Fundamenta Dergisi #7

Transkript

Fundamenta Dergisi #7
edebiyat kültür sanat dergisi
www.fundamentadergi.com
Yayın Yönetmeni: S.Betül İzgöer
Editörler: Aişe Hümeyra - Samed Kahraman
Dergi Tayfası: Bünyamin Kavrut, Batuhan Özyürek, Ayşe Gönenç, Esra Erdoğan,
Payanda, Melahat Kahraman
Tasarım: Cihad Kayaduman
İÇİNDEKİLER
Ayşe Gönenç
Yusuf Aydın Deniz
Dr.Ahmet Uysal
Beyza Hilal Nur Dindar
Bahattin Çeçen
Betül Aydın
Aişe Hümeyra
S. Betül İzgöer
Bünyamin Kavrut
Hacer Gören - Süleyman A.
Halil Kılıç
Osman Curuk
M.Gazi Delimehmetoğlu
Yrd.Doç.Dr. Olcay Uçak
Esra Toy
İbrahim Çolak
Payanda
Bilal Yavuz
Samed Kahraman
Pınar Vardar
Selman Kasım Yurtaslan
Ayşe Büşra Erkeç
Yrd. Doç. Dr. Hale Torun
Cihad Kayaduman
Esra Erdoğan
Mine Korkut
Melahat Kahraman
Yuzuarsif
Batuhan Özyürek
Muhammed Çelik
Babalar Tenha Yaşamın Anıtı
Yorgunuz
Avrupagörmüşgiller
Balık Pullu Mektup
Kafile
Günaydın Vietna’m
Bir Edebiyat Sürgünü Halil Cibran
Nuayme’nin Göçü
Küle ve Geceye Gölge
Direnen Aşk
Direniş
Endülüs’te İslam Düşüncesinin Başkenti Kurtuba
Geç oldu “Dağılalım’’
Genç Olmak
Gone Girl; Aşkın Olağan Gelişimi
Gözlerini unuttum Hace!
Okyanus Karnıyla Gözcükleri Hayat
Mey Ey
Bin kabustan bir rüyaya
‘ Sırf saçı için severdim bu kızı’’ dedi şair
Lanettayin
Ötekiler
Bir Hayalin Peşinde Gitmek
Karanlık
Sıkıştırır Bizi Yeryüzü
Müziğin Mona Lisası, Sürgününde “Ağlatan Kafe”
Acı Nerede Başlar ?
Büyümekten Vazgeçeyim
Rahatsızlık
Uzunca Bir Aradan Sonra
2
3
4
7
8
8
8
11
12
12
13
15
17
18
19
20
20
21
23
24
25
26
27
29
31
33
34
35
36
37
1
Ayşe Gönenç
Babalar Tenha Yaşamın Anıtı
Yorgun şafakların hüzünlü bekçisi
Göz torbalarında birikiyor günler
Ruhunun gıdası sessiz saatler
Baldırlarında; asırlık bekleyişin intikamı
Ellerin,yarınları yoğurur; üzgün, telaşlı
Bedenine sardığın zaman elbisesi
Hangi terzinin arta kalan kumaşı
Sokaklarda çocuklar dizili
Acısı gizli, sevinç şekerlerinle oynaşmakta
Kızılır mı şimdi, dizlerini inciten çocuğa
Evlerin mutfağında bilinmeyen aşlar pişilir
Annelerin terli teni, çocuğun sevgi talebidir
Duvarlar eski, babalar tenha yaşamın anıtı
Ölüm, savaşın en mazlum kanıtı
Bahçelere mezarlar ekilir
Sonbahar döker hiçlenmiş yaprakları
Zaman büyütülür yorgun beşiklerde
Yaşanmışlık değil mi seni bunca inciten
Kıyametin habercisi, kiri ruhunda unutan insan
2
Yusuf Aydın Deniz
Yorgunuz
Malcolm x, sarışın bir kız ve bir kaç Türk
lirası
Burada telefonlar iyi çekmiyor
Gül hasadı başlamadan vurdular tüm
gelincikleri. ..
İsyan edelim diyorum, dinlemiyor İsa beni
Bizim silahımız yok, bir de televizyona
çıkacak gücümüz.
Bu kentin böyle bir yarası işte,
Çocuklar, annelerinden ölü doğuyor.
Anneler doğurmadan, ölüyor
Mesela dün bir bebeği sezeryanla aldılar
İsrail karar vermiş onu da öldürecek.
Başbakan seçimlerle meşgul ayol
Bizler olayı bir kac defa kınadık Twitter’dan
Ambargoda koyduk kolaya.
Ama paramız olsaydı tatile çıkardık senle. .
Unuturduk parçalanan çocuk cesetlerini
Ama yorgunuz üstümüze gelmeyin,..
Üstelik vicdanımız yok…
Üstelik adam değiliz. .
Üstelik utanmıyoruz..
Zarifin dediği gibi,
Yorgunum başka türlü anlatmaya. ..
3
Dr.Ahmet Uysal
Avrupagörmüşgiller
Tanzimat Seyyahları ve Günümüze Yansıyanlar
Entellektüel hayatımızda doğu-batı geriliminin önemli bir mesele olduğu bilinen bir
vakıadır. Tanzimat romanlarından günümüz
sosyal medyasındaki paylaşımlara kadar, en
küçük bir mevzuda bile, özellikle, batı kavramına yüklenen anlamların değişebilmesi
ve bu kavramın kendisinin izaha muhtaç olması da bilinen bir mevzudur. Peki bütün bu
klişelere rağmen neden aramızdaki “Avrupagörmüşgiller”in üstenci ve biraz patolojik
halleri hala değişmemiştir. Yani eli az kalem
tutan okumuş yazmış tayfasında ya da hasbelkader yurt dışına çıkıp geri dönenlerdeki
bu ruh hali öyle yaygındır ki konu mizahın
alanına bile girmiştir. Elbetteki amacım genellemeler yapıp toptan hüküm vermek değildir ve öyle belli bir toplumsal halin “temsil”ilini ortaya koymak da değildir. Neticede,
hikaye bizim hikayemizdir ve her hikaye gibi
batılılaşmamızın yan etkilerine dair hikayeleri de anlama çabası değerlidir. Ki öyle bir
çaba bile aynı hikayenin içinde dal budak
bulmuş başka bir hikayedir. Bu bağlamda, Londra’ya ilk seyehat edip oraları bize
anlatanların günümüze dair yansımalarını
görme isteği bu yazının birincil amacıdır.
Uzun bir modernleşme tarihine sahip ve
doğu-batı gerilimini bir çok alanda yaşamış
bir ülke olan Türkiye’den Londra’ya gitmeye
karar vermiş bir entellektüelin daha gitmeden “modernleşme, batılılaşma, muasır medeniyetler seviyesi, tek dişi kalmış canavar,
geleneksellik, sömürgecilik, oryantalizm”
gibi kavramlar zihninde vardır. Bu sorunlar
köklü sorunlardır. Bir entellektüel ülkesinin
uzun yıllar yaşamış olduğu tartışmaların ve rın fikirlerini destekleyen tali unsurlardır. Bu
gerilimlerin cisimleşmiş bir hali olarak bir durumu Tanzimat dönemi Londra’ya gelmiş
başka şehre adım atar ve yıllardır doğu-batı aydınların çoğunda görmek mümkündür.
gerilimini yaşamış atalarının izinden giderek 1836 yılında İngiliz sefirliği yapan Mustafa
kalkınma ve sömürü, modernleşme ve ge- Reşit Paşa, Osmanlı’ya ait olan meselelerin
lenek gibi zıtlıkları kendi içinde barındırarak hallinin ancak İngiltere ile kabil olabileceğine
Londra’yı kah bilim ve endüstriye katkıların- inanmıştır ve onun için dünyadaki bütün sidan dolayı bütün güzelliklerin merkezi, kah yasi meselelerin merkezi Londra’dır. Onun
dünyayı sömürüp koloniler kurdukları için açtığı yolda ilerleyen Namık Kemal 1872 yıbütün şerlerin sebebi görüp havaalanına lında İbret Gazetesi’nde Londra’ya dair fikiriner. Kısacası, zihindeki
lerini “Terakki” adlı makalesinde ifade
Londra zıtlıkların buluşeder. Makalenin başlığından da anlatuğu; hayal ve tasavvur
şılacağı gibi yazar için Avrupa terakedilen ama “bilinmeyen Seyyid
ki demektir ve şehre dair gözlemler
topraklar”dır. Ve bu bi- Mustafa Sami
yazarın fikrini delillendiren unsurlardır.
linmeyen topraklara her- Efendi,
Seyyid Mustafa Sami Efendi, 1840
kes yine meşrebine göre
yılında “Avrupa Risalesi” adlı eserinanlamlar
yüklemiştir. 1840 yılında
de bir süre kaldığı Londra’yı “geceleri
Peki bu durum, ilk za- “Avrupa Risalegündüzden ruşen” bir şehir olarak ifamanlarda mı böyleydi?! si” adlı eserinde
de etmektedir. Yazarın gözünde geceleyin sokakları aydınlatan gaz lam1839 yılında ilan edilen bir süre kaldığı
baları bir medeniyetin mükemmelliği
Tanzimat Fermanı ile Londra’yı “geceolarak cisimleşir. Mehmed Rauf, “SeAvrupalılaşma
“devlet leri gündüzden
yehatname-i Avrupa” adlı eserinde
programı” haline geldik1851 yılında görevli olarak Londra
ten sonra bir çok dev- ruşen” bir şehir
Umumi Sergisine gittiği zaman “ötelet adamı, yazar, şair ve olarak ifade etden beri ilim ve irfanına, kültür ve meöğrencinin yolu Avrupa mektedir.
deniyetine hayran olduğu Avrupa’ya
şehirlerine
düşmüştür.
dair acizane bir yadigar bırakmak”
Bu şehirlerden en gözde
için bu eseri yazdığını belirtir. Yine milolanı Paris olmasına karletlerarası umumi sergiye gönderilen
şın hemen onun peşineşyalarla birlikte giden bir memurun
den Londra gelmektedir. Bu kişilerin Avrupa yazmış olduğu “Seyehatname-i Londra”
şehirleri hakkında yazdıkları gözlemlerin en adlı eserde Londra’nın toplumsal hayatı
dikkat çekici özelliği, bir şehre dair gözlem- daha objektif biçimde tasvir edilmiştir. Yazarı
lerden ziyade soyut bir Avrupa fikrini ifade belli olmayan bu seyehatnamenin sonlarına
edilmesidir. Yani şehre dair gözlemler yaza- doğru Londra’nın havasının sıkıcılığı, şehrin
4
“kasvetengiz” havasına tahammülün belli bir
süre sonra katlanılamaz olduğu ifade edilir.
Şehrin havasından şikayet eden bir diğer
yazar ise Abdulhak Hamit’tir. 1885 yılında
33 yaşındayken Londra sefareti başkatipliğine tayin edilen Hamit, havadan her ne kadar
şikayette bulunsa da şehrin kadınlarının güzelliği ve o an bulunmuş olduğu medeniyete
olan hayranlığı Londra’nın sisli ve yağmurlu
havasını şaire unutturmaktadır. Londra denilince bir diğer Tanzimat aydını olan Sami
Paşazade Sezai, genç yaşında babasından
izin almak için ona yazdığı mektupta, daha
Londra’yı görmeden oraya dair hayranlıklarını ifade etmiştir. Mektubunda “Londra’ya
gitmek istiyorum. Çünkü XIX. asrın kemalatı darü’l fünunda lisana gelmiş, ahalisinde
teşahhus, ebniyesinde tehaccur, heyet-i
umumiyesinde tecessüm etmiş... Londra’ya
gitmek istiyorum. Çünkü yüz milyon nüfusun söylediği, yüz bin edibin asırlardan beri
ihyasına çalıştığı bir lisanı öğrenmek sevdasındayım”. Sezai Bey’in gidişi ne ilk gidenler
gibi görev gereği ne de Namık Kemal gibi
mecbur olduğu için değildir. 1881-1885 yılları arasında Londra’da kalan Sezai Bey’in
Londra’ya olan hayranlığını bütün yazılarında ve özellikle mektuplarında görmek mümkündür. Yazar Londra’dan ayrılırken “hür
bir ülkeyi” geride bıraktığı için üzgündür.
Bütün bu yazar ve şairler Londra’ya dair hayranlıklarını açık bir şekilde ifade etmelerine
rağmen yine de yaşadıkları Londra’da hüzün
ve can sıkıntısından kurtulamamamışlardır.
Dolayısıyla, dönemin bu aydınları karışık ve
çalkantılı bir zihin yapısı içindedirler. Cemil
Meriç, Mağaradakiler adlı eserinde onların
abartılı hayranlıklarını kıyasıya eleştirmiştir ve
onlar hayal dünyasında yaşamakla itham etmiştir. Cidden de bu aydınların gözlemlerinin
her ne kadar doğruluk payı olsa da kendi
kafalarında yaratmış oldukları bir Londra’yı
ya da Avrupa’yı yaşadıkları da bir vakıadır.
Zira, bu dönemde ve sonraki zamanlarda
başka bir çok yazar tarafından ifade edildiği
gibi; sefalet ve fakirlik içinde yüzen bir öteki
Londra vardır. Charles Dickens’ın “Müşterek
Arkadaşımız” adlı romanının girişi başlıbaşına öteki Londra girizgahı gibidir. Bir kayığın
içindeki adam ve kızının, nasıl Thames Nehri’ndeki cesetlerin ceplerinde para aradıkları etkliyici bir şekilde tasvir edilmiştir. Aynı
zamanda diğer bölümdeki yüksek sosyete
hayatının yapmacıklığına dair tasvirlerde
hayatın bir başka yönünü gösteren başka
öğelerdir. Oysa, Türk aydınları o dönemlerde birçok kişinin fakirlik yüzünden intihar
etmek için uğradığı Thames Nehri’nin bu
sefil yüzünü hiç görmemişlerdir. Nehir onlar için adeta cennet ırmaklarından birisidir.
Geçmişten günümüze kadar sefaletin ve
yokluğun bir merkezi olan Londra’nın doğusu ya da ağır çalışma şartlarına sahip
işçilerin bulunduğu tersaneler bölgesi ve bir şeydir deyip daha önce gördüğüm bir
fabrikalardaki işçiler dünya üzerinde bir karikatüre sığınıp meramı anlatayım: Teleçok yazar ve düşünürün ilgisini çekerken vizyonda Türkiye’deki bir olumsuzluğa dair
Tanzimat dönemi aydınları bunların hiç bi- tartışma vardır. Sunucu birçok kişinin görürini görmemiştir. Jack London, “Uçurum/ şünü aldıktan sonra başka bir konuşmacıya
Cehennem Halkı” adlı kitabında doğu Lond- döner ve şöyle der: “Evet, şimdi de ‘Avrura’yı “sefaletin dipsiz kuyusu’ olarak ifade padabunlaryokçu’ nun görüşünü alalım”.
ederken George Orwel, “Paris ve Londra’da Beş Parasız” adlı kitabında sokak- Psikanalizin derin sularına girecek değilim.
larda yatan binlerce evsiz
Fakat bu “avrupagörmüşlük” denen
insanı çok canlı bir şekilde
şey öyle bir halet-i ruhiyedir ki bunun
tasvir etmiştir. Üstelik bu iki
için misak-ı milli sınırlarının dışına çıkyazarın yazdıkları dönem
maya gerek yoktur. Bu hal bazen üniLondrasının şartları eskiye
versiteye kayıt yapar yapmaz ortaya
Bilgi ile ilk
göre çok daha iyidir. Kısaçıkar. Bazı durumlarda ise, ilk okunan
ezilen ve ilk
cası, Londra bir rüya şehir
roman ile hemen ilk belirtilerini gösbeğenilmeyen
olmanın ötesinde zenginterir. Yazar ismi önemlidir. İlla yabancı
lik ve yoksulluk, ticaret ve
olacaktır. Kitabın kapağını herkesin
ise genelde
sömürü, kültür ve sefalet
zavallı anne ba- gösterilme istenci semptomun en
gibi zıtlıkları içinde barınbariz özelliğidir. Bazen kimselerin
balardır. Halka izlemediği yabancı bir filmi ya da didıran bir şehir olmasına
rağmen Tanzimat dönemi
öyle genişler ki, ziyi izlemek bile kendini üstün göreaydınları ve onların açtığı
zamanla bütün bilmek için yeter sebeptir. Dinlenen
yolda ilerleyen bir çok aymüzik önemlidir. Vakıa ilk görüldüğü
ülke ve toplum zamanlarda, klasik müzik avrupagördın gerçek olan Londra’yı
yaşamaktansa hayallerinmüşlüğün en önemli göstergesi iken
beğenilmez
deki Londra’yı yaşamışlargünümüzde her türlü müziğin başına
olur. İşte bu
dır. Oysa sadece olanları
eklenebilecek bir sıfat ile bu hal nüknoktadan sonra seder. Artık meşrebe göre, arabesk
anlatsalardı yeterliydi, o
dönemdeki başka ülkejaz; ilahiler new age adını alır ve böymızmınlanma
re ait bir çok seyyah gibi.
hali yerini de- lece diğer arabesk ve ilahi dinleyenlerden bir farkı olduğunu ispatlamış
rin yaralara
Bu durum, daha değişik
olur. Hele bir de filmleri altyazısız ve
boyutlarda
günümüzde
düblajsız izleyebiliyorsa “Oh my god,
bırakır
de devam etmektedir. Öryani”. Konu uzun. Kısaltmak gereneğin dokuz sene önce
kirse, bu ruh haline sahip kişilerin
Londra’ya göç etmiş ve doktorasını Lond- derinlerde iki sorunu var gibi geliyor bana.
ra’da tamamlamış olan İlyas (39 yaşında) Birincisi, bilgiyi güç olarak kullanma isteği ve
kendi tecrübesini şöyle ifade etmektedir: ikincisi buna bağlı olarak çıktığı yeri beğenmeme halleri. Derinliklerden yüzeye yansı“Buraya gelmeden önce Londra’yı kafam- yanlar ise; sürekli mızmızlanma ve şikayet
da öyle büyütmüşüm ki sanki bir masal halleridir. Bilgi ile ilk ezilen ve ilk beğenilmeülkesine gidiyormuşum gibi. Geldiğim za- yen ise genelde zavallı anne babalardır. Halman büyük bir hayal kırıklığına uğradım. ka öyle genişler ki, zamanla bütün ülke ve
Lonra bir balon gibi söndü gözümde. toplum beğenilmez olur. İşte bu noktadan
Beklentilerimin çoğu benim abartımmış. sonra mızmınlanma hali yerini derin yaralara
Gerçi Türkiye’den bir an önce kaçmak is- bırakır. “Artık bu ülkede yaşanmaz” söylemi
tiyordum. Onun da etkisi olmuş olabilir” . takıntı haline gelen bir slogan olur. Ve ilk fırsatta dünyanın asıl cennetlerine gitmek için
İlyas’ın da ifade ettiği gibi, Londra günü- ülke terkedilir. İşin ironik kısmı ise, bu genelmüz Türk entellektülleri için hala zihinde de ya ana baba parası ile ya da devlet bursu
yaratılan ve mekana dair gerçekliklerden ile yapılır. Yani beğenilmeyen ebeveynlerin
uzak birçok imaj ve hayallerden ibarettir. ve milletin imkanları ile bir garip yaratık olaLondra’yı ziyaret eden her Türk entellektüel rak ilk adım atılır. Hikayeler benzerdir. Dünaz ya da çok geçmişten günümüze kadar yada cennetin olmadığı tez zamanda görüyaşanmış ve hala yaşanmakta olan tartış- lür. Yabancı diyarlar zordur. Barınmak ömür
maları ve gerilimleri bizzat kendi benliğinde alır. Bunu çoğu göze alamaz. Düğümün bu
taşıyarak bu Avrupa şehrine adım atar. Bir noktada çözülmesi gerekirken tam da bu
Türk entellüktüel hala bir yönü ile batılı bir noktada düğüm kördüğüm olur ve trajedi
yönü ile doğulu ya da eş zamanlı olarak başlar. Nedamet yerine öfke daha da artar.
geleneksel ve modern olmanın avantaj ve Tutunulamayan diyarlardan gerisin geri yurdezavantajlarını zihninde barındırır. Örnekleri da dönüş başlar. Suçlu yine en zayıf halkaçoğaltmak mümkündür. İnternet günümüz- dır. Yani öfkenin acısı anadan, babadan ve
de aynı ruh haline dair zengin paylaşımlar- onlara benzeyen bütün bir milletten çıkarılır.
la doludur. Lakin gereği yoktur. İroni güzel Ve bu kısır döngü yıllardır dönüp durur...
5
6
Beyza Hilal Nur Dindar
Balık Pullu Mektup
İçimizde kaçıncı kez boğuluyor Nuh tufanı?
Seni şehadet parmaklarımı kesecek kadar çok severken,
Seni kaybederek seveceğim.
Yıkıla yıkıla…
Haliç’te bir balık kadar yalnız, Yedi Tepe’de bir yılkı atı
Dar boğaza karşı sigara yakmış nasırlı ve günahkar eller
Eski bir bavul, yanlış iliklenmiş bir mintan
Üryan gider yüreğim…
Gözlerin Haydar Paşa’dır uğurlar beni
Başka uzak bir semte
Bilmediğim bir şehre
Ben hep gitmediğim şehirleri özledim
Trabzon’u mesela… Ayder yaylasını…
Yeşilini gözlerin.
Kaderimizi yazan bir terziydi
Hep çift dikiş sevdalara mahkum olan ellerimiz
Kefiliydim düşük faizli düşlerin
İflas etmiş bir esnaf gibi kapalı, kara kaplı veresiye defteri
Hep mi alacaklı bir sevdaya icra memuru yolladım mektuplarımda
Oysa balık puluyla mektup yollanmazdı
Gözlerin yeşildi
Yeşildi gözlerin
Ben yeşil göz der ismini unuturdum
Ezbere bildiğim tek şarkının
Sonra hiç yemedim yeşil zeytin
Zeytin sevgilim zeytin kutsal bir kahvaltılıktır
Travmatik yorgunluğumun alafranga saatleri gibi
Namlu ucunda çocuk yaşlarıma kurşun
Sevsem seni kime ne zararı olur bu sevmenin
Gözlerindi çocuk yaşıma kuş uçuşu bakışı
Anne olmuş bir güvercin gibi çırpınıyorum
Boğuluyorum, boğuluyorsun, boğuluyor
Çırpınıyorum kanat çırpınıyorum
Aynı semtten ve aynı sebepten bir kovuluş öyküsü
Pastel renklerin gökkuşağında bir hayal
Küçük elleriyle Allah’ı soruyor bana
Allah nedir?
Sen Allah’ın ne olduğunu değil
Ne olmadığını bilirsen gerçekten ona inanırsın
Yalnızlık Allah’a mahsus değildir mesela
O hep kulunun yanındadır
Ve hep yalnızlığımızdır
Yeşil göz, çiçekli bir entari bir genç kızın çeyizi
Soğuk kışlar, sandık lekesi, evlat acısı
Yangına körükle giden itfaiye eri
Korku sarar etrafımızı
İki elimiz cebimizde teslim
Seni kaybederek seveceğim
Yıkıla yıkıla
7
Bahattin Çeçen
Kafile
Kafileler gelir seher binitinde
Koşarak rahmet tutar
Silinmez bir iz biçiminde
Bu kafileler hamallarında,kefelerinde
Güne bakan,karanlığı batan
Bir yıldız mızrağı saklar
Kafileler gelir seher binitinde
Ellerindeki bayrak ebede açılmış
Başları gül üstünde
Bülbülleri aşka boyanmış
Kafileler gelir seher binitinde
Kafileler içinde gizli ehramlar
Zikir abideleri,sütunları taşır
Kılıçları ölüm keser
Burçları ötelerden haber taşır
Pervaneleri mum gibi besler
Kapıları cennet yoluna açılır
Kafileler içinde gizli ehramlar
Betül Aydın
Günaydın Vietna’m
Ruhu yaşatan eli aşırdı, Vietna
Kabardı güçlü kimseliği.
Ateşin etrafında kızışan tünel,
Sonbahar köpeklerine boş veda.
Çarşaftan bozma mendili,
Çalındı cenaze töreni rüzgarında.
Besbelli şakağına çakılı çivi,
Toka olmamıştı saçlarına.
Yavrucak sakindi; dökümsüz kumaş.
İndi atından elsiz mahlukat gövdesi.
Rüyalarında duyduğu vaat,
Pis kokulu, karanlık sokaklara çevrildi.
Üzüm salkımıydı, delirdi nefes
Tortu oldu karınca incinmesi.
Sanki tüm sabahlara çalındı bu ağıt
Serpildi bulutlara inci tepsisi.
“Vietna’m, sevgili Vietna’m” acılı bir ses
Yankılandı sisli mezar taşlarında.
Şehrin sakinliği kırıldı gencin peşinden,
Aktı, ruhu yaşatan el, toprağa.
8
Aişe Hümeyra
Bir Edebiyat Sürgünü Halil Cibran
Cibran’ın 1923’te yayınlanan “Prophet/Ermiş” isimli eserinin günümüzde yayınlanan
Fransizca baskısının önsözünde öyle diyor
Amin Maalouf.“ Bir edebiyat sürgünü”…
Özellikle ilk aşkını anlattığı eseri olan “Kırık
Kanatlar” ile Doğu’nun arabesk kadercilik
üzerine kurulu ve adaletten uzak tavrına
bir başkaldırı niteliği taşıyan “Asi Ruhlar”
isimli eserlerinden sonra aforoz edilip “Bir
dağın değil,bir şiirin ismidir” dediği memleketi Lübnan’dan sürgün edilen Cibran’ın,
bunların yanında edebi anlamda da sürgüne maruz kaldığından ve hep palto altında
okunan bir yazar olduğundan bahseder,
memleketlisi olan Maalouf..
“Eğer benim matemimi kahkahaya, tiksintimi coşkuya, aşırılığımı normale çevirmek
isteyen varsa; ona düşen, bana Doğulular
arasında adaletli bir yönetici, dürüst bir kanun koyucu, bilgeliğiyle amel eden bir dini lider, karısına kendi nefsine baktığı gözle bakan bir koca göstermektir. Beni dans
ederken görmek ve davul zurna
çalarken duymak isteyen; beni
mezarlar arasında durdurmamalı,
düğün evine çağırmalıdır.”
Amerika’nın 28. Başkanı olan Woodrow Wilson’un da dediği gibi
“O, Batı’yı kasıp kavuran ilk Doğulu
fırtınadır.” Mehcer edebiyatının öncüsü de Cibran olmuştur. Cibran’ın
kaleminde hayat bulan El-Mustafa,
hakikati işaret ediyor ve öğretilerini
sıralıyorken, bu öğretileri barındıran
“Prophet” isimli kitabı 1923’ten bu yana
ABD’nin en çok satanlar listesine İncil’in
ardından ikinci kitap olarak, bir daha çıkmamak üzere giriyordu. Öyle ki 20.Yüzyılın
dünyasında Shakespeare ve Lao Tze’yle
beraber en çok okunan 3. ozan olmuştur
Cibran. Elvis Presley’in de sıkı bir Cibran
hayranı olduğunu ve “Ermiş”in binlerce kopyasını dağıttığını biliyoruz.
Türkçeye “Ermiş” ve “Nebi” isimleriyle çevrilen “Prophet” isimli kitabındaki El-Mustafa
ismini, Hz. Muhammed’i işaret ederek kullandığı iddia edilir. Bu iddia belki doğrudur
bilemeyiz ama neticede kitapta gerek Kuran’ı ve gerekse İncil’i anımsatacak yeteri
kadar malzeme vardır. Nihayetinde “Göğsümün bir yanında İsa, diğer yanında ise
Muhammed oturur” sözü de Cibran’a aittir.
“İnsanoğlu İsa” isimli eseriyle de İsa’yı insan
olarak farklı bir açıdan ele almış ve kitabın
her pasajında farklı bir insanın ağzından anlatmıştır.
Mehcer Edebiyatı’nın kurucularından olan
Cibran, Antik Yunan düşünürleri Platon ya
da Aristo’ya, Antik çağ düşünürleri Herak-
lieitos’tan Phythagoras’a, çağına damga
vuran filozoflar Hegel’den Karl Marks’a,
Fransız matematikçi Descartes’tan Alman
şair ve yazar Goethe’ye ya da büyük şair
Pablo Neruda’ya kadar bütün ünlülerin hepsinden daha çok bizim kültürümüze, yaşamımıza, duygu ve düşüncelerimize daha
yakın olan, yalın ve derin yaklaşımları ile bir
edebiyat, şiir ve felsefe ustası olarak aslında
yeniden keşfedilmeyi bekliyor.
Ortadoğu’nun nadide yazarlardan Cibran,
Lübnan Bechari’de 1883 yılında doğdu. 12
yaşında iken ailesi ile birlikte Amerika’ya
göç etti. Orta ve lise öğrenimini Boston’da
tamamladı. Daha sonra ısrarı üzerine ailesi
tarafından Beyrut’taki El-Hikmet medresesi’ne gönderildi. . .Yüksek öğrenimini burada bitiren Cibran,1902’de bir daha dönmemecesine ayrıldı anayurdundan.1902-1908
yılları arasında resim yaparak geçimini sağladı.1908’de Paris’e gitti; güzel
sanatlar akademisi’ne yazıldı.
Yaşarken sürekli olarak Nietzsche özentisi
olmakla suçlanmış,gençliğinde uzun süre
ciddiye alınmayı beklemiş,fransızca yazdığı dönemlerde yabancısı olduğu bu dilde
kendini iyi ifade edememiş, resimler yapmış
hayran olunası Cibran William Blake’e olan
edebi benzerliğiyle ile de tanımlanmakta.
Cibran 1908 - 1910 yılları arasında, hemşerisi ve dostu olan Youssef El-Hoveyyik ile
geldiği Paris’te Rodin’le tanışmış olmakla
beraber, bu süreçte Nietzsche’nin de eserleriyle tanışmış ve ondan çok etkilenmiştir.
Daha sonra bu etkilenmeyi “Nietzsche kelimeleri ağzımdan çalmış” diyerek ifade edecektir.
25 - 27 yaşları arasında bulunduğu ve kendisine çok katkı sağlayan Paris döneminde
her hafta sonu Louvre Müzesi’ne gitmeyi
ihmal etmeyen Cibran, İngiltere’de bir müzede saatlerce izlediği bir kadın heykelinden
sonra müzeden çıkarken “o saatlerce izlediği kadın heykeline saygısızlık olmaması için
kafasını yere eğerek ve gözlerini kısarak çıktığından” bahseder mektuplarının birinde.
“Beşeri kanunları yalnızca iki kişi çiğner; deli
ve dahi. Bu ikisidir, Allah’ın kalbine en yakın
insan.”
Üç yıl süreyle
çağının en büyük heykeltraşı Auguste Rodin’den ders
aldı.1911’de yeniden Amerika’ya döndü.1918’de ilk kitabı”The madman-deli”yayınlandı.1923’de “the prophet-ermiş”basıldı.Bu kitabıyla adı bütün
dünyaya yayıldı.”Jesus,the son of man-insanın oğlu isa”ve”the earth gods-yeryüzü
tanrıları”adlı kitaplarıyla bu başarısını pekiştirdi.1931 yılında new york’daki küçük bir
çatı katında yoksulluktan ve birbiri ardısıra
gelen hastalıklardan kurtulamayarak 48 yaşında yumdu gözlerini ve geride yüzlerce
tablo ile sekizi İngilizce, sekizi de Arapça
yazılmış olmak üzere tam 16 eser bıraktı.
Hep bir şiire benzettiği Lübnan’da yaşamak
istiyordu ileriki yıllarda.
“Öleceğim ve ruhum bir süre dinlenecek ve
sonra bir kadın gebe kalacak bana ve yeniden dünyaya geleceğim.” Cibran’ın Nietzsche’ye olan ilgisinin yanında, her ikisinin de hayatı incelendiğinde, maalesef bu her iki müstesna
insanın da rahatsız bir ruha sahip
olduğunu ve hayatlarını sıkıntıyla ve
hastalıklarla boğuşarak noktaladığını
görebiliyoruz. Cibran, hayranlarıyla
buluştuğu bir gün ansızın gelen
ağlama krizinin ardından, bir süre
sonra kanser olduğunu öğrenmekle birlikte doktorların yasaklamasına rağmen alkol tüketimini
artırır ve sürecin daha da hızlı işlemesine
sebep olur.
Öyle ki New York sosyetesi “Halil Cibran Şiir
Geceleri” düzenleyip şampanyalar patlatırken o, “tapınağım” dediği ve hem sanatsal
faaliyetleri için ve hem de evi olarak kullandığı dairede, başucunda Mihail Nuayme ile
ölümü bekliyordu.
“ ‘Hak edene vereceğim!’ dersiniz oysa
bahçenizdeki meyve ağaçları ve otlağınızdaki sürü böyle demez. Onlar yaşayabilmek
için, yok olmamak için verirler. Emin olun ki,
gündüz ve geceleri yaşayacak kadar değeri
olan insan, ona vereceğiniz her şeyi alacak
değerdedir.”
not; M. Aytaç Arıbaş / 2008 makalesinden faydalanılmıştır.
9
10
S.Betül İzgöer
Nuayme’nin Göçü
“Ölümün olmadığı bir dünya sıkıcı bir şekilde var olan dünyadır. Çünkü ölümsüzlük ölümdür.”
- Niye her şeyi öğrenmek istiyorsun?
- Her şeyden azade olmak için...
- Bilgisiz özgürlük olmaz mı?
- Tam aksine kölelik olur.
- Özgürlüksüz hayat olmaz mı?
- Ölüm olur...
Bundan belki on yılı aşkın bir süre önce
şimdi hangi vesile ile olduğunu hatırlayamadığım bir kitap geçti elime. Okumaya başlayınca garip bir ruh akrabalığı bulduğum
ve devamında da kahramanı ile özdeşlik
kurduğum bu kitap geçen o seneler içinde
tekrar tekrar dönüp sayfalarında gezindiğim
bir yurt olmuştur bana. Yazarın diğer eserlerini merak ederek iki ya da üç kitabını da
heyecanla okudum. Fakat ne yalan söyleyeyim bu kitabın verdiği tadı diğerlerinde
bulamadım.
“Ben susmanın tadını anladığım halde, konuşanlar konuşmanın acılığını anlayamadılar.”
Böyle söylüyor Arkaş ve bahsettiğim ruh
akrabalığı tam da burada başlıyor işte.
Susmak ve konuşmak üzerine oldukça
sıkı laflar yazan Arkaş’ı kitap boyunca tuhaf ve anlaşılmaz tavırları olan bir genç
olarak görüyoruz. Arkaş Suriye asılıdır ve
New York’un kahvehanelerinden birinde
çalışmaktadır. Tahmin edileceği üzere nadiren konuşan, sorulan sorulara kısa ve net
cevaplar veren Arkaş sürekli yazmaktadır.
Karanlık ve küçük bir odada yaşar. Yazdıklarını okurken bazen hemen hepimizin
hissettiği fakat dile getiremediği şeylerden
bahsettiğini görürüz. Bazen zihnimizde
birden bir ışık belirir ve bunu daha önce
fark etmediğimize şaşarız. Hayata, varoluşa, insana, insan ilişkilerine, doğaya
verdiği veya vermeye çalıştığı anlam mücadelesine şahit oluruz sayfalar arasında.
Mihail Nuayme Lübnan’lı bir yazar ve18891988 yılları arasında yaşamış. 2010 yılında
Lübnan’a gidip de onun ve ‘Göç Edebiyatı’nın en önemli temsilcilerinden aynı zamanda Nuayme’nin de yakın dostu olan
Halil Cibran’ın yaşadığı yerleri görmek başıma gelen en güzel şeylerden biriydi sanırım.
Lübnan dağlarının eteklerinde dolaşırken
hep bunu duyumsamış onların hala yaşıyor
olmalarını ne kadar çok istemiştim. Keşke
bu iki ismin ilk gençlik çalkantılarım için ne
kadar büyük önem taşıdığını anlatabilmek
mümkün olsa. Doğudan Batıya göç eden ve
bir akımın öncüleri olmuş bu isimlerin Türkiye’de az tanınıyor olması ise ayrı bir konu.
Hâlbuki bu edebiyatın ürünleri oldukça fazla
ve edebi ölçüleri zorlayan bir karakterde. İncelenmesi, üzerinde çalışılması gereken bir
alan olduğunu düşünüyorum. Örneğin göç
edebiyatı şiirlerinin özlem ve hasret duygularıyla işlendiğini hemen görebiliriz. Klasik
Arap şiirindeki özlem ve hasret temalarından farklı olarak uzak ülkelere gidip farklı bir
kültürden, farklı bir sosyal çevreden, tabiatından dilinden etkilenerek yazılan şiirler elbette edebi açıdan çok daha kıymetli olmalı.
Mihail Nuayme Türkiye’de en çok ‘Kendini Arayan Adam: Arkaş’ kitabıyla tanınıyor.
Mevcut diğer arayış kitapları gibi değil. Nuayme, kendi arayış öyküsünü, doğrularını,
zihni keşiflerini Arkaş kimliği ile bize aktarıyor. Arkaş da onun gibi bir göçmen. İnsanın
kendi vatanından uzakta iken yaptığı düşüncel seyir çok daha incelmiş bir şekilde
akar. Her şey daha belirgin, daha duru olarak zihnimizde canlanır. Göç edebiyatının
beni ilgilendiren yönü bu olmuştur. Nuayme
Arkaş’ı konuşturarak kendi fikir dünyasına
ayna tutmuş, doğduğu ülkeden farklı bir
yerde bir göçmen olarak yaşamış, belki de
insanın dünya üzerindeki gelip geçiciliği ile
bu sırada bir bağ kurmuştur.
da Afrika’dan bir zenci gelip bir
köşesi benden istese, hepsini ona
verirdim.”
Bazı kitapları zamanında erken okuduğumu
düşünürüm. Kendini Arayan Adam da bu
kitaplardan biri. O yüzden hala karşılaşmamış ve okumamış olanlar için seviniyorum.
Okuyabileceğiniz ve asla pişman olmayacağınız leziz bir kitap hali hazırda sizi bekliyor.
Arkaş’ın güve yemiş gibi delik deşik olmuş
yüzünün gerisinde susmayı unutmuşlar için
asla anlaşılamayacak bir dünya var.
“Sözler doğru ve yalandan ibarettir. Susmak ise hilesi ve yalanı
olmayan bir doğrudur.” Mihail Nuayme yazıtlarının arasından en
çok hangisini kendine yakın buluyordu veya
en çok hangisiyle tatmin oluyordu bilemem
ama bana öyle geliyor ki, Arkaş’ın dışında
başka bir şey yazmamış olsaydı bile şu anki
değerinden fazla şey kaybetmezdi.
“Hüzün ve mutluluğun sonunun
sadece kalp kırıklığı olduğunu
öğrenemedin mi? Dünyada üzülmeye ya da sevinmeye değer bir
şey var mı? Hayat ne hüzündür ne
de sevinç. Hayat ebedi bir huzurdur. Öyleyse huzurlu ol!”
“Eğer bir vatanım olsaydı, bir an
önce ondan kurtulurdum. Çünkü ben, yer diye adlandırdığınız
küçük bir geminin değil, uçsuz
bucaksız dünyanın çocuğuyum.
Bütün yeryüzü benim olsa, sonra
11
Bünyamin Kavrut
Küle ve Geceye Gölge
elmayı ikiye bölüyorsun böylece
sessizlik kaburgasından başlıyor kanamaya
ince ince dokuduğum sakinliğim
hatta telaşım, endişem
görmeden güneşi
terini silmeden eteğine bir dağın
baharın uykulu âşıkları gibi
herhangi bir su kenarında küle ve geceye dönüşüyor
geceyi ve külü anlatacak dil hani
işte kalem işte kan, baykuşun süzülüşü
işte ben işte kafes, denize koşar salyangoz
yürürsün koridor boyunca tabiatın
ayak sesleri kaderin dilinden konuşur
zehir büyür ağzımda nahoş bir tat
derhal bir sigara yakmalıyım
çünkü kül çünkü gece her an zihnimde
bakmıyorum tırnaklarım renk değiştirebilir
görünen ve görünmeyen her şey seninle
yorgun adam, geciken araç, sıradan bir kavga
tekinsizim hem ayaklarım kayıyor
inancım gereği diyorsun sen kal
bir elime kül alıyorum diğerinde gece
kaburgamdan başlıyorum içimdekini örtmeye
Hacer Gören - Süleyman Aközel
Direnen Aşk
Duyalı beri çiçekli günleri fısıldayan kadınların sığındığı ana rahmini andıran o tapınağı
ve o tapınağın yollarda arz-ı endam eden
tüm fitnelere, saraylarda raks eden tüm çirkinliklere başkaldırdığını, bana bir ruh verildi
ve çiçeklendim ben. Oysa biz hep ağlayan,
boş odalarında ağlayan biz, küçük sahte tavırlı bacılar, Tanrı’nın tatlı şiiri bacılar, Tanrı’nın
aşkı, adaleti ve ilmi fısıldadığı sahte tavırlı
sırdaşı, şiirli bacılardık. Ve evet şiirli bacılara
en çok yakışan aşk, aşka en çok yakışan
Xece u Siyabend, Xece u Siyabend’e en
çok yakışansa iki cihanda da kavuşmaktır.
Kavuşmanın kavuşamamalarından ötürü
şikayetçi olduğu Xece zarafeti ile Siyabend
ise cesareti ve merhameti ile dillere destandır. Kavuşamazlar, Mammonun hükmü
ile boynu bükülmüştür Siyabend’in. Çünkü
partiyarka dünya toplumlarına egemen olduktan çok sonra filizlenen bu aşk Xece’nin
dönemin en yüksek başlık bedeli ile engellenmiştir. Dengbej’dir ikisi de ve bir gün,
ruhlarının bıçaklandığı bir gün, zarafet ve
merhametlerinden ötürü tekleyen kelimele-
rini de sırtlarına alır kaçarlar. Süphan dağının derin vadilerinin kendilerini koruyup kollayacağını bildiklerinden, O’na sığınırlar. Üç
cennetli gün, herkesten uzakta kavuşmanın
tadını çıkarırlar. Dördüncü gün güneşin en
tepede olduğu vakit, çiçeklerle bezenmiş
yemyeşil bir bayıra otururlar. Siyabend ‘in
uykusu gelir ve başını huzur bulduğu tek
yer olan Xece’nin dizine bırakır. Uykuda
olan Siyabend’in saçlarını okşayarak hayaller kuran Xece’nin tam o esnada parıl parıl
gözlerinden bir damla yaş, al yanaklarını
aşarak çenesine süzülür ve Siyabend’in alnına düşer. Sıçrayarak uykusundan uyanan
Siyabend şiirinin ağladığını görünce sorar;
“Neden ağlıyorsun tatlıcık yoksa benimle
kaçtığına pişman mısın? Eğer öyleyse Allah
şahit ve eski yiğitlerin kavli olsun ki, şu ana
kadar sana elimi sürmedim. Duyuyorsan
pişmanlık seni hemen babanın evine götüreyim.” Xece , “Nasıl böyle bir söz sözlersin
benim yeniden hayatım. Ben azrailin sineme
çöktüğü güne kadar seninleyim.” Siyabend,
“Öyleyse neden ağlıyorsun?” Xece, “Biraz
önce çirkin bir geyik çok güzel bir geyiği
önüne katmış götürüyordu. O kadar güzel
geyikler vardı ki ardında lakin o çirkin geyik
hiçbirini o güzel geyiğe yaklaştırmıyor. Hele
içlerinden biri vardı ki tıpkı sana benziyordu. Bu yüzden ağladım.” Siyabend, “Söyle
bakalım hangi tarafa gittiler?” Xece, “İşte şu
taraf.” Xece’nin yeniden hayatı kılıcını kalkanını kuşanır, ok ve yayını alır ve Xece’ye der
ki, “Güzellikler yaşayacak ve biz Afrika’ya
çiçekler ekeceğiz.” İşte bu söylemi ekip,
umudu döküp gider, gider ve gelmez ve
gelmeyince Xece endişelenir gider, gider ve
gelmez ve gelmeyen Siyabend ‘in sırtından
girip göğsünden çıkan dal parçası Xece’nin
de sırtından girip göğsünden cikar ve Xece
yi de alır.
12
Halil Kılıç
Direniş
Her yanımız Kabil İken Habil Olmak mümkün mü?
-Dogville namı diğer İt KasabasıKasaba denilince birçok insanında aklına
geldiği gibi şirin, sessiz, sakin, gürültüden
uzak, günaha bulaşmamış veya günaha
bulaşmak için yeterince araç gerecin olmadığı küçük yerleşim yeri gelir. Aslında Kasaba, Cennet tasavvurumuzun yeryüzündeki
karşılığıdır. Kasaba’dan Şehre yerleşenlere
verilen ilk tepkilerden biride “o güzelim yerler bırakılır mı?” olur. Ama tatil dışında kimse
o güzelim yerlerde yaşamak istemez.
İt’e gelecek olursak diş gösteren, azılı saldırgan ve insanın nefsini sembolize ediyor
diyebiliriz. İsminden de anlaşılacağı gibi
-İt Kasabası- Lars Von Trier (Yazan-Yöneten)’in filmi beynimize balyoz darbeleri
vurmak yerine işaret parmağıyla kafamıza
sürekli aynı tonda dokunuyor.
Film mafyanın adamlarından kaçan güzel ve kasabaya göre bakımlı Grace’in (Nicole Kidman), Kuzey
Amerika’nın küçük Dogville kasabasına sığınmasıyla başlıyor.
Grace, Dogville’de sırasıyla kasabaya adını veren köpek, mafyanın adamlarından saklanmasını sağlayan kasabanın filozofu
diyebileceğimiz Tom ve kasaba
sakinleri ile tanışır. Mafyadan
kurtulan Grace yeni bir yaşam
seçmenin zorluklarını kabullenip
herkese iyi görünme çabalarına
başlar. Kasabalılar yabancı kadının başlarına iş açacağını düşünür
ve Grace’in kasabada kalmasına pek
sıcak bakmazlar. Onları ikna etmek
Filozof Tom’a düşer ve çabaları sonuç
verir. Anlaşmaya göre Grace tüm kasaba sakinlerine günün belli dilimlerinde
yardıma gidecektir. Başta yardıma ihtiyacı olmadığını düşünen kasabalılar zaman
geçtikçe Grace’i ihtiyacın ana unsuru haline getirirler. Grace’i ilk uyaran Chuck şu
ifadeleri kullanır “Kasabadaki insanları küçük bir yerde yaşamaya mahkum eden ve
şehirdekilerden ayıran, onların sadece daha
beceriksiz olmaları” Ne gariptir ki yine Grace’e ilk zararı dokunacak da Chuck olur.
Grace eğitimli edasıyla kasabalıların yanlışlarını mazur görüp onlara iyilik dersi vermeye çalışsa da bu pek başarılı olmaz. İşkenceden tecavüze kadar her türlü itliğe göğüs
geren Grace’i yıkan ise zamanla sevgilisi
olacak Tom’dur. Tüm projeleri sarpa saran
Tom filmin başında kurtarıcısı olduğu Grace’i mafyaya ihbar eder. Mafyanın gelmesiyle baş belası kadından kurtulacaklarını
düşünen kasabalıları bir süpriz bekler. Mafya Babası aynı zamanda Grace’inde babasıdır. Grace’e, kendisinin kibirli olmadığını,
merhametin ve alçakgönüllülüğünün en büyük kibir olduğunu söyleyen babasına kızar
ve bir seçim yapmak zorunda kalır. Ya kendisine her türlü itliği reva gören kasabalılarla
kalacaktır. Ya da babası ile şehir hayatına
geri dönecektir.
Habil ile Kabil arasında ince bir çizgi olduğunu gözler önüne seren film, Kabiller içinde Habil kalabilmenin pekte kolay olmadığını gösteriyor.
Evet, direniş…
Adım adım direniş…
Grace babası ile gitmeyi tercih eder ama giderken kasabayı da beraberinde götürür ve
tüm kasabayı yakmalarını emreder.
Tom’un
ve kasabalıların yalvarmalarına rağmen herkes yakılır. Emri veren kızını
hayretler içinde izleyen baba
kızının silahını istemesiyle irkilir. Ve Grace Tom’u kafasından vurur. Yerle bir olan kasabadan geriye köpek ve iyilik
meleğinden bir anda şeytana
dönen Grace kalır.
13
14
Osman Curuk
Endülüs’te İslam Düşüncesinin Başkenti Kurtuba
Endülüs toprağının büyüleyiciliği ve göğünün berraklığıyla Suriye’ye ikliminin yumuşaklığıyla Yemen’e, güzelim kokularıyla Hindistan’a kıymetli
taşlarıyla Çin’e ve sahil şeridinin bitkileriyle de Yemen’e benzer.
Ebu Ubeyde el- Bekrî
Müslüman İspanyada olup bitenleri anlatmak şanslı bir ölüye mezar inşa etmek değil, aksine Endülüs’teki İslam düşüncesi ile
Yahudi-Hıristiyan düşüncesinin çarpıcı birlik
ve beraberlik anlayışını, ruhunu günümüze
taşımaktır. Avrupa’da Rönesans 16. yy İtalya’da değil 13. yy Endülüs’te başlamıştır.
Müslümanların Endülüs’ü efsanevi sayılabilecek kısa bir sürede fethetmesinin
birçok nedeni vardı. Bunlar arasında Hıristiyan dünyasında İznik konsülü (325) ile
başlayan dini iç çekişmenin Batı dünyasında olduğu gibi Endülüs coğrafyasında
da var olması en dikkat çekici olanıdır. Bu
gibi dini ve siyasi çekişmelerden bunalan
halk Müslümanların uzlaşmacı tavrı karşısında kolaylıkla şehirlerini teslim etmişlerdir. Fetih esnasında verilen hiçbir sözden
cayılmamış, Endülüs’teki Gayrı Müslimlere gereken hak ve özgürlükler verilmiştir.
Yani Endülüs’te İslam askeri zaferle değil
de kültürel bir dönüşümle galip gelmiştir.
Dini açıdan baktığımız zaman Endülüs’te
Müslümanların fethi esnasında Katolik Hıristiyanlar, Aryanizm ve Prissillanizm’in sapkın
birer mezhep olduğu şeklinde bir düşünceye
sahipti. Bu fikir yüzünden halka baskı yapılıyor ve halkta yeni arayışlar içine girmişti. Ancak İslam, Endülüs’te 8. yy ortalarında fark
edildi ve İslam Aryanizmin üzerine aşılandı.
Daha sonra gelişen ve büyüyen Endülüs medeniyetine katkı sağlamış birçok
unsur vardır. Bu medeniyetin oluşmasında halkın her kesiminin emeği ve katkısı
vardır. Bu medeniyet çok farklı kültürlerin
oluşturduğu bir mozaiği andırmaktaydı.
“Dokuzuncu ve onuncu asırdan itibaren Endülüs’te İslam ilahiyatçıları bütün inanç ve
ahlak meselelerini ince ve detaylı bir tahlilini
gerçekleştirdiler. Bu çalışmalarla ilahiyat ilmi,
Hıristiyan skolâstiklerin birçok yüzyıl sonra
ancak erişebildikleri teknik bir mükemmel-
liğe ve sistematik bir düzene kavuşturuldu.”
Endülüs’teki İslam felsefesinin amacı İslami
mesajının anlamını kavramak ve bu mesajın
çizdiği hayat tarzı üzerine tefekkür etmekti. Bu sahada İbn Meserre, İbn Hazm, İbn
Bâcce, İbn Tufeyl, İbn Rüşd ve İbn Arabî
gibi birçok düşünür yetişmiş ve özgün fikirler ortaya koymuştur. Endülüs’te ilmi alanda
sadece Müslümanlar yoktu; Musa ibn Meymûn, Hudai b. Şaprut gibi Yahudi düşünür
de fikirlerini serbestçe beyan edebilmişlerdir. Bu medeniyetin birikimleri sonucu Avrupa’da bir Rönesans meydana gelmiştir.
Endülüs, felsefe ve düşünce alanında olduğu gibi şiir ve müzik alanında da öncü
bir medeniyet olmuştur. Bunun en somut
örneği İbn Arabî’nin Peygamber’in Gece
Yolculuğu’nu anlatan eserinin Dante’nin İlahi Komedya’sına ilham vermesidir. Endülüs
şiirinin 10. Ve 13. Yüzyıllar arasındaki güzergâhını çizmek Batı şiirinin kaynaklarına
erişmek demektir. Endülüs şiirinin en büyük
mesajı, altın çağ olarak değerlendirilen o üç
yüzyıl boyunca, nasıl bir hayat tarzının söz
konusu olduğuna yaptığı şahitliktir. Özellikle Endülüs’ün güzelliklerine yapılan vurgu
dikkat çekmektedir. İşbiliyli bir şairin yazdığı
gibi:
Dört harikasıyla Kurtuba şehri
Bütün Başşehirleri imrendirirdi:
Guadalquvir üzerindeki köprüsü,
O muhteşem Ulu Camii’dir ikincisi
Zehra Sarayı onun üçünçü övüncü
Kültürlerin en parlağıydı kültürü
Edebiyat ve şiirde olduğu gibi müzik alanında ve bilim konusunda da Endülüs çağının
öncüsü olmuştur. Müzik özellikle Ziryâb’ın
Endülüs’e gelişinden sonra çok farklı bir
boyut kazanmıştır. Ziryâb sadece müzik alnında değil giyim kuşam, konuşma adabı,
yemek yeme adabı gibi birçok alanda birikimlerini Endülüs’e aktarmıştır.
Endülüs’teki bilimsel çalışmalar da Avrupa
Rönesansına ilham kaynağı olmuştur. Astronomide el-Mecrîtî ve Zerkelî, haritacılıkta
el-İdrisî, tıp alanında İbn Zühr ailesi ve optik
alanında İbn Heysem’in çalışmaları dünya
medeniyetine büyük katkılar yapmışlardır.
Endülüs medeniyetinin en önemli göstergelerinden bir tanesi de pırıl pırıl şehirleri ve
sokaklarıydı. O dönemde Avrupa’nın birçok
şehri karanlık ve çamur altındayken Endülüs caddeleri yağ lambaları ile aydınlanıyor,
sokaklarsa mermerler içinde parlıyordu. Bugün hala ihtişamını koruyan iki önemli şehir
Kurtuba ve Gıranada şehirleri, içinde barındırdıkları el-Hamra sarayı, Kurtuba Ulu Cami
ve Medininetü’z-Zehrâ sarayı geçmişin birer
canlı şahididir.
Sonuç olarak, insani birlik ve birlikteliğin ve
de evrenselliğin mesajını yeniden yaşatmak,
hiç de hayaller diyarında bir serap oluşturmak değildir. Tam tersine bu bakış açısı İbn
Hazmdan İbn Arabîye ve Ramon Lule’ye
Endülüs’te bir bin yıllık bir ülküdür. Kurtuba
ve de Endülüs bu evrensel medeniyetin mesajını dünyaya bir kez daha duyuracaktır.
Endülüs edebiyatında sadece erkekler söz
sahibi değildi; bu muhteşem medeniyet
içinde kadınların da özel bir yeri vardı ve
sosyal hayatın daima içindeydiler. Vellade,
Ümmü’l-kiram ve niceleri şiirle duygularını
açıkça belirtmişlerdir.
15
16
Muhammed Gazi Delimehmetoğlu
Geç oldu “Dağılalım’’
Kaç gündür dağılmayı düşünüyorum,
bilmiyorum. Dağılmak ne demek? İnsan
ne yapar da dağılır? Niye dağılayım ki?
Sahi niye dağılmak istiyorum? Dağılmamı niye yazıyorum? Bu kadar çok soruyu niye soruyorum kendime? Sorular
yerine, dağılmak yerine oturup anneme,
sevdiğim kadına -öldü, yaşamak yerine
intihar etmeyi seçti-, dostlarıma, hani yakınken uzak olan dostlarıma mektuplar
yazmak varken “dağılmak” üzerine yazı
yazmaya nasıl geldim? Bilmiyorum. Haydar abinin suçu mu? Sabahattin’in, İbrahim’in suçu da olabilir. Belki de Nazım’ın:
“Sessizce kimsesiz..”
Tek başıma dağılabilsem, çoktan dağılırdım galiba. Bak, fonda Mohsen’den
“Nameh“ çalıyor. Farsça bilmiyorum ama
beni alıp götürüyor bu parça. “İki gözümün nuru dünyada vefa yok. “ Sonra da
“Mimoza Çiçeği” çalacak galiba. İkisini de
severim. Anılar.. Şimdi anladım ki insan
yalnız dağılamıyor. Ya da yalnız dağılmak
istemiyor. Hele de bir yanı, insanın bir yanı
mı kaldı, Kafdağı’nın arkasında ise. Kendini, özünü eksik hissediyorsa. Sahi Kafdağı
mı kaldı? Hadi dağılalım toplayacak kimse
de kalmadı zaten. Dağılıyorum neredesiniz? Bak, fondaki parçalar bir bir geçiyor,
“ Kadın sustu.
daha iki cümle yazmadan ben. Haşmet
Babaoğlu, Sezai Karakoç’un “Şahdamarım” şiirini okuyor. Okuduğu şiirin hakkını
veren nadir adamlardan. Dur, bir şiir daha
Sarıldılar.
okusun. Şiir okunurken sessizce dinleyip,
usulca dağılalım geç oldu.
Bencil miyim biraz? Birazcık. Dağılırken,
dağılmak isterken sevdiklerimi de yanımBir kitap düştü yere..
da isteyecek kadar. İnsan ya işte hep
birilerini istiyor yanında. Dağılırken bile.
Tamam, çok konuştum. Yeter, geç oldu
dağılalım. Suçlu da üzerine söz söylen meyen, yaraları kanatan, özlemi hatırlaKapandı bir pencere..
mamıza neden olan şiirler yazan şairler,
fondaki türküler. Suçu da başkalarına
attığıma göre hadi dağılalım. Toplayacak
kim kaldı ki? Kim kaldı ki Allah’tan başAyrıldılar.’’
Dizeleri suçludur. Bir suçlu var mutlaka.
Kim bu suçlu? Susan kadın mı? Yere düşen kitap mı? Yoksa şairleri suçlamama
neden olan dağılmam mı? Hadi geç oldu
dağılalım demek istiyorum herkese. Niye
herkese “dağılalım” demek istiyorum ki?
Tek başıma dağılsam ya.
ka. Kim kalır ki Allah’tan başka. Geç oldu
dağılalım. Bize kalan bize yeter. Dağılalım.
“insan yalnız dağılamaz mı?
kimsesiz, sessizce..”
17
Yrd.Doç.Dr Olcay Uçak
Genç Olmak
Genç insan kendini ortaya koyma ve kişiliğini oluşturma aşamasında birçok engelle
karşılaşışır. En yakınlarından ve hatta en
sevdiklerinden başlayarak herkes onun ne
olması gerektiği konusunda ve en az gencin
konuşmaya hakkı olduğunda hem fikir gibidir. Toplumda gencin olmak istediği kişiye
dönüşmesi ve hayattaki yaşam amacının
doğrultusunda istediklerini yapabilmesi, bir
mucizenin gerçekleşmesi gibidir. Gencin olmak istediği insanla toplumun olgun insan
beklentisindeki çelişkili durum yüzyıllardır
yaşanmakta olan bir çatışma halini yaratsa
da ironik bir şekilde her genç insan kendisini
tek başına, toplumdaki en şanssız ve çaresiz insanoğlu olarak hisseder ki bu içinden
çıkamadığı karmaşayı daha da büyütür.
Bazı çocuklar için her şey yolunda gider
ailelerinin istedikleri, saygın bir meslek yapabilecekleri alanları kazanıp bu koşuşturmanın karşılığını alırlar. Burada o muzaffer
gençlerin yarışı kazandıktan sonra mesela
hukuk ya da tıp fakültelerini bitirenler gibi
mesleğe adım attıktan sonra neler yaşadıklarını tartışmayacağız esas mesele diğerleridir. Diğerleri, yani ilk öğrencilik yıllarından itibaren bir türlü ailelerinin beklentilerini yerine
getiremeyen, ilgi alanlarına göre ders çalışmak dışında her şeyi yapan gençler bu yazının esas konusudur. Dershaneye gidiyorum
diye, maça, sinemaya, internet başına ya da
konsere giden bu gençlere ne olur?
Evet bundan bir kaç yıl öncesine kadar
toplumun acınasıbir durumda gördüğü bu
Gerçekten bu kadar çözülemeyecek ça- gençler için artık her ihtimalde girebilecektışmalar nasıl yaratılır ve genç insanın bu leri üniversiteler, vakıf üniversiteleri hizmehayatının en önemli çelişkisinden muzaf- te hazırdır. Vakıf üniversiteleri ailelerin son
fer bir şekilde kendini oluşturarak çıkması umudu, gençlik hayallerinin yeşermesindeki
mümkün müdür? Sorunlar ebeveyn
son ihtimal olarak belirir.
seçimiyle başlar dersek sanırım
Normalde hayalini bile kuyanılmış olmayız. Hayatı boyunca Toplumda
aramayacakları bölümlebir ekran karşısında oturup, asgari gencin olmak
re yarı puanlarıyla ulaşıp
düzeyde hareket ederek hayatını
üstelik bunu yaparken de
idame ettirmeyi amaçlayan genç istediği kişiye
ekmek elden su gölden
kızımız maalesef balerin olama şan- dönüşmesi ve
aile parasıyla gül gibi yasını yakalayamayan muhasebeci bir hayattaki yaşam
şayıp gitme imkanıdır bu.
anne ile ilaç tanıtımı yaparak ailesini
Ancak bu gençler hiç tahgeçindiren ve nadiren eve uğrayan amacının doğrul- min etmedikleri bir durumbir babaya sahiptir. Dolayısıyla genç tusunda istedikle- la karşılacaklardır. Liselerin
kızın doğumunda sahip olduğu bu rini yapabilmesi,
kalabalık sınıflarında öğretaile çatışmalarla dolu bir çocukluk
menin masalarına koyduve gençlik döneminden sonra taraf- bir mucizenin
ğu testleri cevaplayarak,
ların pes edip, yani annenin kızına gerçekleşmesi
çok sıkılınca arka sıralara
“ne halin varsa gör, ne talihsiz bir in- gibidir.
geçip muhabbet ederek
sanmışım” diyerek hayatı yani kızını
geçilen yıllardan sonra ıskabullenen mutsuz anne ve yorgun
rarla ders anlatan, soru
baba modeliyle sonlanır büyük ihsoran, ödev isteyen ve
timalle. Yaklaşık olarak amaçlar ve
“Türkçe önemlidir” diyerek
şartlar değişse de gençler ve aileler
sürekli klasik sınav yapan
arasındaki bu çatışmalı ortam üç aşağı beş garip hocalarla karşılaşırlar. Önceleri sert
yukarı benzer özellikler gösterir.
çocuk olurlar, dayılanırlar, olmadık esprilerle
dersleri sulandırırlar ama çare etmez. HocaGenç olmaktan pişmanlığın zirvesi üniver- nın mücadelesi daha çetindir. Sert çocukları
siteye hazırlık noktasında, sonsuz sorunlar yumuşatacak, dayılananlara en sert cevapyumağı gibi taçlanır. Ne olacaktır bu ço- ları verecek ve en sulu esprileri yapabilecek
cuğun hali? (genç 18-20 yaşına gelse de kadar inatçıdır.
çocuk olarak adlandırılmaktadır). Anne ve
baba çocuğundan son bir gayret istemek- Çünkü o hoca sınıftaki her bir öğrencinin
tedir, sonra hakları helal edilmeyecektir. Lise keşfedilmesi gereken mucizevi bir yanı oldersleri, dershane saatleri ve özel dersler duğunu düşünür, eğer o yanını bulamaz
bazı ailelerde dört sene sürerken, çocukla- ise sorun kendisindedir genç öğrencisinde
rına daha gerçekçi yaklaşan bazılarında bir değil. Böylece her bir öğrencisi çözülmesi
sene sürmekte, anne baba ile çocuk arasın- gereken bilmecelere dönüşür ama olsun
daki ilişki olimpiyatlara hazırlayan antrenör- önünde çözmek için yıllar vardır, acelesi
ler ile sporcu ilişkisine dönüşür.
yoktur. Bekler, birinci dönemde okula alış-
malarını, sistemi öğrenmelerini, nasıl bir
dünyaya geldiklerini anlamalarını bekler.
Bazıları kolay anlar, yakaladığı şansın farkındadır, ailesiyle omuz omuza elinden geleni
yapar. Yüksek notlar alıp mezun olmanın
yeterli olmayacağı öngörüsüyle daha birinci
ya da ikinci sınıfta ilgili olduğu alanlarda yarı
zamanlı işler yapar. Henüz okul bitmeden iş
teklifleri almaya başlar.
Diğerleri evet yine diğerleri, birinci sınıfın
birinci döneminde İstanbul’un tarihi ve turistik yerlerini keşfedip, eğlenceli zamanlar
geçirirler. Zaten paralı bir üniversite ne kadar zor olabilir ki? Lisede aile ve dershane
baskısıyla yapamadıkları şeyleri birinci dönemde yaptıktan sonra ilk dönem sonuçlarını alana kadar mutlulukları devam eder.
Dönem sonu notlar açıklandıktan sonra
kurtaramayacakları puanlarla karşı karşıya
kalırlar. Kendilerini zor bir hayatın beklediğini
anlayanlar ikinci dönem sorumluluklarını yerine getirirler. Bazıları ise zorluğu gören ama
ne yapacağını bilemeyen, umutsuz gözlerle
bakarlar.
Böyle umutsuzca bakan öğrenciler için son
çare ulaşabilecekleri bir hoca olabilir. Nasıl
baş edeceğini bilemediği bu durumu açacak, nereden başlaması gerektiğini gösterecek bir hoca. Durumun o kadar da umutsuz
olmadığını, işe en çok sevdiği şeylerle en iyi
yaptığı şeyleri anlayarak başlaması gerektiğini söylecektir. Hoca rehberdir, belki ışık
tutacaktır ancak yolu bulacak olan gencin
kendisidir. Çünkü her insan en çok kendisi
bilir kendisi için neyin iyi olduğunu. Eğitim
ya da hocalar gençlere seçenekleri gösterir,
mutlu olmaları için umut verir. Böylece ulaşabildiği her bir öğrencisiyle ayrı bir bilmeceyi çözmekten dolayı mutlu olacaktır.
18
Esra Toy
Gone Girl; Aşkın Olağan Gelişimi
Gillian Flynn’ın 2012’de yazmış olduğu
Gone Girl kitabı, ünlü yönetmen David Fincher tarafından sinemaya uyarlandı. 2014’ün
şüphe yok ki en çok konuşulan filmlerinden
olan Gone Girl, sinema çevresi tarafından
bir ’Fincher filmi’ olamamak ile eleştirildi. Fight Club gibi bir uyarlamadan sonra, aynı
kalitede iş yapamamasıyla eleştirilen yönetmen, yine de, sahne gerilimi ve şaşırtan kurgusuyla Gone Girl’de yetkinliğini gösteriyor.
Evliliklerinin beşinci yıldönümünde Amy’nin
(Rosamund Pike) ortadan kaybolmasıyla başlayan film, delillerin, şüpheli olarak
kocası Nick’i (Ben Affleck) göstermesiyle
devam eder. Amy’nin “Amazing Am” isimli
bir kitap serisine ilham veren kişi olması sebebiyle, bu esrarlı kayboluş hikayesi birden
medyatik de olur. Nick, girdiği bu çemberin karısı tarafından, onu aldatması ve kötü
davranmasına ceza olarak verildiğini anlasa
da bunu bir türlü söyleyemez. Çünkü, olayın medyanın alanına girmesi, artık ‘gerçek’
olanın değil de, en sansasyonel olanın söylenebileceği anlamına gelmektedir.
“Kullanılıp atılabilecek bir şey,
yokmuşum gibi hissediyorum.
Bu
akşam
çaresizlikten
zavallılığa terfi ettim.”
Amy Dunne.
Filmin ortasında anlarız ki Amy, tüm delilleri tek tek planlayarak bırakmıştır. Amacı,
Nick’in kendisini öldürme suçundan yargılanması, hapse girmesidir. Filmin doruğa
ulaştığı yerde ise Amy, “Cool girl” tiradıyla
bize, çok dikkatli okunması gereken şenlikli
bir sekans sunar. “Artık öldüğüm için çok
daha mutluyum.” şeklinde başlayan tirat,
Nick’in kendisinden sürekli alarak (şeref,
onur, umut, para) kendisini tükettiğini ve
bunun cinayetle eşdeğer olduğunu söyleyerek devam eder. Bu eşdeğerlilik mantığı ile Nick’in de ölmesi gerektiğini düşünür Amy; yani, ceza suça denk olmalıdır.
Bu tarz suç-suçlu-ceza ilişkisi bugün geldiğimiz hukuk sistemi, adalet anlayışı seviyemizden pek anlaşılır olmasa gerek.
Nietzsche’nin modern insan –ehlileşmiş
insan- tanımı gereği, suç suçludan ayrılmış,
hapishaneler çoktan suçluluk duygusu hissetmeyenlerle dolmuştur. Nietzsche, inceltilmiş adalet ile birlikte gelen trajik merhamet
duygusundansa, adaletin dişe- diş gözegöz sağlandığı zamanları savunur. Roma
Oniki Levha Kanunları’nda geçen, suçu
işleyenden istediğiniz kadar parça alabilme
–uzuv kesme- maddesini, Nietzsche, günümüzün hukuk sistemine göre daha az ikiyüzlü ve samimi bulur. Bu açıdan, Amy’nin
Nick’e uyguladığı ceza bir bakıma ilkel sayılabilirken, bazı görüşlere göre ise adaletin
kendisidir.
Nick, –biraz soyut düşünmeyle- Amy’i öldürmüş müdür? Bu sorunun cevabı şüphesiz, evlilik içi ilişkilerin sağlam bir eleştirisini
de gerektirir. Refleksif bir şekilde hemen,
evliliğin yavaş yavaş can alan türden bir kurum olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu eleştiri, yetersiz ve anlıktır. Yine de bu tarz bir
eleştiride ısrar ediliyorsa; twitter, instagram,
facebook hesaplarındaki ilişkiler, gösterilen
‘ben’ ile gerçek -tabi varsa- ‘ben’ arasındaki o karanlık, nemli ve kesintili mesafe de
konuşulmalıdır. Evlilik içi ilişkilerde kişilerin
kendilerinden uzaklaşarak bambaşka birine
dönüşmeleri sadece evliliğe has değil; bu illetli hal, hayatımızın birçok yerine sinmiş bir
şekildedir. Yine de problemi sadece evliliğe
has yapan şeyler mutlaka vardır, örneğin fedakarlık. Bir olma zannıyla abartılan iyilikler,
gösterişli fedakarlıklar; bir süre sonra ayağa
takılmaya, kini körükleyen gerilimler olmaya
başlar. Yapılan her iyilik, zamanı geldiğinde
muhatabın boynuna atılabilecek bir kemende dönüşür. Amy, Nick için beş yıl boyunca
birçok şeyden vazgeçer; kariyer, yaşadığı
şehir vs. Oysa ‘tüm bunlar gerekli midir?’
sorusu, önemlidir. En ilginci ise ‘diğer çiftlerden farklı olma’ adına harcadığı enerjinin
fazlalığı, bir süre sonra Amy’i küçük düşürmesi. Amy’nin bu kibri, romantize edilen
‘kendinden verme’ süreci ile birlikte tam bir
intihara dönüşür. Oysa Nick, ‘hımbıl’ bir şekilde otururken hatta düz bir fantezi sonucu
eşini aldatırken bile minimum enerjidedir.
Bu hikayede, kimse evliliğin kurbanı değildir; aksine evliliğin kendisi, insanların hırs ve
hayal gücü yoksunluklarının kurbanı olabilir.
“İki kafası karışık insan hakkındaki hikaye, nasıl sersem bir
adam hakkında uzun metraj bir
filme dönüşür?”
Filmde çarpıcı sayılabilecek bir diğer nokta
ise, medyanın yaşadığımız gerçeklik üzerindeki deformasyon etkisi. Kadına şiddet,
aile içi sorunlar gibi mevzuların medya sayesinde görünür hale gelmesi her zaman bir
kazanım mıdır? Bu görünürlük, meselenin
aşkın tarafını bazen törpüler, yontar. Haberlerde basit olayların arasına böyle ciddi meseleleri sıkıştırmak, mantık gereği ciddiyeti
de basitleştirir. Bir aile dramını ‘az sonra’,
‘reklamlardan hemen sonra’ larla izlemek,
elbette henüz hesaplayamadığımız tehlikeleri yanında taşır. Nick’in bir programa çıkıp
‘show’ yapması sonucu işlerin değişmesi,
medyanın kontrolsüz gücünün ne tür yalanları şık hale getirebileceğinin göstergesidir.
Jean Baudrillard’ın Simülasyon Teorisi filmde ete kemiğe bürünür sanki. Mahrem kabul edilen ev, bir tür reality showa dönüşür.
Yani, yaşadığımız değiştirilerek gösterilirken;
bir yandan da gösterileni yaşamanın peşine
düşer, kirli bir paradoksun içine gireriz.
“Amy, kötü karakterli biri. Beni
ürküten şey, kadınların doğuştan iyi olduğu fikridir.”
Gillian Flynn The Guardian’a verdiği röportajda, kadınların karanlık tarafı ile daha
fazla ilgilendiğini söyler. Bir kadının sadece
cinsiyetinden ötürü ahlaklı, iyi, masum, fedakar, duygusal olması gerektiği fikri yaygın
olmakla birlikte, kadınların şeytandan farksız olduğu düşüncesi de revaçtadır aslında.
Yazarın, kadının kötü yanına duyduğu ilgi
günümüz söyleminde çok da geri bırakılan
bir mevzu değildir, bu açıdan yazarın fikri,
pek orijinal bir nokta sayılmaz. Filmin radikal
adımı şu olabilir: Bitch- nice girl ikiliğinden
ziyade gone girl gibi bir üçüncü seçeneğe
kapı açıyor. Feminist çevre, filmi kadın düşmanlığı olarak yorumlasa da, filmin kadına
dair başka bir pencere açması olumlu sayılabilir. Maalesef, feministlerin, kadının eleştirildiği bir film ile kadın düşmanlığı yapan film
arasındaki farkı anlaması için daha vakit var.
19
İbrahim Çolak
Gözlerini unuttum Hace!
Bu duyguyu daha önce de yaşamış sonra
yanındayken unuttuğum gözlerine baka
baka iyileştiğim zamanlar olmuştu. Gözlerine bakar, içten içe “Bu gözlerde bildiğim
bir şeyler var, kuvvetle hatırladığımı sandığım, bütün ömrümce aramış olduğum
güzel şeyler var.” derdim.
Farklı şehir, kültür, okul ve sokaklardan
geçerek bulmuştuk birbirimizi. Ne kadar
konuşursak konuşalım, her zaman konuşulmamış bir şeylerin kalmasına bakarak
çok konuşmaktan ziyade daha yoğun
hissetmeye çalışmanın güzel olacağına
varmıştık. Birbirimizi yanlış hissedecek
olsak bile, bu; yersiz, gereksiz ve zorlama
konuşmaktan daha az zarar verecekti.
Konuşarak değil ellerimizle ve hissederek
çamur ustası olabilirdik. Ayrıca hissetmeye
çalışmak insanın kendini geliştirmesine
de yarıyordu Hace. Hissetmeye çalışmak
bütün farklılıklarımıza rağmen bizi daha
fazla merhametli olmaya çağırıyor, hepimizin aynı toprak ve gökyüzünün evlatları
olduğumuzu söylüyordu. Hepimizin kanı
kırmızıydı!
Birbirimize keyif bağışlıyor, birbirimizin
gözlerini kamaştırmak ve hükmetmek için
büyük cümleler kuruyor, oturduğumuz
ırmak kenarında lütfederek, ‘Irmaktan su
içebilirsin’ demeye getiriyorduk. Hüznün
milli marşını dinleyen yalnız biziz havalarına giriyor, gizli bir hazine olduğumuz
imasından da geri durmuyorduk. Oysa
okyanus üzerinde konacak toprak parçası
bulamayan kuşlar gibi sürgün bir yaşama
asılı gibiyiz. Birbirimize borçlu, birbirimize
merhametli, birbirimize insan olmaktan
başka şansımız yok.
Birçok güzel cümleyi okumadan ölmem
mümkün ancak her gün –senin için- birkaç
güzel cümle kurma şansım hep var.
Yaşam, vurulduktan sonra yine de yaşayabilmek için çırpınan geyiğin sesidir. Sana
yazıyor olmam da bu sestir Paşam.
Payanda
Okyanus Karnıyla Gözcükleri Hayat
Seda Şengün’e
Zaman isteniyor bulut kanından
Sıksa bahardan çelenkler
Vardiyadan işçiler
Ölümün iri omuzlarını
Öperek suya inecekler
Su, kuşkunun kavmî
Sarp taraklardan bir kız sevdim
Kızıl okşanışlar içinde
Hâlbuki dünya dönüyor içinde
Ben durmak bilirim aşkı
Ko koyuna yangın içinde.
Gecelerin birinde ağzınla bir
Tanımıştım eski yaralar ormanında
Ağıtla, utançla kalbini kazıdım
Toprak düşüyle gözlerine yattım
Sensin çekiştiren şu canımı
Bırakmıyorsun çocuklar oynasın
Fenalaşıyorum göğüne değdiğimde
S harfini çalınca kara piyanom
Beyaz şarkılar içelim diyorum
Tutulacak minnacık ellerin
Isıt gemiyi, hüznü tüttür
Bizi suya bırak
Nasılsa okyanus ağlayacak
Böyle mutlanmış kavuşunca
dalga dalga biz.
Bağışla, Rabbim
Aşktır, eğilip
Senden bir ruh üflenmiş
düğümlü mum alevi
yutkunsan geçer cennetinden dizlerimiz
Ayırmamanı dileriz.
Vahşi bir görüntü sanmıştım
cehenneminde kendimi.
Oysa sığınmaktır
Önlem almamaktır sarılmak dediğimiz.
20
Bilal Yavuz
Mey Ey
kurb, havf, vecel, recâ
ve hızır ilhâma kasem olsun ki
tahallî be hey bahr bilâ-şâtî
selam olsun kalbin, gözün
Rahman bizi terketmedi!
şirb ol, sussun reyn, ayn, qayn
dehşetten döneceği güne
remz, levâmi, gaşyet, vesm
sensiz ben, bensiz sensem
üns, itminân, yakîn, verâ
ey örtüsüne bürünen ümmet
ne Şiblî, ne Bağdâdî, ne Bistâmî
andolsun sûfîye ve sılaya
uyanış baygınlığıyla -kalk ve uyar!
âşık biziz, mâşuk biziz, rakib biz
kesb, vecd, seyr, intisâb
mevt mevt büyüyen bir diriliş vardır!
cem, dem, gem, sâkîyem
ahdolsun ‘nazar berkadem’ ölene
hemm, lâhz, mahv, akd
‘oku’ da, ‘yaz’ da aynı testide
ilm-i ledün şairlere
kevn, bevn, vasl, fasl, asl
esresiz, ötresiz, şeddesiz bir cezm
keşf-i ledün dizelere
tams, rems, dems, kasm
dört elif miktârının öremediği, bir
fenâfillaha ve bekâbillaha
hû bilâ hû, bâdî bilâ-bâdî
gamla tutacak perçemimizden
21
22
Samed Kahraman
Bin kabustan bir rüyaya
Dönüşü yok, bir yola çıktım. Kendimi geride
bırakıp. Kendimi bıraktığım yerde beni bekler bir yanım. Bir gün döneceğim ona diye.
Git gide büyüyen bir özlem tırmanır içimde.
Öncemi anar, önceme yanarım. Kendime
gurbet, kendime sılayım da herşeyimi bırakıp da düştüğüm yolların sonu nereye varır
bilemedim hiç. Bilmemenin değerini anlayamam. Neyi aldıysam yanıma -yoluma dost
ettiğim- bana dost değil şüphe olur. Yolların
sonu nereye varır, elbet bilemem. İnsan bilmediği yollarda yürümekle meşhur bir varlık.
İçine girdiğim tüneller içimdeki karanlığı kıskanır. Bin hâset besler, bin düşmanlık peyda
eder. Çıkışını bulamaz eder içinin, girdiğim
yeri bile unutturur hep. Başa bile dönem.
Nerden geldim, nereye gidiyorum bilemedim hiç.
Bir kabustan hararetle uyanırım ve irkildiğimi
gizlerim kendimden. Rüyayla karışır gerçek.
Tüneller beynimin içindeki yollarmış derim,
kabul eder, anlarım. Gerçekle karışır rüyam.
Bir başka kabustan uyanır, yanağımı omzuma yaslarım. Karşıma çıkan herşey; karşımda olmak için karşıma çıkmışlar, öyle mi?
Sorarım.
Nerden geldin, nereye gidiyorsun? Diye
sormaz bana kimse ya,
Âh talihim.
Ben kalbime bir kervan kurarım. Onu en
ücra dağların zirvesine taşırım. Engebeli yalnızlıklar aşarım… Önüme çıkıp da sormaz
kimse ‘bu kervan nereye gider’ diye, beklerim ama yolumu alırım. Sorsa da cevap
veremem, versem de yalanımla kendimi
aldatırım. Bilemem beni sırtımdan itekleyen
dürtüler nereye taşır benliğimi, ama yolumu
alırım. Sürekli sürüklenirken alelacele, kanımı azdıran duyguları tanıyamam. Kanımla
çekilir kanımı azdıran şeyler yığılır bir yerde
kalırım. Kervanım varamaz bir yere, susarım.
Bir başka kabustan uyanırım. Üstümde tonlarca ağırlık, kıpırdayamam kalırım. Üzerime
çökmüş ağırlığa kendimi teslim ederim.
Koca dünyanın dönmekten yorulup bitâp
düştüğünü sanırım. Gün ışır, gece biter anlarım, anlarım ki zaman durmazmış, sen kadar durursan, uzak kalırsın birşeylere. Sen
ne kadar susarsan, kalbinin adına konuşurlar. Peşin hükümler dili olur içinin. Yargılar
başka bir kabusun olur, bu sefer uyanamam kalırım. Çığlıklar sesini yitirir, koşup
da ulaşamadığın yerler daha da uzaklaşır
senden. Bir kabusta sesim kısılır ve diyemem ‘peşinden koştuğum herşey daha hızlı
koşuyor benden’
Bir gün bir rüyadan uyanırım.
bir yere…
doğru.
Alelade..
Alelacele…
Dünyanın tüm maviliklerini üzerime giyerim.
İçimi göğün tümüyle doldururum. Yeryüzüne sırtımı yatırırım. Rüyamla karışmaz,
rüyamla bir olur gerçeğim. Ama bilemem,
hangi yollar beni götürür bu rüyaya, hangi
dürtü kanımı azdırır şimdi, benden hızlı koşanların peşine, koşasım gelir bir yerlere…
Bir gün bir rüyadan uyanırım. Dünyanın tüm
maviliklerini üzerime giyerim. Gökyüzünü
bağrıma basarım. Yeryüzüne alnımı yatırırım. Ve lâkin bilemem, hangi yollar beni götürür bu rüyaya, hangi dürtü kanımı azdırır
şimdi koşasım gelir bir yere...
23
Pınar Vardar
‘‘Sırf saçı için severdim bu kızı’’ dedi şair
Kadın bir resim gösterdi şaire; “Sırf saçı için
severdim bu kızı” dedi şair. Kadın, amber
kokulu bir mektup gönderdi şairin vadilerine Hüthüt’le. İpek kuşu, kıvrık gagasındaki
mektubu şairin avuçlarına bıraktı. Ak boynu yaralıydı. Şairin bal gözlerindeki mihraba
baktı ve düştü avuç büklümlerine. Gecenin
siyahından çıkan o mis kokulu, ebruli, ince
yaprağı açtı şair. “Sırf münakkaş kanatlarımdaki sahralar için sever miydin beni?”
yazmıştı kadın. Şair, Hüthüt’ün alacalı kanatlarını kapadı, taraklı tepeliğini okşadı ince
parmaklarıyla, pembe sırtını öptü. Bir çukur
kazdı tepelerin en tepesine. Toprağa hediye
verircesine yerleştirdi, örttü üstünü. Kadın
duymasa da “Itır kokular bağışlayan sabâ
rüzgârların için severdim seni” dedi.
“Koca dağın şairine bu sular yetmez, kendini benim pınarlarıma bırakmalısın” dedi
kadın. “Gel gönlümüzü yıkayacağız derin
sularda… Upuzun reyyan kavislerimden
geç. Gelincik tarlalarıma, ışık huzmelerime
dal. Özümün gül sularından iç kanana, gül
sularını kokla.” Şair gözlerini kapadı. Çektiği tek nefesle, kadının gül kokusu tüm
damarlarına yayıldı. “İçini serinleten, gül
yüreğimin nefhaları için sever miydin beni?
” dedi kadın. Şair, hevesli figürler çizdi kadının ırmaklarında. Nevbaharlarından geçti.
Sonra seyrana daldı tomur tomur güllerinden. Dokundu ardından tek tek eteklerindeki tüm şükufelerine. “Sırf nehirlerinde esen
mevsimlerin için severdim seni” dedi. Kadın: “Okyanusun ortasına gözyaşı damlası olarak düştüğümden beri yitip gidiyorum sonsuzluğa. Her damlada köpük olup
çığlık çığlığa sesleniyorum sana, duymuyor
musun beni?” dedi. Şair “Okyanus da ürkermiş bazen kendi uğultusundan” deyip,
büktü boynunu. Daldı gözleri ıssız maviliklere. Kadın, kırdı gözlerinin camını, soğuk
damlaları silkeledi teninden. “Sırf şu hırçın
okyanusa karışan tanelerim için sever miydin beni?” dedi. Şair, yürek yırtan çığlıklarına dayanamayıp, dik yamaçlarına çarpıp
çarpıp bıraktığı parçacıklarına, tekrar tekrar
sarıldı kadının. Tuzlu sularında yürüdü, köpüklerini avuçlayıp, yaralarına bastı. Etinde
akışan acıya aldırmadı. “Tüm yitik hazinelerin için severdim seni” dedi.
Kadın ağlıyordu. “Anlat bana gül goncası”
dedi şair, “Anlat!” Kadın anlatamadı, lakin
susamadı da. Daha çok hıçkırıklara boğuldu. Yürek makamına çoktan ulaşmıştı. Yaprak hafifliğinde titreyen sesiyle “Şu güllerimin
arasındaki gülgün sularım için sever miydin
beni?” dedi. Hilâl gerdanından ekşimikleri
süzüldü. Yuvarlanırken geçtiği her yeri ala
boyayan alevden katrelerdi onlar. Şair damla damla inen kalp tanelerini yudumlayarak
iç geçirdi. “Ah!” dedi “Ah!” ... “İnsan sadece
yürek makamından ağlar. “Sırf gönül sözünün gözlerindeki nakışların için severdim
seni” dedi. Bir türkü tutturmuştu kadın. “Keşke burada
olsaydın, yanımda, burnumda tütüyorsun”
dedi. Şair “Yeni bir şiire başladım” dedi.
Kadın, kırmızı yemenisini gönderdi şiirler
dokuyan ozana. Bir köşesine bahar işledi,
bir köşesine yaz. Bir köşesine güz işledi, bir
köşesine kış. “Benimle süsler misin mısralarını? Her mısraında sever misin beni de?
” dedi. Şair, aldı kırmızı yemeniyi eline, sildi
gözlerindeki nemi sessizce. Tek tek oyaları
sevdi. Sümbülünü kokladı, lalesine sürdü
yüzünü. Kırmızısından geçti, yeşilinden...
Dalından geçti, yaprağından… “Huşuyla
türküleri oyalara işleyen kalbin için severdim
seni” dedi.
“Gel, Binbir Gece Masalları’ndan geçelim
seninle” dedi kadın. Önce çekinerek, sonra koşar adım geldi şair. Unuttu her şeyi bu
yollardan geçerken. Yüreği kanatlanıyordu.
Işık, renk, çiçek, ses… Gür çağlayanları
vardı kadının. Sihirli bahçelerinde yediveren
gülleri vardı. Pembe bir gül kopardı dalından, öptü ve şaire uzattı. “Sırf bu yitik gülüm
için sever misin beni? ” dedi. Şair pembe
gülü aldı, usulca öptü ve koydu kırk kat bohçasına. Sonra sihirli bahçelerinde dolaştı
kadının. Bir elma kopardı Havva’dan kalan,
dişledi. Tadını damaklarında, sonra ta yüreğinde hissetti. “Sırf bu tatlı suların için sever-
dim seni” dedi. Mahmure çizgileri vardı kadının. Bir lalenin
açış biçimi gibi dudakları. İçi dolu iki çukur
kadehi, usulca sızan kan yaşları vardı. “Sırf
şu ıstırap dolu hayallerimin dolduğu gamzelerim için sever miydin beni? ” dedi kadın.
Şair, ala boyanmış gümrah zülüflerini öptü
önce kadının. Gözlerinde çağlayan şelaleleri
avuçladı. Süzülen çiy tanelerini topladı yüreğinin sarnıcına yudum yudum. “Sırf gelincik
kokulu elem dudakların için severdim seni”
dedi.
Kırmızı kadifesini sürüyerek, bir bâde gelincik şerbetiyle çıkageldi kadın. Uzattı şaire.
“Selâm sana güz yaprağım. Has bahçelerimi, saraylarımı, köşklerimi sana açtım” dedi.
Şair, tüm sevdalarını giyindi, yüreğinden
akan nehri, tam ortasına yerleştirdi Hasbahçe’nin. Her kapıya kırmızı bir gül bıraktı. Gelincik kokulu ağzından öptü kadının. Daha
kadın sormadan sorusunu, “Sırf sinendeki
lalezarların için severdim seni” dedi.
Şairi gün batımına çağırdı kadın. Saçlarını saldı ve örttü üşüyen omzuna. Yüzerek
geçti şairin denizlerini. Melek kanadındaki
bir yıldız tanesi kadar mutluydu. Kumdan
yastıklar yaptı. “Şu dalgalarla ıslanan düşlerim için sever miydin beni? ” dedi. Ay
ışıdı gökte, gece ışıdı. Kumdan yastıklara
uzanıp sere serpe, kapadılar gözlerini. Yıldızları saydılar düşlerinde, her birine bir isim
koydular kendilerince. Deniz dibi cinlerinin
şarkılarını dinlediler. “Sırf deniz dibinde çırpınan kanatların için severdim seni” dedi şair.
“Benim şehrim sensin” dedi kadın. “Sokaklarım, ağaçlarım, kuşlarım sensin. Senin
karanlık şehirlerinin kuytu köşelerinde bir
tutam huzur, bir tutam sevinç var, biliyorum.
Güneş doğarken gülümseyen gözlerimle,
boz dağlarına tutundum senin. Can yeri kızıllıklarına tutundum.Sırf şu önünde kısalan
gölgem için sever miydin beni?” dedi kadın.
Şair, yorgun şehrinin enkazından kalktı. Her
gün düştüğü dağın yamacından düştü son
kez. Ve yine, her gün tırmandığı bin metrelik
çukuru tırmandı. Yavaşça kadına yaklaştı.
Bir eliyle aya uzandı, bir eliyle kadına. Parmağıyla can yerinin kızıllıklarından kadının
dudaklarına sürdü. Kadın sustu. Gökyüzündeki bulutlar dağıldı. Ay altın rengini gösterdi
ikisine de. “Sırf üzerime düşen gölgen için
severdim seni” dedi şair ve gitti.
24
Selman Kasım Yurtaslan
Lanettayin
Kurtulmaya azmediyorum
Bir keşmekeşin merkez kaçından
ve kaça kaça kuvvetlerim kavuşuyor
kılcal damarlarıma.
Askerlerim gözlerimin kızıllığından
buluyor cesareti ve
tutunuyor damarlarımdan
aşkımın yamaçlarına.
Kolay olmayacaktı -kimseye
tutamayacağım sözler vermedim.
yamandır kalbimin çeperleri.
yabancılara da yoktur
iltimasın zerresi.
Kavuşuyor insanlık denizlerden
ötedeki bilinmeze.
bir musa var yarıyor kalbimi
bilinmezi aşikar kılmaya
yetmiyor gözlerimin sönmüş ferleri.
Bir adım ötede kabul buyuruyor seni
çocuklar yemin etti çünkü
ne kadar asi olsada dalgaların
seni kabul buyuruyor
çocukların matemi.
Çünkü asra yemin etti
havvanın sevdiği.
çünkü kuşku yok adı gibi biliyor.
Adı adem ve
Kovulması bile yetmedi
göstermeye sevgisini.
25
Ayşe Büşra Erkeç
Ötekiler
Herhangi bir yerde öylece ve nedensiz, ağlıyorsa melekler
kim elini uzatırsa semaya, secdeye kapanır ayva ağaçları Ellerini elinin içine koymuş gibi sıkarsa kim yüreğinin içinde yüreğini
Kim seçerse Pazar günü kiliselerde kraliçesini, yerlere döşenir bembeyaz mermerler
Tahta yerleşir gibi, biri var der gibi, sızı gibi, ağıt gibi Asra uzanan ayağında yemeni gibi, kadınların sisli ağıtları gibi
Biri var ellerine sığındığım
peygamber rüyasında ipeğe sarılmış Aişe gibi hey; Aişe gibi
Kim ölürse şimdi dünyada bir yerlerde, neden girer rüyama
Nedensiz bir ölüm gibi, birden bire gecenin bir vaktinde yıldız kayar gibi
Dövülmemiş kılıçlar gibi, ansızın gelip yerleşiveren aşk gibi
İnanmam ben, kötü bir şeyler işitsem de, duysam da çiçeklerin sızısını hey; sızını
Böyle güzel durmadı, değiştir hüznünü der gibi,
Ellerine sığınan duaya, bir hayata bakar gibi heyy, bakar gibi
Kutsanmış bir kitaba bak, içine güneş oturmuş gibi,
sonra dalgalan bir akşam gibi
Kim gülerse, Tanrı’ya bizden daha yakın değil, sığındım ellerine
bağışla beni bir yağmur gibi, bir güneşin kucağına oturur gibi,
başucunda erken öten zenci bir kuş gibi
Meyveler olsun, hele güneş bir doğsun der gibi
Bir kâseye çıkarıp koydum kalbimi peygamberim ol hey; peygamberim gibi
Ben geldim, siz yoktunuz
Hayyam gibi, Şeyh Galip gibi, bataklıkta yavaş yavaş ölen bir aşk gibi
Aşk gibi hey; aşk gibi.
17.03.2012 / İstanbul
26
Yrd.Doç.Dr.Hale Torun
Bir Hayalin Peşinde Gitmek
100. doğum günün kutlansaydı ne
yapardın? Diyelim ki gördüğüne
ve duyduğuna değil de senin gösterdiğine inanmış yüzlerce insan
var bu dünyada. Sen onlara ne
söylerdin Orson Welles olsaydın...
Onun tüm zamanlara mal olmuş parçasını dinlerken aklıma geldi bu soru. “ I know
what it is to be young. But you don’t know
what it is to be old” . (Ben genç olmanın
ne olduğunu biliyorum Fakat sen yaşlılığın
ne olduğunu bilmezsin ). Sen ancak yaşlılığı hayal edersin ama ben yaşarken sana
anlatırım dinlersin diyordu bir bakıma.
Onun ilk sattığı hayal, hazırladığı radyo tiyatrosu programında kurguladığı 30
Ekim 1938’de ortaya çıktı. Bir bilim kurgu yazarı olan
H.G. Wells’ın ünlü
“Dünyalar Savaşı”
romanını
seçip
hazırlayan Welles
öyle bir efekt ve
etkileyici ses tonuyla olayı aktardı ki
ülke çapında bir
paniğe yol açtı.
İnsanlar bunun
gerçek olduğuna inanıp sokaklara dökülünce büyük bir
kriz yaşandı. “New Jersey’e
Marslılar Saldırdı!” buna o
gün
inanan Amerikalılar
muhtemelen savaşın da getirdiği toplu bir bilinçaltı histerisine kapılmış olmalılar, belki
de Welles büyücüydü, kitle hipnotizması yaptı Amerikan halkına
kim bilir? Onun büyüsü sinemaya o
çok yakışan karizmasındaydı aslında.
Olağanüstü ses tonunda , fiziğindeki
Amerikan tarzında, düşlediklerini insanlara bir gizem zinciri içinde vermesindeydi.
Onun auteur yönetmen kavramını haketmesi sinema tarihinin en iyi on filmi arasında gösterilen o unutulmaz “Yurttaş Kane”i
yapmasıyla başlamıştı. Bu filmi yönettiğinde sadece 25 yaşındaydı. Gişede para
kaybetmesine rağmen sinema tarihinde
unutulmaz bir yer edindi Yurttaş Kane.
Senaryosunun medya - para ve iktidar üçgeninden yola çıkarak Amerika’nın gittikçe kapitilizme yenik düşen hümanizmasını
anlatabilmek için yapmıştı bu filmi. Filmde
tek bir anahtar sözcükle olayı polisiye bir
kurguya çevirmiş ve Kane’nin son kelimesinin peşinden koca bir yurttaşlık eleştirisi
yaratmıştı. Onun son sözü olan “Rosebud”. Amerika için peşinden koşacağı bir
paparazzi öyküsüne dönüşmüştü. Filmde
yeni pazarlanmaya başlanan “Amerikan
rüyası”, siyaset, halkla ilişkiler gibi pek çok
eleştiri, bilinçli görgüsüzlük, kurban edilme
kavramları birer ikişer seyircinin yüzüne vuruluyordu. Filmde kullandığı ışık teknikleri,
alt açı, üst açı denemeleri, Dışavurumcu
sanattan etkilendiğini gösteriyordu. Görüntülere yansıyan yüz deformasyon-
Kullandığı gotik anlatı tarzı ciddi bir Kafka
etkisinde olduğunu gösterir. Dava şimdiye
kadar çekilmiş en iyi Kafka uyarlaması olarak kabul edilir. Welles’in bu filmde uzam
kullanma dehası ortaya çıkar.Davada Joseph K’nın yaşamını açık hava hapishanesine çeviren bütün psikolojik algıyı mekanları küçülterek ve büyüterek bize yaşatır.
Aynı uzam oyunları Macbeth’in karanlık
karakterine kattığı düşsel imgeleri bize aktarırken karşımıza çıkar.
Sanat tek bir araçla işlenemeyecek kadar
ince bir mücevherdir. Tek başına oyuncu,
yönetmen, yazar, tiyatrocu ve ilüzyonist
olan bir adamdı Wells. Nasıl tek bir yönüyle
incelenebilir ki? Onu ilk defa anlayamayan
Amerikan sineması Avrupa’dan sonra keşfedecektir. Amerika’da aradığını bulamayınca Avrupa sinemasına döndü. Orada
beklediği ilgiyle hemen karşılaşmadı. Zor
yıllardı dünya için. Avrupa coşkusunu tıpkı
Chaplin’e olduğu gibi ona da yavaş gösterdi. Kendisinden sonra gelen pek çok
yönetmen için o bir deha aşılması gereken bir sur olarak kabul edilmesi
ise ancak yaşamının son yirmi
yılında gördüğü saygınlıktan anlaşılmaktadır.
Bitirilmemiş projelerle eleştirilse de
onun ustalığını kimse tartışmıyor artık.
Kara filmin bu unutulmaz dahisini, sinema
hiç unutmayacak.
larını sağlayan çarpık kurgu- ki gerilimsel
ögelerde ve sert karakterlerde bunu sinema diline aktarabilmek yeni bir akıma öncülük etmek demekti.- Daha sonra J. L.
Godard’ın da kullanacağı Welles’in bana
göre sinemada yarattığı bir tür yenilikti bu.
27
28
Cihad Kayaduman
Karanlık
Karanlığa (gece) ihtiyacımız var yıldızları görmek için.
Karanlığa (dert) ihtiyacımız var Allah’ı hissetmek için. Aydınlığı yüreğimize doldurmak için. Uzaklara bakabilmek gönlümüzü, zihnimizi aydınlatır. Uzaklara bakabilmek karanlığa, kaybolmaya, kendimizi unutmaya bağlıdır. Kendini unutmazsan başkasını göremezsin, başkasını göremezsen kendine gelemezsin.
Yapay aydınlatmalar bizi karanlıktan mahrum bırakıyor.
Bu yüzden siyaha bulanamıyor ve beyaza hayran olamıyoruz. Yıldızlar uzaktalar.
Ve biz onca mesafeye rağmen onları görebiliyoruz. Yıldızlar umuttur. Umutlarımızı sahte ışıklarla söndürüyoruz.
Gözümüze tuttukları ışık gönlümüzde karanlık ediyor. Gönlüne yabancı ışıklar sokma kardeşim ! Işığın kaynağına bak, karanlıkta kaldım diye korkma kardeşim.
Seni karanlıkta bırakan dünya gözüne fener tutan dünyadan evladır. Karanlıkta kaldım diye üzülmek yerine gökyüzüne bakmak aklına gelmiyor mu? Karanlıkta kal aydınlan, sonsuz aydınlığı doldur kalbine. Uzaklara bak rahatla, burnunun ucundan ne hayır gördün?
Bazı bazı unut kendini hapsolma o küçük odaya. ‘Nereye gitsem hep apartmanlar çıkıyor önüme’ diyor ya Erdem Bayazit. Bakıp durma duvarlara. Sana bir şey anlatmayacak, senin anlattıklarını hiç anlamayacaklar. Bakıp durma duvarlara, senin ince gönlün razı olmaz kalın yapılara. Bakıp durma, bu sert, bu yüreksiz, bu duygusuz, halden anlamayan insanlara. Senin gönlün mahzun, boyası hüzündür. Derman atfetme ilk yağmurda boyası akanlara. Ne gönlünün ne de hüznünün devâsı var bu duvarlarda.
29
30
Esra Erdoğan
Sıkıştırır Bizi Yeryüzü
“Çatışma ortamında, çocuklar
adam doğar.” Tevfik Zeyyad
Mahmud Derviş (ö.2008)… Filistin’de bir
Filistinli mülteci, bir sürgün ve dünyayı titreten bir direniş şairi… Akka’nın doğusundaki El-Birve’de 1941 yılında gözlerini açtığından beri peşini bırakmayan mültecilik
mezara kadar bir insanı nasıl takip eder,
belki de en çarpıcı örneğidir. Ailesi ile
1948’de tehcire tabi tutulduğunda vatandaşlığı da ülkesi topraklarından silinmiştir.
Kendi ifadesiyle; “İşte buradayım: ama ne
vatandaşım, ne de ikametim var! Öyleyse
ben neredeyim ve de kimim? Var mıyım yok
muyum?” Diye sorar şair. Sonrasında söylediği şu sözler ise aslında yok olarak görülmek istendiğinin en büyük kanıtıdır; “Var
mıyım yok muyum diye İçişleri Bakanlığı’na
başvuruyorsun. Bana bir filozof getirin, kendisine varlığımı kanıtlayacağım diyorsun.
Felsefi açıdan var olduğunu, ama hukuken yok olduğunu idrak ediyorsun.” Bütün
bunlar Derviş’in hayatında hep siyaset ile
ilgilenmesini gerektirmiştir ama kendi deyimiyle asla bir siyasetçi olmamıştır. Bir gün
Ramallah’a geri dönmüş olsa da sürgününün asla son bulmayacağını fark etmiştir, çünkü “en özgün sürgün, insanın kendi yurdunda yaşadığı derûnî sürgündür.”
“Kaydet!
Arabım
Sen yağmaladın bağlarını atalarımın
Benim ve tüm çocuklarımın
sürdüğü toprağı sen yağmaladın
Bana ve torunlarıma
hiçbir şey bırakmadın
şu kayalıklardan başka!
Söylendiğine göre hükümetiniz
Bunları da alacakmış, öyle mi?”
Şiirleriyle ve söylemleriyle İsrail’i hiçbir zaman rahat bırakmamıştır. 1988’de Fransa’da yazdığı Yürüyenler Eğreti Sözler
Arasında başlıklı şiirin El-Yevmu’s-Sâbi’
isimli bir dergide neşri ile İsrail Parlamentosu karışmıştır. Derviş İsrail’in yürüttüğü
yıkım politikasına karşı direnişini şiirleri ve
yazılarıyla gösterir. Sloganik şiirlerden hoşlanmaz, ancak şiirleri kitleler nezdinde birer
slogana dönüşür ve zulmün yüzüne ağır
darbeler indirir. Belki ona sadece “direniş
şairi” diyerek alanını daraltmak bu bakımdan haksızlık olabilir, çünkü o özgün tarzı ve
yenilik anlayışıyla zamana ve mekâna meydan okumuş bir kişidir. Mitolojinin yanı sıra
İbrahimî dinlerin kaynaklarından da beslenir. Müslüman bir ailenin çocuğu olarak
okul yıllarında öğrendiği İbranice ile Tevrat’ı
kendi özgün diliyle okumuş, işgalci topluma
kutsal kitaplardan aldığı imgelerle karşı koymuştur. Mesela Yahudilerin Tanah’ta geçen
peygamberlerinden Habakkuk’a Marş şiirinde şöyle dert yanar Derviş;
Habakkuk ile:
-Alo! Habakkuk orada mı efendim?
-Evet! Siz kimsiniz?
-Efendim ben bir Arab’ım
Bir elim vardı, tohum saçardı
Toprağım vardı, eliyle gözüyle gübrelemişti babam
Adımlarım vardı benim ve de bir
abam
Fesim vardı, teflerim vardı
Ve benim…
-Yeter evladım yeter
yüreğimi parçalıyor hikayeniz
bıçaklar saplanıyor yüreğime!
Acılar ve üzüntüler şiirlerde ölümden yeniden diriliş ve çarmıh öğesi ile anlatılır. Habakkuk’la beraber İsa peygamber üzerinden de Hıristiyanlara bir sesleniş vardır;
“Mesih ile:
-Alo! İsa’yla mı görüşüyorum?
-Evet! Siz kimsiniz?
-“İsrail” den arıyorum
Ayaklarımda pranga
Taşıdığım dikenlerden bir taç var
başımda
Hangi yolu seçsem acaba?
Ey Tanrı oğlu hangi yolu seçeyim
söyle bana!
Tatlı kurtuluşu inkâr mı etsem
acaba?
Yürümeli miyim yoksa?
Yürürsem ölür müyüm acaba?
-Size tavsiyem: Yürüyün millet, ileri!”
“Muhammed ile:
-Alo! Arapların Muhammed’iyle mi
görüşüyorum?
-Evet! Siz kimsiniz?
-Memleketinde tutuklanmış biriyim
Ne toprağım var
ne bayrağım, ne de evim!
Sürgüne attılar ailemi
Sesimdeki ateşi de satın almaya
geldiler şimdi
Çıkabilmem için zindanın
karanlığından
ne yapmalıyım söyle bana!
-Zindana da meydan oku, gardiyana
da!
İmanın tatlılığı
eritir acurun acısını!”
Şiir her daim önemlidir Mahmud Derviş
için, çünkü “Tanrı, şairler nezdinde, netice
itibariyle şiirdir. O büyük bir yaratıcıdır. Şair,
Tanrı’nın gölgesidir.” Bu önemi şiirlerinde
kimi zaman Filistinli bir mülteci, kimi zaman
karşısındakini eğiten bir âlim, aynı zamanda zihninin felsefi ve metafiziksel genişliği
ile büyük bir arif, kimi zaman İsrail’i rahat
bırakmayan bir direnişçi, kimi zaman bir
Celile gecesi, bazen yaslı Yeruşalem, bazen hoyrat hayallerin Babil’i, bazen tümden
yaralı Filistin, bazen kardeşleri tarafından
kuyuya atılmış bir Yusuf, bazen ise ateşin
ortasında bir İbrahim, ama hepsinde tutkulu bir âşık olarak gösterir. Bu kadar zenginliğiyle ve mirasıyla o; yeni nesiller tarafından
anlaşılmayı ve takip edilmeyi bekleyen tam
bir dava adamıdır.
“Ama bir gün yükseldi sesim:
Korkmuyorum!
Gücünüz yetiyorsa onu kırbaçlayın
Sesim ki hâlâ yükseliyor madem:
Korkmuyorum!
Düşün peşine yankıların!”
Peki, Müslümanlara yönelik, belki onları o
kendilerine tatlı ama kardeşlerine acı olan
uykularından uyandırma amacı güden, hatta belki Derviş’in yaşamında gördüğümüz
büyük iddiasına binaen, onları diriltme sözü
taşıyan şiir parçaları yok mudur? Tabi ki
vardır;
31
32
Mine Korkut
Müziğin Mona Lisası, Sürgününde “Ağlatan Kafe”
Türkiye’ye sığınıp değişik illerde yaşayan
Çeçen vatandaşlar arasında suikast sonucu öldürülenlerin 7.si olan Çeçen Derneği
Başkanı ve Çeçenistan Fahri Başkonsolosu Medet Ünlü’ye... Ruhu şad olsun…
Bir gün gideceğiz. Hayali hiç yapılmayan
taş binalar… Bir camiyi dolduracak kadar
insan kaldı şimdi oralarda. Gözleri hep Kafkasya’ya bakarak ölen bu milletin şimdi tek
edebiyatı Ağlatan Kafe. Destanları, göç hikayeleri yeterince hüzün doluyken neden
ağlatan Kafe’ye yakıştırılan hikaye de en acı
temalardan birine sahip? Daima mahzunluk
vaktinde olmak bu milletin bir kaderi mi?
Şamil’in umutsuz aşkı ve Kafe’nin notalarını mızıkasına değil, kamasından kalbine
saplaması ile hayatına son vermesini anlatan bir Çerkes müziği ya da Gurina’nın
son notayı Kafkas kıyılarına kendisiyle
birlikte bıraktığı bir Çerkes ağıtıdır, Ağlatan Kafe. Janberk’in aklını aldırdığı son
bestesidir. Ağlatan Kafe’de bazen Gurina,
bazen Janset, bazen Gupse, bazen Şamil, Elfruz…Umutsuzluğun en saf hali bir
mahzunluk vaktinde; farklı melodilerle buluşmuş, aynı hikayede farklı kahramanlarla
yazılan en uzun olay örgüsü… Kahramanlar her dönemde farklı karakterlerle çıksalar da karşımıza, mesaj olabildiğince net
ve bir o kadar da berrak. Yarım kalan bir
sevdayı anlatmak için sözlere ne hacet…
Bir gün Kaf Dağı’nın ardındaki yaylalarda
bir çoban, güzel bir kıza aşık olur. Lakin bir
daha onu göremez. Bizdeki kaval misali, bu
çoban çok güzel mızıka çalmaktadır. Düğünlerin baş çalgısıcısı olan çoban, köylerden birinde bir düğüne gider ve ondan mızıka çalması istenir. Misafirleri eğlendirirken
en son gelin kız görünür. Sizin de tahmin
edeceğiniz gibi bu kız çobanın aşık olduğu
kızdır. İşte o anki duygularıyla doğaçlama
çaldığı bu müzik çaresizliği anlatırken -Ağlatan Kafe - başka bir versiyonda nefreti
dillendirir. Kominizim öncesi yoksulluk ve
fakirliğin sınırların net çizildiği bu bölgede
dünyanın bütün işçileri birleşmeden sevgililerde birleşemiyordu aynı diktelikle. Zengin
ailelerin zengin kızları ancak kendileriyle evlenebilirlerdi. Kendileri, bu bir dil sürçmesi
değildi, bu isimleri dillere bile alınmayacak
kızların “nasıl kavuşulmaz” adlı senfonisinin
prömiyeridir.
Ağlatan Kafe’nin tarihselcilik meselelerinde
de yeri farklı. Her yüz yıla göre farklı hikaye,
farlı kahramanlar Çerkes gençlerin zihinlerinde yer buluyor.Çarın gölgesinde bu hain
fark, Sovyetin elinde başka bir hal alacak bu
sefer kavuşmalar göç yüzünden mahşere
kalacaktır.
“1864”… Tarih, “Büyük Çerkes Sürgünü”
diye kayıt ederken, 1834-1870 arası insanlık tarihiyle beraber, modern çağın en acı
savaşının en acı kayıplarına şahit olmuştur. I.Petro’nun sıcak denizlere inme hayali
için ortadan kaldırılması gereken Çerkeslerin, Ruslarla girdiği bu savaşı, bu direnişi
21 mayıs günü kaybetmesi üzerine en az
3 milyon insanın ülkelerinden çıkarılmasına
neden olmuştur. Kafkasya’yı Kafkasyalılardan arındıran bu proje, bir sürgünden çok
daha fazlasıdır. Bir ulusun başka bir ulusu
yok etme mefkuresi ile başlattığı işgal operasyonu milyonlarca çerkesin soykırıma
hatta katliamına neden olmuştur.
Zorunlu göçle Anadoluya mahkum edilen
Çerkesler, kimi Karadenizde, kimi Kafkasya
sahillerinde, kimi de Osmanlı sahillerinde
canlarını verirken, bu milletin karaya ulaşanları ise başka coğrafyalara dağılmak zorunda kalmıştır. Yedi kardeşin üçü Ürdün’e, ikisi Suriye’ye birisi Osmanlı Devleti’ne diğeri
de hiç bilinmeyen bir yere… Kafkasya’nın
soğuk rüzgarlarından sonra özellikle İç
Anadolu’nun sıcak iklimine uyum sağlayamayıp, ölenler de sanırım cennete. Osmanlı
Devleti bu zulme karşı, Çerkeslerin hemen
göçünü istese de, göçle gelen rakam sarayı da şaşırtmıştır. Çünkü Rusya bir gecede
tüm Kafkasya’yı boşaltmış ve “bir millet nasıl vahşice yok edilir” adlı tezinin savunmasını yapmıştır.
Kıyılar ölmüş, ölmek üzere olan donmuş
vücutlarda süt arayan bebelerin çığlığına
şahit olmuştur. Karadeniz’deki binlerce
sandallara kıyılardaki cesetler öncülük etmiş. Bu millet sadece vatansız değil, aynı
zamanda mezarsızlıkla da imtihan olmuştur.
Soykırıma, katliama, bir milleti son temsilcisine kadar yok etme düzenine başkaldırmış
bir hikayedir Ağlatan Kafe… Hem sürgün,
hem parasız olmanın yanında geldikleri bu
ülkenin de yok edilmeye çalışılması, ecnebi
devletlerin “hasta” olarak gördüğü bu imparatorluk, tarihsel sürecinde en zor günlerini
yaşarken, gittiği her yeri vatan bilen Çerkeslerin şimdi çok daha acı durumları vardır. Dilini bile bilmediği bu memlekete biat etme
vakti için Çanakkale gibi İstiklal Savaşları’na katılmış ve şehit olmuşlardır. Yurtsuz
kalmanın ne demek olduğunu çok iyi bilen
Çerkeslerin Kurtuluş Harbi’ndeki yetenekleri anlatmak için uzun uzun yazmak gerekir.
Vefanın özünü etkili kılmak için devrik devrik
cümleler gerekir. Başka bir ülkenin bayrağı
devrilmesin diye mücadele eden Çerkeslerin oluşturdukları edebiyat gibi.
Müslümanları yok etme fikriyle yollara düşürülen göçmenlerin yanında, dini, dili, milleti olmayan bir türküdür işte böyle Ağlatan
Kafe. Göçün bestesinin de, güftesinin de,
Mona Lisa’sı şimdi… Bir müzik bestesi değil, bir tarih, bir kültür, bir edebiyattır başlı
başına. Bir milletin köklerinin son temsilcisi. “Nerelisin?” sorusuna verilemeyecek
tek cevabın verilebilecek en sert halidir:
“Ağlatan Kafe’liyim. Ağlatan Kafe’denim.”
Kafe, ‘kaaafe’ değil yumuşak söyleyin kağfe. Nedendir bu ince takıntı, bu naif hareket diye düşünürdüm hep. Nereli olduğunu hala tam anlatamayan asimilasyon vb.
söylemler içinde bir kimliğe oturamamış bu
gençlerin, başka diyarlarda unuttuğu bu
kültürde Kafe’ye verdiği önem nedendi?
Ki verilecek cevap, bir sosyolojik göç tasvirinin her şeyi, göçün bütün anatomisidir.
Tercümelere “Ağlatan kafe” şeklinde geçmeseydi bile, dinlediğiniz zaman siz de
aynı adı verir, “bir hüzün ancak böyle ifade edilebilir” derdiniz. “Kafe” kelimesi “a”
uzatılarak telaffuz edilir. Bu nezaket bir
dakikalık saygı duruşu kadar değerlidir.
Kulaktan kulağa değil kalpten kalbe aktarılan bir umran. Hiç veda edemediğimiz ilk
ayrılığın, sürgünün, tüm acılarının ve hüznün
müziğe dökülmüş hali. Sözsüz olması, sonucunu yorumcuya bırakan bir romandan
ne farkı var ki Kafe’nin. Gönlün göçü, kalbin
göçü... Kavuşmanın gökyüzündeki yıldızlar
kadar uzak olduğu 12 Çerkes Boyu’nun
hikayesi… Rengini Kafkasya’nın yeşilinden
alan bayrağın milli marşı.
Edebiyat nasıl toplumun aynası ise Ağlatan
Kafe de Çerkeslerin hem edebiyatı hem de
aynası… Ana vatan hasretini sevgilinin gözlerinde görebilme umudu, varoluş türküsü.
Ortak yanımız sadece sürgün değil, Kafe de
ortak noktamız bizim diyebilmektir.
Bir millet, bir devlet böyle geçerken, yaşamlar yok olurken; geriye bir Ağlatan Kafe, bir
de göçle oluşturulmuş hikayeler kaldı. Başka? Her biri başka bir yerde hayatlar… Sürgünün en güzel imzasını Çeçen Devleti ile
gerçekleştirse de Ağlatan Kafe, Çerkesya
artık yok.
Sosyolojik olarak hiçbir göç teorisinin karşılayamadığı bir olay var karşımızda. Teori
bile utanır sanırım böyle bir zulmün nedeni olarak açıklanmaya. Umarım, tüm
dünya bir gün bu katliamı konuşur. Söyleyecek çok şey var... Bilmiyorum belki de
yok daha ziyade başka bir şey söylemeye gerek yok;sürgün, zorla göç, soykırım
hatta tarihin örtbas ettiği bir katliam işte!
Ben Mine KORKUT
Bugün Ağlatan Kafe’liyim.
Dün Hanzala’lı olduğum gibi...
Yarın Patani’li olacağım gibi...
33
Melahat Kahraman
Acı Nerede Başlar ?
Acı nerede başlar. İnsan acıyı hissettiğini
nasıl anlar. Bunları sayıklamıyorum elbet. Ya
da bunları sayıklamadığımı sanıyordum bir
dürtüyle karşılaşıncaya kadar. Ağlamak doğamda yok ama ölebilirim. Yapabileceğim
en iyi ya da fark edişimin en acısız hali olabilir. Fark ediş. İlk acı. Atamız Adem’den gelen
bir hal. İşte burada bir adım öncesine kadar
her şey normal iken sadece bir adım sonrasında gördüğüm bu manzara sonrasında
gelişti her şey. Fark ediş. Acının başlangıcı.
istemiyorum. Biliyorum şimdi oyunu oyna- muşa bindim. Etrafı izlerken parktaki sağır
mak falan diyeceksin. Pardon
amcanın bir sokağa saptığını
diyemeyeceksin. Her neyse.
gördüm. Ani bir şaşkınlık ve
Bu oyundan değil işte. Yapaheyecanla dolmuşu durdurmıyorum abi ayıramıyorum
dum. Burada ne işi olabilirdi
ikisini. Neyin olması gerektiği
ki. Evden çok uzaklaşmıştım,
gibi yada neyin gerektirmek Sağa sola bak- bağlantıyı kuramıyordum. Arzorunda olduğunu ayıramıyo- tım ama nafile kasından onu takip etmeye
rum. Geçen Ali de söylemişti.
başladım. Çok loş ve pis koçıkmaz kan çıkmaz sokaktı burası.
Hani bahsetmiştim. Olması burası
gerktiği şeyleri savunup olması sokak. Caddeye Köşede en yıkık olan evin kagerektiği gibi yaşamayan tay- çıktığımda
bir pısını çaldı. Kapıyı genç bir baÜniversite bilmem kaçıncı sınıfa gidiyo- fadan olan. Sen demişti, çok
yan açtı. Gülüyordu. Bu halde
rum. Evet bilmiyorum çünkü kendimi bil- biliyosun ama hepsi boş hiç dolmuşa atladım. bunu nasıl yaptığına şaşıramasorun dan bir çocuk koşarak sarıldı,
dim bileli gidiyorum. Neden hala devam konuşmuyorsun, anlatmıyor- Demek
ettiğimi mi de bilmiyorum. Tek bildiğim sun. Cami çıkışı demişti gali- düzende değildi kapıyı kapattılar. Ani bir boşlubir şey vardı o da bir gün ölecektim ve ba. Gülmeyip yine gitmiştim.
ğun içine girmiş gibi hissettim.
onun için bu oyunu bitirmem gerekiyor- Gülmek de doğamda yok. diye tekrar edi- Gerçi daha ne kadar boşluğa
du. Üniversite de bu oyunun ilk kuralıydı. Neyi anlatacağım söyler misin. yordum.
girebilirdim. İçimdeki bütün
Gidip bitireceksin. Kurallara uyup ölecek- Özür dilerim hala alışamadım,
sorularla geri dönüyordum ki;
sin. Tabi eğer o konuşmayı yapmasaydı. söyleyemezsin. Anlatacaklakapı açıldı ve o bayan gülerek
rımı herkes biliyor. Ve herkes
içeri gelmemi işaret etti. Ruh
Sessiz bir yapıya sahip olduğum için arka- kendine inanıyor. Benim yapagibiydim, bir tepki vermem ladaşım yoktu. Ve bu beni havalı yapıyordu cağım okyanusa su atmaktan
zım fakat burada hangisi verilir
farkında olmadan. Otobüste iki kişinin ya- öte nedir. Anlamıyorlar abi. Onlar gerekeni bilemiyordum. O adımı atmam gerekiyornımda, kulağımda kulaklık olmasına güve- gerektiği için değil zorundaymış gibi yaptık- du. İçeri girdim. Ev sokaktan da beterdi.
nerek konuşmasından duydum. Halbuki ları sürece de anlamayacaklar. Oyun oyna- Amca beni gördü ve eliyle karşıya oturbu hiç havalı değildi. Her gün akşama mak çok mu kolay. Benim yerimde kim olsa mamı işaret etti. Babam dedi genç bayan.
doğru parkın köşesinde, önüne peçete ile maaş taleb ederdi. Ama yok, çok nankörler. üniversite okumuş gençken. Hemde çok
‘Sağır ve dilsizim’ yazan bir kağıtla oturan Çünkü onlar bunun en büyük devrim oldu- uzun süre bitirememiş. Sistemin bir parçadedenin yanına gidip ağzıma ne gelirse ğunu biliyor. Oo naptın iyice uçurdun diye- sı olarak göremiyormuş kendisini. Düzenin
söylüyordum. Çenem yoruluyordu ko- ceksin ama deme abi. Allah için bir şeyler ne olduğunu ve neler gerektiğini çözmeye
nuşmaktan. Eve gittiğimde konuşacak bir söyle. Nereye gideyim. Nerede bu oyunun çalışıyormuş. Pek konuşmazmış. Evinin
şey kalmıyordu. Bu sefer ailem bu çocuk sonu. Gel beraber gidelim diyeceğim. Yü- yakınındaki parkta oturan sağır bir amcaniye hiç konuşmuyor içine kapazüme bakmadan simitini ya anlatırmış hep derdini. Sonra düzeni
nık hallerine giriyorlardı. Tabi o
yemeye devam edecek- bozuk olmasının düzenden değil insandan
gün kalkıp o adımı atana kadar.
sin. Her şey aynı seyrinde kaynaklandığını anlayınca, o amcanın mesdevam edecek, insanlar leğini devam ettirmeye başlamış. Son üç
Her zamanki saatte üniversiteden
yine yaşayacak yine kaza- yıldır da bilemediğimiz bir nedenden dolayı
Üniversitede
çıkmıştım. Selvi yine görüşürüz
nacak yine kaybedecek. kulakları işitmiyor. Bu gerçek olamaz diye
bu, oyunun ilk Acıyı hissedemez oldum sayıklıyordum. Kadın hala gülümsüyordu.
demişti ve ben yine bilmem belki demiştim ve yine her günkü
uzun süredir. Simit susama Hızla evden çıktım. Sağa sola baktım ama
kuralıydı.
gibi anlamadan suratıma bakıp
bulanmış ekmek parçasın- nafile burası çıkmaz sokak. Caddeye çıktıGidip bitiregitmişti. Ben de gülmeyip yodan öteye geçmiyor artık ğımda bir dolmuşa atladım. Demek sorun
ceksin.
luma devam etmiştim. İki simit
gözümde. Sigara hiç bir düzende değildi diye tekrar ediyordum. Hiç
alıp otobüse binmiştim. Parkın
Kurallara uyup şeye çözüm değil. Her şey görmediğim yerlere gelince indim. Bir park
başına geldiğimde dede aynı
geçecek diyenler aslında buldum. Ve oturmaya başladım.
öleceksin.
yerindeydi. Yanına oturup simihiç bir şeyi geçiremeyenTabi eğer o
din tekini ona uzatmıştım. Klaler içinde. İnsanlar tam bir
sik bir ritüeldi bizim için bu. Ve
yalan makinesi. Oyunun
konuşmayı
yine başlamıştım konuşmaya...
dışına çıkıp oyunda kalmayapmasaydı.
mızı söyleyen iki yüzlüler...
Hacı abi bu Selvi neden bana her
gün görüşürüz diyor anlamıyoHer zamanki gibi yatağıma
rum. Bu da oyunun bir parçası mı.
uzanıp tavanı seyrediyorBir kız ve bir erkek. Bütün düzen
dum. Gri tavanlar. Hava
bunun üzerine kurulmuş. Kuralları
baya kararmıştı ve içimden
belli fakat oynanması zor algılanan bir dü- bir ses dışarı çıkmam gerektiğini söylüyorzen içinde. Selvi de bu düzenin bir yerle- du. Çıktım. Önümden geçen herhangi bir
rinde anlarım da ben neredeyim abi. Ya da dolmuşa bindim. Dolmuş son durağına
Selvi beni nerede görüyor. İyi kızlar üzülsün gelince indim, bu sefer de başka bir dol-
34
Yuzarsif
Büyümekten Vazgeçeyim
Karanlık bir tarihin bulutlu gökyüzünde
ve bir de fazla yıkanmamış yüzümde
Annemi arıyorum,
başka yer yok kaçacak.
Annem…
O saklar ürkek ruhumu ancak.
Ölüm fısıltıları masallara karışıyor;
bir varmış bir ölmüş,
büyüdükçe eksiliyorum.
Gidenin geldiğini kim görmüş?
Artık canlanmaz annemin sesi.
tek katlı kerpiç evlere imrenip
çürük masal kokularından iğreniyorum.
Karanlık bir tarihin bulutlu gökyüzünde
aç yaşmağını koca kadın!
Tozlu saçlarını helal et yağmura.
et ki
babamdan yadigar tokat izleri
İşte bu, korkunun en çıplak hali.
karanlık bir tarihin,
Aldığım her yaş senden eksiltiyor.
bulutlu gökyüzünde.
teninden,
gözlerinden.
Ölüme ada kalbimi
büyümekten vazgeçeyim.
İyi bilirim güzel kadın,
ben gitmezsem sen gideceksin.
Bir avuç gül kurusu,
gayrimeşru birkaç parça ot.
Susma öyle,
yakışıyor mu bedenine söyle!
Kalk be koca kadın.
Aç güzel gözlerini.
aç da
emzir ruhumu gözyaşlarınla.
Vazgeçtim büyümekten.
vazgeçtim,
aksın yürümenin yasak olduğu yollara.
en sevdiğim renkten, çiçekten
büyümek.
ve sensiz yürümekten.
35
Batuhan Özyürek
Rahatsızlık
Yolun her iki tarafında da irili ufaklı uzanan
çıplak tepeler midir hiç görmediğin kente
girerken ilk ilgini çeken. Ya da yer yer erimeyen karın coğrafyaya bahşettiği hastalıklı lekeler... Şehri bir yılan gibi deri değiştirirken yakaladığını mı düşünüyorsun?
Ya da hastalıklı bir beden gibi dertlerini
derisinden dışa vururken... Şehre doğru
,ince şeritlerle,siyah asfalttan saatlerdir yol
aldığın için hiç ilerlemediğin kanısına kapılabilirsin. Bütün hayatını sadece bu şehre
girmek için harcayacağını da sanabilirsin.
Yeni durulmuş soğuk lacivert gökyüzünün
içini kısa süre önce kusmuş bulutları gözüne çarpsa da bilirsin ki onlar da burayı
terk etmekte. Deri değiştiren bir kentin
havası da değişir elbet. Bunu bildiğinden
bulutların kaçışını üzerine de alınmazsın.
Sağda solda, gruplar halinde toprağa saplanmış sarı ışıklar, yanıp sönerek kenti tetikte olmaya çağırır. Şehrin pürüzsüz karanlık
gecelerini aydınlatan bütün ışıkların yanıp
söndüğü yanılsamasını yaşarsın bir an.
Deri artıklarını kazımak için küreme araçları
da geçmeye başlar. Şehir değişimini tamamlamadan seni kabul etmek istemiyor
anlaşılan. Seni reddetmesi, geri tükürmesi
gibi bir ihtimal aklından hiç geçmiyor. Teker
teker veya toplu görünen bazı kırık dökük,
renksiz gecekonduları, senin karşına buralardan korkup uzaklaşasın diye, bu masum
şehrin çıkardığını düşünmüyorsundur herhalde. Bazen yolun kenarında dikilen bostan korkuluğu gibi kıpırtısız adamlar, sana
bir şehre değil de sahibinin istemediği bir
tarlaya girmek üzere olduğun gibi bir izlenim veriyor. Biliyorsun ki kolluk kuvvetlerinin biraz sonra, daha şehre girmeden karşına çıkacak olması, şehirde il dışından da
katılımın olduğu bir gösteri nedeniyle. Bunu
birisinden duyduğunu zannediyorsun oysa
gazeteden okumuştun. Ama yine de korkuyorsun, bir trafik polisinin durdurup
kimlik kontrolü yapmasıyla aslında nereye
koyduğunu çok iyi bildiğin kimliği bir türlü
bulamayacağından. Uzayıp kıvrılan, bir türlü şehre varamayan yollar, yanında horlayıp
seni bütün gece uykusuz bırakan adam,
üzerinde gittiğin tekerleğin içinden gelen
gıcırtı ve gittikçe eriyen karla çıplaklaşan ve
çirkinleşen tepeler... Hepsinin fısıldamaya
çalıştığı şeyi susturamıyorsun. Bütün bunlar bir şeyler hissettiriyor sana ama sen pek
çaktırmıyorsun.
36
Muhammed Çelik
Uzunca Bir Aradan Sonra
Uyku sersemliği ve gidiyorduk, uzunca bir
süredir kendi varlığımı bu denli hissettiğimi
hatırlamıyorum. Uykuyla uyanıklık arasında
ve bir otobüsün arka koltuklarından birinde,
en gıcır otobüste bile bulunan o yabancılık
kokusunun kolonyayla karışık bizi… Dağınık
saçlarımı yüzümden kaldırıp yanımdaki elemana baktım, ön koltuğun arkasındaki televizyonu kurcalıyordu: “iyi yolculuklar” dedim, alay edercesine güldü sadece. İçimden
küfrettim “sana lavuk diyorum, başka da bir
şey demiyorum.” Tavandaki kırmızı düğmeye basarak muavini çağırayım dedim; çağırdım, geldi, fakat yanımdaki kereste benden önce atılarak: “bir dokunmatik alabilir
miyim?” Muavin genç ve yakışıklı, saçlarını
özenle yana yatırmış, fakat nedense biraz
gariban, biraz saf, köle ruhu sinmiş yüzüne:
“Birazdan dağıtacağız efendim.” Hakikatten
dağıttı birazdan, herkese bir dokunmatik
verildi. Şimdi bütün yolcular hiç zaman kaybetmeksizin başlamıştık ve parmaklarımızla
durmadan aşağıdan yukarı veya yukarıdan aşağı kaydırıp duruyorduk görüntüleri.
Cam kenarını severim ama bu defa koridora düşmüşüm, yanımdaki şişman olunca da
yolculuk işkence halini alıyor, dokunmak istemiyorum kimseye. İki saat kadar ilerledik,
yeni yollar yapılmış, kaymak gibi mübarek.
Kayarcasına gidiyoruz, nerede o eski yamalı
asfaltlar, olsa da sarssa bizi biraz, midemiz bulansa, naneli şeker atsak ağzımıza,
firene basılsa aniden kaykılsak öne doğru.
Tünellerden geçtik, köprü altlarından. Yokuşa saptık, inişe geçtik, meleyen korun
sürülerinin arasına daldık, kar siperlerinin
çevrelediği tarlalardan süzüldük, kömür
madenlerinin tabelalarını gördük, yol kenarında manav dükkânları, kirazlar Napolyon.
Bütün bunları elimdeki dokunmatikten takip
ediyordum tabi, öyle de bir seçenek vardı,
otobüsün kamerasını seçerek yolu izlemeyi yeğledim. Sonra iki saat daha yol aldık,
kimse kimseyle ilgilenmedi, herkes elindeki dokunmatiklerde sevdiği şeyi kaydırdı.
Köpeklerin “Biz buranın sahibiyiz, siz yabancısınız ulan” dercesine dolaştığı bir mola
yerinde ihtiyaçlar giderildikten sonra, yeniden sürdü şoför. Büyük bir kentin geniş
iç caddelerinden geçtiğimizi gösteriyordu
elimdeki ekran. Büyük gökdelenlerin gölgeleri birer birer geçiyordu arabanın üzerinden,
bir aydınlık bir karanlık, bulutlar gökdelenlerin mızraklarına takılmış pamuklar. Durdu ve
kalktı araç, muavinin anonsla duyurduğuna
göre dokunmatiklerin yeni modelleri çıkmış
ve ilk kez bizim firma bunu yolcularına dağıtacakmış, dağıtıldı. Herkes yeni modellere
dokunmanın hazzını yaşamaya başlamış-
tı şimdi. Kimseden çıt çıkmıyordu, hatta o
kadar konforlu bir yolda gidiyorduk ki biraz
ıkınsak dokunuşların sesini bile duyabilirdik.
Muavin duyuru yaptı: “Bu dokunmatikleri dilimizle de kullanabiliyoruz.” Hepimiz dilimizle
dosyaları açmaya başladık, dilimizle bir sayfadan diğerine geçebiliyorduk, daha eğlenceliydi şimdi. Muavin mikrofonu eline aldı
tekrar: “burnumuzla da” Şimdi herkes burnuyla… Muavin sürdürdü: “Onu öpebiliriz
ve o da öpebilir bizi.” Herkes denedi, oldu.
Tam yedi saattir yoldaydık ama yorulmadık.
Ertesi gün yeni dokunmatikler dağıtıldı, herkes yeni çıkan modellerin nasıl çalıştığını biliyordu, ben de ayak uydurmuştum düzene,
ustasıydım. Sonra daha yenileri geldi. Bizim
firma çakal. Artık her yeni model geldiğinde
elimdekini muavine uzatıp ondan yenisini alıyordum. Muavinin yüzüne bile bakma
gereği duymuyordum. Muavin değişmiş de
olabilir, o saf o gariban muavin gitmiş onun
yerine sapık ve saldırgan bir hasta gelmiş
de olabilirdi, belirsiz. Kuşlar tarlalara inip
kalkıyordu, ne vardı bu tarlalarda? Ekranda
şöyle bir yazı belirdi: “Bilmen gerekmiyor!”
Neyi bilmem gerekmiyor acaba, neden
bahsediyordu? Şöyle yazdı: “Muavinin kız
mı erkek mi olduğunu bilmen gerekmiyor.”
İyi de bunu merak ettiğimi nerden biliyordu.
Başımı kaldırdım, yeni muavin kızla erkek
arası bir şeydi, iyi de kız mıydı erkek mi?
“İlle de biri olması gerekmiyor!” diye belirdi ekranda. Parfüm kokuları her yerde.
Ve kuşlar tarlalara inip kalkıyordu, neden?
On birinci model de dağıtıldı, iki gündür
yoldaydık, kimi diliyle kimi orta parmağıyla,
kimi özel kalemiyle dokunmatiklerde iletişim halindeydi. Muavin anons etti: “Şimdi
hep birlikte şunu yazıyoruz: … ve elbette
direniyoruz.” Yazdık elbette. Otobüsün ön
camında “direniş” yazısı kırmızı mavi yanıp
sönüyordu. Kırkıncı model dağıtıldı, sekiz
gündür yoldaydık, bu model biraz daha
geniş bir ekrana sahipti, tek elimle kavrayamadığım için koltuğun yanındaki kolluğa
koyarak kullanıyordum. Tablet gibi bir şeydi yani. Herkes çok iyi kullanıyor, çabucak
uyum sağlıyor elindekine. Bir ara arkamda
oturan öksürüklü yolcu kafasını uzatarak
“Bu otobüs nereye gidiyor acaba?” diye
fısıldadı kulağıma. Nefesi rakı kokuyordu.
Cevabını bilmediğim bir soruydu, yanımdaki yarmaya sordum: “Bu otobüs nereye…” Güldü, alay mı ediyor anlamıyorum.
Kırmızı düğmeye basarak muavini çağırdım
“Bu otobüs...” Yeni modeli tutuşturdu elime. Arkadaki adam da istedi aynısından,
37
ona da verdi. Herkes istedi, herkese verdi.
Uzunca bir aradan sonra böyle bir yolculuk
iyi gelmişti, bir sürü yer görmüş, kafamı dağıtmıştım. Esnedim. Uykuyu kovdum acı bir
kahveyle. Uyku düzenleyici haplar dağıtıldı,
ben de attım bir tane. Muavinin anons ettiği
iletiyi girdik hep birlikte: “Tanrısal bir uçurum...” Bin beş yüz beğeni aldık her birimiz.
Uyumamak için kendimi zor tutuyordum.
Yanımdaki serseri ilk defa konuştu: “Sana
da iyi yolculuklar!” Uzunca bir aradan sonra
bana cevap vermiş olması, az da olsa bir
umut belirtisi oluşturdu içimde. “Peki” dedim, “yolculuk nereye?” Bunun cevabı için
bir yedi sekiz gün beklemem gerekecekti
herhalde. Bekledim. Cevap geldi: “O konuda hiçbir fikrim yok.” Benim de bir fikrim
yoktu açıkçası. Arkamdaki sarhoş ayağa
kalmış olay çıkarmaya çalışıyordu: “Böyle
bir dünya yok, böyle bir dünya yok!” Polis
çağrıldı, adam aşağı atıldı. Otobüs yoluna
devam ediyor. Yaşlı bir amca ön koltukların
birinde hafifçe başını yukarı kaldırarak: “Burada bulunmamızın amacı...” Der demez
polisler otobüse doluştu ve ölümün eşiğindeki amca da derdest edildi o an. Firmamız
her şeyde olduğu gibi bu durumda da krizin
en erken farkına varanlardan olmuş olmalı
ki, muavin kösnül sesiyle öttü: “Sorularınızı
elinizdeki ürün üzerinden de gönderebilirsiniz.” Zaten kimsenin başını kaldırdığı yoktu.
Ben de hemen bir arama motoru açarak
şu cümleyi girdim: “Burada bulunmamızın
amacı nedir?” Şu seçenekler çıktı: “Burada bulunmamızın amacı
ne? | Toluna”,
“Ağrıdan Kaçış Toplumu - Kemal Sayar”,
“Rick Warren amacı olan bir
yaşam üzerine | Talk Subtitles
...”,
“CEZAEVLERİ ALT KOMİSYONU HATAY’DA ... - Milliyet”,
“İnsan ne İçin yaşar? Siz ne için
yaşıyorsunuz? - Forum TR”,
“Şenlik Bitti Dağılalım Çocuklar Burada bulunmamızın
amacı ...”
Sonraki
Sekmelerin üzerinden hızla sekerek, reklamlar tarafından köşeye sıkıştırılmış bir
arama boşluğuna şunu yazdım: “Ben bu
otobüsten inmek istiyorum arkadaş..” Az
sonra muavin geldi, “Efendim” dedi, “birazdan sizlere ipeğe veya pürüzsüz bir tene
dokunma hissini verdirecek dokunmatiklerimiz dağıtılacak.” Aceleci olduğu her halinden belli bir yolcu seslendi: “Namaz programı da yüklenebilsin.” Ve geldi, Hayber’in
kapısı gibiydi gelen modeller.
“Tarım yüzde 37 kadın, yüzde
17 erkek eliyle yapılıyor - Bugün”,
“Çocuğum neden yemiyor? Hürriyet Magazin Hattı”,
“H hiletisim – SlideShare”,
“Samsunspor Taraftarı’ndan
Tepki Yürüyüşü - Samsunspor.
Biz”,
“KAZIM YILMAZ İÇİN YÜRÜDÜLER - Hedef Halk”,
38