ahmet ümit - everestyayinlari.com
Transkript
ahmet ümit - everestyayinlari.com
BÜLTEN EVEREST BÜLTEN 04 ARALIK 2015 AHMET ÜMİT Elveda Güzel Vatanım SEYYİDHAN KÖMÜRCÜ DÜNYA LEKESİ LORRIE MOORE RAWI HAGE KARNAVAL ELENA FERRANTE ORHAN KEMAL SENARYOLAR MODERN KL ASİKLER “MODERN ”İ KL ASİKLER İBİ OKUMUŞ G INIZ! YAPAMAZS EDİTÖRDEN 3 “Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar.” “Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar.” Kim söylemişti bu cümleyi hatırlamıyorum, ne yazık ki doğru… Doğru, lakin eksik. Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar, vatanımızı kaybetmekle neticelenir. Bir zamanların İttihat ve Terakki fedaisi, şimdilerin yorgun komitacısı Şehsuvar Sami, 1926 yılında, kapana kısıldığı Pera Palas’tan bu satırları yazıyor, büyük ve umutsuz aşkı Ester’e. Ahmet Ümit’in merakla beklenen ve ilk basımı 250 bin adet yapılan son romanı Elveda Güzel Vatanım, nihayet bu ay ’lerle buluşuyor. Kaybedilen bir ülke, kaybedilen bir şehir, kaybedilen bir hayat. Şehsuvar Sami’nin mektupları, Osmanlı’nın son dönemi, İttihat ve Terakki, Selanik, İstanbul, Beyoğlu, Pera Palas... Ve hep aynı soru: Devlet mi kutsaldır, insan mı? Fuar yorgunluğunu atlatıp yeni yıl telaşına girdiğimiz bu günlerde, Everest’in yeni kitapları bununla kalmıyor tabii. Türkçe edebiyatın zirvelerinden Adalet Ağaoğlu’nun meşhur günlükleri nihayet 4 ciltte tamamlanıyor. Damla Damla Günler’in, önceki baskılarda tek cilt olarak yayınlanan 1983-1996 dönemini, daha rahat okunmasını sağlamak amacıyla iki cilt halinde sunuyoruz. Keşif dizisinde, Orhan Kemal’in Bilinmeyen Senaryoları yer alıyor. Yeşilçam’ın gizli imzası Orhan Kemal’in daktilosundan çıkıp yıllar sonra ilk kez gün ışığı gören altı senaryo ve bir senaryo taslağı, ’lerle buluşuyor. Çağdaş Dünya Edebiyatı’nda Rawi Hage’in Karnaval adlı romanı ve Lorrie Moore’un Havlama adlı öykü kitabı yer alıyor. Tüm iyi yıllar! ’lere iyi okumalar, ARALIK 2015 SAYI: 4 EVEREST YAYINLARI’NIN AYLIK ÜCRETSİZ BÜLTENİDİR. PARAYLA SATILMAZ. EDİTÖRLER: CEM İLERİ, MEHMET SAİD AYDIN CEM ALPAN, DİDEM ÜNAL, BAŞAK GÜNTEKİN TASARIM: FÜSUN TURCAN ELMASOĞLU GRAFİK UYGULAMA: EMİR TALİ Baskı ve Cilt: Melisa Matbaacılık Matbaa Sertifika No: 12088 Çiftehavuzlar Yolu Acar Sanayi Sitesi No: 8 Bayrampaşa/İstanbul Tel: (212) 674 97 23 Faks: (212) 674 97 29 EVEREST YAYINLARI Ticarethane Sokak No: 15 Cağaloğlu/İSTANBUL Tel: (212) 513 34 20-21 Faks: (212) 512 33 76 e-posta: [email protected] www. everestyayinlari.com www. twitter. com/everestkitap facebook.com/everestyayinlari instagram/everestyayinlari Everest, Alfa Yayınları’nın tescilli markasıdır. 4 KEŞİF Orhan Kemal’in değişik isimler altında ve kendi imzasıyla yazdığı senaryo sayısı 300’ü bulur! YEŞİLÇAM’IN GİZLİ İMZASI: ORHAN KEMAL O rhan Kemal 1953 yılında bir röportajında şunları söyler: “Senaryo yazarlığım var. Reçete üzerine. Yani bir konu veriyorlar. Sonra ticari unsurlar dedikleri hususiyetlerin gramajını da tayin ediyorlar. Artık o ne derece benim senaryom oluyor bilmem.” Hem bu durum, hem sansür kurulunun Orhan Kemal ismini sürekli reddetmesi nedeniyle, senaryoları farklı isimler ile kullanılmıştı. Orhan Kemal, Yeşilçam’ın gizli imzasıdır. Orhan Kemal’in daktilosundan, eski Türkçe aldığı notlardan çıkıp yıllar sonra ilk kez gün ışığı gören altı senaryo ve bir de senaryo taslağı, Keşif dizisinde. Yayına hazırlayan Işık Öğütçü’nün sözlerine bakarsak: Gözümün önünde 1960’lı yıllarda yazlık sinemalarda seyrettiğim o güzelim yerli filmlerimiz canlandı. Siyah beyaz şehirler ve İstanbul. Bu şehirlerde yaşayan insan serüvenlerinin biz seyircileri sımsıcak saran, hüzünlü, ağlatan, güldüren ve şaşırtıcı öyküleri. Okuduğum senaryolar beni çok duygulandırdı. Belki de seyrettiğim pek çok filmin senaryosunu babam yazmıştı. Küçük bir çocuk için o zamanlar bu o kadar önemli değildi. Ama şimdi… Belki de izlediğiniz bir filmle karşılaşacaksınız satırları okurken. Hatırladığınız sahneler olacak bir filmden, “Aaa, Orhan Kemal’inmiş!” dedirtecek. Bir okur için en güzel keşiflerden!.. KEŞİF 5 TEK BİR ROMAN, İKİ FARKLI SON, TAM BİR KEŞİF! Orhan Kemal’in iki farklı son yazdığı Yüz Karası, romancının maharetini göstermesi açısından da bir keşif niteliğinde. İlk defa 1960 yılında yazılıp, bugüne kadar tefrika edildiği gazetelerin sayfalarında, kitaplaştırılmayı bekleyen bir roman Yüz Karası. Elli yıl sonra ortaya çıkan bu roman, Işık Öğütçü’nün önsözüyle hikâyesini anlatmaya başlıyor. Adana’nın fakir bir mahallesinden başlayıp İstanbul’a uzanan bu öyküde fakirlik, büyük umutlar ve haysiyet konuları işleniyor. Birbirinden farklı karakterlerdeki iki kardeşin yaşam mücadelesini; açgözlülük, kısa yoldan köşeyi dönme ve vicdan muhasebesiyle okurlara aktaran Orhan Kemal, her zaman en açık halini anlattığı insanın bu kez yüzünün karasını ortaya çıkarıyor. Yüz Karası 2011’de yayınlandığında, 2015’te başka bir sürprizle karşılaşacağımı tahmin bile edemezdim. Orhan Kemal’in arşivinde bulduğum, 1961 yılında Demokrat İzmir gazetesinin gönderdiği bir mektupta, romanı tefrika edeceklerini yazıyorlardı. Eserin adı Para ve Namus’tu. Bunu okuyunca nasıl bir heyecan fırtınasına kapıldığımı düşünebilirsiniz. Tefrika, 17 Ekim 1962 tarihinde, otuz dokuzuncu sayıda bitmişti. Fakat ne yazık ki sonuç hayal kırıklığıydı! Okuduğum, Yüz Karası’nın aynısıydı. Yine de romanı inatla sonuna kadar bir kez daha okudum. İşte o zaman gördüm ki, Orhan Kemal, romanını onuncu bölümünden başlayarak son bölüme kadar Demokrat İzmir gazetesi için farklı bir şekilde yazmış, romanı değişik bir sonla bitirmişti. Işık Öğütçü 6 ROMAN Ferrante Fırtınası Devam Ediyor! Terk Edenler ve Kalanlar bizi biz yapan ikilemleri, benimsemeye zorlandığımız rollerle ölmeye direnen arzuların çatışmasını anlatıyor… Elena Ferrante bir müstear isim. Son yılların en ilgi uyandıran kitapların yazarının kimliğini yayıncısından başka kimse bilmiyor. Ünlü yazar Jhumpa Lahiri yazara seslendiği bir beyanında bu konudaki düşüncelerini şöyle ifade etti: “Sizi namevcut yazar olarak görenlere cevabım: alakası yok. Elegelmezliğinize rağmen, kapalıdan çok açık bir kapının varlığını görüyorum ben. Şu günlerde fazlasıyla ortada bir yazar olarak ben o kapıyı kapamaya çalışıyorum, kamuyla ir- tibatımı en aza indirmeye çalışıyorum. Ama bana öyle geliyor ki siz bundan kaçınarak tamamıyla şeffaf bir yazar haline geliyorsunuz. Sizi görünmez kılan bir maske sayesinde, her şeyi yazabiliyor, açık edebiliyorsunuz.” “Napoli Romanları” çok yakında dizi film olacak. Dizinin son kitabı Kayıp Çocuğun Hikâyesi’nin de çevirisi tamamlandı. Çok yakında raflardaki yerini alacak. ELENA FERRANTE 7 “Napoli Romanları” Terk Edenler ve Kalanlar’la devam ediyor. Serinin üçüncü cildi Lila ve Lenu’nun “ara dönem”ine, yetişkinlik ve evlilik hayatına odaklanıyor. Fonda İtalya ve Avrupa’nın yüzyılın ikinci yarısındaki en çalkantılı dönemini ele alan roman, hem siyasetin günlük hayata ve bilinçlere vuran gölgesini, hem de ikili ilişkilere, özellikle de evlilik hayatına yansıyan şiddeti anlatıyor. İkinci cilt Yeni Soyadının Hikâyesi’nde Lenu sevgilisi Pietro Ariota ile nişanlanarak evlilik yolunda adım atmış ve ilk romanını bastırmış, başarılı da olmuştu. Lila ise sonunda Enzo’nun da desteğiyle kocası Stefano’yla bağlarını koparmıştı. Oğlu ve Enzo ile birlikte bir kenar mahallede yeni bir hayata başlayan Lila, bir et fabrikasında çalışıyordu. İki dostun yolları iyiden iyiye ayrılmış, roman, Lenu’nun seneler sonra büyük tutkusu Nino ile karşılaşmasıyla son bulmuştu. Üçüncü kitap Terk Edenler ve Kalanlar’da Lenu ve Lila’nın unutulmaz yolculuğu devam ediyor. Lenu evlilik yolunda ilerledikçe Lila’ya daha da yabancılaşır, zira Ariotalar fazlasıyla entelektüel ve aristokrat bir ailedir ve Lenu, saygın bir genç yazar olmuştur artık. Gelgelelim dönem ‘68 olaylarının şiddetle yaşandığı, toplumsal bağların, sosyal ilişkilerin ve rollerin aşınıp çözüldüğü bir dönemdir. Kadın aydın ve entelektüeller bile, içine doğdukları kültürün erkek egemen temellerini sorgularken, yine erkek aydınlar tarafından seslerinin bastırılmasına engel olamazlar. Sokaklarda ise durum çok daha vahimdir: faşistler ve solcular arasındaki gerilimin iyice tırmanmasıyla, özellikle Lila’nın bir parçası olduğu işçi sınıfı cephesinde, şiddet düpedüz fiili boyutlara varmış, yara almadan yaşamak, hatta boyun eğmeden onuruyla hayatını idame ettirmek artık imkânsız bir hal almıştır. Lenu, canyoldaşı Lila’nın yardımına koşmakla çok geçmeden onu daha büyük bir çıkmazın içine sürükler. Bununla birlikte entelektüel kocasından beklediği ilgi ve anlayışı göremez. Ve geçmişinden gelen bir figürle aile yaşantısı da evliliği de derinden sarsılacak, kimliği altüst olacak, ama beklenmeyeni yapmaktan geri durmayacaktır. 8 İLK CÜMLELER Metin Kaçan / Ağır Roman Kolera Sokağı’nın en kral kevaşesi Eda, yatıştan sonra apış arasını yıkadığı suyu, hurdaya çıkmış metal artıklarından yapılma kerhanenin pencere iskeletinden şık bir figürle boşluğa saldı. Ahmet Altan / Tehlikeli Masallar Romanı, bir cinayeti tasarlar gibi tasarladım. Nazlı Eray / Âşık Papağan Barı Bilincim yavaş yavaş yerine geliyor olmalıydı. Aslı Erdoğan / Kabuk Adam Bazen insana hiçbir şey hatırlamak kadar acı veremez, özellikle de mutluluğu hatırlamak kadar. ÖYKÜ 9 Havlama Çıkmazları, sıkıntıları, arızaları ve dayanılmaz çekiciliğiyle ikili ilişkiler!.. Lorrie Moore üniversiteden mezun olduktan sonra bir süre avukat asistanı olarak çalıştı. Sonra edebiyat okuyan Moore, tezi için kaleme aldığı hikâyeleri Self-Help adı altında yayımlandı. Aralarında Birds of America’nın da bulunduğu beş hikâye derlemesi, üç romanı ve bir çocuk kitabı vardır. 1998’de “O’ Henry Ödülü”, “Irish Times Uluslararası Kurgu Ödülü” ve “Rea Kısa Hikâye Ödülü”nün sahibi olan Moore, son öykü derlemesi Havlama ile de Flannery O’Connor Uluslararası Öykü Ödülü ve The Story Ödülü’nün finalisti olmuştur. Edebiyat dalında Profesör unvanına sahip olan yazar şu an Vanderbilt Üniversitesi’nde dersler vermektedir. Yılın Dikkat Çeken Kitabı: New York Times, Washington Post Yılın En İyi Kitabı: San Francisco Chronicle, NPR, Financial Times, St. Louis PostDispatch, BookPage Ayın En İyi Kitabı: Mart 2014, Amazon Zeki, komik, ciddi, dürüst, sakınmaz, keskin gözlü ve oldukça sivri dilli... Çağdaş Amerikan edebiyatının en dikkat çekici öykücülerinden Lorrie Moore, yeni derlemesi Havlama’yla tüm maharetlerini sergiliyor. İkili ilişkilerin çıkmazlarını, bu ilişkilere ket vuran travmaları, güvensizlikleri, dinmeyen kaygıları ve arada bir de tüm ihtişamıyla parlayan güneşi anlatan Moore, aman vermez tavrına rağmen espri duygusu ve nükteli anlatımıyla okurlara hayatı sevdirmeyi başarıyor. Ancak bunu yaparken, yakın tarihin utanç veren gerçeklerinin yaşamlara vuran gölgesini de asla göz ardı etmiyor. Özellikle öykü kitabı Birds of America’yla dikkatleri üzerine çeken, Julian Barnes, Roddy Doyle, David Lodge gibi saygın yazarların beğenisini kazanan Lorrie Moore, Amerikan yaşayan en saygın yazarlarından sayılıyor. Sekiz öyküden oluşan Havlama, yıpranan evlilikleri, uzaya uzaya yakıtını tüketen ilişkileri ve beklenmedik, tuhaf karşılaşmaları, eşleşmeleri ele alıyor. “Her zamanki gibi muhteşem… Moore en hafif ağır yazar olmak gibi sıra dışı bir farklılığa sahip. Mutsuzluk, kalp ağrısı, hastalık, keder ve hayal kırıklığı – tüm bunların böylesi eğlenceli olacağı kimin aklına gelirdi ki?” Geoff Dyer, The Observer 10 AHMET ÜMİT Devletin derinlikleri, toprağın derinliklerinden daha karanlıktır. ROMAN 11 “Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar...” D Günaydın Ester, (1. Gün, Sabah) Sonunda güneş doğdu. Pencereden içeri sızmaya çalışan o kasvetli grilik yerini dupduru bir maviliğe bıraktı. Balkon kapısını açıp dışarı çıktım. Nemli bir rüzgâr çarptı yüzüme. Başımdaki ağırlığı giderir umuduyla derin derin içime çektim nemli sabah havasını; hoşuma gitti, hatta bir parça canlandırdı beni. Şehir uyanmıştı; caddeden yükselen bağırış çağırış, sakaların, yoğurtçuların çıngırakları, araba gürültüleri… Pera’da o bildik telaş… Aşağıda Kasımpaşa’nın eteklerinde bir süt birikintisi gibi bembeyaz uzanıyordu Haliç. Üzerinde kül rengi lekeler halinde birkaç tekne… Selanik’in uysal denizini hatırladım; körfezden açıklara doğru uzanan o sonsuz maviliği… Selanik’teki evimin balkonu, zannederim çok daha genişti bu odanınkinden… Zannederim derken içim acıyor, insan doğduğu şehri, yaşadığı evi unutabilir mi? Elbette unutamaz, ama zaman, hatıraları siliyor birer birer. “Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar.” Kim söylemişti bu cümleyi hatırlamıyorum, ne yazık ki doğru… Doğru lakin eksik. Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar, vatanımızı kaybetmekle neticelenir. Şu anda, kâbusu andıran bu duygu kemiriyor içimi. Şehrimi çoktan yitirdim, sıra vatanıma geldi. Belki onu da çoktan yitirdim ama farkında değilim… 15 Ölümle yüzleşmek, ölmeyi düşünmekten daha iyidir. 12 AHMET ÜMİT Devletin derinlikleri, toprağın derinliklerinden daha karanlıktır. Sahi nedir vatan? Bir toprak parçası mı, uçsuz bucaksız denizler, derin göller, yalçın dağlar, verimli ovalar, yemyeşil ormanlar, kalabalık şehirler, tenha köyler mi? Hayır, bütün bunların ötesinde bir anlam taşır vatan. Ne sadece toprak parçası, ne su havzaları, ne ağaç silsilesi… Annemizin şefkati, babamızın saçlarına düşen ak, ilk aşkımız, doğan çocuğumuz, dedelerimizin mezarlarıdır vatan… Vatanı olmayan insanın hayatı da olmaz. Evet, bir vakitler zihnim, kalbim bu fikirlerle doluydu. Şimdi? Şimdi bilmiyorum… Evet, nasıl ki o koca vatan parça parça dağıldıysa, fikirlerim, ideallerim, bütün hayatım gözlerimin önünde eriyor. Yok, endişelenme, henüz bedenim yerli yerinde, ne var ki ruhum epeydir can çekişiyor. O kadar acı verici ki, bazen neden uzatıyorsun bu işkenceyi diyorum. Bazen kendi elimle son vermek istiyorum bu hazin maceraya. Sonra vazgeçiyorum. Ölümden korktuğumdan değil, yaşamayı sevdiğimden de değil, sadece o tuhaf merak duygusu yüzünden. Ama belki de bütün bunlara gerek kalmayacak, ülkenin yeni sahipleri son verecekler yorgun bedenimde hâlâ çarpmayı sürdüren bu inatçı kalbin çırpınışlarına. Bu ihtimal, kuvvetle muhtemel... Arkadaşlarımın başına gelen, zannederim benim de başıma gelecek. Ya karanlık bir köşede kafama sıkılmış bir kurşunla ya da ustaca tezgâhlanmış bir mahkeme kararıyla yağlı ilmeğin ucunda can vereceğim. Evet, hissediyorum; her an, her saat, her gün çember daralıyor. O yüzden yazıyorum bu satırları sana. Peşimdeler Ester... Eski ittihatçıların hiçbirine hayat hakkı tanımayacaklar. İzmir Suikastı bir bahane. Nihai hesaplaşma başladı. İzmir’de kurulan darağaçları yetmedi, Ankara’da da astılar bizimkileri. Suçlu suçsuz ayırt etmiyorlar. Kara Kemal ki, asla bulaşmamıştır bu suikasta, onu bile ortadan kaldırdılar. Güya intihar etmiş, hem de bir kümeste. Olacak iş mi bu? Kendini öldürdüğü yetmiyormuş gibi bu işi bir de kümeste yapıyor. Düpedüz itibarsızlaştırma. Tek tek ortadan kaldırıyorlar herkesi. Artık eminim, sıra bana geliyor. Bu kadar ittihatçıyı zindana atan, sürgüne yollayan, öldüren irade beni sağ bırakır mı? O sebepten taşındım Beşiktaş’taki evden. Pera Palas’a bu sebepten geldim. Ev sahibem Madam Melina da ölünce, beni dert edecek kimse kalmadı şu koca dünyada. 16 ROMAN 13 Tutuklanırsam birileri beni görsün, öldürülürsem birileri fark etsin diye. Ölmeyi göze aldım ama onursuzca olmasın istiyorum bu iş. Kara Kemal’in başına gelen benim başıma da gelmesin. Hayır, vesvese yapmıyorum, bundan adım gibi eminim. Halbuki hiçbir tehlike arz etmiyorum onlar için. Ama fark etmez, belli ki kalemimiz kırılmış, belli ki dönüş yok bu karardan. Peşimdeler Ester… Kendimi acındırmaya çalışmıyorum, merhamet dilenmiyorum. Fakat sana yazmak mecburiyetindeyim. Lütfen beni affet, lütfen bana kızma… Evet, biliyorum kırgınsın… Belki de bana inanmayacaksın. Hâlâ siyasi maksatlar peşinde olduğumu düşüneceksin. Hayır, şerefimle temin ederim ki böyle bir niyetim yok. Bunu bir dertleşme sanma, günah çıkarma olarak da görme, bir tür kendi kendine hesaplaşma diyebilirsin. “Kendinle hesaplaşıyorsan niye beni karıştırıyorsun?” diye sorabilirsin. “Bunca yıldan sonra nerden geldim aklına?” diye sitem edebilirsin. Aslında hiçbir zaman çıkmamıştın ki aklımdan. Hiçbir zaman senden ayrı bir ben olmamıştı ki... Evet, sözlerime inanmasan da hakikat bu. Selanik’in dar sokaklarında beni bırakıp gittiğin o gün, belki de bilhassa o gün deli gibi âşıktım sana. “Hayır, ben değil, sen bıraktın,” diyeceksin. “Aldığımız karara uymadın, beni yalnız koydun,” diyeceksin… Evet, haklısın, öyle yaptım. Bu münasebeti bitiren sen değil, bendim... Niye mi? Vatan için, millet için, o mukaddes dava için diyebilirim ama eksik kalır. Mesele çok daha karışık… İşte biraz da bu sorunun yanıtını bulabilmek için yazıyorum. Çünkü seni niye terk ettiğimi aslında ben de tam olarak bilmiyorum. Belki başa dönersem, belki yaşadıklarımızı yeniden hatırlarsam, belki yeniden yaşamaya başlarsam, neden kaçtığımın yanıtını bulmuş olacağım… Biliyorum, belki de sana yolladığım zarfları hiç açmayacaksın, tek satırını bile okumayacaksın yazdıklarımın. Hiç önemli değil. Zarfları açmasan da ben, yazdıklarımı okuduğunu hayal ederek, ömrümün son günlerini mesut bir adam olarak geçireceğim. Evet, gözlerimi, aklımı, yüreğimi, hakikate kapatacağım, ruhum ne istiyorsa, onu gerçekleşmiş sayacağım. Diyeceksin ki bu bencillik, hatta zalimlik, belki de rezilce… Bütün aşağılamaları kabul ediyorum. Üstelik bu 17 Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar. 14 AHMET ÜMİT Demek ki sadece seçimler değil, rastlantılar da belirliyormuş insanın hayatını. davranış hiç de yakışmıyor bana. Senin bildiğin Şehsuvar Sami bu tür ucuzluklara kalkışmazdı, böyle pespayelikler peşinde koşmazdı, haklısın ama yaşadıklarımı birine anlatmam lazım. Ve ne yazık ki bu çığırından çıkmış dünyada, vatan olma vasfını çoktan yitirmiş bu ülkede, sırlarımı paylaşacağım senden başka kimsem yok. 18 Mehmet Said Aydın: Aslında tuhaf oldu, kitapla bu kadar uğraştıktan sonra... Ahmet Ümit: En güzeli işte. En iyi röportajı sen yapacaksın demek ki. Estağfurullah. Romanı epeydir bekliyordu insanlar. Bu defa Başkomser Nevzat değil, hatta tam polisiye de sayılmaz. Başka türlü polisiye, evet. Bildiğim kadarıyla, bu bir öyküyken büyüdü... Yok bu o değil. O Beyoğlu’nun En Güzel Abisi idi. Aslında şöyle: Bundan dört yıl önce, yani ben Sultanı Öldürmek’i bitirdikten sonra bu romanı yazmaya başladım, biraz ilerledim de hatta. Bir sonbahar günü yakın arkadaşım, dostum Selim İleri ile Yakup’a gittik. Zaman zaman buluşur muhabbet ederiz. Selim orada sordu, ben de anlattım. Novella var, Beyoğlu’nu, Tarlabaşı’nı anlatıyor dedim. Bir gazete için yazdığımı, geliştireceğimi söyledim. O da... Başka bir fikir çıktı sonra oradan. Evet, “Ahmet,” dedi “bu çok güzel, sen bunu yaz.” Oturdum, yazdım. Beyoğlu’nun En Güzel Abisi çıktı böylece. Ardından, dört yıldır kafamda olan, hakkında okuduğum, kitap topladığım, düşündüğüm bu kitaba geldim. İttihat ve Terakki hep ilgilendiğim bir konuydu, ertelemiştim, tekrar döndüm ve ortaya nihayet Elveda Güzel Vatanım çıktı. Aslında aynı izlek devam ediyor. Devlet-birey izleği mi? Evet. Bu topraklarda bir türlü kurulamayan birey olma, vatandaş olma, devletin karşısına sivil inisiyatif olarak karşı çıkma Söyleşi: Mehmet Said Aydın Elveda Güzel Vatanım Ahmet Ümit ELVEDA GÜZEL VATANIM 15 Elveda Güzel Vatanım 16 AHMET ÜMİT izleği. Devlet bazen Kemalist bir devlet oluyor, bazen din kisvesi altında başka bir şey oluyor, bazen açıkça diktatörlük oluyor. Hiç değişmiyor: Cumhuriyet, Osmanlı, Selçuklu, Roma, Hitit... Güçlü bir hükümdar, bir kral, imparator, padişah, başbakan, cumhurbaşkanı hiç fark etmiyor. Beş bin yıllık bir gelenekten bahsediyorum. Bu gelenek korkunç bir kul kültürü yarattı. Birey olma idealini, Fransız ihtilali gibi yerlerden beslenen İttihat ve Terakki’de de görüyoruz. İttihatçıların amaçlarından bir tanesiydi parlamento açmak; ki zaten var olan askıya alınmış anayasayı tekrar yürürlüğe koymak, meşrutiyeti kurmak. Fakat enteresan biçimde görüyoruz ki, romanın geçtiği o tarihte de “hürriyet kardeşlik eşitlik” sloganının yanına bir de “adalet”i ekleyen siyasi oluşum bir yıl kadar kısa sürede despotik, baskıcı, kendini eleştirenleri öldüren, hatta gazeteci öldüren bir hale dönüşmüş. Ardından ülkeyi mahva, savaşa götürecek, seçimleri sopayla kazanmaya vardıracaklar işi. Romanda tarihle ilgili bir hatırlatma var, bir tashih. İlk meclisin açıldığı zamana yönelik, değil mi? Aslında yeni bir şey söylemiyorum, altını çiziyorum diyelim. Ben tarihçi değilim ama okurken gördüm ki meclis 23 Nisan 1920’de açılmamış ilk olarak. Belgelerde var, meclis 1876’da açılıyor, 1878’de kapatılıyor, sonra ikinci meclis 23 Temmuz 1908’de açılıyor. Hatta, cumhuriyet döneminde 23 Temmuz bayram olarak, “Özgürlük Bayramı” olarak kutlanıyor bir süre. Fakat devamında iktidara gelenler, o dönemin izini silmek istiyor muhtemelen. Açılan ilk meclisin yokmuş gibi davranılması hakikaten tuhaf bir şey. Sanki her şey Kurtuluş Savaşı ile başladı gibi bir algı var, halbuki cumhuriyet fikrinin kökleri II. Mahmut tarafından atılıyor. II. Mahmut’la başlayan bu sürecin içerisinde Genç Osmanlılar, Jön Türkler, elbette İttihat ve Terakki ile bizatihi cumhuriyeti kuran kadrolar var. Cumhuriyeti kuran kadronun büyük bölümü İttihat ve Terakki Cemiyeti yöneticisiydi. Romanda Şehsuvar Sami “biz iktidarda değiliz ama fikrimiz iktidarda” diyor... İttihatçılar da benzer şeyi istiyordu, Mustafa Kemal bir adım öteye götürdü, saltanatı kaldırdı. İttihatçıların da içinde Ahmet Rıza gibi kadrolarda cumhuriyete ulaşma fikri vardı ama genel kadrolar belki hayal etmemişti bunu. Milli Müdafaa dediğimiz oluşum ise İttihat ve Terakki yöneticilerinin 2 Kasım 1908 günü bir Alman denizaltısıyla kaçmasından altı ay sonra başlatılan bir oluşum. Mustafa Kemal’in bir aktör olarak sahneye çıkmasıyla, bir adım öteye giden bir hal, bunu elbette kabul etmek lazım. Bu doğru. Ama bir sabah uyandık ve Batılı fikre sahip olduk, modernleşme yanlısı olduk demek haksızlık olur. Ben bir yazar olarak o dönemi yazarken bunu gördüğüm için, resmi doğru çizmem gerektiğini düşündüm. Bir romancı olarak beni asıl ilgilendiren, tarihî gerçekler kadar, tarihin insan hayatına nasıl etki ettiği, o hayatı nasıl değiştirdiği. Kitapta Osmanlı’nın son döneminde Şehsuvar Sami çevresindeki insanların hayatı nasıl değişmiş, insanlarla tarih, toplum ve çağ arasında ne gibi ilişkiler yaşanmış, onu anlattım. Kitapta bir biçim deneyi var. Baştan sona mektuplardan oluşuyor roman. Şehsuvar Sami’nin Pera Palas’a sığınıp Selanikli Yahudi aşkı Ester’e yazdığı mektuplardan mürekkep bir roman; bu biçim arayışı biraz riskli görünmedi mi? Aslında mektup ve jurnal arası bir şey diyebiliriz buna. Uzunluklarına bakarsak, mektubu zaman zaman aşan bir şey o. Ve biraz riskli evet. Çünkü mektup günümüzde artık olmayan bir şey. Elbette benim buluşum değil bu biçim. Türkçede de var. Leylâ Erbil’in Mektup Aşkları var mesela... Evet evet, bir döneme baktığımızda yoğun olarak mektup yazıldığını görürüz. Bir edebî türdür aynı zamanda. Nâzım Hikmet’in Orhan Kemal’le mektuplaşması mesela. Dünyada da ROMAN 17 bunalım, bir anlamda sosyalizmin Sovyet tipinin yenilmesi. Ama biliyoruz, yeni biçimler çıkacaktır, kapitalizmi görüyoruz. Hiçbir sorunu çözemediği gibi, daha da derinleştiriyor. Yeni bir alternatif kaçınılmaz; adı sosyalizm mi olur, başka bir şey mi bilmiyorum. Ama bu yeni deneyimden de sosyalizm mutlaka faydalanacaktır. Romana dönersek, Şehsuvar Sami benim tersimi yaptı. Ben romancı oldum. Ester’imle de evlendim. Bahsini ettiğim politik dönem bittiğinde, ben de romancı olmaya evrildim. 1985 yılında karar verdiğim yer Moskova’ydı. Partinin sıkıntılı olduğunu anladıktan sonra yazar olmaya karar verdim. Siz Moskova’da kendinizi yalnız hissediyor muydunuz? Şehsuvar İttihat ve Terakki’nin içinde yalnız hissediyor çünkü. Bir anlatıyı tarif etmek için kamera metaforunu kullanacak olursak, ya karakterin yanına koyacaksınız o kamerayı, karaktere bakacak ya da karakterin dışına koyacaksınız, herkese bakacak. Ben dışarıdan bakmak istemedim. Okuru doğrudan o günlere, o ruh atmosferine götürmek istedim: Yıkımı, başarıyı, tutkuyu bir karakterin gözünden anlatmak istedim. Kişisel deneyimim de böyle; Şehsuvar Sami benden yüz küsur yıl sonra yaşamışsa da, ona benziyorum. Yenik bir devrimci misiniz? Önce yenik değil tabii. Tutkulu, dünyayı değiştireceğine inanan bir adam. Sonra Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve sosyalizmin içine girdiği Elveda Güzel Vatanım var örnekler tabii. O dönemde mektubun çok kullanıldığını biliyorum ve bu romanı birinci tekil şahıs ağzından yazmak istedim. Büyük bir yalnızlık hissediyordum. Onun için benim duygularım Şehsuvar Sami’den daha gerçekçi ama hep bir gerekçe buluyordum. Sovyetlere gittim, ağaç görüyorum mesela, normal bir çam ağacı ama ben farklı görüyorum o esnada. Havaalanında Moskova’ya indiğim zaman, yolu gördüğüm zaman ona sosyalizmin yolu gibi şeyler diyorum. Çok kısa sürede büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Ama şöyle de düşünüyordum: 1985 yılı, Gorbaçov başa gelmiş, yenileniyoruz, yeniden Marks’a dönüyoruz. Gördüğüm şey korkunç ama hep bir gerekçe buluyorum. Sonunda... Olmadı. Felaket ile yıkıldı. Belki de yıkılması gerekiyordu. Bugünkü kapitalizm ne kadar yanlışsa, o günkü sosyalizm de doğru değildi. Burada, umutsuz değilim. İnsanlar olarak biz çok kırılgan varlıklarız ama kapitalizmin tarihine baktığımız zaman Engels, Komünist Manifesto’nun İtalyancasına yazdığı önsözde kapitalizmin 1300’lü yıllarda başladığını söyler. Demek ki 700 yıllık bir tarihselliğe sahip kapitalizm ve bu süre içinde çeşitli evrelerden geçti. Sosyalizm? 1871 Paris Komünü. Yenildi. 1917 Ekim Devrimi. Küba var, Çin var başka bir şeye dönüşen. Ben, yeni bir özgürlük hareketi doğacağına eminim. 18 AHMET ÜMİT Althusser’in dediği gibi, “gelecek uzun sürer”. Umutsuz değilim ama artık şundan da yana değilim: Bizde hep tarihsel determinizm, bir tarihsel iyimserlik vardır. “İyi olacak, güzel olacak” deriz. Bu doğru değil. İyi olacaksak öznelerin güçlü olması lazım. Bireylerin, insanın, örgütlerin, tarihi değiştirecek olan sınıfların donanımlı, mücadeleci ve savaşkan olması gerekiyor. O yüzden, daha fazla hakikate ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Bu kitapta hakikate dayanmanın sebebi de biraz budur. Tarih söz konusuysa, biraz daha fazla hakikat gerek. Elveda Güzel Vatanım Romanda biçim deneyinin yanında, bir de aşk var. Üstelik kavuşulmuş bir aşk ama kesilmiş. Şehsuvar Sami’nin dönüp bu aşka sarılması da aynı yeniklik ile mi ilgili? Kesinlikle yenilmesiyle ilgili. Ama şöyle söyleyeyim; eğer İttihatçılar başarsaydı, hakikaten burjuva demokrat bir yönetim kursaydı, hareketin başında Şehsuvar Sami olsaydı, yani Talat olsaydı da yine aşkını düşünecekti. Yine mutsuz olacaktı. İnsanın doğasında bulunan en güçlü şeylerden biri aşk. Bunun dışında kalan, politik hareketlere katılışımız, sosyal birtakım ilişkilere girmemiz yarattığımız doğa ile ilgilidir. İnsanın kendinde olan doğayla değil, insanın yarattığı doğa ile ilgilidir bu. Buna da kültür diyoruz zaten. Aşk denilen şey ise, bunun dışında, çok derinlerde içimizde olan bir şeydir. İnsanın o ilk haline dönüşü çabasındaki büyük çatışma da budur. Kültür ile doğa çatışır: Kafka’nın böceği de aslında budur. Öyle bir kültür yaratıyoruz ki, bir sabah uyanıyorum ve kendimi böcek olarak buluyorum. Şehsuvar Sami, başarsaydı da bence yine mutsuz olacaktı. Çünkü nasıl ki sosyalizm koşulları Rusya’da yoktuysa, burada da burjuva demokratik devrim koşulları henüz bu topraklarda yoktu. Ve mutsuzluk, kaçınılmaz olacaktı. Gene Ester’e, mektuplara dönecekti başarsaydı da... Mutlaka dönecekti. Burada keskin bir dönüş var: 20 yıl önce Ester’e gitseydim ne olurdu? Şehsuvar’ın aklındaki soru hep bu. Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: Bir roman daha yazsaydık ve Şehsuvar Ester’e gitseydi. Bence yine mutsuz olacaktı. Çünkü Şehsuvar, vicdanlı biri. Ülkede o kadar fırtına koparken sevdiği kadınla evlenmiş ünlü bir yazar olmak, Paris’te bir çatı katından Lüksemburg Bahçeleri’ne bakmak falan ona iyi gelmeyecekti. Bugün, bu tarif ettiğimiz durumdan rahatsız olmayacak birçok yazar var. Romanımı yazarım, alkışımı alırım, kitaplarım çok satar, ödüllerimi alırım, kitaplarım yabancı dillere çevrilir ve ben işime bakarım diyen çok yazar var. Kınamıyorum, çok da insanca buluyorum bu duyguları. Ama benim Şehsuvar Sami öyle biri değil. Aslında sonradan anlayacağız ki, Şehsuvar Sami romancılık emeline ulaşacak. Ki, Elveda Güzel Vatanım’ı bu sayede okuyacağız. Evet, romanı böyle okuduğumuz zaman, asla umutsuz bir roman değil bu. Bir de alan araştırması görüyoruz. Kimi yerlerde Selanik o kadar detaylı anlatılmış ki, gidip gördüğünüz çok açık. Beyoğlu, zaten sizin roman mekânınız daima, şu anda da Beyoğlu’ndayız. 1926’nın Beyoğlu’su ve epey Selanik var romanda... Sadece Selanik de değil; Paris, Ohri, Resne, Üsküp... Bütün Balkan coğrafyasını dolaştım. Kimi romancılar vardır, hazırlık süreci için mahvoldum, kendimi paraladım, çok yoruldum der. Benim için öyle değil, aksine çok zevkli bir kısım. Önce Paris’e gittim. Çünkü İttihat ve Terakki coğrafyasının üç önemli şehri var: Selanik, Dersaadet ve Paris. Önce İstanbul’da başlıyor çünkü buradan sürgünler başlıyor. Bu adamlar da Paris’e gidiyor. Komünistler için Moskova neyse, o dönem İttihatçılar için Paris o demek. Bütün düşünce babaları orada: Diderot’lar, Rousseau’lar, Voltaire’ler, Comte’lar. Ve bu adamların hepsi de zaten Quartier Latin’de yatıyor şimdi. Bu yüzden önce Paris’e gittim, Bonaparte Sokağı 25 numarayı buldum. Bugünlerde bir konut ama o günler için çok önemli. Çünkü Ahmet Rıza’nın Jön Türk lokali ve Meşveret dergisini ROMAN 19 çıkardığı yer. Orayı bulmak, insanların başımızda toplanıp sorması çok zevkliydi. Sonra, asıl İttihat ve Terakki’nin güçleneceği yer olan 1906’nın Selanik’i. Enteresan bir rastlantıdır, İttihat ve Terakki Fransız devriminden tam yüz yıl sonra 1889’da burada, Edirnekapı’da bir bağ evinde kuruldu. Askerî tıbbiye öğrencileri Abdülhamit’e ve onun despotik yönetimine karşı toplandı ve bir cemiyet kuralım dedi. İsmi sonradan İttihat ve Terakki’ye dönüşecekti. Bu örgüt, bu cemiyet aydınlar, askerler, öğrenciler arasında ilerliyor. 7 yıl sonra, 1906’da Talat Bey ve diğerleri de bir cemiyet kuruyor, bunun da adı İttihat ve Terakki değil. Ama sonra Paris’te Ahmet Rıza’yla buluşuyorlar. Ahmet Rıza, onların düşünsel, fikrî önderi olacaktır. Okumalarını yapma ve çeşitliliği çok zordu, değil mi? O kadar karmaşık bir süreç ki İttihat ve Terakki. Bütün bunları yalınlaştırıp romanlaştırmak, zaman dizin kurmak, anakronizme düşmemek, büyük hatalara düşmemeye çalışmak acayip zor oldu. Roman bittiğinde çok yorgundum, hâlâ çok yorgunum. Fakat içimde büyük bir huzur hissettim. Nâzım Hikmet’in büyük işkence görmüş bir devrimciyi anlattığı bir dizesi vardır, çok severim. Mealen şöyle der: Bedenimde büyük bir sızı ve acı vardı ama yüreğimde kimseyi ele vermemiş olmanın huzurunu taşıyordum. Elveda Güzel Vatanım Ahmet Rıza üzerine düşünülmesi gereken bir karakter sanki. Çok önemli bir adamdır, bir gün onun romanını tek başına yazmayı isterim. Müthiş bir adam. Ve işte o gelir, hareket askerlerle buluşur. Bu buluşma sivil duruma zarar verir ama bir yandan meşrutiyeti ilan edilir. Hareket giderek 1913’teki Babıâli baskınına kadar uzanır. Dolayısıyla, ben elbette Selanik’e gittim. 1908’deki ayaklanmanın olduğu Ohri’ye, Resne’ye o dağlara gittim. Resneli Niyazi’nin konağını buldum. Üsküp’e gittim. Dediğim gibi, kendimi mahvetmedim, parçalamadım aksine çok zevk aldım. Ama üzerine okurken çok zorladı bu roman beni. Bu benim şu ana kadar en çok zorlandığım roman oldu. 20 RAWI HAGE CAMUS’NÜN TAXI DRIVER’I YENİDEN YAZDIĞINI HAYAL EDİN! Karnaval bitirdiğiniz anda yeniden okumak isteyeceğiniz bir kitap. Sonlara doğru Hage’in bıraktığı ipuçları ışığında romana yeniden bakmak gelecek içinizden. Rawi Hage, kesinlikle, muhteşem bir yazar. Karnaval yazarın üçüncü romanı. Her sene bir karnaval düzenlenen isimsiz bir şehirde geçen romanın başkarakteri gezici bir sirkte büyümüş, şimdi taksi şoförlüğü yapan Fly. Fly, hiç kuşkusuz yazarın Montreal’de taksi şoförlüğü yaptığı yıllarından ilham alınarak yaratılmış zira Hage’in hikâyesinin gerçekçiliğini zamanında tanıştığı ve romanında yer bulan bu umutsuz, suça meyilli, hor görülen karakterlerinden aldığını hayal etmek hiç de zor değil. Örneğin Fly’ın ruhsal dengesizliğinden bihaber, mutsuz bir evlilikten kurtardığı, kol kanat gerdiği Mary; bir zamanlar arkadaşlarınca sevilip bakılan, fakat sonu sıkışık trafikte sileceklere yapışmak olan Tammer; çe- virdiği işlerle Fly’ı da gitgide tehlikeli sulara çeken uyuşturucu satıcısı gibi. Hage’in dehası gerçekçi portreler çizebilmesinde, kelime ve cümleleriyle okuru Fly’ın hayal gücüne misafir edip dolaştırabilmesinde yatıyor. Kendisinin başarılı bir fotoğrafçı ve görsel sanatçı olduğunu öğrenince şaşmamak gerek, cümleleri harika bir kompozisyona sahip fotoğrafları anımsatıyor zira. Roman, Kanada edebiyatında tüm zamanların en iyi açılış cümlelerinden biri olan şu cümleyle açılıyor: “Bir devesi olan bir gezginle, iplerden sarkan bir annenin sirk karavanındaki birlikteliğinden doğmuşum.” İşte böyle başlıyor anlatıcı kendini anlatmaya. “Örümcekler ve canavarlar arasında gezinmekle” ROMAN 21 geçen hayatını, kaderini örüyor cümleleriyle... Öteki şoförlere örümcekler deniyor, gölgelerde pusu kurup müşterileri ağlarına düşürmeye çalışanlar. O ise şehirde gezinen, keşfedilmemiş köşeleri, geçitleri “el sallayan, ıslık çalan” birilerini arayarak kat eden bir sinek. Karnaval ilk üçü Fly’ın geçmişine, müşterilerinin ve meslektaşlarının hikâyelerine odaklanan beş sahneden oluşuyor. Burada Hage, Fly’ın capcanlı, genelde seksüel fantezilerini ustalıkla betimliyor: Fly kendini, kâh kadim Levant’da bir gezgin, kâh Çanakkale Savaşı öncesinde bir Türk askeri, kâh Kızıl Tugaylar’a katılmaya hazırlanan bir İtalyan olarak kaybederken. Son iki sahne ise keskin bir dönüşle Fly’ın arkadaşlarından Otto ve onun büyüttüğü Tammer’ın hikâyesine odaklanıyor. Hage’in üslubu değişiyor, sona doğru ilerlerken şiddet arttıkça cümleler de kısalıyor. Karnaval bitirdiğiniz anda yeniden okumak isteyeceğiniz bir kitap. Sonlara doğru Hage’in bıraktığı ipuçları ışığında romana yeniden bakmak geliyor içinizden. Hage bu romanla, edebiyat dünyasının yıldızlarından biri olduğunu kanıtlıyor. İlk kitabı DeNiro’nun Oyunu, Uluslararası IMPAC Dublin Edebiyat Ödülü’nün yanı sıra Prix des Libraries Ödülü’nün sahibi olmuş, birçok edebi ödüle aday gösterilmişti. İkinci romanı Hamamböceği Giller Ödülü’nün adayları arasındaydı. Siz yine de Karnaval’ı okumanız gerektiği için okumayın. İyi bir kitap olduğu için okuyun. Laura Eggertson, Toronto Star 22 ŞİİR 1978 Mardin Derik doğumlu. Gazi Üniversitesi’nde Resim okudu, öğretmenlik yaptı. İlki kitabı Hasar Ayini 2004’te yayınlandı, dosyasıyla Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü’nü almıştı. Uzun zamandır baskısına ulaşılamayan bu kitap, Everest’ten yayınlanıyor. İkinci kitabı Dünya Lekesi 2012’de Everest etiketiyle çıkmıştı, şimdi yeni baskısı ve yeni kapağıyla okuyucunun karşısında. Uzun zaman Diyarbakır’da yaşadı. Yeni yazacağı metinlere dair merakı diri tuttu. En çok üzülmüş üzümün şaraba çıkan adı Hasar Ayini ve Dünya Lekesi yeni kapaklarıyla bir arada, Everest’te! Şair Seyyidhan Kömürcü’nün uzun zamandır aranan, bulunamayan, konuşulan ve alıntılanan dizeleri bir araya geliyor. Anadolu bilgeliğinin son seslerinden biri sayılabilir bana göre bu şiir. Duman yerine, yükseklerde turnaların sesini duymak isteyen, alçaklarda ise kuyu/çukur yerine “gül”ü koyan, güle kırmızı davranılmasını dileyen bu şiirin şahsını bilmek iyi olur derim ben. Ki şair, oyununu (ezberini) bozuyor düzenin: “dilimde dönmeyen şık bir ölüm var/ şık bir kuyu şık bir umur şık bir öd/ bak hep dersi tarih olanlar var/ hep suyu ve zamanı yanlış çevirenler var bir dünyada/ bak bu soyu sopadan gelenlerin masalı ahşap bir yalan/ ahşap ve yalan” Bir bıçağın en korkunç fikriyim diyen bu şairi tanımak ve onun poetikasını izleyip, evren düsturunu anlamak elzemdir bence. Seyyidhan Kömürcü, edebiyatın, şiirin bu coğrafyadaki sessiz devrimcilerinden biri çünkü bana göre. “doğu dağlarını yedi diyen ninem her baktığını görmesin diye su içirdi kız kardeşlerime rüzgâr yedirdi her bildiğini demesin diye” diyen bir şairin sanki bizatihi şiir oluşunun bu tezahürü, dünyanın (büyük bir yalanla kurgulanmış olan bu dünyanın) bir yutkunma yeri oluşuyla ilgili, kimbilir. Pakize Barışta, Taraf, 18 Mart 2012 BİZDEN HABERLER 23 Nazlı Eray’ın yeni romanı Rüya Yolcusu yeni yılda ’lerle buluşuyor! Rüya Yolcusu’nda Curzio Malaparte, Elvis Presley, Marilyn Monroe ve daha pek çok karakter, anı ve dönem bir araya geliyor! Okurların zirvesi Everest! Sabitfikir’in hazırladığı 2015’in en iyi 50 romanı listesinde 5 romanla varız. Heyecanımız, gururumuzdan büyük. Behçet Necatigil 100 Yaşında! Modern Türk şiirinin büyük ustasını biz de çeşitli yayınlarla anıyoruz. Selim İleri’nin Kırık İnceliklerin Şairi: Behçet Necatigil adlı incelemesi, yeni yılda, genişletilmiş haliyle okurlarla buluşuyor. Damla Damla Günler tamamlandı Türkçe edebiyatın zirvelerinden Adalet Ağaoğlu’nun meşhur günlükleri 4 ciltte tamamlandı! Kocaman postallar, hınçla, ama battal battal koştu gri özel otomobile. Kediyse çevik birkaç sıçrayışta bitişik arsanın karanlığında kaybolmuştu. Varsın olsundu. Çekip gitmeyecek, onu bir türlü anlamak istemeyen, ondan korktuğu halde bildiğinden de bir dikiş payı geri kalmayan mundar hayvana çöp tenekesini bırakmayacaktı. Ne demek, ne demek oluyordu, kurs görmemiş, pis bir hayvanın Murtaza’yı hiçe saymaya kalkması? Yukarda Allah, Ankara’da Devlet, hem de Hükümet’se burda da Murtaza vardı. Murtaza’ysa değildi herhangi bir bekçi. Kurs gördükten başka, almıştı amirlerinden takdirname bile. Bir kedi, mundar bir kedi bozamazdı Murtaza’nın mahallede kurduğu disiplini. Yalnız kedi, kediler değil, mahallenin kazları, ördekleri, tavukları, horozları, köpekleri de bozamazlardı. E, kimin dediği olacaktı? Murtaza’nın mı, kedinin mi? Orhan Kemal Murtaza