen tabiatı” bulunur. (Tomlinson, 2004, 40–42). Kültürünün tekrarı kutsama özelliği,
mal ve hizmetler sektörlerine ait ürünlerin kutsanmasına yol açar. Böylece dünya da ortak tüketim
bayramları, ortak nesneler ve imajlar tüketilerek kutlanır. Kültür, şirketler için küresel iletişim aracı
haline gelir. Kültür, bir tarafta tüketimi artırıcı özellik sergilerken diğer tarafta mal ve hizmet üreten
işçilerin durumları ile doğal kaynak ve sanayi atıklarının görülmesini gölgeler.
Bunu daha iyi açıklayabilmek için Giddens’in “yerel ile küresel arasındaki diyalektik”e ilişkin
ortaya atmış olduğu bir iddiayı ele alabiliriz. Giddens yerel yaşam biçimlerindeki alışkanlıklar küresel
sonuçlar doğurmaya başladı. Bu nedenle her herhangi bir giysi alırken yaptığımız seçimin sadece
uluslar arası işbölümü üzerinde değil, aynı zamanda dünya eko-sistemi üzerinde bir takım etkileri söz
konusu diyor. Bu ne şekilde doğru olabilir? Öncelikle küresel giyim endüstrisi, piyasada kendilerini
modanın kültürel kodları aracılığı ile ifade eden aktörlerin biçimlerine göre ayarlanan, son derece
düşünümsel bir kurumdur. Bir Cumartesi günü öğleden sonra Avrupa’daki bir alış veriş merkezinde o
gece dans kulübüne giderken giyecekleri kıyafetleri seçmeye çalışan bir grup gencin yapacağı kültürel
seçimlerin sonuçlarının izini sürelim. Filipinlerde küçük bir atölyede çalışan bir işçinin istihdam
olasılıklarına kadar gidebilecek bir bağlantılılık düzeyi ortaya çıkar. İkinci olarak, Giddens’in burada
kast ettiği bağlantılılık, giysi tercihlerinin tüm tüketim tercihleri gibi, giysinin üretimi sırasında doğal
kaynakların kullanılması ve endüstriyel üretim süreçleri nedeniyle küresel ekolojik sonuçlar
doğurmasıdır (Tomlinson, 2004, 42).
O halde karmaşık bağlantılılığın olduğu bu dünya (küresel bir pazar, uluslararası moda
kuralları, uluslar arası iş bölümü, paylaşılan bir eko-sistem) milyonlarca insanın sayısız gündelik
eylemleri ile uzakta yaşayan ve tanımadıkları ötekilerin kaderini, hatta gezegenimizin muhtemel
kaderini birbirine bağlamaktadır. Bütün bu bireysel eylemler, giyinme kuralarının ve modadaki ince
farklılıkların, kişisel ve kültürel kimlikleri kurduğu bu yerel ve gündelik yaşam ortamlarının kültürel
olarak anlamlı olması bağlamında gerçekleşmektedir. Bu “kültürel eylemlerin” sonuçlarının küresel
olması, kültürün küreselleşme içinde önem taşımasının ana nedenidir. Bu sonuçlar zincirinin
karmaşıklığı tabii ki küreselleşmenin siyasi, ekonomik ve teknolojik boyutlarını eş zamanlı olarak
beraberinde getirecektir. Fakat burada asıl önemli nokta karmaşık bağlantılılığı yorumlarken kültürel
olanın vazgeçilmezliğidir (Tomlinson, 2004, 42). Küresel tüketim zincirinin her halkası, tüketimin
devamı için farklı teşvik unsurları ile hareket etmektedir.
Küresel olarak adlandırdığımız değerlerin kültüre dönüşmesi, firmaların temel hareket alanını
oluşturmakta, dünya geneline kültürel aşılar yapılmaktadır. İnsanların yerleştikleri mekânların
değişmesi ve gezici kültür ürünlerinin, yerel sahalar arasında kurduğu küresel ilişkilerin, uluslararası
kültürel benzerliğin gücünü koruyacağı ve geliştireceği açıktır. Çünkü hem küresel şirketler ve
politikacılar hem de Küreselleşmeye muhalif grupların tavırları kültürel küreselleşmeyi ya da
küreselleşmenin kültürel ayağını engelleyememektedir. Bu durumda çalışmamamızın ana konusu olan
tüketim kültürünün uluslararası bir benzeşmeyle uygulandığı bir tekrarlar dünyası inşa edilmiş ya da
edilmektedir.
Ancak, kültür sorgulamayı red eder. Tüketim kültürü yaşam biçimlerine uyan toplum ya da
birey de sorgulama yetisini kaybetmiş ya da kaybetmek üzeredir. Sadece tüketimin gerçekleşmesi
gerekmektedir. Diğer gerçekler bu kültürü bozar. O halde tüketimi engelleyici çalışmalar kültürü
bozucu hareketler olarak algılanır ve tarz hareketlere ya soğuk davranılır ya da dışlanılır. Kültürü
bozan bütün anomaliler gibi.
Tüketim kültürünün inşasında küresel kalıpların etkisi yanı sıra simülakr da tüketim kültürünü
gerçekleşmesine ilginç bir destek sağlar. Bu sürecin temelinde “Sanayi Devrimi”yle birlikte ortalığı
yeni bir gösterge ve nesneler kuşağı sarıp sarmalaması bulunur. Bunlar kast geleneğini tanımayan,
statü kısıtlamalarından asla haberi olamayacak göstergelerdir. Bu yüzden de taklit edilmeleri söz
konusu değildir. Artık göstergelerin istisnai özellik ve de özgünlükleri diye bir şey olmayacaktır.
Çünkü kendilerini üreten teknik sayesinde, sınaî bir simülakr olmayı başardıkları ölçüde, bir anlam
sahip olabileceklerdir. Bir başka deyişle seri özelliği taşıyan, yani birbirlerinin aynısı olabilen iki ya
da sonsuz sayıdaki nesneye benzemektedirler. Onların arasındaki ilişki asılla kopyası arasındakine
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
42
benzeyen, analoji ya da yansıma türünden bir ilişki değil; eşdeğerli, aynılık üzerine oturtulmuş bir
ilişki biçimidir. Seri olayında nesneler birbirlerinin sonsuz sayıdaki simülakrlarına benzemektedirler.
Nesnelerle birlikte doğal olarak onları üreten insanlar da birbirlerinin simülakrına dönüşmektedirler.
Genel bir eşdeğerlikler yasası ancak özgün referansın sönüp gitmesi, yani üretilebilme olasılığıyla
mümkün olabilmektedir (Baudrillard, 2002, 86).
Üretimle sonsuz denecek malın üretilmesi, tüketicininde (bütün dünya nüfusunun) aynı malı
talep etmesi, benzer tüketme biçimlerinin doğması ve tüketimi kollayıp geliştiren şirketler vasıtasıyla
ürünün nasıl tüketileceğinin öğretilmesi, belki de dünyadaki bu zamana kadar yaşanmış en önemli
kitlesel eğitim seferberliği ile karşı karşıya kaldığımızı gösterir.
Adam Smith’in 18. yüzyılda kaleme aldığı Milletlerin Zenginliği isimli eseri ile başlayan
dönemsel itiraz ya da müdahalelere rağmen günümüze kadar ulaşan serbest piyasa ekonomisi ile
şirketlerin rekabetinin kutsanması ve maksimal kârın elde edilmesi (Skousen, 2003, s. 13-47) için (bir
çeşit) törel değerlerin ihmal edilmesinin öğütlendiği liberal (ve de neo-liberal) ekonomik anlayış
dünya çevre sorunlarının artışını ve hukukun da neredeyse eridiği (Kyoto Prokolünü imzalamayan
ABD gibi) bir süreci de tetiklemiş oldu.
Ekonominin kutsal mekânı olana piyasanın sağlıklı işleyebilmesi ve tam rekabetin
sağlanabilmesi için biraz ülkelerin iktidar gücünün devamı, biraz da merkantalist ekonomiden
kaynaklanan metanın (altın-gümüş) zenginliğe yol açtığı kanısı, uluslar ve post savaş aygıtları
şirketler arasında yoğun bir rekabetin oluşmasını sağlamıştır. Ki bu rekabetin, her ne kadar çeşitli
ideolojiler yeterince mazeret üretse de, birinci ve ikinci dünya savaşlarının oluşum nedenleri
arasındaki ağırlığı tartışılmaz bir gerçektir.
Ekonomiden doğan değerlerin dünyayı kuşatması ve kültürel değerleri imal etmesi, bireyin
homo-economis olarak tasnif ve tasvir edilmesine yol açtı. Bu durum toplumsal sınıfların mesleklere
göre adlandırılmasını sağladı (örneğin emekçiler, burjuva gibi). Böylece yaşam hangi tarihte ve hangi
ülkede olursa olsun, din, gelenek ya da kültürel değerlerin yerine, ekonomik kodlar toplumsal ve
bireysel yaşantının anlamlaştırılmasını sağladı.
Tüketim toplumunun kuluçka yatağını da işte ekonominin inşa ettiği bu evren oluşturdu. Bu
durum özellikle batılı kapitalist ülkelerde neredeyse simgesel algılamadan uzak bebeklere kadar
uzanmış olup, birey çeşitli tüketim mekânları ile çocukluktan itibaren oldukça profesyonel bir tüketici
halini almaktadır. Hayatının neredeyse her kademesinde tüketen birey, çevresel değerleri sadece hobi
ya da belirli ders saatleri ile sınırlı olarak görüyor. Medya ise çevreyi sadece bir belgesel, değişik bir
mekânın keşfi (yapay farklılık) ya da can çekişen bir hayvan olarak bir dizi filmin senaryolaşmış
karesinde anlamlandırıyor. Levi-Staruss’un antropolojik çalışmalarında belirttiği şekilde, doğa ve
kültür gibi iki tüketim süreci (Bocock, 1997, s. 94) arasındaki toplumsal öncellerden kültür, doğanın
bilinç ve bilinçaltındaki öneminden daha çok ön plana çıkmaktadır. Küreselleşen kültürel yaşantı,
yaşadığımız çağda mal ve hizmetler tüketiminin disiplinli bir şekilde yapılmasını sağlayan dinsel,
tüketme katedrallerine (Ritzel, 2000, s. 29) sahiptir. Genelde büyük alış-veriş merkezleri bu özelliğe
sahip olup tüketim kültü bu mabetler ekseni etrafında inşa edilmektedir.
Tüketim kültürü, incelenirken iki temel vurgu önemlidir. Bunlarda ilki günde onlarca kalem
mal ve hizmet tüketen bireyin farkında olmadan Brezilya’daki ormanlar, Pasifik balıklarına ya da
Türkiye’deki doğal su kaynaklarına verdiği zarar. Diğeri de Baudrillard’ın bolluk toplumunda anomi
olarak adlandırdığı tepkisizlik çeşitlerini ya da bireyin çeşitli şiddet ve şiddetin alt türleri ile
(Baudrillard, 1997, s. 214–224) kendine verdiği zarardır. Bu durumda birey tepkisizleşmekte ya da
nasıl tepki vereceğini bilememektedir. Veya kitlesel başarı elde edilmesi imkânsız çevre sorunlarının
önlenmesine karşı, toplum ve birey küçük tepki darbeleri göstermekte, eğlence kültürü ya da
gündelik hayatın kaotik yapısı içinde boğulup gitmektedir. Bu da toplumsal duyarlılığı fakirleştiren
unsurlar arasındadır. Çevre sorunlarına sadece belirli birkaç gönüllü kuruluş (sivil toplum kuruluşları)
dışında fazla dikkatin çekilememesi, ekonomik yaşantının baş aktörlerinden şirketler ve potansiyel
müşterileri arasındaki gizli anlaşmanın ya da karşılıklı bağımlığın ortaya çıkardığı kronik bir tehdidi
söz konusu yapmaktadır.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
43
Tüketim kavramı post-modern dönem içinde, en çok tasarrufun ortaya çıkardığı anlam
yörüngesine darbe vurmuştur. Adeta, tasarruf ve tasarrufu uygulayacak birey tipi ve toplumsal örüntü
modelleri tüketim toplumu içinde hep ölü doğmaktadır. Çünkü fakir olmak suçtur ve imaj her şeydir.
Elbette imajın maliyeti, bilinmeyen hatta cevabı aranmayacak bir sorudur. Bu anlamda tüketim
toplumunda tahammülsüz bireyin, (çünkü her şey hızdır) tasarrufun bir düşünme mesaisi gerektiren
dinlenme sürecine ihtiyaç yoktur. Bizler dinlenirken de; çeşitli koleksiyonlar yaparak, müzik
dinleyerek ya da yoğun rekabetli maçlarda yerimizi alarak tüketmeye devam ederiz. Sofistike
düşünme mekânlarına ya da topluluklarına, ortak yardım kuruluşlarına çalışma eğlence için bir anlamı
olmayan uğraşlardır. Her birey nihilist tepkinin bir üyesidir.
Modern tüketiciler fiziksel olarak değil ama zihinsel olarak çok meşguldür. Tüketim her
zamankinden fazla kafada çözülmesi gereken, beyinsel ve zihinsel bir olgudur. Yalnızca, vücudun
gereksinmelerini (fizyolojik, biyolojik ihtiyaçlar kastediliyor) doyuran basit bir süreç olmaktan
çıkmıştır. Bu şekilde, yabancılaşma ve uzaklaşma modern kalıplarına da girmiştir (Bocock, 1997, s.
58). Yabancılaşmanın doğası, mekâna, topluma ve bireyin kendisine yabancılaşması ve kitlesel
yabancılık, bir nevi gerçeklerden göç edilme biçimi, belki de tüketim kültürüyle ortaya çıkan
sorunların çözümsüzlüğünü artıran en önemli faktörler arasındadır. Bu nedenle, dünyadaki biyoçeşitliliğin azalmasına, tonlarca toprağın erozyona maruz kalması vb. çevresel sorunları yöneticilerin
(kurumsal tükenmişlikte dahil) fazla dikkate almamalarına neden olmaktadır. Bu durum aslında bilgi
toplumu içinde bir paradoksu bize gösterir. Çünkü bilgi ve bilim planlama ve uygulamalara yönelik
stratejileri birey ve topluma kazandırmasına rağmen, çevresel sorunların her geçen gün artması ve
çevre örgütlerinin sayı ve eylem açısından güçsüzleşmesinde tüketim kültürünün bireyi
etkisizleştirmesini de dikkate almak gerekir.
Tüketim toplumu; Baudrillard’a göre, tüketimin öğrenildiği toplum, yeni üretim güçlerinin
ortaya çıkmasıyla ve yüksek verimlilik taşıyan ekonomik sistemin tekelci yeniden yapılanmasıyla
orantılı yeni ve özgül bir toplumlaştırma çalışmasıdır (Baudrillard, 1997, s. 90). Tüketim toplumuna
özgü kurumları, kültürü ve birey tipolojisi vardır.
Yılmaz Odabaşı Tüketim Kültürü adlı eserinde, Belk’in tüketim kültürü tanımına yer verir.
Buna göre, tüketim kültürü tüketicilerin çoğunluğunun, yararcı olmayan statü arama, ilgi uyandırma,
yenilik arama gibi özelliklerle öne çıkan ürün ve hizmetleri arzuladıkları hatta peşine düşüp, edinip
sergiledikleri bir kültürün tanımıdır (Odabaşı, 1999, s. 25). Birey ve toplumun zorunlu ihtiyaçlarını
aşıp imaj, eğlence ve haz merkezli mal ve hizmetleri tüketmesiyle oluşan tüketim kültürünün yedi
özelliği bulunmaktadır. Bu özelliklerin hepsi çevre sorunlarının çözümü ya da anlaşılmasına yönelik
bir içeriği bulunmaz.
1-Tüketici kültürü tüketimin kültürüdür.
2-Tüketici kültürü Pazar toplumunun kültürüdür.
3-Tüketici kültürü, özgürlüğü özel yaşam ve özel seçim ile özdeşleştirir.
4-Tüketici ihtiyaçları ilke olarak sınırsız ve doyurulmazdır.
5- Tüketim kültürü post-geleneksel toplumda kimlik ve statü belirlemede ayrıcalıklı bir
ortamdır.
6-Tüketim kültürü, çağdaş güç deneyiminde kültürün öneminin artışını temsil eder.
Bununla birlikte tüketim kültürü, aşırılığı sürekli ön plana çıkarması, toplum değerlerini
örselemesi, toplumdaki gerçek konuları bir talk show mantığı ile ele alması, hedonizmi (hazcılık)
toplumsal ilişkiler dünyasında ön plana çıkarması açısından eleştirilir (Odabaşı, 1999, s. 22-31).
Tüketim kültürü ve artık bu kültürün yaşam ve istila alanı olarak sanal dünya, coğrafi
kavramların değişmesine de neden olur. Bugünkü coğrafi yeniden yapılanma ve şekillenmenin sonucu
belirsiz olmakla birlikte, bu sürecin bazı önemli öğelerini şimdiden tanımlamak mümkündür. Ortaya
çıkmakta olan şey, artan uluslar-ötesileşme ve birikime bağlı olarak uzamsal ölçeklerin yeni bir
ifadesidir. Ticari faaliyetin dünya çapında örgütlenmesi ve bütünleşmesi, küresel ve yerel uzamların
doğrudan eklemlenmesini mümkün kılmaktadır. Belirli yerler, kentler, uluslararası ağların mantığı
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
44
içerisine girmektedir. Küreselleşmenin ileri biçimleri, birbirine bağlı üretim komplekslerinin stratejik
olarak kurulmasını içerir, bunların her biri de çeşitli bölgesel ve toplumsal özellikler için uygundur ve
bölgeler arası bir şebekede stratejik bir kavram doğrultusunda dağıtılırlar ve bölgesel ekonomilerin
hayatiyeti, küresel bir ortamda tutarlı bir örgütsel varlık gösterebilmelerine bağlıdır (Morley-Robins,
1997, s. 109).
Burada belirtilmesi gereken durumlardan biri de postmodern coğrafyaların oluşumunda
teknolojinin rolüdür. Gerçi teknoloji bu coğrafyaların oluşumunda belirleyici ve nedensel bir
faktörden ziyade, yeni bilgi ve iletişim teknolojileri, yeni uzamsal yapıların, ilişkilerin ve
yönelimlerin ortaya çıkışında güçlü bir rol oynamaktadır. Ticari iletişim ağları, elektronik bir bilgi
akışı doğurmuştur. Yeni medya devleri, yeni görüntü mekânı yaratmaktadır ki bu, vatandaşlık ya da
kültürü tanımlayan güçler coğrafyasını, toplumsal hayat ve bilginin coğrafyasını aşan bir aktarım
mekânıdır. Yeni bir coğrafi varlık olarak bunun kendi egemenliği ve garantörleri vardır (MorleyRobins, 1997, s. 110).
Tüketim coğrafyası küresel değerlerin içinde, sosyal, siyasal ve ekonomik iktidar kalıplarının
şirket merkezli değiştiği yeni bir yönetim tarzına doğru yönelmektedir. Nasıl Fransız ihtilali (1789)
dünyadaki sosyal, ekonomik ve siyasal yapıyı yeniden yapılandıran bir kırılma noktası ise 20.
yüzyılın son çeyreğinden itibaren böyle bir sosyo-ekonomik kırılma yaşanmaktadır. Fransız ihtilalinin
evrensel değerleri olan eşitlik ve özgürlük artık yerini imaj ve markaya bırakmıştır. Tüketim
mekânlarının coşkulu, karnavalsı yapısı, büyülü mekânlar enformasyonunun yoğunlaştırılmış iletişim
bombardımanı altındaki birey ve toplum tarihin birikimlerinden arındırılarak, her gün dinç ve güncel
tüketime hazır hale gelmektedir. Modern dönemin direnen, eyleme hazırlanan birey tipi vasfını
kaybetmiş, yerini imaj kazanımları ve imaj paylaşımının terkisinde yer alan birey almıştır.
Burada her geçen gün daha çok haber ve bilgiye karşın giderek daha az anlamın üretildiği bir
evrende yaşıyoruz. Baudrillard’ın belirttiği gibi anlam artık için için kaynamakta ve patlamaktadır.
İletişimin anormal boyutlara ulaşan görüntüsünün gerisinde iletişim araçları ve haber
bombardımanının toplumsal yapıyı bozmaları engellenememektedir. “Haber, hem anlam hem de
toplumsalı aşırı yeniliğin tam tersi sayılabilecek mutlak antropiye benzemeye mahkûm ettiği bir
nebula aracılığı ile anlamsızlaştırmaktadır. Keza, iletişim kurmak yerine sahneye koyduğu iletişim
oyunu içinde kaynayıp gitmektedir. Anlam üretmek yerine sahneye konulan anlam üretimi oyunu
içinde kaynayıp gitmektedir. Bu simülasyon adlı devasa süreci göstermektedir. ” (Baudrillard, 1998,
s101-105).
Dünyada tele-gözetimin ufuk ötesi-optik özelliği, yirmidört saat, yedi gün tele-varolan bir
dünyanın (Virilio, 2003, s. 17-18) anlamı ya etkisiz eleman olarak varlığını devam ettirmesini
sağlamakta, hızla değer kaybı yada aşırı haber yükü altında çökelerek kısa sürede tortulaşmasına yol
açmaktadır. Böylece tarih olarak adlandırdığımız zaman ölçü birimi, maziyi geçmiş yılların
birikiminden ayırıp, günlük hatta anlık değişimlerin kutsanmasına yol açmaktadır. Böylece hızlı bir
unutuşun işlerliği yaşanmaktadır. Tüketim toplumunda gerçekleşen hızlı unutuş, imaj ve markanın
reklâmlar vasıtası ile sürekli korunmasını sağlarken, çevre sorunlarının günlük hatırlanmasını
sağlayacak medya portföyü oldukça dardır. Yani çevre sorunlarına oluşturulacak toplumsal
duyarlılığı artırmak için tüketim toplumunun anlık hatırlama biçimine uygun olarak, çevre
sorunlarına yönelik eğitici-öğretici kuramlar ile eylemlerin anlık tekrarının sağlayacağı yeni bir
perspektifin oluşturulması gerekmektedir. Böylece, eğlence toplumunun kontrolünde gerçekleşen 14
Şubat sevgililer gününün etkisi küresel bir bayram olarak bütün dünyada coşkuyla kutlanırken, 5
Haziran çevre günüyle ilgili olarak anlık hatırlatma ile geçiştirilir. .
Tüketim toplumunun, çevresel sorunlara yönelmedeki bu isteksizliğini sağlayan özelliklerinin
yanı sıra belirtilmesi gereken bir durum da tüketim araçları neredeyse güncel olarak yenilenirken,
tüketimin yol açtığı çevre sorunlarına karşı yeterli hızda bir duyarlılık yenilenmesinin söz konusu
olmamasıdır.
Tüketim araçları, mal ve hizmetlerle ilgili daha geniş bir olgular kümesinin bir parçasıdır:
üretim, dağıtım, reklâm, pazarlama, satış, bireysel beğeni, stil, moda. Biz alıcılar ile satıcılar
arasında mal ve hizmetler için para alışverişine (ya da çek, elektronik banka kartları ya da kredi kartı
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
45
hesapları vb. gibi eş değerine) yol açan ya da belki bunu içeren süreçlerle ilgileniyoruz. Bu çoğunda
alış-veriş başlığı altında ele alınır. Ama bizim ilgi alanımız, bundan daha geniş ve tüketicinin
yalnızca mağaza ve alışveriş merkezlerini değil, konulu parklar, kumarhaneler ve yolcu gemileri ile
daha somut yeni tüketim araçlarına şaşırtıcı derecede benzemeye başlayan stadyumlar, üniversiteler
ve müzeler gibi öteki ortamları içine alıyor (Ritzer, 2000, s. 25).
Çok sayıda tüketilen mal ve hizmetin birçok tüketim aracı tarafından (ki bunlara dinsel bir
anlam yüklenip tüketim katedralleri olarak adlandırılmaktadır). Adeta ayinleşen ritüellerin
egemenliğinde hipermarket müritlerinin uysal tüketimi devam eder. Ürün pazarlayan merkezlerin
rekabet ya da eskimeden dolayı müşteri potansiyelini kaybetmesi, müşteri karşısında cazibelerini
korumak için stratejileri, büyüsü bozulmuş dünyayı yeniden büyülemenin değişimi içinde gerçekleşir.
Bu durum gittikçe kronikleşen bir şekilde bireyin hakikatten kopup (kendisi ve çevresini
somutlaştırmakta zorlanması) simülasyona hapis olmasına yola açar. Hatta bir zamanlar ticari
dünyanın hamlelerinden kaçış yeri olan evlerimiz dahi artık, tüketim dünyasının bütünsel parçası
haline gelmiştir. Artık ticarileşmeden kurtulma çabasıyla evimizin güvenli ortamına kaçamayız. Ve
evimize de kaçamıyorsak, hiçbir kaçış yeri yoktur (Ritzer, 2000, 220). Konutlarımız artık televizyon
sayesinde tüketim biçimlerinin formüle edildiği, öğretildiği ve uzaktan eğitimin bütün derslerinin
gösterildiği küçük sınıflara (vitrinlere) ya da mağazalara dönüşmüştür. Bu mağazalarda bize çevreyi
koruma şekilleri öğretilmez sadece tek bir ideolojiye sadık kalmamız yani tüketmemiz ama sınırsızca
tüketmemiz öğretilir.
Tekno-kült toplumunda, tüketim toplumunun inorganik şekillenişi, imal edilen kültürel
öğelerin, toplumu disipline etme biçimi ve kullandığı yöntemlerin sıra dışı yapısını frenlemek, birçok
yönetim biçimini aşan vasfa sahiptir. Çünkü 21. Yüzyılda değişimin trendleri ve dinamiklerinin
tüketim toplumunun korunması ve devamına yönelik yapıyı ve hukuki düzenlemeleri koruduğunu ya
da geliştirdiğini görmekteyiz (Aktan, C. A., 2003, 431-485). Örneğin 7 Eylül 1993’ yılında Al Gore,
Devletin yeniden yapılandırılması hakkında Gore raporu ( The Gore report on reinventing
government) adlı çalışmasında kamu yönetiminde vatandaşları müşteri olarak ele almak gerektiği
üzerinde durmaktadır. Ki raporun devamında da müşteri isteklerinin karşılanmasına yönelik birçok
yeni kamusal oluşumdan bahsedilmektedir (Aktan, 2003, 432–441). Bu durum, birçok gelişmiş
ülkede örneği görüldüğü gibi, Anayasal vatandaş haklarından müşteri haklarına geçişin yaşandığı
2000’li yıllarda da, çevresel sorunların ele alınmasında tüketim kültürünün izin verdiği algı kalıpları
ile sınırlı kalınacağını bize göstermektedir. Böylece çevreyi korumak için yapıldığını düşündüğümüz,
örgütlü ya da bireysel eylemler dahi hedefine ulaşamayacaktır.
SONUÇ ve ÖNERİLER
Bilim adamları, artan doğal felaketlerden dolayı insanların yaşam alanlarının daralacağından
bahsetmektedir. Doğal çevrenin gelecekteki durumu için iyimser tahminler yapılamamaktadır. Yani
yaşam için bir zaman mekân sıkışması söz konusudur. Bu tip sorunların çözümüne yönelik
çalışmalara ışık tutan kaynak eserler, daha yaşanır bir dünyanın ipuçlarını da bize vermektedir.
Bunun için Çevre Sorunlarına yönelik yapılacak ve akademik hayatı hedef alan kitaplara, tüketim
kültürü adı altında bir ünite konmasını öneriyoruz. Böylece Tüketim Kültüründeki bireyin mal ve
hizmetler tüketiminde aşırılaşan rolleri tanımlanıp, çevre tahribatına yol açan post-sömürgeci
hegemonyanın uyguladığı taktikler kavrandığı gibi; birey, toplum ve devletin bu totaliter ve çevre
tanımaz yapı karşısındaki yeri de anlaşılabilir.
Çevre sorunlarının oluşumunda nüfustan ziyade tüketim kültürünün ilk sırayı aldığı dikkate
alındığında daha çok tasarruf yapan birey ile bireyi tutsak eden imaj ve marka bağımlığından,
kurtulup çevrenin hem tahribinin engellenmesi hem de korunmasına yönelik stratejiler geliştirilebilir.
Bu bağlamda Çevre Sorunları Kitaplarındaki Tüketim kültürü ünitesinde şu alt başlıkları koymak
mümkündür.
a-Tüketimin tanımı ve ekonomideki yeri
b-Küreselleşme ve Çok uluslu şirketler İktidarı
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
46
c-Kültürün tanımı ve tüketim kültürünün özellikleri
d-Çevre sorunlarının oluşumunda postmodernizm ve tüketim kültürünün yeri
e-Çevre sorunlarının çözümünde tasarruf kültürünün oluşturulması
Bu başlıklar toplumsal değişimde tüketim kültürünün vasıflarının tanınmasını sağlayabilir.
Böylece, küresel şirketler kaynaklı Jeopolitik, Jeo-ekonomik ve Jeo-çevresel manipülasyonlar fark
edilebilir. Böylece 21. yüzyıl uluslarının toplumsal ve ekonomik güvenliğinde küresel ısınma,
çölleşme ya da erozyona bağlı olarak değişik bir güvenlik konsepti oluşacaktır. Bu kavram
vatandaşlar tarafından en iyi olarak eğitimle anlaşılır. Çevre sorunları Coğrafyası çalışmalarında
tüketim kültürünün yeterince izah edilmesi, hem post-kolonyal eylemlerden ulusların korunması ve
bağımsızlığını devam ettirmesinin anlaşılması açısından önemlidir, hem de değişecek olan ve çevre
sorunları merkezli kuramsallaşacak olan Jeopolitik güvenliğin kavranmasına da imkân tanınacaktır.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
47
Kaynakça
Adda, J., 2002, Ekonominin Küreselleşmesi, İletişim yay. İstanbul.
Aktan, C. C., 2003, Değişim Çağında Devlet, Çizgi yay., Konya.
Baudrillard, J., 1997, Tüketim Toplumu, Ayrıntı yay., İstanbul.
Baudrillard, J., 1998, Simülakr ve Simülasyon, Dokuz Eylül yay. İzmir
Baudrillard, J., 2002, Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm, Boğaziçi Üniversitesi
yay. İstanbul.
Bauman, Z., 1999, Küreselleşme, Ayrıntı yay. İstanbul.
Bauman, Z., 2000, Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları, Ayrıntı, Yay. İstanbul
Bocock, R., 1997, Tüketim, Dost yay., Ankara
Brown, L. R., 2003, Eko-Ekonomi, Tema yay, İstanbul.
Cohen, D., 2000,
İstanbul.
Dünyanın Zenginliği Ulusların Fakirliği,
İletişim Yay.
Çukurçayır, M. A., 2003, Küresel Sistemde; Siyaset, Yönetim, Ekonomi, Çizgi
yay, Konya.
Davis, F., 1997, Moda, Kültür ve Kimlik, Y. K. Y., İstanbul
Doğanay, H., 1993, Coğrafya’da Metodoloji, M. E. B. yay., İstanbul
Douglas, M-Isherwood, B., 1999, Tüketimin Antropolojisi, Dost yay., Ankara
Ellwood, W., 2002, Küreselleşmeyi Anlama Kılavuzu, Metis Yay, İstanbul
Fay, B., 2001, Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi, Ayrıntı yay. İstanbul
Featherstone, M.,
İstanbul
1996, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, Ayrıntı yay.
Giddens, A., 2000, Elimizden Kaçıp Giden Dünya, Alfa Yay, İstanbul
Godrej, D. 2003, Küresel İklim Değişimi, Metis yay, İstanbul
Güney, E., 1997, Çevre Sorunları, Bizim gençlik yay. No:17, Kayseri
Hertsgaarrd, M., 2001, Yeryüzü Gezgini, Tema yay., İstanbul
Hırst, P-Thompson, G., 1996, Küreselleşme Sorgulanıyor, Dost Yay. Ankara
Kadıoğlu, M., 2001, Bildiğimiz Havların Sonu, Güncel yayıncılık, İstanbul
Kaplan, A., 1999, Küresel Çevre Sorunları ve Felaketleri, Mülkiyeliler Birliği
Vakfı yay., Tezler Dizisi:3, Ankara
Keleş, R-Hamamcı, C., Çevrebilim, İmge Yay., Ankara
Kışlalıoğlu, M-Berkes, F., 1997, Çevre ve Ekoloji, Remzi Kitapevi, İstanbul
Morin, E. -Kern, A. B., 2001, Dünya Vatan, İletişim yay. İstanbul
Odabaşı, Y., 1999, Tüketim Kültürü, Sistem yay. İstanbul
Önder, T., 2003, Ekoloji, Toplum ve Siyaset, Odak Yay, Ankara
Özey, R., 2001, Çevre Sorunları, Aktif Yay. İstanbul
Özey, R., 2001, Günümüz Dünya Sorunları, Aktif Yay. İstanbul
Pontıng, C., 2000, Dünyanın Yeşil Tarihi, Sabancı Üniversitesi Yay., İstanbul.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
48
Roodmen, D., M., 2001, Borç Krizin Bitirmek, Dünyanın Durumu-2001 Tema
yay. İstanbul.
Ritzer, G., 2000, Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek, Ayrıntı yay. İstanbul.
Şahin, C-Sipahioğlu, Ş., 2002, Doğal Afetler ve Türkiye, Gündüz Eğitim ve
Yayıncılık, Ankara
Skousen, M., 2003, Modern İktisadın İnşası, Liberte Yay. Ankara.
Subaşı, N., 2003-2004, Kültürel Mirasın çeşitliliği ve Seçicilik Sorunu, DoğuBatı Dergisi, Yıl-7, Sayı-25, Ankara
Şişli, M. N., 1999, Ekoloji, Gazi Kitapevi, Ankara
Tümertekin, E. -Özgüç, N., 1997, Ekonomik Coğrafya, Çantay yay. İstanbul
Virilio, P., 2003, Enformasyon Bombası, Metis yay, İstanbul
Urry, J. 1999, Mekanları Tüketmek, Ayrıntı yay. İstanbul
Wallerstein, İ., (Gulbekıan Komisyonu), (1998), Sosyal Bilimleri Açın, Metis
yay. İstanbul
Wallerstein, İ., 2004, 21. YY’da Siyaset, Aram Yay., İstanbul
Yan, Y., 2003, Yönetimli Küreselleşme, Bir küre Bin Bir Küreselleşme, Kitap
yayınevi, İstanbul
Yıldız, K. -Sipahioğlu, Ş. -Yılmaz, M., 2000, Çevre Bilimi, Gündüz Eğitim ve
Yay. Ankara.
Yılmaz, A., 2004, İkinci Küreselleşme Dalgası, Vadi Yay., Ankara
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
49
BÖLÜM PLANI
YANLIŞ ARAZİ KULLANIMI
Dr. Ali Ekber GÜLERSOY
Dokuz Eylül Üniversitesi, Buca Eğitim Fakültesi, Sosyal Bilgiler Eğitimi
Anabilim Dalı
[email protected]
AMAÇLAR: Bu bölümü çalıştıktan sonra yanlış arazi kullanımı hakkında bilgi
sahibi olacaksınız. Ayrıca yanlış arazi kullanımının kısa tarihçesi, dünyada ve
ülkemizde hâlihazır arazi kullanım durumu, yanlış arazi kullanımının nedenleri ve
süreçleri, sonuçlarını inceleyecek ve arazilerin nasıl kullanılması gerektiği hakkında
özlü bilgiler öğreneceksiniz.
İÇİNDEKİLER:
YANLIŞ ARAZİ KULLANIMI
1) GİRİŞ
2) GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ARAZİ KULLANIMINA BİR BAKIŞ
Antik Çağda Yanlış Arazi Kullanımı
Sanayi Devrimi Sonrası Yanlış Arazi Kullanımı
3) DÜNYA’DA ve TÜRKİYE’DE ARAZİ KULLANIMINA GENEL BİR BAKIŞ
4) YANLIŞ ARAZİ KULLANIMININ NEDENLERİ ve SÜREÇLERİ
Yanlış Arazi Kullanımının Genel Olarak Nedenleri
Yanlış Arazi Kullanımının Süreçleri
A) Yanlış Arazi Kullanımının Fiziksel Süreçleri
B) Yanlış Arazi Kullanımının Kimyasal Süreçleri
C) Yanlış Arazi Kullanımının Biyolojik Süreçleri
5) YANLIŞ ARAZİ KULLANIMININ SONUÇLARI
6) İDEAL ARAZİ KULLANIMI (Arazi Yetenek Sınıflandırması)
7) SONUÇ-TARTIŞMA
8) KAYNAKLAR
ÇALIŞMA ÖNERİLERİ: Bu bölümü çalışırken elinizin altında herhangi bir
coğrafya, doğa bilimleri sözlüğü olmalı, konular okunurken harita ve atlasla birlikte
çalışılmalıdır.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
50
YANLIŞ ARAZİ KULLANIMI
Yanlış arazi kullanımı başlığı altında ele aldığımız bu çalışmada, kavramsal
açıklamalar ardından, arazi kullanımının tarihsel geçmişi ele alınmış devamında dünyada ve
ülkemizde arazi kullanım durumuna kısaca değinilmiştir. Bu açıklamalar ardından yanlış arazi
kullanımının nedenleri ve süreçleri açıklanmaya çalışılmış, akabinde yanlış arazi kullanımının
sonuçları global ölçekte belirtilip ideal arazi kullanım planlaması (arazi kabiliyet
sınıflandırması) hakkında özlü bilgiler verilmiştir.
Doğal ortamın arz ettiği doğal kaynaklar, sonsuz insan ihtiyaçları ve artan nüfus
karşısında yetersiz kalmaktadır. Malthus’un değindiği gibi aritmetik dizi şeklinde artan doğal
kaynaklar, geometrik dizi şeklinde artan nüfusu ve insan ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır.
Başka bir deyişle “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” mantığı ile hareket eden kapitalist
ekonomik modelin “sürekli tüketim” ve “doğal kaynakların sürekli işlenmesi gerektiği”
mantığı doğal kaynakların dejenerasyonunu hızlandırmıştır.
Ekosistemi oluşturan canlı ve cansız unsurlar arasındaki enerji ve madde dolaşımı
insan ve faaliyetleri sonucunda sekteye uğramaktadır. Günümüzde, “Çevre Sorunları” başlığı
altında incelenen enerji-madde dolaşımının bozulması, insanlığı ve bütün dünyayı tehdit
edecek boyutlara ulaşmıştır.
Şekil 1: Ekosistem unsurları
Ekosistemin en önemli unsurlarından olan toprak, yenilenememesi ve insan ve canlı
yaşamının vazgeçilmez mekânı olması yanında, primer vejetatif üretimin, otçul, etçil
canlıların yaşamını sürdürmesini ifade eden besin zincirinin de devamını sağlaması açısından
oldukça önemlidir (Şekil 1).
Diğer doğal ortam unsurları içerisinde toprak, alınıp satılabilmesi, rant edilebilmesi
açısından daha ciddi sorunlarla yüzleşmektedir.
Yüzeysel bakımdan arazi kavramını karşılayan toprak ve anamateryal özellikleri,
küresel, bölgesel ve yerel ölçekte etüt edilmeli ve disiplinlerarası bir yaklaşımla korumakullanma-geliştirme prensipleri çerçevesinde kullanılmalıdır.
Böylesi öneme sahip olan arazi (toprak) ile ilgili genel kavramları açıklamakta yarar
vardır.
1) GİRİŞ
Yanlış arazi kullanımı arazilerin kabiliyet yeteneklerine göre kullanılmamasıdır. Başka
bir deyişle arazilerin jeolojik, jeomorfolojik (eğim, bakı vb.), vejetasyon, hidrolojik ve toprak
özelliklerinin dikkate alınmadan kullanılmasıdır. Doğal ortam potansiyelinin bilinçsiz ve aşırı
değerlendirilmesini ifade eden “yanlış arazi kullanımı”nın ortaya çıkışında nüfus baskısı
yanında siyasi otoritenin aldığı kararlar da etkili olmuştur.
Arazi: Arapça bir sözcük olup, yer ve yeryüzü anlamındaki arz sözcüğünden
türetilmiştir. Genel olarak Arz'a (Dünya’ya) ve yeryüzüne ait alanlar anlamına gelen arazi
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
51
sözcüğü, kara ve su alanlarını bütünüyle içine almaktadır. Başka bir ifadeyle arazi; iklim,
toprak, su, mineral maddeler ve canlıların fonksiyonel etkisi altında, biyo-üretken doğal bir
varlık olup, hayatın sürdürülmesi veya kolaylaştırılması için ihtiyaç duyulan pek çok şeyin
üretildiği yegâne doğal kaynaktır (Özçağlar, Tarihsiz, 1).
Arazi, doğal ortamda iklimin, hidrografyanın ve tüm canlıların etkisi altında bulunan
jeolojik-jeomorfolojik-pedolojik oluşumların tümünü kapsayan yeryüzü parçasıdır (Özçağlar,
Tarihsiz, 1). Coğrafi ve ekolojik açıdan içinde üretim süreçleri devam eden, doğal olarak
varlığını korumuş bulunan ve kültür yapılan saha. Orman arazisi, tarım arazisi gibi (Atalay,
2004: 23)
Sürdürülebilir kalkınmanın gerçekleştirilmesinde ekolojik, ekonomik ve toplumsal birçok
fonksiyonu olan arazi, sınırlı bir kaynak olup onun kullanımı bulunduğu yerin iklim, toprak,
jeolojik ve jeomorfolojik yapısı ile sınırlıdır. Doğal olaylar ve insan aktivitelerine karşı hassas
olup, dikkatsiz kullanıldığında kolayca bozulmakta ve birçok fonksiyonunu yitirmektedir.
Arazi kullanımı (land use): "doğal ortamla insan arasındaki karşılıklı etkileşimlere
bağlı olarak insanların yeryüzünden yararlanma biçimi" veya “belirli bir arazi örtü tipi
üzerinde yapılan tüm düzenlemeler, faaliyetler ve girdilerin tamamı; arazinin sosyal ve
ekonomik amaçlar için yönetim seçimi” şeklinde tanımlanmaktadır. Diğer bir deyişle belirli
bir arazi örtü tipi üzerinde yapılan tüm düzenlemeler, faaliyetler ve girdilerin tamamıdır.
Arazinin sosyal ve ekonomik amaçlar için yönetim seçimidir (yani otlatma, kereste üretimi ve
koruma gibi). (Özçağlar, Tarihsiz, 1).
Arazi kullanımı, dar anlamda araziden, özellikle topraktan tarım ve ormancılık için
yararlanma iken geniş anlamda, yerleşim alanı yapma, ulaşım için yararlanma, ticaret, sanat,
endüstri ve tatil zamanlarını değerlendirme ve hammadde kazanma dâhil olmak koşuluyla
araziden her türlü yararlanma (Çepel, 1996: 8).
Güney, arazi kullanımının sürdürülebilir kalkınma açısından önemine değinirken
“arazi kullanımı, sürdürülebilir kalkınma için, doğal kaynakları örselemeden, bozmadan
verimli, akılcı kullanma ilkeleri. Çağdaş dünyada her ülke arazi kullanımı kavramına farklı
yaklaşmaktadır. Ancak ortak olan bir yön vardır. Doğal kaynakların tüketilmeden, daha da
geliştirilerek gelecek kuşaklara miras bırakılması. Nerede tarım yapılacak; nerede hayvan
otlatılacak, neresi ormanlaştırılacak, nereye çöp dökülecek? Bunlar belirlenir. Böylece
yenilenebilir kaynaklar zarar görmez. Tarım toprakları üzerinde yeni bir kent kurulmaz; yeni
bir mahalle ortaya çıkmaz. Ağaçlandırılması gereken bir dağ eteği, yerleşmeye açılmaz. Arazi
kullanım planları büyük önem taşır ve kesinlikle uygulanır. Bu nedenle, modern dünyada
doğal afetlerin dışında, insan kaynaklı (antropojen) felaketler görülmez. Fakat Üçüncü
Dünya ülkelerinde arazi kullanımı pek önemsenmez. Sonuçta, doğal felaketler, açlık, göç,
sığınma hareketleri sürer gider.” (Güney, 2003: 29)
Arazi kullanım değişikliği (land use change): Arazinin örtüsünde değişikliğe yol
açabilecek, arazinin kullanım veya yönetiminde insanlar tarafından yapılan değişikliklerdir.
Arazi yetenek sınıflaması: Toprak bozulmasına neden olmayacak şekilde arazinin en
uygun kullanım şeklini belirlemek için kullanım ve koruma verilerini bir araya getirerek temel
toprak etütlerine ve iklim koşullarına dayalı yapılan plânlamalara yönelik arazi sınıflamasını
ifade eder.
Arazi kullanım kararı geliştirme: Bir sahadaki arazi kullanımına dair uygulamaların
geçmişini ve bugününü inceleyerek mevcut potansiyele göre gelecekte nasıl olması
gerektiğinin bilimsel çalışmalarla belirlenip somut bilgi ve verilere dayalı olarak ortaya
konulması, bir anlamda arazi kullanım planlamasının temelini oluşturmaktadır. Arazi
kullanım planlaması yapılacak alanlarda yapılan doğal ve beşeri kaynak tespiti doğrultusunda
mevcut arazi kullanımının yapılacak analizlere (SWOT) bağlı olarak en uygun şekliyle nasıl
olacağı hususunda somut öneriler sunmak “arazi kullanım kararı geliştirme” olarak
tanımlanmaktadır.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
52
Arazi kullanım plânlaması: Her ölçekte plânlamaya temel oluşturmak üzere,
toprağın ve diğer çevresel kaynakların bozulmasını önlemek için ekolojik, toplumsal ve
ekonomik şartlar gözetilerek sürdürülebilirlik ilkesine uygun, farklı arazi kullanım şekillerini
oluşturmaya yönelik toprak ve su potansiyelinin belirlenip, sistematik olarak
değerlendirilmesini ve birbirleri ile olan ilişkilerini ortaya koyan rasyonel arazi kullanım
plânlarını ifade eder.
Arazi toplulaştırması: Arazilerin doğal ve yapay etkilerle bozulmasını ve
parçalanmasını önlemek, parçalanmış arazilerde ise doğal özellikleri, kullanım bütünlüğü ve
mülkiyet hakları gözetilerek birden fazla arazi parçasının birleştirilip ekonomik, ekolojik ve
toplumsal yönden daha işlevsel yeni parsellerin oluşturulmasını ve bu parsellerin arazi
özellikleri ve alanı değerlendirilerek kullanım şekillerinin belirlenmesini, köy ve arazi gelişim
hizmetlerinin sağlanmasını ifade eder (Özçağlar, Tarihsiz, 1). Konsolidasyon (arazi
toplulaştırma), arazi yapısı, mülkiyet, altyapı yatırımları, değişik kullanım amaçları gibi
nedenlerle parçalanmış arazilerin daha üretken biçimde yönetilmesine olanak tanıyabilecek
şekilde biraraya getirilmesine yönelik iş ve işlemler bütünüdür (Güney, 2003: 29).
Yanlış arazi kullanımı: Doğal ortamın cansız öğesini oluşturan anamateryal, topoğrafya,
iklim ile canlı öğesini meydana getiren toprak, flora, fauna ve insan karşılıklı bir denge içerisindedir.
Bu denge dâhilinde düzenli olarak enerji ve madde dolaşımı olmaktadır. Ortamın potansiyelini ise
iklim özelliklerine bağlı olarak fotosentez, toprak ve su arasındaki ilişkiler belirlemektedir. Doğal
ortamlarda doğal vejetasyonun çeşitli nedenlerle ortadan kaldırılması veya tahrip edilmesi sonucu,
toprak-bitki-su arasındaki hassas denge bozulmaktadır. Özellikle kendi başına ayrı bir canlı ortam
meydana getirerek, bitkilerin beslenmesini sağlayan ve onlara durak vazifesi gören toprak; aşınmaya
ve taşınmaya uğramaktadır. Tüm canlıların hayat bulduğu toprakların erozyona uğraması, bazı
ülkelerin, uygarlıkların tarih sahnesinden silinmesine dahi yol açmıştır. Erozyon olayı, doğal denge
şartlarının son derece hassas olduğu engebeli ve yüksek dağlık alanlarda ve kurak-yarıkurak
bölgelerde kendini hemen hissettirmektedir. Aşınma sonucu tamamen çıplak kalmış ve doğal
vejetasyonu tahrip edilmiş olan sahalarda güneşten gelen enerji boşa gitmektedir. Bitkiler güneşten
gelen enerjiyi dokularında tutarak sebze, meyve, odun hammaddesi gibi çeşitli organik madde üretimi
yaparlar. Bir sahada bitki olmayınca, o sahada bitkisel üretim olmamakta, güneş enerjisi boşa
harcanmakta ayrıca eveporasyon yükselmektedir. Kısaca arazi degradasyonu, erozyon sonucu yıllık
kaybımızın parasal değeri milyarlarca liraya mal olmaktadır (Atalay, 2011: 371). Bunların yanında
yerleşim ve ikincil konut alanlarının tarım ve orman-meşe-maki alanları aleyhine gelişmesi, doğal
ortam şartları dikkate alınmadan yapılan tarımsal faaliyetler yanlış arazi kullanımının diğer
örnekleridir.
Güney, arazi yetenek sınıfının dışında arazi kullanılması olarak tanımladığı yanlış arazi
kullanımını; “VII. sınıfa giren orman alanında ya da VI. sınıfa giren otlak alanında tarım yapılması
gibi. Türkiye yanlış arazi kullanımını sancılarını, sıkıntılarını yaşayan ve ileride yaşayacak bir
ülkedir. Çukurova’nın alüvyal topraklarının sulanması ve yüksek nitelikli verim alınması için Seyhan
Barajı yapılmış; sulama kanalları çekilmiştir. Fakat aynı topraklara endüstri yapıları kondurulmuş;
böylece tarımsal verimlilik yok edilmiştir. Bu durum bütün iç ovalarda, Ege grabenlerinde ve
Trakya’da Ergene Havzası’nda da görülmekte ve önlenememektedir. Metalürji için gereksinilen bazı
cevherler; tuğla-kiremit sanayisi için kil, en verimli tarım alanlarından sağlanmaktadır. Sonuçta,
Türkiye, birçok tarım ürününü artık dışarıya satmak yerine, yakın komşularından ve uzak ülkelerden
satın almak zorunda kalmaktadır. Tarımda dışa bağlılık giderek artmaktadır” şeklinde ifade
etmektedir (Güney, 2003: 401).
Arazi bozulması (Arazi degradasyonu): 1. Doğal bitki örtüsünün tahribi ve toprakların
aşınması sonucu arazinin doğal verim gücünü kaybetmesi ve arazi kabiliyet sınıfının düşmesi. 2.
Erozyonla arazi yüzeyinin alçalması. 3. Aşırı yıkanmadan dolayı toprağın değişime uğraması (Atalay,
2004: 23).
Toprak: Çeşitli kayaların fiziksel yönden parçalanması, kimyasal olarak çözülmesi, ayrışması
sonucunda oluşan, bitkilere durak teri olan ve besin maddesi sağlayan, kara yüzeyini birkaç mm ile
birkaç m derinliğinde saran ve ayrıca bünyesinde solucandan bakterilere varıncaya kadar çeşitli toprak
flora ve faunası barındıran canlı bir ortamdır (Atalay 2006: 1).
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
53
2) GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ARAZİ KULLANIMINA BİR BAKIŞ
İnsanoğlu 1,5-2 milyon yıllık serüveni boyunca doğal ortamı tanımaya ve yaşamını
sürdürebilmek için ondan yararlanmaya çalışmıştır. 70 000 yıl kadar önce insanların (Homo
sapiens) Doğu Afrika Göller Yöresi’nden dünyaya yayılmaları doğal peyzajın kültürel
peyzaja dönüşmesinin ilk habercisidir. İnsanın topluluk olarak yaşaması, en büyük
ekosistemde yani yerküre üzerinde geniş ölçekte değişikliklere neden olmuştur. Neolitik
döneme kadar büyük ölçüde avcılık-toplayıcılıkla yaşamını sürdüren insan toplulukları
yaklaşık 10-12 000 yıl önce yabani bitkilerin ve hayvanların ehlîleştirilmesi ile toprağa
bağlanmış (Birinci Tarım Devrimi: Bitkilerin ve hayvanların ehlileştirilmesi, M.Ö. 70008000), başka bir deyişle yerleşik yaşama geçmiştir (Doğanay, 2007: 12-19; Tümertekin &
Özgüç, 2012: 125). Sedanter yaşama geçilen Neolitik dönemden bu yana insanoğlu, doğal
ortamın önemli bileşenlerinden biri olan toprağı (araziyi) ve üzerinde/altında yer alan
kaynakları kendi yararına kullanmaya başlamıştır. Yerleşik yaşama geçişle birlikte tarım ve
hayvancılık faaliyetleri hızlanmış uygun yerlerde köyler, kentler kurulmuştur. Bu süreçte
doğal kaynaklar değişik ihtiyaçlar için kullanılmış niteliği ve niceliği değiştirilmiştir.
Önceleri insanın ekosistemlere müdahalesi orman alanlarını çeşitli ihtiyaç ve tarım
alanı açma amacıyla tahrip etmesi şeklinde iken, nüfusun henüz etkili bir şekilde artmış
olmamasından dolayı insanoğlu çevreyi etkilemekten çok, çevreden etkilenen bir pozisyonda
idi. Ancak insanoğlu, iklim ve coğrafi şartların optimum olduğu sahalarda sosyal, ekonomik
ve kültürel faaliyetlerini geliştirme imkanı bulunca, artan nüfusa bağlı olarak sınırlı
bölgelerde oldukça etkili müdahalelerde bulunmaya başladı. Bol debili akarsuların
kenarlarında veya denize döküldükleri kısımlarda, verimli alüvyal sahalar hızlı nüfus artışına
sahne olurken genellikle liman özelliği taşıyan koy ve körfezlere açılan bu bölgeler,
günümüzden yaklaşık 5000-4000 yıl kadar önce şehir devletleri ve çeşitli uygarlıkların ulaşım
yoluyla birbirleriyle ticaret yaptıkları alanlar haline geldi. Böylece kapalı ekonomi sistemleri,
hızlı bir değişimle çeşitli uygarlıkların kültürel ve ticari alışverişlerinin sağlandığı, etki
alanları genişleyen bir biçime dönüşmeye başladı. Bu şekilde ticari mal üretimi için doğal
kaynakların kullanımı da hızla arttı. Artan yerel nüfusun ve uzak alanların taleplerine yönelik
olarak doğal kaynak kullanımı, sınırlı alanlarda belirgin değişimlerle kendini hissettirdi. Öyle
ki, son 10 bin yıllık dönemi kapsayan "Holosen"in başlarından ortalarına kadar devam eden
bol yağışlı "Klimatik Optimum" devresinde artan nüfusun tarım alanı açma, gemi yapımı ve
seramik eşya vb. yapımı gibi çeşitli amaçlarına yönelik orman alanlarının tahribi, erozyonun
şiddetlenmesine yol açtı (Semenderoğlu, 1992: 15).
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
54
Şekil 2: 8000 yıl öncesinden günümüze ve 20 yıl sonrasına dünya arazi kullanımında
(doğal vejetasyon alanları aleyhine) görülen değişim.
Kaynak: http://maptd.com adresinden yararlanılarak hazırlanmıştır.
Antik Çağda Yanlış Arazi Kullanımı:
Günümüzden 7000 yıl önce ortaya çıkan “yer değiştirmeli tarım” faaliyetleri orman
alanlarının hızla tahribatına neden olmuştur. Bunun yanında 6000 yıl önce tekerleğin icadı ve
madenlerin kullanılmaya başlanması da doğal ortam-arazi kullanım faaliyetleri etkileşiminde
önemli dönüm noktalarıdır. 5000 yıl önce, orman alanlarının aleyhine, ateşin arazi açmak için
kullanılması, küllere tokum ekmeye ve açılan arazide oluşturulan çayırlarda hayvanların
otlatılmaya başlanması arazi kullanımı açısından bir diğer kırılma noktasıdır. Esas itibariyle
yerleşik yaşama geçişle birlikte “Çevresel Dönüşüm” süreci de başlamıştır (Tümertekin &
Özgüç, 2011: 512; Tümertekin & Özgüç, 2012: 129).
Mezopotamya, Mısır, Çin ve Orta Amerika bölgeleri tarımın yeryüzünde ilk geliştiği
ve buna bağlı olarak ilk uygarlıkların oluştuğu alanların başında gelmektedir. Nitekim bu
alanlardaki Neolitik yerleşmeler, verimli toprakları, zengin su kaynakları ile tarıma en
elverişli yörelerde kurulmuştur. Tarım toplumu öncesinde belli topluluklar halinde yaşayan
insanlar, kötü hava koşulları karşısında büyük kayıplar ve zorluklar yaşamışlar, buna karşılık
iyi günlerde zenginleşmişler ve nüfusları avcılık-toplayıcılık faaliyetleriyle geçinemeyecek
boyutlara ulaşmıştır. Hızla artan nüfusun beslenmesi, yaşadıkları çevrede kuraklık ve aşırı
soğuklar gibi doğa olaylarına karşı yiyecek sıkıntısı yaşamamak ve doğal çevredeki
avcılardan korunmak için yerleşik hayat, insanlık için bir dönüm noktası olmuştur. İlk
çiftçiler, ekinlere bakmak ve ürünleri toplamak için belli bir yere bağlanmışlardır
(Montogomery, 2010: 42-43).
Yerleşik hayata geçtikleri alanlarda elde ettikleri tarımsal başarılar, insanların
hayatlarını kısa sürede değiştirmiş ve yavaş yavaş yeryüzünde bildiğimiz ilk uygarlıkların
temeli atılmaya başlanmıştır. Yukarıda belirtildiği gibi ilk uygarlıklar verimli topraklarda
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
55
doğmuştur. Verimli topraklarda doğan bu uygarlıkların çöküşünde yanlış arazi kullanımı en
önemli rolü üstlenmiştir. Bu bilgiler çerçevesinde ilk uygarlıklarda arazi kullanımı ve erozyon
konusuna değinmekte yarar vardır.
En önemli neolitik tarım merkezleri;
1. 10000-9000 yıl önce Suriye-Filistin’de oluşan ve kolayca Verimli Hilal’e yayılan
Yakın Doğu merkezi, bu merkezlerin en önemlileri Mezopotamya ve Mısır’dır.
2. 9000-4000 yıl önce Orta Amerika tarım merkezi,
3. İlk olarak 8500 yıl önce Kuzey Çin’de, Sarı Irmak’ın orta havzasında oluşan, daha
sonra, 8000-6000 yıl önce kuzeydoğu ve güneydoğuya doğru yayılan Çin merkezi (Mazoyer
& Roudart 2010: 89’a göre Sönmez, 2011: 715).
Mezopotamya’nın da içinde bulunduğu Yakın Doğu bölgesi, üç tarafı dağlarla
çevrilmiş bir hilal şeklindedir. Verimli toprakları ve zengin su kaynaklarına sahip olan bu
bölgeye, aynı zamanda bereketli, verimli hilal anlamına gelen “Münbit Hilal” de
denilmektedir. Kuzeyi dağlık olan bölgenin güney kesimleri ise düz bir ova karakterindedir.
Bölgenin güneye göre serin, kuzeye göre ise sıcak olması, su kaynaklarının bolluğu, yörenin
insanlar için sürekli bir yaşam alanı olmasında etkili olmuştur. Nitekim yeryüzünde bilinen ilk
tarım toplumu, Zağros Dağları’nın yamaçlarında, bugünkü İran ve Irak arasında kalan
arazilerde yani Mezopotamya’da ortaya çıktığı bilinmektedir (Montgomery, 2010: 38).
Mezopotamya’nın bilinen ilk çiftçileri Sümerlerdir. Buradaki ilk çiftçiler kanallar
açmayı öğrenmiş, böylece ırmak taşkınlarında önce suyu tarlalara doğru yönlendirebilmiş,
sonra da toprakta tuz birikmesine engel olmak için tarlalardaki suyu boşaltabilmişlerdir.
Irmakların uzağındaki tarım arazilerine su taşımak amacıyla kanal ağını yavaş yavaş
genişletmişlerdir (Davis, 2010’a göre Sönmez, 2011: 716). Hızla artan üretim sayesinde, boş
zaman artmış, iş bölümü genişlemeye başlamış ve ilk ticari faaliyetler ortaya çıkmıştır.
Üretimin arttırılmasına yönelik planlamaların yapılması, tarımsal aletlerin üretilmesi,
kanalların tasarlanması ve elde edilen artı ürünün korunması gibi gereksinimler belli bir
denetim, düzen ve yönetimin oluşmasını sağlamıştır. Böylece Mezopotamya’daki ilk tarım
yerleşmeleri zamanla büyüyerek önce büyük köylere ve daha sonra Sümer kent devletlerine
dönüşmüştür.
Bilindiği gibi, eğer sulama suyuyla taşınan tuz tarlada birikirse, bitkiler suyu daha
güçlükle emebilmekte, toprağın dokusu zarar görmekte, verimlilik ve hâsıla düşmekte ve
arazinin terk edilmesi gerekmektedir. Sümer’de tuz birikimi, ilk başlarda, sulama sınırlanarak
ve arazi dönüşümlü ekilip-biçilerek kontrol altında tutulmuştur. Fakat savaşlar ve arazi
üzerindeki nüfus baskısı aşırı sulama ve sürekli ekim zorunluluğunu doğurmuştur. Bu
uygulamalar da M.Ö. 2400 ile 1700 yılları arasında tuzlanmayı arttırmış ve Sümer’in
düşüşünde nedensel faktör olmuştur. Önceleri az tuzlu topraklarda arpa kültürü yapan
insanlar, tuzlanmanın (çoraklaşma) ilerlemesi ile Yukarı Mezopotamya'ya çekilmek zorunda
kalmışlardır (Tümertekin & Özgüç, 2011: 528-529; Semenderoğlu, 1992: 15). Defalarca
yağmalanan ve tekrar inşa edilen Babil, tarlaların sulanması çok güçleşince terk edilmiştir.
Binlerce yıl sonra, eski sulama kanallarının hala 10 metre yükseklikte alüvyon ile dolu
olduğunu görmek mümkündür. Basra Körfezi’ne akan nehirlerin taşıdığı alüvyon, Sümer
devrinden beri, her yıl ortalama olarak 30 metre yeni arazi oluşturmuştur. Bir zamanların
liman kenti olan ve İbrahim Peygamber’in doğduğu yer olarak bilinen Ur kentinin harabeleri
şimdi denizden 240 kilometre içeride bulunmaktadır (Montgomery, 2010: 49-50, Atalay,
2011: 313).
Benzer olaylar M.Ö. 2000 yıllarda Lübnan’da da yaşanmıştır. Çöllerden Akdeniz
kıyısına gelip kıyı ovalarındaki dar tarım arazilerine yerleşen Fenikeliler, tarıma uygun düz
alanların çok az olduğu sedir ormanlarıyla kaplı bölgede Mezopotamya tarımının
yöntemlerini uygulamıştır. Düz araziler yetersiz gelince, Fenikeliler, yeni tarım alanı açmak
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
56
ve kereste elde etmek için yamaçlardaki ağaçları kesmişlerdir. Böylece tarım yamaçlara
yayılmaya başlamış ve yörede sedir ormanlarının tahribiyle erozyon hız kazanmıştır
(Montogomery 2010: 91-92; Lowdermilk 2000: 18-19). Buna rağmen, M.Ö. 1000 yıllarına
doğru Lübnan hala doğal potansiyelini korumuştur. Tevrat’ta vaat edilen Kenan Ülkesi olarak
nitelenen bu topraklara gelip yamaçlara yerleşen İsrailliler, ormanları tarıma açarak,
çevredekiler ne yetiştiriyorsa aynı yöntemlerle yetiştirmeye başlamışlar ve böylece kısa
sürede verim alınarak önemli bir uygarlığın oluşumunu sağlamışlardır. Söz konusu topraklar
yeni tarım araçlarıyla yoğun kullanılmış ve felaket boyutlarda erozyon meydana gelmiştir.
Binlerce yılda oluşan orman topraklarıyla birlikte sedir ormanları da yok olmuştur
(Montogomery, 2010: 94; Lowdermilk, 2000: 17-20).
Günümüzden yaklaşık 4000-5000 yıl kadar önce bugünkü Filistin topraklarında
bulunan Petra şehri, yörede aşırı şekilde keçi otlatılması sonucu doğal dengenin bozulması ile
yıkılmıştır (Atalay, 2011: 313).
Akdeniz'in kuzey kesimi ile ülkemizin Ege ve Akdeniz kıyılarını kapsayan kıyı
bölgelerinde çok kısa sayılabilecek bir zaman aralığında akarsu kenarlarında ve nehirlerin
ağız kısımlarında oldukça kalın alüvyal klastik malzeme birikimleri saptanmıştır. Hatta
akarsuların denize döküldükleri verimli alüvyal sahalarda yer alan deltalarda gelişen kentlerin
(Efes, Milet gibi) hızlı alüvyal birikim sonucunda kara içinde kalmaları ve liman özelliklerini
kaybetmeleri nedeniyle değerlerini yitirmelerinde bu durumun da etkili olduğu sanılmaktadır
(Semenderoğlu, 1992: 15).
İnsanoğlu doğal ortamı daha esaslı olarak 3000-4000 yıl önceden itibaren bozmaya
başlamıştır. Anadolu'da Beyşehir gölü civarında etkileri net olarak bilinen bu dönem
"Beyşehir Occupation Phase" olarak bilimsel literatüre geçmiştir ve dünyanın diğer
bölgelerinde tarihi devirler içinde saptanan doğal ortam bozulması örnekleri artık "Beyşehir
Occupation Phase" ile karşılaştırılmaktadır (Atalay, 2011: 313).
Sulamalı tarım Mezopotamya’da olduğu gibi eski Mısır’ın da artık ürünlerini ve
toplumsal organizasyonunun temelini oluşturmuştur. Nil Nehri’nin taşması o kadar yumuşak,
zaman ve büyüme mevsimiyle o denli uyum içerisinde olmuştur ki, bu nedenle Heredot
Mısır’ı “Nil’in hediyesi” olarak nitelendirmiştir (Brown, 1979’a göre Sönmez, 2011: 716).
Gerçekten de Nil’in taşkın ovası sürdürülebilir tarım için idealdi. Sümer tarımının tuzlanmaya
yenik düşmesine karşın, Mısır tarımı 7 bin yıl boyunca önce firavunları, sonra Roma
İmparatorluğu’nu ve Arap uygarlıklarını yaşatmayı başarmıştı. Bunun sırrı, Nil’in yaşam
bağışlayan taşkınlarının tarlalara çok az tuz ve çok zengin alüvyon taşımasıydı (Montgomery,
2010: 52).
Çin’in ilk yerleşik tarımcı köy kalıntıları (yontma taş devri), süslü çömlekleriyle
bilinen Yang Shao uygarlığına aittir. Bu köyler, Orta Sarı Irmak’ın (Huangho) kısmen kuru
yüksek taraçalarındaki löslü topraklarda kurulmuştur. En eskileri günümüzden 8500 yıl
öncesine dayanır ve Kuzey Çin merkezinin kurulduğu Henan’da bulunur. Bu merkez daha
sonra Şanşi’de (günümüzden 7000 yıl önceki Yang Shao köyleri) kuzeydoğuya, Gansu’da
(6500 yıl önce) doğuya ve Hebei’de (6000 yıl önce) güneydoğuya doğru yayılacaktır
(Mazoyer & Roudart, 2010’a göre Sönmez, 2011: 717). Sulama projeleri Çin’de de
uygulanmış ve önemli başarılar elde edilmiştir. Nitekim bunun bir neticesi olarak Çin
uygarlığı doğmuş ve tarımsal üretimin en yüksek olduğu dönemlerde sosyal, ekonomik ve
kültürel anlamda bir altın çağ yaşanmıştır. XX. yüzyılın başlarında aynı bölgede tarıma
elverişli olmayan toprakların fazlalığı, Richthofen ve Hungtington tarafından iklimdeki sık
değişimler ve kuraklığa bağlansa da Lowdermilk (2000) “Toprağın 7000 Yıllık Öyküsü” adlı
çalışmasında, bu durumun nedeni olarak aşırı tahribata dikkat çekmektedir. Lowdermilk, bitki
örtüsü tahrip edilip tarıma açılmış ve bugün erozyon yüzünden kullanılamayan bu sahalar ile
tapınak ormanlarının bulunduğu alanlarda erozyon ölçümleri yaparak birbirleriyle
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
57
karşılaştırmıştır. Elde edilen verilere göre, tahrip edilen alanlardaki erozyon, korunmuş
alanlara göre daha fazla olmuştur. Dolayısıyla doğal şartlarda kendi kendine yetebilen bu
topraklar insanların çevreyi aşırı tahribatı nedeniyle verimsizleşmeye başlamış, Çin’in bu
bölgesinde yozlaşma ve çöküş dönemi baş göstermiştir (Lowdermilk, 2000: 22).
Anadolu da 400 000 yıl önceye giden yerleşim tarihi boyunca yoğun arazi kullanımına
sahne olmuştur. Yerleşik yaşama geçişle hızlanan arazi degradasyonu Anadolu doğal bitki
örtüsünün büyük ölçüde tahrip olmasına neden olmuştur. Nitekim Van Gölü çevresinde
dönemin en gelişmiş uygarlığını yaratan Urartular, Asurların istilâ ve baskınları nedeniyle
çökme sürecine girmiş ve bu dönemde sık meşe ormanları ile kaplı olan Van yöresi, önemli
ölçüde tahrip edilmiştir. Nitekim Asur kralının diktiği kitabe üzerinde yer alan “güzel
fidanlıkları dağıttım, üzüm bağlarını geniş ölçüde tahrip eyledim, sazlık kadar sık ormanlıkları
kestirdim..” ibaresi bu durumu açıkça ortaya koymaktadır (Atalay, 1989: 93).
M.S. 1. yüzyılda Meksika’nın Teotihuacan kentinin ve Peru’nun kıyı bölgesindeki ilk
şehir devletlerinin çöküşünün, aşırı sulama ve buna bağlı olarak tarımsal sistemin bozulması
olduğu tahmin edilmektedir (Özey, 2001: 29).
Roma İmparatorluğu döneminde M.Ö. 300 yıllarında İtalya ve Sicilya bütünüyle
ormanlık alanlarla kaplı iken, artan toprak ve kereste talebi ormanların hızla tahrip olmasına
dolayısıyla erozyonun hızlanmasına neden olmuştur. Sediment yükü artan akarsular
limanların işlevlerini kaybetmesine yol açmıştır (Güney İtalya’da ki Paestum Limanı gibi).
Yine bu dönemde yoğun bir tahribata sahne olan Kuzey Afrika, çöl alanı haline gelmiş,
Anadolu Yarımadası’nın doğal kaynakları da aşırı kullanılmıştır (Özey, 2001: 28).
M.S. 700-1300 yılları arasında tarım alanlarında demir sabanın kullanımı, atın
kullanımı, üçlü ve dörtlü rotasyon sistemi “İkinci Tarım Devrimi” olarak nitelenmektedir
(Tümertekin & Özgüç, 2012: 131). Bu süreç arazi kullanımı açısından büyük bir dönüşümü
ifade etmektedir. M.S. 500-1000 yılları arasında Batı ve Kuzey Avrupa’da ormanlar tahrip
edilmiş, şehirler-kasabalar kurulmuş ve nüfus yaklaşık üç katına çıkmıştır. Bu dönemde
Avrupalı köylülerin tarıma uygun olmayan arazilerde, elverişsiz iklim şartları altında yetersiz
aletlerle tahıl yetiştirmesi, hayatta kalma mücadelesi yanında büyük arazi sahiplerinin
(ağaların) ve ayrıcalıklı din adamlarının bitmeyen taleplerinin karşılamasıyla ilgiliydi. Kuzey
Avrupa’da demir sabanın ve atın tarımda kullanılmaya başlanması, büyük yerleşmelerin
yakınındaki hamlet 38lerin terkedilmesine 100’den fazla ailenin yaşadığı köylerin artmasına
neden olmuştur. Bu yer değiştirme süreci kırlardan şehirsel yaşama geçişin temelini atmıştır.
Söz konusu süreç ormansızlaşmanın hızlanmasına, yerleşim birimlerinin irileşmesine,
yenilerinin ortaya çıkmasına ve nüfusun hızla artmasına neden olmuştur.
Avrupa’da doğal ortama kitlesel saldırının ilk aşaması 21. yüzyılda başlamıştır. Bu
dönemde köylüler mevcut köylerin çevresinde tarım yapılan alanları genişletmeye, diğer
köylülerle ortak kullanılan otlakları tarım alanına dönüştürmeye başladılar. Ormanlık
alanlarda odun kömürü yapanlar, çobanlar, demirciler büyük bir tahribat süreci
başlatmışlardır. Avrupa’nın doğal yapısının bozulmasındaki ikinci aşama seçkin toplumsal
liderlerin örgütlediği yerleşmeci grupların yeni köyler kurmasıdır. Bu bozulma sürecinin
üçüncü ve son aşaması yeni köylerde ve dağınık çiftliklerde yaşayanların boş arazileri
doldurmasıdır (Tümertekin & Özgüç, 2011: 512-513).
İspanya’da Ortaçağ’ın en güçlü loncalarından biri olan Mesta’nın devasa koyun
sürüleri, aşırı otlatma sonucunda, ülkenin büyük bir bölümünde düşük kaliteli otlarla kaplı
geniş arazilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur (Özey, 2001: 28).
Tek tek konutların belirli bir amaç çerçevesinde bir araya geldiği, evlerin ve konut olmayan yapıların bir arada
örgütlendiği yerleşmeler çeşitli tiptedir. Bunların, bir düzine kadar bina içeren en küçüklerine İngiltere ve A.B.D.
gibi ülkelerde hamlet denilir (Tümertekin & Özgüç, 2011: 381).
38
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
58
Böylesi bir süreç arazi degradasyonunu da hızlandırmıştır. Nitekim XIV. yüzyılda
Avrupa’da baş gösteren kıtlığın temel sebeplerinden biri tarım topraklarının verimsiz olması
ve erozyonun yüksek boyutlara ulaşmasıdır. Bu dönemde Avrupa’da önemli tarım toprakları
kilisenin elinde bulunmaktaydı. Bu nedenle halk ormanları keserek veya mera alanlarını çitle
çevirerek tarıma uygun olmayan marjinal toprakları ekip-biçmeye başlamıştır. Aynı dönemde
iklimdeki soğumanın etkisiyle zaten düşük olan tarımsal verim hızla düşmüş ve halkın büyük
kısmı yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalmıştır. İngiltere’de köylerin yaklaşık % 20’si
(belgelenen terk edilmiş köy sayısı 2263), Almanya da 170 000 köyün 40 000’i (yaklaşık %
24) bu dönemde terk edilmiştir (Gimpel, 2005’e göre Sönmez, 2011: 717).
Sanayi Devrimi Sonrası Yanlış Arazi Kullanımı:
Esas itibariyle doğal ortamın ve içerdiği zenginliklerin yoğun olarak kullanılmaya
başlanması kolonyal (sömürgeci=yayılmacı) Coğrafî Keşifler’le (15-16. yy arası) başlamış,
Sanayi Devrimi (1760) ile de hız kazanmıştır. Kömür, su (su buharı), demir üçlüsü işbirliği ile
el emeğinin yerini atölyeler, lokomotifler vb. almış, doğal ortam yoğun olarak kullanılmaya
ve değiştirilmeye başlanmıştır. Doğal ortamın değişimindeki ikinci kırılma noktası, “Bilimsel
dönüşüm” süreci olarak nitelenen Sanayi Devrimi’dir. Bu süreçte araziler geniş bir alanda
yoğun olarak kullanılmaya başlanmıştır. O güne kadar geçimlik ve ticari tarım faaliyetleri
yapılan araziler sanayi faaliyetleri için kullanılmaya başlanmıştır. Arazi kullanımında bir
dönüşüm sürecini ifade eden Sanayi Devrimi, tarımdaki ilerlemeler (makineleşme vb.)
yanında ticari tarımın arazi kullanımında ön plana geçmesini ve dev tarlaların ortaya
çıkmasını sağlamıştır.
Sanayi Devrimi’ne kadar nüfus artışı, çevrede global ölçekte köklü değişimlere yol
açacak şekilde hızlı tırmanma göstermemiştir. Endüstri ve kültür çağının başlarına kadar
henüz dünyanın geniş bölgeleri boş ve seyrek durumda olduğundan insanların problem olarak
niteleyip dikkate alacakları sorunlar da henüz fark edilecek düzeyde değildi. 18. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren Endüstri Çağı'nın başlamasıyla ve sanayileşmenin yayılmasıyla
beraber hızlı nüfus artışları da olmuş, artan nüfus, göçlerle dünyanın henüz boş ve el
değmemiş doğal çevre potansiyeline sahip alanlarına dağılmıştır. Teknolojik gelişmeler o
zamana kadar yerleşmeye uygun olmayan sahaların da insan toplulukları tarafından işgaline
neden olmuş ve buralarda da nüfus hızla artmıştır. Öte yandan tıpta meydana gelen
gelişmelerle doğum/ölüm oranı da değişmiştir.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
59
Şekil 3: Dünya nüfusunun M.S. 1 yıldan 2020 yılına kadar yeryüzüne dağılışı.
Kaynak: www.cia.gov
Şekil 4: Tarih boyunca dünya nüfusunun gelişimi (solda), Sanayi Devrimi sonrası
gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde nüfus gelişimi (sağda).
Dünya nüfusu bir dönüm noktası konumundaki 1750 yılından (728.000.000) 1850
yılına kadar olan süreçte % 60,9 artışla 1.171.000.000'a ulaşmış, 1850 den 1950 yılına kadar
olan zaman aralığında ise % 113,1 artışla 2.495.000.000'a kadar ulaşırken 100 yıl içerisinde
iki katını geçmiştir. 1950'den 2010 yılına kadar 60 yıllık dönemde ise dünya nüfusu %
176,3’lük bir artışla tam bir nüfus patlaması göstererek 2.495.000.000 dan 6.894.600.000'a
tırmanmıştır. Görüldüğü gibi 1750'lere kadar büyük ölçüde doğal ortam kontrolünde olan
insan, Sanayii Devrimi’nden sonra hızla genişleyen yerleşim alanları, yollar, sanayii bölgeleri,
fabrikalar, barajlar, dev rafineriler, maden ocakları, hızla genişleyen tarım alanları vb. gibi
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
60
faaliyetleri sonucu doğal çevre ve fiziki ortamda esaslı değişimlere yol açarak çevre
ünitelerine büyük ölçüde hâkim olmuştur.
Sanayi Devrimi sonrası süreçte arz-talep dengesinin değişmesi arazi kullanımını da
şekillendirmiştir. Örneğin, 19. yüzyılın başında, Avrupa’ya ihraç için pamuk tarımı yapma
arzusu, Nil civarında yıl boyunca aşırı sulama yapılmasına neden olmuştur. Buna bağlı olarak,
binlerce yıl önce Mezopotamya’da olduğu gibi, topraklarda tuzlanma başlamıştır. Böyle
olmakla birlikte, Nil nehrine baraj yapmanın olumsuz sonuçları tuzlanma sorununu gölgede
bırakmıştır. 1964 yılında yapımına başlanan Aswan Barajı nedeniyle Nil, binlerce yıldır
genişleyen deltasına artık alüvyon taşımamakta ve delta gün geçtikçe küçülmektedir. Gerçi
baraj sayesinde çiftçiler suni sulama yaparak yılda iki üç kez ürün alabilmektedir. Ama artık
su, alüvyon değil tuz taşımaktadır. Nil deltasındaki toprakların onda birinin rekoltesi tuzlanma
yüzünden gerilemiş durumdadır. Nil’i zincirlemekle dünyadaki en güvenilir tarımsal mekânın
dengesi bozulmuştur. Yedi bin yıldır ilk defa, insanlığın en dayanıklı bahçesine sahip olan
Mısır, yiyeceğinin çoğunu ithal etmek zorunda kalmıştır (Montgomery, 2010: 54).
Doğal ekosistemlere hâkim olmak için gerçekleştirilen ağır müdahalelerle kendi içinde
dinamik bir denge halinde olan ekosistemlerin esneklik sınırı büyük ölçüde zorlanınca, doğal
ortam ile ilgili değişimler sadece alan daralması ve insanın çevre hâkimiyetini ele geçirmesi
ile kalmamıştır. "Arazi degradasyonu" gibi insan hayatını olumsuz yönde etkileyen bir dizi
sorunlar ortaya çıkmıştır. Sanayileşme ve nüfus artışı paritesi ile beraber ortaya çıkan arazinin
doğal potansiyelini yitirmesi, doğal olarak sanayileşmenin daha önce başladığı Batı Avrupa
ve Anglo-Amerika’da kendini göstermiş, kısa zamanda gelişmekte olan ülkelere de sıçramıştır
(Semenderoğlu, 1992: 16). 20. yüzyılda, özellikle ikinci yarısında yeryüzünün fiziksel
özellikleri ve fonksiyonları üzerinde insanların etkisi artık küresel bir boyut kazanmıştır.
Nitekim 1950’den günümüze, gelişmekte olan ülkelerdeki nüfus artışının yüksek olması doğal
ortam üzerindeki baskıyı daha da artırmıştır. Arazilerin yoğun ve yanlış kullanımı doğal
özelliklerini yitirmesine ve “antropojen biyom”ların oluşmasına neden olmuştur.
1960’lardan günümüze biyoteknolojinin tarımda kullanımı veya bilinen adıyla
“Üçüncü Tarım Devrimi (Yeşil Devrim)”dir. Yeşil Devrim, daha fazla ürün elde etmek
amacıyla tohum ıslahı, makineleşme, pestisit, herbisit, kimyasal gübre ve sulama gibi çeşitli
teknolojilerin tarımda kullanılmasını ifade eder. Yeşil Devrim’in olumlu sonuçları yanında
olumsuz sonuçları da vardır:
*Yüksek miktarda gübre ve pestisit kullanımı yabani ot yetişmesine ve suların
kirlenmesine neden olur,
*Aşırı sulama toprakta tuzlanmaya neden olabilmektedir. Böylece verimli tarım
alanları kaybedilmektedir,
*Kullanılan tohumlar topraktaki azotu daha fazla tükettiğinden, toprak geleneksel
tohumlara göre daha hızlı bir şekilde fakirleşmektedir,
*Traktör, tohum, gübre ve pestisit alamayan çiftçiler ya da tarım işletmeleri, 1
hektardan küçük olan toprak sahipleri genellikle fakirleşmişlerdir. Böylece zengin ve fakir
çiftçiler arasındaki uçurum Yeşil Devrim’le birlikte iyice büyümüştür (Tarım alanlarının
parçalı olması),
*Makineleşmenin yaygınlaşmasıyla daha geniş alanların tarıma açılması erozyonu
artırmıştır (Tümertekin & Özgüç, 2012: 135-136).
1980-1990 döneminde yaşanan iletişim-bilişim devrimi ve 1990’lardan günümüze
uzanan enformasyon (teknoloji) devrimi süreciyle birlikte arazi kullanım faaliyetleri farklı bir
nitelik kazanmıştır. İhtiyaçların artması ve çeşitlenmesi ile gelişen teknikler, insanın litosfer
üzerinde sınırlı olan faaliyetlerinin, hidrosfer ve atmosfer sınırları içine yayılmasını da
kolaylaştırmıştır.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
61
3) DÜNYA’DA ve TÜRKİYE’DE ARAZİ KULLANIMINA GENEL BİR BAKIŞ
Yeryüzünde karaların % 17'si çöller, % 12'si dağlar, % 29'u buzullar, daimî karlar ve
tundralardan oluşmaktadır (Doğanay, 2002: 345-346). Yeryüzünün % 25’i yerleşmeye uygun
iken karaların ancak % 15’i yerleşim alanı olarak değerlendirilir. Yerleşim alanları çevresinde
yürütülen tarım, hayvancılık, ormancılık vb. faaliyetleri dikkate alındığında yeryüzünün
yoğun bir kullanıma sahne olduğunu söylemek mümkündür.
Şekil 5: Yeryüzünün % 25’i ökümen (yerleşmeye uygun) alanlardan oluşmaktadır.
Buna karşın özellikle Sanayi Devrimi’yle birlikte karalar ve dolayısıyla denizler yoğun bir
kullanıma sahne olmuştur.
Genel olarak yeryüzünde arazi kullanımının yatay sınırı Kuzey Yarım Küre’de 80-85°
N (Kuzey), Güney Yarım Küre’de ise 60-65° S (Güney) enlemlerine kadar çıkabilmektedir.
Arazi kullanımı üst sınırında en yüksek değerlere (mutlak sınıra) ekvatoral bölgede değil,
dönenceler arasındaki kurak bölgelerde varılmaktadır. Nitekim arazi kullanımının dikey sınırı
Tropikal kuşakta 3500-4000 m olup kutuplara gidildikçe deniz seviyesine doğru
alçalmaktadır. Otlak hayvancılığına dayanan arazi kullanım şekilleri daha yükseklere
(özellikle And Dağları’nda) çıkabilmektedir. Dünyanın çatısı olarak nitelenen Tibet’te ise
ziraata dayanan arazi kullanımı en yüksek sınırı 4000 m’ye, otlaklara dayanan arazi kullanım
şekli ise 4600 m’ye kadar ulaşmaktadır. Bu sınır ülkemizde Batı Anadolu’da 1000 m’yi pek
aşmazken, Doğu Anadolu’da 2500 m’nin üzerine (Erzurum-Narman, Kürdikan köyü, 2650 m)
kadar çıkmaktadır (Tanoğlu, 1966: 66-68; Denker, 1977: 15-22; Atalay, 2011b: 71-73) .
Dünya genelinde arazilerin % 10’u tarım, % 30’u orman, % 25’i çayır-mera, % 15’i
yerleşim alanları olarak değerlendirilirken % 20’si ise kullanılmayan diğer alanlar (tarıma
elverişsiz alanlar, çıplak kayalıklar gibi) şeklindedir. Ülkemizde arazilerin % 35’i tarım, %
28’i orman, % 22’si çayır-mera, % 1’i yerleşim alanları şeklinde kullanılırken % 14’lük bir
arazi ise kullanılmayan diğer alanlardan ibarettir (www.fao.org, www.cia.gov,
www.tuik.gov.tr; 2010 yılı verileri).
Tablo 1: Dünyada ve Türkiye’de güncel arazi kullanım durumu
ARAZİ KULLANIMI (2010)*
Tarım Alanı
Orman Alanı
Çayır-Mera Alanı
Yerleşim Alanı
Diğer Alanlar
(Dağlık, bataklık, kayalık-taşlık, kumluk, su yüzeyleri vb.)
TOPLAM
DÜNYA
% 10
% 30
% 25
% 15
% 20
TÜRKİYE
% 35
% 28
% 22
%1
% 14
% 100
% 100
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
62
Kaynak: Dünya: www.fao.org, www.cia.gov; Türkiye: www.tuik.gov.tr, 2010 yılı
verileri.
Şekil 6: Dünyada ve Türkiye’de güncel arazi kullanım durumu
Kaynak: Dünya: www.fao.org, www.cia.gov; Türkiye: www.tuik.gov.tr, 2010 yılı
verileri.
Dünyada arazi kullanımının günümüzdeki görünümünü kazanmasında iklim, toprak,
topoğrafya, doğal bitki örtüsü gibi doğal ortam özellikleri yanında sosyo-ekonomik-kültürel
faktörler (gelenekler, işgücü ve ulusal-uluslararası sermaye, ulaşım ve pazarlama, rekabet,
ulusal ve küresel yasalar ve diğer düzenlemeler vb.) de etkili olmuştur. Arazi kullanımını
doğal ortam özellikleri tayin ederken sosyo-ekonomik-kültürel faktörler kontrol altına
almaktadır. Böyle olmasına karşın 21. yüzyılla birlikte hızlanan küresel baskı arazi kullanım
desenlerini oldukça değiştirmiştir.
Ülkemizde ise topraklarımızdan faydalanma oranı daha çok iklim, toprak ve yer
şekilleri özelliklerine bağlıdır. Yüksek dağlık kesimler geniş alan kaplarken arazilerimizin %
46’sında eğim değerleri % 40’dan fazla, % 80’inde çoğunda ise % 15’den fazladır (Atalay,
2011a: 19-20). Buralarda topraktan faydalanma çok kısıtlıdır. Marshall Planı çerçevesinde
yapılan yardımlarla 1950’li yıllarda başlayan ve günümüze dek uzanan tarımdaki
makineleşmenin etkisiyle çayır ve otlakların alanı daralırken, tarım alanlarımız
genişlemektedir. Bu baskı orman alanları için de söz konusudur.
Arazi kullanım türlerinin kompozisyonu ülkeden ülkeye büyük farklılık
göstermektedir. Nitekim doğal ortam içinde çok farklı arazi kullanım şekilleri ortaya
çıkabilmektedir. Başka bir anlatımla, herhangi bir alan üzerinde birden fazla kullanım olanağı
bulunabilmektedir. Ancak bu durumun doğru bir kullanım olduğunu ileri sürmek mümkün
değildir. Belirtilen durumun ortaya çıkmasında insanların kısa vadeli tercihleri etkili olmuştur.
Tarım yapılan toprakların yerleşim alanları ve ikincil konutların inşası için kullanılması,
orman alanlarının tahrip edilerek tarım ve mer’a alanı olarak kullanılması bunlara en iyi
örneklerdir. Tarım, küresel ölçekte çevresel etki açısından en önemli arazi kullanım şeklidir.
Örneğin, modern tarımsal uygulama ve teknik tarımsal üretimin niteliğini ve miktarını
değiştirmekle birlikte, doğal ortamda bir takım olumsuzluklara da yol açmaktadır. Tarımın
niteliği değiştikçe, tarımsal arazinin de niteliği de değişmektedir (Mather,1992: 65-116).
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
63
Kısaca belirtmek gerekirse, arazi kullanımı çok kompleks bir yapı olup, arazinin ne şekilde
kullanılacağı doğal ortam şartlarının belirlediği bir takım özelliklere göre şekillenmekte ve
kullanım biçiminde en son kararı insan vermektedir. Başka bir deyişle sosyal, siyasi, kültürel
nedenlerle ortaya çıkan insan kararları arazi kullanımında oldukça etkili olmaktadır.
Şekil 7: Dünya arazi kullanım haritası
Kaynak: http://www.wcs.org
Şekil 8: Türkiye arazi kullanım haritası
Kaynak: Atalay, 2011: 284’den değiştirilerek.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
64
Tablo 2: Bazı ülkelerde 2010 yılı itibariyle arazi kullanım durumu (%)
ARAZİ KULLANIMI (2010)*
ABD
Almanya
Arjantin
Avustralya
Bangladeş
Birleşik Arap Emirlikleri
Birleşik Krallık
Brezilya
Çin
Danimarka
Demokratik Kongo Cumhuriyeti
Endonezya
Finlandiya
Fransa
Gabon
Gana
Güney Afrika Cumhuriyeti
Güney Kore
Hindistan
Hollanda
İran
İspanya
İsrail
İsviçre
İtalya
Japonya
Kanada
Kazakistan
Kolombiya
Kongo
Kosta Rika
Küba
Meksika
Mısır
Nepal
Nijerya
Pakistan
Polonya
Rusya
Sao Tome ve Principe
Singapur
Suriye
Şili
Tayland
TÜRKİYE
Ukrayna
Uruguay
Venezuela
Yemen
DÜNYA
Ekili Alanlar
(%)
19
34
12
6
61
1
25
7
12
57
3
12
7
33
1
19
12
16
53
32
10
25
14
10
24
12
5
8
2
1
4
34
13
3
16
41
26
41
7
9
1
26
2
30
31
56
9
3
2
9
Dikili Alanlar
(%)
0
1
0
0
6
2
0
1
1
0
0
8
0
2
1
13
1
2
4
1
1
10
4
1
9
1
1
0
1
0
6
4
1
1
1
3
1
1
0
47
0
5
1
7
4
2
0
1
1
1
Çayır- Orman
Diğer
Mera (%) (%)
Alanlar (%)
26
22
33
14
32
19
11
41
36
19
26
49
5
11
17
4
4
89
12
15
48
23
7
62
22
22
43
6
13
24
7
22
68
6
22
52
0
20
73
18
29
18
13
0
85
22
9
37
8
10
69
1
18
63
3
23
17
25
11
31
18
7
64
21
8
36
6
7
69
28
31
30
12
31
24
0
18
69
2
58
34
1
22
69
7
35
55
29
4
66
25
14
51
25
26
11
14
39
33
0
0
96
12
25
46
10
4
42
6
2
65
10
30
18
6
38
49
1
28
15
0
3
96
3
21
45
19
22
56
2
24
37
22
28
15
14
17
11
10
6
75
20
24
52
1
54
42
25
30
35
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
Kaynak: www.fao.org, www.oecd.org, www.worldbank.org.
65
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
Şekil 9: Bazı ülkelerde 2010 yılı itibariyle arazi kullanım durumu (%)
66
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
67
Kaynak: www.fao.org, www.oecd.org, www.worldbank.org.
Arazi kullanım şekilleri ülkeden ülkeye farklılık gösterebilmektedir. Nitekim
yukarıdaki tablo incelendiğinde Bangladeş (% 61), Çin ve Danimarka (% 57), Ukrayna (%
56), Moldova (% 55), Hindistan (% 53), Ruanda (% 52) ve Macaristan (% 51) ekili alanların
geniş yer tuttuğu ülkeler olarak dikkat çekmektedir. Türkiye’de ekili alanlar toplam arazinin
% 31’ini oluşturmaktadır. Geniş nüfus kitlelerinin besin ihtiyacı yanında iklim ve toprak
özelliklerinin tarım faaliyetlerine uygun bir ortam oluşturması, ülkelerin ihracatında tarım
ürünlerinin önemli bir paya sahip olması vb. gibi nedenler ekili alanların söz konusu ülkelerde
ön plana çıkmasına neden olmuştur.
Sömürge politikaları da arazi kullanımını şekillendirebilmektedir. Nitekim dikili
alanlar içerisinde en yüksek oranla dikkat çeken (% 47) ve 500 yıl Portekiz sömürgesi altında
kalan Gine Körfezi kıyısındaki Sao Tome ve Principe’de 19. yüzyılda kakao ve kahve
plantasyonları kurulmuş ve 1908'de Sao Tome dünyanın en büyük kakao üreticisi konumuna
gelmiştir (Güner ve Ertürk, 2005: 305, www.cografya.gen.tr). Dikili alanların nispeten geniş
yer tuttuğu diğer ülkeler ise sırasıyla Komorlar (% 30), Dominika (% 21), Filistin (% 19) ve
Malezya (% 18)’dır. Bu ülkeler de uzunca bir süre sömürge olarak kullanılmıştır.
Hindistancevizi, baharat, muz, kahve ve vanilya yetiştirilen Komorlar’da Avrupalılar toplam
kullanılabilir arazinin % 35’ine sahiptir ve bunlardan sağladıkları gelirleri de dışarıya
götürmektedirler. Türkiye’de dikili alanlar toplam arazinin % 4’ünü oluşturmaktadır.
Çayır-Mera alanlarının yeryüzünde ülkelere göre dağılımı incelendiğinde şu ülkeler
dikkat çekmektedir; Suudi Arabistan (% 79), Uruguay (% 75), Moğolistan (% 74),
Kazakistan, Somali ve Güney Afrika Cumhuriyeti (% 69), Eritre (% 68), Lesotho (% 66),
Türkmenistan (% 65), Madagaskar (% 64). Suudi Arabistan’da çöl alanlarında uzanan cılız
bitki örtüsüne sahip otlaklarda Bedevî Araplar’ca sürdürülen göçebe deve ve küçükbaş
hayvancılığı yaygındır. Uruguay’da ise geniş pampalarda sığır ve koyun yetiştirilmektedir.
Türkiye’de ise çayır-mera alanları toplam arazinin % 22’sini oluşturmaktadır.
Orman alanlarının ülkelere dağılımı büyük ölçüde iklim şartlarına bağlıdır. Nitekim
orman alanlarının geniş yer tuttuğu ülkeler (Amerikan Samoası % 89, Seyşeller % 88, Gabon
% 85, Solomon Adaları % 79, Guyana % 77, Finlandiya % 73, Gine-Bissau ve Brunei
Sultanlığı % 72, İsveç, Japonya ve Bhutan % 69, Demokratik Kongo Cumhuriyeti % 68)
nemli-yarınemli kuşaklarda yer almaktadır. Japonya’da heyelanların önlenebilmesi için orman
alanları korunurken (ülke ihtiyacı ithalatla karşılanmaktadır), Finlandiya’da orman alanları
yeşil altın olarak görülmektedir. Türkiye’de ise orman alanları toplam arazinin % 28’ini
oluşturmaktadır.
Diğer alanlar başlığı altında toplanan ve kullanılmayan dağlık, bataklık, kayalık-taşlık,
kumluk, su yüzeyleri vb. gibi alanların ülkelere dağılımına bakıldığında geniş çöl alanlarının
bulunduğu Ortadoğu ülkelerinin ilk sıralarda (Mısır % 96, Umman ve Katar % 95, Kuveyt %
91, Birleşik Arap Emirlikleri % 89, Ürdün ve Bahreyn % 88) yer aldığı görülmektedir.
Singapur (% 96) kent devleti niteliğiyle hemen tamamı yerleşim alanlarından oluşan bir
ülkedir. Türkiye’de diğer alanlar toplam arazinin % 15’ini oluşturmaktadır.
Dünya genelinde tarımsal alanların % 20’sinde (306 247 290 ha) sulu tarım faaliyetleri
sürdürülmektedir. 2008 yılı verilerine göre dünyada ekili araziler içerisinde en fazla sulama
alanına sahip ülkeler sırasıyla Pakistan % 66, İran % 39, Hindistan % 32, İtalya % 18, Türkiye
% 11, Çin ve Tayland % 10, Fransa % 9, Meksika ve ABD % 6, Rusya % 2, Avustralya % 1
şeklindedir (www.fao.org). Dikili alanların % 1’lik bir yüzdeye sahip olduğu dikkate alınırsa
dünya tarım arazilerinin % 79’unda kuru tarım yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu oran ülkemizde
de nadas alanlarıyla birlikte % 79’dur. Ülkemizde dikili alanların tarım arazileri içerisindeki
payı % 10’dur (www.tuik.gov.tr).
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
68
Dünyada tarımsal alan kullanımı ürün deseni açısından irdelenirse ilk sırada % 46’lık
bir oranla tahılların (buğday %15, pirinç % 11, mısır % 10, diğer tahıllar % 10) yer aldığı
görülmektedir. Yağ çıkarılan tohumlar % 18,1’lik bir oranla ikinci, aralarında pamuğun da (%
2,3) bulunduğu gıda dışı ürünler % 6’lık bir oranla üçüncü, taneliler (bezelye, fasulye vb.) %
5,1’lik bir oranla dördüncü ve köklü-yumrulu bitkiler (daha çok patates) ise % 3,5’lik bir
oranla beşinci sıradadır (Tümertekin ve Özgüç, 2012: 137). Türkiye’de ise 2009 yılı itibariyle,
nadas alanları hariç tutulursa, toplam tarım alanları içerisinde ekili alanlar açısından ilk sırayı
tahıllar (% 78,5) alırken onu baklagiller (% 8,2), endüstri bitkileri (% 5,7), yağlı tohum
bitkileri (% 5,6) ve yumrulu bitkiler (% 2) takip etmektedir. Ürün bazında değerlendirilirse ilk
sırayı buğday (% 40) alırken onu arpa (% 15), mısır (% 2,9), ayçiçeği (% 2,8), fiğ (% 2,3),
nohut (% 2,2), pamuk (% 2,1), şekerpancarı (% 1,6), mercimek (% 1,1) ve patates (% 0,7)
izlemektedir (www.tuik.gov.tr, Güngördü, 2011:160-161).
4) YANLIŞ ARAZİ KULLANIMININ NEDENLERİ ve SÜREÇLERİ
Doğal ortamın cansız öğesini oluşturan anamateryal, topoğrafya, iklim ile canlı öğesini
meydana getiren toprak, flora, fauna ve insan karşılıklı bir denge içerisindedir. Bu denge
dâhilinde düzenli olarak enerji ve madde dolaşımı olmaktadır. Ortamın potansiyelini ise iklim
özelliklerine bağlı olarak fotosentez, toprak ve su arasındaki ilişkiler belirlemektedir. Doğal
ortamlarda doğal vejetasyonun çeşitli nedenlerle ortadan kaldırılması veya tahrip edilmesi
sonucu, toprak-bitki-su arasındaki hassas denge bozulmaktadır. Özellikle kendi başına ayrı bir
canlı ortam meydana getirerek, bitkilerin beslenmesini sağlayan ve onlara durak vazifesi
gören toprak; aşınmaya, taşınmaya, sıkışmaya, kabuklaşmaya, drenaj (yaşlık) problemi
yaşamaya, tuzlaşmaya, alkalileşmeye, asitleşmeye, kirlenmeye, verim değerini yitirmeye
uğramaktadır.
Aşağıda doğal ortam özellikleri-insan faaliyetleri ile arazi kullanımı arasındaki ilişkiler
şematik olarak gösterilmiştir. Şekilde de görüldüğü gibi arazi potansiyeline uygun olmayan
kullanım “yanlış arazi kullanımı” olarak nitelenmiştir. Yanlış arazi kullanımı süreciyle birlikte
arazi verim değerini yitirmekte başka bir deyişle “arazi degradasyonu” meydana gelmektedir.
Bu çerçevede yanlış arazi kullanımı nedenlerinin arazi degradasyonu ile ilişkilendirilerek ele
alınması daha yararlı olacaktır.
Yanlış arazi kullanımı ve onun sonucu olarak arazi degradasyonu, çeşitli nedenlerle
arazi potansiyelinin zayıflaması veya eksilmesi ile araziden yararlanmanın giderek
sınırlanması başka bir deyişle arazinin fiziksel, kimyasal ve biyolojik yönlerden bozularak
verimliliğinin yüksek bir statüden daha alçak bir statüye sürekli veya kesintili olarak
gerilemesini ifade eder.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
69
Şekil 10: Doğal ortam özellikleri-insan faaliyetleri ile arazi kullanımı arasındaki ilişkiler.
Şekil 11: Kara yüzeylerinde insan etkisi (human footprint).
Kaynak: http://geoserver.isciences.com
Yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi (kırmızı renk) insan etkisi veya insan ayakizi
(human footprint) yeryüzünün kalabalık nüfuslu alanlarında daha yoğundur. Arazilerin de
doğal potansiyeline uygun kullanılmadığı bu alanlar ekstrem ölçüde bir insan baskısı ile karşı
karşıyadır. Özellikle yarıkurak-kurak alanlarda yürütülen tarım ve hayvancılık faaliyetleri
oldukça kırılgan olan bu ekosistemlerde degradasyonu hızlandırmaktadır.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
70
Şekil 12: Yeryüzünde kırılgan ekosistemlerde yaşayan nüfusun bölgesel dağılımı, 2003.
Kaynak: www.worldbank.org
Nitekim Sahra-Altı Afrika ülkeleri nüfusunun % 39’u, Ortadoğu ve Kuzey Afrika
ülkeleri nüfusunun % 37’si, Doğu Asya ve Pasifik ülkeleri nüfusunun % 25’i, Güney Asya
ülkelerinin % 24’ü, Latin Amerika ve Karayip ülkeleri nüfuslarının % 13’ü, Doğu Avrupa ve
Orta Asya ülkeleri nüfuslarının % 12’si, OECD ülkeleri nüfuslarının % 11’i, diğer ülkelerin
nüfuslarının % 7’si oldukça hassas kullanılması gereken kırılgan ekosistemlerde yaşamaktadır
(www.worldbank.org).
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
71
Şekil 13: Global ölçekte arazi degradasyonunun başlıca nedenleri ve kıtalara göre
dağılımı (%).
Kaynak: www.isric.org
Global ölçekte yanlış arazi kullanımının ve onun en ileri aşaması olan arazi
degradasyonunun başlıca nedenleri, International Soil Reference and Information Centre
(ISRIC)’a göre; sanayi faaliyetleri, tarımsal faaliyetler, aşırı-erken otlatma, yakacak odun için
aşırı kullanım ve ormansızlaştırma olarak belirtilmektedir. Sanayi faaliyetlerinin arazi
degradasyonundaki payı en fazla olan kıta % 9 ile Avrupa iken bu oran Dünya genelinde %
1’dir. Diğer kıtalarda sanayinin arazi degradasyonundaki etkisi oldukça sınırlıdır. Tarımsal
faaliyetlerin arazi degradasyonundaki payı en fazla olan kıta % 66’lık oranla Kuzey Amerika
iken en az pay % 8 ile Okyanusya’ya aittir. Dünya genelinde bu oran % 28’dir. Aşırı-erken
otlatmanın arazi degradasyonundaki payı en fazla olan kıta % 80’lik oranla Okyanusya iken
en az pay % 15 ile Orta Amerika’ya aittir. Bu oran dünya genelinde % 35’dir. Yakacak odun
için aşırı kullanımın arazi degradasyonundaki payı en fazla olan kıta % 18’lik oranla Orta
Amerika iken en az pay Kuzey Amerika, Avrupa ve Okyanusya’ya aittir. Bu oran dünya
genelinde % 7’dir. Ormansızlaştırmanın arazi degradasyonundaki payı en fazla olan kıta % 41
ile Orta Amerika iken en az pay % 4 ile Kuzey Amerika’ya aittir. Bu oran dünya genelinde %
30’dur. Sonuç olarak arazi degradasyonunun dünya ölçeğinde birinci sorumlusu aşırı-erken
otlatma (% 35) iken onu ormansızlaştırma (% 30), tarımsal faaliyetler (% 28), yakacak odun
için aşırı kullanım (% 7) ve sanayi faaliyetleri (% 1) izlemektedir.
Böyle olmakla birlikte yanlış arazi kullanımının başlıca nedenlerini genel olarak
belirtmek ve kısaca açıklamak gereklidir.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
72
Yanlış Arazi Kullanımının Genel Olarak Nedenleri
1. Aşırı ve kontrolsüz nüfus artışı sonucu araziler üzerindeki baskının artması:
1800 ile 1930 yılı arasında 130 yıllık sürede dünya nüfusu ancak 1 milyar artmışken,
günümüzde aynı miktar nüfus artışı 11 yılda gerçekleşmektedir (Tümertekin ve Özgüç, 2011:
231). 1950’de 2.495.000.000 olan dünya nüfusu % 176,3 artışla 2010’da 6.894.600.000'a
tırmanmıştır. 1950’lerden sonra dünya nüfus artış hızının özellikle kalkınma çabası içindeki
üçüncü dünya ülkelerinde olağan üstü boyutlara ulaşması doğal kaynaklar özellikle araziler
üzerindeki baskıyı ekstrem derecede arttırmıştır. Miras yoluyla tarımsal arazilerin
parçalanması da araziler üzerindeki baskıyı daha da artırmıştır. Son yapılan değerlendirmelere
göre dünyanın toplam kara yüzeyindeki orman, tarım ve otlak alanlarının ortalama % 70
kadarının tahribat ve bozulmaya uğratıldığı görülmektedir (Semenderoğlu, 1992: 16). Bugün
dünyada yaklaşık 1 milyon hektar arazi ekstrem derecede degrade olmuş yani tekrar ıslah
edilmesi ve kazanılması neredeyse imkansız bir hale gelmiştir (Ponniah, 2000: 3).
Foto 1: Doğal kaynakların “ulusal ve küresel ölçekte, belli güçler elinde yoğun olarak
işletilmesi”, batı dünyasında alışılagelmiş “tüketim toplumu çılgınlığı”, kuzey ülkelerinin
refah toplumuna karşılık, güney ülkelerinin özellikle Afrika’nın Sahel bölgesinde süregelen
açlık. Yüzyıllardır yağmalanan doğal kaynaklar ve araziler, bugün 7 milyara ulaşan dünya
nüfusunu besleyememektedir. Yeni bir “arazi kullanım kalıbı” ve “yaşam biçimi” şekillenmeli
ve özellikle ekosistemleri kırılgan olan bölgelerde ısrarla uygulanmalıdır.
Dünya Bankası’nın verilerine göre yeryüzünde karaların ancak % 6,6’sını oluşturan 8
543 500 km2’lik kısmı koruma altındadır (www.worldbank.org). Nitekim global ölçekte
yanlış arazi kullanımı ve onun ileri aşaması veya sonucu olan arazi degradasyonu hızlanmakta
ve giderek genişlemektedir.
2. Global ölçekte bazı ülkelerde gelir düzeyinin ve eğitim seviyesinin düşük
olması: Kişi başına düşen milli gelir bakımından Okyanusya (19 308$) ilk sırada yer alırken
onu Avrupa (17 695 $) ve Amerika (17 325 $) izlemektedir. Bu miktar Asya’da 4733 $ iken
Afrika’da 2126 $’dır. Afrika (% 2,4), Orta ve Güney Amerika (% 1,6) ve Asya’da ki (% 1,4)
nüfus artışının yüksekliğine karşılık diğer kıtalarda (Avrupa % 0,0), Kuzey Amerika (% 0,6),
Okyanusya (% 1,3) bu oran oldukça düşüktür. Dünya ticaretinin % 62’sini elinde bulunduran
Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinde araziler daha bilinçli kullanılırken sözü edilen
ülkelerin 400-500 yıl sömürgesi altında kalan Güney Amerika, Afrika, Asya ve bazı
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
73
Okyanusya ülkelerinde arazi yağması söz konusudur. Nüfus artışının yüksek olduğu kıtaların
kişi başına düşen milli gelir bakımından da iyi durumda olmamaları bu kıtalardaki insanların
istihdam olanaklarının yetersiz olmasıyla birlikte mevcut araziler üzerindeki baskıyı
artırmalarına, tarıma-hayvancılığa uygun olmayan alanlarda bu faaliyetleri yürütmelerine
neden olmaktadır. Nitekim Afrika ülkelerinde özellikle arazi degradasyonunun şiddetli olarak
yaşandığı Sahel bölgesinde okuma-yazma oranı genel olarak % 50’nin altındadır. Bu oran
Sahra-Altı Afrika için en fazla % 70 civarında iken Orta Amerika’da % 60-80, bazı Ortadoğu
ülkelerinde % 60-80 arasındadır. Dünya genelinde degradasyona uğramış alanların bölgelere
dağılımına bakıldığında durum daha iyi anlaşılmaktadır. Buna göre Asya (747 milyon ha) ilk
sırada yer alırken onu Afrika (494 milyon ha), Latin Amerika ve Karayipler (306 milyon ha),
Batı Asya (287 milyon ha), Avrupa (218 milyon ha), Avustralya ve Pasifik (103 milyon ha)
ve Kuzey Amerika (96 milyon ha) izlemektedir (Baı vd., 2008a: 224)
Yanlış arazi kullanımının ve onun sonucu olarak arazi degradasyonunun daha çok
kurak-yarıkurak ekosistemlerde yer alan, kişi başına düşen milli gelirin ve okuma-yazma
oranının düşük ve hegemonik güçlerce yüzyıllarca sömürülen ülkelerde (sömürgecilik
politikasının doğal kaynaklar ve araziler üzerindeki baskısı) etkili olması tesadüfi olmasa
gerektir.
3. Hatalı tarım ve kalkınma politikaları: Ülkelerin ve uluslararası şirketlerin hatalı
tarım ve kalkınma politikaları yanlış arazi kullanımının ve arazi degradasyonunun bir diğer
nedenidir. Amuderya ve Siriderya nehirlerinin beslediği Aral Gölü, son 30-40 yıl boyunca
eski Sovyetler Birliği döneminde izlenen tarım politikaları gereğince Özbekistan ve
Kazakistan’daki geniş tarım alanlarının dev sulama projeleri ile sulanması için kullanıldı.
Başlangıçta Sovyet uzmanlar yaptıkları fayda-maliyet hesaplarında Aral Gölü havzasını
projede öngörülen şekilde kullandıklarında 100 kat daha fazla ekonomik getirinin
sağlanacağını hesaplamışlardır. Ancak ortaya çıkabilecek çevresel sorunlar önemsenmemiş,
çevresel etki ve sonuçlar derinlemesine düşünülmemiştir. Pamuktan başka tarımsal faaliyet
yasaklanmış, monokültür nedeniyle Sovyetler Birliği’nde hektar başına ortalama 3 kg olan
pestisit kullanımı havzada 50 kg’a kadar yükselmiştir. Çok sulama, ilaçlama ve gübre
kullanımı gerektiren geniş pamuk tarımı sahalarında yarı-kurak iklim şartlarında kısa
zamanda kimyasal (tuzlanma-çoraklaşma, toprak ve su kirliliği) ve fiziksel degradasyon
(kabuklaşma) ortaya çıkmıştır. Son 30 yıl içinde göl alanının % 40’ı daralarak gölün çekildiği
alanlardan zaten tarım ilaçları ile kirlenmiş tuzlu ince materyal rüzgârlarla taşınmış çevredeki
tarım alanlarının kumullarla işgal edilmesine neden olmuştur. Sonuçta sahada giderek etkisini
arttıran arazi degradasyonu çok geniş alanların çölleşmesiyle sonuçlanmıştır (Çepel, 2003:
18–19).
Foto 2: Aral Gölü’nün soldan sağa 1973, 1986, 1999 ve 2004 yılları arasındaki değişimi.
Kaynak: Citron, 2006: 30’dan değiştirilerek.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
74
Hatalı tarım ve kalkınma politikalarının arazi degradasyonunu başlatması ve
hızlandırmasına bir örnek de ülkemizden verilebilir. Konya-Ereğli arasında Eski Pleyistosen
göl tabanına tekabül eden geniş mer’a alanları 1950’li yılların başında dış yardım da alınarak
(Marshall Yardımı) geniş çapta tarıma açılmıştır. Bu durum tarımda mekanizasyon ve
özellikle traktör sayısında artışla mümkün olmuştur. Tarım alanlarını genişleterek ekonomik
kalkınmayı amaçlayan hükümet mer’a alanlarının tarıma açılmasını teşvik ederek yanlış arazi
kullanımına yol açmıştır. Ayrıca yörede hayvancılık da teşvik edilmiş, daralan mer’a alanları
üzerinde aşırı bir otlatma baskısına yol açılmıştır. Sonuçta kısa zamanda bir kaymak tabakası
ile kaplı, stabil hale gelmiş siltli, killi ve kumlu eski göl depoları açığa çıkmış bu sahalar su ve
rüzgâr erozyonu ile degrade olurken, oluşan kumullar çevredeki tarım alanlarını hatta köyleri
işgal ederek degradasyonun boyutlarını arttırmıştır. Buna ek olarak sulu tarıma açılan mer’a
alanları birikim horizonundaki tuzlu ve jipsli maddelerin kapilarite ile yüzeye taşınması
sonucu tuzlanmaya uğramıştır.
Sahel; 11 ülke sınırları içinde kalan B. Sahra çölünün güney kenarında yarı-kurak bir
bölgedir. Seyrek ağaç ve küçük çalılardan oluşan doğal bitki örtüsünün hâkim olduğu bölgede
belli dönemlerde extrem kuraklık şartları yaşanmaktadır. 1950’lere kadar vadi boylarında
sınırlı olan geleneksel tarım ve göçebe hayvancılık faaliyetleri çevre koşulları ile dengeli bir
şekilde yürütülmekteydi. 1950’lerden ve1960’lı yılların başlarına kadar ortalamadan fazla
olan yağışlar yanında iyileştirilen sağlık koşulları bölgede insan ve hayvan nüfusunu arttırmış,
kuru tarım hatta sulu tarım alanları geleneksel göçebe hayvancılık yapılan arazilere
yayılmıştır. 1960’ların ikinci yarısında yıldan yıla şiddetlenen kuraklıkla birlikte artan nüfus,
geleneksel tarımın yerini ticari tarımın alması, kalan alanlarda aşırı otlatma, yakacak oduna
aşırı talep (yemek pişirme ve ısınma gereksinimleri için) ortamın taşıma kapasitesinin
aşılmasına neden olmuştur. Sonuçta toprak, bitki, su ve besin maddesi dengesi bozulan saha
hızla çölleşmeye başlamış son 50 yılda Sahra çölü güneye doğru 650.000 km2 sahasını
genişletmiş, günde 6-7 m gibi büyük bir hızla ilerleyerek 1975 yılından sonraki 13 yıl içinde
1.5 milyon km2 mer’a alanının çölleşmesine neden olmuştur (Tümertekin ve Özgüç, 2011:
519-521; Güney, 2002: 108; Özey, 2001: 72).
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
75
Şekil 14: Kurak ve yarı-kurak ortamlarda ekosistem, başka bir deyişle doğal denge
özellikle yağış yetersizliği nedeniyle son derece hassastır. Bu ortamlar bitki-toprak-su dengesi
korunduğu takdirde ormanlar ve birçok canlının hatta insan topluluklarının varlığını
sürdürmesine uygundur. Ancak bu ortamlar taşıma kapasiteleri sınırlı olduğundan doğal
vejetasyonun tahribi, aşırı otlatma ve yanlış arazi kullanımı sonucu kısa zamanda şiddetli
degradasyona uğrayarak çölleşir.
Kaynak: Leopold, 1972: 177’e göre Semenderoğlu, Gülersoy ve İlhan, 2007: 96.
Foto 3: Sahel bölgesinde yanlış arazi kullanımının son aşaması çölleşme. Rüzgâr
erozyonunun şiddetini artırmasıyla kum yığınları tarım alanlarını tehdit etmektedir.
Ülkemizde her ne kadar erozyon kontrol erozyon kontrolünü amaçlayan çalışmalar
mevcutsa da, bu çalışmalar etkili bir devlet politikası haline getirilmediği için çok şiddetli bir
toprak ve anamateryal aşınması hızla devam etmektedir. Böylesi bir durum Pakistan,
Hindistan, Afganistan, İran gibi birçok ülke için de geçerlidir. Ülkemiz açısından erozyonun
devasa bir tehdit olduğu gerçeği siyasilerce hep göz ardı edilmiştir. Oysa ülke yüzölçümünün
% 25 kadarı verimli toprağımız elden çıkmıştır. Nitekim Alman iktisatçısı Fritz Baade,
Türkiye arazisinin kabiliyet sınıflarına göre kullanılmadığını hazırladığı raporda açıkça
belirtmiştir (Atalay, 2011: 321).
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
76
Finlandiya’da kesilen her ağacın yerine yenisinin dikilmesi bir devlet ve halk
geleneğidir. Böylesi bir uygulamanın başta ülkemiz olmak üzere yarıkurak-kurak hatta
yarınemli iklimlere sahip ülkelerde uygulanması oldukça elzemdir.
Yasal yollarla orman dışına çıkarılan arazilerle (2/B) ilgili Ege Bölgesi kıyı kesiminde
Ege Ormancılık Araştırma Müdürlüğü’nce 40 köy ve 180 tarım işletmesinde gerçekleştirilen
bir çalışmada (2006), tarımsal üretim ve otlatma amaçlı kullanılan 2/B arazilerinin önemli bir
kısmının arazi yetenek sınıflamasına göre tarımsal amaçlı kullanımlara uygun olmayan V.
sınıf ve daha düşük vasıflı araziler olduğu ve orman arazileri niteliği taşıdığı belirtilmiştir.
Yine bu çalışmada 2/B uygulamalarının orman suçlarını azaltıcı bir etkisi olmadığı, aksine
diğer köyler ve ormancılık çalışmalarına olumsuz etki ve baskıları bulunduğu üzerinde
durulmuştur. Bu durumun kırsal kalkınma açısından büyük bir risk olması yanında tamamıyla
toprağa bağlı bir tarımsal ekonominin imkânsız göründüğünün belirtildiği araştırmada
gelecekte bu arazilerin tarımsal amaçlar dışında kullanılma olasılığının yüksek olduğu dile
getirilmektedir (Bilgin, 2006: 1-90).
4. Tarım alanlarının yerleşime açılması ve sanayi tesisi vb. kurulması: Tarım
alanlarının amaç dışı kullanımı arazi degradasyonunun bir çeşidi olarak değerlendirilebilir.
Hava alanlarının alüvyal, I. sınıf tarım arazilerine yapılması, I. ve II. sınıf tarım alanlarının
amaç dışı kullanımı (baraj, yol, fabrika, tünel, kanal vb.) arazi degradasyonunun başka bir
deyişle verimlilik düşüklüğünün başlıca nedenleridir.
Türkiye topraklarının ancak % 33’lük bölümünün tarım için kullanılabileceği göz
önünde tutulursa, bu doğal ortam unsurunun dikkatle korunması ve kullanım savurganlığının
önlenmesi gerektiği daha iyi anlaşılmaktadır. Ancak ülkemizde sanayi tesislerinin bir bölümü,
uygun sahalar olmasına karşın tarımsal değeri yüksek olan düzlük alanlara yapılmaktadır.
Yine kentsel yerleşim alanlarının da plansız ve düzensiz biçimde mevcut yerleşim
bölgelerinin çevrelerindeki verimli tarım alanlarına yayıldıkları gözlenmektedir. Bunun en
çarpıcı örnekleri Çukurova, Bursa, Bornova (İzmir), Adapazarı, Malatya ovaları ve
Trakya’nın birçok kesimlerinde görülmektedir. Çağdaş tarım uygulamalarının yapıldığı ve
genellikle I. sınıf tarım alanlarından oluşan bu alanlarda amaç dışı kullanım giderek
yaygınlaşmaktadır.
Örneğin, 1970’lerde 575.000 ha olan yerleşim alanları, 1990’da 1000.000 ha’ı aşmıştır
(Sayın, 1986: 33). 2000’li yıllarda bu alanların 1.500.000 ha’ı aştığı tahmin edilmektedir.
Tarım alanlarının kentsel alana dönüştürülmesi (Bursa Ovası, Çukurova ve İzmir Bornova ve
Narlıdere vb.) daha çok geriye kalan tarım sahalarının ortaya çıkan çevre sorunları nedeniyle
verim değerini kaybetmesi veya rant beklentisi nedeniyle tarımsal faaliyetlere son verilmesi
şeklinde gerçekleşmektedir. Toprak sanayi için toprak alımı da dolaylı olarak arazi
degradasyonuna yol açar. Özellikle Turgutlu, Salihli, Erbaa, Çorum civarlarında verimli tarım
alanları niteliğinde olan arazilerden killi toprak alımı derin ve geniş çukurların oluşmasına,
taban suyunun bu çukurlardan evaporasyonla kaybına, erozyonun başlamasına, parçalanan
arazinin rentabl bir şekilde işlenmesini engelleyerek arazi degradasyonuna yol açmaktadır.
Nitekim toprak sanayinin tarım dışı bıraktığı arazi miktarı tüm amaç dışı kullanımın % 18’ini
oluşturmaktadır (Sayın, 1986: 50). Tarım değeri yüksek toprakların yapı malzemesi imal
etmek için kullanılması verimli tarım toprakları zaten az olan Türkiye gibi ülkeler için
korkunç bir olaydır.
Çukurova’da 20 000 hektara yakın I. sınıf tarım toprakları üzerinde çeşitli sanayi
tesisleri kurulmuş ve yerleşime açılmıştır. İzmir’in sebze-meyve bahçesi konumundaki
Bornova Ovası dâhil 5000 hektarın üzerindeki tarımsa arazide konut ve sanayi tesisleri
kurulmuştur. Bornova-Turgutlu arasındaki verimli tarımsal alanlar, Ege kıyılarında
Gümüldür, Seferihisar, Çeşme, Marmaris ve Alanya’da ki I. sınıf tarım arazileri elden
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
77
çıkmıştır ve bu sahalar yerleşmeye açılarak çirkin görünümlü birer beton yığını haline
dönüştürülmüştür (Atalay, 2011: 321).
Son yıllarda Türkiye’de gelişen turizm aktivitelerinin etkilerini Urla-Çeşme
yarımadasında da görmek mümkündür. Nitekim Alaçatı Körfezi’nin batı kıyılarında turizm
yapılaşması oldukça ivme kazanmıştır. Turizm yapılaşması hem kıyı gerisinde erozyonun
hızlanmasına hem de kıyılarda (turizm potansiyelini tehdit eden) kanalizasyon atıkları ve katı
atıklar, kirliliğe neden olmaktadır. Bilindiği gibi organik maddelerin suya karışması sonucu
yosunlar hızla üremekte, bunları ayrıştırmak isteyen bakterilerde sudaki erimiş oksijeni
tüketmekte dolayısıyla bir süre sonra bu sularda yaşam tamamıyla durmaktadır. Böylesi bir
durum ileride Alaçatı kıyılarında turizm faaliyetlerini olumsuz etkileyebilecektir. Alaçatı
güneyindeki II. sınıf tarım alanlarının ikincil konutlarla ve hayvan barınaklarıyla işgal
edilmesi veya Kuşadası, Çeşme ve Marmaris örneğinde olduğu gibi kıyı şeridi ve gerisindeki
alanın ikincil konutlarla ve turizm tesisleriyle dolması hem arazilerin degradasyonuna hem de
tarım, otlatma, orman amaçlı kullanımların aleyhine alan kaybına neden olmaktadır.
Foto 4: Kınık yakınlarında zeytinlikler ve tarlalar arasında faaliyet gösteren kireç fabrikası.
Böylesi yatırımlar olumlu olmakla birlikte tarım alanları çevresinde kurulmaları yanlış arazi
kullanımına ilginç bir örnektir.
Kaynak: Gülersoy, 2008.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde önemli tarım arazileri yerleşme, ulaşım ve sanayi
amaçlı kullanılmaktadır. Buna karşılık, kullanım kabiliyeti tarıma uygun olmayan araziler ise
ekip-biçmede kullanılmaktadır. Adıyaman il sınırları dâhilindeki 8 köyün arazi kullanım
haritalarının da incelendiği bir çalışmada, bu köylerin hepsinde aynı sorunla karşılaşılmış ve
köy arazilerinin % 90’nın tarıma uygun olmayan VI. ve VII. sınıf arazilerden meydana geldiği
tespit edilmiştir. Bu durum Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne özgü olmayıp Türkiye
genelindeki ekili-biçili arazilerin % 23’ünü teşkil etmektedir. Bölgede, günümüzde tarım
yapılan alanların bir kesimi geçmişte ormanlık alan durumundaydı. Nitekim 1731 yılında
İstanbul’dan Bağdat’a gönderilen zahire, top ve cephanenin taşınmasında kullanılacak
gemilerin Birecik iskelesinde yapılabilmesi için gereken kerestenin Antep ve çevresinden elde
edilmesi buyrulmuştur. Bu durum bölgenin bugünkü görünümünde olmadığını ve artan nüfus
ile beraber yeni tarım alanları açmak için orman alanlarının büyük oranda tahrip edildiğini
göstermektedir (Sönmez, 2011: 718).
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
78
5. Tarıma ve yerleşmeye uygun olmayan alanların tarıma ve yerleşime açılması:
Tarıma uygun olmayan eğimli sahaların (mer’a alarak kullanılması gereken V. ve VI. sınıf
araziler ile orman olarak kullanılması gereken VII. sınıf araziler) tarıma açılması, otlatma
yapılması erozyonu hızlandırmakta, dolayısıyla toprak-bitki-su dengesi alt üst olmaktadır.
Böylesi sahalarda erozyon verim değerini azaltmakta, hatta anamateryalin sert olduğu
yerlerde kayalıkların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu durum söz konusu sahanın tarım,
ormancılık ve hayvancılık açısından işe yaramaz VIII. sınıf arazilere dönüşmesine neden
olmaktadır.
Bunun yanında ancak özel toprak koruma önlemleri gerektiren III. ve IV. sınıf
arazilerde kontrolsüz tarımsal faaliyetler toprakların erozyonla aşınması ve taşınmasına yol
açmış ve geniş alanlarda ana materyal açığa çıkmıştır. Halen ülkemizin % 8’ini oluşturan 6
milyon hektardan fazla tarıma uygun olmayan alanda tarım yapılmakta ve eğimli
yamaçlardaki topraklar eğim yönünde sürülmektedir (Atalay, 2011a: 199). Ülkemizde eğimli,
yüksek dağlık alanlar da yanlış arazi kullanımı sonucu mer’aların ve ormanlık alanların
degradasyona uğramaktadır. Bunun yanında yüksek ve eğimli sahalardan aşınan malzemeler
aşağı havzalarda, ova tabanlarında, dağ eteklerindeki birikinti koni ve yelpazeleri üzerinde
siltasyon ve taşlılaşmaya yol açarak bu arazilerin verim değerinin düşmesine neden olmuştur.
Nitekim ülkemizde yaklaşık 2,7 milyon hektarlık alan sürekli olarak taşkın, millenme ve
yaşlık sorununun etkisi altındadır (Atalay, 1989: 99).
6. Fosil yakıtlardan kaynaklanan asit yağmurları, sanayi, maden, evsel ve nükleer
atıklardan vb. toprakların kirlenmesi: Fosil yakıtlardan kaynaklanan asit yağmurları,
sanayi ve evsel atıklardan toprakların kirlenmesi vb. arazinin kimyasal ve biyolojik açıdan
degradasyona uğramasına neden olmaktadır.
Bitkiler için değerli besin elementleri durumundaki katyonların yıkanarak topraktan
uzaklaştırılmasına, bazı ağır metallerin (Al, Fe, Mn, Zn. Cd vb) serbest kalarak bitkiler ve
diğer canlılar için toksik düzeylere ulaşmasına, Ca, K, Mg ve Mo gibi bazı bitki besin
elementlerinin bitkiler tarafından alınmasının engellenmesine, bitkilerin zararlılara ve
hastalıklara duyarlılığının artmasına neden olarak kimyasal arazi degradasyonuna yol açan
asitleşme, ülkemizde ve dünyada oldukça yaygın bir arazi degradasyonu çeşididir. Fosil
yakıtlara bağlı asit yağmurlarının yol açtığı asitleşme sonucu Yatağan çevresinde pamuk,
tütün ve zeytin rekoltelerinin büyük oranda düşmüş ve orman ağaçları zarar görerek ormanlar
kendini yenileyemez hale gelmiştir. Samsun ve Gelemen’de bakır izabe tesisleri ve azotlu
gübre sanayinin çevresinde geniş tarım alanlarında asitleşme sonucu tütün üretim alanları
büyük zarar görmüştür. Benzer durum Murgul (Göktaş) bakır fabrikası civarında da ortaya
çıkmıştır. Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki çay üretim alanlarında amonyum sülfatlı, Nevşehir
ilinde patates üretim alanlarında azotlu gübrelerin aşırı ve bilinçsiz kullanımı geniş alanlarda
asitleşmenin tehdit edici boyutlara ulaşmasına neden olmuştur.
Çeşitli kaynaklardan (endüstriyel ve evsel atıklar, tarımsal ilaç ve gübreler, petrol
ürünlerinin depolandığı tanklar ve boru hatları ile makine ve araçlardan sızıntılar vb) toprağa
ulaşan kirleticiler çeşitli çevre sorunlarına yol açtığı gibi yüzey, taban ve yer altı sularının
tarımsal amaçlı olarak kullanılamaz hale gelmesine, ürün kaybına, ürün deseninin
daralmasına, toprağın niteliğini bozarak arazinin verim değerinin düşmesine yol açmaktadır.
Örneğin özellikle endüstriyel atıklardan kaynaklanan Cd, Hg, As, Ni, Ag ve Pb gibi ağır
metaller fitotoksik etki yanında, bazı besin maddelerinin bitkiler tarafından alınmasını
engelleyerek, ölü örtünün ayrışmasını dolayısıyla madde döngüsünü engelleyip yavaşlatarak
arazi degradasyonuna yol açmaktadır. Bunun gibi nükleer serpinti ve sızıntılardan
kaynaklanan özellikle uzun yarılanma ömrüne sahip Sezyum 137 ve Stronsiyum 90 gibi radyo
aktif kirleticiler tarımsal ve hayvansal üretimi en azından uzun bir süre engelleyerek arazi
degradasyonuna neden olmaktadır.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
79
Maden ocakları, maden işleme tesislerinin atıkları arazilerin kirlenmesine neden olan
ağır metallerin en önde gelen kaynaklarındandır. Nitekim Karadeniz kıyıları kömür ocakları
tarafından kirletilirken, doğal dengenin bozulmasına da neden olmaktadır. İstanbul KliyosKaraburun arasında bulunan kömür ocakları, kıyı kuşağının kirlenmesine büyük ölçüde yol
açmaktadırlar (Güney, 2004: 99). Yer yüzeyinin tahrip edilmesi madenleri harekete
geçirmekte ve bunlar yeraltı sularına karışarak daha sonra yüzeye çıkmaktadırlar. Mekanik ve
hidrolik yöntemlerle sürdürülen madencilik faaliyetleri olumsuz sonuçlara neden olmaktadır.
Breziya’da daha çok binlerce küçük işletmeci tarafından yapılan hidrolik altın madenciliği,
kullanılan kimyasal maddeler nedeniyle, aşağı çığırda şiddetli sedimantasyona ve yaşayan
halk arasında sağlık sorunlarına neden olmuştur. Aynı durum Bergama, Efemçukuru (İzmir),
Kütahya ve Kazdağları için de geçerlidir. Global ölçekte maden izabe faaliyetleri sonucundaki
kirlenme biyolojik atık alanları oluşturmaktadır. Bunlar içerisinde dikkat çeken dünyanın en
büyük madenlerinden olan Ontario’da Sudbury’deki nikel izabe tesisi çevresindeki 10 400
hektarlık alandır (Tümertekin ve Özgüç, 2011: 547).
Başta çimento fabrikaları olmak üzere sanayi tesisleri çevredeki tarım alanlarının
kuraklaşmasına neden olmaktadır. Çardak (Denizli) ilçesindeki sodyum sülfat tesislerinden
çıkan asidin, bölgedeki 80 000 hektarlık alanı çoraklaştırdığı belirtilmektedir. Kayseri,
Fethiye (Muğla), Soma (Manisa), Yatağan (Muğla), Göktaş-Murgul (Artvin), Malatya,
Konya, Eskişehir ve Çukurova (Adana) topraklarının tarımsal ve çevredeki fabrikalardan
dolayı süratle kirlendiği gözlenmekte ve kaygıyla izlenmektedir (Güney, 2004: 99).
7. Orman alanlarının çeşitli nedenlerle (Yakacak için aşırı kullanım, tarım alanı
açma, orman yangınları vb.) tahrip edilmesi (Ormansızlaştırma): Doğal ve sosyoekonomik etkenlerle ormansızlaştırma veya bitki örtüsünün tahribi bu sahalarda kısa zamanda
doğal dengenin bozulmasına neden olmaktadır. Hızlı nüfus artışı, tarım ve hayvancılığa uygun
olmayan marjinal sahalardaki doğal vejetasyonun tahribini giderek arttırırken, bu sahaların
verim değeri ve üretkenliği (prodüktivitesi) azalmaktadır. Sonuç olarak tarımın ve
hayvancılığın artık mümkün olmadığı, doğal vejetasyonun kendini yenileyemediği hatta
ortadan kalktığı çölleşmiş sahalar ortaya çıkmaktadır. Dünya Bankası verilerine göre 1998
yılında arazi degradasyonundan dolayı yer değiştirenlerin sayısı ilk defa savaş mağduru
mültecilerin sayısını aşarak 25 milyona ulaşmıştır. BM Çevre Programı’na göre dünyada her
yıl 21 milyon hektar arazi çölleşmektedir (Tümertekin ve Özgüç, 2011: 520). Dünyada arazi
degradasyonunun son safhası olan çölleşmenin tehdidi altındaki sahalara örnek olarak G.
Afrika, Orta Doğu, Hindistan, Batı Çin, Şili ve Peru, GB ABD, Meksika, Orta Asya ve K.
Afrika’daki çölleşme bölgeleri gösterilebilir.
1950’lere kadar tropikal yağmur ormanları yeryüzünün % 15 kadarını kaplarken bu
oran 1975’e doğru % 12’ye düşmüştür. Bu ormanlarda 16. yüzyılda İspanyolların
sömürgeleştirme süreciyle başlayan tahribat asıl itibariyle 1950’lerde olmuş ve Orta Amerika
ormanlarının % 75’i ortadan kaldırılmıştır; 1980’lerde bölgenin yıllık orman kaybı % 2,5
(4140 km2) idi. Yapılan araştırmalar, dünyadaki nemli tropikal ormanların yılda 2 milyon
hektar dolayında (toplam nemli ormanların % 1,2’si) azaldığını göstermektedir. Brezilya’da
yılda 19 000 km2 gibi bir hızla yok olmaktadır. Filipinler’de ki mangrov ormanlarının % 67’si
yok olmuştur. Daha çok tarım alanı elde etmek için tahrip edilen bu ormanlar Güneydoğu
Asya’da hızla azalmaktadır. Bengal Körfezi’nde Bangladeş kıyılarını tuzlanmadan ve tsunami
baskınlarından koruyan Sundarbans mangrov ormanları büyük ölçüde odun kömürü elde
etmek, inşaat amaçlı kullanmak ve tarımsal alan açmak için çoktan ortadan kaldırılmıştır.
Dünyada her saniyede bir futbol sahasından daha büyük bir orman alanının ortadan kalkması,
bir dakikada tropik ormanların 6 hektarının yok edilmesi ormansızlaştırmanın vahim
boyutunu açıkça göstermektedir (Tümertekin ve Özgüç, 2011: 521-522). Dünya üzerinde
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
80
1978-2000 yılları arasında mevcut 2,5 milyon hektar sık ormanın % 40’ı yok olmuştur.
Malezya (20 yıl) ve Endonezya (30 yıl) ormanları ise yok olma riskiyle karşı karşıyadır.
Foto 5: Santa Cruz (Bolivya)’da 1975, 1986 ve 2003 yılları arasında meydana gelen
ormansızlaştırma Kaynak: Citron, 2006.
Dünya yüzeyinin % 6’sını kaplayan 800 milyon hektar tutarındaki tropikal yağmur
ormanları; göçebe tarım, ormandan fazla ağaç kesilmesi, orman alanlarının tarım alanına
dönüştürülmesi, yerleşmelerin ve sanayi tesisi kurulması sonucu sürekli olarak azalmaktadır.
Örneğin 1990-1995 yılları arasında 56,3 milyon hektar orman alanı tahrip edilmiştir. 19902007 yılları arasında dünyada toplam olarak 137,4 milyon ha orman alanı tahrip edilmiştir.
Bunun anlamı yılda yaklaşık 8 milyon hektar orman alanının tahrip edilmesidir. 1990-2007
yılları arasında otlak ve tarım alanına dönüştürülen orman alanı Brezilya’da ki Amazon
ormanlarında 50 milyon ha, Endonezya’da 31,8 milyon ha, Sudan’da 10 milyon ha, Kongo’da
7,5 milyon ha, Hindistan’da 1,5 milyon hektardır. Ayrıca Avustralya, Peru, Meksika,
Kolombiya, Angola, Bolivya, Venezuela, Zambiya, Arjantin, Myanmar, Kamerun, Paraguay,
Zimbabve, Tayland, Laos, Madagaskar, Etiyopya, Mali, Çad, Botsvana, Ekvator ve Nijerya da
orman tahribine uğrayan ülkelerdir. Tahribatın çok şiddetli olduğu ülkelerde halkın büyük
kısmı sefalet içindedir (Atalay, 2011: 316).
Latin Amerika’da tropikal ormanlık alanlarda topraksız halka arazi açmak adına tahrip
edilen sahalarda yürütülen tarım ve otlatma faaliyetleri yalnızca 2-3 yıl içinde topraktaki
değerli besinlerin kaybı, erozyon vb. nedenlerle verimlilik azalması nedenleriyle terk
edilmektedir (Tümertekin ve Özgüç, 2011: 522).
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
81
Foto 6: Rondonia (Brezilya) 1975 ve 2001 yılları arasında meydana gelen ormansızlaştırma.
Kaynak: Citron, 2006.
Günümüzde Afrika’nın çöl ve yarı çöl bölgelerinin bütünüyle kumullar ve kayalıklarla
(çöl kaldırımı) kaplı olmasının asıl nedeni çok zayıf olan bitki örtüsünün ortadan
kaldırılmasıdır. Aynı şartları gösteren Avustralya çöllerinde ise koyun otlatılmaktadır.
Yarıkurak bölgelerde orman tahribatı, antropojen bozkırların ortaya çıkmasına neden
olmaktadır. Orta Asya, Tibet Platosu, Arjantin’in Pampa sahası, Orta Avrupa bozkırlarının bir
bölümü antropojen karakterdedir. Yani burada daha önce var olan ağaçlı bozkır veya kuru
ormanların tahribi, yazın sararan kuru ot topluluğunun yayılmasına neden olmuştur. Akdeniz
Bölgesi’nin bir bölümündeki maki ve garig (diz boyu yüksekliğindeki çalı topluluğu),
kızılçam ormanlarının tahribi ile ortaya çıkmıştır. Başka bir ifadeyle kızılçam ormanlarının
altında yetişen çalılar, kızılçamın ortadan kaldırılmasıyla yaygınlaşmıştır (Atalay, 2011: 315).
Türkiye, ormanların en fazla tahrip edildiği ülkelerin başında gelmektedir. Doğal
ortam özelliklerine göre ülkemizin % 70 kadarının ormanlarla kaplı olması gerekmektedir.
Oysa bu oran günümüzde % 28 olup bunun üçte ikisi (2/3) bozuk karakterdedir. Orman
alanları; a) verim güçlerinin üzerinde servet alınması, b) sürekli olarak hayvan otlatılması, c)
tarım alanlarına dönüştürülmeleri, d) hava, su, toprak kirleticilerinin etkileri, e) yakılmaları
(1939-1987 yılları arasında 1.4 milyon hektar orman alanı yakılmıştır) sonucunda tahrip
edilmektedir. Ormanların büyük bir bölümünün tahrip edilmesiyle İç, Doğu ve Güneydoğu
Anadolu bölgelerinin yarıdan fazlası antropojen bozkırlarla kaplanmış; verimli gür ormanlar
ülkemiz yüzölçümünün % 10-12 gibi çok az bir kesimini kaplar hale gelmiştir (Atalay, 2001:
315).
Alaçatı körfezi ve çevresinde hüküm süren Akdeniz ikliminin klimaks ağacı kızılçam
(Pinus brutia)dır. Ancak, bu sahada uzun yıllar öncesine dayanan tahribat (yangınlar, tarla
açma, yakacak temini, aşırı otlatma vb.) nedeniyle kızılçam ormanları tamamıyla ortamdan
kaldırılmıştır. Nitekim bakiyeler halinde kızılçam ağaçlarına rastlanmıştır. Tahrip edilen ve
ortadan kaldırılan kızılçam ormanlarının yerini diğer maki türleri ve diz boyunu geçmeyen
garig/frigana formasyonları regresif süksesyon olarak almışlardır. Ancak, ne yazık ki “tahrip
edilen sahaların tahribatı” olarak niteleyeceğimiz bir tahribat sonucu özellikle volkaniklerden
ve volkano-sedimanterlerden oluşan eğimli ve çok eğimli alanlarda makiler hatta garigler
ortamdan kaldırılmıştır. Söz konusu sahalarda toprak-bitki-su dengesi son derece hassas
olduğu için doğal vejetasyonun yok edildiği alanlarda toprak tamamen erozyonla süpürülmüş
hatta anamateryal dahi ortamdan uzaklaştırılmıştır (VIII. sınıf). Degradasyona uğrayan
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
82
belirtilen alanlar sürdürülen aşırı otlatma faaliyetleri sonucu VIII. sınıf arazilere
dönüşmektedir.
Ormanların tahribiyle sadece ağaç örtüsü yok olmamaktadır. Nitekim ormanda
yaşayan omurgalı hayvandan böceğe, kuşa ve mikroorganizmaya varıncaya dek çok çeşitli
canlı türleri ortadan kalkmaktadır. Doğal bitki örtüsünün tahribi biyolojik çeşitliliği
zayıflatmaktadır. Dünyada toplam olarak 1157 hayvan türü, 789 bitki türü tehlike altında ve
yok edilmeyle karşı karşıyadır.
Doğal vejetasyonun ve otlakların doğal niteliğini kaybettiği alanlarda meydana gelen
erozyon yalnızca toprak kaybı olarak değerlendirilmemelidir. Nitekim erozyonla toprak ile
onun içinde ve altında yaşayan flora ve fauna yeniden gelemeyecek derecede azalmakta ya da
ortadan kalkmaktadır. Hibritleme, aşılama yoluyla geliştirilen çeşitli meyve, tahıl ve
sebzelerin yabani türleri, erozyon sonucunda ortadan kalkmaktadır. Bu durum biyolojik
zenginliğin fakirleşmesine neden olmaktadır.
Orman yangınları da yanlış arazi kullanımının önemli nedenleri arasındadır. Nitekim
1997’de Endonezya’da Doğu Kalimatan’da ormanlık alanda çıkan yangınların çok önemli
kısmı palmiye yağı plantasyonu kurmak için küçük çiftçiler tarafından çıkarılmıştır. Yine
1997-1998’de aynı bölgede çıkan yangınlarda 6,5 milyon hektar alan yangından etkilenmiştir.
Bölgede 1999-2000 sezonunda uydulardan 23 000 yangın gözlenmiştir. 2000 yılında
Ekvator’un güneyinde Afrika savanlarında 200 milyon hektar alan yanmıştır. Türkiye’de de
% 97’si insan eliyle (yalnızca 3 tanesi yıldırım düşmesi sonucu) çıkan yangınların 1990-1997
arasında sayısı 18 876 olmuş ve 93 569 hektarlık bitki örtüsü yanmıştır. Günümüzde Akdeniz
Havzası’nda ki yıllık ortalama yangın sayısı 50 000 dolayındadır (yanan orman alanı 600 000
ha). Bu sayı 1970’lerin iki katıdır. Örneğin İspanya’da yıllık ortalama yangın sayısı
1970’lerde 1900’den günümüzde 8000’ei İtalya’da 3000’den 10 500’e, Yunanistan’da
700’den 1100’e ve Türkiye’de ise 600’den 1700’e çıkmıştır (Tümertekin ve Özgüç, 2011:
517-518).
Foto 7: Orman yangınları da yanlış arazi kullanımının önemli nedenleri arasındadır.
8. Aşırı ve erken otlatma: Arazi degradasyonu özellikle hassas doğal dengeye sahip
olan dağlık, yarı-kurak sahalarda geniş alanlarda etkili olabilmektedir. Bu bölgelerde yağış
yetersiz ve düzensiz olduğu gibi sık sık şiddetli kurak dönemler yaşanmaktadır. Bazı yıllar
tarımsal üretim hiç olmamakta veya yetersiz kalmaktadır. Bu durum insan topluluklarını ister
istemez asıl geçim kaynağı olarak hayvancılığa yöneltmektedir. Ancak yarı-kurak ve
engebeli sahalar tarıma pek uygun olmadığı gibi aşırı ve kontrolsüz hayvan otlatılmasına da
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
83
uygun değildir. Sonuçta doğal ortam ve özellikle zaten zayıf olan doğal vejetasyon üzerinde
taşıma kapasitesinin üzerinde büyük bir baskı ortaya çıkmaktadır.
Meralarda verim gücünün üzerinde aşırı (hayvanların otları toprak seviyesine kadar
yemesi) ve erken (otlak tam büyümeden otlatmaya açılması ve ot örtüsünün zayıflaması)
otlatma yapılması; hayvanların sevdiği otların giderek azalmasına ve tercih etmedikleri
dikenli ve acı türlerin ortama hâkim olmasına yol açmaktadır. Bu şekilde doğal bitki
örtüsünün seyrelmesi ve tür kompozisyonunun bozulması doğrudan arazinin verim değerinin
düşmesine yol açmaktadır. Öte yandan arazinin doğal vejetasyonun koruyucu etkisinden
mahrum kalması, yoğun hayvan trafiği ile toprağın sıkışması erozyonun şiddetlenmesine
dolayısıyla fiziksel olarak degradasyona uğramasına neden olmaktadır. Bunun gibi orman
alanlarında otlatma yapılması, ormanların doğal yolla gençleşmesini engellemiş,
yakacak/yapacak temini ve yangınlarla ormanlar tahrip edilmiştir. Orman ağaçlarının ibre ve
yaprakları hayvanlara yedirilmesi sonucunda geniş alanlarda doğal denge bozulmuştur.
Böylece geniş arazi parçalarında toprak/su/bitki dengesi bozularak arazi degradasyonu
meydana gelmiştir (Atalay, 1989: 97-98). Bu durum dünyanın yarıkurak bölgelerinde ve
Anadolu’da tüm açıklığıyla görülmektedir.
Dünyada özellikle yarıkurak bölgelerde yapılan aşırı otlatma sonucu hem otlakların
verim gücü düşmüş hem de erozyon olayları giderek artmıştır. Örneğin Çin’den Orta Asya
bozkırlarına varıncaya kadar olan geniş bir kuşak adeta yarı çöl haline dönüşmüştür.
Orman ve otlakların doğal karakterini kaybettiği alanlarda oluşan toprak erozyonu,
önemli bir sorundur. Toprakların aşınması veya erozyon, toprak ile onun içinde ve altında
yaşayan flora ve faunanın yeniden gelmeyecek derecede ortadan kalkması, kaybolması ve son
derece azalması demektir.
Günümüzde Kuzey Anadolu’daki bazı alpin otlakların dışında tüm otlak alanlarımız
bozulmuş ve yer yer önemli ölçüde erozyona uğramıştır. Nitekim ülkemizin tüm otlak
alanlarının az çok verim özelliğini yitirmesi hayvancılığın gerilemesine, geçimini
hayvancılıktan sağlayan kırsal kesimin geçim sıkıntısına düşmesine neden olmaktadır.
Örneğin sadece Hakkâri ile Kars, Konya ile Kayseri arasındaki otlaklarda aşırı otlatma sonucu
hayvanların sevdikleri otlar önemli ölçüde ortadan kalkmış, bunun yerine acı ve dikenli olan
sütleğen, sığır kuyruğu ve geven gibi otlar yaygınlaşmıştır. Başka bir deyişle bu otlaklarda
hayvanlar, yiyecek ot bulamamaktadır (Atalay, 2011: 320).
Sahra’nın güneyinde Nijer, Mali, Etiyopya, Çad gibi ülkelerdeki otlaklarda aşırı
hayvan otlatılması sonucu rüzgâr erozyonu başlamış ve daha önce tarım yapılan ve hayvan
otlatılan sahalar elden çıkmıştır. Bu nedenler yağışın az olduğu yıllarda açlık tehlikesi baş
göstermekte ve bazı yıllar yüz binlerce insan açlıktan ölmektedir (Atalay, 2011: 315).
Alaçatı körfezi ve çevresinde geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlayan yöre halkı
yıllardır özellikle toprak-bitki-su dengesinin oldukça hassas olduğu volkanik ve volkanosedimanterlerden oluşan sahalarda erken ve aşırı otlatma yapmaktadır. Öte yandan yöredeki
çobanlar makilerin taze sürgün vermeleri için yangın çıkarmaktadır. Bu olaylar söz konusu
alanlarda erozyon sürecini hızlandırarak arazi degradasyonuna neden olmuştur.
9. Madencilik faaliyetleri sonucunda toprağın çıplak kalması ve hafriyatın başka
alanlarda tepeler halinde biriktirilmesi vb.: Madencilik amaçlı kazılar ve buralardan
çıkarılan hafriyatın gelişigüzel bir şekilde arazilere, özellikle orman, otlak ve tarım arazileri
üzerinde biriktirilmesi yanlış arazi kullanımının nedenleri arasındadır. Madencilik amaçlı
kazılar sonrası açılan kuyuların, galerilerin vb. kapatılmaması, doğal bitki örtüsünü kaybeden
toprağın su ve rüzgâr erozyonuna maruz kalması olumsuz sonuçlara neden olabilmektedir.
Madenciliğin neden olduğu arazi degradasyonunun etkisi çok büyüktür ve geri
dönülemez sonuçlara yol açmaktadır. Nitekim 20. yüzyılın son çeyreğinde madencilik
sektöründen 156 milyon hektar alanın zarar gördüğü tahmin edilmektedir. Bergama-Ovacık
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
84
altın madeni alanından çıkartılan hafriyat İzmir-Çanakkale karayolu güzergâhındaki tarım
alanları çevresinde tepeler halinde biriktirilmiştir. Bu tepeler rüzgâr ve su erozyonuna uzunca
süre kaynak sahası olmuş, yeraltı ve yüzey suları hafriyat içerisindeki kimyasallarca
kirletilmiştir.
Foto 8: Ovacık (Bergama) altın madeninden Koza Altın İşletmesi’nce çıkartılan
hafriyat İzmir-Çanakkale yolu kenarında biriktirilmektedir.
Kaynak: Gülersoy, 2008.
Foto 9: Papua-Yeni Gine’de maden alanlarının 1990-2004 yılları arası genişlemesi ve
arazi degradasyonu.
Kaynak: Citron, 2006.
10. Yanlış tarımsal uygulamalar: Tarımsal amaçlı ilaçlama-gübrelemenin aşırıbilinçsiz yapılması, aşırı-bilinçsiz sulama, yanlış ekipman kullanımı, anız yakımı vb. gibi
nedenlerle araziler kirlenmekte; sıkışmakta, kabuklaşmakta, tuzlulaşmakta, alkalileşmekte,
asitleşmekte; erozyona açık alanlar haline dönüşmektedir.
Düşük düzeyde tuzlu veya alkali sahalarda, alkali ve tuzlu maddelerin alt toprakta
veya taban suyunda bulunduğu topraklarda bilinçsiz ve aşırı sulamayla üst toprağa taşınarak
tuzlaşmaya yol açması sonucunda toprağın verim değerinin düşmesi, kimyasal arazi
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
85
degradasyonu olarak değerlendirilir. Üstelik doğal nedenlerle normalden fazla tuzluluk,
alkalilik, asitlik özelliğine sahip sahalarda bu durumlar yörede binlerce yıldır hüküm süren
ekolojik koşulların ürünü olup sahaları sınırlıdır. Ayrıca alansal boyutları ve etkinlik
dereceleri açısından değişimleri insan ömrünün ötesinde çok uzun zamanlar alır. Oysa insan
ve faaliyetlerinden kaynaklanan kimyasal arazi degradasyonu birkaç veya birkaç on yıl gibi
çok kısa zaman aralıklarında ve hızla ortaya çıkarak geniş alanları etkileyebilmektedir.
Kontrolsüz, aşırı ve bilinçsiz sulama, gübreleme ve tarım ilacı kullanımı vb. arazinin
kimyasal ve biyolojik açıdan degradasyona uğramasına neden olmaktadır. Kimyasal arazi
degradasyonu çeşitlerinden tuzlaşma ve alkalileşme dünyada geniş tarım alanlarında etkili
olmuştur. Tuzlaşma ve alkalileşme en çok kurak ve yarı-kurak bölgelerdeki kapalı havzalarda
ve delta ovalarında görülmekle beraber tropikal ve nemli iklim bölgelerinde de
görülebilmektedir. Dünya’da en çok tuzlaşma ve alkalileşmenin etkili olduğu sahalar sırasıyla
Avustralya, Kuzey ve Orta Asya ile Hazar Gölü’nün kuzey ve kuzeybatı kesimleri, G.
Amerika, Güney Asya, Afrika ve Kuzey Amerika’dır. Örneğin Aral Gölü havzasının
çölleşmesinde çok fazla sulama, ilaçlama ve gübreleme gerektiren pamuk ekim alanlarının
genişletilmesi sonucunda 30-40 yıllık bir zaman zarfında tuzlaşma, çoraklaşma ve kirlenme
şeklinde ortaya çıkan kimyasal arazi degradasyonu çok etkili olmuştur.
Ülkemizde hafif tuzlu alanlar aşırı ve kontrolsüz sulama suyu veya tuzlu sulama suyu
kullanıldığında degradasyona uğrama riski yüksek sahalardır. Hafif tuzlanmanın en çok alan
kapladığı havza Büyük Konya Kapalı havzası (111 131,8 ha) olup havzanın % 23,1’inde
görülmektedir. Bundan başka B. Menderes, Fırat, Seyhan ve Asi Nehri havzalarında çeşitli
derecelerde tuzlaşma ve alkalileşme görülen sahalarda hafif tuzlaşmanın payı % 47,4 ile %
81,9 arasında değişmektedir. Tuzluluğun alan olarak en çok görüldüğü havza yine Büyük
Konya Kapalı havzası olup çeşitli derecelerde tuzluluk ve alkaliliğin etkili olduğu toplam
alanın % 63’ünde (303 811 ha) tuzluluk görülmektedir. Bu alanlar doğal nedenler ve hatalı
sulama sonucu tarımsal potansiyelini tamamen veya büyük ölçüde yitirmiş olan sahaları
kapsamaktadır. Seyhan, Gediz, B. Menderes ve Meriç-Ergene havzalarında da tuzlanmanın
görüldüğü sahalar büyük alanlar kaplamaktadır.
Tuzlu-alkali alanlar ise doğal ve insan faaliyetleri nedeniyle tamamen veya geniş çapta
tarım dışı kalmış, daha çok mer’a olarak kullanılabilen sahalar durumundadır. Hafif tuzlualkali sahalar tarım ve otlatma için halen kullanılmakta olup hatalı sulama söz konusu
olduğunda ciddi boyutlarda degradasyona uğrama riski altındadırlar. Ülkemizde hafif tuzlualkali sahaların en yaygın olduğu alanların başında Kızılırmak, B. Menderes, Aras Nehri
havzaları ile Van ve Konya kapalı havzaları gelir.
Değişebilir sodyum oranı yüksek ve çözünebilir tuz oranının düşük olduğu alkali
topraklarda, toprağın fiziksel ve kimyasal özellikleri büyük ölçüde bozulduğundan doğal
vejetasyon ve kültür bitkilerinin yetişmesi ve gelişmesi büyük ölçüde engellenmiştir. Bir
başka deyişle bu sahaların prodüktivitesi ciddi boyutlarda düşmüştür. Türkiye’de
alkalileşmenin en etkili olduğu sahaların başında Ceyhan, Kızılırmak ve Doğu Akdeniz
havzaları gelmektedir.
Alaçatı körfezi çevresinde tarımsal amaçlı olarak yeraltısuyunun aşırı kullanımı
yeraltısuyunun tuzlulaşmasına dolayısıyla tarımsal toprakların da tuzlaşmasına neden
olmaktadır. Nitekim denizden 2,5-3 km içeride aşırı tuzlu ortamlarda yetişen salicornialara
(aslında deniz kenarlarında yetişmektedir) rastlanması bunun göstergesidir. Bunun yanında
tarımsal prodüktiviteyi arttırmak için potasyumlu gübrelerin kullanılması da tuzlanmaya
neden olabilmektedir.
Arazinin verimliliğinde son derece önemli rol oynayan bitki besin elementlerinin
kaybı, fiziksel veya mekanik yollarla (erozyon, ağaç dal ve yapraklarının hayvanlara
yedirilmesi vb. sonucu) olduğu gibi kimyasal olarak ta ortaya çıkabilmektedir. Bunların
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
86
dışında yılda birden fazla hasat yapılan verimliliği yüksek kültür bitkileri ile dal, yaprak ve
gövdesi hasat edilen türler, monokültür, anız yakılması, yakacak olarak tezek kullanılması,
aşırı ve erken otlatma bitki besin elementlerinin topraktan uzaklaşmasına, organik maddenin
azalmasına veya madde döngüsünde kayıplara yol açmaktadır. Topraktaki bitki besin
elementlerinin aşırı ve kontrolsüz sulamayla üst topraktan alt toprağa ve oradan da yer altı
suları ve akarsulara taşınarak ortamdan uzaklaştırılması, kimyasal erozyon olarak
nitelenmektedir. Sekonder asitleşme ile de bitki besin elementleri durumundaki katyonların
yıkanarak uzaklaştırılması süreci hızlanır. Ayrıca toprakta mevcut besin maddelerinin
bitkilerce alınmasının engellenmesi de bitki besin maddelerinin kaybı olarak değerlendirilir.
Tuzlaşma, asitleşme ve toprak kirleticileri (özellikle ağır metaller) Ca, Na, Mg, K, Fe, Mn ve
Zn gibi bir çok bitki besin elementinin bitkiler tarafından alınmasını engeller. Alkalileşme
sonucu toprakta yarayışlı demir oranı azalır. Toprak kolloidleri sodyum ile fazla miktarda
doyduğunda toprak kolloidleri bitki köklerinden kalsiyum çektiğinden bitkiler kalsiyum
yetersizliğinden gelişemez. Petrol ürünleri ve mineral yağlar toprak kolloidlerini kaplayarak
iyon alış verişini engeller. Normal seviyelerin üzerine çıkan bakır ve petrol türevleri ile
kirlenme topraktaki yararlı mikroorganizmaları öldürdüğü için organik maddenin
mineralizasyonu sekteye uğrar. Sonuç olarak topraktaki bitki besin elementlerinin azalmasına
yol açan birçok faktör vardır. Örnek olarak asitleşme, tuzlaşma, alkalileşme ve toprak kirliliği
her biri farklı kimyasal arazi degradasyonu çeşitleri olmasına karşın aynı zamanda bitki besin
maddelerinin azalmasına yol açar veya bitki besin maddelerinden bitkilerin yararlanmasını
engelleyebilirler.
Genel olarak topraktaki mikro ve makro organizmaların aktivitelerinin yanlış tarımsal
uygulamalar vb. nedenlerle sınırlandırılması ve tür kompozisyonlarının bozulması, toprakta
besin maddesi kaybı ile besin maddelerinin bitkiler tarafından alınmasını engelleyerek arazide
verim kaybına neden olur. Ayrıca istenmeyen türlerin aşırı artması veya yararlı türlerin
azalması verim değerinin düşmesine neden olan çeşitli hastalıkların ve zararlıların
çoğalmasına yol açar. Toprağın verimliliğinde son derece önemli rol oynayan toprak
canlılarının ve işlevlerinin ortadan kaldırılması veya engellenmesi biyolojik arazi
degradasyonuna yol açmaktadır.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde arazilerin küçük ve parçalı olması önemli bir sorun
teşkil etmektedir. Özellikle küçük tarım işletmeleri, elde edilen gelirin düşüklüğü nedeniyle
boş bırakılmaktadır. Böylece tarlalar, yıl boyunca hem su hem de rüzgâr erozyonuna açık hale
gelmektedir. Kaldı ki çoğu zaman nadas sisteminin uygulanması ve her yıl aynı ürünün tercih
edilmesi, toprağın hem kimyasal hem de fiziksel özelliklerini olumsuz etkilemektedir. Nadas
nedeniyle topraklar erozyona açık hale gelmektedir. Bunlara ek olarak bölge genelinde anızın
yakılması da erozyon gelişimi için önemli bir sorun teşkil etmektedir. Bu olay, yüzeyin bitki
örtüsünden yoksun olmasına neden olmakla kalmamakta, aynı zamanda toprak için gerekli
olan birçok mikro organizmanın da yok olmasına sebebiyet vermektedir (Sönmez, 2011: 718719).
11. Yolların verimli tarım alanlarından geçirilmesi: Karayollarının düz ovalardan,
vadi tabanlarından geçirilmesi yanlış arazi kullanımının nedenleri arasındadır. A.B.D.’nde
yapılan bir araştırmaya göre otomobilin ulaşımda egemen olduğu ülkede her 1 kilometrekare
arazi başına 0,6 km karayolu düşmektedir (Tümertekin ve Özgüç, 2011: 545). İdeal arazi
kullanım planlamasına göre yollar, yerleşmelerle birlikte düzlük alanlar ile dağlık alanların
kesişme noktalarında (heyelan, toprak kayması, deprem riski taşımayan yamaçlar) yer
almalıdır.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
87
Foto 10: Solda, Kasım 1995, Kavaklıdere vadisinde dere yatağına yapılan kaçak yapılar.
Selin son derece etkili olduğu bu kesimde, çok sayıda bina yıkılmış ve can kaybı olmuştur. Bu
durum, selin etkisini ağırlaştıran temel faktörün kaçak yapılaşma olduğunu açıkça
göstermektedir. Sağda, Kasım 1999, Kavaklıdere vadisi. Selin birçok can aldığı yatak içinde
sel sırasında yıkılan yapılar temizlenmiş olmakla birlikte, yatağın kenarındaki yapılar henüz
ortadan kaldırılmamıştır.
Kaynak: Mutluer ve Işık, 2000: 65.
12. Yerleşim alanlarının (kır-kent) belirli bir planlama dâhilinde kurulmaması
vb.: Yerleşim alanlarının ulusal ölçekte uygulanması gereken arazi kullanım planlama
ilkelerine göre kurulmaması yanlış arazi kullanımının bir diğer nedenidir. Geçmişten
günümüze uzanan kentlerin mevcut dokusunu ve gelişim yönünü planlaması ve rehabilite
etmesi gereken siyasi organlar ve yetkililer bu konuda yetersiz ve ilgisizdirler. Özellikle
Türkiye gibi dağlık, engebeli ve eğimli bir topoğrafyaya sahip olan ülkelerde yerleşim sayısı
oldukça fazladır (ülkemizde 81 il, 850 ilçe, 667 bucak (belde), 36 699 köy ve tahminen 70
000 civarında köyaltı yerleşmesi mevcuttur). Böylesi bir durum doğal ortam üzerindeki
baskıyı daha da arttırmaktadır. Uzunca bir süre bulunduğu doğal kaynakları ve özellikle
araziyi yoğun olarak kullanan halk, toprağın verim değerinin düşmesi, miras yoluyla tarım
topraklarının parçalanması vb. nedenlerle kentlere akın etmekte ve gecekondu (slum)
semtlerini oluşturmaktadır.
4 Kasım 1995 Cumartesi günü İzmir'de meydana gelen şiddetli yağış, güneyde
Narlıdere, kuzeyde ise Karşıyaka ve çevresinde büyük bir sel felaketine yol açmıştır. Bu
selden, kentin en çok etkilenen bölümü, kuzeydeki volkanik Yamanlar kütlesinin güneyinde
kalan yoğun yerleşim alanları olmuştur. Batıda Harmandalı'dan başlayan ve doğuya doğru
Küçük Çiğli, Büyük Çiğli, Örnekköy, Büyük ve Küçük Yamanlar ile Karşıyaka çevresinde,
61 kişi yaşamını kaybetmiş, 560 ev yıkılmış ve yaklaşık 10 000 ev sular altında kalmıştır.
Akarsuların yukarı kesimlerinde meydana gelen yıkım hasarı ve bunun sonucunda ortaya
çıkan can kaybının tek nedeni, dere yataklarının içine konut yapılmasıdır. Bu konutların dere
yatağının içine yapılmasında vatandaşın bilinçsizliğinin yanı sıra, yerel yönetimlerin etkili bir
şekilde denetim yapmamaları ve kaçak yapılaşmaya adeta göz yummaları etkili olmuştur
(Mutluer & Işık, 2000: 58, 61).
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
88
Foto 11: Solda 1973 Mexico City, sağda 200 Mexico City. Gittikçe çökmekte olan bir
havzada yer alan Mexico City şehri giderek kalabalıklaşmakta ve araziler üzerindeki baskı
artmaktadır.
Kaynak: Citron, 2006.
13. Katı ve sıvı çöplerin gelişigüzel arazilere bırakılması (vahşi depolama): Katı
ve sıvı çöplerin gelişigüzel arazilere bırakılması (vahşi depolama) da yanlış arazi kullanımının
nedenleri arasında olup arazinin verim değerini yitirmesinde etkili olabilmektedir. Ülkemizde
yerleşim birimlerinin atıkları, genellikle rastgele depolanmakta hatta doğal ortama gelişigüzel
bırakılmaktadır. Nitekim 28 Nisan 1993 tarihinde İstanbul’un Ümraniye ilçesi Hekimbaşı
Çöplüğü’nde biriken metan gazının patlaması sonucu meydana gelen faciada 27 kişi ölmüş,
12 kişi kaybolmuştur. Patlama yaklaşık 4,5 yıl boyunca çöplerin kontrolsüz bir şekilde
biriktirilmesi nedeniyle meydana gelmiştir. Çöp patlaması İstanbul’un çöp depolama
alanlarındaki sorunu gün yüzüne çıkarmış ve 1994 Türkiye yerel seçimlerinde birçok siyasi
parti öncelikli olarak İstanbul’un çöp sorununu çözeceği vaadiyle seçimlere girmiştir.
Alaçatı güneyinde yer alan Liman Ovası’nda (İzmir-Çeşme Otobanı kenarı) olduğu
gibi ova yüzeyine rastgele dökülen moloz ve çöpler arazilerin değerinin düşmesine ve atıl
durumda kalmasına yol açmaktadır.
Yanlış Arazi Kullanımının Süreçleri
Yanlış arazi kullanımının başlıca fiziksel süreçleri su ve rüzgâr erozyonu ile toprakta
kayıplar ve diğer olumsuz değişikliklerin meydana gelmesi (erozyonla verimli üst ve alt
topraktan kayıplar, su ve rüzgâr erozyonu ile ince toprak materyalinin taşınarak toprağın
taşlılaşması, su ve rüzgâr erozyonu ile aşağı havzalardaki verimli toprakların siltasyon, taş,
çakıl ve kumul örtüleri ile işgali) toprağın sıkışması, kabuklaşması ve suya aşırı doygun hale
gelmesidir. Bunun dışında göçme ve heyelan gibi kütle hareketleri ile orman, mer’a ve tarım
alanlarının kaybı, işlenmesinin güçleşmesi ya da kayan kütlenin verimli tarım alanlarını işgal
ederek verim değerini düşürmesi fiziksel süreçlerdir. Yanlış arazi kullanımında kimyasal
süreçler; tuzlanma, alkalileşme, asitleşme, kirlenme ve nütrient maddelerin azalması veya
tükenmesi şeklindedir. Biyolojik süreçler ise toprakta organik maddenin azalması,
vejetasyonun tahribi ile mikroorganizma ve faunanın aktivitelerinde azalma şeklinde
özetlenebilir (Ponniah, 2000:1’e göre Semenderoğlu, Gülersoy ve İlhan, 2007: 76).
A) Yanlış Arazi Kullanımının Fiziksel Süreçleri
1. Toprağın sıkışması: Toprağın çeşitli şekillerde mekanik olarak ezilerek
sıkıştırılması sonucu toprak taneciklerinin arasındaki mesafe, dolayısıyla toprak boşlukları
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
89
azalır. Genel olarak aşırı otlatma yapılan mer’alarda, hayvan ve insanlar tarafından üzerinde
çok gezilen veya makinelerle ezilen tarım alanlarında bu durum görülmektedir.
Aşırı otlatma birim alandan kapasitenin üzerinde yararlanılması, otlakta düzensiz ve
çok sayıda hayvanın beslenmesini ifade eder. Böylece otlaklar, biçenekler zorlanır; sonuçta
yozlaşır ve aşınım sonucu otlak, fonksiyonunu yitirir (Güney, 2003: 35). Ülkemizde aşırı
otlatma yaygın bir olaydır ve yanlış arazi kullanımının en önemli nedenleri arasında yer
almaktadır.
Şekil 15: Aşırı otlatma yapılan ve hayvanlar tarafından daha çok çiğnenerek sıkışan
toprağın infiltrasyon kapasitesi büyük ölçüde düşmektedir.
Kaynak: Strahler, 1975’e göre Atalay 1986: 8.
Toprağın sıkışmasının arazi degradasyonuna yani toprağın verim değerinde düşmesine
yol açması üç şekilde olur. Öncelikle mekanik sıkışma nedeniyle toprak gözenekliliğinin
azalması, infiltrasyon (sızma) kapasitesini azalttığından yağışlardan yüzeysel akışa geçiş
süresi kısalırken yüzeysel akış miktarı artmakta, erozyon da şiddetlenmektedir. Yani verimli
üst toprak taşınarak ortamdan uzaklaşmaktadır. Özellikle kurak ve yarı-kurak bölgelerde ise
toprağın sıkışması ile zaten kıt olan yağışlardan suyun toprağın derinliklerine intikali
(infiltrasyon) daha da azaldığından kurak dönemde toprakta su ve nem açığı yani kuraklık
etkisi daha da artmaktadır. Son olarak toprağın sıkışması aynı zamanda üst bitki örtüsünün
ezilmesine, özellikle yüzeysel köklerin zarar görmesine, tohumların çimlenmelerinin
engellenmesine yol açmaktadır. Özellikle silt (toz) ve kil gibi ince tanecikler bakımından
zengin balçık bünyeli topraklar sıkışmaya eğilimlidir. Bu topraklar nemli iken ağır
makinelerle ezilirse infiltrasyon azaldığı gibi toprak bünyesine giren suyun yer çekimi ile
aşağı yönde hareketi (perkolasyon) de azalmaktadır. Sonuçta yüzeydeki çukurluklarda toprak
işleme makinelerinin açtığı arıklarda su birikmesi oluşmaktadır. Bu durum toprakta su ve
hava dolaşımını olumsuz etkilediği gibi bitki köklerinin ve toprak organizmalarının
solunumunu da güçleştirerek toprağın verimini düşürmektedir (Semenderoğlu, Gülersoy ve
İlhan, 2007: 76-77).
2. Toprağın Kabuklaşması: Toprağın kabuklaşması mekanik ve kimyasal süreçlerle
olmak üzere iki farklı çeşitte olabilmektedir. Mekanik etkilerle kabuklaşma; toprak yüzeyinde
yoğun insan ve hayvan trafiği ile makinelerin toprağı sıkıştırması yoluyla olmaktadır.
Aşırı ve bilinçsiz sulama sonucu meydana gelen tuzlanma da kabuklaşmaya yol açar.
Tuzlu taban suyunun yükselmesi ile çeşitli tuzlar toprağın üst kısımlarına hatta yüzeye kadar
taşınır, bilahare buharlaşma sonucu bu kısımlarda tuzlar çökelerek veya kristalleşerek bir
kabuk tabakası oluşturabilmektedir. Tuz tabakası yeterince sert ve kalın olması durumunda
tuz kabuğundan (salt pan) söz edilir.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
90
Toprağın çeşitli seviyelerinde meydana gelen kabuklaşma kök gelişimini ve
çimlenmeyi engelleme yanında sert ve geçirimsiz kabuk tabakası ile yüzey arasındaki toprak
hacmini azalttığından toprağın infiltrasyon dolayısıyla su tutma kapasitesini de
düşürmektedir. Ayrıca yüzeysel akışa geçen su miktarını arttırdığından erozyonun
şiddetlenmesine de neden olur. Bundan başka düz ve düşük eğimli sahalarda yağışlı
mevsimde infiltre olamayan su birikintileri toprağın uzun süre yaş kalmasına yani yaşlılık
sorununa da yol açabilmektedir. Toprağın uzun süre yaş kalması işlenmesini ve ekimi de
geciktireceğinden arazi veriminin düşmesinde önemli etkilerde bulunur (Semenderoğlu,
Gülersoy ve İlhan, 2007: 77-78).
3. Toprağın suya aşırı doygun hale gelmesi (Toprakta Yaşlık): Toprak yaşlığı ya
da toprak ıslaklığı, toprak gözeneklerinin geçici veya sürekli olarak suya doygun halde
kalması durumudur. Toprak yaşlığının doğal ve insan kökenli nedenleri vardır.
Toprak yaşlığının bir yanlış arazi kullanım türü veya degradasyon olarak kabul
edilmesi için olayın insan ömrü dâhilinde izlenebilecek bir zaman aralığında olması ve
toprağın önceki verimine göre daha niteliksiz hale gelmesi ayrıca genel olarak insan
etkinliklerinden kaynaklanması gerekir. Bunun yanında yaşlık sorununun dönemsel, periyodik
veya sürekli olması da beklenir. Yaşlık sorununun dolaylı olarak insan etkisiyle ortaya
çıkması genellikle eğimli yamaçların bulunduğu yukarı havzalarda yanlış arazi kullanımı (VI.
ve VII. sınıf arazilerin tarıma açılması, aşırı ve erken otlatma, eğimli yamaçlarda toprağın
eğim yönüne paralel sürülmesi, toprak koruma önlemleri alınmaması vb.) ve doğal
vejetasyonun tahribi ile ilgilidir. Bunun sonucunda eğimli yamalarda erozyon hızlanır, toprak
derinliği azalır. Eğimli yamaçların gerek toprak derinliğinin azalması gerekse toprak üstü
yapılarıyla yüzeysel akışı engelleyen veya yavaşlatan koruyucu bitki örtüsünden mahrum
kalması toprağın ve ana materyalin infiltrasyon kapasitesini azaltır. Bu arada bitki örtüsünün
tahrip edilmesi ile interserpsiyon da azalır. Bütün bunlar yüzeysel yağıştan yüzeysel akışa
geçiş süresini kısalttığı gibi yağıştan yüzeysel akışa geçen su miktarını da büyük ölçüde
arttırır. Sonuçta aşağı havzalardaki akarsularda özellikle uzun süreli sağanak yağışlar ve kar
erimelerinin birlikte yaşandığı ilkbahar dönemlerinde taşkın frekansı artar. Daha sık ve uzun
süreli taşkına uğrayan tarım alanlarında yaşlık sorunu tehdit edici boyutlara ulaşır
(Semenderoğlu, Gülersoy ve İlhan, 2007: 79-80).
Ancak doğal olarak geçici veya sürekli sular altında kalan bataklık, tuzlu bataklık
(marş) ve sazlık alanlar degrade olmuş arazi şeklinde değerlendirilmemelidir. Sulak alanlar
(wet lands) olarak nitelenen bu alanlar biyolojik üretim açısından en yüksek verimli sahalar
olmaları yanında bir dizi çevre sorununun azaltılmasında büyük rol oynar. Sulak alanlar taşkın
sularının olarak toplandığı doğal rezervuar rolü üstlenir. Pestisit ve organik atıkların arıtıldığı
doğal arıtma tesisi şeklinde çalışırlar. Kontrollü kullanılmak şartıyla su ürünleri açısından
büyük ekonomik öneme sahiptirler.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
91
Şekil 16: Dünya arazi degradasyon haritası. Harita, büyük ölçüde su ve rüzgâr erozyonunun,
ormansızlaştırma ve aşırı-erken otlatma baskısının yoğun olduğu alanları ifade etmektedir.
Kaynak: www.ecowalkthetalk.com.
4. Su erozyonu ile toprağın aşınması: Su erozyonu; damla erozyonu, yüzey
erozyonu (tabaka erozyonu), parmak erozyonu (selcik yarıntısı erozyonu), oyuntu-yarıntı
erozyonu şeklindedir. Bunların yanında akarsuların yamaçlardan toprak ve anamateryal
sökerek aşındırarak taşıması, kıyılarda dalga ve akıntıların yol açtığı erozyon (kıyı erozyonu)
da su erozyonu kapsamında ele alınmaktadır. Önlem alınmadığı takdirde yüzey erozyonu
parmak erozyonuna, parmak erozyonu da oyuntu-yarıntı erozyonuna dönüşmektedir. Su
erozyonunun başlaması için toprağın infiltrasyon (toprağın su alması, suyun sızması)
kapasitesinin aşılması ve yağış sularının yüzeysel akışa geçerek toprak taneciklerini eğim
yönünde sürüklemesi gerekir.
Yüzey erozyonu veya tabaka erozyonu eğim ve toprak yüzeyinin homojen yapıda
olduğu işlenen sahalarda yaygındır. Yavaş seyrettiği ve oluşan küçük akış çizgileri toprağın
işlenmesi sırasında giderilerek belirgin bir yüzey arızası oluşturmadığı için çiftçiler tarafından
geç fark edilir. Birikim horizonunda (B horizonu) kireç ve diğer katyonların biriktiği kurak ve
yarıkurak, yarı nemli bölgelerde kızıl-kahverengi üst toprağın (Gaziantep-Urfa platosu), İç ve
Batı Anadolu’da rendzina topraklarının, İç Anadolu’da kahverengi step ve kestane rengi
toprakların bulunduğu sahalarda koyu renkli üst toprağın sıyrılması ile açığa çıkan B
horizonu, kireçli beyaz renkli açıklıklar halinde yüzey erozyonuna işaret eder. Alt toprağın
pulluk tabakasına karışması, etek yamaç veya tabanda taşınmış ince materyal birikimi, küçük
yüzey akış çizgileri yüzey erozyonunun diğer delilleridir. Yüzey erozyonu, organik madde
bakımından fakir, zayıf strüktürlü, killi ve yüzey altında geçirimsiz bir tabaka olan
topraklarda yaygındır (Bahtiyar, 2000: 45).
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
92
Şekil 17: Türkiye’de yanlış arazi kullanımının karakteristik göstergesi erozyondur.
Ülkemiz yüzeyinin % 79’unda orta şiddetli ve çok şiddetli derecede erozyon meydana
gelmektedir. Ülkemizde 1 mil2’den 1500 ton toprak/anamateryal taşınmaktadır. Oysa dünya
standartlarına göre, bu oran 500 tonu aştığında o sahanın felaket derecede aşınmaya uğradığı
kabul edilmektedir.
Kaynak: www.tema.org.tr.
Su erozyonunun ilerlemesi sonucu küçük akış çizgileri gelişip birleşerek derinliği 2–3
cm’den 20–25 cm’ye varan selcik yarıntılarına (parmak erozyonu) geçilir. Derinleşmiş
yarıntılar toprak işlemesi sırasında yüzey erozyonu kadar maskelenemezse de verimli üst
toprak önemli ölçüde taşındığından arazi degradasyonunun daha ileri boyutlara ulaştığına
işaret eder. Bundan başka killi ve işlenmesi daha güç alt toprak veya B horizonu açığa çıkar.
Genellikle % 6’dan çok eğimli, çıplak satıhlarda şiddetli yağışlardan sonra bol ve hızlı,
yüksek enerjili yüzeysel akış sırasında meydana gelirler. Hatalı toprak işleme (eğim yönünde
karıklar açılması), hayvan ve insanların ayak izlerinin oluşturduğu çukurluklar, traktör vb.
tekerlek izleri yüzeysel akışa geçen suların buralarda toplanması ve kanalize olmalarına neden
olarak parmak erozyonunu hızlandırmaktadır.
Oyuntu erozyonu (gully erozyonu) ise parmak erozyonunun bazı durumlarda
ilerlemesi ile gelişir. Gevşek, kırıntılı ve kohezyonu düşük unsurların bulunduğu erozyona son
derece hassas arazilerde meydana gelen oyuntuların genişliği ve derinliği 30 cm’den onlarca
metreye kadar olabilir. Birbirinden keskin sırtlarla ayrılan oyuntular üzerinde yürümesi güç
arazi oluşturduğundan morfolojide bu tip alanlar için badlands topoğrafyası terimi kullanılır.
Oyuntu erozyonu, büyük çapta toprak ve bitki besin maddesi kaybına, toprağın su tutma ve
infiltrasyon kapasitesinin azalmasına yol açar. Oyuntu erozyonunun en önemli zararı ise
yarıntı ve oyuntuların yer yer toprağın işlenmesini önlemesi, tarım yapılabilir sahanın
daralması hatta tarlanın bazı parçalarının zorunlu olarak işlenememesine yol açmasıdır
(Çepel, Bahtiyar vd., 2000: 47). Ülkemizde Aydın dağlarının güney, Bozdağlar’ın kuzey
yamaçlarındaki kumlu, milli, çakıllı tmolos depoları, İç ve Batı Anadolu’daki killi, siltli,
kumlu ve çakıllı neojen göl depoları, Çankırı ve Kızılırmak yayı içinde kalan tuz, jips ve
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
93
anhidritten oluşan Oligosen yaşlı evaporit depolar oyuntu erozyonunun en çok geliştiği
alanlardır.
Su erozyonunun ortaya çıkmasında ve kabul edilebilir sınırların aşılmasında rol
oynayan sosyo-ekonomik nedenler yani insanın etkileri; doğal vejetasyonun çeşitli nedenlerle
tahrip edilmesi, orman alanlarının (VII. Sınıf arazilerin) tarım alanı veya mer’a olarak
kullanılması, mer’a olarak kullanılması gereken alanların tarıma açılması, aşırı ve erken
otlatma, tek yıllık ürün çiftçiliği ve tarımda monokültürün dünyada yaygın olması, anız
yakma, yüzeysel akışın yetersiz yönetimi şeklinde özetlenebilir. Sosyo-ekonomik nedenler
genel olarak insan etkilerini kapsayan ve yanlış arazi kullanımı çerçevesinde değerlendirilen
uygulamalardır.
Foto 12: Madagaskar’da yağmur ormanlarının tahribatı sonucunda erozyonun hızlanması ve “lavaka”
adı verilen gully (yarıntı) oluşumu.
Kaynak: Casper, 2010: 72.
Bilindiği gibi toprak, ana kaya veya ana materyalin aşındırılarak taşınması anlamına
gelen erozyon, milyonlarca yıldır yeryüzünün şekillenmesinde rol oynayan doğal bir olaydır
(jeolojik erozyon/doğal erozyon). Her türlü iklim, ana kaya/toprak, doğal vejetasyon ve
topoğrafya şartlarında toprak, su, bitki örtüsü ve bitki besin maddeleri arasında erozyon hızını
kontrol eden doğal bir denge vardır. İnsan doğal bitki örtüsünü tahrip ederek, yanlış toprak
işleme teknikleri uygulayarak, orman ve mer’a olarak kullanılması gereken sahaları tarıma
açarak (yanlış arazi kullanımı) bu dengeyi bozmakta ve korumasız kalan toprak hızla
aşındırılarak taşınmaktadır. Hızlandırılmış erozyon olarak tabir edilen bu durum çeşitli hız ve
şiddette devam ederek toprağın en üretken kesimi olan üst toprağı yerine göre daha derin
kısımlarını aşındırarak verim değerinin düşmesine yani arazi degradasyonuna yol açmaktadır.
Erozyon ekstrem derecede ilerlediğinde ana kaya üzerindeki tüm toprak horizonları
(solum katı) taşınmakta ve arazi çıplak VIII. sınıf arazilere (tarım, orman ve mer’a olarak
kullanılamayan işe yaramaz arazi) dönüşmektedir. Bu duruma gelerek prodüktivitesini
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
94
kaybeden arazilerde çözülen ana kaya/ana materyal erozyonla taşınmaya devam etmektedir.
Su erozyonu diğer erozyon çeşitleri arasında (rüzgâr erozyonu, buzul ve dalga erozyonu, çığ
ve kütle hareketleri vb.) arazi degradasyonuna yol açan en etkili ve yaygın erozyon çeşididir.
Orman örtüsü, çalılık veya mer’a olarak kullanılan step toplulukları gibi doğal
vejetasyonun geniş çapta ortadan kaldırılması, arazinin su erozyonuna karşı korumasız
kalmasına neden olmaktadır. Ormanların ticari amaçla aşırı olarak kesilmesi (özellikle
traşlama kesim), özellikle ayrıştığında kumlu materyal veren ana kayaların bulunduğu eğimli
sahalarda su erozyonunun etkisinin şiddetlenmesine neden olmaktadır. Ormanların ve
çalılıkların tarla açma, otlak sahası temin etme, turizm yapılaşması gibi nedenlerle yakılarak
ortadan kaldırılması sık rastlanan bir durumdur.
Şekil 18: Bozdağlar ve Bozdağlar’ın güney yamaçlarındaki tmolos depoları üzerinde
doğal dengenin bozulmadan önceki durumu.
Kaynak: Semenderoğlu ve Çukur 2004: 177.
Şekil 19: Aynı arazide doğal vejetasyonun tahribi ve yanlış arazi kullanımı sonucu
hızlanan su erozyonu ve kütle hareketleri ile doğal dengenin bozularak arazinin degradasyona
uğraması Kaynak: Semenderoğlu ve Çukur 2004: 177.
5. Su erozyonu ile alt havzada siltasyon ve taşlılaşma: Yoğun vejetasyon
tahribatının görüldüğü dik, eğimli yüksek alanlardan havza ve ovalara, erozyonla taşınan kaba
(çakıl, blok vb) ve ince (kum, kil, silt) malzemeler dağ eteklerinde ve ova tabanlarında
birikmektedir. Bu şekilde aşağı havzada veya ovadaki verimli tarım alanları taş, moloz, kum,
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
95
kil ve siltlerle kaplanarak arazinin verim değeri düşmekte, işlenmesi güçleşmektedir. Dağlık
alanlarda hayvancılık ve yakacak temini gibi insan faaliyetleri sonucu artan erozyon ve
sellenme, havza tabanlarında II. ve III. sınıf arazilerin yer yer V., VI. sınıf arazilere
dönüşmesine yol açmıştır (Atalay, 2000: 202). Barajların, liman ve haliçlerin siltasyon ile
dolması ve ekonomik ömürlerinin kısalması da yanlış arazi kullanımının bir sonucudur.
Su erozyonu sonucu meydana gelen taşlılaşma aşağı havza kenarlarından başka yukarı
havzanın eğimli yamaçlarında da ortaya çıkabilmektedir. Bu sahalarda doğal dengenin
bozulması nedeniyle ince materyal erozyonla taşınmakta, sonuçta toprak iskeletini oluşturan
çakıl ve taşlardan ibaret yüzey malzemesi kalmaktadır. Flişlerden oluşan arazilerde, eğimli
yamaçlarda bitki örtüsünün tahribi ve yanlış arazi kullanımı sonucu hızlandırılmış erozyon
etkisiyle ince materyaller (kum, silt, kil) taşınır ve saha; orman, mer’a ve tarım alanı olarak
değer taşımayan taş ve çakıllarla kaplı (litosol) VIII. sınıf işe yaramayan arazilere dönüşür.
Pedojenezin çok yavaş seyrettiği dolomit, dolomitik kireçtaşı, kristalize kireçtaşı,
kuvarsitler ile aglomera ve konglomeralarlardan oluşan araziler üzerindeki vejetasyonun
tahribatı, yanlış tarım uygulamaları vb. çözülme ürünü olan ince malzemelerin erozyonla
taşınmasına ve geriye taşı-çakıllı bir yüzeyin kalmasına neden olmaktadır. Fiziksel ve
kimyasal ayrışmanın güç ve yavaş gerçekleştiği yüzey volkanitlerinden andezit, dasit, trakit
ve riyolitler üzerindeki eğimli sahalarda doğal denge bozulduğunda, yüzeyde volkanik
litosollerden ibaret taş ve çakılların bulunduğu verimsiz sahalar meydana gelmektedir. Bu
durum Ege, Akdeniz ve İç Anadolu bölgelerindeki volkanitler üzerinde sıkça görülmektedir.
Örneğin Çeşme-Alaçatı ve Yamanlar Dağı’nda andezitlerle kaplı sahalar yoğun tahribat
nedeniyle ileri derecede degradasyona uğramış, yağış 650 mm’nin üzerinde olmasına karşın
bu sahalar adeta taş çölüne dönüşmüştür (Semenderoğlu, 1999: 148).
6. Rüzgâr Erozyonu ile İnce Tanelerin Uzaklaştırılması: Rüzgâr erozyonu esasen
kurak ve yarı-kurak bölgelerde kum, kil ve silt boyutunda ince malzemenin rüzgârla
aşındırılarak, yerinden sökülerek taşınması ve uygun yerlerde biriktirilmesi şeklinde tarif
edilebilir. Kıyı kumulları bir yana bırakılırsa, rüzgâr erozyonu dünya üzerinde yüksek basınç
koşulları altında, çok az yağış alan, bitki örtüsünden yoksun gerçek çöllerde oluşmaktadır.
Ancak rüzgâr erozyonu yanlış arazi kullanımı ve iklim değişiklikleri nedeniyle kurak ve yarıkurak alanlar haricinde de kendini gösterebilmektedir. Rüzgâr erozyonu ile toprak
taneciklerinin taşınması ve aşınmanın meydana gelebilmesi için sahanın düz veya düze yakın
az eğimli, zeminin kuru ve gevşek ayrıca koruyucu bitki örtüsünden yoksun olması gereklidir.
Bundan başka civarda deflasyon için kaynak oluşturan bolca ince, uçucu malzeme (kil, silt,
kum) içeren eski göl depoları, lös depoları, akarsu yatak depoları, kıyı kumulları ve sürülüp
ekilmemiş nadas alanlarının bulunması gerekir. Kuru zemin şartları kurak ve yarı kurak
bölgelerde yaygın olmakla birlikte yarı nemli hatta nemli bölgelerde de kurak yaz mevsimi
rüzgâr erozyonu için İstanbul yakınlarında Terkos-Durusu, Ağaçlı, Sinop-Sarıkum, Karapınar
(Konya), Akhisar kumul sahalarında olduğu gibi uygun şartlar hazırlayabilir (Günay, 1997:
76).
Bitki örtüsünün tahribi, yanlış arazi kullanımı nedeniyle koruyucu kabuğun
parçalanması Konya-Karapınar örneğinde olduğu gibi deflasyonu şiddetlendirir. Silt ve kil
boyutunda ince malzemelerin bulunduğu yarı-kurak bölge topraklarında toprağın yaz
döneminde özellikle makinelerle işlenmesi, toprağın fazlaca ufalanması ve gevşek, düz bir
zemin oluşturulması nedeniyle rüzgâr erozyonunu şiddetlendirmektedir. Bu sahalarda doğal
bitki örtüsünün de tahrip edilmesi toprakları rüzgâr erozyonuna karşı iyice savunmasız
bırakmaktadır.
Toprağın üst kısmında deflasyonla malzeme taşınması, öncelikle rüzgâr erozyonunun
yerinde yani kaynak sahasında arazinin verim değerinin düşmesine ya da arazi
degradasyonuna yol açmaktadır. Üst toprak, toprağın humus ve besleyici maddeler
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
96
bakımından en zengin kısmıdır. Uygun şartlarda, havza tabanlarında, havza ve ovaların kenar
kesimlerindeki arızalı sahalarda yanlış arazi kullanımı şeklinde insan faaliyetleri, sahada
toprak-bitki-su dengesinin bozulmasına yol açarak rüzgâr erozyonu ile üst toprağın
taşınmasını başlatır veya hızlandırır. Bu şekilde kaynak sahasındaki toprağın veya arazinin
verim değerinin düşer. Anız yakılması da toprağın rüzgârla temasını arttırdığından rüzgâr
erozyonunu hızlandırmaktadır. Arazinin verim değerinin düşmesi başlangıçta verimli üst
toprağın taşınması şeklinde iken, ileri safhalarda toprak kütlesinin giderek taşınması mineral
kayıplarına yol açtığı gibi sığlaşan toprağın üzerinde doğal bitki türleri ve yetiştirilebilir ürün
deseninin sınırlanmasına neden olur. Toprak sığlaştıkça su tutma kapasitesi ve infiltrasyon
kapasitesi de azalacağından yüzeysel akışla (su erozyonu ile) toprak kaybı hızlanmaktadır.
Kurak, yarı-kurak iklim sahalarında toprak iskeletinin yoğun olduğu çakıllı, taşlı
topraklarda çeşitli nedenlerle doğal denge bozulduğunda (bitki örtüsünün tahribi vb)
deflasyonla kum, kil ve silt boyutundaki ince malzemeler ortamdan uzaklaştırılır sonuçta
geriye çakıl ve taşlardan oluşan bir yüzey örtüsü ortaya çıkarak arazinin verim değeri düşer.
7. Rüzgâr erozyonu ile verimli tarım alanlarının kumullarla işgali
Rüzgâr erozyonu ile ince malzemenin taşınarak verimli alanları işgali arazinin verim
değerinin düşmesine hatta tamamen elden çıkmasına yol açabilmektedir. Kurak ve yarı-kurak
sahalarda özellikle kumlu topraklarda doğal vejetasyonun tahribi, aşırı ve erken otlatma,
yanlış tarım uygulamaları vb sonucu bitki örtüsünün koruyuculuğu ortadan kaldırıldığında
rüzgâr erozyonu için son derece elverişli şartlar oluşur ve deflasyonla havalanan kil, silt ve
kum boyutundaki materyal çalı, taş vb herhangi bir engelin gerisinde birikerek kumullar
oluşturur. Hareketli olan kumullar hâkim rüzgâr yönünde ilerleyerek verimli tarım alanlarını
hatta yerleşim alanlarını işgal ederler. Konya-Ereğli arasındaki eski Pleistosen gölü tabanında
bulunan üzeri koruyucu kaymak tabakası ve doğal bitki örtüsü ile kaplı ince siltli-killi ve
kumlu materyal yanlış arazi kullanımı sonucu rüzgâr erozyonu için çok uygun bir kaynak
sahası haline gelmiş ve oluşan hareketli kumullar geniş tarım ve mer’a alanlarını işgal
etmiştir.
Foto 13: Konya-Karapınar rüzgâr erozyonuyla kumul oluşumu. Konya-Ereğli arasında
Eski Pleyistosen göl tabanına tekabül eden geniş mer’a alanları, 1950’li yılların başında
tarımda makineleşmenin hızlanmasıyla tarım alanlarına dönüştürülmüştür. Aşırı otlatma
faaliyetlerinin de devam etmesi rüzgâr ve su erozyonunun şiddetlenmesine ve arazinin
degrade olmasına neden olmuştur.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
97
Kumul işgali özel durumlarda kurak ve yarı-kurak sahaların dışında da görülür.
Örneğin Kum Çayı havzasında yıllık ortalama yağış 600–800 mm arasında olmasına rağmen
rüzgâr erozyonu ve kumul işgali görülmektedir. Gediz depresyonunun yan kolu halindeki
Akhisar havzası ovalarından birini oluşturan Akselendi ovasındaki kumul oluşumu, çok
eskiden başlamış olmakla birlikte, özellikle 1950’li yıllarda Kumçayı’nın Çömlekçi köyü
yakınlarında Gölmarmara depresyonuna çevrilmesi sonucunda, kumul alanının gelişmesinde
belirgin bir hızlanma gözlenmiştir. Kumul alanı çevresinde aşın hayvan otlatılması ve yine
eski yatak üzerinde kum ocaklarının açılması da kumul oluşumunu hızlandırmıştır. Son 8-10
yıldır gerek su kullanımının artışı ve gerekse yağış miktarındaki nispi azalmaya bağlı olarak
Kumçayı’nın ovadaki bölümüne hiç su verilememiştir. Bu nedenle, Kumçayı eski yatağındaki
deflasyona uygun alüvyal malzeme, daha fazla kumul oluşumuna katılmıştır. Söz konusu
kumulun kaynağı olarak görülen Kumçayı yatağının güneye çevrilmesi kumul hareketini
durduramamış, aksine belirtilen nedenlerden dolayı daha da hızlanmıştır. Hareketli kumullar
civardaki bağlar ve diğer tarım alanlarını yılda 10–15 m’yi bulan bir hızla işgal etmiştir.
Kumulların istilâ ettiği tarım alanları her geçen gün biraz daha artmakta, ekonomik kayıplar
büyümektedir. (Öner & Mutluer, 1993: 133-160).
Foto 14: Gediz depresyonunun yan kolu halindeki Akhisar havzası ovalarından birini
oluşturan Akselendi ovasındaki kumul oluşumu. Bu sahadaki kumul oluşumu eskiden
başlamış olmakla birlikte, özellikle 1950’li yıllarda Kumçayı’nın Çömlekçi köyü yakınlarında
Gölmarmara depresyonuna çevrilmesi sonucunda, kumul alanının gelişmesinde belirgin bir
hızlanma gözlenmiştir.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
98
Foto15: Rüzgâr erozyonu ile çölleşen alanlara örnekler. Görüldüğü gibi Sahra Çölü’nün
genişlemesi tarım alanlarını, yerleşim alanlarını tehdit etmekte ve birçok yerleşim birimi terk
edilmektedir.
İklim kriterleri açısından kumul oluşumu sahalarının dışında görülen kıyı alanlarında
da kumul oluşumu ve kumul hareketlerinden doğan kumul işgalleri görülmektedir. Kıyı
alanlarındaki kumullar turizm ve kentleşme için inşaat malzemesi temini vb. amaçlarla
deforme edildiklerinde alttaki gevşek kumlar tekrar deflasyonla harekete geçebilmekte ve
civardaki tarım alanlarını işgal edebilmektedir. Bu süreç Çukurova, Göksu, K. Menderes,
Eşen Çayı, Sakarya ve Yeşil Irmak deltaları kıyıları, Kilyos-Terkos arası, Side-Sorgun kıyıları
ve Şile çevresi kumullarında yer yer yaşanmaktadır.
1965-1990 yılları arasında yapılan değerlendirmede, ülkemizde sadece Cihanbeyli,
Ereğli (Konya), Iğdır, Karaman, Karapınar, Konya, Nallıhan ve Niğde yarıkurak-çok kurak
sınırında bölgeler olarak göze çarpmaktadır. 1991-2007 arasında ise yukarıdaki alanlara ek
olarak kurak bölgeler Aksaray’ı da içine alarak genişlemiştir. Sonuç olarak; çölleşmeye açık
yarı-kurak alanlara sahip risk bölgeleri son yıllarda Konya Ovasından Doğu Akdeniz’ e doğru
bir yayılma göstermektedir (Ceylan vd., 2009: 7).
8. Diğer Erozyon Çeşitleri ve Etkileri: Su ve rüzgâr erozyonundan başka çığ ve
buzulların aşındırma biriktirme faaliyetleri, kütle hareketleri, kıyılarda dalga ve akıntılar
erozyona yol açabilmektedir. Bunlar içerisinde yanlış arazi kullanımı sonucu etki alanları ve
şiddet dereceleri artanlar kütle hareketleri ve kıyılardaki dalga ve akıntılardır. Yamaçlarda
doğal vejetasyonun tahribatı, yol yapım çalışmaları, bina vb. yapıların inşası vb. gibi
nedenlerle doğal dengenin bozulması ile meydana gelen kütle hareketleri nitelikli arazilerin
kaybına veya arazi degradasyonuna neden olmaktadır.
Kütle hareketleri yamaçlarda, özellikle vadi yamaçlarında jeolojik kütle veya çözülme
ürünü olan enkaz mantosunun yanlış arazi kullanımı sonucu yamaç dengesinin bozulması
sonucu kütle halinde, hızlı veya yavaş kayması/akması şeklinde özetlenebilir. Kurak
bölgelerde kütle hareketlerine ender rastlanırken nemli ve yağışlı bölgelerde sık rastlanması
suyun rolüne işaret eder. Yamaçtaki enkaz mantosunun özelliği de kütle hareketlerinde
belirleyicidir. Killi depolar suya doygun ve kuru iken hacim değişimine uğradığından kütle
hareketlerine en uygun malzemelerdir. Fliş, marn gibi anakayalar üzerinde killi enkaz
mantosu oluştuğundan kütle hareketleri sık gerçekleşirken, kalker ve bazaltlar üzerinde ender
olarak gerçekleşir (Erinç, 1982: 359). Anakayanın serpantinit ile diğer ultrabazik kayaçlardan
ve killi neojen tortullardan oluştuğu nemli, yarı-nemli bölge yamaçlarında ayrışma ürünleri
killi olduğundan kütle hareketlerine sık rastlanmaktadır.
Yanlış arazi kullanımı sonucu etki alanı ve şiddet derecesi artan heyelanlar kaya,
enkaz mantosu veya toprak kütlelerinin yer çekimi etkisiyle yerlerinden koparak yer
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
99
değiştirmesi şeklindeki kütle hareketleridir. Tabakaların yamaç eğimine paralel olması,
tabakalar arasında killi seviyelerin bulunması veya enkazın altında killi bir yüzey bulunması
heyelanları kolaylaştırır. Heyelan adı altında toplanan kütle hareketleri; asıl heyelanlar,
göçmeler ve toprak kaymaları şeklinde üç grupta toplanabilir. Bunlardan asıl heyelanların
oluşumunda su daha çok hazırlayıcı bir etmendir. Ülkemizde Doğu Karadeniz Bölgesi’nde bu
tip heyelanlara sık rastlanır. Bu tip heyelanlar olmadan günler önce kopma bölgesinde dik ve
derin yarıklar oluşur. Ancak asıl heyelan birkaç dakikada hızlı, gürültülü ve şiddetli bir
şekilde vuku bulur. Heyelan sırasında milyonlarca metreküp malzeme yer değiştirebilir ve
heyelan yüzlerce metre boyutlarında alanları etkileyebilir.
Göçmeler heyelanın bir başka tipidir. Ancak göçmede altta kütlenin kaymasını
sağlayan killi bir seviye bulunmaz. Bunun dışında görünüş olarak asıl heyelanlarla aynı
yapıdadır. Yol yapımı vb. ile yamaç dengesinin bozulması göçmelerin başlıca nedenidir.
Göçmeler genellikle yamaç dengesinin bozulması sonucunda ağır ve gevşek depolardan
oluşan kütlelerin basamaklı dilimler halinde kaymasıdır. Gevşek kumlu, siltli ve killi neojen
depoları üzerinde sıkça rastlanır.
Kütle hareketlerinden çamur akıntıları ise bitki örtüsünden yoksun kurak ve yarı-kurak
bölgelerde görülmektedir. Ancak yarı kurak-yarı nemli alanlarda ender de olsa meydana
gelebilen çamur akıntıları özellikle eğimin azaldığı etek ve düzlüklerdeki nitelikli arazilerin
prodüktivitesinin azalmasına neden olabilmektedir. 13 Temmuz 1995 tarihinde Senirkent’te
meydana gelen sel ve çamur akıntısı buna örnek verilebilir. Olaydan birkaç gün önce
yağışlarla suya doymuş olan malzeme, olay günü rekor düzeyde artan yağışların akabinde
yüzeysel sellenmeler (sheetflood) ile aşağılara sürüklenmiştir. Yamaçlardaki yamaç
döküntüleri (talus), zirve bölgesinden kaynaklanan moren depoları başlangıçta sulu karakter
gösteren sel sularına karışarak eğimli yamaçlardan aşağıya yönelmiş ve çamur akıntısına
dönüşmüştür. Çamur akıntıları vadilere kanalize olmuş ve bir birikinti konisi üzerine
kurulmuş olan Senirkent’e ulaştığında 4 kola ayrılmış kollardan biri Senirkent’e girmiştir
(Ertek, 1995: 127). Dev kaya bloklarını sürükleyecek güçte olan çamur akıntısı Senirkent’te
evlerin yıkılmasına ve ölümlere neden olmaktan başka Senirkent ovasında yer alan tarım
alanlarının büyük bir bölümünün çamur, çakıl ve kaya blokları ile örtülmesine dolayısıyla
arazi degradasyonuna yol açmıştır. Çünkü tarımsal potansiyeli yüksek alüvyal topraklar,
tarımsal potansiyeli olmayan veya çok az olan çamurlu çakıl ve kaya blokları ile örülmüştür.
Aynı şekilde Senirkent’in gerisindeki yamaçlar çıplak anakayaya göre prodüktivitesi daha
yüksek olan enkaz mantosu ve sığ topraklarını da kaybettiğinden daha da degrade olmuştur.
Senirkent seli veya çamur akıntısı tamamen yanlış arazi kullanımının sonucudur. Son 80–100
yıl boyunca Senirkent’in gerisindeki dağlık alanda sedir ağaçlarının yakacak ve yapacak
olarak aşırı kullanımı ve hayvanlara yedirilmesi eğimli yamaçların bitki örtüsünün
korumasından mahrum kalmasına yol açmış ve felaketin oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Yanlış arazi kullanımı sonucu meydana gelen kütle hareketlerinin görüldüğü alanlar
genellikle VI. sınıf veya orman olarak kullanılması gereken VII. sınıf, çok eğimli araziler
olduğundan kütle hareketlerinden sonra iyi bir orman alanı olarak kullanılma özelliğini de
kaybederek degrade olur (VIII. sınıf arazilere dönüşürler). Kütle hareketleri orman sahalarının
daralmasına ve kalitesinin düşmesine neden olabilmektedirler. Enkaz mantosu veya toprağın
kütle hareketleri sonucunda sıyrılması ile ağaç kökleri açığa çıktığı gibi bu sahalar degrade
olarak doğal veya insan eliyle yeniden ağaçlandırılması çoğu kez imkânsız hale gelir (Sür,
1977: 141).
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
100
Foto 16: Yanlış arazi kullanımı felaket oluşumuna zemin hazırlamaktadır. Nitekim, 13
Temmuz 1995 tarihinde Senirkent’te sel ve çamur akıntısı meydana gelmiştir. Olaydan birkaç
gün önce yağışlarla suya doymuş olan malzeme, olay günü rekor düzeyde artan yağışların
akabinde yüzeysel sellenmeler ile aşağılara sürüklenmiştir. Çamur akıntıları önüne kattığı dev
kaya bloklarıyla Senirkent’e ulaşmış ve 74 vatandaşımızın hayatını kaybetmesine, 209 evin
oturulamaz hale gelmesine neden olmuştur.
Toprak kayması nispeten düşük eğimli ve ince malzeme oranı yüksek yamaç depoları
ve topraklar üzerinde meydana gelebilmektedir. Genellikle tarım alanı olarak kullanılan bu
sahalarda verimli üst toprak kaybı sahanın prodüktivitesini düşürerek arazi degradasyonuna
yol açabilmektedir. Batı ve Orta kıyı bölümünde eğimli yamaçlarda yoğun orman örtüsünün
ortadan kaldırılarak yerine doğal ormanlara göre seyrek fındık bahçeleri tesis edildiğinde sığ
köklü kültür bitkileri sürünme ve toprak kayması gibi kütle hareketlerine engel
olamamaktadır. Ancak Doğu Karadeniz Bölümü’nde heyelanlar bitki örtüsünün tahribi ile
ilgili görülmemektedir. Burada yamaç dengesinin bozulması daha çok yüksek eğim, litoloji ve
aşırı yağışlarla ilgilidir. Çünkü kütle hareketleri çoğu kez ağaç kök seviyelerinin çok altındaki
seviyelere inmektedir. Ancak daha az yağış alan bölgelerde orman ve diğer bitki örtüsünün
koruyuculuk etkisi daha çok geçerlidir (Pekcan, 1996: 140). Kütle hareketleri özellikle
göçmeler bazen çok daha verimli arazilerin alansal kaybına ya da işlenemez hale gelmesine
neden olarak degradasyona yol açabilir. Örneğin son derece verimli tarım alanları olan
alüvyal dolgu taraçaları veya tabanlı vadilerin alüvyal dolguları, özellikle mendereslerin dış
bükey yamaçlarının alttan oyulması ile yatak kenarı boyunca göçerek taşınmaktadır. Bu
durum daha çok yukarı havzadaki doğal vejetasyonun tahribi ile doğal dengenin bozulması
sonucu, daha sık ve etkili duruma gelen sel ve taşkın zamanlarında olduğundan insanın neden
olduğu bir degradasyon çeşidi olarak kabul edilebilir.
Dalgalı yüzey ve tatlı eğimli yamaçlar oluşturan yumuşak neojen tortulları killi, siltli,
kumlu, kireçli az pekişmiş arazilerden oluşur. Katyon değiştirme kapasitesi yüksek ve
üzerinde nitelikli tarım alanlarının bulunduğu rendzina toprakları yaygın olan bu arazilerde
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
101
yanlış arazi kullanımı nedeniyle sık sık kütle hareketleri meydana gelmektedir. Heyelan ve
göçmeler sırasında rotasyon hareketi ile ters eğimli dilimler halinde kayan araziler, küçük
boyutlu ancak sık toprak akması ve göçmeler ile oluşan çukur ve tümsekler nedeniyle
işlenebilme özelliğini büyük ölçüde kaybederek degrade olmaktadır.
B) Yanlış Arazi Kullanımının Kimyasal Süreçleri
1. Tuzlaşma (Salinizasyon) veya Çoraklaşma: Tuzlaşma özellikle kurak ve yarıkurak bölgelerde, Akdeniz iklimi gibi uzun kurak dönemi olan bölgelerde, taban suyunun
yüksek, drenajın ise yetersiz olduğu kapalı havza tabanlarında görülmektedir. Bunun dışında
deniz kenarlarındaki kıyı veya delta ovalarında, denize yakın alüvyal kesimlerde tuzlaşma
görülmektedir. Çoraklaşma sorunu ülkemizde en çok İç Anadolu Bölgesi ve alüvyal kıyı
ovalarında; alüvyal, hidromorfik alüvyal ve organik topraklar ile az da olsa vertisollerde
görülmektedir.
Tuzlaşma da doğal nedenler hazırlayıcı nedenler olarak nitelenebilir. Bunlar; iklim
(özellikle şiddetli evaporasyonun olduğu uzun kurak devreli kurak ve yarı-kurak iklim
şartları), etrafı yüksek alanlarla çevrili kurak ve yarı-kurak sahalardaki havza tabanları
(playalar), yüksek ve tuzlu taban suyu, yetersiz eğim ve drenaj şartları, tuz içeren anakaya ve
ana materyal şeklindedir. Ancak, tuzlaşmanın arazi degradasyonuna yol açması, doğal
şartların oluşturduğu riskli alanlarda yanlış arazi kullanımı, hatalı tarımsal teknikler ve
tarımsal tercihler, hatalı sulama vb gibi insan faaliyetleri ile ilgilidir.
Tuzlaşma yoluyla insan kaynaklı arazi degradasyonunun nedenleri 5 madde altında
toplanabilir. Bunlar;
*Kış döneminde özellikle şehir dışındaki yollara buzlanmayı önleme amacıyla tuz
atılması,
*Tuzlaşmaya neden olan gübre kullanımı,
*Yanlış ve bilinçsiz sulama teknikleri,
*Tuzlu sulama suyu kullanılması,
*Yukarı havzada bitki örtüsünün tahribi sonucu havza tabanında tuzlu taban suyunun
yükselmesi.
Kış hatta bahar dönemlerinde özellikle soğuk ve karlı iklim bölgelerinde buzlanmayı
önlemek için şehir dışındaki kara yollarında tuz (NaCl, MgCl2) yaygın olarak
kullanılmaktadır. Bu şekilde karayollarında metre başına 12-50 kg kadar tuz atılabilmektedir.
İlkbaharda eriyen kar suları ve yağmur suları ile tuzlar yolun her iki yakasında 300-400 m’ye
kadar geniş şeritlerde etkili olmaktadır. Yolun her iki yakasında 5-10 m’lik şeritlerde m2
başına yılda 1 kg’a kadar tuz birikebildiği hesaplanmıştır (Çepel, 1997: 100). Bu olayın
yıllarca sürmesi sonucunda, yolların kenarlarındaki tarım alanlarına önemli miktarda tuz
birikimi olmaktadır. Bu durum yol çevresindeki arazilerin verim değerlerinin düşmesine yol
açmaktadır.
Sulu tarım yapılan yerlerde eriyik halde gübre türlerinin özellikle potasyumlu
gübrelerin aşırı ve kontrolsüz bir şekilde kullanımı yine toprakta tuzlaşmaya yol açmakta ya
da toprakta diğer nedenlerden dolayı var olan tuzlaşma sorununu arttırmaktadır. Bu sahalarda
potasyum tuzları içeren su buharlaşırken tuzlar toprakta giderek birikmekte ve toprak-tuz
dengesi bozulmaktadır.
Yanlış ve bilinçsiz sulama teknikleri de özellikle kurak ve yarı-kurak bölgelerde
tuzlaşmaya yol açabilmektedir. Aynı nedenden kaynaklanan tuzlaşma uzun kurak dönem
içeren Akdeniz iklim bölgelerinde de görülür. Yüzlerce hatta binlerce yıl boyunca tarım
yapılan sahalarda hatalı ve bilinçsiz sulama sonucunda alt toprakta birikmiş olan tuzlar
kapilarite ile yüzeye çıkmakta, suyun buharlaşmasından sonra satıhta zamanla tuz
birikmektedir. Bu şekilde giderek arazinin verim değeri düşmekte hatta bu topraklar üzerinde
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
102
kurulmuş olan tarıma dayalı uygarlıkların ortadan kalkmasında etkili olmaktadır. Örneğin
Pakistan’ın bazı bölgelerinde 100 yıl kadar süren sulu tarım uygulamasından sonra üst
toprakta biriken tuzlar nedeniyle verim büyük ölçüde azalmış ve bir çok tarlalar terkedilmiştir.
Örneğin Pakistan’ın batısında, Aşağı İndus havzasında geniş alanlar sulamaya alınmış, tuzlu
taban suyunun yılda 30 cm’ye varan yükselmesi sonucu toprağın üst kesimleri suya doygun
hale gelmiş ve kapilarite ile üst toprakta tuzlaşma sonucu 40 000 ha tarım alanı verim değerini
büyük ölçüde yitirerek degrade olmuştur (Atalay, 1989: 259). Bunun gibi Mezopotamya’da
eski sulama kanallarının yakınlarındaki son derece verimli topraklar tuzlaşma nedeniyle
tamamen elden çıkmıştır. Mezopotamya’daki uygarlıkların çöküşünde iklim değişimleri
yanında yanlış sulama tekniklerinin yol açtığı tuzlaşmadan kaynaklanan arazi
degradasyonunun rol oynadığı bilinmektedir (Erinç, 1984: 122). Ege ovalarında (B.
Menderes, K. Menderes, Gediz, Edremit-Burhaniye-Gömeç ovaları), Konya Havzasında,
Çukurova’da, Diyarbakır ve Birecik havzası ile Altınbaşak (Harran) ovalarında uzun yıllar
süren yanlış sulama neticesinde ortaya çıkan tuzlaşma görülmektedir.
Tablo 3: Türkiye’de tuzlanmadan çeşitli derecelerde etkilenen topraklar.
TUZLULUK GRUBU
ALAN (ha)
Hafif tuzlu
Tuzlu
Sodik (alkali)
Hafif tuzlu-alkali
Tuzlu-alkali
TOPLAM
614 657
504 603
8641
123 863
264 956
1 518 722
Türkiye
yüzölçümüne oranı
%
0,8
0,6
0,01
0,2
0,3
2
Kaynak: Akalan, 1992: 7 ve Dizdar, 1993: 27’den yararlanılmıştır.
Yanlış sulama ile ortaya çıkan tuzlaşma sorunu kuraklık ve sıcaklıkla birlikte
evapotranspirasyonun şiddetine bağlı olarak çok hızlı seyredebilmektedir. Örneğin Urfa’nın
güneyinde Suriye sınır yakınındaki Akçakale Ovası’nda 1970’li yıllarda açılan kuyularla
başlayan sulu pamuk tarımı neticesinde alt toprakta bulunan tuzlar şiddetli evaporasyon ve
kapilarite ile yüzey topraklarının 25-30 yıl gibi kısa zaman içinde tamamen kullanılmaz hale
gelmesine yol açmıştır. Özetle sulama suyu çözülmüş tuz içermese dahi toprağın alt katlarında
ve üst toprakta heterojen bir şekilde dağılım gösteren çeşitli tuzlar, sahanın sulu tarıma
açılması ve bilinçsiz sulama nedeniyle tuzlaşmaya neden olabilmektedir. Sulamadan sonra alt
seviyelere inen tuzlar şiddetli buharlaşma sonunda kapilarite ile yüzeye doğru taşınmakta,
yüzeyde ise bünyesine bol miktarda çözünmüş tuz alan suyun buharlaşması ile tuz birikimi
sonucunda arazinin verim değeri düşmektedir.
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde GAP ile beraber sulama imkânları artmıştır. Fakat
çiftçilerin sulama uygulamalarında yeterli bilgiye sahip olmaması ve tarlalarda yeterli sulama
altyapısının geliştirilmemiş olması, bölgede sulamanın zamansal kullanımı ve miktarını
önemli ölçüde etkilemiştir. Bu nedenle bölgede sulama, suyun bulunduğu dönemlerde sürekli
ve salma sulama şeklinde yapılmaktadır. Bu durum yüksek buharlaşma nedeniyle toprak
altındaki tuzların kapilariteyle yüzeye çıkmasına neden olmakta ve toprakta tuzlanma
meydana gelmektedir. Bölgede Akçakale ve Harran gibi ovalar başta olmak üzere birçok
yerde tuzlanma, Mezopotamya uygarlığında olduğu gibi önemli bir sorun halini almıştır.
Yapılan araştırmalara göre 1995-2003 yılları arasında Harran ovasında 120.000 hektar alan
sulamalı tarıma açılmıştır. Bugün ovada yaklaşık 30.000 (toprakların % 25’e yakını) hektar
tarım alanı tuzlanıp, üretim ve kullanım dışı kalmıştır (Yenmez, 2005: 202).
Tuzlu sulama suyu kullanılması da zamanla üst toprağın tuzlaşmaya uğrayarak verim
kaybına yol açabilmektedir. İç bölgelerde ve denize yakın kıyı ovalarında çözülmüş tuz içeren
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
103
yüzey ve yer altı suları ile yapılan sulama toprakta tuz birikimine yol açmaktadır. Bitkilerin
hasadıyla bu tuzun çok azı ortamdan uzaklaşır. Esasen topraktaki tuz ile sulama suyundaki tuz
arasında bir denge olması gerekir. Sulama suyundaki tuz miktarı drenaj suyundaki tuz
miktarından az ise toprakta giderek tuz birikiyor demektir. Bu nedenle drenaj suyundaki
çözülmüş toplam tuz miktarı, sulama suyundaki toplam tuz miktarına kabaca eşit veya fazla
olmalıdır. Bu şekilde tuzlanmaya kıyı ovalarının veya delta ovalarının kıyıya yakın
kesimlerinde sıkça rastlanır. Özellikle Akdeniz ve Ege sahillerindeki kıyı ovalarında, uzun
kurak yaz döneminde gerek tarımsal sulama gerekse ikincil konutların su gereksinimleri için
açılan kuyulardan emniyetli verim sınırının çok üzerinde su çekilmekte ve bu durum yer altı
suyuna tuzlu suyun girişim yapmasına yol açmaktadır. Tuzlu yer altı suları ile yapılan sulama
ise yüzeydeki topraklarda tuzlaşmanın artmasına neden olarak arazinin verim değerinin
düşmesine yol açmaktadır.
Tuzlu taban suyunun yükselmesi dâhili tuzlanmaya neden olduğundan özellikle kurak
ve yarıkurak sahalarda etrafı dağlarla çevrili havza tabanı ve ovalarda yamaçlardaki bitki
örtüsü çeşitli şekillerle tahrip edildiğinde, havza tabanındaki taban suyu da
yükselebilmektedir. Havza yamaçlarında bitki örtüsünün ortadan kaldırılması, yüzeysel akışın
artmasına, havza tabanına kontrolsüz ve fazla su gelmesine dolayısıyla taban suyunun
yükselmesine yol açmaktadır.
Şekil 20: Türkiye’nin tuzluluk ve halofit haritası.
Kaynak: Kapur vd., 2003: 311.
Aşırı veya kontrolsüz sulama da derinlerde olan tuzlu taban suyunun yüzeye doğru
yükselmesine bilahare kapilarite ile yüzeyde tuzlaşmaya neden olmaktadır. Taban suyu
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
104
anakaya/anamateryale veya alt kesimlerdeki tuzlu seviyelere bağlı olarak tuzlu olduğunda bu
durum yüzeyde daha önce mevcut olmayan tuzlanma sorununa yol açmakta veya az olan
tuzlanmayı şiddetlendirerek arazi degradasyonuna yol açabilmektedir. Ülkemizdeki tarım
alanlarının % 3,6’sında taban suyu ve drenaj sorunu olması (Ergene, 1997: 463) tuzlaşma
sorununun ortaya çıkmasında önemli bir etkendir.
Tablo 4: Türkiye’de büyük havzalarda toplam değerlere göre ilk 10 sırada yer alan en yüksek
tuzluluk ve alkalilik dağılışı.
Tuzluluk-alkalilik (ha)
%
Tuzlu%
alkali
Havza Adı
Hafif
tuzlu
%
Tuzlu
%
Konya
kapalı
Kızılırmak
B. Mend.
Seyhan
Sakarya
Gediz
Aras
Fırat
Ceyhan
Akarçay
Diğer
111131,8
23,1
303811,1
63
Hafif
tuzlualkali
10899,1
16768,1
46201,8
36547,3
48621
12610,4
21763,5
37975,9
9582
12989,4
105035,3
17
47,4
52,1
73,3
20,6
37,2
70,4
18,4
29,6
39,1
12086,7
28262,1
7455,8
18124
5765,6
5073
62,5
30514,4
12,4
40,3
11,2
29,6
9,9
9,4
0,1
11,4
15058,7
146333,6
1669
5405,3
6908,3
12397,2
6744,3
1170,8
3819,1
31800,7
Alkali
%
Toplam
2,3
51396,7
10,7
4866,8
1
482105,5
15,3
15
2,9
8,1
11,3
21,2
12,5
2,2
8,7
11,8
37001,8
24351,3
1965
4212,4
23569,2
18506,7
4147
1603,6
5951,1
36178,5
37,6
25
2,8
6,3
38,5
31,7
7,7
3,1
13,5
13,5
29658,3
115,1
1690,9
659,3
84,4
39772
21103,1
65000,7
30,1
0,1
2,4
1
0,1
76,3
48
24,2
98487,9
97388,4
70134,3
66353,8
61296,3
58433
53940,4
52128,3
43925,2
268529,6
Kaynak: http://www.khgm.gov.tr/Kutuphane/COLLESME/COLLESME.HTM’den yararlanılmıştır.
Özellikle evaporit çökellerden oluşan ana materyal üzerinde ve drenaj problemi olan
sahalarda hatalı sulama sonucunda tuzluluk-alkalilik sorunu ortaya çıkmaktadır. Örneğin
Oltu-Kömürlü-Narman havzasında, Aras Nehri havzasında yer alan Kötek-Tuzluca-Kağızman
arasında, Iğdır Ovası’nda, İspir ve Şebinkarahisar dolaylarında, Ulukışla, Sivas-Çankırı
arasında, Burdur Gölü’nün güneyinde, kıyı kesimlerden örnek olarak Antalya-Serik Ovası’nın
denize yakın kesimlerinde tuzluluk-alkalilik sorunu görülmektedir (Atalay, 1989: 404-405).
Şekil 21: Avrupa’da tuzlaşmaya uğrayan sahalar
Kaynak: Szabolcs’a göre Barrow, 1991:190’dan tadilen.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
105
Bor içerikli sulama sularının kullanılması sonucu meydana gelen kimyasal
degradasyona Gediz Grabeni’nin doğusundaki alçak ova tabanları örnek gösterilebilir. Gediz
Grabeni’nde Alaşehir Ovası’nın batısında çözülmüş bor bileşikleri içeren yüzey ve yer altı
sularının sulamada kullanılmasından kaynaklanan kimyasal degradasyon, hem tmolos
depoları arasındaki vadi taraçalarında hem de graben tabanındaki alüvyal sahada belli
alanlarda arazinin verim değerinin düşmesine yol açmıştır. Bor bileşikleri jeotermal
akışkanlardan yüzey ve yer altı sularına karışmaktadır. Bu durum gözetilmeksizin jeotermal
akışkanların karıştığı dere suları ve yer altı suları ile yapılan sulama, toprak yüzeyi civarında
özellikle taban suyunun yükseldiği zamanlarda bor tuzlarının birikmesine yol açmaktadır.
Salihli’de Caferbey, Hasalan ve Çaltılı köyleri civarında bor bileşiklerinden kaynaklanan
kimyasal degradasyon sonucu 2500 da alanda nar ağaçları kurumuş, bağlar sökülmüş ve
sebzecilik neredeyse sona ermiştir (Salihli İlçe Tarım Müdürlüğü). Bu durum tmolos depoları
içindeki vadi taraçalarında ve dere kenarlarındaki tarım alanlarında Çamurhamam’dan dere
sularına ve yer altı sularına karışan bor bileşikleri içeren sulama suyu kullanılması nedeniyle
ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde Alaşehir’in batısında tmolos kuşağı dahilindeki kırık
sistemlerine bağlı olarak Göbekli köyü hamamlarından Göbekli çayına karışan borlu sularla
yapılan sulama; Dereköy, Göbekli, Hacılı, Köseali, Yeşil Kavak, Yeşilova yerleşmelerinin
bağ alanlarında 2000 da bağ alanının kurumasına yol açmıştır. Ayrıca Alaşehir’in
kuzeybatısında Mevlütlü köyü civarında geniş bağ alanları yer altı sularının kullanımına
başlanmasından sonra bor zararı ortaya çıkmış ve bağlar kurumaya başlamıştır. Bu durum
Göbekli hamamlarından sulamada kullanılan yer altı sularına bor bileşiklerinin karışması
sonucu ortaya çıkmıştır. Bilindiği gibi Kütahya-Emet ve Balıkesir arasında 200 km
uzunluğunda, 70-120 km genişliğindeki bor cevheri çıkarılmaktadır. Bor cevherinin
çıkarıldığı kuşakta bol miktarda bor içeren cevherin yıkama suları çevredeki akarsulara
karışmaktadır. Bu nedenle sulama suyu temin edilen Simav Çayı ve Ulubat Gölü sularının bor
içeriği tehdit edici boyutlara ulaşmıştır. Simav Çayı su toplama havzasındaki toprakların 9400
hektarı bor içeren sularla sulandığından, Balıkesir Ovası, Kepsut Ovası, Susurluk-Karacabey
kesimlerindeki topraklarda arazinin verim değerini düşüren bor zararı ortaya çıkmıştır (Çepel,
1997: 54).
2. Alkalileşme (Solonizasyon): Alkalileşme de tuzlaşmanın bir türü sayılır. Ancak
alkalileşmeden (solonizasyon) söz etmek için ortamda diğer tuzlara nazaran fazla miktarda
sodyum tuzlarının (değişebilir Na+ iyonlarının) bulunması gerekir. Özellikle iç kesimlerde
kurak ve yarı-kurak bölgelerde buharlaşma nedeniyle tuzların konsantrasyonu artar. Toprakta
sodyum iyonlarının çoğalması toprak reaksiyonunu etkiler ve pH’nin yükselmesine neden
olur. Alkalileşme toprak geçirgenliğini (infiltrasyon) azaltır ve toprağın işlenmesini
güçleştirir. Toprak strüktürü bozulur, su ve hava dolaşımının engellenmesi nedeniyle bitki
kökleri gelişemez. Bu durum değişebilir sodyumun fazla olmasından kaynaklanır. Belirtilen
nedenlerle sodik veya alkalen topraklar drenajı bozuk ve kuruduğunda çok sertleşen
topraklardır (Ergene, 1997: 113-114). Ortam yoğunluğunun (osmotik basıncın) artmasına
neden olduğundan bitkilerin topraktan osmoz yoluyla su almasını güçleştirir, besleyici
elementlerden biri olmasına karşın fazla olduğunda bitkilerde toksik etki yapar.
Alkalileşmenin bir diğer degradasyonal etkisi ise toprağın yarayışlı demir içeriğini
azaltmasıdır. Çünkü toprakların pH’si arttıkça bitkiler için yarayışlı demir içerikleri
azalmaktadır. Alkalileşme ülkemizde Karadeniz Bölgesi dışında bütün bölgelerde
görülmektedir (Kantarcı, 1987: 289).
3. Asitleşme: Toprağın asit özellikte oluşu, kısaca toprak çözeltisinde serbest hidrojen
iyonlarının konsantrasyonunun OH (hidroksil) iyonlarından fazla olması anlamına gelir. Bu
durum yağışlı iklim bölgelerinde ya da ortamda daimi veya uzun süreli su birikimi görülen
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
106
drenaj durumu bozuk sahalarda ortaya çıkar. Asit topraklar bazların (katyonların) yıkanarak
topraktan uzaklaştırıldığı ve bunların yerini alan hidrojen iyonlarınca zengin ancak bitki besin
maddeleri açısından fakir topraklardır.
Toprak asitliği çeşitli nedenlerle artarsa (drenaj şartlarının bozulması, hatalı gübreleme
vb.) topraktaki bitki besin maddelerinin bitkiler tarafından kullanılabilirliği önemli ölçüde
azalabilmektedir. Hatta hidrojen iyonu konsantrasyonunun aşırı artışı, asitliğe toleransı
olmayan veya düşük olan bazı bitki türleri için toksik etki yapmaktadır. Aynı şekilde toprak
asitliğinin fazla artması, bazı elementlerin toprak çözeltisinde fazlalaşmasına neden olarak,
bitkilerde dolaylı yoldan toksik etki yapabilmektedir. Aşırı sulama sonucunda daha önce
toprakta mevcut olan bor, manganez, alüminyum ve bakır gibi iz elementler aşırı asitleşme
sonucunda toksik çözeltiler oluşturabilmektedir. Yüksek verimli ürün hasadı da toprağın
asitleşmesine neden olur ya da asitleşmeyi hızlandırır. Çünkü, bitkiler beslenmeleri için
topraktan Ca++ gibi katyonları almak durumundadır. Ürün hasat edilip tarladan kaldırıldığında
bitki bünyesindeki asitliği tamponlayacak bazik elementlerin bir kısmı kaybolur ve toprak
asitliği artar. Yani verimin artışı topraktan daha fazla bazik elementin kaldırılışına neden
olmaktadır. Taneli bitkilerin hasadı topraktan daha az bazik elementin uzaklaşmasını sağlar.
Bunun nedeni tanelerin yaprak ve dallardan daha az bazik maddeler içermesidir. Yonca gibi
yüksek verimli yem bitkileri toprağın asitliğini en çok arttıran kültür bitkilerindendir
(Anonymous, 2003: 90).
Asitleşmenin bir degradasyon olarak ortaya çıkması daha çok “sekonder asitleşme”
yani toprak asitliğinin doğal olarak geçmişten beri süregeldiği (primer asitleşme) çok yağışlı
bölgeler dışında kalan toprak reaksiyonunun belli bir dengede olduğu yerlerde söz konusu
olmaktadır. Örneğin nötr ve hafif asit reaksiyon gösteren toprakların çeşitli nedenlerle
hidrojen iyonu konsantrasyonunun artarak orta ve kuvvetli asit reaksiyon gösteren topraklara
dönüşmesi, doğal dengenin bozularak bir dizi ekolojik sorunun ortaya çıkmasına yol açmakta
böylelikle arazinin verim değeri düşmektedir. Asitleşme tehdidi altındaki topraklarda tarımsal
amaçla toprağa amonyum sülfat ve süper fosfat verilmesi toprağın asitliğini daha da arttırır
(Çepel, 1988: 358). 1958-1960 yılları arasında Doğu Karadeniz Bölgesi’nde pH’in 4’ten az
olduğu çay tarımı yapılan alanların toplama oranı % 0,12 düzeyinde iken, amonyum sülfatlı
gübrelerin kullanılmaya başlamasından sonra 1981 yılında % 40’a, 1989’da ise % 85’e
ulaşmıştır (Şekil 3). Azotlu gübrelerin aşırı ve kontrolsüz kullanımı da toprağın asitleşmesine
yol açmaktadır. Örneğin Nevşehir ili çerçevesinde, patates yetiştirilen alanlarda aşırı ve
bilinçsiz azotlu gübre kullanımı nedeniyle asitlik oranı 100 kat artmıştır (DPT, 1998’e göre:
Anonymous, 2003: 92).
Hava kirliliğinin ürünü olan asit yağmurlarını toprakta asitleşmeye dolayısıyla
degradasyona yol açtıkları için, yanlış arazi kullanımı çerçevesinde, kısaca açıklamakta yarar
vardır. Asit yağmuru endüstriyel tesislerden ve özellikle fosil yakıt kullanımından atmosfere
salınan nemli veya kuru asit malzemenin yağması şeklinde tanımlanabilir. Nemli asit
malzeme yağmur, kar ve kar erimesi, çiğ, kırağı ve sis şeklide yer yüzüne ulaştığı gibi kuru
şekilde yani gaz ve partikül olarak ta yeryüzüne inebilmektedir. Asit yağmurları toprağın
kimyasal yapısını bozduğu gibi, doğal vejetasyona (özellikle ormanlara) ve kültür bitkilerine,
toprağın fiziksel ve kimyasal dengesinde ve verimliliğinde önemle rol oynayan toprak
organizmalarına, iç sular (göller ve akarsular) ve iç sularda yaşayan canlılara zarar
vermektedir. Azot oksitleri toprak suyu ile birleştiğinde kuvvetli bir asit olan nitrik asit oluşur.
Bu nedenle asit yağmurları ile topraktaki azot bileşiklerinin miktarı artarken toprak da giderek
asitleşmektedir. Ayrıca toprakta azot ve amonyum azotunun artması, iyon antagonizması
nedeniyle Ca ve Mg’nin bitkiler tarafından alınması engellenmektedir. Bu yüzden toprağa
azotlu gübre atılırken dikkat edilmesi gerekir (Çepel, 1997: 49).
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
107
Şekil 22: Çeşitli şekillerde asitleşme nedeniyle kimyasal arazi degradasyonu tehdidi
altındaki toprakların bulunduğu sahaların yayılışı.
Kaynak: C. J, Barrow 1991’e göre Semenderoğlu, Gülersoy ve İlhan, 2006: 28.
Avrupa’nın hemen hemen tamamı, Japonya ve Kuzey Amerika’nın doğu yarısı pH 4
ile 5 değerlerinde asit yağmurları almakta iken Türkiye pH 5,5 değerinde asit yağmuru alan
kuşak dahilinde bulunur. Asit yağmurlarının degradasyonal etkisi iç sular ve toprak
bünyesinde olduğu gibi özellikle çok yıllık kültür bitkileri ve orman vejetasyonu dahilinde de
gerçekleşebilir. Yağış sularındaki asit bitkilere zarar verip fotosentezi olumsuz etkilediği gibi
topraktaki besleyici tuzların yıkanıp gitmesine de neden olmaktadır (Whelpdale, 1983’e göre
Berkes ve Kışlalıoğlu, 1990: 144). Aynı şekilde D. Karadeniz Bölümü kıyı kesiminde, çay
tarımı yapılan sahalarda, anamateryal ve toprağın kireç içermemesi, soğuk ve nemli iklim
koşulları ve amonyum sülfatlı gübre kullanımı asitleşmenin tehdit edici boyutlara ulaşmasına
zemin hazırlamıştır. Buna karşın Almanya’da ve Türkiye’de kireçli kayalar geniş alanlar
kapladığından hem iç sular hem de topraklar asit yağmurlarından daha az etkilenmektedir.
Ancak Almanya’nın güneybatısındaki Kara Ormanlar jeolojik yapı ve konuma bağlı olarak
asit yağmurlarından en çok etkilenen ormanlık alanların başında gelir. 1985 yılında Kara
Ormanların % 50’sinden fazlasının asit yağmurları nedeniyle çok kötü etkilendiği
bildirilmiştir (Tümertekin ve Özgüç, 2011: 549). Asit yağmurlarından kaynaklanan asitleşme
Türkiye’de bazı lokal alanlar dışında ciddi boyutlara ulaşmış değildir. Ancak Ergani bakır
madenlerinin civarında, Murgul (Göktaş) Bakır Fabrikası, Samsun ve Gelemen’de bakır izabe
ve azot gübresi fabrikaları ve Yatağan termik santralleri civarında lokal alanlarda asit
yağmurlarından kaynaklanan degradasyona rastlanmaktadır (Berkes ve Kışlalıoğlu, 1990:
146). Örneğin Murgul civarından alınan toprak örneklerinde, pH değerinin 3,5’e kadar
düştüğü yani toprağın aşırı derecede asitleştiği görülmüştür (Güney, 2002: 29).
4. Kirlenme (Polüsyon): Toprağın veya arazinin verim değerinin düşmesine,
niteliğinin bozulmasına yol açan bir diğer yanlış arazi kullanım şekli de toprak kirlenmesidir.
Toprak kirliliği genel olarak havadan, sudan kaynaklanan kirleticiler ve tarımsal
faaliyetlerden kaynaklanmaktadır. Çevre sorunlarından biri olan toprak kirlenmesi aynı
zamanda toprağın verim değerini düşürdüğünden bir arazi degradasyonu çeşidi olarak
değerlendirilir. Toprak kirliliğine yol açan faktörler; tarım alanlarında bilinçsiz ve aşırı
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
108
tarımsal ilaçlar ya da pestisitler (herbisit, insektisit, fungisit vb) ile suni gübre kullanımı,
endüstriyel atıklar (katı, sıvı ve gaz) ve madencilik uygulamaları sırasında çıkan toksik
maddelerdir. Toprakta ağır metaller (Cu, Zn, Fe, Cd, Hg, As, Ni, Ag, Pb vb.) ve iz
elementlerin fitotoksik düzeyde artışı vejetasyon ve kültür bitkilerinin gelişimini engellemekte
ve verimin azalmasına yol açmaktadır. Ağır metallerin en önde gelen kaynakları doğrudan
jeolojik formasyonlar, maden ocakları, maden işleme tesislerinin atıkları, kanalizasyon suları,
endüstriyel tesislerin atıkları, egzos gazları, gübre ve zararlı organizmalarla mücadele amaçlı
kullanılan tarım ilaçları (pestisitler) vb. şeklindedir. Ağır metaller humus dahilinde daha çok
tutulduğundan üst toprakta daha fazla birikir. Ayrıca kil ağır metallerin absorbsiyonunda
etkilidir. Ancak asit topraklarda ağır metal iyonları serbest kaldığından alt toprağa hatta yer
altı sularına taşınabilir. Ağır metallerle toprak kirlenmesinin degradasyonal etkileri fitotoksik
etkiler yanında bitkilerin bazı besin maddelerini almalarının engellenmesi, ölü örtünün
ayrışmasını yavaşlatması nedeniyle madde döngüsünün sekteye uğratılması şeklindedir. Ağır
metaller toprakta giderek birikir ve yıkanmayla uzaklaştırılması çok zordur. Ayrıca ağır
metaller besin zinciri yoluyla insan sağlığını da tehdit etmektedir (Eruz, 1992: 78). Örneğin
nikelin toprakta bulunuşu 600 ppm’i aştığında toksik etki yapar. Atık sulardan ve arsenik
içeren pestisitlerden toprağa karışan arsenik, toprağın 10-15 cm’lik üst kısmına fikse olarak
özellikle kumlu topraklarda yetişen bitkilerde fitotoksik etki yapar, yaban ve kültür
hayvanlarının zehirlenmesine neden olur. Mikroorganizmalar ve bitkiler için önem taşıyan
kobalt ile molibden ve çinko önemli eser elementler olmalarına karşın, toprakta normal
bulunuş seviyelerinin üzerine çıkmaları, örneğin kobaltın 100-150 ppm’in üzerine çıkışı
toprakta kuvvetli toksik etkiye neden olmaktadır.
Toprakta 10-20 ppm düzeyinde bulunan kobalt bazı bitkisel mikroorganizmalar için de
önemlidir. Bakır da (Cu) bitkiler için önemli bir iz element olmasına karşın, toprağa havadan
ve tarımsal ilaçlardan geçerek normal bulunuş oranlarını aştığında, toprak kirliliğine yol açar.
Özellikle meyve bahçelerinde ve bağlarda yaygın olarak kullanılan CuSO4 (bakır sülfat/göz
taşı) pestisit olarak uygulandığında toprakta birikerek yararlı mikroorganizmalara toksik etki
yapar. Bu şekilde toprakta humus oluşumunu kısıtladığından toprağın organik yönden
zayıflamasına neden olur. Bakırın özellikle asit karakterli topraklarda zararlı etkileri daha çok
görülür. Bitkilerde (özellikle narenciye bahçeleri ve bağlarda) demir ve fosfor eksikliğine ve
kloroza hastalığına neden olur (Çepel, 1997: 38). Çinko ve kadmiyum doğada birlikte
bulunmakta ve çinko işletilen madenler, çinkolu alaşım ve kaplama yapılan endüstri sahaları
ile üretimlerinde çinkonun kullanıldığı tesisler civarında atık sulara karışarak toprakta
yoğunlaşmaktadırlar. Fosforlu gübrelerde eser halinde bulunan kadmiyum özellikle
süperfosfat gübresi uygulanan topraklarda aşırı oranlarda birikebilir. Bitkiler için az miktarda
gerekli bir iz element olan çinko toprakta birikimi belirli oranları aştığında fitotoksik etki
yapmaktadır. Bitkiler için gerekli mikro besin elementleri olan molibden ve selenyum da
sanayi faaliyetlerin yoğun olduğu yerlerde atık sularla toprakta birikebilmekte, toprakta
konsantrasyonu yükseldiğinde fitotoksik ektide bulunmaktadır Benzinin katkı maddesi olan
kurşun özellikle karayolları civarında bulunan tarım alanlarında birikmektedir. Öncelikle üst
toprakta biriktiğinden yüzeye yakın seviyede gelişen turp, şeker pancarı ve marul gibi kültür
bitkilerinin bünyelerinde fazla birikir. Bitkilere fitotoksik etkide bulunmamasına karşın
bunları yiyen hayvan ve insanların vücudunda birikerek ölümcül toksik etkide bulunabilir.
Toprakta konsantrasyonu artan kurşun bileşikleri, karbonat, fosfat ve sülfat gibi zor çözünen
bileşiklere dönüştüğünden mobilitesi azalır ve yıkanmayla uzaklaşması güçleşir. Civa da
bitkiler için toksik etki yapmamasına karşın hayvanlar ve insanların vücut dokularında
birikerek ciddi toksik etkide bulunan ağır metallerdendir. Bir kısmı toprak yüzeyinden
buharlaşan civa bileşikleri özellikle humus dahilinde birikmektedir. Toprağa sanayi
faaliyetlerinden, tarımsal alanlarda kullanılan fungusidler ile kömür ve yağların yanması
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
109
sonucunda ulaşır. Endüstriyel alanlar özellikle çelik ve alaşım endüstrisi sahalarından,
ultrabazik kayaçların olduğu sahalardan kaynaklanan nikel ise toprakta normal olarak 50-100
ppm düzeyinde bulunur. Topraktaki konsantrasyonu 100 ppm’in üzerine çıktığında fitotoksik
etki yapar. pH değeri düşük asit topraklarda nikel birikimi daha fazla olmaktadır (Mater,
1986: 150-153).
Zararlı hayvansal, bitkisel organizmalar veya mikroorganizmalara karşı kullanılan
tarım ilaçları (pestisitler); organik, doğal, sentetik-organik kimyasal bileşiklerden
oluşmaktadır. Bunlardan suda çözünmeyip yağda çözünen yani doğal ortamda geç çözündüğü
için (2-5 yıl) biriken pestisitler, kimyasal açıdan klorlu hidrokarbonlar grubundandır.
Biyolojik ve kimyasal ayrışmaya dayanıklı olan bu pestisitlerin başlıcaları DDT ve PCB
(Poliklorürlü bifeniller) grubundandır. Fotokimyasal ayrışma ise toprak yüzeyi ile sınırlıdır.
Pestisitler genel olarak kolloidal kısımlarda (2 mikrondan küçük kil, humus parçacıkları)
tutulurlar. Suda çözünen pestisitler yıkanma ile toprağın alt katlarına taşınıp kısa zamanda
uzaklaştırılabilir. Pestisitlerin yıkanma ve uzaklaştırılma durumları; yıkanma şiddeti,
pestisitlerin çözünme derecesi ile kil fraksiyonları ve toprak kolloidleri tarafından absorbe
edilme derecelerine bağlı olarak değişir. Genel olarak herbisitler, fungusit ve insektisitlere
göre toprak profilinde daha hareketlidir. Suda çözünürlüğü az olan pestisitler ise toprak
yüzeyinde biriktiklerinden daha çok rüzgârla ve yüzeysel akışla taşınabilirler. Pestisitler,
hedeflenen zararlıların dışında toprak organizmalarının da zarar görmesine neden olur.
Pestisitlerin ayrışma ürünleri ise bazen kendisinden daha fazla zararlı olabilir. Özellikle belli
pestisit türlerinin sürekli kullanımı sonucunda toprak organizmalarının tür çeşitliliği
azalmakta dolayısıyla toprağın verim değeri düşmektedir. Yararlı organizmaların azalması,
pestisitlere dayanıklı veya bağışıklık kazanan organizmaların çoğalması ekolojik dengeyi
bozar. Bu arada arılar da öldüğünden önemli bir ekonomik etkinlik olan arıcılık zarar görür.
Bundan başka nesli tükenmeye yüz tutmuş bir çok canlı türü (kuşlar, böcekler, memeliler,
bazı bitki türleri vb) özellikle besin zinciri yoluyla etkilenerek yok olma tehlikesiyle karşı
karşıya kalırlar. Sonuç olarak bilinçsiz, aşırı ve sürekli tarımsal ilaç kullanımı arazinin verim
değerinin düşmesinde oldukça etkili olabilmektedir (Eruz, 1992: 79-80).
Toprağın verimini arttırmak için yaygın olarak kullanılan suni gübreler, bir ya da daha
fazla besin maddesi (azot, fosfor, potasyum vb) içeren kimyasal bileşiklerdir. Ancak tarımsal
gübrelerin özellikle azotlu ve fosforlu gübrelerin yanlış ve aşırı kullanımı bir dizi çevre
sorunları yanında arazinin verim değerinin düşmesine de neden olmaktadır. Daha çok
amonyum nitrat ve amonyum sülfat bileşiminde toprağa verilen azotlu gübreler fazla
kullanıldığında beklenen yararı sağlamadığı gibi ortaya çıkan zararlı azot bileşikleri besin
zinciri yoluyla toprak organizmalarına hatta insanlara zarar vererek çevre sorunlarına yol
açmaktadır. Amonyum azotu toprakta absorbe edilebilirken nitrat azotu absorbe edilemez. Bu
nedenle nitrat azotu infiltrasyonla toprağın alt katlarına ve taban suyuna oradan da yüzey
sularına karışmaktadır. Ancak topraktaki amonyum azotu nitrifikasyonla nitrat azotuna
dönüşebilir (Çepel 1997: 70). Toprağa gübreleme yoluyla doğrudan katılan ya da diğer azotlu
bileşiklerin bazı mikroorganizmalar aracılığıyla oksidasyona uğramasıyla, azot bileşiklerinden
türeyen nitrat iyonları, toprak tarafından absorbe edilemediğinden yüksek mobiliteye sahiptir.
Azotlu gübreler özellikle silisli ana kaya ve kumlu topraklarda asitleşmeye yol açar. Örneğin
asit topraklara amonyum sülfat gübresi verildiğinde asitlik derecesi yükselir. Bu durum
topraklarda bazı besin maddelerinin bitkiler tarafından alınamamasına, asit katyonların toksik
etki yapacak kadar artmasına, mikroorganizmalar ve faaliyetlerinin sınırlanmasına yol açarak
toprağın verim değerinin düşmesine neden olur. Bundan başka hayvanlarda üreme güçlüğü,
düşük, süt üretiminin azalmasının sulardaki azot yoğunluğu ile yakından ilişkili olduğu
bilinmektedir (Haktanır, 1987’e göre Çepel, 1997: 72). Bu nedenle Avrupa’da bazı ülkelerde
toprağın azotlu gübrelerle gübrelenmesinde 20 kg/ha/yıl şeklinde sınırlandırmalar
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
110
getirilmiştir. Bu değere bir çok bölgede atmosferik azot depolanmasıyla toprakta
kendiliğinden ulaşıldığından azotlu gübrelemenin gerekmediği düşünülmektedir (Çepel 1997:
71). Su ortamında ise azot konsantrasyonunun 0.3 mg/lt’nin altında olması gerekmektedir.
Litrede 50 mg’den fazla nitrat bulunan sular süt çocuklarının ölümüne yol açmaktadır (Eruz,
1992: 80).
Fosforlu gübreler ise ortamdaki Fe, Al ve Ca iyonları ile çözünmez bileşikler
oluşturduğu gibi kil mineralleri ile oksitler tarafından absorbe edildiğinden nitratlar gibi mobil
değildir. Sızma ile alt katlara geçmesi, taban suyuna taşınması önemsiz düzeydedir. Ancak
erozyonla ve yüzeysel akışla yüzey sularına taşınarak azotlu bileşiklerden çok daha fazla
çevresel sorunlara yol açabilir. Su ortamlarında fosfor konsantrasyonunun 0.01 mg/lt’yi
aşmaması gerekmektedir (Eruz, 1992: 80). Süper fosfat gübreleri de bilinçli kullanılmadığı
takdirde toprakta asitleşmeye yol açabilir. Bitkiler tarafından kullanılmayan fosfor gübresi
güç çözünen fosfor bileşiklerine dönüşmektedir. Alkalen reaksiyonlu topraklarda, çözünmez
kalsiyum fosfat; asit reaksiyonlu topraklarda ise çözünmez demir ve alüminyum fosfat
şeklinde bağlanır. Ayrıca fosfatların önemli bir bölümü biyolojik olarak da bağlanmaktadır
(Çepel, 1997: 72).
Bilindiği gibi radyoaktif elementlerin çekirdekleri çevreye beta ve gama ışınları yayar
ve belirli bir süre sonunda (yarılanma süresi) yeni bir denge haline ulaşarak başka bir
radyoaktif veya radyoaktif olmayan elemente dönüşürler. Nükleer denemeler, nükleer santral
kazaları, nükleer atıklardan sızıntılar ve nükleer bombalardan doğal ortama giren radyoaktif
maddeler, konsantrasyonlarına ve kalış sürelerine bağlı olarak olumsuz çevresel etkilere yol
açar. Özellikle uzun ömürlü radyoaktif maddeler besin zincirine girerek canlıların hücre
yapısında bozulmalara yol açmaktadır. Radyoaktif kirlilikten etkilenen tarım alanlarında
tarımsal ürünlerden, mer’alarda ise hayvansal ürünlerden (et, süt vb) uzunca bir süre
yararlanılamaması arazi degradasyonu olarak değerlendirilebilir. Nitekim Avrupa’da bazı
bölgelerde hayvanların sütü ve etleri kullanılmamaktadır. Bu sahalardaki otlaklarda otlatılan
hayvanlarda anormal yavru doğumlarına sık rastlanmaktadır (Çepel, 1997: 89, Eruz, 1992:
80-81). Öte yandan, bazı araştırıcılar radyoaktif kirliliğin sanıldığından daha kısa süre
dahilinde etkili olduğunu belirtmektedir. Buna neden olarak nükleer serpintide bitkilerin
toprak üstü kısımları ile radyoaktiviteden doğrudan etkilendiği, toprakta uzun süre kalan
Sezyum 137’nin sonradan yetişen bitkiler tarafından alınmadığı, dolayısıyla tarım ve mer’a
bitkilerinde radyoaktivitenin etkisinin azalarak önemsiz derecelere indiği bildirilmiştir (Çepel,
1997: 90).
Petrol ürünleri ve mineral yağlar da toprak kirliliğine dolayısıyla arazi degradasyonuna
yol açabilmektedir. Petrol türevlerinin yol açtığı kirliliğinin kaynakları; taşınma ve
nakledilmeleri ile depolanmaları esnasında (tankerler, boru hatları vb), ham petrolün
işlenmesi ve değerlendirilmesi, petrol kuyularından petrol çıkarılması sırasında çevreye
sızmalar şeklindedir. Tarım ve ormancılık faaliyetleri sırasında tarım araçlarından benzin,
mazot ve mineral yağların sızması, herbisit ve insektisitlerde taşıyıcı ve çözündürücü madde
olarak dizel yağların kullanılması da zamanla toprakta tehdit edici boyutlarda birikmeye sebep
olmaktadır. Ayrıca kullanılmış motor yağları ve mineral yağ sanayinin atık maddeleri de
önemli kaynakları oluşturur. Petrol ürünleri ve mineral yağları, ayrışmalarının çok güç olması
nedeniyle toprakta yıllarca kalmakta ve birikmektedir. Benzin ve gaz yağı 4-7, mineral yağlar
30-40, petrol ise 70 yıldan daha fazla ayrışmadan toprakta kalabilir. Bunların mekanik,
kimyasal ve fiziksel yöntemlerle topraktan arındırılmaları son derece güçtür. Petrol ürünleri
(hidro karbonlar) ve mineral yağlar, toprak taneciklerinin yüzeyini sarar ve bitki kılcal kökleri
ile besin maddeleri arasında madde alış verişini engeller. Böylece bitki beslenmesi ve
yaşamını tehdit eder. Bundan başka toprak faunası ve mikroorganizmalarına dolayısıyla
toprak ekosisteminin işleyişine zarar verir. Petrol türevleri toprak kırıntılarını dağıtarak toprak
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
111
strüktürünü bozduğu gibi toprak gözeneklerinin petrolle dolması hava ve su dolaşımını
sekteye uğratır. Topraktaki katyon ve anyonları taşıyan toprak kolloidlerinin mineral yağlarla
kaplanması iyon alış verişini de engeller. Toprak mikroorganizmalarının ortadan kalkmasıyla
organik maddenin mineralize olması da engellenir. Bunlar toprağın fiziksel, kimyasal ve
biyolojik dengelerini bozar. Petrolün arazi degradasyonuna yol açmasına örnek olarak
ülkemizden Adıyaman-Gerger-Güzelsu civarında TPAO’nun yaptığı sondaj çalışmalarının
sonuçları gösterilebilir. Bu sahada çevreye yayılan petrol atıkları ekili alanlarda ürün kaybına
ve toplu hayvan ölümlerine neden olmuştur (Güney, 2002: 99). Öte yandan taban suyuna
karışan hidrokarbonlar ve mineral yağlar içme ve kullanma sularını kullanılmaz hale
getirirler. Örneğin 1 lt mineral yağ veya benzinin 1 000 000 lt içme suyunu kullanılmaz hale
getirdiği bildirilmiştir (Çepel, 1997: 83-84).
Toksik kirleticiler tarımsal alanlarda ürün kaybına, ürün deseninin daralmasına,
otlaklarda hayvanların zehirlenmesi ve hastalanması sonucu ortaya çıkan verim kaybına,
yüzey, taban suyu ve yer altı sularında kirlenmeden kaynaklanan diğer bir dizi çevre sorununa
yol açmaktadır. Petrol türevleri ve mineral yağlar ile bazı pestisitler özellikle herbisitler ve
klorlu hidrokarbonlar; bitki, faydalı mikroorganizma, böcek ve diğer hayvanların doğal yaşam
alanlarının kısmen veya tamamen bozulmasına yol açmaktadır. Üst toprakta yoğunlaşan ağır
metaller toprak kolloidleri tarafından fikse edilerek toprakta birikir. Ağır metallerin bitkiler ve
diğer canlılar için toksik etkileri yanında ilkel toprak faunası (solucanlar, böcekler vb.) ile
toprak
mikroorganizmalarının
faaliyetlerini
engellediğinden
organik
maddenin
mineralizasyonu yavaşlar. Bu durum toprağın sürdürülebilir verimliliğinde son derece önemli
olan ekolojik dengenin bozulmasına, toprak dahilindeki biyokimyasal süreçlerin sekteye
uğramasına yol açar. Aşırı ve bilinçsiz azotlu ve fosforlu gübre kullanımı toprağın kimyasal
dengesini bozmakta başka bir deyişle pH’ını normalden uzaklaştırmaktadır. Örneğin, daha
önce belirtildiği gibi aşırı ve kontrolsüz amonyum sülfatlı ve azotlu gübrelerin kullanımı
sonucu Doğu Karadeniz Bölümü’nde çay tarımı yapılan sahalarda ve Nevşehir ili çevresinde
patates yetiştirilen sahalarda asitlik derecesi tehdit edici boyutlarda artmıştır. Ayrıca aşırı ve
bilinçsiz azotlu ve fosforlu gübre kullanımı topraktaki biyoaktivite dengesini bozarak,
bitkilerde gelişimi engelleyen fizyolojik ve fizyonomik bozukluklara yol açarak arazinin
verim değerinin düşmesine ve bazı çevre sorunlarına neden olur. Öte yandan özellikle yüzey
erozyonu görülen az eğimli sahalarda gübre kullanımı, erozyonla verim kaybını maskeleyerek
arazi degradasyonunun geç fark edilmesine neden olmaktadır (Barrow, 1994: 194).
5. Nütrient Maddelerin Azalması/Tükenmesi: Bitki besin maddeleri (nütrient
maddeler), bitkilerin yetişmesi ve yaşamsal faaliyetleri için gerekli olan element veya
bileşiklerdir. Bitki besin maddeleri normal şartlarda organik ve inorganik maddelerin
ayrışması ile meydana gelirler. Genel olarak topraktaki nütrient maddelerin azalması fiziksel
ve kimyasal yolla olmaktadır. Buna toprakta var olan besin maddelerinin bitkiler tarafından
alınmasının engellenmesi (inhibe edilmesi) de eklenebilir. Bu yollarla bitki besin maddesi
kaybı; aşırı sulama, aşırı ve yanlış gübreleme, monokültür uygulamaları, ağır metallerle
kirlenme, tuzlaşma, toprağın asitleşmesi ve erozyon gibi etkenlerden kaynaklanmaktadır.
Tuzlaşma toprak reaksiyonunu değiştirdiği gibi besin maddesi dengelerini de bozmaktadır
(Ergene, 1997: 114). Bilindiği gibi nemli-yağışlı iklim bölgelerinde yıkanma ile besin
maddeleri durumundaki Ca, Na, Mg ve K gibi katyonların yerini hidrojen iyonları alır ve
toprak asitleşir. Azotlu gübrelerin bilinçsiz ve aşırı kullanımı ve asit yağmurları sekonder
asitleşmeye yol açmaktadır. Bu şekilde topraktan yararlı besin tuzlarının uzaklaşması
hızlanmaktadır. Yüksek verimli tarımsal bitkiler özellikle baklagillerin hasadıyla (bilhassa
yonca, korunga gibi defalarca biçilen yem bitkileri) toprakta asitleşme meydana gelebilir.
Çünkü bu şekilde bitkilerin bol miktarda aldıkları besin elementleri topraktan kaldırılmış olur.
Bu durum asitleşmeyi arttırır. Asitleşme ile Ca, Mg, K ve Mo gibi besin elementlerinin de
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
112
alınması güçleşir veya engellenir. Özellikle SO2 emisyonundan kaynaklanan sülfirik asit, asit
yağmurları sonucu toprağa ulaşarak katyonların yıkanması ve uzaklaşmasına, Al, Cd ve Mn
gibi ağır metallerin serbest kalmasına yol açar. Özellikle serbest kalan Al bitki kökleri
tarafından tutularak bitkilerin Ca ve Mg gibi besin elementlerini almasına engel olur. Bunun
gibi asit yağmurları ile toprağa ulaşan azot oksitleri (NOX) toprak suyu ile birleşerek nitrik
asite dönüşmekte, toprakta azot ve amonyum azotunun artmasıyla iyon antagonizması
nedeniyle bitkilerin Ca ve Mg almaları yine engellenmektedir. Ayrıca, hava kirliliğinden
kaynaklanan asit yağmuru bitkilerin fotosentez yapmalarını engelleyerek verim kaybına yol
açmaktadır. Özellikle kireçli ve alkalen reaksiyonlu topraklarda demir, suda güç çözünen
bileşikler halinde bulunduğu için bitkilerin topraktan demir alımı zorlaşmaktadır. Demir
bitkiler için özellikle klorofil yapımında dolayısıyla fotosentez için gerekli bir besin
elementidir. Eksikliğinde yapraklarda sararma (kloroz) görülür (Kantarcı, 1987: 246). Bu
nedenle alkalileşme toprakta bitkiler için yarayışlı demir içeriğini azaltarak arazinin verim
değerinin düşmesinde rol oynayabilmektedir. Ağır metallerle toprak kirlenmesi fitotoksik
etkiler yanında bazı bitki besin maddelerinin alınmasını da engellemektedir. Örneğin toprakta
bakır içeriğinin fazlalaşması özellikle narenciye bahçeleri ve bağlarda demir ve fosfor
eksikliğine yol açtığı gibi kloroz hastalığına neden olur.
Topraktaki bitki besin maddelerinin mekanik/fiziksel yolla uzaklaştırılması erozyon
sonucu gerçekleşir. Bu yolla özellikle verimli üst toprakta bulunan nütrient maddeler olan N,
P2O5, K2O ve organik maddeler de toprakla beraber taşınmaktadır. Ülkemizde erozyonla bitki
besin maddesi kaybı 90 milyon ton kadardır (TÇV, 1999: 253).
Yağışlı iklim bölgeleri dışında, aşırı ve kontrolsüz sulama ile çoğu bitki besin maddesi
olan elementlerin yıkanarak üst topraktan alt toprağa ve oradan yer altı sularına karışarak
topraktan uzaklaşması, kimyasal yolla bitki besin maddelerinin azalmasına yol açmaktadır.
Bu arada asit yağmurları sonucu toprağın asitleşmesi, aynı şekilde nütrient özellikte
katyonların topraktan uzaklaşmasına yol açmakta (kimyasal erozyon) veya bu süreci
hızlandırmaktadır.
Monokültürde sürekli aynı kök derinliğine ve aynı besin isteklerine sahip tek türün
tarımı yapıldığından toprak yorgunluğu ortaya çıkmakta ayrıca zararlılar sahaya
yerleştiğinden arazinin verim değeri giderek düşmektedir.
Bundan başka aşırı ve erken otlatma, doğal vejetasyondan aşırı yararlanma bitki ve
toprak arasında besin döngüsünde aksaklıklar yaratabilmekte ve bazı temel besin
maddelerinin ortamda azalmasına neden olarak arazi degradasyonuna yol açabilmekte ya da
hızlandırabilmektedir. Örneğin Doğu ve G. Doğu Anadolu’da meşe yapraklarının sürekli
hayvanlara yedirilmesi sonucu toprakta makro besin elementlerinin özellikle potasyumun
önemli ölçüde azaldığı ve arazinin verim değerinin düştüğü bildirilmiştir (Atalay, 1994: 177).
Genel olarak ölü bitki dokularının kalıntılarını ifade eden organik madde, az miktarda
bulunmasına rağmen toprağın fiziksel ve kimyasal özelliklerini önemli oranda etkiler.
Organik madde ve humusu birlikte organik madde adı altında değerlendirmek uygun
olacaktır. Organik maddenin toprağın iyileşmesindeki önemli rolü bilinmektedir. Bunlar,
katyon değiştirme kapasitesini arttırması, özellikle killi topraklarda toprağın kırıntılaşmasını
sağlaması, infiltrasyon kapasitesini arttırması ve erozyonun etkisini azaltması, su ve hava
dolaşımını iyileştirmesi, toprak ısısını düzenlemesi, mineral döngüsünün önemli bir safhasını
teşkil etmesi vb. şeklinde özetlenebilir. Tarım topraklarında kültür bitkilerinin hasattan arta
kalan kök ve gövde, dal, yaprak gibi parçaları (anız) organik maddenin kaynaklarını oluşturur.
Tahıl tarımı yapılan topraklarda anız, toprak üzerinde 150-250 kg/da organik madde
bırakmaktadır. Türkiye’deki tarım topraklarının yaklaşık 2/3’sinde organik madde içeriğinin
az veya çok az olduğu göz önüne alınırsa, anız yakmanın arazinin verim değeri açısından
zararı daha iyi anlaşılır. Organik maddenin azalması özellikle biyomas üretiminin az olduğu
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
113
kurak ve yarı-kurak sahalarda ciddi sorunlara neden olur. Ayrıca anız yakılması toprak
mikroorganizmalarının sayısını azaltarak topraktaki biyolojik dengenin bozulmasına yol açtığı
gibi anızın hayvanlar için yem olarak kullanılma olanağı da ortadan kalkar. Öte yandan anız
yakma orman yangınları açısından risk yaratır. Bundan başka hayvan dışkılarının tezek olarak
ısıtmada kullanılması organik madde dolayısıyla verim kaybına yol açmaktadır. Ülkemizdeki
tarım topraklarının % 21.5’inde organik madde çok az, % 43.8’inde az, % 22.6’sında orta, %
7.6’sında iyi ve % 4.6’sında yüksektir (Anonymous, 2003: 91). Organik madde miktarı %
2’nin altına düştüğünde erozyon çok kolaylaşmaktadır. Bu nedenle organik madde oranı, arazi
degradasyonunun izlenmesinde önemli bir indikatör olarak değerlendirilir (Barrow, 1994:
181).
C) Yanlış Arazi Kullanımının Biyolojik Süreçleri
1. Mikro ve Makro Fauna Aktivitelerinin Azalması: Toprağın biyolojik
degradasyonu, topraktaki mikro ve makro organizmalarda azalma veya bu organizmaların
toprağın verim değerinde etkili olan etkinliklerinin sınırlandırılması ile ortaya çıkar. Buna
bağlı olarak ekolojik kontrol mekanizmaları da bozulmakta, patojenler ve asalaklarda artış
ortaya çıkmaktadır. Toprak kirleticilerinin toprağın fiziko-kimyasal yapısında yol açtığı
olumsuz değişiklikler bunda en büyük etken olarak görülmektedir (Domzal, 1994’e göre
Aydınalp, 1998: 53). Toprağın orta derecede asitli olduğu topraklarda toprak solucanları,
mikroorganizmalar ve özellikle bakteriler en yüksek biyolojik aktivitelerini gerçekleştirirken
bu arada organik maddenin ayrışması ve toprak strüktürünün gelişimi hızlanır. Buna karşın
toprak asitleştiğinde (pH 5,5) aerob bakterilerin çoğu ortadan kalkar, 5 pH’nin altında
solucanlar yaşayamaz, 3 pH’nin altında ise sadece bazı mantarlar yaşayabilir. Karınca,
köstebek, solucan vb. toprak canlılarının ortadan kalkması, toprak havalanmasını daha da
yetersiz hale getirmektedir (Çepel, 1988: 365).
Toprağın kimyasal ve fiziksel yapısı bozulduğunda yararlı organizmaların faaliyetleri
sınırlandırılır hatta ortadan kalkar. Örneğin toprak yaşlığı durumunda toprak gelişimi ve
veriminde son derece önemli olan, nitrat oluşturan ve bağlayan bakteriler ile kükürt bakterileri
gibi yararlı mikroorganizmalar yerlerini toksik ürünler oluşturan anaerobik bakterilere bırakır,
denitrifikasyonla azot kaybı oluşur. Toprak yaşlığının toprağın kimyasal bozulmasına neden
olması, toprakta pH dengesini bozarak asitleşmeye yol açması ve bitkiler için toksik etki
yapan bazı bileşiklerin ortaya çıkmasıyla meydana gelir. Bu durum yararlı organizmaların
faaliyetleri ve tür kompozisyonunu olumsuz etkileyerek biyolojik degradasyona da yol
açmaktadır. Toprak yaşlığına bağlı olarak yetersiz havalanma koşulları ortaya çıkar, aerobik
mikroflora (nitrat oluşturan, azot bağlayan bakteriler ve kükürt bakterileri gibi) ve toprak
faunasının aktiviteleri sınırlanır, bu canlılar toksik maddeler salgılamaya başlar. Anaerobik
mikroorganizmaların artan faaliyeti karbondioksit, metan ve bazı organik asitlerin ortaya
çıkmasına neden olur (Mater, 1986: 107-108). Ayrıca H2S, sülfürler, Fe ve Mn iyonları gibi
toksik maddeler oluşur. Oksijen yetersiz olduğundan özellikle Ca, Mn, ve Fe bitkiler
tarafından alınamaz ve beslenme noksanlıkları meydana gelirken denitrifikasyonla azot kaybı
oluşur (Çepel, 1988: 327).
Bağ ve bahçelerde pestisit olarak kullanılan CuSO4 (bakır sülfat/göztaşı) topraktaki
yararlı mikroorganizmalar için toksik etki yaparak toprakta humus oluşumunu kısıtlamakta ve
toprağın organik bakımdan fakirleşmesine neden olmaktadır. Orman ve çalılıklarda çıkan
yangınlar ile anız yakılması toprakta mikro ve makro organizmalara zarar vererek etkili
olabilmektedir. Yangının şiddetine ve süresine göre toprak yüzeyinde sıcaklığın 200 C°’yi
aşabildiği saptanmıştır. Yangın toprağın 0-7.5 cm’lik üst kısmında organik maddenin % 88
gibi büyük oranda azalmasına neden olur. Bundan başka yangın, mineral toprağın
sertleşmesine, gözenekliliğinin azalmasına ve toprak strüktürünün bozulmasına yol açar. Buna
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
114
bağlı olarak nem tutma kapasitesi azalır, yüzeysel akış artar ve yangından sonra erozyon
şiddetlenir (Çepel, 1988: 371-372).
2. Ötrofikasyon: Göl, nehir ve bazı denizlerde ortaya çıkan ve besleyici mineral
kirlenmesinden doğan, aşırı bitki üretimi olayı. Bu olay “fosfat kirlenmesi” olarak da bilinir
(Berkes ve Kışlalıoğlu, 1990: 337). Başka bir ifadeyle ötrofikasyon olayı özellikle durgun
suların ya da yavaş akışlı akarsuların organik atıklarla kirletilmesi sonucu (kanalizasyon vb.)
kirlilik oluşumudur. Organik madde nütrient nitelikte olduğu için bu sularda yosunlar için
gübre vazifesi görmekte sonrasında aşırı derecede yosun oluşmaktadır. Ölen yosunlar dibe
çökerek birikmekte ve bakteriler tarafından ayrıştırılmaktadır. Ayrışma sırasında sudaki
çözünmüş oksijen miktarı azaldığı için buradaki canlıların yaşamı tehlikeye girmektedir.
Böylesi bir ortamı, oksijensiz ortamlarda dahi yaşayabilen kurbağa ve kaplumbağalarda terk
edecektir. İleriki safhalarda ise oksijen bittiği için belirtilen sahalar bataklığa dönüşecektir.
Bu sular toprak kirliliğine yol açtığı gibi yeraltısuyu kirliliğine de neden olmaktadır.
Ayrıca, ötrofikasyon olayı (sulak alanları doğal arazi kabul edersek) sulak alan
ekosistemlerini bozarak burada yaşayan kuş, balık ve diğer canlıların azalmasına ya da yok
olmasına neden olmaktadır.
5) YANLIŞ ARAZİ KULLANIMININ SONUÇLARI
Önceki bölümlerde yanlış arazi kullanımının ve arazi degradasyonunun nedenleri,
süreçleri irdelenirken yeri geldikçe sonuçlarına da değinilmiştir. Böyle olmakla birlikte yanlış
arazi kullanımının sonuçlarını global ve ulusal ölçekte, örneklerle, değerlendirmekte yarar
vardır.
Esas itibariyle yanlış arazi kullanımı süreçleri (erozyon, kütle hareketleri, tuzlulaşma,
asitleşme vb.) çölleşmeye başka bir ifadeyle arazinin verim değerinin düşmesine, arazi
degradasyonuna neden olmaktadır.
Şekil 23: Yanlış arazi kullanımı sonucunda, arazinin belirli aşamalardan geçerek verim
değerini yitirmesi ve tarım, ormancılık, hayvancılık açılarından işe yaramaz alanlara (VIII.
sınıf arazilere) dönüşmesi.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
115
Global ölçekte ele alındığında arazi degradasyonunu yanlış arazi kullanımının sonucu
olarak değerlendirmek mümkündür. Yukarıda şematize edilen süreç daha karmaşıktır. Ancak
ayrıntıya girmek, verilmek istenen asıl mesajı gölgede bırakabilir. Bu çerçevede aşağıdaki
tabloda dünya ölçeğinde arazi degradasyonu türlerinin kıtalara göre etki alanları ve dereceleri
belirtilmiştir.
Tablo 5: İnsan kaynaklı arazi degradasyonun global değerlendirmesi (GLASOD), (milyon
ha).
Degradasyon
türü
Su erozyonu
Rüzgâr
erozyonu
Besin
maddelerinin
azalması
Tuzluluk
Kirlenme
Fiziksel
Diğer
Toplam
Dünya
Asya
Batı Asya
Afrika
1178
440
84
227
Latin
Amerika ve
Karayipler
169
Kuzey
Amerika
Avustralya
ve Pasifik
Avrupa
60
83
115
694
222
145
187
47
35
16
42
141
124
21
86
10
2251
15
53
2
12
3
747
6
47
4
1
287
45
15
18
2
494
72
4
13
1
306
1
96
1
2
1
103
3
4
19
36
2
218
Kaynak:Bai vd., 2008a: 224.
Şekil 24: İnsan kaynaklı arazi degradasyonun global değerlendirmesi (GLASOD),
(milyon ha). Kaynak: Bai vd., 2008a: 224.
İnsan kaynaklı arazi degradasyonun global değerlendirmesine (GLASOD) göre; dünya
karalarının % 15’i degradasyona uğramıştır. En yüksek oranlar Avrupa (% 25), Asya (% 18)
ve Afrika (% 16)’ya aittir. Dünya degrade alanlarının % 52’sinde su erozyonu, % 31’inde
rüzgâr erozyonu, % 6’sında besina maddelerinin azalması, % 5,5’inde tuzluluk, % 4’ünde
fiziksel, % 1’inde kirlenme ve % 0,5’inde diğer degradasyon türleri görülmektedir. Su
erozyonunun en fazla etkili olduğu kıta Asya (% 37) iken en az etkili olduğu kıta Kuzey
Amerika (% 5)’dır. Rüzgâr erozyonunun en fazla etkili olduğu kıta Asya (% 32) iken en az
etkili olduğu kıta Avustralya ve Pasifik (% 2)’tir. Besin maddelerinin azalmasının en fazla
olduğu kıta Güney Amerika ve Karayipler (% 52) iken Kuzey Amerika kıtası ve Avustralya
ve Pasifik bölgesinde hiç görülmemektedir. Tuzluluğun en fazla olduğu kıta Asya (% 43) iken
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
116
Kuzey Amerika’da hiç görülmemektedir. Kirlenmenin en fazla olduğu kıta Avrupa (% 90)
iken diğerlerinin payı oldukça azdır. Fiziksel degradasyonun en fazla olduğu kıta Avrupa (%
42) iken en az etkili olduğu kıta Kuzey Amerika (% 1,2)’dır. Diğer degradasyon türlerinin en
fazla etkili olduğu kıta Asya (% 30) iken en az etkili olduğu kıta Kuzey Amerika’dır (Bai vd.,
2008: 224).
Şekil 25: Dünya Arazi Degradasyon Haritası
Kaynak: http://www.terramanustech.com.
Tablo 6: Bazı ülkelerde degrade alanlar (km2) ve degradasyondan etkilenen nüfus (%).
ÜLKE
ABD
Almanya
Degrade
Alanlar (km2)
Degrade
Alanların
Ülke
Arazine
Oranı (%)
20,6
9,1
Degrade
Alanların
Dünya
Karaları
İçerisindeki
Oranı (%)
7,935
0,144
1 983 886
32 479
Degradasyondan
Etkilenen Nüfus
(%)
Degradasyondan
Etkilenen Nüfus
(kişi)
10,79
6,97
31 144 568
5 676 882
Angola
828 029
66,42
2,37
60,74
9 263 348
Arjantin
Arnavutluk
Avustralya
Bahamalar
Bangladeş
Bhutan
Brezilya
Burundi
Cezayir
Cibuti
Çin
902 438
2334
1 994 268
4130
68 422
27 011
1 881 702
13 516
63 475
6107
2 193 697
32,62
8,12
25,94
29,63
47,52
57,47
22,11
48,56
2,67
27,76
22,86
3,13
0,009
6,182
0,009
0,199
0,073
5,381
0,037
0,196
0,017
7,627
36,95
4,29
11,31
32,01
49,12
54,99
26,67
52,09
22,45
59,3
34,71
14 455 278
137 861
2 187 493
19 029
72 728 775
1 332 662
46 595 573
3 881 071
7 168 600
282 700
457 202 031
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
Dominik Cumhuriyeti
Ekvator Ginesi
El Salvador
Endonezya
Etiyopya
Fas
Fildişi Sahili
Filipinler
Finlandiya
Fransa
Gabon
Gine
Gine-Bissau
Guatemala
Guyana
Güney Afrika
Haiti
Hindistan
Japonya
Kamboçya
Kanada
Kazakistan
Kenya
Kolombiya
Komorlar
Kongo
Kore Cumhuriyeti
Kore Halk Cumhuriyeti
Küba
Laos
Lesotho
Liberya
Malawi
Malezya
Meksika
Mısır
Mozambik
Myanmar (Burma)
Namibya
Nepal
Nijer
Nijerya
Pakistan
Papua Yeni Gine
Paraguay
Polonya
Rusya
Sierra Leone
Singapur
Svaziland
Tanzanya
Tayland
TÜRKİYE
Uruguay
Vietnam
Yeni Zelanda
Zaire
Zambiya
Zimbabve
DÜNYA
18 507
15 376
5585
1 028 942
296 812
67 399
117 595
132 275
27 779
46 691
172 865
91 415
18 851
55 884
93 448
351 555
11 821
592 498
130 563
77 958
1 985 085
487 033
104 994
291 295
181
201 614
54 091
60 959
32 430
133 395
10 344
50 500
30 869
175 817
487 804
36 514
226 567
358 887
288 945
54 704
22 563
91 443
20 644
205 500
66 704
41 514
2 802 060
35 902
243
16 533
386 256
309 245
30 851
87 566
134 026
147 014
1 346 914
454 630
180 125
35 058 104
37,98
54,81
26,54
53,61
26,33
15,09
36,47
44,09
8,24
8,54
64,58
37,18
52,19
51,32
43,47
28,82
42,6
18,02
34,56
43,06
19,9
17,93
18,02
25,58
8
58,95
54,93
50,57
29,25
56,33
34,08
45,34
26,05
53,32
24,73
3,65
28,26
52,89
35,01
38,85
1,78
9,9
2,57
44,4
16,4
13,28
16,41
50,04
37,5
95,22
40,87
60,16
3,95
49,69
40,67
54,72
57,43
60,41
46,12
23,54
http://esosbil.aksaray.edu.tr
117
0,054
0,037
0,016
2,703
0,843
0,201
0,331
0,362
0,178
0,19
0,471
0,262
0,048
0,163
0,257
1,124
0,034
1,751
0,451
0,225
11,575
2,041
0,294
0,818
0,001
0,569
0,182
0,226
0,095
0,382
0,033
0,123
0,089
0,475
1,474
0,112
0,651
1,053
0,875
0,182
0,062
0,256
0,073
0,564
0,2
0,188
16,519
0,102
0,001
0,051
1,081
0,895
0,111
0,294
0,387
0,545
3,76
1,312
0,531
100,000
43,43
45,39
16,76
40,52
29,1
35,71
36,33
42,75
3,46
10,48
35,85
46,51
43,43
30,46
26,49
38,14
34,56
16,5
24,2
24,03
17,69
13,31
35,59
36,02
21,5
54,93
31,81
45,08
28,31
55,13
44,49
38,12
19,89
46,39
34,3
13,92
26,36
47,86
35,87
48,93
6,61
13,33
3,58
40,58
66,97
14,37
6,2
39,33
55,95
98,77
39,48
56,66
5,08
33,03
35,27
30,97
53,49
50,07
39,51
23,89
3 843 087
171542
1 139 730
86 656 550
20 650 316
11 278 600
6 252 711
33 064 628
171 458
6 159 286
468 972
4 108 349
536 156
3 936 416
198 445
17 041 101
2 823 765
177 437 809
29 666 795
3 583 464
5 509 584
2 131 386
11 803 311
16 309 420
135 144
1 895 981
14 364 205
10 124 419
3 050 838
3 304 253
941 131
1 441 085
2 486 085
10 401 113
36 234 761
10 100 710
5 155 480
23 608 512
670 983
13 332 932
844 506
17 035 650
5 838 072
2 019 646
4 071 629
5 505 161
8 588 604
2 103 046
2 017 090
947 510
15 300 003
36 991 080
3 571 290
1 058 877
28 085 074
1 015 925
32 081 359
5 789 865
5 424 488
1 537 679 148
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
118
Kaynak: Bai vd., 2008: 24-27.
Yanlış arazi kullanımı, arazinin doğal potansiyelini yitirmesine başka bir deyişle arazi
degradasyonuna neden olmaktadır. Nitekim 1981-2003 yılları arasını kapsayan bir
araştırmada aşağıdaki sonuçlara ulaşılmıştır:
Degrade Alanlar (km2): 1. Rusya (2 802 060), 2. Çin (2 193 697), 3. Avustralya (1 994
268), 4. Kanada (1 985 085), 5. ABD (1 983 886), 6. Brezilya (1 881 702), 7. Zaire (Kongo
Demokratik Cumhuriyeti) (1 346 914), 8. Endonezya (1 028 942), 9. Arjantin (902 438), 10.
Angola (828 029);
Degrade Alanların Ülke Arazine Oranı (%): 1. Svaziland (95), 2. Angola (66), 3.
Gabon (64), 4. Tayland (60), 5. Zambiya (60), 6. Tayland (60,2), 7. Andorra (60), 8. Kongo
(59), 9. Bhutan (58), 10. Zaire (Kongo Demokratik Cumhuriyeti) (57);
Degrade Alanların Dünya Karaları İçerisindeki Oranı (%): 1. Rusya (16,5), 2. Kanada
(11,6), 3. ABD (7,9), 4. Çin (7,6), 5 Avustralya (6,2), 6. Brezilya (5,4), 7. Zaire (3,8), 8.
Arjantin (3,1), 9. Endonezya (2,7), 10. Angola (2,4);
Degradasyondan Etkilenen Nüfus (%): 1. Svaziland
(99), 2. Paraguay (67), 3.
Angol (61), 4. Cibuti (59), 5. Tayland (57), 6. Singapur (56), 7. Laos (55), 8. Bhutan (54,9), 9.
Kongo (54,9), 10. Zaire (Kongo Demokratik Cumhuriyeti) (54);
Degradasyondan Etkilenen Nüfus (milyon kişi) 1. Çin (457), 2. Hindistan (177), 3.
Endonezya (86), 4. Bangladeş (72), 5. Brezilya (46), 6. Tayland (37), 7. Meksika (36), 8.
Filipinler (33), 9. Zaire (Kongo Demokratik Cumhuriyeti) (32), 10. ABD (31);
Organik Madde Verimliği Kaybı (milyon ton): 1. Kanada (94), 2. Endonezya (68), 3.
Brezilya (63), 4. Çin (59), 5. Rusya (57), 6. Avustralya (47), 7. ABD (40), 8. Angola (38), 9.
Meksika (24), 10. Myanmar (Burma) (23,6) (Bai vd., 2008: 24-27).
Şekil 26: Haritada görüldüğü gibi “hektar başına vejetasyon (primer) üretim
verimliliği”nde merkezi Afrika, Güneydoğu Asya, Latin Amerika’nın merkezi kesimlerinde
belirgin bir düşüş görülmektedir. Bu durumun ortaya çıkmasında ormansızlaştırma, aşırıerken otlatma vb. oldukça etkili olmuştur.
Kaynak: Bai vd., 2008: 230.
Aşağıdaki tablo incelendiğinde yukarıdaki haritanın anlamlılığı artmaktadır. Nitekim
1990-2005 yılları arasında orman alanlarındaki yıllık değişimin en fazla olduğu kıta
Afrika’dır. Onu Güney Amerika izlemiştir. Avrupa’daki ormanlaştırma çalışmaları dikkat
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
119
çekicidir. Primer orman alanları bakımından yıllık değişimin en fazla olduğu kıta Güney
Amerika’dır. Onu Asya izlemektedir (www.fao.org).
Tablo 7: Ormansızlaştırma ve orman degradasyonu (1990-2005).
BÖLGE
AFRİKA
ASYA
AVRUPA
KUZEY-ORTA AMERİKA
OKYANUSYA
GÜNEY AMERİKA
DÜNYA
Orman alanlarının yıllık
değişimi (1000 ha)
-4263
-194
805
-329
-417
-3952
-8351
Primer orman alanlarının yıllık
değişimi (1000 ha)
-270
-1510
956
-545
82
-3297
-5848
Kaynak: www.fao.org.
Ülkemizde havza bazında sürdürülen bazı çalışmalarda arazilerimizin yanlış-bilinçsiz
kullanıldığı tespit edilmiştir. Gömeç (Balıkesir) Ovası’nda yürütülen bir araştırmada ova ve
çevresinde tarıma uygun olmayan arazilerin % 10’unda tarım yapıldığı belirtilerek bu
arazilerin orman örtüsü altında olması gereken VII. sınıf araziler olduğu gerçeği dile
getirilmiştir. Söz konusu çalışmada su sıkıntısı çekilen ovada yeraltısuyunun aşırı çekim
sonucu tuzlulaşma eğilimi gösterdiği; marş (bataklık) sahasının ikincil konut yapılaşmasına
açıldığı ve ova gerisindeki degrade alanların aşırı otlatma sonucu VIII. sınıf arazilere
dönüştüğü belirtilmektedir (Gülersoy, 2001: 214-226; Gülersoy ve Buldan, 2003: 252-253).
Bakırçay Havzası’nda yürütülen bir çalışmada ise arazi kullanım türleri ile arazi
yetenek sınıfları arasında bir uyumun söz konusu olmadığı belirlenmiştir. Bu araştırmaya göre
I. sınıf arazilerin % 3,6’sı mera ve % 2,8’i yerleşim; II. sınıf arazilerin % 10,9’u mera ve %
8’i yerleşim ve VII. sınıf arazilerin % 26,1’i tarım alanı olarak kullanılmaktadır. Havzanın %
70’inde şiddetli ve çok şiddetli erozyonun etkili olduğu ve bunun da arazilerin doğru
kullanılmadığının göstergesi olduğu belirtilen çalışmada Bakırçay Havzası arazilerinin %
55’inin yanlış-bilinçsiz kullanıldığına dikkat çekilmektedir (Gülersoy, 2008: 394-395;
Gülersoy ve Buldan, 2009: 100-101).
Yanlış arazi kullanımının dünya ve ülkemiz açısından ne gibi sonuçlar doğurduğunu
erozyon-çölleşme bağlamında ele almak mümkündür. Bilindiği gibi doğa koşullarında 1 cm
kalınlığında bir toprak tabakasının oluşması için genel olarak 100 yıl gerekmektedir. 100 yılda
oluşmuş bir toprak tabakası erozyonla 10 yılda kaybolmaktadır. Teknoloji kullanılarak toprak
üretmek mümkün değildir.
Dünyada 20 yıl içinde tarım alanlarının % 20’si toprak erozyonu ile kaybolacaktır.
Yine Afrika’da Sahra’nın güneyinde 50 yıl içinde 650 000 km2 kadar alan çölleşecektir.
Türkiye, dünyada toprak rezervi kalmayan 19 ülkeden biridir. Yine son 20 yılda kişi
başına düşen tarım toprağı üçte bir düzeyinde azalmıştır. Ülkemiz yüzeyinin % 79’unda orta
şiddetli ve çok şiddetli derecede erozyon meydana gelmektedir. Ülkemizden erozyonla 1 km2
alandan taşınan toprak miktarı Avrupa ülkelerinden 7 kat daha fazladır. Bu nedenlerle
topraklarımızı çok dikkatli ve doğru kullanmak zorundayız.
Ülkemizde, akarsularca deniz, göl ve komşu ülke topraklarına yüzer halde taşınan katı
madde miktarı, yılda ortalama olarak 500 milyon tondur. Bu oran ülkemizin 13 kat
büyüklüğündeki Avrupa’da 320 milyon tondur. Normalde 1 km2’lik bir alandan 100 ton
toprak/anamateryal taşınırken, bu oran ülkemizde 600 tonun üzerindedir. Başka bir anlatımla
ülkemizde 1 mil2’den 1500 ton toprak/anamateryal taşınmaktadır. Oysa dünya standartlarına
göre, bu oran 500 tonu aştığında o sahanın felaket derecede aşınmaya uğradığı kabul
edilmektedir. O halde Türkiye’de felaket sınırının üç misli üzerinde erozyon
gerçekleşmektedir.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
120
Ülkemizde 6 milyon hektar arazi (ülkemizin % 8’i) yanlış-bilinçsiz kullanılmaktadır.
Bunların sonucunda kırdan kente göç hızlanmıştır. Nitekim kırdan kente göçün yoğun olarak
yaşandığı ülkemizin Doğu, Kuzeydoğu ve Kastamonu ve çevresini kapsayan Kuzey
Anadolu’nun orta kesimleri şiddetli erozyona uğrayan alanların başında gelmektedir.
6) İDEAL ARAZİ KULLANIMI (ARAZİ YETENEK SINIFLANDIRMASI)
Sanayi Devrimiyle birlikte insanoğlunun toplumsal, kültürel, ekonomik istekleri daha
da artmıştır. Öte yandan hızla artan nüfus karşısında mevcut doğal kaynakların en iyi şekilde
değerlendirilmesi, yeni ziraat alanları açılması, kentler kurulmasına vs. ihtiyaç duyulmuştur.
Bu durum var olan arazinin bilimsel esaslara dayanarak kullanılması gerçeğini gündeme
getirmiştir (Gülersoy, 2008: 255). 1920’li yıllarda A.B.D.’de gündeme gelen Land Use
kavramı üç başlık halinde incelenmiştir;
I. Land Use İnventory (arazinin hâlihazır kullanım tarzının tespiti)
II. Land Use Capability Classification (arazinin değer bakımından sınıflandırılması)
III. Land Use Planning (arazi kullanım tarzının planlanması)
1930 Amerika’sının mahalli planlamaları, 1922 İngiltere’sinin “Land Use Survey”
çalışmaları, 1941 yılında yayımlanan SCOTT raporu, Colemans’ın, Geresmou’nun çalışmaları
doğal ortamın kullanılışı ve nasıl kullanılması gerektiğini ortaya koymak için yapılmıştır
(Gülersoy, 2008: 255).
Arazi kullanımı için altyapıyı oluşturan arazi sınıflandırma sistemi çeşitli doğal ortam
özelliklerine sahip arazilerden en verimli şekilde yararlanmayı amaçlar. Buna göre arazi
tarım, otlak (mer’a) ve orman sahası olarak belli ölçütlere göre en uygun kullanım türlerine
ayrılır. Üzerinde doğal bitki örtüsü ve hiçbir tarım ürününün yetişemediği tuzlu, kayalık,
kumluk, bataklık alanlar işe yaramaz araziler olarak belirlenmektedir.
1930’lu yıllarda Amerika Toprak Koruma Teşkilatı’nın uygulamaya başladığı
ülkemizde de 1970’li ve 1999’lı yıllarda uygulanan arazi yetenek sınıflandırması metodunda
arazi belirli ölçütlere göre 8 sınıfa ayrılmaktadır. Her biri Romen rakamları ile ifade edilen
arazi sınıfları üç ana grup halinde incelenmektedir.
1) Sürüme elverişli, tarım yapılabilen araziler (I., II., III., IV. sınıf araziler)
2) Sürüme elverişli olmayan araziler (V., VI., VIII. sınıf araziler)
3) Tarım, ormancılık ve hayvancılık açısından değer taşımayan araziler (VIII. sınıf
araziler).
Arazi yetenek sınıflandırma metodunda biyomların verimlilik açısından
değerlendirilmesinde üç ana doğal ortam kriterine göre hareket edilir. Bunlar; a) iklim b)
topoğrafya (eğim, yükselti, bakı) c) anakaya ve toprak özellikleridir (bünye, taşlılık, çakıllılık,
tuzluluk, pH vs.). Bunların yanında sınıflandırmanın yapılacağı sahanın sosyo-ekonomik
özellikleri de dikkate alınmalıdır (Gülersoy, 2008: 259).
Arazi yetenek sınıflaması yönteminin amacı doğal potansiyeli korumak ve araziden en
yüksek verimi almaktır. Bu sınıflamaya aykırı kullanım arazinin verimini düşürdüğü gibi
arazinin doğal potansiyelinin de bozulmasına hatta daha düşük sınıflara dönüşmesine neden
olmaktadır. Örneğin, orman olarak kullanılması gereken eğimli, arızalı alanlarda tarla açma
veya bu alanların mera olarak kullanılması, erozyonla üst toprağın taşınmasına arazinin VIII.
sınıf, işe yaramaz araziye dönüşmesine neden olmaktadır. Yine arazi sınıfına uygun fakat aşırı
kullanılan sahalarda da benzer sonuçlar görülebilmektedir. Örneğin mer’a (VI. sınıf arazi)
olarak belirlenen bir sahada aşırı ve erken otlatma erozyonu şiddetlendirmektedir.
Bu sınıflandırmaya göre, iklim şartlarının uygun olduğu düz ve hafif engebeli sahalar,
tarıma uygun sahalar olarak sınıflandırılır. Ağacın yetişmediği yarıkurak ve yüksek sahalar
otlak olarak kullanılmaya elverişlidir. İklimin uygun olduğu eğimli sahaların ormanlarla kaplı
olması gerekmektedir (Gülersoy, 2008: 262-263).
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
121
Tablo 8: Arazi yetenek sınıfları ve kullanılış biçimleri.
SINIF
I
II
III
IV
SINIF
V
VI
VII
VIII
TARIMA UYGUN ARAZİLER (İşlenebilir araziler)
Her türlü ürünün yetiştiği düz, iyi drene olmuş (suyun topraktan uzaklaştığı), kolay işlenebilir, derin
ve verimli araziler.
Az da olsa sorunların bulunduğu araziler (toprağın sığ oluşu, hafif tuzlanma vb.)
Tarım ürünlerinin yetişmesinde kısıtlamalara yol açan belirgin sorunların olduğu (erozyona
hassasiyet, taşlılık vb.), bazı toprak koruma önlemleri gerektiren araziler.
Toprak derinliği, taşlılık, drenaj ve eğim yönünden şiddetli sınırlayıcılar vardır. Ancak ciddi toprak
koruma önlemleri uygulanabildiğinde (teraslama, kısa sürelerle drenaj gibi) tarım yapılabilen araziler
(Sınırlı tarım).
TARIMA UYGUN OLMAYAN ARAZİLER (İşlemeye uygun olmayan araziler)
Taşlı araziler (birikinti konileri, zaman zaman taşkına uğrayan çakıllı, kumlu sahalar). Yerine göre
ağaçlı tarım (bağ-bahçe, zeytinlik, incir), mera veya orman şeklinde isteğe bağlı kullanım türlerine
ayrılabilir.
Eğim, toprak sığlığı gibi aşırı sınırlayıcılar mevcuttur. Otlak (mera) olarak kullanıma uygun araziler.
Toprak sığlığı, taşlılık, eğim, erozyon gibi şiddetli sınırlayıcılar mevcuttur. Orman olarak
kullanılması gereken araziler.
Kayalık, bataklık, çok tuzlu alanlar gibi tarıma, orman ve otlak olarak kullanıma uygun olmayan
araziler. Turizm ve rekreasyon (eğlence-dinlence) alanları ve av hayvanları barınağı vs. olarak
değerlendirilebilir.
Kaynak: Gülersoy, 2008: 261.
Şekil 27: Arazi yetenek sınıfları doğal ortam potansiyelinin rasyonel kullanımını ifade
etmektedir.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
122
Şekil 28: Mevcut arazi kullanımı (Yanlış arazi kullanımı). Bu temsili şekilde arazi doğal
potansiyeline uygun kullanılmamıştır.
Şekil 29: Olması gereken (ideal) arazi kullanım şekilleri. Bu temsili şekilde arazi doğal
potansiyeline uygun kullanılmıştır.
7) SONUÇ-TARTIŞMA
4,6 milyar yıl yaşındaki Dünya’nın son 1,5-2 milyon yıllık sürecinde ortaya çıkan
insan 10-12 000 yıl öncesine kadar doğal kaynaklardan doğrudan beslenmiş ve yaşamını
idame ettirmiştir. Yerleşik hayata geçiş ve toprağa bağlanma süreci, arazilerin yanlış
kullanımında önemli bir milat olmuştur. Sanayi öncesi toplumda geçimlik tarımdan ticari
tarıma geçiş yapan insan toplulukları (özellikle Avrupalılar) tarımdan elde ettikleri artı
değerle gözünü ülkelerinden uzakta bulunan dünya kaynaklarına dikmiş Haçlı Seferleri ve
akabinde Coğrafi Keşiflerle gücüne güç katmıştır. Coğrafi Keşiflerle yeryüzünü büyük ölçüde
parselleyen Batılı güçler, gittikleri yeni karalarda yeraltı-yerüstü kaynaklarını talan etmişler,
arazilerin ve diğer doğal kaynakları aşırı-bilinçsizce kullanmışlar, yağma politikasıyla kendi
ülkelerine getirmişlerdir. Bu birikimin ivmesiyle sanayileşme sürecini başlatmışlardır. Bu
yeni ekonomik model yeryüzünün geri dönülemez dönüşümünün de habercisidir.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
123
1750’li yıllarla birlikte hızlanan Sanayi Devrimi, yanlış arazi kullanımı açısından
ikinci kırılma noktasıdır. O güne dek savaşlarla, alan kavgalarıyla yeryüzünü şekillendiren
insan toplulukları artık yeraltındaki kaynaklara da el atmış, fosil yakıtları ve demiri kullanarak
yeni bir yaşam biçimi oluşturmuştur. Fabrikaların kurulması işçi ihtiyacını artırmış bu
çerçevede fabrikalar etrafında yeni kentler, yaşam alanları oluşturulmuştur. 1800’lü yılların
ortalarından itibaren hızlanan nüfus artışı araziler üzerindeki baskıyı daha da artırmış, bu
baskı emperyal emellerle birleşerek I. Paylaşım Savaşı’nın patlak vermesinde etkili olmuştur.
I. Dünya (Paylaşım) Savaşı sonrası yeniden parsellenen dünya kaynakları yine hoyratça
kullanılmış, dünya sahnesinde yer almak isteyen bazı ülkeler işgal ettikleri ülke arazilerinde,
daha önce Batılı komşularının uyguladıkları yöntemleri hayata geçirmişlerdir.
Nüfus baskısı, doğal kaynaklar ve arazi üzerindeki baskıyı artırdıkça, hâkim güçler
sürtüşmeye başlamış ve II. Paylaşım Savaşı patlak vermiştir. Bu savaşla iyice hırpalanan
dünya karaları ve denizleri (elbette diğer doğal kaynaklar), savaş sonrası Çokuluslu güçlerin,
şirketlerin yönlendirmesiyle yeniden paylaşılmıştır. Araziler üzerinde yaşayan halk, onunla
birlikte düşünülmüş ve bir meta olarak görülmüştür. Sözü edilen dönemden günümüze % 176
oranında artan dünya nüfusu tarımda yeni kullanmaya başladığı kimyasal ilaç (pestisit,
herbisit) ve gübrelerle tarımsal verimi artırsa da bunun faturası çok ağır olmuştur. Söz konusu
kimyasal ilaç ve gübreler arazilerin hemen altında veya akiferlerde birikmiştir. Aşırı-bilinçsiz
sulamayla birlikte topraklar kapilarite ile tuzlanmış (daha önce Mezopotamya’da olduğu gibi),
asitleşmiştir. Yorgun düşen toprağın verimi azalmış hatta Sahel gibi yağışın son derece az
olduğu kırılgan ekosistemlerde çöl alanları genişlemeye başlamıştır. Soğuk Savaş’la birlikte
hızlanan kalkınma ve dünyaya hâkim olma yarışı arazilerin de yanlış-bilinçsiz kullanımını
hızlandırmıştır (SSCB- Aral Gölü örneği).
1970’li yıllarla birlikte (Dünyaya hâkim olan muhalif akımların da etkisiyle) dünya
kaynaklarının sonsuz olmadığı fark edilmiş ve yeni bir kalkınma modeli olarak “korumakullanma dengesi”, “tüketmeden kullanma” ilkeleri çerçevesinde “sürdürülebilir bir
kalkınma”dan söz edilmeye başlanmıştır. O güne hatta günümüze dek sorgusuz-sualsiz dünya
doğal kaynaklarını ve onun en önemli unsuru olan arazileri kullanan Batılı devletler, bu yeni
oluşuma destek vermiş ancak pratikte yaptığı sınırlı parasal ve ayni (gıda, araç-gereç vb.)
yardımlar dışında samimi davranmamıştır.
1990’lı yıllarla birlikte hızlanan iletişim-bilişim devrimi uzakları yakın etmiş, bu süreç
dünyada yaşayan halkları yakınlaştırdığı gibi küresel şirketlerin de dünya doğal kaynaklarını
ve arazilerini merkezi bir sistemle (internet) yönetebilme imkânını sağlamıştır.
Günümüzde postmodern bir yaşam modelini dünyaya dayatan Batı dünyası, sanayi
(modern) toplumu arazi kullanım modelini de büyük ölçüde değiştirmiş, ülkelerin tarımsal
üretim sistemlerini, ürün desenlerini çeşitli müdahalelerle şekillendirmeye başlamıştır.
Günümüzde dünya arazilerinin % 15 kadarı çeşitli nedenlerle degradasyona uğramış
durumdadır. Başka bir ifadeyle verim ve kullanım değerlerini büyük ölçüde yitirmişlerdir.
Doğal kaynakları sınırsız olarak gören yaklaşımlar, politikalar, insan ihtiyaçlarının sınırsızlığı
ve artan nüfusun baskısı karşısında arazi degradasyonu hızlanmış, etki alanını genişletmiştir.
Aşırı-erken otlatma (% 35), ormansızlaştırma (% 30), yanlış-bilinçsiz tarım uygulamaları (%
28), yakacak için aşırı ağaç kesimi (% 7) ve sanayileşme (% 1) faaliyetleri arazi
degradasyonun dünya ölçeğinde başlıca nedenleridir. Bunlar yanında tarım, otlak ve orman
arazilerinin yerleşim ve sanayi amaçlı kullanılması, katı, sıvı çöplerin gelişigüzel
depolanması, hatalı kalkınma-tarım politikaları vb. arazi degradasyonunda etkili olmaktadır.
Yukarıda kısaca özetlenmeye çalışılan kapitalist ekonomik model dünyaya refah
getirememiştir. Bunun karşıtı sosyalist uygulamalarda pratikte doğal kaynakların
dejenerasyonunu hızlandırmıştır. Arazilerin dolayısıyla toprağın kendisini yenileyemediğini
dikkate almayan ülke ve uluslararası kurum, kuruluşlar ve hegemonya araçlarının yetkilileri
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
124
ve politikaları başarısız olmuştur. O halde ekolojik-coğrafi temelli bir yaklaşımla doğal
kaynakları, kırılgan ekosistemleri dikkate alan, ulusal hatta uluslararası havza bazında
kalkınma modellerine ihtiyaç vardır. Söz konusu “havza kalkınma uygulamaları”
coğrafyacılardan ziraatçılara, sosyologlardan tarihçilere, temel bilim uzmanlarından
mühendislere dek geniş bir meslek yelpazesinde şekillenmeli, araştırmalar ve analizler
sonucunda ulaşılan kararlardan asla taviz verilmemelidir.
DEĞERLENDİRME SORULARI:
1. Geçmişten günümüze yanlış arazi kullanım nedenleri hakkında özlü bilgi veriniz.
2. Günümüzde dünya karaları nasıl kullanılmaktadır? Bu kullanım doğal ortam
potansiyeline uygun mudur?
3. Ülkemiz arazisinin kullanımı hakkında genel bilgiler vererek bu kullanımın ülkemiz
doğal ortam potansiyeline uygunluğunu sorgulayınız.
4. Yanlış arazi kullanımının başlıca nedenlerine değinerek günümüzdeki etki alanları
ve boyutlarını tartışınız.
5. Yanlış arazi kullanımı ile arazi degradasyonu arasında nasıl bir ilişki vardır?
6. Yanlış arazi kullanımının süreçleri hakkında özlü bilgi veriniz.
7. Yanlış arazi kullanımı, erozyon ve çölleşme arasında nasıl bir ilişki vardır?
8. Global ölçekte, yanlış arazi kullanımının sonuçlarını ülkemizle kıyaslayarak
tartışınız.
9. Doğal ortam potansiyeli “ideal arazi kullanım ilkeleri” çerçevesinde nasıl
değerlendirilmelidir?
10. Doğal kaynakların sınırlı, insan ihtiyaçlarının sınırsız olduğu ve nüfusun hızla
arttığı bir dünyada gelecek nasıl şekillenmelidir? Bir sosyal bilimci olarak yorumlayınız.
11. Yanlış arazi kullanımı ve arazi degradasyonu ile sömürgecilik arasında nasıl bir
ilişki söz konusudur? Tartışınız
12. “Havza bazında kalkınma planları” deyince ne anlıyorsunuz? Yorumlayınız.
13. Kırsal kalkınma ve tarım reformu ile arazi kullanımı arasında nasıl bir ilişki
vardır? Tartışınız.
8) KAYNAKLAR
AKALAN, İ., (1992), Türkiye’nin Toprak Kaynakları, Bunların Sorunları ve Çözüm
Yolları. Türkiye Coğrafyası Dergisi, S 1, s 1-14, Ankara
ANONYMOUS, (2003), Türkiye Toprak Su Kaynakları ve Çölleşme. Tarım ve Köy
İşleri Bakanlığı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü APK Dairesi Başkanlığı, Ankara
ATALAY, İ., (1986), Uygulamalı Hidrografya, E.Ü. Basımevi, Bornova, İzmir.
ATALAY, İ., (1989), “Türkiye’de kır yerleşmelerinin arazi degradasyonu üzerindeki
etkileri”, Atatürk K.D. ve Tarih Y. Kurumu. Coğr. Bil. ve Uyg. Kolu. Coğr. Arş. Derg., Cilt 1,
Sayı: 1, s. 91-101. Ankara.
ATALAY, İ., (2004), Doğa Bilimleri Sözlüğü, Meta Basımevi, İzmir.
ATALAY, İ., (2011a), Türkiye Coğrafyası ve Jeopolitiği, Meta Basımevi, İzmir.
ATALAY, İ., (2011b), Genel Beşeri ve Ekonomik Coğrafya, Meta Basımevi, İzmir.
AYDINALP, C., (1998), Toprak Degradasyonunun Nedenleri ve Etkileri. Anadolu J.
of AARI. Yıl 2, s 8, sy.: 51-54.
BAI, Z.G, DENT, D.L., OLSSON, L. & SCHAEPMAN, M.E. (2008a), Proxy Global
Assessment Of Land Degradation, Soil Use and Management, September 2008, 24, 223-234,
British Society of Soil Science, England.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
125
BAI, Z.G, DENT, D.L., OLSSON, L. & SCHAEPMAN, M.E. (2008b), Global
Assessment of Land Degradation and Improvement 1. Identification by remote sensing, FAOISRIC PR 35852, ISRIC-World Soil Information, Wageningen, Netherlands.
BAHTİYAR, M., (2000), “Toprak erozyonu, oluşumu ve nedenleri”, Tema Eğitim
Seminer Notları, 26, 33-51, İstanbul.
BARROW, C., J., (1994), Land Degradation. Cambridge University Pres. ISBN 0 521
46615 6, London.
BAYKUT, F., AYDIN, A., BAYKUT, S., (1987), Çevre Sorunları ve Korunma. İ.Ü.
Yay. No: 3449, İstanbul.
BERKES, F., KIŞLALIOĞLU, M., (1990), Ekoloji ve Çevre Bilimleri. Remzi
Kitapevi, No: 95, ISBN: 975-14-0187-9, İst.
BİLGİN, F., (2006), Ege Bölgesinde Tarımsal Amaçlar İçin Yasal Yollarla Orman
Dışına Çıkarılan Alanların Kullanım Sorunları, T.C. Çevre Ve Orman Bakanlığı Ege
Ormancılık Araştırma Müdürlüğü, Teknik Bülten No:32, İzmir.
CASPER, J.K., (2010), Changing Ecosystems: Effects of Global Warming, Facts On
File, Inc. An Imprint of Infobase Publishing, ISBN 978-0-8160-7263-7, New York, USA.
CEYLAN, A., AKGÜNDÜZ, S., DEMİRÖRS, Z., ERKAN, A., ÇINAR, S. ve
ÖZEVREN, E., (2009), Aridity Index Kullanılarak Türkiye’de Çölleşmeye Eğilimli
Alanlardaki Değişimin Belirlenmesi, I. Ulusal Kuraklık ve Çölleşme Sempozyumu, 16-18
Haziran 2009, s. 1-8, Konya.
CITRON, B., (2006), The Human Impact on Planet Earth, Foundation For the Future,
“Humanity and the Biosphere: The Next Thousand Years” UNESCO, Paris.
ÇEPEL, N., (1988), Orman Ekolojisi. İ. Ü. Orm. Fak. Yay. No: 399, ISBN 975 404
061 3, İstanbul.
ÇEPEL, N., (1996), Çevre Koruma ve Ekoloji Sözlüğü, TEMA Vakfı Yayınları No: 6,
İstanbul.
ÇEPEL, N., (1997), Toprak Kirliliği Erozyon ve Çevreye Verdiği Zararlar. Tema
Vakfı Yay. No: 14, İstanbul.
ÇEPEL, N., Bahtiyar, M. vd., (2000) Erozyonla Mücadele, Tema Eğitim Notları,
Tema Vakfı Yay. 26.
DELİBACAK, S., TUNCAY, H., (1996), Aydın İli Germencik Ovası Topraklarındaki
Tuzluluk, Alkalilik ve Bor Kirliliği. E.Ü. Ziraat Fak. Derg. Cilt 33, S 2-3, ss. 49-56, İzmir
DENKER, B. T., (1977), Yerleşme Coğrafyası-Kır Yerleşmeleri. İ. Ü. Coğr. Enst.
Yay. No: 93, İstanbul.
DİZDAR, M. Y., (1993), Yurdumuzda Toprak Degradasyonu, Tarım ve Köyişleri
Bakanlığı Dergisi, S: 88, s 25-27, Ankara.
DOĞANAY, H., (2002), Ekonomik Coğrafya 1 Doğal Kaynaklar, Aktif Yayınevi,
İstanbul.
DOĞANAY. H., (2007), Ekonomik Coğrafya 3: Ziraat Coğrafyası, Aktif Yayınevi,
İstanbul.
ERDOĞMUŞ, E., (2004), Borun Canlılara ve Çevreye Etkisi. Ekoloji Magazin Derg.
S 2, sy 28-34, İzmir.
ERGENE, A., (1997), Toprak Biliminin Esasları. Öz Eğitim Basım Yay. Dağt, Ltd.
Şti. Konya
ERİNÇ, S., (1982), Jeomorfoloji I, İst. Ün. Ed. Fak. Yay., 2931, İstanbul.
ERİNÇ, S., (1984), Ortam Ekolojisi ve Degradasyonal Ekosistem Değişiklikleri. İ.Ü.
Deniz Bil. ve Coğr. Enst. Yay. No: 1, İstanbul.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
126
ERTEK, T., A. (1995), “Senirkent Seli (13 Temmuz 1995 Isparta)”, Türk Coğr. Derg,.
30, 127-141, İstanbul.
ERUZ, E., (1992), Toprağın Kirlenme Sorunları. İ. Ü. Den. Bil. Ve Coğr. Enst. Blt. S
9, s 75-85, İst.
GEF-IFAD PARTNERSHIP, (2002), Tackling Land Degradation and Desertification,
Printed by GMS Grafiche, Rome, Italy.
GÖRCELİOĞLU, E., (2002), Peyzaj Onarım Tekniği. İ.Ü. Orman Fak. Yay. No:
4351, İstanbul.
GÜLERSOY, A.E., (2001), Gömeç Ovası’nda Bugünkü Arazi Kullanımı ile Arazi
Sınıflandırılması Arasındaki İlişkiler, D.E.Ü. Eğit. Bil. Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, İzmir.
GÜLERSOY, A.E. ve BULDAN, İ., (2003), “Gömeç Havzası’nda (Balıkesir) Arazi
Kullanımı ile Sınıflandırılması Arasındaki İlişkiler”, Sırrı Erinç Sempozyumu (11-13 Eylül)
2003 Coğrafya Genişletilmiş Bildiri Özetleri, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, s. 249-254,
İstanbul.
GÜLERSOY, A.E., (2008), Bakırçay Havzası’nda Doğal Ortam Koşulları ile Arazi
Kullanımı Arasındaki İlişkiler, D.E.Ü. Eğit.Bil.Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi,
İzmir.
GÜLERSOY, A.E ve BULDAN, İ., (2009), “The Misuse Land Use and Results in
Bakırçay Basin (NW Anatolia, Turkey)” The 6th Romanian-Turkish Geographical Seminar,
Present-Day Environmental Changes in Romania and Turkey, Bucharest, Romania, 05-14
June, 2009.
GÜNAY, T. (1997), Orman, Ormansızlaşma, Toprak, Erozyon. TEMA Vakfı Yay. 1,
4. Bası.
GÜNER, İ. ve ERTÜRK, M., (2005), Kıtalar ve Ülkeler Coğrafyası, Nobel Yayın
Dağıtım, Ankara.
GÜNEY, E. (2002a), Genel Çevre Kirlenmesi, Çantay Kitabevi, İstanbul.
GÜNEY, E., (2002b), Türkiye Çevre Sorunları. Çantay Kitapevi, İstanbul.
GÜNEY, E., (2003), Toprak-Bitki-Ekocoğrafya Sözlüğü, Çantay Kitabevi, İstanbul.
GÜNEY, E., (2004), Çevre Sorunları, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara.
GÜNGÖRDÜ, E., (2011), Üniversiteler İçin Türkiye’nin Beşeri ve Ekonomik
Coğrafyası, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara.
HAKTANIR, K., CANGİR, C., ARCAK, Ç., ARCAK, S., Toprak Kaynakları ve
Kullanımı. http://www.zmo.org.tr/etkinlikler/5tk02/08.pdf (29 Mayıs 2012).
KANTARCI, M.D., (1987), Toprak İlmi. İ.Ü. Orm. Fak. Yay. Yay. No: 387, İstanbul.
KAPUR, S., AKÇA, E., ÖZDEN D.M., SAKARYA, N., ÇİMRİN, K.M., ALAGÖZ,
U., ULUSOY, R., DARICI, C., KAYA, Z., DÜZENLİ, S. ve GÜLCAN, H., (2003), The Jrc
Enlargement Action, Contributions to the International Workshop, “Land degradation”, 5-6
December 2002, Ispra, Italy, Robert J. A. Jones Luca Montanarella (eds.), Italy.
LOWDERMİLK, W. C., (2000), Toprağın 7000 Yıllık Öyküsü, Tema Vakfı Yayınları
No: 22, İstanbul.
LEOPOLD, A. S. (1972), The Desert Time Inc. U.S.A.
MATER, B., (1986), Toprak Coğrafyası. İ. Ü. Yay. No: 3465, İstanbul.
MATHER, A.S., (1992), Land Use, Longman UK, London.
MONTOGOMERY, D. R. (2010), Toprak: Uygarlıkların Erozyonu, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
MUTLUER, M. & IŞIK, Ş., (2000), Kasım 1995 Karşıyaka-Çiğli Sel Felaketi
Sonrasında Yapılan Çalışmalar Üzerine Bazı Gözlemler, Ege Coğrafya Dergisi, Sayı: 11, s.
55-74, İzmir.
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
http://esosbil.aksaray.edu.tr
127
OVERSEAS DEVELOPMENT GROUP, (2006), Global Impacts of Land
Degradation, University of East Anglia, Norwich.
ÖNER, E. & MUTLUER, M., (1993), Akselendi Ovasında Kumul Oluşumu ve Buna
Bağlı Çevre Sorunları, Ege Coğrafya Dergisi, Sayı: 7, s. 133-160, İzmir.
ÖZÇAĞLAR, A. (Tarihsiz), Arazi Kullanımı (Land Use) Ders Notları, Ankara
Üniversitesi, DTCF Coğrafya Bölümü, Ankara.
ÖZEY, R. (2001), Çevre Sorunları, Aktif Yayınevi, İstanbul.
PEKCAN, N.Y., (1996), “Karadeniz heyelanları ve önlenmesi yolunda önerilerimiz”,
İ.Ü. Ed. Fak. Coğr. Böl. Coğr. Derg. 4, 137-143, İstanbul.
PONNIAH,
W.,
D.
(2000),
“Land
Degradation”,
http://www.ecaned.net/Idegrade.html.
SAYIN, S. (1986), Türkiye’de Tarım Dışı Amaçla Arazi Kullanımı İçinde Toprak
Sanayinin Yeri ve Erbaa Örneği. K.H.G.M. Yay. 136, Ankara.
SEMENDEROĞLU, A., (1992), Tarih Boyunca Çevre ve İnsan, Ekoloji ve Çevre
Dergisi, I, 3, ss. 15-17, İzmir.
SE
MENDEROĞLU, A. (1999), Urla-Çeşme Yarımadası’nda Doğal Ortam İle Sosyoekonomik Faaliyetler Arasındaki İlişkiler, Basılmamış Doktora Tezi, D.E.Ü. Sos. Bil. Enst.
İzmir.
SEMENDEROĞLU, A., ÇUKUR, H. (2004), “Missuse of the land and land
degradation on the tmolos depozits in the northern slope of the bozdag mountains”,
Symposium of Global Change and Relation between People and Environment, Romanian
Academy Institute of Geography on 8 November 2003, 171-182, Bucaresti-Romania.
SEMENDEROĞLU, A., GÜLERSOY, A.E. & İLHAN, A., (2006), Kimyasal ve
Biyolojik Arazi Degradasyonu, Türk Coğrafya Dergisi, Sayı: 45, s. 15-40, İstanbul.
SEMENDEROĞLU, A., GÜLERSOY, A.E. & İLHAN, A., (2007), Fiziksel Arazi
Degradasyonu, Türk Coğrafya Dergisi, Sayı: 47, s. 75-98, İstanbul.
SÖNMEZ, M.E., (2011), Uygarlıkların Çöküşünü Hazırlayan Hatalı Arazi Kullanımı,
Toprak Erozyonunun Tarihsel Gelişimi ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki Yansımaları
GAP VI. Tarım Kongresi, 09-12 Mayıs 2011, Bildiriler Kitabı, ss. 714-719, Şanlıurfa.
SÜR, Ö. (1977), “Heyelan olaylarının ekonomiye etkileri”, A.Ü. Dil ve Tarih Coğ.
Fak. Coğr. Araştırmaları Derg. 8, 137-151, Ankara.
TANOĞLU, A., (1966), Beşerî Coğrafya Nüfus ve Yerleşme Cilt I, İ.Ü. Yay. No:
1183, İstanbul.
TAYSUN, A., (1989), Toprak ve Su Korunumu, E.Ü. Ziraat Fak. Teksir No: 92-III,
İzmir
T.C. ORM. BAK. AGM GEN. MÜDÜRLÜĞÜ, (1999), Erozyon Kontrolü uygulamalarında
Dikkate Alınacak Hususlar. AGM Yay. No: 14, Ankara.
TÇV, (1999), Türkiye’nin Çevre Sorunları. Yay. No: 131. ISBN: 975-7250-47-7,
Ankara.
TÜMERTEKİN, E., & ÖZGÜÇ, N. (2011), Beşeri Coğrafya İnsan, Kültür, Mekân,
Çantay Kitabevi, İstanbul.
TÜMERTEKİN, E., & ÖZGÜÇ, N. (2012), Ekonomik Coğrafya Küreselleşme ve
Kalkınma, Çantay Kitabevi, İstanbul.
YENMEZ, N., (2005), Ova Topraklarının Tuzlanmasına Yeni Bir Örnek: Harran
Ovası, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 8 (14), 199-236, Balıkesir.
İnternet Kaynakçası:
http://maptd.com
www.fao.org
Elektronik Sosyal Bilgiler Eğitimi Dergisi
Cilt 1 Sayı 2
www.cia.gov
www.tuik.gov.tr
http://www.wcs.org
http://geoserver.isciences.com
www.oecd.org
www.worldbank.org
www.ecowalkthetalk.com.
www.khgm.gov.tr/
www.terramanustech.com
www.cografya.gen.tr
www.isric.org
www.tema.org.tr
www.wcs.org
www.zmo.org.tr
www.ecaned.net
http://esosbil.aksaray.edu.tr
128

Benzer belgeler